Ana Sayfa Blog Sayfa 248

Air France Başkanı: “Gönüllü işten çıkarma yapacağız”(!)

Paris’te Ulusal Meclis binası önünde yapılan eyleme bini aşkın kişi katıldı. “Ben gömleğim”, “Sosyal şiddet hayatlarımızı parçalıyor” ve “İşimize ve haklarımıza sahip çıkalım” yazılı pankartlar taşıyan işçiler, Air France’ın yeniden yapılanma planına tepki gösterdi. Bazı sendika üyeleri parçalanmış gömlekler giyerek, daha önceki protestoda şirket yöneticilerinin gömleğini yırtan çalışanların tutuklanmasını protesto etti.

AA muhabirine konuşan Air France çalışanı François Jouber “Air France’da yapılanlara ‘dur’ demek için buradayız. Her şey patronların isteği doğrultusunda yapılıyor. Bütün ayrıcalıklara onlar sahip. Sendika üyesi 42 yaşındaki Isabelle Bodines ise “İnsanların işten çıkarılmasına karşıyım. Çalışanların farklı kategorilere ayrılmasını ve hava yolları çalışanlarının işten çıkarılma baskısı altında çalışmalarını istemiyoruz” diye konuştu.

Air France Başkanı: “2016 Yılında Gönüllü Olanları İşten Çıkaracağız”(!)

Eylemler devam ederken yapılan yönetim kurulu toplantısı sonrasında basın toplantısı düzenleyen Air France Yönetim Kurulu Başkanı Frederic Gagey, sendikalarla görüşmelerin yıl sonuna kadar bitirilmesi halinde, 2016 yılı içinde 1000 kişinin gönüllü olarak işten çıkmasını öngördüklerini söyledi.

François Hollande: İşten Çıkarılanların Tepkisine “Kabul Edilemez” Dedi.

Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve Fransa Başbakanı Manuel Valls, 5 Ekim’deki eylemlerde işten çıkarılanların yöneticilere tepkisinin kabul edilemez olduğunu dile getirdi. O gün Gagey ve eylemde gömleği parçalanan İnsan Kaynakları Müdürü Xavier Broseta ile yöneticilerden Pierre Plissonier bulundukları binayı terk etmek zorunda kalmıştı.

Air France’ın planına göre şirket, 2016-2017 yıllarında 300 pilot, 700 kabin görevlisi ile yaklaşık bin 900 yer görevlisinin işine son verecek. Air France ayrıca zarar eden bazı uçuş destinasyonlarını da kapatacak. (Direnisteyiz2.org)

Güney Afrika’da öğrenciler har(a)ç zammına karşı eylemde, işgaller yayılıyor

Güney Afrika’da üniversite öğrencileri, har(a) çlara yapılan zamları protesto etti ve okullarını işgal etmeye başladı. Geçtiğimiz günlerde Johannes­burg’da bulunan Witwatersrand Üniversitesi’nde başlayan işgal eylemi, Cape Town Üniversitesi’ne de sıçradı. Harçlara yapılan yüzde 10,5’lik zammı protesto eden öğrenciler, okulun tüm girişlerini ba­rikatlarla kapattı. Eylem üzerine üniversite yönetimi dersleri iptal etmek zorunda kaldı.

“Ücretler düşmelidir” yazılı pankart açan öğrenciler, bunun yanı sıra “UCT zenginler içindir”, “Kahrolsun yoksulluk” yazılı dövizler taşıdı. İşletme Bölümü öğrencisi Thebe Longwe, harçların her yıl artmasına tepki göstererek üniversitenin kapitalist yapısına karşı çıkmak için protestoya katıldığını söyledi.

Chumani Maxwele adlı öğrenci ise ülke genelinde başlayan eylemlere destek olmak istediğini ve ücretsiz bir eğitim talebinde bulunduklarını kaydetti. Öğrencilerin yaptığı açıklamada üniversite yönetiminin kendileriyle görüşmesi gerektiği ve ücret artışının iptali talep edildi.

“Üniversite kapalı kalacak”

Eylemlerin ilk adımının atıldığı Witwatersrand Üniversitesi’nde ise öğrenciler, sorun çözülünceye kadar üniversiteyi kapayacaklarını açıkladı. Öğrenci Birliği Eski Başkanı Mcebo Dlamini, öğrencilere hitap ettiği konuşmasında, “Tek isteğimiz, ücret artışını durdurmaktır. Zafer kesindir, şikayetlerimiz netice buluncaya kadar üniversite kapalı kalacaktır” ifadelerini kullandı.

Grahamstown kentinde bulunan Rhodes Üniversitesi’nde de benzer bir eylem yapıldı.

‘Öğrencilerle masaya oturulmalı’

Yüksek Eğitim ve Öğretim Bakanı Blade Nzimande ise eylemlere ilişkin açıklama yaparak “Ülkenin karşı karşıya olduğu mali ve ekonomik zorlukları düşündüğünüzde, Bakanlık olarak tüm üniversite yönetimlerine harç artışına büyük bir dikkat ve duyarlılıkla karar vermeleri çağrısında bulunuyoruz” dedi. Bakan, “Öğrencilerle masada açık ve net olarak görüşülmelidir” ifadelerini kullandı. (Direnisteyiz2.org)

Rus Büyükelçi Karlov: PKK terör örgütü değildir

Kendisinin Türkiye Dışişleri’ne çağrılması ve söz konusu silah sevkiyatı ile ilgili konuların ele alınıp alınmadığına ilişkin soruları yanıtlayan Rus Büyükelçi, şöyle konuştu:

Türkiye’nin Endişelerini Dinledim

“Bir kaç gün önce beni Türkiye Dışişleri’ne davet ettiler. Biz ikili ilişkiler ile ilgili çok fazla konuyu ele aldık. Bunların arasında Suriye Kürtleri konusu da vardı. Türk Dışişleri’ndeki meslektaşım bizim PYD ile ilişkilerimiz konusunda endişelerini dile getirdi.”

Karlov, “Onlara göre bu parti PYD Türkiye’de yasaklı PKK ile bağlantısı bulunan bir kurum. Rusya’nın uluslararası temasları hiç bir zaman herhangi bir ülkenin çıkarlarını hedef almıyor ve hiç bir şekilde de Türkiye’nin çıkarlarını tehdit etmiyor” şeklinde konuştu.

Kürdistan’a Silah Sevkiyatı Yaptık

Kürdistan Bölgesi’ne silah sevkiyatı yaptıklarını söyleyen Rus Büyükelçi Karlov, “Bunu merkez Irak yönetiminin isteği ve rızası üzerine yaptık. Suriye ve Irak’taki çalışmalarımız o ülkelerin hükümetleri ile mutabık kılınarak yapılıyor” diye konuştu.

PKK Terör Örgütü Değildir

PKK’yi terör örgütü olarak tanımadıklarına işa­ret eden Karlov, “Türkiye’nin uluslararası terörizm sorunları ile ilgili endişelerini anlıyoruz. Fakat PKK ve PYD ne Rusya ne de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak tanınmamak­ta” ifadelerini kullandı. (Direnisteyiz2.org)011

Nikaragua’da maden isyanı: 1 polis öldü

Orta Amerika ülkesi Nikaragua’nın El Limon kentinde madende çalışan işçilerin işten çıkarılmasını protesto eden halka polis saldırdı.

Çalışma Bakanlığı’nın kararıyla sendika çalış­ması yürüten 3 işçinin işten çıkarılmasının ardından protestolar başladı. Bölge halkının destek verdiği işçiler, sokaklara barikatlar kurdu. Bir karakolu ateşe veren protestocular, polis araçlarının yanı sıra 5 aracı yaktı. Protestocular, polislerin silah, kask, cop ve kalkanlarına el koydu. Çatışmalarda 23’ü polis 31 kişi yaralandı. Darp edilen bir polis kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. (Direnisteyiz2.org)

“Gerçeğin ve doğanın adamı”: Jean-Jacques Rousseau

“Büyük bir iyi niyetle de olsa, hangi kanıt ve tanılara göre gerçeği tanıdığımızdan güvenli olacağız? Bu denli çeşit çeşit düşünce kalabalığı arasında gerçek üzerine tam bir yargıda bulunmada elimizdeki ölçü nedir?” sorusunu önümüze koyan Jean-Jacques Rousseau düşünceleri çokça tartışılan, görüşleri de yankı uyandıran düşünürlerden biridir.

Ona dair tartışmaların çıkış noktasının, Dijon Akademisi’nin 1749’da sorduğu şu soru olduğu söylenebilir: “Sanat ve bilimlerdeki ilerlemeler insanları daha iyi ve daha mutlu kılmış mıdır?”

‘İtiraflar’ başlıklı yapıtında, “Bu ilanı okuduğum anda başka bir evren gördüm ve başka bir insan oldum” vurgusuyla, soruyu “Hayır” diye yanıtlayıp, uygarlığın insanları baştan çıkardığını savunur.

Çünkü Ona göre, “Hiçbir zaman haklarını aşma, çünkü başkalarının sınırlarına saldırmış olursun.”2

* * * * *

Rousseau, Fransız Devrimi’nin fikri içeriğini hazırlayan düşünürlerdendi. “Krallık yönetiminin insanın başına gelen makbul ve en doğal sistem olduğu” iddiasını, krallık yönetimine çok fazla dokunmasa da, boşa çıkaracak kuramlar ileri sürmüştü.

‘Toplum Sözleşmesi’ başlıklı yapıtında, yöneticiler ile yönetilenler arasında, insanın doğasından gelen hırslarını denetlemeye ve iktidarın keyfîliğini dizginlemeye yarayan mekanizmaların kurulmasını öneriyordu. Ki bu fikir, Fransız Devrimi’nden beri burjuva demokrasisinin teorik esin kaynağı olacaktır.
Rousseau, önceli Locke gibi bir modernleşme kuramcısıydı ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini sürdürmeye elverişli siyasal biçimlere kafa yoruyor, kulluk statüsünün yerine haklarının farkında olan eğitimli yurttaşın bilincini oluşturmaya çalışıyordu.

Ancak Rousseau bir düşünür, bir teorisyen olmasının yanı sıra aynı zamanda bir opera bestecisiydi.

Bunun yanında bir botanikçi olarak ot-bitki toplama ve yetiştirme özelliği, kurduğu bahçelerle de anılırdı.

Fransız Devrimi’nin liderlerinden Robespierre, Rousseau’nun naaşını 1794’te en değerli vatan büyüklerinin yattığı Panthéon’a taşıyarak Fransa’nın bu olağanüstü insana minnetini ortaya koydu.

Rousseau eşit doğduğunu savunduğu insanlara, istisnasız tek tek bireylere tanınması gereken özgürlük ve haklara koşut olarak, kişinin toplumsal sorumluluğu ve yurttaşlık bilincinin de takipçisiydi.

Yıllar önce insanın doğayla ilişkisini sorgulayan, bunu ilk kez siyasi arenaya taşıyan düşünürdü. Eserlerinde toplu çıkarlarla bireysel irade ve istemler arasındaki çelişkileri sıralıyor, yasaların rol ve yerini vurguluyordu.

Bu nedenle de “Gerçeğin ve Doğanın Adamı” olarak anılıyordu.3

* * * * *

Cenevre’de 28 Haziran 1712 günü doğdu. Talihsiz bir bebekti. Çünkü doğumunda annesini kaybetmiş ve bu ölümden kaynaklanan suçluluk duygusunu ve travmayı ömür boyu taşımıştı. Ömrünün sonunda yazdığı ‘İtiraflar’da, “Annemin yaşamına mal oldum ve doğumum talihsizliklerimin birincisi oldu,” diyecektir.

Baba Isaac Rousseau daha önce Topkapı Sarayı’ında saatçi olarak çalışmış ve Galata’da altı yıl (1705-1711) oturmuştu.

Çocuk Rousseau’yu babası ve halası büyüttü. Ailede anneden gelme bir kültür temeli, kitap okuma alışkanlığı ve kitaplar vardı. Baba oğluna saatlerce kitap okuyor, onu kitaplarla eğitiyordu. Bazen bu okuma etkinlikleri kitap bitinceye kadar gece boyunca sürüyordu.

Seneler ilerleyince genç Rousseau Cenevre’nin dar ortamında, özellikle çıraklık eğitimiyle mutlu olamayacağını anladı. On altı yaşında Fransa’ya geçip geniş ufuklar ve büyük boyutlar peşinde koşmaya başladı. Chambery yakınında oturan Madam de Warens ile tanışması yaşamının bir dönüm noktası olacaktı. Sonradan anne dediği bu kadının evine yerleşti. Burada müzik, yazarlık ve düşün yeteneklerini geliştiren gerçek bir okul buldu.

Tutkuyla okumaya başladı. Eskilerin okuyucusu oldu ve onlarda köklerini geliştirdi. Otuz yaşında gittiği Paris’te d’Alembert, Diderot gibi ünlü filozoflarla tanıştı ve Aydınlanmanın temel yapıtlarından sayılan Ansiklopedi’nin tüm müzik maddelerini yazmaya başladı. 1745’te çamaşırcılık yapan bir kadınla ömrünün sonuna dek sürecek birlikteliği başladı. Doğan beş bebek kimsesiz çocuklar evine bırakıldı. Hep geçim sıkıntısı çekti.

1746’da salonu ve güzelliğiyle ünlü Madam Dupin’in sekreteri oldu. Kişiliğinin gelişmesinde önemli bir yer tutan bu çalışma ortamında binlerce sayfa not aldı.
Rousseau’nun ününü sağlayan ilk ürünü ve yaşamının en önemli kilometre taşı, Dijon Akademisi’nin açtığı “Bilimler ve sanatlardaki gelişme ahlâkta bozulmaya mı, yoksa iyileşmeye mi yardımcı olmuştur?” konulu yarışmada birinci olan ‘Bilimler ve Sanatlar Üstüne Sözler’ yapıtıdır (1750). Rousseau, yarışma konusu soruyu tümüyle olumsuz yanıtlamış, çağdaş uygarlığın, doğal durumda iyi olan insanı yozlaştırdığını, ahlâkını bozduğunu ileri sürmüştü.

Aydınlanma yüzyılında ilerlemeye karşı yapılan bu ağır eleştiri şaşırtıcı olmakla beraber, ilerlemeyi insan açısından irdelemesi bugün bile ilginçtir. Kitap basılınca halk da büyük ilgi göstermiş ve çok sayıda satılmıştır. Yapıtın önemi, Rousseau’nun buradaki düşüncelere daima sadık kalması ve diğer yapıtlarının temelini oluşturmasıdır. Bir önemli başarıyı da, 1753’te Paris’te sahnelenen ‘Köyün Kâhini’ operasıyla kazandı. 1755’te siyasal kuramının temelleri sayılan ‘Eşitsizlik Üzerine Söylev’ başlıklı yapıtı yayımlandı.

1756-62 arasında, Paris yakınında Montmorency Ormanında iyilikseverlerinin evine yerleşen Rousseau, burada en önemli ve onu düşünce tarihinde ölümsüzleştiren yapıtlarını hazırladı: Roman türünde ‘Yeni Héloise’ (1761), eğitimde ‘Emil ya da Eğitim Üzerine’ (1761) ve siyaset biliminde ‘Toplum Sözleşmesi’ (1762)…
‘Emil’deki düşünceler çocuğun ilk kez çocuk olarak algılanmasını sağlamış, İsviçreli Pestalozzi (1746-1822), Rus Makarenko (1888-1939), İsveçli Ellen Key (1849-1926), İngiliz A. S. Neill (1883-1973) gibi modern eğitimcileri etkilemiştir. ‘Toplum Sözleşmesi’ ise demokrasilerin temeli sayılır.

Son iki yapıt büyük tepki uyandırmış, özellikle ‘Emil’de Rousseau’nun düşüncelerini açıklattığı papaz yardımcısının İman Teyidi bölümü şimşekleri üzerine çekmişti (1762). Paris Meclisi ‘Emil’i yasaklamış ve yazarını tutuklama emri çıkartmıştı.

Yapıtlarında yazar adından sonra daima ‘Cenevre Yurttaşı’ ibaresi olan Rousseau’ya bir darbe de doğduğu kentten gelecekti. Orada ‘Emil ve Toplum Sözleşmesi’ için yasaklama ve yakma, yazarı için tutuklama kararı verildi.

Rousseau çareyi kaçmakta ve Neuchâtel yakınındaki bir Prusya Prensliği olan Môtiers’ye sığınmakta buldu. Burada evi taşlandığı için civardaki bir göl adasına çekildi. Oradan da kovulunca, ömrünün sonuna kadar bir sürgün serüveni yaşadı.

Bu arada İngiliz Filozof David Hume’un daveti üzerine 1765-1767 arasını İngiltere’de geçirdi. Son olarak, göz yumulan bir gizlilikle gittiği Paris yakınındaki Ermenonville’de 2 Temmuz 1778 günü öldü. Ekim 1794’te kemikleri, Fransa’da büyük insanların kabristanı ve ön üst cephesinde “Büyük İnsanlara Vatan minnettardır” yazılı olan Panthéon’a taşındı.

Sürgün döneminde Rousseau kendini savunmak ve gelecek kuşaklara anlatmak amacıyla özyaşam yapıtlarını yazmıştır: ‘İtiraflar’, ‘Jean-Jacques’ın Yargıcı Rousseau-Diyaloglar’ ve ‘Yalnız Gezerin Düşlemleri’… Hepsi ölümünden sonra basılmıştır.

Rousseau’nun Fransa’da ve başka ülkelerde büyük etkileri olmuştur. Örneğin ‘Yeni Héloise’in ana teması, evliliğin toplumun yapay görüşlerine dayalı bir bağ değil, aşktan kaynaklanan özgürce bir seçim olmasıdır. Düşünceleri, özellikle 40 yılda 70 baskısı yapılan ‘Yeni Héloise Almanya’da Romantizm Akımı’nı üretmiştir. Goethe ve Schiller bu edebiyat akımının önde gelen temsilcileridir. Kant, Rousseau’dan etkilenmiştir.

Aradan yıllar geçtiği hâlde, Rousseau’nun yapıtları değerlerini korumaktadır. Ana teması, “doğal insan” ile toplumun yarattığı yapay insan arasındaki çelişki ve doğaya verdiği önemdir.

Ona göre tüm insanlar eşit doğar. Eşitsizlik ve baskı, doğaya ve insan aklına aykırı bir toplum örgütlenmesinin sonucudur. Vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü… muhakkak sağlanmalıdır. İnsanlar, sağlanan düzen ve güvenlik karşılığında özgürlüklerinin bir bölümünden vazgeçerse, toplum oluşur ve birey bu toplumun egemen bir üyesi olur.

Millet hakiki egemendir ve egemenliğini hükümete veya bir kişiye bırakamaz, onu kimseyle paylaşamaz. Halkın egemenliği kavramı yaşamsal önemdedir.

Bu görüşleriyle Rousseau modern demokrasinin babası sayılır. Ancak toplum hakları bir güvence altına alınmazsa, bir despot rejimi ortaya çıkar. Doğal özgürlükler adına böyle bir rejim kınanmalı ve yok edilmelidir. Rousseau’nun görüşleri Fransız Devrimi’nin (1789) ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin esin kaynağı olmuştur.

Söylev’den şu alıntının güncelliğine bakınız:

“Antikçağın devlet adamları hep erdemden ve ahlâktan söz ederlerdi; bizimkiler yalnız ticaretten ve paradan söz ediyorlar… İnsanlara hayvan sürüleri gibi değer biçiyorlar. Onlara göre bir insanın devletçe değeri, harcadığı paradır…” Galiba burada kapitalizmin ilk eleştirisiyle karşılaşıyoruz.

* * * * *

Burada altı çizilmesi gereken Onun, bütün kötülüklerin gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sanatları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını görmesidir. Bu nedenle Rousseau’nun bilim ve sanat hakkındaki eleştirilerinin, bilim ve sanatın mülkiyet ile olan ilişkileri çerçevesinde ele alınması gerekir…
Günümüzde “kapitalist uygarlık”, Rousseau’nun dönemindekinden çok daha büyük eşitsizlikler, adaletsizlikler ve yoksulluklar karşısında kıvranmaktadır. Bu da mülkiyet ilişkileriyle ilgilidir.

Rousseau’nun, bilim ve sanat ile erdem arasındaki bağlantıyı kurarken, vardığı olumsuz sonuç, gördüğü eşitsizliğin açıklanmasına olan gereksinmeydi. O zaman bakılan yerden, “uygarlık”, “mülkiyet”in yerine geçiyordu. “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu,”4 derken Rousseau’nun olumsuzladığı mülkiyet idi.

Öte yandan, Jean Jacques Rousseau’nun, “uygarlık” diye adlandırılan sistemin temeli olarak görüp olumsuzladığı “mülkiyet”; günümüzde, Batı uygarlığının dünyaya egemen olmasındaki en önemli etkenlerden biri olarak görülmektedir.5

Evet Rousseau, bilimin ilerlemesine karşı olmadığı hâlde, bilimin ilerlemesine adeta eşlik eden ahlâki çürümeden büyük bir rahatsızlık duymakta ve toplumu bu ahlâki gerilemeden kurtarmanın yollarını bulmaya çalışmaktadır.

Rousseau’nun, bilimlerin ve sanatların gelişmesinin insanlarda ahlâki gerilemeye yol açtığını söylemesi, onun bilime ve ilerlemeye karşı bir düşünür olarak nitelenmesine yol açmıştır. Fakat acaba gerçek böyle midir?

Bakın ne der o…

“Bozulma gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozulmuştur. (…) Namus ve ahlâkın akıbeti de bilim ve sanatların gelişmesine bağlıdır. Onların ışıkları ufkumuzda yükseldikçe erdemin kaybolduğu görülmüş ve aynı olay her çağda, her yerde olmuştur.”

“İşte tanrı hikmetinin bize uygun gördüğü bilgisizlikten kurtulmak için harcadığımız boş çabaların cezası her zaman böyle lükse, ahlâksızlığa ve köleliğe düşmek olmuştur.”

“Ahlâk bilgisizlikten mi gelir? Bilimle erdem birbirine aykırı şeyler midir? Böyle bir düşünceye inanmak insanı nerelere götürür? Doğru ama insan bilgilerine hiç ölçüp biçmeden verdiğimiz iddialı ve göz kamaştırıcı değerlerin ne kadar anlamsız, ne kadar boş olduğunu yakından görürsek bu düşüncelerde hiç de aykırılık olmadığı meydana çıkar. O hâlde bilimlerin ve sanatların özlerine bakalım, ileri gitmelerinden neler doğabileceğini görelim ve tarihten çıkardıklarımızla düşüncelerimizin uygun düştüğü noktalarda artık gerçeği duraksamadan kabul edelim.”

“Bilim araştırmalarında ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Gerçeğe ulaşmak için, ondan gelecek iyilikten bin kez daha zararlı nice yanlışlıklardan geçmek gerekiyor! Bu işte zararlı olduğumuz ortada: Çünkü yanlış sonsuz biçimlere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten gerçeği gerçekten ve yürekten arayan nerede? (…) İşimiz rast gidip sonunda gerçeği bulsak bile onu iyiye kullanmasını bilecek miyiz? İşte işin en güç tarafı budur.”

“(Ünlü filozoflar) siz ki bizi bu kadar yüksek bilgilere ulaştırdınız, şu sözüme cevap verin: Bütün bunların hiçbirini bize öğretmemiş olsaydınız, yeryüzünde daha az kalabalık mı olacaktık? Daha mı kötü yönetilecektik? Daha az güçlü, daha az sağlıklı, daha az ahlâklı mı olacaktık?

Yarattığınız eserlerin değeri üzerinde bir düşünün; en büyük bilginlerimizin, en iyi vatandaşlarımızın eserleri bu kadar az işimize yaradığına göre, devletin gelirini boşu boşuna sömüren o meçhul yazarlar, işsiz edebiyatçılar sürüsü hakkında ne düşünelim dersiniz? (….) Zaman kaybı büyük bir zarardır; ama bilim ve sanatlar çok daha büyük zararlar getirir. Örneğin: Lüks; o da işsizlikten ve insanın kendini beğenmesinden doğar. Lüksün bilim ve sanatlardan ayrıldığı pek az görülür; bilim ve sanatların lüksten ayrıldığı ise hiç görülmemiştir.”

“Bilimler ve sanatlar askerlik değerleri kadar ahlâk değerleri için de zararlıdır. Hayatımızın daha ilk yıllarından kafalarımıza yerleşen anlamsız bir eğitim, düşüncemizi kötü bir yola sokuyor. Her tarafta açılmış büyük kurumlarda, birçok masraflarla yetiştirilen gençlere, asıl ödevlerinden başka, öğretilmeyen şey yoktur. Çocuklarımız kendi dillerini bilmezler ama hiçbir yerde konuşulmayan başka diller öğrenirler; anlamlarını zor anladıkları mısralar düzerler; doğruyu yanlıştan ayırt etmesini bilmezler ama onları, aldatıcı düşünce oyunlarıyla kimsenin anlayamayacağı bir duruma sokmak sanatını edinirler; mertlik, hakseverlik, fedakârlık, insanlık, yiğitlik kelimelerinin ne olduğunu bilmezler, güzel yurt sözü kulaklarına hiç çalınmaz.”

“Bütün bu kötülükler, bilim ve sanat değerlerinin yükselmesi ve ahlâk değerlerinin alçalmasıyla insanlar arasına giren eşitsizlik belasından değil de neden doğmuştur? İşte bütün öğrenimlerimizin en açık etkisi ve en tehlikeli sonucu budur. Artık bir insanın namuslu olup olmadığına değil, bir sanata kabiliyeti olup olmadığına bakılıyor; bir kitabın yararlı olması değil, iyi yazılmış olması isteniyor. Parlak zekâ insanı bütün nimetlere kavuşturuyor; erdem ise hiçbir şeref getirmiyor.”

“Fizikçilerimiz, matematikçilerimiz, kimyacılarımız, astronomlarımız, şairlerimiz, müzikçilerimiz, ressamlarımız var; ama değerli yurttaşlarımız yok; yahut varsa bile onlar hor görülmekte, ıssız köylerimizde yoksul ve perişan sürünmektedir. İşte bize ekmek, çocuklarımıza süt veren insanların düştükleri durum ve bizden gördükleri saygı budur.”

Hayır! O, bilimi kötülemez erdemi savunur… Bu satırların sahibi Rousseau’nun bilimler ve sanatlar hakkında olumlu düşüncelerinin de olduğu düşünülebilir mi? Evet, çünkü o aynı söylevinde şunları da söylemektedir:

“Avrupa’nın en bilgili kurullarından biri önünde bilimleri kötülemeye, bir akademide bilgisizliği övmeye, gerçek bilginlere karşı saygı duyarken bilimi hor görmeye insan nasıl cesaret edebilir? Bu çelişkileri gördüm; ama cesaretim kırılmadı. Kendi kendime, benim yaptığım bilimi kötülemek değil, erdemli insanlar karşısında erdemi savunmaktır, dedim. İyi insanların dürüstlüğe verdikleri değer, bilginlerin bilime verdikleri değerden daha yüksektir.”
“Dış görünüşümüz, davranışlarımız, her zaman yüreğimizdeki eğilimlerin tam bir belirtisi olsaydı, gerçek felsefe, filozof adını taşıyanların hepsinde bulunsaydı, bizim aramızda yaşamak ne tatlı şey olurdu!”

“Akademilere girmek şerefini kazanmak isteyenler kendilerini düzeltmeye, lekesiz bir ahlâk ve yararlı eserlerle bu şerefe layık olmaya çalışacaklardır. Edebi değeri mükâfatlandırmak için açtıkları yarışmalarda yurttaşların yüreklerinde erdem sevgisini uyandıracak konuları seçmesini bilen akademiler bu sevginin kendilerinde yaşadığını gösterecek ve insanlara yalnız güzel bilgiler değil, yararlı öğütler de veren bilginleri bir arada görmek, milletler için bulunmaz ve doyulmaz bir zevk olacaktır.”

“Bacon’lara, Descartes’lara, Newton’lara, insanların bu ünlü rehberlerine kimse rehberlik etmemiştir. Hangi rehber onları dehalarının götürdüğü yere götürebilirdi? Küçük hocalar, onların düşüncesini kendi dar kafalarının çemberine sokup daraltmaktan başka bir şey yapamazlardı. Onlar çalışmayı ilk rastladıkları zorluklardan öğrenmişler ve aştıkları büyük mesafeleri bu zorlukları yene yene aşmışlardı. Bilim ve sanatlarla uğraşmalarına izin verilecek kimseler, kendilerinde büyük ustaların izlerinde yürümek ve onlardan ileri gitmek kudretini bulan sayılı insanlar olmalıdır. İnsan zekâsının anıtlarını dikmek yalnız bu birkaç kişinin hakkıdır.”

“Krallar gerçek bilginlere saraylarında şerefli mevkiler versinler; insanlara hikmeti öğretecek olan bu bilginler halkın mutluluğu için çalışmakla layık oldukları en güzel mükâfatı görmüş olsunlar; işte o zaman erdemin, bilimin ve iktidarın soylu bir yarışma hırsı ile gayrete gelerek insanları mutlu etmek amacıyla birleşip anlaşarak neler yapabileceklerini görürüz. Ama iktidar bir yanda, bilgi ve hikmet diğer yanda kaldıkça, bilginler büyük şeyleri pek az düşünecekler, krallar büyük işleri pek az başaracaklar ve halk yoksul, ahlâksız, mutsuz bir durumda yaşayıp gidecektir.”6

Ana temanın eşitsizlik olduğu Rousseau’nun ‘Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’i birçok yönden yorumlanabilir. Çünkü bu söylevinden düşünürün birçok soruna bakış tarzı anlaşılabilmektedir. Onun düşüncesinin temelinde yatan ana tema, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynakları sorunudur. Biz Rousseau’nun, eşitsizliklerin kaynağında özel mülkiyetin varlığını gördüğünü biliyoruz…

Özetle Rousseau, bilime karşı değildi. Onun anlatmak ve yapmak istediği şey, bilimlerin ve sanatların gelişmesinin dolaylı zararlı sonuçlarından halkı korumaktı. Ayrıca yoksul halkın gerçek bilimsel düşüncelere ulaşamaması da (bu onun için aynı zamanda bir ahlâki sorundu) onu rahatsız ediyordu. Rousseau’yu Aydınlanma’nın en büyük düşünürlerinden ve Fransız Devrimi’nin de en büyük hazırlayıcılarından biri yapan özelliği, insanlar arasındaki her türlü eşitsizliğin kaynaklarına etkileyici bir biçimde yönelmiş olmasıydı.

* * * * *

Dünyada bütün özgürlüklerin kaynağı olarak bilinen Büyük Fransız Devrimini tetikleyen düşünürler arasında yer alan Rousseau’nun öğretisi ve bunu temellendirme denemesi Sokrat’a benzer.7

Açlık, yoksulluk, sefillik yaşamı boyunca yakasını bırakmadı. Belki de rahat bir yaşam bulmak kaygısıyla çareyi İsviçre’den Fransa’ya kaçmakta buldu. Orada Katolikliğe dönmesi, küçük yaşta tecavüze uğraması, tam bir serseri gibi, işsiz, güçsüz, aşsız, yuvasız dolaşması ve Dijon Akademisi’nin yarışmayı kazanıp şöhrete ulaşması yaşamının başlıca kesitleri…

Dijon Akademisi’nin sorusuna, “İnsan bir toprağı başka bir toprağın ürününü beslemeye, bir ağacı başka bir ağacın meyvesini taşımaya zorlar… Hiçbir şeyi hatta insanı bile doğanın yaptığı gibi istemez. Onu bir beygir gibi kendisi için yetiştirmeli, bahçesindeki ağaç gibi kendine göre ona biçim vermelidir,” yanıtını veren Rousseau’nun ilk kapsamlı yapıtı ‘Emil’, o dönemin Fransa’sında bir bomba etkisi yaptı.

Rousseau’nun doğaya dönüşünde, ‘Emil’in felsefesinde “iyi vahşi” (le bon sauvage) imgesi önemli bir yer tutar. Avrupa’nın çok uzağına giden seyyahlar, oralarda çok mutlu insanların yaşadıklarına inanır ve dönüşlerinde bunları abartarak yazıya dökerlerdi. İyi vahşiler, çocuklarını kendileri emzirir ve kimseye emanet etmezlerdi. İyi vahşi denilince; iyi, temiz, sağlıklı, mutlu, aralarında sen/ben kavgası olmayan özgür insanlar anlaşılırdı…

Rousseau, iyi vahşi imgesinden geniş ölçüde etkilendi. ‘Emil’i doğal koşullar içinde yetiştirmesi bununla açıklanabilir. Emil’de gerçek düşüncelerini Savoa’lı rahip aracılığıyla dile getirdi. Ama ne Protestanları ne de Katolikleri memnun edemedi. ‘Emil’, papazların hışmına uğradı.

Rousseau, Paris başpiskoposuna yazdığı mektupta “İncil’in akidesine uygun bir Hıristiyan” olduğunu yazıyordu. O, insanlardan kaçıyor, doğaya sığınıyor, mutluluğu Paris salonlarından çok kırlarda, bayırlarda arıyordu. Thomas Carlyle’a göre, “Bu zehirlenmiş insan baştan aşağı şüphe içindeydi”. Ama Carlyle, pek çok eksikleriyle birlikte onda bir kahraman ateşini buluyordu. Çünkü Rousseau XVIII. yüzyılın büyük aydınlarından biriydi.

Halk egemenliği kavramını, güçlü olarak savunan odur. Fakat cumhuriyetin ancak Cenevre gibi küçük bir ülkede yaşayabileceğine inanıyordu. Hükümdarlığa en güçlü darbeyi o vurdu. Çünkü yasalara inanıyordu. İhtilalin ünlü bildirgesinde yer alan genel irade (volonté générale) kavramını demokrasiye armağan eden Rousseau’dur.
Özetle “Genel irade için Rousseau ‘herkesin’ iradesi anlamını öngörmektedir.”8

* * * * *

Rousseau, birçok haksız eleştirinin de muhatabıdır; örneğin Celâl Şengör’ün, “Aydınlanmanın kararması”9 nitelemesi ya da “Erdemsiz bir bilim ve akıl düşmanı”10 değerlendirmesi gibi…

Yine Şengör’e göre, “Rousseau XVIII. yüzyıl Fransa’sındaki anlamda filozof olmasına karşın şimdi filozof adı verilebilecek bir kişi değildir…

Onun bir düşünür olarak meziyetleri hakkında görüşümüz ne olursa olsun, bir toplumsal güç olarak çok büyük önemini tanımak zorundayız. Bu önem daha çok, yüreğe ve onun günündeki adıyla ‘duyarlığa’ seslenmesinden kaynaklanıyordu. Romantik devinimin babasıdır, insansal heyecanlardan insansal olmayan olguları çıkaran düşünce sistemlerinin başlatıcısıdır ve geleneksel mutlak monarşilere karşıt olarak sahte demokratik diktatörlüklerin siyasal felsefesinin bulucusudur.
Onun zamanından beri kendilerini reformcu sayanlar, onu izleyenler ve Locke’u izleyenler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bunlar bazen işbirliği yapmışlar ve çok kişi arada bir uyuşmazlık görmemişti. Fakat giderek uyuşmazlık artan ölçüde belli oldu. ‘Zamanımızda Hitler Rousseau’nun, Roosevelt ve Churchill ise Locke’un ürünüdür…’11

Rousseau’nun hiçbir tavsiyesi orijinal değildir. Herkes eşitliği, mutluluğu, özgürlüğü, rahatlığı arzular. Onun ayrıcalığı, bunları yazıya dökerek hissi hezeyanlarla bir araya getirip okuyucularını coşturmuş olmasıdır…

İnsanlığın ihtiyacı Rousseau gibi zırva hayâl dünyalarında yaşayan erdem düşkünü coşturucular değil, problemleri bilimsel bir soğukkanlılıkla ele alıp, neyin mümkün olup neyin olamayacağını iyi hesap edebilen erdemli düşünürler ve onlardan ders alan yöneticilerdir.”12

Şengör’ün hezeyanlarına ilişkin anımsatılması gereken ilk şey, Upton Sinclair’in ‘Altın Zincir’13 başlıklı yapıtındaki ‘Jean-Jacques Rousseau’ başlığını taşıyan 34. bölümdür.

Sinclair’in Onun eserlerini özetleyip değerlendirdiği bölümde, yaşantısının “avuntusuz günlerinde” yazdığı yaşam öyküsü üzerinde durup, “Kendi kalbiyle ilgilenen bir adam yaşadıkça (İtiraflar’ın) okuyucusuz kalmayacağını” söylerken; her Rousseau eleştirmenine baştan şu soru yönetilmelidir:

“Ona niçin saldırıyorsun? Bunu onun hatalarını düzelterek hürriyet, eşitlik, kardeşlik amacına giden yolu açmak için mi yapıyorsun? Yoksa Rousseau tarafından bendi yıkılan yeni fikir çağlayanlarından korkan insanlardan mısın? Onun babası bulunduğu bireysel davranışı itibardan düşürmek mi istiyorsun, yoksa bizi çocukların ana babasına, uşakların efendisine, zevcelerin kocasına, tebanın hükümdar ve papalarına uydukları ve üniversitelerdeki öğrencilerin, kayıtsız şartsız, profesörlerinin sözlerine inandıkları şu güzel eski zamanlara döndürmek mi istiyorsun?”

Bu soru(n)ları Şengör de yanıtlayamaz!

Kim ne derse desin; Rousseau’nun Fransız ihtilalini etkileyen ‘İnsan Eşitsizliğinin Kaynağı” ve ‘Toplum Sözleşmesi’ çalışmaları özünde bir manifesto niteliğini taşımaktadır…

Büyük, devletlû kraliçe hazretlerinin, “Halk ekmek bulamıyor,” uyarısına, “Pasta yesinler!” cevabını verdiği bir akıl, izan, vicdan tutulması karşısında halkın sefaleti bu noktaya gelmişken; mesela Voltaire o günlere erişebilseydi, Bastil’i basan aç sefil halka nasihat mı çekecekti, yoksa pasta yiyin diyene sizi bende kurtaramam, aklınızı başınıza toplayın, halk lehine acele tedbirler alın mı derdi?

Rousseau’yu böyle düşünmekte ve değerlendirmekte büyük yarar vardır.

* * * * *

Kaldı ki, günümüzdekine benzer biçimde bazı haksız saldırılarla karşılaşmış, söylemediği sözleri söylemiş gibi gösterilerek eleştirilmişti. Bu haksız eleştiriler karşısında Rousseau, 1753 yılında kaleme aldığı ‘Narcisse’ (Kendine Aşık) başlıklı komedi yapıtına bir önsöz yazarak kendini şöyle savunmuştu:
“Eğer değer vermediğim yazıları hazırlamaktan nedensiz olarak suçlanıyorsam, zorunluluk olmasa da kendimi bu konuda savunacağım. Zira bu doğru olsaydı bile, ortada bu konuda tutarsızlık içeren bir şey olmayacaktı. Benim de ispatlayacağım şey işte budur.

Bunun için ben, alışık olduğum bir yolu izleyeceğim; gerçeğe uygun olan basit ve kolay metodu. Sorunu yeniden ortaya koyacağım, duygularımı yeniden açıklayacağım ve bu açıklamalarım üzerine, söylevlerimi yalanlayan davranışlarımın bana gösterilmesini bekleyeceğim. Karşıtlarım kendi açılarından cevap vermekten geri kalmayacaklar. Onlar ki her türlü konu hakkında lehte ve aleyhte tartışma yapmak konusunda en mükemmel ustalardır. Onlar fantezilerine uygun bir başka sorun yaratarak kendi tarzlarına göre başlayacaklardır. Kendilerine uygun düşecek şekilde o sorunu sergilemiş olacaklar. Bana daha rahatça ve kolayca saldırabilmek için, benim istemediğim, fakat kendilerinin istediği bir biçimde konuyu ele almaya çalışacaklar. Okuyucunun dikkatini temel konudan ustaca saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar ve benim yenik düştüğümü ileri sürecekler. Fakat ben de kendi üzerime düşeni yapacağım. Bunu yapmak zorundayım ve yapmaya başlıyorum;
‘Bilimde iyi hiçbir şey yoktur. O asla kötülükten başka bir şey yapmaz, zira o tabiatı bakımından kötüdür. Bilim kötülükten ayrılamaz, tıpkı bilgisizliğin erdemden ayrılamadığı gibi. Öğrenim görmüş tüm insanlar daima yozlaşmış, saflığını yitirmiştir. Tüm bilgisiz insanlar ise erdemlidir. Tek kelimeyle, bilim adamları arasında kötülükten başka bir şey yoktur. Hiçbir şey yapmayan insanda da erdemden başka bir şey yoktur.

Bu nedenle bizim yeniden erdemli insanlar olabilmemizin tek bir yolu vardır. Bir an önce bilimden ve bilim adamlarından uzaklaşmak, kütüphanelerimizi yakmak, akademilerimizi de kolejlerimizi de, üniversitelerimizi de kapatmak ve ilk çağların tüm barbarlığına yeniden batmak.’

İşte karşıtlarımın çok iyi bir şekilde yanlışlığını ortaya koydukları şeyler bunlardır. Fakat ben asla ne böyle şeyler söyledim ne de bu yönde tek bir kelime düşündüm. Benim sistemime, bana atfetmek inceliğini gösterdikleri bu saçma doktrinden daha zıt bir şey düşünülemez. Fakat benim söylediğim ve karşı çıkılmayan şey ise şudur:

Söz konusu olan şey, bilimlerin ve sanatların, ahlâkımızı geliştirmemize katkıda bulunacak şekilde ne ölçüde iyileştirilebileceğini bilmektir (Il s’agissait de savoir si le rétablissement des sciences et des arts à contribué à epurer nos moeurs).

Benim yaptığım gibi ahlâkımızın hiç gelişmemiş olduğunu gösterirken sorun hemen hemen çözülmüş durumdaydı. Fakat sorun, bir başka daha genel ve önemli bir sorunu, bilimler kültürünün insanların ahlâkı üzerinde her zaman etkide bulunduğu sorununu dolaylı olarak içeriyordu. Bu, birincisinin bir sonucundan başka bir şey değildir ve ben bu sorunu özenle incelemek istiyorum.

Önce olgularla başlayacağım ve göstereceğim ki, dünyanın tüm insanlarında, öğrenim ve edebiyat zevkinin yayılması ölçüsünde ahlâki değerler de yozlaşmıştır. Ancak bunu söylemek yeterli değildi. Zira daima birlikte gitmiş olan bu şeylerin birlikteliği inkâr edilemese de, birinin diğerine neden olduğu söylenemez. Bu nedenle ben bu zorunlu bağı özenle göstermeye çalışacağım. Ben gösterdim ki, bu noktadaki hatalarımızın kaynağı, temelsiz ve yanıltıcı bilgilerimizle, tüm olgulardaki gerçeği bir bakışta gören en yüksek zekâyı birbirine karıştırmaktan ileri gelmektedir. Bilim, soyut olarak ele alındığında tüm hayranlığımızı hak etmektedir. Fakat insanların saçma bilimi, aşağılanmaktan ve alay edilmekten başka bir şeye layık değildir.’ (La science, prise d’une maniére abstraite mérite toutes notre admiration. La folle science des hommes n’est digne de risée et de mépris).”14

* * * * *

Tamamlıyorum diyeceklerimi…

“Ortalıkta hiç bir gıda kalmadığında halk zenginleri yiyecek,”15 derdi o…

Ve eklerdi: “Aynı zamanda güçlü olan gerçek suçlu, zayıf olan suçsuzu öne sürerek temize çıkarır kendini daima.”
Bugünü; bugünün “kapitalist uygarlığı”nı ne kadar da iyi anlatıyor değil mi?

“İyi de…” mi?
“Xebata zor, divê ku ji ne çêkirina karên ne di wextê xwe de berhev bûna ji xebatên hêsan ve pêk tên/ Zor iş, zamanında yapmamız gereken fakat yapmadığımız kolay işlerin birikmesiyle meydana gelir,” diyen de o idi…

21 Ağustos 2014, Çeşme Köyü.

1 Sebastian Castellio (1551).
2 Jean-Jacques Rousseau, İtiraflar, çev: Serkan Özburun,
Kaknüs Yay., 2008.
3 Uğur Hüküm, “Gerçeğin ve Doğanın Adamı”, Cumhuriyet,
28 Haziran 2012, s. 14.
4 Jean Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin
Kaynağı, çev: Rasih Nuri İleri, Say Yay., 2002.
5 Niall Ferguson, Uygarlık, Batı ve Ötekiler, çev: Nurettin
Elhüseyni, Yapı Kredi Yay., 2012.
6 Jean-Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söy-
lev, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2007, s. 11-17-18-20-21-26-27-28-29-5-9-29-32-33.
7 C. Şengör, “J. J. Rousseau Tartışmalarının Ülkemizdeki Te-
meli”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1334, 12 Ekim 2012, s. 18.
8 Ali Akay, “Genel İrade mi Yoksa Milli İrade mi?”, Radikal,
11 Ocak 2014, s. 15.
9 Celâl Şengör, “Rousseau ve Aydınlanmanın Kararması”,
Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No: 1329, 7 Eylül 2012, s. 18-19.
10 Celâl Şengör, “Jean-Jacques Rousseau: Erdemsiz Bir Bi-
lim ve Akıl Düşmanı”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No: 1327, 24 Ağustos 2012, s. 18.
11 B. Russell: History of Western Philosophy. Routledge,
London 1993, s. 660.
12 Celâl Şengör, “Rousseau’nun Zırvalıklarına Akılcı Bir Kı-
lıf Arama Arzusunun Kökeni”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No: 1343, 14 Aralık 2012, s. 18.
13 Upton Sinclair, Altın Zincir, Çev: Emin Türk Eliçin, May
Yay., 1966.
14 Aktaran: Osman Bahadır, “J-J. Rousseau Kendini Savu-
nuyor”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No: 1331, 21 Eylül 2012, s. 14.
15 L. A. Thiers’in 1895 Fransız Devriminin Tarihi kitabına
göre de J. J. Rousseau’ya ithaf edilen söz.

100. yılında Ermeni meselesi an(la)mak

“Neden” mi? Elias Canetti’nin, “Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır,” (2) vurgusuyla tarif ettiği hâlin resmî ideolojiyle egemen kılındığı coğrafyamızda sermayenin Türkleştirilmesine mündemiç soykırım gerçeğini dillendirmek zordur (ama zorunludur)!

Kolay mı?

T.“C”yi sembolize eden Çankaya’yı bile doğrudan etkileyen bir soru(n)dur söz konusu olan!

“Nasıl” mı?

1921 yılında Çankaya’da tepenin yamacında bulunan bağ evinin ilk sahibi, 1915 tehciri sırasında Ankara’dan ayrılmak zorunda kalan Ermeni Kasapyan ailesiydi!
El koyarken yok eden soykırım, “unutuluşa” mahkûm edilirken; Gabriel García Márquez’in, ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ başlıklı yapıtındaki dediği gibi: “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” (3)

İşte egemen söylemin bugününü betimleyen örnek: “Ermeniler, ölüleriyle yaşamayı bırakarak ve yası bütün hayatlarına yaymaktan vazgeçerek Türklerle/Anadolu Müslümanlarıyla anlaşabilirler. Ermenileri yas ve travmalarla yaşatmaya çalışmak, onları mumyalamaktır,” (4) diyor Ergün Yıldırım…

İkinci örnek de Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu’nun ‘1915 Trajedisini Yüzüncü Yılında Tartışmak: Anlam, Hafıza ve Siyaset’ başlıklı toplantıda açılış konuşması yapan TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi emekli büyükelçi Volkan Vural’dan… “Soykırım”ın politik bir terim olduğunu vurgulayarak TÜSİAD’ın bu terimi kullanmaya karşı olduğunu belirten Vural, “1915 Ermeni tehcirini tanıyoruz ve anlıyoruz. Bu konu bir insanlık sorunu olarak görülmeli. Sorunun doğru bir şekilde çözülmesi Türkiye ile Ermenistan’ın birlikte adım atmasından geçiyor,” diyor! (5)

Evet, egemen cephe meseleyi, kendisi olmaktan çıkarak, önemsizleştirip, “vaka-ı adiye”ye tahvil etmeyi amaçlarken yapılması gereken; “Quis? Quid? Ubi? Quibus auxiliis? Cur? Quomodo? Quando?/ Kim? Ne? Nerede? Ne yardımla? Ne için? Hangi maksatla? Ne zaman?” sorularını “Ama”sız, “Fakat”sız ve yüksek sesle yanıtlamaktır!

2015’İN RESMÎ OKUMALARI

2015, T.“C” için tarihin alt üst edilmek istendiği bir momentken; “Historia vero testis temponun, lux veritatis, vita memoriae, magistra vitae, nuntia vetustatis/ Tarih, geçmişin gerçek şahidi, gerçeğin ışığı, hayatın hafızası, hayatın öğretmeni, yaşlılığın habercisidir,” der Çiçeron…

Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı İbrahim Kalın ve Dışişleri Bakanlığı bürokratları, 6 Haziran 2015’te TBMM’de Dışişleri Komisyonu üyelerine, 2015’e 100. yılına girecek 1915 olaylarının yıldönümüne yaklaşılırken verdikleri brifingde, 100. yılı için hummalı çalışma yürüttüklerinden, Türkiye’nin karşı atağa geçtiğinden, 1915 olaylarını anlatan filmle Ermeni sorununu dünyaya anlatacaklarından, filmin adının, ‘Kalbimdeki Delik’ adını taşıyacağından ve ayrıca Google gibi arama motorlarında Ermeni soykırımı iddialarına karşı Türkiye’nin tezlerini anlatan verilerin girilmesinin sağlanacağından söz ederlerken; Gazi Üniversitesi ile Azerbaycan Büyükelçiliği tarafından düzenlenen ‘Herkes Uyurken: Anadolu’dan Kafkasya’ya Ermeni Zulmü’ başlıklı afiş yarışmasının çağrı metni, Ermenilere dönük ırkçı mesajlarla doluydu!

Metinde yarışmanın amacı, “Ermenilerin Türk Milletine yaptığı soykırım ve katliamları hatırlatmak, Türk Milletine karşı sürdürülen sözde Ermeni Soykırımı iddiaları ile karalama politikalarına dur demek, Türk Milletine karşı yapılan haksızlıkları ve iftiraları göğüsleyen kesimlerin mücadelesine katkı sağlamak, bu mücadelede yalnız olmadıklarını hissettirmek, acıları paylaşmak ve farkındalık yaratarak geniş kitlelere bunu ulaştırabilmek amacı sergiyi planlamış bulunmaktayız,” biçiminde anlatılırken; yarışma metninde, Ermenilerin Türkler sayesinde rahat bir nefes aldığı, 1915’te devletin güvenliği sebebiyle Ermenilerin bazı bölgelere göçe zorlandığı ifade edilirken, I. Dünya Savaşı’nın asıl kurbanının Ermeniler tarafından öldürülen Müslüman Türkler olduğuna dikkat çekiliyor ve de tüm dünyadan sanatçılara seslenilen yarışmanın sonuçlarının açıklanacağı gün ise 19 Ocak 2015, yani Ermeni gazeteci-yazar Hrant Dink in ‘Agos’ gazetesi önünde vurularak öldürüldüğü günün tarihi olduğu ilan ediliyordu!

Sadece bu kadar mı?

Hasan Celal Güzel’in, “Altını çizerek belirtelim ki, Ermeni soykırımı yoktur, Türk Milleti’ne yapılan katliam vardır”;(6) Mehmet Yuva’nın, “Ermeni değil sefilsiniz,”(7) diye -sağdan ulusalcı “sol”a(?)- haykırdığı lanetli tabloda bunlarla da sınırlı kalmıyor!

İşte size yüzü kızarmayan ve “suret-i haktancı” postuna bürünmüş resmî tarihin okumalardan bir kaçı!

“Elbette… İttihatçılar bu yola bir ‘kıyım projesiyle’ durup dururken sapmış değiller. Rus ordularının önünde saha temizliği yapmak üzere silahlanmış Ermeni çeteleri de ölüm ve dehşet saçmışlardı. 100 binlerce Müslüman Osmanlı öldürülmüştü. Bu acı da yüreklerimizde dağlanmış dövmedir. Fakat…
Devlet isyan edene, çete kurana, saldırana hukukun ona verdiği ‘yaptırımları’ uygular. Tehlikeyi önler. Ama…” (8) der Güneri Cıvaoğlu!
“… ‘Tehcir’ başlamıştır, ‘İçişleri Bakanı Talat Bey’in emriyle tehcire başlanmıştır; sürgün de diyebilirsiniz, elbette durup dururken değil!” (9)
“… ‘Tehcir’in sözlük anlamı göç ettirmektir… Yani insanları, bir yerden bir yere zorla göndertmektir! Bir devlet düşünün ki, dört cephede savaş hâlindedir.
Yıllardan beri ‘tebayı sadıka’ diye bildiği bir azınlık, ona isyan etmiş, düşmanla birlik olmuştur. Bu devlet ne yapacaktır? Kendisini korumak için tedbir alacaktır. Osmanlı’nın yaptığı da budur! İsyan edenleri savaş bölgesinden çıkarmış ve yine sınırları içinde bulunan Suriye’ye göç ettirtmiştir,”(10) der Hasan Pulur!

Örnek çok ama uzatmak gereksiz!

Özetle T.“C”nin kara kutusu Ermeni Soykırımıyken; 1915’te aslında soykırım olmadığını ispatlamaya çalışan resmî ideolojinin, diğer etnik ve inanç gruplarında olduğu gibi Ermeniler için de, o günden bugüne “potansiyel düşman” algısı hiç değişmemiştir. Çünkü Ankara’nın resmi ideolojisi, “Ermeni tehciri”ni I. Dünya Savaşı’nın bir teferruatı, savaşın “tabii bir sonucu” kabul eder, aksini düşüneni reddeder, gereğinde mahkemeye çeker, cezalandırır.

Bu bağlamda T.“C” devleti (ve milleti) kanlı geçmişiyle yüzleşmekten uzaktır. Birçok konuda birbirleriyle sık sık dalaşan burjuva partilerinin tamamının ittifak ettikleri tek konu Ermeniler konusunda tarihin inkârıdır. Bir başka deyişle, Ermeni tabusunda hepsi hemfikirdirler. Çünkü Ermeni Soykırımı kolektif bir suçtur!
Bir an anımsayın: Toplumda Hıristiyanlarla ilgili “gâvur”, “kefere” gibi aşağılayıcı laflar çok yaygındır (Hatta dizilerde bazı diyalog yazarları, örneğin “bozuşmak” anlamında “papaz olmak” lafını kullanmakta hiçbir beis görmemektedirler). Yahudiler için “Çıfıt” ve benzeri aşağılayıcı laflar vardır…

Ermeniler için küfürlerin özel bir yeri bulunmaktadır. Mesela daha 2014 yılı seçim kampanyasında dönemin Başbakanı Erdoğan “Affedersiniz Ermeni” diyebilmiştir.
Ermenilerle ilgili aşağılık küfürleri buraya alamam, ancak “Ermeni dölü, Ermeni tohumu, Ermeni gâvuru”nu hatırlatabilirim.

Keza “Artin” adı da Türkün dilinde küfürdür. Örnek mi istiyorsunuz? Kemalistlerin yargılamak yerine (sakallı Nureddin Paşa emriyle) linç ettikleri -Mütarekede İngiliz muhipliği yapmış- gazeteci Ali Kemal’e “Artin Kemal” diyorlardı [Sen hem Ermenileri kitle hâlinde sür ve öldür, hem de bir Ermeni adını sövgü olarak kullan!].

Toplumun Armenofobi’den malûl olduğunu “es” geçemeyiz! Tehcir adı altındaki sürgün ve katliamda zor nedeniyle Müslüman olmuş Ermeniler de “dönme” diye aşağılanırlardı. Türk Tarih Kurumu Eski Başkanlarından (şimdiki MHP milletvekili) Halaçoğlu Alevîlerin bir kısmının tehcirden kurtulmak için İslâmiyeti kabul etmiş Ermeniler olduğunu ileri sürmüştü. Fakat onun asıl söylediği utanç verici şey “Bunların hepsinin isim ve adresleri devlette saklıdır” demesiydi…
1.5 milyon insanı çöllere sürüyorsun, yarısını yolda öldürüyorsun -ya da o koşullara dayanamayıp ölüyorlar-bu felaketten her nasılsa kurtulanlardan bazıları İslâmiyete geçiyorlar ya da kadınlara kız çocuklara el konularak İslâmlaştırılıyorlar, ama o insanları ve çocuklarını, torunlarını fişliyorsun. Bunun da adı uygarlık oluyor.

Soykırım zihniyetinin devam ettiğini Hrant Dink suikastinde gördük. Hrant, Ermeni olduğu için -ve Kemal Paşa’nın evlatlık edindiği kız çocuğu Sabiha’nın (Gökçen) Ermeni olduğunu açıkladığı için- öldürüldü. Suikast üst yapının bütün kanatlarının elbirliğiyle mutabık kalıp işledikleri kolektif bir suçtu.
Sadece Hrant Dink mi? Sevag Şahin Balıkçı isimli bir genç, Kercews (Gercüş) ilçesine bağlı Kozlu’da askerliğini yaparken Nisan 2011’de ülkücü (Alperen) bir jandarma eri tarafından öldürülmüştür. Yargı sürecinin geldiği aşamada mahkeme olayın cinayet olmadığı, kazaen vuku bulduğu hükmüne varmıştır. Hüküm şu anda askeri Yargıtay evresindedir.

Kadıköy’de bir Ermeni okulunda Bilgisayar öğretmeni İlker Şahin’in Caferağa’daki evinde boğazı kesilerek öldürülmesini (Ocak 2013) ve Fatih’te Hamparsun Harutunyan’ın bir kavgada bıçaklanarak ölmesini (Haziran 2014) siyasi cinayet saymasak bile Ermeni düşmanlığının devam ettiği muhakkaktır.
O hâlde 2015’te de değişen bir şey olmadığı gibi, soykırım hâlâ nefret suçları ve cinayetleri biçiminde sürdürülüyor!

TARİH(İ GERÇEKLER) Mİ?

Buradan, “De nihilo nihilum, in nihilum nil posse reverti/ Hiçbir şey yoktan var olmayacağı gibi, var olan hiçbir şey de yok olmaz,” saptamasının altını çizerek; ‘Türk Demokrasi Vakfı’ Başkan Vekili Birgül Bindal’ın, “Tarihteki korkunç olaylardan; utanç duyup bu günlerde bunlar için ‘özür dilemek-diletmeye çalışmak’ ve ajite (kışkırtan) sloganlar atarak acıklı ağıtlarla tarih ve hukuk anlatmak çıldırmanın bir tezahürü değil de nedir? Bu acıklı hikâyeleri ‘gerçek tarihçilik’ diye satmak, duyarlılık adına her yıl aynı günlerde bunları sahnelemek ne kadar tarihsel/bilimsel bir hassasiyettir?”(11) sorusuna geçersek!

Evet, evet “acıklı hikâyeler tarihi gerçek(ler)”dir; Bindal aksini “iddia” etse de; büyük bir felaket yaşandı. Elbette öncesiyle 24 Nisan 1915 miladıyla betimlenen Osmanlı Ermenilerine yönelik kırım, kıyım – bugünün ölçütleriyle- soykırımdan başka bir şey değildir!

Kesin olmamakla birlikte toplamda 235 İstanbullu aydın (gazeteci, avukat, doktor, bilim insanı, sanatçılar, mimarlar, mühendisler, matbaacılık ve yayıncılık işiyle uğraşanlar) 1915 yılının 24 Nisan’ında Çankırı ve Ayaş’a sürgün edilir. Sürgün Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Bey’in (1917-1918 yıllarında Sadrazam ve Paşa olacaktır) 24 Nisan tarihli telgrafı ile gerçekleşir.

Telgraf talimatı Erzurum, Adana, Ankara, Aydın, Bitlis, Halep, Hüdavendigar (Bursa), Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Konya, Mamuretülaziz (Harput vilayeti, Elazığ), Van valiliklerine ve Urfa İzmit, Bolu, Canik (Samsun), Karesi (Balıkesir), Kayseri, Niğde, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib (Afyonkarahisar) ve Maraş mutasarrıflıklarına (mutasarrıflık: sancak) gönderilir.

Bir ay sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde ise “Tehcir Kanunu” olarak anılacak olan “Vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler için ciheti askeriyece ittihaz olunacak tedabir hakkında kanun-ı muvakkat” adlı dört maddelik kanun yürürlüğe girecektir.

Tehcir, o tarihte Osmanlı toprağı olan Suriye sancağına, yine bugün Suriye sınırları dahilinde olan Der Zor sancağına ve Musul vilayetine olacaktır. O tarihte Osmanlı Ermeni nüfus neydi, tehcir kararının uygulamasıyla ne oldu?

Yanıtı Murat Bardakçı’nın ‘Talat Paşanın Evrak-ı Metrukesi’ (12) başlıklı yapıtı ile Ara Sarafian’ın “Talat Paşa’nın Ermeni Soykırımı Raporu”nda (13) bulmak mümkün!
Murat Bardakçı’nın kitabının 109. sahifesinde sayılar çok net olarak yer alıyor. Sözgelimi Ankara’da 1914 yılında yaşayan 44 bin Ermeni nüfus, tehcir sonrasında 31 bin azalarak 12-13 binlere düşüyor. Sivas vilayetinde 141 bin Ermeni nüfustan sadece 8 bin civarında nüfus kalıyor.

Bursa’da (Hüdavendigar) 59 bin Ermeni nüfustan 2 bin civarında Ermeni nüfus kalıyor. Tehcirin yoğun olarak uygulandığı Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Trabzon ve Elazığ’da tehcir kararı sonrası hiç Ermeni nüfusun kalmadığı görülüyor.

Ermeni nüfusun gönderileceği/ gönderildiği Der Zor’da 7 bin, Suriye’de 39 bin, Musul’da 7 bin ve Halep’te 27 bin Ermeni’nin bulunduğu görülüyor. Hâlbuki Zor, Suriye, Halep ve Musul’a tehcir edilen Ermeni sayısı Talat Paşa’nın kayıtlarına göre 972 bin ile 1 milyon 100 bin civarındadır.

Talat Paşa’nın tehcir zamanı (1915) Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı), sonra da (1917-1918) Sadrazam (Başbakan) olduğunu anımsatarak, belgelerinde tehcir öncesi Osmanlı’da yaşayan Ermeni nüfus, nüfus sayımlarına göre, 1 milyon 256 bin 403 olduğunu; bu rakama da yüzde 30 ilave edilebileceğini belirtir.

Tehcir sonrası 1915 ve 1916 yıllarında yapılan nüfus sayımlarına göre ise Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilerin sayısı 284 bin 157’ye düşmüştür. Talat Paşa bu sayının da 300-400 bin olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Belirtilen durumda resmi rakamlara göre azalan nüfus 972 bin 246 kişidir.

Bu insanlara ne oldu? 100 yıllık sorudur bu, Osmanlı ve T.“C” devletinin yanıtlayamadığı…

Yanıtı tehcire tabi tutulanların anlatımlarında, mektuplarda, fotoğraflarda, raporlarda ve çeşitli belgelerde buluruz. Bilgi edinmek ve empati yapmak için ‘Mavi Kitap’ olarak bilinen ve tanıklıklara dayanan “Osmanlığı İmparatorluğunda Ermenilere Yapılan Muamele, 1915-1916” adlı James Bryce ve Arnold Toynbee, Gomidas Enstitüsü tarafından basılan ve Ara Sarafian tarafından 2009 yılında yayıma hazırlanan kitaba ve Der Zor yollarında ve kamplardaki zulüm için de Raymond H. Kevorkian’ın “Soykırımın İkinci Safhası” kitaplarına bakmak lazım.

Türkiye’nin Ermeni soykırımı konusundaki resmi tezi, inkâr temellidir.

Peki bu kadar insana (Ermeni) ne oldu? İnandırıcı cevap yok. Bu kadar insanın (Osmanlı Ermeni nüfusun) malı mülkü ne oldu? Cevap yok. Bardakçı’nın kitabının 103. sahifesinde Ermeni nüfusa ait maden imtiyazları listesi var; bakırdan kömüre, kurşundan çinkoya, kükürde kadar! Ne oldu sahiplerine ve imtiyazlara? Yanıt yok!

YIKIM/TAHRİP: ANILAR/TANIKLIKLAR
Tekrarlıyorum: Bu insanlara ne oldu? 100 yıllık sorudur bu, Osmanlı ve T.“C” yanıtlayamadığı…
Yanıtı tehcire tabi tutulanların anlatımlarında, mektuplarda, fotoğraflarda, raporlarda ve çeşitli belgelerde buluruz; “Cui dolet, meminit/ Izdırap çeken, unutmaz” saptamasındaki üzere…
Hızla sıralayalım!

Mesela… “7 Ermeni öldürün cennete gidersiniz”, “Ermeni dölü”, “Ermeni” ve “Ermeni oğlu Ermeni” söylemlerinin küfür ve hakaret olarak kullanıldığı Erzurum’da, 1915’teki soykırımdan geriye kalan Ermeni iş yerleri, han, hamam, ev ve kiliseler de intikam alırcasına hâlâ tahrip ediliyor.
Aziziye ilçesi Dadaşkent semtinde bulunan Ermeni Gezköy Kilisesi olarak bilinen Surp Minas Kilisesi kaderine terk edilerek yıkılmak üzereyken; 2012 tarihli kentsel dönüşüm çalışması sırasında, etrafı acılınca gün yüzüne çıkan kilisenin, ilçe sakinleri tarafından o güne kadar ahır olarak kullanıldığı görüldü…
Bununla birlikte Aburnas Kilisesi, Bağbaşı (Bağlarbaşı-Haho) Kilisesi, Demirciler Kilisesi, Hınıs Kilisesi, Kale Kilisesi, Kamhis Kilisesi, Kevank Kilisesi, Meksor Kilisesi, Pancirot Kilisesi, Pernak Kilisesi de restore edilmediği için yok olmak üzere…

Bir şey daha: Nişantaşı Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi’den Yrd. Doç. Dr. Dikran M. Zenginkuzucu’nun verilerine göre, 1914’te İstanbul Ermeni Patrikliği kayıtlarına göre kendi kontrol alanında 200’ü aşkın manastır ve 1600’ü aşkın kilise vardır. Bunların bir kısmı 1915’te tahrip edilirken çoğu daha sonra ve özellikle de Cumhuriyet döneminde tahrip edilmiş, havaya uçurulmuş, ahır olarak kullanılmış ya da camiye çevrilmiştir. Birçok tarihi ve dinsel yer de askeri bölge içine alınmıştır.

1915 öncesi yalnız İstanbul’da değil tarihi Batı Ermenistan’da 2000 civarı okul, her kent ve köyde isimlerini saymak üç cilt dolduracak kadar kütüphane, müzik derneği, hayırseverlik derneği vb. dernekler bulunmakta, çok sayıda gazete, kitap ve çeviri yayınlanmakta, sanat ve mimari eserler ortaya çıkarılmaktaydı. Batı Ermenicesi zengin bir edebiyat ve bilim dili olarak kullanılmaktaydı. Bu süreçte Batı Ermenistan yok edildi…
Bunlara birkaç anı ve tanıklığı da -utanarak!- eklersek:

Halep’te 1922-1927 yıllarında hizmet vermiş ‘Koruma Evi’ne, çoğu seks ve hizmet köleliğinden kaçarak sığınabilmiş bahtı kara 1484 Ermeni kadın, kız ve oğlan çocuğunun hikâyeleri Cenevre’de Cemiyet-i Akvam arşivindedir. Danimarkalı misyoner Karen Jeppe’nin girişimiyle kurulan ‘Koruma Ev’inin kayıtlarından 600’ünün(14) üçü şöyle:

Birincisi: “Urfa Siverekli 30 yaşındaki Elmas Bağsaryan üç çocuğu ve annesiyle sürgün edildiğinde kocası Türk ordusunda askerdi. Sürgün kafilesi Siverek’e ulaştığında artık kucağında taşıyamadığı çocuklarından birisini yolda bırakmak zorunda kaldı. Siverek’e altı saat mesafedeki Cezire kasabasına geldiklerinde çocuklarını taşımaktan bitap düştüğünden ikinci çocuğunu da yolda bırakmak zorunda kaldı. Bu esnada bir Kürt onu köyüne götürdü. Onunla evlenmek istiyordu fakat O korunma talebiyle devlete sığındı. Köydeki bir Türk görevli onu evine götürdü. Onun da niyetinin aynı olduğunu anlayınca büyük hayal kırıklığı yaşadı. Onunla evlendi. Birkaç gün sonra adam son çocuğunu da kendisinden alıp nehre attı. Onu çocuğunun katili ile yaşamak zorunda bırakan hazin bir kaderi vardı. Yedi ay boyunca o memurun evinde mahkûm gibi alıkoyuldu. Daha sonra memur iş için Mardin’e gittiğinde kaçtı ve Savur’a gitti. Orada zengin bir Türk’ün evinde hizmetçi olarak kalabileceği bir yer buldu. Altı yıl burada çalıştı. Bundan yaklaşık iki yıl önce Halep’te olan kocasından haber aldı. Sınırı geçebileceği umuduyla derhâl kaçtı fakat Türk askerleri tarafından yakalanıp Mardin’e geri gönderildi. Orada tarım müdürünün hizmetçisi olup iki yıl daha kaldı. Bir Ermeni rahibin ona maddî yardımda bulunması sayesinde Hasiçi’ye gitmeyi başardı. Oradaki görevlimiz kendisini karşıladı ve onu bize gönderdi.”
İkincisi: “Tekirdağlı 19 yaşındaki Mayrig Arınenag Dudura ebeveyni, erkek ve kız kardeşi ile birlikte Musul yönüne doğru sürüldü. Yolda babası öldürüldü, annesi Araplarca alıkoyuldu, erkek kardeşi hayatını kurtarmak için kaçtı. Kız kardeşi ile kafilenin şehrin dışında kamp kurduğu Musul’a ulaştı. Giderek Arap ve Kürtlerin saldırılarına maruz kaldılar ve kardeşiyle Kürtlerin eline geçti. Mayrig Cebbur aşiretine mensup Sultan el Ali adlı bir adamla oniki yıl yaşadı. Büyüdüğünde efendisi onu bir araba, iki inek ve 12 Türk lirasına değiştirdi. Hasiçi’deki görevlimiz Mayrig hakkında duyum aldı fakat zavallı kıza yardım edemedi. Bir gün tehlikeyi göze aldı ve Savage aşiretinin içine gitti ancak çok geç kalmıştı çünkü kız beş günlük evli idi. Buna rağmen onun kaçışını ve bize gönderilmesini başardı.”

Üçüncüsü: “18 yaşındaki Varde Katçe’nin babası Ermeni katliamlarının başında öldürüldü. Varde Resülayn’a sürüldü. Mardin’li bir jandarma onu evine aldı, birkaç gün tuttuktan sonra onu kendisiyle zorla evlenecek olan bir Türk yetkiliye sattı. (…) Yardım edecek kimsesi olmadığından kendi milletine dönmek istese de kaçamıyordu. Bir keresinde kocası Ankara’ya gitmesi için emir aldı, Varde’yi evde bıraktı ve gitti. Onun yokluğunda bir kaç kez Ermeni rahibi gördü, rahip yardım edeceği sözü verdi. Rahip bir katırcı ile gerekli hazırlıkları yaptı ve onu Hasiçi’deki görevlimize yolladı. Oradan bize gönderildi.”
Bunların yanında tarihçi Ümit Kurt ile gazeteci Alev Er, Paris’teki Nubaryan Kütüphanesi’ndeki araştırmaları sırasında ulaştıkları bir belge, Zabel Yesayan tarafından kaleme alınıp, Paris Konferansı’nda Ermeni Delegasyonu’nu temsil eden Boğos Nubar Paşa’ya sunulan 1915 ve sonrasında Ermeni kadınların maruz kaldığı katliamı anlatan 11 sayfalık rapordur.

Raporda Zabel Yesayan, İttihat ve Terakki yönetiminin savaşın başından itibaren, gayrimüslim milletleri sistematik biçimde imha ettiğini belirtir. Genç kadınların, genç kızların ve çocukların zorla kaçırıldığını, bunların sayısının kesin olmamakla birlikte 200.000’den fazla olduğunu ifade eder. Yesayan, bu kişilerin büyük çoğunluğunun Ermeni olduğuna ve bunun yanında çok sayıda Rum, Süryanî ve Nasturî çocuk ve kadın bulunduğuna da işaret eder. Söz konusu çocuk ve kadınların farklı biçimlerde kaçırıldığını belirttikten sonra, bir sınıflandırma yapar:

“1. Birçok kadın ve çocuk, doğdukları şehir ve köylerden kaçırıldı. Bu sırada komşu Müslümanlar onlara gelip saklamayı önerdi. Yaşadıkları panik sırasında başıboş çocuklar anında kaçırıldı, genç kızlar zorla götürüldü; nitekim Erzurum’da Türk subaylar şehrin önde gelenlerinin kızlarını kaçırdı. Bir Alman subay, Erzurum’un en güzel kızı olan Kalfayan’ı, yollarda sürükleyerek götürdü. Erzincan’da, önde gelen Türkler zengin ailelerin mirasçısı kızları zorla kaçırdı. Trabzon’da sivil ve asker kıyafetli subaylar, şehrin en gözde, en iyi eğitimli kızlarını bir evde toplayıp İttihat ve Terakki üyelerine sundu. Rum Metropoliti’nin evine ya da yabancı kurumlara sığınmış olanlar, aynı amaçla zorla kaçırıldı.

2. İnsanlar şehir veya köyünden uzaklaştırıldıktan sonra erkekleri kadınlardan ve çocuklardan ayırdılar; erkekler acımasızca katledildi, çocuk, genç kız ve genç kadınlarsa caniler tarafından kaçırıldı. Bu onursuz durumdan kaçmayı başaranlar, bu kez de yollarda öldürüldü. Konvoylara refakat eden jandarmalar, onları 1-2 gün yürüttükten sonra bir su kaynağı yanında durduruyor, ama su içmelerini engelliyorlardı. Suya kavuşma izni elde etmenin bedeli, bilmem kaç tane bakire ya da genç kızın kendilerine teslim edilmesiydi. Bu korkunç yöntem sistematik biçimde uygulandı. Özellikle de Kemah-Halep, Konya-Tarsus yollarında ve bir de Fırat boyunlarında.

3. Bu zavallılar herhangi bir toplanma yerine vardığında Kürtler, Çerkezler, Çeçenler ve Rumeli göçmeni Müslümanlar, bunlara göz yuman jandarmanın himayesinde tehcir edilenlerin kampına saldırıyordu. Üzerlerinde ne bulurlarsa alıp götürüyor, elbiselerini bile soyup çıkarıyorlardı. (…) İnfazlar, ötekilere ibret olsun diye, diğer kadınların yanında yapılıyordu.”

Raporda toplu tecavüzler de yer alır. Bir Müslüman tarafından götürülmedikçe ya da satılıp kaderi belli olmadıkça, her kadın toplu tecavüzün muhtemel kurbanıdır.

Yesayan’ın raporundaki belki de en çarpıcı bölüm, bütün bu şiddete maruz kalan Ermeni kadınların tutumuna ilişkin olandır! Yesayan konvoylarda iyi eğitimli, yüksek tabakalara mensup kadınların birçoğu infazlar ilk başladığında intihar etmiştir. Pek çok anne, genç kızlarını Fırat’ın sularına atmıştır. Genç kadınlar yeni doğmuş çocuklarıyla birlikte aynı sulara atlamışlardır: “Pek çoğu delirdi. Aralarından bazıları tecavüzden sonra kaçmayı başardı; bunların çoğu kaçarken öldürüldü. Kimileri de, ki bunların sayısı çok azdı, mütecavizini öldürmeyi başardı. Elde silah kendisini savunanların sayısı hiç de az değildi.”

Yesayan, bu kadınlardan Sivas kökenli bir genç kız olan Matmazel Şahinyan’ın mavzeriyle 10 mermi sıktıktan sonra ancak tüfekle vurularak durdurulabildiğini belirtir. Şebinkârahisar kadınları ise tehcir kararına uyan erkeklerine isyan etmiş, evlerinde ölümü seçmişlerdir. Urfa’nın genç kız ve kadınları, şehirdeki muharebelere katılmıştır. Birçok Urfalı kadın da hasımlarının eline düşmektense zehir içmeyi tercih eder. Birçok bölgede anneler teslim olmaktansa, içinde oldukları evleri, genç kızları ve çocuklarıyla birlikte ateşe verirler.(15)

El özet ‘Agos’ yazarı Pakrat Estukyan’ın ifadesiyle, “1915 Soykırımı’nın faillerini çok net biliyoruz. Bu kararları kimlerin aldığını, bu kararları kimlerin hangi talimatlarla nasıl uyguladıklarını, merkezden başlayarak illere, ilçelere, köylere kadar hangi orduların, kolorduların, bölüklerin neler yaptıklarını bildiğimiz hâlde, bunların komutanlarının neler yaptıklarını bildiğimiz hâlde bu insanlardan hiçbiri mahkûm olmamıştır. Hepsi de daha sonrasında cumhuriyet yönetiminde siyasal faaliyetlerini yine sürdürmüşlerdir.

Meclis’e girmişlerdir. Ya da büyük holdinglerin patronluğuna yükselmişlerdir. Servetler edinmişlerdir. Bu bir çarktır Türkiye’de. Cezasızlık zırhıyla korunarak gelmektedir… Ermeni Soykırımı, Türkiye’nin batı ile organize bir şekilde kotardığı bir şey. Tek başına Türkiye’nin kendi kötücüllüğüne yorulacak bir şey değil. Bu sürecin bütün boyutlarında batının dahli vardır.”(16)

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Ermenilerin 1915’teki olayların yıl dönümü olarak kabul ettikleri 24 Nisan günü ile ilgili twitter mesajında, “Dualar ve düşünceler bugün Ermenilerle… Erdoğan’ın çarpıcı açıklaması küresel ilkeleri teyit ediyor,”(17) diye meseleyi AKP’ye havale edip; Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders, Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na gönderdiği mektupta, 1915 Olaylarıyla ilgili tarihi iddiaların tanımlanmasının Hollanda hükümetinin görevi olmadığını belirtirken;(18) Garo Paylan’ın, her yıl nisan ayında ABD başta olmak üzere batının Ermeni kartını kullanmasına dikkat çekip, bu kartın kullanılmasının Ermenileri derinden yaraladığına vurgulaması, “Bunun vicdansızlık olduğu”nu kaydetmesi boşuna değildir elbet!

SOYKIRIM BAHSİ

Kadim Yunan’da “kabile, ırk” anlamına gelen “genos” ile Latincede “öldürmek” anlamına gelen “cide” kelimelerinin birleşmesinden oluşup, “genocide” olarak literatüre geçen Türkçeye “soykırım” olarak çevrilen kelimenin fikir babası ise Yahudi kökenli Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’dir.
Birleşmiş Milletler’in (BM) 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”nin 2. maddesinde soykırım şöyle tanımlanmıştır:
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”

BM sözleşmesi’nde soykırım uluslararası bir suç olarak tanımlanırken; suç tanımlaması, 19 maddelik sözleşmenin ikinci maddesinde yapılmıştır. “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla” yapılan “öldürme, ciddi fiziksel ya da zihinsel zarar verme, grubun ortadan kalkmasına yol açacak koşulları kasıtlı olarak yaratma, grup içinde doğumları önleme, gruptaki çocukları başka bir gruba transfer etme” eylemleri soykırım olarak tanımlanmıştır.

Bu bağlayıcı bir tanımdır. Anlamı ve kapsamı keyfi olarak ne genişletilebilir, ne de daraltılabilir.
Ötesinde, bu eylemlerin gerçekleşmesi, açık anlatımıyla maddi unsurun varlığı soykırım suçunun oluşması için yeterli değildir. Maddi unsurun yanında bir de suçun manevi unsuru gereklidir. Soykırım suçunu çok özel bir suç yapan da bu manevi unsurdur
Suçun manevi unsuru “bir ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel grubu ortadan kaldırmak” kastıdır. Bu özel bir kasıttır. “Öldürme kastının ötesinde, eylemlerin bir grubu ortadan kaldırmak kastıyla gerçekleşmiş olması gereklidir.”

Şimdi burada bir parantez açıp ekleyelim: “1915 tehcir miydi, yoksa soykırım mı” tartışması resmi Türkçü zikriyattan çıkmıştır. Tehcir denilen uygulamanın yani deportasyonun da insanlık suçu olduğunu öncelikle kaydedip ilerlersek: a) Yapılmış olan BM literatüründe “crime against humanity” denilen insanlığa karşı işlenmiş suçtur, b) Adı etnik temizlik “ethnic cleansing” veya arındırma “purification” şeklindedir.
Yukarıda işaret ettiğimiz üzere 9 Aralık 1948’de kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. maddesi, “Soykırım, bir milli, etnik, ırki veya dini grubu, grup olarak, kısmen veya tümüyle, yok etmek kastıyla, kimi fiillerin işlenmesidir,” der!

Bu tabloda dünyada 22 ülke, ABD’de ise 42 eyalet 1915’i Ermeni Soykırımı olarak tanırken; BM 1915’te Ermenilere yapılanların bir soykırım olduğu yolunda bir karar almış mıdır?

T.“C” hükümeti, yıllardır BM’nin hiçbir komitesinde Ermeni soykırımı konusunda bir oylama yapılmadığını ve bir karar alınmadığını iddia eder durur. Devletimizin sıradan, ilkel yalanlarından birisidir bu.

Benjamin Whitaker’ın, 1985 yılında Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması konusunda Birleşmiş Milletlerin, Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu için hazırladığı raporu Ermeni soykırımından bahseder ve Alt Komisyon’ca oylanarak kabul edilmiştir:(19)
Birinci bölümde Soykırıma ilişkin tarihsel arka plan bilgisi verilir. Kavramın gelişimi ve kapsamı anlatılır. 24’üncü paragrafta ise “Maalesef Nazi sapkınlığı (aberration) XX. yüzyıldaki tek soykırım örneği değildir,” dendikten sonra tarihten bazı örnekler verilir.

Yıl sırasına göre sayılan soykırım örneklerinin başında, Almanların Güney-Batı Afrika’da işledikleri Herero soykırımı (1904) ile Ermeni soykırımı (1915-1916) yer alır.

Whitaker Ermeni soykırımına ayrıca uzun bir dipnot ayırır. Dipnotta, “en az bir milyon [insan], muhtemel Ermeni nüfusunun yarısından fazlası öldürülmüştür” dedikten sonra başvurulacak bazı kaynakları sıralar.

Yapılan oylama sonucu, 14 lehte, bir aleyhte ve dört çekimser oyla rapor kabul edilir. Bu rapora dayanarak, Ermeni soykırımının Birleşmiş Milletler tanımına göre soykırım sayıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.(20)

ERMENİLERİN BUGÜNÜ ve DEVLETİN TAVRI!

‘Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi’nin, 7 Kasım-7 Aralık 2014 tarihleri arasında, 18 yaş üzerindeki kentli ve kırsal nüfustan 1508 kişiyle gerçekleştirdiği ankete göre, 1915’i Türkiye’nin soykırım olarak kabul etmesi gerektiğine inananların oranı yüzde 9.1; 1915’te hayatlarını kaybeden Ermeniler için özür dilemeli ama başka bir adım atmamalı diyenlerin yüzde 9.1; 1915’te hayatlarını kaybeden Ermeniler için üzüntüsünü belirtmeli ama özür dilememeli diyenlerin yüzde 12; 1915’te hayatını kaybedenlerin sadece Ermeniler olmadığını belirtip o dönemde hayatını kaybeden tüm Osmanlı vatandaşları için üzüntüsünü beyan etmeli diyenlerin yüzde 23.5; hiçbir adım olmamalı diyenlerin yüzde 21.3; fikri yok/ cevap yok yanıtını verenlerin yüzde 25.0 oranında olduğu Ermeniler’in bugününe ilişkin olarak birkaç veriyi aktarırsak:

i) “2009 yılında İHD yöneticilerine ve Baskın Oran’a ‘Türk İntikam Tugayları’ imzasıyla “Sonunuz Hrant gibi olacak” diye e-posta gönderen Alper Altuğ, Ermeni soykırımının yıldönümünde Ankara 22. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından beraat ettirildi!(21)

ii) Rafael Altunyan ya da nüfustaki ismiyle Faruk Altınoğlu, Amasya’da yaşayan son Ermeni. Çoğu kimse onun kimliğini farkında değil, çünkü o kimliğini gizleyerek yaşamak zorunda kalıyor. Hissettiği baskı ve ötekileştirmeden dolayı Rafael olan ismini Faruk olarak değiştirip “herkes gibi” yaşamaya çalışıyor. Ermeni olduğunu her yerde söylemiyor, söylemekten çekiniyor. Çocukluğunun geçtiği aile yadigârı eve belediye el koymuş, dedesinin ve babasını mezarlarının olduğu yerde ise şimdi imam hatip lisesi var!(22)

iii) Zeytinburnu Stadyumu’nu da içine alan 42 bin metrekarelik arazi Vakıflar Genel Meclisi’nin kararıyla Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi Vakfı’na verildi. Zeytinburnu Belediyesi karara karşı çıktı. Belediye, arazinin Ermeni vakfına iadesinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürüyor!(23)

iv) Türkiye Ermenileri Patrikhanesi tarafından Sirkeci’de bulunan gerçek adı “Sansaryan” olan tarihi hanın iadesi için açılan davada ret kararı veren İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesi gerekçeli kararını açıkladı. Mahkeme kararında patrikhanenin talebini haksız bulmadı ama yetkisi olmadığı için idare mahkemesini adres olarak gösterdi. Ermeni Patrikhanesi avukatı Ali Elbeyoğlu, hukuki mücadeleye devam edeceklerini ancak davayı kazansalar bile tarihi binayı, 20 yıllığına bir otele kiralandığı için geri alamayacaklarını söyledi!(24)

Evet, her şey “Yeni Türkiye döneminde…” kaydını düşen Raffi A. Hermonn’un özetlediği üzere:

“İstanbul Ümraniye’de bir havuzda, müşterilerden birinin, boynunda haç takıyor diye apar -topar görevlilerce kovulmuş olması (25) unutuldu bile. Devlet erkânından en ufak bir ayıplama olmamıştı. Hem, insan beyni, vicdanı, aklıyla alay eder gibi, 100 yıldır, pardon 8 yıldır Hrant Dink, Sevag Balıkçıyan, Maritsa Küçükyan cinayetlerinin sis perdeleri kalkmadı, Sevan Nişanyan hâlâ hapiste…”(26)

Ya devletin tavrı mı?

12 Eylül darbesinden 3 ay önce “çok gizli” ibaresiyle hazırlanıp, Kenan Evren imzasıyla Haziran 1980 tarihinde tugay ve alay komutanlıklarına gönderilen ‘Türkiye’ye Yönelik İç Tehdit’ başlıklı raporun, ‘Yıkıcı ve Bölücü Faaliyetler’ bölümünde Ermeni meselesinin tarihsel gelişiminin anlatıldığı raporda, “1913’te Ermeni meselesi tekrar gündeme geldi. 1914-1915 yılında Ermeni çeteleri doğu cephesinde devamlı olarak Ruslarla işbirliği hâlindedir. Müslüman – Türk ahaliye saldırılar düzenlenmektedir. Bu şekilde başlayan hareketler 1918 yılına kadar karşılıklı olarak devam etti. Ve Ermeni komitacılarının düşüncesizlikleri ve Avrupa devletlerinin insanlık düşüncesinden yoksun anlayış seviyeleri yüzünden binlerce günahsız sivilin karşılıksız ölümüne sebep oldu,” deniyordu.

Yine 1.5 milyon Ermeni’nin hayatını kaybettiği tehcir olayının mevzuata uygun ve haklı olduğu da ifade edilen raporda, “Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusu Ermenilerin hıyanet ve cinayetlerinin yoğunlaşması üzerine, bunların savaş bölgesi dışındaki yerlere nakledilme zorunluluğu doğmuştur. Bu husustaki uygulama o zaman yürürlükte bulunan mevzuata tamamen uygun olup, haklıdır da. Ayrıca bu dönemdeki Ermeni kayıpları bir buçuk milyon değil 50-100 arasındadır. Bu dönemdeki Türk kayıpları ise çok daha fazladır. Ve olaylar Türklerin olan Osmanlı İmparatorluğu’nda cereyan etmektedir,” deniliyor.

Raporda “tehcirin yasal ve haklı olduğu” tespiti yapıldıktan sonra, Türkiye’deki Ermeni faaliyetlerine ilişkin uyarılara yer verilerek şöyle deniliyor: “Bugün de muhtemeldir ki atalarının Avrupa devletlerinin siyasetine alet oldukları gerçeğini bir türlü kavramayan Ermeni gençler, o dönemin kışkırtıcı yayınlarının da etkisinde kalarak aynı oyunun günümüzdeki piyonları olarak gerçek suçlular yerine günahsız Türk diplomatlarına saldırmakta ve Türkiye’de çeşitli terörist olaylara karışmaktadırlar. Yurdumuzdaki Ermeni miktarı 45 bin İstanbul’da, 15 bin kadar da Anadolu’da olmak üzere 60 bin kadardır. Anadolu’daki Ermeniler Hatay, Mardin, Siirt ve Urfa’da ikamet etmektedirler.”

Raporda İstanbul Ermeni Kilisesi mensuplarının faaliyetleri de ‘sakıncalı’ bulunarak şu değerlendirmeler yapılıyordu:

“Son yıllarda İstanbul Ermeni Kilisesi’nin mensuplarının bir takım faaliyetleri yürüttükleri haber alınmaktadır. 1967 yılından itibaren Doğu Anadolu’daki Ermeniler İstanbul’a göç etmeye başlamışlardır. Bundan Türk-Yunan anlaşmazlığının ve Varto depreminin etkisi vardır. Bu yolla İstanbul’da yoksul Ermeni çocukları Aramyan Uncuyan ve Anarat Hıgutyun okullarında eğitilerek yetiştirilmektedirler. Bu göç esnasında İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi bu insanların yoksulluğunu çeşitli vasıtalarla dünya kamuoyuna iletmek suretiyle konuyu istismar etme gayreti içinde görülmüştür. Patrikhanenin Ermenileri İstanbul’da toplayarak Ermeni varlığını devam ettirmek istedikleri değerlendirilmektedir. Patrikhanenin faaliyetleri meyanında; yoksulların Kumkapı Meryem ana kilisesi müştemilatında barındırılmaları, küçük çocukların yetimhanede yetiştirilmeleri, Ermeni okullarına kaydedilmeleri gösterilebilir. Öte yandan, seçilen bazı öğrenciler Üsküdar Ruhban Okulu’na, Kıbrıs’taki Ruhban Okulu’na ve yurt, dışındaki diğer ruhban okullarına gönderilmektedirler. Ermeniler isimlerini Ermeniceye çevirmek için teşvik edilmekte, cemaat içinde dayanışma çalışmaları arttırılmaktadır.” (27)

Darbe dönemi böyle de sonrası farklı mı? Elbette değil!

Taksim’de bir eylem! Dönemin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ı alarak gelen dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, kürsüden kalabalığa şöyle sesleniyordu: “Katiller Hocalı’da 613 insanın kanını içmişlerdir. Bu kan o günden bugüne yerde kalmadığı gibi bundan sonra da kalmayacaktır”!

Bakanı alkışlayan kitlede kafalarına Ogün Samast’ın Dink’i katlederken taktığı beyaz bereyi geçirmiş gençler şu pankartları taşıyordu: “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”! “Bozkurtlar burada Hrant’lar nerede?” “Dişe diş, kana kan, intikam intikam”! “İşgalcisiniz, katilsiniz, hepiniz Ermeni’siniz”! “Yaşasın Ogün Samast, Kahrolsun Hrant Dink”!

Beyaz Bereliler Agos’a doğru yürüyüşe geçtiğinde ise o semtlerde oturan tüm Ermeni vatandaşlar kapılarını kilitleyerek çocuklarını arka odaya gizlemeye çalışıyorken; İdris Naim, kalabalığa son sözlerini şöyle söyledi: “Türk milleti yeryüzünde barışın, sevginin ve insani değerlerin sigortasıdır. Türk milleti olarak dünyanın hiçbir yerinde insanlık adına utanılacak bir tarihimiz, bir geçmişimiz yoktur”!(28)

Oysa… Osmanlı devletinin temel politikasının, tarihi Ermeni platosunu ve çevresini sistematik bir biçimde “Ermenisizleştirmek” olduğu ve Kürt-Ermeni çelişkisini kışkırtarak Abdülhamit’in başlattığı bu politikayı, Talat Paşa’nın, tamamlamakla böbürlendiğini ve T.“C”nin soykırım inkârcılığı, devletin milli güvenlik politikasının bir parçası olarak yürüttüğünü bilmeyen, duymayan var mı hâlâ?

AKP “ÖZRÜ”

“Nemo potest personam dui fere/ Hiç kimse uzun süre maskeyle gezemez,” gerçeği boylu boyunca karşımızdayken; gelelim AKP’nin özür manipülasyonuna!
Bilindiği üzere Recep Tayyip Erdoğan, 24 Nisan öncesinde Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, İspanyolca, Rusça ve Batı Ermenice ve Doğu Ermenice dillerinde de yayınlanan açıklamasında, “Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar,” derken; Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan’ın, “Uzatılan zeytin dalını görmezden gelemeyiz, atılan ilk adımı cemaatimiz takdirle karşıladı”; Orhan Miroğlu’nun, “Yeni Türkiye’yi, bu hakikâtin bilincinde olan Erdoğan ve Davutoğlu gibi devlet adamları yönetiyor olması büyük ve çok değerli bir şanstır”;(29) Ali Bayramoğlu’nun, “Resmi 24 Nisan taziyesi, kim ne derse desin, devlet dili ve tutumu açısından bir milat oluşturuyor”;(30) Özlem Albayrak’ın, “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi görüşü hâline getirilmiş bir İttihatçı tez daha reddi miras edildi,”(31) zırvalarına sarıldıkları tabloda Bahar Bakır ile Hasan Bozkurt hakikâti şöyle ortalığa döküyor:

“Erdoğan’ın, 1915 olaylarında hayatlarını kaybeden Ermeniler için yayınladığı taziye mesajının ardından Türkiye’nin, Dağlık Karabağ sorununun çözülmesi ve soykırım iddialarından vazgeçilmesi hâlinde, ülkeyi terk eden Ermenilerin torunlarına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi gibi ileri adımlar gelebilecek”! (32)
Oyun tam da bu, yani soykırım gerçeğinin (ve gereklerinin) dillendirilmesinden vazgeçmek!

Kaldı ki Taha Akyol’un, “Erdoğan, 1915 olayları dolayısıyla Ermenilere hitaben bir taziye mesajı yayınladı. Bu tarihimizde bir ilktir… Şimdi, Ermenistan ve Diyaspora söylemini yumuşatmalı, kavga sebebi olan “soykırım” terimi yerine uzlaşılabilir başka kavramlar geliştirmelidir,” (33) satırları da bunu teyid etmektedir!

Kaldı ki Erdoğan’ın, “Bana Gürcü dediler. Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeyler, Ermeni diyen oldu… Bizim ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, ne affedersiniz Rumluğumuz, kaldı”; Davutoğlu’nun, “Bizim için 25 Nisan neyse 24 Nisan da odur,” (34) demelerini nasıl unutup/ unutturabiliriz ki?

‘Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi/ Armenian National Committee of America’nın Başkanı Aram Hamparian, Erdoğan’ın açıklamasını “Uluslararası alanda giderek yalnızlaşan Ankara, inkârı yeniden ambalajladı… Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarla, kolay bir yol seçerek soykırımın sorumluluğundan kaçma girişiminde bulundu,” diye değerlendirirken… (35)
Baskın Oran’ın, “Erdoğan Ermenilere taziyede falan bulunmadı, Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermeniler için de ‘rahmetle anıyorum’ dedi”!(36)
Yavuz Baydar’ın, “Erdoğan’ın ‘affedersiniz’ ve ‘Ermeni’ sözcüklerini yan yana kullandığı, ‘Ermeni lobilerinden para yiyenler’ gözdağını savurduğu ortadayken, ‘şimdi bu vicdan mı, taktik mi’ diye soranları da anlamak lazım”!(37)
‘Demokrat Yargı Derneği’nden Faruk Özsu’nun, “… ‘Medz Yeghern’i yaşamış olan bu insanlar ‘biz’iz ve ‘bizim’ parçamızdır. Başbakan’ın 1915 mesajıda ‘biz ve onlar’ tabirlerini kullanması, kendi halkının bir kısmını ‘dışarıda’ gördüğünü gösterir,”(38) saptamalarına kim itiraz edebilir ki?

YÜZLEŞME ve ÇÖZÜM

Bir çözüme muhtacız. Bunun yolu yüzleşme ve Ermeni taleplerinin koşulsuz kabulüdür. Bunu yapabiliriz.

Tehcir kararı kendisine tebliğ edildiği anda reddetme şerefini gösteren; Kütahya Ermenilerine din değiştirmelerini dayatan, “Ya topluca ihtida edersiniz ve burada kalırsınız ya da tehcir kafilelerine katılırsınız” diyen polis müdürünü görevden alıp, “Ermenilere karşı mezalime Kütahya Türkleri bugüne kadar katılmadı, bugünden sonra da katılmayacak,” diyen Kütahya Valisi Faik Ali Bey gibi…

İttihatçıların hukuksuz ve ahlâksız emri eline gelince “Ben valiyim, eşkıya değilim. Bu işi yapamam” diye Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey gibi…
Ya da Kastamonu Valisi Reşit Paşa’nın, Basra Valisi Ferit Bey’in, Yozgat Valisi Cemal Bey’in, Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’in, Batman Kaymakam Vekili Sabit Bey’in yaptıkları gibi…

Veya Konya’ya yığılan onbinlerce Ermeni’nin hayatta kalmasını sağlayan, bu sürgün kararını uygulamaya direnen (Celal Bey, daha evvel Halep valisiydi. Suriye çöllerine sevkıyatın, katliam anlamına geldiğini çok iyi biliyordu…) Konya Valisi Celal Bey gibi…
Hatırlayın: 1915’teki tehcirde Halep ve Konya valiliği yapan Mehmet Celal Bey, anılarında suçlunun Türkler olmadığını, Ermenileri bu hâle getirenlerden Türklerin de davacı olması gerektiğini belirtiyordu!

Merkezi Umumi Ermeni sevkini milli mefkûre sayarken; Mehmet Celal Bey, ‘mefkure’ yani ‘ideal’ uğruna yapıldığı öne sürülen ‘Tehcir’e karşı, ‘Hangi mefkure’ diye sorar ve yapanlardan, sadece Ermenilerin değil Türklerin de davacı olması gerektiğini söyler.
“Maksat imha idi” kaydını düşen Mehmet Celal Bey ekler:

“Benim vicdani kanaatimce Müslümanlar ve Türkler, bu meselede tamamen berielzemmedir (suçsuzdur). İddiamı birkaç vaka ile aydınlatmak isterim.
Halep’te iken oraya tehcir edilen Ermenilere yerli Müslümanların yardım ettiklerini birçok defalar gözlerimle gördüm…

Tahminime göre en az dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kanı akmış bir milletin feryat ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve biçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketlerinin bugünkü hâlini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim hâline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri başkalarının hukukuna tecavüzle menfaat temin eden mütegallibe, diğeri bu mütegallibenin şu tecavüzleriyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler.”(39)
Evet, evet biz de yapabiliriz.

Doğrudur bugüne kadar yüzleşilme yönünde adım atılacağı yerde, aksine olan bitenin inkârına, karartılmasına ve aynı zamanda bu izlek üzerinden tarih ve hukukun inşa edilmesine tanık olduk, taraf kılındık…

Diaspora Ermenilerinden Beyrut doğumlu sanatçı Anita Toutikian, soykırımda ailesinin neredeyse bütün üyelerini kaybeden büyük ninesi Kohar’ın öyküsünü anlatırken; sadece bir ailede altınların yerini söylesin diye kazıklara bağlanarak öldürülenlerden, karların ortasında donanlardan, tecavüze uğrayanlardan, açlıktan ölenlerden, tepeden atılanlardan, silahlarla öldürülenlerden, soğuktan donan bebeklerden söz edip; “Dünyadaki herkes bu kadının çektiği büyük acıları anlar. Ama bir tek Türkler anlayamadı,” dediği(40) üzere inkârcılık, hiçbir şeyi buharlaştırıp yok etmediği gibi meselenin daha da kangrenleşmesine yol açtı!
Tarihi gerçekleri gölgelemeye çalışmak gibi beyhude bir çabanın, 100 yıldır karanlık maziden kaçmanın yollarını arayanlara Sisifos işkencesini çektirmekten başka bir işe yaramıyor!

Ara Güler’in, Fatih Akın’ın ‘Kesik’ filminin galasındaki “Yaşasın tarih!” sözü herkes kulağına küpe olmalı. Çünkü tarih yaşıyor, yaşayacak. Tam da bunun için 19 Ocak 2015’te ‘Agos’un önüne asılan pankarttaki “Yüzleş” çağrısı, herkesi lanetli tarihten kopup kurtuluşa çağırıyordu; Aris Nalcı’nın, “Gerçek sizleri de bizleri de özgür kılacak,” sözleri eşliğinde!

Bir toplumun kendi hafızasını veya bilinçaltını bir yükten kurtarması, vicdanını temizlemesi ferahlatıcı ve özgürleştirici bir iştir. Ne var ki ister istemez insanların ve toplumların kendilerine yediremedikleri, geçmişlerine ait kusurlarla/günahlarla/suçlarla yüzleşmelerini gerektirir. O nedenle kolay gerçekleşemez. Yüzleşilmesi istenen gerçek korkutucudur, sindirilmesi zordur. Bu konularda başı çekenlerin işleri bu nedenle hiç kolay değildir. Çabaları mutlaka toplumsal ret ve inat duvarına çarpar. Çoğu modern toplumun, uluslaşma adı verilen hayli zorlu, kanlı, şiddetli süreçten geçmiş toplulukların hemen hepsinin dolaplarında bu türden hayaletler, iskeletler bulunur. Almanlarınki Yahudi soykırımı, Amerika kıtasındakilerinki kıtanın yerlilerinin yok edilişi, ABD’ninki kölelik, Fransa’nınki Cezayir diye ilanihaye örnek sıralayabilirsiniz.

Türkiye’ninki Ermeni tehciri/kıyımı ya da dünyanın Türkiye dışında herkesin kabullenişiyle soykırımıdır. “Medz Yeghern” kadim bir milletin acısını büyük bir ağırbaşlılıkla tanımlar.

Yunan mübadelesi ile birlikte Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasının en derin yaraları bırakan, vicdanların içine kâbus gibi yerleşenidir. Diğerinden faklı olarak çok kanlı gerçekleşmiştir. Osmanlı mirasını pek çok açıdan reddeden Cumhuriyet kendi kurucu seçkinleri arasında da Ermeni kıyımından ve malların gasp edilmesinden sorumlu pek çok kişi bulunduğu için konuyu deşmemiştir.
Ama deşilmelidir, deşilecektir de!

Hem de Perihan Ergun’un, “Ermeni soykırımı büyük bir yalandır”;(41) Ferruh Demirmen’in, “… ‘Ermeni Soykırımı’ savı asılsızdır”;(42) Ayşe Kulin’in, “Bir trajedi yaşandığını biliyorum. Ama bu Ermeni soyunu yok etmek için yapılmış hareket değil. Nazilerin Yahudilere yaptığından çok farklı; durduk yere de olmamış”(43) diyerek “Plus peccat auctor quam actor/ Kışkırtan, icra edenden daha suçludur,” saptamasını doğrulayanlara inat!

NİHAYET

Ermeni meselesinde de, “Polorys Hrant enk, polorys hay enk/ Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” haykırışındaki kararlılıkla “Qui quaerit, reperit/ Arayan, bulacaktır”!

Vedat Türkali’nin, ‘Bitti Bitti Bitmedi’ başlıklı yapıtını; “Mahalle, ilkokul, üniversite ve uzun yıllar süren TKP içinde birlikte çalışma onuru kazandığım çektiği bütün işkencelere karşın hiçbir tutuklamada beni ve sorumlu birçok kişiyi ele vermeyen Dr. Haig Açıkgöz’e yürekten sevgi ve borçluluk duygularımla…”(44) ibareleriyle ithaf ettiği direngen ve Mayıs 1915’teki Paramaz ve yoldaşlarının isyancı geleneğine yaslanarak(45) -tekrarlıyorum- bunu yapabiliriz.
Yapmak istediğimiz, yapacağımız şey, Nâzım Hikmet’in “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” dizelerindeki tarihsel haksızlığı ilga etmektir ve edilecektir de elbet…

5 Mart 2015, Ankara.

1 “Herkesin malûmu.”
2 Elias Canetti, Körleşme, Çev: Ahmet Cemal, Sel Yay.,
2015, s. 94.
3 Gabriel García Márquez, Anlatmak İçin Yaşamak, çev: Pı-
nar Savaş, Can Yay., 2005.
4 Ergün Yıldırım, “Ermeni Açılımı”, Yeni Şafak, 27 Nisan
2014, s. 16.
5 “TÜSİAD’dan ‘1915’ Çıkışı”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2014,
s. 13.
6 Hasan Celal Güzel, “Ermeni Soykırımı Yoktur, Türk Mil-
leti’ne Yapılan Katliam Vardır”, Sabah, 25 Nisan 2014, s. 14.
7 Mehmet Yuva, “Ermeni Değil Sefilsiniz”, Aydınlık, 28 Ara-
lık 2014, s. 13.
8 Güneri Cıvaoğlu, “100 Yıllık Sayfalar”, Milliyet, 25 Nisan
2014, s. 23.
9 Hasan Pulur, “Ermeni Sorunu -1-”, Milliyet, 26 Nisan
2014, s. 3.
10 Hasan Pulur, “Ermeni Sorunu – 2”, Milliyet, 27 Nisan
2014, s. 2.
11 Birgül Bindal, “Özür Dile Öp Geçsin”, Yeni Şafak, 24
Nisan 2014, s.18.
12 Murat Bardakçı, Talat Paşanın Evrak-ı Metrukesi, Everest
Yay., 6. baskı, 2013.
13 Ara Sarafian, Talat Paşa’nın Ermeni Soykırımı Raporu,
Gomidas Enstitüsü, 2011.
14 www.armenocide.de/armenocide/orphan-children.nsf!O-
penDatabase
15 “200 Binden Fazla Ermeni’nin Katlini İçeren Rapor, 100
Yıl Sonra Ortaya Çıktı”, T24, 21 Ağustos 2014… www.manaliposta.blogspot.com
16 M. Ali Çelebi, “Agos gazetesi yazarı Pakrat Estukyan:
Rojava’da Yepyeni Bir Işık Doğuyor”, Gündem, 22 Ocak 2015, s. 12.
17 “Kerry: Erdoğan’ın Açıklaması Küresel İlkeleri Teyit”,
Cumhuriyet, 25 Nisan 2014, s. 12.
18 “Hollanda’da Dışişleri Bakanı Koenders’ten Temsilciler
Meclisi’ne 1915’e Mektubu”, Hürriyet, 24 Şubat 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28284265.asp
19 http://www.preventgenocide.org/ prevent/ UNdocs/ whi-
taker/ section2.htm
20 Taner Akçam, “Birleşmiş Milletler 1985 Whitaker Rapo-
ru”, Taraf, 26 Haziran 2014, s. 7.
21 Hasan Akbaş, “Manidar Zamanda Manidar Beraat”, Ev-
rensel, 25 Nisan 2014, s. 3.
22 Mehmet Menekşe, “Bir Mezar Yerimiz Bile Yok”, Cum-
huriyet, 7 Ekim 2014, s. 9.
23 Mert İnan, “Zeytinburnu Stadyumu Artık Ermeni Vakfı’-
nın”, Milliyet, 26 Eylül 2014, s. 16.
24 Canan Coşkun, “Davayı Kazansalar Bile Binayı Alama-
yacaklar”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2014, s. 4.
25 http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=210145
26 Raffi A. Hermonn, “Erdoğan’dan ‘Prematüre’ Bir Tek-
lif…”, T24, 17 Ocak 2015… http://t24.com.tr/yazarlar/raffi-a-hermonn/erdogandan-premature-bir-teklif,11060http://t24.com.tr/yazarlar/raffi-a-hermonn/erdogandan-premature-bir-teklif,11060
27 Mesut Hasan Benli, “Ermeni Tehciri Haklı, Süryanîlere
Dikkat!”, Radikal, 12 Temmuz 2013, s. 12-13.
28 Hayko Bağdat, “Ne Dersiniz Başbakan…”, Taraf, 14 Ocak
2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/ne-dersiniz-basbakan/
29 Orhan Miroğlu, “Diyaspora Ermenileri ve Vatandaşlık Ta-
lebi”, http://haber.stargazete.com/yazar/diyaspora-ermenileri-ve-vatandaslik-talebi/yazi-847176
30 Ali Bayramoğlu, “1915 Karşısında Türk Toplumu (1)”,
Yeni Şafak, 25 Nisan 2014, s. 3.
31 Özlem Albayrak, “Köprüler Atmak Gerek, Köprüler Kur-
maksa Niyet: 1915”, Yeni Şafak, 25 Nisan 2014, s. 17.
32 Bahar Bakır-Hasan Bozkurt, “Karabağ Çözülürse Erme-
nilere Pasaport”, Haber Türk, 25 Mayıs 2014, s. 16.
33 Taha Akyol, “Ortak Acı”, Hürriyet, 24 Nisan 2014, s. 22.
34 Cengiz Aktar, “Ahlâk ve Siyaset”, Taraf, 25 Nisan 2014…
http://www.taraf.com.tr/yazilar/cengiz-aktar/ahlâk-ve-siyaset/29554/
35 “Ermeni Ulusal Komitesi: ‘Ankara İnkârı Yeniden Am-
balajladı’…”, Sesonline.net, 24 Nisan 2014… http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=58313
36 Baskın Oran, “1915 Konuşmasının Tahlili”, Radikal İki,
4 Mayıs 2014, s. 10.
37 Yavuz Baydar, “İstanbul’da 1915 Müzesi Açma Zamanı”,
Bugün, 25 Nisan 2014… http://www.bugun.com.tr/istanbulda-1915-muzesi-acma-zamani-yazisi-1076367
38 Faruk Özsu, “1915: Bir dönemin Sonu”, Radikal İki, 27
Nisan 2014, s. 1-10.
39 Zeki Sarıhan, “Ermeniler Gibi Biz Türkler de Davacıyız!”,
Radikal, 27 Nisan 2014, s. 20-21.
40 Çağdaş Günerbüyük, “1915’ten Beri Yüzyıllık Yalnızlık”,
Evrensel Pazar, 20 Nisan 2014, s. 3.
41 Perihan Ergun, “Ermeni Soykırımı Büyük Bir Yalandır”,
Cumhuriyet, 1 Mayıs 2014, s. 15.
42 Ferruh Demirmen, “… ‘Ermeni Soykırımı’ Savı Asılsız”,
Cumhuriyet, 13 Nissan 2014, s. 2.
43 Armağan Çağlayan, “Artık Dindar Bir Nesil Yetiştiremez-
siniz”, Radikal, 23 Şubat 2014, s. 20-21.
44 Vedat Türkali, Bitti Bitti Bitmedi, Ayrıntı Yay., 2014
45 Mayıs 1915’te (Ermeni toplumunun büyük soykırımı için
çıkarılan “Tehcir Kanunu” aynı gün kabul edilmişti) idam kararları ve 15 Haziran 1915’te İstanbul’da Hınçak Partisi Merkez Komite üyesi Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve partinin 19 üyesinin topluca idam edildi. Uzun tutukluluktan ve 17 günlük hızlı bir yargılamadan sonra 20 Ermeni sosyalisti için 27 Mayıs 1915’te (Ermeni toplumunun büyük soykırımı için çıkarılan “Tehcir Kanunu” aynı gün kabul edilmişti) idam kararları verildi.
15 Haziran 1915 sabahı Beyazıt Meydanı’na kurulan darağaçlarının altında 20’lerin yüzlerine karşı idam fermanları okunurken Paramaz, arkadaşlarına dönerek, “Yoldaşlar, yiğitçe, başımız dik gideceğiz ölüme” dedi. İdam sehpasında ise onları izleyen sivil ve askeri erkâna karşı “Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla… Yarın Ermenilik, ülkenin Doğu’sunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır!” diye haykırdı. Ardı ardına darağacına çıkarılan yoldaşları da benzer şiarları haykırarak Paramaz’ı izlediler.

Bölgesel savaşın yıkıcı sonuçları ve zorunlu göç

ABD’nin ve AB’nin, Afganistan’da başlayarak Irak, Libya ve Suriye’de devam eden savaşın yarattığı sosyal felaketin birinci derecede sorumluları olmanın çok ötesinde, sayıları milyonları bulan göç dalgasının özellikle AB’nin merkez ülkelerine ulaşması sorunun uluslararasılaştığını ortaya koyuyor. Bu bakımdan Ortadoğu’yu işgal edip savaşa yol açanlar aynı zamanda ortaya çıkan bu toplumsal felaketten de sorumludurlar.

Küresel savaşın yarattığı yıkım sonucu milyonları bulan göç dalgasının politik arka planı tahmin edilenden daha derin ve karmaşıktır. İnsanlık tarihiyle birlikte sosyolojik bir olgu olarak ele alınan göç, işgalci güçlerin uluslararası ve bölgesel çıkarları sonucu doğrudan veya dolaylı olarak çıkarttıkları savaşlar sonucu çok önemli oranda politik bir özelliğe büründü. Yakın tarihimize bakıldığında özellikle son yıllardan sonra bölgesel savaşlar biçiminde devam eden çatışmalar sonucu, insanlık tarihin en büyük dramlarından biri yaşanmaya başlandı. Çocukların, kadınları, yaşlı nüfusun göçe zorlandığı ve yüz binlerle ifade edilen ölümlerin gerçekleştiği günümüzün yeni tip jenositleri olarak tanımlanabilecek bir tarihsel kaosla karşı karşıya bulunuyoruz.

Küreselleşme süreci, göç olgusunu çok daha belirgin olarak farklılaştı. Küresel işgalci güçlerin bölgesel çıkarları nedeniyle Afganistan’da başlayan Irak, Libya ve Suriye’de çıkartılan ve bölgesel savaşa dönüşen savaşta yaşamak için ölümde kaçan sayıları milyonlarla bulunan göç dalgasının yarattığı trajediyi hep birlikte yaşıyoruz. Savaş koşullarının zorunlu sonucu oluşan ve bütünüyle ölümde kaçış olan bu göç dalgaları bütünüyle zorunluluğa dayanan sosyo-politik koşulların bir sonucudur. Bugün küresel ilişkilerde bütünüyle sosyal bir patlamaya dönüşen insanlık dramının en büyük olaylarından biri olan Ortadoğu’da yürütülen çıkar savaşının yarattığı kitlesel göç, dünyanın hemen her yerinde etkisini çok daha derinden hissettirecektir.

2007 yılı verilerine göre Irak’ta kesintisizce savaş nedeniyle ülkesini terk edip göçmen mülteci statüsüne dönüşen insan sayısı yaklaşık olarak 3 milyondur. Ayrıca 1,7 milyon kişi de Irak içerisinde yer değiştirmek zorunda kalmış.(1) 6 milyon Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bu Suriye nüfusunun yaklaşık oyarak %26’sını oluşturuyor. Ayrıca nüfusun yarısı ülke içerisinde yer değiştirmek sorunda kalmış.(2)
2014 yılı verilerine göre 59,5 milyon insan, savaş nedeniyle yaşadığı bölgeleri terk etmek zorunda kalmış. Bunlardan 38,2 milyon yerini terk etmek zorunda kalırken, 19,5 milyonu mülteci ve 1,8 milyon sığınmacı statüsünde bulunuyor.(3)
Savaş nedeniyle Suriye’de çıkmak zorunda kalan ailelerin çocuklarından yaklaşık 250 bin çocuk, 360 bin kadın sokaklarda yaşamını sürdürüyor. Kadınların çok önemli bir kısmı zorla satılmakta veya fuhuşa zorlanmaktadırlar. IŞİD, El-Nusra gibi Türkiye tarafından doğrudan desteklenen radikal İslamcı Hareketlerin Rojava’ya yönelik çok kapsamlı saldırıları sonucu bölgedeki Kürtlerin çok önemli bir kısmı topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kobanê bunun somut bir örneğidir. 3-4 ay IŞİD kuşatmasında kalan Kobanê’de yaklaşık 150 bin sivil evlerini terk ederek komşu devletlerde göç etmek zorunda kaldılar.
AB ülkelerine gelip iltica talebinde bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısı yaklaşık olarak 150 bindir.(4)

2015 Mart Verilerine Göre Suriyeli Göçmenlerin Dağıldıkları Ülkeler

Tablo

Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Refugees_of_the_Syrian_Civil_War

Dünyanın 32 ülkesine dağılmak zorunda kalan ve önemli bir kısmının Kürt kökenli olduğu bilinen göçmenlerin sosyo-politik durumu analiz edildiğinde, küresel dünya sisteminin yarattığı savaşa paralel olarak göçün de küreselleştiğinin çok açık bir örneğidir. Dünyanın hemen her yerinde yaşayan toplumsal gruplar, bu küresel bölgesel savaşın sonuçlarından çok daha fazla etkileneceklerdir. Bölgesel küresel savaş nedeniyle oluşan göç, öncelikli olarak yakın bölge ülkelerini etkileyerek yayılmaktadır. Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de yaşanan iç savaş bu gerçeği doğruluyor. Bölgesel savaşın yarattığı göç aşamalı olarak AB’nin tarihsel sınırlarına doğru ilerlemesine rağmen kamuoyuna yansıtıldığı gibi ciddi bir sosyal sorun haline gelmiş değil. Başta Yunanistan, Bulgaristan, İtalya ve İspanya olmak üzere AB merkez ülkelerine doğru yayılan göç, Brüksel’i çok ciddi oranda tedirgin etmeye başladı ve bu sorun karşısında ve bir kısım önlemlerin alınması kararlaştırıldı.
Dışişleri ve devlet başkanları düzeyinde yapılan toplantılarda alınan kararlar, göçün AB sınırlarında tutulması oldu. Özellikle Kobanêli çocuğun kumsaldaki ölüm görüntüsü Avrupa’nın iç kamuoyunda yarattığı tepkiyi hafifletmeye yönelik, sınırlı sayıda göçmenin kabul edilmesi kararlaştırıldı. Böylelikle çıkar savaşları nedeniyle ortaya çıkan göç krizinin esas sorumluları kendileri olduğunu gizlemeye çalışmaktadırlar.

Sorunun bir başka boyutu şudur: Gerçekten AB ülkelerinde göç fazlası mı var? Göçmenler AB ve diğer ülkelerde ciddi toplumsal bir sorun mu teşkil ediyorlar. Özellikle AB’nin göçmene ihtiyacı var mı? Bu sorulara verilecek doğru yanıt, bugünkü göçmen krizinin doğru anlaşılmasına hizmet edecektir.

Dünya nüfusu 7,3 milyar civarındadır. Buna paralel olarak Birleşmiş Milletlerin 2014 yılı raporuna göre ise dünya genelinde toplam göçmen sayısı 214 milyondur.(5) Göçmen kökenli nüfusun ancak yarısı iş gücü olarak aktiftir ve bunlar içerisinde de ancak %30’u düzenli olarak üretim sürecinde yer almaktadır.

Küreselleşmenin kapitalist ekonomik sistemde meydana getirdiği değişiklikler sonucu, AB’nin merkez ülkeleri olarak bilinen Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya yani AB’nin G-5’leri, bu süreç içerisinde çok yoğunluklu olarak ‘yeni’ tip göçmene ihtiyaç duymaya başladılar. Kapitalist üretimin genel karakteristik özellikleri dikkate alındığından bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğu çok açık olarak görülür. Kapitalistleşme süreci ile göç olgusu, aynı zamanda artı değerin elde edilmesi bakımından önemli bir işleve sahip olduğu biliniyor. Avrupa kapitalizmin ilk gelişme merkezi olması nedeniyle burjuvazinin oluşturduğu ve gelecekte oluşturacağı göçmenlik politikasının merkezi olmaya devam edecektir. Bu reel durum egemenlerin istemleri dışında tamamen küresel kapitalist ekonomik sistemin stratejik bir parçası olarak şekillenecektir.

1990 yılı verilerine göre Avrupa’da yaşayan göçmen sayısı yaklaşık olarak 49 milyon, 2014’da ise bu oran 72,5 milyon olarak verilmiş.(6) AB ülkelerinden doğmuş olup her hangi bir ülke vatandaşı olanlar veya sonradan ülke vatandaşlığına geçenler bu rakamların dışında bulunuyor. AB sınırları içerisinde yaşayan ve bulunduğu ülkelerin vatandaşlıklarına geçenler dahil olmak üzere göçmen kökenli nüfus yaklaşık olarak 160 milyondur.

Özellikle AB devletlerinin iç politik gündemini işgal eden göçmenler, sanıldığı gibi söz konusu ülkelerin sırtında hiçbir yük oluşturmuyorlar. AB kapsamında göçmen kökenlilerin AB’nın GSMH yıllık katkısı 100 milyar euro’nun üzerindedir.

AB’nin G-5’leri olarak bilinen devletler her yıl daha fazla göçmene ihtiyaç duymaktadırlar. AB’nin önde gelen gelişmiş küresel kapitalist ülkelerinin ihtiyaç duyduğu kalifiye işçi oranı son 15 yılın en üst seviyesine ulaşmış bulunmaktadır. Sadece Almanya’nın, nitelikli iş gücünü yeterince karşılayamaması nedeniyle ekonomik kaybı 5 milyar euro civarındadır.
Göçün bir boyutu ve öncelikli olarak ön plana çıkan yönü, ucuz iş gücünü temsil etmesi ve küresel tekeller için azmi karın oluşmasında en önemli kaynak olarak görülmesidir. Öyle ki savaşlar sonucu topraklarını terk etmek zorunda kalan kitlelerin adımlarını attıkları ilk devletlerde ‘göçmenlere yardım’ adı altında ucuz işgücü olarak kullanılmakta, iliklerine kadar sömürülmektedirler. Bugün Türkiye’ye gelmek zorunda kalan 2 milyonun üzerinde göçmen, ucuz iş gücü merkezi olarak görülmekte ve kullanılmaktadır.

Küresel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu göçmenliğin bugünkü gelişme eğilimine paralel olarak 2030’lu yıllarda dünya çapında 600 ile 750 milyon arasında bir göçmen topluluğunun oluşacağı tahmin edilmektedir. Bu oran AB ülkelerinin, ABD ve Kanada’nın toplamından fazla bir rakamı oluşturuyor. Bu düzeyde bir göç hareketi sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültüre ve sosyal özellikleri bakımından da çok önemli etkiler yaratacaktır. Küresel göçün yoğunlaşarak artması, tek tek ülkeleri kapsayan uluslardan, bölgesel veya kıtasal uluslara geçiş sürecini etkileyecek en önemli faktörlerden biri olacaktır.

Sonuç

Ortadoğu savaşının yıkıcı sonuçları göçe zorlanan toplum üzerindeki yıkıcı etkisi tahmin edilenden çok derin ve sarsıcı etkileri olacaktır.  Zorunlu ve plansız göç, kişiyi tarihsel köklerinden koparmakla kalmaz, aile ve toplumsal yaşantısını alt üst ederek sosyo-psikolojik sorunların en uçta yansımasına yol açar. Bu gerçek durumun aşılması uzun yıllara yayılacaktır. Ancak, toplumsal desteklerin verilmesiyle bu zorlu süreçlerin nispeten daha az bir sancıyla aşılması mümkündür.
Bir kez kendi topraklarında kopup göç etmek zorunda kalan toplumda geriye dönüşler beklenilenin çok altında olacaktır. Bu sosyolojik bir realiteyi bilmeden göç eden toplulukların şu veya bu politik-toplumsal argümanla suçlanması son derece yanlıştır ve hiçbir kazanımı olmayacaktır.
Henüz Avrupa’da net hissedilmeyen ancak Antep, Urfa, Adana, Mersin, İstanbul gibi mega kentlerde sokaklarda yaşamını sürdürmek zorunda kalan ve aynı toplumsal değerlere ve kültüre sahip olduğumuz savaş mağduru göçmenlerin trajik durumunun kanıksanması, sıradanlaşması insanlık değerlerimizin geldiği noktayı yansıtıyor. Birey, sosyal grup ve örgüt olarak hemen her kesimin kendilerini sorgulaması gereken bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Dr. Mustafa Peköz

1) https://en.wikipedia.org/wiki/Refugees_of_Iraq
2)http://www.dailymail.co.uk/news/article-2409632/Syria-civil-war-worlds-biggest-refugee-crisis-2m-people-forced-flee.html#ixzz3mJGM1Ncq
3) http://unhcr.org/556725e69.html
4) http://syrianrefugees.eu/?page_id=513
5) http://esa.un.org/migration/p2k0data.asp
6) http://esa.un.org/migration/p2k0data.asp

Ankara katliamı, Suriye ve mülteci olmak

Bu katliam elbette ki, Erdoğan/AKP iktidarının egemenliğini korumak ve sürdürmek için neler yapabileceğinin bir göstergesi sayılabilir. IŞİD’li cihadistler tarafından Ankara’nın merkezinde gerçekleştirilen bu saldırıyı, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye politikasından bağımsız değerlendirmemek de gerekiyor. 7 Haziran seçim sonuçlarını hazmedemeyen ve başkanlık sistemi hayalleri gerçekleşmeyen Erdoğan/AKP iktidarı, hatırlanacağı gibi 20 Temmuz Suruç Katliamı ile Kürdistanda bölgesel bir iç savaş başlattı. Dolayısıyla, 1 Kasım Seçimleri’nde iktidarın istediği sonucu elde edemediği takdirde, ülke genelinde neler olabileceğinin olasılıkları da 10 Ekim Katliamı ile gün yüzüne çıkmıştır diyebiliriz.

Ankara’da patlayan bomba, -amaçlandığı üzere- milyonlarca insan için büyük bir tedirginlik ve korku yarattı. Bombanın yarattığı şok dalgası, kimi kesimlerde Erdoğan/AKP iktidarının ülkeyi nereye sürüklediğini daha fazla sorgulamaya iterken, kimi kesimlerdeyse Kürt düşmanlığının daha da derinleşmesine yol açtı. Toplumsal adalet ve eşitlikten yana olan kesimleri hedefleyen Ankara Katliamı, böylelikle hiç kimsenin bombaların uzağında olmadığının ve her an herkesin bunun hedefi olabileceğinin düşünülmesine neden oldu.

Tıpkı bir zamanlar Suriye halklarının da düşündüğü gibi…

Fakat bu gibi olaylar hakkında sadece düşünmek ve bunlara dair yorumda bulunmak yeterli olmuyor. Eyleme geçmek ve yaratılmak istenen duruma müdahale etmek gerekiyor. Seyirci kalınan her gelişme, Suriye örneğinin hiç de uzağında olmadığımıza işaret ediyor.

Muhtemelen, iç savaş ve işgal başlamadan önce Suriye halkları da böyle bir durumu yaşayacaklarına ihtimal vermiyorlar; Irak, Afganistan veya Libya’daki gelişmeleri kendilerinden uzakta olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Erdoğan/AKP iktidarının Suriye dış politikası ve bunun bir uzantısı olan devlet imkânlarıyla IŞİD’in desteklenmesi süreciyle, iç savaş ve işgal, Suriye halklarının beklemediği bir şekilde kendi gerçekleri olmasına yol açtı. Dahası bu durum büyük bir yıkıma neden oldu. Suriye halkları uzun zamandan beri yaşamlarını cehenneme çeviren ve çok sayıda insanın ölümüne yol açan bir iç savaşın içindeler. Milyonlarca insan mevcut durumdan kaçmak ve daha iyi bir hayat kurmak için ülkelerini terk ederek, hedefleri Avrupa’ya ulaşmak olan sonu belirsiz bir yolculuğa çıkıyorlar. Kısacası savaştan sağ kurtulmak için yaşadıkları yerleri terk edenler, hayatlarına mülteci olarak devam etmek zorunda kalıyorlar.

Peki, mülteci olmak aslında ne demektir?

Sadece Suriyeli mültecilere dair haberlere göz attığımızda bile, bu sorunun cevabını hemen bulabiliriz. Mülteci olmak yollarda her türlü kötü muameleye maruz kalmak demektir. İnsan kaçakçılarının insafına terk edilmek, küçücük botlarda denizi geçmeye çalışırken boğularak ölmek demektir. Mülteci kamplarının zor koşullarında katlanmak, varılan Avrupa ülkelerinde en iyi ihtimalle kapitalist sermayeye ucuz iş gücü olmak demektir.

Tam da bu noktada, liberal ideologlar devreye girer. Avrupa uygarlığının(!) insan hakları savunuculuğu kimliğine bürünerek, mültecileri bir ‘sorun’ olarak değerlendirirler. Buna dair söylemler geliştirirler. İnsanların mülteci olmasına neden olan savaşları sorgulamaksızın, Avrupa’nın emperyalist politikalarının üstünü örtmek adına “insanların savaştan, açlıktan, yoksulluktan ölmesindense kaçıp kurtulmalarını” dillendirirler. Böyle bir mantık yürütmenin, gerçekte ‘kaçıp kurtulmanın’ ne olduğunun anlaşılması durumunda, halkların çıkarlarından yana olmadığı görülecektir. Zira liberallerin emperyalist politikaları aklama amaçlarıyla birlikte, Avrupa’yı insan haklarının kalesi ve yardımsever devletlerden oluşan bir birlik olarak gösterme çabaları, aslında ‘savaşların, açlığın ve yoksulluğun’ kimler tarafından yaratıldığının da gizlenmesine hizmet eder. Liberaller “kalıp ölmek, kaçıp kurtulmak” ikilemi yaratarak, direniş ihtimalinin göz ardı edilmesine yol açıyorlar. Çünkü halkaların örgütlenerek direnişine geçmesi, kendi kaderlerini ellerine alarak irade göstermeleri sömürücü devletlerin çıkarlarına ters düşer.

Suriye’deki iç savaş ve işgalden kaçanların mülteciye dönüşme süreçleri, ‘daha iyi bir hayat kurmanın’ ya da ‘savaştan kurtulmanın’, kaçış seçeneği dışında başka herhangi bir seçeneğin olmadığının dillendirilmesi, tüm bunlardan dolayı yanlıştır. Doğrusu ‘savaştan kurtulmak’ halkların tek kurtuluş seçeneği olan sosyalizm için örgütlenmek, direnmek ve mücadele etmektir.

Dolayısıyla Suriye’deki iç savaş ve mülteci durumunun, bizim de geleceğimize dönüşmemesi için, savaşı isteyen ve körükleyen güçlere karşı birlik olmamız ve kolektif bir direniş göstererek bu sürecin önüne geçmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, büyük bir yıkım ve vahşet girdabına sürüklenileceği aşikârdır. Bu gerçekliği görmezden gelenlerin, bunun için çaba sarf etmekten kaçınanların, duyarsız kalıp gündelik hayatın içinde kaybolanların, yarının mültecileri olması büyük bir ihtimaldir. o

Ümit Ağgül
22.10.2015, dinesteyiz2.org

Recep Tayyip Erdoğan: Zincirinden boşanmış terörist*

Erdoğan rejiminin hipotezi; terörist saldırının sorumlularının IŞİD veya PKK olduğuydu, ki bu fikir tüm NATO görevlileri ve Batı kitlesel medyası tarafından görev bilinerek tekrar edilmiştir. En son iddiaları ise saldırıyı, Türk hükümetinin, Suriye sınırındaki Suruç’ta 33 genç Kürt yanlısı eylemcinin ölümüyle sonuçlanan önceki bombalama eylemini mal ettiği IŞİD üyesi bir Türk’ün kardeşinin yaptığı yönünde.

Alternatif bir hipotezse, ki Türkiye muhalefetinin çoğunluğunca da seslendirilen budur; Erdoğan rejiminin doğrudan veya dolaylı olarak, terörist saldırıya dâhil olduğu, veya saldırının yapılmasına izin verdiğidir.

Her bir hipotezi değerlendirmede, bu ikisinden hangisinin, ölümlere yol açan olgulara en iyi nedenleri oluşturduğu ve kargaşadan kimin kârlı çıktığını açıklamaktır.

Yaklaşımımız, Ankara katliamından önce gelen ve ona eşlik eden, çeşitli şiddet eylemlerini incelemek şeklinde olacaktır. Özellikle Kasım ayında gelen seçimlerin ışığında, hem kurbanların hem de Erdoğan rejiminin, bunların siyasi idare anlayışlarını inceleyeceğiz.

Ankara Bombalı Terör Saldırısının Öncülleri

Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde, Erdoğan rejimi sivil toplum eylemlerinin sıkı bir biçimde önlenmesine girişti. Yoğun polis saldırısı 2013’te, İstanbul’un merkezinde, hükümet bağlantılı iş çevrelerine karşı Taksim Gezi Parkı’nı savunan 8 göstericinin ölümüne ve 8500 çevreci ve eylemcinin yaralanmasına sebep olan büyük bir toplumsal eylemi açığa çıkardı. Mayıs 2014’te, Soma’da Erdoğan destekçilerinin sahibi olduğu bir madende yaşanan patlamada 300’den fazla maden işçisi öldü. Ardından gelen gösteriler devlet tarafından şiddetle bastırıldı. Önceden devlet elinde bulunan maden, 2005 yılında Erdoğan tarafından özelleştirilmişti; pek çok kişi rejim destekçilerine olan satışın meşruiyetini sorgulamıştı.

Sivil gösterilere yapılan bu vahşi polis saldırılarının öncesi ve sonrasında, binlerce memur ve kanaat önderi Gülen hareketi denilen yasal İslami sivil örgütün destekçileri oldukları iddiasıyla Erdoğan rejimi tarafından tutuklandı, kovuldu ve soruşturmaya alındı.
Yüzlerce gazeteci, insan hakları eylemcisi, yayıncılar ve diğer medya çalışanları; Erdoğan kabinesinde yüksek seviyedeki yolsuzlukları eleştirdiği için Erdoğan rejiminin emri üzerine tutuklandı, kovuldu ve kara listeye alındı.

Erdoğan rejimi bir İslami tarikat yöneticisinin elinde gücü yoğunlaştırmak için laik muhalefetin üzerindeki baskıyı yükseltti. Bu durum özellikle hükümetin Suriye’deki cihada gitmek için Türkiye’ye akın eden cihatçı aşırıcılar ve paralı askerlere olan desteğini derinleştirmesinin ardından bu hale geldi.
Suriye’deki silahlı ayaklanmanın başından itibaren, Türkiye, Suriye’ye giren silahlı İslami teröristlerin (SİT) ana antrenman sahası, silah deposu ve giriş noktası oldu. Erdoğan rejimi SİT’leri Suriye ve Irak’taki Kürtlere -ki Kürt savaşçıları Kuzey Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını özgürleştirmiş ve Türkiye Kürtlerine öz yönetim noktasında örnek olmuştur- saldırması, mal mülküne el koyması ve yok etmesi için yönlendirmiştir.
Erdoğan rejimi vahşi Suudi monarşisine SİT’leri silahlandırma ve finanse etmesine katılmış ve özellikle Şam’daki laik hükümete ve Bağdat’taki Şii rejime karşı şehir terör savaşı noktasında eğitmiştir. Erdoğan’ın düşmanlarının bulunduğu veya Suudi hedeflerin, özellikle de laik Kürtlerin, solcuların, sendikacıların ve İran’la müttefik Şiilerin bulunduğu alanların bombalanmasında uzmanlaştılar.

Erdoğan rejiminin Suriye’ye müdahalesinin sebebi, Türk etkisini yaymak (Neo-Osmanlıcılık) ve Kuzey Suriye ve Irak’taki başarılı Kürt otonom devlet ve hareketlerini yok etmekti.

Bu amaçlarla, Erdoğan dört politikayı birleştirdi:

1) Çeçenistan ve Libya’yı da kapsayacak biçimde, Türkiye’nin tüm dünyadaki İslami teröristlerin desteklenmesine ve yetiştirilmesine yönelik desteğini geniş oranda arttırdı.

2) Bu unsurların Suriye’ye geçişlerini kolaylaştırdı ve onları Kürt bölgelerindeki şehir ve köylere saldırmaya sevk etti.

3) PKK’yle olan barış müzakerelerini keserek militan Kürtlere topyekûn bir savaşı tekrar başlattı.

4) Yasal, laik, Kürt yanlısı parlamenter partisi olan, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelik üstü kapalı bir terörist saldırı örgütledi.

Erdoğan rejimi Türkiye toplumunun İslamcılaştırılmasını devam ettirmek, derinleştirmek; Suriye ve Türkiye’nin içinde bulunan Kürt bölgelerine kendi Türk egemenlik anlayışını yansıtmak için diktacı güçlerini sağlamlaştırma arayışına girdi. Buna yönelik hırslarını ve uzun erimli hedeflerini gerçekleştirmek için, Erdoğan’ın yönetimini rakip güç odaklarından arındırması gerekiyordu.

İşe, laik ulusalcı Kemalist askeri figürlerin hapse atılması ve ihraç edilmesiyle başladı. Temizliğine Gülen örgütünden olan eski destekçileriyle devam etti.
HDP’nin büyümesinden dolayı genel seçimlerde çoğunluğu yakalamayı başaramamasının ardından, sistematik bir terör kampanyasına girişti. AKP yandaşlarından oluşturduğu sokak güruhlarıyla HDP bürolarına saldırtıp, bunları yaktırıp, çalışanlarına saldırttı. Erdoğan’ın terör kampanyası, Suriye’de yer alan ve Erdoğan tarafından desteklenen IŞİDçiler tarafından kuşatılmış bir şehir olan Kobanê’deki İslami teröristlere karşı direnen savaşçılara ve Suriyeli Kürt mültecilere yardım etmek üzere Suruç’ta bir araya gelen solcu gençlik toplantısının 2015 Temmuz’da bombalanmasıyla doruk noktasına ulaştı. 33’ün üzerinde eylemci katledildi, 104 kişiden fazlası yaralandı. Bombalamayı öncesinden bilen iki gizli istihbaratçı veya polis, PKK tarafından sorgulanıp infaz edildi. Geniş çevrelerce devlet destekli olduğuna inanılan katliama yönelik bu misilleme, Erdoğan’ın Kürtlere tekrar savaş açması için bir bahane oldu. Erdoğan vakit kaybetmeden hem silahlı hem silahsız Kürt hareketlerine savaş açtı.

Erdoğan rejimi Suruç terörist saldırısını IŞİD intihar bombacılarının yaptığını teşhir ederken, rejimin IŞİD’le bağlantısını yoksaydı. Geniş çaplı bir soruşturma başlattığını duyurdu fakat aslında olan hiçbir netice alınmayan, göstermelik bir toplama ve serbest bırakma işlemiydi.
Şayet IŞİD’in Ankara katliamında parmağı varsa, bunu Türk İstihbaratı komut ve yönlendirmeleriyle, Başkan Erdoğan’ın emri altında yapmıştır.

Suruç Katliamı: Ankara İçin Bir Elbise Provası

Suruç Erdoğan’ın üç ay sonra Ankara’da gerçekleştirdiği katliam için bir ‘elbise provası’ niteliğindeydi.

Bir kez daha ana hedef Kürt muhalefet partisi HDP ve önemli ilerici sendikalar, meslek örgütleri ve savaş karşıtı aktivistlerdi.

Erdoğan bir kez daha, kendisinin bağlantılarını kabullenmeden IŞİD’i suçladı. Belirli olgular Türk devletinin suç ortaklığına işaret etmektedir:

1) Bombalar neden katliam alanının içerisindeki polis ve istihbarat merkezlerine değil de silahsız göstericilerin ortasına yerleştirildi?

2) Erdoğan’ın polisi neden saldırının hemen arkasından göstericilere acil tıbbi yardımı önledi ve yardım etmeye çalışanlara saldırdı?

3) Hedef alınan gruplardan olan liderlerin, bağımsız araştırmacıların ve temsilcilerin saldırı alanını incelemelerini neden engelledi?

4) Erdoğan yasal siyasi kampanua yürüten Kürtlere karşı şiddetli biçimde şoven sokak gösterilerini teşvik ederken PKK’den gelen ateşkes teklifini neden dakikasında reddetti ve geniş bir askerî operasyon başlattı?

5) Cenazelerde polis yas tutanlara neden saldırdı?

Terör Saldırılarından Kim Fayda Sağladı?

Terör saldırıları Erdoğan’ın ani ve uzun vadeli stratejik siyasi hedeflerine ulaşmasına fayda sağlamıştır, başka kimseye değil!

Her şeyden önce, HDP’den, savaş karşıtı solculardan ve sendikacılardan aktivistleri öldürdüler. Katliam sonrasında HDP’ye karşı yapılan şiddetli devlet saldırıları,Erdoğan’ın Türkiye anayasasını değiştirerek diktatöryal güçlerini elde edebilmesi için gerekli olan seçim çoğunluğunu sağlama alma şansını artırdı.
Ikincisi, (1) Türkiye Kürtleri ile Suriye Kürtleri arasındaki bağları zayıflatmak; (2) ilerici Türkiye sendikaları, laik meslek grupları, barış aktivistleri ve Kürdistan Demokrasi Partisi (KDP) arasındaki ilişkileri koparmak; (3) sağ kanat aşırı milliyetçi Türk sokak çetelerini HDP’nin seçim bürolarına saldırmak üzere harekete geçirmek; (4) demokrasi yanlısı aktivistlere ve ilericilere gözdağı vermek ve Erdoğan’ın ülke içinde iktidarı ele geçirmesine ve Suriye’de müdahalede bulunmasına muhalif kesimleri susturmak amaçlanmıştı.

Sivil toplum örgütlerine ve siyasi muhalefet partilerine seri halinde yapılan şiddetli saldırılardan, terör saldırılarının yolunu açacak biçimde bağımsız devlet yetkililerinin tasfiyesi ve tutuklanmasından kim sorumludur? Cevap Erdoğan’dır.

Suruç ve Ankara terrorist saldırılarına giden yolda İstanbul ve diğer illerdeki Kürt Mahallelerinde bombalama ve şiddet kampanyasının arkasındaki kim midir? Cevap Erdoğan

Sonuç

Başlangıçta Ankara’daki terrorist saldırı ile ilgili olarak iki hipotezi karşı karşıya koyduk: Erdoğan rejiminin -Türk devletinden bağımsız bir güç olarak- IŞİD’in ya da hatta PKK’nin Türk ve Kürt sivil örgütlerindeki eylemcileri vahşice katletmekten sorumlu olduğu yönündeki hipotez ile Erdoğan rejiminin saldırıyı tezgahladığı yönündeki karşıt hipotez.

Iki hipotetik şüphelinin saikleri, eylemleri, fayda sağlayıcıları ve çıkarlarını gözden geçridkten sonar, olgulardan mantığını bulan ve en detaylı şekilde nedenleri açıklayabilen hipotez Erdoğan rejiminin istihbarat ajanları yoluyla katliamların planlaması ve düzenlenmesinden doğrudan sorumlu olduğudur.
Tamamlayıcı bir hipotez de infazın -bombaların yerleştirilmesinin- bir IŞİD teröristi tarafından, ancak Erdoğan’ın polis örgütünün kontrolü altında yapılmış olduğu yönündedir.
20 Ekim 2015

* http://petras.lahaine.org/?p=2059, Çeviri: Göksel Kılınç

Unutmayacağız, unutturmayacağız: Şahit ol Ankara Garı!

Pierre Assouline’in, “Batıl inançla güçlendirilmişse, alışkanlıklar beklenmedik rotalar çizer”;(2) Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada”; Samuel Beckett’in, “Böyle bir dünyada insan gülmeye cesaret bile edemiyor artık. Sadece tebessüme imkân var,” sözleriyle betimlenebilecek Ankara -garı- katliamını; dehşet, hüzün ve ille de affetmeyen öfkeyle lanetlerken; Bertolt Brecht’in, “Kalkın ey insanlar, dik durun, haykırın tüm gücünüzle, bitsin bu kanlı oyun,” haykırışındaki kararlılıkla, minnetle eğiliyoruz anıları önünde Onların/Ölümsüzlerin…

* * * * *

Evet, öfkeliyiz! Nasıl olmayalım? Ankara’da katliam oldu; Ankara’yı kana buladılar!

Tarih: 10 Ekim 2015… Saat: 10.04… Yer: Ankara Tren Garı’ydı…

Katliamın nedeni: İnsanların “Savaşa Hayır Barış Evet” demek için bir araya gelmiş olmasıydı…

Faili (Kim (mi) Yaptı?): Tarihe “Katliam”, “Kitle Kırımı” olarak kaydedilecek Ankara Barış Mitingi’ne saldırının faili katil devletti.
Bu katliam da Roboskî, Reyhanlı, Soma, Diyarbakır, Suruç vd’leri gibi AKP iktidaarı döneminde gerçekleştirildi…

Yeni evli bir çifti, baba ile 9 yaşındaki oğlunu, 80’lerinde bir teyzeyi, bıyıkları ağarmış bir işçiyi, bebesi bir yaşını yeni doldurmuş bir avukatı, üniversite öğrencisi genç kadınları, erkekleri ve biz(ler)e Behçet Aysan’ın, “giderken kazağını unutma/ ölüler de üşür ölüler de/ son konuşmamız bu/ güz geldi,/ düştü yaprak,” dizelerini terennüm ettiren İsmail Kızılçay yoldaşımızı katlettiler.

“Devletin saldırısı,”(3) diyen Selahattin Demirtaş haklı; zaten bunu bilmeyen mi var!

Resmi rakamlara göre ölü sayısı 95, yaralı sayısı ise 256’dır. Demirtaş’ın açıklamasına göre ölenlerin sayısı 128’i bulmuştur.(4)
* * * * *
Faşizm/ faşistler yine en iyi bildiği şeyi yaptı! Faşizm/faşistlerin en iyi bildikleri şey katliamdır…

Daha birkaç gün önce Rize’de miting yapan mafya babası Sedat Peker, “Oluk oluk kan akıtacağız” minvalinde konuşmamış mıydı? Ve de, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı desteklemenin vatanseverliğin kendilerine yüklediği bir misyon olduğunu ifade etmemiş” miydi?(5)

“Quis custodiet ipsos custodes/ Bekçilere kim bekçilik edecek?” sorusunun her daim gündemde olduğu coğrafyamızda; devlete göre, “Casus a nullo praestantur/ Olaydan kimse sorumlu değil”ken; gar önündeki pankartlardan birisinde, “Ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı” yazıyordu!

O pankartı taşıyan gencecik çocuklara kıydılar; Ankara’yı kana buladılar! Tıpkı 5 Haziran 2015’de Diyarbakır’da, 19 Temmuz 2015’de Suruç’da yaptıkları gibi!

* * * * *

George Orwell’ın, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçekleri söyleyenlerden o kadar nefret eder,” sözünün altını çizerek ekleyelim: Bu bombalar Ümit Kardaş’ın “Kutsal zorba devlet”(6) dediği şiddet tekeline, Hobbes’un “Leviathan” diye betimlediğine aittir.

Suruç’tan sonra şimdi de Ankara… 7 Kasım 2015 seçimlerinden 48 saat önce Diyarbakır’daki HDP mitingini kana bulayan saldırı ve 19 Temmuz 2015 Suruç’unda 33 gencecik insanın bedenlerini paramparça eden bombalar gibi bunlar da Saray’ın saltanatı sürsün; miadını doldurmuş iktidarları devam etsin diye atılmıştır.
Bu bombalar “Bir güvenlik zafiyeti yoktu,” diyen İçişleri Bakanı’nın zihniyetince, tüm insanlığa atılmıştır!

Kimse IŞİD bahanesine sarılmasın. Yıllar boyu kim(ler) besleyip kolladı IŞİD’i? Ondan vazgeçtik, AKP’nin devleti, “terör örgütü” dediği her oluşuma, DHKP-C’ye, PKK’ye, hatta “Fethullahçı terör örgütü”ne operasyon üzerine operasyon düzenlerken, siz güvenlik güçlerinin IŞİD’e kaç operasyonunu gördünüz? Tabii bir de şu var, kim, hangi güvenlik gücü kovuşturacak IŞİD’i? Onu eğitip donatan askerler mi, Cizre’de halkın üzerine “Yaşasın IŞİD!” diye haykırarak ateş açan çevik kuvvetler mi?

Demirtaş’ın verdiği ilk tepkide, “Saldırı, Diyarbakır ve Suruç’un tıpatıp benzeri ve devamı… Görüntüleri izleyin, polis patlamanın olduğu yere gaz atıyor. Patlamanın ardından olay yerine ilk olarak ambulans değil, çevik kuvvet ekipleri geliyor. (İktidara hitaben) Senin emrindeki polislerin cenazeleri taşıyanlar gaz atıyor. Diyarbakır’da da benzerini yaptılar… İstihbaratın imkânlarının bu kadar güçlü olduğu bir devlette bunun bilgisinin olmaması mümkün mü?” diye haykırması haksız mı?

Devlet olmayı sadece etrafa korku salmak olarak anlayanlar, üç kişi bir araya gelse anında TOMA’yı harekete geçirenler… Koca bir yürüyüşün güven içinde gerçekleşmesini sağlayamadılar!

* * * * *

‘Die Junge Welt’ yazarı Dr. Nick Brauns’un, “Erdoğan gerilim üzerine bir stratejiyi dayandırıyor. Bir korku ortamında kendini ulusal bir kurtarıcı olarak sunmak istiyor. Bugün Erdoğan’ın sürekli ateşe benzin döktüğü bir durumla ilişki içindeyiz”;(7) Murat Belge’nin, “Kıyamete doğru” (8) diye betimledikleri güzergâhta Ankara katliamının gerçekleşmiş olmasında “şaşırtıcı” bir şey de yoktu aslında…

Örneğin Demokratik Toplum Kongresi Eş Genel Başkanı Hatip Dicle’nin, “Bu tür katliamların amacı tüm diktatörlerin dünyada gerçekleştirdikleri gibi halkı, demokratik çevreleri sindirmek amacıyla yapılmıştır. Faillerin kim olduğu bizce malumdur”; (9) Demirtaş’ın, “Bu saldırı… devlet tarafından halka karşı gerçekleştirilmiştir,” (10) dedikleri tabloda unutulmaması gereken, Selçuk Kozağaçlı’nın, “Devlet içerisinde çete olmaz, kapitalist devlet zaten bu işler için oluşturulmuş oligarşik bir çetedir!” saptamasıdır…

Coğrafyamızda daha önce sayısız katliam gerçekleştiren katiller sürüsü, son olarak Ankara’da “işbaşında”ydı; son birkaç ayda Diyarbakır’da başlayıp Suruç, Varto, Silvan, Yüksekova, Cizre, Hani ve diğer birçok il ve ilçede uygulanan katliamlar zinciri, Ankara’da doruk noktasına ulaşmış ve Maximillian Popp ile Christoph Reuter’ın, “Türkiye iç savaşa mı?” (11) sorusuna yol açmıştır!

Evet “400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün” açıklaması eşliğinde hızla daha da karanlık bir döneme doğru gidiliyorken, asla unutulmasın/ unutturulmasın: Ankara’daki katliam sivil halka karşı bir savaş suçudur; insanlığa karşı suçtur. Çünkü bu katliam savaşta ısrar edenler tarafından, savaşa karşı barış eylemine katılanlara karşı yapılmıştır! Ve şimdiden ilan edelim – “dostlar alışverişte görsün” nev’inden bir soruşturmadan sonra, unutuluşa terk edilecektir.

Bunun böyle olmuş olmasının, binlerce tarihi kanıtı vardır; çok uzağa gitmeden Ayşe Hür’ün, “Gerçek failleri yıllar sonra ortaya çıkan ama faillerin cezasızlık geleneğinden yararlanan bazı örnek olaylar aktaracağım,” notuyla eklediği üzere:

“Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca kamu görevlilerinin, siyasilerin ‘sorumsuzluğu’ konusunda geniş bir külliyata sahibiz. Sadece son yıllarda Roboskî, Reyhanlı, Soma, Ermenek, Diyarbakır, Suruç ve daha nice katliamın ne failleri, ne sorumlularını öğrenebildik. Bakalım bu sefer farklı olacak mı? Bakalım bu olayın gerçek failleri ortaya çıkarılabilecek mi?.. Mesela 1. Mardin-Başyurt, Açıkyol ve Pınarcık katliamları… 2. Güçlükonak-Çevrimli Katliamı… 3. Midyat-Tinate Katliamı… 4. Başbağlar Katliamı” (12) gibi!

* * * * *

Üç-dört ay içinde Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarının yaşatıldığı bir kesitte, diyeceklerimizi toparlarsak: 34 ölüsüyle Roboskî, 54 ölüsüyle Reyhanlı, 18 ölüsüyle Ermenek, 301 ölüsüyle Soma, 33 ölüsüyle Suruç, ve 128 ölüsüyle Ankara… Sorumlusu kim bunların?

Bu katliam(lar)ın faturasını kim, nasıl ödeyecek? (Lütfen verecekseniz bu sorunun yanıtını verin; zırvalarla uğraş(tır)mayın artık!(13) )
Elbette eşkıya(lar) dünyaya hükümdar ol(a)mayacak!

“Yel kayadan ne götürür?” Kürt atasözünü anımsayarak; “Nil desperandum/ Hiçbir şeyde ümitsizliğe düşmemeli” diyerek; M. Gandhi’nin, “İnsanlığa karşı umudunuzu kaybetmemelisiniz. İnsanlık bir okyanustur, içindeki bir kaç kirli damla okyanusu da kirli yapmaz,” sözüne kulak vererek; hep birlikte haykıralım Edip Cansever’in dizelerini, bizden koparılan yoldaşlarımız için: “Güç iştir çünkü/ bir tarihi insan gibi yaşamak/ bir hayatı insan gibi/ tamamlamak güç iştir.”
İşte tam da bu nedenle unutmayın/ unutturmayın: “Yalnızca sevgi ve ölüm her şeyi değiştirebilir,” diye haykırır Halil Cibran…

Unutmayın/unutturmayın: “Mori licet, cui vivere non placet/ Yaşamayı sevmeyen, ölmesini bilir”…

Unutmayın/ unutturmayın: “Tehlikeleri yenmek için tehlikeleri göze almak gerekir,” gerçeğinin altını ısrarla çizer Benjamin Franklin…

Unutmayın/ unutturmayın: “Homo totiens moritur, quotiens amittit suos/ İnsan kaç kere yakınlarını kaybederse, kendi de o kadar ölür”…

Nihayet asla unutmayın/ unutturmayın: “Diktatörler öldürüldüklerinde çok geç kalınmıştır, olayın tek özrü budur,” der E. M. Cioran…

Yüzden fazla dostumuzu, yoldaşımızı, kardeşimizi yitirdik; elbette iyi değiliz, elbette iyi olmayacağız; elbette unutmayıp unutturmayacak, elbette hesabını soracağız!

Boyun eğmeyecek, teslim olmayacağız!

Hayır; “Nihil lacrima citius arescit/ Gözyaşından daha çabuk kuruyan bir şey yok” uyarısını “es” geçmeyecek ve gözyaşlarına teslim olmadan, sığınmadan öfkeleneceğiz!

Varsın gözümüzde artık bir damla yaş kalmasın; bu kez failimiz hep meçhul kalmasın diye öfkeleneceğiz; öfkemizi toplumsallaştırarak kralın çıplak olduğunu haykıracağız!

Kâğıttan kaplan olduklarını, güçlü görüntülerinin altındaki çaresizliği ilan edeceğiz; büyülerini bozacağız!

V. İ. Lenin’in, “Yoldaşlar! Sağlam durun, birlik olun ve kendinizden emin olun. Düşmana korkusuzca saldırın. Zafer bizim olacak!”; İbrahim Kaypakkaya’nın, “Bırakın yakınmayı, olan oldu yoldaşlar. Yeniden dizin safları, yarın yine kavga var!”; Emiliano Zapata’nın, “Halka adalet yoksa, hükümetle barış olmasın,” uyarıları eşliğinde yine haykırmaya devam edeceğiz: Sizin saltanatınızı da, sırça saraylarınızı da tüm zulüm düzenleri gibi tarihin çöplüğüne göndereceğiz.
Tescilli katiller ne yaparlarsa yapsınlar; onların zulmü karşısında, “Bitmedi daha sürüyor o kavga/ ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” ısrarıyla elinizden geleni ardınıza koymayacağız…

Özgen Seçkin’ce, “Karanlığı yaratanlar/ Kovulur elbet kovulur/ Bıçak darbesi yaralar/ Sarılır elbet sarılır./ Bir barış güzellenmişse/ O diyar hedeflenmişse/ Bu halklar kenetlenmişse/ Varılır elbet varılır,” diyerek; Hitler’ler/ Mussolini’ler ile “barış” yapmasının mümkün olmadığını unutmayıp/ unutturmayacağız…
Şahit ol Ankara garı!

12 Ekim 2015 11:48:55, Ankara.

Sibel Özbudun – Temel Demirer

1) Nâzım Hikmet.
2) Pierre Assouline, Lutetia, Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Yapı
Kredi Yay., 2007, s. 64.
3) Mahmut Lıcalı, “Devletin Saldırısı”, Cumhuriyet, 11 Ekim
2015, s. 9.
4) HDP, Ankara Garı önünde meydana gelen patlamada haya-
tını kaybettiğini öne sürdüğü 120 kişinin ismini açıkladı: “Abdülkadir Uyan, Abdullah Erol, Abdulselam Çetin, Ahmet Elhadi/Alkhadi, Ali Kitapçı, Ali Deniz, Ali Deniz Uzatmaz, Ayşe Deniz, Azize Onat, Başak Sidar Çevik, Berna Koç, Bilgehan Karlı, Bilgen Parlak, Binali Korkmaz, Canberk Bakış, Derici Erbasan, Dicle Deli, Dilan Sarıkaya, Dilaver Karharman, Ebru Mavi, Ekin Aslan, Elif Kanlıoğlu, Emin Aydemir,Emine Ercan, Emir Ercan, Emre Karataş, Ercan Adsız, Eren Akın, Erol Ekici, Fatma Esen, Fatma Karabulut, Fatma Eşe, Fatma Karakurt, Fevzi Sert, Feyat Deniz, Gökhan Akman, Gökhan Gökbölü, Gökmen Dalmaç, Gözde Aslan, Gülbahar Aydeniz, Gülbahar Aydın, Gülhan Elmascan, Güney Doğan, Hacı Kıvrak, Hacı Mehmet Şah, Hakan Dursun Akalın, İbrahim Atılgan, İdil Güney, İhsan Deniz, İsmail Kızılçay, İzzettin Çevik, Kasım Otur, Kemal Tayfun Benol, Kenan Mak, Korkmaz Tetik, Kubilay Ankara, Kübra Meltem Mollaoğlu, Leyla Çiçek, Mehmet Ali Kılıç, Muhammed Zakir Karabulut, Meryem Bulut, Mesut Mak, Metin Peşman, Metin Kürklü, Muhammet Demir, Murat Orçun Çalış, Necla Duran, Nevzat Sayan,Nilgün Çevik, Nizamettin Bağcı, Nurgül Çevik, Onur Tan, Orhan Altıntaş, Osman Ervasa, Osman Turan Bozacı, Özver Gökhan Arpaçay, Ramazan Çelik, Ramazan Çalışkan, Ramazan Tunç, Resul Yanar, Rıdvan Akgül, Sarıgül Tüylü, Selim Örs, Serdar Gül, Sevgi Öztekin, Seyhan Yaylagül Yıldız, Sezen Vurmaz Babatürk, Şebnem Yurtman, Şirin Kılıçalp, Tekin Aslan, Umut Tan, Uygar Coşkun, Vahdet Öyke, Vahdettin Uzgan, Vedat Erkan, M. Veysel Atılgan, Yılmaz Elmascan, Yunus Derice, Ziya Saygın, Aycan Kaya, Orhan Işıktaş, Ramazan Çalış, Nevzat Özbilgin, Cemal Avşar, Mehmet Teyfik Dalgıç,Nurullah Erdoğan, Abdülbari Şenci, Bedriye Batur, Filiz Fatma Batur, Sevim Şinik, Hasan Baykara, Niyazi Büyüksütçü, Ümit Seylan, Gazi Güray/Güral, Ahmet Katurlu, Serdar Ben, Mehmet Hayta, Adil Gür, Sabri Elmas, Erhan Avcı.” (“HDP, Saldırıda Ölen 120 Kişinin İsmini Açıkladı”, Radikal, 11 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/hdp-saldirida-olen-120-kisinin-ismini-acikladi-1449648).
5) Muhammet Kaçar, “… ‘Organize Suç Örgütü Lideri’, ‘Te-
röre Lanet’ Mitingi Yaptı!”, Radikal, 10 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/organize_suc_orgutu_lideri_terore_lanet_mitingi_yapti-1448933
6) Ümit Kardaş, “Kutsal Zorba Devlet”, Taraf, 10 Ekim
2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/kutsal-zorba-devlet/
7) Burak Soyer, “Nick Brauns: Ortadoğu ve Türkiye Uzmanı
Brauns: Erdoğan Ateşe Benzin Döküyor”, Birgün, 26 Ağustos 2015, s. 10.
8) Murat Belge, “Kıyamete Doğru…”, Taraf, 6 Ekim 2015…
http://www.taraf.com.tr/yazarlar/kiyamete-dogru/
9) “Hatip Dicle: Faillerin Kim Olduğu Bizce Malumdur”,
Milliyet, 11 Ekim 2015… http://www.milliyet.com.tr/hatip-dicle-faillerin-kim-oldugu/siyaset/detay/2130292/default.htm
10) “Demirtaş: Taziye Sahibi Devlet Değil Halkımızdır”, Ra-
dikal, 10 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/demirtas_saldiri_devlet_tarafindan_halka_yapildi-1449229
11) Maximillian Popp-Christoph Reuter, “Tayyip Erdoğan’ın
Tehlikeli Oyunu: Türkiye İç Savaşa mı?”, Birgün, 10 Ağustos 2015, s. 12.
12) Ayşe Hür, “Yakın Tarihimizden Katliamlar ve İtiraflar”,
Radikal, 11 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/yakin_tarihimizden_katliamlar_ve_itiraflar-1449380
13) “1 Kasım oy verme günüdür, hiçbir kötü kastın tertibi kar-
şısında da, 1 Kasım’da oy verileceği gerçeği değiştirilemeyecektir! Hatırlayalım, dün (10 Ekim 2015-yn.) sabah barış diye halay çekenlerin arkasında patlayan bombanın görüntüsünü; ‘inadına barış’, ‘inadına halay’ sesine, ‘inadına seçim’ -evet- çığlığını ekleyelim”! (Tarhan Erdem, “1 Kasım Yemini: İnadına Seçim”, Radikal, 11 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tarhan_erdem/1_kasim_yemini_inadina_secim-1449208).

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...