Ana Sayfa Blog Sayfa 249

1 Kasım seçimleri: Önce rehin al, sonra oyunu alırsın…

2 Kasım sabahı, “parti-devletin” bazı gazete manşetleri şöyleydi: “Sandığın kararı, “Sandık devrimi”, “Muhteşem zafer”, “Hocanın zaferi”, “Ezdi geçti”, “Türkiye kazandı”, “Kasım devrimi”, “Millet rengini belli etti”, “Ümmetin gözü aydın”… Aslında seçim sonuçları herkesi şaşırttı. Kimse böyle bir sonuç beklemiyordu. Seçimlere dair genel değerlendirme de, “halkın istikrarı seçtiği” şeklindeydi… Demek ki, bir istikrarsızlık durumu vardı ve halk bu duruma son vermek istiyordu, o yüzden AKP’yi iktidara taşımıştı… Eğer ortada bir istikrarsızlık var idiyse, bu doğal afet türü bir şey olmadığına göre, insânî-sosyal bir şey olduğuna göre, söz konusu istikrarsızlığın bir faili olması gerekirdi. İstikrarsızlığı yaratan 13-14 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti olduğuna göre, “halk istikrasızlığı yaratan AKP’yi seçti” denmesi gerekirdi…

Türkiye’de 69 yıldır tam bir sirk oyunu olan bir demokrasi oyunu oynanıyor. Halk bu sefil oyunun figüranı, nesnesi. itilip-kakılanı. 4 yılda bir önüne bir sandık konuyor, gidip o sandığa oy atıyor. Mülk sahibi egemen sınıfların kurdurduğu partilerden birine oy veriyor. Ve bu öylece sürüp gidiyor. Bir de seçimlerin demokrasinin “vazgeçilmezi” olduğu, her seçimden sonra demokrasiye daha çok yaklaşıldığı söyleniyor. Sanırsınız ki, Türk demokrasisi zaferden zafere koşuyor…
O halde üç şey: Birincisi, “Batı demokrasisi” veya “temsili demokrasi” denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok. Amacı kitleleri aldatıp-oyalamak olan, oligarşiler tarafından sahnelenen bir oyun. Siz bir rejime demokrasi dediniz diye demokrasi olması gerekmiyor. Netice itibariyle söz konusu olan bir “seçim ve temsil” yanılsaması… Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmiyor. Siyasi partiler kendilerini seçenleri değil, başkalarını temsil ediyorlar. Kimi temsil ettikleri de bir sır değil; ikincisi, seçimler demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. Bu dünyada seçimlerin demokrasi doğurduğu görülmemiştir; Ve üçüncüsü de, burjuva parlamentosuna girenin oradan “sağ çıkması” mümkün değildir. Orası öyle bir yerdir ki, içine aldığını mutlaka kendine benzetir… Eğer öyleyse, politika yapma etkinliğini gericiliğin timsâli olan parlamentolara hapsetmenin abesle iştigal demek olduğunun bilinmesi gerekiyor… Eğer gerçekten demokrasi diye bir derdimiz olacaksa, -ki, mutlaka olmalıdır- mücadeleyi oligarşilerin ‘korunmuş alanlarınının’ dışına taşımak zorunluluğu var. Aksi halde, kurallarını başkalarının koyduğu, başkalarının kurguladığı oyuna dahil olmakla bir yere varılamaz. Sürekli aldatılma-oyalanma girdabından çıkmak mümkün olmaz.
Gerçi, “Batı demokrasisi” denilenin demokrasiyle pek bir ilgisi yok ama onun kötü bir kopyası olan Türkiyedeki pratik tam bir facia… Batı’da “temsili demokrasi” denilenin bir dizi koşulu içermesi, kapsaması gerekiyor: İşte, çok parti olacak, zira tek partinin olduğu yerde seçimin bir varlık nedeni kalmaz. İfade (düşünce) ve basın özgürlüğü olacak, örgütlenme özgürlüğü olacak, seçimler belirli aralıklara (4-5 yıl) tekrarlanacak, güçler ayrılığı olacak, devlet dinî kurumlardan ayrışacak, aynı şekilde siyasi parti de devletten ayrı olacak… Bizde bu şekil şartlarından kısmen ikisi mevcut: Çok parti var ve zaman zaman araya giren askeri darbeler sayılmazsa, seçimler belirli aralıklarla yenileniyor… Gerçek durum böyle ama parti-devletin sözcüleri ve akıl hocaları, Türkiyenin dünyanın ‘en demokratik’ ülkesi olduğunu söylemeye devam ediyorlar. Onların dışında kalanlar da: “Türkiyedeki rejimin demokratik bir rejim olduğunu ama bazı eksikleri olduğunu” söylüyorlar… Türkiye’de düşünce özgürlü yok ve hiç bir zaman da olmadı. Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anası olduğuna göre, bu, örgütlenme özgürlüğünün de en azından güdük olmaması demektir. Kuvvetler ayrılığının esamesi okunmuyor… Bırakın dinin devletten ayrılmasını, şimdilerde Hilafet Makamını” ihya etmek için yoğun bir çaba harcanıyor. Parti-devlet söz konusu olduğu için devlet-siyasi parti ayrımı da çoktan ortadan kalkmış durumda…

Eğer böyleyse, o zaman seçimler neye yarıyor? Mülk sahibi sınıfların partilerinden hangisinin 4 yıl boyunca yöneteceğini belirlemeye yarıyor. Sömürü, yağma ve talanın kimin emir ve komutasında sürdürüleceğini tayin etmeye yarıyor. Fakat verili durumda, özellikle de neoliberal küreselleşme vahşetinin geçerli olduğu koşullarda, iktidar olan siyasi partinin “beteri daha beter etmesi” kaçınılmaz… Oysa, iktidar değişimi beterin beterinden betere dönüş umuduyla yapılıyor. O umudun ve beklentinin bir karşılığı yok… Beterin beterinden kurtulmak artık mümkün değil…

Lâkin 1 Kasım (2015) seçimlerinde bir yenilik oldu, Bu sefer insanlar beterin beterine oy verdiler. Seçim sonuçlarının herkesi yanıltan taraf da bu idi… Bizde ve her yerde siyaset aldatmak demektir. Demokrasi oyunu, bir aldatma-oyalama şeklinde yol alıyor. AKP, 7 Haziran-1 Kasın arasında baskıyı, şiddeti ve terörü tırmandırarak, korkutarak insanları rehin aldı. Bir kere rehin alınca da artık oyunu almak kolaydı… Elbette oyunu bu kadar kolay oynayabilmesinde muhalefetin basiretsizliğinin de önemli bir rolü oldu. MHP’nin ‘istemezükcü’ bağnaz tavrı, karşı tarafın işini kolaylaştırdı. Elbette o süreçte PKK’nin katkısı da önemliydi. Elbette PKK’nin katkısı olmadan da amaca ulaşmak gayet mümkündür. Zira “gerekli olduğunda” şiddeti tırmandırma bir TC geleneğidir. O konuda müthiş bir deneyim ve beceri mirasına sahipler… Kıldı ki, şiddeti tırmandırmak isteyen sadece AKP değildi, benim “asıl devlet partisi” dediğim odak da ortaya çıkan durumu fırsata dönüştürdü. Dolayısıyla çatışmaların, katliamların, şiddetin ve terörün faili sadece AKP iktidarı değildi…

Elbette yoksul kitleleri rehin almak için mutlaka şiddeti tırmandırmak gerekmiyor. Kitleleri önce yoksullaştırıp, açlığa ve sefalete mahkûm etmek, sonra da sadaka vererek kendine bağlamak da bir rehin alma yöntemidir… AKP 13 yıldır yoksullaştırma -rehin alma-oy alma işini başarıyla sürüdürdü.

Lâkin bu kadarını söylemek, sorunun bütününün kapsandığı anlamına gelmiyor. Zira, bu kadarını söylemek “hırsızın kabahatini” yok saymak demeye gelir. İnsanlar korkutuldu ama bu kadar kolay korkutulmalarını neye yormak gerikiyordu? Aslında özellikle neoliberal küreselleşme çağında toplumda genel bir kültürel, etik çürüme söz konusu. Onun için “halkımız ne eylerse iyi eyler” saçma kabulünü reddetmek gerekiyor. Zira insanlar tam birer tüketim nesnesi haline geliyorlar. Özne olma yetenekleri hızla aşınmakta. İnsanlar olup-bitenleri ‘şeylerin normal hali” sayınca, öyle algılayınca, içine sürüklendikleri kepazeliği sorgulayamadıkları ölçüde, mevcut durumu ‘uyum sağlama’ yarışına giriyorlar. Kendi kendilerini kamçılar duruma geliyorlar! Birbirlerini yiyorlar. Artık bir başkasının kamçısına pek gerek kalmıyor… Bu da düşünme, yargılama, itiraz etme, tepki verme yeteneğinin aşınması demek.

İçine sürüklendiğimiz kepazelik hâli veri iken, sorun beterin beterinden kurtulmakla olacak gibi değil. Hangi burjuva partisi iktidar olursa olsun, nöbeti devralırsa alsın, sorunların çözülme şansı yok. Zira kriz sadece yönetim kirizi değil, yönetenler kirizi değil, üstelik sistem krizi de değil, uygarlık krizi…

Velhasıl genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor… Artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte… Farklı bir rotaya girmeden, perspektifi ve paradigmayı değiştirmeden sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Eğer yüz-yüze geldiğimiz tüm bu olumsuzluklar (açlık, yoksulluk, kötü beslenme, sefalet, ekolojik kriz, iklim krizi, umutsuzluk, anlam kaybı…) doğal süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmıyorsa, insan iradesini aşan faktörlerin ve belirleyiciliklerin sonucu değilse, yani sosyal mahiyetteyse, birilerinin yaptığı tercihlerin, aldıkları kararların, uyguladıkları (dayattıkları densin) politikaların sonucuysa, o zaman bu “başka türlü” yapmanın da mümkün olduğu anlamına gelir. Başta türlü yapabilmek de farklı düşünebilmeyi, farklı bir kavrayışı ve tasavvruru varsayar.
Politikayı yapılması gerektiği gibi yapabilmeyi varsayar… Tabii bunun için önce “ümmet olmaktan yurttaş olmaya’ terfi etmek gerekiyor… Velhasıl yaratıcı ütopyaya ihtiyaç var. Zira, geride kalan 35-40 yılda yeryüzünün lânetlilerine dayatılan sayısız kötülükler ütopya zaafının sonucu… o

Takrir-i Sükûn uygulamaları, Muktedir ve “ulusalcılık”

Tarihteki katliamcı, tarihteki çeteci, tarihteki halka düşman devlet uygulamaları “topyekûn bir saldırı” ile devreye sokulmuştur. Her açıdan bir karşı-devrim saldırısı, yeni bir gerici saldırıdır bu.

İlkin, Kürt devrimini bastırmayı hedefleyen saldırıların bir yenisidir. Cizre’de ortaya konan tablo hafızalardadır. Bir kenti tamamen kuşatmak, yüksek binalara keskin nişancılar yerleştirerek çocukları öldürmek, cenazelerin buzdolaplarında saklanmasına yol açmak, sokaklarda rastgele ateş etmek, plakasız zırhlı araçları sokaklara salmak, sokaklarda beyaz bayraklı hasta manzaraları, bu resmin bir bölümüdür. Tutuklanmalar, seçilmiş belediye başkanlarının gözaltına alınması, tüm hukuk süreçlerinin ayaklar altına alınması, zırhlı araçların arkasına takılıp çekilen ölü bedenler….

Bu, Kürt devrimine karşı büyük bir bastırma hareketidir. Ve doğrusu buradan TC devletinin bir zafer elde etmeyeceği de, yakın geçmiş ile sabittir.
İkincisi, kitle eylemlerine bombalı, kanlı saldırılar. IŞİD ve devlet güçlerinin açık işbirliği ile tezgahlanan kanlı katliamlar devrededir. 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları, 16 Mart katliamları ve daha birçoğu kapatılmış dosyalar iken, bu kanlı saldırılara yenileri ekleniyor. Diyarbakır mitingine atılan bomba, HDP binalarına saldırılar, sola saldırılar, Suruç katliamı, en son Ankara katliamı. Tüm bu eylemler, Batı’da özellikle Gezi Direnişi ile başlayan diriliş ve ayağa kalkış sürecinin bastırılması, Kürt devrimi ile kardeş bir devrimin yükselişinin önlenmesi içindir.

Bu arada Muktedir, kendi iktidarını kaybetmek istemiyor.

Bunun için, tüm kitle eylemlerine azgınca saldırılıyor. Soma’yı hatırlayın. Acılı ailelerin üzerine tomalar yürütülmüştür. Her hak arama eylemine, her soruya, her karşı çıkışa şiddetle, azgın bir devlet terörü ile saldırılmaktadır.

Muktedir, iktidarını korumak için, dün birlikte bu yollarda yürüdükleri ile, Cemaat ile savaşa tutuşmuştur. Bu savaşı, genel bir saldırının hem örtüsü, hem de bir parçası haline getirmiştir.

Kandırıldık edebiyatı ile, eski Ergenekon kadrolarına kapıyı aralamıştır.

Tam bu kapıdan “ulusalcılık” devreye girmiştir.

Ulusalcılık diye bize savunulan şey, şimdi, “ülkeyi kurtarmak için” muktedir ile kol kola girmiştir. Bugünlerde diyorlar, Erdoğan’ı desteklemek, ulusal çıkarları desteklemektir. O kadar ki, aynı dili kullanıyorlar. Ve bu arada, Erdoğan’ın cemaatten uzaklaşması ile oluşan yalnızlığını “değerlendirip” devlet içinde güç toplamaya çalışıyorlar.

Takrir-i Sükûn yasaları, işçi sınıfını, halkların direnişini kırmak için, tüm toplumu susturmak için, devreye sokulmuştu. 1920’li yıllardır ve tüm toplum bastırılırken, yine “ulusal çıkarlar”dan dem vurulmakta idi. “Ulusal çıkar”, tarih boyunca her zaman burjuva egemenlerin çıkarının, toplumun çıkarı kisvesine büründürülmesidir. Bugün de bu kullanılmaktadır.

Ulusalcılarımız, her hak arama eyleminin bastırılmasından yanadır. Gezi’ye karşıdır. Kürtlerin bir dirhem hak elde etmesini, herhangi bir halkın dilini kullanmasını, “ulusal çıkaralara” tehdit olarak addetmektedir.

Devlet saldırıyor ve ulusalcılarımız bu saldırıları kökü dışarıda saldırılar olarak ele alıyor. Oysa zırhlı aracın arkasında sürüklenen ceset, faili belli bir eylemdir. Oysa Diyarbakır veya Suruç veya Ankara saldırısı, her açıdan açık ve ortadadır.

Ve ulusalcılarımız, bu Muktedir’in iktidarı ile, kol koladır. Devrimciler öldürülürken, halka bombalar atılırken, Soma’da insanlar öldürülürken sessizdirler.
Takrir-i Sükûn uygulamaları, hukuk tanımaz bir tarzda yeniden devreye sokulurken, bunlar sözüm ona “devleti kurtarmak” işi ile meşguldürler. ABD, Erdoğan’ın üzerini çizecek ve ardından bunlar yeniden ABD emrinde koltuklarına oturacaklardır. Beklentileri budur. Ve işte onların “ulusalcılığı” budur.

Gerçekte, herhangi bir “ulusalcı” söylem, genellikle, anti-emperyalist bir çizgiye oturmalıdır. Uygun olanı bu olurdu. Ama bizdeki ulusacılar, ne kadar önemsiz konu varsa o noktada AK Parti’yi eleştiren ama ne kadar ciddi bir konu varsa onların tümünde Erdoğan’ın destekçisi olan bir tutum içindedirler.

Ve şimdi, AK Parti ile “ulusalcılarımız” birlikte, kendilerinin tutumlarını dolaysız ortaya koymaktadırlar.

Ülkenin tüm gericileri, Takrir-i Sükûn uygulamaları ile, darbe uygulamaları ile, olağanüstü hâl uygulamaları ile bir aradadırlar. Ulusalcılara hayırlı olsun. Halklara düşmanlık, hak aramaya düşmanlık, işçi sınıfına düşmanlık, bu topraklarda yeni değildir ve gidebileceği yer de açık ve nettir.
Devlet, her açıdan ve her düzeyde çeteleşmektedir. Mafya, IŞİD, Osmanlı Ocakları uygulamaları boşuna değildir.

Devrimcilere dönük saldırılar, iktidar tarafından daha da ileri taşınmıştır, halka, kitlelere dönük saldırılar başlatılmıştır. Ve bu da yeterli bulunmamış, en küçük bir aykırı ses çıkartan medya kurumlarında temizlikler istenmiştir. Çeteleşme, bunun daha ileriye taşınmasına olanak tanımıştır. TV kanallarına, gazetelere dönük saldırılar, susturma kampanyaları, havuz medyası uygulamalarının bir diğer ucudur.

Açık ve net olarak devlet-iktidar-muktedir tüm toplumu susturmak, esir almak, tam ve kesin bastırmak istemektedir.

Bu iktidar-devlet aynı zamanda Ortadoğuda süren savaşın aktif tarafıdır. ABD’nin tetikçisidir ve böyle olduğu için de ABD manevralar yapabilmekte ama Türkiye, gerçekleri görebilme cesaretini bile gösterememektedir. Bölgede tüm çetelerin aktif destekçisi konumundadır.

Ülkemizdeki bu çeteci-gericilik, bu karşı-devrim cephesi, aynı zamanda Ortadoğu’daki çeteci-gericilik ile, Ortadoğu’daki karşı-devrim cephesi ile, dünya gericiliği ile kol koladır. Ankara katliamı, ancak bu çerçeveye oturtulursa anlaşılabilir. Ankara eylemini yaptığı söylenen IŞİD, başbakanımızın “öfkeli gençler, öfkeli çocuklar” dedikleri değil midir? Dünya gericiliğinin, emperyalist güçlerin bu eğilimleri ortaya konmadan, Ankara katliamını anlamak mümkün değildir.
İşte bize bugün dayatılan Takrir-i Sükûn uygulamaları, baskı ve devlet terörü, çeteci uygulamalar, bu genel tablonun bir parçasıdır.
Ortaya bir kan gölü çıkmaktadır.

Sadece 2015 yılında ölenlerin sayısı bini geçmiştir ve öldürülen çocukların sayısı 70’in üzerindedir. Sakat kalanlar, iş cinayetlerinde ölenler, öldürülen kadınlar bu listenin dışındadır.

Ve tüm bunların arasında basın susturulmakta, tutuklanmalar tam gaz sürmekte, en sıradan hak arama eylemleri bastırılmaktadır.
Tüm dünya gericiliği birleşmiş, ülkemizin tüm gericileri karşı-devrim bayrağı altında bir karanlık savaşı pompalamaktadır.
Öyle anlaşılıyor, bu süreç, 1 Kasım seçimleri sonrasında da sürecektir.

Bu gerici saldırıya karşı, tüm anti-emperyalist güçlerin, halkların ortak mücadelesi dışında bu savaşı durduracak bir sihirli güç yoktur. Bu kan gölünün içinden kızıl bir güneşi doğurtacak güç, halkların özgürlük mücadelesidir.

Bölgemiz barışa, adalete, özgürlüğe ve sosyalizme muhtaçtır ve bunun olanakları aynı hızla birikmektedir. Mesele bunu zafere ulaştırmak için geliştirilecek örgütlü mücadeleyi örmektedir.

Tekelci egemenlik, çürümedir

İkincisi ise Alman otomotiv devi Volkswagen’dir. Volkswagen, otomotivde ayrıcalıklı, en zenginlerin değil ama orta sınıfın aracı idi. Ve Alman ekonomisinin de devi sayılırdı.

Aslında sadece bu iki tekelci gruba ait haberler yok. Daha pek çok haber var ama bu haberler, nasıl oluyorsa (!), su üstüne çıkmıyor, basının karanlığında kaybolup gidiyor ve kimse bu haberlerin ne kadar yaygın vakalara dayandığını bile farkedemiyor.

Her bir holdingin sicili, gerçekte, onlarca kara eylemle, onlarca kirli işle, yüzlerce suçla doludur. Ama bunlar dava konusu bile olmaz, soruşturulmaz, araştırılmaz ve üzerleri mükemmel yöntemlerle örtülür, kapatılır.

İşte bu nedenle, hazır iki tekele ait bilgiler, bir nedenle ortaya çıkmış iken, bu iki olayın üzerinde durmakta fayda var.

Volkswagen’den başlayalım. Bilgi şudur: Volkswagen (VW), kendi araçlarının çevreye ve doğaya “dost” olduğunu iddia ediyordu ve bunun için motorların emisyon testlerinin düşük çıkması çok önemli idi. Bu emisyon testlerini yapan ABD’de bulunan bir merkez, aslında VW’nin, bilinçli bir biçimde bir hileye başvurduğunu tespit etti. VW, dizel yakıt ile çalışan araçlarına bir bilgisayar yazılımı yüklemiş ve bu yazılım sayesinde, testlerde, emisyon değerleri, çevreye zararlılık oranları, gerçeğin çok altında çıkmaktaydı. Yani gerçekte motordan çıkan değerler ile, ölçüm yapılan değerler aynı değildi. VW, ölçümün nasıl yapıldığını biliyor ve bu testleri yanıltacak bir hile geliştirmişti.

Kalitenim simgesi hâline gelmiş, oldukça pahalı olan, teknolojik alanda hep önde olduğu imajı yayılan VW, aslında, büyük çaplı bir hile organize etmişti. Hile ve kalite, işte size tekelci üretimde birbirine yakışan iki kelime. Normalde, tersi düşünülür, ama öyle değil, tekelci kapitalizmde, üretimde kalite denildi mi, hile aramayan bir kişi, kör olarak kabul edilmelidir. Ben VW’ye biniyorum, çünkü kalitelidir, yanlış, doğrusu şunu sormak gerekir, acaba işin hilesi ne?
Bir giyim markası, diğerlerinden 5-10 kat pahalı gömlekler satıyorsa, aslında, işin hilesini düşünmelisiniz. Aşırı kâr, daha büyük hileleri çağırır.

Elinizde bulunan bir akıllı cep telefonunun, çamaşır yıkamadığı kesin, ama sizi izlemek için kullanılan bir araç olup olmadığı kesin değil. Hem parayı sen vereceksin, hem de izlenecek ve kontrol edileceksin. Bir arkadaşınla oturup, şampuanlar hakkında konuşurken, birdenbire telefonunuza, büyük bir rastlantı sonucu, şampuan reklâmları gelecek, süper markette dolaşırken, tam içinde gezindiğiniz bölümle ilgili cep telefonunuza mesajlar gelecek ve tüm bu sistemin maliyetini sen karşılayacaksın.

İşte bu nokta, tam da soru sorma noktasıdır.

Acaba elinizdeki cep telefonunun maliyeti, üretim maliyeti nedir? Mesela 25 doları aşan maliyete sahip, herhangi bir cep telefonu var mıdır? Size garanti ediyoruz ki, çok özel sipariş olarak yapılmamış ise, yoktur.

Milyonlarca insan, işte buna benzer algılar nedeni ile, VW’ye inanmışlardı. VW’nin, teknolojik olarak ileri, çevre dostu, sağlam ve güvenilir araçlar ürettiğini düşünürlerdi. Ama durum hiç de böyle değil. Bu aynı VW, emisyon testlerini yanıltmak için, planlı bir hile yapmıştır, özel bir yazılım üretmiştir, bunu araçlara yüklemiş ve epeyce zaman da idare etmiştir.

Peki bu nasıl ortaya çıkıyor? Ya sermaye grupları, otomotiv devleri arasında bir savaş nedeni ile ortaya çıkmıştır ya da büyük holdinglerin, başka planları nedeni ile. Biz, dünya halkları, daha çok bu bilgileri, böylesi vesilelerle öğreniyoruz. Birkaç bilim adamının, birkaç gazetecinin, bazan birkaç hacker’ın vb. çabaları ile bu bilgiler ortaya çıkıyor.

Böylece, VW gibi bir dünya devinin aslında ne denli hilekâr olduğunu öğreniyoruz.

Procter&Gamble, şampuandan kozmetik ürünlerine, temizlik ürünlerinden diğerlerine, her alanda acaba ne gibi hileler yapmaktadır? Üstelik bunların önemli bir bölümü, vücutta, evde vb. kullanılan kimyasallar içermektedir. Acaba bu alanda maksimum kâr elde etmek için, ne gibi hilelere başvurmaktadırlar? Pazarın egemeni olmak, pazarı kontrol etmek ve sürekli çok yüksek kârlar elde etmek, acaba nasıl sağlanıyor?

İkinci haberimiz, bu kez Amerika’dan, CocaCola’dan. CocaCola, aslında, skandalları ile dün-ya çapında adından en çok söz ettiren şirkettir. Ve iddia edilebilir ki, CocaCola yerine, başka bir şirket yoktur ki, hakkında bu denli iddialar olduğu hâlde davasız, cezasız yoluna devam edebilmiştir. Belki, VW olayı bir vesile olur da, Almanya, CocaCola’nın sağlığa zararları ile ilgili, şaşırtıcı belgeler yayınlamaya başlar. Öyle ya, onlar birbirine girecek ki, bu vesile ile bize de bazı bilgiler ulaşsın.

Haberi NewYork Times’dan Cumhuriyet gazetesi aktardı (30 Eylül 2015 tarihli Cumhuriyet gazetesine bakabilirsiniz). CocaCola’dan, sağlık kuruluşlarına sus payı verilmektedir. Bu paranın, sus payı olarak verilen paranın, 120 milyon doları aştığı iddia edilmektedir. Özeti şudur: CocaCola, insan sağlığına zararlı bir sentetik içecektir. Doğal değildir ve bugün, birçok aile, çocuğunun CocaCola içmemesi için elinden geleni yapmaktadır. Ama nedense, CocaCola ile ilgili, etkili, devlete bağlı, otoritesi yüksek olan sağlık kuruluşları tarafından, ciddi bir rapor yayınlanmamaktadır. ABD, Marlboro başta olmak üzere sigara firmalarını satıp elinden çıkardıktan sonra, dünya çapında sigaraya karşı etkili kampanyalar organize edilmiştir. Ama nedense, CocaCola hakkında böylesi bir rapor ortaya çıkmıyor. Habere göre, Amerikan Pediatri Akademisi’ne, Amerikan Beslenme Bilimi Akademisi’ne, kalp ve kanser uzmanlarına, çocuk doktorlarının ulusal derneklerine CocaCola, ciddi paralar aktarıyor.

Tamamen sentetik bir içecek, tamamen insan sağlığına zararlı bir içecek, tıpkı uyuşturucu maddeler gibi alışkanlıklar yaratan bir içecek, nasıl oluyor da, kimsenin hedefine oturmuyor? Nasıl oluyor da böylesi bir içecek yasaklanmıyor? Nasıl oluyor da böylesi bir içeceğin içine katılan maddelerin ne olduğu ortaya konmuyor?

CocaCola şirketinin, dünyanın birçok yerinde, ama özellikle, Latin Amerika’da, nasıl tarlalarda işkencehaneler oluşturduklarını biliyoruz.
CocaCola ile ilgili bu para verme haberi, aslında VW’nin haberi kadar yeri yerinden oynatmadı, oysa oynatmalı idi. CocaCola’nın Amerikan yasaları içinde bir cezaya çarptırılmayacağı da kesin.

Bu iki habere, sizler, Procter&Gamble, Henkel, Dow Chemical, Cargill, hemen tüm Amerikan ve Avrupalı ilaç ve kozmetik şirketleri ile ilgili haberleri ekleyebilirsiniz. Böylece, elinize, dünya tekelleri ile ilgili, bu dev, bu “kalite timsali” firmalarla ilgili, akla durgunluk verecek kadar kirli dosyalar oluşmuş olacaktır.

Aslında bu, kapitalist sistemin çürümesinin en açık kanıtıdır. Kapitalist sistem, fazladan ömür sürmektedir. Bu fazladan ömür, artık onunla birlikte üzerinde yaşadığımız dünyayı da yok etmektedir. Kâr ve yüksek kâra dayalı üretim, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve buna dayalı olarak, insanın insana kulluğuna dayanın bir sosyo-ekonomik sistem, artık her adımında dünyayı yok etmekte, dünyayı yaşanamaz hale getirmektedir.

Bizim karşımıza çıkan, ekolojik tüm sorunlar, beslenme ile ilgili tüm sorunlar, eğitim ile ilgili tüm sorunlar, ulaşım ve haberleşme ile ilgili tüm sorunlar, konutlaşma ile ilgili tüm sorunlar, sağlık ile ilgili tüm sorunlar, cinsel ayrımcılık ile ilgili tüm sorunlar, aslında modern kapitalizmin işleyişinden ve kendini ayakta tutabilmek için geliştirdiği mekanizmalardan kaynaklanmaktadır. Kapitalizm, tüm sınıflı toplumların tarihinden gelen sorunları, katmerli hâle getirmekte, sorunların üzerinden rant elde etmenin yollarını geliştirmektedir.

Modern kapitalist sistem, tekelci kapitalizm, insanlığın sadece gelişimine değil, bizzat varlığına tehdit oluşturmaktadır. Bu kocaman şirketlerin, yekpare camdan yapılmış, her gün temizlenen, yerleri pırıl pırıl merkezlerinin görüntüsü, bu arka plandaki pisliği, bu çürümeyi örtmek içindir. Kalite, kurumlaşma, yenilik, güven, çevreye saygılı olma vb. adı altında size sunulan imaj, yukarıdaki haberlerde gördüğümüz gibi, tamamen kendi pisliklerini örtmek için kullandıkları makyaj malzemesidir.

Artık bu makyaj malzemesi dökülmektedir, ardındaki pislik, her gün, her adımda ortaya çıkmaktadır. Gezegenimizi bir çöplüğe çevirdiklerini, yaşamı yok ettiklerini her gün ortaya çıkan yeni olay ve süreçlerle yeniden öğreniyoruz.

Tekelci kapitalizm, tüm toplumun çürümesidir, insanın insan olmaktan çıkarılmasıdır, sadece emeğin ve zamanın kontrolü değil, onların yanında aklın ve duyguların da kontrolünü hedeflemektedirler. İnsanı yok etme, insanı insan olmaktan çıkarma aslında buna dayanmaktadır. Emeğin ve zamanın kontrolü, bugün, tüm yaşamın kontrolüne, elbetteki öldürülmesine dönüşmektedir.

Bu çürümüş sistemi yeryüzünden kazımak, tarihin çöplüğüne taşımak, insan olarak kalma mücadelesinin de ilk görevidir. Hem dünyayı, dünyadaki yaşamın her türünü, hem de insan ve insan toplumunu korumanın tek yolu, kapitalizmi yeryüzünden silmek, insanın insana kulluğuna son vermek, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek ile başlayacaktır. Yeni dünya, özgürlük ve adalet dünyası ancak böylece kurulabilir. İnsan ancak, sosyalist devrimin dünya çapında zaferi ile, gerçek insan tarihini yazmaya başlayabilir.

Mustafa Silâr ölümsüzdür!

8 Kasım’daki anma programı tüm devrim şehitleri için saygı duruşu ile başladı.

Yapılan açıklamalarda şehitlerimizin bizlere bıraktığı mücadeleyi aynı kararlılık ve inat ile sürdüreceğimiz, Mustafa Silâr ortağın direnci ile mücadele edileceği vurgulandı.

Anma programı boyunca Mustafa Silâr ortağın yaşamından anılar aktarıldı. Anma boyunca “Mustafa Silâr ölümsüzdür”, “Mustafa’ya sözümüz devrim olacak”, “Devrim için ileri ya sosyalizm ya ölüm” sloganları atıldı. Karanfillerin bırakılmasıyla anma programı son buldu.

Ukrayna’nın Donbass Bölgesi’nde silahların cepheden çekilme süreci başladı

Ukrayna Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, ülkenin doğusunda 100 milimetre çapından küçük silahların cephe hattından çekilmesine yönelik sürecin başladığı bildirildi.

Açıklamada, şu anda doğudaki ateşkesi izleyen AGİT Özel Gözlem Misyonu ile ağır silahların geri çekilme sürecinin görüşüldüğü kaydedildi. Uluslara­rası gözlemcilerin kontrolü ve ateşkese riayet edildi­ği süre boyunca devam edecek olan sürecin, Minsk mutabakatlarında öngörüldüğü tarihlerde aşamalı gerçekleştirileceği vurgulandı. Açıklamada, ayrıca Ukrayna silahlı kuvvetlerinin Minsk mutabakatlarına katiyen riayet ettiği de dile getirildi.Lugansk Halk Cumhuriyeti Milis Güçlerince yapılan açıklamada da, Minsk mutabakatı çerçevesinde, 50 adet tankın bugün cephe hattından 15 kilometre geri çekildiği bildirildi. Açıklamada, tankların cephe hattından geri çekilmesi sürecinde, AGİT gözlemcilerinin de hazır bulunduğu ifade edildi.

Donetsk Halk Cumhuriyeti 18 Ekim’den Sonra Geri Çekilecek

Donetsk Halk Cumhuriyeti Savunma Bakanlığı yetkilisi Eduard Basurin ise doğudaki tarafların ateşkese riayet etmesi durumunda, cephe hattındaki ağır silahlarını 18 Ekim’den başlayarak geri çekeceklerini duyurdu.Cephe hattındaki 100 milimetre çapından küçük silahların geri çekilmesinin başlamasına ilişkin tarihin, doğudaki ateşkesi izleyen AGİT Özel Gözlem Misyonu’nca belirlenmesi gerektiğini belirten Basurin, “Doğudaki ateşkeste garantör olarak yer alan AGİT’in, bölgede barışın sağlanıp sağlanmadığına karar vermesinden sonra geçen 48 saatin ardından, cephe hattındaki 100 milimetreden küçük silahların geri çekilmesi süreci başlayacaktır” ifadesini kullandı.

Pazartesi günü Minsk’te toplanan Üçlü Temas Grubu’da yer alan AGİT Temsilcisi Martin Sajdik, Ukrayna’yı temsil eden eski Devlet Başkanı Leonid Kuçma ve Rusya Temsilcisi Azamat Kulmuhametov arasında, 100 milimetreden küçük çaptaki silahların geri çekilmesine ilişkin mutabakat sağlanmıştı. 41 gün boyunca devam edecek bu sürecin 15 günlük ilk etabında, cephe hattındaki tankların, sonraki etapta da 100 milimetreden küçük kalibreli ağır silahların cephe hattından 15’er kilometre geri çekilmesi öngörülüyor. (Direnişteyiz2.org)

İtalya’da binlerce liseli hükümetin piyasacı eğitim reformuna karşı sokaktaydı

İtalya’da Matto Renzi’nin başında olduğu hükümetin, eğitim sistemini paralı hale getirmek ve okulların öğrencileri doğrudan fabrikalara ucuz işgücü olarak pazarlamasının önünü açmak amacıyla gerçekleştirdiği eğitim reformuna karşı binlerce lise öğrencisi sokağa çıktı.

Roma, Torino, Bologna ve Pisa’da yapılan eylemlerde neoliberal politikaların eğitim ayağında yarattığı tahribatın halkı ve öğrencileri yoksullaştırdığı, hükümetin eğitim alanında iyileştirmeye yönelik adımlar atması gerekirken öğrencilerin taleplerini görmezden geldiği belirtildi.

Roma’daki eylemde liseliler, ellerinde meşa­lelerle Eğitim Bakanlığı’na yürürken, bakanlığın önüne gelmelerinin ardından ellerindeki boya dolu balonları binaya fırlattı. (Direnişteyiz2.org)

Burkina Faso’da darbeci general gözaltına alındı

Michel Kafando geçen hafta yeniden devlet başkanlığına getirildi. Darbe yapan başkanlık muhafızları da dağıtıldı. Reuters haber ajansına konuşan bir yargı yetkilisi “(General Diendere) yetkililere teslim edildi” dedi. Diendere ve darbeye müdahil olduğundan şüphelenilen 13 kişinin mali varlıkları geçen hafta donduruldu.

Sivil Yönetime Geçildi

Diğer yandan ülkenin başına getirilen Kafando’nun hükümeti ilk toplantıda, darbe yapan başkanlık muhafızlarının dağıtılmasına ve güvenlikten sorumlu bakanın görevden uzaklaştırılmasına karar verdi.

(Direnisteyiz2.org)

TC’nin de içinde bulunduğu 7’li çete: “Rusya operasyonlarından derin kaygı duyuyoruz”

Suriye’deki iç savaşın ve bölgedeki emperyalist paylaşımın 7’li çetesi olarak adlandırılan ülkeler, Rusya’nın operasyonlarına tek bir ağızdan tepki verdi.

Türkiye, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan tarafından imzalanan ortak bildiride, Rusya’nın sivilleri hedef aldığı iddia edilerek şu ifadelere yer verildi:

“Rusya Federasyonu’nun Suriye’ye askeri yığınağından ve özellikle Rus Hava Kuvvetleri’nin dünden beri Hama, Humus ve İdlib’de sivil kayıplara sebep olan ve hedef olarak IŞİD’i almayan saldırılarından derin kaygı duyuyoruz.

Gerilimi tırmandıran bu askeri faaliyetler, aşırıcılığın ve radikalleşmenin daha fazla körüklenmesinden başka hiçbir amaca hizmet etmeyecektir”

Rusya bir çok kez yaptığı açıklamalarda 7’li çete devletlerin “muhalif grup” olarak adlandırdığı, aralarında Fetih Ordusu, El Nusra, ÖSO gibi çete örgütlerinin de yer aldığı grupların “terörist” olduğunu açıklamıştı.

Yanıt Gecikmedi: “El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütlerini hedef alıyoruz”

Rus uçaklarının Suriyeli muhalifleri de hedef aldığı iddiasına yanıt veren Lavrov, “Hedefimizde El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütleri var” dedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Rusya’nın Suriye’deki hava operasyonlarında El Nusra, IŞİD ve diğer terör örgütlerini hedef aldığını açıkladı. Dün akşam yaptığı basın toplantısı ile Lavrov’un altını çizdiği hususlar, 7’li çeteye de cevap niteliği taşıyor.

Basında yer alan “sivilleri vuruyorlar” iddia­larına cevap veren Lavrov, bazı basın organlarının gerçekle bağdaşmayan haberler yaptığını belirterek, Ukrayna krizi sırasında da ülkedeki sıcak çatışmaları göstermek için kullanılan bazı video kayıtlarının yıl­lar önce Irak’ta çekilmiş olduğunun ortaya çıkması üzerine bu TV kanallarının özür dilemek zorunda kaldığını hatırlattı.

‘Esad’ın Talebiyle Başlattığımız Operasyonun Amacı: Terörizmle Savaş’

ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon ve Rusya’nın gerçekleştirdiği hava operasyonlarının aynı amacı taşıdığını vurgulayan Rus bakan, “Suri­ye lideri Beşar Esad’ın talebi üzerine başlattığımız operasyonun amacı, terörizmle savaştır. Bunu açık bir şekilde ifade ettik. Biz kendi halkıyla savaşanları desteklemiyoruz, teröristlerle savaşıyoruz. Anla­dığım kadarıyla (ABD öncülüğündeki) koalisyon da IŞİD ve diğer terör örgütlerini düşman ilan etti. Rusya da bunu yapıyor. Amacımız aynı” ifadelerini kullandı.

‘Biz Uluslararası Hukuka Uygun Davranıyoruz”

Sergey Lavrov, ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın Rusya’nın Suriye’de yaptığı hava operasyonlarının ‘ateşe körükle gitmek ile aynı’ olduğu açıklamasına da yanıt verdi. Carter’ın görüşüne katılmadığını belirten Rus bakan, “Gerilimli noktalarda, birçok kez ateşe körükle giden taraf asıl ABD’ydi. Biz uluslararası hukuka uygun davranıyoruz” diyerek, “Koalisyon güçleri”nin hukuku çiğnediğine yönelik önceki açıklamalarına da gönderme yaptı.

Lavrov, Rusya’nın Suriye’de hava operasyon düzenleyerek, dikkatleri Ukrayna krizinden başka yöne çekmeye çalıştığı iddiasını ise ‘saçmalık’ olarak değerlendirdi.

‘Irak’tan Davet Gelmedi’

Lavrov, “Militanların mevzilerine düzenlediğimiz hava saldırılarını Irak’a yayma niyetinde değiliz. Bize davet ve istek gelmedi” diye konuştu.

Bakan, “Bildiğiniz gibi biz kibar insanlarız, davet edilmeden gelmeyiz” diye ekledi.

”Esad ve Kürtler dışında hiç kimse IŞİD’le Mücadele Etmiyor”

Putin, Suriye’de teröristlerle savaşan Suriye ordusu ve Kürt milislere yardım yollarını göz önünde bulundurduklarını açıklamıştı.

BM Genel Kurulunda konuşan Rusya lideri Putin ardından ABD Başkanı Obama arasında özel görüşme gerçekleştirmişti. Putin, “Esad ve Kürt milisler dışında hiç kimse IŞİD’le Mücadele Etmiyor” ifadesini kullanmıştı. Suriye krizinin sorumlusunun “Suriyeli muhalifleri” destekleyenler olduğunu belirten Putin, eğit-donat projesine de değinerek ”Onları donatıp eğitiyorlar, sonra da onlar IŞİD’in saflarına geçiyor” dedi. Rusya’nın Suriye’de hava operasyonunun sinyalini o gün veren Putin, kara harekâtı düzenlemesinin ise söz konusu dahi olmadığını vurgulamıştı.

Putin, Moskova’nın teröristlerle savaşan Suriye ordusu ve Kürt milislere yardım için başka yolları göz önünde bulundurduğunu, Irak’ın başkenti Bağ­dat’ta kurulan koordinasyon merkezinin de bunun bir örneği olduğunu söyledi. (Direnisteyiz2.org)

Suriye savaşı, Ortadoğu ve Türkiye

Başlangıçta, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, ortaklaşa, ÖSO adı altında, bir örgütlenme oluşturdular. Gerçekte, Suriye’de, rejime karşı var olan muhalefet, en başından başlayarak bu ÖSO içinde bile yer almakta tereddütlü idi. Ama ÖSO, bu 6 ülkenin devreye girmesi ile, silâhlandırıldı. Türkiye, bu savaşta,  ABD emirlerini yerine getirmeye, bu arada da yeni Osmanlı hayalleri ile pastadan pay almaya yöneldi.

Bugün, neredeyse ÖSO’nun adı bile anılmıyor. Dünyanın her yerinden bölgeye akan ve uğrak, lojistik merkezleri Türkiye olan bu gruplar, artık ÖSO’yu yeterince vahşi bulmuyorlar. El-Nusra gibi örgütlenmelere kimyasal silâh dahil pek çok malzeme verdiği öne sürülen Türkiye, bu grupları emrine aldığı hayalini kurmuş olmalıdır.

Bu 6 ülke, belki başkaları da vardır ama bu 6 ülke, savaşı akıl almaz boyutlarda yıkıcı hâle getirmişlerdir.

IŞİD, bu yıkıcı boyutun en açık kanıtıdır. Savaşın da bir ikinci evresidir. IŞİD ile birlikte, bölge dümdüz edilemeye başlandı. Bu dümdüz etme, her anlamdadır; hem şehirler yerle bir ediliyor, sanki, büyük bir boş inşaat sahası hazırlanıyor, hem de halklar imha ediyor, yok ediliyor. Savaşın bu vahşi boyutu, sadece Suriye’de değil, Irak’ta da yürütülüyor.

IŞİD, bu 6 ülkenin ortak desteği ile gelişti. Ama öyle anlaşılıyor, TC devleti, IŞİD’in kendi denetiminde olduğunu sanıyordu.

İlki, Reyhanlı’da, ikincisi de Musul konsolosluğu rehinelerinin teslim edilişinde, belki, bu kontrolün kendilerine ait olmadığını anlamış olabilirler mi? Sorudur, çünkü hâlâ anlamış olma ihtimalleri olmayabilir.

Reyhanlı’da olan şudur: Türkiye, ciddi destek verdiği El Nusra gibi örgütlere, ABD’nin uyarısı ile, kimyasal silâhların verilmesinin ortaya çıkışının ardından gelen uyarı ile, sevkiyatı azaltmış olmalıdır. Buna öfkelenen çeteler, Reyhanlı ile yanıt vermişlerdir. “Benim 52 Sünni vatandaşım öldü” sözü, gerçekte olsa olsa onlara söylenen bir söz olmalıdır.
Ama bu olaydan sonra da TIR’lar silâhları taşımaya devam ettiler. TIR’ların 2000’i aştığı söylenmektedir.

İkincisi, Musul rehineleri meselesidir. Musul rehineleri işinin Türkiye onayı ve bilgisi ile yapılmış olduğu, artık neredeyse herkesin ortak kabulüdür. O dönemin konsolosu, 1 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adayıdır ve muhtemelen, bu seçimlerde seçilirse, süreci anlatacaktır. Ama o anlatsın anlatmasın, süreç biliniyor. IŞİD rehineleri aldı ve ABD, IŞİD’e karşı koalisyon toplama kararı verdiğinde, bu rehineleri masaya getiren Türkiye, benim konsolosluk yetkililerimi öldürürler, ben açıktan destek veremem, dedi. Ve bir sabah, TC yetkililerinin bilgisi dahilinde olmadan, rehineler teslim edilmek üzere sınır kapısına getirildi. Söylenenlere göre, rehineleri teslim almak için yetkililerin gelmesi 7 saati bulmuş.

Bu iki olay ne gösterir? Birincisi, Türkiye ile bu örgütlerin bu çetelerin çok yönlü ve sürekli ilişkileri vardır, ikincisi bu ilişkide kendini “kontrol eden olarak” adlandırsa da Türkiye’nin elinde kontrol mekanizması yoktur.

IŞİD’in sahaya sürülmesi, ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar cephesinin, savaşı yeni bir aşamaya yükseltme iradesi idi. Ve bunun ne denli kanlı bir operasyon olduğu artık ortadadır.  ABD’nin, Suriye’de kentleri IŞİD eli ile dümdüz etme girişimi, farklı planların da devrede olduğunun göstergesidir.

IŞİD, kendisine verilen, Türkiye sınırı boyunca, Barzani’nin kuvvetlerinin ardından, denize kadar ulaşan bir hat oluşturması görevini yerine getirmek için, Kobanê’ye saldırdı. Ezidi katliamı ve Kürt katliamları devreye sokulmak istendi. Bu konuda Barzani’nin, kendi tabanını bile rahatsız eden “görmezden gelme” tavrı da anılmalıdır. Ve Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’yi düşürememesi, savaşın bir yeni aşaması ya da ikinci aşamasının sonu oldu. Böylece, Kürt halkı, dünya halklarının da desteği ile, büyük bir direniş örgütledi. ABD’nin IŞİD’e karşı koalisyon numaraları da bundan sonra devreye sokuldu.

Kobanê direnişi, tüm bölgeye umut saldı. Kobanê direnişi, halklar için umut oldu. Ve buna savaşın üçüncü aşaması diyebiliriz.

Kobanê sonrasında değişen dengeler, ABD’-nin bir yandan IŞİD’e göz yumması ama diğer yandan da makyaj niteliğinde bombalamak zorunda kalması sürecinde kendini en açık şekli ile ifade etti. Bu aşamada, bir yandan Irak’ta, diğer yandan Yemen’de savaş yoğunlaşırken, aynı anda, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye savaş sahasına daha fazla girmeye başladı.

Savaşa, Irak içinde de İran daha aktif şekilde dahil olmaya başladı. Böylece bölgedeki tüm güçler savaşa dahil olmuş oldu dersek yerinde olur.

Elbette ABD ve İngiltere’nin de daha farklı planlarla, eğit-donat, silâh yardımları vb. ile devreye girdiğine tanık olduk.

Türkiye, Afrin ve Kobanê arasındaki bölgeyi elinde tutmak üzere, ABD ile anlaştığını, İncirlik üssünü bu anlaşma çerçevesinde açtığını ilan ederken, aynı anda ABD, böylesi bir anlaşmayı açıktan reddetti.

Tüm bu süreç, Rusya’nın doğrudan müdahaleye başlaması ile yeni bir aşamaya sıçradı. Tüm bu aşamalar, belki aşama olarak da ele alınmayabilir. Ama savaşın gelişiminde önemli kırılma noktaları olarak gözle görülebilenlerdir. Rusya, doğrudan sahaya girdi. Daha önceden pek görünür olmayan Rusya, devreye gireceğinin işaretini, Lavrov’un, “Suriye’ye asker gönderdiniz mi” sorusuna, “henüz erken” demesi ile verdi. Ardından BM genel kurulunda Putin, Suriye yönetimi ve Kürtlerin dışında kimsenin IŞİD’e karşı savaşmadığını, eğit-donat gibi faaliyetlerin fiilen iflas ettiğini dile getirdi. Aynı konuşmada Putin, NATO’nun kime karşı neden genişlediğini de sordu. Bir kere daha, tek kutuplu dünya tezine karşı çıktı. Ve ardından, Rus uçakları Suriye’de harekete geçti. IŞİD mevzilerine ve Batı basınına göre, El Nusra ve ÖSO karargâhlarına da saldırı başlattı. Türkiye sınırından Türkiye’ye geçenlere karşı sınırı ihlal eden uçuşlar yaptı ve tüm bunlarla yetinmedi, Hazar’dan, füzelerle hedefleri vurmaya başladı.

Rusya’nın bu devreye girişi, hem Suriye savaşının çok daha geniş bir savaş olduğunu gösterdi, hem de Libya’daki hatalarını yapmayacaklarının ilanı oldu.
Ama bu durum, aynı zamanda, dünya çapında bir savaşın yürümekte olduğunu da gösterdi. Bu savaşın, pek öyle sözlerle yürümeyeceği de açık. Artık, asıl güçler devrededir. Rusya’nın yanısıra Çin, bölgeye savaş gemilerini göndermiştir.

Rusya’nın bu hamlelerinin öncesinde ve sonrasında, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler Rusya ile temaslar kurdu ve belki de kendi pozisyonlarını yeniden gözden geçirmektedirler. Bunun ihtiyacını duydukları açık.

Elbette Türkiye, boğazına kadar içine girdiği bu savaşın bir tarafıdır. Savaşta, çok açık olarak Suriye karşıtı bir konumdadır. İnsan eğitmek, insan geçişlerine destek vermek, IŞİD, El Nusra ve diğer Suriye karşıtı cephedeki çetelerin yaralılarını hastahanelerde tedavi etmek, silâh sevk etmek gibi, askerî, politik ve ekonomik olarak bu savaşa dahil olmuştur. Yeni Osmanlıcılık hayalleri, siyasal iktidarı koruma isteği, Şam’da öğlen namazı kılma hevesi, ekonomik rant istekleri, ABD emir eri olarak çalışma ve belki daha başka nedenler, savaşa bu denli dahil olmayı koşullamıştır.
Ama şimdi, Türkiye, sanki bir çıkmaz sokağa girmiştir ve geriye doğru manevra yapmak da istememektedir. Çetelerle kurulan bağlar, bu bağlar üzerine hesaplar kuranların hesaplarını muhtemelen aşmıştır. Artık bu süreç, TC devletinin ne ölçüde kontrolündedir sorusu yerinde olur. Ama dahası, mevcut hâli ile iktidar, Suriye politikasını değiştirmemekte, bunu gözden geçirmemektedir. Eğilimi budur.

Rusya’nın hamlesi, aslında sadece Suriye ile ilgili değil gibidir. Rusya, aynı zamanda NATO’nun varlığını, elbette bu anlamda Ukrayna vb. yerlerdeki durumları da gündeme alarak bir hamle yapmış gibidir. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye hatta Esad ile sınırlı ufkundan daha büyük bir savaş yürümektedir.

ABD’nin bazı noktalarda “geri adım” atmaktan söz edebilmesi, belki de savaşın bu daha geniş boyutunu görüyor olmasındandır.

Türkiye, eline çakmağı almış, benzinle dolu bir sokakta yürür gibidir. Bunun ne kadarının, iç politik etkenlerden, muktedirin iktidarı kaybetmemek için dünyayı yakma restinden kaynaklandığı, ne kadarının körlükten kaynaklandığı ayrı bir konudur ve çok da önemli değildir. Ama ortada olan tablo, Türkiye’nin Suriye’leşmesi denilebilecek noktadadır.

Tüm bu savaşı önlemek mümkün müdür?

Bizim yanıtımız kuşkusuz evettir. Zor olduğu açıktır ama er ya da geç, kalıcı bir barış, tüm bölgede yükselecek sosyalist devrimlerle mümkün olacaktır.

Halkların özgür ve eşit geleceği, işçi sınıfının kurtuluşu, emperyalizmin bölgeden tamamen  sökülüp atılması, ancak ve ancak halkların ortak mücadelesi ile mümkündür.

Bu ortak mücadelenin zemini de gelişmektedir.

Bölgede çeteleşmeye, devletlerin çete hâline gelmesine, çetelerin bölgeyi kan gölüne çevirmesine, tarihsizleşmeye, halkların katledilmesine, eşi görülmemiş cinayetlere, emperyalist güçlerin her alanda cirit atmasına son verecek tek gerçek güç, halkların örgütlü mücadelesidir.

İsrail Gazze’yi bombaladı

İsrail ordusu, 27 Ekim akşam saatlerinde “Gazze Şeridi’nden İsrail’in güneyine atılan bir roketin boş bir alana düştüğünü, yaralanma veya can kaybına neden olmadığını” duyurmuştu. İsrail ordusu geçen haftalarda da “roket atıldığı” iddiasıyla Gazze’ye hava saldırıları düzenlemişti.

İsrail ordusunun “roket atıldığı” iddiasıyla Gazze’ye 7 Temmuz 2014’te başlattığı ve 51 gün süren saldırılarında 2 bin 159 Filistinli hayatını kaybetmiş, 11 binden fazla kişi yaralanmıştı. Saldırılarda 17 bin 200 ev, 73 cami ve 24 okul tamamen yıkılmış, binlerce bina hasar görmüştü.

 İsrail’in Ablukası Devam Ediyor

İsrail’in 2006’dan bu yana abluka altında tuttuğu Gazze’de giriş çıkış yapılan 7 sınır kapısından Refah dışındakiler, bu ülkenin kontrolünde bulunuyor. Bölgenin 4 ticari sınır kapısı, Haziran 2007’de İsrail tarafından kapatılmıştı. Diğer kapılardan Beyt Hanun, yabancı pasaport taşıyanlar, hasta ve iş adamlarının Batı Şeria’ya geçişi, Kerm Ebu Salim kapısı ise bazı ticari ürünlerin geçişi için zaman zaman açılıyor.

Mısır yönetimi de Temmuz 2013’teki darbenin ardından Refah Sınır Kapısı’nı kapatmıştı. Bu sınır kapısı da 2013’ten beri yılda birkaç kez kısa süreliğine ve bazen tek taraflı açılıyor.

(Direnisteyiz2.org)

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...