Ana Sayfa Blog Sayfa 27

1 Mayıs barikatından Kobanȇ Davası’na Saray Rejimi seçimle gitmez

Belki 5 yıldır, belki daha çok zamandır, sürekli olarak vurguluyoruz: Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve seçimle gitmez.

Bu bizim “seçim sevmez” olmamız ya da parlamenter mücadeleyi küçümsememiz nedeni ile vurguladığımız bir şey değildir. Tersine, sistem, bizzat kendisi sandıkları gömmüştür. 2015’ten bu yana, hiçbir seçim, sandıklara bağlı olarak sonuçlanmamıştır. Hepsi hilelidir. Bu nedenle, seçim bir meşruluk aracı ise, hiçbiri meşru değildir, burjuva sistem açısından bile meşru değildir. Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Ortada burjuva sistem açısından, kurallara uygun bir parlamento yoktur.

Ülkemizde, “demokrasi severlik”, bir çeşit karşılıksız aşk gibidir. Daha çok platonik bir aşka benzemektedir. Geniş bir kesim, “demokrasi” adına, ellerinde kalan tek şey olduğunu söyledikleri seçimlere, büyük değer atfetmektedir. CHP, elbette böyle davranacak. İYİ Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi vb. elbette böyle davranacak. Onlar, MHP gibi iktidar olanaklarının ortakları olmasalar da, iktidarın ortağıdırlar. Saray adına, sistemi meşrulaştırma görevi yapmaktadırlar. Muhalif olmaları gerçek değildir.

Ama bizim sol hareketlerin de seçimlere verdiği bu abartılı önem, bu nedenle CHP kuyruğuna takılmaları, abartılı bir “iyimserlik”tir. Oysa onlar da her seçimden sonra, seçimlerin hileli olduğunu söylerler. Ama bir sonraki seçim gündeme geldi mi, yine aynı tutumu alırlar. Şaşırtıcı derecede bir iyimserliktir bu, hem de en hafif deyimi ile.

“Demokrasi” sevenler, aslında demokrasinin sadece seçim ve belli aralıklarla sandığa gitmek demek olmadığını da söylerler. Ama yine de, elimizde kalan tek şey seçimdir tekerlemesini sürekli söylerler.

Hem derler ki, parlamento gerçek bir parlamento değildir. Kabul. Ama öyle davranmazlar. Parlamento sadece önemsiz değildir, aynı zamanda mevcut Saray Rejimi’nde en üst organ da değildir. Mesela parlamentoya gidip, “baroların bölünmesi yanlıştır” demek işe yaramaz. Çünkü, doğru adres parlamento değil, Saray’ın kendisidir.

Hem derler ki, hukuk yok. Hem de her davada “Türk hukuk sistemine güveniyoruz” derler. Sanki onlar, “bak biz senin anladığın gibi, sisteme, devlete karşı değiliz” demek isterler. Ve bu yolla, aslında Saray Rejimi’ne destek verirler.

Oysa ülkemizde hukuk vardır. Bu hukuk, bazı hukukçuların söylediği gibi, “düşman hukuku”dur. Bizim tarifimizle bu iç savaş hukukudur. Bu nedenle yasalar, kişilere göre, duruma göre uygulanırlar. Sen, suçlusun, ama aynı yasaya göre başka birisi de suçsuzdur.

Hem derler ki, Saray anayasayı çiğniyor. Elbette doğrudur. Ama aynı Saray ile, yeni bir sivil anayasa yapalım görüşmeleri yaparlar. Umutları şudur; artık Saray da hukukun gereğini anlamıştır. Her zaman, gel barışalım, biz senin suçlarını unutalım ama sen de “normal”leş.

İyi ama bu rejim, bir olağanüstü rejimdir.

Taksim 1 Mayıs kutlamalarına karşı devletin aldığı tutum, olağan tutum mudur? Beklenendir ama olağan değildir.

Peki Kobanȇ Davası? Dava, siyasal bir davadır ve kararı önceden verilmiştir. Ve şimdi, Adalet Bakanı, temyiz yolunun açık olduğunu söylemektedir. Al sana yeni bir “umut çubuğu” daha. Umut, çubukla tutulacak bir şey değildir. İktidarın, sistemin uzattığı çubuğa tutunan, her zaman aldatılacaktır.

Davanın kararı açıklandı. Yüzlerce yıllık cezalar ortaya konmuştur. IŞİD bu davanın diğer ucundadır ve IŞİD’e karşı mücadele edenler, mahkûm edilmişlerdir. Sistemin ne yaptığı son derece açıktır. IŞİD’i, Ankara Gar katliamında, Suruç katliamında kullananlar, mahkeme salonunda da IŞİD’e karşı mücadele edenleri cezalandırmaya karar verdiler. Özeti şudur, “sen kimsin ki, egemenin işine çomak sokuyorsun!”

Saray Rejimi’ne karşı mücadele eden Kürtler ve Batı’da devrimciler, aynı sonuçlarla karşı karşıya kaldılar, kalacaklar da. Bundan, onurlu olan kimsenin “merhamet” dileyecek bir tutuma yöneleceği sonucu çıkmaz. Ama herkese, ayağınızı denk alın, bir kere daha, denilmiştir. Sadece Kürtlere değil, direnen işçilere, direnen kadınlara, direnen gençlere karşı da tehditlerini savurmuş, kılıçlarını bir kere daha göstermişlerdir.

Burada biraz duralım. Duralım ve 1 Mayıs barikatı ile Kobanȇ Davası arasında bir bağ kurmaya çalışalım. Çünkü 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nde barikat kuranlar, kemerin zirvesine keskin nişancılar yerleştirenler ile, Kobanȇ Davası’nda cezalar açıklayanlar, aynı Saray Rejimi ve onun destekçileridir.

Şöyle sorabilir miyiz: 1 Mayıs’ta o barikat aşılsaydı ve Taksim on binlerce işçi ve direnişçi tarafından geri alınmış olsa idi, acaba Kobanȇ Davası’nda bu cezalar, böyle verilebilir miydi? Sorudur.

Diyelim ki siz, bu soruyu çok abartılı buluyorsunuz. Olsun. Yine de düşünmeye değer bir sorudur.

1 Mayıs’ta Taksim’e karşı kurulan barikatlar aşılsaydı, Kobanȇ Davası’nda bu denli rahat olamazlardı.

Saray Rejimi, Kürt hareketine karşı savaşı, Batı’da devrimci harekete karşı savaş ile birlikte yürütüyor. Ve dikkat noktaları, her iki tarafta mücadele edenlerin, pratikte ortak bir anlayışla mücadele etmelerinin önlenmesidir. Bu konuda dün milliyetçilik ve dini daha etkili kullanıyorlardı. Bugün, bu etki, eskisi kadar güçlü değildir. Kullanıla kullanıla etkisi de azalmaya başlamıştır. Gar katliamı ve Suruç katliamı, başkaları da içinde, aslında dinin ve milliyetçiliği ideolojik etkisinin aşınması nedeni ile, şiddetin devreye sokulmasıdır. Böylece, mücadeleyi durdurma, yavaşlatma, korkuyu yeniden egemen kılma olanakları elde ettiler. Ve elbette, bir süreliğine.

Sadece durumu hayal edin. 1 Mayıs’ta İstanbul’da barikatlar aşılmış, on binler Taksim’e çıkmış olsun. Bu durumda, Saray’ın Kobanȇ Davası’ndaki tutumu nasıl etkilenir?

Mesele, en genel anlamı ile, Saray’a karşı mücadelenin genişletilmesi ve daha etkili hâle getirilmesidir. Yoksa, mesele mutlaka, kapsamlı bir ortak mücadele meselesi de değildir. Her iki alandaki mücadelenin her kazanımı, aslında ortak kazanımdır. Bunun kavranması gereklidir.

Elbette Saray’ın hem Kobanȇ Davası’ndaki cezaları hem de Taksim’i kapatmak için kurduğu barikatlar, bugün Saray için kazanım olarak görülse de, gerçekte, Saray’ın artan korkularının ürünüdürler. Bu ayrı bir konudur. Yel eken fırtına biçer. Bu noktada bir sorun yok. Ama kimin ne denli güvenilir ve ne denli sağlam olduğuna bakmaksızın, pratikte mücadeleyi geliştirmek, doğru bir politikadır.

Saray, tam da 1 Mayıs öncesinde, 2 Mayıs’ta Özgür Özel ile görüşeceğini ilan etmiştir. Tam da Kobanȇ Davası öncesinde, parti ziyaretleri ile yeni anayasa tartışmalarını açmıştır. Ve şimdi, Kobanȇ Davası sonuçları ortaya çıkınca, adına “yumuşama” dedikleri şeyin ne olduğu ortaya çıkmıştır. Oysa bu zaten önceden de belli idi.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını, artan ekonomik kriz içinde, eskisi gibi, “%50’yi gerilim politikaları ile manipüle” ederek, yürütemez. Savaş politikaları, salt gerilim politikaları ile yürütülemez. Bu nedenle “yumuşama” ya da “normalleşme”den söz ediyorlar.

Nasıl bir yumuşamadır bu?

Bu nasıl bir “normal”dir? İstanbul’u ablukaya almak, nasıl bir normalliktir? İşçilere Taksim’i yasaklamak nasıl bir “normalleşme”dir? Kobanȇ Davası nasıl bir “normal”dir?

Saray Rejimi, olağan yöntemlerle yönetememenin, olağanüstü bir devlet örgütlenmesinin kendisidir. Olağanüstü rejimin “olağan” politikaları tam da bunlardır. Bu egemenin (yani emperyalist efendiler, NATO diyelim ve onların yerli uşaklarının) bir çeşit geçici çaresi değildir. Bu kalıcıdır ve olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

Çürüme-fakirleşme-zihinsel fukaralaşma

Çürüme üzerine birçok şey söyleniyor. Kimisi çürüme denildi mi, sistemin otomatik yıkılacağının kastedildiğini sanıyor. Kimisi, bunun bir ahlâkî değerler alanında yozlaşma olduğunu, sadece bu olduğunu varsayıyor. Ama giderek, daha fazla, kapitalist sistem ve çürüme üzerine yazıldığını görüyoruz.

Çürüme sadece bizim toplumumuza ya da sadece herhangi bir toplumun belli bir anına özgü değildir. Çürüme kendi içinde bir süreklilik taşıyor. Tekeller çağı çürüme çağıdır.

Bizim, az okumuş-hiç anlamamış, devrimci saflarda emaneten yer almış solcularımız, “çok okumuş adamlar”ı, bu çok okumuş olanlardan da en çok burjuva yalakası olan “aydın”ları, çok ama çok dinlerler. Onlar da söylerler, “Marksizm, tekeller çağı çürüme çağıdır, der. Der ama hani nerde? Kapitalizm ayakta duruyor işte.” Bizim saflarda emaneten duran, geçici bir sosyal medya pozu vermek için kareye giren az okumuş-hiç anlamamış solcularımız, bunun üzerine atlarlar. Çünkü onlara, mücadele etmemelerine temel olacak açıklamalar gerekir ve bu yöndeki her açıklamanın üzerine atlarlar. Sibel Hoca’nın, Temel Hoca’nın ve Deniz Adalı’nın üzerinde durdukları post modernizm de dâhil, devrim için mücadele etmeyi önermeyen, yani işlerine yarayan ne varsa, hemen alıverirler.

Tıpkı, “hani devrim olacaktı” diyen samimi ya da gayrisamimi insanların sorularına benzer bir hâldir bu. Hani, tekeller çağı çürüme demek idi, o hâlde niye yıkılmadı?

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, 10 yılı aşkın zamandır bir savaştan, üçüncü dünya savaşından vb. söz ediyoruz. Bize, bugünlerde gelip, “hani savaş diyordunuz, savaş nerede” diye soranlar oluyor. Çünkü, onlara göre savaş, ancak kendi evlerine bomba düştüğü zaman savaştır. Öyle ya, biraz başlarını dikleştirip, gözlerini çevreye çevirseler, “savaş nerede” diye sormaktan utanırlar.

Bir sistem çürüyorsa, onu yıkmak için bir özne gerekir. Yoksa sistemin çürümesi, kendi kendine yıkılacağı anlamına gelmez. Tamam, mücadele etmek istemiyorsunuz ve söylenenleri hep öyle anlıyorsunuz. Ama çürümeyi otomatik yıkıma götürecek bir şey yoktur, ona mutlaka bir özne gerekir. Bazan çok güçlü, bazan son derece sıradan bir özne. Devrim olacaksa, kendi kendine olmaz. Otomatik kuluçka makinası değildir toplum. Devrim, mutlaka bir özneye ihtiyaç duyar ve eğer bir insan devrimci ise, dürüst ise, “devrim olmuyor, acaba neyi hatalı yapıyoruz” diye sorar. Yoksa, başkalarının devrim yapmasını bekleyerek “devrim olmuyor işte” demez. Deneyeceksin, soyunacaksın, işe koyulacaksın, bu yolda yanacaksın, yoksa devrim olsa bile sana ne ki?

Tekelci kapitalizm, çürüme ile birlikte vardır. Tekelci egemenlik çürüme de demektir. Artık çürüme süreklidir. Artık sürekliliği olan bir çürüme tüm toplumu, tüm kapitalist dünyayı sarmıştır, sarmaktadır.

Eğer siz çürümeyi, belli bir dönem görmüyorsanız, bunun nedeni, çürüme hâline alışmanız, çürüme hâlinin “normalleşmesi”dir. Sürekli lağım kenarında yaşayan bir insan, orasının kokusuna alışır ve eğer koku yeniden yükselip yeni bir zirve yapmamış ise, durumun normal olduğu sanılır. Bir gün bölgeden dışarı çıkıp tekrar geri gelirseniz, o zaman kokuyu fark edersiniz.

Demek ki artık çürüme olağan hâldir.

Buna rağmen, bugün bizim ülkemizde yaşanan çürüme, yeni bir zirvedir ve buna alışana kadar çürümeyi fark edenlerin sayısı artacaktır.

Çürüme sadece krize ait değildir. Kriz, onu daha da artırmaktadır. Mesela Kürtlere karşı sürdürülen kirli savaş, çürümenin bir dönem zirvesidir. Kriz, çürümeye yeni zirveler yaptırır. Ama savaş, bu konuda daha ağır katkılar yapar.

Dünyada ve bölgemizde sürmekte olan savaş, çürümeyi daha da artıracaktır, artırmaktadır.

Egemenin bunalımı, tüm toplumu sarmaktadır.

Egemenin ve sistemin çürümesi, tüm toplumsal kesimleri de etkisi altına almaktadır.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin fakirleşmesine yol açmaktadır. Yaşamak pahalı hâle gelirken, ölüm ucuzlamaktadır. İnsanlar, yaşamak için satabilecekleri her şeyi satmakta, düşebilecekleri en ağır durumlara razı olmakta, en olmadık çalışma koşullarında çalışmaya mahkûm hâle gelmektedir. Bu sadece fakirleşme değildir, bu aynı zamanda bir uçta değerlerde bir çürümeye de neden olmaktadır.

Saray çalıp çırptıkça, sokaktaki herkes, bu yağmadan pay alabileceği koşullar, “şanslı hâller” arama işine girişmektedir. Saray, her çeşit lümpen için bir sığınak, her çeşit tecavüzcü için bir korunak, her çeşit katil için ekmek kapısı, her çeşit müptela için askerlik yeri hâline gelmektedir. Ve çürüme, tüm bu tablonun içinde, her yönü ile, zirveler yapmaktadır.

Bu koşullarda, akıl sağlığını korumak, özel bir öneme sahiptir.

Ülkemizde, Saray Rejimi, öyle bir siyasal pratik göstermektedir ki, hiçbir komedi bu kadar rezil bir şan elde edememektedir. İşte artan itibar bu olmalıdır.

Bahçeli’nin Yeşilçam’ın en çapsız ve arabesk şarkıcıların en pespaye kliplerini birleştirerek elde ettiği, bahçede yürüyen yalnız adam klibi bir örnektir.

Bir başkası ise, Özgür Özel ile Erdoğan görüşmesinde, “boş koltuk” fotoğrafıdır.

Mehmet Uçum’un açıklamaları, Selvi’nin yazıları, Diyanet İşleri Başkanı’nın araba merakı Saray’ın “uzmanları” ile, Saray’ın soytarıları arasındaki farkın ne denli ortadan kalktığını göstermektedir. Soytarı uzman olurken, uzman soytarı hâline gelmektedir.

İşte bu koşullarda akıl sağlığını korumak önemli.

Şimdi, bizim liberal solcularımız, eylemsizliği eylem hâline getirmiş her şeyi bilen solcularımız, aydın adı takılan cehaletin temsilcisi hâline gelmiş korkak yazarlarımız, iktidarın yalaka uzmanları, dolara biat eden profesörlerimiz, sözüm ona muhalif gazetecilerimiz, hepsi ama hepsi, bu sahneler üzerine beyin egzersizi yapıyorlar.

Ne yapalım, onların egzersizleri de bu. Gerçeği örtmek için ya da tersine bir bulmaca çözer gibi uzmanlıklarını sergilemek için sürekli konuşuyorlar.

Efendim, acaba, Bahçeli bu video klipte kime sesleniyormuş, Erdoğan’a mı, sevgilisine mi, yoksa başka birisine mi? Mesela kime, Şenkal Atasagun’a mı? İşte size büyük tartışma. Konu yok ya! Başka konuşacak bir şey yok ya, sahneye konan bu saray imalatı video klip, esas gündem olmalıdır. Kime mesaj göndermiş?

Beyinlerini çalıştırmak mı istiyorlar? Bilemiyoruz. Ama başlıyorlar, “efendim, elbette bu video klip Erdoğan’ı hedefliyor.” Öyle mi, sahi mi?

Ama şöyle bir soru yok; arkadaş bu ne, bu nasıl bir mesaj, bu nasıl bir siyasal tutum, bu nasıl bir komedi? Kime ise bu mesaj, neden kendisine legal ya da illegal yollarla iletilmiyor da, bir Yeşilçam bozması video klip devreye sokuluyor? Hepsi, kameraların arkasında gülüyorlar, kimisi masanın başında, kimisi bir köşede ağzını kapatarak, kimisi bir tuvalette kameralara görünmemeye çalışarak gülüyorlar. Ama sonra TV kameralarının karşısına çıkıp, büyük bir ciddiyetle, video klibi tartışıyorlar.

Ne diyelim, egzersiz iyidir ama bu kimsenin akıl sağlığını korumaz. Tersine, varsa biraz akıl, onu da alıp götürür.

Mesela şöyle sorabilirsiniz; acaba, bu video klip ile, Sinan Ateş dosyası (o da ayrı bir tiyatrodur) arasında bir bağlantı var mı? Eğer öyle ise, Bahçeli’nin video klip denemesi, çok zayıf bir yanıttır. Sinan Ateş dosyasının, Atasagun ve Bahçeli için bir tehdit olduğunu bilmeyen yoktur. Ama bunun karşısında ne istendiği, henüz açıklanmamıştır.

Bu bir olay, başkaları da var.

Özgür Özel, Erdoğan ile 2 Mayıs’ta görüştü.

1 Mayıs’ta Saraçhane’ye gelip, 10 dakika kalıp, tuhaf açıklamalar yaparak giden Özel, Erdoğan ile görüşmeye gitti. Koşarak. Video klibi çekilse, Bahçeli burada hangi şarkı ile yürürdü?

Efendim, görüşmede “boş koltuk” varmış. Fotoğraf böyle verilmiş. Başlıyorlar; acaba bu boş koltuk niye var? Boş koltuk ile Erdoğan ne mesaj vermek istemiş? İşte size büyük tartışma. Özel’i nezaketsiz bir biçimde mi ağırlamış?

İyi ama, Özel, görüşmenin içeriğini niye açıklamıyor? Özel “gizli bir görüşme” mi yapıyor? Bu sorular yok. Öyle ya, Özel, birinci parti olarak çıkmıştır seçimlerden ve Erdoğan’a “sizi tanıyorum” ziyareti mi yapıyor? Böylece, 28 Mayıs seçimleri, gayrimeşru seçimler, tüm sonuçları ile meşrulaştırılıyor mu?

Ama bunu konuşmak yok.

Acaba o koltuk niye boş? Efendim, koltuk boş, çünkü Erdoğan, böylece Özel’e nezaketsiz davranmış oluyor. Neden ki, mesela koltukta bir saksı olsa, nezaket kurallarına uymuş mu olurdu? Tutmadı mı, egzersize devam. Koltuk niye boş, acaba, o koltuk, hep boş mudur? Öyle ya, başkaları ile de görüşürken Erdoğan, o koltuğu hep boş tutuyor. Peki, mesajı ne bu koltuğun?

Peki, acaba Özgür Özel’in yanındaki kişi, Tan, neden oradadır? Tan, dün AK Partili mi idi? Peki bugün Tan, CHP’li midir? Acaba Tan ile Özgür Özel arkadaş mıdır? Dahası, Özel ile Tan acaba ne zaman ve kaç kere kahve içmiştir de, şimdi birlikte Erdoğan’ın karşısına çıkmaktadırlar? Yoksa Tan, Özel olur da görüşmeye gelmekten vazgeçer diye, bir korucu olarak mı devrededir? Ve acaba Tan, boş koltuktan daha mı “değersiz”dir? Tan, yerine boş koltuğun tartışılması, çok mu anlamlıdır?

Acaba koltuk fotoğraf verilirken mi boş? Fotoğraftan sonra koltuğu birisi mi dolduruyor? Öyle ya, koltuğun hep boş olduğundan emin miyiz? Bunlar da bizim sorularımız olsun. Neden Erdoğan ne mesaj veriyorsa, bunu şifre ile veriyor? Tartışma olsun ve “uzmanlar” bunu tartışsın diye mi? İyi ama mesaj kime? Kimse mesajı anlamıyorsa, bu nasıl bir mesaj? Acaba o koltuk öylesine mi boş kalıyor? Her görüşmede bir boş koltuk olması yeni diplomasi midir? Acaba Özgür Özel, bir o koltuğa bir de öbürüne mi oturuyor? Yoksa Erdoğan, Cumhurbaşkanı şapkası ile başka, başka şapkası ile başka koltuğa mı oturuyor? İyi ama bu durumda, AK Parti başkanı koltuğu, Varlık Fonu başkanı koltuğu, BOP eş başkanlığı koltuğu vb. de gerekli değil mi? Yoksa boş koltukta bir ruh mu oturuyor? Eğer öyle ise, kimin ruhudur bu? Yoksa o koltuk Sultan Abdülhamid döneminden mi geliyor? Koltuğun, dinî bir anlamı var mı?

Demek ki sorular çoğaltılabiliyor.

Peki görüşme ve onun içeriği ne oldu? Arada mı kaynadı?

Özgür Özel, Saray Rejimi’nin doğal parçası olan CHP’nin yeni başkanı olarak, Saray Rejimi’ne güç vermek istiyor olmasın?

CHP, mayıs seçimlerinden bu yana, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diye bir vurguyu yapmaz hâle geldi. Böylece, güçlendirilmiş Saray Rejimi için hazırlıklar başladı. Olamaz mı? Acaba Özel, yeni kazandıkları belediyelerle birlikte, sadaka dağıtım sistemini yürütme görevini yerine getirmek için, Saray’dan ek bütçe ve destek mi istedi? Tan, acaba orada, savaş hazırlıkları ve İran’a karşı operasyonlar konusunda bir görüş birliği oluşturmak için mi vardı?

Anayasa tartışmaları da bir başka örnektir.

Yeni anayasa tartışmaları gündeme geldi. Ve CHP, “mevcut anayasaya uymuyorlar, yenisini mi yapacaklar” dedi. Dedi ama, Taksim’e yürümek için toplanan kitlelerin önüne kurulan barikatlara şöyle karşıdan bir bakış bile atmadı. Sarnıcın tepesine yerleştirilmiş dürbünleri, keskin nişancıları görmemek için gözlerini yumdu. Ve ardından, soluğu Erdoğan’la görüşmede aldı. Oysa Özel, Bozdoğan Kemeri’nin en üstündeki keskin nişancıları görseydi, hiç değilse Erdoğan’a, “efendim çok korktum” diyebilme olanağına kavuşurdu.

Olaylar son derece açıktır.

Saray Rejimi, çürümenin yeni zirvelerini ortaya koymaktadır.

Fakirleşmek, sadece ekonomik bir olgu değildir. Aynı zamanda zihinsel bir fakirleşme ile birlikte yürümektedir. Saray Rejimi’nin çürümesi, tüm toplumu sarmaktadır.

1 Mayıs 2024’te ortaya konan devlet ablukası ve OHAL sahnesi, aslında gerçeğin dışa vurumudur. Bu sahne, ancak ve ancak, kriz ve savaş politikaları ile anlamlıdır. Savaş politikaları, içeride ve dışarıda tüm hızı ile devam etmektedir. Krizle birleşmiş bu savaş politikaları, sadece emperyalist efendilerin TC devletine biçtiği tetikçi rolünün ifadesi değildir, aynı zamanda burjuvazinin, tekellerin çıkış yoludur. Onlar, tıpkı efendileri olan emperyalist Batı güçleri gibi, savaş dışında bir yol görmüyorlar. Savaş müptelalığının geçici olduğunu düşünmek büyük hatadır. Savaş, hem sistemin hem de efendilerinin çıkış yolu hâline gelmiştir.

Tüm bu sahne, aslında bu savaş politikalarının ve krizin yarattığı çürüme hâlinin ifadeleridir.

Aklı temiz tutmak gerekir.

Bunun yolu, direnmekten, devrimci pratikten, örgütlenmekten geçmektedir. Örgütlenmeden kaçarak, direniş hattına girmekten uzak durarak, bir çeşit egzersiz ile akıl sağlığını korumak mümkün değildir.

Akan su, eninde sonunda berraklaşır. Akmak gerekir. Yürümek, yola koyulmak gerekir. Yol ise, devrime giden yoldur. Devrime giden yol, bugün, kitlesel direniş ve örgütlenme yoludur. Basitçe, sadece bir mücadeleci olarak saf tutmadan, temiz kalmak, insan olarak kalmak mümkün değildir.

Sistemi baştan ayağa saran devrim korkusu, 1 Mayıs alanında kurulan barikatta kendini açığa vurmuştur. Egemen korktukça, korkutma politikalarına daha fazla başvuracaktır. Güç gösterilerinin arkasındaki bu korkuyu görebilmek için, barikatın bizim tarafımızdaki saflarında yer tutmak gereklidir.

1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nin önünde TOMA’lar, polisler, keskin nişancılar ile, tüm İstanbul’da ortaya konan olağanüstü hâl ve abluka görüntüleri, evet bu tablo, devletin güç gösterisidir ve komiktir. En ucuz malzeme ile, yamalı bohça gibi hazırlanmış sahne dekoruna benzemektedir. Ve 1 Mayıs 2024’te devletin ortaya koyduğu şey, kendi korkusudur. Çürümenin bir başka görünümüdür bu.

Ne diyelim. Korkuyorlar ve bu konuda haklıdırlar. Ülkemizin her yanında bir devrim, komünizm hayaleti dolaşıyor. Saray’ın odalarına girip çıkıyor. Şimdi mesele, bu hayaleti, bir canlı vücut ile ortaya koymaktır.

İşte örgütlenme ve direniş hattı burada çözücüdür.

Devrimci hareketin birliği ve birlikte hareket edebilme kabiliyeti, bu açıdan yol açıcı olacaktır.

Bugün, bize gerekli olan, birleşik emek cephesidir.

Gezi’nin 11. yıldönümü, yaşasın direniş, yaşasın Birleşik Emek Cephesi

Gezi’nin 11. yıldönümündeyiz. Bu, aynı zamanda 15-16 Haziran’ın 54. yıldönümüdür.

Bu topraklarda, 15-16 Haziran ve Gezi Direnişi, kitlesel hareketin kendiliğinden patlamasının iki zirvesidir. Her ikisinin de kendine özgü özellikleri var. Her ikisi de umut olmuştur. Her ikisi de iktidara korku salmıştır. Her ikisi de egemenin kâbusu olmuştur.

Ve öyle görünüyor, her ikisini de birleştirmek gerekir. Bunun tek yolu vardır, o da örgütlü bir ayaklanmadır.

22 Mayıs 2024’te, Saray Rejimi, savaş düzenlemelerine bir yenisini ekleyecek bir yönetmelik yayınlamıştır. Bu yönetmelikte, “ayaklanma”dan söz ediyorlar.

Gezi Direnişi yargılanmıştır.

Kendiliğinden bir sosyal patlama, Saray Rejimi tarafından yargılanmıştır.

Kime ceza vereceklerini bilemediklerinden, öne çıkan tanınmış aydınlara cezalar yağdırmışlardır. Bu, hem yargı sistemlerinin artık iç savaş hukukuna göre şekillendiğinin ilanıdır, hem de bu yolla kitleleri, aydınları değil, kitleleri korkutmayı amaçlamışlardır.

11 yıl geçti aradan. O günlerde ilkokula başlamış olan bir çocuk, şimdi delikanlıdır ve muhtemelen üniversite öğrencisidir. O günlerde babasının omuzunda alana gelen çocuk, şimdi üniversite harcını, ev kirasını ödeyemez hâldedir.

Aradan 11 yıl geçti.

Bizim liberal solcularımız, “bak Gezi Direnişi oldu da ne oldu, devrim mi oldu” demekten geri durmuyorlar. Oysa Saray, egemen, devlet, hâlâ Gezi Direnişi’ne cezalar basma peşindedir. Hâlâ Saray’ın koridorlarında Gezi hayaleti dolaşmaktadır. Hâlâ çıkarttıkları yasa ve yönetmeliklerde toplumsal ayaklanmadan söz etmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti.

Gezi Davası’ndan içeride yatanlar, tüm olgunlukları, tüm ciddiyetleri ile insan gibi yatmaktadırlar ve Gezi Direnişi’nin onuruna uygun davranmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen kitleleri durdurmak için, Saray, evlere şenlik bir trajikomiklikle barikatlar kurmaktadır. Kemerin üzerine keskin nişancılar, kemerin yola basan ayaklarının arasına TOMA’lar vb. yerleştirerek, kendi korkularının tarifsiz hâlini trajikomik biçimde dışa vurmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, sendikalarımız, işçi sendikası hâline gelmek yerine, daha çok devletin kontrolüne girmeye meylettiler. CHP kuyruğunda, devlete sığındılar. Devletin barikatlarının önünde, işçi sınıfını ve direnişi durdurmak için, barikatlar kurmaya başladılar. İşçi sınıfından korkmak yerine, devletten korkmayı daha uygun bulmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıldır, ülkede direniş, hiçbir biçimde durdurulamadı. TOMA’lar, hapisler, coplar, tutuklamalar, mahkemeler, okuldan ve işten atmalar, gazlar vb. insanların direnişi sürdürmelerini engelleyemedi. Ve bu süre içinde birçok olumlu direniş örneği ortaya çıktı.

Direniş, parça parça, yerel alanlarda, fabrikalarda, işyerlerinde, sokaklarda, okullarda, meydanlarda, daha az sayıda kitlelerle birlikte olsa da, sürekliliğini kaybetmedi.

Bugün, 11 yıl sonra, maskeler daha fazla düşmüştür ve herkes kendi yüzünü daha net ortaya koymaya başlamıştır.

Bugün, Gezi’nin 11. yılında, ülkede ekonomik kriz, toplumsal bunalım daha da derinleşmiştir. Egemen, ekonomik krizin faturasını, elbette, karakterine uygun olarak, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere yıkmak istemektedir. Ve buna karşılık, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direnişlerini sürdürmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti ve bugün egemen, toplumsal ayaklanmadan söz etmektedir.

Egemen, devrimin hayaletini görmekte, ondan korkmaktadır.

İşçi sınıfı ise, devrimci hareket ise, bu devrim hayaletini yeryüzüne, toprağın üzerine, eti ve kanı ile indirme, gerçek bir güce çevirme görevi ile karşı karşıyadır.

İşçi sınıfı, devrimcileşme, devrimci örgütlenmesini geliştirme görevi ile karşı karşıyadır. Başka türlü işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin, devrimin öncüsü hâline gelemez.

Kadınlar ve gençler, tüm toplumsal muhalefet, direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak ve bunları yaparken örgütlenmek ve örgütlenmek zorundadır.

Gezi’nin 11. yılında, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını tüm gücü ile devreye sokmuş durumdadır.

İçeride ve dışarıda savaş politikaları, devrimcileri hedef almaktadır.

Devrimci hareketler, ortaklaşa mücadeleyi geliştirmek, kendilerini daha örgütlü hâle getirmek zorundadır. Kendini örgütlemek ile, ortaklaşa, birlikte mücadele etme yeteneğini geliştirmek, çelişkili değildir.

Devrimci hareket direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak zorundadır.

Bunun biricik yolu Birleşik Emek Cephesi’dir.

Devrimci hareket, her türden milliyetçiliği aşarak, savaşa karşı durmak zorundadır. Devrimci hareket, en yakınından en uzağına kadar, dünyadaki tüm devrimci hareketlere, enternasyonalist bir ruhla yaklaşmak zorundadır.

Yaşasın direniş.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi.

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi.

The Palestinian genocide: Every war is a civil war or war and class struggle

Deniz Adalı

June 2024 – Kaldıraç Issue 275

Socrates is sentenced to death and he faces death. Execution is not an ordinary punishment. His wife shouts: “Socrates, they will execute you for nothing.” Socrates replies, “Oh well, would I rather be executed as a criminal?

This is the truth.

Workers and laborers, peoples are innocent and guiltless.

Workers and laborers, their revolutionary pioneers who fight for them, are innocent, no matter what crimes the system attributes to them. That is why they are being executed. The aim is to prevent the exploited from rising up. In order to keep the working class, which is the majority, under the control of a bunch of bourgeois, both methods of force (i.e. violence) and of confusing their minds in all kinds of ways (generating consent), using all kinds of prejudices and beliefs are put into play.

When revolutionaries die in the front line, the first thing that comes to the minds of those closest to them is “he/she was killed without a crime”. Because these “close ones” consider the rules of the order, the laws, not as something that protects the bourgeois, but as sacred matters that cannot be rebelled against. Therefore, they think in accordance with the general way of thinking of the system and since they know their revolutionary kin, they want to swear he/she was innocent.

No problem.

However, in no period of history have they ever been killed because they were guilty. On the contrary, they are declared guilty in order to be killed. And as they do not recognize the laws of the sovereign, they never feel guilty, etc. They don’t feel guilty because if rebellion against the sovereign is a crime, they do it knowingly, consciously, voluntarily. Because the sovereign has already committed the crime of exploitation of man by man, and they are rebelling against it.

Perhaps when it comes to the Palestinian issue or, more closely, the Kurdish issue, it is possible to see and understand who is guilty from this perspective. The guilty are the rulers of the system which is based on the exploitation of man by man. The guilty are the imperialist centers. The guilty ones are those who talk about “human rights” even though they do not recognize any human values.

The Palestinian genocide is in its 7th month. In front of the eyes of the whole world, an open genocide is being practiced against a people. The war against the Kurdish people, as a dirty war, from time to time reaches genocidal policies. And again, in front of the eyes of the whole world.

When Hamas launched an attack against Israel on October 6-7, our liberals immediately started naming it “Hamas-Israel war“. The fact that Hamas does not share the same ideology as you, the fact that Hamas does not have a solid background does not cancel its action against the ruler, against the oppressor.

Thus, at that time we said that, in fact, the Israeli genocide and the resistance in Palestine should be seen as part of the class struggle between the working class and the bourgeoisie, as a form of class struggle in the ultimate outcome. And some of our friends found some exaggeration in this emphasis.

Today, in May 2024, news of Palestinian resistance is coming from all over the world. In the US, while students are demonstrating their support for the resistance, the state, with its attacks, is demonstrating how this is part of the class struggle.

And this is just the beginning.

Israel, followed by the US, England, with almost all of Europe in line behind them, and primarily Turkey, Jordan, Qatar, Saudi Arabia and others alongside them. All together, they are waging an open genocidal war against the Palestinian people.

These are also the ones fighting against the Kurdish people.

Israel may be waging the war, but it is impossible to understand the situation without seeing the entire NATO, the entire West behind it. In the same way, opposing to the Kurdish freedom movement is the entire West and the entire NATO mechanism.

Of course, when we say the West, we are not talking about the peoples. When we say the West, we are talking about the rulers, the states, the monopolies, the looters, the imperialist masters.

For 7 months, Israel has been carrying out a genocide.

For 7 months, the Turkish state has not ceased either economic or military relations with Israel.

And today, shamelessly, the Palace Regime is claiming that, in fact, we are no longer doing a trade, we have stopped it. This is a lie.

First, military relations continue. Unless Kürecik is closed, the Turkish state cannot be considered to have taken a stand against Israel. If Turkey does not block its airspace to Israel, if it does not end their training here, it will have no stance against Israel.

Secondly, trade relations continue. The only change is the route. Does the Turkish state trade through Azerbaijan? Does the Palace Regime conduct trade through Jordan? The Palace Regime loves trade and continues it as it is. As in every other field, they are also collusive in this one.

This is Erdoğan’s style.

He criticizes the US. Fine, but he does whatever the US says.

He calls Israel a terrorist state, but he tries, finds and employs every commercial and military means to support Israel.

Take any issue, analyze it, don’t just depend on Erdoğan’s words (it is impossible to look at his words anyway. He has said the opposite of almost everything he has ever stated. Therefore, it is not possible to consider them), but also look at his behavior. You will see that Erdoğan is more loyal to NATO than to Islam, more loyal to the dollar than to the Creator, much more loyal to the US than to his country, and more loyal to Israel than to his family. Just look at his behavior towards anti-Israel actions and you will see.

Today, Israel is even more powerful in the Turkish state than it is in Israel. It is not possible to suggest that Israel is as comfortable in its own country.

The genocide against the Palestinian people is an open, blatant procedure. The concentration camps, the Nazi torture chambers are only manifested in a different form. “Kill the children“, shout the rulers of Israel. With their religious and fascist gangs, they declare that tomorrow a child will grow up to be a warrior. On the other hand, their masters, the USA, England, Germany, France, Canada, Italy, Japan, shamelessly talk about human rights.

And the entire West, including Turkey, is brutally attacking the protests against Israel and will continue to do so.

Israeli police are attacking the resistance and protests of the Israeli people with the same brutality. Hundreds of thousands of people in Israel are protesting against Israeli attacks. Israel does not hesitate to resemble the Nazi remnants, which it accuses of genocide.

This war, of course, is a civil war in Israel too, it will develop as such, it is developing as such, only it seems to take a longer road.

And of course, the resistance of the Palestinian people will develop further and evolve into a political struggle for socialism, shedding its religious cover.

And of course, even today, the Palestinian resistance is shaking the entire capitalist-imperialist world, the metropolises. Yes, it is not a very strong earthquake shaking. But it is effective enough to unmask all the imperialist masters.

The pro-Palestinian demonstrations all over the capitalist world will, of course, train the workers and laborers, students and women in those countries for an even more organized struggle.

This attack in Palestine, targeting children, women, men, the entire population, is a joint attack by NATO and Western imperialism, waged by Israel. And this war will emerge as a civil war within them.

Israel, which has slaughtered tens of thousands of men, thousands of women, thousands of children, is counting on the support of the entire West, especially the US and England. But Israel will become even more difficult to defend. The Netanyahu regime is clearly afraid of the Israeli people as well. And the youth of the world are filling the universities with outcries against this genocide. University students are clearly showing what honorable people should do. The student arrests that have started in the US are actually to prevent this.

There is no need to have a look at the students and declare “they are not guilty”. They cannot be guilty anyway. The criminals are the imperialist masters. The criminals are those who support this genocide against the Palestinian people despite UN resolutions. It is not enough to prosecute Netanyahu alone, the US and other Western and NATO powers must also be prosecuted.

As seen, the genocide against Palestine and the resistance to it reveals the existence of two classes and two fronts. If you have the habit of perceiving the sea only by looking at the surface, you cannot recognize the life that lies beneath. Undoubtedly, this is genocide. Undoubtedly, when wars are fought between two states, it is their war too. But deep down, there lies the struggle between classes.

The powers that watch the genocide in Palestine and support Israel leave no words to anyone when it comes to lecturing about “human rights”. As if it is their monopoly on what is called human rights. But we know that what they call “human rights” are, for sure, the interests of their imperialist domination and international monopolies.

Never on the face of the earth the imperialist West helps a people, a human community. It only puts on its mask with great lies in order to bring the people under its sovereignty. So far, the NATO mechanism has always been in action against the Kurdish people. This is not just the war of the Palace Regime.

Every war is a civil war at one level or another. And in every civil war, it is possible to find traces of inter-class warfare, either explicitly or deeply.

Therefore, it is necessary to wage a common war, an internationalist war all over the face of the earth, against imperialist domination, the capitalist system and exploitation. This is a must.

Demagoji değil, ezilenlerin anayasası

“Yasama, yürütme ve yargı
iç içe geçmişse,
özgürlükler garantide değilse,
anayasa yok demektir.
Kuvvet kimdeyse o hâkimdir.”[1]

Durmadan, anayasa tartışılır coğrafyamızda, ulu orta ve konjonktürel dalgalanmalara bağıntılı olarak. Anayasa tartışması “İyi” midir? Halkın ihtiyaçlarına yanıt verdiği sürece; “kötü” müdür, nafile özellikler yüklenilip, içeriği boşaltıldıkça!

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz’un, “Putinvari rejimin taşları döşeniyor”[2] notunu düştüğü ya da Doğan Soyaslan’ın, “Anayasayı ihlâl edenler”den,[3] Önder Tekin’in, “Anayasayı tanımayan yargı”dan[4] söz ettiği veya İbrahim Ö. Kaboğlu’nun, “Anayasal düzen mi, çeteleşme mi?”[5] sorusuyla “Sözde anayasacılık” tanımlamasıyla, “Pseudo (Grekçe pseudés “yalancı”) sıfatını kullanarak, anayasacılık ve ‘yalancı’ anayasacılık ayrımı”[6] yaptığı güzergâhta, “Nasıl” mı?!

“Yargıtay açılışında Diyanet İşleri Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yan yana fotoğraf vermesi boşuna değildi,”[7] notunun düşüldüğü tabloya ilişkin olarak, “Anayasayı tartışmaktan kurtulamadık gitti”[8] saptaması boşuna değildir. Çünkü coğrafyamızda anayasa hiçbir zaman anayasa olmadı…

Bununla bağıntılı olarak, Cumhuriyet döneminde siyasal İslâmın pratiklerini bir “mevzi savaşı” olarak görebiliriz. Bu, önceleri “yeraltında”, ama muhafazakâr partilerin kanatları altında ilerleyen bir süreçti. 12 Eylül darbesinin, solu/işçi hareketini bastırarak açtığı meşruiyet alanında, liberal “yararlı salakların” desteğiyle ilerleyen açık bir sürece dönüştü. Siyasal İslâm, 1990’larda İstanbul ve Ankara belediyelerini (kaynaklarını) ele geçirdi, ardından 28 Şubat’ın (burada NATO ordusu ve BOP bağlantısını kurabiliriz) açtığı alanda partileşti; ilk genel seçimlerde, hükümet kurarak devleti dönüştürmeye başladı. Böylece, “mevzi savaşı”, bir “pasif karşıdevrim” sürecine, o da ilerledikçe “süreç olarak faşizme” dönüştü.

Siyasal İslâm, bu “mevzi savaşı” tarihi içinde biriktirdiği deneylerle, CHP’yi, (onun devleti “yüce nesne” olarak algılayan, “devlet aklı” gibi fantezileri sayesinde) “pasif karşıdevrimin” meşrulaştırıcısı konumuna hapsetmeyi de başardı. Bu kısa tarih siyasal İslâmın, rejimini/devletini yönetenlerin “işlerini bildiklerini” gösteriyor.

Ne yazık ki devleti “yüce nesne” olarak algılama hastalığı, “devlet aklı” fantezisi etkilerini hâlâ sürdürmeye, siyasal İslâm da yeni mevziler kazanmaya devam ediyor.

Eğitimde laiklik tasfiye ediliyor: Devlet okullarında, “Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum” (ÇEDES) Projesi hayata geçirildi; “manevi danışman” tanımı altında imam, vaiz kadroları okullarda “beyin yıkamaya” (pardon, eğitim vermeye diyecektim) başladı.

Tarikatlar meşrulaştı: Milli eğitim bakanı, tarikat ve cemaatleri STK olarak niteledi, bunlarla yapılan protokolleri savundu; bu yapılarla işbirliğinin süreceğini söyledi. Böylece siyasal İslâmın egemen sınıfının unsurlarını, ideolojisini üreten yapılar fiilen meşrulaştılar.

Anayasa ve hukuk devleti kadükleşti: Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay ile ilgili kararının “hukuki değeri olmadığına ve uyulmamasına” karar vererek AYM’nin otoritesini fiilen ilga etti. Böylece: 1) Yasal düzen anayasa güvencesini kaybetti. 2) Rejim kendi yaptığı yasalara dahi uymuyor. Bu ikincisi, artık bir “açık diktatörlüğe” geçildiğini söylüyor.

Halifelik talebi meşrulaştı: İsrail ile ticaret bütün hızıyla devam ederken Filistin’i savunmak bahanesiyle, İstanbul’un en işlek noktasında hayatı durduran bir miting yapıldı, hilafet bayrakları açıldı, halifelik talebi dile getirildi. “Seküler hilafet” tartışması canlandı, “hilafet talebi” konuşulabilir oldu. Yararlı salaklar yine “ütüleyici” (“aslında istemiyorlar” filan) olarak görev başında.

Rejim yeni mevziler kazanmaya devam ediyorken;[9] ‘Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’ (TÜSİAD) Başkanı Orhan Turan, Cumhuriyetin 100’üncü yılına özel kutlama etkinliğinde konuştu. “Toplumsal ittifak için kutuplaşmaya son vermeli ve toplumun her kesimini harekete geçirmeliyiz,” vurgusuyla, “Cumhuriyeti cumhuriyet yapan değerleri yeniden parlatma”[10] çağrısı yaptı.

Söz konusu hâllerde, herkes çubuğu kendine göre bükerken emeğin hakları, Kürtler ve kadınlar, laiklik ve özgürlük “es” geçiliyor.

Öne çıktığı hâliyle “yeni anayasa”dan önce; olsa olsa bu ceberut iktidardan kurtulmaya, başta mevcut Anayasa olmak üzere yasalarca (uluslararası da dâhil) güvence altına alınmış haklara ve özgürlüklere saygı duyan, demokratik halkçı bir yönetime ihtiyaç varken; altını çizmeden geçmeyelim!

“Daha kötüsünü görmeyiz” dediğimiz an, daha beterini göreceğimiz kaygısına kapılıp gittiğimiz bir dönemdeyiz. Küresel çapta adaletin zaten hiç var olmadığını bilmemize karşın günümüz dünyasındaki eşitsizliğin, vahşetin, acımasızlığın boyutu hepimizin içini yakıp geçiyor. Bununla birlikte faşist söylemler de tırmanışta. Coğrafyamızda, uluslararası sistemin çürümüş yapısına karşı Edward Munch’un “Çığlık” tablosundaki hissiyat hangimizde yok ki…

“Nasıl” mı?

1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde, “Bir ülkede temel hak ve özgürlükler güvenceye alınmamışsa ve kuvvetler ayrılığına yer verilmemişse o ülkenin anayasası yoktur” denmekteyken; anayasadan söz eden Cumhur İttifakı’nın siyasal yelpazede yerini belirlemek için faşizmin özelliklerine göz atmak gerekir. Çünkü “Cumhur İttifakı, faşizmin çoğu özelliğiyle örtüşür. Lider altında hiyerarşik örgütlenme, yasama organının ve parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargının, yürütmenin güdümünde olması, medyanın baskı altında tekelleşmesi, karşıt görüşlerin cezalandırılması ve tasfiyesi, milli ve manevi değerler söylemi ile totaliter/ataerkil bir toplumsal düzene yönelme, sermaye ile karşılıklı destek devlet denetiminde kapitalist düzen oluşturma yönlerinden dolayı Cumhur İttifakı, faşizm ile örtüşür. Aynı şekilde faşizm, otokrasi ile benzer özellikler taşır,”[11] der Öztin Akgüç..

O hâlde örgütlü bir emek özgürlük hareketi olmadan anayasa sihirli değnek olarak görülmemelidir.[12]

ANAYASA KRİZİ

“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki” sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik “bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.

Anayasa, kapitalist sınıflarla, kapitalizmin eklemlendiği üretim tarzlarının sınıflıları arasındaki, temel ekonomik siyasi çelişkilerin (egemenlik ve sömürü ilişkilerinin) yeniden üretiminin yasal güvencesini sunar, olan rejimlerin sürekliliğini korumayı amaçlayan, “güçler ayrılığı” sisteminin yasal çerçevesini oluşturur. Kısacası anayasa kapitalizmin ekonomik siyasi kültürel yeniden üretim sürecinin çok önemli bir parçasıdır. Ve anayasalar da miadını doldurup, krizle yüzleşebilir; bizde olduğu gibi!

Orta yerde farklı yorumlarla da olsa, hemen herkes bir anayasa krizinden söz ediyorken; bunun iki yönü var: İlki, kırılgan dengelerini sağlam zemine oturtmak. İkincisi de Cumhur İttifakı’nın tepeden tırnağa dikensiz gül bahçesini yaratmak.

Hatırlatalım: Carl Schmitt’e göre anayasa bir dizi hukuk normu değil, bir siyasi topluluğun biçimini, kimliğini belirleyen bir siyasi karardır. Anayasa, normal hukuk düzeninin askıya alınmasını gerektiren kriz veya acil durum hâli kararını verebilen en yüksek otorite anlamına gelen egemenlik ilkesine dayanır… Egemen, “istisna kararı” verme, bu karar mevcut yasalarla çelişse bile, ortak iyiliğin adına hareket etme gücüne sahip olandır. Schmitt, egemenin herhangi bir rasyonel veya ahlâki kriterle bağlı olmadığını savunur.

Tıpkı Almanya’daki tek adam Adolf Hitler’in, “Alman halkının en yüksek yargıcı (Oberster Gerichtsherr) ben oldum. Gelecekte herkes şunu iyi bilmeli, devlete el kaldıracak olan kimsenin payına düşecek şey ölümdür!”[13] ifadesinde ya da Adalet müşaviri ve Alman hukuk lideri Dr. Hans Frank’ın, 1936’da yargı mensuplarına Nazi döneminde yargının nasıl işlediğini ve yargıçların görevlerini, “Nasyonal sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: ‘Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi?’…”[14] ifadesiyle açıkladığı gibi.

“Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin ayaklar altına alındığı söz konusu hâl coğrafyamız açısından sizlere bir şeyler anlatmıyor mu?!

NEDİR?

“Kuvvetler Ayrılığı”nın bilimsel temellerini Montesquieu atarak, “İktidarın kötüye kullanılması vatandaş özgürlüğünü ortadan kaldırır. Siyasi kuvveti elinde bulunduran güç, onu kötüye kullanmak eğiliminde olacaktır. Bu nedenle, kuvvetin kuvveti denetlemesi gerekir,”[15] demişti.

Bu bağlamda anayasalar egemenlik haklarının kullanımını belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Bu bakımdan devletin temel örgütsel yapısı, kurumları ve bu kurumlarının işleyişleri, temel hakların, özgürlüklerin sınırları anayasalarla belirlenir.

Anayasalar toplumların egemenlik hakkının ve bunun hangi koşullar altında devlet tarafından kullanılabileceğinin belirlendiği ilkelerin başında temel hak ve özgürlükler, topluma karşı yükümlülükler, kuvvetler ayrılığı gelir. Kuvvetler ayrılılığının yok sayılması, anayasaların kâğıt üzerinde kalması demektir.

Çağdaş anayasacılığın tarihini XVIII. yüzyıldan başlatmak mümkündür. Yükselen burjuvazi sahip olduğu hakları güvenceye alabilmek için tek adam olan kralın gücünü sınırlayacak, hak ve özgürlükleri güvence altına alacak düşünce ve düşünceyi gerçekleştirebilecek eylemler içinde yerini alır, mutlak gücü sınırlamak için yazılı ana metinler oluşturur. Bu metinler süreç içerisinde gelişir ve zenginleşir. MÖ XXIV. yüzyılda Lagaş Kralı Urukagina’nın emirnamesi ile başlayan süreçte, Hammurabi Kanunları, Solon Anayasası, Roma hukukunun temel kaynağı olan 12 Levha Kanunları, 1215’te kabul edilen ve ilk kez kralın yetkilerinin sınırlandığı Magna Carta, 1628 Haklar Dilekçesi, 1689 Haklar Beyannamesi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile anayasalcı düzenin ilkeleri şekillenecektir.

Osmanlı’da durum biraz karışıktır. 1808 tarihli Sened-i İttifak tam bir anayasal metin olarak kabul edilmemesine karşın, Tanzimat sürecindeki beyanname ve fermanlar anayasalaşmaya giden yolun başlangıcı olarak düşünülebilir. I. Meşrutiyet’le birlikte 1876’da kabul edilen Kânûn-ı Esâsî padişaha geniş yetkiler tanır ve 1878’de II. Abdülhamit tarafından askıya alınır. İttihatçıların müdahalesiyle 1908’de II. Meşrutiyet’le yeniden yürürlüğe girer.[16]

Anayasal gelişme açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda beş önemli hareket vardır. Bunlar tarih sırasına göre: 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu), 1856’da Islahat Fermanı idi. İlk anayasa 1876 tarihli Kânûn-ı Esâsî’yken; 1909’da II. Meşrutiyet’te, Kânûn-ı Esâsî’de değişiklikler yapılmış ve 1909 değişikliklerle de Osmanlı Devleti meşruti (sınırlı) anayasal monarşi durumuna dönüşmüştü.

Açarak ilerlersek: Osmanlı’da 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 “Islahat Fermanı” ile devleti yeniden yapılandırma süreci başlarken, kişisel hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemeler de yapılmış, can ve mal teminatı getirilmiş, 1876 Anayasası’nın hazırlanması süreci başlamıştı.

1876 Anayasası’nın özü, zayıf parlamentoya karşı padişah kişiliğinde toplanan güçlü yürütme erkidir. Padişah, meclisi feshetmeye dağıtmaya yetkilidir. Heyeti Vükela’yı (Bakanlar Kurulu) atar. Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur. Bakanlar Kurulu kararı padişahın onayı ile uygulanır. Padişah, yasa gücünde kararnameler, yönetmeliklerle düzenlemeler yapmaya yetkilidir. 1909’da yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlanmış, sürgüne gönderme yetkisi kaldırılmış; Bakanlar Kurulu’nu oluşturma yetkisi başbakana verilmiş; padişahın yetkisi onay düzeyine indirilmiş; Bakanlar Kurulu’nun parlamentoya karşı sorumluluğu esası getirilmiş, bir anlamda başkanlıktan parlamenter sistem geçilmiştir.

1876 Anayasası (Kânûn-ı Esâsî) yargı bağımsızlığı konusunda da düzenlemeler yapmıştır. Bunlar yargıç güvencesi açısından, hâkimlerin azledilememesi, olağanüstü yargı mercilerinin kurulamaması, yargılamanın açık olması, herkesin her tür hukuki olanaklardan yararlanmalarına yönelik düzenlemelerdi.[17]

Cumhuriyet döneminde başlıca anayasal hareketler 1921 Anayasası, 1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş olarak özetlenebilir.

Unutulmamalıdır ki, anayasalar birer yapboz değildir; onlar toplumun bir arada yaşam koşullarını belirleyen, toplumsal hak ve özgürlükleri tanımlayarak güvence altına alan, kurumların ve hukuk rejiminin demokratik işleyiş ilkelerini belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlarının en geniş olduğu bir anayasal rejim kurma amacı toplumsal mücadelelerin en önemli taleplerinden birisidir.

Anayasanın ruhunu ve içeriğini belirleyen anayasa yapım süreçleri, topluma egemen olan sınıf çatışmalarından, sömürü ilişkilerinden, demokratik işleyişten ve toplumsal muhalefetin örgütsel gücünden bağımsız değildir. Toplumsal muhalefetin örgütlü ve güçlü olmadığı, anayasa tartışmalarının yürütülebileceği özgürlükçü ve demokratik ortamların oluşmadığı, baskı ve zorbalığın topluma egemen olduğu ortamlarda yürütülen anayasa tartışmaları mevcut hak ve özgürlükleri geriye götüren, iktidarın gücünü pekiştiren sonuçlar yaratır.

Fransızca’da “kuruluş” anlamına gelen “la constitution” sözcüğünün kökü “constituer” fiilinden yani “meydana getirmek, oluşturmak, kurmak”tan gelir. Fransızca ifadesiyle, “bir devletin ‘constitution’u devleti kuran siyasal sözleşmedir”. Yani “Kurucu Sözleşme”…

Bu kurucu sözleşme devletin varlık ve hayatında savaş yenilgisi, ihtilal, hükümet darbesi olmadığı sürece ölmez, toptan bozulmaz ve devam eder. Örneğin 1789’daki Fransa anayasası, türlü şekilde devletin yapısı değiştiği için her olaydan sonra değişikliğe uğradı.

13 Mayıs 1958’de Cezayir başkaldırısı ile IV. Cumhuriyeti sona erdi. 1 Haziran’da IV. Cumhuriyet’in son hükümeti komünistlerin oyu ile çoğunluk sağlamasına karşın meclis ordunun baskısı altında hükümet başkanlığını General de Gaulle’e devretti ve ona yeni bir anayasa yaptırmak yetkisi verdi. Hazırlanan anayasa, 28 Eylül 1958’de halkoyu ile onaylandı ve 4 Ekim 1958’de yürürlüğe girdi. Bu suretle V. Fransa Cumhuriyeti doğdu.[18]

Özetle Karl Marx’ın da altını ısrarla çizdiği gibi tümüyle sınıfsal özellikler taşıyan anayasa, politik (ve hukuki) değişimi, dolayısıyla toplumsal dönüşümü, ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğinde gerçekleşirken; bir toplumun iktisadi, sosyal ve siyasal tüm alanlarına yön veren ve yasal normlar hiyerarşisinde piramidin tepesinde yer alan düzenleyici bir sözleşme olmakla birlikte, temelde yasal bir düzenlemeden ibarettir. Bu anlamda iktisadi bakış açısıyla tüm düzenlemeler veya regülasyonlarda olduğu gibi anayasa değişikliği de, mülkiyet haklarını yeniden tanımlamaktan ve refahı yeniden dağıtmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Tam da bunun için nihai kertede anayasa(lar), devletin bahşettiği ve bu nedenle “gerek duyduğunda” geri alabildiği haklar ve bu sistemi sürdüren bir yapı öngörmekten öteye gitmedi; Aysel Çelikel’in, “Anayasa, devletin temel kuruluşunu, işleyişini, kişilerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ana kanun olarak, bir toplum sözleşmesi niteliği taşır. Bu açıdan bakıldığında anayasanın toplumda yer alan her siyasi örgütlenmenin, her kesimin, grubun, kişinin benimseyebileceği bir metin olmalıdır,”[19] satırlarındaki sanrıya rağmen!

1921 İLE 1961 ANAYASI DİKOTOMİSİ

Bilinir ama tekrarda fayda var: Dikotomi bize ikililik durumunu anlatır. Yani bir bütünün iki eşit parçaya bölünmesi durumudur da diyebiliriz. Bir başka şekilde açıklayacak olursak dikotomi, büyümesi için bir bütünün parçalanması ya da dallanması olayıdır.

Malum üzere coğrafyamızda anayasa deyince ya 1921’e ya da (1924’ü unutmadan) 1961’e atıf yapılır. Bunlar birbirinden nitel olarak farklı mıdır? Zannetmiyorum! Her ikisi de coğrafyamıza hükmedenlerin iktidar belgesidir…

Bilmeyen var mı? Hâlâ varsa çok yazık!

İlk anayasa Kânûn-ı Esâsî, 1914-1918 arasında 6 kez değiştirildi. Abdülhamit’ten İttihat ve Terakki’ye Osmanlı’yı yönetenler, anayasaya uymak yerine hep anayasayı kendilerine uydurmaya çalıştılar; Cumhuriyet dönemi de bundan farklı değildi.

Ya o, ya bu kıskacından kurtularak Andrew Vincent’in, “Anayasacıların öncelikle önemsedikleri şey, otorite ve gücün sınırlandırılması ve dağıtılmasıdır. Bu sınırlamalar felsefe ve ahlâki tartışmaların geniş alanından beslenir…”[20] uyarısı ile “Bolivya’nın Anayasa Dersleri”ne[21] kafa yormakta yarar var

1921 diyenler “Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.”[22] “Yeni anayasayı “1921 Anayasası ruhuyla” hazırlamaktan söz edenlerin bilinçaltlarında aslında 1921 Anayasası’nın da gerisinde bir düzen yattığı anlaşılıyor,”[23] “gerekçe”sine sığınırlar.

Buna -haklı olarak- itiraz edenler de, “Mevcut Anayasa 1924 Anayasanın devamı, tekrarı ve güncellenmiş hâlidir. Dolayısıyla 1924 anlayışı (resmi ideolojiye dayalı ulus devlet) ve yasası esas alınacaksa bu anayasa yeni ve sivil olmayacaktır. Tarihsel olgular bu tespitimi tamamen haklı kılmaktadır. O hâlde 1921 Anayasası’nın anlayışı ve yasası esas alınarak cumhuriyetin ikinci yüzyılında Demokratik Cumhuriyet kurulabilir… Türkiye yeni sivil ve demokratik anayasa ile girmek istediği AB’ye tam üye olarak girebilir,”[24] diyen yanlış sonuçlara ulaşırlar.

Tıpkı 1961 örneği gibi…

“Türkiye’de anayasa hukukçularına sorduğunuzda, ezici çoğunluğunun söyleyeceği ilk şey, ‘1961 Anayasası’nın, çoğulcu, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğü ilkesine dayalı, demokrasi yönünde, bugüne kadar yapılmış en iyi anayasa olduğudur.’ 1961 Anayasası, güvenceli ve çağdaşları ile kıyaslandığında ileri bir anayasadır,”[25] ya da “1961 Anayasası, Osmanlı-Türk anayasa tarihinin en liberal-demokratik anayasasıdır,”[26] diyenlere hatırlatayım: Deniz Gezmiş’lerin idamı 1961 Anayasası yürürlükteyken oldu ve Milli Güvenlik Kurulu (vesayeti de) yine 1961 Anayasası ile uygulamaya konuldu!

“YENİ” ANAYASA MI?

Kapitalist coğrafyamızda derin ve yaygın mıntıka temizliği yapılmadan “yeni” anayasayı konuşmak, olsa olsa, havanda su dövmektir.

Kimileri, “Türkiye’nin elbette ulusal egemenlik esasına dayalı, parlamentosuyla, siyasal partileriyle, yerel ve merkezi yönetim sistemleriyle, sivil toplumuyla özgürlükçü, demokratik bir anayasaya gereksinimi vardır… Türkiye, en geniş katılımla, demokratik bir biçimde oluşturulmuş bir kurucu Meclis eliyle yeni bir anayasa hazırlamanın ve bu anayasayı halkoyuna sunmanın yolunu bulmalı ve bunun yasal, anayasal altyapısını oluşturabilmelidir,”[27] temennisiyle mevcut hâl(imiz)i “es” geçerken İklim Öngel ekliyor:

“İktidar ve Muhalefet, yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu noktasında buluşuyor. Ancak yeni anayasa sürecinin nasıl işleyeceği ve yol haritasının ne olacağı Türk anayasa tarihi açısından önemli.”[28]

Ancak unutulan iki benzemezden bir şey çıkmayacağıdır.

Çünkü “Muhalefet cephesinin şu anki önceliği halka ulaşması kolay olmayan bir Anayasa değişikliği önerisi”[29] olduğundan söz edenlerin itirazları da, aşağı yukarı şöyle:

– “Yürürlükteki anayasa 1982’nin metni değil; 1987’den bugüne -2017’de yapılan hariç- 19 kez, çoğu daha özgürlükçü anlayışı yansıtan 184 değişikliğe uğradı. Şimdi yapılmak istenen, 2017’de getirilen ‘kişisel yönetim’ sistemini tahkim etmek. Muhalefet bu tartışmaya kesin nokta koymalı.”[30]

– “Anayasa değişikliği yapmak üzere seçilmiş bir Meclis olmadığından (asli kurucu iktidar), anayasa hukuku anlamında, Meclis’in yeni bir anayasa yapmak konusunda yetkisi bulunmamaktadır.”[31]

– “Şimdi bir de, ‘anayasayı yeniden değiştirme’ merakı başladı AKP yönetiminde.”[32]

– “Öncelikle mevcut Anayasaya uyma konusunda ciddi sorunların yaşandığı herkesin malumudur… Burada özellikle Erdoğan’ın günlük ihtiyaçlarına göre yapılacak değişikliklerin de ülkeye yarar getirmediğini biliyoruz. Erdoğan’ın derdi yeni Anayasa değil, kendi geleceğini sağlama almaktır. Bunun bir parçası olmayacağız.”[33]

– “Mevcut Anayasa’yı Erdoğan/ AKP iktidarı, ‘kendisine özel’ yaptı. Şimdi gücünü yitirdiği iyice ortaya çıkınca, bu duruma uygun yeni bir ‘kendine özel’ Anayasa yapmak istiyor; amaç, iktidarını sürdürebilmek!”[34]

– “Şahsım anayasası tehlikesi.”[35]

– “Bugünkü şartlarda yapılacak anayasa, olsa olsa özgürlükleri kaldıran, daha otoriter bir siyasal yapıyı besleyen bir anayasa olur.”[36]

– “AKP’nin Anayasa değişikliği hazırlığının hiçbir hukuki geçerliliği yok… Bir partinin hazırlayıp diğerlerini ziyaret etmesiyle Anayasa yapılamaz, Anayasa beraber yapılır.”[37]

– “Yeni anayasa tuzağı… karşıdevrimcilerle anayasa yapılmaz.”[38]

– “Yeni anayasayı yaptırmamak, birinci yüzyılını tamamlayan Cumhuriyet’in artık varlık yokluk sorunudur. Bu gerçeğe göre konumlanmak, hepimiz açısından bütün mesele bu.”[39]

Tartışma bu düzeyde yürütülürken; ne AKP’de ne de “muhalefet”te anayasaya ilişkin temel “insan hakları”nın bir parçası olarak sosyal haklar var mı?

Yeni anayasa yapılması tartışmalarında, sosyal devlet ve sosyal haklardan söz ediliyor mu?

Sosyal hakları yok sayan yahut geçiştiren taslaklar hazırlanırken/ hazırlattırılırken “ekonomik anayasa” önerileri sunulurken, emek örgütlerinin iktidardan bağımsız kesimleri ne yapıyor?

Özellikle, sendikaların kamuoyuna sunduğu somut önerileri var mı?

“Ne gezer!” değil mi

YA AKP Mİ?!

Hatırlayın: Yürürlükteki anayasaya aykırı olarak 3. kez cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın yemin töreninden sonraki ilk mesajı, “yeni anayasa”ydı ve “Demokrasimizi darbe ürünü mevcut anayasadan kurtararak özgürlükçü, sivil ve kuşatıcı bir anayasayla güçlendireceğiz,”[40] diyordu!

Yine o, adli yılı açış konuşmasında, “2011’den beri bir hayalimiz var” deyip, “Bu hayal, Türkiye’yi darbe Anayasasından kurtararak yarını kucaklayan, Türkiye Yüzyılına yakışır anayasaya kavuşturmaktır… Vaadimiz birinci sınıf demokrasi, ekonomi ve özgürlüklerin tamamlayıcısı, birinci sınıf anayasa olacaktır… Siyasi partiler, yüksek mahkemeler, üniversiteler, devlet kurumları, barolar ve milletimizin her ferdini sürece katkı vermeye davet ediyorum,”[41] şeklinde konuşuyordu.

Yine AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Yargıtay Başkanlığı’nda düzenlenen 2023-2024 Adli Yıl Açılış Töreni’ndeki konuşmasında, “Bu hayal, Türkiye’yi darbe anayasası ayıbından kurtararak yeni, sivil, dili ve içeriğiyle bugünü ve yarını kucaklayan, Türkiye Yüzyılı’na yakışır bir anayasaya kavuşturmaktır. Darbe anayasasının gölgesinde Türkiye Yüzyılı’nı konuşmayı, ülkemiz ve demokrasimiz için zül addediyoruz. Milletimize vaadimiz olan birinci sınıf demokrasi, birinci sınıf ekonomi ve birinci sınıf özgürlüklerin tamamlayıcısı, birinci sınıf anayasa olacaktır. Türkiye Yüzyılı vizyonumuz, böyle bir anayasayla daha güçlenecektir. Bunun için 85 milyonun tamamının sahipleneceği ve ‘İşte benim anayasam’ diyerek baş tacı edeceği bir metni, artık milletin takdirine sunmamız gerekiyor,”[42] demeyi de ihmal etmiyordu.

Oysa AKP’nin anayasa değişikliği arzusu, “tek adam rejimi”ne uygun tek adam anayasası, “Bakanlardan il, ilçe müdürlerine kadar bürokratların atanması ile politikanın belirlenme yetkisinin sadece cumhurbaşkanına ait olması da Erdoğan’ın hayallerinin ya da yapılmak istenenin bir ifadesidir.”[43]

Bu eksende kapitalist toplum düzeninde hem burjuvazinin çıkarlarını, hem de kendi iktidarının bekâsını korumak için otokratik bir rejim inşa eden AKP/ MHP’li Cumhur İttifakı, totalitarizmini kalıcılaştırmak için anayasayı yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir.

Ancak “Yetmez Ama Evet”çi liberallerden Ahmet Altan’ın itirafındaki üzere, “AKP bu anayasa meselesinde ‘sabıkalı’ bir parti. 2007’de de ‘anayasayı değiştirme’ vaadiyle iktidara gelmiş ve herkesin özgürlüğünü birarada sağlayacak bir anayasayı Profesör Özbudun’la arkadaşlarına hazırlattıktan sonra bu anayasayı hayata geçirmek yerine ‘başörtüsü özgürlüğünü’ sağlayan bir yasaya abanmış, o zamanki asker ve yargı vesayetinin ortaklaşa karşı çıkması üzerine de hem başörtüsü yasası, hem de yeni anayasa rafa kalkmıştı.”[44]

Burada durup bir parantez açarsak: “Cumhuriyet”in bu ufka ulaşmasını AKP ile açıklamaya kalkışmak, tek yanlı bir yanılgıdır; Cumhuriyet”in bu ufka ulaşmasının aslî müsebbibi yine “Cumhuriyet”tir…

Bir tartışmadır sürüyor: “AKP’nin gizli ajandası var.” AKP, Türkiye’yi açıklamadığı bir “ufka” doğru sürüklüyor. Buna, eskiden “şeriat” denirdi, şimdiyse “otoriter rejim” deniyor…

Kimileri de tam tersi, AKP Türkiye’yi “demokratikleştiriyor”; öyle olağan bir demokrasi de değil, “ileri demokrasi” inşa etmektedir!

Yani rivayet muhtelif… Ancak bu tür rivayetlerin, gerçeklerle ilişkisi yok…

Muhammed Nureddin’in, “İktidara geldiği günden beri reformun tek motoru”[45] diye betimlediği AKP, liberallerin en İslâmcısı, İslâmcıların da en liberali olan ve Müslümanlığa sıkıca sarılmış bir muhafazakâr serbest piyasa partisidir… Ya da “AKP, kültürel olarak muhafazakâr, iktisadi planda aşırı piyasacı, siyasal olarak da içinde güçlü totaliter eğilimler barındıran bir partidir.

Aslı sorulursa piyasacılıklarını, yayınladıkları, ‘İş Hayatında İslâm İnsanı’ başlıklı broşürde Hazreti Muhammed’e atıfla, “Fiyatları belirleyen Allah’tır” diyecek kadar ileriye götüren AKP’nin MÜSİAD’ının “demokrat” olduğu veya “demokrasi getireceği” türünden ucuz liberal yanılgılara da sapmamak gerek,[46] anayasa meselesinde de!

“ÇÖZÜM” MÜ?

Toparlarsak: “Türkiye Cumhuriyeti, güçler ayrılığını ilke edinmiş bir devlettir,”[47] sözleri gerçeği yansıtmıyor!

Tıpkı Diyarbakır Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi, Doçent Doktor İlhan Kaya’nın, -Dicle Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (DÜSAMER) araştırmasına atıfla-, “Yeni anayasanın tüm inanç ve etnik gruplara eşit mesafede ve ideolojisiz bir temelde olması bekleniyor,”[48] demesi gibi…

Her iki asılsız “iddia”yı “Anayasa ideolojisiz olur mu?” sorusunu İzzettin Önder, “Bu sorunun en yalın yanıtı ‘Hayır’dır,”[49] diye yanıtlıyor.

Özetin özeti; ideolojisiz anayasa talebi şu anlama geliyor: Siz fikir silahlarınızı teslim edin, fikir adamlarınızı terhis edin. İnsani haklara, egemenliğe, özgürlüğe ihtiyacınız yok. Gerekirse resmi ideoloji kullanırsınız!

“İyi de ne yapmalı” mı?

Adına “Etsi bu les, Riga Feraio,” diye şarkı yapılan Velestinli Rigas hatırlanmalı.

Teselya/ Velestino Köyü’nde 1757’de doğdu Rigas…

1789 Fransız İhtilali döneminde Viyana’daydı. Devrimci siyasal atmosferden etkilendi. Monarşiye karşı cumhuriyetçilerin yanında yer aldı.

“Bosna’dan Arabistan’a” kadar Osmanlı’nın tüm tebaasının özgürleşmesi için harekete geçti. 1797’de yeni ülkenin/rejimin anayasasını da hazırlayıp bastırdı. “Rigas Anayasası”, 1793 Fransız anayasası benzeri idi.

Rigas’ın anayasası iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölüm 35 maddelik “İnsan Hakları.” İkinci bölüm ise 124 maddelik “Anayasa İlkeleri.”

Ona göre i) “Bir tek ferdin ezildiği yerde toplumun bütünü ezilmektedir”; ii) “Devlet, mutsuz yurttaşlarına geçim araçları sağlar”; iii) “Meclis toplantıları halka açıktır”; iv) “Memuriyet ancak yeteneğe göre verilmelidir; soylu oldukları için değil”; v) “Tüm yurttaşlar kanun yapma, seçme, seçilme hakkına sahiptir”; vi) “Kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz”; vii) “Dinler engellenmemelidir”; “Kölelik yasaktır.” Vs.

Sonuçta Rigas ile yedi yoldaşı fermanla boğularak öldürülüp, cesetleri Tuna Nehri’ne atılsa da ilkeleri ve duruşu unutulmadı.

Yeni bir anayasadan söz ederken Rigas unutulmamalı.

Yani hak ve özgürlük alanının genişletilmesi, bağımsız yargı düzeninin oluşturulması, katılımcılığın güçlendirilmesi, anayasanın şoven/ milliyetçi imalardan arındırılması, çoğulculuğun esas alınması, güçlü bir ademi merkeziyetçilikle merkezi gücün yerel organlarla paylaşılması…

Diğer bir deyişle “Anayasal Yurttaşlık” esas alınmalıdır. Anayasa, aynı zamanda kolektif/ kamucu kimlik belgesi niteliği de taşımalıdır…

Malum Roma hukukundan beri yorumda en önemli ilke şudur: “Anlam açıksa yorum yapılmaz” ya da “açıklık durumunda yorum yapılmaz”…

Anayasa ezilenler için bu ilkeye yaslanmalıdır.

Son olarak da Edward Said’in, “Tarih kazananlar ve hükmedenler tarafından yazılır,” uyarısı hiç mi hiç unutulmamalıdır!

17 Nisan 2024 17:38:24, İstanbul.

N O T L A R

[1] Jean-Jacques Rousseau.

[2] “Putinvari Rejimin Taşları Döşeniyor”, Birgün, 16 Şubat 2024, s.8.

[3] Doğan Soyaslan, “Anayasayı İhlâl Edenler”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2024, s.2.

[4] Önder Tekin, “Anayasayı Tanımayan Yargı”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2023, s.2.

[5] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Anayasal Düzen mi, Çeteleşme mi?”, Birgün, 4 Ocak 2024, s.8.

[6] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Sözde-Anayasacılık”, Birgün, 23 Kasım 2023, s.5.

[7] Dilek Bulut, “Medeni Yasayı Sil Baştan Yazacaklarmış!”, Birgün Pazar, 28 Ocak 2024, s.9.

[8] Şükran Soner, “Anayasamızı Tartışmaktan Kurtulamadık Gitti”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2023, s.9.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘İş Bilmezler’ ve ‘Mevzi Savaşı’…”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2024, s.9.

[10] “TÜSİAD: Cumhuriyetin Değerlerini Yeniden Parlatalım”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2023, s.11.

[11] Öztin Akgüç, “Faşizm Tanımında Cumhur İttifakı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2024, s.9.

[12] i) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Yeni Anayasa’ya Eski(meyen) Dersler!”, Devrim Yolunda Kurtuluş, No:3, Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:120, 8-16 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:121, 23-31 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:122, 10-16 Kasım 2007… Atılım, Yıl:2, No:2007 42 (179), 20 Ekim 2007… Mücadele (Almanya), No:198, Ekim 2007… ii) Temel Demirer, “… ‘Anayasa’ Söylencelerinin Aslı Astarı”, Kaldıraç, No:128, Ocak 2012… İpek Yolu Gazetesi (Van), 14 Ocak 2012; İpek Yolu Gazetesi (Van), 16 Ocak 2012; İpek Yolu Gazetesi (Van), 17 Ocak 2012… Mali Müşavirler Muhasebeciler Derneği Ankara Şube Bülteni, Yıl:35, No:66, Ekim-Aralık 2011…

[13] William Shirer-Nazi İmparatorluğu Cilt: 1, çev: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, s.360.

[14] yage, 1970, s.426.

[15] Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev: Berna Günen, İş Bankası Kültür Yay., 2020.

[16] Halit Payza, “Anayasalar Yapboz Değildir”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2023, s.2.

[17] Öztin Akgüç, “Yeni Anayasa”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.9.

[18] Özdemir İnce, “Yeni Anayasa Yapmak (2)”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2021, s.3.

[19] Aysel Çelikel, “Anayasanın Hazırlanma Süreci ve Öncelikler”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2011, s.2.

[20] Andrew Vincent, Theories of State/ Devlet Teorileri… https://www.amazon.com.tr/Theories-State-Andrew-Vincent-1991-01-08/dp/B01JXTSYXI

[21] Sibel Özbudun, “… ‘Özerklikçi’ Anayasa Sonrasında Bolivya Dersleri”, Bolivya Anayasası, Hukuk, Demokrasi, Özerklik, Der.: M. Fevzi Özlüer-I. Özkaya Özlüer-T. Şirin-N. Sinan Odabaşı, Phoenix Yay., 2012, ss.41-62… başlıklı kitapta yayınlandı… Kaldıraç, No:151, Ocak 2014…

[22] Sinan Meydan, “1921 Anayasası Tuzağı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2024, s.6.

[23] Sinan Meydan, “… ‘Şahsım Anayasası’nın Tarihi!”, Sözcü, 22 Şubat 2021, s.2.

[24] Öztürk Türkdoğan, “Yeni, Sivil ve Demokratik Anayasa”, Yeni Yaşam, 3 Ekim 2023, s.10.

[25] İklim Öngel, “Prof. Dr. Süheyl Batum: En Demokratik Anayasa 1961 Anayasası’dır”, Cumhuriyet, 30 Mart 2022, s.8.

[26] İklim Öngel, “Prof. Dr. Ergun Özbudun: En Demokratik Anayasa 1961 Anayasası’dır”, Cumhuriyet, 30 Mart 2022, s.8.

[27] İbrahim Berksoy, “Saray’ın Anayasa Çıkmazı”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2024, s.2.

[28] İklim Öngel, “Yeni Anayasa İçin Kurucu Meclis Koşulu”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2022, s.9.

[29] Oğuz Oyan, “Anayasa Değişikliği Ne Yönde?”, Birgün Pazar, No:821, 4 Aralık 2022, s.4.

[30] Ertuğrul Günay, “Anayasa Tartışmasına Nokta Koyalım!”, 23 Kasım 2023… https://www.otekileringundemi.com/anayasa-tartismasina-nokta-koyalim

[31] Murat Fatih Ülkü, “Anayasa Değişikliği Kıskacı”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2023, s.2.

[32] Altan Öymen, “Yeni Anayasa?”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.3.

[33] “Ankara Milletvekili Murat Emir: Tuzaklara Düşmeyin”, Birgün, 21 Kasım 2023, s.6.

[34] Emre Kongar, “Yeni Anayasa Tuzağı”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2024, s.3.

[35] İklim Öngel, “Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz: ‘Şahsım Anayasası’ Tehlikesi”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.6.

[36] Sefa Uyar, “Eski Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan Risk Erdoğan İçin Artıyor”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2023, s.6.

[37] Ruhat Mengi, “Süheyl Batum: Anayasa Toplum Sözleşmesidir Parti Ziyaretleriyle Yapılamaz”, Sözcü, 5 Kasım 2022, s.10.

[38] Zülal Kalkandelen, “2. Yetmez Ama Evet Cephesi”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2023, s.6.

[39] Mehmet Ali Güller, “… ‘Anayasaya Aykırı Ama Evet’ Çizgisi”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2023, s.7.

[40] tccb.gov.tr, 3 Haziran 2023.

[41] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Anayasal Totalitarizme Hayır!”, Birgün, 7 Eylül 2023, s.5.

[42] aktaran: Özdemir İnce, “Sivil Anayasa, Sefil Anayasa”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2023, s.7.

[43] Mustafa Karadağ, “AKP’nin Yeni Anayasa İsteği”, Birgün Pazar, 19 Kasım 2023, s.10.

[44] Ahmet Altan, “Anayasa ve Vicdan”, Taraf, http://www.taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-anayasa-ve-vicdan.htm

[45] Muhammed Nureddin, “AKP Sekiz Yıldır Reformun Tek Motoru”, Haliç, 24 Eylül 2010.

[46] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Sürdürülemez (ve Geleceksiz) Cumhuriyet”, Kaldıraç, No:127, Aralık 2011.

[47] Özdemir İnce, “Anarşi”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2023, s.3.

[48] İlhan Kaya, “Kürtler Etnik Temelli Anayasa İstemiyor”, Radikal, 19 Kasım 2011, s.20.

[49] İzzettin Önder, “Anayasa İdeolojisiz Olur mu?”, Evrensel, 19 Aralık 2011, s.5.

Şeylerin gerçeğiyle yüzleşebilmek!

“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
Daniel de Feo

Bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu uzmanları dinleyerek, bu dünyanın gerçeğiyle yüzleşmek mümkün değil… Boşuna “neden söz ettiğini bilmek önemlidir” denmemiştir… Şeylerin gerçeğiyle, şeylere dair anlayış-kavrayış arasında derin bir uyumsuzluk var.

Paradigmayı radikal olarak değiştirmek gerekiyor zira bu aracın bu rotada yol alması artık mümkün değil… Başka türlü söylersek, radikal bir ideolojik-entelektüel kopuşa, zihinsel bir devrime, silkinmeye ihtiyaç var. Geç kalınırsa da geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

İnsanlar geleceğin güzel günleriyle oyalanıyor, aldatılıyor… Ekonomi büyüyecek tüm sorunlar çözülecek diyorlar… Oysa, “ilerleme”, “kalkınma” retoriğinin bu dünyada reel bir varlığı ve karşılığı yok! Ekonomi büyüdükçe sorunlar da büyüyor. Kapitalizm dâhilinde başka türlü olması mümkün olmadığı için… Velhasıl, vaad edilen güzel günler bir türlü gelmiyor, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Kapitalizm dâhilinde ekonomik büyüme (GSYH artışı) çözüm değil, sorundur… Ekonomik büyüme denilenle birlikte sosyal ve ekolojik sorunlar da büyüyor… Sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, aşağılanma, etik yozlaşma…) ekolojik yıkım (ekosit-canlı türlerin yok olması) ve iklim krizi eşlik ediyor. Bu ikisi birbirlerini yeniden ve yeniden üretiyor… Başka türlü söylersek, kapitalizm insana, tüm canlılara ve doğaya zarar vermeden, yaşamın temelini aşındırmadan yol alamıyor… Her geçen gün yaşamın temeli aşınıyor, güzel dünyamız kirleniyor, çirkinleşiyor, yaşam anlamsız, çekilmez hâle geliyor… Velhasıl vaad edilenle gerçekleşen, retorikle realite arasında derin bir uyumsuzluk var…

Bu yıkım tablosundan çıkmak da kapitalizm dâhilinde mümkün değil. Dolayısıyla ya vakitlice şu lânet olası kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecek… Başka türlü söylersek, bu “kör gidişi” durdurmadan, aracın rotasını insandan ve doğadan, canlılardan yana çevirmeden, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… İrade sahibi insanların bu kör gidişe müdahale etmesine bir engel var mı? Evet var: İdeolojik kölelik… O hâlde zihinleri özgürleştirmek, ideolojik kölelikten kurtulmak, ayağa kalkmak gerekiyor…

Bu çelişkiyi aşmak, paradigmayı değiştirmeden mümkün değil… Bunun için de radikal bir “bilinç devrimine” ve entelektüel kopuşa ihtiyaç var…

“Batı Medeniyeti” de denilen kapitalist sömürü-yağma ve talan sisteminin eni-sonu beş yüz yıllık bir geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık ve uygarlıklar tarihinde küçük bir parantez ama bu kadarcık zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini riske atmış bulunuyor… İnsanlığın varlığı ve bekası o kısa parantezi kapatmaya bağlı…

Eğer bir sonraki gün bir öncekinden daha kötüyse, yaşam anlamını yitirmişse, insan-insan ilişkisinin yerini insan-meta ilişkisi almışsa ve dönemin sloganı da “tüketiyorum o hâlde varım”a indirgenmişse, insan bunun neresinde denmeyecek midir?

Yüzleşmek durumunda olduğumuz sorunlar (açlık-yoksulluk, sefalet vb.) yeteri kadar üretememekten değil, yanlış şeylerin yanlış ve çok üretilmesinden kaynaklanıyor… Nitekim, yüzlerce, binlerce, on binlerce zararlı, değilse gereksiz şey üretiliyor, satılıyor, tüketiliyor… Gerçek ihtiyaç olmayan onca lüzumsuz şey üretiliyor. Bu durum kapitalizm dâhilinde üretimin ihtiyaçlara yabancılaşmasının sonucudur… Bir tarafta milyonlarca, milyarlarca insan temel ihtiyaçları asgarî düzeyde bile karşılanamazken, bir sürü zararlı, gereksiz saçma şey üretilip-satılıyor…

Kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme, derinleşme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem. Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı, sonlu… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız üretim kaynakların sınırına dayanıyor… Bir şey üretmek, doğadan bir şeyler çekmek (azaltmak-eksiltmek) demektir. Fakat üretirken de tüketirken de kirletmek kaçınılmazdır… Şimdilerde mütevazı evler bile birer çöp fabrikasına dönüştü? Benim çocukluğumda çöp, atık diye bir şey yoktu… Gereksiz-yanlış-zararlı şeyler üretilip-tüketilmiyordu… Maalesef şimdilerde insanların tüketim tercihlerini ve alışkanlıklarını rezil reklamlar, moda ve marka belirliyor… Lânet olası reklamlar, moda ve marka saçmalığı dünyayı yok etmenin, kirletmenin bir aracına dönüşmüş bulunuyor… Küresel kapitalizm çağının “ortalama” insanı “tüketiyorum, kirletiyorum, yok ediyorum o hâlde varım” diyor…

Bu aracın bu rotada yol alması artık mümkün değil… Burjuva uygarlığı yolun sonuna geldi… Koşar adım uçuruma yaklaşırken imdat frenine basmakta gecikilirse, iş işten geçmiş olabilir…

Yaşanabilir bir dünya, bir toplumsal yaşam nasıl mı olabilir? İnsanın insanı sömürmediği, sosyal eşitliğin bir söylem değil bir gerçeklik olduğu, doğuştan ölüme insan yaşamının güvence altında olduğu, hiçbir zaman aç kalma kaygısı olmadan yaşandığı, sağlığa uygun gıdalarla beslendiği, temiz su içip temiz hava soluduğu, mütevazı bir konuta sahip olduğu, sağlıkla ilgili bir kaygının olmadığı, kirlenmemiş bir doğal çevrede yaşadığı, herkesin eğitim olanağına sahip olduğu, insanlar arasında ayrımcılığın ve rekabetin olmadığı, herkesin bir iş sahibi olduğu, yaptığı işten tatmin olduğu, ailesi ve dostlarıyla doğada gezinti yapabildiği, rahatlıkla politik, kültürel-estetik, bilimsel, sportif etkinlerine katılabildiği, toplu taşıma araçlarını kullanabildiği, doğaya özenle yaklaştığı, demokrasi pratiğinin sahte bir retorik değil, reel bir karşılığı olduğu, bir toplumda, bir dünyada insanca yaşamaya bir engel var mı?..

Fikret Başkaya’nın yeni kitabı üzerine: Kapitalizm emeği sömürüyor, yaşamı yok ediyor…

“Doğa ile hep savaş hâlindeyiz.
Eğer kazanırsak,
asıl o zaman kaybedeceğiz.”[1]

Yalana ne hacet, “eski”yi mumla arar olduk! Hani kapitalizmin yalnızca kârın, yani artı değerin azamileştirilmesi, bir başka deyişle işgücü sömürüsüyle, emperyalizmin ise salt metropollerden çeper ülkelere sermaye ihracı, çeper ülkelerden de metropollere kaynak transferiyle sınırlı olduğunu sandığımız günleri… Kapitalizm bir sömürü düzeniydi, metropollerde işçi sınıfının ve emekçilerin işgücünü, çeper ülkelerdeyse kaynakları sömürerek varlığını sürdürebilirdi.

Pek azımız, o günlerde kapitalist sömürünün aynı zamanda “Bios”un, yani yeryüzü yaşamının talanı olduğunu, bunun ise antikapitalist mücadelenin yalnızca emeğin sömürüsüne karşı değil, aynı zamanda yeryüzünde yaşamın sürebilmesi için bir mücadele anlamına geldiğinin ayırdındaydı.

Oysa Karl Marx, yüz yılı aşkın bir zaman önce işaret etmişti bu duruma… Uzunca bir alıntıyla aktarayım: “… ‘Doğa,’ demişti Karl Marx, ‘İnsanın inorganik bedenidir.’ ‘İnsan, doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında, işte bu nedenle, onunla etkileşimini sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalabilsin.’…

Karl Marx’ın çok önceleri belirttiği üzere; kapitalizm, doğası gereği karşı koyamadığı kâr ve varlık birikimi dürtüsünü, insan(lık) ve doğadan daha önemli sayar. Böylelikle de ‘İnsan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimi altüst eder’ken; ‘Toplumsal metabolizmanın, yani yaşamın doğa yasalarınca bizzat salık verilen metabolizmanın birbirine bağlı süreçlerinde onarılamaz bir uçurum’ yaratır.

Metabolik yarılma, bütünlüklü bir ekolojik sistemin metabolizmasındaki parçalanmayı ifade eder; kapitalizmin neden olduğu çevresel bozulmaya/ metamorfoza yol açar. Bir başka deyişle, kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser.

‘Biricik kurtuluş kaynağı doğaya dönüştür,’ vurgusuyla, ‘Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir,’[2] diyen Karl Marx’a göre, kapitalizmin gelişimiyle doğanın talan edilmesi ilerleyecek ve ‘Toplumsal ve doğal, toprağın doğal yasaları tarafından sınırlandırılmış metabolizmada devasız bir yarılma ortaya çıkacaktır; bunun sonucunda toprağın gücü tahrip edilecek ve ticaret yoluyla bu tahribat o ülkenin sınırlarının ötesine taşınacaktır.’

‘İnsanın doğadan ve kendinden her türlü öz-yabancılaşması, onun doğa, kendisi ve öteki insanlarla kurduğu ilişkide açığa çıkar.’ ‘İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.’ ‘İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür,’ notunu düşen Karl Marx, çözümün ‘komün mülkiyeti’nde[3] olduğu vurgusuyla ekler:

‘Komünizm insanla doğa arasındaki ve insanla insan arasındaki uyuşmazlığın/çelişkinin gerçek çözülüşüdür; var oluşla özün, nesneleşmeyle öz-olumlamanın (özneleşmenin), özgürlükle zorunluluğun, bireyle türün arasındaki çekişmenin doğru bir biçimde çözülüşüdür. Komünizm tarih bilmecesinin çözümüdür ve bu çözümün kendisi olduğunu bilir.’

‘İnsanın öz-yabancılaşmasının, özel mülkiyetin olumlu aşkınlığı/aşılması; böylece insanın özünün kendine ve kendisi için gerçek uygunluğu olarak komünizm… İnsanın sosyal bir varlık(insan) olarak kendine eksiksiz dönüşü olarak komünizm… (Bu dönüş bilinçli olarak ve kendinden önceki gelişmenin bütün zenginliğini kucaklar.) İşte bu komünizm tamamen gelişmiş natüralizm olarak hümanizme eşittir ve tamamen gelişmiş hümanizm olarak natüralizme eşittir/eşdeğerdir’…”

Ve…  “ ‘İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir’ (…) ‘Hele var oluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır.’ (…) ‘Su ve toprağın alınır, satılır bir mal hâlinde getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlâksızlıktan başka bir şey doğurmaz,’[4] der Friedrich Engels.”[5]

Kapitalizmin yalnızca insan emeği üzerinde değil, aynı zamanda onun kopartılamaz bir parçası olduğu doğa üzerinde de bir sömürü ve talan sistemi olduğu ve bu hâliyle yeryüzü yaşamını tehdit ettiği gerçeğini Marksist öğretinin kurucuları, daha dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devrimi öncesinin 1.1 santigrad derece üzerine çıkmamışken, deniz seviyesi 21-24 cm. yükselmemişken, yolcu güvercinleri, berberi aslanları,  Meksika boz ayıları, altın kurbağalar, Franklinia ağaçları, Fransisken manzanitaları, iri çiçekli Barbara düğmeleri…  henüz yeryüzünden silinip gitmemişken, yeryüzünün hâlâ yüzde 48’i ormanlarla kaplıyken (bugün bu oran: yüzde 38!) dile getirmişlerdi…

Çevresel bozulma (küresel ısınma, hava, su, toprak kirliliği, ormansızlaşma, biyolojik çeşitliliğin seyrelmesi…) Sanayi Devrimi’nden bu yana hızlandı, ivme her geçen gün daha artıyor… 19. yüzyıl “çevreciler”i (ve 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan çevre hareketlerinin büyük bölümü)  sorunu sanayi/teknoloji ile ilişkilendirme eğilimindeyken, Bios’un tahribatının kapitalizm ile ilişkilerini ilk ortaya koyan, Karl Marx olmuştur…

*   *   *

Fikret Başkaya, uzun süredir, kendi deyişiyle “kapitalizmden nasıl çıkılabilir, insan soyuna yaraşır, insanın insanla, doğayla, kadının erkekle uyumlu olduğu bir uygarlığa giden yol nasıl aralanabilir?” (ss.11-12) sorusunun yanıtını aradığını vurguluyor, Paradigmanın İflası, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş, Eko-sosyalist Paradigma, İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım, Çıkış Buradan gibi yapıtlarında… Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek,[6] bu “arayış”ın (şimdilik) son durağı.

Fikret Hoca, Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek başlıklı yapıtına, insanlık ve uygarlığın kritik bir eşiğe ulaşmış olduğu saptamasıyla başlıyor. Bilim insanlarının, yeryüzünün değişimlerinde insan faaliyetinin başat olduğu ve bu değişimlerin geri dönüşsüz bir noktaya ulaştığı görüşünden hareketle,  Antroposen (anthropocene) adını vermekte neredeyse ittifaka vardığı jeolojik “çağ”a derin bir uygarlık krizinin damga vurduğu saptamasıyla, bu “kriz”i anla(mlandır)ma çabasına girişiyor.

Ekonomik, siyasal, toplumsal ve ekolojik boyutlarıyla mevcut hâlin bir “uygarlık krizi”ne dönüştüğünü söyleyen Başkaya için krizin yerkürede canlı yaşamını tehdit eden ekolojik boyutu teknolojik ilerlemeden değil, kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanıyor. Batılı bilim çevreleri tarafından “rasyonel”, “ilerlemeci”, “zenginleştirici” bir “bolluk-bereket rejimi olarak sunulan kapitalizm, doğası gereği irrasyoneldir. Temel güdüsü “ihtiyaçların karşılanması” “refah yaratmak”, “insani gelişim” vb. değil, “kârın azamîleştirilmesi” olduğu içindir ki, üretim ile gereksinimler arasındaki bağ, kopmuş durumdadır. Kapitalist, kapitalist olarak varlığını sürdürebilmek için, sürekli olarak ve daha fazla üretmek, piyasaya sürekli olarak yeni ürünler sürmek zorundadır. “(…) Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlıdır – sonludur. Bir zaman geliyor -şimdilerde olduğu gibi- sınırsız büyüme kaynakların sınırına dayanıyor. Bu niteliğinden dolayı da etik kaygılara yabancılaşmış bir sistemdir. Oysa etik, sınır demektir.” (s.16) “Kapitalist ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir, dolayısıyla onun kişisel iradesinin bir değeri yoktur. Hiçbir zaman burada durayım, bana bu kadarı yeter, diyemez. Esasen kapitalistler sermayenin insan suretindeki tezahürüdür!” (s.17)

Bu “sınır tanımazlığı”dır ki kapitalist sistemi, yalnızca (artı-değere el koymak yoluyla) işçileri/ emekçileri sömüren[7] bir sistem kılmakla kalmaz, aynı zamanda onun (doğa üzerindeki) sonsuz talanının önünü açar. Sınırsız üretim, yeryüzünün sınırlı kaynaklarının yağması anlamına gelir; hem maden, toprak, ağaç, canlı türleri, temiz su vb.nin tüketilmesi bakımından hem de üretim ve tüketim evrelerinde oluşan atıkların (sera gazı dahil) doğaya salınarak geri dönüşsüz bir kirliliğe yol açması bakımından. “Büyüme” güdüsü, “yokoluş”a çağrı çıkartmaktadır. Kapitalist “büyüme”nin motoru savaşlar, bunun en önemli göstergesi… (ss.22-23)

Fikret Başkaya, kapitalist sistemin kendi yarattığı sorunları çözme kapasitesinden yoksun olduğunu, mevcut sömürü ve talan düzeninin kendisini onaramayacağını, yeryüzünde yaşamın sürdürülebilmesinin ancak, özelliklerini kitabının sonunda açımlayacağı yeni bir sistemin kurulmasıyla mümkün olabileceği kanısında. Bir başka deyişle, “Bu durumdan çıkmak, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak, ancak yeni bir uygarlık paradigmasını ete-kemiğe büründürmekle mümkün olabilir; tabii geç kalmamak kaydıyla… Aksi hâlde geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir.” (s.25)

Ancak bu, “insan’a, toplum’a, doğa’ya, ekonomiye, politikaya, bilgi edinme tarzımıza, teknik bilime ve teknolojiye dair yeni bir bakış ve anlayış” gerektirmektedir (s.25). Yeni bir paradigma…

“Yeni” bir paradigmayı formüle edebilmek için Başkaya, kapitalist paradigmayı eleştirmek/ yapıbozumuna uğratmak gereğini vurguluyor. Her vaadinin yeryüzüne ve insanlara daha fazla sömürü, daha fazla yoksullaşma, daha fazla acı, daha fazla ölüm getireceğini gözler önüne sermek. Bunun için de öncelikle başta üniversiteler olmak üzere sistemin “bilim” kurumları ve bilim insanlarıyla hesaplaşmaya girer. (ss.25-28) Onların “Avrupa-merkezci” mantıklarını teşhir eder (ss.28-54). Avrupa/Batı-merkezci bilim, kapitalist Batı’yı dünyanın geri kalanına örnek, “en ileri”, “en demokratik”, “en müreffeh” coğrafyası, tüm kalkınma/gelişme çabalarının hedef alması gereken bir “model” bir “çağdaş uygarlık zirvesi” olarak sunmaktadır.

Başkaya’nın önerdiği ikinci adım, “teknoloji fetişizminden çıkmak”tır (ss.55-82). Bu başlık altında “teknolojinin “tarafsız olduğu” söylemiyle hesaplaşır öncelikle: “(…) Modern teknolojiler oldum olası toplumsal eşitsizlikleri, sömürüyü, mülksüzleşmeyi ve doğa tahribatını derinleştirdi. İşçinin üzerindeki baskı arttı, üretim sürecine sokulan her yeni teknoloji proleterleşmeyi büyüttü, insanları yaşam için vazgeçilmez olan üretim araçlarından mahrum etti. Bu durumun sonucu olarak, her ileri aşamada yoksulluk, sefalet ve toplumsal kutuplaşma derinleşti.” (s.58) Modern çağda teknoloji, kapitalist sistemin hizmetindedir, amacı insanların yaşamını kolaylaştırmak, yaşam süresini uzatmak, açlığın, kıtlığın önüne geçmek vb. değil, kapitalist kâr(lılığ)ı arttırmaktır. Başkaya bu bölümde “ileri” teknolojilerin yeryüzündeki gelir uçurumunu derinleştirme yönündeki etkilerini de -çarpıcı örneklerle-  gözler önüne serer: “Teknoloji devi şirketlerin sahipleri eşi görülmemiş servetlere sahip oldular. Bu servetler her dakika artarak büyüyor. Tesla ve SpaceX’in CEO’su Elon Musk  saatte 684 bin dolar kazanıyor. Google kurucularından Larry Page, her saat 924 bin doları servetine ekliyor. Sosyal medya devi Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg her saatte 1.7 milyon dolar kazanıyor…” (s.70)   Bu teknolojilerin (çevresel zararları bir yana[8] insan zihnini biçimlendirme ve küresel ölçekte tekil bir kültürü oluşturarak kültürel çeşitliliği yok etme yönündeki etkinlikleri de cabası.

Kapitalist paradigmanın yapıbozumunda “teknoloji eleştirisi” kaçınılmaz olarak, sisteme içkin “kalkınma/büyüme” takıntısının eleştirisine yol açacaktır. Başkaya’nın “ ‘İlerlemecilik’ ve ‘Ekonomik Büyüme’ Saplantısı” (ss.83-105) başlıklı bölümde giriştiği, tam da bu. Kapitalizmin ideologlarının ışıltılı “İlerleme”, “büyüme”, “zenginleşme” vaatlerini deşifre ederken, sorar: “(…) ilerleme, modernleşme, muasır medeniyet seviyesini yakalama, kalkınma söyleminin derin çekirdeğini ekonomik büyüme oluşturuyor. Bir ülkenin kalkınması, ilerlemesi, modernleşmesi için ekonomik büyümenin vaz geçilmezliğinden şüphe edilmiyor. Büyüyor, ilerliyor, modernleşiyor, o hâlde kalkınıyor, velhasıl işler yolunda şeklinde genel geçer bir anlayış hâkim. (…) Eğer öyleyse neden onca büyümeden sonra işsizlik oranları dünyanın her yerinde artmaya devam ediyor? Eğer ekonomik büyüme yoksulluğun panzehiriyse, onca ‘zenginleşmeye’ rağmen neden yoksulluk ve sefalet çığ gibi büyüyor? Ekonomik büyüme eşittir kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Ekonomik büyüme birilerini (küresel oligarşi) hızla zenginleştirir, başkalarını da (çoğunluk) hızla yoksullaştırırken, neden doğal çevre tahribatı da büyüyor?” (ss.94-95)

Ve de: “Kapitalizm dâhilinde ‘bilimsel ve teknik ilerleme’ (teknik-bilim) kapitalistlerin daha çok üretmesinin, daha çok kâr etmelerinin hizmetindedir. Üretimin, ekonomik büyüme denilenin -ki biz Marx’ın öğrencileri ona sermaye birikimi diyoruz- yegâne amacı kâr ise, her üretim artışı otomatik olarak toplumsal refah artışı demeye gelir miydi? Yegâne amacı ve varlık nedeni dar bir kapitalist sınıfı zenginleştirmek, onun egemenliğini güçlendirmek olan bir ‘teknik-bilim’ insanlığın yüz yüze geldiği hangi sorunun çözümü olabilir?” (s.88)

Bu soruların yanıtı açıktır: “Kapitalizm büyüme ve zenginlik üretiyor, ama onun sonucunda sorunların çözülmesi gerekmiyor. Zira orada söz konusu olan, sermayenin büyümesidir. Başka türlü ifade edersek, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir ki, her ileri aşamada sosyal ve ekolojik kötülüklerin de büyümesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır.” (s.96)

Başkaya buraya dek, bizlere önümüze sürülen ışıltılı reklamlara, parlak vaatlere farklı bir gözlükle bakmamızı önermekte: Kapitalist sistemin, yoksulluğu ortadan kaldıracağı, insanlığı refaha eriştireceği, teknolojik gelişmelerin yaşamlarımızı kolaylaştırmaya yönelik olduğu, uzayı fethe çıktığımız vb. söylemler, sistemin temel (ve yegâne) mantığının kapitalistin kârının maksimizasyonu olduğunu perdelemeye yönelik yalanlardır. Bu nedenle, kişi sürekli olarak “Kimin için ilerleme? Kimin için refah? Kimin için kolaylaştırma?” vb. sorularını sormak ve yanıtlarını aramak durumundadır…

Fikret Hoca, bu kapitalist paradigmanın bu “yapıbozumu”nun ardından doğayla barışık, yaşam yanlısı, eşitlikçi ve özgürleştirici “yeni” bir paradigmaya dair ipuçları vermeye girişiyor.

“İnsanın İnsanla, Toplumun Doğayla, Kadının Erkekle Uyumlu (Barışık) Olduğu Bir Dünya Mümkün” başlığı altında (ss.123-143) böyle bir dünyanın ancak kapitalizmden kopmakla mümkün olduğu görüşünü işliyor. Bu değişimin öznesinin işçi sınıfı olduğunu vurgulayıp, ancak bunun bir başına yeterli olmadığını (işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadele yetisi neoliberalizmin dayatmaları neticesinde aşınmıştır. (s.124) anti-kapitalist nitelikli kadın ve çevre hareketleriyle ortak eylemi gerektirdiğini vurguluyor.

Başkaya için yeni bir dünyanın inşası, kimi “eski alışkanlıklar”ı değiştirmeyi, kapitalizmin pompaladığı tüketim kalıplarından vaz geçmeyi de gerektiriyor: “Uygarlık paradigmasını değiştirmek, yeni bir uygarlığa giden yolu aralamak, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı fazla geç kalmadan ve radikal olarak değiştirebilmeye bağlı.” (s.129)

Peki nasıl olacak bu “radikal değişiklik”? “Bu amaçla da iddialı bir kamu hizmetleri programını hayata geçirmek, yenilenebilir enerji kapasitesini büyütmek, konutları yalıtmak (daha az enerjiyle ısınır hâle getirmek), ekosistemi korumak, sosyal ve ekolojik amaçlara hizmet eden teknolojilere odaklanmak, kolektif projelere halkın katılımını sağlamak, kamu ulaşımını öncelemek gerekiyor. Bunları gerçekleştirmek hem ekolojik hem de sosyal hedeflere ulaşmayı kolaylaştırabilir, işsizliği de sorun olmaktan çıkarabilir – tabii ekonomik güvensizliği de.” (s.130)

Bu hedeflere ulaşmak için atılabilecek kimi somut adımları da Başkaya şöyle açımlıyor: Büyük şirketlerin sosyalleştirilmesi ve işçilerin denetiminde demokratik yönetime kavuşturulması, fosil yakıt tüketiminin azaltılması, özel kullanım amaçlı otomobil üretiminin ve hava ulaşımının sınırlandırılması, çok katlı bina yapımının durdurulması,  et üretiminin agro- endüstri şirketlerinin elinden alınması, silah ve uyuşturucu üretiminin yasaklanması, reklamların kamusal alandan kovulması, tüketim mallarının uzun ömürlü olarak tasarlanması…

Böylesi bir uygarlığın hayata geçmesi, bir yandan bir avuç para babasının elinde yeryüzü halklarının tüm varlığından büyük servetlerin toplanmasının önüne geçecek, bir yandan insan ile doğanın barışık bir yaşam sürmesine yol verecek, bir yandan da eşitlikçi bir yaşamın önünü açacaktır…

*   *   *

Freni patlamış kapitalist sistemin doğayı ve (onun kopartılmaz bir parçası olan) insanlığı sürüklemekte olduğu kıyamet eşiğinde, Fikret Hoca, haklı: yeni bir uygarlık anlayışına, yeni bir yaşam tarzına ve onu biçimlendirecek “yeni bir paradigma”ya ihtiyaç, çok acil, çok yakıcı. Yeryüzü yaşamı konusunda kaygılanan herkes okumalı Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek’i… Buna şek ve şüphe yok.

Belki de yapıtın tek tartışmaya açık yönü: Başkaya’nın formüle ettiği alternatif paradigmanın ne kadar “yeni” olduğu. Yazının başında da vurgulamaya çalıştığım gibi, yeryüzü ve insanlığın mevcut sistem içerisinde yöneldiği yıkımı Marx (ve Engels) yıllar öncesinde, daha “ekoloji” sözcüğü yalnızca birkaç bilim insanının kavram dağarcığındayken sezinlemiş, bu konuda uyarılarda bulunmuş, komünizmi insanın insana kulluktan, sömürü boyunduruğundan kurtuluşunun olduğu kadar doğanın ve yeryüzü yaşamının da sürdürülebilmesinin tek yolu olduğuna işaret etmişlerdi. Marx’ın şu sözleri, onun emek ile doğa arasındaki ilişkinin kapitalist sistem tarafından nasıl tersyüz edildiğinin ve bunun emeğin sömürüsünde (dolayısıyla da toplumsal eşitsizliklerde) nasıl işlevselleştiğinin ne ölçüde bilincinde olduğunu gösterir:

“Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, tıpkı, bir doğa gücünün, insan emek-gücünün deyimlenmesinden başka bir şey olmayan emek gibi kullanım-değerlerinin (ve kuşkusuz maddi zenginlik de bu değerlerden meydana gelir!) kaynağıdır. Bu tümce, çocukların tüm okuma kitaplarında vardır ve emeğin ilgili nesnelerle ve araçlarla işlev gördüğünü kastetmesi ölçüsünde doğrudur. Ama bir sosyalist program, onlara anlam verebilecek koşulları sessizce geçiştiren bu tür burjuva tümcelerine yer veremez. Ve insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olan doğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir ki, onun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yanlış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pekiyi temellere sahiptir; çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi hâline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.”[9]

Kendilerinden sonra gelenlerin Marksizm’in bu vurgusunu göz ardı etmiş olmaları, onun kurucularının hakkını vermeye engel olmamalı, diye düşünüyorum.

Bu, “post-“ söylemlerinin ortalığı kasıp kavurduğu bir yolunu yitirmişlik çağında, “yeni/neo-” takısının aldatıcı pırıltısından ağzı yanmış bir “dinozor”un “yoğurdu üfleyerek yeme” uyarısı sadece…

7 Mayıs 2024 15:50:17, İstanbul.

N O T L A R

[1] Hubert Reeves.

[2] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.480-482.

[3] Karl Marx, Formen-Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997, s.20-21.

[4] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.

[5] Temel Demirer, “Kapitalist Ekolojik Yıkımın Panzehiri Marksizm”, Rojnameya Newroz, 01.05.2024, https://rojnameyanewroz3.com/kapitalist-ekolojik-yikimin-panzehiri-marksizm/

[6] Fikret Başkaya, Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek, Yordam Kitap, 2024.

[7] “Oxfam’ın son raporu (Ocak 2024), en zengin yüzde 1’lik kesim iki yılda dünyanın geri kalanının toplamından neredeyse iki kat daha fazla servete sahip!” (s.19)

[8] “Google veri merkezlerinin soğutulması için günde 4 milyon litre su kullanılıyor. Merkezlerin sürekli genişletilmesi zorunlu. Projeler tamamlandığında, kullanılan günlük su miktarının 16 milyon litreye çıkacağı hesaplanıyor.” (ss.69-70)

[9] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s.14.

Yeni Kaledonya sadece bir toprak parçasından ibaret değil

Eğer mayıs başlarında meydana gelen ve hâlen devam etmekte olan isyan olmasa idi Fransa ile ilgisi ve/veya ilişkisi olanlar dışında kimsenin bu küçük ülkenin varlığından bile haberi olmayacaktı. Öyle ya Güney Pasifik’te yer alan, kendisine en yakın kara parçası olan Avustralya’ya 1200 km uzaklıktaki 18.000 km2 toprağı ile yaklaşık bir Kayseri, yaklaşık 300 bin nüfusu ile yaklaşık bir Yalova olan bu toprak parçası kimin umurunda olabilirdi ki?

Ne var ki işin boyutları hayli farklı. Neden mi? Her şeyden önce bir takımada ülkesi burası. Adaların çevresi ise hayli uzun. Bu nedenle Almanya’nın üç katı kadar bir deniz alanına sahip bu küçük ülke. Kontrol yetkisine sahip olduğu deniz alanında ise oldukça zengin maden yatakları bulunduğu tahmin edilmekte. Öte yandan Pasifik’teki ABD-Çin rekabetinin kızışmış olması da bu küçük ada ülkesinin öneminin artmasına neden olmuştu son yıllarda.

Ülke dediğime bakmayın, bağımsız bir yer değil burası Fransa egemenliğinde 1853 yılından beri.

1946 yılına kadar Fransa için “sömürge” bölgesi idi burası. Bu tarihte yapılan statü değişikliği ile “Denizaşırı Fransa Toprağı” (TOM: Territoire d’outre mer) olarak kabul edildi Fransa tarafından. 2003 yılında ise Fransa’ya bağlı Kendine Özgü Bölge (Sui Generis) statüsünü aldı. Hayli ilginç bir statü bu. Fransa toprağı olarak kabul ediliyor. Fransa vatandaşlarının haklarına sahip olması gerekir burada yaşayanların. Peki bu hakka sahip mi burada yaşayan insanlar? Hem evet hem hayır. Oy kullanırlarken Fransa vatandaşıdırlar. Ancak Paris’te bir milletvekilleri yoktur örneğin. Fransa’ya vergi öderler, Fransa ordusunda askerlik yaparlar ama AB vatandaşlarının haklarına sahip değildirler. Fransa toprağı kabul edilir burası ama AB toprağı kabul edilmez. Neden? Bilinmez. Tabii Paris’ten yönetilirler, kendilerini ilgilendiren tüm önemli kararlar Paris’te alınır.

İşte böyle bir statüye sahip Yeni Kaledonya. Biraz zorlama ile “Yaşar Yaşamaz” durumu var diyebiliriz.

Ülke nüfusunun yarıya yakını Fransız asıllı. Buraya neden geldiklerinin de ilginç bir öyküsü var.

1871’de başlıyor bu öykü. Paris Komünü iktidarı sona erince burayı bir açık hava hapishanesi olarak kullandı Fransa burjuvazisi. Yaklaşık 10 bin komünar buraya sürüldü. Daha sonra da muhalifler için sürgün yeri olarak kullanıldı burası. Fransa’nın izlemekte olduğu politikaları eleştirenler soluğu burada almakta idiler. Nerede ise bir asır devam etti bu uygulama. Kimi zaman çıkarılan aflarla geri dönüş olanağı sağlanmış olsa da başta maddî zorluklar olmak üzere pek çok neden, gidenlerin dönmesini engelledi. Günümüzde burada yaşamakta olan 100 binden fazla Fransız başta komünarlar olmak üzere Fransa burjuvazisine, onların sömürge politikalarına muhalefet etmiş olan insanların torunlarıdır ağırlıklı olarak (Bunlara Caldoches denilmekte). Son yıllarda bir de Fransa’dan gönüllü olarak gelip yerleşenler oldu. Metropolitains adı verilen bu göçmen grubuna bir de kamu görevi yapmak için gelen Fransızlar eklenince ülke nüfusunun nerede ise yarısı Fransızlardan oluştu. Cezayir’de Fransız sömürgeciliği karşıtı 1871’de başlatıp 1884’e kadar aralıklı olarak devam eden ayaklanmada Fransa’nın eline geçen isyancılar da buraya sürüldüler. Bu suretle bir de Cezayir asıllı insan topluluğu oluştu burada. Bu insanlar hâlâ Fransa’dan nefret etmekte, Cezayir’e sempati beslemekte ve yerel halkla dayanışma içinde olmayı görev kabul etmekteler.

Fransa burayı bir açık hava cezaevi olarak kullandığı yıllardan itibaren bölgenin demografik yapısını değiştirme politikasını da izledi. Kanaklar adı ile bilinen yerel halkın nüfus ağırlığını ortadan kaldırmak için pek çok projeyi hayata geçirdi. Tahmin edilebileceği gibi göçe zorlama politikaları idi izlenen. Göçe zorlanan Kanaklar, Güneydoğu Asya’nın veya Okyanusya’nın değişik bölgelerini yurt edindiler kendilerine. İnsanları göçe zorlayarak adeta bir soykırım suçu işledi burada Fransa. Bu politikaların sonucu olarak buranın gerçek sahipleri olan Kanaklar nüfusun ancak %40’ını oluşturmaktalar bugün.

Dünyanın büyük bir kısmı Mayıs 2024’te duydu buradaki mücadeleyi. Oysa 1980’li yıllardan bu yana süregelen bir kavga var burada.

Kanak Sosyalist Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğinde sürmekte bu mücadele. 1980’li yıllardan beri süregelen bir mücadele olmasına karşın dikkatlerden kaçmış maalesef. Oysa gerek silahlı mücadele gerekse açık platformlarda sürdürülen bir mücadele var. Umarım bunsan sonra daha fazla ilgi çeker burada yaşananlar.

KSUKC, adından da anlaşılabileceği gibi “Ulusal Kurtuluş” mücadelesi veren bir örgüt. Tarihsel olarak kendi halklarına ait olan toprak parçasını kendileri yönetmek istiyorlar. Dolayısı ile bağımsızlık mücadelesi vermekteler.

Haksız olabilirler mi?

Elbette HAYIR.

Üstelik haklılıklarını perçinleyen siyasi nedenlerin yanında ekonomik nedenler de var buyurun:

Tam 15 milyar USD bu ülkenin GSYH tutarı. Basit bir bölme işlemi ile kişi başına düşen gelirin 50 bin USD olduğu görülmekte. Türkiye’de kişi başına düşen gelirin tam beş katı.

Refah toplumu olması gerek. Ancak değil. Gelir dağılımı son derece bozuk. yerel halk sefalet içinde. Fransızlar görece rahat. Fransa’nın politikalarını uygulamakla görevli olan bürokratlar ve elbette Fransa işbirlikçileri ise refahı yaşamaktalar.

Bu kadar da değil.

Yaklaşık yılda 10 milyar USD kâr transferi yapılıyor Fransa’ya. Bölgeye 17 bin km uzaklıkta olan Paris’e her yıl transfer edilen 10 milyar USD.

İsyan etmez mi insan?

Bu arada hemen belirteyim ülkenin bağımsızlığı için tam üç referandum yapıldı son otuz yıl zarfında. Hepsinde kaybetti bağımsızlık yanlıları. Demografik yapıdaki değişimin doğal sonucu. Ancak 2021 yılında yapılan referandum hayli ilginç bir sonuç yarattı:

%96,5 HAYIR. Şaşırtıcı mı? Bence değil.

Nedenine gelince, kovid pandemisi şartlarında yapıldı bu referandum.

KSUKC ertelenmesini istedi oy kullanma işleminin. Fransa kabul etmedi. Bunun üzerine boykot çağrısı yapıldı. Çağrı karşılık buldu. Katılım %40 oranında gerçekleşti bu referanduma. Anlaşılabileceği gibi referanduma katılan %40’ın %96,5’lik kısmı bağımsızlık karşıtı olan. Kimler olabileceğini tahmin etmek güç değil sanırım.

Konu uluslararası yargıya taşındı. Referandum iptal edilebilir. Bu nedenle önlem aldı Fransa.

Bir yasa tasarısı oylandı mecliste. “On yıl ve daha uzun süre Yeni Kaledonya’da yaşamış olan yabancılar oy kullanabilecek” bu tasarıya göre. Mecliste kabul edildi tasarı, sıra senatoda. Orada da kabul edilecek büyük olasılık.

Liberaller ve onlarla işbirliği halindeki faşistler (ve ırkçılar) destekliyorlar taslağı. Üstelik sosyalistler de bu kirli ittifaka destek vermekteler. Komünistler çekimser. Tek muhalefet “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinden. “Bu bir sömürgecilik olayıdır.”

Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin bu cesur çıkışı yeterli olabilir mi tasarının reddine? Sanmıyorum. Tasarı yasallaşacak büyük olasılıkla.

Ne var bunda, son derece demokratik bir uygulama değil mi, diye sorabilir insanlar. Görünüşte öyle. Lakin Fransa insan gönderdi oraya yıllardan beri. Yerel haklı da göçe zorladı. Yukarıda da belirttim adeta bir soykırım yaşandı burada. Bunun sonucunda demografik yapı değişti büyük ölçüde.

Tasarı yasallaşırsa eğer, Kanak halkının barışçıl bir biçimde bağımsızlık kazanması için mucize gerekli olacak. Mayıs başında ortaya çıkan isyanın nedeni bu.

Küçük bir ülke için önemli sayılabilecek sayıda insan öldü mayıs ayı zarfında. Tahrip edilen kamu binaları var. Yollarda barikatlar ve daha bir sürü şey. Düşük yoğunluklu bir savaş yaşanıyor adeta. Kısa sürede bitecek gibi görülmüyor.

Fransa adadaki asker sayısını iki kat arttırdığı gibi beş yüz kişilik takviye yaptı buradaki polis gücüne. Macron bir günlüğüne de olsa durumu yerinde değerlendirmek için 17 bin kilometre uçtu. Fransa’nın niyeti açık. Buradan çekilmeyecek.

Peki neden? Sadece prestij değil söz konusu olan başka nedenler de var.

Öncelikle bu küçük adalar ülkesinin Uzak Doğu’ya giden deniz yollarına egemen bir konumda olması önemli. ABD ve AB, bölgedeki denizyollarının egemenliğini ellerinde bulundurdukları sürece Çin’e karşı üstünlük kuracaklarını düşünüyor ve bu ada devletini stratejik bir alan olarak görüyorlar.

İkinci olarak Yeni Kaledonya topraklarında ve deniz sahasında bulunan (veya bulunduğu düşünülen) madenler.

Nikel bunların içinde baş sırada. Dünya nikel rezervinin %10’u burada. Hâliyle önemli bir nikel üreticisi bu ülke. Nikel ise yenilenebilir temiz enerji üretiminde hayatî bir role sahip. Özellikle elektrikli otomobil üretimi için çok önemli. Bu araçların kalbi sayılabilecek bataryaların ana maddesi nikel.

Hâlen yılda 50 bin ton olan dünya tüketiminin önümüzdeki beş yıl içerisinde 250 bir tona çıkacağı düşünülüyor.

Biraz fantezi yapacak olursak Citroen, Renault, Peugot, BMW, Opel ya da Mercedes veya Volkswagenlerin yollarda yürümesi nikele bağımlı olacak yakın gelecekte.

İşin bir başka yanı daha var.

Dünyanın en önemli nikel rezervleri Rusya, Endonezya, Yeni Kaledonya, Küba ve Çin’de.

Rusya ve Çin’in ABD ve AB ile ilişkileri meydanda. Küba’nın durumu da belli.

Geçen yıl Endonezya ile Çin arasında yapılan işbirliği anlaşması sonucu Çin bu ülkenin nikel rezervlerini işleme hakkını elde etti. Büyük bir yatırım planlanmakta burada.

Geriye sadece Yeni Kaledonya kalıyor. Eldeki son kale adeta. O da giderse AB otomotiv endüstrisi Rusya-Çin ekseninde oluşan ittifaka ya da sosyalist Küba’ya bağımlı hâle gelecek.

Dolayısı ile sorun otomotiv endüstrisinin bekası ile doğrudan ilgili.

Geçtiğimiz yıl Nijer’de gerçekleşen siyasal değişim sonrası Fransa buradaki kontrolünü tamamen yitirmiş ve tüm askerini ülkeden çekmek zorunda kalmıştı.

Bu sadece Fransa için değil tüm AB için önemli bir gelişme idi. Nijer AB’nin en büyük uranyum tedarikçisi idi. Fransa’nın bu ülkedeki kontrolü sayesinde ucuza temin etmekte idi uranyumu. AB ülkeleri elektrik enerjilerinin yaklaşık %25’ini nükleer reaktörlerden elde ediyorlar. Paris’teki Trocadero meydanı ya da Berlin’deki Unter den Linden bulvarı daha pahalıya aydınlanıyor geçen yıldan beri. AB için daha da kötü olanı Nijer yönetiminin Rusya ile yaptığı işbirliği anlaşmaları. AB Ukrayna savaşında Rusya’ya yönelik politikalarını değiştirmediği takdirde daha da pahalıya aydınlanacak buralar.

Yeni Kaledonya’da kontrolün yitirilmemesi ikinci büyük darbe olacak AB’ye. Bu nedenle Fransa çekilmeme kararında. Yerel halkın kararlı mücadelesine ne kadar dayanabileceği ise belirsiz şimdilik.

Bu arada Fransa Azerbaycan’ı suçladı Yeni Kaledonya’daki gelişmeler ile ilgili olarak. Azerbaycan’ın Fransa’ya yönelik olumsuz bir politikası var. Fransa’nın Ermenistan üzerinden Kafkasya’da yayılma arzusuna yönelik tepkinin bir ürünü bu durum. Dolayısı ile destekliyor Yeni Kaledonya isyanını. Ancak gücü ve etki alanı hayli sınırlı Azerbaycan’ın. Bu nedenle desteği sadece moral düzeyde kalmaya mahkûm, ötesine geçmesi olası değil.

Aslolan Yeni Kaledonya halkının bağımsızlık kavgası. Onurlu bir kavga bu.

Bu kavga yerel halkın zaferi ile sonuçlandığında ABD destekli AB emperyalizmi büyük bir darbe alacak.

Nokta.

Kapitalist kalkınma ve yerel yönetimlerde göç stratejisi – Ercüment Akdeniz

Küresel göç ivme artırarak büyümeye devam ediyor. NATO’nun 2030 Soğuk Savaş konseptine bakıldığında dünyayı Pasifik’te yeni bir emperyalist kapışma bekliyor. Gazze işgali ve soykırım girişimi üzerinden devam eden Ortadoğu’daki gerilim ise bölgesel bir savaşın habercisi gibi. Bu nedenle belki de göç hareketlerine dair gördüğümüz şey buz dağının sadece görünen yüzüdür. Aynı zamanda bir savaş ve barbarlık düzeni olan emperyalizm göçün ana kaynağıdır.

İklim değişikliği, kuraklık, su kaynaklarının kuruması, deprem, sel ve afetler, kapitalizm eliyle daha da ağır felaketlere dönüştüğü için yerinden olan/edilen toplumların sayısı savaşlar dışında da artmaya devam ediyor. Kapitalizme içkin olan gelir dağılımındaki adaletsizlik ve giderek derinleşen sınıfsal uçurum toplumları yerinden etmenin bir başka biçimidir. Kapitalist sömürü düzeni emekçi yoksul sınıfları sadece yerinden etmekle yetinmez, “artı değer-kâr-meta” üçgeninde göçmenleri sermayenin yeni yedek orduları olarak işgücü piyasasına sürer. Daha ucuz ve güvencesiz emekçiler olarak göçmen işçiler kapitalist kalkınmanın katma değer gücü olarak sömürü çarkına çekilirler.

G20 zirveleri son yıllarda göç gündemini daha çok gündemine alır oldu. Buradaki temel stratejilerinden biri de göç hareketlerinin “küresel kalkınma” için nasıl kullanılacağı. Öyle ki, G20 çatısı altında en zenginler zirvesi olarak B20 buluşması sömürü tekniklerini belirler ve dünya işçi sendikalarını bünyesine çekerek bürokratik sendikacılığı suç ortaklığına dâhil eder. Yayınlanan L20 (Labour 20) bildirgeleri adeta birer utanç vesikasıdır. Son olarak Hindistan’da toplanan L20 de geleneği bozmadı ve dünya kapitalistlerine akıl vererek göçmenleri “küresel büyüme” için bir fırsat olarak önerdi. Yıkıma uğramış, yerinden yurdundan edilmiş göç insanlarının tabiri caizse “canından, kanından, emeğinden” faydalanan, “kalkınma” adı altında göçmenleri vahşi sömürü mekanizmasının içine çeken yolun taşları böylece döşenmiş oldu.

YEREL YÖNETİMLERE DE GÖREV VERİLDİ

Kapitalist/emperyalist düzen göç stratejilerinde sadece devletlerin merkezî yapılarını kullanmakla yetinmedi. Yıllar içinde belediyeler ve en genel tabirle yerel yönetimleri de bu stratejiye göre dizayn etti.

Günümüz dünyasının yerel yönetimler yapılanmasında en üst ve en geniş örgütü UCLG yani Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilâtı oluşturuyor. UCLG, yerküre üzerindeki 192 ülkenin 140’ını içine alan, yaklaşık 5 milyar insanın yaşadığı kentleri ve bu kentlerin yerel yönetimlerini bünyesinde tutan devasa bir organizasyon. UCLG tıpkı ahtapotun kolları gibi bir yandan bölgesel organizasyonları, diğer yandan ülkelerin belediye birliklerini denetim altında tutuyor. Türkiye özelinde TBB (Türkiye Belediyeler Birliği), MBB (Marmara Belediyeler Birliği), ÇBB (Çukurova Belediyeler Birliği) gibi yapılar da zincirleme olarak UCLG merkezine bağlanıyor.

En rafine hâliyle G20 zirvelerinde belirlenen kapitalist göç stratejilerini kent özeline, yerele indirmek için bu kez UCLG devreye giriyor. Fonlama sistemi ve projelerle desteklenen planlamalar esas olarak dünya göç yükünün az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin üzerine yıkılmasını hedefliyor. AB-Türkiye arasında imzalanan ve Türkiye’yi bir “göçmen deposu ülke” hâline getiren Geri Kabul Anlaşması emperyalist merkezler için gerekli ama yeterli değil. Zira bu anlaşmalara mukabil kapitalist göç yönetiminin her bir devletten her bir kente indirildiği daha ince bir plan UCLG eliyle belediyelere yükleniyor. Böylece merkez kapitalist devletler işi sağlama almak üzere kentlerin kaderine ve geleceğine de ipotek koymuş oluyorlar. Nasıl ki devletler birbirine “al parayı tut mülteciyi” diyorsa, UCLG de yoksul ülkelerin belediyeleriyle aynı pazarlık masasını kuruyor.

DÖRT LANETLİ KAVRAM

UCLG fonlar ve projeler üzerinden anlaşmaya oturduğu yerel yönetimlere izlemeleri gereken bir yol haritası çiziyor. Aksi hâlde fonlardan “yararlanmak” mümkün değil. Milyarlarca doların döndüğü UCLG göç borsası yeni bir rant alanı oluşturduğu için bürokratik ve pragmatist burjuva yerel yöneticiler çok kısa zamanda iş birliğine hazır hâle geliyorlar.  Çoğu zaman şerhsiz ve itirazsız. Fonlar ve kaynaklar, projelerin nasıl ve kimler için uygulanacağı da halk denetimi dışında kalıyor. Böylece kentin yoksul emekçi sınıfları ve mülteci toplumları çok kısa sürede özne olmaktan çıkıp, soslu projelerin istatistik nesneleri hâline dönüşüveriyorlar.

Merkez kapitalist devletler UCLG eliyle göç stratejisini yerele indirirken, mülteci toplumlar ve kent yoksulları için son derece tehlikeli olan dört kavram üzerinde duruyorlar.

1- YÖNETİŞİM: Burada paydaşlar iş dünyası (patron örgütleri), sendikalar, STK’lar, kimi yerde vakıf ve dernekler üzerinden tarikat ve cemaatler, üniversiteler, belediye başkanları, valilik ve kaymakamlıklar vb. şeklinde ifade ediliyor. Herkesin, her kesimin olduğu yerel yapılar “demokrasi arenası” diye sunuluyor. Kent Konseyleri ve bunlara bağlı Göç Meclisleri de yönetişim başarısı olarak pazarlanıyor. Oysa yönetişim mantığı bütün sınıfları, atanmış ve seçilmişleri bir torbaya koyup; emekçileri patronların, seçilmişleri de atanmışların tahakkümü altına almış oluyor. Dolayısıyla göçmenler/göçmen emekçiler yereldeki sanayi ve finans erkinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde değerlendiriliyor.

2- KALKINMA: Kavramdan kasıt yerelin ve kentin göçleri bir fırsat olarak görmesi ve kent dinamiklerinin bunu kentin toplam kalkınmasında bir imkâna dönüştürmesi. Fakat örtük olan ve anlatılmayan şey, sözü edilen kalkınmanın hangi sınıf ya da sınıfların çıkarına olduğudur. Zira bu kavramla seslenilen esas kesim zengin burjuva sınıflardır. Amaç göçmen emeğinin hem rekabet gücü olarak kullanılması hem de ucuz ve güvencesiz bir istihdam gücünün yaratılmasıdır. Meslekî eğitimle desteklenen bu kavram aynı zamanda nitelikli/kalifiye göçmen işçilerin işgücü piyasasına hazırlanmasını da hedefler. Bu kavramın tehlikeye işaret eden bir yanı da “kalkınma” adı altında göç yükünün az gelişmiş kentlerin üzerine yıkılmasıdır.

3- SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK: Başlangıçta kulağa hoş gelen bu kavram bütün zorluklara rağmen “göç yükünün” kentler için taşınabilir ve zamana yayılabilir olmasını ifade eder. Kentin yoksul ve az gelişmiş olması merkez kapitalist devletlere engel değildir. Fon ve projelerle desteklenen ama aslında göç sorunları karşısında devede kulak bile olmayan palyatif, göstermelik uygulamalar yoksul kent halkına “siz bu yükü sürdürmeye devam edebilirsiniz” denerek devreye sokulur. Sürdürülebilirlik, kıta Avrupası başta olmak üzere merkez kapitalist ülkelerin göç yükünü sürekli ve sistematik biçimde yoksul ülke belediyelerinin üzerine yıktıkları bir göç yönetiminden başka bir şey değildir.

4- REZİLYANS: Psikoloji disiplininden apartılan bu kavramın Türkçe karşılığı dirençtir. Verilmek istenen mesaj nettir: “Yaşadığınız kent yoksul olabilir, kent halkı yoksul olabilir, mülteci sayısı çok olabilir, hattâ kentinde belediye imkânlarını da çok zorlamış olabilir. Ama olsun sen dirençli olabilir, bu zorluğa katlanabilir, zorluğu yönetebilirsin.”(!) Peki bütün bunlar nasıl olacak? Biraz fon, biraz proje hepsi o kadar. Böylece sabırda direnç kazanan kentler, yoksulluk ve göç konusunda merkez kapitalist/emperyalist devletlerin rahatlamasını sağlamış olurlar.

Ortaya atılan bu süslü kavramların önce ve istekli olarak liberallerin, sonrasında giderek ve pek farkında olmadan sol, sosyalist çevrelerin lügatine girmeye başladığını da not düşmek gerekir. Oysa finalde kapitalist göç yönetimine yedeklenmek gibi bir tehlike bulunmaktadır.

KARŞI STRATEJİ OLUŞTURMAK

31 Mart 2024 seçim sonuçları tek adamın gerilemesi ve belediyelerin totalde muhalefet partilerinin lehine değişmesi bakımından önemlidir. Fakat yerel yönetimler anlayışında ve göç politikalarında anti-kapitalist bir pozisyon edinmeden mevcut durumun değişmesi mümkün görünmüyor. Aksi hâlde yerel yönetimlerde partiler değişir ama küresel kapitalist stratejilere entegre olmak konusunda durum değişikliği gerçekleşmez.

AKP’nin 13 yıllık pragmatik göç politikası ve buna bağlı olarak yerel yönetimler siyasetine bakıldığında, onun bütünüyle küresel kapitalist mantığa eklemlendiği görülür. UCLG ile ilişkiler vd. Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) pratiğinde görülen sonuç da bu yöndedir. AKP’li Gaziantep Belediyesi de bu eklemlenmenin model belediyesi olarak UCLG’ye sunulmuştur. Sözcüsü eksi Bakan, şimdiki  Belediye Başkanı Fatma Şahin’dir.

Gelinen yerde TBB el değiştirecek görünüyor zira TBB’de seçim süreci başladı. Sizler bu yazıyı okuduğunuzda TBB seçimleri kuvvetle muhtemel muhalefet partileri lehine sonuçlanmış olacak. Fakat mesele bir el değiştirmeden ziyade köklü bir politika değişikliğidir. Partilerle sınırlı olmayan; sol, sosyalist, devrimci, halkçı, demokratik dinamikleri, mücadeleci sendikaları içine alan ve gerçek anlamda halk örgütlenmesine dayanan bir politik itiraz; gidişata müdahale edecek yegâne gerek budur.

Eğer G20’den ve UCLG’den başlayarak her bir ülke ve kente inen kapitalist bir göç yönetimi karşımızdaysa; yapılması gereken tabandan yukarı merkezîleşen karşı bir stratejinin tartışılması ve adım adım örülmesidir. Sorunu düzen sorunu olarak ele alan, yerli ve göçmen emekçilerin ortak hak mücadelesini ören ve kapitalist göç yönetimine karşı enternasyonal bir duruş sergileyen karşı bir strateji günün en önemli görevlerinden olsa gerek.

Kentin bütün işçileri, ezilenler ve göçmenler birleşin!

Evet, belki bu sloganla başlayabiliriz.

Hekimhan savaşımı öyküsü ve maden işçileri

“Hangi dağ efkârlıysa ordayız,
Perişan edilen her şey bizimdir.
Yağmur oluyoruz hangi ırmak kurusa,
Gülüşümüz çocuk,
Adımız eşkıyaya çıkmıştır bizim.”[1]

Hüseyin Demir’in, ‘Baktıkça Derinleşen Bir Fotoğraf Karesi 1955-1980 Yılları ve Hekimhan: Maden Dağı Dumandır’[2] başlıklı çalışmasını; “Çocukluğum köyde, gençliğim şehirlerarası dolaşıp, iş bulup çalışacağım bir ‘yurt’ aramakla geçti. O yüzden olacak ki en iyi bildiğim şeylerin başında gelir, ömürlerini yollara baka baka tüketen dinlenme tesislerindeki mola yerlerinin dramı…” (s.2) satırlarıyla müsemma yapıtını okumak beni, bir kez daha maden işçilerinin ve devrimcilerin mücadelesi üzerine düşünmeye sevk etti.

Jack London’ın, “Ben işçi sınıfı içinde doğdum. Coşku, hırs ve ülkü denen şeyleri çok genç yaşlarda keşfettim,” sözünü anımsatan yaşamıyla Hüseyin Demir de Hekimhan yerelinde kapitalist maden işçiliği ve devrimci mücadele gerçeğiyle doğrudan ilintilidir.

Malum üzere ‘Kapital’de sermayeyi “ölü emek” olarak tarif eden Karl Marx, onun ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabileceğine dikkat çeker.

Yine İngiliz sanayiini “çocuk kanı da dâhil kan emmeden yaşayamayan vampir”e benzeten Karl Marx, Fenike inancında uğruna çocukların kurban edildiği söylenen mitolojik tanrı Moloch ile sermayeyi bağdaştırıp, sermayenin söz konusu gaddar tanrıya bile rahmet okuttuğunu vurgular.

Nihayet Karl Marx, “Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır,” satırlarıyla kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasını da bir zulüm olarak anlatır.

Gerçekten de sermayeye ilişkin hangi anlatıya başvurursak başvuralım, karşımıza kanla, vahşetle ve tarifsiz acılarla dolu bir tablo çıkacaktır. Özellikle de madenlerde ve Friedrich Engels’in, “Kömür ocağı, birçok dehşet verici felaketin sahnesidir ve o felaketler de doğrudan doğruya burjuvazinin bencilliğinden ileri gelir,” ifadesindeki üzere.

Kolay mı? “Madenler sömürü düzeninin aynası”yken;[3] “Kömürün kârı patrona, karası emekçiye”[4] aittir!

Ve onlar maden ocaklarının girişindeki “Allah Korusun” ibaresine ya da azize Barbara’ya “emanet” edilmişlerdir. Malum hikâye, III. ya da IV. yüzyılda Roma İmparatorluğu dönemine kadar gider. Hıristiyanlığı kabul ettiği için babasından baskı ve şiddet gören bir kadının, Barbara’nın öyküsü aynı olsa da yaşanan mekân farklılık gösterir. Öyküde Antakya, Toskana, Roma’nın yanı sıra Nicomedia (İzmit) öne çıkar. Babasından ve kendisine âşık olan yargıçtan gördüğü şiddet sonucu sığındığı madende yaralarının hemen kapanması Barbara’yı azize yap(mış). Böyle bir azizenin koruyuculuğuna gereksinim duyan, tehlikeli işlerde hayatını kazanan meslek grupları Azize Barbara’ya emanet edilir(miş).

Dünyanın en zor mesleğidir maden ve kömür işçiliği. Yerin yüzlerce metre altından kömür çıkarmak için girdikleri ocaklarda her an ölüm ile burun burunadır eli yüzü kömür karasına belenmiş maden emekçileri.

Ayrıca da yoksulluğa mahkûm edilmişlerdir: “Sayıştay denetçileri, Türkiye Taşkömürü Kurumu’na bağlı maden ocaklarında çalışan madencilerin borç batağında olduğunu tespit etti. Madencilerin milyonlarca TL’yi bulan icra takibi dosyası olduğu ve borç kesintileri nedeniyle ellerine ‘neredeyse hiç para geçmediği’ belirtildi. 327 madencinin 21 milyon TL borcu var,”[5] haberindeki üzere.

Orhan Veli’nin, “Yüz karası değil, kömür karası./ Böyle kazanılır ekmek parası” diye tanımladığı maden işçiliği, kömür işçiliği en zor, zor olduğu kadar saygı duyulması gereken mesleklerin başında gelir. Ocaktaki grizu patlamasından ya da yangından göçük altında kalarak yaşamlarını yitirmeleri veya sakat kalmaları kapitalizm koşullarında maden işçilerinin “yazgısı”dır adeta…

İş bu nedenle işçi sınıfının en radikal kesimi madencilerdir. Sadece coğrafyamızda değil, tüm dünyada maden işçileri, metal işçileriyle birlikte işçi sınıfın en diri, mücadele geleneği en yüksek ve en radikal kesimidir.

DEVRİMCİ MÜCADELE

Yazarın Hekimhan madenlerindeki büyük grevle bağıntılı devrimci mücadeleye ilişin bilgi ve gözlemleri oldukça önemli ve öğreticidir.

Örneğin “Devrim düşlerinin soğuk kış gecelerinden, teneke soba başlarından dışarıya; sokaklara, caddelere, meydanlara taşındığı yıllardır.” (s.42)

“1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin mücadelelerle dolu tarihine antiemperyalist kitle eylemleri damgasını vurur.” (s.51)

“68’li yıllara gelindiğinde, dünyayı sarsan özgürlük rüzgârlarıyla birlikte daha önceki süreçlerden farklı olarak öğrenci çatışmaları lokal kavgalar boyutundan çıkmış, ‘silah kullanımı’ çatışmalarda aktif rol oynamaya başlamıştır.” (s.29)

Malatya’da devrimci mücadeleleri “Haşhaş mitingiyle başlayan yeni süreç 12 Eylül askeri darbesine kadar devam edecektir,” (s.56) ifadelerinde altı çizildiği üzere.

“Evet, ölenlerin ardından yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek, azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını…”[6] unutmadan: Onları bugün “iyi çocuklardı” diye anmakla yetinmek isteyenlere bir sorun bakalım; neden iyi çocuklardı onlar. Neden ikide bir kürsülerinden Nâzım okuyor, sahip çıkar görünerek aslından uzaklaştırmaya çabalıyorlar. Neden “sevdalınız komünisttir yatar Bursa kalesinde” şiirini okumaktan bucak bucak kaçıyorlar. Nâzım’ın çocukları dünyayı değiştirmek istiyorlardı da ondan. Değiştirirken değişmek istiyorlardı ama sizin gibi değil. Tarihin içinde tarihi yaparken, tarihe onun bilinciyle katılırken, ölümü göze aldıklarında hayata sımsıkı sarılır, “ölüyoruz demek ki yaşanacak” derler, tartışmalarında, kavgalarında, sevinçlerinde hüzünlerinde artık eskimiş, geçmişle bağlarını çoktan kopartmış olan eski arkadaşların anlayamayacakları bitimsiz bir aşkı yaşarlardı. Onlar dünyayı değiştirmek istiyorlardı o büyük dünyayı, Manifest’te yazılı olanı. Sizse kendi küçük dünyanızı, gelmesini hep erteleyebileceğinizi sandığınız ölüme karşı rahatı anlatan o küçücük dünyanızı güzelleştirmenin peşindeydiniz.

Küçük çocuklar, delikanlı kahramanlar öfkeli insanlardı onlar. Şairin anlattığı gibiydiler, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı/ hoyrattı gülüşlerdi aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”[7]

Akşam hep olur. Karanlık çöker, ama yine şairin dediği gibi “elbet sabah olur tulû-i haşre kadar sürmez geceler.” Onlar farklı insanlardı. Kahramandılar ama hiç de öyle görünmezlerdi.

Spartaküs’lerden Şeyh Bedreddin’lere, Che’lerden İbolara, Deniz’lerden Mahir’lere uzanan geleneğin sürekliliğinde Onları tarihin içindeki yerlerine uğurlayalı çok zaman geçti. Ama belirtmeliyim: Yaşayanların fedakârlığı tarihi bilincimizdir bugün, onların sayesinde.

Kolay mı? İnsanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Binlerce yıldır süren bu mücadelelerin sahası, araç ve biçimleri üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda sürekli değişir. Mücadelenin ritmi, temposu ve şiddeti nesnel ve öznel koşullarca belirlenir. Değişen şartlar ve geçmiş muharebe deneyimleri, ezen ve ezilen sınıfları hem yeni mücadele araç ve yöntemlerini benimseme anlamında, hem de düşünsel boyutta geliştirir.

Sınıf savaşımında değişmeyen tek şey değişimdir. Bir de, savaşın tarafları ve kuralı aynı kalır. Sınıflı toplumdan sınıfsız ve sömürüsüz topluma geçişin kuralı devrimdir; Karl Marx’ın, ‘Felsefenin Sefaleti’ndeki, “Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı savaş ya da yok olma,”[8] kuralındaki üzere.

İnsanlar, XXI. yüzyılda ister uzaya tatile çıkabilsinler, ister yapay zekâ robotlardan faydalanabilsinler, devrimin kuralı geçersizleşmez.

Sınıf mücadelesini belirleyen temel faktör üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır. Biyolojik bir kategori olarak insanlık yakında uçan arabalara sahip olsa bile kapitalist üretim ilişkileri sürdüğü müddetçe sömürü son bulmaz.

Her siyasal mücadele, karakteri gereği egemen sınıflara karşı bir iktidar mücadelesidir. Siyaset değişik biçimlerde ve çok modern araçlarla sürdürülse dahi, son kertede egemen sınıfların örgütlü gücüne (devlete) karşı, güçle karşı koymaktır.[9]

KAPİTALİZM VE MADENLERDEKİ MÜCADELE

Devrimci mücadeleye mündemiç Hekimhan madencilerin mücadelesine ilişkin, “Karşılarında sadece patronlar yoktur, ülkenin politik atmosferinde yükselen faşizm ve milliyetçilik saldırılarıyla 1975-80 arasındaki mücadelede (…) Artık iki slogan vardır: ‘Sağ Sol Çatışması Yok, Faşist Katliam Var’ ve ‘Tek Yol Devrim’…” (s.74) diyen yazar ekler:

“1974 yılı, gerek sendikaların, gerekse sınıfsal hareketlerin çıtayı yükseltip gözünü iktidara diktiği yıllardır. Tabii devletin de acımasız yöntemlerle karşı atağa geçtiği yıllardır.” (s.63)

“1975 geldiğinde Malatya, ocağa konmuş bir kazan gibi kaynamaktaydı. (…) Şehirler, ilçeler, köyler, mezralar, mahalleler; sağcılar-solcular, Alevîler-Sünnîler diye ikiye ayrılmıştı.” (s.76)

“Tarih 26 Ocak 1976. Hasan Basri Temizalp ve Karaköylü Mehmet Koç, Hekimhan’a ilk devrimci kıvılcımı çakan, ilk tohumları eken, çok ciddi bir illegaliteyle örgütlenme yapan kişilerdi. (…) Hasan Basri, geri planda görünse de tam bir katıksız devrimciydi.” (s.85)

Madencilerin mahkûm edildiği baskılar, sömürü ve sefalet o gün neyse bugün de o!

“Nasıl” mı?

Türkiye’de madencilik sektöründe 2010-2020 kesitinde meydana gelen iş kazası sayısı ABD’den 7 kat fazla. İş kazalarındaki ölüm hızı yani 100 bin işçi başına düşen ölüm sayısı Türkiye’de 44 iken bu rakam ABD’de 14.

20 YILDA YAŞANAN KAZALARDAN ÖNE ÇIKANLAR[10]
2003 8 Ağustos: Erzurum/ Grizu patlaması/ 8 işçi öldü.

22 Kasım: Karaman/ Grizu patlaması/ 10 işçi öldü.

2004 8 Eylül: Kastamonu/ Yangın/ 19 işçi öldü.
2005 21 Nisan: Kütahya/ Grizu patlaması/ 18 işçi öldü.
2006 2 Haziran: Balıkesir/ Grizu patlaması/ 17 işçi öldü.
2009 10 Aralık: Bursa/ Grizu patlaması/ 19 işçi öldü.
2010 23 Şubat: Balıkesir/ Grizu patlaması/ 13 işçi öldü.

17 Mayıs: TTK Karadon/ Grizu patlaması/ 30 işçi öldü.

7 Temmuz: Edirne’nin Keşan ilçesine bağlı Küçükdoğanca köyünde meydana gelen maden kazasında 3 işçi öldü.

2011 6-10 Şubat: Maraş (Ciner Holding)/ Göçük/ 11 işçi öldü.
2013 8 Ocak: Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde, TTK’ye ait kömür ocağında metan gazı patlamasının yol açtığı göçük sebebiyle 8 işçi öldü.

18 Ocak: Manisa’nın Soma ilçesindeki maden ocağında bir işçi yaşamını yitirdi.

2014 13 Mayıs: Manisa/ Patlama/ 301 işçi öldü.

1 Haziran: Maraş’ın Elbistan ilçesindeki maden ocağında bir işçi öldü.

11 Haziran: Şırnak’ın Kemerli mahallesi’nde bir maden ocağında meydana gelen göçük sonucu üç işçi öldü.

18 Haziran: Şırnak’ın Dağkonak mahallesi’nde bir maden ocağında meydana gelen göçük sonucu bir işçi öldü.

28 Ekim: Karaman/ Su baskını/ 18 işçi öldü.

1 Kasım: Bartın’ın Amasra ilçesinde bir maden ocağında meydana gelen göçükte mahsur kalan iki işçi hayatını kaybetti. Aynı gün Zonguldak’ın Gelik beldesinde de ruhsatsız olarak işletilen kömür ocağında bir işçi yaşamını yitirdi.

6 Kasım: Elazığ Alacakaya’da ve 19 Kasım’da Bingöl’ün Genç ilçesinde bir maden ocağında kamyonun altında kalan iki işçi hayatını kaybetti

2014 21 Ocak: Sivas’ın Gemerek ilçesinde bir maden ocağında meydana gelen göçük sonucu bir işçi hayatını kaybetti.

7 Şubat: Muğla’nın Fethiye ilçesinde bir maden ocağında bir işçi öldü.

10 Mart: TTK’ye ait Zonguldak’ın Karadeniz Ereğli’deki bir maden ocağında bir işçi öldü.

8 Haziran: Amasya’nın Suluova ilçesindeki maden ocağında meydana gelen göçük yüzünden bir işçi hayatını kaybetti.

21 Temmuz: Muğla’nın Milas ilçesinde bir maden ocağında bir işçi öldü.

27 Temmuz: Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bir maden ocağında malzeme taşıyan vagonun çarpması sonucu bir işçi öldü.

2016 17 Kasım: Siirt/ Heyelan/ 16 işçi öldü.
2019 13 Ocak: Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen kaza sonucunda bir işçi hayatını öldü.
2022 14 Ekim: Bartın- Amasra/ Grizu patlaması/ 43 işçi öldü.

Birkaç not daha!

– Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun faaliyet raporunda en fazla iş kazasının yaşandığı maden ocağı olarak kayıtlara geçen Karadon’da bir yılda 978 iş kazası meydana geldi.[11]

– 1992’de meydana gelen grizu patlamasında 263 madencinin yaşamını yitirdiği Zonguldak’ın Kozlu ilçesindeki taş kömürü ocağında “en az ekiple en çabuk” üretim yapılmak istenmesinin iş güvenliğini tehdit ettiği bildirildi. Ocaktaki kazalar üretimle kıyaslandığında bir yılda yüzde 55 arttı. İşletmede 2017’de 2016 yılına göre, yüzde 11 artışla 697’si yeraltında olmak üzere 709 iş kazası meydana geldiği bildirildi.[12]

– İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi raporuna göre, 3 Kasım 2002’den Ocak 2024’e iş cinayetlerinde en az 32 bin 478 işçi hayatını kaybetti.[13]

– Yine İSİG verilerine göre, “2002-2023 arasında en az 931 çocuk, 2023’de ise 64 çocuk iş kazalarında yaşamını yitirdi. Ne büyük facia bu! Yoksulluk en çok çocukları ve gençleri vuruyor.[14]

– Anayasa Mahkemesi (AYM), Soma ve Ermenek facialarında yaşamını yitiren madencilerin bir yakınının kamuda istihdam edilmesine ilişkin düzenlemeyi anayasanın eşitlik ilkesine aykırı bulmadı. Konunun idarenin takdir yetkisinde olduğunu belirten Yüksek Mahkeme, Soma ve Ermenek kazalarının diğer kazalara göre toplumda sosyal ve ekonomik etkileri olduğunu kaydetti. Yüksek Mahkeme, Soma ve Ermenek dışındaki kazalarda ölenlerin yakınlarının işe alınmasını oyçokluğuyla reddetti.[15]

– Hak mücadeleleri ile ülke gündemine oturan maden emekçilerinin eylemine bir darbe de devletten geldi. TTK Genel Müdürlüğü Personel Daire Başkanlığınca gönderilen ve eylem gerçekleştirilen Kozlu, Üzülmez, Karadon, Armutçuk, Amasra müesseselerinde panoya asılan bildiride, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Kanununun, Kanun dışı grev ve lokavt konusu ile ilgili 70’inci maddesinde yer alan hükümlere göre eyleme katılan işçilere 944’er TL idari para cezası uygulanacağı ifade edildi.[16]

– Türkiye Taşkömürü Kurumu Amasra Müessesesi’ne ait maden ocağı faciası davasında yargıç, sanıklara “Olay nasıl oldu” diye sordu. Müessese müdür yardımcısı Salih Atmaca, “Sistemde tecrübe ve liyakat sıkıntısı var,” dedi.[17]

301 İŞÇİNİN SOMA’SI

Hatırlanır: 5 bin maden işçisinin çalıştığı ocakta başlayan yangın 96 saat sürdü. 301 madencinin cansız bedenine ulaşılırken 486 işçi yaralandı, 432 çocuk yetim kaldı. Madenden sağ kurtarılan işçilerden Murat Yalçın ambulansta sedyeye alınırken, sağlık görevlilerine, “Çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin” diye sordu. “Hayır çıkarmayın, bir şey olmaz” sözleri hâlâ unutulmadı. Soma’ya gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto eden madenci yakını Erdal Kocabıyık’ın, dönemin başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel tarafından tekmelenmesi hafızalara kazındı.

Ve nihayet Manisa Soma’da 14 Mayıs 2014’te meydana gelen maden faciasına ilişkin karar 4 yıl sonra, 2018’de açıklanabilmişti.

Karar, “Basit taksir” ve “Bilinçli taksir” suçlarına göre verilmişti. Bu karar, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nde temyiz edildi.

Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 30 Eylül 2020’de mahkeme kararını bozdu ve sanıkların “taksir” suçu yerine “olası kasıtla öldürme” ve “olası kasıtla yaralama” suçlarından daha ağır cezalara çarptırılmalarına karar verdi.

Yargıtay Başsavcısı bu karara itiraz etti. Bu süreçte, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin üç üyesi değişti. Beş kişilik heyette üç üyenin değişmesi sonunda, karar da değiştirildi: Yeni heyet, 20 Ocak’ta 2’ye karşı 3 oyla, dairenin daha önce verdiği kararı bozdu…

Daire, sanıkların daha yüksek ceza almalarına neden olacak “olası kasıtla her işçi için ayrı ayrı ölüme sebebiyet verme suçundan cezalandırma” yönünde olan daha önceki kararını kaldırdı. “Bilinçli taksirle ölüme ve yaralamaya neden olma” suçundan ceza verilmesini istedi.

Tutuklu sanıkların 5 Şubat’ta tahliyesine karar verildi.

4 sanık Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “bilinçli taksirle ölüme ve yaralamaya sebep olmak”tan 13 Nisan’da yeniden hâkim karşısına çıktı.

Savcı, mütalaasında Can Gürkan, Efkan Kurt ve Adem Ormanoğlu’nun bilinçli taksirle çok sayıda kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma suçundan cezalandırılmalarını, Haluk Evinç’in ise beraatını istedi.

Mağdurların avukatı Can Atalay kararın ardından, “Adalet ya vardır ya yoktur. Adalet zengin için varsa adalettir, zengin olmayan maden işçisinin karısı, babası, oğlu olan ne yaparsa yapsın’ diyerek bu işten çıkılamaz. Eylülde Yargıtay, 5 yargıç ile bir karar verdi. Bunların 301 kere insan öldürmeden ceza alması gerekir,” dedi.

Yargıtay’ın bu kararı ardından Yargıtay Başsavcısı ekimde, kasımda, aralıkta itiraz etmedi. 3.5 ay bekledi. Yargıtay’ın 5 üyesinden 3’ünün değiştirilmesini bekledi. O 3 üye, milyonlarca sayfa belgeyi ve sadece Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6094 sayfalık gerekçesini 5 günde okuduklarını söyleyerek o kararı kaldırdı…”[18]

Özetle 13 Mayıs 2014’te 301 madencinin öldüğü Soma Katliamı’nın davası, 8 yıl sonra skandal bir kararla sona erdi. Vicdanını yitiren ülkenin fıtratında 301 madenciyi adaletsiz bırakmak vardı sanki!

Soma Kömür İşletmeleri AŞ., Soma’da yerin yüzlerce metre altında madencileri ölümüne çalıştırırken patron kazandığı parayla İstanbul’un göbeğindeki Maslak’ta Avrupa’nın en yüksek gökdelenlerinden Spine Tower’ı inşa ediyordu. Üstelik kaçak katlar da çıkıyordu.

200 metre yüksekliğindeki gökdelende hiçbir masraftan kaçınmadı, Yargıtay üyelerinin değiştirilmesiyle binlerce yıl cezadan kurtuldu.[19]

Özetin özeti: Soma’daki o tekmenin de 301 canın da hesabı sorulmadı. 301 maden işçisinin ölümüyle sonuçlanan katliamın ne sorumluları cezalandırıldı ne de ailelerin talepleri yerine getirildi. Maden ocağında oğlunu kaybeden İsmail Çolak, “Adalet göçük altında kaldı. Unutulmasın ki adalet bir gün herkese lazım olacak,” dedi.[20]

Ayrıca da “Soma düzenlemesi” olarak bilinen madenciye iki asgari ücret verilmesi uygulamasına Türkiye Maden-İş yöneticilerinden de destek alan Soma Kömürleri AŞ tarafından son verildi. Böylece katliam öncesinde olduğu gibi “Her şey patronlar için” dönemine geri dönüldü.[21]

Faciada oğlu Uğur Çolak’ı kaybeden ‘Soma 301 Madenciler Derneği’ Başkanı İsmail Çolak, “Şimdi, ağzımıza bal sürmek için ‘bakın yeniden yargılıyoruz’ diyecekler. Biz artık adalete güvenimizi yitirdik,”[22] vurgusuyla, “Katliamdan tam 11 ay sonra 13 Nisan 2015’te başlayan ve 11 Temmuz 2018’de karara bağlanan yargılama boyunca siyasi iktidar tarafından pek çok engelle karşılaştık. Nihayet çıkan karar patronlara ödül gibi olmuştur.”[23] “Bize acıyı yaşatanlar cezaevinden çıktı. Ailelerimiz dağıldı, evlatlarımız gitti. Güç ve para adalete ağır bastı. Maalesef adaleti bulamadım,” demişti.[24]

Devamla şunları aktarmakta yerinde olacak:

– Manisa Soma’da Uyar Madencilik’in işlettiği kömür ocağında yaşanan iş kazasında gözlerini ve ayaklarını kaybeden iki madenci, şirkete açtığı davalar sonucu milyonluk tazminat kazandı ancak şirketin sürekli isim değiştirmesi nedeniyle hâlen tek kuruş alamadı.[25]

– Yaşamını yitiren 301 madenciden Özay Eren’in anne, baba ve 7 kardeşine 395 bin lira tazminat ödemeye mahkûm olan ancak parayı ödemeyen Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin avukatları vicdan yaralayan bir girişime imza attı. Şirket avukatlarının, madencinin ailesinin istediği tazminatın kabul edilmeyen bölümü için alacakları 8 bin 300 lira vekalet ücretinin tahsili için acılı aileye icra takibi başlattığı ortaya çıktı.[26]

– Gönüllü olarak mağdur ailelerin avukatlığını yapan cezaevindeki eski Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı avukat Selçuk Kozağaçlı, “Hakkımda Soma’da ‘halkı hükümete karşı kışkırtma’ suçlaması devam ettiğine göre; 2014’te yaşadığımız katliamla ‘ilgili’ son tutuklu ben kaldım herhâlde. Soma’nın hesabı sorulmadan her uykumuz yarım, her gülümsememiz buruk olacak,”[27] demişti.

– Soma avukat Can Atalay, “Gözlerimizin içine baka baka her türlü rezilliği yaptınız. HSK utanmıyorsa Adalet Bakanlığı utansın, onlar da utanmıyorsa Cumhurbaşkanlığı utansın. Oradan sağ çıkan işçileri suçladılar. Avukat arkadaşlarımızı tutukladılar, hâkimlerimizi aldılar. Dedik ki biz bu oyunu görüyoruz biz adalet istemekten vazgeçmeyeceğiz. Ne istiyorlar Reis, sen ki her şeyi elinde topladın. Bize yanıt ver, böyle bir yargı olabilir mi bize hesap ver,”[28] dedi.

– Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği Eynez Maden Ocağının Sahibi Soma Kömür İşletmeleri AŞ’ye ait Işıklar Maden Ocağında göçük meydana geldi. Olayda 10 işçi yaralandı. Olayda, Soma’da işçilerin ölmesinin temel nedenlerinden biri olan, yasaklanmasına rağmen kara tumba sistemiyle çalışıldığı ortaya çıktı.[29]

– Soma Holding’e bağlı Gürmin Enerji A.Ş’nin 2013’te rödevans sistemi ile aldığı Amasya Yeni Çeltek Kömür işletmesinde çalışan üç yüz kadar maden işçisini Soma’daki maden tesisinde görevlendirdi.[30]

AMASRA, AMASYA YENİ ÇELTEK, ZONGULDAK, ERMENEK, SİİRT

Ve Amasra, Amasya Yeni Çeltek, Zonguldak, Ermenek, Siirt madenlerine ilişkin kimi hatırlatmalar…

Önce Amasra…

– Bartın Amasra’da 43 işçinin yaşamını yitirdiği maden katliamına ilişkin davanın ilk duruşmasında, sanık avukatının “Belki de kazaya sebebiyet veren eylem oradaki işçilerden birinin eylemidir,” dedi![31]

– Havalandırma sistemi modernizasyonu ise “bütçe sıkıntısı” sebebiyle yapılamadığı[32] 44 işçinin yaşamını yitirdiği maden faciasıyla ilgili 23 sanık hâkim karşısına çıkarken avukatlar, “Sorumlular dosyadakiler ile sınırlı değil. TTK üst yönetimi de sanık sandalyesine oturtulmalı,” dediler![33]

Ardından Amasya Yeni Çeltek…

– Amasya Suluova’da Kayadüzü beldesinde 61 yıldır üretime devam eden Yeni Çeltek Maden İşletmesi’nin madenin işletmecisi Soma Holding’e bağlı Gürmin Enerji A.Ş. tarafından kapatılmasıyla 300 madenci işsiz kaldı. 90 işçi Soma Işıklar madeninde bir süre çalışıp geri döndü. Haftalardır eylemlerini sürdüren işçiler seslerini duyurabilmek için madene girerek 450 metre derinlikte eyleme başladı.

İşçilerden Musa Turan “Biz işimizi istiyoruz. Biz Soma’ya gitmek istemiyoruz, burada çalışmak istiyoruz. 4 çocuğum var, hepsi okula gidiyor. Madene girip, taleplerimiz yerine getirilinceye kadar çıkmayacağız” dedi.

İşçi İsa Karadeniz “Yeni doğan ikizleri kime bırakıp da Soma’ya gideyim. Ekmeğimiz için, çocuklarımız için madene iniyoruz, yetkililerin sesimize kulak vermesini istiyoruz,”[34] diye konuştu.

Ve Zonguldak…

– Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan maden işçileri, kurumun özelleştirilmesinin önünü açan torba yasa tasarısını protesto için maden ocağından çıkmama eylemi başlattı. Üzülmez, Gelik, Armutcuk ve Amasra’da eyleme geçen işçiler madenden çıkmadılar ve ocağa kendilerini kilitlediler.[35]

– Kilimli ilçesindeki madende 4 Nisan 2016’da iş bırakan Deka Madencilik A.Ş. ve bu şirkete bağlı Balçın Madencilik’te çalışan 282 işçi, 4 aydır ücretlerini alamadıkları için eylem yapmaya başladı. İşçilerden 85’i 18 Mayıs’ta çalıştıkları kömür ocağına girerek dışarı çıkmama ve açlık grevi eylemi yaptı.

İşçi temsilcisi Cemal Akın, kayyum tarafından mağdur edilmeye devam edildiklerini söyledi. Bütün arkadaşlarının maddi olarak çok kötü durumda olduğunu anlatan Akın, şöyle konuştu: “Şirket bizim toplu çıkışımızı verdi. Biz istemedik. Maaşlarımızın bir kısmı ödenmişti. Benim 5900 lira alacağım duruyor. Benim gibi birçok madenci arkadaşım var alacaklı. Tazminatlarımızı ve maaşlarımızı sorduğumuzda ‘mahkemeye verin’ diyorlar. Biz hemen mahkemeye vermek istemiyoruz. Alacaklarımızı ödeseler şimdilik yeter. Eylemi en son bitiren 17 işçi arkadaşımız alacaklarını aldı bir tek. Biz hâlâ bekliyoruz. Şimdi de toplu çıkışımız verildi.”[36]

– Zonguldak’ta çalıştıkları madene kayyum atanmasının ardından maaşlarını alamadıkları için açlık grevi yapan işçiler, eylemin sona ermesinin ardından işten çıkarıldı.

Bir de Ermenek

– Karaman’ın Ermenek ilçesinde Has Şekerler Madenciliğe ait madeni ihmal sonucu “su basması”nın ardından 18 işçinin ölümüne ilişkin haklarında dava açılan 3’ü tutuklu 16 kişinin yargılandığı Ermenek dosyasında yer alan otopsi raporlarına göre, savcılık ölen işçilerin üzerinden çıkan elbiselerini ailelerine vermek yerine imha ederken, el feneri ve çizmeleri ise maden ocağına ait oldukları gerekçesiyle şirket yetkililerine teslim etmenin derdine düşmüş. Otopsi sırasında işçilerin üzerindeki tişört, pantolon, ceket, iç çamaşırı gibi kıyafetlerin, “delil niteliğinde olmadığı” gerekçesiyle imhasına karar verildi. İşçilerin sadece tespih, kol saati ve hatta takma dişleri gibi bazı eşyaları ailelere verildi.[37]

– Davanın yedinci duruşmasına madenci yakınlarının tepkileri damgasını vurdu. Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nde 22 Mart 2016’da görülen duruşmada kadınlar, “Sondaj makinesi alacak paraları yokmuş! Ben size para vereyim, evladımı geri getirin” diyerek gözyaşı döktü. Hayatını kaybeden İsmail Gürses’in annesi Ayşe Gürses, “Onların paraları, pulları var. Bizim kimsemiz yok. İşçiyiz biz işçi. İşçinin kimsesi yok. Haberleri televizyonlar da vermez oldu. Alsaydınız sondaj makinesini, her şeyi yerli yerine koysaydınız da Allah’tan geldi deseydik,”[38] dedi.

Sonra da Siirt…

– “Siirt’te, yine bir maden işletmesi, yine ‘kaza değil, cinayet’! Hep söylüyoruz, iş cinayeti bunlar… Yok, bu mesele sadece İslâmcı iktidarın ‘İşin fıtratında var’ diye geçiştirdiği bir mesele değil, her devirde geçiştirilen bir mesele, çünkü işin ucu dolambaçlı ve karanlık. O işin ucu hep kodamanların düzenine, kâr sapkınlığına, para tapınmasına çıkıyor.”[39]

NİHAYET

15-16 Haziran 1970’ler elbette boşuna değil!

Ya da Emre Saltık’ın, “Yüzleri kapkara kömür karası/ Elleri ayakları nasır yarası/ Terleri maden tozuna karışmış işçilerin/ Didinirler bir parça özgürlük için”…

Mehmet Başaran’ın, “Kendimden kopar biraz da/ Madenden kopardığım her parça/ Önümde bir çimdik ışık/ Arkamda grizu, göçük/ Islak tüyleri değer vücuduma/ Ölümün ve yalnızlığın/ Yüreğimin sesi dağları oyar”…

Hamit Kalyoncu’nun, “Bir beyaz sümbül/ Bükerse boynumu/ Bahar serinliğinde/ Bir kanlı künye/ Düşerse kapına/ Bil ki kadınım/ Sesim kömür karası”…

Ankaralı rock grubu İstasyon’un, “Geçen her gün yavaş yavaş kurutur bizi/ Kan tükürsek bilen olmaz yeryüzünde/ Bir nefeste biter ömrün belki de burada/ Özleriz güneşi gizli gizli”…

Grup Yorum’un, “Yeniçeltek ocağından yükselir çığlıkları/ Yanar bedenler, yitip gider umutları/ Yazgıları kömür gibi/ Kazar bitmez yerin dibi/ Bir tas yemek, biraz ekmek/ Güneş görmez içyüzleri…// Bir gün gelir ocaklarda/ Kazma kürek ellerinde/ Yürüyünce yeryüzüne/ Değişecek yazgıları”…

Bağbaşı Belediyesi’nin albümdeki, “Koltukta hep kelleleri/ Karpittendir fenerleri/ Hiç bitmiyor çileleri/ Zonguldak madencileri”…

Aysun Timurcan’ın, “Benim sevdiğim yârim/ Zonguldak’ta madenci/ Sevdam ayrı sevdiğim ayrı/ Yavrularım gurbetçi/…/ Kara kömürden ürkmeyin/ Ekmek getirir alın teri/ Yaşamdan ödün vermeyin”…

Ali Asker’in, “Zonguldak’ta madendeyiz/ Ölümle bir aradayız/ Sosyalizm için savaştayız/ Devrimler için kurstayız,” dizelerinin betimlediği maden işçileri gerçeği…

Hüseyin Demir’in yapıtı hepimize devrimci hareket yükseldikçe devrimci sınıf hareketinin yaşama damgasını vururken; devrimci hareketi de besleyerek toplumsallaştığını; bunlar olmadığında ise kapitalist cinnetin yeryüzünü emek(çiler) için bir kâbusa çevirdiğini; ve nihayet coğrafyamızdaki devrimci birikimin başka bir dünyanın yolunu açabilecek kadar zengin ve öğretici olduğunu anlatıyor hepimize ve herkese…

5 Mayıs 2024 17:49:32, İstanbul.

N O T L A R

[1] Ahmet Telli.

[2] Hüseyin Demir, Baktıkça Derinleşen Bir Fotoğraf Karesi 1955-1980 Yılları ve Hekimhan: Maden Dağı Dumandır, Yenice Kitap, 2023, 175 sahife.

[3] “Madenler Sömürü Düzeninin Aynasıdır”, Emeğin Kurtuluşu, No:28, 1-15 Mart 2024, s.5.

[4] Cengiz Karagöz, “Derviş Emre Aydın: Kömürün Kârı Patrona Karası Emekçiye”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2022, s.11.

[5] İsmail Arı, “Madenciler Borç Batağında”, Birgün, 3 Ocak 2020, s.10.

[6] Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Metis Yay., 1994.

[7] Güray Öz, “Hep Bekleriz 1 Mayıslarda, Gelirler…”, BirGün Pazar, Yıl:20, No:842, 30 Nisan 2023, s.2.

[8] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[9] Ender Çelikel, “Değişen Koşullar Değişmeyen Kural: Devrim”, 13 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/degisen-kosullar-degismeyen-kural-devrim-ender-celikel/

[10]  “Madenler İşçilere Mezar Olmasın”, Birgün, 4 Aralık 2022, s.5. ve Dilan Esen, “Emekçinin Katili AKP İktidarı”, Birgün, 13 Mayıs 2023, s.4.

[11] Cengiz Karagöz, “Ölüme Davetiye”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2023, s.6.

[12] Nurcan Gökdemir, “Kozlu Alarm Veriyor!”, Birgün, 22 Ocak 2019, s.6.

[13] “İş Cinayetleri”, Evrensel, 17 Ocak 2024, s.5.

[14] Erdal Atıcı, “Yoksulluk Çocukları Vuruyor”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2024, s.2.

[15] Alican Uludağ, “Madenciye Bir Kötü Haber de AYM’den”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2016, s.9.

[16] “Zonguldaklı Madencilere Yasa Dışı Grev Cezası!”, 9 Kasım 2017… http://metaliscisiyiz.com/zonguldakli-madencilere-yasadisi-grev-cezasi/

[17] Cengiz Karagöz, “Amasra Maden Davası”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2023, s.3.

[18] Emre Kongar, “İçeride ve Soma Davasında Neler Oluyor?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2021, s.2.

[19] Timur Soykan, “301 Madenci ve Yargının Mezar Taşı”, Birgün, 11 Nisan 2022, s.7.

[20] Aycan Karadağ, “Adalet 8 Yıldır Göçük Altında”, Birgün, 13 Mayıs 2022, s.5.

[21] Emine Uyar, “Soma’da Katliam Öncesine Geri Dönüldü”, Evrensel, 1 Şubat 2017, s.6.

[22] Mehmet İnmez, “Facianın Sanıkları 13 Nisan’da Hâkim Karşısına Çıkacak”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2021, s.9.

[23] Dilek Omaklılar, “Adaleti Göçük Altından Çıkaracağız”, Evrensel, 14 Mayıs 2019, s.5.

[24] Mehmet İnmez, “Adalet Karınca Misali”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2020, s.5.

[25] “Ölmediğimiz İçin Cezalandırıldık”, Birgün, 28 Mayıs 2018, s.10.

[26] Taylan Yıldırım, “Soma’da Ölen Madencinin Ailesine İcra Şoku”, Milliyet, 15 Nisan 2016, s.13.

[27] Seyhan Avşar, “Selçuk Kozağaçlı: Soma’nın Tek Tutuklusu”, Cumhuriyet, 14 Mart 2021, s.6.

[28] Fırat Turgut-Dilek Omaklılar, “Soma Katliamı Davasında Karar Açıklandı, Aileler İsyan Etti”, Evrensel, 12 Temmuz 2018, s.6.

[29] “Soma Düzeni Devam Ediyor”, Evrensel, 14 Aralık 2018, s.5.

[30] Mehmet Menekşe, “Maden İşçisine Soma Sürgünü”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2015, s.8.

[31] Cengiz Karagöz, “Sanık Avukatı Ölen İşçiyi Suçladı, Mahkeme Karıştı”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2023, s.3.

[32] Mustafa Bildircin, “Madencileri Kâr Hırsı Öldürdü”, Birgün, 16 Ocak 2023, s.6.

[33] Mustafa Bildircin, “Dava Dosyasında Asıl Sorumlular Yok”, Birgün, 25 Nisan 2023, s.5.

[34] Mehmet Menekşe, “450 Metrede Direniş”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2016, s.3.

[35] “Özel Sektör Demek, Ölüm Demek”, Özgürlükçü Demokrasi, 7 Kasım 2017, s.3.

[36] “Maaşları Verilmediği İçin Açlık Grevi Yapan İşçiler İşten Çıkarıldı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2016, s.11.

[37] Alican Uludağ, “Vicdanlar Çöpte”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2015, s.7.

[38] “Biz İşçiyiz, İşçinin Kimsesi Yok!”, Birgün, 23 Mart 2016, s.4.

[39] Nuray Mert, “Yine İş Cinayeti: Mazlumlar ve Caniler”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2016, s.5.