Ana Sayfa Blog Sayfa 256

Ankara Demokratik Aleviler Derneği kutsal değerlere saldırıları kınadı

Ankara Demokratik Aleviler Derneği, AK Parti’nin devreye koyduğu savaş konsepti çerçevesinde ibadethane ve mezarlıklara yapılan saldırıları kınadı. Yüksel Caddesi’nde bir araya gelen dernek üyeleri, “Çağın Yezidlerine karşı Hüseyinleşelim”, “Ankara’dan Dersim’e Barış’a ikrar veriyor” pankartları ile Varto’da askerlerce yıkılan cemevinin fotoğrafları taşındı.

Ardından açıklama yapan Ankara Demokratik Aleviler Derneği Eşbaşbakanı Şengül Çelik, insanlık onuruyla oynamak kadar kutsal ziyaret ve ibadet yerlerine saldırmanın da o denli düşkünlük olduğunu söyledi. Çelik, “Zira bizim itikatimiz de toprağa sırlanan bedenler gibi o kabirlerin taşları da anlamlıdır. Kızılbaş Alevi İtikatine göre, hakta, şeytanda insandadır. Kişi vicdanıyla hareket edince, hak olur. Nefsine köle olunca Yezidleşir” dedi. Çelik, Dersim’den Varto’ya, Cizre’den Beytüşşebap’a yapılan zulme, uygulanan savaş politikasına karşı barışta ısrar ettiklerini dile getirdi.

Çelik’in ardından konuşan Kurd Der Başkanı Mustafa Kahraman ise Kürt halkının kutsal değerlerine yapılan saldırıları kınayarak, yarın başlayacak olan yeni eğitim öğretim yılına ilişkin anadilde eğitim talebiyle yapılacak boykota katılım çağrısı yaptı. Kahraman, “Kürtler Türk okullarını boykot etsin. Kürtler üzerinde bu kadar imha politikaları gerçekleşirken Kürtler çocukların okullara göndermesin” dedi.

 

Aziz Güler (Rasih Kurtuluş) Ankara’da anıldı

Rojava’da bulunan Birleşik Özgürlük Güçleri komutanlarından Aziz Güler (Rasih Kurtuluş) IŞİD çetelerine yönelik operasyon esnasında şehit düştü.  BÖG komutanı Aziz Güler için Ankara’da, 22 Eylül’de Yüksel Caddesi’ndeki İnsanlık Anıtı önünde taziye çadırı kuruldu. Kurulan çadır önünde yapılan açıklama öncesi “Aziz Güler Rojava’da IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşti, adı onurdur” pankartı açılıp, Rojava’da hayatını kaybedenlerin fotoğrafları taşındı. Atılan “Yaşasın siper yoldaşlığı”, “Yaşasın devrimci dayanış” sloganları altında açıklama yapan Devrimci Parti MYK üyesi Leyla Can, IŞİD’e karşı savaşan Aziz Güler’in Rojava’da ölümsüzleştiğini söyledi. Can, yaşamını yitiren Güler’i “Türkiye’de olduğu yıllar içerisinde defalarca devletin ve faşist güçlerin hedefi haline gelmiş ancak hiçbir yılgınlık belirtisi taşımadan zulme karşı durmuştur” sözleriyle tanımladı. Ethem’in ve Ali İsmail’in direnen sesi oldu.

 

2. ayında Suruç şehitleri için 33 dakikalık oturma eylemi

Devlet ve AK Parti’nin beslediği IŞİD çeteleri Suruç’ta Amara Kültür Merkezi’nde basın açıklaması yaptıkları esnada canlı bomba saldırısıyla 33 yoldaşımız katledildi. Suruç’ta katledilen SGDF’li yoldaşlar için Ankara Yüksel Caddesi’nde Suruç’un 2. Ayı için 33 dakikalık oturma eylemi yapılarak basın açıklaması gerçekleştirildi.

 

Devrim şehitleri ölümsüzdür

Polis kurşunuyla öldürülen 68 kuşağının ilk devrim şehidi Taylan Özgür 23 Eylül’de Ankara Cebeci Mezarlığı’nda mezarı başında Özgür Liseliler tarafından anıldı.

Barışa ve mücadeleye oy ver! Oylar HDP’ye

 

1 Kasım seçimlerine giderken başkanlık hayalleri; saldırı, katliam, işkence, korku, sindirme, yıldırma, karalama gibi yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Şimdi barışa ve mücadeleye oy veren 6 milyon kişiyi alçak, şerefsiz ilan edenlere; 400 vekil için olduğunu ekranlarda bas bas bağırarak savaşı ilan edenlere, sarayın tüm faturalarını halklara kesenlere karşı daha güçlü bir yanıt verme zamanıdır!

Halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşamı için halkların mücadelesini büyütmeye; Oylar HDP’ye!

AK Parti, sanki 13 yıldır iktidarda olan kendi partileri değilmiş gibi mağdur edebiyatına sığınıyor. İşçi cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, rant projeleri için doğanın yıkım ve talanının hesabının verilmesi şöyle dursun, “yeniden istikrar” sloganları ile oy istiyor. Bu istikrar ne tür bir istikrardır?

Onların istikrardan anladığı, para babalarının musluğunun kesilmemesidir.

Soma Katliamının hesabının verilmek zorunda kalınmamasıdır.

Ethem’in katilinin serbest bırakılmasıdır.

İşçi grevlerinin ağızdan çıkan tek bir kelime ile yasaklanabilmesi, sendika mafyaları eliyle işçilere saldırılmasıdır.

Gençlerin geleceksizleştirilmesi, “kontrol altında” tutulabilmesidir.

Bilimin emperyalist savaşa hizmet etmesinin sürdürülebilmesidir.

Daha fazla rant için doğanın yıkımını, talanını sağlayan projelerin ahbap-çavuş ilişkisiyle peşkeş çekilebilmesidir.

Kadınların evlere hapsedilmesi, gerektiğinde ise ucuz iş gücü olarak kölelik düzenine entegre edilmesinin sağlanmasıdır.

Bu süreçte tüm bu baskılara, savaş hali ve olağanüstü hal uygulamalarına son vermek için seçimler önemlidir!

Bugün;

HDP’de Israr, Emperyalist Savaşa Karşı Barış da, Halkların Kardeşliğinde Isrardır!

HDP’de Israr, İşçinin Emekçinin Köleleştirilmesine Karşı, İnsanca Çalışma Koşullarında Isrardır!

HDP’de Israr, Gençlerin Geleceksizleştirilmesine Karşı Gençler İçin Yaşanabilir Bir Gelecekte Isrardır!

HDP’de Israr, Kadının Çifte Sömürüsüne Karşı Kadınların Özgürlüğü İçin Isrardır!

Oylar HDP’ye!

AKA-DER

02.10.2015

Başyapıtı ‘Gabo’nun kendisiydi, hayatıydı

87 yaşındayken biz(ler)i bırakıp gitti Gabriel García Márquez…

“Öldü” denilen  ‘Gabo’, “Ben ölümden korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum”… “Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse”… “Kişi ölmesi gerektiğinde değil, ölebildiğinde ölür,” derken; ‘Kolera Günlerinde Aşk’ta da ekliyordu: “Hiçbir şey insana, kendi ölümü kadar benzeyemez…”

Doğrudur… “Ölüm” dedikleri, kalkıp gidişiyle hepimizi bir kez daha sarstı; ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kırmızı Pazartesi’, ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’, ‘Labirentindeki General’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’, ve ‘Albaya Mektup Yok’ vd. “büyülü” yapıtlarındaki gibi…

* * * * *

Yapıtları “büyülü”; kendisi de, “İnsanın kendini sanata adaması, tüm adanmışlıkların en gizemlisidir; insanın tüm hayatını vermesi ve karşılığında hiçbir şey beklememesi gerekir,” diyen bir “büyücü”ydü…

“Büyülü gerçekçilik”in öncüsü Márquez’in, ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ adlı otobiyografik yapıtındaki ifadeyle, “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır…”

“Ölüm” dedikleri, kalkıp gidişiyle ilk akla gelen 1982’deki o ünlü Nobel konuşması oldu. “Güzel ve yalnız kıta Latin Amerika”nın kükreyen sesiydi o. Konuşmasında Latin Amerika’nın “şeytansı diktatörlerine” meydan okurken, dini baskı aracı olarak kullanmalarına lanet ederken, Batı’nın ikiyüzlülüğünü de vurguluyordu. Batı, Latin Amerika edebiyatına, sanatına kucak açıyor ama toplumsal ve politik kimliğini, sömürgecilikten gelen bir alışkanlıkla yok sayıyor ve küçümsüyordu…
Kolay mı? “Márquez bilenmiş bir anti-emperyalistti. Sosyalistti. Sözü kadar eylemleriyle de politikanın içindeydi. Eşsiz bir anlatıcıydı. Sapına kadar gazeteciydi.”2

* * * * *

17 Nisan 2014 günü yitirdiğimiz Márquez’in, iki yıl önce demans (bunama) hastası olduğunu ve yazmayı bıraktığını açıklanmıştı.
6 Mart 1927’de Kolombiya’nın kuzeyindeki yoksul Aracataca kentinde doğdu. İki iç savaşa katılan, insan hakları eylemcisi büyükbabasından etkilenen yazar, büyükannesinin anlattığı halk hikâyeleriyle büyüdü.

Küçük yaşlardan itibaren anneannesi ve dedesinin yanında kalmış ve asker dedesinin karizmatik kişiliği ile küçük hikâyeler anlatan anneannesinin etkisinde büyüdü. Yaygın lakabıyla ‘Gabo’nun hayatında kendisinin de sıklıkla ifade ettiği üzere en önemli etki anneannesiydi. Anneannesinin anlattığı küçük hikâyelere ve onun anlatış tarzına hayranlıkla büyümüş, ilk üslup hocası olarak kendisine anneannesini gördüğünü bizzat kendisi birçok vesileyle ifade etmişti.
Cizvit okulunda hukuk öğrenimi gördü ve gazetecilik yapmak için okulu bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yapan Márquez, öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı. William Faulkner’dan etkilenen García Márquez, ilk romanını 23 yaşında yazdı. 1955’te yayımlanan ‘Yaprak Fırtınası’ ilk kitabıydı. Ardından 1961’de ‘Albaya Mektup Yazan Kimse Yok’ adlı romanını, 1962’de de iki eseri ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’ adlı öykü kitabı ve ‘Kötü Saatte’yi yayınladı.
Yazar, en tanınmış romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı (1967) Meksika’ya ilk gidişinde yazdı.

Kitabı yazmak için günde altı paket sigara ile odasına kapanıp 18 ay boyunca durmadan yazdı ve kitabı bitirdi. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı öykülerini ‘İyi Kalpli Erendina’ (1972) başlıklı yapıtta toplayan O, daha sonra sırasıyla ‘Mavi Bir Köpeğin Gözleri’ (1972), ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ (1975), ‘Kırmızı Pazartesi’ (1981), ‘Kolera Günlerinde Aşk’ (1985), ‘Labirentindeki General’ (1989) yayınladı.

Şilili bir göçmenin memleketine dönüş deneyimini anlattığı romanının 15 bin nüshası Şili hükümetince yakıldı. 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, 1986’da ünlü romanı ‘Kolera Günleri’nde Aşk’ı yayımladı.

Bir röportajında “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak” diyen Márquez, Fidel Castro’yla dosttu. Küba Devrimi’ni destekleyen yazar 1959’da Castro’yla tanıştı. Devrim için yazı ve röportajlar yayınladı. Her zaman politikanın içinde olan yazar Kolombiya hükümet ile gerilla örgütleri ELN, FARC arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yaptı.

Faulkner’ın etkisinde Kafka’nın sarstığı yüzyılın en büyük yazarlarından biri olan ‘Gabo’, Latin edebiyatının en önemli temsilcilerindendi.
Onun en büyük özelliklerinden birisi, kıtasının yalnızlığını paylaşmasıydı…

Hatırlanacağı üzere 1982’de Nobel komitesi, “Fantastik ve gerçek olayları hayal dünyasında harmanlayıp romanlarında ve kısa hikâyelerinde, bir kıtanın çatışmalarını ve hayatını yansıttığı” için Márquez’i Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görür. Nobel konuşmasının başlığı ise “Latin Amerika’nın Yalnızlığı”dır.
1999 yılında kanser teşhisi koyulan Gabo, arkadaşlarıyla daha az görüşür, telefonunu fişten çeker, yapacağı bütün seyahatleri ve programlarını iptal eder ve yazmak için adeta kendini eve kilitler. Bir taraftan gazete ve dergilere yazılar kaleme alırken bir taraftan da “son romanı” unvanını taşıyacak olan ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ı kaleme alır ve roman 2004 yılında yayımlanır. Bu kitaptan bir yıl sonra Márquez’e Alzheimer teşhisi konur.

Romanlarının büyük bölümü, Karayip Denizi kıyısında ya da kıyıya yakın yerlerde bulunan hayali ya da belirsiz kasabalarda ve köylerde geçen Márquez’in kitaplarının pek çoğu bir ölümle başlar. Kimisine göre ölümden korkan Gabo, “Ben ölümden korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum,” der ve ekler: “Ölümle ilgili problem şu: Sonsuza kadar sürüyor.”

* * * * *

“Sonsuza kadar süren ölüm”le arası hiç iyi olmayan ‘Gabo’, hep hayatı savundu. XX. yüzyılın büyük romancılarındandı. Latin Amerika Rönesansı’nın esin kaynağı, lokomotifi, canıydı sanki…

En büyük ilham kaynağı Hemingway, James Joyce ve Virginia Woollf’ün yanında Nobel konuşmasında “usta” olarak nitelendirdiği Wiliam Faulkner’du.
Márquez Küba lideri Fidel Castro’nun çok iyi arkadaşıydı. O kadar iyi ki, kitapları daha basılmadan ona gönderiyor ve o da hemen okuyordu. Castro Batı dünyası tarafından tecrit edildiğinde de hep onun yanındaydı.

Sandinistalara destek veren Ona, ABD, “komünist” olduğu gerekçesiyle, çok uzun yıllar vize vermeyi reddetmişti…

Asla eğilip, bükülmeyen dik duruşuyla, “Hiçbir zaman girift ‘anlatım teknikleri’ peşinde olmadım. Yakalamak istediğim tek şey, ‘şiir diliydi’. Romanlarımı hep ‘şiir diliyle’ yazmaya çalıştım,” diyen ‘Gabo’, anlattıklarında masalsı denecek olaylara yer verirdi. Örneğin dağda vurulan bir delikanlının kanı dağı ve ovayı geçip anasının ayakları dibinde göllenir. Ana ayaklarının dibindeki kanı görünce oğlunun öldürüldüğünü anlar. Bu anlatım eleştirmenlerce sürrealist ya da “büyülü gerçekçilik” diye tanımlanır. Márquez’se bu tür tanımlara tek yanıt verir: “Sürrealizmim (gerçek üstücülüğüm) Latin Amerika’nın realizminden (gerçeklerinden) kaynaklanıyor”.

Pek çok edebiyatçının hor gördüğü gazeteciliği de bu yüzden över: “Ben gazeteciyim. Ben her zaman gazeteci oldum. Eğer gazeteci olmasaydım kitaplarım asla yazılamazdı. Çünkü bütün malzemeler gerçeklikten alınmıştır.”

Evet O gazeteciydi… Hayatını kazanmak için yapıyordu bu mesleği… Ve 1950’li yıllarda işini kaybettiğinde aç kalma tehlikesi yaşamıştı. Paris’e gitmiş, çöp tenekelerindeki şişeleri toplayıp satmak zorunda kalmıştı.

“Onu kim işinden etmişti?” diye merak ederseniz; “Rojas Pinilla diye bir adam tarafından işinden edilmiş”…

O, Kolombiya’nın 19’uncu cumhurbaşkanıydı. Askeri darbeyle gelmiş bir diktatör yani…

Márquez’in çalıştığı gazeteyi kapattırınca, o da işsiz kalmıştı!

* * * * *

‘The Paris Review’deki söyleşide Peter Stone’un,  “Yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Çizerek. Karikatür çizerek. Okuma-yazmayı öğrenmeden önce evde ve okulda karikatürler çizerdim. Liseye geldiğimde ise adım yazara çıkmıştı. Oysa henüz hiçbir şey yazmamıştım! Dilekçe, broşür yazma gibi işleri hep bana yaptırdıkları için herkes bana yazar diyordu,”3 diye yanıtlayan Márquez, Latin Amerika’dan çıkan birçok yazarın öncüsüydü. Edebiyatını besleyen iki atar damar çocukluğu ve gazeteciliğiydi…

Gabriel García Márquez, İspanyolca edebiyat ve özellikle Latin Amerika edebiyatı için ön açıcı bir isimdi. ‘Latin patlaması’ diye hatırlanan, 60’ların sonundan itibaren dili, politik tavrı ve yazdıklarıyla dünyada çok ilgi çeken Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi yazarların öncüsü Márquez’di. Márquez’in büyülü gerçekliği, aslında çok zengin bir anlatı geleneğini hızlı, enerjik bir dille, herkesin seveceği yalın metinlere dönüştürebilmesiydi. Geniş kitleleri etkileyen, kendine çeken bu üslubuyla bir dünya yazarı oldu.

Bu özelliğiyle Márquez’in geniş yelpazesinde Emile Zola’nın gerçekçiliğine yakın tarzda kaleme aldığı siyasi öykü ve romanlarında, XX. yüzyılın ve özellikle de üçüncü dünya ülkelerinin diktatörleri anlatılır. Geleneksel gerçekçi üsluplarıyla bu eserler yazarın adıyla birlikte anılan büyülü gerçekçilikten uzak diyebileceğimiz yapıdadır. ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’,4 ‘Labirentteki General’,5 ‘Albaya Mektup Yok’,6 ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’7 yazarın sevdiği motifleri kullanır.

Bu eserleri birbirlerine bağlayan motiflerin başında mekân olarak kullandığı hayali Latin Amerika kentleri gelir. Bu nedenledir ki Şili’den Meksika’ya her Latin Amerika ülkesi kendi kültüründen ve siyasi geçmişinden izler bulur onun yazdıklarında. Darbeler, deprem, sel gibi doğa felaketleri, veba ve kolera gibi salgın hastalıklar, Kuzey Amerika’nın güdümündeki diktatörler ve Kuzey’in sömürgeciliğine direnen yoksul dindar halklar, gerillalar, devrimciler, bu hayali kentleri bir kılar. Márquez’in bir diğer motifi, muhafazakârlarla liberallerin çatışmasından kaynaklanan iç savaşlardır. Bu motifiyle şiddeti ön plana alır.

Yazarın bir de ne ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ gibi büyülü ne de ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ gibi gerçekçi olan, her ikisinden de izler taşıyan stilde yazdığı romanlar vardır. İlk akla gelenler ‘Kolera Günlerinde Aşk’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ ve ‘Kırmızı Pazartesi’dir. Bu romanlarında sanki aşkın ve tutkunun büyüsünün kendiliğinden ortaya çıkması için müdahale etmez kurguya. Bu romanlarda masalsı dilinin üstüne şeffaf bir tül sermiş gibidir, hayatın kendi büyüsünü görmemizi ister.8

* * * * *

1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, Márquez’in başyapıtı olarak tanınır.

“Latin Amerika’ya muzu zehir eden, ne yazık ki hâlâ da dünyanın en büyük ikinci muz şirketi olan, o zamanki adıyla United Fruit Company, bugünün Chiquita’sının suçlarına tüm Kolombiyalılarla birlikte tanıklık etti.

Muz plantasyonları ile çevrili Aracataca’da doğmuş ve büyümüştü Márquez. Bu yüzden Márquez’in ayrıntılı hayat hikâyesine yer veren, ikinci memleketi Meksika’nın gazeteleri Márquez’in ‘ideolojisinin ve edebi tutkusunun’ rotasını belirleyen en önemli olay olarak -Yüzyıllık Yalnızlık’ta da özel olarak aktardığı- 6 Aralık 1928’de gerçekleşen muz işçilerinin katliamını gösterdiler. (…)

Márquez, sadece dedesinden dinlemekle yetinmedi bu olayı. Grevin öncülerinden komünist işçi lideri, İşçi Birliği’nin kurucusu Raúl Eduardo Mahecha ile hapsedildiği cezaevinde röportaj da yaptı.”

1967 yılında Meksika’ya ilk gidişinde kaleme aldığı söz konusu yapıtı şöyle anlatır Márquez:

“Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrua’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: ‘Borcunuz 82 pesos.’
Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: ‘Bizde sadece 53 pesos var.’
Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik. Bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik. Yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser. Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet garantisi olarak.”9

* * * * *

Márquez’in romanları, Latin Amerika bütünselliğinde Kolombiya ve Meksika insanını, olaylarını, çok boyutlu tarihini, kültürü ve ruhu ile karşımıza dikerken; hiç kuşkusuz/tartışmasız güçlü bir yazar olduğunu da ortaya koyardı.

Çünkü O, bir yandan anlatırken bir yandan da anlattıklarıyla devasa bir evren kurabilen nadir yazarlardandı…
İyi de neydi Márquez’i bunca rakipsiz kılan?

Onun her şeyden önce bir mücevherci becerisi ile kullandığı “dil”inin çok baştan çıkarıcı, olağanüstü bir yetkinliği var/vardı!
Kolay mı? Carlos Fuentes, “Cervantes’ten bu yana İspanyolca yazan en iyi yazar” sözleriyle selamlamıştı Márquez’i…
İnsanı ve insanlığı çok iyi anlatan romanlar yazan ‘Gabo’, ne iyi ne de kötü yazardır. O ikisi de değildir; dâhi yazarlardan biridir.
Özetle: “… ‘Gabo’; entelektüel mirasının ötesinde, yüksek duyarlılığı, farklı bir derinliği olan bir yazardı…
Yapıtlarının, az yazarda rastlanan mükemmel bir mimarisi vardı…
İspanyol diline hâkimiyeti, sözcük seçimindeki titizliği, metinlere sinen ‘ritim ve tempo’ becerisi; ‘Gabo’nun ‘modern zamanlar Cervantes’i’ lakabıyla anılmasına yol açmıştı…

Ufak bir ‘koku’, bir ‘tat’ ya da bir ‘anı’… Onun satırlarında hemen ‘epik’ boyutlar kazanırdı”rken;10 unutulmasın ki, “Gerçeklikteki tek büyü ona tahammül edebilme yeteneğimizdir ve bunun için hikâyeler kurarız. Márquez de bunun için neyi anlatırsa anlatsın, en usul öyküsünde bile bu tahammüle karşı duyulan o hayranlıktan kaynaklanan bir coşku duygusunu iletir okuruna. Gerçekliği büyüleyici bulmak ya da gerçeğin büyüleyici gizini ortaya çıkartmak değil bu, başka bir gerçeklik yaratabilmekteki büyüyü görmek. Eğer böyle olmasaydı, çağının siyasi gerçeklerine karşı bu denli ilgili ve yakın da olmazdı. Hikâye farklı anlatılabilirse eğer, insanlar bu farklı hikâyeye gönül verirlerse eğer, dünya tabii ki başka bir yer olabilir. Buna inancını hiç yitirmedi Márquez. Ve hep bu inancı biz de koruyabilelim diye tüm gücüyle, coşkuyla yazdı.”11

Tam da bunun için çağının öncü yazarlarından biri olarak, büyülü gerçekliği kurdu. Yeni bir rüzgâr yarattı, yeni bir renkle, yeni bir nefesle XX. yüzyıl Latin Amerika edebiyatını taçlandırdı.

Elbette ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ vd’leri muhteşem başyapıtlardı; ama asıl başyapıt ‘Gabo’nun kendisi, hayatıydı…

* * * * *

Ve nihayet “Ben sizden de değilim, diğerlerinden de; ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden, tehdit savurmayanlardan, dinini veya ırkını aklının yerine koymayanlardanım. Ben hâlâ şiir okuyanlardanım. Ben ölürken vatanını yahut dinini değil, ‘sevgiliyi’ düşünecek olanlardanım,” diyen Ona dair söyleyeceklerimi tamamlıyorum…

Gidişindeki “büyülü gerçekçiliğin” en Márquez’vari örneğini, Onun Kolombiya’daki doğum yeri Aracataca’da yapılan külsüz ve tabutsuz “sembolik cenaze töreni” oluşturdu ve O, biz(ler)i bırakıp giderken, hepimize/ herkese şöyle haykırıyordu yapıtlarından:

“Bazen öyle konuşacaksınız ki karşınızdaki cevap veremeyecek. Bazen de öyle susacaksınız ki karşınızdaki konuşmaya cesaret edemeyecek.”
“Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için her şeyi yaparlar.”

“Önemli olan, hayatta başına ne geldiği değil, neyi nasıl hatırladığındır.”

“Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin; zaman geçmişse ‘dön’ demenin; ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin: Hiçbir anlamı yoktur.”

“Birlikte gülüyorsanız mutluluktur. Birlikte ağlıyorsanız dostluktur. Ama birlikte susuyorsanız, bu aşktır.”

“Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin.”

“Ne kadar yaşayabileceğini biliyor musun? O hâlde sarıl sevdiğine son nefesin gibi.”

“Gerçek arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır.”

“Bir adam babasına benzemeye başladığı anda yaşlandığını anlar.”

1 Gabriel García Márquez
2 Zeynep Oral, “İyi ki Varsın Márquez”, Cumhuriyet, 20 Ni-
san 2014, s. 16.
3 The Paris Review Dergisi, No: 82, Kış 1981… http://www.-
theparisreview.org/interviews/3196/the-art-of-fiction-no-69-gabriel-García-Márquez
4 Gabriel García Márquez, Başkan Babamızın Sonbaharı,
çev: Tomris Uyar, Can Yay., 2007.
5 Gabriel García Márquez, Labirentteki General, çev: İnci
Kut, Can Yay., 1992.
6 Gabriel García Márquez, Albaya Mektup Yok, çev: Handan
Saraç, Can Yay., 2000.
7 Gabriel García Márquez, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni,
Öyküler, çev: İnci Kut, Can Yay., 1992.
8 Asuman Kafaoğlu-Büke, “Sonsuz Bir Boşluk Bırakarak
Gitti”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:684, 25 Nisan 2014, s.16-17.
9 The Guardian, Saturday Review’da 24 Kasım 2001 tarihin-
de yayımlanan yazı, Kasım 2004’te Kitap-lık Dergisi’nde çıktı.
10 Nilgün Cerrahoğlu, “Márquez’in Ardından”, Cumhuriyet,
20 Nisan 2014, s. 13.
11 Sırma Köksal, “Gracias Gabo…”, Vatan Kitap, Yıl: 10 No:
123, 15 Mayıs 2014, s. 22-23.

Nasıl bir üniversite ve bilim tartışmaları üzerine

Savaş mı, Barış mı?

Aydın ve akademisyenlerin bır kısmı bir yandan barış çağrıları yaparken, bir yandan da emperyalist savaşın ve sömürü düzeninin araçları yanı başlarında, üniversitelerde üretilmeye devam ediyor. Patronun kârına endekslenen, tekelleri bir “pazar hatası” olarak sunan teoriler,1 devletin tarafsızlığı üzerinden yapılan iktisadi politika uygulamaları,2 çevreci/yeşil üretim projeleri ile şirketlerin imaj tazeleme yarışlarına katkı,3 insansız hava araçları (İHA) üreten devlet “destekli” projeler, füze sistemleri üzerine yapılan çalışmalar… Ürettiğine yabancılaşmanın üniversitedeki biçimleri.

İster teorik ister uygulamalı olsun, üniversitelerin baskın olarak sunduğu ürünler sınıf savaşımı bağlamında değerlendirildiğinde; karşımıza egemenlerin iktidarının devamı için üretilen “bilimsel bilgi” çıkmakta. Bugün yaşadığımız gerçeklik üzerinden bir örnek vermekle yetineceğim.

Bölgemizde devlet terörünün en önemli araçlarından biri haline gelen İHAlar genel olarak yer tespitinde kullanılsa da, gerektiğinde ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi bombalama ‘işiyle’ de görevlendiriliyor. Ağustos ayında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün acil İHA talebi, bu araçların kullanım alanlarının genişleyeceğine de işaret ediyor.4 Kaynak gösterilen haberde, Kara Kuvvetleri Konutanlığı’nın bu araçları geçtiğimiz aylarda teslim aldığı, Eylül ayı itibari ile “Güneydoğu”da kullanmaya başladığı da yer alıyor. “Yerli” İHAlar iki senedir Emniyet tarafından kullanılıyor, bu araçların TSK ile Katar Ordusu tarafından da kullanıldığı ifade ediliyor. Bu araçların Araştırma- Geliştirme (AR-GE) çalışmalarının büyük bir kısmı ise çeşitli programlar ve projeler kapsamında üniversitelerin danışmanlığında yapılıyor ya da direk proje ediliyor.

2011 yılı Ekim ayında Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM) tarafından ODTÜ, Aselsan, Roketsan ve TAI ile imzalanan iş birliği protokolleri ile hayata geçirilen Sanayi İçin Araştırmacı Yetiştirme Programı (SAYP)5 kapsamında şu an SSM, 5 üniversite ve 7 firma arasında işbirliği sağlanıyor.6

Savunma Sanayii Müsteşarlığının (SSM) internet sitesinden özetle: “savunma sanayi şirketimiz AR-GE faaliyetleri için Teknokentlerde birimler oluşturmakta ve güçlü bir mühendislik kadrosunu bir araya getirmektedir.” denmektedir.

Üniversitelerde Sistemin Yeniden Üretilmesi
Kendi işleyişi içinde sömürü sistemini yeniden üreten üniversiteler için, karşılaşılan sorunlar için sunulan sistem içi çözümler problemleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

Müşteri Değiliz, Akademisyeniz Biz!

Eğitimin metalaştırılması, öğrencinin müşterileştirilmesi uzun bir süredir mücadele edilen bir gerçek. Bunun yanında son yıllarda yayın faaliyetlerinin metalaştırılması, öğretim üyesi ve adaylarının müşterileştirilmesi de önemli bir mücadele alanı haline dönüşüyor. Sidney Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Doçent Alexander Holcombe’nin blogunda yayınladığı bir makale, üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen değinmek istediğimiz nokta için güncelliğini koruyor.7 Holcombe, normal şartlar altında bir yıl ve hatta daha uzun süren yayınlama faaliyetleri, bazı dergilerin yayın için ek ücret ödemek koşuluyla kısa bir süre içinde hakem incelemesinden geçirme garantisi verdiğini ortaya çıkarmış. Esasında bu bilinmeyen bir gerçek değil. Yayın faaliyetlerini işe dönüştüren bir çok internet sitesi olduğu da biliniyor.8 Ve bu rekabet içinde öğretim üyesi ya da adayının çürütülmüşlüğünü gösteren başka bir gerçek: İntihal… Bilginin metalaşması, yayın gibi özel mülkleştirilmiş faaliyetler üzerinden kazanılan statüler ve üniversitede yayılan aşırma ve yağmacılık kültürü.

Her Türlü Emek İtina ile Taşerolaştırılır!

Eğitim-Sen’in 25 Nisan 2015’te düzenlediği “Üniversite’de Taşeronlaşma Çalıştayı” hazırlık aşamalarında erişilen bilgiler, taşeron çalıştırmanın bazı üniversitelerde büyük sayılara ulaştığı, 1500-2000 kişinin bu yolla istihdam edildiği görülüyor. “Özellikle üniversite hastanelerinde verilen gündelik hizmetin çoğunu taşeron işçiler yapıyor.” Öte yandan üniversitelerde taşeronlaştırma süreci yalnızca temizlik, bahçe, trafik vs. gibi emek biçimlerinin ötesine geçiyor. 50d kadrosu ile alınan araştırma görevlileri yıllık sözleşmelerle düzenlenen ve belirsiz çalışma koşulları altında istihdam edilerek her türlü işe koşturan mevsimlik işçi, taşeron asistan kimliğinde çalıştırılıyor. Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı (ÖYP)’nın 2016’da kaldırılması ile üniversitelerde emeğin taşeronalştırılması da daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkacak. İdari personel kadro yükseltmeleri ahbap-çavuş ilişkisine bakar durumda, tıpkı bir çok üniversitede bölüm başkanı ve dekan ya da herhangi bir üniversitede Rektör olabilmek için devletin icazetinin alınması gerektiği gibi. Bunlar da bizi doğrudan sermayenin yararına piyasa için üretim yapacak üniversiteler ve bilimin metalaşması konularına geri döndürüyor.9

Üniversitelerde Cam Tavan

Okuru “kim için, ne için, nasıl bir bilim, nasıl bir üniversite” tartışması ile başbaşa bırakmadan önce, sistemin yeniden üretilmesi bağlamında değinilmesi gereken bir diğer nokta da, erkek egemen iktidarın en “gelişmiş” üniversitelerde bile karşımıza çıkması.10 2014 yılında vakıf üniversitelerinde çalışan akademik personelin %50.16’sı, devlet üniversitelerinde çalışanların ise %41.9’u kadın. Toplamda ise üniversitelerde akademik personelin olarak çalışanların %43.12’sini kadınlar oluşturuyor. Bakıldığı zaman bilimsel çalışmalarda cinsiyetlerin eşit temsiliyeti yanılgısına düşebiliyoruz. Fakat, kademeler bazında baktığımızda bu oranlar istikrarlı bir düşüş gösteriyor. Vakıf üniversitelerinde profesör kadrosunda çalışanların yalnızca %26.28’i kadın iken devlet üniversitelerinde bu oran %29.7. 184 üniversiteden sadece 13’ünde kadınlar rektörlük görevi yapıyor.11, 12 Kadınların iş gücüne katılım ve istihdam oranları13 ile kıyasladığımızda, akademik yaşam kadınların erkekler ile rekabet içinde olabildiği bir alan gibi gözükmekte. Fakat idari kadrolara ait verilere baktığımızda bunun cinsiyete atfedilen mesleki rollerin ötesinde bir anlam ifade etmediği, yazında kadının iş hayatında ancak belli bir noktaya kadar tırmanabildiğini anlatmak için kullanılan “cam tavan” kavramının üniversitelerde de mevcut olduğu görülmekte.

Sonuç Yerine

Bugün tekelci kapitalizmin geldiği nokta ve derinleşen çelişkileri, sistemin devamı için oynadığı rol ve içerisinde barındırdığı emek biçimlerinin çeşitliliği nedeniyle üniversitelere daha yakıcı bir şekilde yansıyor. Üniversiteler ise özelde kendi iç çelişkilerini genelde ise sistemin çelişkilerini, yeni bir yaşam tezahürü ile çözümleme kapasitesine sahiptir. Bu kapasite “ne için, kim için ve nasıl bilim” tartışmalarının derinleştirilmesi ile ilerleyecek, ancak değiştirme iradesi göstermekle anlam bulacaktır.
Bugün bilim insanlarının önünde; kendisini ancak işçinin, emekçinin, ezilenlerin kanı, canı ile sürdürebilen kapitalizmin karşısında “yaşamak ve yaşatmak” gibi çok temel bir sorumluluk durmaktadır.

Gülşah Gülen

1 Kapsamlı bir tartışma için: Deniz Adalı, 21. Yüzyıl ve Ka-
pitalist-Emperyalizm, Kaldıraç Yayınevi.
2 Kapsamlı bir tartışma için: Vlademir İlyiç Lenin, Devlet
ve Devrim; Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi.
3 Çevreci/yeşil üretime eleştirel bir yaklaşım için: Feryal Tu-
ran, Çevre Dostu Şirketler: Yeşil Göz Boyama mı, Çevresel Üretim mi?, Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik Araştırmalar E-Dergisi, 17 Ağustos 2014
Daha güncel bir tartışma için:
NTV’nin Maskesi ve Volkswagen Skandalı, Bülent Falakaoğlu, Evrensel, 28.09.2015
http://www.evrensel.net/yazi/74974/ntvnin-maskesi-ve-volkswagen-skandali#.Vgj7b0iFIP9.twitter
4 Emniyete Yerli İnsansız Hava Aracı, NTV, 21.08.2015
http://www.ntv.com.tr/turkiye/emniyete-yerli-insansiz-hava-araci,dW3p9vNaQE6ibDBPjxaPAw
5 SSM’nin ilgili sayfası (güncellenmemiş bilgi içerir)
SSM: http://www.ssm.gov.tr/anasayfa/savunmaSanayiimiz/Sayfalar/SAYP.aspx
6 SSM’nin işbirliği protokolü imzaladığı üniversiteler ve iş-
birliği içinde olan firmalar:
ODTÜ: Aselsan, FNSS, Havelsan, MİLSOFT, Roketsan ve TAI – http://ak.metu.edu.tr/sayp-nedir
(ODTÜ- TSK Modelleme ve Simülasyon Araştırma Uygulama Merkezi (ODTÜ- TSK Modsimmer) 1998’de ODTÜ, TSK ve SSM ortak girişimiyle kurulmuştur. http://modsim.metu.edu.tr/node/98 )
Gazi Üniversitesi: Roketsan, TAI, Aselsan, Havelsan – http://gazi.edu.tr/posts/view/title/gazi-universitesi-ile-savunma-sanayii-mustesarligi-arasinda-sayp-icin-mutabakat-metni-imzalandi-135345
http://gazi.edu.tr/posts/view/title/gazi-universitesi-ile-savunma-sanayii-isbirligi-protokolu-93805
Abdullah Gül Üniversitesi: Roketsan- http://95.183.226.98/pages.php?pageid=100766
Ankara Üniversitesi: Aselsan, Havelsan, FNSS, Roketsan, TAI- http://bap.ankara.edu.tr/sayp/
İTÜ: Roketsan, FNSS (Döner Kanat Projeleri Merkezi- DKTM- dahilinde TAI) –
http://www.itu.edu.tr/haberler/2015/08/21/savunma-sanayii-ara%C5%9Ft%C4%B1rmac%C4%B1lar%C4%B1-i-t%C3%BC’de-yeti%C5%9Fiyor
7 Fast-track Fees Imperil Journals’ Reputation For Fairness,
Alexander Holcombe https://alexholcombe.wordpress.com/2011/03/19/fast-track-fees-imperil-journals-reputation-for-fairness/
8 “Jeffrey Beall’in güncel olarak tuttuğu olası “yağmacı ya-
yıncılar listesi: http://scholarlyoa.com/individual-journals/
Verdiğiniz para karşılığı bir makalenizin önemli bir dergide yayınlanmış, sizi bir konferansa katılmış gibi gösteren intenet sitelerine örnek için bakınız: Parayı Bastıranı Profesör Yapıyorlar, Hürriyet, 12.12.2010, http://www.hurriyet.com.tr/pazar/16512276.asp
9 Analizlerinin tümüne katılmamakla, özellikle tarihsel bağ-
lamında eksikler bulmakla birlikte konu hakkında farklı bir okuma için: Özgür Müftüoğlu, “Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenilmeli” , 2011.
http://ozgurmuftuoglu.blogspot.com.tr/2013/04/universitede-neden-ve-nasl-orgutlenmeli.html
10 Bu bölümde kullanılan istatistikler, YÖK’ün internet site-
sindeki istatistikler bölümünden yeniden üretilebilir. https://istatistik.yok.gov.tr/
11 “184 Üniversitede 13 Kadın Rektör”, Hürriyet, 12.05.2015,
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28978739.asp
12 Daha aşlt kademelerde kadın yöneticilerin oranlarını gös-
teren bir çalışma için:
Gülen Elmas Arslan, Erkek Egemen Üniversite Yönetimleri ve Kadın Akademisyenler, 2015.
http://www.egitimtercihi.com/okulgazetesi/17102-erkek-egemen-ueniversite-yoenetimleri-ve-kad-n-akademisyenler.html
13 2014 yılında kadınların iş gücüne katılım oranı %30.3
iken, istihdam oranı %26.7 olarak gerçekleşti (TÜİK, İşgücü İstatistikleri 2014, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=18645).

Şiddet neden kapitalizmin “olmazsa olmazı”dır? (1)

Son beş gündür burada nelerin tartışıldığına bakıyorum da… Soykırım, holocaust, savaş, katliam, faşizm, şiddet, işçi kıyımı, hapishane, göç, ekolojik yıkım, kentlerin çöküşü, imha, sansür, kriz, işsizlik, ataerki, seks ticareti, etnik çatışma, kavimkırım… Yaşadığımız günlerin düşünce ve tahayyül dünyamızı bir karabasana dönüştürdüğü aşikâr…

Neler oluyor? Bundan 20 yıl kadar önce iktisatçılar başta olmak üzere sosyal bilimcilerin çoğunun “tek kutuplu dünya”dan, “devletlerin küçültülmesi”nden, “çokkültürcülük”ten, “dünyanın bitimsiz bir piyasa ekonomisi çevresinde bütünleştiği evrensel barış”tan, “tarihin ve ideolojilerin sonu”ndan söz ettiği “kapitalist barış” yanılsaması, nasıl oldu da kan revan bir distopyaya, bir karabasana dönüştü?

Şu an, evet, yalnızca 2015 yılında dünyanın 25 bölgesi, savaş, iç savaş ve çatışmalarla ya da çatışma riskiyle sarsılıyor: Boko Haram ayaklanması (Nijerya), Ukrayna, Suriye, Gürcistan-Abhazya çatışması, Kobane, Irak, Kolombiya, Kuzey Mali, Libya, Cezayir, Mısır, Orta Afrika, Somali, Uygur Sorunu (Çin), Veziristan (Pakistan), Yemen, Filistin, Türkiye, Kuzey Kore, Ürdün, Lübnan, Meksika (uyuşturucu bağlantılı), Myanmar, Güney Sudan,Tayland…3

Üstelik de şiddet, yalnızca savaş, iç savaş ya da silahlı çatışmalarla sınırlı değil. Hergün yüzlercesi ölüm ya da açlıktan kaçmaya çabalarken gözlerimizin önünde çırpına çırpına Akdeniz’e gömülen göçmenler, çatışma bölgelerinden kaçırılarak parçalanıp organları satışa çıkartılan çocuklar, polis terörü, işkence, seks köleliği, kadın cinayetleri, uluslararası uyuşturucu ticareti, iş cinayetleri…

Aslına bakılırsa Sahra Altı Afrika’da yaşayanların yarıdan fazlasının günde 1.25 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalması, dünya ölçeğinde 1 milyar 350 milyon kişinin, yani dünya nüfusunun dörtte birinin de günde 1 doların altında bir gelirle, yani açlık sınırının altında yaşamını sürdürmeye çalışır olması; yeryüzünde her yıl on milyon kadar çocuğun açlığa bağlı nedenler veya önlenebilir hastalıklar yüzünden ölmesi ya da dünyada 85 insanın toplam servetinin 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yarıya yakınının servetine denk olması, yalnızca bu dahi bizatihi şiddettir; şiddetin daniskasıdır, en yalın, en çıplak ve en acımasız hâliyle!

Yeryüzünü bir örümcek ağı gibi sarmış sivil toplum örgütleri bu köklü ve yaygın şiddet görüngülerinin “netice”leriyle uğraşadursunlar; sanırım sorun, -her biçimi alabilen, her kalıba dökülen şiddetin “fail”ini saptayabilmekte.

“Şiddetin kaynağı” sorgulandığında, çoğunluk, muğlak bir “insan doğası”na başvurur, işin kötüsü, sosyobiyoloji de insanın -daha çok da insanın erkeğinin- “doğası itibariyle” şiddete yatkınlığı konusunda bol miktarda kanıt sunabilmektedir – ama sosyobiyoloji öyledir işte, insanın “özünde” barışçıl olduğunu da kanıtlayabilir, kan içici olduğunu da…

Daha ciddi açıklama girişimleri, psikanalizden dem vurabilirler – Ödipal karmaşa, cinsel dürtülerin bastırılması, eril kontrol mekanizması, biyo-iktidar aracı olarak şiddet vb. vb.

Ancak bu açıklama girişimlerinin pek çoğu, şiddet görüngülerinini sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bağlamları içerisinde ele alma yükümlülüğünden yan çizmekle malul. Tam da son dönemlerde yükselişe geçen neoliberalizm apolojilerinin yapmaya çalıştığı gibi.

“Yükselen paradigma,” diyor Henry C. Clark, “… ‘Kapitalizm’in genelde şiddetli değil, barışçıl insan ilişkilerinden yana bir kuvvet olduğunu önermekte.
Cinayetler konusunda son bulgular cinayet oranlarıyla piyasa toplumu arasında ters bir ilişki olduğunu gösteriyor. Devletler arası savaş konusunda ‘kapitalist barış’ın varlığı, yani bir ekonomi ne denli açık ise savaşa o denli uzak olduğu konusunda bir çeşit uzlaşı biçimlenmekte. Devrim ya da ayaklanmalara gelince, ‘kapitalizm’in bunların olasılığını arttırmaktansa, düşürdüğü ortaya çıktı (…) İç savaş sözkonusu olduğunda, küreselleşmeye açık olmak, bu türden çatışmaların hem olasılığını, hem de yıkıcılığını azaltmakta. Hatta soykırım konusunda, karşılaştırmalı araştırmalar ticarete açık piyasa toplumlarının çağımızın bu tanımlayıcı dehşetinden uzak durmaya, piyasa yönelimi daha düşük toplumlara göre daha yatkın olduklarını ortaya koymakta.”4

Tez, oldukça eski, biliyorsunuz. İnsana Leviathan’dan bu yana “devletli” sınai toplumlarını uygarlığın, barışçılığın, sanatın, erdemin, insan rafineliğinin, yaratıcılığının, verimliliğinin… kısacası kapitalist “uygarlığın” bütün değerlerinin biricik temsilcisi olarak gösteren bütün bir Aydınlanma literatürünü ve bizleri sınai kapitalizmin erdemlerine ve üstünlüklerine ikna etmek için çırpınan 19. yüzyıl İngiliz otodidaktı Herbert Spencer’i anımsatıyor.

Ancak bu Clark ve kaynakçasını oluşturan tüm bu “gecikmiş Aydınlanmacılar”ın, aklamaya çalıştıkları kapitalist Kuzey’i Güney’den ayrı, yalıtık ve ışıltılı bir dünyaymış gibi görmek-göstermek gibi “küçük” bir kusuru var. Elbette, Fransa, bugün “soykırım” tehdidinden göreli olarak uzakta. Ama Ruanda, ülkede yüzbinlerin katledildilmesinin doğrudan sorumlu olduğu İnsan Hakları İzleme Örgütü raporu (1999) ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi tarafından açığa çıkartılan Fransa’nın ne kadar uzağında?

Ya da elbette ABD’de fanatik dinci bir grup, örneğin İncil’den bab’ları ezbere okuyamayan yurttaşların kellesini meydanlarda uçurmuyor; Katolik ya da Yahudi kadınları esir alıp cariye pazarlarında satmıyor. Ama IŞİD’i meydana getiren koşullar, ABD’nin Ortadoğu enerji koridorlarını denetim altına alma çabasından ne kadar bağımsız? Ya da 11 Eylül saldırılarının ardından darmadağın ettiği Afganistan, olmadığını sonradan itiraf edeceği kimyasal silahlar için parçalayıp taş üzerinde bırakmayacağı Irak ABD’ye ne kadar uzak?

Doğrudur, İngiltere’de etnik gruplar, kabileler, dinsel gruplar silahlı çeteler oluşturup birbirleriyle pek boğazlaşmıyor, sıradan insanları haraca bağlamıyor. Bunlar, Sahra altı Afrika ya da Orta Doğu gibi “piyasa ekonomisine göreli daha kapalı” bölgelerde görülen olaylar. Peki ama çetecilerin kullandıkları silahlarda, BM Güvenlik Konseyi’ndeki üç ortağı ile (ABD, Fransa, Rusya Federasyonu) birlikte dünyadaki konvansiyonel silah satışlarının yüzde 78’ini gerçekleştiren İngiltere’nin hiç mi payı yok?5

Bu sorular çoğaltılabilir elbette. Ve her biri, günümüzde şiddet ile kapitalizm arasındaki yaygın ve derinlemesine bağa işaret eder.

Gerçekten de kapitalizm ile şiddet arasındaki ilişki herhangi münferit bir bağlam (Alman Nazizmi, İtalyan faşizmi, Latin Amerika ülkelerinde darbeler kotaran CIA faaliyetleri…) ya da özgül durumla sınırlandırılamayacak kertede yaygın ve derinlemesinedir. Bunu görmek için kapitalizmin tarihine bakmak yetecektir.
Rosa Luxemburg’un ilkel sermaye birikimi evresi olarak tanımladığı merkantil kapitalizm, ya da dünyanın kapitalist olmayan bölgelerinin kapitalist sistemle entegrasyonu, bizatihi bir katliamlar, soykırımlar, gasp, hırsızlık ve köleleştirme tarihidir. Cristoph Colombus’un Amerika kıtasına ayak bastığı 1492 yılını izleyen 200 yıl içinde kıtadaki yerli nüfusun 80 milyondan 5 milyona indiğini söylemek yeterli olur mu? Veya yerliler kölelik koşullarına dayanamadıklarından ya intihar ettikleri, ya yığınlar hâlinde öldürüldükleri, ya da üremeyi durdurup yeni efendilere taze köleler sağlamayı reddettikleri için Afrika’dan plantasyonlar ve madenlerde çalıştırılacak milyonlarca siyahi köleler ithal edildiğini? Batı Afrika topraklarından kaçırılan Afrikalıların, mümkün olduğu kadar çoğunu sığdırmak için gemi güvertelerine kaşık nizamında dizildiği; maden ve büyük toprak sahiplerinin kendilerine o denli ihtiyaç duydukları “işgücünü” getirecek gemileri limanlarda dört gözle bekledikleri ve en işe yarar, en güçlü kuvvetli erkekleri, en kalın sırtlı kadınları oracıkta kurulan pazarlarda satın alıp plantasyonlarına ya da maden ocaklarına götürdüklerini…

“Kölelik benimsendiğinde, özgür emeğin bir seçeneği olarak benimsenmedi. ‘Köleliğin nedenleri,’ diye yazmaktadır Gibbon Wakefield, ‘ahlâksal değil, iktisadi koşullardır; kötülük ya da erdeme değil, üretime taalluk ederler.’ 16. yüzyılda Avrupa’nın kıt nüfusu gözönünde bulundurulduğunda, Yeni Dünya’da şeker, tütün ve pamuğu ekecek özgür emekçilerin miktarı, geniş ölçekli üretime yetmiyordu. Kölelik bunun için gerekliydi ve Avrupalılar önce yerlilere, ardından da Afrika’ya yöneldiler. (…) Kölelik ırkçılıktan kaynaklanmadı; işin doğrusu, ırkçılık köleliğin bir sonucuydu. Yeni Dünya’da özgür-olmayan emek, kahverengi, beyaz, siyah ve sarıydı; Katolik, Protestan ve pagandı…”6

Merkantil kapitalizmin yükselişi, Batı Avrupa (ve giderek kolonilerde) bir başka sürece, iktidarın merkezîleşmesi, modern merkezî devletlerin biçimlenişi sürecine eşlik ediyordu; yükselen burjuvaziler, sınaî 19. yüzyılda bu oluşumları başarıyla “ulus-devlet” formuna dönüştüreceklerdi. Max Weber’in “doğası gereği zor kullanımının meşru tekelini elinde bulunduran örgütleniş” olarak tanımladığı merkezî devletler. Ancak “modern” devletler, savaş aygıtları olarak prekapitalist devletlerden geri kalmadıklarını kısa sürede kanıtlayacaklardır. 19. yüzyıl boyunca, yani 100 yıl içerisinde -iç savaşlar ve isyanlar dahil- tam 351 kez savaşmışlardır:7 her yıla ortalama 3.5 savaşın düştüğü bu tablo, Clark’ın sözünü ettiği “kapitalist barış”ın bir hayli uzağındadır!
19. yüzyıl savaşlarının büyük bölümü, ulusal sınırların, bir başka deyişle ulusal pazarların belirlenmesi ve kritik kaynakların denetimi konusunda rekabet çatışmaları, geri kalanı da sömürge topraklarında patlak veren ayaklanmaları bastırmak için girişilen savaşlardır.

Ancak ulus devletlerin, önceleyen devlet biçimlenişlerinden ayırt edici bir özelliği olarak zor kullanımının meşru tekelini elinde bulundurma savları, onları yalnızca “dış”arıda değil, aynı zamanda “iç”eride, ezilen, sömürülen sınıfların kalkışmalarına karşı bir baskı aygıtı olarak işlemelerine olanak tanıyacaktır. Örneğin Avrupa’da bir orman yangını gibi hızla yayılan 1848 devrimlerinin bastırılması, onbinlerce yoksulun, işçi ve emekçinin canına mal olmuştur!

Bu kadar değil… Ulus devletler, aynı zamanda “ulus”u yaratma aygıtı olarak da bir baskı ve şiddet aygıtı işlevini görmüştür. Bir yandan “ulus”un “yabancı” unsurlardan arındırılması; bir yandan da sermayenin “uluslaştırılması” anlamında… Örnek mi? Çok yakın çok bildik, çok yakıcı, çok acı: Türk ulus-devletinin oluşturulması sürecinde Osmanlı Ermenilerinin İttihat Terakki katilleri elinde topluca katledilmesi. Yani 20. yüzyılın ilk soykırımı! Türkiye’nin “ulusal” sermayesi, böylelikle katledilen, sürülen Ermenilerin (ve de “mübadeleyle sınırların dışına sürülen Rumların, kaçırılan Yahudilerin…) geride bıraktıkları “emval”in temellüküyle oluşmuştur!

Modern ulus devletlerin aynı zamanda sınaî kapitalizmin kurumları olması, tahrip gücü ve etkileri her gün biraz daha artan bir silah sanayine hükmetmelerinin önünü açmıştır. Böylece hem savaşlar, hem de isyan bastırma harekâtları her seferinde biraz daha kıyıcı bir hâl alacaktır. Böylelikle, 20. yüzyıla gelindiğinde, “(I. Dünya) Savaşa katılan ulusların nüfusu yaklaşık 800 milyonu buluyordu. Silah altındaki asker sayısı ise 70 milyona yakındı. Ölenlerin sayısı 10 milyon, yaralananların sayısı ise 20 milyon civarındaydı. Milyonlarca insan da açlıktan ve salgın hastalıktan öldü.”8 Birinci Dünya Savaşı emperyalist güçler arasındaki paylaşım sorunlarını çözemeyince, II. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşta ise “100 milyondan fazla insan askere alındı, 70 milyona yakın insan hayatını kaybetti, iki kez nükleer silah kullanıldı ve sadece bu yolla 300 bin kişi katledildi.”9

Yalnız nükleer silahlar mı? Hitler’in sermayenin “Aryenleştirilmesi” tahayyülü, İkinci Dünya Savaşı sırasında altı milyon Yahudi’nin temerküz kamplarında yok edilmesine yol açmış, böylelikle Ermeni soykırımının ardından 20. yüzyılın ikinci büyük soykırımı gerçekleşmiştir. Halkları/ emekçileri terörize etme yöntemi olarak Faşizmin kapitalist dünyanın siyasal dağarcığına armağan edilmesi de cabası!

İkinci Dünya Savaşı’nı isleyen 55 yıl içerisinde, hem de “Dünya Barışı”nı tesis edip gözetmek üzere Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütleri oluşturma çabalarıyla alay edercesine gerçekleşen savaş sayısı 200, ölü sayısı ise (yüzde 90’a yakını siviller olmak üzere) 30 milyondur.

Şu hâlde 20. Yüzyılda sadece savaşların bilançosu 100 milyonun üzerinde ölüdür ve ölüm, yüzyıl sonlarına doğru artık siviller arasında kol gezmeye başlamıştır… Hemen vurgulayayım, bu sayı kayıt altına alınan ölümleri kapsamaktadır ve savaşa bağlı (açlık, salgın hastalıklar, göç vb.) nedenlerden kaynaklanan ölümler dahil değildir.

Yalnızca savaşların… Yanısıra, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası biçimlenen sosyalist sistemin etki alanını sınırlamak/geriletmek üzere, “Hür Dünya”nın dümenin ele geçiren ABD’nin geliştirdiği ve küresel ölçekte uyguladığı antikomünist operasyonları da 20. yüzyıl şiddet bilançosuna eklemeyi ihmal etmemek gerek!
İşte özetin özeti!

ÇARPICI BİR BİLANÇO

YUNANİSTAN, 1947 ABD Başkanı Truman’ın
ülkede sol güçlere karşı savaşan sağcılara destek vermesi.
İRAN, 1953 Demokratik olarak seçilmiş İran
Cumhurbaşkanı Musaddık’ın devrilerek Şah Rıza Pehlevi’nin başa geçirilmesine yol açan ve 300 ila 800 arası kişinin yaşamına mal olan CIA darbesi.
GUATEMALA, 1954 Çoğu yerli yaklaşık 200 bin
Guatemalalı’nın yaşamına mal olacak 36 yıllık iç savaşı tetikleyen ABD destekli darbe.
VİETNAM, 1954-58 CIA’nin Kuzey Vietnam’-
daki sosyalist yönetime karşı Güney Vietnam’da bir kukka rejim oluşturması.
LAOS, 1957-73 Ardında geniş bir halk desteği olan
solcu Pathet Lao’ya karşı birbirini izleyen darbeler. Başarıya ulaşmamaları nedeniyle ABD’nin Laos’u yoğun bir biçimde bombalaması. Bombalamalar sonucu Laos nüfusunun neredeyse tümü mülteci konumuna düştü.
HAİTİ, 1959 Duvalier’nin ABD ordusunun deste-
ğiyle iktidara geçip 100.000 kadar Haitiliyi katledişi.
KONGO (ZAİRE), 1961 CIA’nin demokratik yoldan
seçilmiş devlet başkanı Patrice Lumumba’ya düzenlediği suikast sonucu ülke dört yıllık bir kargaşaya sürüklendi.
DOMİNİK CUMHURİYETİ, 1963 CIA de-
mokratik yoldan seçilmiş başkan Juan Bosch’u devirerek baskıcı bir sağ cuntayı işbaşına getirdi.
EKVADOR, 1964 Bağımsız politikaları ABD
yönetimince sakıncalı bulunan Başkan Arosemana’nın CIA destekli bir darbeyle devrilerek askeri cuntanın oluşturulması.
BREZİLYA, 1964 Demokratik yolla seçilmiş
Başkan Joao Goulart’ın CIA destekli bir darbeyle devrilerek ülkede kanlı askeri cuntalar döneminin başlaması. CIA’nin ülkeyi kan gölüne çeviren “ölüm mangaları”nı eğittiği sonradan ortaya çıkacaktır.
ENDONEZYA, 1965-66 500 bin ila 1 milyon sivilin
komünizm sempatizanı oldukları gerekçesiyle katledildiği CIA destekli darbe.
KONGO (ZAİRE), 1965 Diktatör Mobutu Sese Se-
ko’nun CIA destekli bir darbeyle göreve gelişi.
YUNANİSTAN, 1967 Demokratik hükümetin
CIA destekli bir darbeyle devrilerek yerini Albaylar Cuntası’na bırakması.
KAMBOÇYA, 1970 CIA’nin ülkesini Vietnam
savaşının dışında tutan Prens Sihanuk’u devirerek yerine Lon Nol’un kukla yönetimini geçirmesi.
BOLİVYA, 1970 Solcu Başkan Juan Tor-
res’in CIA destekli askeri darbeyle devrilmesi. İktidara getirilen diktatör Hugo Banzer 2000 kadar muhalifi tutuklayıp işkence ve tecavüze uğradıktan sonra katlettirecek.
ŞİLİ, 1973 Latin Amerika’nın ilk seçimle işba-
şına gelen sosyalist başkanı Salvatore Allende’ye karşı CIA tarafından düzenlenen darbe ile, ülkedeki binlerce muhalifin öldürülmesinden sorumlu General Augusto Pinochet’nin işbaşına getirilmesi.
AVUSTRALYA, 1975 CIA, demokratik yoldan
seçilmiş solcu Başbakan Edward Whitlam’ın hükümetini devirmesi.
ANGOLA, 1975 ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’in
talimatları doğrultusunda CIA’nin Portekiz’den bağımsızlığını yenikazanmış olan Angola’da iç savaş başlatması. Çatışmalar, 300 bin Angolalının yaşamına mal oldu.
NİKARAGUA, 1979 Marksist gerilla örgütü
Sandinistaların diktatör Somoza’yı devirmesi üzerine, CIA’nin Somoza’nın “ulusal muhafızları”ndan devşirdiği “contra”lar eliyle ülkede uzun süreli bir iç savaşı başlatması.
EL SALVADOR, 1980 Başpiskopos Oscar Rome-
ro’nun sağcı lider Roberto d’Aubuisson’un adamlarınca öldürtülmesi üzerine patlak veren iç savaşta CIA ve ABD silahlı kuvvetleri hükümet güçlerini destekledi. Savaş boyunca CIA’den eğitim almış ölüm mangaları, özellikle kırsalda 63.000 kadar insanı katledecekti.
PANAMA, 1989 ABD, kendi iktidara getirdiği, ancak
son dönemlerde ABD’den bağımsız davranma eğilimi gösteren diktatör General Manuel Noriega’yı devirmek amacıyla Panama’yı istila etti.
HAİTİ 1990 Solcu rahip Jean-Bertrand Aristide
seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanmasına karşın, CIA destekli ordu tarafından devrildi. Haiti bir kez daha askeri diktatörlüklere teslim edildi.
1990’lar, aynı zamanda sosyalist bloğun çözülmeye uğradığı ve eski sosyalist coğrafyanın mikro-milliyetçilikler ve etnik boğazlaşmalara boğulduğu yıllar oldu. Yalnızca Sırp milislerin 8.000’in üzerinde Boşnak’ı BM’nin gözleri önünde katlettiği Srebrenitsa katliamını hatırlamak, yetecektir. Değişen dünya dengeleri, enerji hatlarının denetimi üzerine yeni rekabet ve ABD’nin eski Sovyetler’i ihata etmek üzere Afganistan’daki radikal İslamcı gruplarla kurduğu, bugün IŞİD’de zehirli meyvasını veren kanlı ittifakın Orta Doğu ülkelerinde yol açtığı köktendincilik temelli vahşetten ise, söz etmeli mi?
Bitmedi; bitmiyor da! Bugün yeryüzünü bir kan ve acı deryasına dönüştüren kapitalist şiddet, büyük ölçüde dünyanın en kârlı “business”i olan silah ticaretine yaslanmıyor mu? Birleşmiş Milletler’in “uluslararası barış ve güvenliği korumak”tan sorumlu Güvenlik Konseyi’nin Çin dışındaki dört üyesi, Fransa, Rusya, İngiltere ve Fransa dünyadaki konvansiyonel silah satışlarının yüzde 78’ini gerçekleştirirken, Güvenlik Konseyi üyesi olmayan Almanya’nın dünya silah ticaretindeki yüzde 5’lik payını de bu orana kattığınızda, yeryüzündeki ölüm makinelerinin yüzde 83’ünün beş büyük kapitalist gücün elinden çıktığı görülecektir.10 (Ne ki Çin de 21. yüzyılın ilk on yılında gösterdiği yüksek “performans” sayesinde listede hızlı bir ilerleme kaydedecek, 2010-14 yılları arasında Almanya ve Fransa’yı geride bırakacaktı.) Günümüzde bu silahların çoğu, Afrika ve Asya ülkelerine akmaktadır ve dünyada silaha harcanan para 1 776 milyar doları bulmuştur: küresel gayrısafi hasılanın yüzde 2.3’ü!11

‘Barış ve Ekonomi Enstitüsü’nün (IEP) raporuna göre 2014’te askeri harcamalar 3 trilyon doları, iç güvenlik harcamaları ise 1.3 trilyonu buldu. Suç ve şiddet olaylarının küresel “ciro”su, 2 trilyon doları bulmakta. En şiddetli bölge Ortadoğu ve Kuzey Afrika olurken 2014’te çatışmalar nedeniyle 180 bin kişi öldü, bu rakam 2010’da 49 bindi. Terör nedeniyle gerçekleşen ölümlerde yüzde 61 oranında artış yaşandı. IEP direktörü Steve Killelea’ya göre en şaşırtıcı bulgu dünyadaki ‘barış eşitsizliği’. Killelea, Batı Avrupa’daki bazı ülkelerin tarihte görülmemiş barış seviyelerine ulaştığını, bu ülkelerde cinayet oranları ve güvenliğe yapılan harcamalarda rekor bir düşüş yaşandığını aktardı. Rapora göre, şiddet oranında yüzde 10’luk bir düşüş dünya ekonomisine 1.43 trilyon dolar kaynak sağlayacak. Bu rakam Yunanistan’ın borcunun altı, dünyadaki en yoksul 1.1 milyar kişinin toplam gelirinin üç katına eşit.12

Bir başka deyişle, büyük kapitalist güçlerin dünyaya “çeki düzen verme” (bunun adı, bildiğiniz üzere “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”!) hevesleri, yeryüzünü -önceki yüzyıllarla karşılaştırıldığında- cehenneme çevirmektedir. 20. yüzyıl, tarih kayıtlarına “dünya tarihinin en kanlı yüzyılı” olarak geçmişti;13 21. yüzyıl ise, “gelen gideni aratır” deyişini doğrulayan bir başlangıç yapmıştır, 11 Eylül 2001 ile birlikte…

Siyasal şiddet, zorunlu olarak istikrarsızlaştırdığı gündelik hayattaki şiddeti körüklemektedir; buna uluslararası şiddetin beslediği gelir eşitsizliklerini ve küresel kapitalizmin beslediği küresel yoksullaşma ve yoksunlaşmanın etkilerini eklediğinizde, göreli olarak kapitalist-emperyalist “refah adaları”nın (ABD, Batı Avrupa, Japonya…) dışında, dünya halkları için gündelik hayatın sonsuz ve dizginden boşalan bir cehenneme dönüştüğünü görmek, acı verici, ama hiç de şaşırtıcı olmayacaktır: Uyuşturucu çeteleri, polis terörü, kadın cinayetleri, çocuk işçiler, fuhuş, pornografi, aile içi şiddet, suç şebekeleri, haraç ve gasp olayları, organ mafyası, mülteci dramları, etnik boğazlaşmalar, ırkçılık, fanatizm…

G. Bataille’in, “İnsanın ancak yok etmek, öldürmek, tüketmek koşuluyla yaşayabilmesi, trajedinin kendisi değil midir?” sorusu eşliğinde “gündelik yaşam şiddeti”ne yol veren yoksulluk ve eşitsizlik verilerini -hızla- aktaralım:

‘Pew Research Center’e göre, günlük 2 doların altında yaşayanlar yoksul kategorisine giriyor ve dünya nüfusunun yüzde 15’i yoksulluk sınırında yaşıyorken;14 Dünyada eşitsizlik dudak uçuklatıyor. Mesela en zengin Katar ile en yoksul Kongo arasındaki gelir farkı 100’e yarım!15

1970’li yıllarda dünyanın zengin kuzey ülkeleri yeryüzündeki bütün refahın yüzde 60’ına sahipti. Nüfusça çok daha yoğun fakir güney ülkelerine ise yüzde 40’lık bir pay biçiliyordu. Belki bu, tıpkı doğada aynı anda dikilen iki ağacın farklı büyümesi gibi kabul edilebilir bir orantısızlık olarak görülebilirdi. Ancak 2015’de yeryüzündeki bütün refahın yüzde 85’i zengin ülkelerin, yüzde 15’i ise yoksul güneyin! Orantısızlık bununla kalmıyor. Zengin ülkelerin içindeki servet dağılımı da olağanüstü dengesiz. Örneğin Amerika’da nüfusun yüzde 1’i, arta kalan yüzde 99’dan daha zengin…16

Örneğin ‘Alman Refah Eşitliği Derneği’nin (Paritätische Wohlfahrtsverband) ülkenin yoksulluk haritasını çıkardığı 2006- 2013 yılları raporuna göre, ülkede refah dağılımı giderek adaletsizleşiyor. Ülkede zengin ve yoksul arasındaki uçurum rekor bir seviyeye ulaştı.17

Ve ‘Dünya Açlıkla Mücadele Örgütü’nün hazırladığı 2014 Dünya Açlık Endeksi’ne göre, dünya nüfusunun üçte biri, yani iki milyar insan gizli açlık çekiyor.18 Gizli açlık ile yoksulluk bütün insanları ve insanlığı vuruyor ama sadece alım gücü yerinde olan zenginler sağlıklı gıdaya erişebiliyor. Oysa kronik A vitamini yetersizliğinden yılda 807 bin çocuk kör oluyor. Yılda 450 bin çocuğumuzu çinko yetersizliğine bağlı hastalıklardan kaybediyoruz. Yılda 18 milyon çocuk çinko noksanlığından zihinsel geriliğe maruz kalıyor. Kadınların 50 binini anemi nedeniyle doğum esnasında yitiriyoruz. Bu insanlar gıdalardan yeterli vitamin ve mineral alamadığı için gizli açlık çekiyor.19

Ayrıca uzun yaşamanın sırrı konusunda sınırları küresel vahşi kapitalizm çiziyor. Kuzey ülkelerinde insanlar giderek daha fazla yaşarken, yoksul Afrika ülkelerinde yaşlılık bir hayal… BM verilerine göre; ülkeler arasındaki ortalama yaş süresindeki farklılıklar dikkat çekici boyutlarda. Avrupa kıtasında 43’ü geçen ortalama yaşın Afrika ülkelerinde 15-20 arasında seyrettiği görülürken, zenginler uzun yaşıyor.20

ABD’nin Columbia Üniversitesi uzmanları tarafından yürütülen araştırmada nörologların yaptığı çalışma, gelir düzeyinin çocukların beyin gelişimine etkilerini ele aldı. Sonuçlara göre yüksek gelirli ailelerin çocuklarının beyinleri yüzde 6 daha büyük.21

Ve nihayet ‘Bain&Company’ tarafından açıklanan ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıda masrafı ise 30 milyar dolar. Raporda, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıkmış durumda. Her 9 insandan biri aç ve her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyorken;22 “Dünyada en zengin 85 kişinin toplam serveti, en yoksul 3.5 milyar kişinin, yani dünya nüfusunun yarısının toplam servetine eşittir.”23 Ya da dünyada 67 ailenin serveti, 3.5 milyar insanın ekonomik düzeyine eşittir!24
Ve bir şey daha: ‘The Forbes’e göre, 2015 yılı başı itibariyle, dünyada 1826 kişi “dolar Milyarderi”. Bunların 197’si kadın, 46’sı kırk yaşın altında, 536’sı ABD’de yaşıyor. Doğal olarak bu listelerde, illegal iş yapanlar ile varlıklarını beyan etmeyenler, paralarını bağışlamış görünenler ve para bolluğu içinde yaşayan siyasiler yer almıyor!25

Bu kapitalist şiddet tablosu, hepimize F. Dostoyevski’nin, “Herkesi öldürüyoruz sevgili dostum. Kimini kurşunlarla, kimini sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla,” uyarısını hatırlatmıyor mu?

Bu tabloda V. İ. Lenin’in, “Silah elde etmeye ve bunların kullanışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeyi hakeder.”
“İşçi sınıfının aklını karıştırma biçimlerinden biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır… Kesin olarak söylemek gerekirse, bir dizi devrim olmaksızın güya demokratik bir barışa ulaşılabileceği fikri tamamen yanlıştır,” saptamalarının altını çizerek bitiriyorum!

Bağrında biçimlendiği halklar için iyi bir “düş” olarak başlamıştı kapitalist sistem. İnsanlık, modern kapitalist devletle birlikte “akıl çağı”na erişmişti; bilimler, sanat ve felsefe, insanlığı kör geleneklerin buyurganlığından, tiranların kaprisinden, boşinanların hoyratlığından kurtaracak, makinelerin türbinleri dönerken insanlık doğanın kör güçlerinin elinde oyuncak olmaktan kurtulup mala doyacak, açık ve hesap verebilir siyasal rejimler suistimalleri durduracak, parlamentolar halkları yönetime katarak toplumun bütün kesimlerinin çıkarlarının karar alma mekanizmalarına yansımasını sağlayacak, uluslararası ticaretin refaha açılan mathesis’i dünya uluslarının bundan böyle ebedî bir barış içinde zenginleşmesini, mamur müreffeh bir yaşam sürdürmesini sağlayacaktı…
Olmadı… Bu iyimserliği va’zeden Rönesans sanatçıları, Reformasyon vaizleri, Aydınlanma filozofları, 19. yüzyıl sosyologları, iktisatçıları… hepsi küçük bir “ayrıntı”yı atlamışlardı: kapitalizmin de kendini önceleyenler gibi eşitsizliğe dayalı, ancak insanlar arasında eşitsizlik sayesinde var olabilecek bir sistem olduğunu.

Unutulan çıplak gerçek, şudur: Eşitsizliğe dayanan, raison d’etre’i eşitsizliğin yeniden üretimiyle bağlantılı olan her sistem, ister istemez şiddete dayanacaktır. Bu bakımdan kapitalizmin kendisini önceleyen sömürücü sistemlerden nitel bir farkı yoktur. Kapitalist şiddetin sınır tanımazlığıyla tanımlanan farklılık ise, bir yandan kitle imha teknolojisinin ulaştığı boyutlara, bir yandan şiddeti sistemli bir biçimde tekeline alan ulus-devlete, bir yandan kapitalist sistemin içsel “durmaksızın genişleme, lebensraum’unu yayma, durmaksızın yeni hammadde ve enerji kaynaklarını, enerji koridorlarını, işgücü depolarını, militer-stratejik bölgeleri denetim altına alma buyrultusuna, bir yandan da şiddet endüstrisinin kapitalizm için bir sektöre dönüşmüş olmasına bağlıdır.
Bu dört itim, kapitalizmin, onu kendisi kılan dört “temel içgüdüsü”dür.

Ve Freud’un öngörüsünün aksine, bu “içgüdü”ler, bastırıldıkça değil, serbest bırakıldıkları, karşılandıkları ölçüde, kapitalizm daha şiddetli bir yıkım makinesine dönüşmektedir!

5 Eylül 2015, Çeşme Köyü.

1 6 Eylül 2015 tarihinde 10. Karaburun Bilim Kongresi kapanış oturumunda yapılan sunum.
2 F. Herzberg.
3 Bkz. Cahit Armağan Dilek’in ABD Dış İlişkiler Konseyi
(CFR) adlı düşünce kuruluşunun hazırladığı 2015 yılı için beklenen kriz ve çatışmalara ilişkin raporuna dayanan “2015’te Türkiye’de ve Dünyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları, Etkileri ve Öncelikleri” başlıklı makalesi. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 29 Aralık 2014, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/12/29/7941/2015de-turkiye-ve-dunyada-beklenen-kriz-ve-catismalarin-olasiliklari-etkileri-ve-oncelikleri.
4 Henry C. Clark, “Violence, ‘Capitalism’ and Civilizing
Process in Early Modern Europe”, Society (2012) 49: 123.
5 İngiltere’nin “gelişmekte olan” ülkelere yıllık silah satışı-
nın 1999-2004 arasında dört katına çıktığı kaldydediliyor. Bkz. Ian Gibson, “Down and Out in Globality: The Violence of Poverty, The Violence of Capital”, Journal of Peace, Conflict and Development, sayı 12, Mayıs 2008.
6 Eric Williams, Capitalism and Slavery, University of North
Caroline Press, 1944: 6-7.
7 Bkz. “List of Wars, 1800-1899”, https://en.wikipedia.org/-
wiki/List_of_wars_1800%E2%80%9399
8 Tuncay Alp, Birinci Emperyalist Savaş, İşçi Hareketindeki
Tutumlar ve Sonuçları, marksist.com, 1 Mart 2002.
9 Kerem Dağlı, “Kapitalizmde Şiddet ve Terör Üzerine”
Mart 2012, http://marksist.net/kerem_dagli/kapitalizmde_siddet_ve_teror_uzerine.htm
10 Ian Gibson, “Down and Out in Globality: The Violence of
Poverty, The Violence of Capital”. Journal of Peace, Conflict and Development Issue 12, May 2008.
11 SIPRI Yearbook 2015. Armaments, Disarmement and In-
ternational Security, Summary, 2015, s. 14-16.
12 “Çatışmaların Dünyaya Zararı 14 Trilyon Dolar”, Milli-
yet, 19 Haziran 2015, s. 26.
13 Ian Gibson, agm.
14 Meral Tamer, “Küresel Orta Sınıf Sanılandan Küçük”,
Milliyet, 17 Temmuz 2015, s. 8.
15 “Dünyada Eşitsizlik Dudak Uçuklatıyor”, Birgün, 7 Nisan
2015, s. 5.
16 Mustafa Balbay, “Emek En Cüce Değerdir!”, Cumhuri-
yet, 30 Nisan 2015, s. 8.
17 “Almanya’da Yoksulluk Artmaya Devam Ediyor”, Evren-
sel, 4 Mart 2015, s. 10.
18 “Yoksulların Derin Yarası: Gizli Açlık”, Gündem, 6 Mart
2015, s. 16.
19 Abdullah Aysu, “Gizli Açlık”, Gündem, 13 Mart 2015,
s. 4.
20 “Uzun Yaşamanın Sırrı: Zenginlik!”, Gündem, 26 Mart
2015, s. 16.
21 “Yoksulluk Beyni de Olumsuz Etkiliyor”, Milliyet, 20 Ni-
san 2015, s. 5.
22 “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Hazi-
ran 2015, s. 16.
23 Haluk Levent, “2015 Yılında Dünya ve Türkiye Ekono-
misi”, Politika, Yıl:1, No: 4, 15 Ocak 2015, s. 8-9.
24 Nazım Alpman, “Özgür Üniversite’de Bahar Dönemi:
Zenginlikle Mücadele…”, Birgün, 23 Mart 2015, s. 7.
25 Yaman Törüner, “Dünya Dolar Milyarderleri”, Milliyet,
13 Nisan 2015, s. 10.

“İslam, bir metaya, kâr, kazanç, zenginleşme ve reklam aracına dönüştürüldü…”

Fikret Başkaya: Son tahlilde din de bir ideolojidir ve yoruma tabidir. Ve başlıca iki yorum mümkündür: Birincisi, mülk sahibi sınıfların, ezenlerin, sömürülenlerin, devletin, efendinin yorumu, yani egemenlerin yorumu; ikincisi de ezilenlerin, sömürülen sınıfların, egemenlik altındakilerin yorumu. Dinlerin ortaya çıkıp, kurumsallaştığı dönemden bu yana hep egemenler cephesinin yorumu geçerli oldu. Egemenlerin yorumu da benim “Reel İslam” dediğimdi. İbn-i Haldun: “Halkın dini efendinin dinidir” derken, aynı şeyi ifade etmiş oluyordu. Velhasıl, ezilenler tarafından bir İslam yorumuna izin verilmedi. Mesela bundan 600 yıl kadar önce Şeyh Bedreddin, ezilenler tarafından bir İslam yorumu yapmak istedi, Serez Çarşısı’nda idam edildi (1420). Sudanlı Şeyh Mahmut Muhammed Taha da benzer bir girişim başlatmıştı, o da 1986 yılında idam edildi. Velhasıl din her zaman güç, servet ve iktidar sahiplerinin hizmetinde oldu. Bu durum olağan, gerekli sayıldı ve dayatıldı. Tartışıp aşmak isteyenler lânetlendi…

Dolayısıyla, “Bu İslam değil”, “bu ben değilim”, “İslam da böyle şeyler yoktur”, vb. demenin bir karşılığı yok. Sen öyle bir yorumdan hareketle böyle yaparsın, başkaları da çıkar başka bir yorumdan hareketle başka şeyler yapar… Nitekim, IŞİD’ciler, El-Kaideciler ve şürekası, yaptıkları katliamları, işledikleri vahşi cinayetleri, insanlık suçlarını, Kur’an’dan ayetlere dayandırıyorlar…

MSM: O halde siz Müslüman toplumların ‘geri kalmışlığını’ dine dayandıranlara katılmıyorsunuz?

FB: Öyle denirse, o zaman aynı şeyin mesela Hıristiyanlık için de geçerli olması gerekirdi… Eğer Müslüman toplumların bugünkü ‘geriliği’ dine, İslam’a dayandırılırsa, o zaman Müslüman olmayan ama az-çok benzer durumda olan onca Latin Amerika, Afrika ve Güney Asya toplumlarının içinde bulundukları durumu açıklamak mümkün olmazdı. Öyle bir yaklaşım, ideolojilere hak etmedikleri bir güç ve önem izafe etmek demeye gelir. Kaldı ki ve eğer öyle olsaydı, Müslüman-Arap toplumları parlak bir medeniyetin yaratıcısı olamazlardı… Aslında ekseri gözden kaçan bir hususu da hatırlamak gerekiyor: Bugünkü Batı medeniyetinin yükselmesinde Müslüman-Arap dünyadan çıkan düşünce ve bilim adamlarının, alimlerin katkısı yok sayılıyor. Oysa Batı aydınlanmasında Müslüman dünyanın düşünce ve bilim insanlarının önemli bir payı var. Kaldı ki, uygarlık kimsenin babasının tapulu malı değildir, insanlığın ortak eseridir, ortak mirasıdır, ortak başarısı ve kazanımıdır. Tarih boyunca uygarlıklar birbirlerinden iktibas yaparak ilerlediler… Önemli bir husus da, modernleşmeyi Batılılaşmayla özdeş saymamanın yanlışlığıdır…

Aslında Müslüman-Arap toplumlarının bugünkü durumun açıklayan iki nedenden söz edilebilir: Birincisi, belirli bir tarihten sonra İslam düşüncesinde tartışmanın yasaklanması, düşüncenin dondurulmasıdır. Öyle bir şey, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğinin dumura uğratılması demeye geliyor ki, maalesef bugün de “Şark cephesinde yeni bir şey yok.” Bağnazlık, düşünceyi -tartışmayı yasaklama, özgür düşünce düşmanlığı aynen devam ediyor; Ve ikincisi de, söz konusu toplumlar Batı’da (Avrupa’da) yükselen ve yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin meydan okumasına gerekli zamanda gerekli cevabı vermekte yetersiz kaldılar. Kolonyalizmin ve emperyalizmin kendini dayattığında da artık iş işten geçmişti… Dolayısıyla, kapitalizmin, emperyalizmin, kolonyalizmin tahribatını, sömürü, bağımlılık ve şartlandırma ilişkisini, dikkate almak gerekiyor. Aksi halde yapılan tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olmaz…

MSM: Kapitalizmin ilk yükselme aşamasında Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda da “Yenilikçi Hareket”in çıkışı, o meydan okumaya bir cevap değil miydi?

FB: Eğer Mısır’da M. Ali Paşa’nın başlattığı hamle başarılı olsaydı, bugün sadece Ortadoğu ve İslam coğrafyası değil, dünyanın manzarası da çok farklı olurdu. Maalesef M. Ali Paşa’nın çıkışı, tebarüz (emergence) denemesinin önü kolonyalist-emperyalist Batı tarafından kesildi. Osmanlı İmparatorluğu’ndaysa, “yenilikçilik” güdük bir hareket olmanın ötesine geçemedi. Nitekim, Batı’dan kimi söylemleri ve kurumları ithal ettiler ama amaçları yeni bir şey yapmak değildi, “Eskiyi’, yani devleti korumaktı. Aynı şey az-çok Cumhuriyet döneminde de söz konusuydu… Ve tüm bu zaman zarfında bu topraklarda, bu coğrafyada gerçek bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmadı…

MSM: Taha haber sitesine verdiğiniz röportajda, “Politik İslam’ın” iflas ettiğini söylüyorsunuz?

FB: Evet öyle. Politik İslamcılar güya toplumu dönüştürmek/değiştirmek üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı ama sonuçta kendilerini değiştirdiler… Belki foyaları meydana çıktı, gerçek niyetleri teşhir oldu demek daha doğru… Aslında politik İslam’ın alternatif bir toplum projesi yok, olması da mümkün değil. Kapitalizmi ve onun şimdilerde geçerli olan vahşi neo-liberal versiyonunu asla sorun etmiyorlar. Dünyayı anlamaktan acizler. Dünyayı anlamaktan aciz olanların bu dünyanın, bu toplumların insanlarına teklif edebilecekleri bir şey olabilir mi? O zaman ne yaptılar? Kendilerini zenginleştirdiler. Bütçeyi, hazineyi, kamu kaynaklarını yağmaladılar. Tabii bunu yaparken de hep İslam’a, gönderme yaptılar, İslamî ilkeleri ve değerleri ağızlarından düşürmediler. Oysa yaptıklarıyla söyledikleri arasında devasa bir uçurum var…

Kapitalizmi/neo-liberalizmi sorun etmeden, anlamadan, kapitalizmin radikal bir eleştirisini yapmadan, kimsenin bir şey yapma şansı yok. Kapitalizm sadece şeyleri metalaştırmıyor. Tüm sosyal ilişkileri, tüm kültürleri de metalaştırıyor. Yani din-iman tanımıyor. Bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor, içine alıyor, dönüştürüyor, içini boşaltıyor, dejenere ediyor! Velhasıl, insanlar arasındaki tüm ilişkileri, tüm fikirleri ve manevi değerleri kendi mantığıyla uyumlu hâle getiriyor, şeyleştiriyor (réification) metaya dönüştürüyor. Hiçbir şeyi ıskalamıyor. Marx’ın “meta dünyasında mündemiç fetişizm” dediği şey yani… Zira, öyle İslam imajını pazarlamakla olacak şey değil. Mesela ne yapıyorlar? Kapitalizmin ürettiği mallara “helâl” etiketi yapıştırıyorlar veya İslam mührünü vuruyorlar ve sanki yeni bir şeymiş gibi de pazarlıyorlar… Oysa kelimelerin ve kavramların önüne getirilen niteleme sıfatları mutlaka bir şeyi olduğundan farklı gösterme, aldatma, yanıltma, kandırma, ideolojik bulanıklık yaratma amacı taşır. İşte “katılımcı demokrasi” söyleminde demokrasinin önüne getirilen “katılımcı” öneki gibi… Sanki katılım olmadan demokrasi olurmuş gibi… İslam su, İslam soda, İslam turizm ajansı, İslam fast-food, İslam şekeri, İslam bankası, İslam oteli, İslam borsası, İslam turizmi, İslam modası, helâl turizm vb… Mesela bir İslam tişörtte farklı olan ne var? “Helâl suyun” ne özelliği var? Herhangi bir mala “İslam” etiketi yapıştırılınca, İslam damgası vurulunca, sanki o mala bir katma değer ilave edilmiş gibi bir izlenim yaratılmak isteniyor… Basbayağı bir yanıltma-aldatma şaklabanlığı… Tam bir “abra-kababra” operasyonu yani… Amaç, dinî sermayeye yeni değerlenme alanları ve yeni pazarlar açmak, müşteri çekmek ve kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek, zenginleşmek…

MSM:
Müslüman iş adamı “Jet Fadıl” Hint Okyanusu’ndaki bir adada “helâl tatil” için inşa edilmiş süper lüks bir otelin reklamını yapıyordu. Otele de Ebu Eyyûp El Ensari’nin (Eyüp Sultan’ın) adını vermişler?

FB: Aslında verdiğin bu örnek ne demek istediğimi çok iyi anlatıyor. Eyüp Sultan’ı reklam aracı yapmakta bir beis görmüyorlar! Oysa, yapılanın dinle, Müslümanlıkla bir ilgisi yok. Nasıl zengin olurum, nasıl yağmalarım, nasıl talan ederim, nasıl aldatırım, nasıl üterim… sorusuyla ilgisi var… Allah aşkına “helâl” su, “helâl” soda ne demek? Bu ne utanmazlıktır, ne kendini bilmezliktir, ne ilkelliktir! O köşe dönme şampiyonu Müslüman işadamları suyu ‘ helâl” ilan ettirmeden önce su ne idi? Ne oldu, ne yapıldı da su birdenbire “helâl” oldu? O suyu yüzlerce, belki binlerce yıldır içenler sizin helâl ilanınızdan önce “haram su” mu içtiler onca zamanda? Böylece insanları ikiye ayırmış oluyorlar: Helâl su içenler ve haram su içenler? Lâkin bir mesele var: Acaba suyu “helâl” ilan edenlerin suyun özelleştirilmesine, parayla satılmasına bir itirazları var mı? Neden ortaya çıkıp, “Allah’ın suyunu satmak, sudan kâr etmek kimsenin haddine değildir” demiyorlar? Diyebilirler mi? Aynı şekilde kâr etmek için suyu kirletenlere söyleyecek bir çift sözleri var mı?

MSM: Politik İslam-demokrasi ilişkisine gelirsek, politik İslam demokrasiyle bağdaşır mıdır? Mesela Batı’daki HIristiyan Demokrat Partiler gibi “Müslüman Demokrat Partiler” mümkün mü? Bir de, Müslüman Arap toplumlarındaki ‘demokrasi zaafını” sadece emperyalizmle, dış etkenlerle açıklamak mümkün mü?

FB: Demokrasi son derecede önemli. Şahsen demokrasinin gerçekleşmesini, insan haysiyetinin gerçekleşmesiyle bir ve özdeş sayıyorum. Ve maalesef dünyada “işte demokrasi bu” denebilecek bir örnek, bir pratik yok. Sadede gelirsek, politik İslamcıların kitabında demokrasi, özgürlük, sosyal eşitlik… gibi kavramlara yer yok… Bunları Batı icadı sayıp lânetliyorlar. Örgütsel yapıları ve işleyişleri de öyle bir şeye izin vermiyor zaten… Gizli bir örgüt, bir “mürşit” tarafından yönetiliyor ve biricik amaçları da şeriata dayalı bir düzen kurmak… Eğer politik İslam’ın ana gövdesini Müslüman Kardeşlerin oluşturduğu kabul edilirse, o örgütün kurulduğu günden (1928) beri varlık nedeni o dönemde ortaya çıkan ulusçu, ilerici, demokrat, sosyalist, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist hareketlerin önünü kesmekti… Zaten daha baştan itibaren de emperyalizm tarafından araçlaştırıldı, yönlendirildi, kullanıldı ve hâlâ da kullanılmaya devam ediliyor… Orada demokrasi aramak beyhude bir çabadır… İktidar olduklarında kuracakları rejim, olsa olsa faşizmin din soslu bir versiyonu olabilir…

Sorunun ikinci kısmına gelirsek, Müslüman- Arap toplumlarında ve Türkiye’deki demokrasi zaafını sadece dış faktörlerle, dış belirleyiciliklerle, emperyalizmin komplolarıyla açıklamak mümkün değildir. Aynı şekilde ‘zalim’ diktatörlerin ve Siyonist İsrail’in varlığıyla da açıklanamaz. Bu topu taca atmak olur. Asıl neden bu büyük coğrafyada insanların yurttaş mertebesine yükselememeleriyle ilgili. Mesela bizde padişahın kulu cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Tebâ niteliğini korudu. Aksi hâlde bugünkü kepazelik mümkün olur muydu? Kitleler kaşarlanmış profesyonel politikacılar tarafından bu kadar kolay aldatılabilir miydi? Diğer yerlerdeyse durum bizdekinden de kötü… Özgür düşüncenin, özgür tartışmanın, eleştirel bilincin gelişmediği yerde, yurttaş da olmaz, özgürlük de olmaz, demokrasi de olmaz… Onun için asıl sorunları tartışabilme basiretine sahip olmak gerekiyor. Bütün nedenler içinde “asıl neden” ne denirse, maalesef bizim coğrafyamızda gerçek bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmadı. Dışarlarda sorumlu arayıp-bulmakla bir yere varmak mümkün değil…

MSM: Son olarak sormak istediğim şu: IŞİD’le mücadele konusunda kafalar karışık. Güya IŞİD’le mücadele amacıyla ABD öncülüğünde 40 kadar ülkenin katıldığı bir ‘anti-IŞİD koalisyon oluşturuldu. Ve bir arpa boyu yol alınmış değil. Aslında yapılmak istenen ne?

FB: Doğrusu şu kadarlık ömrümde yalanın ve ikiyüzlülüğün bu boyutlara ulaşacağı hiç aklıma gelmezdi. Medya, politikacılar ve kimin hesabına düşündüğü malûm, yüksek prestijli “düşünce kuruluşları” koalisyonu, sabahtan akşama yalan üretiyorlar ve ürettikleri yalan ultra-modern iletişim araçlarıyla anında dünyanın dört bir yanına yayılıyor… Ve kafalar bulandırılıyor. EL-Kaide’yi ve IŞİD gibi türevlerini ABD peydahladı, eğitti-donattı, silâhlandırdı, finanse etti, yönlendirdi,, jeo-stratejik ve jeopolitik amaçları için kullandı ve kullanmaya devam ediyor. ABD ve müttefiklerinin asla IŞİD’le mücadele diye samimi bir niyetleri yok. ABD, dünyaya kendini “demokrasinin ve insan haklarının timsali” olarak sunduğu için ve o imajın zedelenmesini istemediği için, sanki İslamcı terörle mücadele ediyormuş gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyor… İşte o koalisyona üye ülkelerden biri de Türkiye (AKP iktidarı demek daha doğru olur), oysa Türkiye devleti ta baştan beri tüm cihatçı örgütleri destekledi ve desteklemeye de devam ediyor. Koalisyon tarafından yapılan hava operasyonlarının bir işe yaramayacağını herkes biliyor… Amaç ahmakları aldatmak, zaman kazanmak… ABD’nin başını çektiği “koalisyonun” asıl derdi IŞİD ve diğer cihatçılar değil. Öyle olsa, “eğit-donat” gibi saçmalıklar gündeme gelir miydi? Onların asıl hedefi Suriye devletini çökertmek, toplumun dokusunu parçalamak. Libya’da, Irak’ta yapılanı orada da tekrarlamak istiyorlar. Amaç bölgeyi kaos ortamına hapsetmek… Aslında orada IŞİD ve diğer El-Kaide türevleriyle savaşan iki güç var: Suriye devleti ve Kürt PYD güçleri. Eğer gerçekten IŞİD’le mücadele niyeti varsa, yapılacak iş çok basit: Onların safında mücadeleye katılırsın, olur-biter… ABD’nin ve AB’li müttefiklerinin amacı emperyalist hegemonyaları için sorun çıkarma potansiyeli olan devletleri etkisizleştirmek… Asıl hedefte de Rusya Federasyonu ve Çin var. Tabii İran var. Ama artık “köpeksiz köyde değneksiz gezme” devri kapandı… ABD’nin jeo-stratejisi patinaj yapıyor…

MSM: Doğrusu bu güzel cevaplar için size teşekkür ediyorum.

FB: Ben de güzel sorulanız için…

Fikret Başkaya ile söyleşi;
M. Serkan Mısırlıoğlu

15-16 Haziran’dan günümüze işçiler*

I.) TÜRKİYE’Yİ SARSAN İKİ GÜN
İşçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda attığı görkemli bir adım olarak tarihe geçen 15-16 Haziran 1970 eylemi, Türkiye’yi Sarsan İki Gün olarak belleklere kazınmıştı.

15-16 Haziran direnişi, o tarihte yürürlükte olan 275 Sayılı Sendikalar Yasası’nı değiştirerek, iş kolu barajı aracılığıyla DİSK’i tasfiye etmeyi amaçlayan 1317 Sayılı Yasa’ya karşı işçilerin, yer yer sendikalara rağmen gerçekleştiği eylemleridir…

15-16 Haziran direnişine giden sürecin belki de en az değerlendirilen yönü, devletin benimsediği sendikacılık çizgisinin dışında, devletten, işverenlerden bağımsız, merkezine işçi çıkarlarını alan, işçinin gücünü harekete geçirerek var olmayı ilke edinmiş sendikacılığın, devletin gücünü arkasına alarak-devletin çizdiği sınırlar içerisinde kalan sendikacılık tarafından yok edilme çabasıdır.

DİSK’in temsil ettiği, adına kendilerinin “sınıf sendikacılığı” dediği, işçinin gücüne dayalı sendikacılık, TBMM’de olaylar tartışılırken ağır sözlerle saldırıya uğramıştır. Bu görüşmelerde DİSK “Marksist Leninist”, “ihtilalci”, “Sovyet Rusya’nın peyki”, “komünist”, “şiddet ve zorbalıktan yana” olmakla suçlanmıştır. Bu suçlamayı yapanlar Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (Türk-İş), “demokratik rejime bağlı, milliyetçi, milli yapıda bir sendika” olarak övüyorlardı.
Bu ağır suçlamalar içerisinde, Yasa’nın güçlü sendikacılık adı altında DİSK’i tasfiye etme amacıyla hazırlanıp hazırlandığını gösteren en net konuşmayı, ülkedeki sendikaları, azınlık olan “sorumsuz” sendikalar ve demokratik direnişe saygılı “gerçek” sendikalar olmak üzere ikiye ayıran Türk-İş kökenli İstanbul Milletvekili Hasan Türkay yapmıştır.

Ancak devlet sendikacıları ve Meclis’teki destekçileri ne derse desin, 15-16 Haziran, işçinin “sınıf sendikacılığı”na sahip çıktığı, kendi gücüne dayalı sendikal mücadeleyi kazandığı bir direniş olmuştur…

15-16 Haziran, işçilerin devletten, işverenden bağımsız, işçinin meşruiyet zemininde kendi gücünü harekete geçirerek var olma iradesine sahip çıktığı, tarihe nasıl sendikacılık yapılması gerektiğine ilişkin not düştüğü bir zaman dilimidir.

Yeri gelmişken hatırlatalım: Çalışma yaşamını ve temel sendika esaslarını düzenleyen 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapan bir tasarı, Adalet Partisi, Güven Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin işbirliğiyle önce Büyük Millet Meclisi ardından Senato’dan geçirildi.

Yapılan değişiklikle yasaya, işçilerin istedikleri sendikaya serbestçe üye olmalarını ve beğenmedikleri sendikalardan ayrılmalarını güçleştiren maddeler eklenmişti. Yeni yasa toplu sözleşme ve grev haklarını kısıtlayan hükümler de içermekteydi. En önemli değişiklik sendika ve konfederasyonların Türkiye genelinde faaliyet gösterebilmesi için işkolunda sigortalı çalışan işçilerin üçte biri kadar üyeye sahip olması gerekliliğiydi.

DİSK başkanı Kemal Türkler durumu şöyle özetlemişti: “Hükümet yeni tasarı ile grev hakkını kökünden yok etme peşindedir. Ama, hemen belirtelim ki, Anayasada yer alan, uğrunda bunca çile çekilen grev hakkını yok etmeye kimsenin, hiç bir partinin gücü yetmeyecektir.”

DİSK’te toplantılar yapılıyor, tasarının yasalaşmaması için neler yapılabileceği tartışılıyordu. Sonunda bir Uyarı Heyeti ile Eylem Komitesi kurulması kararlaştırıldı. Uyarı Heyeti Kemal Türkler, Kemal Nebioğlu, Rıza Kuas, Kemal Sülker, Celal Beyaz ve Ehliman Tuncer’den oluşuyordu. Eylem Komitesi’nde ise Kemal Nebioğlu başkanlığında Hilmi Güner, Salih Çetin, Celal Beyaz, Avni Erakalın, Mustafa Baştan ve Şinasi Kaya vardı.

9 Haziran 1970 günü Başbakan Süleyman Demirel’e Kemal Türkler imzalı, bir mektup gönderilerek hükümetin bu tasarıyı geri çekmesi istendi. Mektup şöyle sonlanıyordu: “Aksi takdirde Anayasa’daki direnme haklarımızı kullanacağımızı şimdiden belirtiriz”.

Ne var ki yasa önerisi TBMM’de 3.5 saatte görüşülüp kabul edildi. TİP’in sendikacı kökenli milletvekili Kuas TBMM’de şunları söylemişti: “İşçilerin temel haklarını yok etmeyi amaç bilen girişimler; gençliğe yönelmiş saldırılar, devrimci öğretmenlere ve tüm devrimci güçlere karşı uygulanan baskılar, uzun süredir planlanan Anayasayı rafa kaldırma çabalarının son örnekleridir.”

Yasa taslağı 11 Haziran 1970’te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Türkiye İşçi Partisi bu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıklayarak iptal davası açtı.

13 Haziran 1970 cumartesi günü DİSK’ten bir heyeti Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay kabul ettiyse de görüşme hoş geçmedi. DİSK Yönetimi’nin 17 Haziran’da miting yapmak için başvurusu da geri çevrildi.

Ve 15 Haziran 1970’te işçiler İstanbul’da şalterleri indirdi. Yürüyüşlere toplu hâlde Türk-İş işçisinin de olduğu 75.000 dolaylarında işçi katıldı. Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Çelik Endüstrisi, Mutlu Akü, Vinileks, Otosan, Arçelik, Vita DMO direnişe katılan fabrikalar arasındadır. Yürüyüşe polis, asker ve tankların müdahale ettiğini hatırlamak gereklidir.2

Bilindiği üzere: Singer, Sungurlar, Gamak, Haymak ve Demir-Döküm gibi büyük işyerlerindeki grevler yüzünden çok gergin geçen 1970 yılında, solcu DİSK’e işçi akışını önlemek için, iktidardaki Adalet Partisi (AP) ile ana muhalefet partisi CHP anlaştılar. Ancak sendikal örgütlenmeye kısıtlamalar getiren 1317 Sayılı Kanun, 11 Haziran 1970’te Senato’da (1961’den beri Meclis iki kamaralı idi) kabul edilip, Cumhurbaşkanı’nca onaylanınca DİSK’in tepkisi alışılmadık tarzda oldu. 15 Haziran günü DİSK bünyesindeki Maden-İş, Lastik-İş ve Kimya-İş’e bağlı işçiler İstanbul’un sanayi mahallerinde yürüyüşe geçtiler.

Anadolu yakasındaki yürüyüş kolunun başını Singer, Haymak, Otosan, Devlet Malzeme Ofisi işçileri çekiyordu. İstanbul yakasında ise Derby Lastik, Emayetaş, Demir-Döküm, Sungurlar, Elektro-Metal, Profilo, Auer ve Grundig işçileri öncülük ediyordu. O gün Bakanlar Kurulu acilen toplandı, Kocaeli ve İstanbul’da 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. Ancak işçilerin eylemi 16 Haziran günü de devam etti. Topkapı dışından (Eyüp, Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu gibi) gelen kollar birleşip Aksaray üstünden Sultanahmet’e, oradan Cağaloğlu’na ve Eminönü’ne ulaşınca Valilik Haliç üzerindeki iki köprüyü de açtırdı. Bir başka kol ise (Kâğıthane, Gültepe) Levent yönünden Taksim’e doğru yürüyordu. Gebze ve Kartal yönünden gelen işçiler ise Bağdat Caddesi yoluyla Kadıköy’e kadar gelmişlerdi. (O güne dek ‘işçi sınıfı’ ile karşılaşmamış olan burjuvaların, Bağdat Caddesi’nde on binlerce işçinin öfkeli ve kararlı yürüyüşünü şaşkınlık ve endişe içinde izlediğini tahmin etmek zor değil.) Topkapı, Gebze-Kartal ve Kâğıthane-Levent bölgelerinde yürüyüş kollarının kolayca oluşmasının nedeni bu bölgelerdeki işyerlerinin ana arterlere yakın olmasıydı. Nitekim şehrin bir başka önemli sanayi bölgesi olan Beykoz-Paşabahçe hattından katılım mümkün olmamıştı. Yine de İstanbul’daki yürüyüşlere yaklaşık 75 bin işçinin katıldığı hesaplanmıştı. Ankara’da, Adana’da, Bursa’da ve İzmir’de de daha küçük çaplı destek yürüyüşleri yapılmıştı.

Valilik Haliç üzerindeki iki köprüyü de açtırarak, eylemcilerin Beyoğlu’na geçmesini engelledi. 16 Haziranda ölenleri hatırlayalım: Yaşar Yıldırım (Mutlu Akü), Mustafa Bayram (Vinleks), Mehmet Gıdak (Cevizli Tekel), Doğukan Dere (esnaf), Yusuf Kahraman (polis)dır. Eylemlerden sonra direniş başlatanlardan Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi Hüseyin Çapkan, Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan ve greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu da öldü.

15 Haziran akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti.

Sıkıyönetim askeri mahkemelerinde işçiler, DİSK yöneticileri, işyeri temsilcileri ve öğrenciler hakkında dava açıldı. Binlerce işçi işten atıldı. Ve sınıf dayanışması örnekleri yaşandı.

Anayasa Mahkemesi, yasa değişikliği konusunda açılmış olan davaları daha sonra karar bağlayarak, söz konusu yasa değişikliklerini iptal etti.
Kadıköy’de göstericilerle polis arasında çatışma çıktı, iki işçi, bir polis ve bir esnaf hayatını kaybetti. Ayrıca başka yerlerde de üç işçi öldü. Sivillerin emniyet güçlerinin silahlarından çıkan kurşunlarla öldüğü otopsi raporlarında ortaya çıktı. Ancak tutuklanan ve yargılananlar DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri oldu. Bir grup sendikacının kurduğu Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) yanısıra muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü ve Genel Sekreteri Bülent Ecevit’in işçilerin taleplerine kulak vermeleri ve söz konusu kanunların iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmalarıyla, Anayasa Mahkemesi önce yürütmeyi durdurdu, sonra da kanunu iptal etti.3

Özetle 15-16 Haziran resmi verilere göre, 100 bine yakın işçinin sokağa döküldüğü “olay”lar olarak bilinir… Evet, binlerce işçinin sokaklara dökülerek ortaya koyduğu bir tepkidir 15-16 Haziran… Ve bundan çok daha ötesidir de…

Çünkü binlerce işçi, söz konusu yasanın DİSK’i etkisizleştirme amacını güttüğünün farkındaydı ve DİSK’e bağlı sendikaların -dönem itibariyle- son bir kaç yıldır, direnişlerle, kavgalarla tamamen işçinin hak ve çıkarları için mücadele yürüttüğünün farkında idiler. 15-16 Haziran’ı “15-16 Haziran” yapan da işte bu bilinç ve iradeydi. Tamamen bir sınıf mücadelesi kimliğine bürünmüş bir “icraat” bunun somut karşılığı idi.

15-16 Haziran’dan hâlâ “en büyük işçi direnişi” diye söz etmemiz elbette ki doğrudur. Çünkü 15-16 Haziran denince anlaşılması gereken, 1970 yılının iki gününde cereyan eden, İstanbul ve Kocaeli’yi kapsayan, Hükümetin ve burjuva parlamentosunun işçi haklarını gasbeden (iş kolu barajını yüzde 30’a çıkarıp, DİSK’e bağlı sendikaları yetkisizleştirmeyi amaçlayan) yasal düzenlemeye karşı girişilen eylemlerle sınırlı değildir.

Tersine 15-16 Haziran, 1963’te henüz grev yasal hak olarak tanınmadan yapılan Kavel greviyle başlayan ve özellikle de 1960’lı yılların ikinci yarısındaki büyük işçi uyanışının ifadesi olan eylemlerle belirlenen, işçi sınıfının mücadele tarihindeki en özgün dönemin zirvesini (ve aynı zamanda, ne yazık ki “sonu”nu) temsil eden bir tarih olmasıyla işçi sınıfının ileri kuşakları tarafından yeniden yeniden hatırlanıp, tartışılmakta, ondan dersler çıkarılmaya devam edilmektedir.
Atilla Özsever’in ifadesiyle, “15-16 Haziran doğrudan doğruya bir sınıf hareketi”dir; “işçi inisiyatifi”nin sembolüdür; işçilerin yığın olmaktan çıkıp sınıf olma mücadelesidir!

Bu bağlamda 15-16 Haziran direnişinin bugün işçi sınıfı mücadelesi açısından hâlâ hatırlanıyor olması, direnişin Türkiye işçi sınıfı tarihi içinde ne kadar büyük bir önem taşıdığını gösteriyor.

15-16 Haziran direnişini önemli ve anlamlı kılan, onun yarattığı değerlerin sürekli vurgulanmasının çok nedeni var kuşkusuz. En önemli neden, Türkiye tarihinde böylesi bir eylemin pek çok yönden ilk olması ve bugüne kadar aşılamamış olması. 15-16 Haziran direnişini önemli kılan nedir diye bir soru sorulacak olsa, verilecek ilk yanıt, işçilerin kararlı ve fiili bir şekilde yola çıktıklarında, karşılarında hiçbir engelin (yasaların, polisin, askerin vb) duramayacağı olacaktır.

Özetin özeti: “15-16 Haziran’da olan neydi?” sorusuna verilecek yanıt -kuşkusuz-: Başkaldırıdır.
Evet, işçi sınıf kapitalizmin dayatmalarına Stendhal’ın, “Şeytan sizi öldüreceğine, siz şeytanı öldürün daha iyi!”4 uyarısındaki üzere başkaldırmıştır.5
Ya sonra mı?

1963’ten 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen 17 yıl içinde tam 4.794 işçi eylemi yapıldı. Elbette patronlar buna razı olamazdı. Nitekim 12 Eylül’den sonra sendikaların faaliyetleri durdurulurken, Türk-İş dışında kalan konfederasyonlara ve onlara bağlı sendikalara ait taşınır ve taşınmaz mallar kayyumlara teslim edildi, sendika yöneticileri mahkemelerde yargılandılar ve ağır cezalara çarptırıldılar. Böylece tekrar başa dönüldü. O tarihten sonra çeşitli grevler ve direnişler oldu ama hiçbiri 2010 yılındaki Tekel direnişi gibi ses çıkarmadı.

İşçi sınıfı yıllar sonra, Tekel direnişiyle neo-liberal AKP gerçeğiyle yüzleşti!

II) AKP VE İŞÇİLER

Bir zamanlar “liberallerin en muhafazakârı” diye sunulmaya kalkışılan neo-liberal İslâmcı AKP, tekelci sermaye için bulunmaz bir -12 Eylül artığı- seçenekti.
AKP iktidarı ilk yıllarından itibaren işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik ve demokratik haklarını gasp etmeye başladı. 2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu’nu “güvencesiz, esnek ve taşeron” çalışma biçimine göre yeniden düzenleyerek sosyal güvenliği piyasaya açtı. 1 Ekim 2008’de çıkardığı 5510 sayılı Kanun’la emeklilik yaşını 65’e yükseltti. 2011’de çıkardığı 6111 sayılı Torba Yasa ile işsizlik sigortası fonunda birikmiş kaynaklara el koyarken, sosyal güvenliği de tasfiye etti. Yerel yönetimlerde taşeronlaşmayı bu dönemde yaygınlaştırdı.

18 Ekim 2012 tarihinde çıkardığı 6356 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile sendikalar ve toplu iş sözleşmelerini sermayenin çıkarlarına göre düzenledi. Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapmak için sahip olmaları gereken ehliyet ve yetki barajlarını değiştirdi. Bu nedenle çok sayıda sendika yüzde 1 olan işkolu barajı altında kalırken, bazı sendikalar barajı kıl payı geçebildi. Toplam 115 sendikadan sadece 47’si barajı aşarak toplu iş sözleşmesi yapma yetkisini alabildi. Baraj 2016’da yüzde 2’ye, 2018’de yüzde 3’e yükselecek. 12 Eylül’ün ardından çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalar döneminde bile bu kadar çok sendika işkolu barajının altında kalmamıştı. İşkolu barajı sendikal faaliyetler için ciddi bir tehdit oluştururken, yasal sınırlamaların dışında da sendikalara üye olmak isteyen işçilere birçok engel çıkarıldı. 2018’e kadar sendikalar ciddi bir üye artışı sağlayamazsa pek çoğu yetki kaybedecek ve böylelikle Türkiye’de büyük çaplı bir sendikasızlaşma dönemi başlayacak.

İstatistiklere göre Türkiye’de 11 milyon 600 bin 554 işçiden 1 milyon 96 bin 540’ı sendikalı. Sadece kayıtlı işçiler dikkate alınarak yapılan hesaplamada yüzde 9.45 olan genel sendikalaşma oranı, bazı işkollarında yüzde 2-3’lere düşüyor. Yüzde 9.45’lik sendikalaşma oranı uluslararası standartlara uygun olarak hesaplandığında bu oran daha da düşüyor. Buna göre kayıt dışı ve taşeron yanında çalışanlar da dahil toplamda 16.5 milyona ulaşan işçi sayısı esas alındığında sendikalaşma oranı yüzde 6.6’da kalıyor. Toplam sendikalı işçi sayısının toplam kayıtlı işçiler içindeki payı ‘Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilâtı’ (OECD) ülkelerinde yüzde 20’yi bulurken, bu oran Türkiye’de yüzde 6 dolayında kalıyor.

Bulundukları işkollarında çok sayıda sendikanın yetkisiz kalması çalışma yaşamında sendikasızlaştırma ile birlikte taşeronlaşmayı yaygınlaştırıyor. Mevzuatta “alt işverenlik” şeklinde yer alan taşeronluk uygulaması AKP döneminde tam bir patlama yaşadı. 2002’de 358 bin olan taşeron işçi sayısı 2015’de kamu ve özel sektör toplamı olarak 2.7 milyona ulaşmış durumda. Bunun 1.1 milyonu başta belediyeler olmak üzere kamuda çalışıyor. Taşeron işçilik; yaygın iş kazaları, eksik ve düşük ücretler, ödenmeyen maaş ve sigorta primleri, kullandırılmayan ücretli izinler vb. uygulamalarıyla yasal çalışma sürelerinin çok üzerinde kölece çalıştırma anlamına geliyor. Taşeron işçilerin yıllık izin, kıdem tazminatı, fazla mesai ve sendikal örgütlenme hakları taşeron firmalarca girdi-çıktı oyunları ile gasp edilerek işçilerin hukuk yollarına başvurması engelleniyor.

AKP iktidarı döneminde iş kazalarında yaşamını yitiren işçi sayısında da patlama yaşandı. Aralık 2002-Mart 2015 döneminde iş kazalarında, daha doğrusu iş cinayetlerinde ölen işçilerin sayısı 14 bin 555’e ulaştı. Bu kazalarda binlerce işçi de sakat kaldı. Her saat 80 iş kazasının olduğu Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’da 1., dünyada 3. sırada bulunuyor. Ayrıca iş cinayetleri ve işçi uyuşmazlıklarında işçileri mahkeme kapılarında süründüren AKP hükümeti, ya işçileri dava açtıklarına bin pişman ediyor ya da işçiler lehine çıkan mahkeme kararlarını uygulamayarak patronları sorumluluktan kurtarıyor.
Özetle hiçbir iktidar AKP kadar işçi ve emekçi düşmanı olmadı. İşçiler ve emekçiler için AKP iktidarı zam, zulüm, işsizlik, yoksulluk ve tahakküm hâline geldi.6
Çünkü işçiler için AKP = esneklik, güvencesizlik, sendikasızlıktı… AKP, 13 yıllık iktidarı boyunca, çalışma yaşamına dair yaptığı tüm düzenlemelerin, attığı her adımın orta yerine “esnekliği” yerleştirdi. Esnek istihdam ve esnek çalışmanın sorunları çözeceğini vaaz edip durdu. Ancak esneklik, AKP iktidarı boyunca güvencesizlik ve sendikasızlıkla kol kola emekçilerin üzerine bir kâbus gibi çöktü!

II.1) İŞÇİLERİN HÂLİ

Bu tabloda işçilerin hâline gelince: Resmi açıklamalar, 11 milyonun üzerinde işçi olduğunu bildirilirken; bunun ancak 600 bin civarında sendikalı olduğu Türkiye’de, 5 milyon civarında işçi asgari ücretle çalışıyor. Asgari ücret 2015 Nisan’ı itibarıyla 949 TL ve 6 milyon işsiz var. Hükümet sendikalarından biri olan Türk-İş, açlık sınırını 1.334; yoksulluk sınırını 4.238 TL olarak açıkladı. Bir yılda 1886 işçi iş cinayetlerinde can verdi. 350 bin işçi iş kazası geçirdi. Aileleri büyük yoksunluk içinde.

Buna karşı, sermayenin kârları katlandı. Milyarder sayısı 35’e çıktı. Devlet-hükümet yöneticilerinin servetleri büyüdü. 5 milyar (eski hesapla 5 katrilyon) liralık sarayında, her odasında bir silahlının korumalık yaptığı 1150 odalı “külliyesi”nde yaşayan “son Osmanlı padişahı”, işçilerin ölümünü “fıtrattan” sayıyor.7
İşte Türkiye’de işçilerin hâli böyledir; ama bu kadar değildir…

‘Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) işçiler için dünyanın en kötü ülkeleri listesine aldığı Türkiye, 161 ülkede 325 üye kuruluşu ve 176 milyon üyesi bulunan ITUC’un Nisan 2013 ve Mart 2014 tarihleri arasında 139 ülkeden topladığı verilerle hazırladığı ‘Küresel Haklar Endeksi’nde zirvededir. Rapora göre Türkiye’deki işçiler, Nijerya, Bangladeş, Guatelama gibi ülkelerle aynı haklara sahipken;8 Türkiye, OECD’nin de ‘Daha İyi Bir Yaşam Endeksi’nde 36 ülke içinde en kötü sonuçlarla betimlenir!

OECD’ye göre Türkiye ‘Çok Uzun Saat Çalışan İşçiler’ sıralamasında 36 ülke arasında ilk sırada yer aldı. ‘Boş Zaman ve Kişisel Bakım İçin Ayrılan Zaman’ sıralamasında da sonuncu olan Türkiye’de bir işçi bu konulara günde 13 saat 42 dakika harcıyor. Sıralamada birinci İspanya’daki bir işçi ise günde 16.1 saatini kendine ayırıyor.

Türkiye, çalışma saatlerinin kadınlar aleyhine dengesizliği açısından yapılan ‘Cinsiyet Eşitsizliği’ sıralamasında da 32 ülke arasında sonuncu oldu. Raporda Türk ve Meksikalı kadınların ev işlerinde erkeklerden 4.3 saat daha fazla çalıştıkları, kuzey ülkelerinde ise farkın 1 saate indiği bildirildi.
Yine rapora göre çok uzun saatler çalışan işçilerin oranı Türkiye’de yüzde 43, ardındaki Meksika’nın ise yüzde 29’ken;9 Türkiye, çalışma saatleri en uzun olan ülkeler arasındadır.

Türkiye’de çalışanlar, yılda ortalama bin 877 saatini işte geçiriyor. Çalışanlar, OECD ortalamasından 101 saat daha fazla çalıştırılıyor. Tabii ki bu rakamlar kayıtlı işçiler için. İş bulabilen işçi, günde ortalama yaklaşık olarak, 11-12 saat çalışmak zorundadır.10

OECD verileri, Türkiye’de iki çocuklu çiftlerin yaşadığı hanede, asgari ücretle çalışan tek kişinin yoksulluk sınırını aşmak için gereken çalışma saatinin 51 saat olduğunu gösteriyorken; yasal çalışma sınırı 45 saat. Yani, her ay 24 saat ilave etmesi gerekiyor!11

Kim ne derse desin; egemenlerin pembe tablolarına karşın emekçi her yıl biraz daha fakirleşiyor. Türk-İş’in araştırmasına göre emekçi her ay 638 TL eksik alıyor.
Türk-İş araştırmasına göre Türkiye’de sadece tek bir çalışanın insan onuruna yaraşır bir geçim düzeyi gerçekleştirmek için yapması gereken harcamaların toplamı yani yaşama maliyeti 1587 lira. Buna karşın ocaktan bu yana net asgari ücret 949 lira. Yani arada 638 liralık fark bulunuyor. Başka bir ifadeyle işçi her ay zorunlu harcamaları için gereken parayı bile eksik alıyor.

Aynı dönemde net asgari ücret 846 lira olarak uygulandı. Arada 521 liralık fark vardı. Yani aradaki makas bir yılda daha da açıldı. 521 liradan 638 liraya çıktı.
Araştırmaya göre insan onuruna yaraşır bir geçim düzeyi gerçekleştirmek için tek bir işçinin yapması gereken zorunlu harcama tutarı bir yılda 220 lira arttı. Bu dönemde asgari ücretteki artış ise 103 lira ile sınırlı kaldı. Yani resmi rakamlara göre 5 milyon işçinin ücreti olan asgari ücrete yapılan zam fakirleşmeyi durduramadı. İşçi biraz daha fakirleşti.

Merkez Bankası tarafından hazırlanan rapora göreyse, Türkiye genelinde 3 milyon 910 bin işçi 949 liralık asgari ücretin de altında maaşlarla köle gibi çalıştırılıyor.12 Rapora göre, Türkiye’de ücretli ve yevmiyeli olarak bir işte çalışanların yüzde 12’si asgari ücret düzeyinde maaş alırken yüzde 23’üne asgari ücretin de altında maaş ödeniyor. Raporda, çalışanların yüzde 35’inin asgari ücret ve altında maaş aldığı belirtilmekte…

Merkez Bankası söz konusu sonuçlara 2011-2013 yılları arasındaki istihdam verileri üzerinden ulaştı. TÜİK’in verilerine göre 2013 yılında Türkiye genelinde ücretli ve yevmiyeli olarak çalışanların sayısı 17 milyon civarında bulunuyor. Buna göre, söz konusu 17 milyon çalışanın yüzde 35’i, yani yaklaşık 6 milyonu asgari ücret düzeyinde ve daha altında maaş alıyor. Üstelik, sefalet ücretiyle geçinmeye çalışan 6 milyon işçinin sadece 2 milyon 40 bini asgari ücret alabiliyor. Geri kalan 3 milyon 910 bin işçi, yasak olduğu hâlde asgari ücretin altında bir ücretle köle13 gibi çalıştırılıyor.14
Ayrıca son yıllarda çocuk işçi sayısı 893 bine ulaştığı15 Türkiye’de 1 milyona yakın çocuk, kölelik koşullarında çalıştırılıyor.16 Her 100 çocuk işçiden üçü yaralanmış ya da sakatlanmışken; çocuk işçiler izin dahi kullanamıyorlar.17
Tam da bu tabloda asgari ücret meselesi karşımıza dikiliyor!

ASGARİ ÜCRET18

Tablo 2

Evet F. Engels’in, bir toplumdaki asgari ücret düzeyinin o toplumun ahlâk düzeyini yansıttığını belirttiğinde takvimler XIX. yüzyılın ortalarını gösteriyordu; bu sözlerin üzerinden neredeyse iki asır geçtiyse de, söylenenler günü yansıtıyor.
Bakın ‘Merkez Bankası Enflasyon Raporu 2015-II’nin 56. sayfasında neler kayıtlı: “Toplam ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 35’i asgari ücret ve altında ücret alarak çalışmaktadır.”
Ekonomi geneli için asgari ücret ve altında çalışanların payı yüzde 35 iken, sanayi, inşaat ve hizmet sektörlerinde bu oran sırasıyla yüzde 38.2, yüzde 41.3 ve yüzde 30.2. Bu oran tarım sektöründe yüzde 72’ye kadar çıkıyor, sanayi ve hizmet sektörlerinin altında ise bu oranın yüzde 50’nin üzerine yükseldiği alt sektörler var. En sefil ücretler şu sektörlerde; kuru temizleme, kuaförlük gibi kişisel bakım alanlarının yer aldığı diğer hizmet faaliyetleri, yiyecek-içecek hizmetleri ve ticaret sektörleri. Sanayi sektörü altında asgari ücret ve altında çalışanların en yoğun olduğu sektörler ise gıda, giyim, mobilya, fabrikasyon metal ürünleri ve tekstil imalatı sektörleri. Bu sektörler aynı zamanda emek yoğun sektörler…
Asgari ücret ve altında çalışanların, toplamı 17 milyonu bulan ücretlilerin yüzde 35’ini oluşturması, geri kalanların daha yüksek ücretlere çalıştığı kanısına yol açmasın. Asgari ücretin neti Temmuz ayında 1000 TL olacak. Asgari ücret üstü çalışanların ağırlıklı ortalaması ise taş çatlasa bin 200-500 TL aralığında!19
Bu korkunç hâle ilişkin birkaç çarpıcı veriyi de eklemeden geçmeyelim:
i) Boru Hatları İle Petrol Taşıma A.Ş’nin (BOTAŞ) Kars’taki şantiyesinde çalıştıkları belirtilen işçilerin, “yemekhane kirlenir” gerekçesiyle içeri alınmadığı, -10 derecede dışarıda yemek yedikleri ortaya çıktı. Uygulamayı işçiler, soğukta yemek yemelerini cep telefonuyla kaydetti!20
ii) Soma faciasının yaşandığı madenin sahibi Alp Gürkan, facia sonrasında yapılan yasal düzenlemelerin maliyetlerini arttırdığını belirterek Türkiye Kömür İşletmeleri’nden bu ek maliyeti karşılayabilmek için genel kurulda kendini yetkilendirdi!21
iii) Soma’daki faciadan sağ kurtulan işçilerin dört ay sonra işsizlik maaşları kesilecek. Sağ kurtulan İsmail Aslan, “Keşke ölseydim, en azından çocuklarıma maaşım kalırdı” dedi!22
iv) İstanbul Müftülüğü’nün camilerde okutulmak üzere hazırladığı Cuma Hutbesi’nde iş cinayetlerini önlemek için alınacak tedbirlerde ölçülü olunması gerektiği savunuldu. Müftülüğün Hutbesinde, “Bu husustaki aşırılık Yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış hâline dönüşür” ifadelerine yer verildi. Müftülüğün internet sitesinde yer alan, ‘Hayat, Tedbir ve Takdir’ başlıklı hutbede, iş kazalarında insan unsurunun etkin olduğu, tedbirsizliğin acı sonuçlarının yürekleri yaktığı ileri sürülürken, “Tedbirler alınarak yapılan işlerde sorunların ortadan kalkacağı veya en aza ineceği kuşkusuzdur” denildi. Ayrıca “bela ve musibet” olarak tanımlanan iş cinayetlerinin temelinde sorumsuz davranışlar ve yanlış kader anlayışı olduğu ifade edilse de tedbirde aşırılığın “Allah’a güveni sarsan bir davranış” hâline dönüşeceği gerekçesiyle ölçülü olunması istendi!23
v) Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında Soma’yı ziyaretinde Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık “kara listeye” girdi. Başbakanlık korumalarının Mercedes marka aracına tekme atarak kamu malına zarar verdiği iddiasıyla hakkında dava açılan Kocabıyık, hem para cezası hem de 4 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. Soma’daki iş cinayetinin ardından işinden de olan Kocabıyık, hamallık yaparak ailesini geçindirmeye çalışıyor çünkü ilçedeki bütün kapılar yüzüne kapanmış durumda!24
vi) Soma faciasının ardından yeniden gündeme gelen taşeronluk Türkiye’de tüm hayati işlere yayılmış durumda. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, kamudaki taşeron sayısının 700 bini aştığını açıkladı. Kamuda taşeron çalışan sayısı 700 bini aşarken özel sektörde en fazla iş kazası taşeronda meydana geliyor!25

II.1.1) MADENLERDEKİ
-KAPİTALİST- “REALİTE”
Aslı sorulursa Karl Marx’ın, “Sermaye kârsızlıktan ya da çok düşük kârdan, doğanın boşluktan korktuğu gibi korkar. Uygun kârla sermaye cesur olur. Yüzde 10 kâr garantisiyle her yerde kullanılabilir; yüzde 20 ile canlanır; yüzde 50’de pozitif atılgandır; yüzde 100 için tüm insani yasaları ayakları altında çiğner; yüzde 300’de riskini üstlenemeyeceği hiç bir suç yoktur, idam sehpası tehlikesini bile göze alır. Kavga ve gürültü kâr getiriyorsa, onları cesaretlendirir,”26 diye betimlediği kapitalizmin27 sürdürülemez çılgınlığı, belki de en net biçimde maden ocakları realitesiyle karakterize olur.
“Nasıl” mı?
1983 Zonguldak’ında Armutçuk (103 ölü), 1990 Amasya’sında Yeniçeltek (68 ölü), 1992 Zonguldak’ında Kozlu (263 ölü), 1995 Yozgat’ında Sorgun (38 ölü), 2004 Kastamonu’sunda Küre (19 ölü), 2009 Bursa’sında Mustafa Kemalpaşa (19 ölü), 2010 Zonguldak’ında Karadon (30 ölü), 2013 Zonguldak’ında Kozlu (8 ölü) ve Soma’yla, Ermenek’le anılan Türkiye’de kömür ve linyit çıkartılan kayıtlı 740 işletme bulunuyor. Kömür ve linyit madenlerinde 48 bin 706 kayıtlı işçi çalışıyor. Kamuda bir işyerinde ortalama 257, özel sektörde 53 madenci istihdam ediliyor.
3 yılda kömür ve linyit çıkartılan işletme sayında artış gerçekleşti. Bu tür madenlerde 2010 yılında 697 işletme faaliyet gösterirken, bu sayı 2013 yılı sonunda 740’a yükseldi. Söz konusu dönemde 43 kömür ve linyit çıkartılan işletme faaliyete başladı.
İşletme sayısındaki artışta özel sektör belirleyici oldu. 2010’da özel sektördeki işletme sayısı 649 iken 2013 yılında bu sayı 694’e çıktı. Kamuya ait işletme sayısı ise 48’den 46’ya geriledi.28
“Sonra” mı?
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) ‘2010 Maden Araştırma Raporu’na göre 2008’de milyon ton taşkömürü üretimi başına düşen ölüm oranı Türkiye’de yüzde 7.22, Çin’de yüzde 1.27, ABD’de yüzde 0.02’dir!
Kolay mı? Dünyadaki taş kömürünün çok az bir kısmını ürettiğimiz hâlde madenlerde Çin’in 6, ABD’nin 360 katı ölüm yaşanıyor. Türkiye’de milyon ton başına düşen ölüm sayısı Çin’dekinin yaklaşık 6 katı. Bununla birlikte, Türkiye’de maden işçisi ölümleri oranı Avrupa ortalamasının da yaklaşık 4.5 katıdır.29
Sadece madencilik sektöründe, 1991-2008 döneminde iş kazaları ve meslek hastalığı nedeniyle toplam 2 bin 554 kişi hayatını kaybederken, sürekli iş göremez hâle gelenlerin sayısı 13 bin 87’e ulaştı!
2004’te taşeronlaşmanın önünün açılmasıyla birlikte madenlerdeki ölümlerin artması dikkat çekiyor. 2002’de 17, 2003’te 22 kişi maden kazalarında yaşamını yitirdi. Ölüm sayısı 2004’te 68, 2005’te 121, 2006’da 79, 2007’de 76, 2008’de 66, 2009’da 92, 2010’da 105, 2011’de 77, 2012’de 61, 2013’te 95 oldu!
2008 yılında Türkiye Taş Kömürü Kurumu’nda milyon ton başına düşen ölüm sayısı 4.41 iken, aynı yıl özel işletmelerde 11.50 oldu!30
Yine ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, “Türkiye, ölümlü maden kazalarında birinci”yken; her 100 bin ton kömür üretimi başına işçi ölümü sendikalı işletmelerde yüzde 0.3… Taşeronların sendikasız işçilerinde ise bu oran yüzde 8.3’dür…
Türkiye’de her yıl (2012 itibariyle) 74 bin 871 iş kazası oluyor; yani “700 ölü…”
Bu kazaların birinci sırasında “madencilik sektörü” yer alıyor; yüzde 10.1; İkinci sırada “elektrik sektörü”; yüzde 7.7’dir…31
Özetle Soma gerçeğinden baktığımızda kan ile kâr arasındaki ilişki son derece açık olarak karşımıza dikilir: Ortalama yüzde 3.9 olan faaliyet kârı madencilik ve taş ocakcılığında yüzde 15.5’dir ki,32 bu da işçinin canı ve kanı demektir!

II.1.2) İŞ CİNAYETLERİ
“İşçi cinayetleri alarm veriyor” diye anılan Türkiye’de iş kazaları ve meslek hastalıkları (iş cinayetleri) sonucu ölen işçi sayısına ilişkin veriler oldukça tartışmalı… Uzun dönemli toplam ve yıllık ortama ölüm oranları arasında çarpıcı farklar ortaya çıkıyor. 2005-2013 döneminde açıklanan toplam işçi ölüm sayısı 11 bin 47 iken iş kazası ve meslek hastalığı sonucu gelir bağlanan dosya sayısı 20 bin 799’dur. Aradaki fark 9 bin 752’dir. Yıllık ortalama ölüm sayısı bir istatistikte 1227 iken diğerinde 2311’e ulaşıyor. Bu açıklanabilir bir fark değil. SGK’nin açıkladığı (ham) iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölüm sayıları gerçeği yansıtmıyor… İş kazaları ve meslek hastalıkları (iş cinayetleri) sonucu ölüm sayıları bilinen ve kamuoyuna açıklanan sayıların iki katına ulaşıyor!33
TMMOB ‘Makine Mühendisleri Odası’nın (MMO), mevzuat, uygulama sorunları ve resmi verilerini 2 yılda bir güncellediği ‘İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği’ne (İSG) ilişkin raporunda, yalnızca zorunlu/ aktif sigortalı kayıtlı çalışanları kapsayan SGK verilerine göre, 2013 yılında iş kazası sayısının, 2012 ve önceki yıllara göre olağanüstü düzeyde arttığı, 2012 yılında 74 bin 871 olan iş kazası sayısının, 2013 yılında 191 bin 389’e çıktığı ve 2012’ye göre yüzde 291 oranında artış yaşandığı belirtildi.
İş kazası yaşayanların 20 bin 745’inin kadın, 170 bin 644’ünün erkek olduğu belirtilen raporda şu bilgilere yer verildi: “İş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölüm sayısı 2012’de 745, 2013’te 1.360’tır ve 2013 yılında 2012’ye göre yüzde 83 oranında artmıştır.
2014 verileri SGK tarafından henüz açıklanmamıştır ancak ‘İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ (İSGM) verilerine göre 2014’te en az 1.886 emekçi iş kazası ve meslek hastalığı sonucu yaşamını yitirmiştir. SGK 2013 verilerinde meslek hastalıklarından dolayı hiç ölüm gözükmemektedir! Ancak İSGM verilerine göre 2013’te en az 3, 2014 yılında en az 29 emekçi meslek hastalıklarından dolayı yaşamını kaybetmiştir. 2013 ve 2014 yıllarına ait iş kazası sonucu ölüm vakaları 1996 sonrasının doruğu düzeyindedir.”34
Yine İSGG verilerine göre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in görevde olduğu 8 yılda 6 bin 732 işçi iş cinayetine kurban gitti.
Soma, Ermenek, Torunlar ve daha niceleri… Yalnız Çalışma Bakanı Faruk Çelik iş cinayetlerinde sorumluluğu hep işçilere atmaya çalıştı; patronların önünü açan politikalar hayata geçirilirken söylemlerinde de patronların yanlarında oldu” denildi.35
Ayrıca AKP’nin iktidarda olduğu 11 yılda Türkiye’de iş kazalarında 46 bin kişi çalışamaz hâle geldi… Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in verilerine göre, 1992-2013 dönemindeki iş kazalarında 2 milyon çalışan iş kazası geçirirken; 24 bin kişi de öldü.”36
Nihayet İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi 12 yıllık AKP iktidarı boyunca 15 bin 369 işçinin yaşamını yitirdiğini açıkladı. AKP’nin 12 yıldır işçileri taşeron çalışma, düşük ücretler ve iş cinayetleri ile karşı karşıya bıraktığını belirten İSİG Meclisi 2015 yılında da (28 Mayıs’a kadar) 628 işçinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiğini belirtti. Veriler AKP’nin iktidara geldiği yıldan itibaren iş cinayetlerindeki yükselmeyi de gözler önüne serdi. 2003 yılında hayatını kaybeden işçi sayısı 811 iken 2014 yılında 1886’ya yükseliyor.37
İş cinayetlerinin “kaza” diye ambalajlandığı coğrafyamızda işçiler açısından, “Her türlü otorite ve hiyerarşi sorgulanmalı ve bunların meşruiyeti ispatlanmalıdır. Meşruiyetini ispatlayamayan her türlü otorite gayrimeşrudur ve devrilmelidir,” Noam Chomsky’nin belirttiği üzere…

II.1.3) DEVLETİN MARİFETLERİ
Burjuva devletin marifetleri karşısında Chomsky’nin saptamaları “olmazsa olmaz”dır; çünkü… İşte birkaç somut veri!
i) ITUC’nun 160 ülkeden yaklaşık 1500 delegenin katılımı ile Berlin’de gerçekleştirilen III. Dünya Kongresi’nden hükümete “Soma uyarısı” çıktı. Kongrede kabul edilen kararda, hükümete sert eleştiriler yöneltmesine karşın;38 Başbakan Ahmet Davutoğlu, Zonguldak’ta madencilikte işverenlere getirilen kurallara esneklik getiren Bakanlar Kurulu kararını imzaya açtığını açıkladı!39
ii) Manisa Celal Bayar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Güç, Soma’daki faciada 301 madencinin ölümünü “Allah’ın takdiri” olarak nitelendirerek, “Bu insanlarımız helal kazanç peşindeydi. Olaya buradan baktığımız açısından onlar için sevindirici bir durum. Bunlar uyuşturucu ticareti yaparlarken de bir çatışmaya girip ölebilirlerdi. Mafya hesaplaşmasında da ölebilirlerdi. Eşlerini ve çocuklarını rızıklarını temin ederken, hayatlarını kaybettiler. Dolayısıyla Allah’tan rahmet diliyoruz. Onlar şehit olmuşlardır” dedi!40
iii) Soma’da yaşanan katliamın ardından, duruşmalar ertelenmeye katiller aklanmaya devam ederken; protestolar sırasında Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık’a dava açıldı. Yerkel’in tekmelediği madenci Kocabıyık’a, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın aracına tekme savurduğu için 543.44 liralık para cezası istendi. Yerkel hakkında açılan idari soruşturma zaman aşımına uğratılarak dosya kapatılmıştı!41
iv) Manisa’nın Soma ilçesinde, 13 Mayıs 2014 tarihinde yaşanan maden faciasını beyazperdeye aktarmak isteyen yönetmen ve yapımcı Faik Ahmet Akıncı’nın ‘Soma 301’ isimli filmine, Manisa Valiliği tarafından çekim izni verilmedi!42
v) İşverenlere asgari ücret ve SGK prim desteği, yatırımcılara vergi indirimi sağlayan 7.5 milyar TL’lik ‘İstihdam, Sanayi Yatırımı ve Üretimi Destek Paketi’ni açıklayan Başbakan Davutoğlu, paketin kaynağının işsiz kalan emekçilere maaş vermek için oluşturulan fondan karşılanacağını söyledi!43
vi) DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası 10 ilde 22 fabrikada grev kararı aldı. “Milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu” gerekçesiyle Bakanlar Kurulu grevi 60 gün süreyle açıkladı. AKP hükümeti, Birleşik Metal İş Sendikasının grevini neden “milli güvenliği bozucu” nitelikte bularak ertelediğini “Tank, TOMA, Kirpi, gözaltı araçları yapılamaz” gerekçesiyle reddetti. Hükümet, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün TOMA aldığı AKP İzmir Milletvekili İsmail Katmerci’nin sahibi olduğu Katmerciler Araç Üstü Ekipman AŞ’yi de grevden dolaylı olarak etkilenecek kurumlar arasında saydı!44
vii) 1.3 milyar lira harcanan Cumhurbaşkanlığı Sarayı inşaatında çalışan işçi Savaş Oğuz’un iskeleden düşerek yaşamını yitirmesine ilişkin 9 kişi hakkında açılan davada, Çalıştığı Kontursel firmasının şantiye şefi Rahman Pehlivan, “Plan yapılan yerde çalışmadı,” diyerek ölen işçiyi suçladı!45
viii) Adana’da Gökdere Köprü Barajı ve Hidroelektrik Santrali’nin Derivasyon Tüneli’nin kapağının patlaması sonucu 10 işçinin öldüğü olayda tutuksuz 17 sanığın yargılandığı davada 7 sanığa beraat kararı çıktı. Mahkeme heyeti Erdal Nakas, Öncü Polat ve Servet Eğilmez’e 10’ar yıl, Cengiz Ulucan ve Burak Alpago’ya 8 yıl 4’er ay, Ahmet Fuat Üstündağ ve İbrahim Atay’a 5’er yıl, Ferdi Alkan, Kadir Doğan ve Ali Seçer’e 7 yıl 6’şar ay hapis cezası verdi. Mahkeme heyeti daha sonra bu cezaları suçun “taksirli suç” olması nedeniyle para cezasına çevirdi. Mahkeme 45 bin ile 146 bin TL arasında değişen para cezasını da 24’er aya kadar taksitle ödenmesine karar verdi!46
ix) Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, dövülerek işten atılan işçinin işe gitmeyerek iş akdini kendisinin sonlandırdığını bu nedenle “ihbar tazminatı” hakkını kaybettiğine hükmetti!47
x) Soma’da 301 madencinin can verdiği faciadan sağ kurtulan madenciler hakkında “mala kasten zarar vermek” ve “2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet etmek” suçlamalarıyla dava açıldı. İddianameye konu olan “suç”, madencilerin olaydan 4 gün sonra arkadaşlarının cenazelerini alamadıklarını söyleyip yürüyüş yapmaları!48
xi) Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, bazı otomobil fabrikalarında yapılan işçi eylemleriyle ilgili olarak “Terör Örgütüne yardım yataklık” suçlamasıyla başlattığı soruşturma çerçevesinde 15 Mayıs 2015’den itibaren iş bırakarak eyleme çıkan metal işçileri hakkında “terör” soruşturması başlatıldı!49
xii) İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Bölümü Araştırma Görevlisi ve İstanbul Tabip Odası’nın hastane temsilcisi Dr. Coşkun Canıvar, hastanedeki taşeron firmanın “İşçi Sağlığı ve Güvenliği Eğitimi”nin yetersiz olduğu görüşünü başhekimliğe bildirmesinin ardından “kademe durdurma cezası” ile karşı karşıya kaldı!50
Bu kadar da değil; dahası da var!

II.2) DERİNLEŞEREK, YAYGINLAŞAN EŞİTSİZLİK

Tüm bunlara bir de işçi ve emekçiler için derinleşerek, yaygınlaşan eşitsizlik eklenmeli!51
Gelir eşitsizliğinde ilk 5’te olan Türkiye’nin52 AKP hükümetleri döneminde en zengin daha daha zengin oldu. En zengin kesimin geliri en yoksul kesimin gelirinin 7.7 katı büyüklüğüne ulaşırken; nüfusun yüzde 49.7’si ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olduğu Türkiye’de;53 ‘Die Zeit’ dergisinin, ‘Credit Suisse Global Wealth Databook 2014’ verilerinden hareketle gelir dağılımındaki eşitsizliğe ve zengin ile fakir arasında giderek daha da derinleşen uçuruma dikkat çekti.
Lenz Jacopsen’in, ‘Süper zenginlerin ülkesi Türkiye’ başlıklı haberine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri ekonomi her yıl neredeyse yüzde 5 gibi bir oranda büyürken; servet dağılımındaki eşitsizlik de arttı: 2002 yılında Türk toplumunun en zengin yüzde 1’i mal varlıklarının yüzde 39.4’üne sahipti. 2014’te bu rakam 54.3’e yükseldi.54
Böylece Türkiye, OECD ülkelerinde gelir adaletsizliğinde ikinci; yüzde 10’luk kesimin serveti 14 yılda en hızlı yükselmiş dünyanın üçüncü; genç işsizler oranı yüzde 20, sigortasız çalışanlar yüzde 33, tarımda ise yüzde 81 olduğu bir coğrafyaya dönüştü.55
Özetle AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yüzde 39.4’üne sahipken ülkenin geri kalan yüzde 99’luk kesimi Türkiye’deki toplam zenginliğin yüzde 60.6’sını elinde bulunduruyordu. AKP iktidarı altında geçen yıllar içinde, Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam zenginlikten aldığı payı geri kalan yüzde 99’un aleyhine çok hızlı biçimde artırdığını ve 2012 yılı itibariyle en zengin yüzde 1’lik kesimin geri kalan yüzde 99’un toplam mal varlığından daha fazla birikime sahip olduğunu görüyoruz.
Servet bölüşümündeki bu son derecede adaletsiz gidişat sonucunda 2014’e geldiğimizde artık Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yüzde 54.3’üne sahip; buna karşın nüfusun geri kalan yüzde 99’luk kesimi toplam servetten ancak yüzde 45.7 oranında pay alıyor. Yani artık Türkiye’deki çok küçük bir azınlık geri kalan yüzde 99’luk nüfusun toplam mal varlığından daha büyük bir servete sahipken; 2014 yılı verileri Türkiye’deki son derece eşitsiz servet dağılımını gözler önüne seriyor. Buna göre Türkiye’deki yetişkin nüfusun: i) yüzde 75.3’ünün mal varlığı 10 bin dolardan az; ii) yüzde 22.8’inin mal varlığı 10 bin ila 100 bin dolar arasında; iii) yüzde 1.8’inin mal varlığı 100 bin ila 1 milyon dolar arasında; iv) yüzde 0.2’sinin mal varlığı 1 milyon dolardan fazladır!56
Toparlarsak: AKP iktidarının sürdüğü 2002 yılından bu yana Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim ile geri kalan yüzde 99 arasındaki makas da açıldı. New York merkezli ‘Research Instute of Turkey’in yayımladığı rapor, AKP’nin seçim meydanlarında vurguladığı 12 yıllık ekonomik istikrarın en çok zenginlere yaradığını ortaya koydu.
Türkiye’de 2014’te büyümenin zayıflamasına rağmen en zengin kesimin toplam servetten aldığı pay yükselmeye devam etti. 2013’te yüzde 4 büyüyen Türkiye ekonomisi geçen yıl hükümetin hedefinin altında yüzde 2.9 büyüyebilmişti.
Buna rağmen Türkiye’nin en zengin yüzde 1’i, 2013’te toplam servetten yüzde 52.3 pay alırken, 2014’te bu pay yüzde 54.3’e çıktı. Özetle Türkiye’nin toplam servet birikiminin yarısından fazlası en zengin yüzde 1’e gitti.
OECD’nin gelir adaletsizliği raporunda üye ülkeler arasında gelirin en adaletsiz dağıtıldığı beş ülkeden birisi Türkiye oldu. Bu göstergeye göre ilk sırada Meksika, ikinci sırada ise Şili yer alıyor. Üçüncü Türkiye’nin hemen ardında ise ABD ve İsrail var. Ancak Türkiye, 1985’ten 2013’e kadarki dönemde gelir adaletsizliğini azaltabilen tek OECD ülkesi konumunda. Adaletsizlikteki düşüşe karşın Türkiye’deki en zengin yüzde 10’luk kesimin, en fakir yüzde 10’dan 15.2 kat daha fazla serveti olduğu ifade ediliyor. Bu alanda OECD ülkelerinin ortalaması 9.6 kat seviyesindedir…57

II.2.1) KATMERLENEN ZENGİNLİK
Ayda 15 bin TL milletvekili maaşı alan Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin, “Ay sonunu zor getiriyoruz,” dediği58 coğrafyamızda “AKP zenginleri şatoya merak sararken; AKP döneminde zenginleşenlerin milyonları artık Almanya’ya akıyor!59
Kolay mı?! 2014 yılında zenginlerin, Türkiye’deki serveti 7. 6 milyar dolar arttı!60
‘The Forbes’ dergisinin dünyanın en zenginleri listesi açıklandı. Microsoft’un kurucusu Bill Gates, 79.2 milyar dolarlık servetiyle birinci sırada yer aldı. 2015 yılında Türkiye’den listeye 32 kişi girdi
Zenginler listesinde Türkiye’den Murat Ülker 4.4 milyar dolarla 369’uncu, Hüsnü Özyeğin 2.7 milyar dolarla 690’ıncı olurken Semahat Sevim Arsel 2.6 milyar dolarlık servetiyle 714’üncü oldu. Türkiye’den zenginler listesine giren diğer isimler ise şöyle: Mustafa Rahmi Koç 2.5 milyar dolar, Ferit Faik Şahenk 2.5 milyar dolar, Şarık Tara 2.4 milyar dolar, Erman Ilıcak 2.2 milyar dolar, Suna Kıraç 2.2 milyar dolar, Filiz Şahenk 2.2 milyar dolar ve Ali İbrahim Ağaoğlu da 1.8 milyar dolar.61
TÜRKİYE’NİN ZENGİNLERİ62
SIRA ‘THE KİM SERVETİ ŞİRKET ‘THE KİM SERVETİ ŞİRKET
FOR- (milyar FOR- (milyar
BES’DE dolar) BES’DE dolar)
SIRA SIRA
2015 2014
1 369 Murat Murat
Ülker 4.4 Yıldız Holding 408 Ülker 3.7 Yıldız Holding
2 690 Hüsnü
Özyeğin 2.7 Fiba Holding 483 Şarık Tara 3.3 Enka İnşaat
3 714 Semahat
Sevim Hüsnü
Arsel 2.6 Koç Holding 551 Özyeğin 3 Fiba Holding
4 737 Mustafa
Rahmi Koç 2.5 Koç Holding 609 Erman Ilıcak 2.8 Rönesans Hold.
5 737 Ferit Faik Semahat
Şahenk 2.5 Doğuş Holding 796 Sevim Arsel 2.2 Koç Holding
6 782 Şarık Tara 2.4 Enka İnşaat 828 Mustafa
Rahmi Koç 2.1 Koç Holding
7 847 Erman Ilıcak 2.2 Rönesans Holding 828 Ferit Faik
Şahenk 2.1 Doğuş Holding
8 847 Suna Kıraç 2.2 Koç Holding 973 Suna Kıraç 1.85 Koç Holding
9 847 Filiz Şahenk 2.2 Doğuş Holding 988 Filiz Şahenk 1.8 Doğuş Holding
10 1105 Ali İbrahim Mehmet Sinan
Ağaoğlu 1.8 Ağaoğlu İnşaat 1092 Tara 1.6 Enka İnşaat
11 1118 Ahsen Ali İbrahim
Özokur 1.7 Yıldız Holding 1143 Ağaoğlu 1.55 Ağaoğlu İnşaat
12 1312 Bülent
Eczacıbaşı 1.5 Eczacıbaşı Holding 1143 Ahsen Özokur 1.55 Yıldız Holding
13 1324 Ahmet Çalık 1.4 Çalık Holding 1154 Bülent
Eczacıbaşı 1.5 Eczacıbaşı Hol.
14 1324 Faruk Faruk
Eczacıbaşı 1.4 Eczacıbaşı Holding 1154 Eczacıbaşı 1.5 Eczacıbaşı Hol.
15 1324 Ahmet Mehmet Nazif
Nazif Zorlu 1.4 Zorlu Holding 1154 Günal 1.5 MNG Holding
16 1386 Mustafa Mehmet Emin
Latif Topbaş 1.4 BİM 1154 Karamehmet 1.5 Çukurova Hol.
17 1386 Hamdi
Ulukaya 1.4 Chobani Yoghurt 1210 Hamdi Ulukaya 1.4 Chobani Yogh.
18 1415 Mehmet Mubariz
Ali Aydınlar 1.3 Acıbadem 1284 Gurbanoğlu 1.3 Palmali Denizc.
19 1415 Mübariz Mustafa Latif
Gurbanoğlu 1.3 Palmali Denizcilik 1284 Topbaş 1.3 BİM
20 1500 Turgay Ciner 1.3 Ciner Holding 1372 Ahmet Nazif
Zorlu 1.2 Zorlu Holding
21 1500 Deniz Şahenk 1.3 Doğuş Holding 1372 Suat Günsel 1.2 Yakın Doğu Ün.
22 1533 Mehmet
Rüştü Başaran 1.2 HABAŞ 1465 Ahmet Çalık 1.1 Çalık Holding
23 1533 Mehmet Nazif
Günal 1.2 MNG Holding 1465 Aydın Doğan 1.1 Doğan Holding
24 1533 Mehmet
Sinan Tara 1.2 Enka İnşaat 1540 Deniz Şahenk 1.05 Doğuş Holding
25 1605 Mehmet Emin
Karamehmet 1.2 Çukurova Holding 1565 Murat Vargı 1 MV Holding
26 1638 Suat Günsel 1.1 Yakın Doğu Üni. – – – –
27 1712 Mustafa
Vehbi Koç 1.1 Koç Holding – – – –
Hızla sıralayarak ilerleyelim!
i) Koç Holding, 2015’in ilk çeyreğinde 459 milyon TL net dönem kârı açıkladı…63 Koç Holding 68.6 milyar TL konsolide satış geliri elde ettiği 2014 yılını 2.7 milyar lira net kârla tamamladı…64
ii) Sabancı Holding kârını yüzde 54 arttırdı… 2015 yılının ilk üç ayında Sabancı Holding’in konsolide gelirleri, 6 milyar 725 milyon TL olarak gerçekleşti. 2015 yılının ilk üç ayında Sabancı Holding’in konsolide net kârı 2014 yılının aynı dönemine göre yüzde 54 artarak 648 milyon TL’ye ulaştı. Sabancı Holding’in toplam varlıkları 31 Mart 2015 itibari ile 245 milyar 610 milyon TL’ye, toplam konsolide özkaynağı ise 19.5 milyar TL’ye yükseldi…65 Sabancı Holding CEO’su Zafer Kurtul da, holdingin 2014’de konsolide net kârının ise 2 milyar 70 milyon lira olduğunu açıkladı…66
iii) Ülker’in 2015’in ilk çeyreğinde esas faaliyet kârı 92 milyon TL oldu…67 Ülker, 2014’te 2 milyar 891 milyon liralık gelir elde etti. 2014’e ilişkin finansal sonuçlarını açıklayan şirketin esas faaliyet kârı 285 milyon, ana ortaklığa dağıtılabilir net kârı ise 212 milyon lira olarak gerçekleşti…68
iv) Türkiye bankacılık sektörünün Mart 2015 itibariyle dönem net kârı 6 milyar 706 milyon TL oldu…69
v) Sigorta sektörünün teknik kârı 2014’te 1 milyar lirayı aştı…70
vi) Akbank, Yapı Kredi ve Garanti Bankası 2014 yılsonu bilançolarını açıkladı. Yüksek performanslarıyla dikkat çeken üç bankanın net kârlarının toplamı 8.635 milyona ulaşarak 9 milyara yaklaştı…71
vii) Ziraat Bankası 2015’in ilk çeyreğinde 1 milyar 102 milyon TL net kâr etti…72 Ziraat, Türkiye bankacılık tarihinin kâr rekorunu kırdı. 2014 yılını 4 milyar 51 milyon liralık kârla kapattı…73
viii) İş Bankası’nın 2015’in ilk çeyrek solo net kârı 2014 yılında aynı döneme göre yüzde 12 artışla 912.2 milyon lira ile beklentilerin üzerinde gerçekleşti74 İş Bankası’nın 2014 net kârı 3.4 milyar TL oldu…75
ix) Halkbank, 2014’te 2.2 milyar TL net kâr etti…76
x) Vakıfbank 2015’in ilk çeyreğinde 434.6 milyon TL net kâr elde etti…77 Vakıfbank, 2014’te, konsolide olmayan kârını yüzde 10.6 artırarak 1 milyar 753 milyon liraya çıkardı. Banka, aktiflerini yüzde 17 büyüterek 158 milyar liranın üzerine taşıdı…78
xi) 2015’in ilk çeyreğinde Denizbank 99.2 milyar TL kâr etti…79
xii) 2015’in ilk çeyreğinde Yapı Kredi’nin geliri yüzde 24 arttı…80
xiii) Şekerbank’tan 2015’in ilk çeyreğindeki net kârı 29.3 milyon TL oldu…81
xiv) Türkiye Finans’ın 2015’in ilk çeyreğindeki net kârı 37 milyar TL oldu…82 “Türkiye Finans’ın net kârı 2014’te 334 milyon TL oldu…83
xv) 2015’in ilk çeyreğinde Garanti’nin net kârı 784.8 milyon TL oldu…84
xvi) Perakende sektöründe faaliyet gösteren BİM, 2014’te yüzde 22 büyüme ile 14.5 milyar dolar ciro elde etti…85
xvii) 2014 yılında 4 milyar 312 milyon liralık gelire imza atan Avea’nın, gelir artış oranı 2014’ün son çeyreğinde yüzde 22’ye ulaştı…86
xviii) Vodafon gelirini 7.5 milyar liraya yükseltti…87
xix) Şişecam topluluğunun 2015’in ilk çeyreğindeki net kârı 162 milyon TL olarak gerçekleşti…88
Ve noktalarken bir şey daha: ‘The Forbes’ dergisinin açıkladığı en zengin olacaksın, ama siyasete bulaşmayacaksın! Eşyanın tabiatına aykırı…89 İşte en zengin Türklerin bir kısmının bugünkü siyasilerle ilişkileri:90

MURAT ÜLKER (YILDIZ HOLDİNG)
Yıldız Holding Ülker Grubu üzerinde yapılandı. Murat Ülker de Ülker Grubu’nu kuran Sabri Ülker’in oğlu. Yakın geçmişte Ülker Grubu İcra Kurulu Başkan Yardımcılığı’nı üstlenen Orhan Özokur’un kardeşi Atilla Özokur, 2003 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kardeşi Mustafa Erdoğan ile birlikte ortaklaşa “Yenidoğan Gıda Pazarlama Şirketi”ni kurmuştu. Dönemin parasıyla yaklaşık 1 trilyon liraya (bugünkü 1 milyon lira) satılan bu şirket, yakın geçmişte Erdoğan’ın ticaret yapma araçlarından yalnızca biri olmuştu. Erdoğan’ın, başbakan olmadan önce Atilla Özokur ile birlikte kurduğu diğer şirketler, İhsan A.Ş. ve Emniyet A.Ş’nin bir özelliği ise, her ikisinin de AKP iktidarı döneminde çıkarılan vergi affından yararlanmış olmalarıydı.
ERMAN ILICAK (RÖNESANS HOLDİNG)
Ilıcak’ın holdingi AOÇ’de yapılan sarayın müteahhitliğini üstlendi. Ilıcak, saray için “Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir proje oldu. Bizim için büyük onur, şeref ve gurur kaynağıdır. Çocuklarımıza bırakacağımız bir mirastır” demişti.
ALİ AĞAOĞLU (AĞAOĞLU İNŞAAT)
Ağaoğlu’nun Bakırköy’de yürüttüğü bir konut projesinde 70 metrelik yükseklik için iznini dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan aldığı iddiası, yine dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar hakkında hazırlanan fezlekeye eklenmişti.
AHSEN ÖZOKUR (YILDIZ HOLDİNG)
Sabri Ülker’in kızı. Eski Ülker Grubu İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Orhan Özokur ile evli. Oğlu Ahmet Özokur ise, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun en büyük kızı Sefure ile evli.
MUSTAFA LATİF TOPBAŞ (BİM)
Erdoğan ailesinin yakın dostlarından. Mustafa Latif Topbaş’ın kızı Fatma, Sabri Ülker’in torunu Murat Ülker’in yeğeni Ali Ülker ile evli. Topbaş’ın adı Urla’da, Erdoğan ailesini ağırladığı villalar nedeniyle gündeme gelmişti. Topbaş, Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan ile bir telefon görüşmesinin kamuoyuna yansıması üzerine, bu villaların restorasyonu sırasında misafirlerinin kimi özel isteklerini yerine getirmek için kendileriyle görüşmeler yaptığını açıklamıştı.
MÜBARİZ GURBANOĞLU (PALMALİ DENİZCİLİK)
Erdoğan’ın oğlu Necmettin Bilal Erdoğan, kardeşi Mustafa Erdoğan ve eniştesi Ziya İlgen’in ortak olduğu BMZ Group Denizcilik Şirketi tarafından 17 milyon dolara inşa edilen 7 bin 150 DWT taşıma kapasitesine sahip “M/T Mecid Aslanov” adlı tanker, 10 yıllığına Palmali Denizcilik’e kiralanmıştı.
AHMET ÇALIK (ÇALIK HOLDİNG)
AKP’ye ve Erdoğan’a en yakın işadamlarından olduğu biliniyor. Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, Çalık Holding’in uzun süre genel müdürlüğünü yürüttü.

II.2.2) VE YOKSULLUK!
Ve OECD’nin, “Yemeğe parası yetmeyenlerin sayısı çoğaldı”91 notunu düştüğü coğrafyamızdaki yoksulluğa gelince!92
Türkiye’de yoksulluk sınırı, 2014 Haziran’ında 1.956 TL, yani asgari ücretin iki misli olarak açıklanırken; OECD ülkeleri arasında gelir adaletsizliğinde üçüncü sırada geliyor…93
Türkiye’de hanehalklarının yüzde 22.4’ü, yani 17 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyorken;94 6 milyon 192 bin 962 yaşlının 1 milyon 115 bini yoksulluğun pençesinde. 4 milyon 706 bin yaşlı, yardımla ayakta duruyor95 ve Türkiye’de emeklilerin yüzde 44.7’si yoksulluk çekiyor…96
Güngör Uras’ın, “Ayşe Hanım 2014 yılında az tüketti”97 notunu düştüğü koordinatlarda ‘Tüketici Hakları Derneği’ Genel Başkanı Turhan Çakar, 68 temel gıda maddesinde tüketicilerin satın alma gücünün düştüğünü ifade ederek, “TÜİK rakamlarına göre 14 milyon, Türk-İş rakamlarına göre ise 54 milyon dolayında tüketici açlık sınırında yaşamaktadır. Tüketiciler, gıda harcamalarından kesip diğer zorunlu giderlere harcama yapmak zorunda kaldıkları için beslenemeyip hastalanmaktadırlar,” diyor!98
TÜİK’in ‘İstatistiklerle Aile’ başlıklı 2014 yıllı araştırma sonuçlarına göre, ailelerin yüzde 22.4’ünün yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşadıkları anlaşılıyorken; TÜİK araştırması ortaya koydu ki, 3 çocuk yapmış ailelerin yüzde 49.6’sı yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Bir başka deyişle, üç ya da daha fazla bağımlı (geçimini ailenin sağladığı) çocuğu olan hanehalklarının yoksulluk oranı 2013 yılında yüzde 49.6 oldu. Üstelik bu oran yıldan yıla da artıyor. Örneğin 2011’de bu tür ailelerde yoksulluk sınırının altında yaşayanlar yüzde 48.1’iken 2013’te artmış ve yüzde 49.6’ya ulaşmış!99
Özetle AKP iktidarı döneminde yoksul sayısı 7 milyon daha artarken; Türkiye’de yoksul sayısı toplam 30 milyon 500 bine ulaştı. ‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ (ASPB) 2015 bütçesi kitapçığında, nüfusun yüzde 40’ı muhtaç kategorisinde yer alıyor. 2012 yılında 23 milyon olan yardıma muhtaç sayısı, 2014 yılında 30 milyona yükseldi. 52 milyon 695 bin kayıtlı seçmenin bulunduğu ülkede 10 milyon seçmen yardıma muhtaç yaşıyor. Yoksulluk listesine kayıtlı sayısı ülke nüfusunun yüzde 39.5’ine ulaşmış durumda.
ASPB’nin 2013 Mart ayında yayımlanan bültenine göre, Türkiye’de on kişiden dördü yoksul durumda. Hane olarak hesaplandığında bu sayı 8 milyon haneye ulaşıyor. Kitapçıktaki diğer bir ayrıntı ise aş evlerinden yararlanan kişi sayısı; 2010 yılında 29 binlerde olan bu sayı 2014 yılında 35 bine yükseliyor.100
Evet, 2012’de 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç insan sayısı 2014’te 30.5 milyona yükseldi. Yardıma muhtaç hane sayısı da 8 milyona çıktı.
AKP iktidarı iki yılda 7 milyon daha yoksul yurttaş yarattı. 2012’de 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç insan sayılı 2014 yılı sonunda 30 milyon 500 bine yükseldi. Yardıma muhtaç hane sayısı da 6 milyon 768 binden 8 milyona ulaştı.
Temel gereksinimlerini karşılayamayan ve yaşamlarını en alt düzeyde dahi sürdürmekte zorluk çeken kişi ve ailelere, karşılıksız ayni ya da nakdi olarak verilen sosyal yardımlar için 2014 yılında 20 milyar 393 milyon lira harcandı.
Verilere göre, Türkiye nüfusunun yüzde 39.8’i yoksulluk envanterine kayıtlı. 2013 Türkiye nüfusu 76 milyon 667 bin olarak belirtilmiş durumda. Bütünleşik Sosyal Yardım Hizmetleri Bilgi Sistemi yoksulluk envanterinde 2014 yılında sosyoekonomik durumu iyi olmayan ve muhtaç olan hane sayısı 8 milyon, kişi sayısı da 30,5 milyon oldu. Türkiye’de kayıtlı seçmen sayısı 52 milyon 695 bin. Yalnız son iki yılda 7 milyon yoksul yaratılan ülkede yaklaşık 10 milyon seçmenin yardımlara muhtaç yaşamını sürdüğünü söylemek mümkün.101
Yani Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, 1 Ocak 2012’de uygulamaya geçirilen ‘Genel Sağlık Sigortası’102 hakkında verdiği bilgiler, dört kişilik ailenin açlık sınırının 1308 lira, yoksulluk sınırının da 4 bin 259 lira olduğu Türkiye’de yaşanan yoksulluğu ortaya koydu…103
Nihayet ekonomik yoksunluk nedeniyle 2010’da 35 bin 298 olan korunmaya muhtaç çocuk sayısı yüzde 100’ü aşan bir oranla 2014’te 80 bin 375’e ulaştı. Politik söylemlerinde sürekli çocuk isteyen ve tecavüz çocuklarının dahi kürtajına izin vermeyen iktidar, muhtaç çocuk sayısını yüzde 128 artırırken;104 TÜİK 2013 verilerine göre ülkemizde yoksulluk sınırı altında yaşayan çocukların sayısı tüm çocuk nüfusunun dörtte birinden fazladır!105

II.2.3) VE DE İŞSİZLİK!
Gelelim işsizlik kâbusuna!
Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç’un bile, “İş arayan milyonlarca insanın, kabul edilemez şartlarda çalışan işçilerin ve bunlara bağlı olarak giderek artan toplumsal ve sosyal gerginliklerin daha fazla oyalanmaya tahammülü olmadığını düşünüyoruz,”106 demek zorunda olduğu kaldığı tabloda Güngör Uras da, “100 gencin 20’si işsiz kaldı,”107 diye ekliyorken; TÜİK’in işgücü istatistiklerine göre, 2014’te ortalama işsizlik oranı yüzde 9.9 olarak gerçekleşti!108
TÜİK’e göre aralık 2014 itibariyle resmi işsizlerin sayısı 3 milyon 145 bine (yüzde 10.9) çıktı. Aynı dönemde 15-24 yaş grubunu içeren genç işsizlik oranı ise yüzde 20.2 gibi tehlikeli sayılacak bir orana dayanmış durumdayken; bir başka veriye göre, Türkiye’de yaklaşık 9 milyon kişi sosyal güvenlik kapsamı dışında, kayıt dışı ya da mutlak anlamda güvencesiz çalışıyor. Kayıt dışı istihdam oranı resmi verilere göre yüzde 35. Erkeklerin yüzde 29.29’u, kadınların yüzde 48.43’ü kayıt dışı istihdam ediliyor.109
İşsiz sayısı 2009 kriz yılını bile aşıp, bu rakama işsiz sayılmayan umutsuzlar eklendiğinde işsiz sayısı 5 buçuk milyona ulaşıyor.110 Sayıları 12 milyonu aşan “ev kadınları” da eklendiğinde, işsizliğin verdiği boyutu varın siz düşünün!
TÜİK’in 2014 yılı Kasım ayı İşgücü İstatistikleri’ne göre, işsizlik oranı erkeklerde yüzde 9.7 kadınlarda ise yüzde 13 oldu. Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı yüzde 12.7 olarak tahmin edildi.111

III) İŞÇİLERİN -SENDİKAL- ÖRGÜTLÜLÜĞÜ
9 milyon çalışanın güvencesi olmadığı; erkeklerin yüzde 29.29’unun, kadınların yüzde 48.43’ü kayıt dışı istihdam edildiği Türkiye’de112 işçilerin -sendikal- örgütlülüğü meselesine Çalışma Bakanlığı’nın Ocak 2015 istatistiklerini aktararak başlayalım:
Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 10.6. Yani 10 işçiden yalnızca 1’i sendikalı. Bu oran OECD ülkelerinde yüzde 17, AB’de yüzde 23. Bu ülkelerde bütün çalışanlar sendika üyesi olmasalar bile toplu sözleşmeden yararlanma hakkına sahip. Kuzey Avrupa’da örgütlü olmak bir kültür olduğundan çok sendikalaşma oranı çok yüksek. Örneğin Danimarka’da yüzde 66.8, Norveç’te yüzde 53.5, İsveç’te yüzde 67.7’lik sendikalaşma oranı söz konusu…113
Ve de Güngör Uras’a göre, “25.5 milyon çalışan, 2 milyon işsiz var. Çalışanların 18 milyonu erkek, 7.5 milyonu kadın. Çalışanların 8.2 milyonu kayıt dışı. Çalışanların büyük kısmı özel sektör işyerlerinde çalışıyor. Kamuda çalışanların sayısı 3 milyon 440 bin. Bunların 2.8 milyonu kadrolu, kalanı sürekli veya geçici işçi statüsünde. Özel kesimde sendikalaşma olan işyerlerinde 12.2 milyon çalışan var. Bu işyerlerinde çalışanların yüzde 10.6’sı, 1.3 milyonu sendika üyesi. Sendikaların bulunduğu kamu işyerlerinde sendikalaşma oranı yüzde 70 dolayında. Sendikalaşma olan kamu işyerlerinde 2.2 milyon çalışanın 1.6 milyonu kamu sendikaları üyesidir.”114
Ayrıca Türkiye’de kayıtlı işçilerin sadece yüzde 9.7’si sendikalı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 25 Temmuz 2014’te Resmi Gazete’de yayımlanan işçi sendikaları istatistiklerine göre kayıtlı 12 milyon 287 bin işçinin 1 milyon 189 bini sendika üyesi. Ancak işin tuhaf tarafı 1 milyon 189 bin işçinin sadece 746 bini toplusözleşmeden yararlanıyor…115
Bunların yanında TÜİK’e göre ücretli istihdam, 2003’te 10 milyon dolayında iken 2013 sonunda 16.3 milyona çıktı. Neredeyse her 3 iş sahibi nüfustan 2’si ücretliyken; AKP döneminde hızlı bir işçileşme yaşandı. 16.3 milyon ücretliden 2.8 milyon memur ve 2 milyon dolayında kayıtsız ücretli çıkarıldığında 11.6 milyon sigortalı işçi olduğu bildiriliyor.116
Yine AKP iktidarı döneminde taşeronlaşma hem kamu hem de özel sektörde en temel istihdam biçimi hâline gelirken, 10 yılda 387 bin olan taşeron çalışan sayısı 1 milyon 700 bini buldu. Türkiye’de 2014 yılı itibariyle 275 kamu kurumu ile 33 bin 788 şirket taşeron işçi çalıştırıyor.
Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002’de Türkiye’de özel ve kamuda toplam taşeron sayısı bugüne kadar rekor oranda artış gösterdi. 2002’ye 358 bin 511’i erkek, 28 bin 607’si kadın olmak üzere toplam 387 bin taşeron işçi çalıştırılırken bu rakam 2007’ye gelindiğinde 1 milyon barajını geride bıraktı.
2007’de Türkiye’de çalışan taşeron işçi sayısı 1 milyon 163 bin 917 kişi oldu. 2009’da yaşanan ekonomik krizde ilk gözden çıkarılan taşeron işçiler olunca çalışan sayısında azalma yaşanırken, 2011’de bu rakam 1 milyon 611 bin 204’e yükseldi.117
Nihayet ‘Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)’nin hazırladığı istatistiklere göre, toplam çalışanların yüzde 5.17’si 1-9 çalışan bulunan tesislerde istihdam edilirken, yüzde 27.34’ü 10-49, yüzde 12.74’ü 50-99, yüzde 21.74’ü 100-249, yüzde 33’ü ise 250 ve daha fazla çalışanı bulunan tesislerde istihdam ediliyor.
İstihdamın en fazla olduğu ilk 5 il sırası ile İstanbul (649 bin 605), Bursa (235 bin 592), İzmir (183 bin 640), Kocaeli (161 bin 994) ve Ankara (154 bin 408) oldu. En az çalışan son bulunan 5 il sırası ile Ardahan (391), Bayburt (410), Tunceli (694), Hakkâri (819) ve Iğdır (845)…118

III.1) RENAULT’DAN FORD’A,
TOFAŞ’TAN MAKO’YA VEYA…
Ve nihayet Nazım Alpman’ın, “Bursa’da önce bir fabikada başlayan direniş Türkiye’nin unuttuğu bir şeyi hatırlattı: -İşçi sınıfının mücadele geleneği vardır!
İşçi sınıfının Bursa Direnişi de hiç kimsenin beklemediği anda patladı!
En sonunda işçi sınıfı genlerinde olan direniş geleneğiyle ortaya çıktı: -Hak verilmez alınır dediler!
İşçiler üretimden gelen güçlerini gördüler. O bölgede sınıfını kuşatan zincirin halkaları koptu. Bir başka anlatımla: -Bursa volkanı patladı!
Yanardağlar böyledir on yıllarca sessizce dururlar, söndü sanılırlar,” diye tarif ettiği tabloda Renault işçilerinin eylemiyle başlayan grev dalgasıyla, “sanayi işçisi, uzun bir aradan sonra ilk kez kendi varlığını toplumun algı alanına soktu”…
Bu grev dalgası, kapitalizmin önceki yapısal krizinden II. Dünya Savaşı’yla çıkarken şekillenen “Fordist” (otomotiv sektöründe doğduğu için) sermaye birikim rejimini oluşturan iş sürecinin, iş mekânı düzenlemelerinin, bunların teknolojilerinin üzerinde gelişmiş emek/çalışma biçimlerinin ifadesi bir sanayi işçisinin eylemiyken; grevler, Türk-İş’e ve Türk Metal’e karşı bir başkaldırıydı aynı zamanda. Sendika özgürlüğünü hiçe sayan, saygısız, vicdansız, bir “sendika”-sermaye ortaklığına karşı bir kalkışmaydı. Bu mafya bozuntusu “sendika” düzeni içinde119 bıçak kemiğe öyle dayanmıştı ki, işçiler artık “sendika” adını duymak bile istemiyorlardı.
Bu gidişatta heyecanlanmamak, umutlanmamak elde değil. Bursa’da üretim yapan Renault fabrikasında başlayan işçi direnişi, Tofaş, Coşkunöz, Mako ve ardından Türk Metal Sendikasının örgütlü olduğu Kocaeli’ndeki fabrikalara yayıldı ve bu kalkışmanın etkisi Türk Metal’de deprem etkisi yaptı…120
Söz konusu eylemler, yıllardır Türk Metal’in işverenlerini değil, işçilerin, taleplerini baskılayan, demokratik seçim mekanizmalarını işletmeyen, otoriter, gücünü işçiden almayan sendikal anlayışıyla hesaplaşmadır. Bu eylemler, başka bir sendikal arayışın isyanıdır sermaye-sendika kıskacında yoksullaşan işçilerin başkaldırışıdır…
Metal işçilerinin direnişi, bir “kitle grevi” niteliği kazanırken; işçiler çözümün sistemin çizdiği sınırlar dışında olduğunu fark etmişlerdir -ya da sezmişlerdir- ve bu, eylemin en önemli yanıdır. Eylem “kendiliğinden” bir eylem olarak bir anda patlak vermiştir ve sistem içindeki sendikalar arasında bir seçime/tercihe yönelmemiştir.
Direniş, “işçi sınıfının doğrudan eylemi” olarak sürüyorken;121 sonucu ne olursa olsun yakın dönemin en önemli işçi hareketlerinden birini yaşıyoruz. Çünkü bu hareket: i) sömürüye karşıdır; ii) sendika ağalarına, teslimiyetçi sendikamsı mafyatik gruplara karşıdır; iii) üretimden gelen gücünün farkındadır; iv) grevden korkmamaktadır; v) dayanışmacıdır; vi) değeri kendisinin yarattığının farkında, hakkının peşindedir.122
Yani metal sektöründeki işçi hareketlilik çok önemlidir. Çünkü Kalkınma Bakanlığı verilerine göre Türkiye otomotiv sanayi tek başına, sanayinin toplam gelirinin (katma değerinin) yüzde 8’ini gerçekleştiriyor. Çok geniş bir alanı kapsayan (Otomotiv, metal eşya, makine, elektronik aygıt ve demir-çelik, diğer metal ana sanayi) sektörün bütününü ele aldığımızda sanayide yaratılan gelirin yaklaşık yüzde 40’ının üretildiğini görürüz.123
Kolay mı? Otomotiv sanayi Türkiye ihracatının göz bebeğidir. Sektör 2014 yılında da en çok ihracat yapan sektör konumundaydı. Türkiye dünyada 17. büyük otomotiv üreticisi ülke. Bu durumu çok uluslu şirketlerin yatırım kararları belirliyor. Yatırım kararlarını ise kârlılık oranları belirliyorken;124 metal işkolundaki sanayiler, öteden beri Türkiye’nin en yüksek katma değer ve kâr üreten sektörleridir. Türkiye burjuvazisinin koçbaşı Koç’un birçok sektörü terk ederken neden hâlâ bir ayağının metalde olduğunu sorgulayınca da, bunu anlarsınız.125
Metal işkolu Türkiye’de çalışma ilişkilerinin can damarını oluşturan sektörlerin başında gelir. Aziz Çelik, son yirmi yılda toplu pazarlık sisteminin nasıl marjinalleştiğini gösterdiği yazısında, 1995’te özel sektörde toplam 5.5 milyon işçi varken toplu pazarlık kapsamında 438.000 kişi olduğunu, 2013’te ise 13 milyon çalışana karşılık toplu pazarlık sisteminin sadece 500.000 kişiyi kapsadığını gösteriyor. Bu verilere göre Türk Metal ile MESS arasında imzalanan ve 110.000 kişiyi kapsayan ihtilaflı toplusözleşme, Türkiye’de özel sektörde toplu pazarlık sisteminden yararlanan emekçilerin beşte birini kapsıyor!126
Özetle “Koç’un lider olduğu metal sektöründe grubun en yüksek kârları elde ediliyor”ken;127 Metal işkolunda işçi başına kârlar 80 bin TL ile 150 bin TL arasında değişiyor. Ortalama metal işçisine yılda 30 bin TL ödenmiş olsa bile işçi başına kâr, ücreti 3’e katlıyor. Türkiye’nin en büyük 500 firmasının 172’si metal işkolunda ve işçilerin üçte birini istihdam ederken satışların yüzde 41’ini gerçekleştiriyorlar.128
Örneğin 8 yıllık bir Tofaş işçisi, eline ayda bin 600 lira geçtiğini söylerken; Renault’da çalışan bir işçi de çalışma koşullarından şikâyet ederek, “Üç kişinin yaptığı işi tek kişi yapıyoruz. Çalışırken başımızda kronometre tutuluyor. Ama ücretlerimiz çok düşük,” dediği129 tabloda Birleşik Metal-İş Sendikası uzmanlarının işyerleri bazındaki hesaplamalarına göre sömürü oranları Ford fabrikalarında130 yüzde 314, Tofaş’ta yüzde 551, Türk Traktör’de ise yüzde 587’ye ulaşmaktaydı. Bu gözlemler kuşkusuz şaşırtıcı değildir ve Türkiye’yi enformalleştirilmiş ve taşeronlaştırılmış bir sanayi sektörüne mahkûm ederek, bir ucuz emek ve ucuz ithalat cennetine dönüştürmeyi hedefleyen politikaların doğrudan sonucu olarak görülmelidir. Adına şimdilerde “Yeni Türkiye” denilen bu neo-liberal proje aslında 1980’lerde 12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde yürürlüğe konulmuş olan ve Türkiye’yi uluslararası işbölümüne bir “üçüncü dünya kapitalizmi” olarak eklemlemeyi amaçlayan projenin devamı niteliğindedir.131
Nihayetinde beş yılda sömürü oranları üç fabrikada şu şekilde gerçekleşmiştir: Renault’ta sömürü oranı yüzde 496, Ford’da yüzde 654 ve TOFAŞ’ta yüzde 730…
Bu üç fabrikanın ortalama işçi ücret düzeyini resmi enflasyondan arındırdığımızda 2012’ye göre yüzde 4.3 oranında 2009 yılına göre ise yüzde 8.2 oranında daha düşük olduğunu görüyoruz…
Ücretler neden sürekli gerileme eğiliminde? Acaba metal işçileri verimli (üretken) değiller mi? Verimsiz oldukları için mi kendilerine düşük ücret dayatılıyor.
Resmi veriler bunun aksini gösteriyor. İşçi başına düşen üretim veya bir işçinin ürettiği ürün olarak tanımlanan verimlilik, her üç fabrikada 2010-2014 döneminde sürekli yükseliyor.
Şöyle, Renault’da (2010-2014 döneminde) verimlilik her yıl ortalama yüzde 3.4 oranında arttı. Ford’da söz konusu dönemde yıllık verimlilik artış ortalaması yüzde 8.1 olurken, TOFAŞ’ta bu oran yüzde 2.4’te kalıyor. Fabrikalar arasında verimlilik farkları işçilerin beceri farklarından değil, kullanılan malzeme (hammadde-yarı mamul vd.) ile, fabrikanın teknik donanımından kaynaklanmıştır. Mesela Ford’da işçi başına kullanılan malzeme miktarı (ve değeri) işçi başına sabit sermaye (teknik donanım düzeyi) söz konusu 5 yılda her iki fabrikaya göre çok daha hızlı biçimde yükselmiştir…
Buna göre beş yılda sömürü oranları üç fabrikada şu şekilde gerçekleşmiştir:132 Renault’ta sömürü oranı yüzde 496, Ford’da yüzde 654 ve TOFAŞ’ta yüzde 730. Bu sömürü oranları sonucu fabrikalarda elde edilen gelirin paylaşımı yine aynı dönemde (2010-2014) ortalama şu şekilde olmuştur: Renault’da net ücretlerin payı yüzde 17.1 olurken sermayenin payı yüzde 82.8’ye çıkıyor. Ford’da durum daha vahim düzeyde gerçekleşiyor, ücretlerin payı yüzde 13.6 sermayenin payı yüzde 86.4. TOFAŞ’ta ise ücretlerin payı daha da düşük yüzde 12.5 düzeyinde kalırken sermayenin payı yüzde 87.5’ye yükseliyor.133
Bunlar böyle olunca sınıfın hareketliği de kaçınılmaz oldu.134 Ve de Bursa’daki metal eylemi teorik ve pratik açıdan sayısız ders içerdi. Örneğin klasik büyük sanayi mavi yakalı emeğinin önem ve gücünü yitirdiğini iddia edip başka kesim ve alanlara yönelme/öncelik verme çağrısı yapanları yanlışlayan ve/fakat ısrarla bu alana yönelmeyi savunan ve sürdürenlerin haklılığını tescil eden yeni ve önemli bir veri olması gibi…

IV) ÇÖZÜM:
“PREKARYA” DEĞİL; KOLEKTİF İŞÇİ SINIFI
Şöyle bir hafıza tazelersek: 1965’te nüfusun yüzde 34’ü şehirlerde, geriye kalan yüzde 66’sı köylerde yaşamaktaydı. 13.1 milyon olan toplam istihdamın yüzde 24’ü ücretli çalışanlardan oluşuyordu. 9 milyon kişi geçimini çiftçilik veya ırgatlık yaparak sağlıyordu. Sanayi işçilerinin sayısı 1.2 milyon kişiydi. Ücretli çalışanların toplam sayısı en fazla 3 milyon 300 bin kişiydi…
5 Haziran 1977’de, 1 milyon 600 bini imalat sanayi işçisi olmak üzere toplam ücretli sayısı 5.5 milyona ulaşmıştı. Ücretlilerin toplam istihdam içindeki oranı ise yüzde 37 olmuştu.
Her iki dönemde 1965’te ve 12 yıl sonra 1977’de işçi sınıfı sosyal ve siyasi mücadelenin belirleyici unsuruydu. Kuşkusuz, sayı bakımından burjuvaziden ve küçük esnaftan sonra, sonra toplumun en küçük sosyal sınıfını oluşturuyordu. Dolayısıyla istihdamın çoğunluğunu da oluşturmuyordu. Ama o dönemlerde toplumun en örgütlü sosyal gücünü oluşturuyordu. Ülkenin geleceğini temsil ediyordu. Sosyal ve siyasi bakımdan daha iyi bir toplum mücadelesinin fiili öncüsüydü.
1965’lerden bu yana 40 yıl geçti. İki nesil işçi kuşağı, emeğini harcadı. Şimdi üçüncü, hatta dördüncü işçi kuşağı işbaşında. 1965’lerin, 1977’lerin yükselen işçi sınıfı dalgasına sahip değiliz. İşçi sınıfının ana gövdesi 20 yıldır, 1995’ten bu yana geri çekilmiş hâlde.
İşçi sınıfı, 2001 iktisadi krizindeki yenilginin ve (1989-91 genel grevini yöneten) öncü işçi kuşağının tasfiyesinin ağır sonuçlarını henüz telafi etmiş değil.
2000’li yıllar, işçi sınıfının uzun geriye çekilme dönemini oluşturur. Ama nicelik yani sayı bakımından (Kapitalist sermaye birikimine bağlı olarak) toplumun en büyük sosyal sınıfını oluşturması da bu yıllarda gerçekleşmiştir.
Ücretli işçi sınıfı nicelik bakımından, ilk kez 2003 yılında toplam istihdamın yüzde 50 sınırını aştı. Yani 2003’ten itibaren Türkiye tarihinde ilk kez işçi sınıfı nicelik bakımından toplam çalışanların yüzde 51’inden fazlasını oluşturmaya başladı. Şimdi, 2015’te, Türkiye işçi sınıfı toplam istihdamın yüzde 68’ini oluşturuyor.
İşçi sınıfı Türkiye tarihinde bir başka sosyal değişime de imza attı. Bu değişim ücretli çalışanların Türkiye tarihinde ilk kez (aileleri de dahil edilmek şartıyla) 2008’den itibaren nüfusun büyük kısmını yani yüzde 50’den fazlasını meydana getirmesidir. Hesaplamaya (ücretli olarak) emekli olanları dahil ettiğimizde çok daha büyük bir işçi nüfusuna erişiyoruz.
Türkiye 2008’den sonraki bütün seçimlere ücretli çalışanların yani işçi sınıfı kitlesinin (aileleriyle birlikte) nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir sınıf bileşimi ile girdi. Şimdi 2015 genel seçimlerine de nüfusun büyük çoğunluğunun dolayısıyla seçmenlerin de büyük çoğunluğunun fiziken işçi olduğu koşullarda giriyoruz.
Giriyor ama nicelik boyutu ile sosyal ve politik niteliği arasındaki çelişki muazzam ölçüde büyük. İşçi sınıfı nitelik olarak tarihinin en zayıf döneminde bulunuyor. Örgütsüz durumda. Siyasal mücadelelere aktif olarak katılmıyor. Sol siyasi hareketlere çok mesafeli. Sendika bürokrasisine öfkesi o kadar büyük ki, Metal Grevi’nde görüldüğü gibi, yeni bir sendikal örgütlenme hamlesinin öncülüğünü üstlenmekten kaçınıyor. Kısacası işçi sınıfı devasa sayı gücüne nispetle, nitelik bakımından şekilsiz bir durumda.
Hiç kuşkusuz işçi sınıfının şekilsizliği, atomize olmuş ve dağılmış bir hâle varmış değil. Bazı akademisyen arkadaşlarımızın dolaşıma soktuğu gibi “panoptik” özelliğe de sahip değiller. Çoğunlukla fabrika ölçeğini aşmıyor olsa da tarihi talepleri (Ücret artışı, çalışma saatinin düşürülmesi, sendikal örgütlenme hakkı, sendika bürokrasinin devrilmesi vb) için mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmiş değiller. Ama öncü işçi kuşağına ve siyasi bir mücadele hattına sahip değiller. Genel greve dönüşen mücadeleler (Metal sektöründe olduğu gibi) kendiliğinden başlıyor ve işçi sınıfının büyük ana kitlesini henüz kucaklayamıyor.
1 Mayıs, Gezi Mücadelesi, Kürdistan 6-7 Ekim ayaklanmalarına katılan kitlenin ana gövdesini de işçi sınıfı oluşturduğunu belirtmemiz gerekir. HDP’nin büyük kentlerde özellikle İstanbul’daki kitlesel mitinglerinin ana gövdesini de Kürt işçilerin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Son yılların işçi eylemleri, mücadelenin büyük bir dalgayla yükseleceğine de işaret ediyor.
Kolay mı?
Metal işçilerinin direnişi, işçilerin kitlesel mücadelesini asıl hâle getiren şeyin, yani sınıf bilincinin pratik içinde nasıl geliştiğini bir kez daha gösterdi…
Metal işçilerinin direnişi, tek başına kaldığında zayıf olan her bir işçinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda birleşerek hareket etmeye başladığında neler yapılabildiğini gösterdi. İşçi sınıfının kendi içinde örgütlü davranabildiğinde gerçek (potansiyel) gücünü nasıl ortaya çıkarabildiğini ve o zamana kadar yenilmez gibi görünen patronların nasıl hizaya getirildiğini gördük…
Metal işçilerinin grev ve direnişi hem metal sektörü işçileri hem tüm işçi sınıfı hem de işçi sınıfı davasına; proletarya ve emekçilerin sömürü ve baskı sisteminden kurtuluşu mücadelesinin tüm emek militanlarına önemli eğitim materyali ve ciddi dersler çıkarması gerekirken; Türkiye nüfusunun en önemli sosyal sınıfı hâline gelen işçi sınıfının “bağımsız bir siyasi hatta” sahip olmasına… Sınıfın yeni kuşak öncülerinin ortaya çıkarak birleşmesine, bu birliğin siyasi taleplerle örülmesine… Burjuvazinin hegemonyasından kurtulunmasına milliyetçi, İslâmcı tesirlerden arınmaya şiddetle ihtiyaç var.
İşçi sınıfının ihtiyaçlarının diğer sınıflardan bağımsız olarak ortaya konulması gerekiyor. Ulaşmış olduğu devasa sosyal güç bunun ortaya konulmasını zorunlu kılıyor.135
Bu çerçevede ve George Orwell’in, “İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmamış demektir,”136 uyarısı eşliğinde diyeceklerimizi toparlarsak…
Öncelikle 1963-1980 sürecinde, dünya işçi sınıfı, emek tarihinde çok anlamlı yer edinebilmiş Türkiye işçi sınıfına “Ne oldu” mu?
Coğrafyamıza ilişkin emperyal operasyonlar, ABD onaylı 12 Eylül askeri darbesi… Ardından 24 Ocak patentli “Özalizm” başlıklı neo-liberal saldırganlık… Özelleştirmeler… Derviş’li müdahale… 1990’ların ırk ve din eksenli polarizasyonu… Gerçek örgütsel işlevlerini yitirmiş sendikal örgütlenmeler… Sendikal faaliyet alanının anayasal ve yasal kısıtlamaları… Grev yasakları… 1990’lı yıllardan bu yana daralan ve derinleşen kriz fazlarının yaygınlaştırdığı işsizlik… Her geçen gün daha fazla palazlandırılan sendikal bürokrasiden toplu sözleşme barajlarına kadar pek çok engel sınıfın mücadele alanını daha da daraltmaları… Hızlı taşeonlaş(tırış)ma… 12 Eylül’le, seçim barajının yanı sıra özellikle sınıf mücadelesinin önüne koyduğu bariyerlerle halkı siyasetten uzak tutulması… Gettolaşmayı hızlandıran, İslâm üzerinden mezhep eksenli afyonla uyuşturmalar… Ve kapitalizmin Üçüncü Büyük Bunalımı…
Tam da bu tabloda anımsanması/anımsatılması gereken: “Bizim problemimiz halkın itaatsizliği değil, bizim problemimiz halkın itaatkârlığı… Bizim problemimiz dünyanın her tarafında insanların sefalete, açlığa, aptallığa, savaşa ve acımasızlığa karşı itaatkârlığı… Bizim problemimiz hapisler küçük hırsızlarla doluyken ve büyük hırsızlar ülkeyi yönetirken insanların itaatkârlığı… Bu bizim problemimiz!” diyen Howard Zinn’in haklı uyarısıdır…
Ve çözüm post-modern “prekarya” söylencelerinde değil;[137] 15-16 Haziran’cı kolektif işçi sınıfında ve eylemindedir!

4 Haziran 2015, Ankara.

* 13 Haziran 2015 tarihinde Kaldıraç’ın Manisa’da düzenle-
diği 15-16 Haziran anmasında yapılan konuşma… 20 Haziran 2015 tarihinde Kaldıraç’ın Mersin’de düzenlediği 15-16 Haziran anmasında yapılan konuşma…
1 Aleksandr Soljenistin.
2 Sennur Sezer, “15 Haziran 1970 Sabahı”, Evrensel Pazar,
15 Haziran 2014, s. 14.
3 Ayşe Hür, “Kavel, Paşabahçe ve 15-16 Haziran Direnişle-
ri”, Radikal, 29 Haziran 2014… http:/ / www.ozgurmedya.org/ kavel-pasabahce-ve-15-16-haziran-direnisleri—ayse-hur-8062.html
4 Stendhal, Parma Manastırı, Çeviri: Semih Tiryakioğlu, Can
Yay., 2000, s. 112.
5 H. Fırat, “15-16 Haziran, Sol Hareket ve İşçi Hareketi”,
Kızıl Yıldız, No: 2014/23, 6 Haziran 2014, s. 16-17.
6 Şaban İba, “AKP İşçi ve Emekçi Düşmanı”, Gündem, 2
Mayıs 2015, s. 4.
7 A. Cihan Soylu, “Mayıs, Ümit ve Direniş Çağrısıdır”, Ev-
rensel, 30 Nisan 2015, s. 9.
8 “Türkiye İşçiler İçin Felaket”, Radikal, 22 Mayıs 2014,
s. 20.
9 “İşten Ne Yemeğe Ne Uykuya Vakit Var”, Cumhuriyet, 5
Mayıs 2015, s. 8.
10 Sami Evren, “Emekçilerin Siyaset Belgesi 1 Mayıs 2015”,
Gündem, 29 Nisan 2015, s. 11.
11 Uğur Gürses, “Asgari Ücret Neden Var?”, Hürriyet, 20
Mayıs 2015, s. 12.
12 Türkiye’de okul çağında olan 893 bin çocuk aile bütçesi-
ne katkı yapması için haftada 40 saat çalıştırılıyor. İş Kanunu’na göre 15 yaştan küçüklerin çalıştırılması yasak ama cezası caydırıcı değil, sadece 1478 lira… 22 Nisan 2015’te yayınlanan çocuk istatistiklerine göre, 2014 sonu itibariyle toplam çocuk nüfusu 22.8 milyon. Buna göre 0-17 yaş grubundaki nüfus, toplam Türkiye nüfusunun yüzde 29.4’ünü oluşturuyor.
TÜİK’in ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’ ise Türkiye’de 2013 itibariyle yaklaşık 16 milyon 706 bin yoksul bulunduğunu ve yoksul çocukların yoksul fertler içindeki oranının yüzde 44.3 olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubunda çalışan çocuk sayısı 893 bin.
Türkiye’de 6-17 yaş grubunda istihdam edilen çocukların yüzde 44.8’i (400 bin kişi) kentlerde, yüzde 55.2’si (493 bin kişi) kırsal bölgelerde yaşamakta. 6-17 yaş grubundaki çocukların yüzde 44.7’si tarım sektöründe, yüzde 24.3’ü sanayi sektöründe, yüzde 31’i hizmet sektöründe çalışıyor (Cem Kılıç, “893 Bin Çocuk İşbaşında!”, Milliyet, 23 Nisan 2015… http://www.milliyet.com.tr/bir-elde-kalem-bir-elde-cekic/ekonomi/ydetay/2048401/default.htm).
13 Mevsimlik Tarım İşçileri Derneği (MED-DER) üyesi Oya
Ocak’a göre, mevsimlik tarım işçilerinin yüzde 0.80’i sosyal güvenceye sahip, yüzde 88’i yol, yüzde 95’i de yiyecek masrafını kendileri karşılıyor. Ocak, ücret adaletsizliğini şöyle açıkladı: “Kürt işçiler 12 saat çalışarak 40 TL almakta, dayıbaşının da yüzde 10’luk kesintisiyle beraber bu ücret 36 TL’ye düşmektedir. Türk işçi 8 saat çalışarak 55-60 TL almakta, Gürcü işçiler ise 8 saat karşılığında 50 TL almaktadır.” (“Çavuşlar Kanımızı Emiyor”, Gündem, 19 Mart 2015, s. 15).
14 Erdoğan Süzer, “Türkiye’de 3.9 Milyon Kişi Köle Maaşı
Alıyor”, Sözcü, 6 Mayıs 2015, s. 6.
15 “Çocuklar Geleceksiz Bir Dünyada Yaşıyor”, Gündem, 1
Haziran 2015, s. 16.
16 Mustafa Çakır, “Emekçi Bir Yılda 220 Lira Fakirleşti”,
Cumhuriyet, 29 Mart 2015, s. 9.
17 “Çocuk Değil Köle!”, Birgün, 23 Nisan 2015, s.4.
18 Uğur Gürses, “Asgari Ücret Neden Var?”, Hürriyet, 20
Mayıs 2015, s. 12.
19 Mustafa Sönmez, “Asgari Ücret Ahlâksızlığı”, Birgün, 4
Mayıs 2015, s.5.
20 “Dondurucu Soğukta Yemek İddiası”, Hürriyet, 23 Şubat
2015… http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/28262120.asp
21 Neşe Karanfil, “Alp Gürkan Alacak Peşinde!”, Hürriyet,
15 Mayıs 2015, s. 19.
22 Ender Aldanmaz, “Keşke Ölseydim Çocuklar Kurtulur-
du”, Milliyet, 21 Nisan 2015, s. 21.
23 “İş Güvenliğinde Aşırılık Allah’a Güveni Sarsar!”, Aydın-
lık, 27 Aralık 2014, s. 3.
24 Hakan Dirik, “Tekmelenen Madenciye İş Vermek de Ya-
sak”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2015, s. 12.
25 Hacer Boyacıoğlu, “Hayatımız Taşeron!”, Radikal, 22
Mayıs 2014, s. 19.
26 Karl Marx, Kapital, Cilt:1, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay.,
1965.
27 “Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve
tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Karl Marx, Kapital, Cilt:1, Çev:Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 727).
28 “Türkiye’nin 49 Bin Madencisi Var”, Haber Türk, 15 Ma-
yıs 2014, s. 14.
29 Cem Kılıç, “Ağabey En Çok Kaza Niye Bizde?”, Milli-
yet, 15 Mayıs 2014, s. 9.
30 Olcay Büyaktaş-Pelin Ünker, “846 Liralık Asgari Ücret
İçin!”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2014, s. 8.
31 Güneri Cıvaoğlu, “Baretin Işığından”, Milliyet, 15 Mayıs
2014, s. 19.
32 Serkan Öngel, “Kâr Oranları ve Soma”, Birgün, 15 Nisan
2015, s. 5.
33 Aziz Çelik, “İşçi Ölümleri Bilinenin İki Katı”, Birgün, 19
Mart 2015, s. 4.
34 “Türkiye İşçi Mezarına Dönmüş”, Gündem, 6 Mayıs
2015, s. 4.
35 “7 Bin İşçi Cinayet Kurbanı”, Cumhuriyet, 18 Mart 2015,
s. 9.
36 “İş Kazaları 46 Bin Kişiyi Çalışamaz Hâle Getirdi”, Cum-
huriyet, 10 Mart 2015, s. 3.
37 “AKP İşçiye Düşman: 12 Yılda İş Cinayetlerinde 15 Bin
369 İşçi Hayatını Kaybetti”, 28 Mayıs 2015… http://www.sendika.org/2015/05/akp-isciye-dusman-12-yilda-is-cinayetlerinde-15-bin-369-isci-hayatini-kaybetti/
38 Mustafa Çakır, “İşçiyi Hor Gördü”, Cumhuriyet, 25 Ma-
yıs 2014, s. 7.
39 “Maden İşletmecilerine Esneklik Müjdesi”, Hürriyet, 20
Mayıs 2015, s. 9.
40 İlker Kılıçaslan, “İlahiyat Fakültesi Dekanı’ndan Soma
yorumu: Mafya Hesaplaşmasında da Ölebilirlerdi”, Hürriyet, 13 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28997347.asp
41 “Yusuf Yerkel’in Tekmelediği Madenciye Para Cezası”,
15 Mayıs 2015… http://direnisteyiz.net/haber/yusuf-yerkelin-tekmeledigi-madenciye-para-cezasi/
42 Müjgan Yağmur, “Manisa Valiliği ‘Soma 301’ Filmine
İzin Vermedi”, Taraf, 11 Mart 2015, s. 8.
43 “İşsizlerin Parası Patrona Fon Oldu”, Cumhuriyet, 3 Ni-
san 2015, s. 9.
44 Sinan Tartanoğlu, “TOMA Lazım Grevi Erteleyin”, Cum-
huriyet, 25 Şubat 2015, s. 8.
45 Alican Uludağ, “Ak Saray İnşaatında Öldü, Suçlu İlan
Edildi”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2015, s. 11.
46 “10 Kişinin Ölümüne Neden Oldular Para Cezasıyla Kur-
tuldular!”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s. 8.
47 Kemal Göktaş, “Dayak Yiyerek Kovulan İşçi İşe Gitmedi,
Kusurlu Çıktı”, Milliyet, 2 Mayıs 2015, s. 26.
48 “Soma’dan Sağ Kurtulan Madencilere Dava Açıldı!”, Ra-
dikal, 30 Mayıs 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/somadan_sag_kurtulan_madencilere_dava_acildi-1369247
49 “İş Bırakan Metal İşçilerine Terör Soruşturması Açıldı”,
Radikal, 2 Mayıs 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/is_birakan_metal_iscilerine_teror_sorusturmasi_acildi-1370878
50 Sibel Bahçetepe, “Doktorun Suçu İşçiyi Korumak”, Cum-
huriyet, 23 Nisan 2015, s. 20.
51 ‘BM İstatistik Bürosu’ tarafından yapılan açıklamalar,
Türkiye’nin ekonomik büyüklük açısından dünyada 18., mutluluk endeksine göre ise 77. sırada olduğunu göstermektedir. Dünyanın 18. büyük ekonomisi olan Türkiye’nin, OECD raporunda eğitim sıralamasında en son sırada yer alması ve ülkemizin aynı raporda “en zor yaşanılacak ülkeler” arasına girmesi dikkat çekicidir. Aynı raporda, 34 OECD ülkesi arasında Türkiye sağlık hizmetlerinde 31., güvenlikte 30., barınma sıralamasında ise 32. sırada yer alıyor. Kadın erkek eşitliğinde de Türkiye’nin, dünya sıralamasında, 134 ülke arasında 126. olduğunu hatırlarsak, sosyal yaşamdaki gerçeklerin varsayılan durumun uzağında olduğunu söyleyebiliriz. (Hüseyin Kömürcüoğlu, “Türkiye Mutlu Değil”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s. 18).
52 “Türkiye: Gelir Eşitsizliğinde İlk 5’teyiz”, Sözcü, 22 Şu-
bat 2015, s. 7.
53 “Yoksulluk Katmerleşti”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015,
s. 11.
54 Dünya çapında 46 ülkeyi mercek altına alan bir araştırma
bu oranın sadece Rusya’da daha çarpıcı olduğunu ortaya koydu. Almanya’da bu oran aynı dönem içerisinde yüzde 31’den yüzde 28.1’e düştü. Amerika’da ise fiks 38-39’larda seyrediyor (Elmas Topçu, “Alman Gazetesi: Türkiye’nin ‘Yeni Süper Zenginleri’ni Yazdı”, 15 Nisan 2015… http://www.diken.com.tr/alman-gazetesi-turkiyenin-yeni-super-zenginlerini-yazdi/).
55 Emekliler Dayanışma Sendikası Açıklaması, 4 Nisan
2015.
56 K. Murat Güney, “Ekonomi Kimin İçin Büyüyor?”, Bir-
gün, 21 Mayıs 2015, s. 5.
57 Pelin Ünker, “Herkes Konuşur AKP Zengin Eder”, Cum-
huriyet, 23 Mayıs 2015, s. 9.
58 “Bakan: Ay Sonunu Zor Getiriyoruz”, Cumhuriyet, 8
Mart 2015, s. 8.
59 Emlak alımlarında başı Erdoğan’la fotoğraflar çektiren
Sebahattin Özkan çekiyor. Özkan, AKP döneminde büyüyen Sinpaş İnşaat, Ankaralı müteahhit Bleda İnşaat’ın sahibi Volkan Başeğmez ve perde arkasında duran Avukat Bilgiç Ertürk ile birlikte Almanya’nın en pahalı yerlerinde emlak yatırımlarına girişti. İlk olarak avukat Bilgiç Ertürk, 2010 yılında müvekkilleri adına eski Doğu Almanya’da 1876 yılında yapılan bir şatoyu, Gentzrode Şatosu’nu satın aldı. Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’ndeki bu şato Paderborn yakınlarında. 2012’de Sebahattin Özkan, yine avukatı Bilgiç Ertürk, Volkan Başeğmez ve Sinpaş ile Hessen Eyaleti’nin Usingen Kenti yakınlarındaki Kransberg Şatosu’nu, milyonlarca Euro’ya aldı (Ali Gülen, “AKP Zenginleri Şatoya Merak Sardı”, Sözcü, 22 Şubat 2015, s. 11).
60 “Zengin Türklerin Serveti 7. 6 Milyar Dolar Arttı”, Cum-
huriyet, 4 Mart 2015, s. 12.
61 “En Zenginler Arasında 32 Türk”, Sabah, 3 Mart 2015,
s. 13.
62 Pelin Ünker, “Zenginler Listesinde 32 Türk… Dünyada Gates, Türkiye’de Ülker”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, s. 22.
63 “Koç’un Kârı 459 Milyon TL Oldu”, Cumhuriyet, 12 Ma-
yıs 2015, s. 11.
64 “Koç Rekor Yatırımın Meyvesini Toplayacak”, Sabah, 4
Mart 2015, s. 4.
65 “Sabancı Holding Kârını Yüzde 54 Arttırdı”, Hürriyet, 12
Mayıs 2015.
66 “Sabancı’dan Barış Sürecine Tam Destek”, Sabah, 4 Mart
2015, s. 4.
67 “Ülker’den 790 Milyon Liralık Ciro”, Hürriyet, 10 Mayıs
2015, s. 14.
68 “70’inci Yılda 2.9 Milyar Ciro”, Sabah, 6 Mart 2015, s. 10.
69 “Bankalar 6.7 Milyar Kâr Etti”, Cumhuriyet, 1 Mayıs
2015, s. 9.
70 “Sigorta Sektörünün Teknik Kârı 2014 Yılında 1 Milyar
Lirayı Aştı”, Cumhuriyet, 27 Mart 2015, s. 13
71 “Üç Bankadan 9 Milyar Kâr”, Sabah, 4 Şubat 2015, s. 11.
72 “Ziraat’ten 1.1 Milyar Net Kâr”, Hürriyet, 10 Mayıs 2015,
s. 14.
73 “Ziraat’ten Rekor Kâr: 4.051.000.000 TL”, Sabah, 11 Şu-
bat 2015, s. 11.
74 “İş Bankası’nın Kârı Yüzde 12 arttı”, Hürriyet, 5 Mayıs
2015… http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/28926449.asp
75 “İş Bankası’nın 2014 Net Kârı 3.4 Milyar TL”, Sabah, 31
Ocak 2015, s. 12.
76 “Halkbank’ın Kârı 2.2 Milyar TL”, Sabah, 18 Şubat 2015,
s. 10.
77 “VakıfBank Kârını Yüzde 16 Artırdı”, Hürriyet, 10 Mayıs
2015, s. 14.
78 “Vakıfbank’ın 2014 Yılı Kârı 1.7 Milyarı Geçti”, Sabah,
17 Şubat 2015, s. 12.
79 “Denizbank’tan Yüzde 16 Aktif Büyüme”, Hürriyet, 10
Mayıs 2015, s. 14.
80 “Yapı Kredi’nin Geliri Yüzde 24 Arttı”, Hürriyet, 10 Ma-
yıs 2015, s. 14.
81 “Şekerbank’tan 7500 Çiftçiye Destek”, Hürriyet, 10 Ma-
yıs 2015, s. 14.
82 “Türkiye Finans 20 Milyar Topladı”, Hürriyet, 10 Mayıs
2015, s. 14.
83 “Türkiye Finans’ın Net Kârı 2014 Yılında 334 Milyon
TL”, Bugün, 20 Şubat 2015, s. 8
84 “2015’in İlk Çeyreğinde Garanti’nin Net Kârı 784.8 Mil-
yon TL Oldu”, Sözcü, 29 Nisan 2015, s. 9
85 “500 Yeni Mağaza Açıyor”, Hürriyet, 5 Mart 2015, s. 22.
86 “Avea, 2014’ün En Hızlı Büyüyeni Oldu”, Sabah, 23 Şu-
bat 2015, s. 11.
87 “Vodafon Gelirini 7.5 Milyar Liraya Yükseltti”, Hürriyet,
20 Mayıs 2015, s. 25.
88 “Şişecam’dan 1.6 Milyarlık Satış”, Hürriyet, 10 Mayıs
2015, s. 14.
89 17-25 Aralık tapelerinde adı geçen ve suçlamalarla karşı-
laşıp tutuklandıktan sonra serbest kalan işadamı Rıza Sarraf’ın sahibi olduğu Volgam Gıda Dış Ticaret Limited Şirketi, en çok ihracat yapan 1000 firma arasında 13’üncü olarak sıçrama yaptı.
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) 2014 Yılı En Çok İhracat Yapan 1000 Şirket Listesi’ne 847 milyon dolarlık ihracatla giren Volgam Gıda bir 2013 yılında listede yer almıyordu. Ticaret sicil kayıtlarına 2011’de gıda şirketi olarak giren, 2013’te tadil tasarısıyla diğer alanlara açılan Volgam Gıda’nın 2014 yılındaki ihracatının tümü mücevherattan oluşuyor. İran asıllı Azeri işadamının sahibi olduğu şirketin sürpriz büyümesinin, İran’a mücevher ihracatının büyük patlama yaptığı 2014’te gerçekleşmesine de dikkat çekiliyor. İran’a mücevher ihracatı 2014 yılında 2013’e göre yüzde 5123 gibi bir artış oranıyla 900 milyon dolara ulaştı.
Türkiye’nin toplam mücevher ihracatı ise 3 milyar doları bulurken, Volgam Gıda, bunun yaklaşık yüzde 30’unu gerçekleştirdi (“Sarraf ve Bağış’ın Önlenemez Yükselişi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2015, s. 8).
90 Işık Kansu, “En Zengin Türklerin İlişkileri”, Cumhuriyet,
14 Mart 2015, s. 20.
91 “OECD: Yemeğe Parası Yetmeyen Türklerin Sayısı Ço-
ğaldı”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2015, s.9.
92 Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın yayımladı-
ğı, ‘OECD 360’ başlıklı araştırmada toplumsal refaha ilişkin seçilen göstergeler bağlamda, örneğin “Geçtiğimiz 12 ay içerisinde gıda ürünleri almak için yeterli paranızın olmadığı zamanlar oldu mu?” sorusuna verilen “Evet” cevabının yüzdesinin en yüksek olduğu ülkeler; Güney Afrika (yüzde 48.6), Meksika (yüzde 38.3), Türkiye (yüzde 32.7), Endonezya (yüzde 31.5) ve Macaristan (yüzde 30.6). Söz konusu gösterge açısından OECD ortalaması yüzde 13.2 (Cem Kılıç, “Gıda Almak İçin Paranız Var mı?”, Milliyet, 2 Haziran 2015, s. 10).
93 Mehveş Evin, “Çerez”, Milliyet, 25 Mayıs 2015, s. 7.
94 “17 Milyon Yoksul”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s. 6.
95 “Yoksulluk Yaşlıları Vurdu”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015,
s. 9.
96 Pınar Yıldız, “Emeklilerin Yarısı Yoksul”, Cumhuriyet, 28
Mayıs 2015, s. 9.
97 Güngör Uras, “Ayşe Hanım 2014 Yılında Az Tüketti”,
Milliyet, 1 Nisan 2015, s. 10.
98 “54 Milyon Tüketici Açlık Sınırında”, Birgün, 10 Mart
2015, s. 3.
99 Mustafa Sönmez, “En Az 3 Çocuk, 400 Vekil, Bolca da
Yoksul İstiyorum!”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s. 5.
100 Özgür Aydın, “Boğazlarına Kadar Yoksullar!”, Gündem,
9 Nisan 2015, s. 4.
101 Olcay Büyüktaş, “30 Milyon Muhtaç”, Cumhuriyet, 6
Nisan 2015, s. 9.
102 Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) 5.3 milyon yurttaşın
ödemesi gereken borç toplamı 10 milyar lira. 5.3 milyon yurttaştan 3.5 milyonunun borcundan hiç haberi yok. 4.5 aydır borcunu bir şekilde öğrenip Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’na gelir testi yaptıranların toplam sayısı sadece 153 bin. (Ayşegül Altın, “AKP Seçim İçin Borç Gizliyor”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2015, s. 9).
103 Mustafa Çakır, “8 Milyon Yurttaş Aç”, Cumhuriyet, 25
Mart 2015, s. 9.
104 Olcay Büyüktaş, “Doğuruyoruz, Bakamıyoruz”, Cum-
huriyet, 18 Nisan 2015, s. 9.
105 Ahmet Yılmaz Şarlak, “Bugün 23 Nisan Neşe Dolmuyor
İnsan!”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2015, s. 22.
106 “Ali Koç: İş Arayan Milyonlarca İnsanın Tahammülü
Kalmadı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2015, s.17.
107 Güngör Uras, “100 Gencimizin 20’si İşsiz Kaldı”, Milli-
yet, 16 Nisan 2015, s. 11.
108 Erinç Yeldan, “… ‘Yeni’ Türkiye’nin Gençliğe Armağa-
nı”, Cumhuriyet, 1 Mart 2015, s.9.
109 Erkan Aydoğanoğlu, “İşsiz ve Güvencesiz”, Evrensel,
19 Mart 2015, s. 6.
110 İşsiz Sayısı 3 Milyonu Aştı”, Evrensel, 17 Şubat 2015,
s. 5.
111 “İşsizlik Çığ Gibi Büyüyor… Kasım Ayı Rakamları Kor-
kunç”, Taraf, 17 Şubat 2015, s. 7.
112 “9 Milyon Çalışanın Güvencesi Yok”, Cumhuriyet, 13
Mart 2015, s. 9.
113 Cem Kılıç, “10 İşçiden 1’i Sendikaya Üye”, Milliyet, 3
Mayıs 2015, s. 15.
114 Güngör Uras, “1 Mayıs Kutlu Olsun”, Milliyet, 1 Mayıs
2015, s. 9.
115 Aziz Çelik, “Sendika Üyeliğinde Sanal Artış”, Birgün,
31 Temmuz 2014, s. 4
116 “İşçilerin Ancak Yüzde 9’u Sendikalı”, Birgün, 29 Nisan
2014, s. 5.
117 Mahmut Lıcalı, “Yeni Ölümlere Davet”, Cumhuriyet, 19
Mayıs 2014, s. 4.
118 Selçuk Kapuçi, “Türkiye’nin Sanayi Tesislerinde Ortala-
ma 40 Kişi Çalışıyor”, Zaman, 24 Şubat 2015, s. 18.
119 Türk Metal Sendikası, yaşanan yönetim kaynaklı sıkıntı-
lar ve usulsüzlükler nedeni ile bugün adeta erime sürecinde… İşte metal işçilerinin zihnindeki sorular:
1-) Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevrul Kavlak ve – MESS’in eski Genel Sekreteri İsmet Sipahi birlikte MYK adı altında iki şirket kurdular. Her iki taraf da şirket başına 2 milyon liralık finansman sağladı. Her iki şirkette de yönetim kurulu üyesi olan Pevrul Kavlak’ın kızı şirketlerin birinden maaş almış mıdır?
2-) TMS’nin Ankara’daki oteli Selahattin İçel’e (Pevrul Kavlak’ın damadı) aylık 12 bin liraya kiraya verilmiş ancak “eğitim” adı altında TMS’ye aylık 300 bin lira fatura kesilmiş midir?
3-) TMS’nin Didim’deki oteli 6 bin lira – 10 bin lira arası Sellahattin İçel’e kiraya verilmiş, aynı şekilde “işçi eğitimi” adı altında TMS’ye yıllık 1 milyon liranın üzerinde fatura kesilmiş midir?
4-) İsmet Sipahi MESS’ten ayrıldıktan sonra kendisine Avrasya Metal İşcileri Federasyonu’ndan maaş bağlanmış mıdır?
5-) Oteller TMS işçisine kişi başı 50 lira karşılığında hizmet vermekte iken, söz konusu hizmetlerin bedeli olarak 50 lira yerine kişi başı 100 dolar fatura kesilmiş midir?
6-) Tüm bu usulsüzlükler gün yüzüne çıkınca MESS ve yönetimi uluslararası bir denetim firması tarafından kendilerini denetlettiklerinde ortaya çıkan tablo nedeni ile Başkan Tuğrul Kutatkubilig istifa etmeye zorlanmış mıdır? Bu süreç sonunda neden Pevrul Kavlak istifa etmemiştir; acaba toplu sözleşmelerde ucuz ücret imzalamaya mahkûm mu olmuştur?
7-) Ereğli’de yüzde 35 olarak 16 ay boyunca ücretler neden düşürülmüştür; kazanılan haktan neden vazgeçilmiştir? TMS, işverene karşı uzlaşmacı tavır sergileyip işçi üzerinde işveren sayesinde baskı unsuru oluşturmuş mudur?
😎 Pevrul Kavlak göreve geldiğinde neden Eskişehir, Biga, Ankara, Bolu, Adapazarı, Aksaray ve Bursa şube başkanlarını görevden almıştır?
9-) Türk Metal Sendikası şube başkanlarından Halil Faki Erdal, sendikanın çeklerini sekretere imzalatarak kendi özel harcamalarını da bu çeklere dahil etmiş midir?
10-) TMS’nin Mustafa Özbek döneminde en büyük projesi olan hastanenin ruhsatı neden otel ruhsatına dönüştürülmüştür? Hastane yerine yapılan otelin müteahhidi Selahattin İçel midir?
11-) Pevrul Kavlak, görevden alınan şube başkanlarının yerine kendi arkadaşlarını ve yönetimde bulunan Mehmet Soyupek’in damadını şube başkanı yapmış mıdır?
12-) TMS genel merkezinin en üst katındaki sauna, dinlenme odası ve özel oda Biga Şube Başkanı Bilal Uca’nın kardeşine 2.5 milyon liraya yaptırılmış mıdır?
13-) TMS genel merkez yöneticisi Balkan ülkeleri tatiline hangi hâkim ve ailesi ile birlikte gitmiştir?
14-) TMS’ye ait otellerin yapı denetim firmaları ile ilişkisi ne boyuttadır?
15-) Pevrul Kavlak’ın oğlu MET-VAK işçi vakfından maaş almış mıdır?
16-) Didim otel şartnamesinde farklı marka ve modelde klima yazmasına rağmen yaklaşık 6 bin liralık klimalar takılması gerekirken Çin malı 2 bin liralık klimalar takılmış mıdır?
17-) Uğur Saat’in çalışanı Veysel’e Ankara şube binasının altı restoran olarak verilmiş, TMS’nin organizasyonları ve MAN A.Ş.’nin servis işleri peşkeş çekilmiş midir?
18-) TMS’nin eski personelleri, baskı yapılarak savcıya gönderilip ifadelerini değiştirmeye zorlanmışlar mıdır?
19-) Hiçbir tecrübesi ve geçmişi olmamasına rağmen Pevrul Kavlak’ın arkadaşı olduğu için Biga Şube Başkanlığı’na getirilen Bilal Uca’ya, tepki gösteren işçiler işten attırılmış mıdır?
20-) MESS’in eski Genel Sekreteri İsmet Sipahi’ye TMS’nin parasıyla Kıbrıs’tan villa alınmış mıdır? Yine aynı şekilde sendika parası ile Kavlak’ın kızına Kıbrıs Bellapais’te malikane alınmış mıdır? (Ali Tezel, “Türk Metal Sendikası’nda Neler Oluyor?”, Millet, 21 Mayıs 2015… http://www.millet.com.tr/turk-metal-sendikasinda-neler-oluyor-yazisi-1267677).
120 “Türk-Metal’in çete reisi buyurmuş: ‘Artık bitirin. Ara-
mızdaki provokatörleri, ajanları, militanları ayıklayın. Biliyorum, birçok kardeşim ‘Şimdi vazgeçersem beni hain ilan ederler’ diye düşünüyor. Ama unutmayın, bunların, hainlerin, üç kağıtçıların, kendi çıkarı için sizi ateşe atanların, size hain deme hakkı yoktur. Siz, tercihinizi, bu hainlerden yana değil, çoluğunuz çocuğunuz, eşiniz, ailenizden yana kullanın.’
Ne kadar tanıdık değil mi? Türkiye’de bazıları ‘sınıf da neymiş canım’ diye ukalalık ededursun çete reisi sınıfın ne olduğunu, reflekslerini iyi biliyor.” (M. Ender Öndeş, “Bursa: Evren’in Sahici Ölümü”, Gündem, 19 Mayıs 2015, s. 4).
121 Can Şafak, “Bursa’da İşçiler ve Sendikalar”, 18 Mayıs
2015… http://www.sendika.org/2015/05/bursada-isciler-
ve-sendikalar-can-safak/
122 E. Ahmet Tonak, “Sermayenin Kumdan Kaleleri…”, 24
Mayıs 2015… http://www.sendika.org/2015/05/sermayenin-kumdan-kaleleri-e-ahmet-tonak/
123 Erhan Bilgin, “Metalde Ücret Artışı ve İstikrar”, 22 Ma-
yıs 2015… http://www.sendika.org/2015/05/metalde-ucret-artisi-ve-istikrar-erhan-bilgin/
124 Serkan Öngel, “Ve En Büyük Tebessümdür Umut!”, Bir-
gün, 23 Mayıs 2015, s. 5.
125 Mustafa Sönmez, “Gecikmiş İsyanlar”, Birgün, 19 Ma-
yıs 2015, s. 5.
126 Ahmet İnsel, “Metal İşçileri Düzeni Bozuyor”, Cumhu-
riyet, 20 Mayıs 2015, s.4.
127 “Metalde Koç Gibi Sömürü…”, Birgün, 22 Mayıs 2015,
s. 5.
128 “Büyük Sömürü: 1 İşçiye, 3 Şirkete…”, Birgün, 22 Ma-
yıs 2015, s. 5.
129 Şaban İba, “Direnen İşçilere Selam”, Gündem, 23 Mayıs
2015, s. 7.
130 Bugün işçilerin haklarını istediği İzmit Ford fabrikasının
kurulduğu alan SEKA’ya ait fidanlıktı. Bu fidanlığın 1600 dönümü, 1998 yılında özelleştirme idaresinin kararı ile Koç-Ford ortaklığına bedelsiz olarak verildi. Arazinin bataklık olduğu, fabrika kurularak ekonomiye kazandırılacağı söylendi.
SEKA’da örgütlü olan Selüloz-İş Sendikası adına, İzmit’teki arazinin durumunun tespiti için dava açtı. Kocaeli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından atanan bilirkişiler, arazinin ikinci sınıf tarım arazisi niteliğinde olduğunu, bataklık olmadığını tespit ettiler. 1998 yılında yürürlükte bulunan “Tarım Alanlarının Tarım Dışı Faaliyetlerde Kullanılmasına” dair yönetmelik, 2. sınıf tarım arazilerine sanayi tesisleri kurulmasını yasaklıyordu. Danıştayda dava açıldı. Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Mesut Yılmaz Başbakan, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanıydı. Mesut Yılmaz, denize sıfır otomobil fabrikası kurulmasına karşı çıkanları vatan haini ilan etti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Gerekirse Çankaya’nın bahçesini veririm” diye fabrika girişimine desteğini açıkladı.
“Tarım Alanlarının Tarım Dışı Faaliyetlerde Kullanılmasına” dair yönetmelik 17 Ağustos 1998 tarihinde yürürlükten kaldırıldı. Aynı gün, yani 17 Ağustos 1998 tarihinde ikinci kez yayımlanan (mükerrer) Resmi Gazete’de “Tarım Alanlarının Tarım Dışı Faaliyetlerde Kullanılmasına” dair yeni yönetmelik yayımlandı. Yeni yönetmelik de tarım arazisine sanayi tesisi kurulmasını yasaklıyordu. Tek farkla; “İhracat ağırlıklı otomotiv üreten yabancı ortaklı firmalar” istisnaydı ve yasak kapsamından çıkarılmıştı. Danıştay’daki davayı Koç-Ford ortaklığı kazandı. 1600 dönümlük kamu arazisi bedavaya, ihracat ağırlıklı üretim yapması için Koç-Ford ortaklığına devredildi (Murat Özveri, “Ford İşçisi ve Ali Koç’a Çağrı”, Evrensel, 2 Haziran 2015, s. 4).
131 Erinç Yeldan, “#DirenMetal”, Cumhuriyet, 27 Mayıs
2015, s. 9.
132 Karl Marx’ta kapitalizmin biricik yasası, sermaye biri-
kim yasasıdır. Bu yasanın temeli de artı değerdir. Artı değeri otomobil üretiminden anlatalım. Renault’ta 1600 işçi, 57 saniyede, 1 araç (anahtar teslim) üretiyor. 1 saate 63 araç.
Bir otomobil üretimi için olmazsa olmaz çelik, cam, kauçuk, alüminyum, plastik gibi malzemeler… Motor, vites, koltuklar ve klima gibi parçalar… Elektrik tüketimi… Makinelerin, binaların yıpranma payı… Misal, hepsi olsun 15 bin lira. 63 araç için eder 945 bin lira. Peki 63 arabayı üretmek için işçiye ne veriliyor?
İşçinin ortalama saat ücreti 8.1 lira olsa… 1600 işçiye bir saatte 13 bin lira (1600×8.1) ödeme yapılıyor. Hadi bunu da maliyete ekleyelim. 945 bin liralık rakam olur 958 bin lira… 1 saatlik araba üretimin maliyeti bu. Peki 1 saatlik araba üretimin değeri ne kadar? (Biz burada durumu gösterebilmek için arabayı en ucuza elden çıkaralım ve diyelim ki bir araç 16 bin lira olsun.)
Bir saatte üretilen 63 araç, tanesi 16 bin liradan, toplamda 1 milyon 50 bin eder. Aradaki fark 92 bin lira. İşte bu fark artı değerdir. İşçi bir saatte patrona 92 bin liralık değer yaratıyor kendisi sadece 13 bin lira alıyor. Makine, hammadde, bina, para… Hiç biri ama hiçbiri kendi kendine değer üretmiyor. Ona müdahale edip ondan değer yaratan işçinin kendisidir. Bir sürü firmanın araç ürettiği bir ortamda rekabet edebilmenin kuralı, işçinin ürettiği değere abanmaktır. Abanarak rekabet edebilmenin iki kuralı vardır. Bir, ücretleri düşük tutacaksın. İki, çok fazla ürettireceksin.
Yukarıda farazi verdiğimiz örnekteki gibi… İşçi ücretleri hariç 15 bine ürettiğini 16 bine satıp, devasa kârlar elde edebilmek için, işçi ücretlerini düşük tutacaksın. Bir de işçiye çok ürettireceksin. İşte Renault ikisini de yapıyor. İşçileri çişe bile göndermeyip 57 saniyede bir araba üretiyor, hem de saat ücretlerini düşük tutuyor. (Diğer otomotiv firmalarının da farkı yok). Patronun, bazısı yalan olsa da, her şeyle uzlaşmaya açık olduğunu söylerken saat ücretlerini artırmaya neden yanaşmadığı çok açık değil mi?
İşçi hiçbir şey almadan bir ay çalışıyor. Kapitaliste büyük değer yaratıyor. Kapitalist bu değerin büyük bölümüne el koyuyor. İşçiye ise ürettiği değerin çok küçük bir kısmını ücret olarak ödüyor. İşte bu el koymaya sömürü deniyor.
Metal sektöründe el koyma yüksek. İşçinin yarattığı değerden (yukarıda nasıl yarattığını özetledik) nakliye gideri, vergi ödemesi, reklam harcaması gibi giderler düşülünce geriye kalan, kâr olarak patronun cebine giriyor. İlk 500 büyük firma içindeki metal sektörünün kârlarına bakınca… Kârların işçi maliyetini üçe katladığı görülüyor. Yani bir işçiye üç patronun cebine!
Mustafa Sönmez’in İSO verilerinden hazırladığı rakamlara göre… Örneğin 6 bin 400’e yakın ücretlinin çalıştığı Tofaş’ta, yıllık kâr 850 milyona ulaşıyor. Yani, Tofaş işçi başına 130 bin lira kâr elde ediyor. Kişi başına yapılacak aylık 500 TL zammın yıllık tutarı 38 milyonu buluyor… Firmanın 850 milyona ulaşan kârlarını sadece yüzde 4.5 azaltıyor… Bir işçi başına elde edeceği kâr sadece 130 binlerden 125 binlere indiriyor. (Bülent Falakaoğlu, “Metal Direnişinde Das Kapital’i Okumak”, Evrensel, 1 Haziran 2015, s. 5).
133 Erhan Bilgin, “Metal İşçilerine Ödenmeyen Ücret”, 22
Mayıs 2015… http://www.sendika.org/2015/05/metal-iscilerine-odenmeyen-ucret-erhan-bilgin/
134 Geçerken V. İ. Lenin’den aktaralım: “Bir kapitaliste kar-
şı yapılan her grev askerin ve polisin işçilerin üzerine salınmasına yol açar. Her ekonomik mücadele zorunlu olarak bir siyasal mücadele hâline gelir ve Sosyal-Demokrasinin de bunların ikisini birbirine, çözülemez bir biçimde, proletaryanın tek bir sınıf mücadelesi olarak birleştirmesi gerekir. Böylesi bir mücadelenin ilk ve en başta gelen hedefi siyasal hakların ele geçirilmesi, siyasal özgürlüğün ele geçirilmesi olmalıdır.”
135 Erhan Bilgin, “Seçim Arifesinde İşçi Sınıfı ve HDP”, 3
Haziran 2015… http://www.sendika.org/2015/06/secim-arifesinde-isci-sinifi-ve-hdp-erhan-bilgin/
136 George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50.
baskı, 2015, s. 89.
137 Günümüzde toplumsal eşitsizlikler karmaşık bir biçim
almış, iç içe geçmiştir. Sınıfsal eşitsizliklerin yanı sıra eğitim ve bilginin (“sertifikalaştırma” yoluyla oluşan profesyonelleşme), yurttaşlık ve demokrasinin (mülteciler, yasadışı göçmenler, sığınmacılar vb.’nin yurttaşlık haklarından dışlanması), toplumsal cinsiyet ve ırk ilişkilerinin etkisi ile toplumsal eşitsizlikler çeşitlenmiştir. Dahası söz konusu eşitsizlik biçimleri “işlevsel, toplumsal ve ahlâki olan toplumsal farklılaşma”, esnekleşme”, “tüketimin merkezileşmesi” ve bireyciliğin gelişmesi” ile birlikte “melez” bir biçime bürünmüştür. Bir işçi aynı zamanda kadın olma, göçmen olma ya da Kürt olmanın yarattığı eşitsizliklerin etkisini aynı anda hissetmektedir (Sınıf Analizine Yaklaşımlar, Erik Olin Wright (Der.), Çev: Kolektif, NotaBene Yay., 2014).
Prekarya”, son yıllardaki sosyo-ekonomik dönüşümlerin izdüşümünü açıkça adlandırması, birçoğumuzun süreci tarif etmeye çalışırken Guy Standing’in bu süreci de çevreleyen “oluşmakta olan yeni sınıf” adı vermesi sayesinde oldukça popüler hâle gelen, sıklıkla dile getirilen bir kavram… (Güvencesizleştirme: Süreç, Yanılgı, Olanak, Özay Göztepe (ed.), NotaBene Yay., 2012).
Prekarya, hepsinden öte köklerinden ve tarihsel sürecinden koparılan, önceki kuşaklarla bağı tamamen kopuk bir kitle tanımlıyor. Böylelikle prekarya, önceki kuşaklarla ilişkisi koparılmış, kendi başına yepyeni bir figür olarak tarihin bu zamanında sahneye çıkmış oluyor.
Guy Standing’e göre prekarya, (Guy Standing, Prekarya Yeni Tehlikeli Sınıf, Çev: Ergin Bulut, İletişim Yay., 2014.) Marksist anlamda henüz kendi için sınıf değilse de, elitler, maaşlılar, profisyenler (profician), eski isçi sınıfının özünü oluşturan kol gücüne dayalı mavi yakalıların altında yer alan, kendisini işsizler ve toplumun tortusu biçiminde sıralanan toplumsal grupların izlediği; kadınlar, gençler, yaşlılar, etnik azınlıklar, engelliler ve suça itilmiş olan nüfus kesimlerinin dâhil olduğu ve diğer sınıflardan sökülen kesimlerle birlikte büyüyen, küresel düzlemde oluşum hâlindeki bir sınıftır. Bu anlamda prekarya, güvencesiz istihdam ve çalışan yoksullardan farklı bir kategoridir (Denizcan Kutlu, “İpin Ucunu Kaçırmadan”, Birgün Kitap, Yıl: 11, No: 160, 6 Şubat-5 Mart 2015, s. 16-17).

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...