Ana Sayfa Blog Sayfa 283

Soma “son” olsun; ama değil!

“Patet omnibus veritas.” ¹

Kapkara acının adı 14 Mayıs 2014’de “Tersane”ydi, 13 Mayıs 2014 günü haftada 100 liraya çalışan 13 yaşındaki “Ahmet Yıldız” da (hani başı prese sıkışan)… Acının ve yasın adı, şu son birkaç yıl içinde tekrar tekrar grizu patlamaları oldu… “Kastamonu-Küre” oldu, “Balıkesir-Dursunbey” oldu, “Bursa-Mustafakemalpaşa” oldu, “Zonguldak” oldu ve acının adı Soma oldu…

Görmeyen, bilmeyen var mı hâlâ? Cinayetten hiçbir farkı olmayan “iş kazalarında” rekora koşuyoruz. 10 yılda 11 bin 706 işçi öldü. Türkiye’deki işçi ölümleri AB ortalamasının 8.5 katına erişti
diye haykırıyor tüm yerli ve yabancı raporlar…

Türkiye, ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci sırada yer alıyor; “İş kazalarından dolayı çalışan her 100 bin işçiden İngiltere’de 0.6’sı, Fransa ve Almanya’da 2’si, Avusturya ve Yunanistan’da
4’ü, Türkiye’de ise 17’si iş kazalarında yaşamını kaybetmektedir,” diyor Türkiye Makine Mühendisleri Odası!²

Tam da bu koordinatlarda, “Lafı dolandırmadan söylemek lazım. Soma organize bir katliamdır. Para kazanmak için insan haklarını, hukuku, yasayı hiçe sayan; daha ucuz işçilik ve daha çok
kâr için yapılan bir iş organizasyonu sonucu ortaya çıkan bir katliam söz konusu,” notunu düşen Aziz Çelik “Katil(ler) kim(ler)dir?” sorusunu yanıtlıyorken; her şey “Soma” hastanesinin duvarına
yazılmıştı: “Bir avuç kömür için, bir ömür verenler…”³

Refik Durbaş’ın, “Ölmediler ölüme gönderildiler,” dediği Onlar için her şey, Orhan Veli Kanık’ın çok önceleri, “Yüz karası değil,/ kömür karası./ Böyle kazanılır/ ekmek parası”; Metin Altıok’un, “Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar./ Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;/ içimde cesetler ve daha ölmemişler var”; Aşık Mahzuni Şerif’in, “Dile kolay kuyu dibi/ Salınır gezer sağ gibi/ Bin senelik maden gibi/ Fosil olur madenciler,” mısralarında dillendirdikleri üzereydi:

“Soma’da devlet ve sermayenin iktisadi, siyasi işbirliğinde, suç ortaklığında büyük bir katliam yaşandı. Yüzlerce işçi, rekabet, verimlilik, kârlılık gibi sihirli anlamlar yüklenen kavramlarla pazarlanan piyasacı iktisadi politikaların kurbanı oldu. İşçiler, daha çok kazanmak uğruna dayatılan kuralsız, güvencesiz, esnek çalışma koşullarının, adına taşeron denilen, işçilik maliyetlerini aşağı çekme, kâr oranlarını yükseltme amaçlı mafyatik/ sömürü çarkının bedelini canlarıyla ödediler. Soma katliamı, her iş cinayetiyle kendini hatırlatan ama pek umursanmayan taşeron sisteminin röntgenini çekti, içini dışını ortaya döktü.

Piyasa fetişizmini dramatik bir biçimde parçaladı. Bunu yaparken beraberinde şu soruları da getirip, akıllara taktı: İşçiler bu kadar ağır, bu denli ilkel koşullar altında, ölümüne çalışıyorlarsa sendikalar nerede? Bu kepazeliği niye önlemiyorlar, niye deşifre etmiyorlar, niye kıyameti koparmıyorlar? Sorular çok haklı, çok yerinde. Bırakalım ötesini berisini, işçilerde kullanma tarihi geçmiş maskelerin olması bile tek başına sendikaların işlevini sorgulamayı gerektiriyor. Ama piyasa sevicilerin, taşeronu alkışlayanların, sendikaları çalışma hayatı için lüks görenlerin bugün ‘sendika nerede’ diye soruşundaki riyakârlığı unutmadan…”(4)

DEVLET GERÇEĞİ YA DA EGEMEN ŞİDDET!

La Rouchefoucauld, “En büyük aldanma, başkalarını aldattığını sanmaktır,” diye uyarsa da; burjuva devlet, emekçilere yalan söyleyen bir zor aygıtıdır.

Bu nedenle de devletin hakikâti, gösterdiğinde değil, göstermediklerindedir. Bu nedenle devlet gerçeğini görmek/ göstermek için onun dediklerine ve gösterdiklerine değil, demediklerine ve göstermediklerine odaklanılmalıdır.

Çünkü T. Adorno’nun, “Hakikâtin yalan, yalanın da hakikât gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. Her açıklama, her haber, her düşünce daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. Böyle bir ön-biçimlendirmenin tanıdık izini taşımayan şeylerse inandırıcılıktan yoksun bulunuyor, çünkü kamuoyu kurumları ortaya sürdükleri her şeyi bin türlü olgusal kanıtla ve topyekûn iktidarın el koyabildiği her çeşit makûllük halesiyle donatabiliyorlar,” notunu düştüğü koordinatlarda; devlet “O kadar yalancıdır ki söylediklerinin aksi bile doğru değildir,” F. Boyler’in işaret ettiği üzere…

Bugün devlet Soma’ya “gözyaşı dökse de”(!), 29 Nisan 2014’de CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel’in verdiği Araştırma Komisyonu kurulması önergesi, -MHP ve HDP’nin desteğine rağmen-
AKP’li vekillerin oylarıyla reddedilmişti sakın unutulmasın!

Yani Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) rödövans ile madeni işletmeye verdiği Soma faciasının gerçekleştiği sahada 10 yılda TKİ’nin üretiminin 11 kat arttığı haykırılıyordu, katliamdan kısa süre önce! 2004 yılında 1 milyon ton üretimi olan TKİ, ilk rödövans ile üretimi 2005 yılında başlattı. 2005 yılında üretim 3.4 milyon tona çıktı. Bunun 2.4 milyon tonu rödövans yoluyla elde edildi. 2011 yılında rödövans yoluyla üretim en yüksek noktaya ulaştı. 2011 yılında 11.3 milyon tonluk üretim gerçekleşti ve bunun 7.4 milyon tonu rödovanstan geldi. 2012 yılında da üretim 11 milyon ton olarak gerçekleşti. Bunu da 6.2 milyon tonu rödövans yoluyla elde edildi ve tüm bu “parlak” gelişmeler işçilerin canı/ kanı pahasına gerçekleşti!

Öte yandan Devlet Denetleme Kurulu (DDK), dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün emriyle 2011 yılında “Türkiye’de madencilik sektöründe yürütülen faaliyetlerin iş sağlığı ve güvenliği
açısından araştırılması, incelenmesi ve değerlendirilmesi” ile ilgili bir rapor hazırladı. Gül’ün, “DDK’nın tavsiyeleri var” sözleriyle işaret ettiği raporda, ilgili tüm kurumlara tedbir alınması çağrısı
yapılan 8 Haziran 2011 tarihli raporda, “Maden kazalarının nedenleri arasında risk değerlendirmesi yapılmaması, taşeronluk/alt işverenlik uygulaması, üretim zorlaması, geçmiş kazalardan ders alınmaması, grizu riskine karşı önlemlerin yetersiz olması, kontrol ve degaj sondajlarının yeterince yapılmaması, delme-patlatma işlemindeki düzensizlikler, çalışanlarda CO maskesi bulunmaması, gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği, havalandırma yetersizliği, grizu emniyetli elektrikli cihaz ve ekipmanlar ile ilgili sorunlar, nefeslik-kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler, tahkimat ile ilgili eksiklikler, tahlisiye hizmetleri ile ilgili sorunlar, maden işletmelerinde iç denetim hizmetlerinin yetersizliği, teknik nezaretçilik vb. işletme içi denetim uygulamaları ile ilgili sorunlar, kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği, mesleki eğitim ve iş güvenliği kültürü noksanlıkları olarak tespit edilmişti.”

O zaman sormalı: Madencilik sektörünün neyi doğruydu?!

Özetle Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği facianın “Geliyorum” diye sinyal verdiği ortaya çıktı. Bilirkişi raporuna göre, yer altındaki karbonmonoksit miktarını ölçen sensörler, faciayı
aylar önceden haber vermişti. 50 PPM’yi aşmaması gereken karbonmonoksiz miktarı beş ay boyunca defalarca bu sınırı geçtiği ve hatta 500 PPM’ye kadar ulaştığı hâlde, sensörlerin uyarısına
kulak asılmadı. Ayrıca oksijen miktarı da çok kez yüzde 19’un altına düşmesine rağmen maden boşaltılmadı. Gaz ölçümlerinden sorumlu teknik nezaretçiler 15 günde bir hazırladıkları onaylı deftere karbonmonoksit yükselişlerini geçirmedi. Öte yandan, madende 30 dereceyi aşmaması gereken kuru sıcaklık miktarı, faciadan önceki bir haftadan itibaren 46 dereceye kadar yükseldiği hâlde kimse kılını kıpırdatmadı. Öyle ki, 301 işçinin öldüğü saatlerde sıcaklık, 46 dereceydi! (5)

Dahası da var: Facianın hemen arkasından 301 işçinin katledildiği ocağın bulunduğu alana geçiş, yaklaşık 1 km kala, jandarma tarafından kapatıldı. Gazeteciler dahil kimsenin bölgeye girişine
izin verilmedi!

Devamla: Soma’da, 301 işçinin hayatını kaybettiği maden faciasına ilişkin savcılıkça tanık olarak dinlenen işçilerin ifadelerine göre, yeraltında kullanılması yasak olduğu hâlde dizel kepçelerin
çalıştırıldığı ortaya çıktı. Faciadan yaklaşık altı ay önce bir dizel kepçenin çalışması sırasında göçük meydana geldiği anlaşıldı. Ayrıca işçilerin angaryaya koşturulduğu ve “boş boş durdukları” gerekçesiyle tartaklandığı belirlendi. Bir işçi, maden şirketi tarafından kot farkının düşürülmesi nedeniyle kömürün kızıştığını ve gaz sızıntısının oluştuğunu savundu. Bir başkası da, işe girerken kendilerine bir günlük eğitim verildiğini ve gaz maskesinin nasıl kullanıldığını “bakarak” öğrendiklerini anlattı! (6)

Bu arada Soma’da madencilere 21 yıllık Çin malı maskelerin kullandırıldığı tespit edildi. Madendeki faciadan kurtulan her işçiden aynı cümleyi duyduk: “Maskelerimiz işe yaramadı, 45 dakika
idare eder dedikleri maskeler 10 dakikada bitti.” İşte bunun nedeni ortaya çıktı. Çünkü maskeler 1993 yılında Çin’de üretilmiş. Yani 21 yıllık. Son kullanma tarihleri çoktan geçmiş. Modern maskeler 120 dakikaya kadar idare ederken uzmanlara göre bu maskelerin çalışması bile mucizeydi! (7)

Bunlar böyleyken sormak gerek: Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 176 sayılı Madenlerde İş Güvenliği ve İş Sağlığı Sözleşmesi’ni 19 yıldır imzalamıyordu; neden acaba? Yeri gelmişken altını özenle çizmek gerek: Soma faciasının benzerlerinin başka ülkelerde de meydana geldiğini söylemek, bu olaydan duyulan derin acıyı ne kadar hafifletir? Hele yapılan benzetme
yanlış olursa…

Erdoğan 14 Mayıs 2014’te, Soma’daki basın toplantısında maden ocağı kazalarının sadece Türkiye’de cereyan etmediğini ve bu tür risklerin işin icabı olduğunu göstermek için, dünyadaki benzer
olayların bir listesini sundu. Başbakan XIX. yüzyılın İngiltere’sine dönerek, 1862, 1868 ve 1894 yıllarında bu ülkede vuku bulan büyük maden ocağı kazalarından söz etti. Daha sonra XX. yüzyılın
başlarında Fransa ve Japonya’daki kazalara değindi.

Erdoğan’a bu listeyi verenler, kendisini butrajik ortam içerisinde ne duruma düşürdüğünün farkındalar mı? Maden ocaklarının bugünkü standartlarını 150 yıl önceki İngiltere veya 50 yıl önceki
Avrupa ve ABD’deki koşullarla mukayese etmek mümkün müdür?

Ve nihayet! Soma’daki facianın ardından madenlerdeki sorunların araştırılması amacıyla 11 ayrı önergenin sunulduğu Meclis’teki görüşmelere vekiller ilgisiz kaldı. Salonda sadece 78 milletvekili
vardı! (8)

Alın size Soma’daki devlet gerçeği! diye noktalamak da mümkün değil; V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Sınıflar var olduğu sürece sınıfların özgürlüğü ve eşitliği burjuva aldatmaca”yken; egemen(-ler)in şiddet artısı da eklenmeli…
Mesela Soma’da işçiyi tekmeleyen Yusuf Yerkel!

Soma’da yere düşen bir kişiye tekme atarken görüntülenen ve 7 günlük işgöremez raporu alan Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in sağlık raporu ortaya çıktı. Yerkel’e tekme attığı sağ dizde
kızarıklık ve yumuşak doku şişliği tanısı konulduğu ortaya çıktı. Doktor, sahte rapor vermekten 15 günden 6 aya kadar uzanan meslekten men cezasıyla sorgulanacakken; Bergama’da maden faciasını protesto eden öğrencilerde cezalandırıldı!

Bergama İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Soma’daki maden katliamından sonra okula gitmeyen öğrenciler hakkında disiplin soruşturması başlattı. İlçe Milli Eğitim Müdürü İlyas Duman’ın, öğrencileri “Sizi örgün eğitimden atarım” diye tehdit ettiği kaydedildi. Öğrenciler, Duman’ın Cumhuriyet Meydanı’nda maden katliamını protesto edenleri, “Bu yaptığınız eyleme giriyor. Örgün eğitimden uzaklaştırılırsınız” diye tehdit ettiğini söylediler. (9)

DAHA FAZLA KÂR (VE SÖMÜRÜ) HIRSI VAHŞETİ

“Tüm bunlar neden böyle” mi?

Gayet basit! Özdemir Asaf’ın, “İnsansız adalet olmaz!/ Adaletsiz insan olur mu?/ Olur, olmaz olur mu?/ Ama olmaz olsun,” dizeleriyle betimlenen daha fazla kâr (ve sömürü) hırsının yol açtığı
vahşetten!

“Nasıl” mı?

Mesela 301 işçinin öldürüldüğü madenin sahibi Alp Gürkan, “Taşeron yok” dese de, madeninde dört farklı türde taşeronluk uygulandığı ortaya çıkan Soma’da olduğu gibi… (10)

Alp Gürkan 44 yıllık madenci; Şirketi Türkiye’nin en büyüklerinin listelendiği İSO 500’de 295’inci sırada; 2005’te TKİ ile anlaşması ise hızla büyümesini sağladı…

Jeoloji mühendisi olan Gürkan 1970’li yıllardan beri madencilik sektöründe; 70’li yıllardaki zorluklar nedeniyle kendi işine kilit vurunca Koç Grubu’na ait Tirebolu’daki madeni taşeron olarak işletmeye soyunuyor. 2.5 yıl süren taşeronluk ona borçlarını ödeme fırsatı sunuyor. Koç Grubu işe kendisi devam etmeye karar verince Gürkan da Soma’daki ilk madenini 1984 yılında açıyor. Gürkan’ın hayatındaki ilk dönüm noktası Vehbi Koç ile iş yapmak olurken ikinci fırsat ise Türkiye Kömür İşletmeleri ile 2005 yılında geliyor.

1984’de Soma Kömür AŞ’yi kuran Gürkan şu an Soma’da Geventepe ve Eynez bölgelerinde faaliyet gösteriyor. Tamamı yeraltından yıllık ortalama 6 milyon ton kömür üreten Gürkan’ın şirketi
üretiminin tamamını TKİ’ye satıyor. 1986 yılında ilk kömür üretimini gerçekleştiren Gürkan’ın şirketi kömür pazarlaması için ise Gürmin Madencilik isimli şirketini kurdu. Madencilikte adım adım büyükler arasına girmeye başlayan Gürkan 1991 yılında madenlerde kullanılacak ekipmanların üretimi için Gürmin Makine şirketini kurarken ayrıca Mersin’de krom üretimi yapmak için Minsan Madencilik isimli şirketi 1996’da açtı.

2005’e gelindiğinde TKİ’nin rödövans ihalesi Gürkan’ın Türkiye’nin en büyük madencilik şirketlerinden biri olmasının yolunu açtı. Gürkan ‘Hürriyet Gazetesi’nden Vahap Munyar’a verdiği
röportajda TKİ ile anlaşmalarının önemini şöyle anlatmıştı: “Soma’daki işlerin asıl büyümesi Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 2005’te aldığı kararla oldu. TKİ, rödovans karşılığı işleri özel sektöre devretme kararı aldı. O döneme kadar çoğunlukla zarar eden TKİ, bu karar sonrasında kâra geçti. TKİ, Soma’da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonun TKİ’ye yüzde 15’lik rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik. Gerek biz, gerekse diğer özel şirketler kâr etmesek bu işe girmezdik. Kârlılık için bizim mühendis ve işçilerimiz uzaydan gelmedi. Sadece işi iyi planlamak, özel sektörün çalışma tarzı devreye girdi o kadar.”

20 milyon tonluk üretim anlaşmasının imzalanmasının ardından Gürkan 2006 yılında ise Tilaga AŞ’yi devralarak günlük kömür üretimini 5 bin tona taşıdı. Ve gayrimenkul geliştirme işine adım
attı. 2009’da ise kazanın gerçekleştiği 15 milyon tonluk Eynez maden kömürü kontratı Ciner Grubu’ndan devraldı.

Gürkan gayrimenkul işindeki en büyük projesine ise 140 bin metrekare inşaat alanına sahip Spine Tower ile başladı. Bu arada madencilik alanındaki büyümesi de devam etti. 2011 Ekim’inde Zonguldak Bağlık-İnagzı taşkömürü sahasını rödövans ihalesini kazanan Gürkan’ın şirketi Türkiye’nin de dışına çıktı. Arnavutluk’ta metal madenciliği projeleri geliştirmek üzere Turkish Albanian Mining Sh.a kuruldu.

Gürkan’ın en büyük şirketi Soma Kömür İşletmeleri 2012 yılı Türkiye’nin en büyük şirketlerinin sıralandığı İSO 500 listesinde 281.4 milyon liralık üretimden satışlarıyla 295’inci sırada bulunuyordu! (11) Ama…

Evet, bunun bir de “Ama”sı vardı…

Gözyaşları arasında “Trafonun patlamasının imkânsız olduğunu düşünüyorum,” diyen Alp Gürkan’ın aksine; firma genel müdürü ise yangının kömür kızışmasından çıktığını düşündüklerini,
yangının başladığı noktanın trafodan 1800 metre uzaklıkta olduğunu söyleyip; basın toplantısında “Yaşam odası var mıydı yok muydu” tartışmasına şirket yetkilileri tatmin edici bir yanıt verilmezken; Soma İşletmeleri Genel Müdürü Ramazan Doğru’nun, “Yaşam odası kapatılmıştı, yenisi hazırlanıyordu,” (12) demesi gibi…

Evet, evet uzmanlar “İhmal olmasa, denetimler düzgün yapılsa, işçinin hayatı sudan ucuz olmasa bu felaket yaşanmazdı” diyor. Taşeronlaşma ve kâr hırsı katliama davetiye çıkarıyor. Maden
güvenlik denetim uzmanları, denetledikleri şirketten maaş alıyor!

İTÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Emre Gürcanlı madenlerde ardı ardına yaşanan kazaları taşeronlaştırmaya bağlayıp, “Maliyeti, ‘özel sektör tarzıyla’ düşürmüşler”; Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı Tezcan Karakuş Candan da, “Hayatını kaybeden işçilerin iş kazasına maruz kalmadığını, bunun bir cinayet olduğu”na dikkat çekerken; bir işçi de, devletin yaptığı denetimlerin tamamen palavra olduğuna dikkat çekerek şunu söylüyordu: “Müfettişler ocağa artiz gibi gelip giderler!” (13)

Bu tabloda her sene iki kez denetimden geçtiklerini belirten Alp Gürkan, “Birinci sınıf işyeri belgemiz var. Müfettişlere mi inanacaksınız, başkalarının söylediğine mi?” demesine diyor da; Soma madeninin eski yöneticisi ve Hattat Amasra Maden İşletmesi Genel Müdür Yardımcısı Dr. Selim Şenkal, 2007’de yangın riskine karşı TKİ’yi uyardıklarını, “Sıkıntı olmaz” yanıtını aldıklarını
belirterek, “Biz terk ettik, devralan şirketi de uyardık,” diyor. (14)

Boğaziçi Üniversitesi ‘Soma Araştırma Grubu’nun hazırlayıp, 3 Şubat 2015’de kamuoyu ile paylaştığı ‘Ge-li-yo-rum Diyen Facia’ başlıklı raporu ne pahasına olursa olsun “büyüme” paradigmasının
sorgulanması gerektiğine işaret ediliyor. Raporu hazırlayanlardan Doç. Dr. Nuri Ersoy’un Gabriel Garcia Marquez’in meşhur “Kırmızı Pazartesi” romanından yola çıkarak “İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü” olarak tanımladığı hâle ilişkin raporda öne çıkan tespitler şöyleydi:

i) Patron (Soma AŞ) kadar kamu yani TKİ’nin de kâr hırsı: Faciaya yol açan nedenleri sadece özel sektörün kâr hırsı ile açıklamak yeterli değil. Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) rödovans karşılığı
işleri özel sektöre devretme kararı aldıktan sonra kâra geçti. Sistem yılda 1.5 milyon ton üretim üzerine kurulmuş iken 3.5 milyon tona çıkarıldı.
2004’ten 2012’ye kadar üretim 13 kat arttı ama denetim yapılmadı. TKİ üretilen kömürün tamamını aldı. 70 TL maliyeti olan kömür 300 liradan
satıldı. İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu çalışmasının 2012 sonuçlarına göre TKİ, kamu kurumları arasında 860
milyon TL net kârlılık ile 2. sırada. Bu yüzde 26.9 gibi yüksek bir faaliyet kârlılığına tekabül ediyor. Bu Apple gibi yüksek teknoloji şirketlerinin kârlılığı
ile aynı oranda.

ii) Büyüme; ne pahasına olursa olsun: Türkiye’de büyüme ve kalkınma eşanlamlı olarak kullanılıyor. Bu dünyada da böyle ama büyümenin maliyeti, bu maliyetin nasıl paylaştırıldığı Türkiye’de
hiç göz önünde bulundurulmuyor ve bedeli sadece belli bir kesimin omuzlarına yükleniyor. Önce bir büyüyelim, çevre, gelir eşitsizliği gibi sorunları daha sonra çözeriz anlayışı var.

iii) Yüksek iş kazaları ile büyümeyi sağlıyoruz. Üretim baskısı iş sağlığı ve güvenliği ilkeleri ve madenciliğin bilimsel ilkelerinin ihlâlini de beraberinde getiriyor. Sadece geçtiğimiz yılın bilançosu
1886 iş kazası sonucu ölüm. Sayı yüksek çıkarsa gündeme geliyor ama 3-5 kişinin can verdiği iş kazalarının lafı bile edilmiyor. Üretilen milyon ton kömür başına ölümlerde Türkiye 7.2 ile
neredeyse dünya birincisi. ABD’de bu sayı 0.02 kişi; Çin’de ise 1.2 kişi.

iv) “Hak temelli sosyal yardımların eksikliği: Her faciadan sonra toplumda bir hayırseverlik damarı kabarıyor ama bunun da acı sonuçları var. Örneğin babası madenden sağ çıktığı için hediyelere
boğulmayan çocuklara “Keşke benim babam da ölseydi” dedirmesi.

v) Büyürken sosyal ve ekolojik maliyet hiç hesaba katılmıyor. Karbondioksit salımlarının artış hızında Türkiye dünyada ilk sıralarda. Soma ise bunun en çarpıcı örneklerinden. Bitki örtüsü,
ormanlar, tarım arazileri tamamen yok edildi. Önceden geçimlerini tarımdan sağlayan insanlar madenlere mahkûm edildi. (15)

Bunların tümü kapitalizmin kaçınamayacağı verilerken; Soma Kömür İşletmeleri’ne ait ortaya çıkan belge, facianın başından beri tartışma konusu olan taşeronluk sistemini gözler önüne serdi.
İşe başlamalarının ardından iş güvenliği ve iş sağlığı kursu gören işçilerin ve bağlı bulundukları taşeronların isimleri de belgedeki “firma” bölümünde yer aldı. Yine belgeye göre, olay günü kurs
görmüş gibi işaretlenen işçilerin çoğunun, madende hayatlarını kaybettiği ortaya çıktı! (16)

İŞ -“KAZASI” DENİLEN- CİNAYET(LER)

Görülmesi gerek: Madencileri, iş “kazası” değil, buna neden olan kâr (ve sömürü) hırsı katletti…

“Fıtrat” değil, “kader” değil, kapitalist kâr (ve sömürü) hırsıdır her şeyin sorumlusu!

Bilmiyor olamazsınız: Türkiye’de yıllık ortalama 700 civarında ölümlü iş kazası oluyor. Yine Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre bu kazaların en çoğu madencilik ve taş ocakçılığı sektöründe
gerçekleşiyor. İş kazalarının yüzde 10.4’ünü bu sektör oluşturuyor.

Milyon ton taş kömürü üretim başına düşen ölüm sayısı Türkiye’de 7.22 iken, ABD’de 0.02, Çin’de 1.27. Çin’de kazalar yüzde 4.08 iken yüzde 1’e doğru indirilmiş. Türkiye’de ise yüksek olan sayılar düşürülememiş, yatay seyrediyor. Milyon ton kömürde 7 ölümlü kaza, 40 ton yükleyen 3.600 kamyonda bir ölümlü olay demek. Kömürün çıkarılması böylesine zor ve ölümlüdür coğrafyamızda! (17)

‘Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) 2010 yılında araştırmacıları Selin Arslanhan ve Hüseyin Erem Cünedioğlu tarafından hazırlanan raporuna göre, ülkede 1991-2008 döneminde bu şekilde hayatını kaybeden işçilerin sayısı 2 bin 554’tür. Bu, yılda ortalama yaklaşık 142 maden işçisinin hayatını kaybettiğini gösteriyor. Aynı dönemde iş göremez hâle gelen işçilerin sayısı ise 13 bin 87.

Raporda özel işletmeler tarafından yapılan üretimdeki ölüm oranının devlet kuruluşu Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı işletmelere kıyasla belirgin bir şekilde daha yüksek olduğuna
da dikkat çekiliyor. Bu ölümlerin sıklığını değerlendirebilmek için dünyada kullanılan başlıca kriter “milyon ton taşkömürü üretimi başına düşen işçi ölümü” oranı. 2008 yılında TTK’da üretilen
1 milyon ton taş kömürü başına 4.41 kişi ölürken, bu sayı özel işletmelerde 11.50’ye çıkmış. 2007 rakamlarına bakılırsa, TTK’da bu oran 2.98, özel işletmelerde ise 18.36.   (18)

Evet, evet coğrafyamızda, öteden beri kömür madenlerinde ölüm olaylarında dünya rekortmenidir. Belirtildiğine göre 1942’den beri üç bini aşkın insan öldürülmüş. Demek ki, her siyasi iktidar
altında yeraltında iş cinayetleri yaşanmış, ama bu saptama işbaşındaki Tayyip Erdoğan rejimini temize çıkarmaz.

Tam tersine bu politikacının kurduğu ve teşvik etmeye devam ettiği özelleştirme ve taşeronlaştırma düzeninde iş cinayetleri arta arta, Mayıs 2010’da 30 işçinin yaşamını kaybettiği Karadon
kuyusunda “iş katliamı”na kadar ulaşmıştı. Soma ise malum!

Yaşanılan hadise özel sektöre, küresel kapitalizm jargonunda neo-liberalizm denilen aşağılık sisteme tapan, her şeyi kâr, para ve menfaat olarak gören, “din, iman, Allah, Muhammed” deyip, paraya, sadece paraya, yalnızca paraya tapınan -bu arada 17 Aralık’ta ayan beyan görüldüğü gibi- sadece işverenler değil, kendileri de milyar dolarları götüren politikacıların suçudur! (19)

Türkiye’de en büyük maden faciası, 1992’de Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde yer alan Türkiye Taş Kömürü İşletmesine bağlı kömür ocağında meydana geldi. Buradaki grizu patlamasında 263
işçi hayatını kaybetmişti.

2013 yılında iş kazalarının yüzde 10.4’ünün madencilik ve taş ocağı sektöründe görüldüğü tespit edildi. Elektrik, gaz, buhar, su ve kanalizasyon sektöründe iş kazası geçirenlerin oranı yüzde 5.2;
inşaat sektöründe iş kazası geçirenlerin oranı ise yüzde 4.3 olarak gerçekleşti.

Türkiye’de şimdiye kadar yaşanan bazı maden ocağı kazaları şöyle:

7 Mart 1983 – Armutçuk’ta grizu patlaması – 103 ölü
10 Nisan 1983 – Kozlu’da grizu patlaması – 10 ölü
31 Ocak 1987 – Kozlu’da göçük – 8 ölü
31 Ocak 1990 – Bartın’ın Amasra ilçesinde grizu patlaması – 5 ölü
7 Şubat 1990 – Amasya Yeni Çeltik’te grizu patlaması – 68 ölü
3 Mart 1992 – Kozlu’da grizu patlaması – 263 ölü

26 Mart 1995 – Yozgat’ın Sorgun ilçesindegrizu patlaması – 37 ölü

22 Kasım 2003 – Karaman’ın Ermenek ilçesinde grizu patlaması – 10 ölü
8 Eylül 2004 – Kastamonu’nun Küre ilçesinde yangın – 19 ölü
2 Haziran 2006 – Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde grizu patlaması – 17 ölü
10 Aralık 2009 – Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde grizu patlaması – 19 ölü
17 Mayıs 2010 – Zonguldak’ta grizu patlaması – 30 ölü
8 Ocak 2013 – Kozlu’da grizu patlaması – 8 ölü

Ayrıca 2014 yılının ilk 6 ayında TTK Genel Müdürlük’te 6, Kozlu’da 160, Karadon’da 481, Üzülmez’de 290, Amasra’da 75 ve Armutçuk’ta 133 kişi yaralandı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Meclisi raporuna göre ise 2014’ün altı ayında özel işletmeler de dahil madencilik işkolunda 325 işçi can verdi. Ölümlerin 301’i Soma faciasında meydana geldi. Özel işletmelerde can kaybının fazla
olması dikkat çekti.

Bu arada 30 yılda Polonya’daki maden kazalarında ölenlerin sayısı 157 ve 40 yıldan beri Almanya’da hayatını kaybeden sadece 3 madenci bulunurken, Türkiye’de ise bu rakam 3 bini geçiyor.
(20)

Ve unutulmaması gereken çok önemli bir şey daha: “Can işlerinde her sistem cinayetine ‘kaza’ denilmesinin tek sebebi var: Aynı düzene devam arzusu,” diye ekliyor Ali Topuz…

Haksız mı? Değil elbet; “Ubi periculum, ibi est lucrum/ Nerede tehlike, orada kâr” saptamasındaki üzere!

VE MADEN -SOMA- İŞÇİLERİNİN HÂLİ

“Soma’daki maden işçileri çalışma koşullarından dertli. Kötü muameleye maruz kaldıklarını söyleyen işçiler ‘Çok ciddi baskı görüyorduk. Hakaret ediyorlardı. Saatlerce çalışıyorduk’ diyorlar”ken; (21) ekliyordu Soma’da eşini kaybeden Selda Sümer: “Eşimi ve arkadaşlarını ‘Aman sus işinden olursun’ diye ölüme gönderdiler. Şimdi de bize sus diyorlar…” (22)

Yine Soma’daki bir maden işçisi de, “Madene tekrar inecek misin?” sorusunu, “Kredi kartı borcum var ve inmek zorundayım” diye yanıtlıyordu… (23)

Ayrıca 301 işçinin yaşamını yitirdiği Eynez Ocağı’nı işleten Soma Kömürleri AŞ 2 bin 850 işçiyi işten atarken, işçilerin ihbar ve kıdem tazminatları da tehlikeye girerken;24 25 yıl maden
mühendisliği yapan ve kısa süre önce Türkiye Taşkömürü Kurumu Kozlu ocaklarından emekli olan Şükran Kırameroğlu, ilgisizlikten şikâyet edip, “Hepsi ailesinden birini kaybetmiş… İşçiler
ölüyor fakat geride kalan aileleri ne yapıyor, nasıl tutunuyor. Bu yönde çalışmalarımız da var. İş kazasında ölüyor, cenaze törenleri yapılıyor. Bittikten sonra herkes sorunlarıyla baş başa kalıyor,” (25) diye ekliyordu.

Özetin özeti: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası’nın 2010 yılında hazırlattığı 152 sayfalık ‘Madenlerde Yaşanan İş Kazaları Raporu’, yeraltında
yaşanan ölümlerin göz göre göre geldiğini, tüm acil önlem uyarılarının gereği yapılmayarak kazalara davetiye çıkarıldığını, işçilerin hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu ortaya koymuştu. (26)

Bu ve benzeri verilerle somutlandığı üzere: Karl Marx’ın, “Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız ve vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü
altında gerçekleştirilmiştir,” diye tarif ettiği “kapitalist birikimin tarihsel eğilimi”ne dair saptamaları; ne yazıktır ki hâlâ maden -Soma- işçileri için geçerlidir.

Örneğin ekmeğini madenden çıkaran 50 bin civarındaki işçinin çoğunluğu 846 liralık asgari ücret alıyorken; dünya kömür rezervinin yüzde 0.2’sine sahip, linyit üretiminde 35 ülke arasında
4. sırada, taşkömürü üretiminde 50 ülke arasında 44. sırada yer alan Türkiye, maden kazalarında birinci sıradadır!

ILO’ya göre dünya maden kazalarında sabıkalı ilk üç ülke sırasıyla; Türkiye, G. Kore ve Çin iken; maden kazaları ölümleri, maden üretiminde dünya birincisi olan Çin’in 5.7 katı, ABD’nin 361
katıdır!

2011 ILO verilerine göre, Türkiye maden kazalarında 100 bin kişide 133 ölümle dünyada birinci sıradadır!

2004’te taşeronlaşmanın önünün açılmasıyla birlikte madenlerdeki ölümlerin artması dikkat çekiyor. 2002’de 17, 2003’te 22 kişi maden kazalarında yaşamını yitirdi. Ölüm sayısı 2004’te 68,
2005’te 121, 2006’da 79, 2007’de 76, 2008’de 66, 2009’da 92, 2010’da 105, 2011’de 77, 2012’de 61, 2013’te 95 oldu! (27)

Durum sadece iş cinayetleriyle sınırlı değil: Türkiye’de kömür ve linyit çıkartılan toplam 700’den fazla maden işletmesi var. Bu madenlerde 190 binden fazla işçi çalışıyor, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre bu işçilerden 42 bini sigortasız. 190 bin işçiden sadece 38 bin 492’si sendikalı! (28)

MADENCİLİK İSTİHDAMI (bin kişi), (29)
2005 – 99
2006 – 102
2007 – 103
2008 – 106
2009 – 98
2010 – 108

2011 – 113

2012 – 115
2013 – 120
2014 – 126
Madenciliğin sanayi istihdamı içindeki yüzde payı – 2.35
Maden şirketlerinden İşkur’dan istenilen işçi sayısı – 3.939
Maden şirketlerine 1 yılda yerleştirilen işçi sayısı – 2.212
2013’te İşkur’a başvuran işsiz madenci sayısı – 4.256
İşkur’da kayıtlı 15-19 yaşındaki işsiz madenci sayısı – 247
İşsiz madencilerin ilkokul mezunu olanlarının sayısı – 3.278

Bu tabloda Soma felaketine bakınca, karşımıza iki “aktör” çıkıyor: Şirket ve AKP hükümeti/devleti!

Şirket, baş döndürücü bir hızla yükselerek, kısa sürede devletin dış borcunun 500 milyon dolarını ben kapatayım diyecek konuma gelmiş.

“Bu nasıl oldu” sorusunun iki ayağı var. Biri, şirketin kömürün ton maliyetini 140 dolardan 23 dolara indirmesine olanak veren, “mucize” yöntemleri. Maliyeti 140 dolardan 120 dolara indirmiş
olsa bile bu bir başarı sayılabilirdi. Gerçek yaşamda mucize olmadığından 23 dolar düzeyi, vahşi kapitalizmin felakete zemin hazırlayan müstehcen bir örneği olarak çıkıyor karşımıza. Şirketin
taşeron çalıştırması, 16 yaşındaki çocukları madene sokması, denetimcileri satın almış olması, ürünlerinin önemli bir kısmını devlete satıyor olması da bu hızlı yükselişe katkı yapan etkenler
arasında sayılabiliyor.

Bu noktada ikinci “aktör”e gelebiliriz. Söz konusu şirketin sahibinin AKP üyesi olduğu söyleniyor. Bu şirketin genel müdürünün eşi de bölgenin AKP belediye meclisi üyesiymiş. Madende
yalnızca AKP referansıyla gelen işçileri çalıştırıyor, bu işçileri zorla AKP mitinglerine gönderiyormuş. Gazeteler, AKP’li olmayan işçilerin işten çıkarıldığını aktarıyorlar. Bazı madenciler
“AKP’ye, korkudan oy verdik” diyorlarmış.

Bu yakınlık, AKP milletvekillerinin tavırlarına da doğrudan, üstelik felaketin önlenme olasılığını zayıflatacak biçimde, yansımış. CHP inisiyatifiyle muhalefet partileri 2013’ün ekim ayında Soma madenindeki güvenlik risklerinin, kaza olasılıklarının soruşturulmasına ilişkin bir önerge vermişler. O sıralarda Enerji Bakanı, ramazan münasebetiyle bu şirketi ziyaret etmiş, güvenlik önlemlerini övmüş. Muhalefetin önergesi, Soma felaketinden yalnızca 10 gün önce, AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedilmiş. Böylece bu felaketi önleyebilme fırsatı da kaçırılmış.

AKP ile şirket arasındaki bağlar o kadar güçlü ki, Başbakan, bu önerge ile ilgili olarak, Soma ile alâkâsı yoktu diyerek yanlış bilgi vermeyi göze alabiliyor. Şirket temsilcileri gazetecilere, önce
bakanlarla toplantı yapacağız ondan sonra konuşuruz, diyebiliyorlar. Medyada, soruşturmaya, AKP yanlısı bir savcının atandığı iddiaları yer alıyor.

“Kısacası Türkiye medyası, izleyenlere mükemmel bir vahşi ahbap çavuş kapitalizmi resmi sunuyor,” Ergin Yıldızoğlu’nun deyişiyle… 

Ki bu da, “Taşeron sistemi, korku imparatorluğunun ekonomi modelidir… Birbirini besler. Ne kadar korku, o kadar taşeron, ne kadar taşeron, o kadar korku’dur,” biçiminde formüle ediliyordu Yılmaz Özdil tarafından…

NE (Mİ)OLDU?!

“Ne oldu” sorusuna -şaşırtıcı biçimde!- Ergün Yıldırım, “Soma’ya gömülen Türk kapitalizmidir”; (30) Cemil Ertem, “Soma faciası Türkiye’nin karanlık yanını anlatıyor”; (31) Eyüp Can, “Soma’da
301 madencinin hayatı üzerine bir kâbus gibi çöken; sadece bir maden değil, ‘merhametsiz büyüme’ üzerine kurulu yalan düzen!”(32) yanıtını verirlerken; ‘Sabah’ kaleşörlerinden Mahmut Övür,
“Başına gelmedikçe, ateş kendi ocağına düşmedikçe, ülkemizde her gün 5 ila 8 işçinin hayatını kaybettiği gerçeğinin maalesef farkında olmuyor insan”; (33) Rasim Ozan Kütahyalı, (34) “Vicdan, hakkaniyet ve merhamet… Toplum olarak bu üç değere çok ihtiyacımız var”; (35) Şeref Oğuz, “Vicdansız üretim derken, madende ölen kardeşlerimizi hayatta ve güvende tutacak adımların atılmamasını kastediyorum,” (36) notunu düşmeden edemiyorlardı!

Özetle Soma’daki 301 işçinin ölümüne yol açan faciaya ilişkin olarak yüksek mühendisi Tuğrul Erkin, “İnsan canı pahasına kâr gerçeği”nin altını çiziyor”ken; karşı-devrimcilerin dahi sırtını
dönemediği gerçek şunları ortaya koyuyordu:

i) “12 yıllık iktidarın ardından yüzlerce işçinin öldüğü bir kaza meydana geliyorsa, belli ki fıtratında vahşi kapitalizm varmış. Soma katliamı Türkiye ekonomisine bakışta bir kırılma noktasıdır;
bir kırılma noktası yaratmalıdır. Ekonomi, beşeri bilim olarak sınıflandırılır. Öznesi insandır. Yüzlerce insanın öldüğü bir ülkede, ekonomiye ilişkin söylenebilecek gayrı her şey lafı güzaftır. Lafı güzaf olması gerekir… İşçi ölümleri vahşi kapitalizmin fıtratında var. Ama insanın fıtratında vahşi kapitalizme boyun eğme yok…” (37)
ii) “Soma faciasının üç sorumlusu var: Maden sahibi Soma Holding, çalışma koşullarını ve madencilik faaliyetlerini düzenleyen ve kontrol eden AKP hükümeti ve Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden
İşçileri Sendikası…” (38)
iii) “Soma faciasının üzerinden neredeyse iki ay geçti. Basına yansıyan haberler, facianın basit bir ihmaller zincirinden kaynaklanmadığını, göz göre göre cinayet işlendiğini ortaya koyuyor.
Ama kurumların sorumluluğu en az tartışılan şey! Soma’yı unutmamak, gündemde tutmak önemli. Ama bunu nasıl yaptığınız da önemli. Sürekli para yardımı ve tazminat davaları üzerine konuşmak, ilgiyi parayla sınırlamak, 301 ailenin adalet arayışını da gölgeliyor…” (39)
iv) Nihayet “Soma felaketi anlaşılması, açıklanması zor, kabul edilmesi olanaksız bir sarsıntıyla büyük bir toplumsal travma yarattı. Bu, felaketin yasının tutularak, tarihe terk edilebilmesi (travmanın aşılabilmesi) için, gerek doğrudan etkilenenlerin, gerekse de toplumun bilincinde anlamlandırılması, öncelikle ‘adalet’ duygusunun tatmin olması, sonra tekrarını önleyecek adımların atılmakta olduğu konusunda bir mutabakatın oluşması gerekecektir. Felaket karşısında oluşan çaresizlik, edilgenlik, değersizleştirilmişlik duygusu, doğrudan etkilenenlerin, toplumun bilincinden, simgesel sisteminden silinmelidir. Bu temizliğin, iyileştirmenin, bir anlamda ‘tedavinin’ gerçekleştirilebilmesi için, öfke, acı, haklı haksız suçlamalar serbestçe ifade edilmeli, felaketin tüm boyutları, veçheleri, ilgili neden-sonuç zinciri açıkça tartışılmalı ‘yaşanmış olan şey’ tümüyle saydamlaştırılmalıdır…” (40)

Özetle Ertuğrul Kürkçü’nün, “İşçileri öbür dünyaya gönderip kendisi dünya nimetlerinden faydalanıyor. ‘Bu işin fıtratında var’ ifadesi, Başbakan Erdoğan’ın siciline işlenmiştir. Kendileri için 2023 modelini, geleceğin parlak sayfalarını layık görenler, işçiler için 1860’ların yaşama ve çalışma koşullarını layık gördüler. ‘1860’larda İngiltere’de maden facialarında ölünüyordu siz de 2014’de ölüyorsunuz, layığınız budur’ dediler. Hayır, işçiler buna layık değil. Maden işçiliğinin fıtratında bu yoktur. Bu, sermaye sahipliğinin ve devletin fıtratında vardır. O fıtratı da değiştirmek de bizim
boynumuza borçtur,” diye haykırdığı tabloda;

“Madenlerde kazalar olur. Kaderde var” diyenlerin yalan söylediğini bilelim. Çizmelerini çıkarmayı aklından geçiren o temiz ruhları çürüten bu sisteme karşı bir Émile Zola hikâyesine, bir “Germinal”e ihtiyacımız var. Bilelim. Unutmayalım!

GERMİNAL’İN MONTSOU’SUNDAN SOMA’YA

Pablo Neruda’nın, “Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi/ muhteşem bir mutluluğun kapısına,” notunu düştüğü madencilerin mücadele tarihinde (41) önemli bir yeri olan “Germinal” sözcüğü, Fransızcada “tohum, ürün, bereket” anlamına gelirken, Émile Zola bu sözcüğü işçi sınıfının pratik faaliyetini özetlemek için kullanmıştı.

Fransa’da yeni yeni gelişmeye başlayan endüstrileşme sürecinde büyük yoksul yığınlar oluşturan işçi sınıfı siyasi mücadelesi içinde “Germinal” sözcüğünü -romanı ve yazarıyla birlikte- heyecanla
benimsedi. Öyle ki Zola’nın 1902 yılındaki cenazesinde kitleler “Germinal, Germinal” sloganlarını haykıracaklardı. Anatole France’ın sözleri sokakta doğrulanıyordu; “Germinal insanlığın
bilincinde büyük bir sıçramaydı”.

Émile Zola romanları yaşadığı çağın egemen ideolojisine, ahlâkına ve toplumsal hayatına karşı radikal bir saldırıdır…

Hikâyesine gelince: 1860’lı yıllarda Genç bir adamın -Etienne’in- bir maden kasabasına gelmesiyle başlar… Fransa halkı basiretsiz ve çapsız diktatör III. Napoleon iktidarının yol açtığı ekonomik
krizle boğuşuyor. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, enflasyon… İnsanlar birkaç kuruş uğruna madene inmeye razı hâle gelmiş. Asıl işi makinistlik olan Etienne de madencilerin arasına ve yaşamına
katılacaktır. İşte bu noktada bir roman kahramanı daha çıkar ortaya; maden ocağı…

Sürüp giden bu adaletsiz ve vahşi düzenin çarkına çomağı kentten gelen anarşist işçi Etienne sokacaktır. Şehvetle konuşur Etienne; haktan, sömürüden, daha iyi bir düzenden söz eder, grev çağrısı yapar. Şiddet yanlısı düşünceleri başlangıçta benimsenmese bile, grev başladığında işçiler örgütlü bir güç olmanın zorunluluğunun farkına varacaklardır. Elbette sermayenin ve iktidarın güçleri karşısında kazanmak kolay değil. Ne var ki korku perdesi yırtılmış, daha güzel bir gelecek umudunun isyanda olduğu anlaşılmıştır. Hikâyenin sonunda Etienne’i geldiği yoldan geri dönerken
izleriz. Aklı madenlerde bıraktığı arkadaşlarında kalmıştır:

“Şimdi, ayaklarının altında, derinden gelen vuruşlar, kazmaların o dikbaşlı vuruşları devam ediyordu. Arkadaşlar hep oradaydılar, attığı her adımda, onların kendisini izlediklerini biliyordu.
Şu pancar tarlasının altında, iki büklüm, vantilatörün uğultusuyla birlikte, soluğu bu kadar kısık çıkan, Maheude değil miydi? Solda, sağda, daha ileride, buğdayların, akdikenlerin, fidanların altında, daha başkalarını da tanır gibi oluyordu. Geniş göğün ortasında, nisan güneşi bütün parlaklığıyla ışıldıyor, döl veren toprağı ısıtıyordu. Bu besleyici göğüsten hayat fışkırıyor, tomurcuklar, yeşil yapraklar hâlinde patlıyor, tarlalar, otların iteklemesiyle ürperiyordu. Her tarafta, tohumlar, bir sıcak ve aydınlık gereksinimiyle hareketlenerek şişiyor, uzuyor, ovayı çatlatıyordu. Taşkın bir özsu, fısıltılı seslerle akıyor, tohumların çıtırtısı, kocaman öpücükler gibi yayılıyordu. Arkadaşlar, yine vuruyorlar, yine vuruyorlar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi, giderek daha belirgin, kazmalarıyla vuruyorlardı.

Güneşin alevli ışıkları altında, bu serpilme sabahında kırlar, işte, bu uğultuyla gebe kalmıştı. Saban izlerinde yavaş yavaş süren, gelecek yüzyılın hasatları için büyüyen ve filizlenmesi yakında
toprağı yaracak olan, öç peşinde, kara bir ordu hâlinde, insanlar yetişiyordu.” (42)

Evet Émile Zola’nın kömür madencilerinin dramatik hayatını anlattığı Germinal’in Montsou ve Soma… Değişen ne? “Hiç”!

Evet, evet Zola’nın gerçek yaşam öykülerinden oluşan romanının geçtiği Montsou ve Soma’daki maden işçilerinin “kaderi” aynı hemen hemen!

Pekiyi ya dönem? Tarihler? ‘Germinal’de anlatılanların yaşandığı dönem 1860’ların sonu. Romanın yazıldığı tarih 1885… Soma’nın tarihi ise, 2014!

SOMA’DAN ERMENEK’E VE “DAVASI”NA

Evet, Soma -maden- işçilerine 2014 yılında 1885’i yaşa(tılı)rken; bu durum Soma’yla sınırlı değildi; Ermenek’teki üzere!

Soma’nın akabinde devreye giren Karaman’ın Ermenek ilçesindeki kömür ocağında meydana gelen su baskını sonrası 18 işçi öldürülürken; konuyla ilgili bilirkişi raporu, çalışanların bir kamu-özel ortak cinayetine kurban gittiğini ortaya koydu.

Raporda, Ermenek Cenne Linyit İşletmeleri Yönetim Kurulu Başkanı ve Mesul Müdürü Abdullah Özbey, Has Şekerler Madencilik Şirketi’nin sahibi ve Mesul Müdürü Saffet Uyar ile Maden
İşleri Genel Müdürlüğü (MİGEM) denetmenler nezdinde “aslî kusurlu” görüldü. (43)

Ayrıca Ermenek’teki kurtarma çalışmalarının organize olmadığını belirterek, “Suyun tamamen çekilmesi 15-20 günden önce mümkün değil. O bittikten sonra mil temizlenecek, işçilere ancak
ondan sonra ulaşılabilecek. Bedenlere ulaşmak ayları bulabilir,” diyen CHP Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu geldiğinde saat 10.00’dan
18.00’e kadar alanı binlerce polisle birlikte işgal ettiklerini belirterek ekledi:

“Adeta tören alanı yarattılar… Onlar gelmesiyle, çamur olan yollar ve orta meydan kum dökülerek, basılabilir hâle getirildi, Polis araçlarının dışında 200 civarında makam aracı vardı. O saatler
içinde çalışma yapılamadı”! (44)

Bu kadar da değil; Karaman’ın Ermenek İlçesi’nde 28 Ekim 2014 günü, yaşamını yitiren 18 madencinin ailesine verilecek evlerin tapuları dağıtıldı. Törene katılan Enerji ve Tabii Kaynaklara
Bakanı Taner Yıldız ile Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, konuşmak için kürsüye çıktıklarında partililer tarafından slogan atılması ve alkışlanması üzerine, ölen madencilerin
eşleri tepki gösterdi.

Aslı sorulursa “Utançla ve ölümle gurur duyulan bir ülke olduk. Bir yanda ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ diye canhıraş bağıranlar. Kürsüde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız.
Yer: Ermenek. 28 Ekim 2014’te 18 madencinin iş cinayetine kurban gittiği, ölen madencilerin 38 gün sonra yeraltından çıkarılabildiği Ermenek. Ölen madencilerin acılı ailelerine ‘bahşedilen’ evlerin tapu dağıtım töreni yapılıyor. Evleri Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) hediye etmiş. Mensuplarının bulaştığı cinayetlerden dolayı sermayenin tepe örgütü günah çıkarıyor olmalı…

Madenlerde yaşanan iş cinayetlerinde birinci derece sorumluluğu olan Bakan Taner Yıldız konuşurken ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ diye slogan atan ve alkış tutanların izansız ve hoyrat
tavrı bardağı taşırdı. Ölen madencilerin eşleri ‘Neyle gurur duyuyorsunuz? Bizim acımız var. Canlarımız gitti. Bizim ne çektiğimizi biliyor musunuz?Ne demek gurur duyuyorsunuz’ diye bağırarak
bu insafsız kalabalığı susturdu.” (45)

Ermenek’te ne olduysa; şu an Soma davasında da olan o; yani “Soma’da üç maymun oyunu”  (46) sahneleniyor!

Örneğin Soma Cumhuriyet Başsavcılığı’nca alınan ifadelerden korkunç bir tablo çıktı: Şirkette iş güvenlik bölümünde çalışan ve gaz ölçümünden sorumlu olan şüpheli Refik Bostancı’nın aslında
maden mühendisi olduğu ve iş güvenliği eğitimi almadığı anlaşılıp, “İş güvenliği sorumlusuyum ama bu konuda eğitimim yok… Patlatma mühendisi unvanını bana şirket verdi…” derken; (47) Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan, aylık geliri sorulduğunda, “Şu anda yok” yanıtını verip, “En çok babamla ben mağdur olduk. Tutuklanırsam hayatta kalan işçiler işsiz kalır. Çok emek verdik, çok özendik, 6500 kişiye ekmek veriyoruz. Provokatörler var diye kazadan sonra Soma’ya gelemedim,”(48) diyebiliyor!

Ayrıca 45 sanıklı dava devam ederken; avukatların duruşmaların kapalı yapılması ya da başka bir ile alınması talebine madenci yakınları tepki gösterip, “Annelerin eşlerin hıçkırıklarından, yakarışlarından rahatsız oluyorlar,” dese de…

Soma iş cinayeti yargılamasında şirket patronları ve üst düzey yöneticiler, suçu alt kademeye yıkmaya çalışırken, “ara elemanların” ifadeleriyle “katliamın hiyerarşisi” ortaya çıksa da…

Soma Kömürleri AŞ mühendisleri, verdikleri ifadelerde şirketteki sorumluluğun “ortak” olduğunu vurgulanırken; davanın 21 Nisan 2015 tarihli duruşmasında ifade veren sanıklar, madende hiç
acil durum tatbikatı yapılmadığını ve gaz maskelerinin çalıştıkları dönem boyunca yalnızca 1 kez kontrol edildiğini itiraf etse de!

Katiller utanmaz yalanlara sığınıyorlar!

Mesela davanın altıncı oturumda, İşletme Müdürü Akın Çelik’in avukatı Yusuf Koçyiğit savunmasında, olayını sabotaj olma ihtimalinin bulunduğunu ileri sürdü.

Gizlilik içerisinde sürdürülmesi gereken soruşturmanın medyaya sızdırıldığını, aşırı ceza talebinin de medya baskısıyla oluştuğunu söyleyen Yusuf Koçyiğit, “Kötü niyetli kişilerin kötü niyetli
yönlendirmeleriyle iddianame hazırlandı. Meslek odaları, olayın başında ellerinde ciddi bir veri yokken raporlar hazırladı. Ayrıca tanık beyanları, olayın oluş nedeniyle ilgili bir bilgi vermediği gibi
ifadeler arasında zıtlıklar olduğu da ortada” dedi.

Olayın yaşanmasından hemen önce “Diren Soma” isimli sitenin kurulmasının manidar olduğunu iddia eden Koçyiğit, “Olayın ardından marjinal gruplar Soma’da ve birçok yerde eylemlerde
bulundular. Eylemlerinin merkezine Soma’yı koydular. Olayın olduğu yer, ocağa en fazla zararın verileceği yer. Ayrıca ifadelerde olan beyaz duman petrol ve türevlerinin yanmasıyla ortaya çıkacak
dumandır. Bu da sabotaj ihtimalinin kanıtları arasındadır,” (49) diyebildiler…

Evet, evet Soma faciasının ilk duruşmasında salona alınmak istenmeyen madenci Erdoğan Köse’nin kızı Nermin Köse, gözyaşlarını tutamayarak, “Devlet halkın tarafında olması gerekirken
onları koruyor. Ben babamın duruşmasına bile giremiyorum. Benim babam madende katledildi. Bu ülkede adalet yok,”50 diye haykırırken; Somalılar, gerçek sorumluların da yargıç önüne çıkarılmasını istiyor. Hayatta kalan madenciler, arkadaşlarını yerin altında, kendilerini de işsiz bırakan facianın hesabının gerektiği gibi sorulacağından umutsuz. İddianamenin yetersiz olduğunu savunan madenciler, “Asıl suçlular hükümet, bakanlıklar ve burayı denetlemeye gelen müfettişler. Ancak onlar iddianamede yok” diyor.

Soma faciasından kurtulan madencilerden Sefa Köken, şimdi hem tazminat alacaklarının ödenmesi için hem de işsizlikle mücadele ediyor. “İş cinayetinde bedel ödeyen bir işçi olarak asıl suçluların cezalandırılmasını istiyorum” diyen Köken, “Ancak bunun kolay olmayacağının farkındayım,” diye konuştu. (51)

NİHAYET

Dediklerimizi toparlarsak: “Soma katliamıyla ilgili olarak her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak, velhasıl “başka bir dünya” kurmak…” (52)

Siz bakmayın, “Üzüntümü dile getirmek yerine Soma acısının üzerine çullanan siyaset vampirlerinden, sosyal medyaya hâkim olan çirkinlikten duyduğum mide bulantımı paylaşmak istiyorum,” (53) diyen sahibinin sesi Haşmet Babaoğlu’na…

Ya da Halime Kökçe’nin, “Soma’yı Gezi mi sandınız?”;54 Okay Gönensin’in, “Soma’dan Gezi çıkmaz,” (55) demogojisine…

Manipülatif demogojilerle veya “Kader diyerek aptallığımızı örtmeyin!” (56) Buna kalkışmayın artık!

Çözüm işçilerin dik durmasında, mücadele tarihlerini anımsamasında ve Roboskîli anaların dayanışmasındaydı…

Kolay mı? Ruşen Çakır’ın, “Soma faciası duyulur duyulmaz, bazı kişiler, buradan Gezi’deki gibi bir hareketin çıkarılmak istenebileceği endişesine kapıldılar. Hatta işi daha ileri götürüp bu facianın bu amaca yönelik bir sabotaj olabileceği spekülasyonu bile yaptılar,” notunu düştüğü ortamda Roboskîli anneler, Soma’ya gidip faciada ölen madenci annelerinin acısını paylaşırken Veli
Encü ekliyordu:

“Acılar paylaştıkça azalır. Biz bu amaçla buradayız. Şu gerçeği paylaşmak zorundayız, Roboskî ve Soma’da acı aynı olduğu kadar acıtanlar da aynıdır. Roboskî’de bilerek planlı bir şekilde katledilen yakınlarımız için ‘kaza’, Soma’da ihmalkârlıkla ölüme terk edilen madenci kardeşlerimizin ölümlerine ‘kader’, ‘bu işin fıtratında var’, diyorlar bu acılardan ve ölümlerden hâlâ ders almadıklarının
ifadesidir…”

Roboskî’nin anaları, aslına bakılırsa bize yapılması gerekenin ne olduğunu gösteriyor: Ezilenlerin – sömürülenlerin, ezenlere-sömürücülere yani sistemin “efendileri”ne karşı dayanışması, birliği ve uzlaşmaz mücadelesi…

27 Nisan 2015, Ankara

Temel Demirer / Sibel Özbudun

Dipnotlar;

1 “Hakikât herkese ulaşır.”

2 Zeynep Oral, “Ölmek, Sudan Ucuz…”, Cumhuriyet, 15
Mayıs 2014, s. 14.

3 Hasan Pulur, “Facianın Destanı!”, Milliyet, 16 Mayıs 2014,
s. 3.

4 Zafer Aydın, “İliştirilmiş Sendikacılık”, Radikal İki, 25
Mayıs 2014, s. 5.

5 İsmail Saymaz, “Soma Faciası 5 Ay Boyunca Geliyorum
Dedi”, Radikal, 20 Haziran 2014, s. 6-7.

6 İsmail Saymaz, “Soma’da Yasaklı Dizel Kepçe Kullanılıyormuş”,
Radikal, 16 Haziran 2014, s. 10-11.

7 Fatih Yağmur, “1993 Model Çin Maskesi Varmış!”, Radikal,
22 Mayıs 2014, s. 15.

8 “Soma Duyarsızlığı: Meclis Boş Kaldı”, Radikal, 22 Mayıs
2014, s. 11.

9 Emre Döker, “Liseliye Soma Soruşturması”, Cumhuriyet,
20 Mayıs 2014, s. 6.

10 İdris Emen, “Hani Taşeronluk Sistemi Yoktu?”, Radikal,
19 Mayıs 2014, s. 10-11.

11 “Kaderi TKİ ile Değişti: Kim Bu Madenci”, Radikal, 16
Mayıs 2014, s. 19.

12 “Alp Gürkan’dan Şok İtiraf Yaşam Odaları…”, Vatan, 15
Mayıs 2014, s. 11.

13 Mehveş Evin, “Müfettişler Ocağa Artiz Gibi Gelir!”, Milliyet,
15 Mayıs 2014, s. 4.

14 Şehriban Oğuz, “Eski Yönetici Hem TKİ’yi Hem Soma
Holding’i Uyarmış Biz Uyardık, Dinlemediler”, Radikal,
24 Mayıs 2014, s. 17.

15 Özlem Yüzak, “Soma Faciasında Şirket Kadar Devletin
Kâr Hırsı da Hesaplanmalı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2015,
s. 10.

16 “Taşeronların Belgesi”, Radikal, 29 Mayıs 2014, s. 7.

17 Abdurrahman Yıldırım, “Beceri, Yaşamı Tehlikeye Atmadan
Para Kazanmakta”, Haber Türk, 15 Mayıs 2014, s.9.

18 Sedat Ergin, “Maden Kazalarında Fıtrat Faktörü ve Bilimsel
Bakış”, Hürriyet, 16 Mayıs 2014, s. 20.

19 Yalçın Yusufoğlu, “Sanık Ayağa Kalk”, 14 Mayıs 2014…
http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?-
KartNo=58355&Yazar=Yalçın+Yusufoğlu

20 Ahmet Can, “Farkı Siz Bulun”, Hürriyet, 17 Mayıs 2014,
s. 10.

21 Damla Yur-Burcu Karakaş, “Fazla Kömür İçin Hakaret
Ettiler”, Milliyet, 30 Mayıs 2014, s. 17.

22 Hakan Dirik, “Soma Mağduru Aileye Şok Tehdit!”, Cum- 2011 113
huriyet, 11 Haziran 2014, s. 7.

23 Rahmi Öğdül, “Hava Ölüm Karası, Suratımızda Patlıyor
Tokatlar”, Birgün, 22 Mayıs 2014, s. 14.

24 Mustafa Çakır, “Ölmediysen Aç Kal”, Cumhuriyet, 2 Aralık
2014, s. 6.

25 Öznur Güneş, “Hepsi Ailesinden Birini Kaybetmiş”, Milliyet,
16 Nisan 2014, s. 24.

26 Erdinç Çelikkan, “Kaçış Yolu Yok”, Hürriyet, 16 Mayıs
2014, s. 2.

27 Olcay Büyaktaş-Pelin Ünker, “846 Liralık Asgari Ücret
İçin!”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2014, s. 8.

28 Vedat Yalvaç, “Ya Ölüm Ya Açlık”, Evrensel, 4 Aralık
2014, s. 6.

29 Şebnem Turhan, “247’si 15-19 Yaşında 6 Bin 888 Madenci
İş Bekliyor”, Hürriyet, 16 Mayıs 2014, s. 11.

30 Ergün Yıldırım, “Soma’ya Gömülen Türk Kapitalizmidir”,
Yeni Şafak, 18 Mayıs 2014, s. 10.

31 Cemil Ertem, “Soma Faciası Türkiye’nin Karanlık Yanını
Anlatıyor…”, Star, 18 Mayıs 2014, s. 8.

32 Eyüp Can, “Soma’da Çöken, ‘Merhametsiz Büyüme’
Üzerine Kurulu Yalan Düzeni!”, Radikal, 20 Mayıs 2014,
s. 4.

33 Mahmut Övür, “Soma Faciası Son Olmalı”, Sabah, 15
Mayıs 2014, s. 25.

34 Ancak eklemeden de edemiyor Kütahyalı: “Bu ülkede
sermayeyi bollaştırmak, yabancı sermayenin önündeki
engelleri kaldırmak, yatırımların önündeki bürokratik
engelleri ve anlamsız yüksek vergileri kaldırmak ve devleti
olabildiğince küçültmek tamamen işçi- yandaşı yoksul-
yandaşı bir politikadır. Devletin küçültülmesi çalışan
sınıfların emekçilerin lehine olacak bir politikadır. Devletin
küçültülmesi yalnızca dünya tarihinin en sömürücü,
en asalak sınıfı olan bürokrasi sınıfının aleyhine olur.”
(Rasim Ozan Kütahyalı, “Soma’daki Facia ve İşçilerin
Lehine Politika”, Sabah, 15 Mayıs 2014, s. 26).

35 Rasim Ozan Kütahyalı, “Soma ve Bütün İşçiler İçin Merhamet”,
Sabah, 18 Mayıs 2014, s. 22.

36 Şeref Oğuz, “Vicdansız Üretim”, Sabah, 15 Mayıs 2014,
s. 8

37 Ümit İzmen, “Batsın Böyle Ekonominiz!”, Radikal, 19
Mayıs 2014, s. 19.

38 Koray Çalışkan, “Bir Sendika, Bir Patron, Bir Bakan, Sıfır
Vicdan”, Radikal, 20 Mayıs 2014, s. 16

39 Mehveş Evin, “Soma’da Paradan Önce Adaleti Konuşalım”,
Milliyet, 9 Temmuz 2014, s. 9.

40 Ergin Yıldızoğlu, “Felaketin Ertesinde”, Cumhuriyet, 21
Mayıs 2014, s. 4.

41 “Yalnızca varolan ilkeleri değiştirmek için değil, ama aynı
zamanda kendi kendinizi değiştirmek, siyasal iktidarı
sürdürecek yeteneğe sahip olabilmek için, onbeş, yirmi,
elli yıl süren iç savaşlar ve uluslararası savaşlardan geçeceksiniz.”
(Karl Marx, “Köln Komünistleri Yargılaması
Üzerine Açıklamalar”).

42 Émile Zola, Germinal, Çev: Hamdi Varoğlu, Yordam Kitap,
2014.

43 “Kamu-Özel Ortak Cinayeti”, Cumhuriyet, 23 Şubat
2015, s. 5.

44 İklim Öngel, “Bedenlere Ulaşmak Ayları Bulabilir”,
Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s. 7.

45 Aziz Çelik, “Ölümle Gurur Duyan Hoyratlık”, Birgün, 5
Mart 2015, s. 4.

46 “Soma’da Üç Maymun Oyunu”, Gündem, 22 Nisan 2015,
s. 4.

47 İsmail Saymaz, “Soma Usulü İş Güvenliği: Seni Patlatma
Mühendisi Yaptık”, Radikal, 12 Haziran 2014, s. 8-9.

48 Emre Döker-Oğuz Yıldız, “Vicdansız Savunma… “Gelirim
Yok, En Çok Babamla Biz Mağdur Olduk”, Cumhuriyet,
16 Nisan 2015, s. 12.

49 “Soma Davasında Skandal Savunma: Sabotajmış!”, Karşı,
21 Nisan 2015… http://www.karsigazete.com.tr/
gundem/soma-davasinda-skandal-savunma-sabotajmis-
h37058.html

50 Hakan Dirik-Emre Döker, “Soma’da Ailelerin İsyanı…
Duruşma Ertelendi”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2015, s. 12.

51 Hakan Dirik, “Asıl Suçlular Yargılanmıyor”, Cumhuriyet,
13 Nisan 2015, s. 12.

52 Fikret Başkaya, “Bu Katliamın Faili Kim?”, 15 Mayıs
2014… http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-
bakaya/guenluek/1509-bu-katliamn-faili-kim-

53 Haşmet Babaoğlu, “Çürüyorsunuz!”, Sabah, 15 Mayıs
2014, s. 2.

54 Halime Kökçe, “Soma’yı Gezi mi Sandınız?”, Star, 18
Mayıs 2014, s. 14.

55 Okay Gönensin, “Soma’dan Gezi Çıkarmak”, Vatan, 16
Mayıs 2014, s. 12.

56 Yavuz Semerci, “Kader Diyerek Aptallığımızı Örtmeyin!”,
Haber Türk, 16 Mayıs 2014, s. 3.

Ekonomi tıkırında, basın var basın

Muktedir, Erdoğan, geçenlerde TÜSİAD’a çıkıştı ve “bizim iktidarımızda kârınıza kâr katmadınız mı” diye sordu. Erdoğan, bunu hep yapıyor. 17-25 Aralık’ta, kirli çamaşırlar, bağırsaklar ortaya dökülünce, “paralel”e seslenip, “ne istediniz de vermedik” diye köpürmüştü. TÜSİAD daha da zenginleşmiş, paralel ne istedi ise almış. Ve şimdi, bu iktidar odakları Erdoğan’ı eleştirmektedir.
Muktedir, bu duruma tepki vermekte, Brütüs sendromu kabarmaktadır. Brütüs, Sezar’ı arkasından hançerlemişti. Bu nedenle, her istediği yerine getirilen “paralel”, şimdi çamaşırları ortaya
döküyorsa bu Brütüslüktür. Bu nedenle eleştirilere başlıyorsa, bunca zenginleşmesine rağmen TÜSİAD, Brütüsleşmektedir. Ve elbette Muktedir, Sezar’dan ders almıştır ve bu Brütüslere pabuç bırakmayacaktır.

Öyle olmasına öyle ama, ekonomide işler hiç de istenildiği gibi gitmemektedir. Üstelik bu kez, basının varlığı da yeterince işe yaramamaktadır.

Basın, ekonomik krizi, halkın yaşadığı zorlukları, gerçek yaşamı örtüp, bambaşka gösterme olanağını sunabilmektedir. Mesela işsizlik, basının kuvvetli bombardımanı ile, sanki yokmuş gibi
gösterilmektedir. Böylece, işsiz olan bir kişi, aslında iş beğenmeyen ya da iş aramayan ya da tembel olup çalışmak istemeyen bir kişi hâline gelmektedir. İşsizin ailesi dahi, bu propaganda altında, kendisine, işe yaramaz, tembel demeye başlar.

AVM’ler yükselirken, bir anda köşe dönenler ortaya çıkarken, bir gecede trilyonlar harcayanlar basında boy gösterirken, parayı veren düdüğü çalar anlayışı yerleşirken, dudak uçuklatacak rakamlarla “havuz medyası” oluşturulurken, Bilal’in sıfırlaya sıfırlaya sonunu getiremediği paralar hayalleri altüst ederken, ayakkabı kutuları paralarla kutsallaştırılırken, evine ekmek getiremeyen
adam, elbette beceriksiz, elbette işe yaramaz, elbette başarısız bulunacaktır.

Basın yolu ile bir tablo çizilmektedir. Bu tablo, her zaman emekçilerin sorunlarını yok sayan, küçümseyen, aşağılayan, onun yerine başarılı bir ekonomi, iş bulamayan fabrikalar, sürekli büyüyen
bir ülke tablosudur.

Emekçi, işçi, işsiz, yoksul insanlar, bu tabloya baktıkça, kendi gerçek ekonomik durumlarını bile anlayamaz hâle gelirler. Görünüşe göre işsizlik yok ama onlar işsizdir, görünüşe göre açlık yok
ama onlar açtır, görünüşe göre yoksulluk yoktur ama onlar yoksuldur. Bu propaganda onları kendi gerçekliklerine yabancılaştırır. Yaşadıkları sorunun,sanki kendi beceriksizlikleri, sanki alınyazıları olduğuna ikna olurlar.

Ama bu, sonsuza kadar sürmez. Çünkü, kriz, elbette büyür ve mızrak çuvala sığmaz hâle gelir. Bu noktada basın, elbette daha farklı işlevler görür. Basın, her zaman gerçeği çarpıtmanın, karartmanın aracı olmuştur. Basın, burjuva egemenliği sürekli kılmanın araçlarından biridir. Bu nedenle işine elbette devam eder. Bir yandan işsizlik yok, iş beğenmeyenler var derler, diğer yandan işsizlik %1 azaldı diye sevinç naraları atarlar. Yalanın her biri diğerini takip eder.

7 Haziran seçimlerine giderken, ekonomik kriz daha da derinleşmektedir.

Muktedir’in kurduğu ranta dayalı sistem, fiziksel olarak kendi sınırlarına dayanmıştır. AVM’ler şehri hâline getirilen ve çevresi, doğası tahrip edilen İstanbul’da, artık AVM’ler iflas etmeye başlamaktadır. AVM’ler kiralarını düşürdüğü hâlde, müşteri bulamaz hâle gelmektedir. Bu, muktedirin rant sisteminde önemli bir sorundur. Kuşku yok ki, rant sisteminde inşaat işi sadece
AVM’lerle sınırlı değildir. Muktedir, yollar, köprüler, lüks inşaat projeleri, Araplara satılacak yerler vb. üzerinden de rant elde etmeye devam etmektedir. Onun için, AK Parti, artık bir inşaat
firması hâline dönüştürülmüştür. Çok büyük rantlar, bu nedenle tüm yapının temeli hâline gelmiştir. Ancak bu, sürdürülebilir değildir.

Ülkede ne kadar işsiz vardır? Bu soru, Gezi Direnişi’nden önce aynı anlama gelmiyordu. Adeta herkes, kendisi olmaktan utanç duyuyordu ve devletin her yalanına inanıyordu. Herkes kendisini
yalnız hissediyordu. Ama Gezi Direnişi’nde, bu “yalnızların”, milyonlar olduğunu gördüler. Bugün, işsiz sayısı önem taşıyor. Milyonlarca işsizden söz ediyoruz. Bizim hesaplamalarımıza göre
13 milyon işsizden söz ediyoruz.

4-5 milyon çocuk çalışan var. Bu, gül pembe ekonomi ile pek de aynı şeyi ifade etmiyor. Çocuk işçilerin varlığı, ekonominin rakamları arasında gizlenmek isteniyor.

Acaba ülkemizde ne kadar aç var? Acaba ne kadar yoksul var? Bakanların söylediği gibi, 800 TL ile bal gibi yaşanır ise, acaba ne kadar “bal gibi yaşayan” var?

O kadar çok yoksul, o kadar çok aç var ki, AK Parti iktidarı, bu yoksulları bu açları, sadakaya, makarnaya ve kömüre bağlayarak yıllardır oy alıyor. Ama artık, işler eskisi kadar kolay değil. Değil, çünkü, işçiler, emekçiler, yoksullar, kendi yalnızlıklarını aşıp, kendisi gibi olanlarla Gezi Direnişi’nden bu yana birçok kere biraraya geldi.

Sendikalı işçi sayısı, 1980 yılındaki sayının da gerisindedir. İşçi sayısı üçe katladığı hâlde, sendikalı işçi sayısı sürekli azalmaktadır. Toplu sözleşmelerden yararlanan işçi sayısı 800 bin civarındadır. Bu, işverenler için bir cennet, vahşi kapitalizmdir.

Bu nedenle taşeronlaşma bu kadar yaygındır. Taşeron sistemi, hem işçileri bastırmanın, azgınca sömürmenin bir yoludur, hem de tüm sendikal mücadeleyi yok etmenin. Soma’da bu taşeron sisteminin, dayı ismi altında nasıl örgütlendiğini hep birlikte gördük.

Ekonominin cambazları, ışıkları bu duruma değil, ışıkları gelen yabancı sermayeye, faiz oranlarına, dolar ve euro kurlarına ve başka rakamlara çeviriyorlar. Arap sermayesi ülkeye akıyor, korkunç
kârlarla özelleştirmelerle, arsa ve inşaat rantları ile paralarına para katmaktadır. AK Parti iktidarı baştan aşağıya, onların komisyoncusu olarak çalışmaktadır. Gelen paradan alınan komisyon,
alınan arsadan alınan komisyon, altın kaçakçılığından alınan komisyon vb.

Ancak, bunun da bir sınırı var.

İnşaat sektörü, satışların son derece düştüğü, konut fazlasının var olduğu bir döneme girdi. Bu, sadece gelecekte konut satışlarındaki düşüşle bir sorun olarak ortaya çıkmayacak. Onun yanı sıra,
mevcut gelirlerini konut ödemelerine ayırmış kişilerin gelir kayıpları ile birlikte içine düşecekleri ödeme zorluklarının da habercisidir. Bu riski, işsizliğin tırmanması ile de birleştirebilirsiniz.

Halkın borçlandırılmış olması gerçeği, giderek daha büyük bir ağırlık olarak kendini ortaya koymaktadır. Kredi kartı borçları nedeni ile takibe uğrayan, borcunu ödeyemez hâle gelen milyonlarca
insandan söz ediyoruz.

İşte basının çizdiği pembe tabloyu, sahte ekonomik refah havasını dağıtan süreçler bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu pembe tablo, sahte tablo parçalanıyor ve gerçek, işçilerin, emekçilerin gözleri
önünde çıplak hâle geliyor.

Acaba hükümet, gelen Arap sermayesine ne kadar güvenebilecektir? Acaba, karapara ekonomisine ne kadar bel bağlayacaktır?

Yapısı gereği, dışarıdan gelen bu sıcak para, karapara, kârını realize edip gitme eğiliminde olacaktır. Ayrıca, sistemin sorunları ağırlaştıkça, daha fazla borca, daha fazla taze paraya, daha fazla karaparaya ihtiyaç duyulacaktır ve bu, daha fazla rant üretilmesi demektir. Kısacası daha büyük pay vermek gerekir. Bunu da sürdürmek mümkün değildir.

Türkiye, Muktedir’in elinde, Suudi sermayesinin yönetimine girmeyi kabul etmiş gibidir. ABD tetikçiliğinde elde ettikleri yeterli olmadı. Bu kez Suudi sermayesine kendilerini bağlamış gibidirler. Oradan gelecek sıcak paraya bağlı olarak her türlü tetikçiliği yapar duruma gelmişlerdir. Ama bu durum dahi, ekonomilerini pembe hâle getiremez. Bu vesile ile Ortadoğu’daki liderlik rollerinin ardında Suudi sermayesinin yattığını da görmek mümkündür.

Hem halkın borçlandırılmış olması, hem şirketlerin büyük borçlarla dönmesi, hem aşırı mal arzının pompalanmış olması gerçeği, krizi daha da şiddetli hâle getirmektedir. Son derece küçük kırılmaların, büyük sonuçlar doğuracağı bir dönemdir bu.

Son aylarda dolar kurunda meydana gelen şişme, bu tip kırılmalardandır.

Üretim gücü gelişmemiş, daha çok son 20 yılda tüketime, al-sata, yaz turizmine dayalı bir ekonomi olarak düşünülen Türkiye ekonomisi, son aylarda gelişen fiyat artışlarının da etkisi ile, daha da kırılgan hâle gelmiş olduğunu göstermiştir.

Tarımın tümden bitirilmeye çalışıldığı bir 20 yılı geride bıraktık ve bugün, bunun tüm sonuçlarını, hayvancılıkta da, tarımda da görebiliyoruz.

Ekonomi denilince gözlerin borsaya, dolar kuruna döndüğü bir süreç, elbette riskleri de yüksek bir süreçtir. Bunu borçlanma ile, aşırı borçlanma ile birleştirdiğimizde, Timur Selçuk’un şarkısını hatırlamamak elde değil, “ekonomi tıkırında, kriz var kriz var, bulalım var.”

Ve bu sefer, basın, tabloyu toz pembe göstermeye yetmeyecek gibidir.

Guguk sistemi: Benim hakimim, benim savcım, avukatlar dışarı

Örneğin, usulüne uydurulmuş biçimde vergi kaçakçılığı serbesttir, örneğin beyaz peynirin içine kireç eklenmesi tarif edilmiş bir suç değildir vb. Ama aç bir çocuğun baklava çalması, özel mülk dünyasına büyük bir saldırıdır ve mutlaka cezalandırılır. Oysa bir bankanın batırılması ya da bir bürokratın aldığı bilgilerle
döviz “yatırımı” yapması suç değildir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, biz, bizim anlayışımıza göre “suç”tan söz etmiyoruz. Yasalara göre suçtan söz ediyoruz.

Tekrar başlarsak, mevcut çağdaş hukuk sistemi şöyle işler; yasalarca suç olarak tarif edilmiş bir fiil ortaya çıkar. Savcılar, hukuk adamları burada devreye girer. Polis, elde ettiği deliller ile, suçu ele alır ve suçlu adayını, yani sanığı yakalar. Sanık, ancak elde kanıtlar varsa, suçlanabilir. Hiç kimse, “ben senin suçlu olduğunu düşünüyorum” diyerek, bir kişiyi suçlu olarak soruşturamaz. Ancak kanıtlar varsa, suçlu adayı, sanık, mahkemeye sevk edilir. Mahkeme, iddia makamı olan savcıdan, sanığın suçlu olduğuna ilişkin kanıtlar sunmasını ister. Kanıtlar yoksa, sanık beraat eder. Sanık, suçsuz olduğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. İddia makamı, yani savcı, sanığın suçlu olduğunu ispatlamakla yükümlüdür.

Bu, elbette biraz “teorik”tir ama durum budur.

Bizim ülkemizde, Türkiye’de ise, hiçbir zaman böyle olmamıştır.

Bizim ülkemizde bugün durum şöyledir:

1- Önce bir suçlu vardır. Suçlu, bir biçimde “seçilmiştir”. Bu aslında “tanrıların” işine karışmak gibidir, muktedir, otorite birini bir nedenle suçlu seçer. Bu durum, seçilen için iyi değildir, ama kader denilen şey böyledir. Modern hukuk
sistemine uymuyor olabilir!

2- Suçlu, basın yolu ile halka suçlu olarak sunulur. Bu, bir malın pazara sunuluşu gibi, bir reklâm kampanyası, bir prezantasyon ile gerçekleştirilir.

3- Muktedirin seçmiş olduğu “suçlu” için polis, savcılık harekete geçer. Suçlunun ne suç işlediği bulunur.

4- Suçlu tutuklanır. Hapse konulur. Sonra kendisinin “suçsuz olduğunu kanıtlaması” istenir.

Ama bu sistemin işlemesi için, bazı “reformlar” gereklidir.

En başta, “benim polisim” oluşturulmuş olmalıdır. Bu nispeten kolaydır. Zaten erki elinde tutan muktedir, polis ve ordu gibi devletin zor gücünü kullanan kurumları da elinde tutar. Ama burada biraz daha ileri bir durumdan söz ediyoruz, “benim polisim”, “benim genelkurmay başkanım”, aslında genel anlamda zor aygıtını denetlemek değildir, onu biraz da çeteleştirerek kendine bağlamak demektir. O kadar ki, yasalar engel ise yasadışı davranacak, yasaların emrettiği şeyi yapmamaları gerekiyorsa onu yapacaklar.

“Benim polisim”, işi tek başına çözemez. Çünkü, o çok sevilen deyimi ile “bağımsız yargı”, istenileni yapmaz ve “suçlu” ilan edilmiş olan mahkemece affedilebilir ya da tersi. Bu durumda, polis şefi olarak çalışan “benim savcım” gereklidir.

Ve bu da yetmez, “benim hakimim” gereklidir. Duruma göre ne karar vermesi gerektiğini anlayıp, yasalarda buna uygun bir yer bulan bir hakim gereklidir. Hakimin verdiği kararın yasal olarak yanlış olması önemli değildir. Varsa o noktada bir sorun, hemen basın devreye girer ve karartma politikasını devreye sokar. Olmadı, kediler trafolara girer.

Ama tüm bunlara rağmen, bu sistemin işlemesinin garantisi yoktur.

İşte bu nedenle, avukatlar dışarı atılmalıdır. Yani, artık avukata ihtiyaç yoktur. Avukat ne demektir? Savunma hakkı mı demektir? Kimi kimden savunacaksın? Gerek yok. Muktedir demiş ki, bu kişi suçlu, o hâlde avukat ne iş yapacak! Yasalardan söz edecek, savunma hakkından söz edecek. Bu kadar sıkıcı, bu kadar yaratanın emrine aykırı bir tutum olabilir mi? Öyle ise, avukatlar dışarı!

İşte bizdeki hukuk sistemi böyle işlemektedir.

İsteyen herkes, biraz aklı çalışan, biraz olayları izleyebilme kabiliyeti olan herkes, buna kendi istediği kadar örnek bulabilir.

İşte bu, hukuk sisteminin guguk sistemine dönüşmüş hâlidir.

Çağlayan Adliyesi’nde, polisinin kurşunları ile öldürüldüğü ortaya çıkmış olan savcının rehin alınması sürecinde eylemcilerin avukat cüppesi ile adliyeye girmiş olması bahanesi ile, avukatların aranması, kadın avukatların nasıl sütyen giyeceğine kadar gelişen saldırılar, boşuna değildir. Savunma hakkı kutsaldır sözü, artık savunma diye bir makam yoktur noktasına evrilmiştir. Eyyyyy avuuuukatttttt sen kimsinnnnn? İşte söylenmek istenen budur. Yoksa herkes bal gibi bilir ki, eylemciler polis üniforması ile de gelebilirler, bu durumda tüm polislerin aranması gerekir mi diyecekler? Elbette ki hayır. Mesele savunma hakkıdır, mesele avukatlardır.

Bu açıdan İstanbul barosu dahil, Barolar Birliği’nin tutumu, ikirciklidir. Avukatların aranmasına karşı çıkmamak, aslında, mevcut gelişimi kavramamaktır. Mesele avukatların aranması meselesi değildir. Mesele hukuk sisteminin tamamen dönüştürülmesi, tam kontrol mekanizmasının devreye girmesi, savunma hakkının ortadan kaldırılmasıdır.

Çağlayan Adliyesi’nde avukatları yerlerde sürükleyen polis, bu hakkı hangi yasadan almaktadır? Bu, hangi hukuka dayanmaktadır?

Çağlayan Adliyesi’nde direnenleri üçüncü gün karşılayan sivil kişiler nereden ve nasıl avukatlara saldırı hakkını bulmaktadır? Bunlar yeni Ergenekon mudur? Bunlar yeni kontr-gerilla midir? Bu şartlar altında, hukuk adamı olma sıfatını taşıyan bir savcı ve hakimin görev yapması mümkün müdür? HSYK eğer hukukla ilgili ise, savcılar ve hakimler eğer hukuk adamı ise, avukatların direnişine katılmaları gerekmez mi?

Aynı gün, üç farklı adalet sarayından üç farklı karar çıkmıştır, Van Adliyesi’nde avukatların sadece kimliğini göstererek geçmeleri aranmamaları karar altına alınmış, Çağlayan Adliyesi’nde Baro’nun geri adım atması ile hakimler, savcılar ve avukatların çantalarının x-ray’den geçirilmesi kararı alınmış, Bakırköy Adliyesi’nde ise iş, kadın avukatların iç çamaşırlarına kadar ilerletilmiştir.

Çürüyen her şey dökülür.

Bizim önerimiz şudur; ülkedeki tüm hukuk fakültelerinin yönetimleri, en kısa sürede topluca istifa etmelidir. Ya da kapılarına kilit vursunlar.

Ülkemizde hukuk sisteminin zaten baştan aşağıya problemli olduğu kabul edilmektedir. Siyasi partiler hakim, savcı, avukat olmakta, davalar gazete sayfalarında bitirilmekte, hukuk ayaklar altına alınmakta, davalar ilden ile taşınmakta, davalar sanıksız yapılmakta vb. Ve tüm bu hukuksuzluk içinde mücadele eden avukatlar, savunma hakkını korumak için yaratıcı bir iş yapmaktadırlar. Kendi işlerini yapmak, müvekkillerinin hakkını savunmak,
en sıradan bir davada bile, bir mücadele, bir direniş anlamı kazanır duruma gelmektedir.

İşte bu son noktaya da sistem, ağır bir saldırı başlatmıştır.

Savunmanın tümden ortadan kaldırılması, hukuk sisteminin guguk sistemine dönüşümünün tam anlamı ile tamamlanması için kollar sıvanmıştır.

Seçimler, HDP ve bazı “sol” kaygılar

Cumhurbaşkanı, zaten bugünden öyle gibi davrandığı “başkan” olma rüyası ile seçimlere yüklenmektedir. Onun emrinde AK Parti, arada bazı çatlak seslere rağmen, başkanlık sistemini oylar gibi bir seçime hazırlanmaktadır. Cumhur-Başkan, Muktedir, Saraylı, 400 milletvekili istediğini açıkladı. Bu milletvekillerini kimin için istediği belli değil diye savunma yapan ve onun tarafsız olduğuna halkı inandırmaya çalışan gazetecilere zavallı demek zorundayız, çünkü onları ilk önce Erdoğan yalanlıyor. Bu nedenle “eklenmiş” gazeteciliğin ülkemizde işi zordur.

Erdoğan, Nisan’ın ilk haftasında, listelerle birlikte, bu kez hedefi, 400 milletvekilinden 335’e çekti. Bu ani ve dramatik hedef küçültme, Erdoğan
tarzı başkanlık sistemine giden anayasa değişikliği için, en azından referanduma gidebilmek için gerekli minimum düzeyi ifade ediyor. Bu nedenle, AK Parti’nin ne kadar milletvekili çıkaracağı bir tartışma konusudur. Aslında, Erdoğan, bu konuda endişeli olduğunu 400’den 335’e giderken ortaya koymuş oluyor. AK Parti kadroları, 400 hedefi ile, acaba biz tasfiye mi edileceğiz, imkânsız bir hedef konup, buna neden ulaşamadın mı diyecekler düşüncesi ile, Erdoğan’ın hedefi aşağı çekmesini mi istediler? Öyle tahmin ediyoruz. Zorbalık ile yürüyenler, kendilerini çok iyi bildikleri için, zorbanın kendilerine de komplolar kuracağını düşünürler. Zorba, sadece, kendisine karşı sürekli komplolar kurulduğunu
düşünmez, aynı zamanda kendisi de sürekli komplo ve tuzaklar kurar. Bunu bildikleri için, seçim sonrası külliyen başarısız olmamak için, 400 rakamına
itiraz etmiş olabilirler. Yani, 400’den 335’e inmek, aslında “zorba-korku” içinde gerçekleşmiş bir geri adımdır.

AK Parti’nin ne kadar milletvekili çıkaracağı konusunda çıta konulduğu an, aslında kaybetme korkusu dilegetirilmiş demektir.

Yine, bu sayılar tartışıldığında, aynı anda HDP’nin milletvekili sayısı ve daha da açık olarak barajı geçip geçmeyeceği meselesi de tartışılmaya açılıyor demektir.

HDP’nin ne kadar milletvekili çıkaracağı, elbette barajı aşması ile bağlantılıdır. Ama HDP barajı aştığı an, AK Parti’nin Kürdistan’dan aldığı
“hırsızlama” milletvekilliklerinin hepsi elinden gitmiş olur. Barajı geçmesi hâlinde HDP, 60-70 milletvekili gibi bir rakama çıkacaktır, ki bunun
en az 30’u, yani neredeyse tümü, AK Parti’nin kaybı anlamına gelecektir. Bugün 312 milletvekili olan AK Parti’nin, bu kayıpla 280’lere ineceği açıktır. CHP ve MHP’nin birer ikişer milletvekili alması durumunda da AK Parti’nin, tek başına
iktidar olmak için gerekli olan 276 milletvekilini bulamama ihtimali kendiliğinden ciddi bir olasılık olarak sivrilir.

Bu nedenle, HDP’nin oy oranı ne kadar yüksek olursa, ki bizce %12’yi aşması mümkündür ve %15’i zorlaması mümkündür, AK Parti o oranda iktidardan uzaklaşacaktır.

Burada, özellikle şu iki soru gündeme gelmektedir. Birincisi, HDP barajı geçemezse ne olacak? Bu durumda, şu anda HDP’de olan ve bağımsız adaylarla elde edilmiş olan 30 milletvekilini de AK Parti alacaktır ve 312 olan milletvekili sayısı biraz CHP ve MHP’ye kaybetse de, 330’u geçecektir.  Sorulardan ilki budur: HDP barajı geçemezse ne olacak?

İkinci soru ise şudur: HDP barajı geçerse ve HDP ile AK Parti oylarının toplamı 330’u geçerse, bu durumda başkanlık sistemi için HDP, Tayyip ile anlaşmaya varır ve ne kaybedileceğine bile bakmadan, anlaşmaya varırlar. Bu durumda, Türkiye demokrasisi kaybeder, Erdoğan tarzı başkanlık gelir.

Bu iki soruda da güvensizlik görünüyor. İşin garibi, bu soruları soran dostlarımız, şüphe duyma hakkını kendilerinde de görüyorlar. Oysa, şüphe
duyuyorlarsa, biraz da akıllarını çalıştırıp, irade koymaları gerekmez mi? Bu kadar endişe varsa, bunu boşa çıkaracak, bir takım önlemler almak,
çaba sarf etmek doğru olan olmaz mı?

HDP barajı geçemezse ne olur? Elbette bu bir sorudur. Biz de zaten bu nedenle HDP’nin desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz, bunun için aktif bir seçim çalışması yürütüyoruz. Dahası, bugün ülkemizde sürmekte olan sindirme politikalarına, baskı ve yıldırmalara karşın, kitlesel eylem çizgisinin seçim çalışmaları ile birleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. Dahası, bizce bugün, devrimci hareketimiz açısından en önemli şey olan örgütlenmek hedefi için seçim çalışmalarının bir olanak olduğunu düşünüyoruz.

Ama elbette ki, bazı solcu arkadaşlarımız, ulusalcı-Kemalist bakış açısını terkedemediklerinden, HDP’nin, barajı geçemeyeceğini bile bile, inadına seçime parti olarak katıldığını, bu yolla AK Parti’yi desteklemiş olacağını söylüyorlar.
Elbette bu arkadaşları ikna etmemiz çok zordur. Kemalist-ulusalcı bakış açısından kurtulmadan, devletin, ister genelkurmay, ister Erdoğan, ister
AK Parti devleti olsun, hepsinin neden HDP’ye saldırdığını anlamaları zor görünüyor. Derler ki, görmek istemeyen gözden daha kör göz, duymak
istemeyen kulaktan daha sağır kulak, anlamak istemeyen bir akıldan daha duyarsız bir akıl yoktur. Bu nedenle işimiz zor.

Ama bu arkadaşlar şunu yapabilirler, tüm güçleri ile HDP’yi desteklerler ve sonunda HDP barajı geçer, böylece HDP ve AK Parti’nin ittifakla hazırladıkları oyun suya düşmüş olur. Yani, yine, eğer sadece yakınmayacaklarsa, eğer sadece korkularını gerçek sanıp konuşmakla yetinmeyeceklerse, harekete geçip, HDP’yi desteklemelidirler.

HDP, eğer barajı geçerse, barajı yıkarsa, oluşacak parlamentoda, oldukça kritik sayıda milletvekili sahibi olacaktır. Bu doğru ise, yeni anayasa yapım sürecinde daha güçlü olmak için, AK Parti ve Erdoğan’ın anlamsız vaatlerine mi inanırlar,
yoksa, kendi güçlerini parlamentoya taşımayı mı seçerler? Eğer HDP’yi, akılsızlar partisi olarak görmüyorsanız, parlamentoya girmek isteyeceklerini,
bunun bir güç elde etmek olduğunu bilebilecek kadar deneyim sahibi olduklarını anlamak zor değildir. Erdoğan’ın sözü ile kim kuyuya inebilir? Kürt hareketinin, kendi kaderini Erdoğan’a emanet edeceğini düşünmek saflık olmaz mı? 12 yıllık
oyalama pratiği ortada iken, buna inanmak abes olmaz mı?

Belki bu seçim süreci, ulusalcı-solcularımızın, milliyetçilikten kurtulmaları yolunda bir adım olabilir. Bu milliyetçi zehir, sol hareketten tamamen temizlenmelidir ve belki bu noktada bir ilerleme sağlamamız mümkün olabilir. Bu öyle bir zehir ki, açık gerçekleri göremez hâle getiriyor, akıl yürütme yeteneğini dumura uğratıyor.

HDP, AK Parti ve devlet güçlerince, seçim barajının altına itilmek isteniyor. Bunun için her yolu deneyecekleri de açıktır. Doğrudan, Erdoğan-AK Parti-ordu aynı çekice vurmaktadır ve devlet bir bütün olarak seçimlerde her türlü hile
yapmanın yollarını döşemektedir.

İkinci soruya gelelim. Deniliyor ki, HDP 60-70 milletvekili elde ederse, AKP 270’lerde kalırsa, bu durumda, başkanlık sistemi için Erdoğan, HDP’ye ne isterse verir ve HDP de bu aldıklarının karşılığında, Erdoğan’a başkanlık sistemini hediye eder.

Dediğimiz gibi, bu milliyetçi zehir solun içinde o kadar tehlikelidir ki, aklı dumura uğratıyor. Muhakeme yeteneğini yok ediyor.

Erdoğan’dan Kürtler ne isteyecek? Anadilde eğitim, bölgesel özerklik vb. mi? Bunların tümü, Dolmabahçe’de halka okunmuştur. Bunun gerçekleşmesi,
demokratikleşme ile bağlı kılındı. Oysa Erdoğan tarzı başkanlık, tüm bunların zıttıdır. Erdoğan, sultan-başkan, bugün anadilde eğitime evet der, yarın Kürt yoktur, der. Bunun anayasal güvencesi nerededir? Yoksa Kürtler bunu düşünemeyecek midir?

Bu endişeler güvensizliğin ürünüdür. Ama bu güvensizlik, Kürt hareketine güvensizlik değildir sadece, bu aynı zamanda kendine güvensizliktir. Milliyetçilik zehiri böyledir. Akıl yürütmeyi, muhakeme
gücünü yok ediyor. Tüm hareket, Demirtaş da dahil, “seni başkan yapmayacağız” diye haykırırken, bunu anlamamak işte bu milliyetçilik
zehiri nedeni iledir.

60-70 milletvekili ile, parlamentoda kritik bir parti hâline gelmiş bir HDP; kendini Erdoğan’a endeksler mi? Bu, siyasal düşünme gerçeğine, siyaset
yapma gerçeğine uyar mı?

Yine de bu dostlarımızın içlerine su serpememiş olabiliriz. Peki öyle ise, onların önerisi nedir? Nasılsa yollar tutulmuş, o hâlde AK Parti’ye mi oy verelim? Ne yapalım?

Sol hareket içinde ulusalcılık, Gezi Direnişi ile büyük bir yara almıştır. Gezi Direnişi, yalan ve korku perdesini aralamıştır. Bu durum, kitlelerin gerçeklerle karşı karşıya kalmasını sağlamaya başlamıştır. Batı’da, Kürt devriminin etkilerini önlemek için dikilmiş milliyetçilik duvarı çatırdamıştır. İşte bugün, bu seçimler ile, HDP barajı aşarsa, hep birlikte bu milliyetçi önyargıların bir
kere daha anlamsız olduğu görülecektir.

Kürt devrimi devletle pazarlık etmektedir. Bu görüşmeler bir türlü müzakere aşamasına gelememektedir. Hatta, AK Parti içinde son ortaya çıkan çatlak, Cumhurbaşkanı ile Arınç’ın farklı noktalara denk düşmeleri, yeni oylama süreci için, devlet adına bir olanak olmuştur. Oyalama için her fırsatı, her durumu kullanıyorlar. Bu nedenle, Kürt hareketi açısından, bu görüşmelerin ille de AK Parti ile yürütülmesi şart da değildir. Bugün MHP iktidar olsa, bu görüşmeler yürüyecektir.

Şimdi bu noktada, son dönemde gelişen süreci bir kere daha anlamaya çalışmak önem kazanıyor. AK Parti, hiçbir yasal prosedürü dinlemeden, iç güvenlik yasasının ilgili bölümlerini yasallaştırdı. Bu yasa, aslında, tam da Erdoğan’ın söylediği gibi bir işleve sahiptir: Polislerimizin güvencesidir. İşte veciz söz budur. Erdoğan, bu yasanın, polisin halka saldırıları için bir kalkan, bir yasal güvence olduğunu söylemektedir. Yani, vurun, kırın, öldürün, diyor. Kaybetmeye başlayan her muktedir, bu korkuları tadar ve bu korkularını halka bulaştırmak için, var gücü ile saldırır. Bu saldırganlık, korkularının ürünüdür.
Çıkan yasa, muhtemelen anayasa mahkemesinden geri dönecektir, iptal edilecektir. Bunu bilemiyoruz. Ama bugün, seçime kadar bu saldırganlığı
kullanmak istedikleri açıktır. Ağrı’da fidan dikme etkinliğine dönük saldırının kendisi, bu süreci göstermektedir.

Bu saldırganlık, aslında, HDP’nin baraj altına inmesini sağlamak için, seçimleri sağlıksız bir ortama itmek için yapılmaktadır. Bu nedenle, seçimlerin 7 Haziran’da nasıl yapılacağı hâlâ belirsizdir. Devletin, AK Parti’nin, Erdoğan’ın bu saldırganlığı, gerçekte neye dayanmaktadır? Bu sorunun yanıtı bilirsek, seçimlerde daha doğru tutum almanın da olanağı ortaya çıkar.

AK Parti, eğer HDP ile başkanlık sistemi için anlaşmış olsa idi, bugün, 330’u geçmiş olacağı için, hemen referandum yoluna girerdi. Hayır, AK Parti’yi bu kadar saldırgan yapan şey, gerçekte, kaybetmekte oluşudur. Erdoğan, sadece anlamsız başkanlık hayallerini kaybetme süreci ile karşı karşıya değildir, dahası, iktidarı da kaybetme tehlikeleri vardır. Bu nedenle, seçimleri, belki de başka bir erken seçim izleyecektir.

AK Parti, geriye düşmeye başlamıştır.

Kobanê sürecinde, pek çok Kürd’ün oyunu kaybetmiştir. Bugün, bu nedenle, Roboski’de katır avlamakla meşguller. O kadar vicdansızca ki, katırları
dahi öldürmektedirler. Değil Roboski’nin üç yıldır katillerini bulmak, katırlara saldırarak, biz yaptık diye meydan okumaktadırlar.

Öte yandan, 17-25 Aralık süreci de esas etkilerini bugün daha açık ortaya koymaktadır. Aradan zaman geçince, olaylar yerine oturmaktadır.
Halkların kardeşliği bir seçenek olarak öne çıkmaktadır. HDP, bu nedenle, ciddi bir olanağa, ciddi bir şansa sahiptir.

Mesele şudur; sadece oy almak üzere değil, örgütlenmek üzere bir seçim çalışması yürütmek zorunluluktur. Esas başarı da burada saklıdır, örgütlenmede saklıdır.

“Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”

Nitekim sadece geçtiğimiz hafta içinde 1100 göçmenin sulara gömüldüğü
bildiriliyordu. 2014 yılında Akdeniz’i geçmeye çalışan 170 bin göçmenin 3300’ü boğulup öldü.
Uluslararası Göçmen Ofisi, o maceraya katılacak göçmen sayısının 2015 yılında 500 bine ulaşacağını
bildiriyordu…

İnsanları o ölüm yolculuğuna çıkmaya zorlayan şey yoksulluk, savaş ve terör. Ve bu durumun sorumlusu da Batı Avrupa ve ABD, daha doğrusu kolonyalist, emperyalist, kapitalist ülkeler… O ölümlerin gerçek failleri beş yüz yıldır dünyanın geri kalanının yaşam kaynaklarını sömüren, yağmalayan, talan eden, halklara soykırım uygulayan
“uygar dünya” denilip, yere göğe konulmayanlar! O kanlı ve karanlık tarih 1492’de Kristof Kolomb’un macerasıyla başladı. Başlarda “Hıristiyanlaştırıyoruz” [évangélisation] daha sonraları da “uygarlaştırıyoruz” dediler. İkinci Emperyalist Savaş (1939-1945) sonrasında sıra “kalkındırmaya” gelmişti. Şimdilerde, neo-liberal küreselleşme
çağında da yeryüzünün lânetlilerine “insan hakları ve demokrasi” taşımakla meşguller. Velhasıl durum
tam da Eric Maria Remarque’ın dediği gibi: Garp Cephesinde Yeni bir Şey yok!

Katolik dünyanın ruhani lideri Papa François, geçtiğimiz ay XX. yüzyılın üç soykırımından (Ermeni,
Yahudi, Stalin katliamları, Rwanda, Burundi ve Kamboç) söz etti. Elbette Papa’nın işlenen insanlık suçlarına dair duyarlılık yaratma niyeti olumlu bir şey ama zahmet edip geride kalan yaklaşık beş yüz yılda Katolik Kilisesi’nin de dahli, özendirmesi ve meşrulaştırması sonucu Hıristiyan Avrupalılar tarafından yapılan yüzlerce soykırımı da hatırlatıp lânetlemesi gerekmiyor muydu? Mesela ABD’nin soykırım sicilini hatırlatması gerekmiyor muydu?
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) bağımsız ülkelere 2000 doğrudan askeri saldırı yaptığını, 402 barış antlaşmasını ihlâl ettiğini, beş kıtada 50 milyon insanın katlettiğini de… Kaldı ki, soykırımdan söz etmek için illâ sayının belirli bir rakamı aşması gerekmez. Derisinin rengi, dini, inancı, inançsızlığı, ırkı, düşünceleri yüzünden tek bir insanın bile öldürülmesi basbayağı soykırımdır… 1,6 milyon Iraklının baba-oğul Bush’ların açtıkları saldırı
savaşları sonucu katledilmesi soykırım değil miydi? Keza Siyonist İsrail, ABD ve gericiliğin timsali Suudi Arabistan ortaklığında Filistin halkının katledilmesi, aç, susuz, ilaçsız bırakılması, Irak’ta gıda ve ilaç ambargosu yüzünden yarım milyon çocuğun ölmesi soykırım değil de nedir? Şimdilerde IŞİD’çi onbinlerce fanatik katil sürüsünü eğitip, endoktrine edip, silahlandırıp, finanse edip masum insanları katletsinler diye sahaya sürmek de soykırım değil midir?

Amerikaların (kuzey- orta-güney) İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar… tarafından işgal edilmesi (fetih diyorlar) milyonlarca insanın, hayvanları, hasatları, evleri, barklarıyla, birlikte yok edilmesinden daha büyük soykırım olur muydu? “12 Ekim 1492’de, Kristof Kolomb Amerika toprağına ayak bastı. 3 Mayıs 1493’te Papa VI. Alexandre şu fetvayı yayınladı: Keşfedilen ve keşfedilecek dünyalar İspanya ve Portekiz
arasında paylaşılmalı, din ve Katoilk îmanı yüceltilip yayılmalı (…) ve barbar halklar boyunduruk
altına alınıp Hristiyanlaştırılmalıdır.”(1) ‘Barbar halkları’ Hıristiyanlaştırma ve boyunduruk altına alma süreci hızlı başlamıştı. Kolomb, Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, 16. yüzyılın ortasında (60 yıl sonra) Amerikalarda yaşayan nüfus 10 milyona inmişti…

Hıristiyan ‘Batılılar’ yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı ‘Hıristiyan cenneti’ne göndermeyi başarmışlardı. XVI’ncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı olmalıydı…(2)

Velhasıl izleyen üç yüzyılda Siouxların, Apachesların, Navarroların, Cheyennelerin, Cherokeelerin
Creekslerin Iroquoisların, Eskimoların, daha nicelerinin kökü kazınacaktı… Konkistatörler tarafından katledilmeyenler de açlıktan ve hastalıklardan yok olacaklardı… Tabii katliamdan hayvan sürüleri, yakılan hasatlar da nasibini alacaktı… Nam-ı değer Katolik Kilisesi tarafından planlanıp desteklenen bir etnik kırımdı (éthnocide) söz konusu olan… Lâkin Hollywood sinemasının Far West destanlarının anlattığı hikâye farklıydı…

Uygar Beyaz Adam, Yeni Dünya’nın birikmiş hazinelerini yağmaladı, uygarlıkları tarihten sildi, o topraklar üzerinde yaşayan halklar, soykırımlar, hastalıklar ve açlık yüzünden yok olmanın eşiğine geldi. Fakat keşif ve icat şampiyonu Beyaz Adam bir keşif daha yapacaktı… “Yeni Dünya” toprağının altı zengin madenlerle (altın, gümüş…) doluydu ve işlenmeyi bekleyen devasa verimli topraklar vardı. Ve fakat çalışıp üretecek insan kalmamıştı. O halde köleleştirme ve soykırım sırası Afrika’ya gelebilirdi ve geldi. Afrikalı Siyahlar avlanıp Atlantik
Okyanusu sahilindeki bazı merkezlerde toplanıyor, oradan gemilere yüklenerek Yeni Dünya’ya taşınıyordu…
Köleler Amerika’ya, yarattıkları zenginlik de Avrupa’ya taşınıyordu… Beyaz Adam Afrikalı siyahları insan saymıyordu, onu “insan altı” bir yaratık olarak görüyordu, çünkü derisi siyahtı… Köle ticaretinde vahşi havyanlar gibi avlanıp, soykırıma uğratılan insan sayısı kaçtı? 20, 30, 40 milyon mu, yoksa daha fazla mı?

Kibarca traite denilen köle ticareti sayesinde emek açığı kapatıldı. Tarihçiler sadece gemilerde ölüp denize atılan siyah köle sayısının 2 milyondan fazla olduğunu yazdı. XVI-XIX yüzyıllar arasında Afrika toprağından sökülüp Yeni Dünya’ya taşınan Afrikalı siyah köle sayısı on milyonlarla ifade ediliyor… Afrika için ikinci yıkım, kıtanın Batı Avrupalılar tarafından kolonize edilmesi, sömürge statüsüne indirgenmesi olacaktı. Şimdilerde Afrika’daki
yoksulluğun, açlığın ve sefaletin gerisinde, sömürgeci- emperyalist tahakküm var. İleri sürüldüğü ve sanıldığı gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kolonyalizm tasfiye edilmedi. Sadece yeni sömürgecilik (neo-colonialisme) statüsüne terfi etti.

Soykırımlar sadece siyah Afrikalıları hedef almıyordu elbette. Bir fikir vermek için Fransızların Cezayir’de yaptıkları soykırımı, işledikleri insanlık suçunu hatırlamak yeter: Fransız askerlerinin kara çizmeleri Cezayir toprağına bastığında (1830), ülkenin nüfusu yaklaşık 7-8 milyondu. Sömürge yönetimi 90 yıl sonra, 1920 yılında ülke nüfusunun 7 milyon olduğunu bildirmişti. Oysa, ortalama bir nüfus artışı durumunda ülke nüfusunun en az 11 milyon civarında olması gerekirdi… Geride kalan dönemde yapılan talan, su kuyularının ve nehirlerin zehirlenmesi, hasadın ateşe verilmesi, toplu katliamlar, bulaşıcı hastalıklar, akıl almaz baskı ve zulüm, ülkeyi harabeye çevirmişti… En büyük katliamları gerçekleştiren Fransız generallerinin adlarının Paris’teki büyük bulvarlara verilmesi de tuhaf bir ironi olmalıydı… Ünlü Fransız yazar, düşünür ve politikacıları (Victor Hugo, Jules Ferry, Alexis de Tocqueville vb.) gerçekleşen yıkımı “Uygarlığın vahşiliğin üzerine yürümesi” olarak adlandırmışlardı. Emir Abdülkadir de cevaben: “Hayır sefil efendiler, asıl bizim medeniyetimizin üzerine yürüyen
sizin vahşetinizdir. Yakılmış kitaplarım ve kütüphanem, izinizi sürmemi sağlıyor” diyecekti…

Tarihsel olarak Afrika’daki açlığın, yoksulluğun ve sefaletin geri planında, sürüp giden kolonyalist-emperyalist sömürü, şiddet, savaşlar ve soykırımlar var. Son dönemde insanları ölüm yolculuğuna çıkmaya zorlayan ilave bir unsur da bu ülkelere açılan savaşlar ve toplumların dokusunun parçalanması. Açlık, yoksulluk ve terör yüzünden üzerinde yaşadıkları toprakların yaşanamaz yerler haline gelmesi… Zengin Avrupalıların ölüm yolculuğuna çıkan çaresiz insanlara reva gördükleri muamele, ateşe verilmiş evden canhıraş kaçmaya çalışanları eve yeniden  sokmaya zorlamak gibi bir şey… Vaktiyle siyasi ve fiziki zorla Afrikalılar ölüm yolculuğuna çıkarılıyorlardı, şimdilerde aynı şeyi ekonomik zor yapıyor… Aksi hâlde şimdilerde Akdeniz’in bir cehennem kapısı hâline gelmesi nasıl mümkün olabilirdi? Öyleyse “garp cephesinde yeni bir şeyin olabilmesinin” koşulu, emperyalizmi,  kapitalizmi ve bölgedeki emperyalizm uşağı, halk düşmanı gerici rejimleri sepetlemekten geçiyor demektir…

Küresel Çeteleşme ve Paylaşım Savaşı

Ve şu son yıllarda, bu savaşın daha farklı bir hâl aldığını da tespit edebiliriz. Sadece, halkların birbirine kırdırılması, halklar arasında sonu gelmez
kan davalarının oluşmasından söz etmiyoruz. Daha ileri gidiyorlar ve tümden, tarihin, coğrafyanın ve insanın imhasına dönük projeler ortaya koyuyorlar. Ve bunları yaparken, çeteleri devreye sokuyorlar.

ABD emperyalizminin liderliğini yaptığı küresel terör çetesi, dünyanın her yerinde cirit atmaya başlamıştır.

Küresel terörü pompalayan emperyalist odaklar, bunun için, çeteler organize ediyorlar ve bu çete uygulamaları, bugün, tüm kapitalist-emperyalist sistemi sarmıştır. Anlaşılan o ki, fazladan ömür süren, miadını doldurmuş dünya kapitalist sistemi, bütünüyle bir yaratığa dönüşmüştür ve onu ayakta
tutabilmek için, her seferinde daha insanlık dışı bir yaşam tüm insanlığa dayatılmaktadır.

Ukrayna’daki süreci ele alın, göreceksiniz ki, burada, 2. Dünya Savaşı’ndan kalan Nazi artıklarına dayalı, Kanada’da, ABD’de eğitilmiş bir çete
devreye sokulmuştur. Ukrayna, daha şimdiden hayalete çevrilmiştir.

Irak ve Afganistan savaşını kundaklayanlar, savaşın bu tip işgallerle zafere ulaşamayacağını, ABD’nin imparatorluk hayalleri için bu eski işgal
metotlarının yeni araçlarla hayata geçirilmesinin de yetmeyeceğini anladılar.

Obama, aslında, ABD’nin geriye doğru gidişini durdurma görevi ile başa getirildi. Ve Obama ile birlikte, savaşın bir başka türü, çeteler üzerinden
savaş devreye sokuldu. Ukrayna budur.

IŞİD, işte aynı şeydir. IŞİD, Obama’nın eli mahsulüdür. Bush döneminde geliştirilen küresel terör, Obama döneminde, çeteleştirilerek, tümden bir imha politikasına dönüştürülmüştür. IŞİD, bu politikanın sahada uygulanmasıdır. Boko Haram, bunun bir başka uygulamasıdır. Bu küresel çeteleşme, tam bir imha istemektedir; tarihin imhası, coğrafyanın imhası, insanınhalkların
imhası. Bunu en açık Ortadoğu’da görüyoruz. Suriye savaşını kundaklayanlar, amaçlarına ulaşmada yollarının uzadığını gördüklerinde, Irak savaşının yarattığı olanakları da kullanarak, tüm bölgede, IŞİD çetelerini devreye soktular. Reklâm
ajanslarında bir malın pazara sunuluşunun hazırlanışı gibi IŞİD, önce kafa kesme ve kesik kafalarla top oynama reklâmları ile öne çıkarıldı. Arkada
6 ülke, ABD, İngiltere, İsrail, Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan, özenle hazırlanan malı sahaya sürdüler. Birden kan ve katliamlar eşliğinde IŞİD,
dünyanın her yerinden savaşçılar bulmaya başladı. Hepsi, birlikte, bu çetelere destek verdiler ve IŞİD, bir anda büyüdü, petrol gelirlerinden büyük paylar elde eden bir yapı oldu.

Ama bu arada gördük ki, IŞİD;

* Tarihi yok ediyor. Tarihî kentleri, tarihî kalıntıları, kütüphaneleri vb. yakıyor, yok ediyor. Tam bir tarihsizleştirmedir. Sanki, Batı’nın emperyalist güçleri, binlerce yıllık insanlık tarihine kaynaklık etmiş her şeyi yok etmek istiyor. akıl almaz bir tarih katliamıdır ve barbarlıkla açıklanamayacak kadar yüz kızartıcı bir saldırıdır.

* Coğrafyayı yok ediyorlar. Büyük bir doğa katliamı ile, büyük bir zehirleme ile tahrip ediyorlar, sanki, tarihte eşi görülmemiş sonuçlar yaratmak ister gibiler.

* Halkları, insanları katlediyorlar. Ezidi katliamında gördük, daha başkalarında gördük, akıl almaz cinayetler işliyorlar, halkları tümden yok etmeye, imha etmeye çalışıyorlar.

Sanki, savaş alanı olarak ilan ettikleri alanda, her şeyi düzlemek, insansız, tarihsiz bir alan yaratmak istiyorlar. Üzerine, büyük inşaat şirketlerine ihale edilecek yeni gökdelenler, yekpare camdan yapılar yükseltmek istiyorlar. Böylece, tarihi, kültürü silmek istiyorlar. İşte buna medeniyet taşımak diyorlar, çeteler ise medeniyet elçileridir. Onların medeniyetinin elçileri de olsa olsa ancak IŞİD olur, Boko Haram olur. Medeniyet dedikleri tam bir köleliktir ve bu köleliğin zincirlerini de maşaları aracılığı ile halkların ayaklarını vurmak istiyorlar.

Küresel çeteleşmenin, küresel terör organizasyonunun
bir uzantısı olduğunu görebiliyoruz. Bu çete operasyonları, Afganistan ve Irak işgali ile başlayan küresel terör organizasyonunun devamıdır. IŞİD, bu sürecin içinden doğmuştur.

Bu çeteleşme, paylaşım savaşımını, kanlı
ve vahşice yürütmenin bir başka yolu da olmuşa
benzemektedir. ABD, nerede çetelere ihtiyaç duyuyorsa,
orada bir yeni çeteleşmeyi devreye sokmaktadır.
Bunun için uygun ittifakları her zaman
mevcuttur. AB, tamamen ABD’nin uysal müttefiki
olmayı tercih etmektedir. Sürekli olarak ABD’nin
destekçisi rolünü oynamakta, bu arada ise kırıntılar
toplamaya, pastadan alacağı payı artırmaya
çalışmaktadır.
Bölgemizdeki devletlere bakıldığında, hemen hepsi, şu ya da bu düzeyde, bu yağma ve talan politikasının bir parçası olmaya, kendilerine kırıntılar almaya çalışıyorlar. Bu nedenle, doğrudan doğruya tümünü, baştan aşağıya çeteleşme sarmış bulunmaktadır. IŞİD çetelerine destek veren, mesela
Katar, mesela Suudi Arabistan, mesela İsrail, mesela Türkiye, acaba çeteleşmeden kurtulabilir mi? Elbette ki hayır. Türkiye’de bu çeteleşmeyi,
her açıdan görmek mümkündür. Doğrusu, bugün bu süreç, iktidarın da işine gelmektedir. Türkiye, dışarıda desteklediği IŞİD çetelerini, içeride de
kullanmaktadır. Bu konuda sınır ve kural tanımaz bir tutum içine girdiklerini, yaklaşmakta olan seçim sürecinde de görmemiz mümkündür.

IŞİD’i, Ortadoğu sahasına salanlar, halklara dönük katliam emirleri verdiler. Ama, özellikle Kobanê direnişi, bu süreci ciddi tarzda engellemiş
ve bir çırpıda beklenen “saha temizliği” planlarını yıkmıştır. Kobanê direnişi, aynı zamanda halkların ortak mücadelesinin, katliamlara, çetelere,
yağma ve talan savaşına, bu küresel operasyonlara dur demenin tek yolu olduğunu da göstermiştir.

Tüm bölgeyi, karış karış savaş alanına çevirmektedirler. Yemen, en son halka olmuştur. Suudi Arabistan liderliğinde, Yemen’e dönük saldırılar, bölgedeki savaşı, her açıdan daha da kızıştırmaktadır. Suudi Arabistan, ABD emri ile, İran’ın etkisini kesmek için, Yemen’de sürmekte olan iç savaşa doğrudan müdahale etmiştir. Yemen, bombalarla dümdüz edilmektedir. Aynı politika devrededir, tüm Ortadoğu, adeta dümdüz edilmek isteniyor, her yerde Dubai tarzı, tarihsiz, kültürsüz, insansız cam binalar dikmek istiyorlar.

Böylece, savaş, tüm bölgeyi sarmaktadır.

Türkiye, bu savaşın doğrudan içindedir. Türkiye, Suriye’de IŞİD ve diğer benzeri unsurların ilerlemesi için her yolla destek vermektedir. Bu destek, artık gizli de değildir. Bu, açıkça savaşın içinde olmak demektir.

Bu durumda, Yemen meselesi de içine katılınca, Mısır’a kadar, savaşın içinde olmayan bölge ülkesi kalmamıştır. Haritaya bakıldığında, hemen
her alanında bir savaş sürmektedir. Emperyalist güçler, tüm bölgede yangını körüklemektedir ve bu duruma uygun çete örgütlenmelerini devreye sokmaktadır.

Bu savaş, gerçekte, dünyanın yeniden paylaşımı için emperyalist güçler arasında başlamış olan yeni yağma savaşıdır. Dünyanın birçok bölgesinde
emperyalist güçler, doğrudan kendileri savaşa tutuşmadan, çeteleri, çete-devletleri devreye sokuyorlar. Ortadoğu, adeta bunun provalarının
yapıldığı bölge, alan olmuştur.

Din ve mezhepsel ayrımlar, bu savaşta son noktaya kadar kullanılmaktadır. Düne ait tüm yapılar, tüm feodal ilişkiler, aşiret bağları, din ve mezhep ile birleştirilerek kullanılmaktadır. Yakın döneme kadar aralarında savaş ve kan olmayan halklar, bugün çeteler tarafından imha edilmektedir.
Gerçekte, din ve mezhep çatışmasına dönüştürülmek istenen bu süreç, aslında bir çeteleşme, çete-devlet operasyonudur. IŞİD, bir yandan petrol
üzerinde kontrol sağlamak için bir yol izlemeye çalışırken, diğer yandan ise, çok da ayrım yapmadan katliamlar yaparak, halkları sindirmeye çalışmaktadır. Vahabi-Sünni İslam adına hareket ettikleri söylense de, IŞİD’den zarar görmeyen halk yok gibidir.

Emperyalist güçler, bu savaş kundakçılığında elbette kullanabilecek bir çelişki bulabilirler. Hele ki bölgedeki devletler bu kadar tetikçi rolünü oynamaya hazır iken, bir kırıntı alabilmek için halkları ateşe atmaktan çekinmez iken.
Ama, eğer halklar örgütlü olursa, eğer halkların anti-emperyalist bilinci gelişirse, eğer halklar ortak mücadeleyi geliştirebilirlerse, emperyalist
güçlerin oyuncağı olmaktan da kurtulmak mümkün olacaktır. Bu çete savaşlarına karşı panzehir, örgütlülüktür, halkların ortak örgütlü mücadelesidir.

İktidarın Taksim korkusu İstanbul’da savaş hâli

1 Mayıs 2015’te İstanbul’da ortaya konan “savaş hâli”, bu OHAL uygulaması, aslında, Çağlayan’da savcının polis kurşunları ile öldürülmesi, HDP binalarına ve standlarına saldırı ve Ağrı’daki provokasyon gibi uygulamaların bir devamıdır. Bu, tümden bir “iç savaş” organizasyonudur. İktidarını kaybetme korkusu, öyle anlaşılıyor ki, Muktedir’i sarmıştır. Bu, cennetini kaybetme korkusudur. Erdoğan, iktidarını, bu dünyada kurduğu cennetini kaybetme korkusuna düşmüştür. Ve bu cennetini kaybetmemek için, İslam’ı bir silâh olarak kullanmaya başlamıştır. Yolsuzluklar ve hırsızlıklar meselesi gündeme geldiğinde, “çalıyorsak İslam için çalıyoruz”, “çalıyorsak cihad için çalıyoruz”, “halife de %10 alırdı” gibi sözlerle kendilerini aklama girişimlerini devreye
sokmaları budur. Şimdi de seçimi kaybetme, iktidarını kaybetme tehlikesi karşısında, “seçimler
cihad”dır diye buyruklar veriliyor. Seçimler cihad ise, savaşta hile mübah ise, demek ki seçimlerde
hile mübahtır. İşte size İslam’ın bir silâh olarak kullanılması.

Erdoğan ve siyasal iktidar, devlet, İslam’ı kontr-gerilla örgütlenmesinin bir parçası olarak kullanmak istiyor. Suriye’de IŞİD destekleniyor ve bu konuda bir sınır tanınmıyor. Kobanê’de biz bunu her açıdan gördük. Ve IŞİD, içeride, ülke içinde de kullanılmaktadır.

1 Mayıs 2015’te ellerinde önceden hazırlanmış sopalarla işçilere, göstericilere saldıran “siviller”, gazetelere çıkıp, İslamcı olduklarını açıktan söylüyorlar. Polis tarafından destekleniyorlar. Bunu Gezi’de de gördük, bunu Kobanê eylemlerinde de gördük ve bugün bunu 1 Mayıs’ta da görüyoruz.

Erdoğan, Taksim 1 Mayıs için organize edilirse kaos olur, diyor. İstanbul’da 1 Mayıs 2015’te zaten kaos vardı. Kaosu yaratan devlettir. Devlet yoksa, polis yoksa, sorun da yoktur. Polis varsa, işte o zaman sorun başlamaktadır.

İstanbul’un üç bölgesinin bağlarını kesmek, tüm toplu ulaşımı iptal etmek, her sokak başını tutmak, ablukaya almak, kaos değilse nedir?

İstanbul’da, Taksim’de 1 Mayıs kutlansa idi, bunların hiçbiri olmazdı. Bunun örnekleri de vardır.

1 Mayıs 2015’e giderken, seçim son derece önemli olmuştur. Seçim süreci, AK Parti’nin kaybını işaret eden bir yönde gelişmektedir. AK Parti’nin oyları düşmektedir. Her ne kadar Bilal Erdoğan, doğrudan devreye girip, milli eğitim aracılığı ile, seçim sandıklarına açıktan müdahaleye başlamışsa da, bunu değiştirebileceği belli değildir. Bilal Erdoğan’ın, seçimler cihaddır, demesi, cihadda hile serbesttir vurgusu, bunu milli eğitim müdürlerini
toplayarak yapması boşuna değildir. Seçilen yerler, İzmir, Ankara Çankaya ve Diyarbakır’dır. Bu illerde ve başkalarında da birçok hile devreye sokacaklardır. Bu amaçla saldırganlaşmışlardır. Ve bu saldırganlık, pek çok yerde provokasyonlara dönüşmektedir. Bu nedenle, 1 Mayıs 2015’te provokasyon olacağı propagandası etkili olmuştur. Bu, katılımı olumsuz yönde etkilemiştir. Ne ölçüde etkilediğini bilmek zor olsa da, katılımında
bir azalma olduğu kanısındayız. Bunu tespit etmenin en büyük zorluğu, ulaşıma getirilen engeller ve yaratılan ablukadır. Öyle bir abluka yaratılmış ki, araçlarla insanlar gözaltına alınmıştır.

AK Parti, “iç güvenlik” yasası ile, tüm yasaları, anayasayı askıya almıştır. Bu, gerçekte fiili bir olağanüstü hâldir. Bu, gerçekte bir “iç savaş hazırlığı”dır.

İç güvenlik yasası, 1 Mayıs’ın üzerinde bir kılıç gibi sallandırıldı. Provokasyon beklentileri de buna eklendi. Provokasyon beklentileri, gerçekte, AK Parti’nin iktidarı kaybetme eğiliminin ortaya çıkması nedeniyle geliştirdiği saldırganlık ile bağlantılıdır. Yani bir temele dayanmaktadır. İktidarını kaybetme riski, Erdoğan’ı saldırganlaştırmaktadır. Efkan Ala ve diğer ekibi ile IŞİD’i destekleyen ve içeride IŞİD güçlerini besleyen bir süreci başlatmışlardır. Bu, kendilerine de uzak değildir. Erdoğan’ın kendisi, komünizme karşı, SSCB’ye karşı
kurulan Amerikan patentli, NATO patentli “yeşil kuşak” projesinin ürünüdür. Yeşil kuşak projesi olmamış olsa idi, 12 Eylül darbesi olmamış olsa idi, Erdoğan diye birisi olmazdı.

Erdoğan’ın bu saldırganlığı, iktidarı kaybetme korkusuna bağlıdır. İktidarı kaybetme korkusu, onu saldırganlaştırmaktadır. Bu, akıl sağlığını da etkilemiş gibidir. Gezi’den bu yana, iktidarın, en çok da Erdoğan’ın kimyası değişmiştir. Tüm gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır. Bir an için düşünelim, Erdoğan, Taksim’i yasaklamasaydı, bu yasadışı kararı vermeseydi, İstanbul’u sıkıyönetim uygulamaları ile karşı karşıya bırakmasaydı, acaba ne olurdu? Acaba, bu OHAL uygulamaları, AK Parti’yi daya çekici, daha sempatik mi yapmıştır, oylarını artırma eğilimini mi beslemiştir? Acaba Taksim kapatılmasaydı, ne olurdu?

Burada AK Parti için, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık meselesi gibi bir durum vardır. 1 Mayıs’ta Taksim kapatılmasaydı, yüzbinler alana gelse idi, bu durum da, Gezi ile başlayan süreci daha da ilerletecekti. İşçi ve emekçilerin örgütlülüğünde gelişmeler ortaya çıkacaktı. İzin vermemelerinin nedeni bu korkudur. Ama 1 Mayıs
2015’in bu biçimde bastırılması, İstanbul’da “iç savaş” uygulamalarının devreye sokulması, durumu değiştirebilmiş midir? Kesinlikle hayır.

Bu, tarihsel bir süreçtir ve iktidar, ne yaparsa yapsın, ancak bu süreci geciktirebilir, durduramaz. Gezi Direnişi ile başlayan süreç, daha da ileri gidecektir.

7 Haziran seçimlerine kadar, önümüzde uzun bir süre olduğu açıktır. Bu süre içinde, AK Parti’nin, Erdoğan’ın, devletin her yolla saldırılarını artıracağı açıktır. Korkuyorlar ve kendi korkularını halka bulaştırmak istiyor. Korkuyorlar ve bu nedenle halkı korkutuyorlar. Buna devam edeceklerdir.

Ama bu saldırılara karşı halkın, halkların direnişi de gelişmektedir. Bu açıdan biriken deneyimler
azımsanmayacak ölçüdedir.

7 Haziran seçimlerine kadar, önümüzde, mücadelenin yükseltileceği, örgütlenme çalışmalarının geliştirileceği bir süreç vardır. Toplumun her alanında örgütlenmeyi geliştirmek, seçim çalışmalarının da garantisi olacaktır.

1 Mayıs 2015’in İstanbul’da kitlesel kutlanmasını önleyebildiler. Öyle ise buradan doğan boşluğu, önümüzdeki süreçte doldurmak, örgütlenme faaliyetlerini geliştirmek mümkündür.

Onlar, 1 Mayıs 2015’te, iç savaş uygulamalarını devreye soktular. Ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Şimdi sıra bizdedir. Şimdi sıra işçi alaylarındadır, şimdi sıra özgürlük ve adalet arayanlardadır, şimdi sıra halkların ortak mücadele cephesindedir, şimdi sıra emek cephesindedir.

Fidel Castro enternasyonal dayanışmaya çağırıyor*

Böylece Havana, Amerika, Asya ve Afrika’daki birçok devrim ve bağımsızlık hareketine destek verdi. Aralık 1961’de Küba yardımından ilk yararlanan Cezayir oldu. Ayrıca Fransız kolonisine karşı savaşında Fidel Castro, Cezayir’in yardım çağrısına cevapsız kalmadı ve Milli Özgürlük Cephesi’ne asker gönderdi. (1)

Aynı şekilde ırk ayrımcılığına karşı yapılan savaşta önemli bir rol oynadı ve 1975-1988 yılları arasında Güney Afrika’nın üstünlükçü askerlerinin saldırılarına karşı cephe almaları için Angola’ya 300.000 kadar asker gönderdi. Batılı güçler tarafından desteklenen faşist rejime nihai noktayı koyan, Angola’nın güneybatısındaki Cuito Cuanavale’de, Ocak 1988’de Küba ordusuna arşı alınan yenilgi oldu. 1991’de Matanzas, Küba’da yaptığı konuşmada Nelson Mandela, Castro için şunları söyledi:

Başladığı ilk günden beri Küba Devrimi, tüm özgürlükçü halklar için ilham kaynağı oldu. Küba halkı, Afrikalı halkların kalbinde çok özel bir yere sahip oldu. Kübalı enternasyonalistler,  ağımsızlığa, adalete ve özgürlüğe eşi benzeri olmayan büyük bir katkı sağladılar. Deneyimlerinden öğrenebileceğimiz çok şey var. Bilhassa Afrika kıtası ve Afrika halkları ile tarihsel bir bağa imza attık. Onun, ırkçılığın sistematik imhasına dair sabit kararlılığının bir eşi daha yok. Küba halkına büyük bir borcumuz olduğunun bilincindeyiz. Küba’nın Afrika ile ilişkilerinde gösterdiği ilgiyi başka hangi ülke gösterebilirdi? Cuito Cuanavale’deki bozgun olmaksızın organizasyonlarımız meşrulaştırılamazdı! Cuito Cuanavale’de faşist ordunun bozguna uğratılması, benim bugün burada sizlerle olmamı sağladı! Cuito Cuanavale, Güney Afrika’nın özgürlük hareketindeki mihenk taşı olmuştur!(2) 

Güney Afrika’nın Küba büyükelçisi Thenjiwe Mtintso, Küba’nın Güney Afrika’daki anlaşma girişimini hatırlatarak: “Bugün Güney Afrika birçok yeni arkadaş edindi. Dün bu arkadaşlar, ırk ayrımı Güney Afrikası’nı bir yandan desteklerken bizim diğer yandan kendi ülkelerinden bizi sıkıştırıp liderlerimizi, savaşçılarımızı terörist diye adlandırıyorlardı. Bugün, aynı arkadaşlar Küba’ya karşı olmamızı istiyorlar. Cevabımız çok basit, Afrika topraklarında bu arkadaşlarımızın değil, Kübalı şehitlerin kanları yer almakta ve vatanımızın ağacına can vermektedir.” (3) 

Henry Kissinger, 1973-1977 Birleşik Devletler sekreteri, Küba’nın Afrika’ya müdahalesinden sonra bir bombalama planı yaptı. 24 Mart 1976’da başkomutan General George Brow “Askeri güç kullanmaya karar verirsek zafere kadar durmadan ilerlememiz gerekir. Ortalama işler yapamayız.” beyanında bulundu. Kissinger, başkan Gerald Ford’la olan görüşmesinde daha kesin bir duruş sergiledi: “Sanırım Castro’yu susturmamız gerekecek. Fakat muhtemelen seçimlerden önce (1976 başkanlık seçimleri) harekete geçemeyeceğiz.” Başkan Ford ise Kissinger’a katıldığını belirtti. (4) Kissinger ırk ayrımının devam etmesi için her bedeli ödemeye hazırdı: “Eğer Kübalılar Rodesia’yı yıkarlarsa, listenin ilk sırasında Namibia ve sonrasında Güney Afrika olacak. Namibia veya Rodesia’da bir hareket başlarsa onları yok etmek zorunda kalacağız. Tüm bu düşmanlığa rağmen Kissinger, Küba Devrimi’nin tarihi liderine saklayamıyordu. Kissinger’a göre “muhtemelen iktidardaki en özgün ve gerçek devrimci lider” oydu. (5)

Aslına bakılırsa Küba, on yıllarca tüm dünyadaki devrimciler için bir tapınak oldu. Aynı zamanda Fidel Castro, Washington destekli diktatör militanlarca sürülen birçok politikacıyı da sahiplendi.
Ayrıca Karayip Adası da Birleşik Devletler’de bir türlü rahat bırakılmayan Kara Panterler gibi politik militanların, sığınağı haline gelmiştir. (6)

Fidel Castro, Küba’nın dış politikasının temellerini her zaman uluslararası insanlığa yardım temelleri üzerine kurmuştur. Öyle ki, 1960’ta, medikal gelişim başlamadan bile önce ve hatta 3000 doktor kaybetmişken (1959’daki devrim zaferinden sonra Birleşik Devletler’e göç edenler) Şili’de gerçekleşen depremden sonra Şili’ye yardım elini uzatmıştır. 1963’te Havana başkanı, büyük bir sağlık kriziyle karşı karşıya olan gençlere yardım için, 55 profesyonelden oluşan bir doktor topluluğu göndermiştir. Bu tarihten itibaren Küba, dünyaya, özellikle Latin Amerika, Asya ve Afrika’ya, yardım elini uzatmaktan çekinmeyen bir ülke olmuştur. (7)

Bugün dünyada 66 ülkede 51.000’e yakın Kübalı sağlık çalışanı bulunmakta, bunlardan 25.500’ü doktor, bu 25.500’ün %60’ı ise kadın çalışan. Devrim zaferinden bugüne Küba, 326.000 sağlık çalışanının katılımıyla, 158 ülkede yaklaşık 600.000 görevi tamamladı. 1959’dan bugüne, doktorlar 1.200.000’den fazla medikal konsültasyon yaptı, 2.3 milyon doğuma katıldı, 8 milyondan fazla
cerrahi operasyona katıldı ve 12 milyondan fazla çocuğa ve hamile kadına aşı yaptılar. (8)

Diğer yandan Küba, tüm dünyada çeşitli medikal nesiller yetiştirmiştir. 1999’da kurulan Latin Amerika Medikal Üniversitesi’nde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da bulunan 128 ülkeden 38.920
sağlık profesyoneli yetiştirildi. (9) 

Mucize Operasyon, Küba’nın yardım politikasının sembolü olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, bugün dünyada yaklaşık 285 milyon insan görme kaybı yaşamaktadır ve bunlardan
39 milyonu kör olmaktadır. Organizasyon, bunların yaklaşık %80’inin iyileştirilebilir olduğunu söylüyor ve kataraktın hâlâ körlüğün ilk sebebi olduğunu ekliyor. Bu görme bozuklukları ilk olarak 50 yaş üzeri insanlarda görülürken 19 milyon çocuğu da etkiliyor. (10) Tüm bu veriler karşısında Fidel Castro, 2004 yılında, “Mucize Operasyon” adı altında bir kampanya başlattı ve bu kampanyanın ilk ayağı olarak Venezuela’ya yardım etti. Bu kampanya, katarakt ve diğer görme bozuklukları olan ve ülkelere göre 5.000 ile 10.000 dolar arasındaki tedavi masraflarını karşılamaya gücü yetmeyen Latin Amerikalıları ücretsiz tedavi etmeye dayanıyor. Bu insanlık görevi zamanla başka enlemlere de yayıldı (Asya, Afrika gibi). Mucize Operasyon’a 165 Kübalı katıldı. Operasyonun 15 Latin Amerika ve Karayip ülkesinde 49 göz merkezi bulunuyor (Küba, Venezuela, Haiti, Honduras, Panama, Guatemala, Saint Vincent ve Granadinler, Guyana, Paraguay, Granada, Nikaragua ve Uruguay). (11) 2004 yılından beri 35 ülkeden, 3 milyondan fazla insanın görme bozuklukları düzeltildi. (12)

Küba’da eğitime ilişkin, 2003 yılında Fidel Castro’nun bizzat başlattığı okur-yazarlık programı “Yo, Sí Puedo” “Evet, Yapabilirim”den bahsedilebilir. UNESCO’ya göre dünyada 796 milyon okuma
yazma bilmeyen yetişkin bulunuyor. Bunların %98’i üçüncü dünya ülkelerinde yer alıyor. Bunların üçte ikisi ise kadın. UNESCO 2015’te okuma yazma bilmeyenlerin sayısını %50 azaltmak için
bir çağrıda bulundu. UNESCO’ya göre bu durumun tersine dönmesi için hükümetlerin sağduyulu davranması gerekiyor. Bununla birlikte UNESCO, Latin Amerika ve Karayipler’in “Evet, Yapabilirim” programıyla bu konuda bir istisna olduğunu söylüyor.

“Evet, Yapabilirim” programı, 19 Latin Amerika ülkesinden 12’sinde uygulandı. (13)

José Martí’nin “Herkesin eğitim hakkı vardır ve herkes her düzeyde parasız eğitim alma hakkına sahiptir” sözü baz alınarak, Latin Amerika ve Karayipler Pedagoji Enstitüsü 2003’te okur-yazarlık sayısını artırmak amacıyla “Evet, Yapabilirim” programını devreye soktu. Bu hareketle dışlanma ve yoksulluğa karşı ilk kalenin ilk burcu inşa edilmiş ve Martí’nin “insanlık haysiyeti” cümlesi anlaşılmış oldu. UNESCO eğitimin hayat kurtardığını ve annelerin eğitilmesi durumunda çocuk ölüm sayısında azalma olduğunun altını çiziyor. Bu durumda, anneler ortalama bir eğitim aldıkları takdirde yılda 1,8 milyon çocuğun hayatı kurtarılmış olacak. Ayrıca eğitimle erken yaşta anneliğin de önüne geçilebilecek. (14)

“Evet, Yapabilirim” programı, Venezuela, Bolivya, Ekvator ve Nikaragua’da son 10 yılda 1.5 milyondan fazla kişiye okuma yazma öğreterek başarıyla uygulandı ve UNESCO’ya göre bu ülkeler eğitimsizliğe karşı savaşan yegâne Latin Amerika ülkeleri oldular. Program, kıtanın diğer ülkelerinde ve dünyadaki diğer ülkelerde, Fransızca ve Hindu dillerinde de uygulandı.

“Evet, Yapabilirim” programı İspanya’da da uygulamaya kondu. Sevilla’da Profesör Carlos M. Molina Soto vatandaşları arasındaki okur-yazarlık oranını artrırmak amacıyla programa başvurdu. (15)

Belediyenin yaptığı çalışmalardan sonra, Endülüs Bölgesi’nin başkenti Sevilla’da yaşayan 700.000 kişiden 34.000’inin okuma yazma bilmediği anlaşıldı. Şehirde 2 yılda, 30 eğitim merkezinde 1.100 yetişkin okuma yazmayı öğrendi. Ülkenin diğer şehirlerinde de, 2 milyon okuma yazma bilmeyen kişi için Küba’nın metodunun uygulama imkânları araştırılıyor. (16)

Avustralya’da, okuma yazma eğitimi, %60’ı okuma yazma bilmeyen Aborjin nüfusu üzerinde uygulanıyor. Okuma, yazma ve temel cebirin yanısıra Küba, Aborjinlere yeni teknolojileri kullanmayı
da öğretiyor. (17) Avustralya, insani gelişimde dünyada Norveç’ten hemen sonra gelerek dünyada 2. sırada yer alıyor. (18)

“Evet, Yapabilirim” programı, insani gelişime katkılarından dolayı 2006 yılında UNESCO King Sejong Okuma Yazma Ödülü’ne layık görüldü. Birleşmiş Milletler genel başkanı İrina Bokova,
Güney-Güney İşbirliği’ni model alan metodun altını çizerek övgüler yağdırdı.(19) Program, 2003’ten beri 5 farklı kıtadan, 9 milyon kişiye okuma yazma öğrenme şansı verdi.(20) 

Fidel Castro, gezegenin en zarar görmüşlerinin, durumlarını düzeltme şanslarının mümkün olduğunu göstermiştir. Gösterdiği cömertlikle Küba Devrimi’nin lideri, mütevazı enternasyonalizmde
bir sembol hâline dönüşmüştür.

Salim Lamrani

Dipnotlar:

* Al Mayadeen, Çeviri: Didem Demirci
1  Cuba Defensa, «Misiones militares internacionalistas cumplidas por las Fuerzas Armadas Revolucionarias de la República de Cuba», 2014. http://www.cubadefensa.cu/?q=misiones-militares(sitio consultado el 23 de febrero de 2015)

2 Salim Lamrani, Cuba. Ce que les médias ne vous diront jamais, Paris, Editions Estrella, 2009, prólogo.

3  Piero Gleijeses, «Cuito Cuanavale: batalla que terminó con el Apartheid», Cubadebate, 23 de marzo de 2013.

4  The National Security Archive , « Kissinger Considered Attack on Cuba Following Angola Incursion”, 1 de octubre de 2014, George Washington University.http://www2.gwu.edu/~nsarchiv/NSAEBB/NSAEBB487/ (sitio consultado el 21 de febrero de 2015).

5 Henry Kissinger, Years of Renewal, New York, 1999, p.785 in PieroGleijeses, “Carta a Obama”, Cubadebate, 3 de febrero de 2014.

6 The Guardian, “New Jersey hopes Cuba-US relations thaw will help extradite former Black Panther”, 18 de diciembre de 2014.

7 Roberto Morales, «África está urgida de la solidaridad in ternacional», Cuba Debate, 12 de septiembre de 2014. http://www.cubadebate.cu/especiales/2014/09/13/africa-esta-urgida-de-la-solidaridad-internacional/ ( sitio consultado el 14 de septiembre de 2014).

8 Ibid.

9 Ibid.

10 Organisation mondiale de la santé, «Cécité et déficience visuelle», Aide-Mémoire n°282, octubre de 2011. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs282/fr/index.html ( sitio consultado el 15 de febrero de 2013).

11 Ministerio de Relaciones Exteriores, «Celebra Operación Milagro cubana en Guatemala», República de Cuba, 15 de noviembre de 2010.http://www.cubaminrex.cu/Cooperacion/2010/celebra1.html ( sitio consultado el 15 de febrero de 2013); Operación Milagro, «¿Qué es la Operación Milagro?». http://www.operacionmilagro.org.ar/(sitio consultado el 15 de febrero de 2013).

12 Cubadebate, «Más de 3 millones de beneficiados con Operación Milagro en diez años», 1 de julio de 2014. http://www.cubadebate.cu/noticias/2014/07/01/mas-de-tres-millones-de-beneficiados-con-operacion-milagro-en-diez-anos/#.VOsmsWP7uu4 ( sitio consultadoel 23 de febrero de 2015).

13 Ibid. , p. 37, 76.

14 Ibid ., p. 39.

15 Correspondencia con el Profesor Carlos M. Molina Soto, 17 de noviembre de 2011.

16 Antonio Rodrigo Torrijos, “Torrijos pregunta en el pleno del Ayuntamiento sobre el futuro de Yo, sí puedo”. Al pleno del Ayuntamiento de Sevilla”, 15 de septiembre de 2011. Véase tambiénCubainformación, «Alfabetización cubana en Sevilla », 7 de febrero de 2008. http://www.cubainformacion.tv/index.php?option=com_content&-task=view&id=3286&Itemid=86 (sitio consultado el 12 de abril de 2008).

17 EFE , «Un método desarrollado en Cuba enseña a leer y a escribir a aborígenes australianos», 1 de julio de 2012.

18 Programme des Nations-unies pour le développement, «Indice de développement humain IDH, classement 2011», 2011. http://hdr.undp.org/fr/statistiques/ (sitio consultado el 15 de febrero de 2013).

19 Granma, «Reconoce la UNESCO el método cubano de alfabetización», 25 de mayo de 2011. http://www.granma.cubaweb.cu/2011/05/25/cubamundo/artic02.html (sitio consultado el 15 de diciembre de 2011).

20 Granma, «Nueve millones de alfabetizados con el programa cubano Yo, sí puedo», 21 de enero de 2015. http://www.granma.cu/cuba/2015-01-21/nueve-millones-de-alfabetizados-1con-el-programa-cubano-yo-si-puedo (sitio consultado el 6 de marzo de 2015).

 

Direniş ve isyan(lar)ın Anadolu’cası… (1)

Geçmiş-bugün-gelecek güzergâhındaki tarih sadece bir mezarlığa denk düşen geçmiş değildir. Bir başka geçmiş de vardır ki, o dipdiri derinliğinden geleceğin fışkırdığı kaynaktır.

Karamsarca “geleceksizlik”ten söz edilen bugünlerde, bir geleceğin olmadığı düşüncesi, geçmişin terk edilmiş ya da tarihin unutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Bugünü anlamak, geçmişini bilmeyi “olmazsa olmaz” kılarken; geleceğin güvencesi de bugündür; “Geleceğin bütün çiçekleri bugün tohumu atılanlardır,” diyen Çin Atasözündeki üzere…

Hayır Emmet Fox’un, “Geçmişte yaşamak, ölmektir,” uyarısını “es” geçiyor değilim…

Ama geleceğin yalnızca başka bir kapıdan giren geçmiş olduğu; şimdi denilenin, geçmişle geleceğin bağlantısı olduğunu; geçmişin ürünü olan bugünün, ancak yarının gözüyle görülebileceğini; geçmişte yaşayanların geleceği  özleyenlere yol gösterdiğini unutmamalı/unutturmamalıyız…

Yaşananları kavrama ve dünyayı düzeltme iradesi, ilerlemenin muharrikidir. Bunun içindir ki direniş ve  isyan(lar)ın Anadolu’casının tarihi, bugün(ümüz)den yarın(larımız) a uzanmak için kavranmalı, anlatılmalı, hatırlatılmalıdır…

“TARİH” DEYİNCE…

En genel deyişle, tarih yaşamın “öğretmeni”dir.

Geçmişi, bugün ve gelecek için tarif sanatı ve bağlacıdır.

“Tarih =zaman+bilinç” biçimde formüle edilmesi mümkün olan tarih bir din değildir. “Tarihçi hiçbir bir dogmayı kabul etmez, hiçbir yasağa saygı göstermez, hiçbir tabu tanımaz, bu rahatsız edebilir ancak tarih ahlâk değildir. Tarihçinin kınama veya yüceltme rolü yoktur, onlar açıklar. Tarih güncelin kölesi değildir.”

Karl Marx’ın, “Tarih yargıçtır, infaz memuruysa proletaryadır”; Walter Benjamin’in, “Tarih, bir inşa faaliyetinin nesnesidir. Yapı, homojen ve boş bir zamanda değil, bugünün doldurduğu bir zamanda yükselir,”  betimlemelerindeki tarih, ezber ya da hamaset değildir. Tarih en basit anlamda geçmişi anlama çabasıdır. Geçmişi insan bilincinde olabildiği kadarıyla inşa etmek, kolektif hafızayı canlandırmaktır. Tarih dediğimiz şey insan tarafından yaratıldığı için iyi bir tarihçi objektif olduğunu iddia etmez, mümkün olabildiğince objektif olmaya çalıştığını söyler. “Tarih objektif değildir,” derken de birçok yurdum insanı siyasi, diplomatik ve de askeri tarihi kasteder. Hiç şüphe yok ki bu noktalarda tarihe ideoloji karışması muhtemeldir. Lakin tarih bu alanlara indirgenemeyecek kadar geniş bir alandır. Tarih hakkında konuşurken bu sebeple iyi ölçüp tartmak gerekir.

İnsan(lık)ın belleğidir tarih. Anlatıdır. Geri kalan tüm nesnel gerçeklikler, hakikâtler, doğrular, yanlışlar, çözümlemeler, yorumlar, anlatım dilleri, tarafgirlikler anlatıdan çıkar ve yine oraya döner. İş bu nedenle, “Tarih bilgisi önemsizdir, siyasi sonuçlar önemlidir,” türünden bir mantık(sızlığ)ı şiddetle ret ederken; “Kazananlar tarihi kendilerine göre şekillendirirler,” gerçeğini de Terry Eagleton’un, “Tarih hiçbir zaman gerçekleri en anlamlı sırasıyla kaydetmez ve estetik bakımdan en hoş biçimde düzenlemez,” sözü eşliğinde “es” geçmemeliyiz…

Evet, tarih iktidar(lar)a göre yorumlanabilen “gerçek(ler)” olmamalıyken; elbette “tekerrür”den yaratılmış bir şey de değildir.

“Tarih, kahramanları asanlar tarafından yazılır,” notu düşülen ve kazanan tarafından yazılan resmî tarih, bir okumadır/ okutmadır…

Burada bir parantez açıp, hatırlatalım: “Tarih yok, tarihçi vardır” veya “Tarih, günün emrindedir,” diyen(ler) haklı mıdır?

Resmî ise “Evet”!

Çünkü James Cameron’un tanımıyla, “Geçmişe dönük olarak üzerinden fikir birliğine varılmış halüsinasyondur tarih”…

Evet, evet “resmî tarih”, gerçek olduğu herkese kabul ettirilen bir masaldır. Ya da “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık”… “Düşmana değil soğuğa yenildik”… “Fethedilen yerde coşkuyla karşılandık,” diyen yalan artı muammadır.

Kitlelerin bilinçaltını, ve bilincini yaratmak ve ayrıca kitlelerin bilinçdışı hareketlerini yönlendirmek için manipüle etme aracı olarak kullanılan resmî tarih, taraflı propaganda aracı, hatta kara büyüdür!

Bu bağlamda da Emil Michel Cioran’ın, “Tarih: ideal imalathanesi…”; (3) Cenap Şahabettin’in, “Tarihe istediğinizi söyletebilirsiniz çünkü ölüler itiraz edemezler”; Ernst Toller’in, “Tarih, kazananların propagandasıdır”; Napoleon Bonaparte’ın, “Tarih konsensus ile doğru kabul edilmiş bir yalanlar koleksiyonudur,” saptamasındaki saçmalıktır!

Resmisi değil, alternatifi gerekli olan tarih; geçmişi yargılamaktan başka bir şey değildir. Tarih yinelenemeyen şeylerin bilimidir. Bir nehre benzeyen tarihte hiçbir an tekrarlanmaz.

Bu çerçevede alternatif tarih, hâkim okumaların dışındaki, gereksindiğimiz tarihtir.

Ve bir şey daha: “Biz Batı Avrupa kültürünün insanları, sahip bulunduğumuz tarih görüşüyle bir istisnayız; her yerde görülen gerçek bir durumu yansıtmaktan uzağız. Dünya tarihi ‘bizim’ dünya tasvirimizdir, insanlığın değil,” der Oswald Spengler ve ekler ‘Yuvarlağın Köşeleri’ başlıklı şiirinde Özdemir Asaf:

“yaşanmış tarihi öğretmenler bilir, yaşanacak tarihi öğrenciler.

ama şimdiki öğrenciler hemen sevinmesinler, arkalarından yeni öğrenciler geliyor.

Nasıl ki öğretmenlerimiz de dünün öğrencileriydi, ve yaşanacak tarih’i biliyorlardı.

sonuç:

tarih’i çoğunluğun gözünde ve belleğinde sevimsiz kılan da, onun bu tür sürekliliğidir.

onun için tarih’den sınıf geçme zorunluluğu vardır.

kimse kimseyi tarihten sınıfta bırakamaz, bırakmaya ilkin ‘tarih’ açısından izinli değildir…”

ÖNCE PROMETHUS VARDI…

Ama önce tarihle değil, mitosla başlayalım. Belki büyük çoğunluğu tarihin kaydına geçmemiş deneyimlerin oluşturduğu bir bellek kalıbı olarak “mitos”la…

İsyan deyince evvela akıllara gelen, hepimizi “ateşi çalmak” için yollara düşüren Prometheus’dur.

Prometheus’un hikâyesi aslında haksızlığa karşı başkaldırıyı temsil eder. Ezen zalim güce karşı, ezilenin başkaldırısıdır. Hikâye zalimliğe karşı boyun eğmeyerek başkaldıranların daima var olacağının anlatılmasıdır.

Bilinir tanrılardan “ateşi çalıp” insan(lar)a armağan eden Prometheus, tanrılara başkaldırdığı için Kafkas Dağları’ndaki kayalıklara kıskıvrak zincirlenir. Tanrıların yolladığı kartallar tarafından karaciğeri yenir. Ama Prometheus’un ciğeri kartallarca yendikçe büyümekte, büyüdükçe yine kartallara yem olmaktadır.

İnsanlara ateşi verip, insan(lık)a büyük yangınlar çıkarma imkânını sunan Prometheus titanlar soyundandır. Hesiodos’un söylediğine göre, titan İapetos’la Okeanos’un kızı Kleymene’nin oğludur. Prometheus’un annesinin adı kaynaklarda farklılık gösteriyor. Annesi bazı kaynaklar Okeanos’un kızı Asia, diğer bazı kaynaklarda ise
yine Okeanos’un diğer kızı Kleymenedir.

İapetos’un dört oğlu olur; Atlas, Menoitios, Prometheus ve Epimetheus. Kardeşlerinden Epimetheus Prometheus’a göre zıt kişilikteydi “beceriksizler şahı” diye anılırdı. Prometheus’un eşinin adı da yazardan yazara değişir. Genelde Kelaino ve ya Klymene’dir. Çocukları ise tufan mitosunda da rol oynayan Deukalion, Lykos ve Khimaireus, bunların yanına bazen Aitnaios, Hellen ve Thebe de eklenir.

Bu dört kardeşin de kaderi korkunçtur. Bunlardan iki tanesi, Menoitios ile Atlas Zeus’a karşı geldiklerinden, diğer titanlarla birlikte cezalandırılmışlardır. Atlas dünyanın bittiği yerde Hesperide’lerin önünde gök kubbeyi omuzlarında taşıma cezasına çarptırılmıştı. Homeros’a göreyse, Atlas gökle yeri ayıran sütunları taşır. Zeus  Menoitos’u yıldırımlarla çarparak yerin dibine kapatır. Prometheus ile Epimetheus’un cezaları ise başka
türlü oldu. Prometheus’u ise bir dağa zincirleterek ciğerini bir kartala yedirtir. Diğer kardeşi Epimetheus’un
başına bela olsun diye ilk kadını yaratır ve ona gönderir. Bunların ikisi de insanın yaratılmasında önemli rol oynamışlardı.

Zeus’un böyle korkunç cezaları İapetos oğullarına vermesinin nedenini, bu dört titan oğlunun aldıkları sıfatlardan anlıyoruz. Dört titan da akıl yönünden üstündürler ve bu üstünlükleriyle övündükleri gibi, sürekli olarak Zeus’a  karşı gelirler. Zeus akıl gücünü elinde tutar ve bu gücü başkasında görmesi de onu çok öfkelendirir.

Kelime olarak “erken kavrayan, önce kavrayan/ anlayan” demek olan Prometheus, mitolojide başkaldırının ilk öncüsü olarak geçer…

DEMİRCİ KAWA

Tıpkı Kürt mitolojisinin Gılgamış’ı ya da Herkülü’ü olan demirci Kawa gibi…

Demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyanın bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapan Kürtlerin kutladığı Newroz Bayramı’nın dayandığı Demirci Kawa efsanesinin kahramanıdır.

Ahmet Telli’nin “Dün bir demirciydin oysa, ufku eritirdin/ bugün ateşler altındasın” dizeleriyle şiirlerine konu ettiği Kawa, Dehak’ın zulmüne dayanamayıp, önlüğünü örsüne geçirerek bayrak yapmış, halk da onunla ayaklanıp, zalimi öldürmüştür.

Mezopotamya’nın hâkimi olan imparator Dehak’ın omuzunda bir yara çıkar, yara büyüdükçe büyür ve içinden çift başlı ejderimsi bir yaratık çıkar. Bu yaratık günden güne Dehak’ı içten içe kemirmekte, müthiş bir ızdırap vermektedir. Dehak bilinen tüm doktorları ayağına getirtir. Sonunda bir doktor akıl almaz bir çare önerir.

“Haşmetlim” der, “Eğer her gün bu yaratığa iki çocuk beyni verirseniz sizi kemirmekten vazgeçer.”

Dehak hemen emir verir, her gün iki çocuk yakalanıp getirilir ve çocuklar öldürülüp beyinleri yaratığa verilir. Doktorun dediği gibi yaratık böylece Dehak’ı kemirmekten vazgeçer. Bunun rahatlığı ile olay rutine bağlanır.

Sonunda bir gün Kawa’nın oğluna gelir sıra, Kawa ne yapsa boş. Alırlar oğlunu götürürler kurban etmeye Lakin Kawa da isyan eder. Dağa çıkar; Dehak’ı öldürmeye karar verir. Bu arada çocukların beyinlerini çıkartan iki  kişinin kalbi sızlamaya başlar, her gün iki küçük çocuk sırf bu yaratık uslu dursun diye öldürülmektedir, keza büyük yaşta çocuk kalmayınca iyice küçük çocuklar öldürülmeye başlanmıştır. Sonunda her gün gelen iki  çocuktan birini salmaya başlarlar. Yerine bir kuzu kesip kuzunun beynini sunarlar yaratığa. Aradan zaman geçince iki çocuğu da salmaya ve yerlerine iki kuzu beyni koymaya başlarlar. Ancak çocukların ortada dolaşması da tehlikelidir, birisi bunu fark edebilir. Çocuklara, “Kimse sizi görmeden şu karşıdaki dağa gidin!” derler…

Dağda Kawa karşılar çocukları. Onları alır ve birer asker gibi yetiştirmeye başlar. Kawa Dehak’a da haber salar  “Bir gün senin imparatorluğuna son vereceğim ama bundan önce işaretimi alacaksın!”

Gel zaman git zaman bu çocuklar da nam salarlar, halk arasında dağların çocukları diye tanınırlar.

Günlerden bir gün, ki o baharın ilk gününün gecesi Kawa ve dağların çocukları dev bir ateş yakarlar. Ve aynı gece saldırıp Dehak’ı öldürürler, imparatorluğuna son verirler.

İşte bu ateş acı içindeki bu halkın yeni yılının işareti, Newroz Ateşi olarak nam salar.

“BİZİM” ARİSTONİKOS

Spartaküs’ten çok önce Anadolu’daki bir köle ayaklanmasına önderlik eden Aristonikos, “bizim”dir, hemşehrimizdir…

Aristonikos, Bergama Krallığının son kralıyken, bir vasiyet yazıp ülkesini Romalılara bağışlayan ve ruh sağlığı bozuk III. Attolos’un üvey kardeşiydi… Her ikisinin de babaları II. Eumenes’ti. Ancak Aristonikos gayrimeşru bir ilişkiden dünyaya gelmişti; annesi Foça’lı bir kadındı.

III. Attolos, vasiyetinde Bergama’yı Romalılara bıraktığını açıklayınca, üvey kardeşi Aristonikos MÖ. 132 yılında bir ayaklanma başlattı. Aristonikos, ordusuna katılacak kölelerin özgür kalacaklarını duyurmuştu. Hemen hemen tüm köleler ona katıldı, Krallık ordusunun bir bölümü de onu destekledi.

Aristonikos ayaklanması, bin yıllar sonra yine Batı Anadolu’da ortaya çıkacak olan Şeyh Beddrettin-Börklüce Mustafa ayaklanması gibi sömürüye son verecek bir düzen değişikliğini öngörüyordu. Sınıfsal desteği ve buna uygun bayrak ve ilkeleri vardı.

Ayaklanmanın kuramcısı Kymeli düşünür Blossisus idi. Aristonikos isyanı sıradan bir isyan değildi. Kölelere ve serflere özgürlük ve eşitlik vaat ediyordu. Kardeşlik içinde yaşanacak bir Heliopolis (Güneş Şehri) kuracaklardı.

Kymeli (Cumea, İtalya’nın güneyinde bir antik kent) Blossius’un bu düşüncelerin teorisyeni olduğu söylenir. Blossius, Stoa felsefesini benimsemiş bir düşünürdü ve İtalya’da toprak reformu yapmak isteyen, ancak karşıtları tarafından öldürülen Romalı yönetici Tiberius Gracchus’un destekçisiydi.

Aristonikos’un isyanı Ege kıyılarında diğer kentlerden de destek buldu ve geniş köle katılımlarıyla yayıldı. Roma isyanı bastırmak için MÖ 131 yılında konsül Publius Licinius Crassus Dives Mucianus önderliğinde bir ordu gönderdi. İzmir tuzlası yakınlarındaki Leukai’deki savaşı Aristonikos kazandı, konsül Mucianus öldürüldü.

İki yıl sonra Roma, MÖ 129’da Anadolu’ya, konsül Marcus Perperna komutasında büyük bir ordu gönderdi. Manisa, Kırkağaç yakınlarında yapılan savaşı Roma kazandı. Aristonikos, o yöredeki Stratonikea kentine sığındı ama kent Roma baskısına dayanamadı. Aristonikos Romalılara teslim edildi. Roma’ya götürülüp öldürüldü.

Aristonikos isyanı, yıllar sonra patlak veren Spartaküs önderliğindeki köle isyanından yıllar önce yaşanmış ilk büyük köle isyanıdır.

Aristonikos tarafından ateşlenen köle isyanı yüz binleri harekete geçirmişse bunun nedeni, önderlerinin onlara ‘Güneş Ülkesi’ni vaat etmesidir. Jambulos’un ‘Güneş Adaları’ndan esinlenen Aristonikos, kendi taraftarlarını da ‘Heliopolit’, yani ‘Güneş Ülkesi Yurttaşı’ diye adlandırıyordu.

SPARTAKÜS (VE KÖLE) İSYAN(LAR)I

Aristonikos’tan 56 yıl sonra, İ.Ö. 73’te Spartaküs’ün önderliğindeki köle ayaklanması patlak verdi. Spartaküs’ün 73 yılına kadar olan hayatı hakkında bildiklerimiz çok azdır. Trakyalı bir göçebe ailenin çocuğuydu. Roma’ya savaş tutsağı olarak getirilmiş ve satılmıştı. Daha sonra bir yolunu bulup kendisini satın alan kimsenin yanından kaçmış, kiralık asker olmuştu. Fakat bu da onu kölelikten kurtaramadı. Günün birinde Spartaküs kendini  Capou’daki bir gladyatör okulunda buldu. Okulda onunla birlikte çoğunluğu Trakyalı ve Galyalı ikiyüze yakın köle bulunuyordu. Hepsi de, ilk fırsatta kaçrcak özgürlüğe kavuşmak için tasarılar kuruyorlardı. Ancak kaçmaya  hazırlandıkları anlaşılmıştı. Fakat Spartaküs ve 73 arkadaşı yine de kaçmayı başarabildi. Zaten kaçmasalar bile, eninde sonunda bir gün arenada ölmeyecekler miydi?

Böyle başladı Spartaküs’ün isyanı…

Köle ayaklanmalarının ilki, Spartaküs’un önderliğinde yapılanı olmadığı gibi, sonuncusu da değildir. Ancak en etkilisi ve Roma tarihinde en çok iz bırakanı olduğu için, “köle ayaklanmaları” denilince akla hemen Spartaküs olayı gelir.

Tarihin bize ulaştırdığı ilk köle ayaklanması, İ.Ö. 187 yılında Apulie’de patlak vermişti. Ayaklanma çok çabuk ve kanlı bir biçimde bastırıldı; yedi bin köle çarmıha gerildi. Bunun ardından iki yeni ayaklanma daha oldu.  Bunlardan birincisi, İ.Ö. 134-132 yılları arasında Sicilya adasında, ikincisi de İ.Ö. 104-101 yılları arasında yine aynı yerde meydana geldi.

Verimli bir ada olan Sicilya’nın toprakları köleler tarafından işletiliyordu. Devlet toprakları Latifundia adı verilen büyük çiftlikler hâlindeydiler. Çiftliklerde büyük buğday tarlaları, zeytinlikler ve koyun yetiştirmeye elverişli otlaklar vardı. Bu işleri görmek için köle orduları besleniyor ve emekleriyle Sicilya adasını Roma İmparatorluğunun yiyecek ambarı durumuna getiriyorlardı. Ayaklanma 134 yılında çıktı ve kısa bir süre içinde genişleyip savaş hâlini aldı.

Ayaklananların başında, Suriyeli Ennus’la Makedonyalı Clêon bulunuyordu. Sicilya adasındaki kölelerden 70 bin kişilik bir ordu kurmuşlardı. Bu orduyla bütün adayı ele geçirmeleri zor olmadı. Yıllarca, Romalıların gönderdiği ordularla çarpıştılar. Ne var ki sonunda, Roma ordusunun savaş gücünün yüksekliği yanında, yeterli yiyecek bulamamaktan ötürü yenilmekten kurtulamadılar. Ayaklananlardan 20 bin köle çarmıha gerilerek öldürüldü.

İkinci Sicilya ayaklanması ise İ.Ö. 104-101 yılları arasında bir rastlantı sonucu yine Suriyeli ve Makedonyalı iki kölenin önderliğinde çıkmıştı. Romalılar, bu ayaklanmayı önder durumundaki Suriyeli Salvius ve Makedonyalı Arthênion’un savaş alanında öldürülmeleriyle bastırabildiler.

Birinci Sicilya ayaklanması sırasında, Anadolu’da da toprak sahipleri, kölelerle birlikte emperyal Roma’ya karşı ayaklanmışlardı. İ.Ö. 133’te Aristonikos Romalılara karşı ayaklandı…

ZELOTLAR

Aristonikos’dan Spartaküs’e uzanan isyan geleneği hiç unutulmadı…

Ege, Trakya, Anadolu’daki ezilenlere dair tüm heretik ya da heterodoks hareketleri derinden etkiledi.

Ceyhan Süvari’nin dediyişiyle, “Heretik ya da heterodoks ilan edilen hareketler, resmi dinin temsilcileri tarafından, sapık; dinden çıkmış; günahkâr ve benzeri sıfatlarla din dışı ilan edile dursunlar, aynı şekilde muhalefeti temsil eden hareketler de iktidarı, yani ortodoksiyi zevk ve sefa düşkünü, doğru yoldan çıkmış ve şeytani gibi sıfatlarla din dışı ilan etmişlerdir. Yani her biri, dinin gerçek temsilcisi olarak kendilerini  göstermekteydiler.

(…)

Heretik ya da heterodoks olarak değerlendirilenler daha çok aynı dini kabul etmiş farklı etnik gruplar veya yine aynı dine ve aynı etnik gruba mensup toplumların farklı sosyal sınıflarından gelenlerce temsil edilmektedir. Bu kavramların geçerliliği, yani kimin ne zaman ve nerede heretik ya da ortodoks olacağı, çoğunlukta toplumların ekonomik yapısı, etnik yapısı, tarihi gelişimi, ilişkide bulunduğu kültürler gibi faktörlerce belirlenmektedir. Özetle heterodoks inanç ve hareketler, (…) ortodoks inançtan farklı olarak senkretik, mistik ve genelde egemen inancın temsilcileri tarafından ezildikleri için milenaryan (mehdici/mesihçi) bir özellik taşırlar.”(4)

Zelotlar yani XIV. yüzyılda etkili olan Selanik menşeili devrimci köylü ayaklanmaları da Aristonikos’dan Spartaküs’e uzanan isyan geleneğinin ardıllarıydı…

Bir tür primitif komün/eşitlikçi anlayışı taşıyan Zelotlar, bilhassa Bizans’ta etkin olup, Selanik gibi kentleri kısa süreliğine de olsa ele geçirmişti…

Zelotların (Kızgınların) geleneği de ardılı sayılabilecek Şeyh Bedreddin’de devam ederek geleceğe taşınır…

BABAÎLER (BABA İSHAK)

Selçuklular’a karşı Babaîler (Baba İshak) ayaklanması, Anadolu’daki dini motifli ilk isyandır. Hareketin önderleri Baba İshak ve Baba İlyas’tır…

1239’da, Selçuklu yönetimi ve zenginlerinin haksızlıklarına uğrayan Türkmenler, düzenin değiştirmek için ayaklanmıştır. İsyanın temel nedeni ekonomik ve toplumsal bölünmüşlük ve egemen(-ler)in zulmüdür. Binlerce kişiyle başlayan isyan, yenilgiyle son bulmuştur.

Ceyhan Süvari’nin ifadesiyle, “Anadolu Selçuklularında, II. Gıyaseddin’in Sultanlığı döneminde ortaya çıkan Babaî Hareketi (…) özellikle Vefailerin önderliğinde gerçekleştirilmiştir.

İsyanın başladığı süreç Selçukluların ekonomik ve siyasal olarak gerilediği, doğuda Moğol baskısının arttığı ve göçebe halk ile yerleşik halk arasındaki çelişkilerin derinleştiği bir sürece denk gelmektedir. Babaî isyanlarının nedenlerine ekonomik sebepler arasında Selçukluların toprak reformunu göstermektedir. Buna göre; Selçuklular toprak rejimini göçebeler ve köylüler aleyhine değiştirerek, büyük miktarda toprağı özel mülkiyete ve vakıflara geçirmeye başlamış, bu da Anadolu’da bir toprak aristokrasisi yaratmıştır. Göçebeler ve köylülerin devlete yabancılaşmaya başlaması ve bu kitlenin devam eden göçlerle sürekli artması ile ayaklanma için uygun zemin hazırlanmış olmaktaydı. İktidar ve yerleşik halk ile göçebeler arasındaki bu yabancılaşmayı en iyi ifade eden söz, yerleşiklerle iktidar sahiplerinin göçebeler için kullandığı etrak-i bi-idrak (akılsız Türkler) tanımlamasıdır. Bu dışlama, dinsel farklılıklarla da beslenerek giderek derinleşmiştir. Göçebeler ve toprakları elinden alınan köylüler yönetimin aleyhine, radikal heterodoks tarikatlara sığınarak kurtuluşu doğaüstü güçleri olduğuna inandıkları şeyhler de aramışlardır.

Bu koşullar altında Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde gelişen ayaklanmaya, göçebe Türkmenler ve topraksız köylülerin yanı sıra Kürt ve Hıristiyan halklarının fakir kesimleri de katılmıştır. Zira Baba İshak, Kürt ve  Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Adıyaman üzerinden Amasya’ya doğru harekete geçmiştir.” (5)

‘Baba İshak İsyanı’, ‘Baba İlyas İsyanı’, ‘Baba Resul İsyanı’ ya da ‘Babaîler İsyanı’ diye geçen büyük halk hareketini, birinci elden anlatan dört kişi var. Bunlar Selçuklu sultanlarına hizmet eden Fars asıllı İbn-i Bibi (ö. 1284), Şam’da Eyyübilerden Melik Muazzam’ın yakını, br Türk kölenin oğlu, vak’anüvis Sibt İbnu’l-Cevzi (ö. 1257), Süryani vak’anüvis Bar Habraeus veya Arapların verdiği isimle Ebu’l-Farac (ö. 1286) ve isyanın bastırılmasına katılan paralı Frank birlikleriyle Anadolu’ya gelen Dominiken misyoneri Simon de Saint Quentin (ö. 1248’den sonra). İkincil kaynak olarak Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin (ö. 1360’tan sonra) verdiği bilgiler de çok değerli.

İbn-i Bibi’ye göre, Kefersudlu (bugünkü Adıyaman civarında) Baba İshak adlı biri, bir gün yaşadığı yerden ayrılmış, bir süre sonra Amasya’da ortaya çıkmış ve kendini ‘resul’ (peygamber) ilan etmişti.

Sibt’ü-l Cevzi’ye göre İlyas adlı zat, nebilik (idda’a an-nubuvva) iddiasıyla isyan etmişti ama kendine ‘Veliyullah’ diyordu.

Bar Habraeus’a göre Amasya civarında ‘Baba’ diye anılan bir zat kendine resul dedirtiyordu. Müridi Şeyh İshak’ı da görüşlerini yaysın diye Hısn-ı Mansur’a (Adıyaman’a) göndermişti.

İsyanı en ayrıntılı anlatan Saint Quentin’e göre ise Amasya civarında ‘Baba’ namlı biri (heterodoks İslâmi akımlarda dini liderlere ‘baba’, ‘dede’, ‘abdal’ gibi adlar verilirdi), ormanda gezerken Tanrı’nın meleği bir köylü suretinde kendisine görünmüş, köylü ormandan bir kurdun kapmış olduğu oğlunu kurtarmasını ondan rica etmişti. Baba kurdu yakalayıp öldürmüş, oğlanı kurtararak köylüye teslim etmişti. Bunun üzerine köylü bu hizmetine karşılık kendisinden bir dilekte bulunmasını, dileğinin mutlaka yerine getirileceğini bildirmişti. ‘Baba’ sultan olmak istediğini söyleyince köylü gerçek kimliğini açıklamış, Tanrı’nın habercisi olduğunu, ‘Baba’nın  Tanrı’dan melek vasıtasıyla aldığı haberleri halkına ilan etmesini emretmişti. Quentin’e göre, ‘Baba’ ‘paperroissole’ (Baba Resul) olmuş ve bu ilahi misyon gereği bir süre sonra sultana isyan etmişti. Elvan Çelebi’ye göre de isyan yeri Amasya idi; ancak Baba İlyas hiçbir zaman resullük iddiasında bulunmamıştı. İsyanının nedeni Sultan’ın bir vergi memurunun kendisine yaptığı haksızlık ve hakaretti. İsyanı örgütlemek için Hacı Mihman, Bağdın Hacı, Şeyh Osman ve Ayna Dolana adlı dört halifesini Rum diyarına (Anadolu), İshak-ı Şami adlı bir halifesini de Şam’a göndermişti.

Dikkat edileceği gibi bu kaynaklardan ilkine göre isyanın lideri Adıyamanlı Baba İshak’tı ama bu zat nedense memleketinden ayrılıp Amasya’da isyan etmişti. İkincisine göre isyan lideri Amasyalı ‘İlyas’ adlı biriydi. Üçüncüsüne ve dördüncüsüne göre ‘Baba’ unvanlı biriydi. Bu iki kaynak da İshak adlı ikinci ‘Baba’dan habersiz görünüyordu. Elvan Çelebi ise Baba İlyas’tan ve İshak-ı Şam’dan bahsediyor. Bugüne dek İbn-i Bibi’nin anlatımı  esas alınarak yapılan tekrarlar yüzünden isyanın liderinin Baba İshak olduğu sanılıyordu.

Ahmet Yaşar Ocak bu anlatılardaki eksik parçaları tamamlayarak hareketin manevi lideri Baba İlyas ile eylemsel lideri Baba İshak adlı iki ayrı figürün olduğunu ortaya koydu. Ahmet Yaşar Ocak’tan yararlanarak bu iki şahsiyet hakkındaki kısıtlı bilgileri özetleyelim: Baba İlyas, Amasya bölgesinde yaşayan bir münzeviydi. Karın tokluğuna çalışır, çok az yemek yerdi. Yazdığı muskalarla hastaları  iyileştirir, geçimsiz çiftlerin arasını bulurdu. Gösterdiği mucizeler ve kerametler yüzünden halk onu çok severdi. Elvan Çelebi’ye göre müritleri onu Hızır ile özdeş görürlerdi…

Ahmet Yaşar Ocak’a göre Baba İlyas, İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslâmi cila altında, eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizm) karışık fikir telkin eden bağdaştırmacı (senkretik) bir Türkmen şeyhi idi. Yazara göre Baba İlyas kesinlikle bir sahtekâr değildi. “O Bağdat’ta 850 yılında korkunç işkenceler altında yavaş yavaş ölümü tatmasına rağmen davasından vazgeçmeyecek kadar insanüstü bir direnç gösteren Babek el Hurremi gibi misyonunun ve kendi kimliğinin gerçekliğine derinden inanmış, güçlü bir mistik ve karizmatik bir kişiliğe sahipti.”

İsyanın savaşçı lideri Baba İshak ise (bugünkü Adıyaman yakınlarındaki) Samsat Kalesi’ne bağlı Kefersud bölgesinde yaşayan bir zaviye sahibi idi. Hokkabazlık ve sihirbazlık sanatında çok ilerlemişti. Bunlarla cahil Türkmenleri etkiliyordu.

Bir iddiaya göre ihtida etmiş bir Rum olan Baba İshak, Baba İlyas’a intisap etmeden önce İran’da bulunmuş bir İsmaili ‘dâî’sinden Batıniliğin esaslarını öğrenmişti. Böylece Hıristiyanlık, Mazdekçilik ve Müslümanlıktan oluşan karma bir inanç sistemi geliştirmişti. Bu da muhtemelen Kürtler ve gayrimüslimler arasında etkili olmasını sağlamıştı (Rus araştırmacı Gordalevski, Baba İlyas ile Baba İshak arasındaki ilişkiyi, 1416 veya 1420’de Çelebi Mehmet’e karşı isyan eden Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ile müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa  arasındaki ilişkiye benzetir. Bilindiği gibi Torlak Kemal Yahudilikten Müslümanlığa geçmişti. Börklüce Mustafa ise Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlık karışımı bir doktrinin propagandasını yapmıştı).

Kaynaklara göre Sultan ve maiyeti sefih ve zalim olduğu için Baba İlyas’ın, çevresindeki sade köylüleri ‘Resulullah’ olduğuna inandırması ve harekete geçirmesi zor olmamıştı. İkna faaliyetleri sırasında elde edilecek mal ve ganimetlerin isyana katılanlar arasında ortaklaşa pay edileceği, isyana katılmayanların ise öldürüleceği söyleniyordu. Baba İlyas’ın halifeleri Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve Yozgat havalisi ile Adıyaman, Maraş, Malatya ve Elbistan bölgelerinde propaganda ve örgütleme çalışmaları yapıyorlardı. Kendilerine Vefaiye, Kalenderiye, Yeseviye, Haydariye gibi heterodoks tarikatlar da yardımcı oluyorlardı.

Sonunda beklenen gün geldi. Elvan Çelebi’nin düştüğü ebced hesabına göre isyan 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) Çarşamba günü başlamıştı. Hâlbuki günümüzdeki hassas hesaplara göre o gün çarşamba değil cuma idi. Modern araştırmacılardan Irène Beldiceanu’ya göre Elvan Çelebi’nin verdiği tarih bir harf hatası yüzünden yanlış okunmuştu. Doğru okumaya göre isyan 10 Muharrem 638 (1 Ağustos 1240) başlamıştı. Ahmet Yaşar Ocak’a göre o günün çarşambaya rastlaması Beldiceanu’nun iddiasını destekler nitelikteydi.

İbn-i Bibi’nin deyimiyle o gün ‘karıncalar ve eşekarıları’ gibi her bir köşeden çıkarak evvela içinde yaşadıkları köyleri yakarak, yıkarak ilerleyen Baba İshak’ın ordusu (ki aralarında Türkmenler, Kürtler gibi Müslüman gruplar ve gayrimüslimler de vardı) önce Kefersud’u işgal etmiş, sonra Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Gerger ve Kâhta’yı ele geçirmiş, ardından her yeri yağmalayarak, yakarak Malatya’ya doğru ilerlemişti. İsyancılar, Baba İlyas’ın peygamberliğine inanmayan herkesi öldürüyorlardı. İbn-i Bibi’nin saray mensubu olduğunu hatırlayınca bu anlatıların abartılı olduğunu tahmin edebiliriz, nitekim Saint Quentin’e göre, Baba İshak’ın ordusu 3 bin kişiden fazla değildi. Bu boyutta bir ordunun böyle bir hasar vermesi zor görünüyor. Ancak yine de Malatya Valisi Muzaffeddin Alişir bu orduyu durdurmakta başarısız olmuştu. Bu da isyancıları iyice cesaretlendirmişti. (Bu arada belirtelim, Alişir’in ordusunda da Türkler, Kürtler, Gürcüler gibi değişik etnisiteden askerler vardı.)

Bunlar olurken Amasya’da olan Baba İlyas, Elvan Çelebi’ye göre Baba İshak’a Amasya’ya değil Canik tarafına yönelmesini söylemişti. (Ahmet Yaşar Ocak’a göre bunun nedeni Selçuklu ordularının Baba İshak’ı takip ederken Amasya’ya gelmesinin kendisini tehlikeye düşürmesinden endişe etmesi veya isyanın zamanlamasını doğru bulmaması ya da isyandan pişman olması olabilirdi.) Ancak Baba İshak bu emri dinlemeyecek, hatta haberi getiren elçileri de öldürecek ve Amasya’ya yönelecekti.

Baba İshak’ın orduları, Sivas önlerinde Selçuklu kuvvetlerini yenince hem kendilerine güvenleri artmış hem de Çepniler, Karamanlılar gibi o ana kadar olayla ilgisi olmayan Türkmen boyları isyancılara katılmıştı. Öyle ki, isyancılar Amasya’ya geldiklerinde Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev Konya’yı terk ederek Kubadabad’a kaçmıştı. Ama bir yandan da bir orduyu Amasya’ya göndermişti.

Amasya Kalesi’nde Baba İshak’ı bekleyen Baba  İlyas, Saint Quentin’e göre müritlerini hiçbir şeyden korkmadan çarpışmaları için teşvik etmekteydi. Ama sekiz kişinin ölmesi üzerine diğerleri büyük endişe ve üzüntüye kapılmışlar ve Baba Resul’a sormuşlardı: “Neden bizi ve ötekileri aldattın?” Baba İlyas’ın cevabı “Yarın hepinizin huzurunda Tanrı ile konuşacağım ve neden bu talihsizliğin başımıza geldiğini soracağım” olmuştu.

Ancak Amasya’daki savaş Selçukluların galibiyeti ile bitti. İbn-i Bibi’ye göre Baba İlyas yakalandı, idam edildi ve surlardan aşağı sallandırıldı. Bar Habraeus’a göre Baba İlyas pusuya düşürüldü ve öldürüldü. Saint Quentin’e göre kürek kemiklerinin arasından ölümcül bir yara aldı ve müritlerinin bu durumu görmemesi için bir mağaraya saklandı. Saint Quntin’e göre bu gözden kayboluş çok işe yaradı, müritleri onun meleklerin yardımını temin etmek için Tanrı katına gittiğini sandılar. Bir asırdan fazla bir zaman sonra bu hikâye Elvan Çelebi’nin kaleminden şu şekle dönüştü: “Baba İlyas yakalanıp Amasya Kalesi’nde bir zindana kapatıldı. Onunla aynı hücrede bir keşiş de kalıyordu. Baba İlyas bu hücrede tam 40 gün kaldı, keşişi Müslüman etti ve 40. gün hücrenin duvarları yarıldı. Baba İlyas’ın Boz Atı ortaya çıktı. Atına binen şeyh, Müslüman olan keşişe bu dünyadaki hayatının artık sona erdiğini söyleyerek göğe doğru havalandı ve kayboldu.”

Baba İlyas’ın öldürüldüğü ya da kaybolduğu haberleri Baba İshak’ın birliklerine ulaştığında, isyancılar buna inanmak istemediler ve ‘Baba Resulullah! Baba Resulullah!’ diye haykırarak Selçuklulara karşı daha bir azimle saldırıya geçtiler. Taraflar arasındaki nihai karşılaşma 1240 yılının kasım ayının henüz bilmediğimiz bir gününde, Kırşehir’in hemen kuzeydoğusunda bulunan Malya Ovası’nda (bugün Malya Çölü deniyor) yaşandı. Kaynaklara göre Baba İshak’ın ordusu 3 ile 6 bin arasında, Selçuklu ordusu 12 bin ile 60 bin arasındaydı. 300 ya da bin kişi  kadar da paralı Frank askeri vardı.

Ahmet Yaşar Ocak’a göre bu karşılaşma mükemmel silahlı ve donanımlı Romalı lejyoner taburlarına, perişan kılıklı, derme çatma silahlarla, başıbozuk şekilde karşı koymaya çalışan Spartaküs’ün kuvvetlerinin karşılaşmasına benziyordu. Başlangıçta Selçuklu askerleri Baba İlyas’ın mucize ve kerametlerine dair rivayetlerin etkisiyle saldırıya geçmek istemediler ama sonunda Spartaküs’ün ordusunun başına gelen Baba İshak’ın ordusunun da başına geldi. Frankların zırhlarına çarpan ilkel ok ve mızraklar kırılırken, Saint Quentin’e göre Selçuklu ordularını daha önce 12 kez yenen isyancılar ilk kendilerine güvenlerini kaybettiler. İbn-i Bibi’ye göre  Türkmenlerin büyük kısmı (4 bin kadarı) kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildiler. Bunlar arasında Baba İlyas’ın gözüpek komutanı Baba İshak da vardı. Sultan elde ettiği ganimetleri askerleri arasında paylaştırdı. Frank askerlerine üç bin altın dağıttı.

İsyana katılanlardan kurtulabilenler Orta, Batı ve Kuzey Anadolu’nun muhtelif bölgelerine sığındılar. Bu yerler sadece dağlar, köyler değildi. Nitekim I. Beldiceanu’nun ortaya çıkardığı 1487 tarihli bir belgeye göre, Hüdavendigâr (Bursa) Livası’na bağlık Göynük’teki yedi mahalleden ikisinin adı ‘Mahalle-i Babaîler’ idi. Yazara göre 1400’lerin başındaki Şeyh Bedreddin İsyanı’ndan arta kalanlar da buraya yerleştirilmişti.

İsyanı ‘köylü ayaklanması’ olarak niteleyen Marksist tarihçilere de, isyanı hetedoroks İslâm’ın ortodoks İslâm’a tepkisi olarak niteleyenlere de katılmayan Ahmet Yaşar Ocak’a göre Müslim, gayrimüslim köylülerin de katılmasına rağmen, isyan esas olarak zalim, müstebit ve yabancılarla (İranlılar) takviye edilmiş Selçuklu yönetimine çeşitli nedenlerle tepki duyan konar-göçer yahut yarı-göçebe Türkmenlerin başlattığı ‘mesiyanik’(Mehdici) bir ihtilaldi. (6)

Evet Selçuklu ordusunu tam on iki defa yenen Türkmenler, savaşın yapıldığı zaman sapsarı başaklarla Malya Ovası’nı yaşlı, genç, kadın, çocuk ve hayvan sürüleriyle dolmuştu. Hepsi inançlıydı. Varlarını yoklarını icabında canlarını Baba İshak’a ve isyanın başarısına adamışlardı.

İsyancıların namı o kadar yürümüştü ki, Selçuklu askerleri saldırmaya korkuyordu. Sonra Selçuklu ordusunun en önünde bulunan çelik zırhlı paralı Frank askerleri saldırıya geçti. Zırha ne ok ne de mızrak işliyordu… Bunu gören Türk, Kürt, Gürcü Selçuklu askerleri de saldırıya geçti, çıplak etin haysiyeti zırhlı ve tedirgin bedenlere galebe çalamamıştı…

Tam iki yüz yıl sonra Kaygısız Abdal Malya Ovası’ında başak gibi ezilen bu Babaî Türkmenleri için, “Kelebek ok yay almış, ava şikare çıkmış,” diyecekti…

Bu isyan kesinlikle dini motifler taşısa da Şii-Sünni çatışması değildir. Tamamen siyasi ve düzeni değiştirmeye yönelik örgütlü bir başkaldırıdır.

Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin de bu isyana katıldığı, (Baba İlyas’ın müriti olduğu) hatta kardeşi Mentaş’ın da bu isyanda öldüğü yazılır…

ANADOLU AYAKLANMALARI (7)

İSTANBUL Patrona Halil (1730)
Kabakçı Mustafa (1807)
BALIKESİR İlyas Paşa (1632)
EDREMİT İlyas Paşa (1632)
TİRE Sultanzade Cennetkâr (1625)
MANİSA Şeyh Bedreddin (1413)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
Şer Himmet (1750)
İZMİR Osmanoğlu Nasuh Paşa (1714)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
AYDIN Şeyh Bedreddin (1413)
Yusuf Paşa (1607)
Sultanzade Cennetkâr (1625)
Osmanoğlu Nasuh Paşa (1714)
Atçalı Kel Mehmet (1829)
NAZİLLİ Atçalı Kel Mehmet (1829)
BURDUR Şah Kulu (1500)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
ISPARTA Şah Kulu (1500)
Kalenderoğlu Mehmet (1607)
KÜTAHTA Şah Kulu (1500)
Deli Hasan (1600)
Katırcıoğlu (1648)
AKŞEHİR Katırcıoğlu (1648)
SÖĞÜT Kara Haydaroğlu (1647)
GEYVE Kalenderoğlu Mehmet (1607)
BURSA Abaza Hasan Paşa (1659)
BOLU Kalenderoğlu Mehmet (1607)
ANKARA Kalenderoğlu Mehmet (1607)
KONYA Abaza Hasan Paşa (1659)
KARAMAN Kalender Şah (1550)
ANTALYA Şah Kulu (1500)
ALANYA Şah Kulu (1500)
ÇORUM Karayazıcı Abdülhalim (1598)
KIRŞEHİR Babaî (1240)
MERSİN Baba Zünnun (1520-1530)
TARSUS Domuzoğulları ve Yenicebey (1500’ler) Veli Halife (1500’ler)
ADANA Domuzoğulları ve Yenicebey (1500’ler) Veli Halife (1500’ler) Kozanoğlu (1700’ler)

KOZAN Kozanoğlu (1700’ler)
İSKENDERUN Canbulatoğlu (1607)
KAYSERİ Baba Zünnun (1520-1530)
Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)
TURHAL Bozoklu Celâl (1518)
Kalender Şah (1527)
AMASYA Babaî (1240)
TOKAT Bozoklu Celâl (1500)
Deli Hasan (1600)
SİVAS Babaî (1240)
Şah Kulu (1500)
Karayazıcı Abdülhalim (1598)
Deli Hasan (1600)
Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)
Vardar Ali Paşa (1647)
MALATYA Karayazıcı Abdülhalim (1598)
URFA Karayazıcı Abdülhalim (1598)
MARAŞ Mehmet Nuri Paşa (1788)
KİLİS Mehmet Nuri Paşa (1788)
ANTEP Mehmet Nuri Paşa (1788)
HALEB Canbulatoğlu (1607)
ŞAM Canbulatoğlu (1607)
ADIYAMAN Babaî (1240)
TRABZON Tuzcuoğlu Memiş (1816)
GÜMÜŞHANE Tuzcuoğlu Memiş (1816)
RİZE Tuzcuoğlu Memiş (1816)
HOPA Tuzcuoğlu Memiş (1816)
KARS Şeyh Seydi (1500’ler)
ERZURUM Abaza Mehmet Paşa (1625-1627)

ŞEYH BEDREDDİN

“Yeryüzündeki saadet ve servet yaradılışta eşit olan insanlara, eşit olarak verilmelidir. Birinin zengin, diğerinin fakir, birinin tok, diğerinin aç olması hâli yaradılışa ve tabiata uygun değildir. Fikir ve vicdanın uyumu tabiatın gereğidir, zorla ve kanunla değildir. Bütün insanlar kardeştir. Müslüman, Mecusi, İsevi ve Musevi yoktur. Zorbalığa dayanan hükümet meşru olamaz” derdi ‘Varidat’da Şeyh Bedreddin Mahmut Rûmi…

Edirne’ye bağlı Simavna’da (Trakya) doğan Bedreddin, ilk eğitimini babasından ve Molla Yusuf’tan alır. Uğruna canını verdiği bu isyankâr düşünceyi Mısır’da aldığı eğitimle edinir.

Bedreddin’in düşüncelerinin özünde tanrısal gerçeklere varmak için tanrı ile kurulacak yakınlık sonucunda tanrı ışığının insanın içine doğmasıyla, insanın tanrıyla özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikri yer almaktadır. Bu görüşü dinsiz ve sapkın ilan edilen Bedreddin, yeryüzünde ezilenlere yol gösterdiği için egemen soylular tarafından bir kargaşa kaynağı olarak algılanmıştır. Eşitlik ülkülerini öne çıkartarak eşitlikçi bir toplum hayalinin mimarı olur.

Nedim Gürsel’in, “Tarihsel maddecilik açısından ele alındığında, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının dinsel-ideolojik niteliği sınıf savaşımının özgül biçimlerinden biri olarak yorumlanmalıdır. Belli bir tarihsel dönemdeki ekonomik ve toplumsal koşulların doğal sonucudur bu,” diye tarif ettiği Şeyh Bedreddin (1358-1420) ayaklanması, Anadolu’nun ilk komünal ayaklanması diyebileceğimiz bir isyandır.

“Yarin yanağından gayri” her şeyi paylaşmak ve ortakça bir düzen kurmak için yola çıkan, Osmanlı’nın  “zındık”lıkla suçladığı isyan önderi, ayaklanmacı ve panteist materyalizmin ilk temsilcilerindenken; “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?” demişti…

Osmanlı’ların zulmünden kurtulmak, hep beraber üretip hep beraber tüketmek için başkaldıranların önderi Şeyh Bedreddin’in Avrupa’nın ünlü köylü ayaklanmalarının öncüsü Jan Hus ile görüşüp, ondan etkilendiğini kaydedilir.

İslâm hukukunun büyük bilginlerinden biri olan Şeyh Bedreddin, giderek iktidarın, zenginliğin, haksızlık ve yolsuzluğun sarsılmazlığını, değişmezliğini öne süren şeriat ilkelerinin eşitlikle bağdaşmadığı sonucuna varmıştı. Bu sonuca ulaşmasıyla birlikte kendisine büyük ün sağlayan bütün yapıtlarını yok etti.

Geçtiği katı eğitim sonucu halkının çektiği acılara yaklaşmış ve böylece eşitliğin öbür dünyada değil bu dünyada, gökyüzünde değil yeryüzünde olduğunu kendi kişiliğinde göstermek için kendisine verilen mürşitlik, şeyhlik gibi bütün unvanları reddetmişti. Çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak, yeryüzünde eşitliğin sağlanmasının biricik yolunun toprağın ve tüm zenginliklerin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini görüyordu. Bu amaca ulaşmak için XV. yüzyılda, antifeodal bir halk ayaklanmasının başına geçti. Fanatizmin ve dinsel hoşgörüsüzlüğün egemen olduğu bir dönemde, savaş arkadaşlarıyla birlikte halkların ve dinlerin birbirine eşit olduğunu savundu…

Onun hakkında Hikmet Kıvılcımlı şunları derdi: “Türkiye devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir…”

“Şeyh Bedreddin ve müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğini öğütlüyorlardı. Şeyh Bedreddin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayalî) sosyalizmin kurucusu Thomas Moore’dan 0(8) daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.”

Annesi Rum, eşi Habeş (eski bir köle), gelini Ermeni olan XV. yüzyıl mutasavvıfı, hukuk âlimi ve isyancısıydı O…

Sakız Adası rahipleri, Torlaklar, Kalenderiler ve Ege köylüleri peşinden gitmişti.

“El gövdede kaşınan yeri bilir, dert bizde, derman ellerimizdedir,” diyen Şeyh Bedreddin ve arkadaşları, yarin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber diyebilmek için, cellatların önünde boyun eğmeden canlarını vermişlerdir.

Nâzım Hikmet’e göre, “Dünyadaki ilk sosyalist harekettir Şeyh Bedreddin’in isyanı”…

Şeyh Bedreddin, tüm insanların yeryüzündeki her şeyden ortak yararlanması gerektiğini, herkese emeğinin karşılığının verilmesi gerektiğini savunup; XV. yüzyılda Anadolu’da hüküm süren merkezi otoriteye başkaldırdığı gerekçesi ile idam edilen Şeyh, asılacağı darağacının önüne geldiğinde yüzündeki değişiklikten dolayı onunla alay etmek isteyenlere dönüp “Güneş batarken sararır” karşılığını vermişti…

“Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar…

Kötü ve çirkin işlerle uğraşan insanlar haktan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır. İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda hakka kavuşmuşlardır…

Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz…

Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler,” diyen Şeyh Bedreddin’ın yaşamı, Anadolu tarihine damgasını vuran bir mücadelenin ürünüdür…

Yaşadığı dönemde şehzadeler mücadelesi sürecinde Bayezid’in oğullarından Musa Çelebi’nin kardeşi Süleyman Çelebi ile yaptığı savaş sonunda Edirne’yi ele geçirmesi üzerine Şeyh Bedreddin kazaskerliğe tayin edildi ve aktif  olarak siyasi hayata atıldı.

Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmed Çelebi karşısında yenik düşmesiyle 1413’te Şeyh Bedreddin ailesi ile birlikte İznik’e sürgün edildi. Kendisine 1000 akçe maaş bağlandı fakat bu durumu kabullenmeyip siyasi teşkilâtlanmayı sağlamak üzere harekete geçti.

Börklüce Mustafa’yı Aydın ve civarında propaganda faaliyetleri için görevlendirdi. Börklüce Aydın ve  Karaburun’da binlerce sempatizan topladı. Ancak onun bu faaliyetleri nedeniyle kendisinin sorumlu tutulacağından kaygılanan ve bu gelişmelerin isyan hareketi başlatma imkânı hazırladığını düşünen şeyh, göz hapsinde olmasına rağmen muhtemelen 1416’da İznik’ten kaçmayı başarmış, Kastamonu’ya giderek İsfendiyar Bey’e sığınmıştır. Tatar iline ulaşmak niyetinde iken bu amacına ulaşamamıştır. Bunun üzerine Sinop limanından bir gemiye binerek Rumeli’ye geçmiştir. Önce Zağra, oradan da Silistre, Dobruca ve Deliorman’a gitmiş ve buraya yerleşmiştir. Burada taraftarları oldukça hızlı bir şekilde artmıştır.

Bu üç isyancının başarılarından endişelenen Sultan Mehmed, Şeyh’in üzerine büyük bir kuvvet göndermiştir. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal bozguna uğratılmış, adamları dağıtılarak, şeyh esir alınmıştır.

Padişah’ın emriyle bir heyet kurularak Şeyh yargılanmıştır. Heyet Şeyhin, malı ve ailesi korunmak şartıyla idamına karar vermiştir. Bu fetva üzerine Şeyh Bedreddin 1420’de Serez’de idam edilmiş ve burada defnedilmiştir. 1961’de kemikleri, Sultan Mahmud’un Divanyolu’ndaki türbesi haziresine defnedilmiştir.

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarındaki rolü yanında Börklüce’nin de Torlak Kemal’in de isyanlarına girişmeden önce ve öldürülürken kalplerinde ve dillerinde Şeyh’i saygıyla taşıdıkları herkesin bilgisi dahilinde olduğu Şeyh Bedreddin, Osmanlı tarihinin resmi ağzına göre bir asi, bir sapkındır. Aşıkpaşazade dahil önde gelen Osmanlı tarihçileri, onu ve bedenini darağacından indirip defneden müritlerini kötü sözlerle anarlar.

Şeyh-ül İslâm’ın idamı konusunda verdiği karar “malı haramdır amma bunun kanı helâldır,” sözü üzerine Şeyh Bedreddin şu yanıtı verir:

“- Mademki bu kerre mağlubuz

netsek, neylesek zaid.

Gayrı uzatman sözü.

Mademki fetva bize aid

verin ki basak bağrına mührümüzü…”

BÖRKLÜCE MUSTAFA

Şeyh Bedrettin Marx ise Börklüce Mustafa Lenin’di… (Torlak Kemal de, Beyazıt döneminde Şeyh Bedreddin ayaklanmasında önemli rol oynamıştır. Osmanlı yönetimine isyan eden ilk Yahudi olarak tarihe geçmiştir).

Bilge Umar’ın romanında, “Bana Dede Sultan derler; derviş olmadan, kemal yoluna girmeden önce adım Börklüce Mustafa idi. Bu gördüklerin, benim yoldaşlarımdan sağ kalanlardır. Biz Karaburun taraflarındaki memleketi kendimize mülk edindik. Mülk sahibi olmakta hepimiz ortak idik. Kadınlarımız dışında her şeyimizde anca beraber kanca beraber idik. Bizde tımar sahibi yoktu, sahib-i arz yoktu, vüzera yoktu, ümera yoktu. Hepimiz malı ortak, mülkü ortak, keyfi ortak, tasası ortak, kararları ortak bir kardaşlar cemaati idik. Bizim gibi olanlar, yahut olmak isteyip de buna gücü yetmeyenler, huda’nın eseri ya da insan emeğinin eseri malı mülkü kendi uhdelerinde yığın etmiş ve bu yığını kendine hasretmiş mahlukatı sevmez, onları gerçek insan neslinden saymaz. Öyleleri de insan neslinden hiç kimseyi sevmez. Hele bizim gibilerin güçlenmesinden ödleri patlar, bizi yok etmek isterler; çünkü bilirler ki biz yeterince güçlenince onları zemin-i arz’dan yok ederiz ve elbette bir gün hepsini yok edeceğiz. İşte anın’çün üstümüze ordu göndermişlerdir,” diyen ve Simavna kadısı Şeyh Bedreddin’in askeri işlerinden sorumlu olan Börklüce Mustafa, Hıristiyanlarla işbirliği yapmış olduğu iddiasıyla, özellikle çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Kendisi çarmıha gerili iken yoldaşlarının kafaları gözleri önünde vurulurken, sadece “İriş dede sultanım iriş” diyen; başka da bir şey demeyen Şeyh Bedreddin müridiydi…

Evet “dem bu demdir haber geldi

haydin canlar, hudey hudey

çok beklerdik, vakit erdi

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah ne mültezim ne ümera

ne cellâtlar ne vüzera

çekilsin bütün zalimler dara

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

kalksın kement, zincir, halka

geliyoruz dalga dalga

malın mülkün hepsi halka

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

İslâmi yahudi ve isevi

ata bilmez mi âdem’i

insan olan gelsin beri

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah

dede sultan geçti başa

zalimlerin aklı şaşa

bedredin’im sen çok yaşa

kızıl sancak kalktı hey hey

ne saltanat ne padişah”…

Ya da “kılış üşüşürdü, beyi, sultanı,

atını koşturdu veziri, hanı,

biz de helal ettik bu kuşça canı,

and verdik yoluna, dökeriz kanı

iriş dede sultan, kavgaya iriş,

imdi can günüdür, gazaya giriş…

aydın’da ortaklar, karaburun’da,

kılıç ceran oldu, oynuyor kında,” haykırışlarıyla büyüyen Börklüce’nin başkaldırısında on bin yoldaşından sekiz bini savaşta ölmüş, geri kalanların Sakız Adası’na kaçış yolu kesilmişti.

Tarihçi Dukas’ın ifadesiyle, “Türkmenlere vaaz ve öğütlerinde; kadınlar müstesne, erzak, giyim kuşam, ehli hayvan, arazi gibi şeylerin hepsi, herkesin müşterek malıdır diyen Börklüce, ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı surette tasarruf edebilirsin, iddiasındaydı. Bu nevi sözleriyle köylüyü ve avamı kendi tarafına celb ve cezbettikten sonra Hıristiyanlar ile de dostluk tesisine çalıştı. Börklüce’ye göre, Hıristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden bir Türkmen, dinsiz demekti. Onun bütün fikir arkadaşları da tesadüf ettikleri Hıristiyanlara dostane muamelelerde bulunuyor ve cenab-ı hak tarafından gönderilmiş gibi hürmet gösteriyorlardı. Hergün Sakız Adası hükümeti ile ruhani reislerine adamlar göndererek onlara; Hıristiyan akideleriyle uyuşmayan kimselerin kati surette kurtulamayacağına inandığını bildiriyordu.

Çelebi Mehmed Saruhan valisi ve daha sonra Saruhan beyi ve Aydın kuvvetlerini gönderdi Börklüce üzerine. Bu ordu, sarp geçitleri zapt ederek daha ileri boğazlara doğru yürüdüğü sırada, köylüler tarafından o suretle perişan edildi”

“Çelebi Mehmed durumdan haberdar olunca, 12 yaşındaki oğlu Murad’ı ve Bayezıd Paşa’yı Rumeli ordusu ile Börklüce’nin üzerine yolladı. Bayezıd Paşa, geçilmesi zor derbentlerden geçerken ihtiyar, genç, erkek ve kadın her kime tesadüf edildiyse katlettirip dervişler tarafından tahkim edilen dağa kadar ilerlendi. Pek kanlı bir mücadele oldu. Börklüce ve dervişleri, sahte keşişler tarafından tutsak edilip Ayasluğ’a getirildiler. Börklüce ye tatbik olunan müthiş işkenceler, onun fikr-i sabitinden çevirmedi. Kollarından ayaklarından çarmıha çivilenerek bir devenin sırtında şehirde gezdirildi. Kendisine sadık dervişleri Mustafa’nın gözü önünde katledildi. Bunlar, ‘Dede sultan iriş’ nidalarıyla teslim i can ettiler…”

CELÂLÎLER

XVI. ve XVII. Yüzyıllardaki Celâlî İsyanları, Osmanlı yönetimine başkaldırıdır; ayaklanmaların ilk önderi Şeyh Celâl’den gelir adı (XVI. yüzyıl başlarında çiftçilerin ayaklanması şeklinde başlayan bu isyanlar sahne alırken, Avrupa’da da, Alman çiftçileri Florian Geyer önderliğinde başkaldırıyorlardı).

Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim döneminde devlete başkaldıran Bozoklu derviş Celâl’in 20 bin kişilik hareketine verilen isimdir.

Bundan sonra Osmanlı’ya isyan eden her kesime Celâlî denmiştir.

Aslında hepimiz Celâlî’yizdir. Gönlümüze düşünce aşk ateşi, gözümüz dünyaları görmez hayattaki herşeye başkaldırırız aşk için…

Haksızlığa uğradığımızda Celâlî’yizdir. İş bu nedenle Cemal Süreya der ki:

“şelaleye düşmüştür

zeytinin dali

celâlîyim

celâlîsin

celâlî…”
Bozoklu’lu (Yozgat) olan Şeyh Celâl, 1519’da Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Tokat yöresinde başlayan Şeyh Celâl Ayaklanması, Alevi Türkmenler ve göçebe yaşayan diğer boylar arasında destek buldu. Devletin ağır vergi yükü altında ezilen binlerce çiftçinin de katılmasıyla hızla yayıldı. Ayaklanma aynı yıl kanlı bir biçimde bastırıldı.

XVII. yüzyıldaki başlıca Celâlîler şunlardır: Karayazıcı Abdülhalim, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil Ahmet, Abaza Mehmet, Abaza Hasan, Kör Mahmut, Gürcü Nebi, Katırcıoğlu, Vardar Ali, İbşir Paşa…

Anadolu’da büyük Celâlî hareketleri, medrese öğrencilerinin (suhte ya da softa) hareketini de tetikledi. Medrese öğrencileri ve medrese bitirip iş bulamayanlar Yozgat, Amasya, Adıyaman, Sivas ve Malatya yörelerinde büyük ayaklanmalar başlattılar. Bu ayaklanmalar tarihe suhte ayaklanmaları olarak geçti.

Celâlî önderlerinden biri de Bolu ve Gerede yöresinde 1581’de ortaya çıkan Köroğlu Ruşen’di. Köroğlu, soyguncu devlet yöneticilerine ve beylere karşı mücadele etti. Yaşamı ve serüvenleri, halk arasında derin izler bıraktı ve Köroğlu Destanı’na konu oldu.

XVI. yüzyılın sonlarına değin Celâlî ayaklanmaları, daha çok yöresel bir özellik taşıyordu. 1598’de Sivas ve Maraş bölgesinde çıkan Karayazıcı ayaklanması, Celâlî hareketlerinin niteliğini değiştirdi. Sekban askerlerinin komutanıyken ayaklanan Karayazıcı’ya, dirlikleri ellerinden alınan sipahiler, topraklarını terk eden köylüler, işsiz kalan sekbanlar, yönetimden hoşnut olmayan beyler ve paşalar da katıldı. 20 bin kişilik bir ayaklanmacı ordusunu yöneten Karayazıcı, büyük kentlere bile baskınlar düzenleyip çekiliyordu. Karayazıcı üzerine gönderilen Osmanlı ordusu karşısında Tokat’a çekildi ve 1601’de öldü.

Karayazıcı’nın ölümünden sonra ayaklanmacıların başına kardeşi Deli Hasan geçti. Osmanlı devleti, orta Anadolu’ya egemen olan Deli Hasan kuvvetlerini bastıramayınca, onunla anlaşma yolunu seçti. Deli Hasan’ı paşa unvanıyla Bosna beylerbeyliğine atadı. Ancak devletin bu tavrı öbür Celâlî önderlerini cesaretlendirdi. 1603-1607 arasında Celâlî ayaklanmaları bütün Anadolu’ya yayıldı. Tavil Ahmed, Canbulatoğlu ve Kalenderoğlu gibi Celâlî önderler devlet otoritesini ortadan kaldırdılar. Anadolu’daki köylüler canlarını kurtarmak için yerleşim yerlerini terk ederek dağlara sığınmak zorunda kaldılar. Osmanlı tarihine bu dönem “büyük kaçgun” olarak geçmiştir.

Nihayet Osmanlı devleti, Celâlîleri kesin olarak ortadan  kaldırmaya karar verdi. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa büyük bir orduyla 1606’da Anadolu’ya geçti. 1610 yılına kadar giriştiği savaşlarda Celâlîleri ve adamlarını acımasızca öldürerek cesetlerini açtırdığı kuyulara doldurttu. Bu dönemde öldürttüğü insan sayısının 65 bin civarında olduğu rivayet edilir.

1622’de yeni bir ayaklanma başlattı ve bu ayaklanma ancak 1627’de bastırılabildi. Sultan I. İbrahim döneminde (1640-1648) Sivas Valisi Vardar Ali Paşa ve İsparta yöresinde Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu ayaklanmaları çıktı.

Ancak Osmanlı devleti, ayaklanmacılara karşı siyasetini belli ölçülerde değiştirdi ve onları denetim altına alma yolunu kullandı. Katırcıoğlu, Karaman beylerbeyliğiyle ödüllendirilerek etkisiz hâle getirildi. 1658’de ayaklanan Abaza Hasan Paşa’ya da devlet görevi verildi. Anadolu’da XVII. yüzyıl ortalarından sonra görülen yerel Celâlî toplulukları da II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Avusturya ve müttefiklerine karşı yürütülen savaşlarda asker olarak orduya alındı.

Nihayet Mustafa Akdağ’ın geniş geniş işlediği Celâlî İsyanları’nda katledilen köylüler konusunda Evliya Çelebi şunları anlatır:

“Birkaç gün içinde Üsküdar insan kanı ile laleliğe dönüp, teafün ile kötü kokudan divan erbabı rahatsız olmaya başladılar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırda rahatça oturanların üzerine konup herkesin elbise ve destarını kana buladılar… Bu üzücü hâlin nihayetinde… insanların kuyulara gömülmesi de kâr etmeyince… başlar  Haydarpaşa bahçesi önünde denize dökülür oldu… bu da yetmeyince… divanda mahkemesi görülenleri Kavak iskelesine götürüp orada katletmek tedbir edildi. Hergün Kavak iskelesinde yüzlerce adam öldürüldü.”

BANAZLI PİR SULTAN ABDAL
“kadılar müftüler fetva yazarsa/ işte kemend, işte boynum asarsa/ işte hançer, işte kellem keserse/ dönen dönsün ben dönmezem yolumdan,” diye haykıran Pir Sultan Abdal, Kızılbaşların ulvi şahsiyeti ve abdaldır.

Sivas’ın Yıldızeli ilçesi’nin Banaz köyü’nde doğan Pir Sultan’ın asıl adı Haydar’dır.

Edebiyat tarihimizde dörtyüz yıldan beri değerinden hiçbir şey kaybetmeyen ve halk pınarımızın gür ve berrak gözelerinden birisi olan Pir Sultan, “Cehennemde ateş yoktur, her insan ateşini bu dünyadan götürür,” diyerek haksızlıklara karşı çıkmış ve bu uğurda öldürülmüş halk şairiydi.

Zalim Hızır Paşa’ya boyun eğmeyen bir eren ve Anadolu Kızılbaşları’nın “demiri demirle dövdüler,/biri sıcak, biri soğuktu,/ insanı insanla kırdılar,/biri aç, biri toktu,” diyen isyancı önderidir.

Anadolu halkının bağrında açılmış bir kızıl güldür Pir Sultan.

Ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı bin canla yeniden tutuşturmuş.

Şiirleri sağlıklarında yazıya geçmemiş eski halk şairlerimizden hiçbirinin hiçbir şiiri için, kendi ağzından çıktığı kesinlikle söylenemez.

Pir Sultan, Anadolu halkından kopmuş, köyün köylünün dilinden anlamaz olmuş, Osmanlı sarayına karşı bir  başkaldırmaydı.

“Bozuk düzende sağlam çark olmaz, düzeni
baştan değiştirmek gerekir,” sözüyle…

“yürü be hızır paşa/ senin de çarkın kırılır/ güvendiğin padişahın/ o da birgün devrilir”…

“padişah katlime ferman dilese/ yine geçmem ala gözlü şah’ımdan/ cellatlar karşımda satır bilese/yine geçmem ala gözlü şah’ımdan/ /

karadır kaşları benzer kömüre/ münafıklar zarar verir ömüre/ ik’ellerim bağlasalar demire/ yine geçmem ala gözlü şah’ımdan”…

“dünyanın üzerinde kurulu direk/ emek zay olmadan sızlar mı yürek/ bu düzeni kim kurmuş bizler de bilek/ söyle canım söyle dinlesin canlar”…

dizelerindeki üzere isyankârdı, asi bir pir’di, Kızılbaşların yedi büyük şairden biriydi. “kıblem sensin yüzüm sana dönerim/ mihrabımdır kaşlarının arası” demekle kalmamış, “af diler yalvarırsan canını almam” diyen Hızır Paşa’ya “can için yalvarmam sana/ şehin şah bana darılır” demek suretiyle yanıtlayıp; recmle idam edilmiş…

Söylenceye göre tam idam edildiği yani asıldığı sırada bir anda ortadan kaybolmuştu…(9)

KÖROĞLU

Köroğlu, XVI. yüzyılda yaşamış asıl adı “Ruşen Ali” olan halk kahramanı ve şairi kişiliğinde anonim bir halk kahramanıdır…

Köroğlu’nun nerede ve hangi yüzyılda yaşadığı kesin değildir. Azerbaycan, Antep, Maraş, Erzurum, Bolu, Kars, Halep, Gürcistan, Özbekistan,Dağıstan, Silistre, Buhara, Mısır vb. yerleri sayarsak coğrafyası çok geniştir.

Yaygın rivayete göre Köroğlu, XVI-XVII. yüzyıllarda Bolu-Gerede bölgesinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu’ya yayılmış bir ozan-savaşçıdır. Babası Bolu Beyi’nin seyisidir. Babasının gözlerine Bolu Beyi tarafından mil çektirilmiştir. Kahramana Köroğlu denmesinin nedeni budur. Asıl adı Ruşen Ali’dir. Köroğlu, Bolu Beyi’nin nezdinde varolan baskı sistemine karşı ayaklanması, yoksul halkın hakkını koruması, adaleti gibi özellikleriyle destansı bir kahraman hâline dönüşmüştür.

Köroğlu’nun yaşadığı devir, Osmanlı yönetiminin sorunlarla boğuştuğu, çareyi baskı ve kontrolü artırmakta bulduğu bir devirdir. İşte böyle bir devirde yöneticilik yapan Bolu Beyi Süleyman, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf’u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur, diye bilinmektedir.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu bilmektedir. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce seyisine çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf’un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi  koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf’un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır’ı görür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır’ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağları’ndan gelecek üç sihirli köpüğü Aras Irmağı’nda beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf’un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öç alacak, bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Zengini soyar. Ünü yayılır, kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel’de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’de geçen kervanlardan vergi alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Osmanlı’nın Robin Hood’udur; zenginden alıp, fakire veren…

Haşim Nezihi Okay’ın ifadesiyle, “Köroğlu, XVI. yüzyılda Osmanlı devletinin Anadolu’da sürdürdüğü bozuk düzene, baskı ve haksızlık rejimine, ağa ve derebeyi üstünlüğüne karşı Anadolu halkının direnme gücünün sembolüdür. Her türlü haksızlığın sürdürüldüğü, fakir fukara halkın nasibinin sadece ezilmek olduğu bir devirdeKöroğlu’nun ve Dadaloğlu’nun koşmaları; beylerin, ağaların ve sarayın suratına indirilmiş birer şamardır. ‘Buna kavga derler, bey ne, paşa ne?’ diyen Köroğlu sarayın ve onun düzenine karşı halkın kinini ne güzel anlatır. ‘İncitmeyin fukarayı, fakiri’ demekle de fakir halkın bu bozuk düzene karşı koruyuculuğunu üstüne almış görünür…”

DADALOĞLU

Koşmalarında Dadaloğlu takma adını kullanan Çukurova’nın yiğit çocuğunun asıl adı Veli’dir. Avşar aşiretinden  Musa’nın oğludur. 1785 yılında Ceyhan’da dünyaya geldiği söylenmektedir.

“Dadaloğlu’m hile yoktur işimde/ yiğit olan yiğit görür düşünde/ alışkın tüfekle dağlar başında/ azrail’den başkasına aman mı?” diyen Dadaloğlu’nun şiirlerinde Karacaoğlan ve Köroğlu etkileri vardır. Köroğlu’nun kahramanlığını ve Karacaoğlan’ın aşkını çok iyi harmanlayan Dadaloğlu, bu üslubuyla geniş kitlelere hitap edebilmiştir.

Osmanlı’nın göçebe aşiretleri göç ve iskana zorlamasına karşı duran Dadaloğlu çok sağlam, yiğit, sert, savaşkan bir kimlik, görünüm, eylem içindedir ama yüreğinde de gerçekten sımsıcak sevgiler taşır, coşkulu, tutkun bir yanı  vardır.

Dadaloğlu’nun yaşadığı dönemde Türkmen boylarının ilginç bir savaşımı var.

Dadaloğlu’nu etkileyen önemli olayların başlıcası şudur: Toros’lardaki Türkmen boyları zaman zaman kendi aralarında çatışmakta; zaman zaman da kümeleşerek dönemin yönetimine başkaldırmaktadırlar.

Yönetim bu soruna bir çözüm bulmak üzere 1865 yılında Cevdet Paşa ve Derviş Paşa’ların yönetiminde bir Fırka-i Islahiye kurar ve bölgeye gönderir. Görevleri, göçerlikle yaşayan Türkmen boylarını yerleşik bir düzene sokmak, toprağa bağlamak, böylece başkaldırı tehlikelerini ortadan kaldırmaktır.

Bu arada Dadaloğlu’nun bağlı olduğu Avşar boyu da alınır Sivas’ın köylerinden birine gönderilir.

Dadaloğlu’nun yiğit, gür bir sesle, coşkuyla söylediği şiirlerinin içeriğinde, yaşadığı çağın tarihsel, toplumsal olaylarını anlatışı özellikle de “Osmanlı”ya karşı koyma çabaları yatar.

Dadaloğlu’nun en belirgin özelliklerinden biri de dilidir.

Yazık ki çok şiir kalmamıştır Avşar beyliğinin, bir göç sonrasında çok az kalmış kuvvetleriyle Germiyanoğlu beyliğini yenmesini konu edip, “kalktı göç eyledi Avşar illeri,/ ağır ağır giden iller bizimdir./ arab atlar yakın eyler ırağı,/ yüce dağdan aşan yollar bizimdir./

Dadaloğlu yarın kavga kurulur,/ öter tüfek davulbazlar vurulur./ nice koç yiğitler yere serilir,/ ölen ölür kalan sağlar bizimdir./

belimizde kılıcımız kırmani,/ taşı deler mızrağımın temreni./ hakkımızda devlet etmiş fermanı,/ ferman padişahın dağlar bizimdir,” diyerek; “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” vecizesini dağarcığımıza ekleyen ozandan…

ATÇALI KEL MEHMET EFE

Atçalı Kel Mehmet’e gelince, haksızlıklara karşı ayaklanmış, halkı koruyup gözetmiş ve “kanunsuz” olarak nitelenmiştir…

1780 yılında Aydın’ın Atça kazasında doğan fakir bir ailenin çocuğuyken beyin güreşte ödül olarak koyduğu kızını rakiplerini yenerek kazanmasına rağmen vermeyince kızıp dağa çıkan ve 1829-1830 Aydın ihtilali olarak  adlandırılan şekliyle yönetime el koyan ve bir nevi Magna Carta tarzı kararlar alıp; zulüm ve haksız vergi alımının  önlenmesi askerlik işlerinin düzene girmesi gibi kazanımlarından dolayı bölgesinde çok sevilen efeydi.

Zamanında çok ürkek, hatta korkak biri olduğundan söz edilen Atçalı Kel Mehmet Efe, bir gün köy kahvesinde otururken, köy ahalisinin ve kendisinin devlet tarafından sömürüldüğünü ve yok yere acı çektirildiğini düşünüp buna bir çare ararken, üç köpeğe karşı bir köpeğin kapışmasına şahit olur. Uzun bir arbededen sonra üç köpek tarafından bir hayli yıpratılan küçük köpek, can havliyle kaçarken çıkmaz bir sokağa girer. Kaçacak yeri yoktur. Son nefeslerini alıyor olmasına rağmen sırtını duvara verip, bu üç köpeğe çılgınca saldırır ve onarı kaçırmayı başarır.

Bu olaya tanık olan Atçalı Kel Mehmet, bu durumu devletin baskısına benzeterek ve bu olaydan ilham alıp, sırtını dağlara vermiş ve o günden ölümüne dek devlete karşı halkı savunmuştur.

Küçük bir çocukken akranları tarafından habire aşağılanır, onlardan dayak yermiş. Çocuklar kafasına vura vura, kafası kanaya kanaya kel olduğu söylenirdi. Üç köpek hikâyesinden sonra “Bundan kelli kim ki kele saldırır, günü görür” demiş ve kendisinden sonra gelecek olan Yörük Ali Efe gibi önemli isimlere ilham kaynağı olmuştu.

Onun için bir türkü, “aydın dağlarında gezerim gayri/ yazıldı fermanım okundu gayri/ aldım martinimi çıktım dağlara/ dünya bir olsa tutulmam gayri/

atçalı mehmet’im bilsinler beni/ yoksulun yanında görsünler beni/ koyarım bu yola bu tatlı canı/ dünya bir olsa tutulmam gayri,” derken; isyan ettiği Osmanlı’ya yazdığı mektupları “vali-i vilayet, hademe-i devlet” şeklinde mühürleyen  Atçalı Kel Mehmet’in “tutumu”, kendinin de, isyanın da sonunu hazırlamıştı.

ÇAKIRCALI MEHMET EFE

1872 yılında Ödemiş’te doğmuş, 25 yaşında dağa çıkmış, 5 kişiyle kurduğu çetesini genişleterek adını bütün o çevreye yaymıştı.

İyi güreşir, iyi silah kullanırdı. 80 kadar çarpışmaya girmiş ve hepsinden sağ çıkmıştı.

1912’de hükümet kuvvetleriyle çarpışırken kendi adamları tarafından vurularak öldürülmüştü.

“Hey gidinin efesi/ dokuz dağın efesi…” denen Çakırcalı Mehmet Efe, sıradan bir Egeli köy çocuğu iken efsane olmuştur…

Babasının katilini öldürmekle işe başlamış, halk tarafından sevilmeyen birkaç mültezimi de hâlledince Ödemiş Havzası’nda birden umar durumuna gelmişti… Ağalar, beyler ondan korktukça halk onu daha çok sevdi…

“Ola ki Çakırcalı Mehmet Efe’min işine yarar” diye, torba torba azıklar konur; “Buradan geçerse alıp yesin Çakırcalı Mehmet Efem, soysuza muhtaç olmasın, yorulmuş atını bıraksın da dinlenmiş ata binip gitsin, Osmanlı zaptiyesine yakalanmasın” diye atlar bekletilirmiş…

Çakırcalı Mehmet Efe İkinci Abdülhamid’in sıkı yönetimine karşı onüç yıl, İkinci Meşrutiyet’ten sonraki yönetime karşı da iki yıl olmak üzere 1895’ten 1910 yılına kadar İzmir, Aydın, Denizli, Nazilli, Ödemiş, Konya Dağları’nda,
Antalya ve Muğla bölgelerinde dolaşmış, ikinci bir devlet gibi kendi yöntemleriyle hâkimiyet kurmuş, bu süre içinde halktan vergi almış, adalet dağıtmış, yol, köprü ve camiler yaptırmış ve Osmanlı ile mücadele etmiş, zaman zaman dağdan inip resmi görüşmeler yapmış, hükümetle eşit koşullarda anlaşmalar yapmak için sarayı ayağına kadar getirmiş bir kişilikti.

Robin Hood’u andıran Çakırcalı Mehmet Efe, vicdanlı, halkı seven, cesur, otoriter bir zeybek imiş. Hükümetten her hangi bir yardım ya da koruma bulamayanlar kurtuluşu onda buluyorlarmış.

Osmanlı ile pek çok kez masaya oturan ve üç kez bütün şartlarını kabul ettirip bulunduğu muhite bir tane bile devleti Osmaniye memuru sokturmayan efe. Düşmanlarına karşı acımasızlığı ve halka karşı merhameti; zenginden alıp fakire verme, evleneceklere çeyiz düzmesi ile bilinen Çakırcalı Mehmet Efe’nin mezarının yanından geçerken köylülerin “Destur Çakırcalı” dedikleri ya da mezarını uzaktan görününce, “Yol ver Çakırcalı, yaban değiliz!” dedikleri rivayet edilir hâlâ…

Cesedinin kafası ve elleri kimliği belli olmasın diye çetesindeki kızanları tarafından kesilmiş ve üzerine zeybek kıyafeti giydirilen Çakırcalı Mehmet Efe’yi öldüren zamanın yüzbaşısı Rüştü Kobaş’ın bu olaydan sonra hem Osmanlı da hem de Cumhuriyet döneminde önemli yerlere gelmesi Çakırcalı’nın, devletin başına nasıl bir bela olduğunu anlatır.

 

SELÇUKLU’DAN OSMANLI’YA AYAKLANMALAR[10]
1240 BABÂÎLER AYAKLANMASI Amasya, Kırşehir, Sivas, Adıyaman ve Malatya dolaylarında Baba İshak tarafından başlatılan, kısa sürede Türkmenler arasında yapılan eşitlikçi temelde dayalı dinsel kökenli bir ayaklanmadır. Başka Selçuklu kuvvetlerine karşı önemli başarılar elde etmiş olan hareket, Selçukluların Frank askerlerini savaşa alanına sokmaları sonucunda yenilmiş ve binlerce Türkmen kılıçtan geçirilip, Baba İlyas ile Baba İshak gibi önderler İdam edilmiştir.
1413 ŞEYH BEDREDDİN AYAKLANMASI Gerçekte Şeyh Bedreddin’in içinde yeralmadığı ama müridlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in Aydın ve Manisa yörelerinde başlattığı ayaklanma, hareketin düşünce planındaki önderinin Bedreddin olması nedeniyle bu isimle anılmaktadır. Dinsel niteliğe sahip ancak eşitlikçi, mülkiyet karşıtı ve insan sevgisine dayalıdır felsefesi olan ayaklanma Mehmet Çelebi’ye bağlı Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırılmış, önce Börklüce Mustafa, ardından Torlak Kemal ve sonunda da Şeyh Bedreddin asılmışlardır.
1511 ŞAH KULU VEYA ŞEYTAN KULU AYAKLANMASI Antalya, Burdur, İsparta, Kütahya ve Sivas’ta yaygınlık gösteren ayaklanma Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife’nin oğlu Şah Kulu tarafından başlatılmıştır. Alevi kökenli bu ayaklanma doğrudan Osmanlı iktidarına yönelikti. Kendisine katılan fakir köylüleri, timar erlerini ve sipahileri dinsel bir düşünce etrafında toplayan Şah Kulu önceleri önemli başarılar elde etti. Üzerine gönderilen Karagöz Paşa kumandasındaki Osmanlı güçlerini yenerek, paşayı öldürten Şah Kulu’nun ayaklanması sonunda Sadrazam Ali Paşa’nın güçlerine yenildi.
1512 NUR ALİ HALİFE AYAKLANMASI Şah Kulu Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra Amasya, Tokat, Çorum ve Yozgat civarında meydana gelen Alevi kökenli bu ayaklanma fazla yayılamamış ve kısa sürede Osmanlı kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
1518 BOZUKLU CELAL AYAKLANMASI Kendi önderlik ettiği ayaklanmadan sonra meydana gelecek benzer isyanlara bir çeşit isim babalığı yapan Bozoklu Celâl’in hareketi Tokat ve Turhal’da yaygınlık gösterdi. Bozoklu Celâl bir Türkmen dervişi olup, mehdîlik iddiasında bulunmuştur. Kısa sürede binlerce kişiyi etrafına toplayan Alevi kökenli ayaklanma Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile bölgedeki beylerbeylerinin gücü karşısında yenilmiş ve Celâl ile müridleri öldürülmüştür.
1525 BABA ZÜNNUN AYAKLANMASI Yozgat’ta başlayan, Sivas, Tokat, Kayseri ve İçel’e kadar yayılan Alevi kökenli ayaklanma Osmanlı yönetimine karşı Türkmenlerin ağır vergilendirmeleri öne sürerek kalkıştıkları bir harekettir. Kayseri ve Malatya yörelerinde Osmanlı kuvvetlerine karşı basarı kazanan Baba Zünnun önderliğindeki Alevi Türkmenler, sonunda Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa güçlerine yenilmişlerdir.
1526 DOMUZ OĞLAN VE YENİCEBEY AYAKLANMASI Toprak ve nüfuzlarını kaybeden Domuz Oğlan ile Yenicebey’in Tarsus ve Adana’da Türkmenlere öncülük ederek başlattıkları bu ayaklanma Adana Beylerbeyi Piri Paşa tarafından bastırılmış, sonunda Domuz Oğlan öldürülmüş, Yenicebey ise kaçmıştır.
1527 KALENDER ŞAH AYAKLANMASI Sivas, Amasya ve Tokat’ta başlayan ve bu yörelerde çok kısa sürede onbinlerce kişiyi toplayan Alevi kökenli bu ayaklanmaya dirliklerine elkonmuş olan sipahilerle, vergilerden yakınan Sünni halk ta katılmıştır. Kalenderoğlu ya da Kalender Çelebi diye de tanınan Kalender Şah, Kanuni’nin üzerine gönderdiği Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa komutasındaki kuvvetleri yenmiş ama daha sonra dirliklerinin geri verilmesi üzerine ayaklanmadan vazgeçen sipahilerin ayrılmasıyla zayıflaması sonucu güçlü Osmanlı ordusu karşısında yenilmiştir.
1527 VELİ HALİFE AYAKLANMASI Tarsus ve Adana yöresine Veli Halife’nin öncülük ettiği bu isyan dinsel kökenli olup, katılanların çoğunluğunu toprağını işletecek gücü olmayan ve pamukta çalışan ırgatlar oluşturmuştur. Ayaklanma yine Pirî Paşa tarafından bastırılmıştır.
1530 ŞEYH ŞEYDİ AYAKLANMASI Adana’da başlayan ve Kars’a yayılan bu ayaklanma Anadolu’da Alevi kökenli son ayaklanmadır. Önce Pirî Paşa’ya yenilen Şeyh Seydi’nin kuvvetleri daha sonra geldikleri Kars’ta yeniden karşılaştıkları Paşa’nın güçlerine yenik düştüler.
1598 KARAYAZICI ABDÜLHALİM AYAKLANMASI Malatya, Sivas, Urfa, Maraş ve Çorum’da yayılan bu ayaklanma XVI. yüzyılda görülen en büyük Celâlî Ayaklanması diye bilinir. Önce Celâlîlere karşı savaşan birliklerin başına getirilen Karayazıcı daha sonra onlara katılmış ve etrafına topladığı 20.000 kişiyle halktan haraç toplamıştır. Karayazıcı ayaklanma sırasında kendisine bağlı kuvvetleri oldukça iyi örgütlemiş, Osmanlı yönetiminden hoşnut olmayan devlet adamlarını biraraya getirmişti. Bu arada, üstüne gelen orduyu yenen Karayazıcı kendisine katılan eski beylerbeyi Hüseyin Paşa’yla birlikte Urfa’yı ele geçirdi. Sonunda İbrahim Paşa tarafından Kayseri’de yenilerek Samsun’da Canik dağlarına kaçan Karayazıcı burada ölmüştür.
1600 DELİ HASAN AYAKLANMASI Karayazıcı Abdülhalim’in kardeşi olan Deli Hasan’ın başlattığı bu ayaklanma Tokat, Kütahya, Afyon ve Sivas yörelerinde yayılmıştır. İsyanın önderi Deli Hasan daha sonra bağışlanarak Bosna’ya gönderilmiş, fakat burada da ayaklanma girişimlerine Kalkıştığı için Tiryaki Hasan Paşa tarafından boğdurulmuştur.
1605 TAVİL AHMED AYAKLANMASI Tavil Ahmed’in öncülük ettiği Celâlî ayaklanması Karaman, Seydişehir ve Harput civarında meydana gelmiştir. Tavil Ahmed ayaklanmayı bastırmak üzere üzerine Ali Paşa ile Nasuh Paşa’ları yenmiş, ardından Harput kalesini kuşatmıştır. Kendisinden sonra kardeşi Mustafa ile oğulları Mehmed ve Mahrnud’un sürdürdükleri ayaklanma Munad Paşa tarafından bastırılmıştır.
1606 KALENDEROĞLU MEHMET AYAKLANMASI Sancakbeyliği, Kethüdalık ve mütesellimlik yapan Kalenderoğlu Mehmet Bey’in başlattığı ayaklanma Ankara, Bolu, Geyve, Manisa, Burdur ve Isparta dolaylarında yayılmıştır. Bir ara Ankara’yı ve Bursa’yı da kuşatan Kalenderoğlu siyasal bir hedefe yönelmiş, Osmanlı iktidarını tehdit etmiştir. Bir süre Anadolu’nun büyük bir kesimine egemen olan Kalenderoğlu Pirî, Osmanlı’yı zorbalıkla, halkı ezmekle suçlamış özellikle Canbuladoğlu’nun öldürülmesinden sonra hareketini genişletmiş ama sorunda Adıyaman’da Göksun’da Kuyucu Murad Paşa’ya yenilerek, kaçmış ve İran’a sığınmıştır.
1607 YUSUF PAŞA AYAKLANMASI Önce kethüda ve daha sonra paşa olan Yusuf Paşa Aydın yöresinde köy ve kasabaları soyarak ayaklanmış, daha sonra bağışlanmak üzere gittiği Kuyucu Murad Paşa’nın huzurunda boğdurulmuştur.
1607 CANBULADOĞLU AYAKLANMASI Kürt Beyi olan Canbuladoğlu Ali Bey, amcası Canbuladoğlu Hüseyin Bey’in sebepsiz yere idam edilmesinden sonra ayaklanmış ve Şam, İskenderun, Haleb civarında egemenlik kurmuştur. Kendi adına hutbe okutan, ordu kuran ve para bastıran Canbuladoğlu bir ara bağımsız bir devlet gibi dış ilişkilerde de bulunmuştur. Bu durum merkezî yönetimi kızdırmış, üzerine gönderilen Kuyucu Murat Paşa komutasındaki kuvvetlere yenilen Canbuladoğlu İstanbul’a gelerek kendisini Padişah’a affettirmesine rağmen daha sonra atandığı Belgrad’da Kuyucu Murad tarafından boğdurulmuştur.
1625-1627 ABAZA MEHMED PAŞA AYAKLANMASI Canbuladoğlu’nun hazinedarı olan Abaza Mehmed Paşa’nın Erzurum, Sivas, Kayseri dolaylarında gerçekleştirdiği bu hareket sekbanlara ve leventlere dayalı halkla pek ilişkisi olmayan bir paşa ayaklanmasıdır. Bir post kavgası biçiminde oluşan olaylar sonucunda Abaza Memed Paşa bağışlanarak Bosna valiliğine atanmıştır.
1625 CENNETOĞLU AYAKLANMASI Balıkesir, Aydın ve Manisa dolaylarında çıkan bu ayaklanmaya Cennetkâroğlu diye bilinen eski bir timarlı sipahi öncülük etmiştir. Halka Osmanlı yönetimine karşı yeni bir yönetim kuracağını vaadederek ayaklanan Cennetoğlu, kısa bir süre içinde yüzlerce kişiyi biraraya getirdi, ayanlardan sekban akçesi topladı. Cennetoğlu’nun üzerine gönderilen Dişlek Hüseyin Paşa’nın ve yörede Cennetoğlu’na karşı biraraya getirilen kapıkullarıyla, gönüllülerin sürdürdüğü savaşlardan sonra yenilerek, işkenceyle öldürüldü.
1632 İLYAS PAŞA AYAKLANMASI Balıkesir’e yerleşmiş İlyas Paşa’nın diğer paşalarla olan sürtüşmesinden doğan ve çıkar çatışmalarının ağır bastığı bu ayaklanmanın sonunda İlyas Paşa, IV. Murad’ın huzurunda af dilemeye gelmiş ve burada boğdurulmuştur.
1647 KARA HAYDAROĞLU AYAKLANMASI Söğüt ve Afyon civarında babasını öldürenlerden öç almak üzere harekete geçen Kara Haydaroğlu Mehmed’in önderlik ettiği bu ayaklanma bir süre etkili oldu. önceleri Afyon önlerinde Osmanlı kuvvetlerini yenen Kara Haydaroğlu, sonunda Isparta önlerinde yenilmiş ve İstanbul’a getirilerek asılmıştır.
1646 KATIRCIOĞLU AYAKLANMASI Kara Haydaroğlu’nun en yakın arkadaşlarından olan Katırcıoğlu’nun Osmanlı yönetimini devirmek amacıyla başlatılmış olduğu ayaklanmadır. Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir dolaylarında halktan para toplayan Katırcıoğlu sonunda Topal Mehmet Paşa’ya yenilerek, bağışlanmasını İstedi. Bunun ardından paşa olarak gittiği Girit’te öldü.
1647 VARDAR ALİ PAŞA AYAKLANMASI Osmanlı bürokrasisi içindeki aksaklıkların giderilmesini ve padişahın kötü yönetimini öne sürerek ayaklanan Sivas valisi Varvar Ali Paşa’nın bu isyanı üzerine giden İbşir Paşa tarafından bastırılmış ve paşanın boynu vurulmuştur.
1649 GÜRCÜ ABDÜNNEBİ AYAKLANMASI Bir kapıkulu olan Gürcü Abdünnebi’nin ayaklanması kişisel bir nedenden kaynaklanmış, ancak o dönemde Anadolu’da başkaldırmaya hazır ve yönetimden hoşnut olmayan kitleler tarafından destek görmüş bir harekettir. Ayaklanma sonunda Üsküdar’da Kuyucu Murad Paşa’ya yenilen Gürcü Abdünnebi’nin kafası kesilmiştir.
1659 ABAZA HASAN PAŞA AYAKLANMASI Köprülü Mehmed Paşa’nın tutumundan memnun olmayan bazı sipahileri etrafına toplayarak başkaldıran ve kendisi de bir kapıkulu olan Abaza Hasan Paşa, Köprülü’nün Erdel seferine katılmamış Bursa ve Konya yöresini bir süre denetimi altında tutmuştur. Sonunda Murtaza Paşa tarafından yenilgiye uğratılan Abaza Mehmed Paşa teslim olduktan sonra öldürülmüştür.
1730 PATRONA HALİL AYAKLANMASI İstanbul’da esnafı, yeniçerileri ve halkı yanına alarak başkaldıran Patrona Halil, Lale Devri’nin getirmiş olduğu lüks ve israfın halkta yaratmış olduğu nefreti dile getirerek Osmanlı yönetimine başkaldırmıştır. Kısa sürede yayılan ayaklanma sırasında Damat İbrahim Paşa’nın idamı sağlanmış ve III. Ahmed tahtını I. Mahmud’a bırakmıştır, Kağıthane’deki zengin konakları ile köşkler ayaklanmacılarla, halk tarafından yıkılmıştır. Sonunda bir komployla saraya getirilen Patrona ve arkadaşları burada öldürülmüştür.
1750 ŞER HİMMET AYAKLANMASI Manisa ve Aydın civarında başkaldıran Şer himmet bölgedeki zenginleri haraca keserek yanına yoksul halkı da almış ancak bu eylemi Anadolu varisi Ali Paşa tarafından bastırılmış ve kendisi de öldürülmüştür.
1807 KABAKÇI MUSTAFA AYAKLANMASI İstanbul’da Nizamı Cedid’e karşı tepki duyan yeniçerileri, cebeci ve topçuları ve bir kısım halkı alarak baş kaldıran Kabakçı Mustafa adlı bir çavuşun öncülük ettiği ayaklanma sonunda III. Selim tahtan indirildi. Yerine getirilen IV. Mustafa ile birlikte Nizamı Cedid de bir fetva ile kaldırıldı.
1816 TUZCUOĞLU MEMİŞ AYAKLANMASI Rize, Trabzon, Hopa, Akçaabat ve Gümüşhane dolaylarında zengin bir aileye mensup olan Tuzcuoğlu Memiş Ağa’nın merkezî yönetime başkaldırmış ve vergileri kendi toplamış ve askere gidecekleri kendi güçlerine katarak bölgeye egemen olmuştur. Sonunda Tuzcuoğlu üzerine gelen hükümet kuvvetleriyle bir süre savaştıktan sonra yakalanmış ve boynu vurulmuştur.
1826 ATÇALI KEL MEHMET Aydın ve Nazili civarında zeybekleriyle ayaklanan ve egemen olduğu yörelerde uyguladığı yönetim biçimiyle kısa sürede Türkmen yörüklerin desteğini kazanan Atçalı Kel Mehmed’in ayaklanması XIX. yüzyılın en son halk hareketi olarak sayılabilir. Yöresel bir başkaldırı olan ve siyasal hedefi bulunmayan Atçalı Kel Mehmet’in ayaklanması Yetim Ahmed Ağa tarafından bastırılmış ve kendisi de arkadaşlarıyla birlikte öldürülmüştür.

“SONUÇ YERİNE”

“İlerleme”nin yegâne sebebidir isyan(lar), devrim(ler)…

  1. İ. Lenin’in deyimiyle “Ezilenlerin şölenidir devrim”.[11]

Mao Zedoung’a göreyse, “Devrim yemekli bir toplantı, edebi bir olay, karakalem bir eskiz ya da tığ işi dantel değildir; incelik ve zarafetle yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”

Dünya, isyan(lar)la, devrim(ler)le değiştirilebilir.

Onlar ki Ursula K. Le Guin’in, “Devrimi yapamazsınız, devrimi satın alamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak,” diye tarif ettiği gerçek(ler)dir…

Hayır, “Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi,” diyen mıymıntıların “rakı sofrası hüznü” olmayıp; imkânsızın peşinde koşmaktır tıpkı yaşamak gibi bir gün öleceğini bile bile…

Devrim… Gerçekçi olup, imkânsızı istemektir!

Sunay Akın’ın dizelerindeki üzere: “temiz kalan tek yerdir devrim // zorbalara direnmektir devrim/ / içinde yaşamaktır devrim/ / gece ışıklar arasında koşmaktır devrim/ /

kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/

kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç deniz gezmiş…”

Nihayet devrim, sonsuzluk/ sınırsızlık/ ölümsüzlüktür…

Ya da Yevgeni Zamyatin’in ifadesiyle, “Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur. Toplumsal devrim sınırsız sayıdaki sayılardan yalnızca biridir…

Devrim yasası kızıldır, ateşlidir, ölümcüldür; ancak bu ölüm yeni yaşamın, yeni bir yıldızın doğması anlamına gelir.”

Ve direniş ve isyan(lar)ın Anadolu’casının tarihi de bizlere bunu kanıtlar, başka coğrafyalardaki kardeşlerininki gibi…

 

17 Nisan 2013 16:20:16, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 9 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul’daki Pangea Halklar Dersliği’nde “Ezilenlerin Tarihinde Direniş ve İsyanlar” başlığıyla yapılan konuşma… 25 Ağustos 2014 tarihinde Özdere’deki (İzmir) Kaldıraç IX. Öğrenci Kampı’nda yapılan konuşma…

[2] Mevlana.

[3] Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, Çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2012.

[4] Ceyhan Süvari, “Ulus Devlet Öncesi Resmi İdeoloji ve Heterodoksi”, Resmi Tarih Tartışmaları-1, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2008.

[5] Ceyhan Süvari, yage.

[6] Ayşe Hür, “Baba İlyas’la Baba İshak Neden İsyan Etti?”, Radikal, 3 Mart 2013, s.22-23.

[7] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi, Cilt:6, İletişim Yay., s.1769.

[8] Bilindiği gibi mevcut sistemin aksayan yönlerini eleştiren ve ideal hayat tarzını anlatan hayali “toplumsal projelere” ütopya adı verilir. Bu türün ilk örneği Platon’un (M.Ö. 427-347) Devlet (M.Ö. 375) adlı eseridir. Bu tür metinlere “ütopya” adını veren kişi ise, bir Rönesans düşünürü olan Thomas More’dur (1478-1535). Thomas More, roman tarzında yazdığı Ütopya (1516) adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur. Para geçersizdir ve üretim insanlar arasında paylaştırılır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un İdeal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir. Devlet ve Ütopya’dan sonra Rönesans döneminin bir diğer ütopyası Tomasso Campanella’nın (1568-1639) Güneş Ülkesi (1602) yayımlanır. Campanella eserini kaleme alırken, Platon ve More’un eserlerinden etkilendiğini açıkça belirtmektedir. Güneş kentte de her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Campanella’nın ütopyasını Francis Bacon’ın (1561-1626) Yeni Atlantis’i (1623) takip eder. Bacon’ın felsefesinin odağı bilimdir. Ona göre bilim bir ilerleme, gelişme sürecidir. Romanın bir “bilim-toplumu” modeli (ütopyası) sunmaya çalıştığını söylemek mümkündür.

Ütopyanın Batı’da böyle bir seyri varken Doğu’da Platon’dan etkilenerek ütopyasını kuran Fârâbi (870-950) görülmektedir. Medînetü’l Fâzıla (Faziletli Şehir) adlı eserinde böyle ütopik bir devlet tasarlayan Fârâbî’ye göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır. Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Doğu’dan anılabilecek bir başka önemli eser İbni Tufeyl’in (1106-1186) Hayy Bin Yakzan adlı romanıdır. Bu roman insan eli değmemiş tabiatta sadece fıtrî aklın yönelişleri sayesinde bir insanın neyi başarabileceğini konu edinir. Dünyada felsefi romanın olduğu kadar Robinsonad/Adasal roman türünün de ilk örneği olan roman, Batı’da 14. yüzyıldan başlayarak büyük yankılar uyandırmış, en çok okunan kitaplardan olmuştur. (İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan, çev: Babanzâde Reşid, Hazırlayan: Mustafa Uluçay, Etkileşim Yay., 2006, s.11.)

[9] Pir Sultan ile “Enel Hakk” dediği için anlamadan, dinlemeden katledilen, Hallac-ı Mansur’la aynı kaderi paylaşan XV. yüzyıl şairi Seyyit Nesîmî arasında bir paralellik vardır…

“Bende sığar iki cihan ben cihana sığmazam” dediği için “zındık”, “mülhit” ilan edilen Nesîmî, 1425 yılında Mısır Çerkez Kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek katledilmişti.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın anlatımıyla, “Nesîmî’nin yüzülmesine fetva veren müftü, Nesîmî yüzülürken sağ elinin şahadet parmağını sallayarak, bunun diyormuş, kanı da pistir. Bir uzva damlarsa, o uzvun da kesilmesi gerekir ve tam bu sırada Nesîmî’nin bir katre kanı müftünün şahadet parmağına sıçramış. Heydanda bulunan hal ehli bir can; Mütfü Efendi demiş, fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi lazım. Müftü, nesne gerekmez demiş. Biraz suyla temizlenir. Bunu duyan Nesîmî, kanlar içinde: “zâhidin bir parmağın kessen dönüp hak’dan kaçar/ gör bu miskin aşıkı ser-pâ soyarlar ağlamaz/ beyitini muhtevi gazelini inşad etmiş,” demiş.

Nesîmî’nin derisi yüzülünce bir de bakmışlar ki eğilip derisini almış ve bir post gibi sırtına vurup yürümüş. Kimse peşine düşmeye cesaret edememiş. Haleb’in 12 kapısında bulunan kapıcılar ve halk görmüşler ki Nesîmî, derisi sırtında, kapıdan çıkmış ve sırrolmuş. Kapıcılar ve halk bir araya gelince herkes, falan kapıdan çıktı diye iddiaya girişmiş ve anlaşılmış ki, oniki kapıdan da çıkmıştır. Şimdiki tekke ve türbe, onun gömüldüğü yere değil, yüzüldüğü yere yapılmış.”

[10] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi, Cilt:6, İletişim Yay., s.1766-1767.

[11] “Devrimin temel yasası şudur: Devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir.” (V. İ. Lenin, “Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yay., 2008, s.91.)

 

İstanbul – Taksim – 1 Mayıs – Yarın daha güzel olacak…

İstanbul güne sabahın erken saatlerinden itibaren devletin yoğun önlemleriyle başladı. Taksim yönüne giden metro, metrobüs seferleriyle vapur seferleri iptal edildi. 1 Mayıs alanına ulaşmak isteyen emekçiler kendi tuttukları araçlarla ya da yaya olarak toplanma alanları olarak belirlenen Şişli ve Beşiktaş’a ulaşmaya çalıştı. Birçok noktada polisin otobüslere el koymasına rağmen emekçiler yürüyüşe geçerek 1 Mayıs alanına doğru harekete geçti.

Taksim’de ilk olarak Türk-İş heyeti temsil heyetiyle anma düzenleyerek anıta çelenk bıraktı. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay iktidardan Taksim 1 Mayısı üzerindeki yasağın kaldırılmasını talep etti. Alana temsili olarak katılmak isteyen bazı küçük grupların kısa süreli girişlerine izin verildi. Günün ilk gözaltı haberi Beşiktaş’ta toplanma alanına giden bir öğrenicinin çantasında gaz maskesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınmasıyla geldi. Süleyman Çelebi’nin müdahalesiyle öğrenci serbest bırakıldı.

İlk polis saldırısı ise otobüslerine el konulunca E-5 üzerinde yürüyüşe geçen Eğitim-Sen’lilere oldu. Aynı anda Beşiktaş’taki toplanma alanına gitmek isteyen gruplara Yıldız mevkiinde saldırı başladı. Bu sırada bir grup KP üyesi koşarak Taksim Meydanı’na girdi. Eylemcilerin tamamı gözaltına alındı. KP’liler gözaltına alınırken bir polisin olay yerinde eylemcinin çevresinde bulunan bir köpeğe tekme attığı görüldü. Çatışmalar Okmeydanı, Şişli, Yıldız bölgelerinde şiddetlendi.

İşçi cinayetlerinde katledilen işçiler için cenaze namazı kılan Anti-kapitalist Müslümanlar Fatih Camiinden Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşe izin verilmedi. Bu arada İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok Taksim’e gelerek polisin önlemlerini kontrol etti. Okmeydanı’ndaki çatışmalar sürerken mahalleye özel harekat timleri geldi. Polisin burada gerçek mermi kullandığı iddia edildi.1 Mayıs komitesi, bazı milletvekilleri ve çeşitli kitle örgütü yöneticileri ve üyeleri Beşiktaş Meydanı’nda toplandı. Konfederasyon başkanları Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun

sözlerini hatırlatarak ellerinde karanfillerle Taksim’e yürüyeceklerini açıkladı. 1 Mayıs Komitesinin polisle yaptığı pazarlıklardan sonuç çıkmayınca burada toplananlara da biber gazı, tazyikli su ve plastik mermilerle saldırı başladı.

Halaskargazi’de polis barikatı önünde Nakliyat-İş basın açıklaması yaptı.

Beşiktaş’taki toplanma alanına gelen HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan da biber gazından etkilendi. HDP milletvekili Sabahat Tuncel de biber gazından etkilendi. Beşiktaş’ta müdahale sırasında aralarında yazar Emrah Serbes’in de bulunduğu onlarca kişi yaralandı. Serbes, yakın arkadaşı oyuncu Rıza Kocaoğlu’nun yardımıyla bir kafeye

götürüldü. Twitter’dan Emrah Serbes’in durumunun iyi olduğunu duyuran Kocaoğlu, annesine de ”

İyiyiz anne ! ” mesajı attı. Taksim Meydanı’nda pankart açmak isteyen iki eylemci de gözaltına alındı.

Kırmızı yelekli polisler

Öte yandan İstanbul’daki yoğun polis önlemleri arasında dikkat çeken kırmızı yelekli polislerin şehir dışından getirilen polisler olduğu belirlendi. Bu yeleklerin şehir dışından gelen polislerle İstanbul’da görevli polisleri ayırt etmek için kullanıldığı öğrenildi.

Taksim’de yapılması planlanan kutlamaları engellemek için İstanbul’da ulaşım seferlerinin durdurulduğu ve polis önlemleriyle kentte yaşamın kilitlendiği 1 Mayıs’ta, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Taksim’de miting yapmak demek tüm İstanbul’u felç etmek demek, buna izin vermeyiz” dedi, İstanbul’daki 1 Mayıs yasağını savundu.

Gün sonunda avukatlar tarafından oluşturulan kriz merkezinden 250’nin üzerinde gözaltı olduğu bilgisi paylaşıldı