Ana Sayfa Blog Sayfa 27

Borsa, mafya, Saray ve futbol

Son dönemlerde, futbol, birçok kirli olayla birlikte, yeniden ve yeniden gündem olmaya başladı. Nedense ardarda geldi olaylar. Aslında istatistik bilimi bu denli rastlantıya bir önem atamaktan yanadır. Yani, bu kadar rastlantı, “rastlantı” diye geçiştirilemez anlamında. Öyle ise, en azından üzerinde durmaya değerdir. Biz, üç olayı ele almakla yetineceğiz. Aslında, çok daha fazlası var. Ama bu üçü, oldukça öne çıkmış durumda.

İlk olay “Fatih Terim Fonu”dur. Fatih Terim Fonu, sonunda Terim’in ülkeyi terk ederek, büyük bir yerden geldiği belli olan emirle, Yunanistan’a, sanırım Panatinaykos’un antrenörlüğüne “atanması” ile bir yere bağlandı. Bu ilgi çekici “Terim Fonu” davası, hızla örtüleceğe benzemektedir.

Anlaşılan, DenizBank’ın bir ekibi, bir biçimde Terim Fonu’nu devreye sokmuştur. Banka müdürü, öyle görünüyor ki, tüm suç üzerine yıkılmış olan bir çeşit “kurban”dır. Hayır, suçsuz olduğunu söylemiyoruz. Ama belli ki, olayların “yaratıcısı” o değil. Belli ki, arkada Ağar ve eroin mafyası vardır. Belli ki, iş Saray’a kadar uzanmaktadır. Saray bu meselenin çözümü için devreye girmiştir.

Saray’ın içinde olduğu bir süreçle, kendisi ırkçı olan Terim, bir komşu ülkenin takımına antrenör olarak “atanmıştır.” Ağar ve Erdoğan olmadan, bu atama zor görünüyor. Bu “atama” birkaç şeyi göstermektedir.

İlki, demek ki Terim, İtalya’da mafya için iş gördüğü dönemde de, şimdi de, bir çeşit uluslararası mafyatik organizasyonun elemanıdır. Kendisinin ırkçı ve saldırgan futbol ideolojisinin temsilcisi olduğu biliniyor. Ama bağlı olduğu organizasyon, onu bu durumdan çekip çıkartacak kadar güçlü ve Terim’e, Yunanistan takımını (ırkçı olduğu için bunu istemesi daha az olasılıktır) dayatacak kadar etkindir. Böylece Terim, “Terim Fonu” ile aldığı paraların, cebe indirdiklerinin bedelini de ödeyecektir. Yunanistan, bir sessizlik alanı mı olacaktır? Bilemiyoruz ama görünüyor ki bu organizasyon, Türkiye’de de, Yunanistan’da da, başka ülkelerde de futbol alanında etkili bir organizasyondur.

İkincisi, Terim, özellikle ve daha çok, eski Galatasaray takımından gelmiş olan futbolcuların paralarına göz koymuştur. Irkçı şef, bu kez, bilinmez neden, yolsuz kalmış bir dolandırıcı gibi, en yakınındaki futbolcuları dolandırmaya aracılık etmiştir. Acaba Terim Fonu, onun bağlı olduğu şebekenin mi icadıdır, yoksa kendisinin daha alt düzey bir “dümen”i midir? Bu soru henüz yanıt bulmamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki Terim, Mehmet Ağar ve Saray ile yakın ilişki içindedir. Yine öyle anlaşılıyor ki Terim’e Erdoğan eli ile bir iyilik yapılarak, sanki Ağar’ın Erdoğan’a borçlanması sağlanmaktadır.

Açıktır ki Mehmet Ağar olmadan bir Fatih Terim olmaz ve bu bağ, öyle masum bir bağ değildir. Ağar, muhtemelen yeni uyuşturucu baronudur ve doğrudan ABD’ye kadar uzanan bir ağın temsilcisidir. Bu ağ, elbette Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır.

Şimdi, tüm parasını kaybetmiş futbolcular, içeriye atılmış bir banka müdürü vardır. Bunların hemen hepsi, arkadaki mekanizmanın, mafyatik örgütün yanında, çok ama çok masum kalırlar. Şimdi, bu mafyatik organizasyon, patlamış bu pisliği nasıl temizleyecek sorusu ile uğraşmaktadır ve elbette bunun için de birilerinin bedel ödemesi esastır. Terim’in Yunanistan’a atanması, bu temizlik operasyonunun bir parçasıdır. Demek ki, temizlik sürecinde Ağar, Saray ve başkaları birliktedir. Bu da, aslında bu suç operasyonunun, daha yukarılara ulaştığını göstermektedir.

Futbol, biliniyor, gerçekte işçi sınıfının, yoksulların, toplumun sömürülen kesiminin sporudur, öyle doğmuştur. Mahalle aralarında, büyük ya da küçük yeşillik, boş alanlarda oynan bu oyun, çok uzun bir geçmişe de sahiptir. Ama kapitalizm, futbolu “keşfetti.”

Kapitalist emperyalist sistem, bir şeyi keşfetti mi, hem onun tarihini değiştiriyor, geçmişini yeniden formatlıyor hem de onu tartışmasız, tüm güzelliklerinden arındırıyor. Mesela Amerika kıtasının “keşfini” hatırlayalım. Sanki Amerika kıtası yokmuş, sanki orada kimse yaşamıyormuş, Avrupalı efendiler, boş bir alanın varlığını bulmuşlar gibi konuşulmaktadır. Oysa Amerika kıtasının “keşfi”ni, bir de Amerikan yerlilerine, o topraklarda yaşayanlara sormak gerekir. Onlar buna “Genosid” diyorlar. Avrupa’nın emperyalist “keşfi”, kıta Amerikasının yağmalanması demekti, Amerikan yerlilerinin katledilmesi demekti.

Futbolu keşfedince kapitalist dünya, onda iki şey birden buldu. İlki onu kitleleri uyuşturmak için bir araca çevirebileceklerini, bu yolla “ulus devlet” ideolojisini daha da güçlendirebileceklerini anladılar. Öyle ya, eğer dünya futbol organizasyonu bir dünya kupası organize ederse, ne olursa olsun, bir ülkenin takımını desteklemek doğaldır ve bu “doğal”ı, daha ileri bir hâle çevirip ırkçı bir şeye dönüştürmek, en azından olanaklıdır. İkincisi ise, her alanın olduğu gibi bu alanın da, ciddi para aklama ve kumarhane alanı hâline getirilebileceğini keşfettiler.

Futbol, kapitalist devletin gerçekte kitleleri yönetmesi için bir araç hâline getirildi. Ama bunun için, onun “halktan” kopartılması gerekli idi. Futbolu halktan kopartmak demek, öncelikle onu “yeşil sahalar”dan kopartıp, “arena” ya sokmak demektir. Arenada kralın huzurunda dövüşen gladyatörlere benzemese de, arena, her zaman bir huzura çıkma havasıdır ve burada gizli kral “para”dır. Bu elbette işin bir yönüdür. Stadyumlar, aslında futbolun, toplumsal bilincin oluşumunda bir etken hâline getirilmesi için gerekli idi. Bu, aynı zamanda, futbolu bir “seyir oyunu” hâline getirmek de demektir. Mesele, artık sahada oynanan futbol değil, seyircisi imal edilen bir futbol idi. “Seyirci imalatı”, futbol endüstrisinin ürünüdür.

Futbol seyircisi, kapitalist devletin özel bir “imalatı” hâline getirildi. Taraftarlık, sadece bir çeşit fanatiklik ile, insanların yönetilmesinde bir kolaylık demek değildir. Hayır, devlet, daha da ileri gitti ve taraftarlığı, özel imalat alanı hâline getirdi. Mesela Galatasaraylı olmak, örnek olsun Terim döneminde aynı zamanda ırkçı olmak demek idi. Elbette, bunu tüm taraftar için sağlamaları mümkün değildir. Ama amigosundan antrenörüne, futbolcusundan takımın gizli yöneticilerine, açık yöneticilerine kadar tüm aşamalarda, ideolojik bir imalat gerçekleştirilmektedir. Bu sadece bir takım için geçerli değildir, Terim Fonu diye bir olay olduğundan, örnek de Galatasaray oluyor. Hepsi budur.

Sahada iki adet 11 kişilik ekiple oynanan futbol, artık, yüz binlerce kalabalıkla seyredilen bir oyun hâline gelmiştir ve esas para bu seyircilerden gelmektedir. Seyirci, onların gözü ile tüketici, hem para vermekte, dolayısıyla “sağılmakta”dır, hem de bu para vermiş, çoğu yoksul seyirci, kendisine verilen, devlet tarafından enjekte edilen milliyetçiliği, ırkçılığı taşıyacak bir güruh hâline gelmektedir.

Elbette bunun tersi de mümkündür. Ama devletin bu organizasyonu, açık olarak bilinmektedir. Örnek olsun Terim, aynı zamanda ülkemiz futboluna tam olarak ırkçı-faşizan ideolojinin yerleştirilmesi için bir müdahaledir. Bu müdahale ile, mesela artık Metin Oktay, Lefter vb. gibi sadece golcü değil, temiz futbolcular bulmak da mümkün değildir.

Futbol artık sadece sahada oynanan bir oyun değildir. Bu işin en azıdır.

Futbol mesela iddia vb. adlarla anılan kumarhanedir.

Futbol mesela milyonlarca dolarla alınıp satılan futbolcular ve bu yolla para aklama için uluslararası alanda meşru bir alandır. Futbolcu, maç oynarken, kendisinin satış değerini yükseltip yükseltmeyeceğini düşünmektedir. Bu tek hedeftir. Bunun yolu, bildiğiniz gibi, futbolcuyu refere eden, öne çıkartan, onun hakkında olumlu haberler vb. üreten menajerlik sistemidir. Böylece, futbolcu da “imal” edilir hâle gelmektedir. Her “mal” imalat sürecinden geçer.

Futbol aynı zamanda, egemenin kendi iktidarı ve egemenliği için, kitleleri yönlendirmek için kullandığı bir alandır. Elbette bunlar sadece futbol için geçerli değildir. Basketbol için de aynısı geçerlidir. Yeter ki, yeterince seyirciye, seyirci isimli nitelikli tüketiciye sahip olsun. Hangi alanda bu gerçekleşiyorsa, o alanda para aklama, o alanda kumarhane ve o alanda egemenin ideolojik müdahalesi için zemin oluşuyor demektir.

Terim Fonu olayı, aslında baştan aşağıya bir suç örgütü organizasyonudur. Ve ulaştığı yerler oldukça önemli olmalıdır ki, olayı örtmek için bu denli hızla hareket edilebilsin.

TC devleti, tüm tetikçilerini, kendi adına suç işlettikleri kişilerden seçer. Kişi bir suç işler, bu suçu örterler ama bundan dolayı kişinin suçunu affedenler, onu kullanmak konusunda daha da ileri giderler. Terim Fonu’nda ismi geçenlerin tümü, belki bankacı hariç, daha başka suçlar için kullanılacaktır. Onların “affedilmesinin” bedeli olacaktır.

İkinci olay, hakem dövülmesi olayıdır. Evet, her “seyirci” hakeme küfreder. Küfür futbolun bu hâlinde (yani borsa-kumarhane sistemi içinde ırkçılık başta olmak üzere devletin ideolojik olarak yönlendirdiği bu hâlinde), en masum şeydir. “Küfür kalbin vantilatörüdür” sözü, muhtemelen futbol sahalarından gelmektedir. Seyirci, verilen kararlar kendi takımından yana ise, haksız da olsa bu kararı destekler, tersi ise hakeme küfreder. Böylece, sahada olup biten için, seyirci gözünden bakılınca, haklı olma hâli ortadan tamamen kalkar. Bu aslında seyirciyi azgın bir tüketiciye, mantıksız bir hâle çevirmek için önemlidir. Taşkın duygular ne kadar geliştirilmiş ise, mantık ve akıl o kadar geriye düşüyor. Bu durumda, kendine yapılan haksızlık, eğer başkasına yapılıyorsa bu alkışlanacak şey hâline geliyor.

Hatta içinde TV şirketleri, tekeller, holdingler, mafya grupları, kara para aklayıcıları, devlet adına uzmanlar bulunan futbol endüstrisi için, örneğin 2023-24 sezonunun şampiyonunun kim olacağını da önceden belirler. Bu maksimum kâr amacına dönük operasyondur. Bazan bu o kadar açık hâle gelmektedir ki, mesela son yıllarda, Türkiye’de seyirci sayısı azalmaktadır. Çünkü madem sonuç önceden belli, çünkü madem bu denli yüksek paralar var vb. düşüncesi, maç seyretme isteğini de azaltmaktadır.

Bu durum, tüm kapitalist ülkelerde vardır. Ve içinde para olmadan FIFA, hiçbir gerçek etkinlik yapmaz. Böylece futbol, dünya çapında bir özel operasyon alanı hâline gelir. Bu aslında oldukça ideolojik bir organizasyondur da. Mesela Rusya’ya karşı dünya çapında uygulanan sportif ambargolar, aslında bu ideolojik çerçeveyi göstermektedir. Afganistan, Irak vb. işgali nedeni ile, Filistin işgali nedeni ile, ne ABD’ye, ne İsrail’e bir ambargo uygulanmaz. Mesela Fransız ırkçılığının Cezayir’de, Afrika’da yaptıkları nedeni ile Fransız milli takımının dünya kupasına katılması yasaklanmaz vb.

Ama bizim ülkemizde, biraz daha ileri durumlar yaşanmaktadır.

Saray Rejimi diye bir olağanüstü devlet örgütlenmesi var.

Saray Rejimi, biliniyor, emperyalist paylaşım savaşımı, Kürt devriminin gelişimi ve Gezi ile başlayan toplumsal karşı çıkışın etkileri altında, burjuvazinin olağan yöntemlerle yönetememesi nedeni ile organize edilmiş bir olağanüstü devlet yapısıdır. Bu nedenle “seçimle gitmez” diyoruz.

Bu yapı, Saray Rejimi, futbola da buna uygun müdahale etmektedir.

Biliniyor, Saray Rejimi’nin ekonomi politikası, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” üzerine kuruludur. Bunu anlamadan, spor kulüplerinde olup biteni de anlamak mümkün değildir. Bu birinci olarak akılda tutulmalıdır.

İkincisi, biliyoruz ki Saray Rejimi, aynı zamanda ciddi bir sermaye aktarını, sermaye transferi de demektir. Hem halktan zenginlere para ve kaynak aktarılıyor hem de TC devletinin tıpkı ilk yıllarında var olan “devlet eli ile zengin yaratma” politikasının bir türü devreye sokuluyor ve onlara para aktarılıyor. Saray Rejimi, daha açık olarak inşaat, enerji, sağlık, madencilik alanları başta olmak üzere, yeni ve Amerikancı zenginler yaratma politikası uygulamaktadır. Bu, ülkemizde yerleşik sermayenin daha çok Avrupa sermayesi ya da onunla bağlı sermaye olması gerçeği ile de bağlantılıdır. TC devletini tetikçisi hâline getiren ABD, ekonomik alanda da güçlü hâle gelmek istemektedir. Bu açıdan, Saray eli ile, belli kesimlere daha özel sermaye transferi gerçekleştirilmektedir.

Futbol da bunun içindedir.

Bunun için, Saray Rejimi, her alanda tam bir “rant-yağma-savaş ekonomisi” planı uygulamaktadır. Bunun için ise, özel kadrolar devreye sokulmaktadır. Ankaragücü takımının başkanı hakem döverken, aslında bu organizasyondan güç almaktadır ve artık bu konuda sinirlerine hâkim olma gereğini bile duymamaktadır. Nasıl ki herhangi bir yasayı dinlemek için bir dikkatleri kalmamış ise, aynı biçimde futboldaki bu çürümeyi de örtmek için bir çabaya ihtiyaçları yoktur.

Futbola, Türk-İslam sentezi içinde müdahale eden TC devleti, elbette bunun için özel kadrolara da sahiptir. Hem futbol gelirlerini yağmalamaktadırlar hem para aklamaktadırlar hem de yeni zenginler yaratma hevesindedirler. Bu arada ırkçı bir yapılanma için özel kadrolar devrededir. Bu nedenle, Ankaragücü başkanını kim tutabilir ki? O hem para babasıdır hem ırkçı devlet yapısının bir parçasıdır hem de mafyanın uzantısıdır (tıpkı Terim gibi). Demek ki, istediği zaman hakem dövebilir. Artık hakemi tehdit etmek, ona maç öncesinde rüşvet önermek eski ve yavaş kalmaktadır. Oysa Saray Rejimi, “hızlı” karar alma yeridir.

Üçüncü olay, Suudi Arabistan’ın başkentinde Fenerbahçe-Galatasaray maçının oynanamamasıdır. Aslında oynanmak üzere iken oynanamamasıdır. Suudilerin 2034 yılında dünya kupasının kendilerinde oynanması için verdikleri rüşvetleri destekleyecek şekilde, Fenerbahçe- Galatasaray maçının kendi ülkelerinde oynanmasını istedikleri anlaşılıyor. Erdoğan, parayı çok sever, hele hele Suudi ve Katar sermayesini çok ama çok sever ve onların isteğini emir addeder. Suudiler de, herhâlde, bunca paraya hevesli bir yapı varken, onlardan bir iyilik isteyebilir. İstemişler. Böylece maçın orada oynanmasına karar vermesi için Erdoğan hazırdır. Nasılsa “Türkiye yüzyılı” başlamıştır. Hem zaten ABD için de, AB sermayesini dengelemek üzere Katar ve Suudi sermayesinin TC’ye akması uygundur. Saray için bu çoktan uygundur. Canlı bir milyon dolara Saray’ın neler yapacağını allah bilir.

Yeşil sahaların rengi ile doların yeşili de birbirine çok yakındır.

Hem İslam’ın yeşili de doların yeşili ile en azından, NATO ile birlikte, çok yakın arkadaştır.

Böylece Fenerbahçe-Galatasaray maçının, 100. yıl şenlikleri çerçevesinde Suudi Arabistan’da oynanması uygundur kararı Saray’dan çıkmıştır. Futbol Federasyonu Başkanı da “gereğini” yapmak üzere kulüplere iletmiş, elbette onlar da boyun eğerek kabul etmiştir.

Saray’ın futbol federasyonunun başına getirdiği kişi, bu konuda zaten başka bir iradeye sahip olamaz. Bu durumda, Saray’dan gelen emirle işleri yürütecektir.

Sanıyorum, iki ülkenin yetkilileri, yani Türkiye ve Suudi Arabistan futbol federasyonları maç için bir anlaşma, bir çeşit iş-akışı planlamış olmalıdır. Mesela maç kaçta başlayacak, hangi otelde kalınacak, bilet fiyatları ne olacak, takımların formaları nasıl olacak vb. gibi. Bu durumda, mesela hangi takımın formasında Atatürk resmi olacak gibi konuların da önceden biliniyor olması gerekir. Gerekirdi belki ama anlaşılan Türkiye Futbol Federasyonu, bu konuda titiz davranmamış. Söylenen şu: Suudi Arabistan, Atatürk fotoğraflı formalara ve bazı pankartlara izin vermeme kararı almış. Bu durum, maçın oynanmamasına kadar ilerlemiş.

Aslında, Suud tarafı, bu maçı istemiş ise, bu maç için para ödemiş ise, bu maçın 2034 Dünya Kupası’nın Suudi Arabistan’da oynanmasına bir adım olacağını düşünmüş ise, yaptıkları saçma olmuş demektir. Bu tutum ile uyuşmayan bir “engelleme” ortaya koymuşlardır. Bu nedenle, muhtemelen, takımların Atatürklü formalarla sahaya çıkması sonradan gelişmiş olmalı. Ya da başka bir şey mi var? Acaba Suudi Arabistan, mesela Filistin meselesine ilişkin pankartlardan mı korkmuştur? Bu konuda bilgi eksiği olduğu açıktır. Genel geçer açıklamalar, işin içyüzünü göstermekten çok uzaktır.

Sonuçta Futbol Federasyonu Başkanı istifa etmiştir. Demek ki, Saray Rejimi içinde diplomatik kriz oluşmaması için bir fedakârlık gündeme gelmiştir ve birileri buna sevinmiş olmalıdır, üzülenler de olduğu açık. Belki de bir Saray içi grup kadro kaybetmiştir. Fenerbahçe ve Galatasaray takımları geri dönmüştür.

Her iki takım, aslında maçın Suudi Arabistan’da oynanmasına açıktan karşı çıkmamışlardır. Üstelik seyirci, büyük bir ağırlıkla bu maçın orada oynanmasından yana değildi, kararı sevmemişti. Ama takımlar, karara boyun eğmiş görünmekteydi.

Maç oynanmayınca, bu durum, bir çeşit “zafer” olarak sunulmaya başlanmıştır. Tam da 100. yıl kutlamalarına uygundur. Madem bu durum bir “zafer”, o hâlde, bu maçı başından orada oynamayı reddetmek gerekmez miydi?

Şimdi, bazı çevreler, “Atatürk kazandı” gibi ucuz yollu zaferler aramaktadır. Oysa daha bu sürecin nasıl işlediği bile belli değildir. Saray’ın içindeki kavgaların bu işteki rolünü henüz bilmiyoruz. Kimin niye sevindiğini de. Herkes sonucu, kendi cephesinden kullanmaya çalışmaktadır. Takımlar geniş seyirci kesiminden aldıkları-alacakları tepkilerden kurtulmuş gibidir.

Futbolun, egemenin, özel olarak Saray’ın ideolojik alanı içindeki durumunu görmeden, bu sonuçları “zafer” ilan etmek, çok ileridir.

Bu üç olay, aslında futbolun içinde bulunduğu çürümenin bir göstergesidir.

Sadece uluslararası kapitalist sistem değil, aslında Saray Rejimi de çürümüştür.

Bu çürüme futbolda da kendini gösteriyor.

Artık futbol, büyük bir kumarhane hâline gelmiş kapitalist ekonominin bir parçasıdır. Seyircisi özel olarak imal edilmeye, şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Egemen bu yolla, tüm topluma müdahale etmenin yollarını aramaktadır.

Ama sınıf mücadelesi her yerde işlemektedir. Bu seyirci, bu kitle, yaşadığı toplumun sorunlarından azade değildir. Ve elbette, gün gelir, iktidarın tüm manipülasyonları tersine döner.

Kimin cumhuriyeti ya da herkes cumhuriyetini arıyor

Bugünlerde, TC devleti, biz bugününe Saray Rejimi diyoruz, dört koldan birden, bir “UluSol” yaratma uğraşındadır. Bu uğraş, daha çok 14-28 Mayıs “seçim”leri sonrasında, yani bizim adına müsamere dediğimiz, meşru olmadığını ilan ettiğimiz bu hileli seçim sonrasında hız almıştır. Sözüm ona “muhalif” TV kanalları, çeşitli tonda Kemalist sol, “uzmanlar”, liberaller de dâhil, yanlarına kimleri alabilirlerse hep birlikte, solun aslında ulusalcı bir sol olması gerektiğini, farklı tonlarda kelimelerle anlatmaya çalışıyorlar. Buna uygun pratikler organize ediyorlar.

Ama bu “yeni” çabalara rağmen, işin ucu derindedir.

İşin geçmişine gitmeden, aslında bu sürecin bu denli güncel hâle gelmesinin nedeni üzerinde durmamız gerekir.

Bunun ana nedeni, TC devletinin çözülmesidir. Bu, sistemin, kapitalist sistemin çürümesinden daha katmerli bir hâldir. Zira ülkemizde devlet, burjuva devlet, sistemin “beka”sını sağlamak üzere, bir olağanüstü örgütlenmeye gitmiştir. Bu olağanüstü örgütlenmeler, dünyanın birçok yerinde ortaya çıkmaya başlamıştır, daha da çıkacaktır. TC devleti, tekelci polis devletidir ve onun olağanüstü örgütlenmiş hâli, bizim adlandırmamıza göre Saray Rejimi’dir.

İşte bu Saray Rejimi, aslında egemenin yönetme güçlüklerinin de bir özeti sayılmalıdır. Böyle olunca, TC devletinin genel anlamı ile çözülmesi sürecinin bir parçası olduğunu söylemek mümkündür.

TC devletinin olağanüstü örgütlenmesini şekillendiren süreç, üç başlıkta ele alınabilir. Bunlar birbirinden bağımsız ya da kopuk, yalıtılmış değildir. Sadece, izleyebilmek için bu üç kuvvet ele alınabilir.

İlki emperyalist Batı güçleri arasında (Japonya’yı da bu Batı kavramının içine alıyoruz. Başlıca 5 emperyalist güç sayılabilir: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa. Diğerleri de işin içindedir ancak paylaşım savaşımı esas olarak bu beş aktör arasındadır.) dünyanın yeniden paylaşımı savaşımıdır. Biliniyor, 1900’lerin başında dünyanın yeniden paylaşımı için savaş ortaya çıkmıştır ve buna Birinci Dünya Savaşı denilmiştir. Aynı zamanda Birinci Paylaşım Savaşı da denilebilir.

Ülkemiz, NATO’ya bağlı, Batı’nın ortaklaşa sömürgesidir. Yani, öyle bağımsız bir ülke falan değildir. “Ortaklaşa” sömürge olma hâline, isterseniz “yedi kocalı hürmüz” de diyebilirsiniz. Siyasal açıdan ABD’ye bağlı iken, ekonomik açıdan başta Almanya olmak üzere AB tekellerine bağlıdır. Bu “ortaklaşa” sömürge olma hâli, SSCB’nin varlığı koşullarında sürdürülebiliyordu. Ama, SSCB dağıldıktan sonra durum değişmiştir ve ekonomiye sahip olanlar siyasal alanı ele geçirmek isteklerini ortaya koydular. Susurluk operasyonu budur. Başarılı olamamıştır. Türkiye’deki Gladio ya da adı her ne ise o, Ergenekon vb. örgütlenmesi bu süreç ile tasfiye olmamıştır. Siyasal alanı elinde tutan ABD ise, bu sürece, AK Parti projesi ile yanıt vermiştir. Zaten kendisine bağlı bir güç olan Gülen hareketini, bu iş için etkince sahaya sürmüş ve AK Parti projesi “Yeni Türkiye” projesi olarak sahaya aktarılmıştır.

İşte bu kavga (Siz bunun onlarca başka olayda ortaya çıkışını örnekleyebilirsiniz. Biz bu kadarı ile yetinmeyi, bu makale çerçevesinde yeterli buluyoruz.), TC devletinin her kurumunda, tarikatında, siyasal partisinde, bakanlıklarında, ordusunda vb. ortaya çıkmıştır. Bu devletin çözülüşü konusunda bir kuvvettir.

İkincisi, Kürt devrimidir. Kürt devriminin etkileri daha eskiye uzar. Ve Kürt devrimi, sadece bir silahlı direniş olarak TC devletini zorlamakla kalmamıştır, aynı zamanda TC devletinin ideolojik temellerini de sarsmıştır. Solun içindeki “Kemalist etki”yi ortaya çıkartmak için nesnel olanaklar da sunmuştur. TC devletinin Batı’da Kürtlere karşı örgütlediği milliyetçilik ve ırkçılık, aslında, sürdürülebilir olmaktan da uzaktır.

Tarihi boyunca TC devleti, İslam’ı ve Türkçülüğü şiddetli bir biçimde, sınır tanımaz ölçülerde kullanmıştır. Aynı şey, Kürtlere karşı devreye sokulmuştur ama bunun da işlevsizleşme süreci başlamıştır.

Konumuz bu olmadığı için, yine, Kürt devriminin etkileri konusunda daha geniş bir tartışmaya girmek gerekli değildir. Bu konuda hem bizim bakışımız bellidir hem de bu konuda artık pek çok kaynak vardır. Mesele bakış açısındadır.

Üçüncü kuvvet ise, Gezi Direnişi ile başlayan süreçtir. Aslında biz buna “devrimin göz kırpması” diyoruz. Kendiliğinden bir sosyal paylamadır. Ama devrim denilen sıçramalı anlar, zaten kimseyi beklemezler. Gezi Direnişi, hem 12 Eylül’den bu yana süren kitlesel sessizliği (örgütsel değil, kitlesel sessizliği) bozmuştur hem de ülkenin batısında yaratılmak istenen ırkçı ve Kürt devrimi karşıtı milliyetçiliğin etkilerini de hırpalamıştır. Bu açıdan da çok değerlidir. Demek ki, “sahipsiz kalan” kitleler diye bir durum hiç yoktur. Kitleler “sahip” aramazlar. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, mayıs seçimlerinin sonrasında, gazetecilere bazı açıklamalar yaptı. Sputnik’ten Ceyda Karan, bu buluşmadan bazı detaylar aktardı. Bakılabilir. Okuyan burada, “Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimine” karşın, “sahipsiz kalan” kitlelere dikkat çekiyor. Aslında Okuyan, “Kemalist-komünist ittifakını öne çıkartacaklarını” belirtmeden önce bunu söylüyor. Oysa ne kitleler sahip ararlar, ne de eğer bir “sahip” arıyorlarsa, bu “Kemalist-komünist ittifakı” olur. İşte hırpalanan milliyetçi etki derken, tam da Okuyan’ın yapmak istediğinin tersini söylüyoruz. Yani, Gezi Direnişi, hem kutsal devlet denilen şeye bir açık tepki idi, hem de Kürt devrimine karşı pompalanan milliyetçiliğin tarihsel izleri ile de bir yüzleşme idi.

Bu üç “kuvvet” üzerinde, detaylıca durmak gerekir ama bu, bu makalenin sınırlarını aşar. Biz, zaten, her fırsatta, belki de 5 yıldır, bu üç etkeni açıklamaya çalışıyoruz ve devletin bu olağanüstü örgütlenmesini anlatmaya çalışıyoruz.

Oysa burada konumuz şudur: Neden UluSol arayışı bu denli, bugün, güncellendi? Soru budur. Bu soruya yanıt vermek için, bu hatırlatmayı yaptık. Eğer Saray Rejimi’ni, devletin tüm güç kullanımına rağmen, çözülüş olarak görmezsek, gerisini anlamamız zor olacaktır. Çözülüşü durdurmak, “beka”yı garanti altına almak için, egemenler, tüm güçleri ile yeni bir örgütlenme ortaya koymuşlardır. Bu örgütlenme, karşıda işçi sınıfının devrimci direnişinin tüm zayıflığına rağmen, kendini güçlendirmek istiyor.

Bunun için 28 Mayıs’ta sonuçlanan sahtekârlıklarla dolu seçim sürecinin en başından, mesela 1,5-2 yıl öncesinden başlayarak, kitlelerdeki direnişi kırmak, kontrol altına almak için, egemen, solu CHP’nin kuyruğuna takmak için özel bir operasyon yürütmüştür. Bu konuda çok başarısız olduğu da söylenemez. Yukarıda anmış olduğumuz için oradan devam edelim, Okuyan, aynı yerde, Kılıçdaroğlu’na oy verilmesine ilişkin bir soruya yanıt verirken, “Bir daha yapmayacağımız bir şeyi yaptık. Pişman değiliz. Ama bu seçimlerle beraber CHP ve HDP gölgesinde siyaset yapanlarla arayı daha da açma kararımız var” diyor. Yani, “bir oy ‘bize’, bir oy Kılıçdaroğlu’na” yaklaşımından söz ediyor. Ve “bir daha yapmayacakları bir şey”i, yapmaktan “pişman” olmadıklarını peş peşe vurguluyor. Değişik bir “özeleştiri” tarzını ifade ediyor ama bizim konumuz bu değil. Ve ardından, CHP ile arayı açmaktan söz etme hamlesini yaparken, HDP’yi mutlaka araya sıkıştırıyor. UluSol, böyle filiz veriyor. Oysa zaten Okuyan, “bir oy TKP’ye, bir oy CHP veya HDP’ye” demiş değildi ki? “Bir oy TKP’ye, bir oy Kılıçdaroğlu’na” diyorlardı. Telâşla HDP’yi araya sıkıştırmak, UluSol eğilimi yansıtıyor. Kemalist-komünist ittifakının çerçevesi çiziliyor. Siz Kemalistler komünist çizgiye yakın olun, biz de sizin Kürt meselesine yaklaşımınızı severek savunuruz gibi bir tariftir bu. Demek, Kemalistlere yaklaşmak için, onların hassas yerine dikkat göstermek gerekiyor. Rica edilen bu olmalı ve kendileri bu ricaya dünden razıdırlar.

İşte bu CHP kuyruğuna takılma, kitleleri bu yolla isyandan uzaklaştırma, “sahip kalan” kitleleri devletin kutsal kollarına çekme, bu yolla direnişi durdurma çabası, devletin bu çabası epeyce başarılı olmuştur.

İşte şimdi, tüm burjuva partilerce, “muhalif” partilerce meşru ilan edilen bu seçimler sonrasında Saray Rejimi’ni, “güçlendirilmiş Saray Rejimi’ne” çevirme programı, savaş planları çerçevesinde, solun milliyetçi bir çizgiye çekilmesini gerektirmektedir. Egemen, bunu istiyor. Egemen, bunun için, “ırkçılığı” açıktan sola bir model olarak sunamaz. Onun yerine, “ulusalcı sol” projesi devreye sokuluyor.

Okuyan “Türkiye’nin tasarlanmış bir döneme girdiğini” söylemektedir. Bu “tasarlanmış dönem”in tasarımcısı ABD ve NATO’dur, Batı emperyalizmidir ve “tasarı”, savaş kabinesi şeklinde kendini ortaya koymuştur. Bu savaş planlarına, içeride ve dışarıda net bir biçimde karşı çıkmadan devrimci olunamaz. Devrimcilik, komünistlik, enternasyonal bir ruhu gerektirir ve bu açıdan savaşı iç savaşa çevirme tutumu kritik önemdedir. Bu nedenle, deriz ki, dünyanın tüm halkları, dünyanın her ülkesindeki ezilenler, savaşın her tarafındaki işçiler, silahlarını kendi egemenlerine çevirmelidirler.

Ulusalcı sol, tam da bu nedenle devreye sokulmak isteniyor. Egemenin siyasal bilinci, bu ülkede, her zaman gelişkin olmuştur.

Nedeni budur.

Ve ulusalcı sol yaratma girişimi, biz buna UluSol diyoruz, tarihsel bir arka plana da sahiptir ve bu işi “kolaylaştırmaktadır.” “Sahipsiz kalan kitleler”in sahibi olmak, son derece uygun bir terminolojidir ve bizim her düzeyde reddedeceğimiz bir şeydir. Devrimci sosyalist çizgiye taban tabana karşıttır.

Şimdi, bu ucu derine giden yaraya, sürece bakabiliriz.

İŞGALE KARŞI DİRENİŞ VE TC DEVLETİNİN KURULUŞU

Biliniyor, Birinci Dünya Savaşı (I. DS), bir emperyalist paylaşım savaşımıdır. Tekeller çağına denk gelmesi rastlantı değildir. Dünyanın toprak olarak ve ekonomik olarak (tekeller arasında) paylaşılmış olması sürecinin tamamlanmış olması, paylaşımı “yeniden” paylaşım hâline getirir. Öyle oldu. Ve I. DS’nin ana konusu, Osmanlı, Çin, İran başta olmak üzere “Doğu sorunu” ya da bu adı geçen alanların paylaşımıdır. Osmanlı “hasta adam”dır ve paylaşılması gereklidir. Gündemleri budur.

Bu paylaşım savaşımı, 1914 yılında dünya çapında açık bir savaşa dönüşmüş ve ittifaklar kurulmuştur. Ve Osmanlı, beklenen İngiltere ile birlikte aynı safta yer alması iken, Almanya’nın yanında savaşa girmiştir ve bu yolla, zaten başlayan İngiliz yayılmasını engelleyeceği düşünülmüştür.

İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, çeşitli alanlarda işgal sürecini başlatmışlardır. Ve bu işgal politikası, Osmanlı’nın elinde kalan son topraklarda, bir direnişle karşılaşmıştır. Bu direniş, mesela Antep’te, başka yerlerde de, aslında gelişmiş bir anti-emperyalist bilinçle başlamamıştır. Elbette içinde bunun tohumları vardır. Ama bu anti-işgal karakterde bir direniştir (Bu konuda daha kapsamlı bir çalışma olarak, birinci baskısı 1998 yılında yapılmış olan çalışmamıza bakılabilir. Deniz Adalı, “Anadolu; Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim”, Kaldıraç Yayınevi).

O günün dünyasında, bir sosyalist ülke yoktur.

Anti-işgal hareket, Yeşil Ordu gibi gelişmiş biçimlere bürünmeye başlamıştır. Bu yolda gelişen anti-işgal hareket, aslında anti-emperyalist bir karaktere bürünme eğilimindedir. Ancak Ekim Devrimi patlayınca, dünyada ilk kez proletarya Paris Komünü’nde olduğundan daha ileri biçimde, çarlığı alaşağı edip, devlet çarkını parçalamaya başlayınca, dünya halkları üzerinde büyük bir etki oluşturmuştur.

Biraz ağırdan gidelim. Aynı dönemde dünya devrimci hareketinin durumuna bakalım.

Bu süreç, dünya devrimci hareketi içinde derin bir ayrışmanın da ortaya çıktığı süreçtir. İkinci Enternasyonal, son derece gelişmiş örgütleri ile, savaşta kendi egemenlerini destekleme konusunda bir tutum alınca, Bernstein ve Kautsky dönek hâle gelince, Üçüncü Enternasyonal “yola çıkmıştır” ve savaşı iç savaşa çevirme sloganını öne çıkarmıştır. Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasında bu tutumun rolü büyüktür.

Ağırdan gitmeyi sürdürelim.

Ekim Devrimi, bilindiği gibi, zafere ulaştığında SSCB hâline geldi. SSCB, sovyet örgütlenmesine dayanır. Sovyet, bizim dilimize “şura” olarak çevrilmiştir. Buna işçi ve asker şuraları ya da işçi ve asker meclisleri ya da işçi ve asker komiteleri diyebilirsiniz. Dikkat edelim, Ekim Devrimi, kendine bir coğrafî ad, bir millet adı seçmemiştir. Mesela Rus Sosyalist Cumhuriyeti dememiştir. Cumhuriyet demiştir ama Sovyet ve Sosyalist diyerek bunu yapmıştır. Sovyet, bugünün dünyasından bakılınca da, ülke vb. sınırları aşan bir tutumdur.

Ekim Devrimi, iki büyük etki ile kapitalist-emperyalist zinciri sarsmıştır. İlki, kapitalist sistemi yıkmaya dönük dünya devriminin ilk zaferidir ve burjuva iktidarı yerle bir etmiştir. Bu, dünyadaki tüm işçi hareketini olumlu olarak etkilemiştir. Almanya’da devrim 1919 yılında yenilmemiş olsa idi, bu etkinin nerelere varacağını hesaplamak kolay değildir. Dünyanın her kapitalist ülkesinde, özellikle savaşta yenilgi yaşayan ülkelerde işçi sınıfı iktidar mücadelesine açık bir hatla yönelmiştir. İkincisi, Ekim Devrimi, işçi sınıfının nispeten daha az gelişmiş olduğu ülkelerde de, halkların emperyalizme karşı mücadelesi için bir ilham kaynağı, bir çekim merkezi olmuştur.

Fransız burjuva devriminin yarattığı “uluslaşma” hareketinin çok ötesindedir bu. Emperyalizme karşı bağımsızlık için girişilen bu savaşım, dünyanın birçok ülkesinde mücadeleyi olumlu etkilemiştir.

O kadar ki, birçok yerde, emperyalist egemenler, 1919 yılının sonundan başlayarak, yani Alman Devrimi’nin yenilgisinin ardından, hem işgal altında tuttukları bazı alanlardan çekilmişlerdir ve bu alanları kendi emperyalist egemenliğinin içinde tutmak için bazı yeni yollar geliştirmişlerdir, hem de kendi emperyalist metropollerinde işçi sınıfının direnişini durdurmak için bazı reformlara girişmiş ve bazı hakları tanımak zorunda kalmışlardır. Bir kere daha reform, devrimi önlemek için razı olunan şey olarak ortaya çıkmıştır.

Tekrar anti-işgal harekete dönebiliriz.

Bu süreç, ülkemizdeki anti-işgal hareketi de etkilemeye başlamıştır. Yok sayılan işçi ve emekçiler, yani “sahipsiz kalan” kitleler, sahip ve efendiyi reddetmeye başlamıştır. Bu, büyük bir cesaret demektir ve bu cesaret bulaşmaya başlamıştır. Üstelik önlerinde bir “model” de oluşmuştur. İktidarı aldıktan sonra ne yapacaklarına ilişkin bir tasarımları olmamış olsa da, yapılmış olan ile ilişki kurma olanakları ortaya çıkmaya başlamıştır.

İki nokta var. Birincisi, anti-emperyalist mücadele, geniş bir yelpazeyi kapsar ve eğer anti-kapitalist bir önderlikle yürütülmüyorsa, anti-kapitalist bir ideoloji ile yürütülmüyorsa, ufuksuz kalır. İkincisi, anti-işgal hareket, eğer silahlarını bırakıp geri çekilen emperyalist güçler varsa, aslında uzlaşmaya yatkın olur.

Ülkemizde anti-işgal hareket, giderek Yeşil Ordu gibi örgütlenmeler şeklinde gelişmekteydi ve dahası bazı komünist örgütlenmeler de gelişmeye başlamıştı. Ve bu sırada bir iç savaş hâline dönüşüyordu. Çünkü hareket, Osmanlı padişahlığını işgalin kuklası olarak görüyordu. Böylece, işgalciye karşı mücadele ile egemenin devletine karşı mücadele birleşmeye başlıyordu. Bu, eğilim olarak vardı.

Ama bu anti-işgal hareket, bir anti-emperyalist bilince dönüşemedi.

Dahası egemen, anti-işgal direnişin önderliğini alma fikrini örgütlemişti bile. Egemenin siyasal bilincinin gelişmişliğidir bu. Hareketin, olası iki önderliğinden biri komünist harekettir ve komünist hareket, Kemalist hareketle ilişki kurmak için uğraşırken, önderlerini Karadeniz’in derin sularında kaybetmiştir. Egemen, komünist hareketi, önderlerinden başlayarak boğmuş ve “bir komünist partisi lazımsa onu da biz kurarız” sözü ile hareketin liderliğini almıştır.

Fransız Devrimi’nden sonra, burjuvazi tarihsel ilericiliğini, radikalliğini kaybetmiştir. Mesela Alman uluslaşması, Fransız uluslaşması gibi radikal değildir. Fransız Devrimi, çok uzun olmayan bir sürede, feodal soyluluğun mülkiyetine son verirken, yanına aldığı köylü kitlelerin, işçilerin, tüm mülkiyete el koyma eğilimi ile karşı karşıya kalmıştır. O andan başlayarak, kendinden önceki egemenle, yeni egemen, uzlaşmaya başlamıştır.

Onun üzerinden iki önemli süreç geçti. İlki kapitalizm tekelleşti ve tekeller çağı, kapitalizmin olgunluk çağı olarak hem kapitalizmi bir dünya sistemi hâline getirdi hem de kapitalist-emperyalizm ortaya çıktı. Artık, uluslaşma anlam değiştirmeye başladı. İkincisi Ekim Devrimi diye bir süreç başladı ve kapitalizmden komünizme geçiş çağı başladı. Bu iki etken, burjuvaziyi büsbütün gerici hâle getirdi.

Sosyalizm hedefi olmadan, “ulusal kurtuluş” diye bir şey tarih sayfalarına gömüldü. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler’in tüm etkisine rağmen, emperyalizme bağımlı bir ülke olarak doğdu.

Söylediğimiz gibi, bu sürecin daha kapsamlı değerlendirilmesi, “Anadolu; Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” kitabında bulunabilir. O detayda bir çalışmayı burada özetlemek mümkün değil. Bu nedenle, biz, burada ancak, tartışmamız açısından sadece bazı önemli noktaları ele alıyoruz.

Belirtmek gerekir ki, TC devletinin oluşumunda, en başından beri iki süreç son derece nettir. TC devleti, emperyalist cephenin, Sovyetler’e karşı ortak bir karakolu olarak organize edilmeye başlanmıştır. Wilson Prensiplerinde, “Osmanlı’dan kalan topraklarda Türk unsurunun egemenliğine” diye kayıt düşülürken, aslında bu net olarak da ifade edilmiş olur.

Birincisi, anti-komünizmdir. TC devleti, zaten işgale karşı direnenlere karşı savaş içinde oluşmaya başlamıştır. Yunanlılara karşı savaş, aslında içeride süren iç savaş ile aynı anda sürmüştür. Çerkes Ethem’in tasfiyesi, bu açıdan özel bir örnektir. Anti-komünizm, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinde de net bir bilinçtir ve Nâzım, “Burjuva Kemal’in omuzuna binmiş/ Kemal kumandanın kordonuna/ Kumandan kâhyanın cebine inmiş/ Kâhya adamlarının donuna” diye, Kânunisani 28’i anlatmaktadır. Kânunisani, ocak demek oluyor, ocak ayının 28’i, yıl 1921’dir. Mustafa Suphi ve yoldaşları, 15’ler, Azerbaycan’dan, savaşa katılmak için, ülkeye, anlaşmalı olarak gelmektedirler. Ve Trabzon’dan bir tekneye bindirilerek Karadeniz’de boğulurlar.

“Sınıfsız, imtiyazsız bir toplumuz” bu anlama gelir ve işçi sınıfının varlığının inkârıdır.

İkincisi, Ekim Devrimi’nin halkları özgürleştirici etkisine karşın, Osmanlı’dan kalan topraklarda var olan halkların tek bir “ulus” hâline getirilmesi sürecidir. Bu, Fransız uluslaşmasından çok farklıdır. Alman uluslaşmasının tüm gericiliğine rağmen ondan da farklıdır. Alman uluslaşması, Almanca konuşanların tek bir devlette birleştirilmesi olarak özetlenebilir. Oysa Türk uluslaşmasında, devlet öndedir. Ziya Gökalp, ünlü Türkçüdür ve “bu devlete bir ulus lazım” diye bir cümle ile, durumu son derece net olarak ifade etmiştir. Milletlerin devletleşmesi yerine, devletin ulus yaratması sürecidir bu. Ve bunun da temeli vardır, Ermeni, Süryani, Pontus soykırımları hemen yakın tarihtir.

Böylece, Ekim Devrimi’ne karşı bir karakol olarak, bir set olarak örgütlenecek olan Türkiye’de, hem komünist etki hem de halkların özgürleştirilmesi etkisi, Ekim Devrimi’nin bu iki etkisi kırılmaya çalışılmıştır.

Derler ki, sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. Bu iki etken eğer iyice anlaşılırsa, bu sınıf savaşımından burjuvazinin, yeni egemenin, eski egemenle uzlaşan yeni egemenin, ne denli gelişmiş bir siyasal bilince sahip olduğu anlaşılacaktır.

Buna bir şey daha eklemek gerekir, genç Türkiye Cumhuriyeti, elbette emperyalizme bağlı bir sömürge ülke olarak kurulmuştur. Sömürge olmak ayrı bir şeydir.

Ülkemizin aydınları, egemenin kadroları vb. gibi toplumun önde gelenlerinin tümünde, bu sürecin ikili karakteri, şu ya da bu tonda etkilidir. İkili karakter, bir yandan bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde varlık, diğer yandan sömürge bir ülke olarak varlık. Büyük bir devletin kaybetmiş kadroları, yeni süreçte sömürge ülkenin kadroları hâline geliyor. Bu süreci 1908 Devrimi’nde de görmek mümkündür, yarım bir burjuva devrimdir ve uzlaşma sürecinin tüm özelliklerini taşır.

Bugün bize, cumhuriyetin kurulmuş olması, saltanatın kaldırılması kötü mü, diye soruyorlar. Aslında dediklerimizden hiçbir şey anlamayanlar değillerse bunlar, egemenin nesnel ajanlarıdırlar. Çünkü biz saltanatı savunmuyoruz. Biz, işgale karşı direnişin, aslında daha da ileriye gidebilme olasılığını, bu konuda komünistlerin öncülüğü alamayacak kadar siyasal bilinçten yoksun olmasını tartışıyoruz.

Cumhuriyet, elbette Osmanlı’dan farklıdır. Bunda bir sorun yok. Ama TC’nin oluşumundaki bu anti-komünist etki ile halkların imhası ve inkârını görmeyelim mi?

Eğer bunları görmezseniz, sonrasında sizin “gericilik” olarak tanımladığınız, bugün AK Parti’yi eleştirdiğiniz her şeyi, gerçek anlamda da göremez olursunuz. Ermeni katliamını görmezseniz, her zaman devletin içinde bir “kötü” ararsınız ve devleti sürekli aklarsınız. Bugün, Hrant cinayetini sadece Gülen hareketine yıkmak gibi. Bu, devleti aklamaktır. O meşhur “sarı öküzü vermek” ta oradan başlar. 6-7 Eylül olaylarını anlamak istiyorsanız, devlet eli ile burjuva yaratma siyasetini de anlamanız gerekir. Yağmacılık, kökleri Osmanlı’ya ulaşan bir tarihsel kalıntıdır ve burjuvazi tarafından çok sevilmiştir. Bugün Suriye’deki işgali anlamak, ancak devleti doğru anlamakla mümkündür. Ermeni katliamını “iki halkın birbirini boğazlaması” olarak sunmak, aslında egemeni aklamaktır. İki halk kim? Diyelim ki biri Ermeniler, tamam ama diğeri kim? Mesela Van’daki kim, mesela Sivas’taki kim? Mesela Koçgiri’deki Topal Osman mı halk, yoksa Karadeniz’deki Topal Osman mı halk? Hangi halk? Diyelim ki diğer halk “Türkler” ise, bu aslında Türklere de hakaret olmaz mı? Bu işin devlet neresinde?

Cumhuriyetin kadınlara oy hakkını olumlu bulacağız. Eyvallah. Bu durumda, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini unutmamız mı gerekecek? Diyelim ki, Sümerbank fabrikalarının devlet eli ile kurulmasını alkışlayacağız, eyvallah, ama İş Bankası’nı ne yapalım? Koç Holding’in yükselişini ne yapalım?

Biz, işgale karşı direnen halkı, kendi geçmişimiz sayarız. Ama ülkenin emperyalizme bağlanmasını nasıl alkışlarız? İçeride süren iç savaşı görmezden mi gelelim?

Bize bugün en çok söylenen şey şudur: “TC, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Öyle mi? Bunu nasıl alkışlayalım? Sadece AK Parti döneminde gerçekleşen Suruç, gar katliamlarını mı lanetleyelim, ya 1 Mayıslar? Ya 16 Martlar?

Hiçbir zaman laik olmamış olan bir ülkedir burası. Bunu görmezden mi gelelim? Siz, Diyanet İşleri kadrosunda 120 bin kadro bulunurken, bu devlete nasıl laik dersiniz?

Efendim, Fransız emperyalizminin Cezayir’deki katliamları var diye Fransız Devrimi’ne mi karşı çıkalım? Soruya bakın! Fransız Devrimi, 1789’dadır. Onun yarattığı aydınlanma vardır. Buna rağmen, Fransız burjuvazisinin, devrimin daha da ileri gitmesini önlemek, tüm mülkiyetin kamulaştırması taleplerini bastırmak için yaptıklarını, Fransız Devrimi hürmetine alkışlayalım mı?

İki sınıf var. Biri burjuvazidir, diğeri işçi sınıfı. Bu iki sınıf arasındaki savaş, sizin cephenizi seçmeninizi belirler. Ya işçi sınıfından yana olursunuz ya da bu çağın egemeni olan burjuvaziden yana. Ortada durmaya çalışan, aslında maskeli burjuva ajanı değil ise, en iyi ihtimalle bir “iyimser”, “iyi insan” rolünü çok seven bir tanınmıştır. Bizim “iyi insan”larımız, nedense her katliamdan, devleti korumak için, devletin içindeki kötü adamlardan söz edenler oluyor.

Çayan ve arkadaşları, 1960’ların sonlarında, ülkenin emperyalizmden kurtulması için, NATO ile gelişen kökleşmiş sömürge hâlinden kurtulmak için, “tam bağımsız”lıktan söz ederlerdi. Demek, sömürge olduğumuzu da kabul ederlerdi. Onların eksiği, devrimci enerjilerinde değildi, TC devletinin oluşumundaki bu iki yönü yeterince analiz etmemiş olmaları idi.

Sömürge olma durumunu anlamak, aynı zamanda içerideki egemeni doğru olarak anlamakla mümkündür. Sınıf savaşımı, her ülkedeki devletin şekillenmesinde önemli etkendir. Kaldı ki, dünya çapında süren sınıf savaşımının da her ülkeye etkileri vardır. Hitler’in kafatasçı yaklaşımı, 1930’lar Türkiye’sinde hemen ve kolayca yankı bulabilmişti. “Bu devlete bir millet lazım” anlayışı, bundan geri kalır bir anlayış mıdır ki?

Ülkemizdeki mücadele, ilerici olan aydınlarla, gerici olanların çarpışması değildir. Tersine, iki sınıfın savaşımıdır ve o savaşımının elitler düzeyine yansımasıdır bu. Bizim tarafın “aydın”ları, devlet karşısında konumlarını tam seçemeyince, devletin içinde iyi adam aramak, kötü adamlara suçları yüklemek yolunu tutmuşlardır. Buna egemen her zaman razıdır, çünkü sonuçta devlet aklanmaktadır. Gülen’e karşı Erdoğan’dan, Gülen’e karşı Veli Küçük tarzı kişilerden yana olmak, işte bu geleneğin ürünüdür. Oysa Erdoğan, bizzat Gülen örgütlenmesinin elleri üzerinde yükseltilmiştir. “Sahip”, hem Gülen’in hem de diğerinin sahibidir.

KİM, HANGİ CUMHURİYETİ İSTİYOR?

Cumhuriyetin 100. yılı 2023 demek oluyor. Kutlamalar, 100. yıl diye düşünülünce, garip ve komiktir. Egemen sınıflar, 100. yılında Cumhuriyet’i kutlamakta bir hayli ikirciklidirler. Birçok şirketin ticari reklamları “en görkemli” olanları sayılabilir.

Bunun nedeni, egemenin kendi içinde yaşadığı, uluslararası alanda süren paylaşım savaşımına da bağlı olan cepheleşmedir.

New York’ta, TC devleti, tam da Saray Rejimi’ne uygun tarzda, sonradan görme reklamcılık faaliyeti ile, “Türkiye yüzyılı” havası attı. Sonradan görmelerin “hava atma” şekilleri de, çok ama çok hava cıva oluyor.

Bir kamyon düşünün. Görmeyenler için. Arkası kapalı. Üstü hariç 3 kenarı vardır. Önünde kamyonun şoför mahalli, altında kamyonun tekerlekleri var. Bu nedenle, oralarda bir “Türkiye yüzyılı” görseli yok. Üst kısmı ise görülmüyor. Geriye arkası ve iki yan kenarı kalıyor. Buralarda görsel olarak ekranlar kullanılmış ve “Türkiye yüzyılı” tanıtımı yapılıyor.

Parasını devlet ödemiştir, bir şirket muhtemelen bir çete bu işi üstlenmiştir ve bir taşeron tutmuş olmalıdır. Ve her biri “iş”ten para kazanma peşindedir, muhtemelen. Ama bizi burası bu tartışmada ilgilendirmiyor. Reklam, Türkiye yüzyılını ilan etmektedir.

İngiliz yüzyılı diye bir kavram bilinir. Amerikan yüzyılı daha bilindiktir. Sanırım, İngiltere, İngiliz yüzyılını ilan etmek için, New York sokaklarında araba dolaştırmamıştır. ABD’nin de böyle yapmadığını biliyoruz. Sömürge ülke olmak budur, kamyon ile “Türkiye yüzyılı” ilan ediliyor.

Peki neden bu ilan, New York sokaklarında ilan ediliyor? Mesela neden Ankara’da, hadi Ankara’yı geçtik İstanbul’da ilan edilmiyor?

Sömürge ülke olma hâli ile görmemiş olma hâli birleşince, New York sokaklarında Saray Rejimi’ne özgü bir Saray soytarılığı gösterisi sergilenmesi, uygun olmalıdır. Tetikçi, efendiyi eğlendiriyor olmalı.

Ve bu olay, bizim konumuz açısından cumhuriyetin 100. yılında yapılıyor. Demek, Saray, kendine has bir cumhuriyet planına sahiptir.

Egemenin bir bölümü, Suriye’de işgal ettiği topraklara bakarak, Osmanlı sınırlarına ulaşma hayali kuruyor değil ya?

Kanımızca değil ama hani “ah” diye nara attıktan sonra, afyon çekmiş oldukları bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun ne de büyük olduğunu içlerinden geçirmiyor değiller. Kolpacılık böyle bir şeydir ve Kasımpaşa kültürünün külhanbeylerine uygun değilse de, Kasımpaşa kültürünün muhbirlerine uygun olduğu konusunda şüphe yoktur.

Hayali kurulan cumhuriyet, efendi tarafından, Graham Fuller’e yazdırılmış “Yeni Türkiye” kitabında özetlenmiştir. Ilımlı İslam üzerine kurulu bu cumhuriyet hayali, Gülen eli ile Erdoğan’ı iktidara taşıyan projedir.

Bu proje, TC’nin AB egemenlik alanından, tam olarak ABD egemenlik alanına demirlenmesini öngörür. Zaten siyasal olarak, NATO kanalıyla, ABD kontrolündedir Türkiye. Siyasal alan dediğimizde, ordusu, polisi, siyasal partileri, hukuk sistemi vb. tümü içine girer. Eksik yönü ekonomidir ve bu nedenle, ekonomik alanda “yeni zenginler” yaratma projesi sürmektedir. Bu zaten, devlet eli ile burjuva yaratma uygulamasının bir çeşit versiyonu sayılabilir. Bu nedenle, büyük çaplı bir sermaye transferi gerçekleşmektedir. İnşaat, enerji, silah sanayii gibi alanlar, bu açıdan çok öndedir. Ülkeye giren bazı Arap ülkelerinden gelen sermaye, tam da buna uygundur. Elbette, AB’nin buna itirazı vardır. İmamoğlu, Yavaş vb. eli ile büyük kentlerin rantını iktidarın elinden kopartıp alırken, aslında bu itirazı ortaya koyuyorlardı. Ama ne ki, Ukrayna savaşı ile AB, bir güç olarak iradesini ABD’ye teslim etmiştir ve şimdi bu savaş, “daha az savaş-daha çok uzlaşma” ile gitmektedir. AB’nin tutumu budur. Bu konuda bir anlaşma yapmışlardır. Anlaşma Mart 2023’te yapılmışa benzemektedir. Buna bağlı olarak ABD-AB anlaşmasına bağlı olarak, ekonomi tamamen Şimşek ve Gaye memurlarına devredilmiştir. Erdoğan göstermelik hâle getirilmiş ve savaş kabinesi organize edilmiştir.

Demek ki, egemenin bir bölümü, bugünkü Saray Rejimi, tam olarak ABD tetikçisi olmayı seçmiştir. Suriye’de işgal edilen alandan elde edilen yağma, burjuvazinin iştahını artırmaktadır. Kanlı para, her zaman daha tatlıdır, soslu makarna gibi. Bu nedenle tadı damaklarındadır.

Yine de egemenin içinde bir kesim, bu arada, bu kargaşa içinde rakiplerini eleyip, İslamî bir ideoloji ile, yeni elitler hâline gelmek istiyor. Burada İslamî ideoloji, elbette işin maskesidir.

Ergenekon-Gladio yapılanması ise, ABD’yi, efendiyi, ikna etme peşindedir. Kendilerinin görevlere daha “layık” olduklarını düşündüklerinden olacak, “liyakatsizlik” diye cıyak cıyak bağırıyorlar. Sanki efendinin onlara ihtiyacı varmış gibi. Onlar, yıllardır “sırlarını” oluşturdukları/bildikleri devletin, daha çok kendilerine yakıştığını iddia etmektedirler. Onlara göre, ABD hizmetine daha uygun kadrolar kendileridir. Bu nedenle zaman zaman ABD’yi, her iki kanat da rahatsız edecek adımlar ya da tuhaf tepkiler vermektedir.

Eğer egemen adına politika yapan kalemşörlerin, zaman zaman “büyük Türkiye”, “Turan’ın ve İslam’ın lideri”, “bölgesel güç” gibi kavramlar kullanmaları yolu ile, sanki bir planları varmış, sanki bir cumhuriyet tasarımları varmış gibi yapmalarına bakmayın. Bunlar elbette önemlidir ama aslında proje, efendinin projesidir ve bu da “yeni Türkiye”den, bugün, “savaş kabinesine” dönüşmüş bir tetikçilik projesidir.

Demek oluyor ki, İslamî tonların öne çıkartılması ya da her yeri “vatan” ilan eden saldırgan politikalar, aslında ancak ve ancak efendinin kendilerini görevlendirmesi ya da fırsattan yararlanma girişimleri olarak ele alınabilir.

Bu çözülme içinde, birçok tarikatın dini daha da öne çıkartmaya çalışması, karşı tarafta “aaa laiklik elden gidiyor” çığlıklarına dönüşmektedir. Her iki taraf da, aslında kendine kitlesel bir güç toplamak istiyor. Böylece, İslamcılık ve Türkçülük, aslında sanki ayrı grupların savunusu imiş gibi, öne çıkartılmış oluyor. Mesela konu işçiler olunca, direniş olunca, bu İslamî ve dinî çevreler hemen birleşiyor. Konu Kürt devrimi olunca, iki koldan birden saldırıyorlar. Kontr-İslamî gruplar organize ediyorlar, ırkçı Neonazi gruplar organize ediyorlar.

Bu tablo, sanki İslamî ve laik çatışması varmış gibi bir algıyı da besliyor. Mesela Alevi örgütlerin devlet denetimli olanlarının, laiklik elden gidecek diye, Ergenekoncu, ırkçı eski kadrolara yanaştıklarını görebiliyoruz. Yine Aleviler içinde, dün Gülen ile başlayan tarikat tarzı örgütlenmeler yeniden öne çıkarılmaya çalışılıyor. Bu, çok yönlü bir devlet politikasıdır ve Kılıçdaroğlu da Erdoğan da aynı projenin değişik etaplarını uygulamaya çalışmışlardır.

Böylece egemen, hem kendi içinde var olan çelişkilerin doğası gereği hem de efendinin İslamcı-milliyetçi (Türk-İslam sentezinin farklı versiyonları) politikası gereği, kitleler içinde kendi ideolojisinin yerleşmesi için de yol almaya çalışmaktadır.

Öyle ise, egemenin nasıl bir cumhuriyet istediği bellidir. Egemen, efendiden ayrı, ondan bağımsız hayal bile kurabilecek hâlde değildir ve bu nedenle efendinin isteği dışında hareket etme kabiliyetine sahip değildir.

Sömürge olma hâli, bir tetikçi olma hâli ile birleşmektedir. Bu, efendinin doğrudan ya da daha doğrudan devreye girmesi demektir. Savaş kabinesi vurgusu bunu ifade eder ve ekonominin Şimşek ile Gaye’ye bırakılmış olması (gerçekte her ikisi de uluslararası alacaklılar konsorsiyumunun memurlarıdır) bunun ifadesidir.

İşte New York’ta başlayıp ülke içine yansıyan, halksız, kitlesiz cumhuriyet kutlama süreci, egemenin ufuksuzluğunun da, çökme ve çürüme hâlinin de göstergesidir.

İkincisi, eski devletin elitleri içinde tasfiye sürecine uğramış, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında konum kaybetmiş olanlar, çevrelerinde bazı “aydın”ları, daha çok da solu etkilemek için toplamış olanların cumhuriyet hayalleri var.

Bunlar, aslında egemenin işini de kolaylaştırıcı etki yaratmaktadırlar. Çünkü aslında bunlar, “yeni” cumhuriyet planına (ki hiçbir yeri yeni değildir ve “yeni Türkiye” projesi çökmüştür) karşı, aslında devleti savunmaktadırlar ki bu zaten devletin işine gelir.

Onlara göre, laiklik elden gidiyor.

Onlara göre, Türkiye “demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti”dir. Sadece başında, “kötü” adamlar vardır. Mesela onların dönemindeki katliamlar bir nebze hoş görülebilir. Mesela ülkenin hiçbir zaman “laik” olmamış olmasının bugüne göre tercih edilir olması gerekir. Mesela onlara göre, 12 Eylül savunulamazsa da, bugünden çok daha iyidir. Madem öyledir, o hâlde şimdi 12 Eylül ile uğraşmamak gerekir.

İşte Kemalist-komünist ittifakı, bu temele dayanmaktadır. Onlar eski devlet değerlerini korumak istiyorlar, çünkü kendilerinin yeniden elit olmasının yolu budur ve komünistlerin de bugünkü iktidardan rahatsızlıkları var. Değil mi ki Saray Rejimi, “vatanı” düşünmemektedir. Öyle ise, bu ittifak yerinde olur.

Menderes çok mu vatanı düşünürdü? Evet, düşünmezdi ama bugün durum çok daha vahim, bu nedenle “cumhuriyetin kurucu değerlerine” dönmek gereklidir. Vatan Partisi, bu yolla MHP’nin eski yerine doğru kayarken, bazı sol gruplar da Vatan Partisi’nin eski yerine doğru kaymalıdır.

İşte “sahipsiz kalan kitleler”, tam da bu nedenle, yeni sahiplerini bulmalıdır.

Özetle, “laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” sahiplenilmelidir ve bu elbette onlara göre Atatürk Cumhuriyetidir.

Böylece eski ve yeni cumhuriyet savunusu temellenmektedir. Buna, bazı sol vurgularla “kamu yatırımları” gibi vurguların eklenmesi, işin niteliğini değiştirmez.

Ama bu savunu, işçi ve emekçilerin, sosyalist bir cumhuriyet ilan etmelerinin, bu amaçla tüm güçleri ile işçi sınıfını iktidara taşımak üzere kurulu sistemi yıkmalarının önüne bir set kurma girişimi olarak işe yarayabilir.

Üçüncü alternatif işte işçi sınıfının iktidarına dayalı olarak, sosyalist cumhuriyetin kurulmasıdır.

Sosyalist cumhuriyet, Osmanlı ve Cumhuriyet seçeneklerinden birini seçmeyi reddeder. Sosyalist cumhuriyet, eski ve “yeni” cumhuriyet alternatiflerini birlikte reddeder. Sosyalist cumhuriyet, eski olmayan laikliği savunmayı reddeder. Sosyalist cumhuriyet, sadece bugünü Saray Rejimi ilan etmez, dünü de bugünü de katıksız bir burjuva diktatörlük olarak görür ve reddeder.

Sosyalist cumhuriyet, ülkede iktidarı almayı, işçi sınıfının iktidarını kurmak üzere devleti parçalamayı, tüm üretim araçlarına el koyarak zaten kamu malı olan üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçmesini öngörür.

Sosyalist cumhuriyet, tekellerin, uluslararası sermayenin egemenliğini yerle bir eder.

Sosyalist cumhuriyet, sermayenin iktidarının yerine, işçi birliklerine, işçi meclislerine, işçi komitelerine dayanır.

Sosyalist cumhuriyet, her türlü aşağılanmayı, insanın insana kulluğunun sonucu binlerce yıllık ayrımcılıkları ortadan kaldırmayı hedefler. Cins, ırk, din ve dil ayrımlarına dayalı aşağılanmaların tüm sonuçlarını reddeder.

Sosyalist cumhuriyet, sadece Türkiye sınırları içinde değil, tüm bölgede, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da, sosyalist devrimlerin gelişimini destekler. Ve halkların kardeşliğini, isimsiz kardeşliği değil, gerçek kardeşliğini, özgürlüğe ve sömürüsüz bir dünya amacına uygun olarak savunur, bunu gerçekleştirmek için savaşır.

Sosyalist cumhuriyet, her türlü emperyalist egemenliği, sadece ABD egemenliğini değil, AB’nin egemenliğini de reddeder.

Sosyalist cumhuriyet, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi ile, ülkede, bölgede ve dünya çapında hesaplaşmayı öngörür. Barışın dayanağı buradadır.

Şimdi bize şu sorulacaktır: Bu olanaklı mıdır?

Elbette olanaklıdır.

Gözünüzü, egemen içindeki siyasete dikip onu seyretmekle yetinmezseniz, gözünüzü işçi ve emekçilerin direnişine dikerseniz, toplumun %80’inin işçi ve emekçi olduğu bir toplumsa, bu sorunun yanıtı olumludur.

Eğer siz, başarmak istiyorsanız, eğer siz gerçekten istiyorsanız, eğer bu uğurda gerçek anlamı ile bir mücadele yürütmeye hazırsanız, bu sorunun yanıtı evettir.

Eğer siz seçimlerle bu işi yapacağınıza inanıyorsanız, elbette bu sorunun yanıtı olumsuz olur.

Ama tarih, uzun evrimi boyunca, sıçramalarla ilerler. Bu sıçramaları anlamazsanız, devrimi anlayamazsınız.

Bugün mesele Erdoğan’ın gitmesi meselesi değildir. Zaten kendisi bir kukla gibidir. Mesele Saray Rejimi’ni devirerek, burjuva devleti tümden alaşağı etmek ve işçi sınıfının iktidarını kurmaktır. Sosyalist cumhuriyet, işte o zaman, gerçek anlamı ile halkın ezici çoğunluğuna dayanır.

İşçi sınıfının sosyalizm savaşımı, işçi sınıfının devrimci öncü örgütü aracılığı ile zafere ulaşır. Bunun yolunu bilim göstermektedir. Dün olduğu gibi, bugün de dünyada, toplumda diyalektik yasalar işlemektedir.

Bu mücadele ve devrim yolunu “uzun” bir yol olarak görenlere diyeceğimiz tek şey, haklısınız olur. Gerçekten bu uzun bir yoldur. Burjuva egemenliği yıkmak, binlerce yıllık sömürü ve aşağılanma tarihine son vermek, kolay da olmayacaktır. Ama hem yolu kısaltacak hem de zoru kolay hâle getirecek olan şey, bizzat mücadelenin kendisidir. Mücadeleye girmeyenlerin, bu yolu kısaltma dualarını samimi bulmayız.

Bu yol, konuşmakla, seyretmekle, kenarda durmakla, kendini güvenli alana mahkûm etmekle kısalamaz, kolaylaşamaz.

Derler ki, yola çıkmayanlar için yol olduğundan uzundur.

Derler ki, işe koyulmayan için iş hiçbir zaman kolaylaşmaz.

Kaldıraç dergisinin Şubat 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Şubat sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“Ama işçi sınıfının anlaması gereken şudur:
Bu devlet, bizim devletimiz değildir. Bu devlet, “baba devlet” değildir. Bu devlet, tersine, egemenlerin devletidir. Para babalarının, zenginlerin, uluslararası tekellerin, holdinglerin, rantçıların vb. devletidir. Onlara hizmet etmekte olan devlet kadroları, askeri, polisi, hâkimi, yargıcı, bürokratı, parlamenteri, basını, “uzman”ları vb. onların adamlarıdır.“
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Asgarî ücret: Egemen, işçi sınıfını ciddiye almıyor

“Biz, işgale karşı direnen halkı, kendi geçmişimiz sayarız. Ama ülkenin emperyalizme bağlanmasını nasıl alkışlarız? İçeride süren iç savaşı görmezden mi gelelim?
Bize bugün en çok söylenen şey şudur: “TC, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Öyle mi? Bunu nasıl alkışlayalım? Sadece AK Parti döneminde gerçekleşen Suruç, gar katliamlarını mı lanetleyelim, ya 1 Mayıslar? Ya 16 Martlar?”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kimin cumhuriyeti ya da herkes cumhuriyetini arıyor

“Eğer devlet, mesela Roboski’ye saldırırsa, bu saldırıya karşı çıkan herkese, hep birlikte, “sen önce terörü kına” deniyor. İyi ama, devlet terörünü kınamayan bir kişi, bu soruyu saldırganca soruyor diye, biz, “TC devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” tekerlemesini mi sakız gibi çiğnemeliyiz? Bu mudur, o ünlü “insan hakları” savunusu, o ünlü “hümanizm”iniz?”
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Milliyetçilik, Kürt karşıtlığı ve sol

“Saray’ın içinde olduğu bir süreçle, kendisi ırkçı olan Terim, bir komşu ülkenin takımına antrenör olarak “atanmıştır.” Ağar ve Erdoğan olmadan, bu atama zor görünüyor. Bu “atama” birkaç şeyi göstermektedir.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Borsa, mafya, Saray ve futbol

Bu sayı ayrıca Hakkı Taşdemir’in Fransa parlamentosunda kabul edilen yeni Göç Yasası’nın düşündürdükleri ve Gözün aydın Bay Şimşek! Big Mac 6,60 Amerikan Doları oldu, Temel Demirer’in Barış (mı dediniz?!) ve Doğmatizm: Cehaleti sınır(sızlığ)ı, Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un Mitostan masala, masaldan hayata… Gazel’in Şahmaran’ı, Fikret Başkaya’nın Siz dine karışırsanız, din de size karışır… başlıklı yazıları, Ege Can Özgür’ün Bıçak başlıklı öyküsü ve Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliğinde “İsyanlar ve Devrimler Tarihi” üst başlığında yapılan derslerdeki sunumların derlemesi bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 271 / Şubat 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Bıçak – Ege Can Özgür

Önündeki sebze kaplarına baktı. Patates, kabak, patlıcan, salatalık, havuç, soğan… Kapların içindeki kâğıtlara baktı. Batonet, Diagonal, Vichy, Jülyen, Macedoine, Piyaz… Sonra saate baktı yine. Mesainin bitmesine, mutfağın kapanmasına daha vardı. Daha önüne doğranması gereken onlarca malzeme gelecek, şefin o tiz sesi acele etmesini söyleyecekti. Doğradı, doğradı, doğradı. Eline ne geçerse doğrardı o. Mutfakta düzgün yapabildiği tek iş diye ona bu görevi vermişlerdi. Havuçları, domatesleri, salatalıkları, patlıcanları, binbir çeşit sebze meyveyi doğrar dururdu tüm gün. Elindeki bıçağını bir an olsun bırakmasına fırsat vermeden yeni bir şey gelirdi hep. Bazen bıçak mı eline çok uygun yoksa eli mi bıçağın şeklini almış düşünürdü. İşin içinden çıkamadığından doğramaya devam ederdi sonra.

Bıçağına baktı bu sefer. Bıçağında yaşayamadığı günlerini görüyordu. Bir an önce eve gitmek, dinlenmek istiyordu. Koltuğa uzanıp telefonuyla oynamak, birkaç bir şey izleyip orda sızmanın hayalini kuruyordu. Artık doğramak değil yatmak istiyordu. Şimdi duymak istediği tek şey şefin o hiç sevmediği sesinden bir paydostu. Ama o ses hiç gelmiyordu. Önüne sebzeler geliyor, doğranıp gidiyordu. Mutfaktan duyduğu cas cos sesler vardı sadece. Kim bilir hangi yemeğe meze oluyordu bunlar. Umrunda da değildi açıkçası. Düzgün doğransa yeterdi. Derken paydosu duydu birden. Bıçağını bıraktı, evinin yolunu tuttu.

Monotondu hayatı. İşe gider, işten gelir. Tüm gün mutfakta çalıştığından yemeğini de orada yer, eve sadece uyumaya gelirdi. Yıllardır evinde vakit geçirmemişti bile. Bodrum katında kirasını ancak yetirebildiği derme çatma bir odası, küçük bir mutfağı ve lavabosu vardı. Pek sevmezdi evini, ama nefret de etmezdi ondan. Daha tanımamış gibiydi, kim bilir istese neler yapardı şimdiye kadar bu evde. Bunları uzun zamandır ilk defa düşünüyordu, çünkü işinden kovulmuştu geçen gün. Çok yavaş çalışıyor diye azarlanıp duruyordu. Oysa işe başladığı zamandan çok daha hızlı çalışmasına rağmen sıkıntı talebin giderek artması olmuştu. Üst üste emirler yağdıkça bir yerde dayanamayıp küfür etmiş, bunu duyan şefi ise kavga çıkarıp tekmeyi basıvermişti. Şimdi evde yalnız, kara kara düşüncelerle otururken bulmuştu kendini. İş bulmalıydı yeniden.

Bunları düşünürken karnının acıktığını farketti. Bir şeyler yerim, bir de hava alırım diye dışarı çıktı. Sokaklarda gezindi, yemek yenecek yerlere baktı. Pahalı diye geçirdi aklından. Yeni bir iş bulana kadar tutumlu olmalı. Bu yüzden dışarıdan yeme düşüncesinden vazgeçti, yiyecek malzeme almak için markete girdi. Düşündü biraz. Ne yiyecekti? Pek yapmayı bildiği bir yemek yoktu. Yumurta kırarım diye düşündü. Ama onu bu saatte yumurta kesmezdi. Mutfakta yediği yemekleri düşündü. Aşçılar hiç bilmediği yemekler yapardı hep. Oysa o, senelerdir mutfakta çalışmış olmasına rağmen hiçbirini öğrenmemişti. Gerek de duymamıştı ya, neyin nasıl kesileceğini bilmek yeterliydi sadece. Menemen yaparım o zaman diye düşündü. Ekmek, yağ, yumurta, soğan, biber ve domates alıp evin yolunu tuttu.

Eve gelip malzemeleri yıkadı, tahtaya dizdi. Soğanları, biberleri ve domatesleri ince ince doğradı ve hepsini ayrı bir kaba koydu. Malzemeleri hazırdı. Şimdi pişirmesi kalmıştı. Elindeki bıçağa bakıp nasıl yapmalı diye geçirdi içinden. Senelerdir yemek yapmamıştı. Malzemeleri yakmak istemediğinden ateşi en kısıkta açtı. Aşçılar yemeği yakınca şefin ne kadar bağırdığını düşünüyordu. Önce biraz yağı koydu. Sonra soğanları attı. Ne kadar pişireceğini bilmiyordu. Herhalde azıcık yumuşaması lazımdır diye düşündü. Karıştırırken burnuna soğan kokusu gelmeye başlayınca oldu diye düşünüp biberleri attı. Biraz daha karıştırdı. Yakmaktan korktuğu için hızlı hızlı karıştırıyordu tavadakileri. Sonra uzatmayayım diye düşünüp domatesi de attı, hepsi eriyinceye kadar karıştırıp üzerine yumurtasını kırdı.

Yemeğin tuzunu biberini de ekleyince, güzel kokan bir menemen çıkmıştı ortaya. Bu yemeği yaptığı için heyecanlıydı. Acaba aşçıların yaptığı kadar da güzel olmuş muydu? Biraz ekmeği çatalına takıp sıcak yemeğe bandırdı. Fena değildi. Sadece biraz yağlıydı. Bir de biberler diri kalmıştı. Biraz da baharata ihtiyacı var gibiydi yemeğin. Yemeğinin yavanlığı azıcık içini burksa da bu yemeği yapmış olmanın gururuyla yemeye devam etti. Ben yaparım aslında bu işi diye düşündü. Yemek yapmak çok da zor bir şey değilmiş.

Aradan geçen zamanda birkaç kez iş değiştirdi. İş aradı, yemek yaptı. İlk pilavı lapaydı, sonraki sert. Çorbaları çok suluydu, etleri ise kuru. Ama yaptı. Pilavı tuttu, çorbaları kıvamlı, etleri kararında oldu. Güldü, üzüldü, sevdi ve sövdü. Yıllar, pek çoğuna olduğu gibi davrandı ona da. Arkadaşlar edindi, sevdiklerinden koptu. Kâh yerildi, kâh övüldü. Bir gece ansızın evinin önünde yıllardır görmediği bir arkadaşını gördü. Onu içeri aldı, hikâyesini dinledi. Anlaşılan o ki, arkadaşı çok şeyler yaşamış, çok üzülmüştü. Karnı da hayli açtı. Bize bir şeyler hazırlayayım diye düşündü. Dostlarla güzel bir yemek yemek belki onu biraz ferahlatırdı.

Dolabı açıp baktı. Evde sadece sebze vardı. Biraz mantar, bir soğan, iki diş sarımsak, yarım kapya biber, bir havuç, azıcık mısır, bir kabak ve bir patlıcan vardı. Malzemeleri tezgâha koydu. Kesme tahtasını çıkardı ve bıçağına baktı. Bunlarla ne yapabilirim diye düşündü. Nasıl yaparsa güzel olur, besleyici ve lezzetli bir yemek çıkar diye düşündü. Ağır bir şey yapamazdı, ama eldeki bu kadar sebzeyle de karın doymalıydı. O yemek üzerine düşünürken misafiri de evin hâline bakıyordu. En son yıllar önce uğramıştı bu bodrum katına. Duvarda küçük resimler, masada oradan buradan toplanmış süslemeler, her tarafta renkli renkli eşyalar… Belki de çok uzun zamandır görüşemedik diye düşündü misafir. Son geldiğinde çok başkaydı sanki burası. Onu mutfakta böylesine yemek yaparken görmeye alışkın değildi hiç.

Misafirinin onu izlediğini fark etmeden, önce soğanı diri kalsınlar diye uzun uzun doğrayıp geniş bir tavaya attı. Biraz zeytinyağı döküp kısık ateşte pişirmeye bıraktı. Mantarları ve havucu sulu kalsın diye küp küp doğrayıp hafif pişmiş soğanların üstüne koydu. Kapya biberi ağıza gelecek biçimde uzun ve ince doğradı, yarım kabak ve yarım patlıcanı da suyu iyi çeksinler diye yuvarlak yuvarlak kesip karışımın içine attı. Pişmesi zor olur diye düşünüp karışıma bir parmak kaynar su ekledi. Aroma versin diye önce sarımsakları kıyıp yemeğe attı, üzerine de tatlansın diye biraz mısır ekleyip tuzunu biberini koydu. Biraz baharat da buna yakışır diyerek suyunu çekmeden önce nane, kekik, kırmızı biber, biraz kimyon ve köri ilave etti. Yemeğin kokusu tüm odayı sarmaya başlamıştı bile. Suyunu çektikten sonra yemek hazırdı.

Yemeği tabaklara koyarken misafirinin de kokudan heyecanlanmaya başladığını görüyordu. Şimdiden içi açılmıştı. Masaya bir de ince doğranmış ekmek koyduktan sonra artık ziyafete hazırlardı. Morali şimdiden yerine gelmeye başlayan misafir, yedikçe açılıyor, karnı doydukça gülmeye başlıyordu. Artık dertleşebildiklerini düşünüyordu. Misafiri, yemekten sonra, sanatçısın sen, dedi ona. O sanattan pek anlamazdı ama gülerek kabul etti bu övgüyü. Çalışarak öğrendim dedi yemek yapmayı. Ve üzerine ekledi birden. Ben de bilmezdim pek eskiden. Sonra ne oldu bilmiyorum, hoşuma gitmeye başladı bir şeyler doğrayıp yemek yapmak. O günden beri de uğraşıp dururum. Afiyet olsun.

İsyan ve devrimler tarihi

Giriş

Çalışmalarımıza başlarken, sık kullanacağımız kelime kökenleri üzerine derlemelerde bulunmayı faydalı görüyoruz. Dilbilimci Leo Weisberger’in de ifade ettiği gibi, dili birbirinden bağımsız metaforlar havuzu değil, “Dünyanın zihne mal oluşunun neticesi” olarak ele alıyoruz. Dil kullanımımız böylece hem dünya algımızı yansıtır, hem de değiştirir. Buradan yola çıkarak, bu yazı dizimizde kullanacağımız kelimelerin kökenini incelemek, yazı dizisi boyunca tariflerimizi hangi bakış açısı ile kaleme aldığımızı da daha somut ifade etmek istiyoruz.

İsyan: En genel hâliyle bir otoriteye karşı gelmek olarak tariflenen isyan, anlatım olarak da başkaldırı kelimesi ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Arapça kökenli bir kelime olan isyan kelimesinin kökleri, asi olma durumunu ifade eder. Tarihte ilk isyan kelimesinin bu minvalde kullanımına tanık olduğumuz yazılı kaynak ise 1360 yılında yazılmış olan Danişmendname’dir. Asi olma hâlinin kökeninin, eski çağlarda sık kullanılan ve eş zamanlı bilgelik alâmeti olarak görünen asa kökeninden geldiği ve asa kaldırma, asi olma türevlerinden türetildiği rivayet edilmektedir. Başkaldırı ve itaat etme gibi semantik anlamlar içeren bu sözcüğü, yazı dizimiz boyunca, ezilenlerin otorite karşısında itaat etmedikleri toplumsal bir araya gelişler için kullanıyor olacağız.

Direnmek: Direniş kökünden gelen bir sözcük olmak ile birlikte, karşı koymak ve göğüs germek anlamları taşımaktadır. Hayat akışında her canlının karşısına çıkan zorluklar ve güçlükler karşısında dirayet gücünü de ifade eden bu sözcük için, bizler toplumsal bir kullanımı ele alacağız. Otorite, saldırı ve zulüm gibi egemenlerin mezalimi karşısında, ezilenlerin karşı koyabilme gücünü ifade etmek için kullandığımız direnmek sözcüğü ile yazı dizimizde sıklıkla karşılaşacaksınız.

Köken olarak Latincede resistance “direnç” sözcüğünden türeyen direnmek, resistere, restat fiillerinden türeyen “sıkı durmak, dikilmek” anlamlarına sahip, güç karşısında dirayet gösterme ve karşı koyma ifadesini anlatmaktadır.

Ayaklanma: Arapçada “kıyam” ayağa kalkma sözcüğünün semantik anlatımıdır, kıyamet sözcüğünün de kökeni olan “kıyam” sözcüğü ayaklanma işteş eki ile birlikte toplumsal bir anlatıma sahiptir. İsyan, başkaldırı, direnmek gibi sözcükler için tekil bir durumu tariflemek mümkün iken, ayaklanma sözcüğü toplumsal bir anlatımı ifade etmektedir. Toplumsallığı üzerinden de, aynı zamanda bir topluluğun, tepki geliştirmesine yol açacak bir etmene, bu etmene karşı da bir plan ve hedefi de içermektedir. Türevi diğer sözcüklerden ayrım noktalarının en temelinde bu etmen yer almaktadır.

Devrim: İngilizce sözcük kökeni revolution olan devrim, ilk olarak astronomide, yıldızların düzenli ve belirli bir kurala göre döngüsel hareketlerini imgelemek için kullanılmıştır. Türkçe kullanımı ile devrim ise dönme, değme, çevirme manalarında “devir” kökünden +im ekiyle türetilmiştir. “Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik” sözlük anlamını ifade etmektedir.

Arapça kökeni ise, helâl kökünden türetilen ihtilal ise; “toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme, başka bir duruma geçiş, dönüşüm” tariflemelerine sahiptir. Devrim sözcüğünün Türkçe kökeninde yer alan devir kökü ile Arapça devir, dönüş manasındaki devr mastarıyla olan benzerliği, sözcük anlatımının toplumsal bir dönüşümü, devirme ve dönüşümünü tariflediği ifade edilmektedir.

Yazı dizimizde bu sözcüklerden bahsederken, ezilen ve egemen ilişkisindeki dönüşüm ve egemenlerin hâkimiyet alanlarına yönelik devirmeye ilişkin toplumsal ve sınıfsal hareketleri ele alıyor olacağız.

Burjuva: Burjuva sözcüğünün kökeni, Latince “burgus (kale burcu)” sözcüğünün köküne dayanır. Orta Çağ’da kentlerin surlar ile çevrili olmasından kaynaklı, emekçiler surların dışarısında hayatlarını sürmekte idi, buradan bir kullanım ifadesi ile surların içerisinde kentlerde yaşamını süren sınıf için kullanılan burgus, surların arkasında daha korunaklı ve müreffeh bir yaşam süren topluluğu ifade etmek için kullanılan bir ifadedir.

Eski Fransızcada Burgeois sözcüğü olarak kullanılan, aynı kökene sahip sözcük ise, Türkçede kentsoylu olarak karşılık bulan 1560’larda ortaya çıkan orta sınıf ve şehir yaşamını süren halk kitlesini ifade eder. O dönem itibariyle burjuva sözcüğü, surların dışarısında yaşayan emekçi halkın, daha iyi yaşam koşullarına sahip zengin sınıf için kullanmış olduğu bir tarif iken, şehir içerisinde yaşayan aristokratların da, şehirlileri kendilerinden ayırmak için kullandığı bir ifadedir yine.

Proletarya: Marksist teoride, üretim araçlarına sahip olmayan sınıfın adıdır. Emek gücünü belirli bir ücret karşılığında satarak geçimini sağlayan, emekçi, işçi sınıfı için kullanılan bu tarif, Latince proles kökeninden gelmektedir. Tarihte ilk defa ise, 1760’ta J. J. Rousseau tarafından kullanılmıştır. Çoğalmak, yavrulamak, yavrulayıcı gibi üretmek kökenli proletarius, prolescere, prolet sözcüklerinden gelişen tanım, günümüze de üreten sınıfın tarifi olarak taşınmıştır.

Burjuva kelime kökeninde yer alan bakış ve tarif ihtiyacına ilişkin konuyu somut ele aldığımızda, tarihin sınıfsal farklılıklar üzerinden şekillendiğini, sözcük kökenlerinin de oluşumunda toplumun üretim ilişkileri ve ekonomik koşullarının üzerinden günümüze taşınan bağlantılı bir akışı tespit edebilmek gayet mümkün.

Tarihe yaklaşımımız

Tarih yazımının egemen sınıf tekelinde betonlaşmasına karşı, sınıf eksenli bir bakış geliştirme gayesi ile yola çıkıyoruz. Akademik bir tarih çalışmasından ziyade, devrimci pratiğin tarih döngüsünden beslendiği, sınıfın tarihini bütünlüklü bir tablo olarak ele almak hedeflenecektir. Bu amaç ile İzmir Kaldıraç Temsilciliğinde gerçekleştirilen, İsyanlar ve Devrimler Tarihi dersleri, ezilen sınıfların, halkların, egemenlere karşı mücadelesini ezilenlerin perspektifinden ele alarak tartışmalar yürütmeyi hedeflemiştir.

Tarih akademik bir tanım ile geçmiş zamanın incelenmesi bilimi olarak ele alınıyor. Yer ve zaman aralığının kesinleştirildiği, bir zaman dilimine ilişkin sebep ve sonuç ilişkisini bulgular eşliğinde irdeleyen disiplindir. Grek kökenli historia kelimesinden evrilen tarih, soruşturma anlamını da içermektedir. Tarih yazımı ifadesi ise, etimolojik olarak “tarihsel gerçekliğin, yapısını, koşullarını ve yasalarını” belirleme çalışması olarak karşımıza çıkıyor.

Bizler bu çalışma boyunca da karşılaştığımız olaylarda, sebep-sonuç ilişkisi ve tarihsel-toplumsal gerçekliğin somut olarak egemenler tarafından ele alınarak önümüze çıkartılışının, bilimsel bir disiplin üzerinden nesnel sonuçlar vermediğini biliyoruz. Sınıflar savaşımı, tüm sınıflı toplumların tarihine damgasını vurmuştur. Köleci toplumdan beri bu böyledir. Çalışmamız boyunca, köleci toplumdan günümüze, tarihi, yaşanan toplumsal olaylar üzerinden somut, ezen-ezilen arasındaki sınıf savaşımının örnekleri ile ele alıyor olacağız. Bu yazı dizisi boyunca dünyanın pek çok coğrafyasında da göreceğimiz gibi, egemen ideolojisi ile kaleme alınan tarih biliminin toplumsal olaylara karşı bakış açısındaki taraflılığı da bir turnusol olarak ele alınıyor olacak.

Tarih sahnesinde toplumsal ve ekonomik şekillenmeleri sıralarken, sınıflı toplumların ilki olan köleci toplumdan başlıyoruz. Ezen-ezilen sınıf ilişkisinde ilk basamağımız köleci toplum ve öne çıkan köle isyanları olacaktır. Feodal dönemde, sömürgeciliğin genişlemesi ve belirginleşmesiyle denizaşırı bölgelerden geliştirilen köle ticareti ve ilk köle devrimi olan Haiti devrimi de ikinci basamağımız olacaktır. Yine tarihin en büyük köle isyanlarından biri olan Zenc isyanına da değinmeden geçmeyeceğiz.

“Sömürgecilik, sınıflı toplumların oluşumu ile başlar. Dünya çapına yayılan sınıflı toplumlar, kendi iç çelişkilerini tüm yeryüzüne de yayarlar. Böylece köle halklar, sömürge halklar ve efendiler oluşmaya başlar. Feodal sistem içinde sömürgecilik daha da belirginleşir.” (Deniz Adalı, Anadolu; Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim, Kaldıraç Yayınevi, s. 15)

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış, boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimler acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?”
Bertold Brecht, Okumuş bir işçi soruyor.

İnsanlık tarihine dair, yazılı kaynakların ele aldığı ilk dönemden bu yana ele alarak tartışmalar yürüttüğümüz bu derslerimiz, konulara ilişkin teorik veya siyasi değerlendirmeler yapmayı temel dikkat noktaları arasına almamıştır. Dersler, egemen ideoloji ve pragramatizmi ile üstü örtülen tarihi, ezilenlerin cephesinden, devrimci bir göz ile ele almayı ve bugünün mücadelesine deneyimler çıkarmayı amaçlamıştır. Bu ele alışın başlı başlına ideolojik bir yaklaşım olduğu ise aşikâr olup, kaçınılmazdır. Çünkü sınıf savaşımının bir tarafındayız. Ezilenlerin, sömürülenlerin ve bunu değiştirecek olanların cephesindeyiz.

Köleci dönem ve köle isyanları

“Kapitalist toplumda özgürlük, her zaman eski Yunan devletlerinde olduğu gibi kalır; köle sahipleri için özgürlük!” diyordu Lenin, Devlet ve Devrim adlı çalışmasında.

Kölelik en genel tanımı ile bir insanın, bir başka insanın “metası” olmasıdır. Köleciliğe dair kanun ve yasalar ilk kez, Babil Kralı Hammurabi tarafından MÖ 1750 yılında ortaya atılmıştır. Köleler Antik ve Orta Çağ’da borcunu ödeyemeyen, savaş esiri, suçlu ve kimsesiz çocuklardan oluşsa da, Yeni ve Yakın Çağ’da, halklar da köle olarak kullanılmıştır. Bir berberin köle sahibinin izni olmadan kölenin işaretini silmesinin cezası, berberin kolunun kesilmesidir. Yargı önünde köleler eşit haklara sahip değildir. Bir kölenin sahibine “sen benim efendim değilsin” demesinin yargı önündeki cezası, efendisi tarafından kulağının kesilmesidir. Bu ve benzeri cezalar, dönem koşullarında, egemenlerin köleler üzerinde güçlerini ne seviyede gaddarca kullandıklarının bariz örnekleridir.

Kapital’in bir taslağında şöyle diyor Marx: “Kölecilik en nefret edilesi formuna değişim değerinin, üretimin belirleyici unsuru olduğu kapitalist üretimde ulaşmıştır.”

Kölelik tarihi, yazılı tarihten çok daha eskiye dayanmaktadır. Pek çok farklı kültürde, insanları köleleştirmeye yönelik yasaların, işleyişlerin bulgularına rastlanmaktadır. Hammurabi Kanunlarını ele aldığımızda, toplumun hür ve köle ayrımında ele alındığını, temel hakların köleler için mümkün dahi görünmediğini, mülkiyet edinimlerinde dahi ölümle cezalandırıldıklarını görebiliyoruz. Günümüz hukukunun temellerinden biri olarak ele alınan Roma Hukuku maddelerinde köleler, bir dava açma hak ehliyetine dahi sahip değillerdir.

Bizler insanın köleleşme sürecini, toplumsal olgulardan bağımsız ele almayacağız, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, üretim ilişkileri ele alınmadan salt insanın köleliği üzerinden ele alındığında, egemen tarih anlatımının bizlere sunduğu ardışık olay örgülerinden ve toplumun diyalektik gelişiminden uzak bir çalışma ortaya çıkartmış oluruz kanısındayız.

Lenin’den alıntı olarak kullandığımız cümlede olduğu gibi, üretim ilişkilerini, üretim araçlarının özel mülkiyetini devrimci bir bakışla ele almadığımızda, özgürlük ve toplum dinamiklerini halklar için doğru bir perspektifte ele almış olmayacağımızı düşünüyoruz. Günümüzde insanın insana kulluğunu kölelik diye adlandırmıyoruz, bu durum fiilî olarak toplumda köleliğin kalkmasından ziyade, durumu ifade ederken kullandığımız etimoloji değişimidir. Yazı dizisinin bu bölümünde, tarihin kölelik döneminde emek gücü ile hayatını sürdüren ezilenlerin, halkların düzen karşısındaki isyan ve dönüşümlerini ele alıyor olacağız.

Köle sözcüğünün etimolojik incelenmesinde net bir köken ile karşılaşmıyoruz. Nişanyan Sözlük, Arapçadaki ġulām, Farsçadaki piç manasındaki köle veya Türkçedeki kul sözcüğün, köle kelimesinin kökenini oluşturabileceğini belirtir.

Aristonikos ayaklanması ve Güneş Ülkesi

Aristonikos ayaklanmasını anlamak için öncelikle ayaklanmanın doğduğu Pergamon Krallığında yaşayan halkın, sosyoekonomik koşullarına göz atmamızda fayda var. İÖ 280 yılında kurulup, Aristonokos ayaklanmasıyla İÖ 129 yılında son bulan Pergamon Krallığı, kent ve kent toprakları dışarısında kalan polis ve Khora’lardan oluşmaktadır. Polis, bugün Yunanistan adıyla andığımız topraklarda bir krallığa bağlı, şehir ve şehir devletleri için kullanılan bir sözcük olup, Latincesi “civitas”tır. Bölgenin dağlık ve birbirinden bağımsız olmaları, farklı dinamik ve lehçelere sahip olmaları nedeniyle oluşturulan bu yapı, bir krallık çatısında yönetimlerini kolaylaştırmak adına özerk şehir yapıları olan polis adı altında şehir devletlerini ifade etmektedir.

Polis şehir devletlerinde yaşayanlar, özgür yurttaşlar, yabancılar, asker kökenliler, azatlı köleler ve köleler olarak ayrılmışlardır. Merkezî bir krallık otoritesine entegre bu yapılar, siyasal ve sınıfsal ayrışmaları oluşturan sistemin temel yapı taşlarıdır. Yerel halk, vergilerini ikamet ettikleri şehirlere ödemekte, şehirler ise yerel vergiler üzerinden daha ağır vergi yükleri ile krallığa tabi tutulmaktadır. Bağımlı şehirlerin ekonomik yapıları da, krallık tarafından yönetilmekte ve düzenli olarak kısılmaktadır. Bu ise köle ve alt tabakadaki halk için yaşamın sürekli olarak kötüye gitmesi demek idi.

Helenistik döneme dair çalışmalar yapan tarihçi Rostovtzeff, bölgede siyasi olarak üstün bir konuma sahip olan Pergamon aristokrasisi ile halk arasında ciddi bir uçurumun var olduğunu belirtmektedir.

Bugün Bergama olarak adlandırdığımız topraklarda varlığını sürdüren Pergamon Krallığının son hâkimi Kral III. Attalos’tur. Kral Attalos’un ölmeden bırakmış olduğu “Populus Romanus bonorum meorum heres esto”, “Roma halkı benim mülklerimin varisi olacaktır.” vasiyeti, kralın niyetinden bağımsız, antik dünyada özgürlükçü ve eşitlikçi bir düşüncenin beslenmesine yol açmıştır. Anadolu tarihinin en büyük köle ayaklanması olarak adlandırılacak olan Aristonikos ayaklanması bu zemin üzerinden ortaya çıkar. Vasiyet, taht üzerinde hak iddialarına sebep olsa da hızlıca “Güneş Ülkesi” gibi köleliğin olmadığı toplum hayaline dönüşen bir ayaklanmanın da dinamiği olur. Ayaklanmanın öncü karakterlerinden Aristonikos, İÖ 130’lu yıllarda çoğunluğu kölelerden oluşan ordusuyla Roma’nın Anadolu topraklarındaki egemenliğine karşı ayaklanmayla tarih sahnesinde çıkar.

III. Attalos, Pergamon halkı tarafından zorbalık ve mezalimi ile anılan bir hükümdardır. Ölümü ise, vasiyetini imzaladıktan hemen sonra güneş çarpması sonucu, kuşkulu bir şekilde gerçekleşir. Bu ölümün gerçekleştiği yıllarda Pergamon Krallığı, bugünkü İstanbul’dan Adana’ya düz bir çizgi çizildiğinde çizginin batı tarafında kalan tüm toprakları kapsamaktadır. Akdeniz ve Ege’nin kıyı şeridi ile iç kısımları kapsayan bir krallıktır Pergamon Krallığı.

III Attalos’un ölümü üzerine, Aristonikos, II. Eumenes’in oğlu olduğunu iddia ederek, III. Eumenes olarak Pergamon Krallığını ilan eder.

Aristonikos, stoacı bir filozof olan Blossios’un etkisi ile “Güneş Ülkesi Vatandaşları” anlamına gelen Heliopolitai düşüncesini ortaya atar. Buna göre kurulacak yeni devlette kölelik kaldırılacak ve herkes özgür birer vatandaş olacaktır. Nasıl ki güneş zengin-fakir, güçlü-güçsüz, kadın-erkek hiç kimseyi ayırt etmeden, herkesin üzerine doğruyor ve parlıyorsa, Aristinokos’un ışığı da öyle parlayacaktır.

Sonradan Tommaso Campanella’nın ‘’Güneş Ülkesi’’ adlı kitabına da esin kaynağı olan Heliopolitai fikriyle, Bergamalı kölelerin ve en alttaki yoksulların bu topluma duydukları özlem üzerinden ayaklanmaya katılmaları gerçekleşir.

Mevcut kaynaklar, ayaklanmanın önderliğine, kölelerin ve alt tabakadaki diğer kesimlerin katılımlarını genel itibariyle bu biçimde aktarmaktadırlar. Birçok yönünün hâlâ tarihin karanlığında beklediği, gün ışığına çıkanların ise ne kadar nesnel ortaya konduğunun belirsizliği, elbette temkinli yaklaşımları zorunlu kılmaktadır.

Aristonikos’un gayesi taht mıdır yoksa Güneş Ülkesini kurmak mıdır, bu bilinmese de, ayaklanmaya katılan köleler ve diğer kesimler özgürlükleri için savaşmışlardır. Özgürlük için savaşacak olanların sayıca fazla oluşları, Aristonikos’un yüzünü kölelere dönmesini de sağlamış olabilir. Böylece Güneş Ülkesi düşü bir ayaklanmaya dönüşür ve kölelerin, en alttakilerin mülkiyet sahiplerine karşı savaşı başlar.

Başta köleler olmak üzere, aşağı tabakadan yoksul halkın Roma ve Pergamon aristokrasisine açtığı bu savaşı, ayaklanma olarak tarif etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Birçok kaynakta bu başkaldırı isyan olarak tariflenir. Ancak yukarıda da ayrımları koyarken hedef ve planın toplumsal boyuttaki varlığı ayaklanma tarifini işaret etmektedir. Güneş Ülkesi hedefi ve Pergamon Krallığının ele geçirilmesi planı Aristonikos’tan bağımsız, kölelerin katılımdaki temel etkendir.

Ayaklanmayı başlatan Aristonikos, önceliğini Batı Anadolu’nun şehirlerini ele geçirmeye verir. Phokaia, Kolophon ve Samos adasını ele geçiren Aristonikos, Smyrna ve Ephesos’un üzerine yürür. Ancak Roma taraftarı olan bu şehirler Aristonikos’a karşı şehirlerini korur ve Ephesos’ta bulunan kraliyet donanması tarafından Aristonikos’un deniz kuvvetleri yenilir. Bunun üzerine Aristonikos, III. Attalos’un ölümü üzerine başlayan huzursuzluğun ve kargaşanın merkezi olan, krallığın iç bölgelerine yönelir.

Burada askerî gücünü artırmak için, kölelere ve toplumun alt kesimindekilere yönelik felsefî görüşü olan Güneş Ülkesi Vatandaşlığı çağrısını artırır. Heliopolitai taraftarlarının artması üzerine, moral toplayan Aristonikos, Thyateira (Akhisar), Apollonis’i (Palamut) ele geçirir. Bu başarılar, Propontis (Marmara Denizi) kıyılarındaki Grek şehirlerine yönelik saldırıların yolunu açar. Ancak Grek şehirleri aldıkları desteklerle şehirlerini korumayı başarır.

Pergamon kralının vasiyetini gerçekleştirmek ve ayaklanmayı bastırmak üzere, Roma tarafından Konsül Crassus görevlendirilir. Küçük Asya’da Roma’ya bağlı krallıkların desteği ile toplanan ordu, Leukai’yi, (bugünkü Çiğli’ye bağlı Sasalı köyü ile Gediz Irmağı arasındaki alanda, kuş cenneti olarak da bilinir) kuşatır. Aristonikos, ani bir baskınla Roma ordusunu bozguna uğratır. Savaşı kaybeden Crassus, Pergamon’a yani kuzeye doğru kaçarken yakalanır. Yenilgiyi ve esir alınmayı aşağılama olarak gören Crassus, kendisini esir alan Trakyalı bir askere değneği ile saldırır ve gözünü çıkartır. Acı ile gözü dönen askerin öldürdüğü Crassus’un kafası önce Aristonikos’a götürülür, ardında Roma’ya gönderilir.

Aristonikos’un bu başarısı karşısında Pergamon’da yaşayan köleler ve alt tabakadakilerin umutları iyice büyür. Ancak şehri korumakla görevli olanlarca Aristonikos taraftarları öldürülür.

Roma ordusu bir kez yenilmiştir. Ordusu ve donanması bozguna uğramıştır. Ancak, Pergamon Krallığından, hazinesinden ve bunun önünde engel olarak duran ayaklanmayı bastırmaktan vazgeçmemiştir.

Daha büyük bir ordu toplayan Roma, Leukai yakınlarına gelir. Marcus Perperna komutasındaki Roma ordusu saldırı yerine kuşatmayı ve ayaklanmayı bölmeyi taktik olarak uygular ve bunda başarılı da olur. Ayaklanmaya katılanların saflarındaki azalma ve karışıklıktan kaynaklı, savunma savaşına hazırlık yapan Aristonikos saldırmaya karar verir. Ancak kuvvetlerin eşitsizliği sonucu saldırı başarısızlığa uğrar ve Aristonikos Yukarı Bakırçay vadisindeki Stratonikeia şehrine sığınır. Buraya kadar Aristonikos’u takip eden Roma ordusu, kenti kuşatıp aç bırakır ve en sonunda Aristonikos’u canlı ele geçirir. Pergamon Krallığının hazinesi ile birlikte Roma’ya götürülen ve 26 yaşında olduğu düşünülen Aristonikos’un, bundan sonraki akıbeti ise bilinmemektedir. Öldürüldüğü ya da intihar ettiği iddiaları ise henüz kesinliğe kavuşmuş değildir.

Aristonikos isyanı, kendisinden yaklaşık 60 yıl sonra gerçekleşecek ve tüm Roma’yı sarsacak olan Spartaküs önderliğindeki köle isyanı öncesinde, Anadolu’da yaşanmış ilk büyük köle ayaklanması olarak tarihe geçer.

Spartaküs isyanı

Eski Çağ uygarlıklarının en gelişmiş ve en ihtişamlı devleti olan Roma İmparatorluğu, farklı tarihlerde gerçekleşen köle isyanlarını bastırdığı gibi Spartaküs isyanını da bastırmış olmasına rağmen adeta sarsılır.

Elbette kölelik yalnız Roma’da var olan, toplumsal ve ekonomik bir olgu değildi. Diğer uygarlıklara baktığımızda, kölelik sisteminin, gelişkin ve ekonomi başta olmak üzere yaşamın pek çok alanında da başat olduğunu görebiliyoruz.

Tarımda ihtiyaç duyulan emeğin nasıl karşılanacağı, savaşlarda ele geçirilen esirlerin ne yapılacağı ve tahsil edilemeyen borçların nasıl tahsil edileceği soruları ve bu sorulara bulunan cevaplar, köleliğin ortaya çıkışı kadar, yayılması ve ekonominin temeli hâline gelişini de açıklamaktadır. Elbette köleliğin ortaya çıkışında ve ekonomik yaşamın temeli hâline gelmesinde başka etmenler de vardır. Korsanlar eliyle gerçekleştirilen kaçırma olayları, özellikle Afrika coğrafyasında gelişen köle ticareti bu etmenlerden önemli olanlarıdır.

Gelişimin ve ihtişamın doruğunda olan Roma’da, temel üretici güç kölelerdir. Köleler, çoğunlukla tarım arazilerinde ve madenlerde ağır koşullarda çalıştırılırlardı. Efendilerin ev içi hizmetlerini karşılar, zevk-eğlence ihtiyaçlarını giderir ve çocuklarının eğitiminde rol alırlardı. Ekonomik ve sosyal hayattaki rollerinin yanında zamanla başka halkları köleleştirmek üzere, toprakları fethetmek için gerçekleştirilen savaşlarda yedek ordu olarak da yer alırlardı.

Roma’da, bir dönem köleleri, özgür vatandaşlardan ayırmak için düşünülen tek tip elbiseden, kölelerin sayılarının efendilerden ve özgür vatandaşlardan fazla olduğunun ortaya çıkacağı düşüncesiyle vazgeçilir. Sahip olunan köle sayısı efendiler arasında ihtişamın göstergesi olurken, kölesi olmayan Roma vatandaşlarına “beyaz çöp” denirdi.

Güçten düşüreceği için evlenmesi yasak olan köle kırbaç zoru ile çalıştırılır, bedeni efendisinin damgası ile dağlanırdı.

Efendilerinin eğlence ihtiyaçları için kullanılan köleler, arenalarda vahşi hayvanlarla dövüştürülür ve at arabaları üzerinde yarıştırılırlardı. Köle sahiplerinin bir diğer eğlencesi ise gadyatör dövüşleriydi. Öldürülme cezası alan köleler, yaşama şansı için, belirli sayıda dövüşü halka açık yerlerde gerçekleştirmek zorunda bırakılırlardı. Bu köleler, bazen vahşi hayvanlarla, bazen de aynı cezayı alan diğer kölelerle dövüştürülürlerdi. Zamanla, Roma halkını askerliğe, dövüşe ve savaşlara hazırlamak için (bazı kaynaklarda ise cenaze törenlerinde ölenleri onurlandırmak adına düzenlendiği ifade edilmektedir) gerçekleştirilen gladyatör dövüşleri, Roma’nın köklü ve yaygın bir geleneği hâline gelir ve efendiler eliyle meslekleşerek kurumsallaşır.

Dövüşlerin yaygınlaşmasıyla birlikte, gladyatör okulları açılmaya başlanır. Özellikle dövüş yeteneği iyi olan köleler bu okullara satılırlardı. Bu okullarda sıkı bir eğitim alan gladyatörler, arenalarda vahşice dövüştürülürlerdi.

Trakyalı olduğu düşünülen Spartaküs, Roma ordusunca esir alınıp, Capua’daki Batiatus’un gladyatör okuluna satılır. Savaş zekâsı ve becerilerinin yanı sıra, aldığı sıkı eğitimle savaşçılığı daha da gelişen Spartaküs, aynı zamanda güçlü bir lider karakterine de sahiptir. Galyalı Crixus ve eğitmenleri Onenomaus’un başında olduğu gladyatörler ile diğer köleler, efendilerini ve Romalı askerleri öldürerek kaçmayı başarırlar. Yıl İÖ 73’tür.

İlk olarak güneye doğru, Vezüv eteklerine ilerleyen Spartaküs ve beraberindeki köleler, Capua’dan üzerlerine gönderilen bir Roma birliğini yenerler. Vezüv eteklerine doğru ilerleyişleri sırasında yolları üstündeki Romalı efendilere saldırılar düzenleyerek köleleri özgürleştirirler. İsyanı ve zafer haberlerini alan köleler ise efendilerini öldürerek isyana katılırlar.

Daha önce birçok köle isyanını bastıran Roma, bu isyanı da büyümeden bastırması için, Glaber komutasında bir birliği bölgeye gönderir. Olayı bir isyan değil de, asayiş sorunu olarak görüp küçümseyen Glaber ve 3 bin kişilik milis gücü, Spartaküs’ün savaş stratejisi karşısında ani bir baskına uğrayarak bozguna uğrar.

Bu kez Spartaküs ve isyana katılan kölelerin üzerine, Praetor Publius Varinius komutasındaki Roma ordusu gönderilir. Varinius bu savaşta canını zor kurtarırken, yenilen Roma ordusundan kalan teçhizatla isyan ordusu daha da güçlenir.

Spartaküs’ün başında olduğu köle isyanının zafer haberleri yayıldıkça, köleler akın akın isyana katılmaya devem ederler. Kısa süre içinde 70 bini bulur köle isyanına katılanların sayısı. Ancak bu dönem Spartaküs ile Crixus arasında isyanın yönü konusunda fikir ayrılığı ortaya çıkar. Spartaküs özgürlüklerine kavuşan köleleri kuzeyden Roma sınırları dışına çıkarmayı ve özgürlüklerini tamamen kazanmayı başa koyarken, Crixus ise Roma’ya doğru ilerlemeyi başa koymuştur. Bu fikir ayrılığı isyanı ikiye böler ve Crixus 30 bin kişiyle Roma’ya doğru hareket eder.

Roma tarafından isyanı bastırmakla görevli 2 lejyonla savaşa giren Crixus önderliğindeki köle ordusu yenilir ve Crixus savaş meydanında hayatını kaybeder. Spartaküs’ün üzerine gönderilen ordular ise yenilir. İsyanın devam ediyor olması başta Roma olmak üzere, tüm İtalya yarımadasını baştan başa sarsar. Bunun üzerine Roma senatosu, birçok lejyonu Marcus Licinius Crassus komutası altında görevlendirir.

50 bin kişilik iyi eğitimli ve disiplinli Roma ordusuyla gerçekleşen savaş sonunda kölelerin büyük bir kısmı hayatını kaybeder. Esir alınan 6 bin köle, Roma-Capua arasındaki Appian yolu boyunca çarmıha gerilirken, Spartaküs’ün cesedi ise bulunamaz.

Spartaküs ve köle ordusu özgürlük hayallerini gerçekleştirememiş ve kölelik düzenine son verememiş olsa da, düzene karşı isyanlara, direnişlere ve mücadelelere esin kaynağı olur. Ekim Devrimi yıllarında Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve yoldaşlarının, Alman Sosyal Demokrat Parti’den ayrılarak, Spartakist Birlik adını almalarında ilham kaynağı olacak kadar önemli bir yer edinmiştir tarihte Spartaküs isyanı.

“Siyah Öfke” – Zenc isyanı

749-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasi devleti, İslam tarihinin en büyük isyanlarından biri olan Zenc isyanına tanıklık eder. Tarihte önemli köle isyanlarından biri olan zenc isyanının ağırlık merkezi bugünkü Irak toprakları içinde yer alan Basra’dır.

Emevi hanedanlığını yıkarak bölgede hüküm süren Abbasiler, kendilerine El-Seffah “Kan Dökücü” lakabını uygun görecek kadar zalimliği içselleştirmiş bir hükümdarlığın sahibidir de aynı zamanda. Kuzey Afrika’dan İran’a, İran’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada hüküm süren Abbasi devletinin en büyük geçim kaynağı ise tarımdır. Ticaret “dikhan” adı verilen toprak ağaları üzerinden yürütülmektedir. Bataklık arazilerini kontrol altında bulunduran Abbasi devleti, burada pirinç üretimi yapmıştır. Burada üretilen pirinç Basra körfezinde bekleyen gemilere yüklenirken gemilerden de Sudan, Etiyopya ve Zengibar gibi Afrika ülkelerinden getirilen köleler alınıp bataklıklara götürülürlerdi.

Köle ticaretini gerçekleştirenler, bölgedeki Müslümanların “dürüst” olmalarına övgü dizerken, dikhanlar da, Müslümanlığın köle ticaretine karşı olmaması ile ne kadar “hoşgörülü” bir din olduğu yönünde övgüler diziyor olsa gerek. Kölelerin pek azı kuh adı verilen kulübelerde kalırken, büyük çoğunluk ise açık alanlarda dışarıda yatıp kalkmaktadır. Aşırı yağmurlu havalardan dolayı, veba ve sıtma kapan kölelerden ötürü, hastalıklara Zenc hastalığı adını dahi veriyor dikhanlar. Kaynaklara göre bölgede 300-500 bin arasında köle nüfusu mevcuttur.

Abbasi diline göre zenc (bugünkü zenci kelimesinin de kökenini oluşturur), zang, zeng gibi Farsça kökenlidir. Paslı, siyahî gibi anlam kökenlerine sahip bu sözcük için ayrıca İslam Ansiklopedisi’nde, uzun boyunlu, dayanıklı, güçlü gibi tanımlarla da karşılaşabiliyoruz.

Ali B. Muhammed isimli bir gezgin şairin, Abbasi topraklarında yazdığı şiirlerin ve söylevlerinin isyanda etkili olduğu söylenir. Ali B. Muhammed, “Allah, müminlerden, mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır…” ayetinin şehirde yayılmasını sağlar.

Kölelerin, özgürlüğü akıllarında canlandırmasına vesile olur bu ayet. İklim ve barınma sorunları nedeniyle hastalanan, çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüye giden kölelerin dikhanlara karşı isyanı kaçınılmaz hâle gelir.

10 Ağustos 869’da rivayete göre ramazan ayının birinci günü, Ali B. Muhammed isimli şairin ayetleri yazarken kullandığı kırmızı-yeşil bezi bayrak olarak çekerek isyanı başlatıyor kara derili köleler. 15 yıl süren isyanda, ayaklanan kölelerin sayısı sürekli artarak 300 bine ulaşır. Ali B. Muhammed’e isyanı durdurması için, Abbasi devleti, servet ve devlet makamlarını teklif eder. Ancak Ali B. Muhammed bu teklifi kendisine getiren toprak sahibi ağaları artık özgürleşmiş zencilere dövdürtür.

Basra bataklığında başlayan isyan, Irak’ın büyük kentlerini ele geçirir. İlk etapta silahsız bir şekilde ayaklanan köleler, ele geçirdikleri şehirlerdeki silah depolarına ulaşarak silahlanmayı da başarırlar. Bu isyan Irak’ın güneyi ile bugünkü İran’ın bir eyaleti olan Huzistan’ı da etkisi altına alır ve yoksul köylüler de isyana katılırlar.

İsyan büyüdükçe bataklığa yeni bir şehir kurup adını da “seçkin” anlamında Muhtara koyarlar. Para basıp, bayrak çeken ve hutbe okutan bu isyan adeta devletleşir. Ancak Abbasi zulmü enselerindedir. İsyanın on beşinci yılında, Halife’nin paralı orduları şehri kuşatarak, abluka altında köleleri açlığa mahkûm ederek isyanı bastırmayı başarır. Kurulan şehri yıkıp, halifenin önüne kesik başlar üst üste yığılır. Büyük bir katliamın ardından, kurulan zenci devleti de böylece yıkılır.

Zenc isyanı bölgede Abbasi zulmüne karşı, Karmati mücadelesinin yükseldiği, Hallac-ı Mansur’un En-el Hak düşüncelerini yaydığı bir dönemde gerçekleşir. Yoksulların, kölelerin, ezilenlerin mücadelesinin birbirinden etkilendiği ve iç içe geçtiği bir dönemdir bu dönem aynı zamanda. Hatta zenc isyanından sağ kalanlar, Abbasi ve Selçuklu zulmüne karşı, eşitlikçi, ortakçı düşüncedeki hareketlerin içine girer ve zulme karşı mücadelenin bir parçası olmaya devam ederler.

Haiti Devrimi – “Siyah Adamın Beyaz Adama Tokadı”

Köleliliğin kaldırılmasının tarihi 1926’dır. Bu karar Milletler Cemiyetince alınır. Hatta öncesinde tek tek ABD, İngiltere ve diğer Batı ülkelerince de kölelik yasaklanır. İnsan haklarından, demokrasiden dem vuran egemen pragmatizmi, nedense, köleliliğin kaldırılıp, yasaklandığı 1804’ün Haiti’sinden pek bahsetmez. 13 yıllık bir mücadelenin ardından özgürlüğünü kazanan ve cumhuriyeti ilan eden, tarihteki ilk köle devrimi olan, Haiti Devrimi karartılmak istenir.

Haiti sömürgecilerin ilk keşfettiği sömürge coğrafyalardan biridir. Kristof Kolomb 1492 yılında adaya çıktığında buraya, “Hispaniola” (Küçük İspanya) adını verir. 1 milyon insana sahip ada nüfusu, kısa süre içinde birkaç bine düşer. Adada üretim için duyulan emek gücü ise Afrika kıtasından getirtilen kölelerle karşılanmaya başlanır. Yaklaşık 200 yıl sonra ise adanın batı kısmında, Fransızlar egemen olmaya başlar. Böylece ada hem İspanyol hem de Fransız sömürgesi hâline gelir.

Buradaki şeker ve kahve plantasyonlarında üretilen şeker ve kahve tüm Avrupa’da pazarlanmaya başlanır. Kahve günlük hayatın bir parçası olurken, şeker de lüks bir yaşamın göstergesi olarak fazlaca rağbet görür. Tarihler 1802 yılını gösterdiğinde, Haiti’deki plantasyon sayısı 800’e ulaşırken, bu plantasyonlarda köle emeği ile dünyanın tükettiği şekerin yüzde 60’ı, kahvenin ise yarısı üretilir bir noktaya ulaşılır.

Adadaki hiyerarşik düzenin ilk grubunu beyaz toprak sahipleri, ikinci grubunu ise özgür zenciler oluşturur. Özgür zenciler, melez olarak tarif edilip, beyaz çiftlik sahiplerinin köle kadınlardan doğan çocuklarıdır çoğunlukla. Üçüncü grup ise nüfusun çok büyük çoğunluğunu oluşturan Afrika kökenli kölelerdir. Kendi aralarında Fransızca ve Batı Afrika dillerinin karışımı olan Creole dilini konuşurlar. Adada yüksek olan ölüm oranı, sürekli yeni kölelerin de bölgeye taşınmasını gerektirir. Afrika kıtasından Karayiplere uzanan köle ticaretine dair kayıtlar, köle ticaretinin, insanlık tarihinin gördüğü en büyük vahşetlerden biri olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

1580 yılı öncesinde 68 bin köle Afrika kıtasından Karayipler ve Güney Amerika’ya, plantasyonlarda çalıştırılmak üzere taşınırken, 1580-1640 yılları arasında 607 bin köle, 1640-1700 yılları arasında 809 bin, 1700-1760 yılları arasında ise 2846 bin köle taşınır. 45-60 gün süren bu yolculuklarda, her bir köle, yüksekliği 50 cm, genişliği ½ metrekarelik bir alanda, el ve ayak bileklerinden zincirli bir şekilde taşınırdı. Günde bir kez zincirli bir şekilde gün ışığına çıkartılardı. Amaç bedenlerin gün ışığı görmeleri ve uzun süreli hareketsizlikten kas rahatsızlıklarının gelişmesini önlemekti. Hatta uzun süreli hareketsizlikten sonra hareketi zayıflayan köleler güvertede kırbaçlanarak hareket ettirilirlerdi. Yaklaşık 300 yıllık köle ticareti boyunca, yük gemilerine yaklaşık 12 milyon kölenin bindirildiği, ancak yaklaşık 2 milyonunun okyanusta hastalıktan, açlıktan hayatını kaybettiği kaydedilmektedir. Bazen gemilerin daha hızlı yol alması, bazen de gıda kıtlığından kölelerin bir kısmı canlı olarak okyanusa atılırdı. Afrika’dan 3-4 pounda alınan bu köleler, plantasyon sahiplerine 25-30 pounda satılırlardı.

Köle tacirlerine büyük kazançlar sağlayan köle ticareti, başkaca kazançlar da sağlıyordu. Karayipler ve Güney Amerika’ya bırakılan kölelerin yerine, buralarda üretilen şeker, kahve, rom, tütün, kereste gibi mallar yüklenir Avrupa ülkelerine götürülürdü. Avrupa ülkelerinde malları indirilen yük gemilerine bu kez ise ateşli silahlar ve tekstil malları yüklenerek tekrar Afrika kıyılarına yol alınırdı. Aralıksız süren köle ticareti sayesinde bölgenin ihtiyaç duyduğu köle emeği sürekli kılınıyordu.

Fransız Devrimi’nin yaşandığı yıllarda Haiti’deki plantasyonlarda 465 bin köle ve 30 bin melez, 28 bin beyaz bulunuyordu. Ancak köle sahiplerinin, köle başına verdikleri vergi kayıtları dikkate alındığında adada en az 800 bin kölenin olması gerektiğine dair kayıtlar da mevcuttur. Bu sayı tüm Karayiplerdeki toplam köle sayısının yarısı kadardır neredeyse.

Haiti’nin sömürgeleşme sürecine tekrar dönersek; ada Fransızlardan sonra bu kez 1793 yılında İngilizler tarafından işgal edilmeye başlanır. Haiti tarihinde de görüleceği üzere tarih sahnesi çıkan her yeni güçle birlikte sömürgeler yeniden şekilleniyor. Bu yıllar İngiltere’nin sömürgeci büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıktığı yıllardır aynı zamanda. 1. Paylaşım Savaşı sonrasında bayrağı ABD’ye devredene kadar da sürecektir bu gücün sömürgeci egemenliği. Sömürgelerin el değiştirmesi, savaşlar demek olduğu kadar, halklar için de büyük katliamlar ve yıkımlar demektir aynı zamanda.

Sömürü ve zorbalığın hâkim olduğu plantasyonlarda, köleler ile egemen beyazlar arasında sıklıkla çatışmalar baş gösterir. Köleler, egemenlere karşı o dönemlerde öfkelerini açığa çıkartmakta, egemen beyazlara karşı örgütlü olmayan, birbirlerinden bağımsız direnişler sergilerler.

Bir Vudu rahibi olan Mackandal, zencilerin, dağınık ve örgütsüz olan direnişlerini bir araya getirmeyi başarır. Topraklarından koparılıp getirilen ve köle olarak çalıştırılan zencilerin büyük bir çoğunluğu Afrika doğumludur. Haiti doğumlu köleye pek rastlanmaz. Çünkü yaşam yeni bir neslin doğmasına izin verecek kadar uzun değildir.

Pek az olan serbest zamanlarında, Voodo denilen dinsel ayinlerini gerçekleştiren köleler, bu ayinler aracılığıyla hem topraklarına olan özlemlerini hem de özgürlüklerini kazanacakları günlerin umudunu canlı tutarlar. Plantasyonlarda zorla tutulmanın, kölece çalıştırılmanın ötesini işaret eden bu ayinler, aynı zamanda farklı plantasyonlarda çalışan köleler için bir iletişim ağı olur. Plantasyon sahiplerinin, “Voodo kadar tehlikeli başka bir kült yok” sözleri isyanın örgütlenmesinde Voodo’nun etkisini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Mackandal önderliğinde 1751 ve 1757 yılları arasında isyanlar gerçekleşir, ancak başarıya ulaşamaz. Bu isyanlar nedeniyle 1758 yılında François Mackandal yakalanıp diri diri yakılır.

Devamındaki yıllarda, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik söylemiyle gerçekleşen Fransız Devrimi ve ilan edilen İnsan Hakları Beyannamesi adada geniş bir yankı bulur. Ancak bunun köle olan zencilere nasıl yansıyacağı belirsizdir. Önce melez olan özgür zenciler arasında bağımsızlık fikirleri gelişmeye ve dillendirilmeye başlar. Zengin ve özgür zenciler arasındaki bağımsızlık fikri, onları beyaz köle sahipleri ve sömürgeci devletler ile karşı karşıya getirirken, zenci köleler ise adeta süreci izler hâldedirler. Ta ki tarihler 1791 yılını gösterene kadar. O ana kadar, beyazların durumunu, Fransız bir yazar olan Mirabeau, “Vezüv yanardağının eteklerinde uyuyorlar” sözleriyle resmeder.

22 Ağustos 1791 tarihinde zenci köleler isyana kalkışır. Yaşadıkları acıların intikamını almak ve özgürlüklerini kazanmak için plantasyonları ateşe vermeye ve sahiplerini öldürmeye başlarlar. İsyanın ikinci ayının sonuna gelindiğinde, 2000 beyaz öldürülüp, 280 şeker plantasyonu yakılmış olur. Kuzeyden başlayan isyan bir yıl içinde adanın batı kısmının tamamına yayılır.

1792 yılına gelindiğinde ise, isyan Fransız Dominguesinin 3’te 1’inde kontrolü ele geçirir. Bunun üzerine Fransa hükümeti adanın kuzeyinde köleliği kaldırdığını ilan eder ve melez zencilere siyasi haklar verir. Bu karar İngiltere’nin tepkisini çeker. 1793 yılında Avrupa coğrafyasında İngiltere ile Fransa arasında başlayan savaşla birlikte, adadaki beyaz köle sahipleri İngiltere’den asker isterler. İngiltere’nin adaya asker göndermesi üzerine adanın doğu kısmını elinde tutan İspanyol sömürgeciliği adanın tamamını işgale başlar. Fransız Dominguesindeki 3500 kişilik Fransız birlikleri adaya çıkan 60 bin kişilik İngiliz birliklerine teslim olurken, Fransızların kontrol ettiği bölgeler İngilizlerin denetimine geçer.

Bunun üzerine Fransız hükümeti, kölelerin Fransa adına İngilizlere ve İspanyollara karşı savaşması durumunda tüm kölelere özgürlüklerinin ve vatandaşlık haklarının verileceği sözünü verir. Alınan bu söz üzerine köleler 1794 Mayısı’ndan itibaren, Fransızlar adına savaşmaya başlarlar ve bu savaş sonunda İngilizler ve İspanyollar yenilir.

Bu yenilgiler üzerine İngiltere’den 30 bin kişilik bir kuvvet, tüm Domingue’yi ele geçirmek üzere yola çıkar. Mart 1796’da adayı ele geçirmeye çalışan İngilizler sonradan gelen 10 bin kişilik takviye kuvvete rağmen adayı ele geçiremez ve 30 bin kayıp verip ve geri çekilmeye başlarlar.

Fransız Dominguesinde kuzey ile güney arasında adeta ikili bir yönetim ve gerilim başlar. Güneydeki Toussaint ile kuzeydeki L’Ouverture arasında gerilim, 1998 yılında çarpışmalara yol açar ve Toussaint Fransa’ya kaçmak zorunda kalır. L’Ouverture 1801 yılında hazırladığı anayasa ile Fransız Dominguesinin özerkliğini ve kendisinin de ömür boyu yöneticiliğini ilan eder. Gelişmeler üzerine Napolyon Bonapart büyük bir savaş filosu göndererek, egemenliği yeniden tesis etmek ister. İspanyol Dominguesinden adaya giren Fransız ordusu kısa sürede tüm adanın hâkimiyetini ele geçirir. Kendi birliğindeki komutanların, Fransa’nın saflarına geçmesiyle yenilgiyi gören L’Ouverture, Fransa’nın oyununa gelir ve teslim olarak hayatını kaybedeceği Fransa’ya gönderilir.

Adanın tamamında egemenlik kuran Fransızlar, kölelik sistemini tekrar tesis etmek isteyince L’Ouverture’nin saf değiştiren komutanları, tekrar saf değiştirerek, Ekim 1802 tarihinde, Fransız ordusuna karşı saldırılara başlarlar. Adanın özellikle kırsal bölgelerinde gelişen gerilla savaşı karşısında Fransız ordusu özgür ve köle zencileri topluca asarak, ateş kuyularında yakarak infaz etmeye, Jamaika’dan getirttiği 15 bin saldırı köpeğini sokaklara salarak ada halkına karşı katliama girişir.

Savaşın birinci ayının sonunda, 5 bin Fransız askeri sarıhumma hastalığından ölürken, büyük bir kısmı ise hastalık ve yorgunluktan savaşamayacak duruma gelir. Napolyon Bonapart tarafından takviye olarak gönderilen Polonyalılardan oluşan 5 bin kişilik bir lejyon ise, saf değiştirerek ada halkının yanında savaşmaya başlar.

Coğrafyayı iyi bilmenin de avantajını kullanarak saldırılarını artıran özgür ve zenci köle ordusu 18 Kasım 1803 tarihinde yapılan son muharebede Fransız ordusunu yener ve adadan çıkartır. 1 Ocak 1804 tarihinde de bağımsızlığı, ülkenin adını da Arawak diliyle Haiti olarak ilan ederler.

Tarihte başarıya ulaşan tek köle ayaklanması olan Haiti Devrimi, içinde birçok farklı ekonomik ve toplumsal çıkar sahibi kesimi ve yer yer onların önderliğini kabul etmiş olsa da sömürge ülkelerde kölelik karşıtı mücadelelere ilham olurlar aynı zamanda. o

* Bu yazı dizisi, Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliğinde “İsyanlar ve Devrimler Tarihi” üst başlığında yapılan derslerdeki sunumların derleme çalışmasıdır.

Kaynaklar:

Adalı, Deniz, Anadolu; Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim, Kaldıraç Yayınevi.

Brockelmann, Carl, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay, T.T.K.

Cline, Eric H. ve Mark W. Graham, (Çev.: Ekin Duru) Antikçağ İmparatorlukları – Mezopotamya’dan İslamiyet’in Doğuşuna Kadar, Say Yayınları, İstanbul, 2017.

Demirci, Mustafa, Siyah Öfke Ortaçağ İslam Dünyasında Zenci Kölelerin İsyanı (869-883), Çizgi Kitabevi

İslam Ansiklopedisi, Abbasiler.

Malay, Hasan, “Batı Anadolu’da Aristonokos Ayaklanması”, Tarih İncelemeleri dergisi Cilt: 3 Sayı: 1 Yıl: 1987.

Özgürel, Derya, “Gladyatörler”, Akdeniz Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Lisans Bitirme Tezi, Antalya, 2005.

Uzunaslan, Abdurrahman, “Antik Roma’da Gladyatör Oyunları”, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 12, Isparta, 20.

Williams, Eric, Kölelik ve Kapitalizm.

Mitostan masala, masaldan hayata… Gazel’in Şahmaran’ı

“Çocuklara aşılanacak
en önemli şeyler
erdem ve onurdur.”[1]

 Gazel Bulut’u olasıdır ki tanımıyorsunuz. Ya da cezaevleri konusunda biraz daha duyarlı olanlarınız, onu önce gazetecilikten tutuklanan, tahliyesinin ardından da bu kez “örgüt üyeliği” suçlamasıyla 10 yıl 10 aya mahkûm olan, ve gerisinde iki aylık bir bebek bırakarak önce Muğla, ardından da Tarsus cezaevlerine kapatılan Dersimli bir genç kadın olarak anımsayacaktır. Gazel Bulut, bir süredir Kandıra cezaevinde. Arjin ise şimdilerde 6 yaşında olmalı.

Gazel, iyi bir anne. Bebeğine yakın olabilmek, onu sarabilmek için Muğla ve Tarsus cezaevlerinde yürüttüğü mücadeleye tüm tutsak dostları tanık[2]… Kızının büyümesini, parmaklıkların ardından izlemek zorunda bırakılan…

Cezaevi korkunç, soğuk yüzlü, duygusuz, hatta kimi zaman sadist bir öğretmendir. İnsan acılarından, yaralarından öğrenir en çok… Gazel’e yalnızca Arjin’in değil, tüm çocukların annesi olmayı öğretmiş…

Kalemi, kâğıdı almış eline, çocuklar için masallar yazmaya başlamış. İlk kitabı Damlayan Masallar, 2019 yılında yayınlandı. Arjin iki yaşındayken. Arjin ve pek çok çocuk, “dışarıdaki” babalarından, annelerinden ya da anneanne, babaannelerinden dinlediler bu damlayan masallar’ı.

Pulun Sırrı ise yeni yayınlandı.[3] Arjin okuma-yazma öğrenmiştir, herhâlde. Babasını beklemez, kendi okur annesinin masalını… Arjin’le birlikte, diğer çocuklar da…

Pulun Sırrı, bu coğrafyada çok yaygın bir mitos-efsanenin, Şahmaran’ın Gazel’in kaleminde serbestçe yeniden yorumlanarak bir masala dönüştürülmüş hâli. “Beyaz Antenli Karınca”nın, küçük (yüksek ihtimal, Dersimli) kız çocuğu Jina’ya anlattığı, başından geçenlere dair bir öykü. Ama sıradan bir öykü değil bu: karıncanın Şahmaran’la tanışması, ondan iyilik-kötülüğe, adalete, ölümsüzlüğe, savaş ve barışa, özveriye, yaşamın bütünlüğü ve bağıntılılığına, şifalı bitkilere dair pek çok şey öğrenmesi; yılanlar diyarının “Savaş ülkesi”nin “insan olmanın erdemine ulaşamamış” askerleri tarafından tarumar edilmesine, Şahmaran’ın katledilmesine tanıklığı, Şahmaran’ın vasiyetini yerine getirebilmek için karınca yaşamından vaz geçip yılanların “barış elçisi”ne dönüşmesi…

Masal efsane/mitos’un pek çok unsurunu taşıyor, elbette: Şahmaran’ı şifalı bitkilere değgin bilgilerin öğreticisi olması, barışı korumak adına yerin yedi kat altında bir mağarada yaşamaya razı oluşu, onu görenlerin sırtında pullar çıkması, yurdunun insanlar tarafından yağmalanışı, ölümünden diğer yılanların haberdar olmasını istemeyişi… Ve/ fakat farklı. Efsane/ mitosa bugüne değin dahil olmamış pek çok figürle tanışıyorsunuz. Jina, annesi, babası, akrepler, beyaz antenli karınca, küçük yılan… Bir bakıyorsunuz bir versiyondaki Lokman Hekim’in (Camşab) yerini bir karınca almış, küçük bir kız çocuğu yılanlarla insanlar arasında sonsuz barışın elçiliğini üstlenmiş, üstelik de buna da karıncanın kendisini ikna etmesi sonucu razı olmuş.

Ama anlatılar böyledir işte… Masallar, efsaneler, mitoslar anlatıcıları ve dinleyicileri tarafından, her birinin meşrebine göre tekrar tekrar yorumlanır, çağdan çağa uyarlanır, diyardan diyara, kültürden kültüre, sınıftan sınıfa farklılaşır, çeşitlenir, vurgu bir kahramandan diğerine kayar, kahramanlar dönüşür… Belki de söylendikleri her keresinde, çağın soru(n)larına değgin bir yanıt iletmeleri bundandır… Uzaktırlar, ama bize bizi anlattıklarına dair bir yakınlığı, tanışlığı hep taşırlar bağırlarında…

Gazel’in masalı da öyle… Akreplerin, karıncaların, yılanların dünyasında doğanın uyumuna, savaşa, barışa, sömürgeciliğe, iktidar hırsına, açgözlülüğe, kolektivizme, adalete, ezilenler arası dayanışmaya, kısacası insanlara, sınıflı toplumlarda yaşayan, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, tahakküm eden-madun insanlara dair pek çok mesaj buluyorsunuz.

Gazel, anasından-babasından dinlediği Şahmaran’ı bize kendi meşrebince anlatmış. Ezilenlerin yanında duran, haksızlıklara, adaletsizliklere, sömürüye, doğanın talanına karşı çıkan, dayanışmaya, yaşama sahip çıkmaya kararlı, bunun için de bedel ödeyen bir kalem, bütün çocuklara sevecen bir anne olarak…

“Çocuklar ne anlar bunlardan” demeyin sakın. Büyükler anlatılara “masal” diye dudak bükebilir belki, ya da akıllarını kemiren kaygılar, korkular ya da hesaplara boğulup, adalet, barış, eşitlik, ortaklaşmacılık gibi insanlığın kadim özlemlere sırtlarını dönebilirler. Ama çocuklar öyle mi? Onlar, Gazel’in, ya da Beyaz Antenli Karınca’nın deyişiyle, “yetişkinliğin getirdiği olumsuz düşünce ve duygularla tanışmamışlardır. Mensubu olduğu türün en saf hâlini taşırlar.” Ve onların “içinde bir yerlerde, doğanın güzelliklerinin birleşimi olan güç saklı”dır. (s.56)

Arjin’in ve diğer çocukların Şahmaran’ı, Beyaz Antenli Karınca’yı, Jina’yı anlayıp gereğini yapacağından hiç kuşkumuz yok.

Kalemine, yüreğine sağlık, Gazel Bulut…

19 Kasım 2023, İstanbul.

N O T L A R

[1] Andery Tarkovski.

[2] Bkz. https://www.gorulmustur.org/yazar/gazel-bulut

[3] Gazel Bulut, Pulun Sırrı, Bando Yayınları, 2023, 72 sahife.

Doğmatizm: Cehaleti sınır(sızlığ)ı

“Cehennemin kapısına
güzel resimler çiziyorsunuz!”[1]

 “Cehalete hoşgörü göstermek, yangına göz yummaktır.” “Cehalet gelirken bedava gelir, giderken her şeyi götürür!” vurgusuyla, “Cahil olmanın en kolay yolu merak etmeyi bırakmaktır,” diye uyaran Anooshirvan Miandji haksız değil: Kanıt, bütün yerküre ile burnumuzun dibindeki coğrafyamız…

Hayır, hayır “Ötekileri hep cahil olarak damgalıyorsam ve kendi cehaletimi hiç fark etmiyorsam nasıl diyalog kurabilirim?”[2]

Hareket noktam Fidel Castro’nun, “Bugün politikacılar, halkın cehalet içinde kalmasıyla ilgileniyorlar, çünkü cahil bir halk; fanatizm ve önyargı ekicilerinin, kapitalizmden çıkarı olanların en iyi müttefiki ve ilerlemenin en büyük düşmanıdır,” vurgusuyla; Mihail Bakunin’in eklediği üzeredir: “Halk cahildir ve hükümetin sistematik çabalarıyla cehalet içinde tutulmaya devam edilmektedir.”

Çok net ifade edilmeli: Cehalet, birçok toplumsal hastalığın köküdür.

Korku, cehaletten kaynaklanır; her kötülük de, cehalet ile ilintilidir. Cehalet nihai kertede suçu besler. O, şüphe etmezken; burjuva iktidara itaat, cahil aptallığına dayanır.

Cehalet engeldir; bilginin inşa ettiğini, yerle bir eder. Dayatılana boyun eğen cehalet, sadece daha katmerli bir cehaleti doğururken; korku, kin ve öteki(leştirile)ne şiddete yol açar.

Cehalet sorgulamaz, yargılar. Cehalet öğrenmez, inanır. Cehalet okumaz, hatmeder. Cehalet hoş görmez, katleder. Cehalet ilkeldir, sosyalleşmez.

Cahile, her zaman her şeyi bildiğini zannettiren “Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın ustaca kullandığı bir silahtır,” der Karl Marx. Çünkü egemen eğitim, bir cehalet sistemidir.[3]

Ayrıca asla soru sormayan cehalet, doğmaların çığ gibi büyüyüp, toplumsallaşmasıdır. Yani cehalet yol açtığı tüm suçlardan sorumludur. Onun hiçbir sınırı yoktur; insan(lık)ın ilerlemesini engelleyen direnç hattıdır. Ve nihayetinde cahil, kendini her şeyin ölçüsü sanırken; cehalet gerçeği aramaz; kötülüğü burada tam da yatar.

Şunları da eklemeden geçmemeli: Cehaletin korkusu, sorudur, öğrenmektir. Onun için bilen/ düşünen insan tehlikelidir.

Oysa bilgi cehaletin sınırında ilerler. İlerledikçe cehalet geriler. Bilmemekten korkulmamalı. Bunda utanılacak bir şey yok. Utanılması gereken tüm yanıtları biliyormuş yalanına sarılmaktır.

Dinlerin kökeni cehalet ve korkuyken; dinin var olabilmesi için gerekli koşul, onu yaşatacak araçtır. Çünkü dinler cehaletin çocuklarıdır.

Evet, evet cehalet ile batıl inanç bir madalyonun iki yüzüdür. O, anlayamadığı şeye “tanrı” der; Paul Henri Theiry d’Holbach’ın, “Bilinmeyen, gizli, hayali, efsanevi, mucizevi, inanılmaz ve hatta korkunç olan şeyi açık, basit ve sağlıklı olana tercih etmek, cehaletin özelliğindendir; Percy Bysshe Shelley’nin, “İnsan, cehaletinin çözmesine mani olduğu bilinmeyen sebeplere, şaşırtıcı etkilere daima saygı duymuştur”; Baruch Spinoza’nın, “İnananlar, açıklayamadıkları bir şey olduğunda derhâl tanrının iradesine sığınan kimselerdir ve cehaletlerini açığa vurma biçimleri gerçekten çok gülünçtür,” diye hatırlattığı üzere!

İdealizm, insan(lık)ı cehaletten, dogmatizmden ve aptallıktan korumaz; aklı/ mantığı terk etmek, aldanmaya inanıp, cehalete sarılmak; cehaletin panzehiri ise sorgulamaktır. Cehaletinin sınırlarını görüp/ gösterebilmek de eleştiren bilginin başlangıcıdır.

Malûm eleştiriye kapalı her düşünce cehaletle ilintilidir. Çünkü cehalet fanatizm ile el eledir; onun özgüveni felaketlere sebep olur. Ya da onu kutsallaştıran, zorbalığa davetiye çıkarır; o ne kadar köklüyse, değişime karşı direnci de o kadar direngendir; “Eğer bir nesil cehaletin mutluluk olduğunu sanarak yetişirse, bir sonraki nesil cehaletini bile fark edemeyecektir. Çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecektir,” saptamasıyla Ursula K. Le Guin’in altını çizdiği üzere!

* * * * *

Din, tüm zamanların en katmerli yalanıdır; dogmatik zırvalıklarla, ezilenlere diz çöktüren hikâyesidir; eleştiri ve itirazın “sonu”dur. Çünkü din, eleştirel düşünen insan(lık) istemez. Aksine ezilenlere “Hakkınız yok. Seçim hakkınız yok. Tanrı sizin sahibinizdir. O her şeye sahiptir,” diye haykırır!

Düşünmemek, düşünmekten daha kolayken; cehalet hayal gücünden yoksundur onun gücü küçümsenmemelidir. Çünkü cahiller için doğmalar çok aydınlatıcıdır; elbette onu anlamayanlar için![4]

Lakin dogmatik zırvalıklara aklını kontrol ettirmeyenler, iktidarın söylediği hiçbir şeye, vaazlarına inanmazlarken; “Sorgulamayı öğrenin, her şeyi sorgulamayı öğretin,” derler.

Hiç bir şeyin insan(lık) dışı olmamasının, doğmanın umurunda olmadığı bilinciyle, cahillerden oluşan büyük grupların gücünü asla hafife almazlarken Turan Dursun’un, “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” saptamasının altını özenle çizerler.

Şüphe yok: Adnan Yücel’in, “Ah o güzellikleri yok eden dinler/ insanlığın çocukluk çağına/ zulmün kılıcını sokan cinler/ tanrı adına halkları kullaştıran/ ve kralları tanrılaştıran kinler/ yeryüzünü sınır sınır/ gökyüzünü yıldız yıldız böldüler/ her kralın tanrılaşma töreninde/ bölük bölük insan yediler,”[5] dizeleriyle betimlediği din(ler) insan(lar)a, “Benim kurallarıma göre yaşayacaksınız,” der!

Din ham hayaldir; cahilleri mucizeyle kandırır; safdillik üzerine kurulmuştur; kaynağı vahşettir; tahakküm isteğinden doğmuştur. Oysa ahlâk ve erdem için din hiç mi hiç gerekli değildir; felsefe aracılığıyla edinilen ahlâk, erdem için yeterlidir.

Oysa her din, akılsızca korkma duygusu vermeye çalışır. O, sözde “erdem”leriyle insanları aldatmaktan başka bir şey yapmamıştır; tek hedefi, iktidarın zorbalıklarını güçlendirmektir.

Dinin önem verdiği şey akıl yoksulluğudur; çelişkiler zincirinden başka bir şey değildir. Cahiller ile barbarlar olmasaydı din olmazdı. Çünkü tüm dinler hoşgörüsüzdür, vicdan özgürlüğünü kabul etmezler.

Kolay mı?

Robert Heinlein’in, “Tarihte hiçbir din, hiçbir dönemde rasyonel bir temele sahip olmadı. Din, yardım olmadan bilinmeyenle başa çıkamayacak kadar zayıf insanların koltuk değneğidir”…

Richard Dawkins’in, “Din, irdelenmemiş inançları, kurumların gücü ve geçen zaman aracılığıyla sarsılmaz hakikâtlere çevirme işidir”…

Baruch Spinoza’nın, “Her ne olursa olsun, kendi var oluşunun bir nedeni bulunmayan şey var değildir”…

Jean Meslier’nin, “Dinin en çok önem verdiği yoksulluk, akıl yoksulluğudur.” “Her din, tanrısallıktan alçakça ve akılsızca korkma duygusu vermeye çalışır.” “Dinin gereksizliğini kanıtlayan şey, anlaşılmasının olanaksız olmasıdır.” “Din, ahlâkı felce uğratır.” “Din, kan dökücülüğü meşrulaştırarak acımasızlık dizginini gevşetir ve ilahi amaçlar için gerekli olabileceğini öğreterek cinayeti mubah kılar.” “Dini ilkelerin tek hedefi, hükümdarların zorbalıklarını güçlendirmek ve milletleri bunlara kurban etmektir.” “Bütün dinler hoşgörüsüzdür, vicdan özgürlüğünü kabul etmez ve dolayısıyla iyiliğin ve güzelliğin yıkıcısıdır.” “Bir din, ne kadar çok karanlık olursa, o oranda tanrısal olur.” “Dini geleneklerin tümünde ahmaklık ya da barbarlık ziyafeti vardır.” “Ahmak ve barbar büyükler olmasaydı din olmazdı.” “Din pandora kutusudur ve bu uğursuz kutu açılmıştır.” “Din aracılığıyla, şarlatanlar, insanların deliliklerinden yararlanırlar”…

Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “İnsan dinin başlangıcı, insan dinin ortası ve insan dinin sonudur”…

André Gide’in, “Din, insanları daha iyi yapmaz”…

Whoopi Goldberg’in, “Dinler, insanlığı yıkma noktasında diğer yıkım nedenlerinden daha fazlasını yapmıştır”…

Thomas Paine’in, “En büyük kötülükleri yapabilmek için ya çok vicdansız ya da çok dindar olmak gerekir”…

İbnü’r Ravendi’nin, “İnançsızlarla savaşmak için inen melekleri sık sık okuruz ama açlara yiyecek dağıtmak için inen melekleri hiç okumayız”…

Maksim Gorki’nin, “Yalan kölelerin ve patronların dinidir… Doğruluk özgür insanın tanrısıdır”…

Voltaire’in, “Para söz konusu olduğunda herkesin dini aynıdır”…

Gilles Deleuze’ün, “Zalim bir yönetimin üstünlüğü ve sırrı köleleri aldatmak, onları sindiren korkuyu özel din kılığı altında maskelemekte yatar”…

Krzysztof Kieslowski’nin, “Din açık bir şekilde köleleştirmedir. İradi olarak, hatta arzuyla seçtiğiniz bir köleleşmedir”…

Arthur C. Clarke’ın, “İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri din tarafından vicdanlarının yoldan çıkarılmasıdır”…

Jack Huberman’ın, “Bir ülkede görülebilecek en tehlikeli salgın, ahlâktan bağımsız din fanatikliğidir”…

Amin Maalouf’un, “Bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar”…[6]

Ludwig Feuerbach’ın, “Ahlâkın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılırsa, halklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hâle getirilirse, en ahlâksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir”…

Gore Vidal’ın, “İnsanlık düşmanı üç din ortaya çıktı: Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm. Bunlar gök-tanrı dinleri. Tamamen ataerkiller (tanrı her şeye gücü yeten baba) ve bu yüzden gök-tanrı ve onun dünyalı delegelerinin etkisinde kalan ülkelerde 2000 yıldır kadın düşmanlığı var”…

Aziz Nesin’in, “Dünyadaki en kârlı ticaret din tüccarlığıdır. Sermayesi yalan müşterisi cahildir!”

George Carlin’in, “Din milyar dolarlarla oynar, hiç vergi ödemez ve hep daha fazlasını ister”…

Emma Goldman’ın, “Din, insan aklının hâkimi mülkiyet, insan ihtiyaçlarının hâkimi hükümet de, insan davranışlarının hâkimi olarak, insanın köleliğinin kalesini ve onun getirdiği her tür korkuyu temsil eder”…

Wilhelm Reich’ın, “Kendi dininden başka din olmasın istiyorsun. Kendi dinine karşı hoşgörülüsün, ama başkalarının dinine karşı hiç de hoşgörülü değilsin,”[7] teşhislerindeki üzere!

* * * * *

Özetin özeti: İnsan(lık) egemenlerin tutsağıdır; kurtuluşuysa zincirlerini kırıp, hiç kimsenin tutsağı olmamaktan geçer. Çünkü akıl/ mantık zorbalığa boyun etmez, eğemez.

Ancak yabancılaşmanın seri üretimi sıradan insan(lık)a, yabancılaşmanın dayattığı amaçsızlık, toplumu sürüleştirmişken;[8] öne sürülmesi gereken aslî talep; “Düşüneceksin!” olmalıdır. Çünkü düşünce/ davranış akılla/ mantıkla seçilendir, zorlanan, itaat edilen değildir; “İmkânsız” denilenin cüretkârlığıdır. Söz konusu cüret ile meğin hak ettiği dünyayı kazanabiliriz ve o dünya mevcuttur, gerçektir, mümkündür…

Lakin unutmalıdır ki Ayn Rand’ın, “Kapitalizm, mülkiyet hakkı dahil, bütün birey haklarını tanıyan, bütün mülkiyetin özel bireylerce sahiplenildiği bir sosyal sistemdir,” zırvasına “Evet” diyebilmek mümkün değildir. Çünkü insan(lık) ilişkilerinin arasındaki eşitlik/ kardeşlik ülkülerini yok edince efendi-köle ya da kurban-cellat ilişkisinin önünü açmış olursunuz!

Böylece insan(lık)ın özsaygısını katledince, içindeki kahramanlığı; akıntıya karşı kürek çekmek cüretini yok edersiniz!

Olması gereken de tam bu cürettir: Yani sınıfsız-sınırsız-sömürüsüz özgür bir dünyanın kurulabilmesi için tabuların yıkılmasından yana saf bağlayan tavırdır![9]

Söz konusu tavrı Richard Dawkins’in, “Dine karşıyım, çünkü dünyayı anlamayarak tatmin olmayı öğretiyor bize”…

Charles Darwin’in, “Ben doğa kanunlarıyla uğraşan bir bilginim. Olayları araştırır ve bilimsel gerçekleri keşfetmeye çalışırım; Fakat bunu yaparken İncil’e bakmam ve dayanmam ve bu tür kitaplarda söylenenlere aldırmam”…

George Carlin’in, “Bir elma yendiği için cennetten kovarken bunca can kıyımlarına rağmen dünyada var oluşa müsaade eden garip bir tanrıya inanıyorsunuz”…

Mark Twain’in, “Kutsal kitaplarda canımı sıkan şey anlamadığım kısımlar değil, anladığım kısımlar”…

Yuval Noah Harari’nin, “Bir maymunu, ölümden sonra gideceği maymun cennetindeki sınırsız muzla kandırarak elindeki muzu vermeye asla ikna edemezsiniz”…

Charlie Chaplin’in, “Aklım başımda olduğu için Tanrı’ya inanmıyorum”…

Emma Goldman’ın, “Peki, bütün bu dehşeti, bu hataları, insana karşı işlenen bu insafsızca suçları sona erdirecek tanrılar nerede? Hayır, büyük öfkesiyle ayaklanması gereken tanrılar değildir, insandır,” ifadeleri çok net formüle ederken; dogmatik cehaletin sınırsızlığı olduğu da kulaklara küpe edilmelidir.

12 Ocak 2024, İstanbul

N O T L A R

[1] Stanislaw Lem, Gelecekbilim Kongresi, çev: Fatoş Taşkent, İletişim Yay., 1997, s.185.

[2] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.109.

[3] “Eğitim, empoze edilen bir cehalet sistemidir.” (Noam Chomsky.)

“Aydınlık ile karanlık arasındaki, bilim ile cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım.” “Cehaletin babaları olan resmî akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” (Giordano Bruno.)

[4] “Yanlış olduğuna inandığımda başkalarının görüşlerine saygı duymam gerektiğine dair bu aptalca ifadeye asla katılmıyorum.” (Chapman Cohen.)

[5] Adnan Yücel, Ateşin ve Güneşin Çocukları, Yurt Yay., 2012.

[6] “Bir insanın ahlâki davranışları anlayışa, eğitime ve sosyal bağlara dayanmalıdır; hiçbir dini temel gerekmez. İnsan, eğer ölümden sonra ceza korkusuyla ve ödül umuduyla kontrol altına alınmak zorundaysa, şüphesiz kötü bir yoldadır.” (Albert Einstein.)

[7] “İslâmın bütün hükümleri, İslâm dışındakilerin öldürülmesini emrediyor.” (Sami Aldeeb.)

[8] “Özgürlüğünden vazgeçmek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından vazgeçmek demektir. Böyle bir vazgeçme insan doğasıyla uzlaşmaz. İnsanın özgürlüğünü yitirmesi, davranışlarında her türlü ahlâk düşüncesini yitirmesi demektir.” (Jean Jacques Rousseau.)

[9] “Ateizm, insanları, dışadönük bir ahlâki erdem sağlamada yol gösterebilecek olan sezgiye, felsefeye, doğaya saygıya, yasalara ve saygınlığa yöneltirken, din bunu yapmaz. Batıl inanç bütün bunları parçalarına ayırıp insanlığın zihninde mutlak bir monarşi kurar.” (Francis Bacon.)

“Ateist, arkasında kendini destekleyecek görünmez güçler olmayan kişidir.” (Jack Huberman.)

“Ben bir ateistim ve eğer bir gün tanrıya inandığımı söylediğimi duyarsanız ciddiye almayın. Bunamışımdır.” (Aziz Nesin.)

“Biz materyalist ve ateistleriz ve gerçeklerle övünürüz.” (Mihail Bakunin.)

Gözün aydın Bay Şimşek! Big Mac 6,60 Amerikan Doları oldu

“ABD’de Big Mac fiyatı 5,06 iken Türkiye’de 2,75, Big Mac endeksine göre TL dolar karşısında daha değerli.”

Mehmet Şimşek adlı şahıs 2017’de atmıştı bu tweeti. O tarihlerde başbakan yardımcısı idi ve “Devletin makam araçları için harcadığı para Türkiye’nin milli geliri içerisinde çerez parası bile değil” söylemi ile dillere düşmüş olduğundan bu tweet pek de dikkat çekmemişti. Bana gelince ilk kez söz edildiğini gördüğüm “Big Mac endeksi” ifadesini adı geçen şahsın bir fantezisi olarak değerlendirmiş ve pek de üzerinde durmamıştım. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş.

Gerçekten mevcutmuş Big Mac endeksi kavramı. 1986 yılında yaratılmış The Economist dergisi tarafından (Şu kapitalizm nelere kadir yahu!). Süratle benimsenmiş dünyada ve uygulamada kullanılmaya başlanmış. Benim yeni haberim oldu. Cahillik işte ☺

Endeks, Amerikan Doları üzerinden bir ülkede tek bir Big Mac almak için ödenmesi gereken parayı hesaplamakta. Yani hangi ülkenin parasının satın alma gücünü hesaplayacaksanız o ülkenin para birimini önce Amerikan Dolarına çeviriyor ardından da bir Big Mac almak için ödenmesi gereken parayı hesaplıyorsunuz.

Yukarıdaki tweet 2017’de atılmış. O tarihte memlekette Big Mac fiyatının ne olduğunu bilemem. Zaten hiçbir zaman bilemedim. Ben hiç Big Mac yemedim ki… Bu nesnenin ABD’deki fiyatını ise hiç bilemem. Eh tweeti atan koskoca devlet büyüğü yalan yazacak değil ya diyerek mesajdaki rakamları esas alıp hesabı yapıverdim.

1 – 2,75/5,06) = 0,456 yani TL %45,6 daha değerli imiş Amerikan Dolarından. Satın alma gücü açısından. Bu hesabı yapınca kahrolmuştur muhterem.

Yazıya konu olan beyefendi yukarıdaki tweeti attıktan bir yıl sonra ayrılmak zorunda kaldı Türkiye’den. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan şahıs ile arası açılmış ve 2018 yılında gerçekleşen seçimler sonucunda oluşan kabinede yer almamıştı.

Onu görevden azleden şahıs da önce kendisini “ekonomist” ilan edip bir de “faiz sebep enflasyon sonuç” katkısını (!) yapınca ekonomi bilimine, ülke altüst oluverdi kısa zamanda. Her ne kadar Bay Ekonomist’in hazine ve maliye bakamayanı olarak görevlendirdiği bay bitkisel, gözlerindeki ışıltı eşliğinde bu politikayı “neoklasik ekonomi teorisinden epistemolojik kopuş” tadında (ve aslında kendisine ait olmadığı açıkça belli olan) cümlelerle savunmaya kalksa da, Bay Ekonomist “Nas var Nas” diye dinî referanslar verip düşük faiz politikasını desteklemeleri için mütedeyyin çevrelere mesaj verse de, kapitalist ekonominin kuralları dikkate almadı bu söylemleri. TL süratle değer kaybetti yabancı paralar karşısında. Piyasada oluşan faiz oranları ise Bay Ekonomist’in ilan ettiğinin çok üzerinde seyretmeye başladı. Bu arada enflasyon her gün yeni rekorlar kırarak yükselmeye geçmişti.

Aslında Bay Ekonomist’in niyetini şöyle özetleyebiliriz:

Düşük faiz sayesinde kolay kredi bulunacak ve bu krediler yatırıma yönelecek. Türk Lirasının değerinin düşmesi ile yurtdışında TM damgalı ürünlere talep artacak artan ihracat sayesinde yabancı para bollaşacak…

Ancak öyle olmadı. Üretim zor iş. Para ile para kazanmak daha kolay. Kolay ve ucuz temin edilen krediler yabancı paranın değerlenmesini engellemek için getirilmiş bir önlem olan devlet garantili KKM (kur korumalı mevduat) hesaplarına yöneldi, yabancı para gerçek değerinin altında olduğu için ihracat yolu ile elde edilen döviz ülkeye girmeden yurt dışında değerlendirildi. Bu arada parasının gerçek değerinin altında kaldığını gören yabancı sermaye de ülkeden elini eteğini çekince geriye rezervleri tükenmiş bir merkez bankası, yüksek enflasyonun belini büktüğü emekçi yığınlar, acil gereksinmeleri karşılamak için yurt dışından yüksek faizle borç arayan bir maliye teşkilâtı ve KKM gibi uygulamalar sonucu parasına para katan küçük bir azınlık kaldı memlekette.

Böyle bir ekonomi manzarasına sahiptik Mayıs 2023 seçimlerine girerken. Normal şartlarda iktidar partisinin yine birinci parti olarak ipi göğüslemesi de, Bay Ekonomist’in tekrar cumhurbaşkanı olması da beklenemezdi bu durumda. Ancak ülkenin dinamikleri çok farklı. Seçmen davranışları sosyologlar için ciddi bir araştırma konusu burada. Tabii bunlar benim yorum yapabileceğim şeyler değil. Ben bildiğim konuya döneyim. Gerek ABD, gerekse AB’de siyasi çevreler son derece memnundular sonuçtan. Farklı bir sonuç elde edilmiş olsa idi gerek AB çevrelerini endişelendiren ve Türkiye’de adeta açık hava hapishanesinde tutulan “mülteciler” euro bölgesi için sorun yaratacak, kim bilir belki yeni gelen yönetim Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir başlık açmak isteyecek, belki de NATO-Ukrayna savaşının kaderini değiştirebilecek farklı bir politika izlemeye kalkacaktı. Hoş bunların hepsini bertaraf edip mevcut düzeni devam ettirecek güce sahiptiler ama durup dururken ne diye uğraşsınlar? Hazır her şey istedikleri gibi gitmekte iken.

Ortada tek sorun vardı AB ve ABD açısından. Bay Ekonomist’in izlediği ekonomi politikalarını hiç beğenmiyorlardı. Ülke ekonomisini yönetecek bir “kayyum” gerekli idi.

Bu durumu seçim sonrası yapılan bir analizde “The Telegraph” gazetesi şöyle formüle etmiş:

“Erdoğan’ın iktidarda kalmasıyla Avrupa derin nefes aldı.”

Analizin devamında ise şöyle çarpıcı bir cümle var:

“Erdoğan’ı sevmek imkânsız olabilir. Ancak kendisini çok kullanışlı hâle getirdi.”

Küresel sistemin önde gelen aktörleri için çok önemli idi bu “kullanışlı” olma hâli. Rahatlıkla bir kayyum atanabilirdi ekonomi yönetimine. Kayyum hazırdı. 2018’de Bay Ekonomist’in ağır hakaretlerle kovduğu Mehmet Şimşek.

Böylece ne Nas kaldı ortada ne de “epistemolojik kopuş.”

Adına cumhur ittifakı denilen yapının bilmem kaçıncı ortağı olarak kabineye girdi, “Hazine ve Maliye Bakanı” olarak yerini aldı orada.

Görevi belli idi. “Küresel finans çevrelerinin Türkiye’den beklentilerini karşılayacak ekonomi politikalarını üretmek.”

Ekonomide rasyonel adımlar olarak sunuldu izlenecek politika.

Neydi bu beklentiler:

– Yabancı paraların ülke içerisinde gerçek değerinden işlem görmesi.

– Yatırımcının kâr beklentilerini karşılayacak biçimde faiz oranlarının güncellenmesi.

Bay Şimşek’in göreve gelmesini takiben yazdığım bir yazıda Amerikan Dolarının 2023 sonunda 30 TL olacağını, Merkez Bankası politika faizinin ise %40’ın üzerine çıkacağını ifade etmiştim (Bkz. “Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi”, Kaldıraç, Temmuz 2023). Bu yazının yazıdaki öngörülerin tümü gerçekleşti. Tabii bunların gerçekleşmesi yazıyı yazandan daha çok bir Anglo-Amerikan co prodüksiyonu olan Bay Şimşek’in başarısıdır.

Ne yaptı Bay Şimşek?

Yabancı paraların gerçek değerine kavuşabilmesi için önce KKM uygulamasını kaldırdı tedricen. Mevduat sahiplerinin mağdur (!) olmaması için de faiz oranlarını yükseltti.

Ülkede faaliyette bulunan finans kuruluşlarını da mutlu etmek gerekiyordu. Kredi kartları faizleri bu nedenle yükseltildi. Tüketici kredisi faizleri de aynı nedenle yukarı çekildi.

Kredi kartları faiz oranlarının yükseltilmesi “enflasyonla mücadele” diye sunuldu. Gerçi bu oranların yükselmesi tüketimin bir miktar kısılmasına neden olabilirdi ancak işsizliğin tavan yaptığı, ücret gelirlerinin ise dibe vurduğu ekonomi koşullarında kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan “enflasyonu dizginleme” etkisini yaratamayacağı açıktı. Çünkü insanlar keyfî harcamaları için değil zorunlu tüketim gereksinmelerini karşılayabilmek için başvurmakta idiler kredi kartlarına. Bu durum elbette banka kârlarını arttıracaktı.

Nitekim öyle oldu, BDDK verilerine göre Bay Şimşek göreve geldiğinde 446 milyar olan kredi kartı toplam borcu yıl sonu itibarı ile 1,1 trilyon liraya ulaştı.

Bundan sonrası hayli riskli. Geri ödenmesi çok güç bir noktaya ulaşan krediler bankaların “takipteki alacaklar” kalemini artıracak ve icralar ile hacizler birbirini kovalayacaktı. İşte bu noktada durduruldu kredi kartı ve tüketici kredisi faiz oranları.

Bu gelişme tüketimi biraz daha frenleyebilir belki. O zaman da ekonomik durgunluk başlayacak üstelik enflasyon da frenlenemediği için “stagflasyon” dönemine girilecek. Belirtiler başladı bile.

Ancak şimdilik bankaların keyfi tıkırında. Nasıl öyle olmasın? Yine BDDK verilerine göre 2023 yılının ilk 10 aylık döneminde 486 milyar TL olarak gerçekleşmiş kârları. Aktif büyüklükleri ise 21,76 trilyon olmuş. Daha ne olsun?

Tabii sanayicileri de ihmal etmemek gerek. Yükselen faizler nedeni ile mağdur olmasınlar. Onların kredi ihtiyaçlarını da devlet teşviki ile karşılarsın olur biter.

İyi ama teşvik vermek için para gerek, nereden bulacak devlet parayı?

Ondan kolay ne var? Vergi politikası ne güne duruyor!

Bir Mehmet Şimşek klasiğidir “verginin tabana yayılması” fikri.

Daha önceki bakanlık döneminde de ağzından düşmezdi bu cümle. Şimdi de düşmüyor.

Peki ne demek “verginin tabana yayılması”? “Gelir ve kurumlar vergilerini arttırırsak dostlarımızı küstürürüz iyisi mi dolaylı vergileri arttıralım” demek. Böylece toplumda yer alan tüm sınıf ve tabakalar vergi ödemiş olurlar. KDV ve ÖTV bu nedenle yaratılmış vergilerdir. Bu sayede tüm zorunlu gereksinmelerimiz için yapmış olduğumuz harcamalardan vergi öderiz. Türkiye toplumunun olmazsa olmaz gıdası ekmek alırken bile öderiz bu vergiyi. Uzun bir liste yapmanın anlamı yok. İğneden ipliğe satın aldığımız her şey için ödenir dolaylı vergiler Günümüz Türkiye’sinde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı %70 seviyelerindedir ve bu durum Bay Şimşek’in geçmişteki başarılı (!) çalışmalarının ürünüdür (öncesinde %48,2 idi). Beyefendi eserinden gurur duymakla birlikte bunun da yeterli olmayacağını düşünmekte ve dolaylı vergi gelirlerini arttırmanın yollarını aramakta bugünlerde. Hedefi belli:

İşçisi emekçisi, emeklisi ve işsizi ile toplumun gelir açısından en dezavantajlı kesimlerinin daha yüksek vergi ödemesini sağlamak. Buradan elde edeceği gelirle sanayiciyi mutlu edecek teşvikler oluşturmak.

Peki ya yabancı sermaye?

Doğrudan yatırım listesinden çıkalı çok oldu Türkiye yabancı sermaye için. Burası borsa yolu ile dolaylı yatırım yapılacak bir ülke uzun zamandan beri.

Bay Şimşek yeniden göreve geldiği andan itibaren bu yolla ülkeye tekrar yabancı para girişini sağlamanın peşinde. Peki başarılı oldu mu?

Kısmen evet. Merkez Bankası rezervleri negatiften pozitife döndü. Sınırlı da olsa para girişi sağlandı ülkeye. Bunu elbette yabancı paraların gerçek değeri üzerinden işlem görmesini sağlayacak politikaları üretmekle başardı. Dolaylı yabancı sermayenin beklentisi olan yüksek faiz politikası da devreye girince yavaş yavaş da olsa para gelmeye başladı. Ancak bu durum, yetersiz yabancı sermaye, daha yüksek faiz ve daha düşük TL beklemekte ondan. Onu da yapacak kuşkusuz. Politika faizi %45’i bulacak yerel seçim öncesinde. Sonrasında ne olacağını da o zaman düşünür. ☺

TL’nin değerinin de biraz daha düşmesi gerekecek. O da yerel seçim sonrasında. Şimdilik yüksek enflasyonun getirdiği kâr ile yetinsin yabancı sermaye. ☺

Peki enflasyonla mücadele? Peki işsizlik sorununun çözümü için atılacak adımlar?

Onlar OVP’de açıklandı zaten.

Enflasyon 2026’dan önce düşmeyecek denildi.

İşsizlik 2024 yılında artacak denildi.

Daha ne desin?

Özetleyecek olursak eğer; içeride banka ve sanayi kesiminin, dışarıda ise dolaylı yatırım yaparak kâr elde etme düşüncesindeki finans kesimlerinin istediği Türkiye ekonomisini yaratmak için elinden geleni yaptı ve yapmaya devam ediyor Bay Şimşek. Bu tabloda işçi ve emekçilerin payı ise sefalet sadece.

Yazıyı tamamlamadan önce çarşıya çıkıp McDonald’s’a uğradım, hamburger yemek için değil menüye bakıp fiyatları incelemek için.

Big Mac 200 lira olmuş.

Yani 6,60 Amerikan Doları.

Google’dan baktım bu nesnenin ABD fiyatına 5,68 $.

Big Mac endeksi hesabı yaptım yeniden.

Eksi 0,144 çıktı. Yani satın alma gücü açısından TL, Amerikan dolarından %14,4 daha az değerli.

Gözün aydın Bay Şimşek!

Bunu da başarmışsın.

Siz dine karışırsanız, din de size karışır…

Bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, “sizin tarikat-cemaat dediğinize biz STK diyoruz” demesiyle, laiklik tartışma gündemine gelir gibi oldu… Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin yerini aldı. 1924 Anayasasının 2. maddesinde: “Türkiye Devletinin dini, dîni İslam’dır” deniyordu. 1928 yılında yapılan değişiklikle “Devletin dini İslam’dır” maddesi anayasadan çıkarıldı… İlerleyen dönemin anayasalarında da (1961, 1982) laiklik maddesi yer almaya devam etti…

Bir ilkenin, bir şeyin anayasada ve yasalarda yer alması, onun gerçek dünyada reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez… Nitekim, 1982 cunta anayasanın ikinci maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Geride kalan dönemde bunların her birinin gerçek yaşamda ne kadar karşılığı vardı?.. Eğer tevatür edildiği gibi “hukuk devleti” olsaydı devlet onca zamandır bu kadar katliam yapabilir miydi? Eğer “demokratik” olsaydı Türkiye bugünkü sefil hâllerde olur muydu? En temel insan hakları ayaklar altına alınır mıydı? Düşünce suçu diye bir şey olur muydu? “Soysal olsaydı” insanlar açlık, yoksulluk ve işsizlikle, çaresizlikle cebelleşir miydi?

Laikliğin bir tanımı var: “Devlet hiçbir dinî işlev görmeyecek, din de siyaset alanının dışında kalacak, politika alanına burnunu sokmayacak”… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yerini almışken, hâlâ laiklikten söz edilebilir mi?.. Aslında söz konusu olan da “başkanlık” değil, “bakanlık”… Din Bakanlığı… Örgüt yapısı bakanlıklarınkinden farklı değil… 1924 Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasının reel bir karşılığı yoktu… Benim ilk nüfus cüzdanımda “Dini İslam, mezhebi Hanefi” yazılıydı… Laik bir rejimin insanların diniyle-imanıyla, inancıyla ne ilgisi olabilir? Türkiye’de geçerli olan “Türk-İslam sentezi” denilendir… Din her zaman politikaya karışmaya devam etti… Tabii politika da dine… En büyük tarikat/cemaat Diyanet İşleri Başkanlığıdır…

Laiklik sadece devletin, siyasi otoritenin tüm dinler ve inançlar karşısında “eşit mesafede durması” değil, ne surette olursa olsun dine bulaşmamak, “karışmamak”, müdahale etmemeyi varsayar…

O hâlde sadede gelebiliriz… Türkiye’de laikliğin neden hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadı? Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıflar, sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Dinin devlet aygıtına daha çok nüfuz etmesinin bir nedeni de ABD faktörüydü… ABD-NATO cephesinin dini, toplumsal uyanışın, demokrasinin ve sosyalizmin önünü kesmenin aracına dönüştürmek gibi bir planı vardı… Türkiye 1945 sonrasında ama asıl 1952’de emperyalist bir askerî saldırı paktı olan NATO’ya üye olmasıyla din devlet aygıtına daha çok sokuldu… Süreç 1980 NATO’cu darbe sonrasında daha da hızlandı… 2002’de politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zirve yaptı… AKP iktidarı bidayette şimdilerde FETÖ denilenle bir ittifaktı… 2010’dan sonra aralarında sürtüşme başladı, 2016’da da FETÖ’cü darbe girişimi denilenle de son buldu ama AKP darbe girişimini bir fırsata çevirerek devlet aygıtını baştan sona dizayn etmeyi başardı… Elbette FETÖ’den boşalan yer de başka tarikat ve cemaatler tarafından doldurulmak kaydıyla… Şimdilerde Türkiye’deki rejim İslam soslu faşizm manzarası arz ediyor… Siz anayasada yazılana bakmayın…

Geride kalan dönemde Türkiye’de din, burjuva partilerinin seçimi kazanma araçlarından biriydi… Ama asıl amaç sosyal uyanışın, demokratikleşmenin, sosyalist mücadelenin önünü kesmekti… Din onun için araçlaştırıldı… Tarikatların ve Cemaatlerin devlete sızdığı bir vakıa ama hep sızan sorun ediliyor da sızdıranın dahli hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu yapılmıyor…

Diyanet İşleri Başkanlığının 2024 yılı bütçesinden aldığı pay 79 milyar 557 milyon 847 bin TL… 6 Bakanlığınkinden fazla… Geçen yıla göre %151 artış var… İstediğinde daha çok kaynağı kullanmanın önü açık olmak kaydıyla… 211 bin 164 personeli var… Devlet aygıtı içinde bir din ordusu…

“Laik demokratik” dedikleri Türkiye’de 87 bin 806 cami var… Nüfusu yaklaşık aynı olan İran İslam Cumhuriyetinde 48 bin cami var… Ve cami inşaatları hız kesmeden devam ediyor… Okul sayısı da 70 bin 393… Bu rakamlar size bir şey ifade ediyor mu?

Öyle laik bir ülke ki, bir mezhebin finansmanı için 85 milyondan vergi alınıyor… Ve sadece Sünnî Müslümanlara “hizmet veriyor”… Bu ülkede herkes Sünnî Müslüman mı? Farklı inançlar yok mu, dini farklı yorumlayanlar, Aleviler, ateistler, bir dinî inancı olmayanlar yok mu?

Devlet aygıtının tüm gözeneklerine “sızdırılan” cemaat-tarikat denilenlere gelince, bu yapılanmalar, dini servete el koymanın aracına dönüştürüyorlar… Tarikat ve cemaat liderleri müritlerini köleleştiriyor… Düşünme yeteneklerini dumura uğratıyor… Yurttaş olmalarının önünü kapatıyor… Söylemleri başka olsa da asıl yapılan dini özel çıkarlar için araçlaştırmak, din kisvesi altında zenginleşmek… Tarikattan-cemaatten çok, büyük kapitalist holdinglere dönüşüyorlar… Büyük servetlere sahipler… En önemli kozları Batılı düşünce ve yaşam tarzlarına yönelik itirazları ama Batı karşıtlıkları da bir ikiyüzlülükten ibaret… Elbette Batı düşüncesi ve yaşam tarzı da eleştiriyi hak ediyor ama onu bir zenginleşme aracına dönüştürmemek kaydıyla! Retorik öyle olsa da Batı’nın ürettiği ne varsa kullanmakta acele ediyorlar ve asla bir sakınca görmüyorlar… Velhasıl ikiyüzlülük istisna değil, kural…

O hâlde laikliği tartışmaya var mısınız?

Barış (mı dediniz?!)

“Bizim tercihimiz
savaş ve barış arasında değil,
haysiyetli veya haksız
bir yaşam arasında.”[1]

Herkes kendinde eksik olanı arar; tıpkı ezilenlerin eşitlik, kardeşlik ve barışı aradığı gibi…

Bu elbette sınıflı-sömürücü zorbalık koşullarında “Et pium desiderium” ya da Türkçesi ile “Gerçekleşmesi olası olmayan gelecek veya geçmiş bir şeye duyulan derin hasret” hâlidir.

Ki bu da ezen/ ezilen ilişkileri sürdükçe eşitlik, kardeşlik ve barışın imkânsızlığına işaret eder.

* * * * *

Barış hakikât için yazgımızı kendi avucuna alabilmek iken; bunun mümkün olmadığı hâlde ezen ile ezilen mücadelesinde akan kan durmaz; ezilenlerin demokrasisi gerçekleşmez. Çünkü eşitliği sağlamadan barışı gerçekleştireceğini “iddia” eden her şey nafiledir.

Hızla ifade edelim: İyi dilekler, temennilerle barış sağla(na)maz ve “Otoriteyle barış yaptığınızda otorite olursunuz,” diye ekler Jim Morrison.

Barış yanlısı olmak barış getirmez. O, davet edildiği her yere gitmez. Gerçek biz(ler)e, barışı ya da mutluluğu değil; onun için mücadeleyi vaat eder. Mücadele dışında barışı sağlayacak sihirli değnek yoktur.

Eşitlik olmadan barış olmaz, sağlanamazken; barışı ona muhtaç olanlardan başka kimse getir(e)mez.

Din(ler)in/ ve sınıflı sömürücü iktidarların amacı barış değil; imkânları dahilinde tahakküm arayan siyasi fetihtir; bizim ihtiyacımız ise, barış için devrimci mücadeledir. Çünkü o, görüşme masasında anlaşmalarla değil, insanların kardeşliğiyle ve eşitlikçi empatiye mümkündür.

Barış ancak adaletle gelir ve nihai kertede dünyada barış, ancak sınırların ortadan kalkması ile mümkündür.

Bu bağlamda Tupac Amaru Shakur’un, “Adalet yoksa barış da yok”…

Emiliano Zapata’nın, “Halk için adalet yoksa hükümet için barış olmamalıdır”…

Jacque Fresco’nun, “Dinlerin, ulusların, bayrakların, sınırların olduğu yerde asla barış olmayacaktır”…

  1. İ. Lenin’in, “Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, dar kafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir”…

Thomas Jefferson’un, “Barış içinde köle olmaktansa, tehlike içinde özgür olmayı yeğlerim,” uyarıları kulaklara küpe edilmelidir.

Çünkü ezilenlerin barışı, insandan yana olan tüm çabaların temelidir; ancak kimi zaman “Barış” diye sunulan şey üst sınıfın sömürü düzenine hizmet eden zulmün ayakta kalması için ücretli köleliği sürdürmenin kılıfı da olabilir.

Bu açıdan Fidel Castro’nun, “Adalete, eşitliğe ve barışa dayalı yeni bir dünya düzeni oluşturmalıyız,” vurgusunu “es” geçmeden Bertolt Brecht’in, “Bir tabiat kanunu değildir savaş,/ Barışsa bir armağan gibi verilmez insana:/ Savaşa karşı/ Barış için/ Katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘Hayır yaşayacağız!’ demek./ İndirin yumruğunuzu suratlarına!/ Böylece mümkün olacak savaşı önlemek,” dizeleri barışın aslî mottosu olmalıdır.

* * * * *

Olmalıdır çünkü, hâlâ ve ne yazık ki, emperyalist-kapitalist talanın dünyasında yaş(atıl)ıyoruz!

Söz konusu tabloyu José Mujica’nın, “Dünyada bu kadar savaş varken, hangi yüzle Nobel Barış Ödülü veriyorlar”…

Eduardo Galeano’nun, “Dünya barışı silah ticaretinden en büyük payı alan beş gücün ellerinde”…

Albert Einstein’ın, “Silahlanmak insanların barış için değil, savaş için sesini yükseltmesi ve savaş için hazırlık yapmasıdır”…

Lucy Parsons’un, “Mülk sahibi sınıf barışçıl bir değişimin gerçekleşmesine izin vermeyecektir,” saptamalarının altını çizerek, silahlanmaya doymayan NATO’ları[2] Ukrayna’dan Filistin’e uzanan vahşet tablosunda Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un,[3] ordunun mühimmat ihtiyacı için 8 yılda 20 milyar euroluk yatırım yapmayı hedeflediklerini açıklamasını[4] hatırlamak yeter de artar bile!

Söz konusu hâl Thedor Adorno ile Max Horkheimer’ın, “Tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felâket âlâmetleriyle parlıyor,” diye tarif ettikleriyken; Malcolm X, “Bana bir kapitalist gösterin, ben de size bir kan emici göstereyim”; Gerry Spence, “Bugün doyumsuz kâr arayışı, yeni köleliği teşvik ediyor”; John Steinbeck, “Kavga ancak insanlar kendi kendilerini yönettiği ve emeğinin karşılığını aldığı zaman sona erer,” diye eklerler.

* * * * *

“İyi de ne olacak”  mı?

Gayet basit: Barış sadece savaş olmaması hâli değil; savaşın mantık dışı hâle gelmesine vesile olan ekonomi-politika ile mümkünken; Maximilien Robespierre’in, “Yöneldiğimiz amaç nedir? Eşitlik ve özgürlükten barış içinde faydalanmaktır,” formülüne kafa yorulmalıdır.

Savaşların olmadığı, halkların ve kültürel kimliklerin saygı gördüğü, gerçekten barışçı bir dünya kurulabilir mi?

Bu anti-emperyalist, anti-kapitalist bir mücadele ile elbette mümkün;  tıpkı Yannis Ritsos’un, “Barış, yarın yeni bir dünya kuracağız dememizdir. Ve kurmamızdır”…

John Lennon’un, “Savaşlar, hükümetler, din, aç gözlülük ve hatta ülkelerin olmadığı barış ve özgürlük kokan yepyeni bir dünya kuralım.” “Ölmek ve öldürmek için bir nedenin olmadığını, dinlerin de olmadığını, tüm insanların barış içinde yaşadığını düşle”…

Albert Einstein’ın, “İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?” ifadelerindeki üzere…

“Bu imkânsız bir ütopya” mı dediniz?!

Eduardo Galeano’nun, “Tarih asla elveda demez, görüşmek üzere der,” uyarısı eşliğinde tarihin merdivenlerinden inen iskarpinlerin, çıkmakta olanların ayak seslerine kulak verin…

Gelmekte olan ezilenlerin eşitlikçi barışıdır…

4 Ocak 2024, İstanbul

N O T L A R

[1] Komutan Yardımcısı Marcos.

[2]  “NATO Silaha Doymuyor”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2023, s.7.

[3] Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, İsrail’den Arrow 3 hava ve füze savunma sistemini tedarik etme projesinin Almanya’yı balistik füze saldırılarına karşı korumak için önemli olduğunu söyledi; ABD yönetiminin İsrail’e Arrow 3 füze savunma sistemini Almanya’ya satması için onay vermesini memnuniyetle karşıladığını belirterek, şimdi Arrow 3 sisteminin tedarik etme işlemlerini başlatabileceklerini ifade etti. (“Silahlanma Çılgınlığı”, 22 Ağustos 2023… https://www.avrupademokrat3.com/silahlanma-cilginligi-balistik-fuze-saldirilari-ve-arrow-3-projesi)

[4] “Silahlanma Çılgınlığı Sürüyor”, 28 Temmuz 2023… https://www.avrupademokrat2.com/silahlanma-cilginligi-suruyor-almanya-gelecek-8-yilda-20-milyar-euro-yatirim-yapacak/

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...