Ana Sayfa Blog Sayfa 248

Savaş ve katliam siyaseti

Bir tiyatro oyunu gibi organize edilmiş gelişmeler içinde, önce ihbar edilen bir taksi, alışılagelmemiş, hiç görülmemiş biçimde, polislerin silâhlarını çekmeden, belli bir mesafeden dur demeden, duruyor ve iki polis, aracın sağ ve sol kapılarını açmaya çalışıyor. Sanki, bir sevdiklerine hürmet eder gibi kapılar açılırken, iki polis de vuruluyor.

Bir başka sahnede, iki genç, ellerinde silâhlar ama ateş etmeden, basın açıklamasının olduğu yere, daracık bir sokaktan koşuyor ve iki polis, kendilerine ateş açıyor. Belki her biri 14 mermi atıyor ve iki kişiye bu mermiler isabet etmiyor. Acemi bir insanın elinde bu tabancalardan çıkan kurşunların, kendilerine doğru koşan bu kişilere isabet etmeme ihtimali, oldukça düşük olmalıdır. Ve koşanlardan birisi, namlusundan tuttuğu anlaşılan silâhı, Tahir Elçi’nin cesedinin yanına atıyor Ve nasıl oluyorsa Elçi, eğilmiş vaziyette iken, ensesinden vuruluyor.

Enseye tek kurşun; Ergenekon’un, kontr-gerillanın, 1990’lardaki faili meçhul cinayetlerinin uygulamalarından biridir.

Aylardır, Kürt şehirleri, ilçe ilçe, mahalle mahalle sokağa çıkma yasakları, abluka uygulamaları, keskin nişancıların insan avlamaları, obüs mermileri ile evlere ateş edilmesi vb. uygulamaları ile cehennemi yaşamaya mahkûm ediliyor. Aylardır, abluka altında, sokağa çıkma uygulamaları ile, insanlar aç, susuz bırakılıyor, göçe zorlanıyor. Aylardır, bu kentlerin sokaklarının duvarlarına, ırkçı, faşist sloganlar, küfürler yazılıyor.

Bu küfürler, bu ırkçı saldırılar aslında, savaş ve katliam siyasetinin bir parçasıdır. Sloganları yazanlar, devlet güçleridir. Devlet güçleri, birer çete organizasyonu içinde davranmaktadır. İstanbul’da sokak göstericilerini tutuklayan polislere müdahale eden halka, “evet ben IŞİD’im var mı?” diye bağıran polisler, bu aynı çete örgütlenmesinin parçasıdır. Bunlar, ilk örneklerini, ilk derken yeniden anlamında ilk, Gezi Direnişi’nde gördüğümüz, palalı, sopalı saldırganların bir başka parçasıdır.

Bu kadar değil.

Suruç ve Ankara katliamını yapanlar, bu çetelerin bir başka boyutudur. Evet IŞİD’çi çeteler, bu çete uygulamalarının sadece bir parçasıdır. Farklı karakterlerde ama aynı öze uygun, ırkçı-faşist saldırılar organize eden çeteler. Bunların tümü, devlete bağlıdır.

Bu, pervasız bir saldırıdır.

Ve saldırının ardından, hemen bir karartma uygulanmaktadır.

Suikast PKK’ye yıkılmak istenmekte, ama aynı zamanda deliller ortadan kaldırılmak istenmekte, olay yeri incelemesi bile yapılmamaktadır. Sokağa çıkma yasakları ile bir kenti toptan hapseden devlet, olay yeri incelemesi yapamadık diyebilmektedir.

Ve Başbakan, eline bulaşan kana bakmadan, faili meçhul cinayetler bizim dönemimizde yoktur demektedir. Roboski kimin dönemindedir, Ali İsmail’in faili kimdir ve kimin dönemindedir? Gezi Direnişi’nde öldürülen gençlerin failleri kimdir? Suruç’un faili yakalanmıştır diyen Başbakan, acaba ciddiye alınabilir mi? Ankara katliamının failleri kimlerdir? Saymakla bitmez, elleri kanlıdır ve elbette faili meçhul yoktur diyeceklerdir.

Hrant’ın katilleri kimlerdir?

Tüm bunlar ortada iken, utanmadan, pervasızca, basının önüne çıkıp, bizim dönemimizde faili meçhul yoktur demek nedir?

Bu ciddiyetsizlik hali midir?

Hayır, bu aslında, savaşta, katliamda, ırkçı ve faşist saldırılarda devam etme iradesinde, tam bir ciddiyet hâlidir.

Devlet, tüm güçleri ile, gerici bir saldırıyı devreye sokmuştur.

Tüm saldırı eylemleri, solu, Kürt hareketini, barıştan yana tutum alanları hedef almaktadır. Nisan 2015’ten bu yana, adım adım ortaya konan bu saldırganlık, her zaman Kürt devrimcilerini, barış savunucularını, Türkiye solunu, işçi ve emekçileri hedef almaktadır. Nedense, amaçları Türkiye’yi karıştırmak olan bombacılar, barış mitinglerinde kendini patlatmaktadır. Nedense, iktidar yanlısı bir mitinge vb. saldırı yapmamaktadırlar.

Tahir Elçi cinayeti bu saldırganlığın devamıdır.

Suruç ve Ankara bombalamalarından sonra, suikastler dönemini açmışlardır. Bunu, öyle bir tarzda ortaya koymaktadırlar ki, bir basın açıklamasına saldırmaktadırlar. Karanlık sokaklarda saldırılar yerine, şehirleri doğrudan kuşatmaktadırlar.

Sadece Tahir Elçi gibi öne çıkmış insanları hedef almıyorlar. Keskin nişancılar, çocukları hedef alarak, evlerin içinde kadınları hedef alarak suikastler gerçekleştirmektedir, adeta avlanmaktadırlar.

Açık bir saldırı sahnelenmektedir.

Barış katledilmektedir.

Bir iç savaş, açık bir biçimde yürütülmektedir.

Bölgemizde süren paylaşım savaşımı, halkları imha etme savaşımı, her türlü direnişi kırma savaşımı, ülkemiz içinde de yansımalarını bulmakta, çeteler eli ile devlet, yeni bir kontr-saldırı devreye sokmuştur, sokmaktadır.

Ve hemen bu saldırılara, basın aracılığı ile bir ideolojik saldırı, bir karartma saldırısı devreye sokulmaktadır. Basın, büyük bir organizasyon ile, şiddeti yüksek bir yalan propaganda ile devreye sokulmaktadır. Adeta halklar nefesiz bırakılmaktadır.

Bu bir boğma siyasetidir. Yoğun bir çete saldırısıdır. Devletin gücünü gösterme ve herkese haddini bildirme saldırısıdır. Bir sindirme saldırısıdır. Kürt devrimini ve Gezi Direnişi ile gelişen Anadolu devrimini boğma saldırısıdır. Bir karşı-devrim saldırısıdır.

Tahir Elçi’nin öldürülmesi, bu saldırıda bir sayfadır.

TC devleti, bu konuda tescillidir. Her türlü karanlık saldırıyı organize etmede tescillidir. Tarihimiz bunun pek çok örneği ile doludur.
Bu katliam siyaseti ile, bu pervasız saldırılarla, boyun eğmiş, teslim olmuş bir toplum yaratmak istiyorlar.

Ama derler ki, yel eken fırtına biçer.

Tarihte bu sözü doğrulayacak binlerce örnek vardır. o

Melankoli mi öfke mi?*

Virginia Woolf, “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi,” sorusunu dillendirirken; Jack London’ın, “Biz kaçınılmaz olanız. Biz sizin endüstriyel ve sosyal hatalarınızın sonucuyuz. Biz sizin yarattığınız toplumdan çıktık. Biz devrin başarılı başarısızlıklarıyız, bu rezil medeniyetin belalarıyız. Bizler, ahlâksız sosyal seçilimin yaratıklarıyız. Biz güçlüler ile karşılaştık. Sadece güçlü olanlarımız dayanabildi.

Biz, uygun olanların hayata devam edeceklerine inanıyoruz. Siz, maaşlı kölelerinizi kirliliğin içinde ezerek hayatınızı devam ettirdiniz. Sizin hâkimiyetinizdeki savaşın kaptanları, kanlı büyük vurgunlarını işçilerinizi köpekler gibi vurarak yaptılar. Böylelikle ayakta kalabildiniz. Sonuçtan şikâyet etmiyoruz, doğruluğunu kabul ediyoruz ve biz de aynı doğa kanunu içindeyiz. Ama şimdi bir soru ortaya çıkıyor; varolan sosyal çevrede hangimiz hayata devam etmeliyiz?” diye bugüne dair verdiği yanıt sürdürülemez kapitalizm koşullarında yaşatılanları veya ötesi ve berisiyle mevcut hâl(imiz)i gayet iyi betimler…

Bir edilgenliğin elem ve kederiyle nitelenen melankolide somutlanan; dik durmayan, aktif/ faal olmaktan uzak, kızıp öfkelenemeyen ya da Stéphane Hessel’e kulaklarını tıkayan bu hâle dair Nilgün Cerrahoğlu’nun satırları verilinin izahıdır sanki:

“Yüreğinizde yitirdiğiniz şeylerin dindiremediğiniz sızısı varsa… Ve gözyaşlarınızı içinize akıtmak istiyorsanız… Tam şu günlerde kendinizi ’boşlukta, ucunu kimin tuttuğu bilinmeyen bir balon gibi’ hissediyorsanız… ‘Eski adıyla melankoli, yeni adıyla depresyon’un katman katman ayırdına varın ve katmanları soyun… Ülkedeki altüst oluşla, kendi altüst oluşlarımız böyle çakıştığında, hüzün, keder, efkâr… Bir ’melankoli’ dağı olup çıkıyor”![3]

Ne denli güzellenirse güzellensin bu hâl, Suruç’tan Ankara Garı’na uzanan kesitte öfkenin yerine melankoliyi ikameye kalkışan tehlikeli, uzak durulması gereken bir hâldir!

 

ÖTESİ VE BERİSİYLE MEVCUT HÂL

 

Chuck Palahniuk’in, “Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,” saptamasıyla nitelenmemesi mümkün olan mevcut hâl(imiz)in, yaşa(tıl)dığımız tarihten muaf olmadığı/ olamadığı bir “sır” değildir.

Veya kimilerinin “90’lara mı dönüyoruz?” sorusunun yanıtı “Öncesi sanki farklı mıydı, hep 90’ları yaşadık bu coğrafyada”dır!

Kabaca sıralarsak: 1915 Ermeni (Soykırımı), 1938 Dersim, 1 Mayıs 1977, Maraş 1978, Çorum 1980, Madımak 1993, Gazi 1995, Roboskî 2011, Reyhanlı 2013, Gezi 2013, Soma 2014, Diyarbakır 2015, Suruç 2015 ve Ankara Garı 2015 katliamları! (Dikkat kabaca dedim, kuşbakışı sıraladıklarımın fazlası var, eksiği yoktur!)

Ve tabutlarda dizilmişiz! Ankara’da 102’yiz! Suruç’ta 33’üz! Roboskî’de 34’üz! Soma’da 301’iz! Ermenek’te 18’iz! Madımak’ta 35’iz! Diyarbakır’da 4’üz! Reyhalı’da 54’üz! Çorum’daki 57’yiz! Maraş’taki 105’iz! 1 Mayıs’taki 35’iz! 2015’in 9 ayda iş cinayetlerinde ölen 1317 işçiyiz…

Bu katliam listesine dikkat edin; yarısı, 2002-2015 aralığında yoğunlaşmaktadır. Bir başka deyişle, AKP iktidarı 13 yıllık iktidarına, neredeyse yüz yıllık vukuat kadar katliam sığdırmıştır!

10 Ekim 2015 Ankara Katliamı Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi cinayeti en alçakça katliamı olarak tarihe geçti… Miting ve yürüyüşleri engellemek için on binlerce polisi seferber eden hükümet bu kez polisi adeta geri çekmişti. Katliamın ardından hükümetten “bu saldırı devletimize ve milletimizin tümüne yapılmıştır,” türünden artık kanıksadığımız sade suya tirit açıklamalar geldi.

Soralım o hâlde! Bu saldırı ve katliamlar neden milletin sadece bir kesimine yöneliyor? Neden Türkiye’de sadece muhaliflerin, solun, sendikaların eylemlerinde ve yürüyüşlerinde silahlar, bombalar patlıyor. Neden hep muhalefetin gösterileri saldırıya uğruyor? Gelin Türkiye tarihinin kana bulanan miting ve yürüyüşlerine bakalım, sadece yürüyüş ve mitinglere yapılan saldırılara. Bu saldırılar kime karşı yapılmış?

Henüz bombalı ve silahlı saldırıların yaygınlaşmadığı 1950’lerde muhalefet bindirilmiş kıtalara linç ettirilirdi. 6-7 Eylül malum. Bir başka linçten ise İnönü zor kurtulacaktı. Dönemin muhalefet lideri İsmet İnönü’nün konvoyu 4 Mayıs 1959’da İstanbul Topkapı’da DP’li bir güruhun saldırısına uğramış, polis yeterli önlemi almadığı için İnönü linç edilmekten zor bela kurtulmuştu.

Demokrat Parti’nin son dönemlerinde muhalefet üzerinde baskı yoğunlaşmıştı. 28 Nisan 1960’da DP’nin baskıcı uygulamalarına karşı protesto yürüyüşü düzenleyen üniversitelilere ateş açılması sonucu iki genç, Turan Emeksiz ve Nedim Özpolat öldürüldü.

16 Şubat 1969’da ABD 6. Filosu’nu protesto etmek için anti-emperyalist gençlik dernekleri tarafından valilikten izin alınarak düzenlenen yürüyüşe Taksim’de ellerinde taş ve sopalarla bekleyen ve önceden organize olan sağcılar saldırdı. Polis saldıranları engellemedi ve ABD karşıtı gösteri sağcılar tarafından kana bulandı. Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç yaşamını yitirdi. Ölen gençlerden biri bıçaklanırken bir toplum polisinin olayı seyrettiği haberi gazetelerde yer aldı. Bu saldırı tarihe Kanlı Pazar olarak geçti.

23 Haziran 1975’te Bülent Ecevit CHP’nin Gerede mitinginde konuşurken taş ve sopalı saldırılar yanında kalabalığın üzerine ateş açıldı. Ecevit olaylardan yara almadan kurutulurken iki kişi yaşamını yitirdi.

1 Mayıs 1977 ile birlikte muhalefetin ve solun düzenlediği yürüyüş ve mitinglere yönelik saldırılar yeni bir evreye sıçradı. İşçi bayramını kutlamak için Taksim’de toplanan on binlerce insanın üzerine ateş açılması ve çıkan panik sonucu 36 kişi öldü. 1 Mayıs 77 katliamı aydınlatılmadı ve hiç kimse ceza almadı. 1 Mayıs 77 Türkiye tarihinin en büyük katliamı olarak tarihe geçmişti. Ne yazık ki öyle kalmadı!

1 Mayıs 1989’da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen göstericilere polis saldırdı ve 18 yaşındaki işçi Mehmet Akif Dalcı öldürüldü.

2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal şenlikleri sırasında Sivas’ta Madımak Oteli’ni kuşatan gözü dönmüş kitle tarafından otelin ateşe verilmesi sonucu 33 muhalif ve solcu yazar ve aydın diri diri yakıldı. Polis ve asker bu göz göre göre işlenen cinayete engel olmadı.

1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de 1 Mayıs’ı kutlamak için toplanan kitleye polis tarafından müdahale edildi. Üçü polis tarafından açılan ateş sonucu, biri gösteri sonrasında işkencede olmak üzere dört gösterici öldürüldü: Dursun Odabaş, Hasan Albayrak, Yalçın Levent ve Akın Rençber.

Yakın tarih ise malum: 5 Haziran 2015 HDP Diyarbakır mitingine yapılan canlı bomba saldırısında iki kişi yaşamını yitirdi. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı: Bir toplantı sırasında yapılan canlı bomba saldırısıyla 34 sosyalist genç yaşamını yitirdi. (Dikkat edin, bu listede Kirli Savaş boyunca Kürdistan’da gerçekleştirilen kıyımlar yer almıyor!)

Bütün bunlar tesadüf mü? Neden hep muhaliflerin, solun, sosyalistlerin eylemlerinde, yürüyüşlerinde patlıyor bombalar ve silahlar?

Eğer bu saldırılar milletin tamamını hedef alıyorsa, neden sadece muhaliflerin mitingleri, yürüyüşleri, toplantıları kana bulanıyor? Neden milletin bir bölümü mitinglerde ölüyor? Neden bu katliamlar ve saldırılar sırasında devletin kolluk kuvvetleri asıl işlerini hep ihmal ediyor?

Bu cinayetleri, katliamları önle(ye)meyen, yurttaşlarını koru(ya)mayan ve katilleri bul(a)mayan devlet-hükümet sorumludur, dahası zan altındadır.[4] Katliamların sorumlusudur, katildir!

Söz konusu katliamların birçoğunu bizler yaşadık, gördük. Bir bölümünün tanığı olduk. Katliamların acılarını iliklerimize kadar duyumsadık.

Ancak bu kadarla sınırlı değil: Katliamlarla coğrafyamızda travmalı bir toplum gerçeği devreye girerken; Özdemir Asaf’ın, “Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları/ Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,//Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında/ Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.// Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar/ Seninle yeşerdiler, seninle soldular// Olsunlar senden sonra da umut yaprakları,” dizelerindeki uyarıyı “es” geçenler için melankolide bunun getirisi olup çıktı.

 

MELANKOLİ FASLI

 

Samuel Beckett’in, “Ertelenmiş umutlardır perişan eden insanı,”[5] diye tarif ettiği düzlemde öfkenin yerini ikame edilen ruh hâli ya da yaşam sevincinin, mücadele ruhunun yitirilmesi veya sürekli sıkılma hâli, acılara alışmak; gereksizlik ve işlevsizlik hissine kapılmadır melankoli.

Depresyon hırkasına bürünerek içinden çıkılmaz olan şeylerin acı verdiği ruh hâli olarak melankoli: Yaşama isteğinin azaldığı, üzüntülerin çoğaldığı zamanlarda içine düşülen durumdur; modern insan(lık)ın kronik hastalığıdır. Mesela sürekli karamsarlık hâli, hüzün, can sıkıntısı vb’leri gibi.

Bir hâl olarak melankoli; duygu durum bozukluğudur; rahatsız, diken üstünde, huzursuzluk kâbusudur; psikolojik bir travmadır; sürekli üzgün olmak diye tanımlanan ruhsal durumdur.

Nefes almak dahil, her şeyin anlamını kaybetmesi veya depresyonun sürdürülebilir hâli ya da en karanlık ve kritik son kademesi olan melankoli insanı gerçeklerden uzaklaştırır.

Melankoliyle yüzleşmeyi ertelersiniz. Daha ileri versiyonda ağlayıp rahatlarsınız da hatta, ama yüzleşmediğiniz gerçek orada öylece duruyordur. Sizi köşeye sıkıştırdığında yine kendinizi melankolinin kollarına atarsınız. Gayet tehlikelidir bu açıdan düşünüldüğünde.

Victor Hugo’nun, “Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur,” biçiminde tanımladığı hüzünkolizmdir; karalara bağlanmaktır; kafada karamsarca bir şeyler kurup, söz konusu kuruntularla beslenmektir.

Melankolik insan “sakin bir hayat sürebilmek” için yalnızlığı seçer. Ancak yalnız olduğunda da hayatla ve insanlarla olan ilişkilerini sorgulaması ve sürekli düşünmesi, kendini suçlaması varoluşunun nedenini araması vb’i sebeplerden ötürü, bir türlü dinginliğe ulaşamaz. Sıkıntıları ve bunalımları sona ermez.

Yunanca’da “tatlı acı” anlamına gelir melankoli insan(lık)ı yiyip bitirirken; Emil Michel Cioran’a göre, “Egoizmin düş hâli”dir; hüznün uç noktasıdır; tıp ise “depresyonun ilerlemiş hâli” teşhisi koyar…

İlk defa MÖ V. yüzyılda Hipokrat tarafından telaffuz edilen melankoli, insanı müthiş yorar, bıktırır, soluksuz bırakır.

Melankolinin anahtar kelimeleri: Yalnızlık, ayrılık, anlamsızlık, keşkeler ve tarifsiz edilgen keder ile hüzündür, mutsuzluktur, umutsuzluktur.

Hüznün baş tacı edilmesi; labirentteki çıkışsızlık olarak türlü çıkılamayan çözümsüzlük hâlidir; melankoli çaresizliğin parçasıdır, enstrümanıdır…

Yunanca “kara safra” manasına gelen; melan: kara; kholia: safra sözcüklerinden oluşan melankoli kelimesi her şeyi karanlık tarafından görmektir.

İnsan ruhunu etkisi altına alan bir melankoli nostaljiden beslenir. Ayrıca paramparça bir hayatın, çıldırtan yalnızlıkları, tekil ve edilgen bünyenin içsel yolculuğu; varoluşsal bir buhran ve çözümsüzlük olarak melankoli yoğun depresyon hâli; umutsuz olma durumudur da.

Özetle melankoli, derin bir keder içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durumdur. Yaşam biçimi hâline geldiğinde, insan(lar)ı, çevresinden uzaklaştırır..

Bu nedenle Nâzım Hikmet Ran’ın, “Biz ne limonuz, ne mum, ne çınar/ Biz, insanız, çok şükür/ Biliriz, umudumuzu ilacımıza katmasını/ Yaşamak gerek!/ diyerek ayak direyip dayatmasını,” dizelerindeki gibi yaşayan devrimcilerin, melankoliye sarılması, melankolikliğe prim vermesi mümkün değildir.

Tıpkı 19 Kasım 1915 tarihinde Amerika’da Salt Lake City’de tutulduğu cezaevinde kurşuna dizilerek infaz edilen işçi önderi Joe Hill, infazdan bir kaç gün önce bir arkadaşına yazdığı mektupta “Yas tutmayın, örgütlenin” diye haykıran kararlılığındaki üzere![6]

 

ELEMİN, KEDERİN EDİLGENLİĞİ

 

Adalet Ağaoğlu’nun “İnsan için ‘bugünün gerçeği parçalanmış bir gerçek’tir artık,”[7] saptamasındaki yabancılaşma tablosunda melankoli, Lukretius’un “Nil fit ad nihilum/ Hiçbir şey, hiçbir şeye dönüşmez.” “Nil de nihilo fit/ Hiçten hiçbir şey çıkmaz,” diye tanımladığı bir pasifliktir. Altta kalan, hareketsiz, edilgen ezikliktir. Keder, acı, dert, elem üzüntüdür; insana acı veren, mutsuz edici olaylar bütünüdür.

Rıfat Ilgaz’ın, “Çare yok,/ Tüm acılara direneceksin önce/ Daha çok,/ Acınmalara direneceksin, iki,/ Yokluğa, yoksunluğa… Üüüç!/ Güler yüz göstermeyeceksin/ Yüzüne gülenlere, dört!/ En önemlisi/ Ezenlere karşı direneceksin, beş!” dizelerindeki varoluş hâline bütünüyle yabancılaş(tırıl)mış pasiflikle, “Hayır” diyemeyen; hayatı brüt yaşayan melankoli; resesif yani çekinik, baskılanan, baskı altında kalan, kendini belli etmeyen, etkiden yoksun, zayıf, silikliktir.

Melankoli, boğucu, insanı girdaba sokan, sıkıntılı bir duygudur; sessiz, sedasız, sakin bir üzüntüdür; sukûneti çaresizliğindendir. Hayal kırıklığının açtığı yaralarla, hoşlanılmayan bir durum karşısında yaşanan his ve bunaltıcı bir hâlin depresifliğidir.

Melankoli fena hâlde bulaşıcıdır. Dermansızlık hissi uyandıran, yoksunluktur. İsyanını dillendirememektir.

Sema Kaygusuz’un, “Kederliler fenalık karşısında acı çekerler,”[8] notunu düştüğü insani bitiren, tüketen bir hisler toplamı yani acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa vb’leri melankoli büyüdükçe çoğalan, çoğaldıkça rakıya meze olan umutsuzluktur!

Ece Temelkuran’ın, “Pek kederli bir sözcüktür umut. Çünkü bütün sözcüklerden daha hızlı çağırır umutsuzluğu. Hele ‘umut var mı?’ diye sormuşsa aramızdan biri, bilin ki çoktan düşmüştür omuzlar,” diye tariflediği hâle “Hayır” diyememektir!

 

DİK DURMAK İÇİN

 

Bunlar elbette insanî hâllerdir. Ancak dünyayı değiştirmek isteyenlerin hikâyesinde insanlar olduğu gibi değil, hep -dik durarak!- olması gerektiği gibi olmuşlardır.

  1. Bakunin’in, “Başkaldırı, hayatın doğal eğilimidir. Bir karınca bile, üstüne basan ayağa kafa tutar,” cümlesinde formüle ettiği dik durmak insan(lık) için başı eğik olmamak, umutların tükenmesine müsaade etmemektir; insanî bir duruş olarak maymundan insana geçişin (homo erectus) en önemli adımıdır…

Kaldı ki homo-insan, erectus-dik duran demektir. Dik duran primattır. Yani en büyük eksikliğin giderilmesidir; insanlaşma edimidir.

Dik durmak, esnek olmayı tavsiye edenlerin kavrayamadığıdır; insanı insanlaştıran bir duruştur. Kendine güvenle de alâkâlı bir hâldir. Herkesin harcı değildir. Boyun eğmemek, itaat etmemektir. Bedeli ağırdır; örneğin, “Bir gün gelecek,/ bir balıkçı türküsünü dinler gibi yumacağız gözlerimizi./ Ödediğimiz diyet;/ yüzümüz hep dingin, duru ve temiz kalsın diyedir./ O yüzden biz böyleyiz./ O yüzden ‘biz hiç adam olmayacağız’,”[9] dizelerindeki üzere bir uçurumun kıyısında ağaç gibi, yalnız, tek başına dimdik, eğilip bükülmeden varolabilmektir…

Bunun için eylemli, iş yapan, üretken… Çalışkan, canlı, etkin… Hareketli, dinamik, heyecanlı olmak; yani pasif olmadan işler hâlde, çalışır durumda olmak gerekir.

Hem de “Ey, biz ki her gün ıstırap çekenler, her gün aşağılananlar. Biz, bir araya geldiğimizde mahşer gibiyiz ve hiç kimsenin gücü bize yetmeyecektir. Biz, diğer her şeyi içine alıp eritebilecek o dev okyanusuz,”[10] diyen cüretkârlıkla…

Aristo’nun, “Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir,” uyarısı “es” geçilmeden; umutlanmak fiilinin yerine geçebilen eylem olarak sözünü ettiğim cüret, insanî bir kızgınlıktır; sinirlenmek, öfkelenmektir!

 

ÖFKE(LENİN)!

 

Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret! Öfke, olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek içinken; Ulrike Meinhof’un, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim,” haykırışını asla unutmayın!

Çünkü, “Öfke, ilk (en başta gelen) politik duygudur,” Jean-Luc Nancy’in de belirttiği gibi…

Cüret ile beslenen öfke bilinçli, bir insan tepkisidir; keskin ve vazgeçilemez ruh hâlidir.

Sessizce büyür; insanı güçlü kılar; korkunun panzehiridir Murathan Mungan’ın dizelerindeki üzere:

“öfkeni tutma öfkeni yaşa/ bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma/ bunca kızgınken/ bunca kızdırılmışken/ tavanlara bakıp duygularını bastırma/ bırak ortaya çıksın/ öfke de duygumuz bizim/ aşk gibi, sevgi gibi, şefkat gibi/ üstelik hepsinden daha haklı/ bu pisliğin ortasında/ öfkeni tutma, öfkeni yaşa/ bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma

öfkenin şiirini/ kalbin şiddetini/ teslim etme/ yapmacık kurallara/ zaaflarına fırsat tanı/ pişmanlık, acizlikten/ daha soylu, daha derin/ sana dayatılan başkasının hayatı/ bu sen değilsin/ ne de bütün bunlar senin seçimin/ alkışların itaat olduğu yerde/ yuh çekmeyi öğrenmelisin/ öfkesi olmayanın inanma sevgisine de/ her öğüde yarım kulak ver/ bu şarkı da dahil olmak üzere/ öfkeni tutma, öfkeni yaşa

hiç olmazsa öfke dolu bir şarkı söyle/ bu kadar çok şey olurken…/ hiç olmazsa öfke dolu bu şarkı söyle/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma…/ kendin ol ve öfkeni tanımla.”

Evet, evet dik durmamızı sağlayan anlamlı öfke iyidir, duyumunu arttırır insanın…

Özgürlüğe giden yolun önemli adımıdır; birikendir; onuruna düşkünlüktür.

Yaşamak, yaratmak için güç verendir; doğurgandır; dölleyicidir; dürüsttür; doğruyu söyletir.

Hoşnut olunmayan durumlara karşı verilen temel duygulardan biridir; vazgeçmemek içindir öfke; varoluşa dair güçlü bir imgedir; dinamiktir; enerji verir.

İnsan(lık)ı ayık tutan bir duygu olarak örgütlenmiş ve en güzel hâli isyandır.

Buda, “Ruhun kiri” olarak tanımlasa da; Horatius, “Öfke, kısa süren bir deliliktir”; Ovidius, “Öfke, kırılgan buz gibi, geçer gider zamanla,” dese de insanın sosyal bir varlık olması sebebiyle, toplumda dalga dalga yayılabilecek bir duygu ve tepki olarak, patlama yeteneğini haizdir öfke.

Dünyayı değiştirenlerdendir; bitiren ve başlatandır; içerisinde kırmızıdan başka bir renk barındırmayandır.

Engellenmeye, saldırıya uğramaya, tehdit edilmeye, yoksun bırakılmaya, kısıtlanmaya verilen yanıttır.

Acı “Yıkıl” derken; öfke “Ayağa kalk, yık” der; unutmayın: Acı, hissedilir; öfke, hissettirir.

Kolay mı? Edip Cansever’in, “bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi,” notunu düştüğü imkân olarak tutuşturulmuş bir ateş gibidir; göndere çekilmiş isyan bayrağıdır öfke…

Öfkeyi besleyen etmen sayısı öfkenin süresini ve şiddetini doğrudan etkilerken; onu, polis şiddeti yok edemez. Zorbalık bastıramaz. Yalancı özürler dindiremez. Öfke, seçim sonuçlarında görünmez. Televizyonlar vermez. Kara propaganda öfkeyi gizleyemez. Öfke var ya öfke, öfke bir gün muhatabını bulur. Bulduğunda ise kaçacak delik ararsınız.

Ne yazıktır ki “Sine ira et studio/ Öfkesiz ve hevessiz” “insan(cık)lar”ın çoğaldığı bugünde milyonlarca insan öfkelenmiyor, ağlamıyor, hiçbir şey yapmayıp; sadece zamanın geçmesini bekliyorlarken; Turgut Uyar’ın, ‘Hızla Gelişecek Kalbimiz’indeki “hızla gelişecek kalbimiz/ kalbimiz hızla.// ve yeni uyanışların ve yeni doğmuşların/ ve herkesin ve herkesin/ sesleriyle birlikte/ bir haziran uygulayacak/ kimse bölemeyecek ve kalbimiz/ hızla gelişecek.

yıkıntılara karışan eski bir bahar/ büyük olmaya elverişli bir bahar/ eskiden yaşanılmış ve her şeye rağmen/ insanlara göre bir bahar/ suların kana kestiği yahut/ suların kana kestiği bir bahar./ hızla gelişecek kalbimiz// birden gerçekliğini algılayarak/ saat çalınca ve görünce güneşi/ birden vazgeçilmezliğini algılayarak/ önemli ve gerekli buluşunu kendini/ birden hatırlayarak/ geleceğe hazırlayınca olanca göğüslerini/ ve her şeye ve ölüme kalbimiz/ hızla gelişecek/ çağımıza pek uygun bir hızla/ gelişecek kalbimiz/

kalbimiz/ yerin ve göğün alt edilmez bir dirilikte olduğu/ tutkumuz, direnmemiz, ellerimiz, kalbimiz. / kalbimiz/ kalbimiz hızla gelişecek,” dizelerini daha yüksek sesle haykırarak; 91 yaşında ‘Indignez-Vous!/ Öfkelenin!’diyebilen Stéphane Hessel’e kulak vermeliyiz’!

 

HESSEL’İN ÇIĞLIĞI

 

‘Öfkelenin’in yazarı Stéphane Hessel, İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Fransız direniş hareketlerine katılmış, faşizme karşı mücadele etmiş, işkenceye uğramış, toplama kamplarında kalmış, savaş sonrası Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yazılmasına katkıda bulunmuş ve hayatı boyunca ezilenlerin yanında yer almış bir eylemci, düşünür.

Hessel, kendi yaşamından verdiği ve tarihsel arka planını dünyamızın egemenleri tarafından şekillendirildiği yılların sonucunda öfkelenmesi için birçok neden olduğundan bahseder. Totaliter rejimlerin insanlığa uyguladıkları acımasızlıklar, savaşların yarattığı yoksulluk ve kıyım, kapitalizmin yarattığı sosyal eşitsizlik gibi daha nice neden kuşkusuz Hessel’in öfkelenmesi için yeterli olmuştu.

Siz bakmayın malum Engin Ardıç’ın, “Hessel, bir ‘sahte feylesof’tur… Ortaya koyduğu matah bir fikir yoktur. Yaptığı, ekonomi sarpa sarınca bozuk çalmaktan ibarettir. Kriz geçsin, unutulur gider,”[11] demesine!

Fransız entelektüel Regis Debray’in, “İnsanlık onurunu kurtaran adam”[12] diye betimlediği Stéphane Hessel 1917 Berlin doğumlu bir Rönesans adamı. Bu sıfatı hak etmesini sağlayan pilotluk, diplomatlık, arabuluculuk, danışmanlık, eğitimcilik, filozofluk ve sosyalistlik gibi birçok meziyeti var.

Hessel’in babası Franz Hessel bir yazar ve çevirmen. Annesi Helen Grund ise ressam, müzisyen ve yazar. Almanya’da giderek artan Yahudi düşmanlığından (anti-semitizm) da etkilenerek olsa gerek, aile 1924’te Paris’e yerleşmiş ve Avrupa’nın bu köklü ve avangard şehrinde yetişen Stéphane Hessel, küçük yaşlardan başlayarak Avrupa’nın önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle tanışma ve kendini birçok alanda yetiştirme şansı yakalamış. Hessel 1937’de Fransız vatandaşlığına geçmiş ve 1939’da Öğretmen Okulu’na girmiş ancak İkinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış.

Mayıs 1941’de General Charles de Gaulle’ün Londra’daki Özgür Fransa toplantısına katılmış, karşı casusluk, bilgi toplama ve eylem bürosunda (BCRA) çalışmış, fakat daha sonra 1944’te Fransa’da Nazilere esir düşerek uzun süre işkence görmüş ve asılmaktan son anda kurtulmuştur. İki kez Nazi kampından kaçan ama yeniden yakalanan Hessel, savaş sonrasında karısı ve üç çocuğuna kavuşur, daha sonra da Dış İşleri Bakanlığı giriş sınavını kazanarak diplomat olur. Henüz ilk görevinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayan komisyona katılır. Daha sonraları diplomatik görevlerle uzun yıllar New York’ta bulunur.

Cezayir savaşı sırasında Cezayir’e destek verir ve Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) katılır. Emekli olduktan sonra insan hakları meselelerinde aktif mücadeleye devam eder ve anılarını ve gördüklerini yazmaya -‘Danse Avec Le Siecle (1997), ‘O Ma Mémoire’ (2006)- ve yeni nesillere aktarmaya gayret eder. 2000’lerde ise özellikle İsrail’in giderek artan şiddeti nedeniyle kamuoyunun ve entelektüellerin dikkatini Filistin sorununa çekmeye çalışır. Hessel’in yeni nesiller ve geniş kitlelerce tanınması ise 2010 yılında yazdığı ‘Indignez-Vous/ Öfkelenin!’ başlıklı kitabın milyonların okuduğu bir kült eser hâline gelmesi ve 2011 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle olur.

Nihayet, 2013 yılında 95 yaşında şu uyarıları ardında bırakarak hayata gözlerini yumar!

“Direniş, öfkeden doğar… İşlere karışın, kızın öfkelenin!…”

“Yaratmak direnmektir. Direnmek yaratmaktır…”

“Direnmek, bir anlamda insan topluluklarının kendini sürekli yeniden yaratması demektir… İnsanlık tarihin akışını değiştirmeye kadirdir. Tarih sorumlu yurttaşların eseridir…”

“Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Bizi yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Faaliyetlerini açık seçik biçimde anladığımız küçük bir seçkin topluluk yok artık karşımızda. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada ve her şeyin birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir karşılıklı bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir. Gençlere sesleniyorum: Biraz arayın, bulacaksınız. En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, ‘Bir şey yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’ demektir. Böyle davrandığınızda insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz. Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini ve bunun sonucu olan siyasal ve toplumsal bir davaya hizmet etme çabasını yitirirsiniz…”

“Gençlere şöyle diyorum: Çevrenize bakın, öfkenizi haklı çıkaracak konular bulursunuz: Göçmenlere bakın, kaçak işçilere, Çingenelere yapılan muameleler gibi. Sizi güçlü bir yurttaş hareketine götürecek olan somut durumları bulursunuz. Arayın, bulacaksınız!”

“Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla! Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir!”[13]

 

“SONUÇ YERİNE” NOTLAR

 

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç ölmek,” dizelerindeki gibi karşı durmak, itiraz etmek, devrimci bir muhalif olabilmek işte tam da böylesine mümkündür!

Ezber bozup, iktidarın kabullere karşı çıkan; egemen(lik)le aynı görüşte olmayan; karşıt, yani aleyhtar olan böylesi bir duruş, olması gereken biçimiyle yaşamın “olmazsa olmazı”dır.

Kolay mı? Karşıt olmak, uyum göstermemek, aykırı davranmak, pürüz çıkartmak, ak koyunlar arasında göze batan kara koyun olmak, baş kaldırmakken; devrimci muhalif, “Nihil habenti nihil dest/ Hiçbir şeyi olmayanın, kaybedecek bir şeyi yok demektir,” gerçeğine yaslanan mülkiyet duygusu gelişmemiş insandır; iktidara karşı ve –her türlü iktidarı yok etmek üzere- iktidar olmaya namzet olandır.

İnsan, resmi ideoloji karşısında muhalif olduğu zaman insanken; karşı durma, karşı koyma anlamına gelen devrimci muhalefet, alternatifiyle var olur, vardır.

Bunlar böyleyken; Louise Michel’in, “Özgürlük ve iktidarın birlikte olması imkânsızdır”; V. İ. Lenin’in, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” uyarılarının altını ısrarla çizerek; “Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır,” sözlerini anımsatacağım Charlie Chaplin’in, sizlere…

Ha bir şey daha: Özgür irade olmadan da devrimci ahlâk olmaz. Özgür irade, devrimci ahlâkın önkoşuludur. Özgür irade olmadan eylem ve seçimden söz edilemez. Özgür iradenin olmadığı yerde, eylem ve seçim değil, sadece davranış söz konusudur. Sadece davranışın olduğu yerde insan Pavlov’un köpeğine dönüşür. Yani insan, belli bir etki sonucunda belli bir tepki veren ve kendi yolunu çizemeyen bir canlıya dönüşür…[14]

İşte bunun için kilit önemdedir eşitlikçi özgürlük…

Nevzat Çelik’in ‘İtirazın İki Şartı’ndaki dizelerle tamamlıyorum: “çok olmadığımız kesin/ çok olan tarafta değiliz/ çok olan tarafta olmayacağız/ türkiye’de kürt olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermenilerde Süryanî/ gidip almanya’da türk olacağız/ hollanda’da surinamlı/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da zifiri zenci olacağız/ çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de filistinli/ köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız/ kuşun karşısında börtü böcek/ hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/ çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun tarafında/ solda olacağız/ bu itirazın ilk şartı

solda da az olacağız/ devrimi çoğaltırken çünkü/ bir başka devrime hızla azalacağız/ bu da itirazın ikinci şartı.”

Ve Edip Cansever’in, “Duyuyor musun?/ İnsanın insandan aldığı bütün yaraların merhemi/ insandadır diyorum sana,” dizeleriyle de noktalıyorum diyeceklerimi…

 

10 Kasım 2015 14:07:25, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 14 Kasım 2015 tarihinde İzmir AKA-DER’in örgütlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Fyodor Dostoyevski.

[3] Nilgün Cerrahoğlu, “Melankolinin Zaferi…”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2015, s.12.

[4] Aziz Çelik, “Ölüm Neden Hep Bu Yana Düşer?”, Birgün, 15 Ekim 2015, s.4.

[5] Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev: Tarık Günersel-Uğur Ün, Kabalcı Yayınevi, 4. Baskı, 2012.

[6] Murat Kuseyri, “İşçi önderi Joe Hill: Yas Tutmayın Örgütlenin”, Evrensel, 18 Ekim 2015… http://www.evrensel.net/haber/263018/isci-onderi-joe-hill-yas-tutmayin-orgutlenin

[7] Adalet Ağaoğlu, Hayır – Dar Zamanlar 3, İş Bankası Kültür Yay., 2007.

[8] Sema Kaygusuz, Karaduygun, Doğan Kitap, 2012, s.72.

[9] İbrahim Karaca, https://www.facebook.com/permalink.php?id=152172068261776&story_fbid=350870958391885

[10] P. A. Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Çev: Mazlum Beyhan, Öteki Yayınevi., 2000.

[11] Engin Ardıç, “Hesselizm”, Sabah, 25 Temmuz 2013… http://www. sabah. com. tr/yazarlar/ardic013/075/hesselizm

[12] Arzu Çakır Morin, “Dünyayı Öfkelendiren Âkil Adam”, Hürriyet, 7 Ekim 2011… http://www. hurriyet. com. tr/dunyayi-ofkelendiren-akil-adam-19003916

[13] Stéphane Hessel, Öfkelenin!, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitap, 2011.

[14] Örsan K. Öymen, “Özgür İrade ve Ahlâk Üzerine”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:449, 18 Ekim 2015, s.18.

 

“Harami” tarzı seçim ve yeni AK Parti iktidarı; dünya gericiliğinin ittifakı

7 Haziran’a giderken, tüm ülke savaş alanına çevrildi. Barış görüşmeleri ortadan kaldırıldı, saldırı politikaları devreye sokuldu, tutuklamalar, bombalamalar devreye sokuldu. Tüm buna rağmen, 7 Haziran seçimlerinden Muktedir, istediği sonucu alamadı. Ve elbette, bu sonucu elde edince, Muktedir, bu olmadı, yeniden seçimi deneyelim, tekrar edelim, dedi.
Tekrar olacağı için, hemen koşulları değiştirmeye karar verdi.

Birinci nokta burasıdır; seçime gidiş şartları, seçim ve sayım süreci. Bu noktadan seçimlere bakarsak, tam bir harami iktidarı için, her türlü hile ve baskının kullanıldığı bir seçim gerçekleşmiştir. Seçimin kendisi, AK Parti için bir “zafer” ise, bu bağlamda “zafer” asla gerçek bir zaferi ifade etmez. Hile dolu, baskı ve devlet terörü ile elde edilmiş bir sonuçtur.
İki alana aynı anda saldırı organize edildi, hem Kürt devrimine, hem de Gezi Direnişi ile başlayan sürece. Ama sadece sürecin örgütlerine saldırı organize edilmedi. Aynı zamanda halklara karşı bir saldırı devreye konuldu. Kürt kasabaları, şehirleri ablukaya alındı. Obüs topları ile keskin nişancılar, birbiri ile yarışır vaziyette sokakları kana buladı. Yüzlerce insan, çocuklar da dahil, öldürüldü. Diyarbakır mitingini bombalayanlar, aynı sahneyi daha etkili olacak şekilde, Suruç katliamını organize ettiler. Ve en son, 10 Ekim’de Ankara’da 104 kişinin ölümü gibi saldırılarla, seçime gidilen ortamı “değiştirdiler”.

Şaibeli bir seçim sürecidir bu.

Haramiler, seçimleri, tam bir harami tarzında organize ettiler.

Üstüne, TV kanallarını, basını kontrol güçlerini eklediler.

HDP’ye, ya seçimi boykot et ya da tüm bu bomba, saldırılar altında, bu koşullarda seçime gitmeyi kabul et seçenekleri kaldı. Gerçekte, seçimlerin bu ağır şartlar altında gerçekleşeceği açık idi. Ama aynı biçimde, tüm bölgedeki gelişmeler, seçimleri önemli kılmaktaydı. Bu nedenle boykot doğru olmazdı, bugünden bakınca da doğru görünmüyor.

Ve tüm bunlar yetmedi, sayımı da kendileri yaptılar. Hile, harami tarzına uygundur ve başkası da düşünülemez. Sadece HDP’yi baraj altında bırakmayı ya da MHP’yi baraj altında bırakmayı, uluslararası gericilik, çok inandırıcı bulmadı ve sınırlar buna göre şekillendi.

Acaba, seçimlerde kaç sandık vardı?

Sandık sayısını, değil seçmen sayısı, sandık sayısını bilen yok. Her medya kanalı, farklı bir sandık sayısı veriyor. Sandık sayısını 174 bin ile 186 bin arasında gösterenler var. YSK’nin seçim öncesi ve seçim sonrası yaptığı açıklamalar birbirini tutmuyor. Sandık sayısının bile belli olmadığı bir seçim, “demokratik” seçim olarak sunulabiliyor. Ama kabul edilemezdir.
Önemli olan seçimlerin yapılıyor olması değildir, önemli olan sayımı kimin yaptığıdır ve doğrusu bu konuda ne kadar önlem alınırsa alınsın, dünya gericiliğinin ittifakı devreye girdi mi, halkların aldığı önlemler, siyasal otoritenin önlemlerini aşamıyor.

Sandık başlarında, sandık kurulu, sandık görevlileri değil, doğrudan askerler, ellerinde silâhlarla durdular. Bunun gerçekleştiği yerler bir ya da iki yer de değildir. HDP’ye, silâh zoru ile oy aldı diyenler, sandık başlarında çekilen asker ve polis görüntülerini, basının marifeti ile gizlemeye çalışmaktadırlar.

Seçim süreci, ne 7 Haziran’da, ne de 1 Kasım’da demokratik değildir. Tehditler, fiili saldırılar, bombalamalar, ölümler, katliamlar birbiri ile yarışır durumdadır. Askeri, polisi, ordusu, valisi, yeni kontr-gerillaları, IŞİD’çileri, Osmanlı Ocakları, mafyası, çeteleri, hepsi ama hepsi, bir karanlık proje etrafında, korku üretmek için her yola başvurmuşlardır.

Seçimin kendisine hile karışmış mıdır, sorusu bile gereksizdir. Son derece ciddi hileler olduğu, sandık sayısının bile belli olmamasından bellidir. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a 1 milyon 800 bin yeni seçmenin eklenmesi mümkün değildir, eklenmiştir. 7 Haziran’da oy kullanma yaşında olmayıp da, 1 Kasım’da olabilecek olan toplam kişi, eğer hepsi hâlâ yaşıyorsa 200 bindir. İstanbul’a Suriyeliler kamyonlarla taşınmıştır.

Bu, elbette şaibeli bir seçim sürecidir ve hile dizboyudur.

İkinci nokta AK Parti’nin zaferine ilişkindir. Bu bir harami iktidarı için, her tür hilenin, kan ve katliam politikalarının üzerine yükselen bir “zafer” dir. Bu “zafer” AK Parti’ye, yeni bir 4 yıllık iktidar süreci açmıştır. Ama bu iktidar süreci, “katil-hırsız Erdoğan” sloganları arasında açılan bir iktidar sürecidir. Ve bu sürecin, 317 milletvekiline rağmen kolay bir iktidar süreci olmayacağı bizzat Muktedir tarafından çok iyi bilinmektedir.

Kan ve katliam politikalarını devreye koyanlar, şimdi, hemen üç kanaldan hamle yapacaklardır. Bunlardan ilki, AK Parti’nin tam ve net kontrolünün sağlanmasıdır. Muktedir, bunu çok iyi anlamaktadır ve AK Parti’nin sorunsuz kontrolü için, yeni bir cendere hazırlayacaktır. Öyle anlaşılıyor MİT, bu konuda yardımcı olmak üzere, her türlü dosyayı sağlayacak ve AK Parti içinden çatlak seslerin çıkmasını önlemeye çalışacaktır. Hazır “paralel yapı” diye bir bahaneleri de varken. Birçok “uzman”, Davutoğlu’nun Erdoğan olmadan kazandığı bir zafer olduğunu dilegetirmektedir. İstedikleri bu olabilir ama, yanlış bir temel üzerine kurulu bir istemdir. Davutoğlu’nun bir zaferi yoktur. Hatta AK Parti’nin “zafer”i, mutlaka ve mutlaka tırnak içinde olmalıdır. Buna “zafer” diyecek olanlar, bunun kan ve katliam politikalarına dayalı olduğunu unutmamalıdır. Ankara katliamının sonrasında Davutoğlu ve Erdoğan’ın tutum ve davranışlarına bakın, birisi olaydan ne kadar haberdar idi ise, diğeri o kadar bihaber idi. AK Parti içinden çatlak sesler çıkacaksa, bunun olası nedeni, Davutoğlu’na bağlanacak zafer değil, biraz aşağıda ele alacağımız nedenler olabilir.

Erdoğan’ın yükleneceği ikinci kanal, baskı ve şiddet politikalarının devam ettirilmesidir. Erdoğan baskı ve şiddet politikaları ile yıldırma ve korkutma durumunu, tam bir esir almaya çevirmek istiyor. Bunu başarmak için daha fazla şiddeti devreye sokacaktır. Bu daha fazla şiddet, aynı zamanda, HDP’yi başkanlık pazarlığına zorlamak için de kullanılacaktır. Elbette HDP bu tuzağa düşmeyecektir, elbette Kürt halkının temsilcileri, devrimciler gözü dönmüş şiddet politikalarının uygulayıcılarına istediği yolu açmayacaktır. Biz bunu, burada bir endişemiz olduğu için vurgulamıyoruz. Hayır, sadece bu seçim sonuçları ile dahi, Erdoğan’ın kendini güvende görebilecek pozisyonda olmadığını belirtmek istiyoruz. İşte bu nedenle bu katliam ve şiddet, bu savaş politikaları kesilmeden devam edecektir. Sadece Kürt devrimine karşı değil, Anadolu devrimine, Batı’da yükselen uyanışa karşı da bu baskı ve şiddet sürecektir. Seçimden önce de vurguladığımız gibi, bu topyekûn bir savaştır.

Böyle bakılırsa, seçime birkaç gün kala neden Bugün ve KanalTürk gibi kanallara el koydukları anlaşılır. Bu davranışın oy kaybettireceği düşünülebilirdi. Ama seçimlerin sonuçları önceden belli ise, bu hamle seçim sonrasına bir yatırımdır ve öyle yaptılar.

Burası da üçüncü hamle alanıdır. Erdoğan, Ergenekon’da ifadesini bulan kadrolarla, yaklaşık iki yıldır anlaşmaya çalışmaktadır. Zaman zaman Doğan Grubu ile olan çatışmaları, seçim sonuçlarının hemen ardından, Doğan’ın biat deklarasyonu, Ertuğrul Özkök’ün “ben de fabrika ayarlarına dönüyorum” açıklaması ve üstüne AK Parti cephesinden, o medya grubunu da artık biz yöneteceğiz, denmesi, anlaşmayı göstermektedir. Bu anlaşma zeminini genişletirken Erdoğan her türlü baskıyı kullanacaktır. Eski egemenler ile, yeni elitler iç içe geçecek ve “kardeşlik” dedikleri şeyi ortaya koyacaklardır. Elbette bu kardeşliğin ölçüsü, pastadan 10 bana, haydi bir de sana şeklinde olacaktır. “Bizi görmezlikten gelemezsiniz” söylemi budur.

Bu hamleler, yeni harami iktidarının vizyonunu ortaya koymuş olacaktır.

“Zafer” dedikleri şeye güveniyor olsalardı, buna yönelmezlerdi. Bu seçim “zafer”i sadece bir kere daha nefes alabilme olanağı demektir. Kendileri buna başka anlam yüklemezken, buradan başka anlamlar çıkarmaya çalışmak, eski elitlerin hüsnüniyetleri olabilir, hepsi budur, fazlası yoktur.

Elbette Erdoğan’dan, Kürt devrimine karşı, Batı’da yükselen uyanışa karşı, daha geniş kesimleri rahatlatacak bazı adımlar atması sürpriz olmaz.

Üçüncü nokta şöyle ifade edilebilir; bu “zafer” dünya gericiliğinin ortak ittifakının bir sonucudur. Bölgemizde epeyce zamandır süren yağma savaşı, Suriye’yi yerle bir etme, bölgede halklara karşı açık katliamlar yürütme, çağdışı tüm uygulamaları devreye sokma politikası, sınırlarına yaklaşmıştır. Savaşı kundaklayan ve IŞİD’in yaratıcısı olan ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-S. Arabistan ve Katar, kaybetme sürecine girmişlerdir. Bunca saldırıya, çete organizasyonlarına rağmen, Kobanê direnişinde görüldüğü gibi, bir direnişin gelişmekte olduğunu gördüler. Ve sonunda, Suriye-İran cephesinde Rusya ve Çin’in açıktan devreye girmesi, zaten iflas etmiş olan ABD politikalarını daha da zora sokmuştur. Türkiye, kendi politikaları ile de, ABD emireri olarak uyguladığı politikalar ile de, oldukça sıkışmıştır. Ve şimdi, Rusya’nın sahaya inmesi, Çin’in devreye girmesi, Kobanê direnişi vb. ardından, tüm dünya gericiliği bir kere daha ittifaka yönelmiştir. AK Parti’nin kendi kadrolarının dahi inanmadığı seçim “zafer”i, Obama’sından Merkel’ine kadar yeni bir ittifakın “hediye”sidir. İşte 7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri arasındaki fark da budur. İkisinde de hile vardır. Ama 1 Kasım’da, SEÇSİS sistemini kontrol edenler, ancak daha küçük oranda hileye olanak vermişlerdir. Sandık başlarında yapılan hilelerden söz etmiyoruz. Program ile elde edilen hileli sonuçlardan söz ediyoruz ve programın kontrolü, bu büyük gerciliğin elindedir. 7 Haziran ile 1 Kasım arasında değişen budur. Dünya gericiliğinin bir hediyesidir bu. Bu çapta hileler ABD’den bağımsız olmaz. Ve karşılığında sadece İncirlik üssü yeterli olmayacaktır. Karşılığında “mülteci krizinin” çözülmesi yeterli olmayacaktır.

ABD sözcülerinin, bundan böyle PYD’ye silâh desteği sağlanmayacak, demeleri boşuna değildir. Kuşku yok ki, ABD ve Batılı müttefiklerinin Erdoğan’a bir kere daha destek vermesi, belli şartlara bağlanmış olabilir. İşte o nedenle, bazı “uzman”lar, Davutoğlu’nun Erdoğan’sız zaferinden söz ediyor ve Erdoğan’ı dengelemekten, kontrol etmekten söz ediyorlar. Gerçekte, AK Parti’de birçok kanat vardır. Bunlar, ancak efendilerinin emirleri ile isyan bayrağı açabilirler. Bu ise bizlerin ilgi noktası değildir. Kuşku yok ki, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler AK Parti içinde kendi güçlerini gizlemektedir. Bu aynı şey Fethullah grubunun içinde de vardır. Ama bu güçlerin ne için ve nasıl hareket edecekleri ile bağlantılı olarak bir gelecek kurma planları, yerleşik egemenlere bile “uzak” görünmektedir. Doğan Medya Grubu’nun bu yeni biat açıklaması, böyle okunmalıdır. Onlara göre, başkanlık sistemi talepleri olmasın, Erdoğan sınırlarına çekilsin, öyle yürünsün. Ama Erdoğan’ın bunu yapacağı tartışma götürür. Yoksa, zaten 7 Haziran’da, AK Parti-CHP koalisyonu da benzer sonuçları verirdi.

Dünya gericiliği, TC devletine, Suriye-Irak ve Ortadoğu politikalarında ihtiyaç duymaktadır. Bahçeli’nin, CHP’nin tutumunu da şekillendiren budur.

Yeni kardeşlik projesi, ülkemizdeki tüm gericilerin birleşmesi, harami iktidarını desteklemesi ve arkada dünya gericiliği ile daha yoğun bir işbirliği geliştirilmesi anlamına gelmektedir.
Tüm bu planların bir kere daha suya düşmeyeceğinin ise garantisi yoktur. O nedenle Ertuğrul Özkök, usulca fabrika ayarlarına dönmektedir. Garantisini görebilse, daha ileri gider ve Muktedir ayarlarını hemen yakalardı.

Dördüncü nokta, HDP’nin durumu ile ilgilidir. HDP, tüm bu koşullarda, seçimden başarılı çıkmıştır. Dünya gericiliği hile ile de olsa, baraj altında bırakmayı göze alamamıştır. HDP, ilçe ilçe seçim sonuçlarını tek tek ele almak zorundadır. Bu, tüm devrimci hareketin ortak görevidir. Halkların, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi açısından acildir, zorunludur.

Ankara katliamından sonra, büyük, daha büyük bir kitlesel direniş gerekli idi, bugün hâlâ gereklidir. Tüm medyayı, neredeyse tümünü, karanlığa itmeyi başaran, kontrolleri altına alan egemenlerin isteği, tek özgürlük aracı olan sokak eylemlerini, kitlesel hak arama eylemlerini durdurmaktır. Buna karşı, halkların, işçi ve emekçilerin direnişini daha da ileri düzeyde örgütlemek, çıkışın, özgürlüğün tek yoludur.

Bu noktada bazı vurguları ele almak gerekir: İlki şudur, eğer PKK eylemler yapmasa idi, direnmese idi, HDP daha fazla oy alırdı. Bu tamamen yanlış bir görüştür. Sonuçlara bakıp, ona göre bir analiz yapmaktır. Oysa sonuçlar, gerçeğin kendisi değildir, yalanı, hilesi çok olan sonuçlardır. HDP’yi daha planlı, daha aktif, daha militanca bir mücadele yürütemediği için eleştirmek (biz de içinde olmak üzere devrimcileri bu açıdan eleştirmek) mümkündür. Biz, elbette ki daha neler yapabilirizi, mesela Ankara katliamına nasıl daha büyük bir kitlesel eylemle yanıt verebilirdik sorusunu ele alacağız, başkaları bir yana, kendimizi eleştireceğiz. Ama PKK’nin ve daha geniş olarak halkların saldırılara karşı direnişinin oy kaybettirdiğini söylemek, gerçekle örtüşmez. Tersine bu direniş olmamış olsa idi, PKK var olmamış olsa idi, katliamların boyutları çok ama çok daha büyük olacaktı. Gerçek budur. Ankara’daki Barış Mitingi’ni kana bulayanları eleştirebilme cesaretini gösteremeyenler, bu olayın aydınlatılması için bir şey yapmayanlar, işçi ve emekçilere, devrimcilere, “direnmeyin” demeyi bırakmalıdır.

Seçim sonucunda HDP’nin barajı aşmış olması, bir başarıdır. AK Parti’nin tek başına iktidar olmasını önleyememek bir eksiklik olabilir, ki bu “zafer” aslında dünya gericiliğinin bir ittifakı sonucudur.

Zalimin zaferi sonsuza dek sürmez. Bu da beşinci noktadır. Seçim sonuçlarına bir zafer diyenler, iyice bir baksınlar, bu zafer neye dayanmaktadır; kana, katliamlara, IŞİD çetelerinin devreye sokulmasına, mafyanın devreye girmesine, yeni kontr-gerillanın Saray ile bağlantılı saldırılarına, hırsızlığa, oy çalmaya, hileye. Savaş alanına çevrilmiş şehirlere, çocukların keskin nişancılarca öldürülmesine, sıkıyönetim uygulamalarına, sandıklarda silâhlı askerlerin görev yapmasına, beyaz bayrak kaldırarak hastahaneye gitmeye çalışan insan manzaralarına, panzerlerin ardına takılan cesetlere, mezarlıkların yıkılmasına, evlere obüs topları ile saldırılara, öğrencilerin tutuklanmasına, işçilerin eylemlerinin bombalanmasına.
Bu zalimliğe dayanan bir zafer, ancak haramilerin iktidarına yarayabilir.

Tüm dünya gericiliğinin birleşerek elde ettiği bu zafer, halkların direnişine dayanabilecek midir? Buradan bir “üstünlük” elde ettikleri açıktır. Ama bu üstünlük, gerçekte, tüm halkları düşman gören bir anlayışla ne kadar sürdürülebilir?

Seçimin hemen ardından ABD, İncirlik üssüne yeni silâhlar, yeni uçaklar sevk etmiştir. ABD-Türkiye ile yeni ittifak süreçlerine girdiğini ilan etmektedir. PYD’ye silâh yardımı yapmayacaklarını ilan etmektedir. Tüm bunlar, savaşın daha da sertleşeceğini, bölgemizde yeni oyunların sahneye konacağını göstermektedir.

Buna paralel olarak, ülkemiz içinde, halkın tamamen esir alınması planlanmaktadır. Ekonomik, siyasal ve askerî şiddet birlikte devreye sokulmaktadır. Borç içinde yüzen esnaf, ekonomik şiddet ile sisteme entegre edilmeye çalışılırken, işçi ve emekçiler askerî şiddetle, polis baskıları ile yıldırılmaya çalışılmaktadır. Şiddet o denli tırmanmaktadır ki, ölümler sıradanlaşmaktadır. 2015 yılı içinde devlet güçlerince öldürülen insan sayısı bine yaklaşmaktadır.

Ve tüm bu gerici saldırıya, karşı-devrim saldırısına karşı, halkların örgütlülüğü tek çıkış yoludur.

Bizlerin bu süreçten çıkardığımız ders, örgütlenmeye, direnişe, mücadeleye daha büyük bir irade ile devam etmektir. Eksikliklerimiz buradadır. o

“Cesur” tetikçilik, ucuz kahramanlık Suriye savaşı ve TC devleti

Rusya, “teröre destek veren ülke tarafından sırtımızdan vurulduk” açıklaması ile işin pek de ucuz bir eylem olmadığını ilan etmiş oldu. Tam da, Rusya Dışişleri Bakanı Türkiye’yi ziyaret edecekti. Tam aynı gün bu uçak düşürme olayı yaşandı.
ABD, iki arada bir derede açıklamalar yaptı. Hem Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkından söz etmesini anlaşılır bulurken, hem de Erdoğan’ın tansiyonu yükseltmek istemediğini duyurdu. Özetle, aslında ABD, hem bir Rus uçağının düşmesinden memnun, hem de Türkiye’nin kulağını kendilerinin çektiğini ifade eder gibi bir açıklama yaptı.
Öyle anlaşılıyor ki, tüm Suriye savaşı boyunca, tetikçilik yapmış olan Türkiye’nin, ABD’nin desteği ve itmesi ile, Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan müdahil olmasının ardından, sahada güç kaybeden ABD adına, Rusya’ya bir mesaj vermek için, Rusya’nın tepkilerini ölçmek için, “cesur” bir tetikçiliği devreye girmiştir. Yani, bu, tetikçilikte bir ileri aşamadır.
IŞİD’i organize eden ve Suriye-Irak sahasına süren ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, tüm bölgeyi içine alan, bununla da yetinmeyip, uluslararası alana da yayılan bir savaşı kundaklamaktadırlar. Suriye’ye “demokrasi” getirmek için 4 yıldır süren bu kanlı savaş, IŞİD gibi güçler ortaya çıktığı hâlde, bu güçlerce pervasızca sürdürülmektedir.
Dünya, Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da “demokrasi” taşıma projelerini, çok ama çok yakından gördü, sonuçlarını da tüm açıklığı ile biliyor. Bugün, aynı dünya, Suriye’ye demokrasi götürmekten söz ediyor. Dün Libya’ya müdahale ederken, demokrasi taşıma iddiasında olanlar, bugün, Libya’nın artık bir ülke olarak var olup olmadığını tartışmaktadır, durumun, Kaddafi döneminden fersah fersah kötü olduğunu dilegetirmektedirler. Oysa şimdi, aynı süreci, hiç utanmadan, “demokrasi” yalanı adı altında Suriye’de devreye sokmaya çalışmaktadırlar.
İşte bu proje tutmadı.
Davutoğlu ve Erdoğan’ın, akıl almaz ihtiraslarının sonucu, Türkiye, ABD adına her türlü tetikçiliği yapmıştır. Bunları yaparken, günler içinde, aylar içinde Esad’ın düşeceğinden dem vurdular. Şam’da camide namaz kılmaktan söz ettiler, ama ellerinden geldiğince, şehirlerin tümünü yok etmeye çalıştılar. IŞİD’in, kadın, erkek, çocuk, tarih ve coğrafya üzerinde denediği katliamlarına coşkuyla destek verdiler. IŞİD adına militanlar yetiştirdiler, yetmedi, silâh verdiler, kimyasal silâh tedarik ettiler, yetmedi, doğrudan adam gönderdiler, 500 kişilik bir gücü içeri soktukları ve Suriye’de TC güçlerinin doğrudan savaşta olduğu dünyanın her yerinde bilinen bir “sır” olarak duruyor. Eğit-donat projeleri devreye sokuldu. Kürtlerin üzerine IŞİD’i açıktan saldırttılar ya da saldırılarına destek verdiler. Kobanê düştü düşecek hayallerini gördüler.
TC devleti, “ABD ne dedi ise onu yaptı”. Yakında, Erdoğan, “ne dediniz de yapmadık” diye ABD güçlerine seslenecektir. Şaşırtıcı olmaz.
Gerçekten de, ne dedilerse yaptılar.
Bu arada, Davutoğlu’nun, dişişleri bakanlığı boyunca, karıştırılması gereken neresi varsa, orayı ziyaret ederek attığı adımlarda olduğu gibi, bir proje ile, Osmanlıcılık hayallerini devreye soktuğu biliniyor. Osmanlıcılık, “sıfır sorunlu uluslararası ilişkilerden, sıfır komşulu ilişkilere” dönmek anlamına geliyordu ve bunu yaptılar.
Osmanlıcılık, Türkiye’nin hiçbir komşu ile dostça ilişkisinin kalmaması anlamına gelmiştir. ABD adına yapılan tetikçiliğe ilaveten, bu komik Osmanlıcılık, her türlü küçük oyunları da devreye sokmuştur. Osmanlı’nın dağıldığı ve sömürgeleştiği dönemde, Enver’in denemeleri trajik sonuçlar vermişti. Sadece Sarıkamış’ı hatırlamak yeterlidir. Bugün ise, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, ortaya koydukları yeni Osmanlıcılık ile, tam bir komedi sahnelemektedirler. Bir yandan Osmanlıcılıktan söz ediyorlar, diğer yandan El Nusra’ya, IŞİD’e gönderdikleri TIR’lar dolusu silâh için Katar ve Suudi Arabistan’dan paralar almaya can atıyorlar. IŞİD petrolünü pazarlamak için devredeler. Ve tüm bunları, Osmanlıcılık, Bayır-Bucak Türkmenleri vb. adına yapıyorlar. Kendi “gizli” konuşmalarının gizliliğini sağlayamazken, Suriye’ye 4 adam gönderip 8 füze atarak savaşa girmekten söz etmektedirler.
TC devleti, bu yolla Suriye sürecine dahil oldukça, Suriye’yi de ülkemize taşımış oldu. Göçmenlerden söz etmiyoruz, ilişkilerden, karanlık ve kirli savaştan söz ediyoruz. Suruç ve Ankara bombalamalarından söz ediyoruz.
Çetelerle yatan, mafyalarla koyun koyuna çalışan bir siyasal iktidar, sonuçta, onlara benzemektedir. TC devleti, “ulusalcıların” sandığının tam aksine, tüm ciddiyetini kaybetmiştir.
İşte, Rus uçağının düşürülmesi, tam da bu nedenle, tetikçilikte bir yeni aşamadır. “Cesur” tetikçilik diyebiliriz. Elbette, ucuz kahramanlığa denk düşer.
Şimdi, ABD’nin Erdoğan’dan, seçim zaferine karşılık neler istediği daha fazla açığa çıkmaktadır. Acaba, ABD, Erdoğan’ı da es geçerek, by-pass ederek, doğrudan Davutoğlu ile mi iş tutmaktadır? Çünkü Rus uçağının düşürülmesinde durum Ankara bombalamasından farklı görünmektedir. Ankara bombalamasında Erdoğan, her şeyden haberdar gibi davranıyorken, Davutoğlu hiçbir şeyden haberdar değil gibi idi. Oysa Rus uçağının düşürülmesinde, durum tam tersi gibidir, Davutoğlu haberdar, Erdoğan sonradan haberdar gibidir. Elbette, bunu tam bilemeyiz. Bildiğimiz ve açık olan, ABD’nin cesaretlendirmesi ile TC devleti, tetikçilikte “cesur” bir adım atmıştır. Bu elbette ucuz bir kahramanlıktır. Uçağı düşür ve ardından biz bir NATO üyesiyiz diye harekete geç. Peki, ey kahramanlar, NATO, sizi her noktada, her biçimi ile destekleyecek mi? Varlığının nedeni bile kalmamış NATO’yu sizler mi kurtaracaksınız ve bu hangi açıdan çıkarınıza uygundur?
Uçak düşürme, ancak ve ancak, Rusya ile Türkiye’nin daha da uzaklaşmasına ve Türkiye’nin daha çok ABD denetimine girmesine olanak sağlar. Başka bir şey değil. Eylemin amacı da budur.
Erdoğan, seçim galibiyeti karşılığında neler vermiştir sorununun yanıtı, seçimin üzerinden bir ay geçmeden ortaya çıkmıştır: Çin ile yapılan füze anlaşması iptal edilmiştir, Rus uçağı düşürülmüş ve Rusya ile ilişkiler ancak ve ancak ABD’nin hoşuna gidecek noktaya çekilmiştir.
Rus uçağına dönük bu saldırı ile, ABD, Rusya’nın Suriye hamlesine yanıt vermiştir. Rusya, Suriye’de ABD isteklerini önleyecekse, ABD’de de Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini bitirecek mesajıdır bu. Bu nedenle ucuz kahramanlıktır.
Ama hakkını vermek gerekir, başka hiçbir NATO üyesi, Rusya’ya karşı böylesi bir tetikçilik eylemi devreye koymazdı.
Rusya’nın verdiği tepkilere bakılırsa, bu süreç çok farklı gelişmelere gebedir. Rusya, askerî bir yanıt verilmeyecek, Türkiye halkı ile bir sorunumuz yok gibi açıklamalar ile, aslında, bu beklemediği saldırı ile ilgili, bir kapsamlı yanıt oluşturma peşinde gibi görünmektedir. Neler olacağını kestirmemiz mümkün değil. Sadece Suriye’ye dönük daha kapsamlı bir varlık gösterecekleri açıktır. Saldırının hemen ardından, Suriye’de hava korunması sistemi kurmaları bunu göstermektedir. Aynı şekilde, hem petrol sevkiyatına, tankerlere, hem de Türkiye sınırına daha yoğun yüklenecekleri anlaşılmaktadır. Öyle anlaşılıyor, Rusya, elindeki istihbaratları artık açığa vuracaktır. Erdoğan ailesinin IŞİD petrolleri ile bağını dilegetirmeleri bunun işaretidir.
Kuşku yok ki, ABD, bu fırsattan istifade, Çin füze ihalesini iptal ettirmiş, Rusya ile Türkiye ilişkilerini zayıflatmış olmanın verdiği avantajla, kendi işine bakacaktır. ABD, bu uçak düşürme olayından kayıpla çıkmaz, tersine Türkiye kayıpla çıkar ve bu da ABD’nin çok da umrunda değildir.
TC devletinin Suriye savaşına bu denli dalmış olması, ABD gibi hemen manevra yapma yeteneğinin olmaması, durumu daha da kötü hâle getirmiştir. ABD, bizzat sahaya sürdüğü IŞİD’e karşı operasyonlar yapmaktan ya da yapıyor gözükmekten çekinmez. Bu manevrayı yapabilecek alanı vardır. İsrail’in, İngiltere’nin de bu manevra alanları vardır. İsrail, IŞİD’i açıktan desteklemek yerine, daha gizli yollarla desteklemiş ve tüm gücü ile savaşın içine dalmaktansa, daha çok boşlukları değerlendirmeyi seçmiştir. Bugün bunlar, IŞİD saldırılarına maruz kalmayan ülkelerdir. Ne ABD’de, ne de İsrail’de bir saldırı gerçekleşmemiştir. Aslında Türkiye de doğrudan bu saldırılara, Reyhanlı’da maruz kalmıştır. Hem Suruç, hem Ankara, siyasal iktidarın, kendisine karşı gelişen toplumsal muhalefeti bastırmak için, barış isteklerini yok etmek için IŞİD’i devreye sokmasıdır. İşte bu nedenle TC devleti, bölgede desteklediği IŞİD ve benzeri gruplara, bu uçak düşürme ile bir mesaj verme peşindedir. Onlara göre eylemin amacı bu. Erdoğan, bunu yaptığını sanıyor olabilir mi? Mümkündür. Ama eylemin amacı bu değildir. Çünkü uçak düştükten sonra, Rusya’nın IŞİD’e karşı saldırılarının azalması, Türkiye sınırındaki El Nusra vb. güçlere daha az saldırması mümkün değildir. O zaman eylemin amacını, Rusya’nın daha fazla ve daha etkin Suriye savaşına dahil olmasını sağlamak olarak açıklamak gerekirdi. Bu nedenle, eylemin amacı açıktır: Rusya’yı test etmek, nereye kadar gideceğini görmek, NATO ile ilişkilerini test etmek, bu birincisidir. İkincisi ve daha önemlisi Rusya-Türkiye ilişkilerini geri dönülmez biçimde bozmaktır. İşte bu iki sonuç elde edilmiştir. Bu nedenle, eylemi ABD tasarlamış görünmektedir. Türkiye buna tetikçilik etmiştir.
Bu süreç bize, savaşın büyüme eğilimlerini de göstermiştir.
Fidan’ın 4 adam gönderip 8 füze atarak Suriyeye savaş ilan etme projesi, aslında bunun İran’a karşı da uygulanabileceğini akla getirmelidir. Rus uçağına dönük akılsızca saldırı, TC devletinin, hiçbir iler tutar yanının kalmadığını, her türlü deliliğe açık olduğunu göstermiştir. TC devletinin sınırdaki çetelere sahip çıkması, aslında hem uçağın düşürülmesinden, hem de pilotun öldürülmesinden sorumlu hâle gelmesi demektir. Anlaşılan, ya Türkiye, bayır-bucak Türkmenleri diye yutturduğu bu güçleri denetleyemez hâldedir, düşürülen pilotu sağ salim bize verin diyememiştir ya da bu, saldırı emrini verenlerin aklına hiç gelmemiştir.
Bugün, Suriye savaşı, birçok ülkeyi, içine Türkiye de dahil, cehenneme çevirmektedir. Ve bu cehennemin hem daha fazla yayılması, hem de daha da derinleşmesi mümkündür. Bunu bu uçak saldırısı ile gördük. Türkiye, akıl ile davranma yeteneğinden yoksun, savaşa kendini tutku ile kaptırmış durumdadır. Bu “tutku”nun, Osmanlı hayallerinden çok, birkaç aileden oluşan çetelerin parasal kazançlarına dayalı olduğu anlaşılıyor. IŞİD petrollerinin pazarlanması, TIR’larla silâh sevkiyatı ve daha başkaları, savaşı bir kazanç kapısına çevirmiş güçlerin varlığını göstermektedir. İşte bu savaş “tutku”sunun nedeni de budur.
Bu “tutku” Rusya ile tansiyonun tırmanmasına neden olmuştur. Rus uçağını düşürmek, bu açıdan “ciddi” bir eylemdir. Ve hemen, tüm ülkede, Rus düşmanlığına dayalı propaganda devreye girmiştir. ABD uçakları Suriye üzerinde uçtuğunda, IŞİD’e bombalar attığında bir ABD karşıtlığı devreye girmiyor, ama Rusya Suriye’de harekete geçtiğinde hemen Rus düşmanlığı devreye giriyor.
Bu uçak düşürmenin, TIR’lara veya petrol sevkiyatına verilen zararı durduracağını sanmıyoruz. TC yönetenlerinin “tutku”larını sürdürmelerine de yardımcı olacağını sanmıyoruz. Ama elbette ABD’nin isteklerine hizmet edecektir ve yine elbette, iki ülkenin halklarına zarar vereceği de açıktır.
Tüm bu akıldan yoksun, “cesur” tetikçilik eylemleri, savaşı daha da yakınlaştırmaktadır. Tüm bölgeyi sarmaya başlamış olan savaş, dünya savaşına evrilmektedir. Bölgede, İsrail, savaşın bir tarafıdır. Yemen, Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyon ile savaştadır, Irak ve Suriye savaş sahasıdır, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Türkiye ile birlikte savaşın içindedir. İran, savaşın içindedir. Demek ki, Afganistan’dan Türkiye’ye, İran’dan Mısır’a bölge savaş hâlindedir. Ve elbette bu savaş, emperyalist güçlerin bölgeyi yeniden paylaşma savaşımıdır. ABD, elinde bulundurduğu askerî üstünlüğü kullanarak, AB ve İngiltere’ye fırsat vermeden, bölgeyi denetim altında alma peşindedir. Diğer tarafta ise, Rusya, Çin ve Hindistan’ın savaşa dahil olmama istekleri, artık sonuna gelmiştir ve işe de yaramamaktadır.
Sonuçta, savaş, bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda gerçekleşmektedir. Savaş, mesela Amerika’da gerçekleşmiyor. Bu nedenle, kazananı kim olursa olsun, bölge halkları bu savaştan kazançlı çıkamazlar. Onların payına, katliam, kan, gözyaşı, bombalarla sakat kalan çocuklar, yurtlarını terk etmiş insanlar, yağmalanmış bir tarih vb. düşmektedir. Bunu, zaten bugün, Suriye savaşında görüyoruz.
Bu savaşta halkların çıkarı; savaşa karşı, tüm bölgeden emperyalist güçleri kovmak için anti-emperyalist mücadele bayrağı altında toplanmaktadır. o

Ali Türkmani: “Suriye devleti Türkmenleri koruyor”

Suriye’de ticaret meslek örgütlerinde yöneticilik yapan Ali Türkmani, Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteğiyle Bayır Bucak bölgesinde yürüttüğü operasyonlarda sivillerin zarar gördüğü iddialarının gerçeği yansıtmadığını söyledi. El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra’nın vurulduğunu kaydeden Türkmani, Türkmenler de Suriye vatandaşı ve devlet onları korumak zorunda” dedi.Suriye Türkmenlerinden olan Ali Türkmani, Bayır Bucak’taki operasyonlarda terör örgütlerinin hedef alındığını, bölgede ağırlıklı olarak El Nusra’nın bulunduğunu kaydetti. Bayır Bucak bölgesindeki terör örgütleri militanlarının yurt dışından geldiğini söyleyen Türkmani “İçlerinde Türkmenler de olabilir ancak bu terör örgütlerini çoğunlukla dünyanın çeşitli yerlerinden gelen kişiler oluşturuyor. Operasyonda terör örgütleri hedef alınıyor. Nusra ve diğer terör örgütleri vuruldu” dedi.

‘Siviller hedef alınmadı’

Türkmani, Bayır Bucak operasyonunda zarar gören siviller olduğu iddiasına karşılık olarak “Siviller kesinlikle hedef alınmıyor. Bu yönde duyum da almadım. Yanlış medya haberleri nedeniyle böyle aktarılıyor. Oradaki Türkmenlerin büyük çoğunluğu devletin yanında ve devlet onları koruyor” dedi.

Uçağın vurduğu yerin Nusra’ya ait olduğunu ileri süren Türkmani, “Türkmenler Suriye vatandaşı ve devlet onları korumak zorunda. Operasyonlar da onları korumak için yapılıyor. Türkmenler, Suriye ordusunun operasyonlarını destekliyor. Devlet istediği yere, tüm Suriye coğrafyasına ulaşabilir. Belki yaralanan birkaç kişi olmuş olabilir ama bu da normaldir. Her ülkeden gelmiş yabancıların katıldığı terör örgütleriyle savaşılıyor” diye belirtti.

El Nusra Bayır Bucak’ta

Suriye ordusu, Türkiye sınırına 5 kilometre mesafedeki, Lazkiye’nin kuzey kırsalının stratejik Kızıldağı noktasında kontrolü tekrar ele geçirdi. Ordu böylelikle, Türkiye sınırına 500 metre mesafeye kadar olan Suriye topraklarında atış üstünlüğü sağlamış oldu. Suriye ordusunun son operasyonunda mücadele ettiği grupların başında El Kaide’nin kolu olan El Nusra geliyor. Bölgede cihatçı gruplara yakınlığıyla bilinen haber kaynakları da El Nusra’nın bölgede olduğunu doğrulayan haber ve fotoğrafları servis etti. Ancak El Nusra, Bayır Bucak bölgesine, ordunun son operasyonlarını püskürtmek üzere yeni gelmiş değil. El Nusra militanları uzun bir süredir bu bölgede ve Kesab saldırısı ile Alevilerin katledildiği saldırılarda Türkmen cihatçı gruplarla birlikte hareket ettiler.

Türkmendağı ve Bayır Bucak neresi?

Türkmendağı Hatay Yayladağı’nın tam karşısına düşüyor. Bayır Bucak olarak anılan yerin Bayır bölgesi, Türkmendağı tepelerinin doğusunu oluşturuyor. Bucak bölgesi ise bu bölgenin batısını oluşturuyor ve Ermeni kasabası Kesab’ın da batısında kalıyor. Türkmen bölgesinin giriş kapısı olan Kesab, cihatçı grupların 21 Mart 2013’te başlattıkları ve ‘Enfal’ yani ‘Ganimetler’ adını verdikleri saldırıların hedefi olmuştu. Kasabaya saldıran gruplar arasında El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra ve Bayır Bucak Türkmen Cephesi de bulunuyordu.

Saldırıların başlamasından iki gün sonra TSK, Suriye savaş uçağını vurdu ve uçak Kesab’a düştü. Niğde’deki IŞİD saldırısının dava dosyasına giren telefon görüşmelerine göre Bayır Bucak Türkmen Cephesi Komutanı, Kesab saldırısı sırasında vurulmasını istedikleri noktaları AKP delegesi aracılığıyla Ankara’ya bildirdi ve Türkiye buna göre top atışı yaptı.

Kafkas cihatçıların bölgesi

Bayır Bucak bölgesi özellikle Çeçen ve Kafkasya’dan Suriye’ye cihat için gelen yabancı militanların yoğun olarak bulunduğu bir bölge. Eski CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu, bir süre önce verdiği bir röportajda, Rusya’dan gelen Çeçen ve Kafkas kökenli terör örgütü mensuplarının Bayır Bucak’ta bulunduklarını ve bu kişilerin sık sık Türkiye-Suriye sınırını geçtiklerini söylemişti.

Bu terör örgütleri ve IŞİD, Ağustos 2013’te ‘Ümmetin Annesi Ayşe’ adını verdikleri bir operasyon ile Lazkiye’deki Alevi köylerini bastılar. Katliamda, 200 kadar sivilin öldürüldüğü belirtiliyor. El Kaide bağlantılı Ahrar’uş Şam grubu da bu katliamda yer almıştı. Sahayı iyi bilen cihatçı Türkmen grupların diğer örgütlere rehberlik yaptığı da iddialar arasındaydı.

Bölgede adını Osmanlı padişahlarından alan, Türkmenlerin oluşturduğu cihatçı gruplar da bulunuyor. Sultan Selim Tugayları ve diğer Türkmen gruplar, Halep’i hedef alan ‘Kâfirleri Kesme Operasyonu’na da katıldılar.

Kaynak: direnisteyiz2.org

 

Venezuella’da seçimler yapıldı

19 milyon kayıtlı seçmenin bulunduğu Venezuela’da, seçimlere katılım oranının yüzde 75 civarı bir olduğu açıklandı.

Venezuela seçim sonuçlarına göre, sağ ittifak MUD Parlamentodaki 167 sandalyenin 107’sini garantiledi. Bunun yanı sıra seçilen üç yerli milletvekilinin de sağ ittifaka yakın olduğu biliniyor. Sosyalist Koalisyon, GPP, ise Parlamentoda 55 kişi ile temsil edilecek. Parlamentoda 5’te 3lük nitelikli çoğunluğu sağlayan MUD başkan yardımcısı ve bakanları da görevden uzaklaştırma gücüne sahip olabiliyor.

Son iki sandalyenin sahibi ise henüz netleşmedi. Bunların MUD lehine olması halinde, MUD 111 sınırını da geçerek Parlamentoda salt çoğunluğu elde edecek. Böyle bir durumda devlet başkanı Nicolas Maduro’nun görevini de referanduma taşıyabilecek, Yüce Divan’ı yeniden atayabilecek ve anayasayı değiştirmek için özel bir kurula yetki verebilecek.

Maduro: Mücadele şimdi başlıyor

Venezuela Devlet başkanı Nicolas Maduro, pazar günü yapılan seçimler ile ilgili yaptığı açıklamada “Seçimi muhalefet değil, karşı-devrim kazandı” dedi. Maduro, seçim sonuçlarını kabul ettiklerini belirterek, “Anayasa ve demokrasi galip gelmiştir, sonuçları tanıyoruz ve kabul ediyoruz” ifadelerini kullandı.

“Hiçbir sorun çıkmadan gerçekleştirilen oy verme sürecinin 16 yıllık dönüşümün, yeni bir şey yaratmanın ve devrimin bir eseri olduğu” ifade edilen açıklamada Maduro sonuçların açıklanmasından evvel zafer kutlamalarına başlayan sağ bloku Venezuela’ya karşı devam eden “ekonomik savaşı” sonlandırmaya ve kanunlara saygı göstermeye çağırdı.

Bolivarcı devrime ve PSUV’a destek verenleri bu yenilgiden ders çıkarmaya da davet eden Maduro, “Bugün bir savaşı kaybettik; ama yeni bir sosyalizm için mücadele şimdi başlıyor. Bunu eyleme geçmek üzere uyanmamız için bir tokat olarak görüyoruz. Şimdi yeniden doğuş zamanıdır.” dedi.

Raul Castro: Zaferler elde edeceğinden eminim

Seçimlerin ardından Küba Devlet başkanı Raul Castro Ruz, sonuçlarla ilgili olarak Nicolas Maduro’ya dayanışma mesajı iletti. Raul Castro’nun mesajı şu şekilde:

“Sevgili Maduro,

Gerçekleşen sıradışı savaşı dakika dakika takip ettim ve söylediklerini hayranlıkla dinledim. Bolivarcı devrimin ve Chavizmin senin rehberliğinde yeni zaferler elde edeceğinden eminim. Her zaman yanında olacağız. Sevgiyle kucaklıyorum”

Kaynak: Venezuela Dayanışma Komitesi

 

“Filistinli Esirlerin Mücadelesi, Uluslararası Dayanışma ve Boykot” konferansı gerçekleşti

Konferansın sonunda BDS Türkiye İşgal devletinde cezaevlerini, kontrol noktalarını ve yerleşimleri koruyan güvenlik şirketi G4S’i boykot kampanyasına başlayacağını açıkladı

“Esirlerin günlük hayatı bile birer mücadele”

“Filistinli Esirlerin Mücadelesi” başlıklı birinci oturumda ilk konuşmayı 2011’de Hamas ve İsrail arasındaki esir takasıyla özgürlüğüne kavuştuktan sonra Filistin toprağından sürgün edilen Amne Muna yaptı. “Sizlere oradaki esirlerin günlük hayatından bahsedeceğim. Çünkü orada esirlerin günlük hayatı bile birer mücadele,” sözleriyle konuşmasına başlayan Muna, esir olarak bir anda her şeyden mahrum bırakıldıklarını ve tutuklama anından itibaren kendileri için bir mücadelenin başladığını dile getirdi.

Muna yaptığı konuşmada işgal hapishanelerinde yaşadıklarını şu sözlerle anlattı:

“Onlar için her esir bir deney. Ben 11 yıl kaldım, bazı yoldaşlarımız 30 yıl kaldı. Özellikle sorgu döneminde işkence yapılıyor. Bir hafta, yeraltında bir sandalye üstünde uykusuz, yemeksiz kalıyorsunuz. O sırada aile evinin yıkıldığı bilgisi geliyor. Bu toplu cezalandırma dünyanın her yerinde yasak. Bütün aile tutuklanıp cezalandırılıyor. Şu an 500 çocuk esir. Hapisteyken en büyük hayaliniz ailenizi tekrar görmek oluyor.”

Muna, müebbet hapis cezası almasına rağmen ranzasının kenarına “Yarın özgürlük günü olacak” yazdığını ve esaret yılları boyunca kendisine direnme gücü verenin bu olduğunu ifade etti.

“Öğrenci, hareketi Filistin mücadelesinin bir parçası”

Oturumun ikinci konuşmacısı Birzeit Üniversitesi öğrencisi ve Filistin öğrenci hareketinin önemli isimlerinden Lina Hattab’dı. 13 Aralık 2014’te FHKC’nin esirlerle dayanışma gösterisinde esir düşen ve İsrail askeri yargısı tarafından “taş atma” ve “yasa dışı eyleme katılma” suçlamalarıyla 6 ay esir tutulan Lina (Leena) Hattab konuşmasına, “Öğrenci hareketleri Filistin mücadelesinin bir parçası” sözleriyle başladı. Filistinli gençlerin üniversite içindeki haklarını korumak için mücadele ettiklerinden bahseden Lina tutukluluk sürecinde yaşadıklarını ve hapishanelerdeki koşulları anlattı:

“Filistinli tutsakların koşullarını protesto ettiğimiz eylemde tutuklandım. Yeraltında, karanlık, soğuk ve kötü kokulu bir zindanda tek başınızasınız. Uluslararası kuruluşların Filistinli hasta tutsaklarla ilgili çalışmaları arttırması gerekiyor. Özellikle mahkemelerden önce yemeksiz bırakıyorlar. Esirler tecrit dışında komünal şekilde yaşıyorlar. Verdiğimiz mücadele sonucunda 2009’dan beri sınavlarına giremeyen liseli tutsaklar, 2014’te eğitim haklarını tekrar aldılar.”

Konuşmasında emperyalist devletlerin mirası olan “idari tutukluluk” politikasının Siyonist hapishanelerde yaygın bir şekilde uygulandığını vurgulayan Hattab, Filistinli esirlerin önemli sağlık sorunlarıyla da karşı karşıya olduğunun altını çizdi.

“İşgal devam ettiği sürece Filistin halkının mücadelesi sürecek”

“Uluslararası dayanışma ve boykot” başlıklı ikinci oturumun ilk konuşmasını, Ad-Dameer Esirleri Destekleme ve İnsan Hakları Kuruluşu temsilcisi ve aynı zamanda Filistin milletvekili ve esir FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat’ın avukatı olan Mahmud Hasan yaptı. Konuşmasında İsrail’in tutuklama yaşını 12’ye kadar indirdiğini, toplu cezalandırma yöntemleri uygulayarak esirlerin evlerini yıktığını kaydeden Hasan, yalnızca son iki ayda tutuklanan Filistinlilerin sayısının 2 bine ulaştığını belirtti.

Hasan’ın ardından sözü alan avukat, insan hakları eylemcisi ve aynı zamanda esir liderlerden Mervan Barguti’nin eşi olan Fedva Barguti, Filistin halkının işgal sürdüğü sürece mücadeleye devam edeceğine vurgu yaparak uluslararası dayanışma hareketlerinin Filistin halkının umudunu canlı tuttuğunu söyledi ve şöyle devam etti:

“Filistin halkı uluslararası dayanışma hareketleriyle umudunu canlı tutuyor. Bugüne dek 800 bin Filistinli, İsrail hapishanelerine kapatıldı. Bu rakam Filistin halkının yüzde 25’i demek. Her yerde Filistinli esirlerin sesini duyuracağız. Filistin halkı ne bedel öderse ödesin mücadeleden vazgeçmeyecek. İşgal sürdüğü sürece kimse neden mücadele ediyorsunuz diyemez. İşgal devam ettiği sürece mücadelemiz devam edecek.”

BDS Türkiye G4S’i boykota çağırıyor

Son konuşmacı olan BDS Türkiye’den Ayşe Düzkan, dünyada ve Türkiye’deki cezaevi direnişlerini ve G4S boykot kampanyasını anlattı ve Filistinli esirler için dışarıdan tün dünyada ve Türkiye’de yürütülecek olan destek ve işgal devletini boykot kampanyalarının önemli olduğunu vurguladı.

Konuşmasının devamında G4S’in Filistin’de kurulan Siyonist hapishanelerde işlediği insan hakları suçlarından söz eden ve bu şirketin dünyanın başka yerlerinde de güvenlik gerekçesiyle insanlık suçu işlediğini söyleyen Düzkan, BDS Türkiye’nin önümüzdeki günlerde G4S’e karşı boykot kampanyasını başlatacağını ilan ederek herkesi bu mücadeleye destek olmaya çağırdı.

Türkiyeli ve Filistinli dinleyicilerin yoğun bir ilgi gösterdiği konferans, tartışmaların ardından sonuç bildirgesinin okunmasıyla son buldu.

Filistin için İsrail’e Boykot Girişimi’nin (BDS Türkiye) 29 Kasım’da gerçekleştirdiği “Filistinli Esirlerin Mücadelesi, Uluslararası Dayanışma ve Boykot” konferansı sonuç bildirgesi

Bugün 29 Kasım, Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Günü. Gayri meşru İsrail devletine ve Siyonizm’e karşı Batı Şeria’dan Gazze’ye, mülteci kamplarından hapishanelere ve gözaltı merkezlerine kadar, soluk aldığı her yeri adeta bir direniş alanına çeviren Filistin halkı ile dayanışma günü. Yıllardır olduğu gibi bu yıl da 29 Kasım dünya çapında dayanışma etkinlikleriyle karşılanıyor. Bugün düzenlenen konferansımızla bu enternasyonal dayanışma faaliyetlerine bir katkı sunmuş olduğumuza inanıyoruz.

Bu konferansın düzenlendiği gün olan 29 Kasım 2015 itibariyle ayrıca özel bir sürecin orta yerindeyiz. Başta Kudüs ve Batı Şeria olmak üzere Filistin’in her yerinde Siyonist oluşumun Filistin halkına yönelik saldırılarının yoğunlaştığı, yargısız infazların sayısının giderek arttığı, bunlara ilave olarak da her gün kitlesel çapta tutuklamaların gerçekleştiği ve yeni bir halk hareketinin yükseldiği günlerdeyiz.

Bugün Siyonist hapishanelerdeki Filistinli esirlerin sayısı, son 2 ayda tutuklanan 2 bini aşkın kişiyle birlikte yaklaşık 8 bine ulaşmıştır. İşgalin başlangıcından beri Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’te tutuklanmış Filistinlilerin sayısı ise 800 bin civarındadır. Halihazırda Siyonist hapishanelerde bulundurulan Filistinli esirlerin 45’i kadın, kaydadeğer bir kısmı da çocuktur. Ayrıca işgal rejiminin yakın zamanda çıkardığı bir yasayla tutuklama yaşının 12’ye kadar inmesiyle çocuk esirlerin sayısı daha da artacaktır.

Hapishanelerde tutulan Filistinli esirler, sistematik işkencenin her türlüsüne maruz kaldıkları gibi sağlıklı bir şekilde yaşam hakları da ellerinden alınmaktadır. Şu an 25 Filistinli esir kanser hastasıdır; ayrıca Siyonist hapishane idareleri tutuklulara B12 vitamini ve fosfor gibi maddeleri içeren yiyeceklerin verilmesini sınırlayarak tutuklularda kalıcı olabilen beyin ve sinir hastalıklarına sebep olmaktadır. Yakın zamanda çıkarılan bir yasayla, açlık grevi yapılan esirlere zorla besleme işkencesine de “yasal dayanak” getirilmiştir.

İşgalci İsrail, tutuklama saldırılarını özellikle Filistin halkının liderlerine yöneltmektedir. Halk önderleri Ahmed Saadat ve Mervan Barguti başta olmak üzere, çok sayıda Filistinli milletvekili uzun yıllardır hapiste tutulmakta, Siyonist oluşum bu şekilde Filistin halkının tümünü sindirmeye, teslim almaya ve tutsak etmeye çalışmaktadır. İsrail mahkemeleri ise en küçük adalet dürtüsünden tamamen yoksun bir şekilde, işgal rejiminin bir formalite uygulamasından öteye gitmemektedir.

29 Kasım 2015 tarihli “Filistinli Esirlerin Mücadelesi, Uluslararası Dayanışma ve Boykot Konferansı” düzenleyicileri ve konuşmacıları olarak, Filistinli esirlerin mücadelesini tüm yüreğimiz ve gücümüzle desteklediğimizi bir kez daha ilan ediyoruz. Somut olarak, 2013 yılından beri, Güney Afrika’da Nelson Mandela’nın tutulduğu Robin Adası’ndan başlatılarak uluslararası düzeyde sürdürülen, “Mervan Barguti’ye Ve Tüm Filistinli Tutsaklara Özgürlük” kampanyasını destekliyoruz. Aynı şekilde uluslararası düzeyde Ahmed Saadat’ın özgürlüğü için yürütülen kampanyalara da Türkiye’den bir destek sunuyoruz. Diğer yandan bu dayanışmayı, salt bir destek ilanıyla sınırlı tutmuyoruz. Bugün Filistinli esirlerle somut olarak dayanışmanın başlıca araçlarından biri etkili bir boykot kampanyasıdır ve önümüzdeki dönemde bu boykot kampanyasının merkezinde G4S şirketi olacaktır.

Dünya çapında 120 ülkede 650 bin çalışanıyla dünyanın üçüncü büyük işvereni konumunda olan G4S, 2002 yılında Hashmira adlı şirketi satın alarak Filistin’de faaliyet göstermeye başladı. 2007 yılından itibaren İsrail Hapishane Yönetimi ile imzaladığı anlaşma gereği hapishanelerde ve gözaltı merkezlerinde çalışanlarını bulunduruyor. Sadece bununla kalmayarak, Batı Şeria’daki askeri kontrol noktalarında, yasadışı yerleşim birimlerinde ve polis noktalarında da faaliyet gösteriyor.

G4S, bulunduğu hapishane ve gözaltı merkezlerinde Filistinli esirlere karşı kötü muamele etmekte ve işkence suçu işlemektedir. Çocuk esirler bu muameleden muaf değildir, çocuklara yönelik hücre hapsi dahi uygulanmaktadır. Kimi zaman işkenceler kasten esirlerin öldürülmesiyle sonuçlanmaktadır. Hasta esirlere gerekli tıbbi yardım ve tedavi engellenmektedir. Kimi zaman temiz hava ve su dahi esirlerden esirgenmektedir.

Özetle söylemek gerekirse; bir şirket, toprakları işgal edilmiş olan bir halka hapishanelerde ve gözaltı merkezlerinde kötü muamele uygulayarak, işkence ederek kâr ediyor! Bir şirket, yasadışı yerleşim birimlerinde, kontrol noktalarında o halkın hareket özgürlüğünü kısıtlayarak para kazanıyor!

Filistin Ulusal Esir Hareketi, bulundukları hapishane ve gözaltı merkezlerinden Uluslararası Boykot Hareketi’ne bir mektup yazarak çeşitli öneri ve isteklerde bulundu. Bu mektupta başta G4S olmak üzere, işgal hükümetine destek veren güvenlik şirketlerinin Filistin halkına karşı işlenen suçlardan birincil dereceden sorumluluk sahibi olduğu ve bu şirketlerin boykot edilmesinin, yurtları işgal altında olan ve her gün yeni katliamlara maruz kalan Filistin halkını korumak ve savunmak anlamına geldiği ifade ediliyor.

Filistin halkının İsrail’i boykot çağrısına uyarak Türkiye’de 2009’dan beri İsrail’i ve Siyonizm’i her alanda teşhir ve boykot eden Filistin için İsrail’e Boykot Girişimi (BDS-Türkiye) olarak şimdi de Filistin Ulusal Esir Hareketi’nin çağrısına uyarak, Türkiye’de 2009 itibariyle 4250 çalışanıyla 18’i aşkın şehirde, aralarında Yapıkredi, Koç Müzesi, Finansbank, Sabancı Üniversitesi gibi kurumların da bulunduğu 350’den fazla kurumla iş ilişkisi bulunan G4S’i, Filistin’deki uygulamalarına son verip, işgal altındaki topraklardan yatırımlarını tamamen çekene kadar boykot edeceğimizi açıklıyoruz.

bdsturkiye.org

 

BDS Türkiye: Katil İsrail, işbirlikçi Fransa! İsrail’i boykot suç değil görevdir

 

Açıklamada Fransa’nın geçtiğimiz yaz Gazze saldırısı sırasında dayanışma eylemlerini de yasaklamış olduğu hatırlatılarak, İsrail yetkililerinin BDS faaliyetlerinin İsrail’e karşı en büyük tehdit olduğunu söylemesinin ardından alınan bu kararların şaşırtıcı olmadığı vurgulandı.

BDS Türkiye, Fransa’da İsrail’e boykot çağrısı yapan 12 eylemciye ceza verilmesini dün (11 Kasım) Taksim’deki Fransa Başkonsolosluğu önünde yapılan basın açıklaması ile protesto etti. “Katil İsrail, İşbirlikçi, İkiyüzlü Fransa! Fransa yargısını kınıyoruz. İsrail’i Boykot Etmek Suç Değil Görevdir” yazılı pankartın yer aldığı basın açıklamasında, “Filistin özgürlüğüne dek yükselecek”, “Yargınıza rağmen BDS özgür kalacak” yazılı dövizler taşıdı.

BDS Türkiye adına açıklamayı okuyan Ayşe Düzkan, garyimeşru İsrail devletinin, işgalci ordusu ve paramiliter yerleşimcileri aracılığıyla Kudüs ve Batı Şeria’daki Filistin halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırdığı günlerde Fransa Yargıtayı’nın boykot çağrısı yapan 12 genci hapis ve 30 bin avro ile cezalandırmasına tepki gösterdi. Kararın, BDS’nin Fransa’da fiilen yasadışı ilan edilmesi anlamına geldiğini belirten Düzkan, tersine AB Komisyonu’nun BDS hareketinin mücadelesi sonucu İsrail’in 1967’de işgal ettiği yerleşimlerde üretilen her ürünün üzerine bunu belirten bir ibare bulunması kararı aldığını hatırlattı.

Sık sık “Katil İsrail, İşbirlikçi Fransa”, “Boykot Yenilmez Filistin Yıkılmaz”, “Yıkılsın Siyonist İsrail Devleti” sloganlarının atıldığı açıklamada, Fransa’nın daha önce de benzer kararlara imza attığına dikkat çekilerek, bunun aynı zamanda “Je Suis Charlie” kampanyasını da gülünç duruma düşürdüğünü ifade edildi. “Fransa’da ifade özgürlüğü, eli kanlı Siyonist rejimin karşısında geçersizdir” denilen açıklamada, içinden geçilen bu günlerde Filistin halkına verilecek en büyük desteğine etkili bir boykot olduğunu dile getirdi. Açıklama Fransa devletinin kınanması, boykot çalışmalarının süreceği ve Fransa’daki BDS eylemcilerinin yalnız olmadığının vurgulanması ile sona erdi.

Açıklamanın tam metni şu şekilde:

Gayri meşru İsrail devletinin, işgalci ordusu ve paramiliter yerleşimcileri aracılığıyla Kudüs’te ve Batı Şeria’da Filistin halkına yönelik taciz, saldırı ve cinayetlerinin giderek yoğunlaştığı bu günlerde, emperyalist devletler ve işbirlikçileri, Filistin halkıyla dayanışma içine giren eylemcileri cezalandırmak yoluyla Siyonist oluşuma desteğini ilan ediyor. On yıllar boyunca sözde “İsrail-Filistin çatışmasında dengeli bir tutum almakla” övünen Fransa da, geçtiğimiz günlerde Fransız Yargıtayı’nın verdiği bir kararla işgalci İsrail’in tarafında olduğunu ilan etmiş oldu.

Geçmişte Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, Avrupalı beyaz işgalcilerin ırkçı rejimini yenilgiye uğratmış olan boykot kampanyasından esinle, işgalci İsrail’in tüm alanlarda boykot ve tecrit edilmesini, yalnızlaştırılmasını savunan Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar, yani kısaca BDS hareketi, Fransa’da ağır bir darbeye maruz kaldı. Bir süpermarkette “İsrail ürünlerinin satın alınması Gazze’deki suçları meşrulaştırmaktır,” başlıklı bildiler dağıtan 12 BDS eylemcisinin hapis veya 30 bin euro para cezasıyla cezalandırılmasını öngören mahkeme kararı, geçtiğimiz günlerde Fransa Yargıtayı tarafından onaylandı. Böylelikle Fransa’da yürütülen tüm BDS faaliyetlerinin cezai yaptırımla karşılaşması yönünde bir içtihat meydana getirilmiş, bir başka deyişle BDS Fransa’da fiilen yasadışı ilan edilmiş oldu.

Oysa Avrupa Birliği Komisyonu, geçtiğimiz çarşamba günü uluslararası BDS hareketinin mücadelesi sonucu, önemli bir karar aldı ve İsrail’in 1967’de işgal ettiği yerleşimlerde üretilen her ürünün üzerine bunu belirten bir ibare bulunması kararını benimsedi. Fransa bu Yargıtay kararıyla, Avrupa Birliği’nin bu kararına şiddetle karşı çıkan Siyonist devletin yanında olduğunu ortaya koyuyor çünkü cezaya çarptırılan BDS eylemcilerinin yaptığı tam da bu kararla uyum içinde.

Geçtiğimiz yaz, çoğu sivil 2200 Filistinlinin acımasızca katledildiği Gazze saldırısı sırasında Gazze’yle dayanışma eylemlerini yasaklayan Fransa devleti, bu Yargıtay kararıyla emperyalist devletlerin her zaman İsrail’in yanında olduğunu ve onun sözünden çıkmadığını bir kez daha göstermiş oldu. Nitekim geçtiğimiz aylarda İsrail hükümetinin temsilcileri de küresel BDS hareketinin İsrail’in karşı karşıya olduğu en büyük tehditlerden biri olduğunu söylemişti. Fransa’nın ardından, dünyanın öteki emperyalist ülkelerinden de bu yönde kararlar çıkması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Keza Fransa mahkemeleri, kendini Filistin davasına adayan Lübnanlı enternasyonalist politik tutsak Corc Abdallah’ı (George Abdallah) yargılamaksızın 30 yılı aşkın hapishanelerde tutmuş sonrasında da müebbet hapis cezasına çarpıtmıştır.

Yine kimseyi şaşırtmaması gereken bir başka konu ise, ifade özgürlüğü olgusunun, Fransa gibi bir emperyalist ülkede, ancak ve ancak emperyalizm ve Siyonizm’e dokunmadığı müddetçe bir anlam ve işlevi olduğunun ortaya çıkmasıdır. Anlaşılıyor ki, Fransız Devleti ifade özgürlüğü konusunda ikiyüzlü ve tutarsız bir yaklaşıma sahiptir. Fransız Yargıtayı’nın aldığı bu karar, Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı sonrasında milyonlarca kişinin sokaklara döküldüğü “Je Suis Charlie” kampanyasını gülünç duruma düşürmüştür. Çünkü Fransa’da ifade özgürlüğü, eli kanlı Siyonist rejimin karşısında geçersizdir. Demek ki, Fransa’yı Fransa yapan değerlerden özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin yanına artık bir de ikiyüzlülük eklenmelidir.

Tam da içinden geçtiğimiz günlerde, etkili bir boykot hareketi, işgalcinin saldırıları karşısında yapayalnız bırakılmış Filistinlilerin en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir. 1 Ekim tarihinden bu yana, Kudüs, Batı Şeria, Gazze ve 48 bölgesinde yaklaşık 80 Filistinli hayatını kaybetti. Siyonist oluşum, bir yandan BM’ye göre bile işgalci konumda olduğu Batı Şeria’da ve Kudüs’ün doğusunda askeri işgalini ağırlaştırıp buranın yerlisi Filistinlileri getto benzeri alanlara hapsederken, diğer yandan uluslararası hukuka aykırı bir şekilde bu bölgelerde yeni yerleşim birimleri inşa etmeye devam ediyor ve buralarda konuşlandırdığı, kayda değer bir kısmı silahlı olan yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik her türlü saldırısını görmezden geliyor, hatta fiilen teşvik ediyor. Örneğin geçtiğimiz aylarda Nablus’ta 18 aylık bir bebeğin, annesinin ve babasının yanarak öldüğü kundaklama saldırısının faili olarak tutuklanan ırkçı yerleşimcilerin 1 hafta sonra serbest bırakılmaları, bu tür saldırıların yenilerinin teşvik edilmesinden başka bir anlam taşımıyor.

Diğer yandan, Eylül ayından beri Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılarını yoğunlaştıran işgal güçleri ve yerleşimciler, Filistinlilerin kutsal değerlerini ayaklar altında çiğnemekte beis görmediklerini göstermişlerdir. Bu türden saldırılar, sıradanlaşmaya başlamış ev baskınları ve tutuklamalar ve neredeyse her gün gerçekleşen yargısız infazlar, Kudüs ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin öfkesini yükseltiyor, onları direnişe yöneltiyor.

Bizler, ayağa kalkan Filistin halkına olan tam desteğimizi ilan ederken, aynı zamanda İsrail’in sistematik saldırılarını sürdürebilmesinin yarım asırdan fazla zamandır işlediği suçların cezasız kalmasından kaynaklandığının altını çizerek, Filistin halkına verilecek en büyük desteğin etkili bir boykot kampanyası olduğunu vurguluyoruz. Türlü bahanelerle boykot faaliyetlerini suç ilan eden Fransa devletini şiddetle kınıyor, Fransa’da BDS faaliyeti yürüten yoldaşlarımızın yalnız olmadığını haykırıyor ve Türkiye’de, İsrail’le olan tüm ikili ilişkiler kesilinceye kadar boykot çalışmamızı yükselteceğimiz sözünü veriyoruz.

Katil İsrail, işbirlikçi Fransa!

Direnen Filistin halkı yalnız değildir!

Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!

Filistin İçin İsrail’e Boykot Girişimi

(BDS Türkiye)

12 Kasım 2015/direnisteyiz2.org

 

Fransa Bağımsız İşçi Partisi’nden Paris katliamı sonrası mücadele çağrısı

 

“Barış ve demokrasi için barbarlığa karşı yürütülen mücadele, birleşmiş emekçileri vuran sefalet politikalarına karşı, o emekçilerin örgütleriyle birlikte yürüttükleri mücadeleden ayrı düşünülemez.” diyen POI, işçi sınıfı adına hareket eden örgütlerin, hükümet ve patron örgütleri ile “kutsal ittifak” içine girmeyi reddetmeleri gerektiğinin altını çizdi.

Kaynak: direnisteyiz2.org

 

 

Arjantin: binlerce aile konutları ve toprakları işgal etti

Barria Nuevo bölgesindeki toprakların sakinleri 22 Ekim’de tamamen dolu yüzlerce araçla işgale başladılar. Henüz bitirilmemiş olan 340 sosyal konut ile birlikte özel mülk olan 60 hektarlık arazide 22 Ekim’de beri işgal başladı.

Kaynak: direnisteyiz2.org