Ana Sayfa Blog Sayfa 282

FARC: ELN de müzakerelere çağrılmalı

Özgür bir gelecek mücadelesi veren Kolombiya Silahlı Devrim Güçleri (FARC-EP), hükümete barış görüşmelerine ülkenin ikinci büyük gerilla grubu Ulusal Kurtuluş Ordusu’nu da (ELN) dahil etmesi çağrısında bulundu.
BBC haberine göre “Timoçenko” adıyla bilinen FARC Lideri, taleplerinde ısrarcı olduklarını belirtti. Timoçenko (Timoleon Jimenez), FARC sitesinde yayınlanan mesajında “Devrimci hareket olarak, ELN’nin barış görüşmelerine katılması yalnızca bizim için değil, hükümet ve Kolombiya halkı için de önemli ve gerekli. Bu bir hak ve gerçekleştirilmesi mümkün olan bir şeydir” dedi.
Devlet Başkanı Santos, pazartesi günkü açıklamasında FARC ve ELN liderleri arasında bir toplantı ayarladığını ifade etmişti. Bogota’daki Birleşmiş Milletler temsilciliği adımı memnuniyetle karşıladı. Hükümet, ELN ile bir yıldan uzun bir süredir gizli müzakereler yürütüyordu. Kolombiya hükümeti ve FARC arasında Havana’da yapılan barış görüşmeleri de yaklaşık 2 yıldır devam ediyor. Havana’da yürütülen barış görüşmelerinin sonuncusu 8 Mayıs’ta gerçekleşti.
FARC, son oturumlarda paramiliter grupların dağıtılması çağrısı yaptı, ancak hükümet katliam şebekesini korumak istiyor. Mağdurlara tazminat konusunda da hükümet zorluk çıkarıyor.
Küba Devrimi sonrası kuruldu
ELN’nin “Gabino” adıyla bilinen lideri, hareketin resmi barış müzakerelerine katılması için görüşülmesi gereken az sayıda madde olduğunu belirterek, “Gündemle ilgili yüzde 80 oranında anlaştık ve yüzde 20’nin ise hala resmen masaya yatırılması gerekiyor” dedi.
Küba Devrimi’nin etkisiyle 1964 yılında kurulan ELN, Kolombiya silahlı güçlerine karşı ormanlardaki üslerini kullanıyor. ELN’nin yaklaşık 2000 üyesi olduğu tahmin ediliyor.
Üç gerilla gücü
Kolombiya’da üç gerilla gücü öne çıkıyor. En büyük güç FARC-EP. Ardından ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) geliyor. Üçüncü büyük güç de Kolombiya Komünist Partisi’ne bağlı EPL-ML (Halk Kurtuluş Ordusu-ML)

Filipinlerde ayakkabı fabrikasında yangın: Ölü sayısı 72’ye yükseldi

Yerel saat ile 13 Mayıs Çarşamba günü geç saatlerde çıkan yangında, fabrikada bulunan ve çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu en az 45 kişinin yaşamını yitirdiği, 26 kişiye ulaşılmaya çalışıldığı bildirilmişti. AFP’nin haberine göre, ölü sayısı 72’ye ulaştı.
Perşembe günü basın açıklaması yapan Vali Rexlon Gathcalian, yangının bir terliğin alev alması ile başladığını ve fabrikaya yayıldığını ifade ederken, henüz katliamın başlangıcı ile ilgili ayrıntılı bilgi basına yansımadı.

ABD’de katil polisin aklanması protesto edildi

Mart ayı ortasında Madison şehrinde gerçekleşen olayda 19 yaşındaki siyah Tony Robinson bir polis tarafından bir apartman içinde öldürülmüştü. Silah taşımayan Robinson, kafasına, vücudu ve sağ koluna sıkılan polis kurşunları sonucu hayatını yitirmişti. 12 yıllık polis olan katil hakkında soruşturma açılmış, soruşturma sırasında idari izne çıkartılmıştı.

Salı günü savcılık Robinson’u öldüren polise cezai işlem uygulanmayacağını açıkladı. Katil polisin aklanması, Madison halkını sokağa döktü. Mahkeme kararını protesto etmek isteyen halk Çarşamba günü sabah saatlerinde, Robinson’un vurulduğu apartmanın önünde toplandı. Eyleme katılanlar “Okul yok. İş yok. Adalet yok. Barış yok” sloganları ile Madison halkını dayanışmaya çağırdı. Adalet arayışıyla sokağa çıkanları dağıtmak isteyen polis, direnen eylemcilere gözaltı yaptı. 20 civarında kişinin gözaltına alındığı bildiriliyor.

Katil polis, savcılık tarafından yapılan açıklamada “Bu trajik ve talihsiz ölüm, öldürücü polis gücünün yasalara uygun bir şekilde kullanılmasının sonucudur ve Tony Robinson Jr.’nin ölümünde Polis Kenny’e karşı herhangi bir cezayı gerektirmez” sözleriyle aklanmıştı

 

Pakistan’da Şiileri taşıyan otobüse saldırı: 47 ölü

Polis yetkilileri, şehrin Safoora bölgesinde dört motosikletteki yaklaşık sekiz silahlı kişi, 60 Şii’yi taşıyan bir otobüsü durdurdu. Önce şoförü öldüren saldırganlar, daha sonra yolcuların üzerine ateş açtığını belirtti.
Yolculara rastgele ateş açan saldırganlar 16’sı kadın 47 kişiyi vurdu. Polis 13 kişinin de yaralandığını açıkladı.
Saldırıyı Tehrik-i Taliban üstlendi.

Amerikan petrol rafinerisi füzelerle vuruldu

Farsnews’in Al Mayadin’e dayandırdığı habere göre Suudi Arabistan’nın Dahran bölgesinde bulunan Amerikan şirketi ARAMCO petrol rafinerisi, Yemen’nin aşiret güçleri tarafından vuruldu.
Haber kaynağına göre “Suudi Arabistan’nın Güneyindeki Dahran’da bulunan ARAMCO tesisleri füzelerle ateş altında” olduğu bildirildi. Ayrıca Siyonist Suud saldırılarına misilleme olarak aşiretler ordusunun Suud’un Necran kentine havan mermisi ile saldırdığı da bildiriliyor.

Polisi ararsan ölürsün: ABD polisinin ırkçı saldırıları sürüyor

Olay sonucu yaralanan siyah ev sahibinin durumunun kritik olduğu bildirildi.
En son Baltimore’de gözaltı aracında polisler tarafından işkenceyle öldürülen Walter Scott’un ölümü ile Baltimore sokakları protesto eylemleri yanmıştı. Yetkililerin benzer bir durum yaşanmaması için çaba harcadıkları belirtiliyor.
Açıklama yapan Charleston County Şerifi James Alton Cannon Jr. “Üzgün olabileceğimiz kadar üzgünüz. Bizim için bu durumu daha da trajik kılan, biri bizi yardım talebiyle arıyor ve biz onun ciddi bir şekilde yaralanması ile sonlandırıyoruz” ifadelerini kullandı.
Kırsal bir alanda ikamet eden Bryan Heyward’in sabah 11 civarında 911’i arayarak silahlı bir adamın evinin kapısını zorladığını söyled. Heyward telefonda “Bu acil bir durum ve silahları var” ifadelerini kullandı. Kolluk kuvvetleri tarafından yapılan açıklamaya göre, bölgeye iki polis gönderildi. Polisler silah sesleri duyduklarını ve iki siyah şüphelinin kaçtığını gördükleri ifadesini verdi. Polis raporunda yer alan ifadelere göre polisler daha sonra evin etrafını dolaştı. Polisler pencerede bir kurşun izine rastladıklarını, kapının zorlandığını farkettiklerini ifadelerine ekledi.
Şerif Cannon, 26 yaşındaki Heyward’ın daha sonra kendini korumak için kullandığı 40 kalibrelik silah ile arka kapıya çıktığını belirtti. Polislerden birinin Heyward’a silahı bırakmasını söylediği, siyah gencin buna anında tepki verememesi üzerine polisin iki kez ateş ettiği ve Heywar’ı boynundan vurduğu belirtildi. Cannon, vurulan siyah gencin silah bulundurması ile ilgili “ılımlı” açıklamalarda bulunurken; polislerin silahlı bir kişi ile karşılaştığında karar vermesinin çok güç bir durum olduğunu ifade ederek polisin davranışını meşrulaştırmaya çalıştı.
Güney Karolina Sağlık Üniversitesi’ne kaldırılan Heyward’ın yoğun bakımda tutulduğu öğrenildi.

Küba Nepal’e sağlık ekibi gönderiyor

25 Nisan’da meydana gelen ve binlerce kişinin ölmesine on binlerce kişinin yaralanmasına sebep olan Nepal Depreminde arama kurtarma çalışmaları devam ediyor.  Küba, Nepal’de ameliyathane ünitesi, yoğun bakım ünitesi ve X-ray, ultrason aletleri gibi teşhis araçlarını içeren bir hastane kurmak ve yaralıların tedavisine destek olmak üzere 48 kişiden oluşan bir sağlık ekibini görevlendirdiklerini açıkladı. 22 doktorun bulunduğu sağlık ekibinin en kısa zamanda Nepal’e ulaştırılacağı bildirildi.
Öte yandan Nepal’de daha önce ulaşıma kapalı olan alanların açılmasıyla ölü ve yaralı sayısının da arttığı belirtiliyor.  Çarşamba günü yapılan çalışmalar sonunda Lagtang bölgesinde en az 180 cesede ulaşıldığı belirtilirken, Nepal Kızıl Haç’ın verilerine göre bölgede ölü sayısı 8 binin üzerine yükseldi. Yaralı sayısının ise 16 bin 500’ü aştığı belirtiliyor.

“Süper” oldu, arkası gelecek!

AK Parti yöneticileri, barış sürecini tamamen silecek açıklamalar yaptılar. Her türlü provokasyona temel hazırladılar ve ardarda yenilerini denediler.

HDP baraj altında kalırsa “süper olur” dediler. AK Parti ve tüm devlet, açıkça, 12 Eylül Anayasası’nı savunmakta beis görmediler.

12 Eylül Anayasası’nın koyduğu anti-demokratik kuralların, yasaların ardına sığındılar. Kendileri, işlerine geldiğinde anayasayı çiğnediler ama mesele baraj, siyasi partiler yasası vb.ne geldiğinde, Evren’den daha 12 Eylül’cü kimliklerini ortaya koydular.

Ve 7 Haziran’a, büyük provokasyon denemeleri gölgesinde, büyük oyunlar içinde, saldırgan politikalar eşliğinde gelindi. En son Diyarbakır’da denenen bombalama, ne kadar gözlerinin dönmüş olduğunu gösterdi.

Ama, tüm bunlara rağmen, HDP, barajı aştı.

12 Eylül’ün barajları yıkıldı.

İki yıl önce Gezi’de başlayan süreç, Kürt halkının on yıllardır sürdürdüğü özgürlük mücadelesi ile birleşti ve ortaya konan irade, barajı yıktı. %10 barajı aşıldı ve HDP, %13’ü aşan oy oranı ile, parlamentoya bir siyasal parti olarak, halkların iradesini taşımayı başardı.

Elbette bunun arkası gelecektir.

AK Parti egemenliği onarılmaz bir yara aldı. Hükümet kurma çoğunluğunu açıktan kaybettiler. Baskı ve şiddet ortamı ile halkları susturmaya, kitleleri her yol ve araçla bastırmaya çalışan iktidarın, bu kolay yolda ilerleyişi onarılmaz bir yara aldı.

Arkası gelecektir. AK Parti içinde, büyük ölçüde rant paylaşımı ve hırsızlığa dayalı tutkal çözülmeye başladı ve daha da çözülecektir.

Kobanê düştü düşecek sevinç nidaları nasıl kursaklarında kaldı ise, “barajı geçemezse süper olur” nidaları da yerle bir oldu.

Sadece bu kadar değildir.

Düzen partilerinin nasıl tükenmekte olduğu ortaya çıkmıştır.

Şimdi, durma zamanı değildir.

Şimdi, küreklere daha bir kuvvetle asılmanın zamanıdır. Şimdi, örgütlenme çalışmalarına daha bir hız vermenin zamanıdır. Burjuva medyanın, egemen medyanın yarattığı karanlık dağılma eğilimindedir. Kitleler, işçi ve emekçiler, ezilenler, halklar, başka bir yolun mümkün olduğunu görmeye başlamıştır. Bunun verdiği özgüven, son derece önemlidir.

Bu özgüven, halkların daha örgütlü bir mücadeleye meyil göstermeleri için son derece büyük olanaklar yaratmıştır. Gençliğin, işçilerin, emekçilerin örgütlenmesi için önemli olanaklar oluşmuştur. Kuşku yok ki, bunlar hâlen olanaklardır, bu olanakların gerçeklik hâline gelmesi, örgütlenmenin ilerlemesine bağlı olacaktır.

Bu açılan yol, sistemin tüm yönleri ile deşifre edilmesinin olanağını sunmaktadır.

Dinin ahlâksızca kullanımı, ırkçılığın zehirli kullanımı artık eskisi kadar kolay olmayacaktır. Güç gösterileri ile halkın bastırılması uygulamaları, artık eskisi kadar kolay sonuç vermeyecektir.

Hırsızlığın iflası yaşanmaktadır. Hırsızlığın, siyasal, ahlâki ve ekonomik biçimleri, kitleler nezdinde mahkûm edilmiştir.

Saray politikaları, saray entrikaları, topyekûn mahkûm edilmiştir. Ve bu iktidarın başaşağı gidişini durdurmaları artık kolay olmayacaktır.

Gerçeğin, burjuva medya eli ile gizlenmesi artık eskisi kadar kolay olmayacaktır.

Ama unutmamak gerekir ki, bu süreci örgütleme görevi önümüzdedir.

Sevince kapılıp gevşeme zamanı değildir. Tersine, bu tepkiyi ortaya koyan kitlelerin örgütlenmesi süreci önümüzde büyük bir görev olarak durmaktadır. Bu acil bir görevdir.

Sadece Türk-Metal’in seçim süreci içinde, otomotiv işçilerinin direnişi ile başlayan yıkılması süreci, tüm bu örgütlenme görevinin ne kadar acil olduğunu göstermiştir. Türk-Metal yetkililerinin, utanmadan 100 milyon rüşvet dağıtma beyanları, tıpkı iktidarın rüşvet operasyonları gibi geri teptirilmelidir.

Bu sadece bir seçim sonucu değildir. Bu aynı zamanda, bir uyanışın, bir dirilişin kendini ortaya koymasıdır. Bu nedenle, vakit geçirmeden, rehavete kapılmadan, küreklere daha sıkı asılmanın zamanıdır. Örgütlenmenin zamanıdır.

Özgürlük isteğini, adalet isteğini, iş ve ekmek isteğini örgütlemenin zamanıdır. Bunun olanaklarını görmek, gözümüzü bu olanaklara dikmek gerekir.

Önümüzde son derece yaratıcı, son derece verimli bir süreç vardır.

Bu demektir ki, daha yoğun bir mücadele dönemi önümüzdedir. İktidar, egemenler, bir yenilgi ile pes etmeyeceklerdir. Yeni yöntemlerle daha da  saldırganlaşacakları kesindir. İşte tüm bu yeni sürece hazırlıklı olmak, daha uyanık olabilmek, ancak ve ancak örgütlenmeyi geliştirmekle, ileri taşımakla mümkün olabilir. Bunu başarabilecek durumdayız.

Çocuk gelinler sorununda dinin ikili rolü

Sorunun hâlâ yaygın oluşunun çok farklı nedenleri bulunuyor. Ancak bu nedenler arasında ataerki ile özdeş halde bulunan dini içtihatların rolünün çok büyük olduğu ve çoğu bölgede öne çıkabildiği söylenebilir. Dinin pek çok içtihadının (yorumunun/mezhebin/tarikatın vs.) ergen yaştaki evliliğe izin verdiği biliniyor. Dinin izin verdiği bir hüküm karşısında, çoğu zaman, devlet ve yasaların hükümsüz kalabildiği malumdur. Dinin, hem güçlü bir kimlik hem de önemli bir anlamlandırma yöntemi oluşu dolayısıyla, dinin icazetleri, kültüre damgasını vurabiliyor.

Diğer önemli bir nedenin ise çocuk tanımının –farklı toplumsal ve kültürel kesimlerde- farklı yapılıyor oluşudur. Dünyanın pek çok ülkesindeki yasalara göre 18 yaşından küçükler çocuk sayılıyor. Ancak, dünyanın hemen her tarafında çocuk, ergenlik öncesi yaşı kapsayacak bir biçimde tanımlanır. Bu yaş ise genelde 10-16 yaş arasını kapsar; sıcak bölgelerde, soğuk bölgelere göre daha erken yaşta ergen olunabilmektedir. Binlerce yıl boyunca olduğu gibi günümüzde de yapılan ergenlik törenleri, yetişkinliğe geçiş törenleri olarak algılanır; ki bu tür törenler genelde erkekler için yapılır.

Kız çocuklarının ise adet görmeye başlaması, yetişkin olduğu anlamına gelebilmektedir. Yani ergenliğe geçen bireyin üremeye hazır oluşu, onun yetişkinliğe ve dolayısıyla evliliğe hazır olduğu inancını hâkim kılabilmekteydi. Yanı sıra yakın tarihe kadar dünyanın dört bir tarafında, esasta, kızların 18-20 yaşında önce evlenmesi olağan sayılırdı; pek çok kültürde bu yaştan sonra evlenmemiş birisine “evde kalmış” gözüyle bakılabiliyordu. Hâkim olan uygulama kız çocukların
ergenliğe geçişten kısa bir süre sonra evlendirilmesiydi. Dolayısıyla bu inanç ve kültürün hâlâ etkilerinin yaygın olduğu söylenebilir.

Bu tür çocukluk algısı, liberal kültür ve medya aracılığı ile epey karmaşık hale gelebilmektedir. Ergenlerin ve özellikle liseli gençlerin cinsel ilişkiye girme özgürlüğünü savunmak ile bu özgürlüğün evlilikle sonuçlanmasının “kötü, yanlış, sapkınlık” vb. olarak algılanması, dini çevrelerde genelde tepki ile karşılanmaktadır. Evlilik ile ailenin kutsanması ve bunların eril niteliğiyle daha da karmaşık hale gelen çocuk algısı, modern hayatın çıkmazları ve karmaşası karşısında afallayan bazı ebeveynlerin, çocuklarının erken yaşta “başını bağlama” korkusu ile hareket etmelerine neden olabilmektedir. Özellikle namus inancının yoğunluğu, öncelikli olarak kız çocukların “başını bağlama” eğilimini güçlendirmektedir. Ataerkil kültürün/zihniyetin hâkim oluşuyla birlikte çocuk
yaştaki kızların evliliklerinin meşru görülmesi kolay olabilmektedir. “Atalarımızdan böyle gördük” inancıyla birlikte ise bu meşruluk artabilmektedir.

Bazı liberaller, feministler veya sosyalistlerce ataerki ve dine karşı mücadelede savunulması zorunlu sayılan cinsel özgürlük (yani evlilik dışı cinsel ilişkiye girme özgürlüğü)ile kadının kurtuluşunun “dinden kurtuluşa” indirgendiği yaklaşımlar, dindarlarda genelde tepki ve direnç üretebilmektedir. Liberaller, feministler ve sosyalistlerin bir kısmı böylesi bir özgürlüğün savunulmamasını, din ve ataerkiye karşı verilecek bir taviz ve dolayısıyla “gericilikle” uzlaşmak veya onlar karşısında geri adım atmak olarak değerlendirirken; dindarlar arasında ise böylesi bir cinsel özgürlüğün savunulması genelde, “namussuzluk, günah, zina sapkınlık” olarak vb. değerlendirilebilmektedir. Dindarların yaygın olduğu yerlerde, kısa vadede, böylesi bir özgürlüğün dindarlarca meşru/normal görülmesini sağlamak pek olanaklı değilken; ataerkiye ve dine karşı taviz vermek istemeyen liberallerin, sosyalistlerin veya feministlerin, çocuk gelinler sorununa yönelik o çözüm yöntemleri, bu kutuplaşmada çok da etkili olamıyor.

Bazı feminist çevrelerle sosyalist çevrelerin çocuk gelinler sorununda iki kutup arasında sıkıştırılabilen çözüm önerileri ve yöntemlerinin yetersizliği ile liberallerin çoğunlukla devlet desteğine sahip oluşu nedeniyle liberallerin bakış açısı ön planda olabilmektedir. Bu nedenle liberallerin, sorunun kaynağını “eğitimsizlik ve cahillikte” gören yaklaşımı eksenindeki çözüm yöntemleri öne çıkabilmektedir. Çocuk gelinler sorunu, seçkincilik merkezli bir çerçeveye sokabilmekte ve dolaylı olarak emekçi ve yoksulları küçük gören (ve haliyle hayatı üreten, var eden emeğin ve pratiğin bilgisini de küçümsemeyen) bir anlayışı
desteklediği söylenebilir. Sosyalistlerin din sorunu ile kadın sorununa yönelik yaklaşımlarındaki darlık ve tek yanlılık da çocuk gelinler sorununda etkin olabilmeyi engelleyebilmektedir. Dinin “afyon” olarak indirgenip çoğu zaman mutlak olarak olumsuzlanması sonucu; emeği, adaleti, demokrasiyi ve eşitliği esas alan bazı dini kesimler/hareketlerle bu konuda ittifak yapabilme fikri, sol kesimlerde rağbet görmemektedir. Feministlerin çoğunlukla “düşman” görülmesi, kadın örgütlenmelerinin azlığı/yokluğu, emek mücadelesinin kimlik mücadelesinden koparılması gibi nedenler de solun çocuk gelinler sorununda etkin olabilmesini engelleyebilmektedir; kendi anlayışları, politikaları ve örgütlenmeleri aracılığı ile çocuk gelinler sorununda etkin olamadığı halde ittifaklara
girerek bu sorunda etkin ve güçlü olma eğilimine de girememektedir. Bu durum, çocuk gelinler sorununda liberallerle liberal feministlerin yasaları görece arkasına alması ve BM’nin desteğini sağlaması sonrasındaki dönemde, bu soruna dair en çok öne çıkan kesim olduğu söylenebilir.

Bu çerçevede çocuk gelinler sorunun, esasta, bazı dini içtihatlardan, gelenekten, ataerkiden, dinle ataerkiye özümsemiş devletlerden, çoğu zaman kâğıt üstünde kalan yasalardan ve çocuk tanımındaki muğlâklıktan beslendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla çözüm önerilerini/yöntemlerini de bu eksende oluşturmak, kısa vadede, gerekli görünmektedir.

Bu eksende, dinin hem sorunun hem de çözümünün ana kaynakları arasında yer aldığını vurgulamak gerekir. Bu ikili rolün, dinini hemen her toplumsal kesim, sınıf, kültür ile özdeşleşebilen ve yoruma (içtihada) açık olarak değişime uğrayabilen niteliğinin bir ürünü olduğu söylenebilir. Dinin pek çok yaşam tarzını ve kültürünü meşru kılıp anlamlandırabilen düşünme yöntemi oluşu onun toplumsal olgularda çok yönlü etkide bulunabilmesini sağlamaktadır.

Dolayısıyla, çocuk gelinler sorunu, bugünden çözümlenmeye başlanabilecek bir sorunsa (yani devrim sonrasına ertelenemeyecekse) ve kısa vadede dini inançları ve gelenekleri değiştirme olanağı yoksa sosyalistlerin/solun bu konuda bazı dini kesimler ve kadın örgütleri ile birlikte çalışması, bir adım olarak faydalı olabilir.

Dinin ve dini kimliklerin ekonomik, siyasal, sosyal yaşamı belirleyebildiği hatırlanırsa, dinsel inançların değişiminin ne kadar zor olduğu hesaba katılabilir. Ancak istisnasız tüm dinlerin, kutsal metinlerde/kitaplarda ne yazdığından çok, bu metinlerin nasıl yorumlandığı (içtihat edildiği) ve bu içtihadın nasıl  toplumsallaştığı önemlidir. Hemen her dinde farklı mezhep ve tarikatların bulunması bu yüzdendir. Her mezhebin, kolun vs. kendisini tek ve gerçek din sayması, dinini bu tür değişimleri daimi olarak yaşadığı ve yoruma açık olduğu gerçekliğini değiştirmez.

Bu çerçevede Kürt mellelerin, Anti-kapitalist Müslümanların veya İslami feministlerin, dine ve çocuk gelinler sorununun dini boyutuna yaptığı/yapacağı müdahalelerin –en azından en kısa vadede- sosyalistlerinkinden daha etkili olduğu olacağı aşikârdır.

Mesele Anti-kapitalist Müslümanlar’ın kurucularından olan R. İ. Eliaçık, özellikle Sünni mezheplere mensup dindarlar arasında çocuk evliliklerini meşrulaştırmada etkin olan “İslam peygamberlerinin 9 yaşındaki Ayşe ile evliliği” inancının/sanısının yanlış yoruma (içtihada) dayandığını söyleyerek, böylesi bir meşrulaştırmaya, dinen karşı çıkıyor. Eliaçık’a göre Arap-Bedevi kabilelerde kız çocuklarının yaşı, adet oldukları (ergenliğe girdikleri) yıl baz alınarak hesaplanırdı. Kız çocukların erken ergenliğe girdiği Arap Yarımadasında kızların olağan evlilik yaşı 15-19 yaşları arasıdır. Ayşe’nin yaşı da bu aralıkta olmalıdır.
Eliaçık’ın bu içtihadının yaygın hale gelmesinin çok büyük bir etkinsinin olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çocuk sorunu konusunda dinin olumsuz etkilerine karşı İslami feministler de etkilidir. Bu akıma göre İslam, özünde eşitlikçidir ve İslam kesinlikle eril/ataerkil değildir. Evlilik, aile ve çocuklara dair eril içtihatların, İslam’ın özüne ters olduğunu savunan bu akıma göre, Kur’an, insanın aynı neftsen (özden) yaratıldığını söyleyerek, kadın ile erkeğin Allah katında eşit olduğunu belirtmiştik. Bu eşitlik sonucu, hiçbir kadın zorla evlendirilemez; hele ki bir çocuğun dedesi yaşında
birisiyle evlendirilmesi söz konusu bile olamaz.

İslami feministlerle birlikte pek çok Sünni fıkıhçı da kadının rıza göstermediği birisiyle evlenmesini tasvip etmez. Özellikle Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife, İslam’ın, boşanma hakkı dâhil, kadına pek çok hak tanıdığını ve kadının rıza gösterdiği bir erkekle evlendirmenin İslam’la aykırı olduğunu savunur (Ebu Zehra, 2002: 410). Bu kesimin içtihatçıları ve takipçilerinin önemli bir kısmı çocuk evliliğine karşı çıkabilmektedir.

Bunların yanı sıra çocuk gelinler sorununda, çocuk evliliğine karşı çıkan çeşitli Sünni ve Şii kollar/âlimler bulunmaktadır.

Dinin devletle, ataerkinin ise dinle özdeşleştiği ülkelerde/bölgelerde, sosyalistlerin, kısa vadede çocuk gelinler sorununda etkili olabilmesi zordur.
Sosyalistlerin “ateist, dinsiz, din düşmanı” vb. olarak dışlanabildiği ve sosyalistlerin de dindarlarla bir diyalog/ilişki kurmakta zorlandığı günümüzde dini kesimlerle bu soruna yönelik ittifak yapmak mümkün ve gerekli gözükmektedir. Elbette bu durum dinin olumsuzluklarına karşı mücadeleyi askıya almayı gerektirmez; ancak, dinin olumsuzluklarına karşı mücadeleyi bahsi geçen bazı dini kesimlerin de yaptığı hatırlanırsa ve dinin olumsuzluklarına karşı yürütülecek olan ideolojik, felsefi, bilimsel ve kültürel mücadelenin uzun erimli olduğu hesaba katılırsa, çocuk gelinler gibi acil bir sorunda ittifaklar politikasını hayata geçirmek daha gerçekçi bir yol gibi gözükmektedir. Herhangi bir soruna yönelik yetersizlik ve güçsüzlüğün kabulü, o konuda güçlenebilmenin ilk koşuludur;
bu, insanlar, örgütler veya devletler için geçerli olabilen bir koşuldur. Bilginin sonsuz olduğunu ve mutlak bir gücün var olamayacağı hatırlanırsa, karşısında güçlü olmanın, güçlü yanlarla birlikte, güçsüz ve yetersiz yanları da bilmekle (yani kendini bilmekle) aynı anlama geldiği görülebilir.

Kaynaklar

Ebu Hanife; Muhammed Ebu Zehra, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları (2002)
Kur’an’a Giriş; R. İ. Eliaçık; İnşa Yayınları (2012)
İslami Feministler; Derleme, İletişim Yayınları (2014)

İç güvenlik paketi, eğit-donat ve kontrgerilla üretim A.Ş.

Çözüldüğünün emarelerini ülkenin MİT müsteşarının Başbakan’la birlikte dinlendiğinden, ülkeyi savaşa sokmak adına Suriye’den Türkiye’ye füze atma isteğinden anlayabiliyoruz. Cumhurbaşkanı’nın, parlamentarizm bitmiştir, sözlerinden anlıyoruz. Birbirini yalanlayan AK Parti yöneticilerinden, sözcüsünden, bakanlarından anlıyoruz.

Misyonu, Sovyetler’in dağılması ile boşa düşen TC’nin kendine Ortadoğu’da yeni bir misyon biçilmesine ve buna uygun hâle getirilmeye çalışılmasına bakarak anlıyoruz. Ilımlı İslam söylemlerini,
yeni Osmanlı hikâyelerini, Kahire 82, Şam 83, Bağdat 84. vilayettir mavallarını, çözülenin yeniden dizayn girişimlerinden okuyoruz. Ve halkların ve emekçilerin sokakların tozunu attırdığı, tomalara, akreplere hatta gerçek mermilerle yapılan saldırılara geçit vermediği günlerde, bu çözülmeyi hızlandırdığını da görüyoruz.

Hızla izi silinmeye, yok edilmeye çalışılan halklar, katliamların üzerinden onlarca yıl geçmesine ve bugün hâlâ tehdit altında olmalarına rağmen gür sesleri ile haykırıyorlarsa halklar hapishanesini
yıkacaklarını; Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’i efendilerini de, efendileri adına işleyen mekanizmalarını da, patronları da cinayet şebekelerini de kurtarmaya yetmeyecektir.

Her dilden ve inançtan insan, emeğin iktidarını kurmak için mücadeleyi ortaklaştırıp büyütürken, devlet, esasen burjuva da emeğe karşı ittifak kurup, biraraya gelebiliyor. Artı-değerin dağılımını bazen sonraya bırakabiliyor. İktidarını koruyabilmek için zarar pahasına petrol fiyatlarını yarı yarıya indirebiliyor. Fakat her halükârda kâr büyümese de efendilerde, biliyoruz: korku büyüyor!

Yemen’e saldırı için birleşen şer ittifakında gördüğümüz budur. Suriye’yi kana bulayan, çeteler kuran, teçhizatlandıran, finanse eden ve her ihtiyacı karşılayan politik olarak masada bekleyen
emperyalist ve işbirlikçilerinde de olan budur. Korkunun büyümesidir.

Sosyalizm deneyimlerinden öğrenip, gerillalara bakıp kontrgerillayı yaratan ve ordularını tehlikeye atmadan daha az masrafla büyük çaplı savaşlar yaratabilen emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin
Suriye’de, Yemen’de, Somali’de, Irak’ta ve daha onlarca ülkede uyguladığı bu taktikte Türkiye tam olarak neye denk gelir?

Gezi’yle birlikte iktidarını kaybetme korkusuyla yaşayan egemenlerin her türlü muhalefeti bastırma, sindirme ve bununla birlikte tutsak etme, katletme mekanizmalarını yeniden örgütleme neyin karakteridir? Grevlerin ulusal tehdit, IŞİD’in dost, darbe anayasasının bile işlemez olduğu koşullar neye denk düşer?

Kapitalist-emperyalist sistem ve ABD imparatorluğu ağır yaralı, kan kaybeden kapitalizmi yaşatabilmek için kan istiyor. İşçi sınıfının, halkların kanını, çünkü kan ile besleniyor. Ve TC’nin yeni misyonu çıkıyor ortaya; sömürgeciliğin koçbaşı, ABD sermayesinin öncü askeri ve İsrail’in koruyucusu… Enerji kaynaklarının kontrolünü, derelerin satışını, madenlerin dağıtımını, bankaların
kurulmasını, silâh şirketlerinin Ortadoğu’ya güvenli yollardan silâh satışını; Donetsk’ten Halep’e, Şengal’den Doğu Akdeniz’e efendilerinin haritada parmakla gösterdiği neresi varsa orayı hak biliyor kendine.

Tıpkı bir uşak gibi. Çünkü efendi hasta olunca uşak ‘hastayız’ der. Efendi kâr edince, uşak, bugün iyi kazandık, der. Efendi üzgünse, uşak ağlar.

Oysa işçi böyle değildir. Soma’da sokağa, 1 Mayıs’ta Taksim’e, emeğinin gaspında zulmün üzerine yürür. İşçi, örgütlenir ve onu özgürlüğe taşıyacak örgütlü mücadelesinde her şiarı sınıfı
içindir. Burada karşımıza çıkan emperyalistlerin işbirlikçilerinin bu örgütlülüğü kırma ve korku toplumu yaratma girişimlerinin nasıl yapıldığıdır.

Bunlardan biri, iç güvenlik paketidir. İç güvenlik paketi de elbette çözüleni yeniden dizayn etmede yapbozun parçalarından biridir. Maske takmanın tutsak edilmeyle cezalandırıldığı, polisin evinize istediği zaman istediği şekilde girip arama yapabildiği, makul şüphe ile ateş edebileceği, gözaltı yapabileceği, egemenlerin aleyhine söylenen her şeyin “teröre” hizmet sayıldığı bir
paket… İsmiyle bütünleşmiştir. İç güvenlik paketi denmesi doğaldır çünkü burjuvaların, kan emicilerin güvenliğini ve sistemini korumak için formüle edilmiştir.

Ne var ki, yetmemiş, 1 Mayıs gözaltıları 48 saatten uzun süre alıkonulmuştur. Yetmemiş, gözaltına alınan sekiz kişi 3 gün bir depoda tutulmuştur. Yetmemiş, devletin gezici ajitatör ve ihale
takipçisi esnafı polis, esnafı alperen olmaya çağırmıştır. Yetmemiş, içeride yeni Osmanlı fikri üzerinden ırkçı çeteleri harekete geçirmiştir. Yetmemiş, mafyaları devrimcilerin karşısına dikmiştir.
Mafyalaşmayı artırmıştır. Üniversitelerde ve ülkenin pek çok şehrinde IŞİD ve türevi örgütlenmelere öğrencilere, halklara saldırmış veyahut tehdit bildirileri dağıtmıştır.

Hepsi egemenlerin iç güvenliği içindir fakat paşalar güvende değildir. Hayatlarının her alanına korku hakimdir bu yüzden ağızlarını Gezi ile açmakta 6-7 Ekim serhildanı ile kapatmaktadırlar. On binlerce devrimci ve yurtseveri tutsak etmeleri, tutsakların gazete okumalarından bile korkmaları, örgütlülüğün kırılamayan muazzam iradesini gözler önüne sererken; Suriye’ye karşı girişilmiş
emperyalist kundağın yaşandığı süreçte, bunun misliyle artması dışa doğru saldırılarda içeride tehlike bırakmama isteğinin açık ispatıdır.

Suriye, dört yılı aşkın süredir, küçük çaplı bir dünya savaşının içindedir. Ve kitaplardan okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz dünya tarihinin muazzam direnişlerinin canlı örneklerinden biridir.
Suriye, direniş ölçeğinde bir Stalingrad’tır. Bulaşanın, boyunca kana ve çamura bulandığı bir Vietnam’dır. Bugüne kadar üç yüz binden fazla insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca insan ülkeyi
terk etmiş, milyonlarcası ülke içinde “mülteci” durumuna düşmüştür. Fakat her şeye rağmen Türkiye, Katar, Ürdün, Arabistan, İsrail, İngiltere, Fransa, ABD ve daha onlarca ülkenin çetelere her
türlü desteği sağlamasına rağmen direnmektedir. Anayasasına göre meclisin en az yüzde ellisi işçi ve çiftçi olmak zorundadır. Bu yüzden dört yıldan uzun süredir direniş devam etmekte aynı şekilde bu yüzden savaş sürmektedir.

Türkiye burada sekiz yüz kilometrelik sınırlarını ardına kadar her türlü radikal selefi örgüte açmış, onları demokrasinin havarileri olarak nitelemiştir. İleri demokrasi şiarını ağzından düşürmeyen
Berkin’in katillerinin, IŞİD’e dost, Nusra’ya umut, ÖSO’ya ılımlı ve toplamda hepsine demokrasi demesi şaşırtıcı değildir. Halep savaşı başlarken kuzey batı Halep’ten yayınlanan fotoğraflarda
NATO’nun silâh sandıkları dikkat çekerken, yakın zamanda Türkiye’nin zırhlı araçları ve TSK. envanterinde bulunan cehennem obusü fotoğrafları ile çetelerin elinde internete düştü. Halep’ten çalınan sanayi makinelerinin Türkiye’ye getirilmesi; tüplerin füzelere Türkiye sanayilerinde dönüştürülmesi, tornacılığın bir savaş sanayiine dönüşümü emperyalist kundak hikâyesinde Türkiye yardımlarının küçük çaplı parçaları. Afyon’da patlayan mühimmat deposundan alınan ve patlamayla izi silinen silâhlar, çetelere gönderilen tırlar, sınır karakollarının çetelerin ilerleyebilmesi için topçu atışı yapması, Suriye savaş uçakları ve helikopterlerine Türkiye’den ateş açılıp düşürülmesi, Suriye jetlerinin hareket alanını daraltabilmek adına Türk jetlerinin sınırda uçurulması, bunlar da başka parçalar. Sınır şehirleri boyunca tüm devlet ve özelhastanelerin sahra hastanelerine dönmesi, özel “mücahid” hastanelerinin açılması, Kızılay’ın çeteler için kan toplaması, kamplarda eğitilmeleri her şey ama her şey yeni misyona göre…

Misyonu meşrulaştırma adına eğit-donat konuşuluyor ve ABD’den gelecek özel askerler ile “ılımlı” olarak adlandırılan bu çetelerin Türkiye ve Katar’da eğitileceği konuşuluyor. Eğitimci Türkiye’de ABD, Katar’da Türk askeri…

Peki bugüne kadar Türkiye eğitip donatıp çeteleri Suriye’ye göndermiyor muydu? Suudi Arabistan finanse etmiyor muydu? Katar’da toplantı üstüne toplantı almadılar mı? Ya (SADAT) Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş. ne yaptı da yetmedi? 2012 yılında TSK’den emekli olup 23 subay ile birlikte kurulan bu profesyonel savaş şirketi, kuruluşundan yaklaşık bir yıl önce, çok defa gündeme geldi.

Suriye’de savaşan çetelerin eğitildiği iddia edilirken, iddiayı ispata dönüştüren SADAT yetkilileri ve çetecilerin fotoğrafları internete düştü. Dahası SADAT da bunu gizlemeyerek kendi internet
sitesinde “mücahidlerden” yana tavır aldığını belirtti (meraklısı sadat.com.tr’yi inceleyebilir). Tank bakımından askerî malzemeye, askerî eğitimden lojistik desteğe kadar pek çok konuda bir
ticaret şirketi olan SADAT, Libya’daki emperyalist müdahaleyi Libya devrimi olarak adlandırırken tahrip olan 2000 tankı onardığını da, emperyalist kundaktan kâr çıkarma peşinde olduğunu da
gizlemiyor. Dahası savunma şirketi ile inşaat sözcükleri birbiri ile ne kadar da alâkâlı olarak A.Ş.de yer alıyor.

SADAT, bir savunma değil saldırı şirketidir. İnşaat, dönemin ruhunu ve yerle bir edilen şehirleri düşündüğümüzde karşılığını bulmaktadır. SADAT, bir dost ve müttefik olarak addettiği ülkelerde ihale peşinde koşarak, esasen kapitalist-emperyalist sistemde silâh şirketlerinin birer taşeronu olarak kısa zamanda çok yol kat etmiştir. Türk silâhlı kuvvetlerine ihale edemeyecekleri eğit-donatı özel bir şirket olan SADAT’a ihale edebilir. ABD ile birlikte bu proje içerisinde kim varsa bu tip savunma-saldırı şirketleri üzerinden Ortadoğu’daki savaşı doğrudan yönlendirerek taraf olurlar. Esasen savaşın esas aktörü olanlar kontrgerilla yapılanmalarını silâh şirketlerinin, tıpkı Afrika ülkelerinde kendi askerî ordularını oluşturdukları gibi, bugün bu topraklarda da benzer hamleleri deniyorlar.

ABD, bu projeye Bush doktrini olarak bilinen politikasını devam ettirebilmek adına girmiş ve projeyi büyütmüştür. Doktrine göre kendi çıkarını korumak ve önceden uyarı vermeden herhangi
bir yere saldırı yapabilmek; Ortadoğu’da hakim tek güç olma ve kendi ve Batı çıkarları doğrultusunda enerji kaynaklarının dağıtımını sağlamak… “ENERJİ KAYNAKLARININ DAĞITIMI!”

İşte Davutoğlu’nun ısrarla vurguladığı, üzerinde durduğu ve TC’ye yeni bir misyon biçtiği tam da budur. İyi de ABD emperyalizmi dururken TC bunu yapabilir mi? Efendi dururken kâhyanın
gücü yeter mi?

Ilımlı İslam ve TC’nin bölgede kullandığı tarihi ve komşu ülkelerin iç dinamikleri, kültürel ve tarihî bağlardan kaynaklı kundakçı rolü oynamasını rahatça sağlıyor. Biz de buna 53. eyalet diyoruz.

Dünya halklarını katleden ve milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan ABD adına bugün bölgede Türkiye savaşın tarafıdır. Adra, Maan, Keseb, Lazkiye, Kobane, Deyr ezZor, Şengal, Makzumi, Malula, Maarat, Akrab, Yermük ve daha onlarca şehirde, köyde binlerce insan, yüksek çıkarları adına HSBC’nin, BP’nin, ABD şirketlerinin sistemi yaşasın diye katledilmiştir. Her katliamın ayrı bir hikâyesi, her hikâyenin savaş özelinde bir taktik hamle olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hıristiyanların, Alevilerin, Ermenilerin ve radikal Selefi örgütler için bazen Sünnilerin kanı bile taktik için zorunludur. Korku imparatorluğu, korku toplumu yaratmak itiraz etmeyen bir halk
üretmek istenilendir. Laiklik ile sınırın ötesinde yaşanan katliamlarla sınırın bu tarafında yaşanan emek katliamını örtmeyi amaçlamaktadırlar. Şeriatla korkuttukları insanları bir lokmaya mahkûm edip Ak Saray’larda yaşamak istiyorlar.

Çıplak ayaklı Husiler tüm dünyaya örgütlülüğün zaferle nasıl taçlandırılacağını ispatlarken, al-i Suud’un her gün onlarca savaş uçağı ile misket bombalarını kullanarak saldırdığı topraklar yenilmedi ve yenilmeyecek. Dünya halklarına çıplak ayaklı yoksul Yemenlilerin şer ittifakının “Kararlı Fırtına Operasyonu”nu hezimete uğratabileceğini gösterdiği için Kobanê’den sonra bir umut meşalesi daha yakmıştır.

Biz Taksim’i aldık. Bir daha alabiliriz. Biz Tahrir’i aldık, bir daha alabiliriz. Moskova önlerinde kazandık, bir daha kazanabiliriz. Biz onları defalarca yendik, bir daha yenebiliriz. Kan, katliam ve çamurun içinden çıkarıp yeni bir dünyayı inşa edebiliriz.

Türkiye’de sınır bölgesinde yaşayan halklar katliam ve soykırımla karşı karşıyadır. İktidarın kalemleri bugünden katliamlar ve tehcir yollarını bölge halklarına göstermektedir. Şehirlerde konuşlanmış yüzlerce Kaide hücresi belki de yarının hazırlığıdır. TC, tarihi boyunca emperyalist savaşın içindedir ve olmaya devam etmektedir.

Tefekkür etmemiz gereken nokta her yeniden dizaynda karakterini ortaya koyan devletin yarın ne yapacağıdır? Sorunun cevabı kendi içinde olduğundan özgür bir dünya ve özgür Anadolu için
her direniş bir deneyim olarak hanemize yazılmalı ve dünya halklarının mücadelesi yolumuzu aydınlatmalı. Zafere ulaşmanın yolu, örgütlülükten geçmektedir. Kobanê’nin IŞİD’e, Cebel Muhsin’in
Nusra’ya direnişi ve zafere ulaşması örgütlülükle mümkün olmuştur. Kapitalizmi yok edecek olan yine bu örgütlülüktür.

Kapitalizm esarettir, örgüt özgürlüktür.

Yaren Ali Karaca