Ana Sayfa Blog Sayfa 285

Kibir, katliam politikasının kardeşidir

Bu sadece Ermeni katliamında, sadece Rumların sürgünlerinde, sadece din değiştirme süreçlerinde, sadece zorunlu yer değiştirmelerde, sadece Dersim katliamında vb. ortaya çıkan bir durum değildir. Bu, süreklilik arzeden bir durumdur. Katliamlar, her zaman, farklı yoğunlukta da olsa var olmuştur. Kürt devrimine karşı girişilen katliamlar, binlerce faili meçhul cinayet, katliamların bir başka türüdür. Sivas katliamı bir başkası. Maraş ve Çorum katliamlarını hatırlayalım, hâlâ AK Partili devlet, Maraş katliamının anılmasına bile müsaade etmemektedir.

Gezi Direnişi’nde ölenlerin tümü, polis müdahalesi ile öldürüldü ve dönemin Başbakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı bu polislere Çanakkale kahramanları muamelesini yaptı. Kabataş yalanını dizenler, Gezi’de insanların gözlerini gaz fişekleri ile alanlar, bu katliamcı kültürün parçasıdırlar.

Ve bu katliamcı kültür, bu halkı kendine düşman gören anlayış, mutlaka ve mutlaka kibirle birleşir. Korku ve kibir birliktedir.

Berkin Elvan’ın annesini kürsüden koro hâlinde yuhalatmak, Yavuz Bingöl ne derse desin, korku ve kibirin bileşimidir. Kibir, halka tepeden bakmaktır. Katliamcılık da budur.

1 Mayıs 1977’de, ABD’lilerin emirleri ile, hiç tanımadığı kalabalığa, kendisi ile aynı dili konuşan insanlara, yaşlı-genç, çoluk-çocuk demeden ateş emri veren, onlara ateş eden anlayış, sadece burjuva devletin vahşiliği ile açıklanmaz. Dahası var, bu ancak katliamcı gelenekle anlaşılabilir. Ergenekon davalarında asla ve asla Maraş katliamı, 16 Mart katliamı, 1 Mayıs katliamı anılmaz. Bu katliamların sayfaları açılmaz. Faili meçhullere sıra gelmez.

500’üncü haftayı geçmiş olan Cumartesi Annelerinin çığlıkları var iken, utanmadan bu ülkede “demokrasiden” söz etmek, yeni iç güvenlik yasaları hazırlamak ve TV kanalları karşısında hâlâ Kabataş yalanlarına sığınmak, kibir değilse nedir?

Kibir ve katliam hep atbaşı gitmiştir. Katliam emrini verenler, kibirli olurlar. 6-8 Ekim olaylarında öldürülen kişilerin sorumluluğu devlete aittir. Gezi’de öldürülenlerin hepsi polis müdahalesi ile ölmüştür. Ama iç güvenlik yasası, “polisin bu müdahalelerini nasıl cezalandırırız” diye yapılmıyor, tersine yargılanmalarını önlemek için yapılıyor.

Yasin Akay, AK Parti’lidir, devlette görevlidir ve dahası, yanlış bilmiyorsak, eklenmiş öğretim görevlisidir. Ve şimdi, Kürt Müslümanlara sesleniyor ve “devletin yapamayacağı şeyler var, yasalara uymak zorunda değilsiniz” diyor ve silâhlanmalarını istiyor. İşte TC devleti tam da budur.

AK Parti’nin, devletin bazı geçmiş uygulamalarını eleştiriyormuş gibi yapması, aslında, devletin zaten dağılmış olan sistemini, yeniden kurmak içindir. TC devletinde bir çözülme süreci yaşanmaktadır. Bunun bir boyutu, Kürt devriminden kaynaklanan çözülmedir, ikincisi emperyalist güçler arasında SSCB sonrası başlayan dünyanın yeniden paylaşılması savaşının etkilerinden kaynaklanan çözülmedir. TC devleti, bu çözülmeyi durdurmak için, kendini toparlayacak fırsatı yaratma peşindedir. Bu nedenle, zaman zaman geçmiş uygulamalara dokundurarak karşı çıkışlar yapıyorlar. Oysa, pratiğe bakıldığında aynı süreci devam ettiriyorlar.

Dersim katliamından söz eden Erdoğan, Roboski katliamının üzerinden yıllar geçtiği hâlde bir tek adım atmıyor. Hrant’ın cinayeti için sözler veriyor, beni hedef aldılar diyordu, ama korumadığı kimse yok, dahası, her şeyi bir yana bırakalım, Ali İsmail’in katillerini korumasın yeter. Ethem Sarısülük’ü vuran polis, “Kaldıraç kortejine ateş emri” aldığını gizlesin diye, en tepe tarafından savunuluyor. Bir yandan İnönü’yü eleştiriyor ama diğer yandan onun uygulamaları ile yarışır şekilde iç güvenlik yasası hazırlıkları yapıyor. Sivas katliamı orta yerdedir. 1 Mayıs 1977 orta yerdedir. Gezi ve 6-8 Ekim direnişine karşı tutum orta yerdedir.

İşte devlet, bugün, bu çözülme sürecini durdurmak için, her fırsatı, her yolu kullanmaktadır.

Katliamcı, aynı zamanda ileri düzeyde yalancı oluyor, başka çaresi yoktur. Halkları akılsız ve örgütsüz gördükçe, çaldığım düdük yoluna koyuluyor. Bu kibirdir. Halkı sadece koyun olarak ele almak, bu kibrin en açık kanıtıdır.

Katliamcı korkak olur. Çünkü, halkları kendine, sistemine düşman görüyor. Herkesi düşman gördüğü için, akıl almaz önlemler devreye giriyor. Korkaklar kibirlidirler, halka karışmayı sevmezler, halkın bir parçası olmayı istemezler.

TC devleti, tarihi boyunca hiçbir zaman, hiçbir konuda halka gerçeği, doğruları söylememiştir. Halkı kandırmayı, halkları birbirine düşman etmeyi, birbirine kırdırmayı seçmiştir. “İti ite kırdırmak”, öyle bir kibirle, halklara karşı kullanılmıştır.

Her zaman yönetebilmek için, düşmanlar yaratmışlardır. Düşman, öcü gibi halkı sokaklardan uzak tutmak, boyun eğdirmek için kullanılmıştır.

“Devletin yapamayacağı işler var, yasalara uymak zorunda değilsiniz” diyerek, sivil güçler halkın üzerine sürülmüş, sonra varsa yakalanan, bunlara devlet “hakem” olarak sözde ceza verir gibi yapmış, gerçekte ödüller vermiştir.

Gülsuyu’nda, Ağaoğlu İnşaat’a rant sağlamak için mahalleye sürülen çeteler, “hayırlı cinayetler” diye mesaj atmaktadır. Ve bu konuda dava, bir türlü başlayamamaktadır.

Bu baskı ve yıldırma politikası, halkı düşman görme politikasının sonucudur.

Bugün de devlette bu kibir, bu hoyratlık, bu halkı küçümseme, aşağılama, bu tepeden bakma, bu katliam ve baskı politikası devrededir. Her zaman olduğu gibi. Üstelik bu, “biz oy aldık, sandıktan çıktık” söylemi ile gerçekleşmektedir. İnşaat sektörünün tüm uyanıklıkları devlet yönetiminde egemen olmuştur. Her türlü durum için bir uydur kaydır çözüm üretilmekte, ata alan üsküdarı geçsin mantığı teşvik edilmekte, bal tutan balı götürsün halka da parmak yalamak düşsün mantığı devreye sokulmaktadır. Böyle bir pratik çözüm ile devlet çarkı işlemektedir. İnşaatlarda nasıl akıl almaz cinayetler gerçekleşiyor ise, aynı akla hayale gelmez cinayetler devletin halka karşı savaşımında devreye sokulmaktadır. Elleri palalılar, sopalılar, TV kanallarında kan dondurucu sakinlikle “tahrik edici giyinmesinler” gibi sözler, vapurdan inenlerin giyimlerine bakmalar katliamcı ve kibirli bakışın ürünüdürler.

Oysa gerçek, her zaman daha güçlüdür.

Gerçek olan şudur: Bu devletin tarihi katliamlar tarihidir. Bu devlet, bu topraklarda yaşayan tüm halkları, ama tümünü düşman olarak görmüştür. Devleti yönetenler, sömürgecilerin gözlükleri ile bakan elitler olmuştur. Halkları birbirine kırdırmışlardır.

Gerçek olan şudur: Artık mızrak çuvala sığmıyor. Kürt halkı örgütlüdür ve kendi alanında bu katliam politikalarına, bu “Osmanlı’da oyun bitmez” taktiklerine karşı bilinçlidir. Bu nedenle işler eskisi gibi kolay değildir. TC devleti, istediği kadar oyalama taktikleri uygulasın, çözülmesini durdurması bugün mümkün değildir.

Gerçek şudur: Anadolu, Kürdistan dışındaki tüm Batı örgütsüzdür. İşçi ve emekçiler örgütsüzdür. Bu örgütsüzlük, bu topraklardaki egemenleri, burjuva iktidarı rahatlatmaktadır. Gezi Direnişi, 12 Eylül süreci ile, gerçek anlamda, kitlesel bir hesaplaşma sürecinin önemli bir adımıdır. Bu nedenle de egemenlerin kâbusu olmuştur. Gezi süreci ile başlayan, Soma ile devam eden, Özgecan isyanı ile büyüyen direniş ruhu, daha da kökleşmeye, sağlam örgütlülüklere dönüşmeye muhtaçtır. Bunu yapabilirsek, tüm Ortadoğu bölgesinde etkileri olan Kürt devrimine güçlü bir destek vermiş olacağız, Yunanistan’da başlayan arayışa güçlü bir destek vermiş olacağız, bölge devrimine güçlü bir destek vermiş olacağız. Bunu başarmanın olanakları vardır.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü 8 Mart’ta kadınlar sokakta, eylemdeydiler…

İSTANBUL

Saat 13:00- Kadıköy’de öğlen saatlerinde soğuğa rağmen kadınlar yürüyüş yaptı. Bir araya gelen kadınlar yaşam vurgusu eşliğinde devlet ve erkek şiddetine, kimliklerinin yok sayılmasına ve çifte emek sömürüsüne karşı yürüyüş yaptı. Özgecan’ın da unutulmadığı yürüyüşte Kürt kadın hareketinin simgeleri Sakine, Fidan ve Leyla selamlandı. Siyasi kurumların, demokratik kitle örgütlerinin dernekler ve yerel örgütlerin de katıldığı mitingde Türkçe ve Kürtçe basın açıklaması yapıldı. Miting boyunca halay çeken kadınlar Grup Sarya ve Ahu İrani şarkıları ile mitinge son verdi.

Kadın cinayetlerini durdurmak için saat 17:00’da Tünel’den Galatasaray’a yürüyüş gerçekleştirildi. Galatasaray Lisesi önünde kadın cinayetlerini vurgulayan yerde yatan öldürülmüş kadınlar mizanseni dikkat çekti. Yürüyüş esnasında sporcu kadınlar önlerine koydukları tahtaları kırdı. Direnişin Ritmi de İstanbul Taksim’deki eylemde yerini aldı.

Ayrıca İstanbul’da Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Validebağlı kadınlar oldukça renkli bir eyleme imza attılar. İnşaatın yasadışı olduğunu söyleyen kadınlar dini tesis alanı etrafındaki polis barikatını zincirlediler.

 

ANKARA

Ankara’da siyasi kurumlar ve demokratik kitle örgütlerinin öncülüğünde binlerce kadın Kurtuluş Parkı’nda bir araya geldi. Ziya Gökalp Caddesi’ne kadar kortejlerle yürüyüş gerçekleştiren kadınlar “8 Mart kızıldır kızıl kalacak”, “daha fazla Rojava daha fazla direniş” sloganları attılar.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü basın açıklaması Türkçe, Kürtçe ve Arapça okundu. Militarizme, milliyetçiliğe, kapitalizme karşı ses çıkarıldı. Vicdani reddini açıklayan bir kadın konuşmasının ardından müzik dinletisine geçildi.

 

İZMİR

İzmir Konak’ta kadına şiddete karşı duvar örüldü. Duvarda, öldürülen 1169 kadının ismi de yer aldı.

 

ANTAKYA

Antakya’da 8 Mart eyleminde Eğitim-Sen önünde toplanan kitle Ulus meydanına doğru yürüdü. Siyasi kurumlardan ve demokratik kitle örgütlerinden katılan kadınlar “Kadınlar alanda özge için sokakta”, “Jin jiyan Azadî” sloganları attı.

 

EDİRNE

Saat 13.30’da ”Edirne Kadın Platformu olarak” Edirne Belediyesi’nin önünde toplanan kadınlar ”yaşasın 8 Mart dayanışması”, ”adalet direnen kadınlarla gelecek”, ”Homofobik devlet yıkacağız elbet” sloganlarıyla Saraçlar Caddesi PTT önüne yürüdü. PTT önünde yapılan basın açıklamasının ardından serbest kürsü kuruldu ve kadınlar çıkıp sözünü söyledi. Serbest kürsüdeki konuşmalardan sonra “YPJ’li Direnen Kadınlara Bin Selam” sloganı atıldı. Basın açıklamasının ardından kadınlar halaylarla horonlarla eylemi sona erdirdi.

Edirne Kadın Platformu’nun hemen ardından, saat 15.00 de PTT önünde Edirne LGBTİ Çalışma Grubu ve HDP’nin bir basın açıklaması gerçekleşti. Açıklamada Edirne Olay Gazetesi’nin, HDP’ye eşcinseller mi yön verecek başlığı ve karalama politikası yapılmaya çalışıldığına dikkat çekilerek “Gazetenin ötekileştirici ve itibarsızlaştırıcı söylemlerden vazgeçip LGBTİ bireylerden özür dilemesini istiyoruz” denildi.”susma haykır eşcinseller vardır” ve “homofobik devlet yıkacağız elbet” sloganları atıldı

 

SOMA

Soma’da Somalı emekçi kadınların çağrısıyla kadınlar yürüyüşe geçti. Kadınlar slogan ve trompetlerle yürüyüş yaparak Soma Kaymakamlığı önüne geldi. Soma kaymakamlığının önünde basın açıklaması okundu.

 

TRABZON

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Trabzonlu kadınlar sokakları işgal etti. Trabzon Demokratik Kadın Platformu’nun çağrısı ile saat 15:00’da merkez postane önünde toplanan kadınlar buradan yürüyüşe geçti. Yaklaşık 300 kadının katıldığı yürüyüşe Trabzon halkı alkışlarla destek verdi. Yürüyüş boyunca “kadınlar yürüyor mücadele büyüyor”, “yaşasın 8 mart”, “AKP’den hesabı kadınlar soracak”, “erkek vuruyor devlet koruyor”, “yasta değil isyandayız”, “yaşasın kadın dayanışması” sloganları atıldı. Meydan parka gelen yürüyüş korteji burada basın açıklaması yaptı. Platform adına yapılan açıklamada “biz kadınlar bugün 8 Mart kadınların uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününde yine yeniden, yıllardır biriktirdiğimiz öfkemizle, isyanımızı büyüterek; tacize, tecavüze, şiddete, kadın düşmanlığına, güvencesizliğe, gericiliğe, savaşa karşı sokaklardayız. Bizler sokaklardayız çünkü, yanı başımızda Şengal’de, Rojava’da, Kobane’de kadınlar ölümle iç içe yaşıyor. Köle olarak kaçırılan, satılan kadınlar savaşın ve zulmün en ağır halini yaşıyor. Kadınlar savaş istemiyor.” dedi. Basın açıklamasının ardından sloganlarla devam eden eylem şarkılar ve marşlar söylenerek sona erdi.

 

ADANA

Adana Kadın Platformu tarafından “Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz, özgürlüğümüz için 8 Mart’a” şiarıyla Uğur Mumcu Meydanı’nda miting düzenlendi. Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu’ndan miting alanına kadar yürüyen kadınlar, taleplerini içeren dövizler taşıdı.

 

ANTEP

Antep Demokratik Kadın Platformu öncülüğünde Kırkayak Parkı’nda bir araya gelen siyasi kurum ve demokratik kitle örgütleri “Kobanê’de direnen kadınla örgütlenelim yaşamı özgürleştirelim” ve “Yasta değil isyandayız, kabullenişte değil direnişteyiz” yazılı pankartların açıldığı yürüyüşte “Jin jiyan azadî”, “Transfobik devleti yıkacağız elbet”, “Kadına uzanan eller kırılsın”, “Bijî berxwedana Kobanê” ve “Şiddete karşı omuz omuza” sloganları attı.

 

ESKİŞEHİR

Eskişehir’de Eskişehir Demokratik Kadın Platformu’nun örgütlediği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar yürüyüşü Espark önünde toplanarak saat 14.00 da basladı. Ardından Hamamyolu Yediler Parkı’na kortej oluşturulup yüründü. Yürüyüş sonrası basın açıklaması ve halaylar, horonlar ile eylem devam etti.

Sloganlarla zılgıtlarla kadınlar erkek egemen sisteme devlete şiddete karşı mücadelenin devam edeceğini haykırdılar.

 

YOZGAT

Saat 12.00 sıralarında karanfil dağıtan kadın öğrenciler, Cumhuriyet Meydanında basın açıklaması yapmak için toplandıkları sırada sayıları 100-150 arasında değişen ülkücü bir grup öğrencilerin üzerine yürüdü. Polis engellemesinin ardından basın açıklamasının yapıldığı sırada ülkücü grup, kadınlara ve öğrencilere küfürler ve tehditler savurarak, kadın öğrencilere saldırmak istedi. Kadın öğrenciler kışkırtmalara ve polise rağmen basın açıklamalarını bitirdiler.

 

ARDAHAN

DBP Kadın Meclisi ve Ardahan Yurtsever Öğrenci Meclisi üyeleri de, DBP binasında etkinlik düzenledi. Çok sayıda kadının katıldığı etkinlikte, Abdullah Öcalan’ın mesajı okundu. Sinevizyon gösterimi yapılan etkinlik, halaylarla son buldu.

 

BİNGÖL

Bingöl’de kadınlar KJA öncülüğünde, 8 Mart’ı kutlamak için DBP binası önünde bir araya gelerek PTT Kavşağı’na yürüdü. Yüzlerce kadının polis ablukası altında gerçekleştirdiği yürüyüşte sık sık “Jin jiyan azadî”, “Kadına uzanan eller kırılsın” ve “Bijî berxwedana YPJ” sloganları atıldı.

 

DERSİM

Dersim Kadın Platformu’nun çağrısıyla eski hastane önünde bir araya gelen yüzlerce kadın, Seyid Rıza Meydanı’na yürüdü.

 

ERZİNCAN

Çağlayan duraklarında toplanan kadınlar, zılgıtlar ve sloganlarla Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. “Jin jîyan azadî”, “Kadın yaşam özgürlük”, “Ses ver şiddeti durdur”, “Erkek vuruyor devlet koruyor”, “Bijî berxwedana Kobanê” ve “Yaşasın Kadın Dayanışması” sloganları atıldı.

 

DİYARBAKIR

Halkların Demokrat Partisi (HDP), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ve kadın örgütlerinin organizesi ile bir mitingi düzenlendi. İstasyon Meydanı’nda yapılan mitingde Abdullah Öcalan’ın Kürtçe mesajı okundu. Sabah saatlerinde miting alanına gitmek için kentin 4 ayrı noktasında kadınlar toplandı. Yenişehir ilçesinde bulunan İstasyon Meydanı’nda düzenlenen mitinge Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Abdullah Öcalan’ın kız kardeşi fatma öcalan, HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, DTK Eşbaşkanı Selma Irmak, belediye eşbaşkanları, İmralı heyetinde bulunan Ceylan Bağrıyanak, kadın örgütleri ve çok sayıda kadın katıldı. Program saygı duruşu ve Abdullah Öcalan’ın Kürtçe mesajının okunmasıyla başladı.

Mitingde konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, “Bizim devrimimize selam olsun. Tüm dünya kadınları hoş geldi. Dünyadaki tüm kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadın Günü kutlu olsun. Gururla şunu söylüyoruz. Kadınlar adım adım özgürlük yürüyüşünü büyüttüler. Kadınlar direndiler. İşkenceler, sokaklar ve meydanlarda direnmeye devam ettiler. Diyarbakır’da Rojava devriminin kadınları buluşmuştur. Artık geri dönüşü olmayan kesintisiz bir kadın devrimi süreci başlamıştır” dedi.

 

ERZURUM

HDP ve DBP il örgütleri öncülüğünde Mahallebaşı’nda bir araya gelen kadınlar kadına yönelik şiddeti protesto etti. Çok sayıda kadının katıldığı eylemde sık sık “Jin jiyan azadî” sloganı atıldı

 

HAKKARİ

Hakkari’de KJA tarafından miting düzenlendi. Mitingde konuşan HDP Milletvekili Aysel Tuğluk kadınların direnişinin zafere ulaştığını söyledi.

 

IĞDIR

Iğdır’da KJA üyeleri 8 Mart dolayısıyla Medet Serhat Parkı’nda kadın buluşması gerçekleştirdi. KJA Daimi Meclis üyesi Sozda Gökçe yaptığı açıklamada tüm tutsakların serbest bırakılmasını umduklarını söyledi, “bundan sonraki kadınlar günü özgürce ve beraber kutlarız” dedi.

 

MALATYA

Malatya Demokratik Kadın Platformu bileşenleri 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi gerçekleştirdi. Emeksiz Alt Kavşağı’ndan bir araya gelen binlerce kadın geleneksel kıyafetler giydi, kadına yönelik şiddeti protesto eden sloganlarla Emeksiz Meydanı’na (1 Mayıs Meydanı) yürüdü.

 

ŞIRNAK

Şırnak’ta 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Aşitî Meydanı’nda kutlandı. Binlerce kadın geleneksel kıyafetleriyle sokaklara çıkarken, Özgecan Aslan, Sakine Cansız ve Arîn Mîrxan’ın fotoğrafları taşındı.

 

URFA

Urfa İl Kadın Platformu tarafından düzenlenmek istenen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi dolayısıyla Ali Şellî Parkı’nda bir araya gelen kadınlar, yürüyüşe geçince polis saldırısına maruz kaldı.

 

VAN

Van Sanat Sokak’ta Van Kadın Derneği VAKAD’ın 8 Mart buluşmasında, sloganlar çok anlamlı bir şekilde gündemi yansıtıyordu. Halaylar çekilirken, Kürtçe şiir dinletisi oldu.

 

SİLVAN

Amed’in Silvan ilçesinde, KJA öncülüğünde Mescit Mahallesi Azizoğlu Meydanı’nda yapılan mitinge, Silvan Belediyesi Eş Başkanı Yüksel Bodakçi, DBP ve HDP Amed ve Silvan ilçe örgütleri eş başkan ve yöneticileri yanı sıra yüzlerce kadın katıldı.

Silvan Belediyesi Eş Başkanı Yüksel Bodakçi, DBP Silvan İlçe Örgütü Eş Başkanı Aynur Sümer ve HDP Silvan İlçe Örgütü Esra Tokmak yaptıkları konuşmalarda 7 Haziran’da yapılacak genel seçimlere dikkat çekerek, birlik çağrısı yaptı. Etkinlikte Dicle Fırat Kültür Merkezi sanatçılarından Nûjiyan ve Janya şarkılarını seslendirdi.

“Barış”a ağırlık ve işçi sınıfının örgütlülük sorunu

Bu sadece seçime hile karıştırılması gibi, zaten rutin olan, zaten klasikleşmiş olan durumdan daha ciddidir. Bu nedenle, önümüzde her açıdan uyanık olunması gereken günler var.

Mart 2015, bir yandan barış süreci ve diğer yandan yaklaşmakta olan seçimler nedeni ile, son derece kritik idi, öyle de oldu.

Şubat’ın son günü, 10 maddelik deklarasyon açıklandı. AK Parti ya da devlet, bu başlıkların açıklanmasını özellikle istemiyordu. Süreci kapalı tutma, halka açmama eğilimi uzun süredir biliniyor ve  AK Parti bundan medet umuyordu. Samimiyetsiz yaklaşım, oyalama tutumu bunu gerektirir. Tam tersine, PKK, uzun süredir, süreci açık yürütme isteğini deklare etmektedir.

Bu açıdan 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de yapılan açıklama, deklarasyon önemlidir. Öcalan’ın kaleme aldığı açıklamayı, herkes biliyor olsa da bir kere daha aktaralım:

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de AK Parti, devlet ve HDP heyeti ile yapılan açıklama şöyle:

“Hem gerçek bir demokrasinin, hem de büyük barışımızın temel omurgasını teşkil edecek olan olgusal başlıklarımız şunlardır” denildikten sonra 10 madde açıklandı. 10 madde şöyle:

1- Demokratik siyaset tanımı ve içeriği

2- Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması

3- Özgür vatandaşlığın, yasal ve demokratik güvenceleri

4- Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar

5- Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları

6- Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması (Demirtaş’ın açıkladığı metinde, “çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı”denilmekte idi).

7- Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri

8- Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi (Demirtaş’ın açıklamasında,  çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi yerine “eşit mekanizmaların geliştirilmesi” deniliyordu).

9- Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması (Demirtaş’ın açıkladığı metninde “çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması” yok).

10- Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.

Elbette bu açıklama, devletin barış sürecini gizli yürütme isteğinin de sonudur. Bu deklarasyon, gerçekte PKK’nin barış sürecine “ağırlık” koymasıdır. “ağırlık” koymak, gerçekte, tarafların konumunu bir kere daha netleştirmektir.

AK Parti-devletin bu konudaki oyalamacı tutumunun ortadan kalkmayacağı açık. Ama barış sürecini elinde bir oyuncak olarak tutmayı isteyen devletin, AK Parti’nin, Erdoğan’ın bundan böyle ciddi olma zorunluluğu açığa çıkmıştır.

Barış süreci, sanki Erdoğan’ın, AK Parti’nin, devletin, keyfine bağlı, “sadaka” verir gibi yürütülecek bir süreç değildir ve bu artık daha da nettir. Erdoğan-devlet baba, varsa verilecek hak, “onu da biz veririz” havasındadır. Hani, komünist parti lazımsa, onu da biz kurarız mantığı gibi.

Deklarasyon, aslında genel başlıklardır ve esas etkiyi uyandıran, AK Parti-devlet-Erdoğan’ı da ortak açıklamaya ikna eden unsur, Öcalan’ın, bir tarihî niyet beyanı olarak “silâh bırakmayı” kongrede tartışmak şeklindeki açıklamasıdır. Devlet, 10 madde ile ilgilenmedi bile, burjuva medya, 10 maddeyi sadece verdi, gerçekte ise silâhlara veda başlıkları attı.

Doğrusu, bu tarihten sonra, yaklaşık 20 gün hiçbir adım atılmadı. Ve ardından, Newroz mektubu geldi. Newroz mektubu kuşku yok ki, Dolmabahçe açıklamasının üzerine yükselmektedir.

Ve tam bunun öncesinde, Erdoğan, ben diyorsam yoktur, demek ki Kürt sorunu yoktur tarzı açıklamalara girişti.

Ve elbette, AK Parti samimi değildir, devlet samimi değildir. Bu nedenle, yeni bir oylama sürecine girişebilecek hamleler yapacaklardır. Arınç-Erdoğan atışması, Arınç’ın özgül ağırlığına da bağlı olarak, bu oyalama sürecinin bir parçası olarak sahnelenmiş olabilir.

Aslında, devlet, tüm süreçte, resmî olarak, açıktan, taraf olarak ortaya çıkmamayı seçmektedir. Bu uzun süredir uyguladıkları politikadır. Bugün, Dolmabahçe açıklamasının ardından devletin açıklamalarına bakıldığında, “ortak deklarasyon yok” gibi açıklamalar, aslında bu kaçak tutumun, kendini bağlamamayı seçen tutumun kendisidir.

Diyarbakır’daki görkemli Newroz, bu “ağırlık” koyma sürecinin parçasıdır. Devlet cephesinden gelen farklı açıklamalara aldırmadan bir “ağırlık” koymadır bu.

Elbette bu süreç, sadece seçim süreci değildir. Yine de seçim süreci ile uzak da değildir. AK Parti, bir yandan Kürtlerden oy kaybetmeme hevesindedir. Kobanê’ye rağmen, hâlâ oylarını koruyabileceği düşüncesinde olmadıkları kesindir. Ama bu kaybı düşürmek istiyorlar ve bu açıdan, bölgede örgütlenme çalışmaları, çok farklı tarzlar ve biçimler altında sürmektedir. Öte yandan, AK Parti-devlet, milliyetçiliğin, ırkçılığın güç kaybettiği bir dönemde, milliyetçi oyların artmasını istemektedir. Bu elbette AK Parti için bir oy kaynağı olma durumudur. Ama aynı zamanda, devlet, bu yolla milliyetçiliği körükleme peşindedir. AK Parti, hem Kürt oylarından kayba uğramamak için her şeyi deneyecektir, ki bu “her şey”de sınır olmadığı anlaşılmaktadır, hem de milliyetçiliği daha da ileri taşımak için ortamı gereceklerdir. Bu durum, devletin tüm kurumlarının da işine gelmektedir.

İşte bu açıdan, barışa konan bu “ağırlık”, işlerini daha da zorlaştırmıştır.

Dolmabahçe açıklaması ve Newroz, HDP cephesinde, geniş anlamda demokratik cephede moralleri yükseltmiştir.

Nisan ve Mayıs ayları ise, esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin gündemini sahnelere taşıma dönemi olmalıdır.

Özellikle, Kürdistan dışındaki alanlarda, işçi ve emekçilerin yerel ama süreklilik kazanmış eylemleri, direnişleri söz konusudur. Bu eylemleri gündeme taşımak, direnişteki işçilerle, emekçilerle bağlar kurmak, yoksulların taleplerine ses olmak gereklidir. Sendikalar alanında devletin- sendika mafyasının deşifre edilmesi için tüm gücümüzü harekete geçirmeliyiz.

Seçim çalışmasının kendisi, aslında, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi, seslerini duyurabilmesi için de büyük bir olanaktır.

Tüm mesele, işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda, hayatın her alanında yürütülen çalışmalarla örgütlenmeyi ilmik ilmik örerek yükseltmektir. Bunu başarmalıyız.

Bir yandan Gezi ile başlayan süreç bu konuda büyük bir destek ve olanaktır, diğer taraftan ise, Rojava devrimi ve Kobanê direnişi de dahil  Kürt devriminin yükselişi büyük bir moral ve olanaktır.

Bugün, ülkemizde sorun, esas olarak, işçi sınıfının, emekçilerin zayıf örgütlenmesidir. Anti-komünizm, 12 Eylül yenilgisi, Kürt devrimine karşı tüm topluma pompalanan ırkçılık-milliyetçilik, işçi sınıfının iradesini dumura uğratmıştır. Bu tarihi yenilgi sürecine bağlı oluşmuştur. Ve şimdi, bu milliyetçiliği dağıtma, kırma olanakları ortaya çıkmaktadır. Barış süreci bu noktada çok ama çok önemlidir. Kürt halkının kazanımları, her açıdan, tüm halkların kazanımlarıdır ve bu artık bilince çıkmaktadır. Bu olanaklar, ırkçı-milliyetçi zehiri ortadan kaldırmak için çok verimli bir zemin oluşturmaktadır.

Elbette, gerçek anlamda kazanım, kitlelerin örgütlü gücü ile ölçülebilir. Örgütlenme olmadan, örgütsel bir ifadesi olmadan bir bilinç durumundan söz edemeyiz. Bu nedenle, büyük sözlerden çok, küçük adımlarla örgütlenmek üzerinde yoğunlaşmalıyız.

Bu açıdan Nisan ve Mayıs ayları çok önemlidir.

1 Mayıs çok önemlidir.

Devletin sokakları esir alma, olağanüstü hâl yasaları çıkarma girişimlerine ciddi bir yanıt olmalıdır, olacaktır. Sokaklar, işçi ve emekçilerin nefes alabildikleri, seslerini duyurabildikleri, çoğalabildikleri, kısacası sahne alabildikleri yerdir.

Önümüzde, çetin ama yaratıcı bir mücadele süreci durmaktadır.

En önemli kazanç, en ölçülebilir kazanç, örgütlenme olacaktır. Bu nedenle, işçi sınıfının, emekçilerin, öğrencilerin, halkların örgütlenmesi tüm yaratıcılığımızı, devrimci irademizi göstermemiz gereken yerdir.

Paylaşım savaşı, İslam dünyası ve Türk usulü başkanlık

Nasıl mı? Şöyle: Erdoğan’ın aracına birisi tükürmüş ve bir diğeri top işareti olduğuna karar verilen bir karikatür çizmiş ve bir diş doktoru hanım, geçmekte olan cumhurbaşkanı-halife-sultan-başkan konvoyuna bakmak için muayenehanesinin camını açmış ve bunların hepsi tutuklanmış, haklarında dava açılmış vb. Bunun bizim ülkemize özgü olduğunu söyleyebiliriz. Buna isterseniz Türk usulü başkanlık, ister Türk usulü demokrasi diyebilirsiniz.

Gerçek ise şudur: Gezi Direnişi’nden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kürt devriminin yıllardır sürdürdüğü özgürlük mücadelesi, Batı’da süren suskunluk ve boyun eğmişlik ortamında, zehirli bir milliyetçilik duvarı ile, karanlık bir duvarla çevreleniyordu. Gezi Direnişi, 12 Eylül karanlığını delmiştir, korku duvarına deliği açmıştır, suskunluk ve boyun eğmişliğe son verme yolunu açmıştır.

Kuşkusuz bir başlangıçtır. Ama, artık bu ülkede sadece Tayyip’in bir hikâyesi yoktur. 12 Eylül zindanlarında, onun öncesinde grev alanlarında sokaklarda, 1 Mayıs 1977’de, 15-16 Haziran’da yaşanan hikâye, Gezi Direnişi ile, günümüze taşınmıştır.

Sistemin kimyasını bozan bir direniştir bu.

Bunun en açık kanıtı, Erdoğan’ın bizzat kendisinin hâlidir. Korumalar ordusu ile dolaşıyor, ülkeyi bir hapishaneye çevirmeye çalışıyor, Kabataş gibi akıl almaz yalanlarla ayakta durmaya çalışıyor. Tüm bunları, halkların tekmesinden kendi iktidarını korumak için yapıyor.

İş cinayetlerinde ölen işçilerin fıtratlarından dem vuruyor. Camilerde hutbeler okutup, aşırı önlem, yaratana karşı gelmektir diyor. Ama sıra kendisine gelince, takdir-i ilahiyi unutuyor, koruma orduları oluşturuyor, başkanlığın fıtratından söz etmiyor.

Bu tarif edilemez korku, halkların direnişinin bir kâbusa dönüşmesinden gelmektedir.

Bu korku acaba “Türk usulü” müdür? Sanmıyoruz, dünyada tüm egemenler, cennetlerini kaybetmemek için her şeyi yaparlar, hepsinin kâbusu budur, hepsinin korkusu bacaklarının arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden koruyamamaktır.

Bilimsel ölçülerle bakıldığında, her devlet, bir diğer devletten bazı açılardan ayrılır ama hepsinin ortak özellikleri vardır. Yoksa bunlara devlet demek mümkün olmazdı. Devlet, dünyanın her yerinde, egemen sınıfların, işçi ve emekçileri, halkları baskı altına almak için kurdukları örgüttür. Bu örgüt, egemen sınıfın çıkarlarını, tüm ülkenin çıkarları olarak sunar. Çok duyduğumuz “ulusal çıkarlar”, “vatan için” sözleri, gerçekte, egemen sınıfın çıkarlarının dolaylı anlatımıdır. Bunun için, vatan için hep işçiler emekçiler ölür, bunun için onlar “ülkeyi soyarlar” ve saraylarında cennetlerini kurarlar. Onların cennetleri, işçi ve emekçilerin alınterleri, kanları üzerine yükselir. Bunun için fıtrat hep biz işçilere, ezilenlere aittir, bunun için bize sadakalar düşer, onlar ise hep sevaplar işlerler.

Bu hâli ile devlet, dünyanın her yerinde aynıdır.

Devlet, sınıfların varlığının itirafıdır ve en gelişmiş devlet, en kötüsüdür.

Ama her coğrafyada, her tarih kesitinde devletin oluşumu, şekillenişi özgünlükler gösterir. Her şey gibi, devlet denilen örgüt de, tarih ve coğrafyanın, sosyolojinin etkisi altında şekil alır. Her devlet, bulunduğu çağda, bulunduğu mekânda, sınıf savaşımına göre şekillenir.

Sınıflar arasındaki savaş, devleti de sürekli değiştirir. Mesela Yunanistan’da 1970’lerde faşist cuntaya karşı ayaklanma girişimleri, o halkın mücadelesinde bir süreklilik yaratabilmektedir. Bunun gibi, bizde 12 Eylül yenilgisi, direniş geleneğini olumsuz etkilemektedir ve bugünkü örgütsüzlüğün temelleri o günlerden gelmektedir. Aynı şekilde Kürt devrimci mücadelesi, bir direniş örneği olarak halklarımızı etkilemektedir.

TC devleti de bu koşullar altında şekillenmektedir.

Adına demokrasi denilebilir mi? Onbinlerce faili meçhul cinayetin üzerinde oturan bir demokrasi olabilir mi? İşkencecileri ile yüzleşemeyen bir toplum, normalleşebilir mi? Ermeni soykırımı gibi katliamlarla yüzleşemeyen bir toplum “normal”leşebilir mi? 16 Mart katliamını, Sivas katliamını, 1 Mayıs katliamını, Gezi Direnişi’nde öldürülen gençleri, Maraş katliamını, Soma’yı, Roboski’yi unutmak mümkün müdür? Bunlarla yüzleşmeden bir toplum normal olabilir mi?

Bu zeminin üzerinde oturan, orada egemenlik sürdürenler, rahat olabilir mi, normal olabilir mi, kâbussuz günlere sahip olabilir mi?

Bu durumda demokrasi “Türk usulü” olur? Ama aslında bu dünyanın her yerinde, tarihin her zamanında var olan devletlere de benzerdir.

TC devletinin tarihi, biraz abartmayı göze alırsak, iç savaşlar ve olağanüstü rejimler tarihidir. Burada bir “Türk” usulü bulunabilir. Bu tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin, SSCB’ye ve Ekim Devrimi’ne karşı bir üs, bir ileri karakol, bir emperyalistlerin ortaklaşa sömürgesi olarak organize edilmesine dayanmaktadır. TC devleti, halkların imhası ve inkârı, işçi sınıfının inkârı üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu topraklarda yaşayan halkları, asla ve asla, kendi insanları olarak görmeyen elit yöneticilerinin bugün İslam adına hareket ediyor olmaları durumu değiştirmiyor. Aynı işi yapıyorlar.

Yüzyıl önce Hamidiye Alayları ile katliamlar yapanlar, 60 yıl önce sokak serserileri ile katliamlar yapanlar, onlarca yıldır kontrgerilla yöntemleri ile faili meçhul cinayetler organize edenler, bugün de aynı işi, IŞİD tarzı çeteleri ile yapmaktadırlar, benim esnafın polistir, savcıdır nidaları ile yapmaktadırlar. Ne zaman sıkışsalar, katliam politikalarını raflardan indiriyorlar.

Ama bugünlerde Meksika’daki hükümet de buna benzer şeyler yapıyor. 40 öğrenciyi polis çetelere öldürmek üzere veriyor. Şili’yi, Arjantin’i hatırladığımızda da aynı şeyleri görüyoruz.

Peki başkanlık sistemi, Türk usulü olur mu?

Aslında, önce bunu söyleyenlerin, ne demek istediklerini açıkça söylemeleri gerekiyor. Diyelim ki, Erdoğan başkan olacak ve ömrü boyunca başkan kalacak, sonrasında varisi başkan olacak ve o da ömür boyu orada kalacak diye bir yasa çıkarabilirsiniz, buna “Türk usulü başkanlık” sistemi demek istiyorsanız bir sakıncası yoktur. Ama bu, bildiğimiz bir metottur ve dünya tarihinde çokça örnekleri var.

Ama eğer diyorsanız ki, halifelik tarzı bir başkanlık olsun, ama buna Türk usulü diyelim. Zaten, “allahın tüm sıfatlarını üzerinde taşıyan adam” gibi, “günah işleme özgürlüğü” gibi kavramları keşfeden bir ülkede yaşadığımıza göre, bunu da deneyebilirsiniz. Ama yine de halifelik, Türk usulü değil de sanki İslam usulü, belki biraz Osmanlı usulü olabilir.

Türk usulü başkanlık diyenler belli. Ama ne dedikleri belli değil.

Bu arada yaptıkları var ve buradan anlıyoruz ki, ne istedikleri açık: Mesela cumhurbaşkanlığına bağlı 15 “bakanlık” gibi bir organizasyon, mesela cumhurbaşkanına “örtülü ödenek”, mesela cumhurbaşkanına “özel istihbarat” gibi uygulamalar, durumu göstermektedir.

Nedir bu durum?

Erdoğan, başkan olmak istiyor ve hiçbir denetime tabi olmak istemiyor. Bugün yaptığı şeyi yapmak istiyor ve buna uygun yasalar olsun istiyor. Kendini güvende hissetmek istiyor, ama artık bu mümkün değil. Kahvaltısını bile koruma ordusu ile yapıyor. Ülkeyi hapishaneye çevirenler, kendilerini de hapishaneye koyduklarının farkında değiller.

Bu süreci anlamak için, resmi biraz daha büyütmemiz gerekir.

Erdoğan ve AK Parti çizgisi, hiçbir ilkesi olmayan, tümü ile pragmatik davranabilen ve ABD emrinde hareket etmekte yetenekli bir çizgidir.

Bu çizgi, ABD’nin bölgedeki isteklerine uygun davranmakta, bu arada ise, kendisine alan açmaktadır.

ABD’nin bölgedeki ana politikaları ise artık bellidir.

1- ABD, bölge petrolleri üzerindeki kontrollerini artırmak ve petrol dağıtım hatlarını kendi cephesinden “kontrol” altına almak istiyor.

2- Bölgeye yerleşmek istiyor.

3- Suudi Arabistan ve İsrail ile birlikte, bölgede, İran başta olmak üzere, diğer güçleri sindirmek istiyor.

4- Bölgeyi, tarihi ile, insanî özellikleri ile yerle bir etmek, dümdüz etmek ve sonra yeniden tarihsiz kentler kurarak tam kontrole almak istiyor.

IŞİD organizasyonu budur. IŞİD, bizzat ABD-İngiltere tarafından yaratılmıştır. Elbette işin içinde Türkiye, Erdoğa’nın çok eleştirdiği ama her fırsatta birlikte hareket ettiği İsrail, Katar ve Suudi Arabistan da vardır.

Suriye savaşının ardından, tüm bölgeyi yerle bir etmek, Kerkük ve Musul petrollerini kontrol altına almak, Irak ve Suriye petrollerini kendi denetimine almak istekleri açıktır. Ama bu konuda bir direnişle karşılaştılar. Suriye, sadece Erdoğan’ın ertesi sabah düşecek dediği bir ülke değil idi, aynı düşünce ABD’nin de düşüncesi idi, ama hayat bulmadı. Ve bugün ABD-İngiltere ve diğer 4 ülke, bölgeyi yerle bir etmeye karar verdiler, IŞİD budur. Kentleri yok etmek, tarih silmek ve halkları soykırımdan geçirmek demektir.

Şimdi de aynı süreç Yemen’de işliyor.

ABD cephesi savaşı kundakladıkça, gelişen tepkilerin tümünü, İran kazanıyor diye görüyor. Pek çok analizleri var, Irak’ı biz işgal ettik ama İran güçlendi şeklinde. Türkiye, aslında bundan bir ders çıkartıp, ABD’ye destek vermektense, bölge halklarından yana olmak gibi bir politikanın, kendisi için, burjuva anlamda da daha kazandırıcı olduğunu görecek durumda değildir.

TC devleti, bölgede, ABD’nin tetikçisi işlevini görmektedir. Suriye politikası bunun açık kanıtıdır ve şimdi de Yemen’de aynı süreç sahnelenmektedir. Yemen savaşının daha da uzaması demek olan bu müdahale, aslında dünya çapında süren emperyalist savaşımın ne kadar keskin biçimler aldığının da göstergesidir.

ABD, savaşın sonu ne olursa olsun, Yemen’in yerle bir olmasından mutluluk duyacaktır. İzledikleri politikaya uygundur.

Ama tüm bunlara rağmen, ABD, sahada savaşacak asker aramaktadır. Bu konuda Türkiye’nin rol almasını istendiği de açıktır. Türkiye, IŞİD sürecinde tüm yönleri ile açığa çıktığı gibi, tamamen tetikçi bir politika izlemektedir, bu arada ise para elde etmek ve bunu çete olarak sahiplenmek gibi el altından işler yapmakla meşguldür.

Suudi Arabistan, elbette daha akıllıca, ABD politikalarına adapte olmaktadır. Ama öyle anlaşılıyor ki, Katar ve Suudi Arabistan’ın, Erdoğan’ı kontrol etme olanağı çoktur, zira yeterince paraları vardır. Sünni İslam’ın Ortadoğu egemenliği, bugün ABD’nin istediği bir şey iken, ortalığın savaş yerine çevrilmesi için daha iyi bir üçlü bulmak zordur. İsrail sadece bunlar için bahaneler hazırlamakla görevli olsa yeterlidir, ABD ve İngiltere ise, yöneticiler ve kontrolcülerdir. Zaman zaman Erdoğan’ın kulağını çekmeleri yeterli olmaktadır.

Erdoğan, bu ABD desteğinin sonuna yaklaştığını görüyor. Bunun için “sultanlık” sistemine geçmek istiyor ve onu da öyle değişik yapmak istiyor ki, kendini hiçbir şeye bağlı hissetmek istemiyor. Bu konuda Katar ve Suudilerden para istiyor, ama farkına varmaktadır ki, bu aynı zamanda Suudi kontrolü demektir.

Derler ki, ava giden avlanır.

Derler ki, bir kere düşün, ABD neden bu işleri bizzat kendisi yapmıyor.

Derler ki, bir kere düşün, sıcak kestaneler neden maşa ile toplanır.

Ama yine de derler ki, bir kere bir yola çıktın mı, bir kere açgözlülük her yanını sardı mı, bir kere kibir seni kapladı mı, köşeye sıkıştırılman, dönülmez yollara girmen o kadar kolaylaşır.

İşte Tayyip, bu nedenle başkanlık sistemi istiyor.

Sadece 17-25 Aralık yolsuzlukları, sadece içerdeki çetin durumla ilgili değil, tüm bu nedenleri de içine alacak nedenlerle çözümü başkanlık sisteminde görüyor.

Bu noktada, işlerine geldiğine göre Suudilerin Tayyip’e halifelik önermelerinde bir sakınca mı olur? Sanmam. Hazır IŞİD halifelik iddalarını ortaya atmış iken, hazır Gülen halife imiş gibi davranırken, Erdoğan’ın neyi eksik ki? Suudilerin bu kadarcık zekâları olduğu da açık olsa gerek. Para verenlerin böyle bir rahatlıkları oluyordur.

Erdoğan’ın istediği böyle bir başkanlıktır.

Ama burada biraz durmalıyız.

Gülen hareketini sadece Gülen mi yönetmektedir? Yoksa Gülen içinde farklı gruplar da var mıdır? Bizce İngiltere’nin, ABD’nin, Almanya’nın ve İsrail’in Gülen hareketi içindeki güçleri, Gülen’in gücünden fazladır. Bu doğru ise, acaba AK Parti’nin içinde hangi uluslararası güçler nasıl odaklanmıştır? AK Parti’nin içinde de buna benzer bir durum vardır. Ve iktidarda yükselirken bu güçlerin sorunu olmayabilir, ama başkanlık sistemi ile kartlar yeniden dağılıp, mevziler yeniden organize edilirken, bu güçlerin aynı uyumla davranmaları mümkün olmaz. Almanya da iktidarda olmak isteyecek, ABD de, İsrail de, İngiltere de. İşte burada işler zorlaşmaktadır.

Bu durum, Ergenekon gazetecisi, eklenmiş gazeteci Selvi’nin sözleri ile “büyü bozuldu” şeklinde özetlenebilir. Büyü, arkadaki güçlerin ittifakındadır. İşte Erdoğan’ın sarayda çeşnicibaşı tutmasına neden olan süreç de buradadır.

Arınç’ın çıkışı, Davutoğlu’nun suskunluğu, Cumhurbaşkanı’nın Ala ve ekibi ile seçim listeleri hazırlaması, Erdoğan’ın “çözüm sürecini başlatan sahibi benim” demesi, MİT müsteşarının korkudan kaçıp kendini sağlama alma hamlesi, Mekke’de buluşmaları ve sonrasında Fidan’ın geri dönmesi, bu denklemin içindedir. Gökçek’in durumdan istifade Arınç’a savaş açıp, Davutoğlu’nun yerine göz dikmesi de bu işin içindedir.

Elbette, ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt meselesinin üzerinden bu tartışmanın yaşanması da son derece doğaldır. Yoksa, bu konuda da aralarında, üst düzeydeki ekibin arasında bir görüş farklılığı olmadığı da açıktır.

Derler ki, denizde fırtına başladığında gemiyi terk etmek isteyenler olurmuş.

Şimdi, tüm bu tablonun içine Erdoğan, Yemen meselesine neden hemen İran’ı eleştirerek dalıyor? İran’la yakınlaşmak isteyen Erdoğan, Yemen savaşını fırsat bilip,  ABD’den destek tazeleme hevesi ile, sonuna kadar giden açıklamalarla İran’i açıktan suçlamaktan geri durmuyor. Yemen savaşı, acaba Erdoğan’a yardımcı olabilir mi? Acaba, uluslararası sermayenin desteğini yeniden kazanabilir mi?

Yoksa, bu savaşı büyütüp, tüm bölgeyi kana bulayacak günler için sürdürdükleri hazırlıklar için bir fırsat mı yakalamış olurlar?

Bu süreçler kullanılarak, seçimler iptal edilebilir mi?

İç güvenlik yasaları ve yeni Ergenekon ile planladıkları katliamlar, tam da tüm bu süreçlerle örtüşmektedir. IŞİD bu açıdan Türkiye için hâlâ bir partnerdir.

Kuşku yok ki, bunların dışında bizim bilmediğimiz, okuyamadığımız daha pek çok plan işlemektedir, pek çok süreç yaşanmaktadır. Bölgedeki her güç kendi planlarını da yürütmektedir. Ama tüm bu kargaşadan, tüm bu denklemlerden, tüm bu emperyalist yağma savaşından bir an kendimizi geri çekip, yaşanan gerçeğe döndüğümüzde şunları açıkça görebiliriz:

1- Bölge, yerle bir edilmektedir. Kentler yıkılmakta, tarihleri yok edilmekte, camileri de dahil havaya uçurulmakta, kütüphaneleri yakılmaktadır. Sanki, bölgeyi dümdüz edip, sonra Hong-Kong vari tarihsiz, köksüz, insanî değersiz, camdan gökdelenler yapmak için hazırlık yapılmaktadır.

2- Bölgede halklar katliamlardan geçirilmekte, tam bir modern barbarlık örneği ortaya konmakta, kadınlar satılmakta, köleleştirilmekte, çocuklar canlı canlı mezarlara konulmaktadır. Bir soykırım yürütülmektedir.

Ve bunların tam dışında, bu barbarlığın içinden, halkların direnişi, onurlu mücadelesi yükselmektedir. Kobanê bu açıdan çok ama çok önemlidir.

Ve çözüm de buradadır.

Emperyalist güçler ve onların bölgedeki işbirlikçilerinin yürüttüğü yağma savaşına karşı, tek çıkış yolu, halkların ortak anti-emperyalist mücadelesidir.

Bizim cephemiz budur.

Halkların anti-emperyalist mücadelesi, insanlığın da tek gerçek kurtuluş yoludur.

Olağanüstü hâl yasaları ve seçimler

TC devleti, yeni bir iç savaş organize etmeye karar vermiş görünmektedir. Bu konuda kararlı olduğu anlaşılıyor.

Direnişi, sokak eylemlerini bastırmak istiyorlar.

Gezi Direnişi ile ile başlayan süreç, Kürt devriminin etkilerine daha fazla açık hâle gelen toplumsal mücadele, artık, mevcut iktidarın daha yakın bir gelecek tehdidi algısına dönüşmüştür. Devletin yönetenleri, her saniye Gezi Direnişi kâbusları görmektedir. İktidarları için, halkların mücadelesini bir tehdit olarak görmektedirler.

Bu nedenle, sokakları bastırmak istiyorlar.

Her türlü hak arama eylemini bastırmak istiyorlar.

Bunun için, yeni bir iç savaş organize ediyorlar. Ergenekon, kontrgerilla metotları, yeniden diriltilmek istenmektedir. Bu kez, IŞİD’de ifadesini bulan çete tarzını örgütlemek ve halkların üzerine sürmek istiyorlar.

Aslında, tam da bu noktada, bir yasaya ihtiyaçları olmadığı da açıktır. Mevcut yasalar zaten, her istedikleri tarzda saldırı yapmalarına olanak vermektedir. Ancak, son birkaç yıldır, Kürt devrimini oyalamak için geliştirdikleri söylem, var olan hava, devletin yeni saldırılar öncesinde değiştirmek istediği bir havadır. TC devleti, bu nedenle, saldırıya geçmiştir. Kontrgerilla, IŞİD çeteleri mantığı şırınga edilerek örgütlenmeye başlamıştır. Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan palalılar, başka bir çok yerde, özellikle inşaat şirketlerinin rant alanlarında da kullanıldı, halkın direnişini kırmak için, devlet denetiminde çeteler olarak devreye sokuldular. Ve bu süreç, 6-8 Ekim Kobanê destekleme eylemlerinde daha da ileri taşındı. Asker, polis halkın üzerine ateş açarken, çeteler, polis gözetiminde pompalı tüfekler, baltalar, satırlar, sopalarla halka saldırmaya yönlendirildi.

Bu yolla kitleleri durdurma isteği, gerçekte, tam sonuç vermekten epey uzak idi. Bu durumu gören devlet, bu kez, bir kampanya başlatma kararı almıştır. Bu kampanya startı, yeni yasa teklifi ile başlatıldı. Böylece, hem Barış görüşmelerinde Kürt hareketine karşı saldırı için kararlı olduklarını gösterip, yeni bir pazarlık yapma ve elbette seçimlere kadar süreci kilitleme şansı elde etmek istediler, hem de, gerçekten, kendilerine bağlı yeni unsurları iç savaş için devreye sokma olanakları yaratmaya başladılar, bu arada elbette, Gezi süreci ile artan tepki koyma refleksini durdurmak istediler.

İstedikleri budur.

Bu yasanın çıkıp çıkmamasından çok, seçimlere kadar yeni bir yolla gündemi kilitlemek istedikleri açıktır. Kürt hareketini oyalama taktiği, artık son noktasına gelmiş iken, devlet, savaşı yoğunlaştırarak, yeni bir saldırı başlatarak, bu şansı bir kere daha elde etmek istemektedir.

Erdoğan’ın önüne koyduğu başkanlık sistemi, ve bunun için çizdiği yol, Kobanê’deki gelişmeler ile birlikte, epeyce zora girmiştir. IŞİD’e açık desteği, Kobanê düştü düşecek sevinç çığlıkları hatırlanacaktır. Bu destekler, IŞİD ortaklığı hâlâ devam etmektedir. Ancak, Konabê direnişi, süreci değiştirmiştir. Bu durumda, Erdoğan’ın zaman kazanmasının bir yolu bulunmalıydı. Ve bu yol, bir yandan barış görüşmeleri sürerken, diğer yandan yeni bir saldırı hamlesi başlatma ve süreci, zorunlu olarak, Haziran’a, seçimlere kadar kilitleme yoludur. Öyle yapıldığı anlaşılıyor.

Bir yandan, tutuklamalar devreye sokuluyor.

Diğer yandan, yeni bir yasa devreye sokuluyor.

Öte yandan ise, ilk kez HDP ile ortak açıklama yapılıyor.

Oyalama denilen şey, her seferinde daha yeni metotlara dayanmak zorundadır. Öyle ya ilkinde iktidarız ama muktedir değiliz diyebilirsiniz ve bunun içinde de gerçeklik payı vardır. İkincisinde bu artık işe yaramaz. Ergenekon tasfiyesini ortaya atıp, şimdi meşgulüz zamanı değil dersiniz. Sonra, paralel yapı diye bir düşman bulur öyle denersiniz. Ve nihayet, bakın ortak açıklama adımını atttık, ama zaman parlamentodan bir takım sonuçlar almaya yetmiyor. Yasayı da geri çekeriz ne olur ki gibi bir yaklaşım deneyebilirsiniz.

Yoksa, hep aynı sözlerle aynı sonucu alamazsınız.

Hükümet, buradan bir sonuç almış gibidir. Gibidir, çünkü almış olsa ne işine yarayacaktır, bu henüz belli değildir.

Ama seçimlere giderken, Erdoğan-AK Parti-devlet (bu üçünü bir ve ortak anlamda kullanabiliriz. Artık, hükümet ve devlet ayrımları bazı noktalarda çok anlamlı değildir. Elbette anlamlıdır ama konu, karşı-devrim, konu yeni olağanüstü hâl, konu yeni kontrgerilla saldırıları söz konusu ise, bu fark anlamsızdır. Erdoğan’da bunun doğrudan içindedir.), AK Parti’nin 400 milletvekili almasını hedefliyor. Aslında bu, yeni anayasayı, kendi başına yapma olanağı demektir. 367 milletvekili gerekiyor ise, Erdoğan, doğrudan 400 diyor.

Peki bu 400 milletvekili nasıl ve kimden alınacak?

AK Parti’nin seçim barajını indirmeme nedeni açıktır. Eğer bu baraj, %5’e inmiş olsa, AK Parti, Kürdistan’dan 3 bin oyla elde ettiği milletvekilliklerinin hepsini HDP’ye kaybedecektir. Bu nedenle, bu baraj indirilmek istenmiyor. Bu barajı indirmeyen bir partinin, Kürtlere yakınmış gibi bir söylem kullanması, Kürtlerin aklı ile dalga geçmektir. Bu barajı tutarak, soldan oy isteyen bir AK Parti, solun aklı ile dalga geçmektedir.

Kobanê direnişi ve Kobanê’ye IŞİD saldırıları sırasında, halklar, özellikle de Kürtler, AK Parti politikalarının gerçek yüzünü görmüştür. AK Parti, bölgede çok büyük oranda oy kaybetmiştir. Eğer Kobanê düşse idi, belki bu kayıplar bu kadar derin olmayacaktı. Ama Kobanê zaferi gelince, bu oy kayıpları daha da artmıştır. Bu sadece Kürdistan’da yaşayan Kürtler için değil, Batı’da yaşayan Kürtler için de geçerlidir. Aslında, oyalama politikalarının, gerçekte ne anlama geldiği, Kobanê direnişi sürecinde tamamen açığa çıkmıştır. HDP’ye oy vermeyenler için bile bu süreç çıplak gözle görülür hale gelmiştir. Bu nedenle, AK Parti, Kürtler içinde oy kaybetmiş durumdadır.

Öyle ise buradan oy alma ihtimali düşüktür.

Kürtlerden oy alabilmek için, bir yandan barış masasında varmış gibi yapması, bir yandan IŞİD sürecini anlatması ve bir yandan da PKK’yi suçlamayı başarması gereklidir. Bunun kolaylıkla olmayacağı açık değil mi?

Öte yandan, Gezi sürecinin ardından, Batı’da oylarını artırdıklarını söylemek de mümkün değildir. Bu durumda, Batı’da da oy kaybı olacağı düşünülebilir. Hele ki, yeni yasa denemesinin oy getirmeyeceği açık olsa gerek. Liberalleri, bazı islamî cemaatleri vb. de kaybettikleri görülüyor. Oy artırma olanakları kalmamış iken, nasıl olacak da milletvekili sayısını 400’e çıkaracaklar?

400 milletvekili talebi, tek başına anayasa yapma isteğidir. Yoksa, diğer partilerle tartışmak zorundadırlar ve buradan sonuç almaları da mümkün değildir. 400 milletvekili talebi, aslında, kendine güven değil, başkalarına tam bir güvensizlik demektir. 400 milletvekili, aslında, iç güvenlik tarzı yasalara hiç ama hiç gerek kalmayacağı anlamına da gelmektedir. Sultanlık iddiaları, artık açıktır ve ne anlama geldiği de bilinmektedir.

Peki o hâlde 400 milletvekili hedefi tamamen bir uydurma mıdır?

Kanımızca burada durmak gerekir.

Normal şartlar altında, HDP barajı geçecektir. HDP, hem soldan, hem CHP’den, hem de AK Parti’den Kürtlerin oylarını alacaktır. Özellikle Kürtlerin AK Parti’ye giden oylarının geri gelmesi, büyük bir etkiye yol açacaktır. HDP’nin barajı geçmesi, sadece buna da dayanmamaktadır. Özellikle ülkemizde gelişen toplumsal muhalefet, arayış, kendini ortaya koymaktadır ve bu nedenle de HDP’nin barajı geçeceği fikrindeyiz.

HDP’nin barajı geçmesi, mesela CHP’nin %5 fazla oy almasına benzemez. AK Parti’yi çok daha fazla etkiler. %10 barajının aşılması, özellikle Kürt illerinde olmak üzere AK Parti’ye 30-40 milletvekili kaybettirecektir.

Demek ki, 400 milletvekili verin, bunu kolaylıkla yapalım sözü anlamlıdır.

Çünkü, 400 milletvekili, şunlara dayanmaktadır:

– HDP barajı geçemeyecek, geçmesine izin verilmeyecek

– CHP ve MHP oylarından AK Parti’ye kayış sağlanacak.

Peki nasıl?

Anlaşılacağı üzere, burada, AK Parti ve Erdoğan ekibi, bu işlerin “kolaylık”la olmayacağı kanısındadır. Kolaylıkla olmuyorsa, sulh ile olmuyorsa, elbette zorla olacağı söylenmektedir.

İşte tam da bu noktada, iç güvenlik yasa tasarısının önemi ortaya çıkıyor. Bu yasanın çıkması, çıkmaması değildir mesele. Mesele, şiddetin bizzat 400 milletvekili hedefine uygun olarak artırılacağı anlamına gelmektedir. Bunun için, tekrar olması pahasına, bir yasaya ihtiyaçları olmadığı açıktır. Devlet içinde bir çete örgütlenmesi organize ettikleri, bu çetelerin sokaklarda etkili hâle getirilmesi için uğraştıkları açıktır. Kartopu oynayan insanlardan birinin bıçakla öldürülmesi olayına bakıldığında anlaşılmaktadır ki, bu çeteler, mahallelerde devreye sokulmuştur.

Öyle ise, seçime kadarki sürecin yeni devlet saldırılarına sahne olacağı açıktır.

Nasıl ki, Gezi’ye saldırırlarken yanıldılar, nasıl ki, Kobanê düştü düşecek diye yanıldılar, bu kez de elbette sahneye koyacakları yeni saldırılarda da yanılacaklardır.

Ellerinden gelen her şeyi yapacakları açık. Ama bu seçimler, tüm anti-demokratik uygulamalara karşın, HDP’nin barajı geçeceği seçimler olacaktır.

Doğrusu, AK Parti, hükümet ve devlet, Erdoğan’ın istekleri doğrultusunda gerilimi artıracaktır. Bunu anlamak zor değil. Meclisten çıkacak yasalara da ihtiyaçları olmayacağı açıktır. Yeni olağanüstü hâl uygulamalarını devreye sokacaklarını anlamak zor değil. Gezi ve Kobanê süreçlerindeki gördüğümüz gibi, devlet, yeni bir kontrgerilla örgütlenmesi içindedir. Bunu daha da ilerletecekleri, Cizre örneğinde olduğu gibi, polisin plakasız araçlar devreye sokacağı vb. açıktır.

Bize düşen ise, gerçekten gelişen, harekete geçmiş olan, duyarlı olan toplumsal muhalefeti örgütlemektir. Gezi Direnişi, Kobanê direnişi, Soma direnişi, Özgecan isyanı, son boykot eylemi, Dink anması, Berkin Elvan anması, 8 Mart vb. gibi eylemler göstermektedir ki, mücadele belli bir kitlesellikle sürmektedir. Bunu örgütlemek, bunu sağlam örgütlemek gereklidir.

Seçim çalışmaları, hem barajı aşma hedefini önümüze koymaktadır, hem de örgütlenmek ve sağlam örgütlenmek hedefini önümüze koymaktadır.

İşçi kanı üzerine yükselen ‘Spine Tower Tanıtım Kokteyli’ protesto edildi

Soma’da geçen sene 13 Mayıs’ta Soma Kömürcülük AŞ’ye ait maden ocaklarında meydana gelen ülkenin en büyük işçi katliamında, resmi açıklamayla 301, İşçi Gazetesi’nin tespitlerine göre ise 412 işçi yaşamını yitirmişti. Katiller hala cezalandırılmadığı gibi, Soma davasının iddianamesi değiştirilerek sanıklar hapisten kurtarılmaya çalışılıyor.

Eylemde katil şirketi teşhir eden dövizler taşınırken, “Soma’yı unutma unutturma!”, “Soma’nın katili AKP’nin şirketi!” ve “Soma’nın hesabı sorulacak!” sloganları atıldı.

Şirketin girişine kurulan bariyerler ve arkasında bekleyen sivil polislere tepki gösteren eylemciler bariyerlerin önüne kömür ve kırmızı boya döktü.

“Utanç duymadan kokteyl düzenleniyor”

İstanbul Kent Savunması ve İşçi Cinayetlerini Durduracağız Platformu adına basın açıklamasını okuyan İnşaat mühendisi Ersin Kiriş, şirketin kar hırsının yol açtığı Soma katliamını hatırlatarak, “Soma’da katliamın olduğu madenin sahibi Alp Gürkan’ın İstanbul Maslak’ta inşa ettirdiği Spine Tower, bu katliamın, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, vurdumduymazlığın üzerinde yükseliyor. Ve şimdi, hiçbir hesap vermeden, hiç utanç duymadan ve hiçbir şey yaşanmamış gibi, bir tanıtım kokteyli düzenleniyor” diyerek sorumluların peşini bırakmayacaklarını vurguladı.

İşçi Gazetesi / 12 Mart 2015

Boydak’ta sendika işçiye ihanet etti!

Çeşitli sektörlerde 7 bin işçi adına 2 yıllık imzalanan sözleşmede 1’inci yıl için brüt yüzde 15, 2’inci yıl için ise asgari ücret oranında zam yapılması kararlaştırıldı. Yapılan sözleşme ile ilgili işçiler, “Patron sözünü tutmadı. Sendikacı da işçiye ihanet etti” yorumunda bulundu.

İmzalanan sözleşmede neler var?

Boydak Holding ile 3 ayrı sendika arasında 8 ayrı sektörde 41 işletmede imzalanan sözleşmeyle; tüm işçilere 1’inci yıl için brüt yüzde 15 zam verildi. Bu oran net zam olarak hesaplandığında yüzde 11 zamma denk geliyor. 2’inci yıl içinse hükümetin belirleyeceği asgari ücret zammı uygulanacak. Kıdem farkında ise işe giriş yılına bağlı olarak 5 TL ile 50 TL arasında artış yapılacak. Sözleşmeyle 1 aylık brüt kira yardımı yapılması da kararlaştırıldı. İşçilerin ısrarla üzerinde durduğu 4 ikramiyenin verilmesi ise yapılan zam oranları nedeniyle işçileri tatmin etmedi.

Kaynak: Evrensel/İşçi Gazetesi-12 Mart 2015

Mersin Üniversitesi’nde Eylem

Öğrencilerden İstihdam Soruları

Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu ve İş-Kur’un 19 Mart’ta ortaklaşa düzenlediği Kariyer Günü öğrencilerin soru sorması ile yarıda kesildi. Konuşmamacılar soruların büyük bir bölümünü yanıtlamadı. Etkinlik nedeni ile kampüse çağırılan polisler ise öğrencilerin talebi üzerine rektörlük tarafından geri gönderildi. Etkinlik öncesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr Mehmet İsmail Yağcı geçtiğimiz günlerde darp edilerek gözaltına alınan öğrencilerle görüşerek MÜSİAD’ ın üye kayıtı yaptığından bilgilerinin olmadığını söyledi.

Mersin Üniversitesi(MEÜ)’ de Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu ve İş- Kur Kariyer Günü başlığıyla bir dizi etkinlik hazırlığı yaptı. Çeşitli kamu kurumları ve özel sektör temsilcileri panellerden oluşan etkinlik dizisi için Çiftlikköy Kampüsü’ nde bulunan Uğur Oral Kültür Merkezi’ne geldi. Soru cevap biçiminde kurgulanan etkinlikte öğrenciler sordukları birçok soruya cevap alamadı. Sorular nedeniyle Özel Sektör Ne İster Paneli iptal edildi. Geçtiğimiz günlerde MÜSİAD etkinliğinde yaşanan olaylar nedeni ile rektörlük kampüs içine beş otobüs çevik kuvvet ekibi ve çok sayıda sivil polis girdi ancak öğrencilerin tepkileri üzerine rektörlük tarafından geri çekildiler.

MÜSİAD’ ın üye kayıtı yaptığından bilgimiz yoktu

Etkinlik öncesi öğrencilerle görüşmek isteyen rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmet İsmail Yağcı MÜSİAD’ ın pazartesi günü yaptığı konferansta yaşananlardan üniversite yönetiminin rahatsızlık duyduğunu belirtti. Yağcı MÜSİAD’ ın öğrencileri üye yapmaya çalıştığından bilgilerinin olmadığını bu konu ile ilgili araştırma yapacaklarını söyledi. Öğrencilerden demokratik haklarını kullanmalarını fakat Kariyer Günü için hassas olmalarını ve dinledikten sonra soru sormalarını istedi. Öğrenciler ise kampüs içerisinde ki polislerin çıkarılmasını istedi. Talebin kabul edilmesi ile çok sayıda sivil ve resmi polis kampüs dışarısına çıktı.

‘2023’ te kaç işçi atılacak’

Mersin’de Liman Faaliyetleri konu başlığı ile söz alan Ulaştırma ve Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Mersin Liman Başkanı Zafer Gül liman işletmeleri ve içerisinde ki istihdama dair bir sunum gerçekleştirdi. Bunun üzerine Gül’ e limanda ki çalışma koşulları soruldu. Gül sunum sonrası cevaplandıracağını söyledi. Liman başkanına sorulan sorular şöyle;

Limandan atılan işçiler hakkında ne düşünüyorsunuz? 2023’ te kaç işçi işten çıkarılacak?

Serbest bölgede çalışma koşullarını anlatmanızı istiyoruz. Soma, Ermenek ve Torunlar’ da iş cinayetlerinde ölenler özel sektörde çalışıyordu, öğrencileri neden özel şirketlere yönlendiriyorsunuz?

400 ton GDO’lu mısır ve 1.044 ton kaçak et limana sokuldu. İnsanlar kaçakçılık yapıyor diye Roboski’ de öldürüldüler. Peki bu gemileri ne yapacaksınız?

Cevap kısmında soruları yanıtlamak istemeyen Gül; ‘ Öğrenciyken her şeyin sorulabileceğini ama öğrenci değilken bu tür soruların sorulamadığını ve kendi uzmanlık alanı olmadığını söyleyerek kürsüden ayrıldı.

İş-Kur’a çocuk işçiliği soruldu

Sorulara cevap alamayan öğrencilerin cevap isteği üzerine etkinliğe ara verildi. Aradan sonra Mersin Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü İş ve Meslek Danışmanı Duygu Pehlivan İş-Kur’ n çalışmalarına dair bilgilendirme yapacağını ve sunumun ardından kendisine soru sorulabileceğini söyledi. Pehlivan öğrencilerin sorduğu bazı sorulara cevap verirken çoğunu yanıtsız bıraktı.

İş-Kur tarafından sağlanan işlerde çalışan işçilerin sigortalarının işveren tarafından karşılanmadığını söyleyen bir öğrenci İşçilerin sigortaları nereden karşılanıyor sorusunu sordu. Soruyu başka bir öğrenci bizlerden alınan vergilerle oluşturulan fondan karşılanıyor. Böylelikle işverene yük olmaması sağlanıyor’ dedi.

Çocuk işçiliğini neden teşvik edildiğini soran bir öğrencinin söylediğini reddeden Pehlivan’ a aynı öğrenci dağıtılan broşürlerde on beş yaş ve üstü vatandaşlara hizmet verildiğinin yazıldığını söyledi.

Terör mağdurlarına imkân sağlıyorsunuz, devlet mağduru olanlara ne tür kolaylıklar sağlıyorsunuz? Sorusu ise cevapsız kaldı.

İstihdam halayı

Diğer soruları dışarıda yanıtlamak isteyen Pehlivan’ ı kürsüden ayrılmasının ardından öğretim görevlileri ile kısa süreli bir tartışma yaşandı, öğrenciler bir süre kürsüye çıkarak soruları kendileri cevaplandırdılar. Etkinlik sonrası sorular nedeni ile iptal edilerek salon boşaltıldı. Öğrenciler ‘sermaye defol üniversiteler bizimdir, işçilerin birliği sermayeyi yenecek ‘ sloganı atarak dışarı çıktılar. Kültür merkezi önünde ise ‘ istihdam halayı’ çekerek dağıldılar.

Şirket Değil Üniversite!

Bundan iki yıl önce, 161 taşeron işçinin Koç Üniversitesi’nde işten atılmasıyla başlayan “Nisan Direnişi” taşeron işçileri, akademisyenleri ve öğrencileri bir araya getirmiş, bir hafta süren direnişin ardından işçiler yeni taşeron firmayla işe iade edilmişlerdi. Nisan Direnişi’nin ikinci senesinde bir kez daha bir araya gelen üniversite bileşenleri, üniversitede işçilerin, akademik kadronun ve asistanların üstünde gün geçtikçe artan baskılara, iş güvencesizliğine ve öğretim kalitesindeki düşüşe karşı bir eylem gerçekleştirdiler.

2 Nisan’da 17.00’de 500’e yakın kişinin katılımıyla üniversite yerleşkesi içinde “İşten çıkarmalara hayır” pankartı eşliğinde yürüyüşle başlayan eylem boyunca “Müşteri değil, öğrenciyiz”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Taşerona hayır, bu kadro bizim” sloganları atıldı. Rektörlük binası ve yurtlardan geçerek kapıya ulaşan kitleyi kapıda 18 farklı demokratik kitle örgütünün temsilcileri alkışlar ve sloganlarla karşıladı. Burada Koç Üniversiteliler Dayanışması tarafından okunan basın açıklamasında üniversite yönetiminin birçok öğretim üyesine “sözde” performans kriterlerine dayanarak sözleşmelerini yenilemediği, okutmanlara statülerini ve maaşlarını değiştiren sözleşmeler dayattığı, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini sigortasız ve güvencesiz çalışmaya mahkum ettiği belirtildi.

Asistanların eğitimlerine devam ederken aynı zamanda tanımsız akademik ve idari işler de yapmak zorunda bırakıldığına değinen dayanışma, asistanların son birkaç yıldır maaşlarında artış yapılmadığını belirterek, yüksek lisans öğrencilerine verilen maaşların ise tamamen ortadan kaldırıldığını söyledi.

Açıklamada yönetimin iki sene önce Taşeron İzleme Kurulu’nu tanıyacağına söz vermesine rağmen, hem bu sözünü tutmadığı hem de işçiler üzerindeki iş yükünü arttırdığı vurgulanırken, üniversitede işten çıkarmaların da devam ettiği belirtildi. Ayrıca güvencesiz çalışma koşullarının eğitim kalitesini düşürdüğü vurgulanarak, “Sizin tepeden inme kararlarınız varsa bizim de gittikçe büyüyen ve güçlenen bir dayanışmamız var. Koç Üniversitesi şirket değil, kamu hizmeti veren bir eğitim kurumudur. Bütün kararlar buna uygun olarak alınmalıdır. Bu temelde, üniversite yönetimini taleplerimizi yerine getirmeye davet ediyoruz” dendi.

Basın açıklamasında ayrıca dayanışmanın talepleri de sıralandı:

  • Tüm üniversite çalışanlarına iş güvencesi sağlansın.
  • Akademik personelin maaş dahil olmak üzere kazanılmış haklarının gasp edilmesine son verilsin.
  • Yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sigortalı ve güvenceli çalışma hakkı verilsin.
  • Taşeron işçilerinin işten çıkarılmasına son verilsin. Daha fazla sayıda işçi istihdam edilsin. İşçilerin iş yükü ağırlaştırılmasın.
  • Taşeron İzleme Kurulu üniversite yönetimi tarafından resmen tanınsın.
  • Üniversitemizdeki karar alma süreçleri, tüm bileşenlerin katılımıyla şeffaf ve demokratik bir hale getirilsin.

Toronto ve Amsterdam Üniversiteleri de 2 Nisan Koç Üniversitesi direnişine destek mesajı yolladılar. Basın açıklaması, Toronto, LSE ve Amsterdam üniversitelerini, Türkiye’de benzer sıkıntılar yaşayan diğer vakıf üniversitelerini ve ayrıca İstanbul Üniversitesi’ndeki demokratik seçim mücadelesini selamlayarak sonlandırıldı.

Basın açıklaması ardından, Koç Üniversiteliler’le dayanışmaya gelen demokratik kitle örgütleri de sırasıyla söz aldılar. Yakın zamanda sendikalaştıkları gerekçesiyle işten çıkarılan Koç Holding’e bağlı Divan Pastanesi’nin işçileri de direnen Koç Üniversiteliler’i selamlayanlar arasındaydı.

Konuşmalar ardından çekilen halaylarla sonlanan eylemle üniversite ana giriş kapısına üniversite bileşenlerinin taleplerini yansıtan dövizler ve pankartlar da asıldı.

Eylemde Koç Üniversiteliler Dayanışması’na desteğe gelen demokratik kitle örgütleri şöyle:

ÇHD İSTANBUL, UMUT SEN, Sarıyer Halkevleri, Divan Pastanesi işçileri, Sarıyer HDP, İşçi Demokrasisi Partisi, Öğretim Üyeleri Derneği, VÜEDA, Bilgi Ünivesitesi Sendikalaşma Hareketi, Sarıyer Kent Dayanışması, Köz gazetesi, Eğitim-Sen 6 nolu Üniversiteler Şubesi, Devrimci İşçi Partisi, Birleşik Haziran Hareketi Taşeron Komitesi, VİDA, TİK, Sarıyer AKA-DER, Bilgi Üniversitesi, Plaza Çalışanları Platformu

Koç Üniversiteliler Dayanışması tarafından okunan basın açıklaması metni:

02.04.2015

BASINA ve KAMUOYUNA;

Biz Koç Üniversitesi Bileşenleri bugün 2 Nisan direnişimizin yıldönümünü kutluyoruz. Aradan geçen iki yılda dayanışmamızı büyüttük, güçlendirdik. Ama yaşadığımız sorunlar ve maruz kaldığımız haksızlıklar da bu süre içinde çoğaldı, büyüdü.

Koç Üniversitesi yönetimi birçok öğretim üyesinin sözleşmesinin performans kriterlerine dayanarak yenilenmeyeceğini duyurdu. Ancak, söz konusu kriterleri açıklamadı. Hocalarımız şeffaf olmayan, tepeden inme kararlarla işten çıkarılıyor.

Koç Üniversitesi yönetimi, okutmanların üzerinde baskı kuruyor. Üniversitenin ders yükünün büyük kısmını üstlenen okutmanlarımıza hem statülerini hem de maaşlarını değiştiren sözleşmeler dayatılıyor.

Koç Üniversitesi yönetimi yüksek lisans ve doktora öğrencilerini sigortasız ve güvencesiz çalışmaya mahkum ediyor. Bir yandan eğitimlerine devam ederken, diğer yandan da tanımsız akademik ve idari işler yapmakla yükümlü tutulan asistanların son birkaç yıldır maaşlarında artış yapılmıyor. Yüksek lisans öğrencilerine verilen maaşların ise tamamen ortadan kaldırılması planlanıyor. Daha önceden verilen yol ödeneği kesilirken, yüksek lisans öğrencileri ise hem yol hem de yemek ödeneğinden mahrum bırakılıyor.

Koç Üniversitesi, iki yıl önce rektörün altına imzasını attığı Taşeron İzleme Kurulu’nu tanımamakta ısrar ediyor. İşten atılmalar devam ediyor. Yeni işçi istihdam edilmediği için işçi başına düşen iş yükü artıyor.

Bütün bu sorunlar en çok Koç Üniversitesi öğrencilerini etkiliyor. Öğretim üyelerinin, okutmanların ve asistanların içinde bulunduğu güvencesiz çalışma ortamı üniversitede verilen eğitimin niteliğini etkiliyor. Sınıflar her dönem biraz daha kalabalıklaşıyor ve öğrenciler istedikleri derslere kayıt olmakta güçlük çekiyorlar. İşçi sayısının sürekli azalması kampüste verilen temizlik hizmetlerini kesintiye uğratıyor. Yurtların barınma kapasitesi koşullar dikkate alınmadan sürekli artırılıyor. Eğitim, yurt, yemek ve ulaşım ücretleri katlanarak artıyor.

Bu sorunlarımızla ilgili üniversite yönetimine defalarca sunduğumuz toplu dilekçelere ciddi bir yanıt verilmiyor, yaşadığımız sorunlar görmezden geliniyor.

Biz Koç Üniversitesi Bileşenleri olarak diyoruz ki: sizin tepeden inme kararlarınız varsa bizim de gittikçe büyüyen ve güçlenen bir dayanışmamız var. Koç Üniversitesi şirket değil, kamu hizmeti veren bir eğitim kurumudur. Bütün kararlar buna uygun olarak alınmalıdır. Bu temelde, üniversite yönetimini taleplerimizi yerine getirmeye davet ediyoruz.

Tüm üniversite çalışanlarına iş güvencesi sağlansın.

Akademik personelin maaş dâhil olmak üzere kazanılmış haklarının gasp edilmesine son verilsin.

Yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sigortalı ve güvenceli çalışma hakkı verilsin.

Taşeron işçilerinin işten çıkarılmasına son verilsin. Daha fazla sayıda işçi istihdam edilsin. İşçilerin iş yükü ağırlaştırılmasın.

Taşeron İzleme Kurulu üniversite yönetimi tarafından resmen tanınsın.

Üniversitemizdeki karar alma süreçleri, tüm bileşenlerin katılımıyla şeffaf ve demokratik bir hale getirilsin.

Sorunlarımız ortak, çözümümüz tek: Üniversite şirket gibi yönetilemez.

Türkiye’deki diğer vakıf üniversitelerinde de benzer sorunların yaşandığını biliyoruz. Sorunlarımız ortak, mücadelemiz ortak, ilk dersimiz dayanışma!

Üniversitelerinde demokratik seçim mücadelesi veren tüm İstanbul Üniversitesi öğrencilerine selam olsun!

Bizle benzer sorunlar yaşayan, mücadeleyi Toronto, Londra ve Amsterdam’da sürdüren arkadaşlarımızın da desteğini aldık. Onlara da selam olsun!

 

Hocalarımızı işten çıkartamazsınız!

Okutmanlarımızın çalışma koşullarını ağırlaştıramazsınız!

Asistanlarımızı sigortasız çalıştıramazsınız!

İşçi arkadaşlarımızı işten çıkartamazsınız!

 

KOÇ ÜNİVERSİTESİ BİLEŞENLERİ

Komutan Chavez Anadolu halklarının gönlünde yaşıyor

5 Mart’ta Çağdaş Sanatlar Merkezinde gerçekleştirilen etkinliğe Venezuela Büyükelçiliği, Küba Büyükelçiliği, Ekvador büyükelçiliği ve çok sayıda aydın ve sanatçı katıldı.

Venezuela Büyükeelçisi Reyes’in konuşmasıyla başlayan etkinlik, Küba büyükelçisinin selamlama mesajıyla devam etti. Hugo Chavezi anlatan belgesl gösteriminin yapılmasıyla devam eden etkinlikte Ahmet Telli Hugo Chavez’in Türkçeye çevrilen “Örümcekçinin hikâyeleri” adlı kitabını tanıttı.

Venezuelalı piyanist Leonel Ruiz ve Grubu “Mere Mere con Pan Caliente” sahne almasıyla Venezuela halklarının müziklerinden oluşan Chavez itafen hazırlanmış albümden parçaların paylaşılmasıyla Komutan Hugo Chavez aramızdan ayrılışının 2.yılında Anadolu Halklarının gönlümde yaşayacak denilerek anma sonlandırıldı.

İstanbul’da da, 5 Mart 2015 Perşembe günü Yoldaş Chavez’i anma eylemi gerçekleştirildi.

Saat:18:00’dan itibaren, Galatasaray Lisesi önünde stand açıldı, müzik dinletisi yapıldı ve bildiri dağıtımı gerçekleştirildi. Ardından basın açıklaması okundu.

Saat: 19:00’da gerçekleştirilen basın açıklaması sonrası, Pangea kültür’de film gösterimi gerçekleştirildi.

Komutan Chavez ölümsüzdür!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...