Ana Sayfa Blog Sayfa 296

Şiddet üreten sistem: Burjuva egemenlik ve kadına şiddet

Diğer yanda ise, gelişen ve kitleselleşen bir tepki, cenazede, sosyal medyada adeta bir isyana dönüşüyor. O kadar ki, hükümet yeni bir Gezi süreci mi başlıyor diye, coplarını hazırlıyor, saldırı hazırlıklarını devreye sokuyor.

Bir avuç parababasının başında oturduğu, milyonlarca insanın yokluk, açlık cehenneminde yaşatıldığı bir dünya, elbette sürekli şiddet üretmektedir. Bu tüm sınıflı toplumların gerçeğidir. Burjuva sistem, aynı zamanda erkek egemen bir sistemdir. Toplumsal yaşamın her alanında üretilen şiddet, elbette en çok ezilenlenleri, sömürülenleri vuruyor. Ezilen halklara vuruyor, işçilere emekçilere vuruyor ve elbette kadınlara da iki kere vuruyor. Irkçılık, ayrımcılık bu şiddetin arka planıdır.

Ama bizim toplumumuzda bu yara daha da derindedir. Hapishanelerden katilleri çıkartıp, Ermeni katliamlarında devlet adına kullanmak, işin en başında vardır. Katliamlarda bu katil güruhu kullanmak için, elbette sistem bunları sistematik olarak üretmekle kalmıyor, bunları devlet için devşiriyor da.

Hrant’ı katletmek için tetikçi olarak görevlendirilen kişilerle karakolda fotoğraf çekmek ile, bir gerillanın cesedinin üzerine postalla basıp fotoğraf çekmek aynı sürecin içindedir. Milyonlarca insana işkence yapmak, Kürt köylerinde insanlara dışkı yedirmek, kadın-çocuk farketmez diye emirler vermek bu şiddetin başka bir tarzda dile getirilişidir. Bir erkek veya kadına işkencede tecavüz etmek ile, tecavüze uğrayan kadını suçlamak aynı sürecin parçalarıdır. Bir Rum kadınının ırzına geçilmesi için teşvik vermek ile, mini etek giymeseydi tecavüze davetiye çıkarmazdı, demek aynı şeydir.

Bir sokak gösterisinde, üzerine gaz bombası atan, su sıkan bir kişinin yüzünü örtmesini suç saymak ile, “tecavüzcüyü tahrik edecek tarzda giyinmek”söylemi aynı şeydir. Birinde yüzünü örten “suçlu” bulunmaktadır, diğerinde ise “etek giymiş olan” kadın suçlanmaktadır. Oysa her ikisinde de saldıran, suçlu bulunmamaktadır. Nasıl ki hakkını arayan insana karşı devletin, polisin estirdiği terörü, sokakta adam öldüren polisi engellemek yerine, görevini kötüye kullanan polisi ve güvenlik gücünü, savcıyı yargılamak yerine, halkı, göstericileri suçlamak, yeni çıkartılacak olan yasanın temeli ise, aynı biçimde, kadına şiddeti kullanan kişiyi, polisi, hakimi yargılamamak aynı sürecin parçasıdır.

“Her ülkede kadınlar tecavüze uğruyor, abartmayın” savunması, gerçekte bu sistemin bu katilleri savunmasından başka bir şey değildir.

Sistemin buna, katiller sürüsüne ihtiyacı vardır.

Kürt devrimine karşı kullanılan özel savaş yöntemleri, bu sistemin çete yetiştirme kültürü ile sürdürülmüştür.

Ermeni katliamları, Çorum ve Maraş katliamları, Sivas katliamları, tamamen bu katil çetelerin eli ile gerçekleştirilmektedir. Bu yolla devlet, her zaman, uygun işler için uygun tetikçiler bulabil- mektedir, bulmaktadır.

İşte devlet, bu zemini, bu iklimi, asla bırak- mak istememektedir.

Gezi Direnişi’ni hatırlayalım. Direnişe karşı

%50’yi evde zor tutanlar, dini, yalanı ve sokak şid- detini, çeteleri kullanmaktan geri durmamışlardır. Sokaklarda genç kızların saçlarını çeken polisleri hatırlayalım. Polis araçlarına bindirilirken tacize uğrayan kadınları hatırlayalım. Camide seviştiler vurgularını hatırlayalım, Kabataş’ta üstleri çıplak 100 erkeğin başörtülü kadına saldırdığı yalanını hatırlayalım. Sokaklarda elinde palalarla kadınla- ra, erkeklere saldıran “sivil” kişileri hatırlayalım.

Sizce bu şiddet, Özgecan Aslan’ı öldüren şid- detten çok mu ayrıdır?

Tecavüze uğrayan bir kadın, velev ki ölmüş olmasın, suçlanmaktadır. Ona saldıran, hafifletici nedenlerle ceza almaktadır ve hafifletici nedenler arasında, kadının “tahrik edici giyinişi” de gel- mektedir. Doğrusu şu ki, bu konuda kararlar veren hakimlerin, devletin, kolluk kuvvetlerin, hangi gi- yim tarzını “tahrik edici” bulduklarını kestirmek de zordur. Tüm toplum etek giymez olsa, bu kez kısa kollu giyinmek tahrik edici bulunacaktır. Kol- lar kapansa saçlar tahrik edici bulunacaktır. Saçlar kapansa bu kez gözler tahrik edici bulunacaktır. Gözler kapansa çarşafın dalgalanması tahrik edici bulunacaktır.

Devlet yetkililerinin, Özgecan cinayeti gibi kan dondurucu bir cinayetten sonra bile, “böyle giyinirseniz bu saldırıya maruz kalırsınız” demesi, katilin cinayetle ilgili ifadesinden daha mı az kan dondurucudur?

Bir erkek egemen sistemi kutsayan, dini bu yönde kullanan, kadını aşağılayan, kadını bir eşya haline getiren sistemi tümü ile destekleyen ve tah- kim eden bir siyasal yönetim, bu cinayet nedeni ile, bu fırsattan istifade, güvenlik yasasını çıkar- maya çalışmaktadır. Bu cinayeti bu amaç için kul- lanmak, akıl almaz bir siyasi “kurnazlık”tır.

Hatta daha da ileri giderek, bu vesile ile idam cezasını tartışmaya açmaktadırlar. Yine daha bü- yük ölçüde yasaklar düşünülmektedir.

Irkçılık, ayrımcılık, erkek egemen sistem, sö-

mürücü sistem, insanın insana her çeşit kulluğuna dayalı sistem şiddet üretir. Bu bizim toplumumuz- da, tarihsel nedenlerle daha da ileridedir. Birçok katliamda, devlet, tecavüzcüleri, katilleri hapis- lerden çıkartıp çeteler hâlinde örgütleyerek nasıl kullandığını biliyoruz.

IŞİD anlayışını aklımızda tutmalıyız. 21. yüz- yılda, kadının mal gibi alınıp satılması hemen yanı başımızda yaşanmaktadır.

Kadını erkeğin malı gören sistem, şiddetten başka ne üretebilir? Kadını evine mahkûm eden sistem, kocasını katil yapar, oğlunu katil yapar, ak- rabasını katıl yapar. Erkekliği övünülecek bir şey hûline sokan sistem, gerçekte, kadını mal yapan sistemdir. Eşini, bacısını bir erkeğe baktığı için darpeden erkek, geneleve aynı ahlâkî değerlerle gitmektedir ve eşini orospulukla suçlarken aynı ahlâkî değerlere sarılmaktadır. Hepsinin temelin- de kadının mal hâline getirilmesi yatmaktadır.

Burjuva sistem, aynı zamanda erkek egemen bir sistemdir. Bu sistem ayrımcılık ve baskı, şid- det üzerine yükselmektedir. Bir insanın bir insan tarafından sömürülmesi baskı olmadan, şiddet ol- madan sürdürülemez. Devlet, bizzat bu baskının, bu şiddetin kendisidir.

Ayrımcılık, adaletsizlik, eşitsizlik, sistemin kendini yeniden üretmesinin yoludur. Bu şiddeti sistemin kendisi üretmekte ve beslemektedir.

Grevi şiddetle bastırmak, hak aramayı yasak- lamak, aile bakanlığı kurmak, kadın-erkek ayrımı- nı eğitime yaymak, aile içinden başlayarak erkek ayrıcalıklı bir eğitim yapmak, kadının fıtratını tartışmak, öğrenci eylemlerini copla TOMA ile bastırmak, sokakta eyleme çıkmış kadınları “hafif kadınlar” diyerek aşağılamak, okuldan dönmekte olan bir genç kıza giyimi nedeni ile ölüm cezası kesenleri haklı çıkarmak, karakolda işkence yapan polislere kahraman muamelesi yapmak, Erme- ni’yi katleden kişiye milli kahraman muamelesi yapmak, Kürtlere kurşun sıkmayan kişiye korkak muamelesi yapmak, savaşa karşı çıkan kişiyi “sen erkek değil misin” diye aşağılandığını düşünmek, “afedersin Ermeni” söylemi ile konuşmak, Berkin Elvan’ın cenazesine katılanlara ölü seviciler de- mek, kadının kahkaha atmasını edepsizlik olarak nitelemek, Beşiktaş’ta Kadıköy’den gelen vapur- ları seyredip vapurdan inenlerin elbiselerine gi- yimlerine bakmak söylemleri, gerçekte şiddetin kendisi değil midir?

Her türden ayrımcılık, kapitalist sitem de dahil, tüm sınıflı toplumların, özel mülkiyet top- lumlarının ayrılmaz parçasıdır. Ayrımcılık, sömü- rü, aşağılama ve şiddet bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.

Mesele, bir çocuktan katil, bir çocuktan ırkçı, bir çocuktan tecavüzcü üreten bir sistemi yerle bir etmektir.

Mesele, çeteci devlet anlayışını tarihin çöplü- ğüne gömmektedir.

Özgecan Aslan’a dönük saldırı, tüm ülkenin, en başta kadınların isyanı hâline gelmiştir. Gezi Direnişi’ni hatırlayalım, Soma direnişini hatırla- yalım, Kobanê direnişini hatırlayalım. Şimdi de Özgecan nezdinde kadına dönük aşağılık saldırı- lara karşı, isyana bakalım.

İşte bu sıklanan kalp atışlarımız, sokağın se- sidir, özgürlük ve eşitlik çağrısının kendisidir, is- yandır, güzelleştiren isyan, adalet arayışının ken- disidir ve çürümüş köhnemiş düzeninizin sonunun geldiğinin işaretidir.

İşte bu yüzden, devlet, Özgecan’a saldırıyı kullanarak yeni yasaklar, özgürlüğü kısıtlayıcı yeni yollar, iç güvenlik yasa tasarısı gibi önlemleri destekleyecek arayışındadır. İstiyorlar ki, halkla- rın sesini kısalım, istiyorlar ki onların ayrımcılığı sonsuza dek sürsün, istiyorlar ki sömürü düzenle- rine kimse karşı çıkmasın. Ve böylece cennetlerini korumak istiyorlar.

Biz de tersini istiyoruz, özgürlük istiyoruz, eşitlik istiyoruz, sömürüye son vermek istiyoruz, ayrımcılığın her türüne son vermek istiyoruz. Bu nedenle susmayacağız, sokaklar susmayacak.

 

Eylem birleştirir, örgütlenmek kazandırır

 

“Milli güvenlik”, “ulusal çıkarlar”.
Bu sözleri duyduğunda, her işçi, her emekçi, ardından büyük bir yalan gelmekte olduğunu, deneyimleri ile bilir. Sadece bunu yüksek sesle kendimize bile söylemeyiz. Ama söylemeliyiz. “Milli çıkarlar” denildi mi, “ulusal çıkarlar” denildi mi, büyük bir gerçek gizleniyor demektir.
Burjuvalar, holdingler, her zaman bir avuç zenginin çıkarını, “ulusal çıkar” diye sunarlar. Eğer “biz kapitalistlerin, patronların çıkarı” demiş olsalardı, her şey ortaya çıkardı. Devletin kimin devleti olduğu ortaya çıkardı.
Kalkıp, metal işçilerine ve tüm topluma, “metal işçilerinin grevi, metal işverenlerinin çıkarlarına aykırıdır ve bu nedenle grevi erteliyoruz” demiş olsalardı, neler olabileceğini siz düşünün. Aslında, yine bunu demek istiyorlar.
Her zaman, burjuvaların çıkarları, tüm ulusun çıkarları, milli çıkarlar olarak sunulur. Bu yolla, bir avuç azınlığın çıkarları, bir avuç azınlığı kârı, bir avuç azınlığın egemenliği, çok geniş halk yığınlarına kabul ettirilir. Bu nedenle, gelişen her eylemi bastırmak için polis güçlerini devreye sokarlar, bu nedenle, her eylem için yasalar devreye sokulur.
Sendika bir yasal haktır. Grev bir yasal haktır.
Toplu sözleşme bir yasal haktır.
Toplu sözleşme, grevsiz olmaz. Grev hakkı yok ise, grev yok ise, sendika patron karşısında güçlü değildir. Örneğimiz de var, memurların, toplu sözleşme hakkı “var”, ama ne hak! Toplu sözleşme hakkı olan bir öğretmen, mesela devletin önerdiği maaşı kabul etmek zorundadır, hayır deme ve hayır diyerek hakkını aramak için grev yapma hakkı yoktur. Görüldüğü gibi, grev hakkı yok ise, toplu sözleşme hakkı da anlamını yitirmektedir.
Metal işçilerinin, grev hakkı da var. Yasalar böyle diyor.
Metal işçileri, patron ile sözleşme masasına oturuyor. Doğal olanı budur. İşçiler, kendi isteklerinin çok uzağında süren pazarlık sürecinin tıkandığını görüyor. Bunun üzerine masadan kalkıyor ve grev silahını kullanmak istiyor. Grev onların yasal hakkıdır.
Ama o da ne?
Devlet, tüm patronların ortak komitesi olan devlet, işçi ve emekçileri baskı altına almak için var olan devlet, “milli çıkar” bahanesi ile grevi erteliyor.
Böylece, işçilerin “grev hakkı” olmasının da anlamı kalmadığı mı ortaya çıkıyor? Elbette değil. Grev yasal bir hak olmalı ve bu önemlidir, ama mevcut durumda, bu yasal hak işe yaramıyor?
Demek oluyor ki, bir yasanın var olması, sizin bu yasal hakkı sorunsuz kullanacağınız anlamına gelmez. Eğer işçi sınıfı, eğer emekçiler yeterince örgütlü olsa, devlet, bu grevi erteleyemezdi. İşçilerin önünü böyle kesemezdi.
Mesela 20 milyon işçinin sendikalarda örgütlü olduğunu düşünün ve bir anda bu 20 milyon işçinin, devletin “milli çıkarlar” adına grevi erteleme kararına karşı, genel grev yapmaya başladığını düşünün. İşte o zaman hükümet geri adım atacaktır. İşte o zaman, pazarlık masasında neredeyse sıfıra işçileri razı etmeye çalışan metal işverenleri, buna yeltenmeye dahi yeltenmeyecekti.
Demek ki, metal işçilerinin örgütlülüğü önemli.
Yetmez, onların kendi örgütlülüğü kadar, ülkedeki işçilerin örgütlülüğü de önemli.
Ve işçi sınıfının toplumsal mücadelede aldığı yer, tuttuğu yer önemli. Kısacası işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi de önemli.
Ve nihayet, işçi sınıfının mücadele kararlılığı önemlidir.
Bunlar yoksa, yasalar, ne bir hakkı otomatik olarak kullanmamızı garanti altına alır, ne de eğer bunlar varsa, herhangi bir yasak önümüzü kesebilir.
Metal işçileri, bugün, işçi sınıfının sendikal olarak örgütlü olduğu, belki de en örgütlü olduğu alanlardan birindeler. Metal işçileri, sendikalarına, sendika haklarına hâlâ sahip çıkabiliyor. Ki, bu alanda da birçok sarı sendika devrededir. Bu sarı sendikalar olmamış olsa, Birleşik Metal-İş daha da güçlü olsa, daha etkili mücadele edebilir, daha ileri sonuçlar alabilir.
İşçi sınıfının ülke çapında örgütlülüğü ise, metal işçilerinin örgütlülüğünden çok ama çok geridir. İşçi sınıfı, ülke çapında son derece örgütsüzdür. İşçi sınıfı, bugün, 12 Eylül ile aldığı darbelerle başa çıkabilecek durumdan epey uzaktır. Taşeron sistemi, patronların kutsal isteklerinden biri, ve ülkemizde de iktidarların ilk sıraya koydukları görevlerinden biridir. İktidarlar, kapitalistlerin her isteğini, yasaları zorlayarak, gerekirse başka yollara başvurarak gerçekleştirmektedirler. Sendikaları teslim almak, teslim aldıktan sonra, tek tek onları ortadan kaldırmak, sınırsız bir sömürü olanağı, yüksek kâr elde etmek için işçi sınıfını sendikasızlaştırmak temel politikalarıdır. Ve bunu yıllardır yapıyorlar. Özelleştirmeler de bu sürecin bir parçasıdır.
Demek ki, metal işçileri grevi, bu yıllarda ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, işçi sınıfının genel örgütlülüğünün geriliği bir veridir.
Ama buna rağmen, işçi ve emekçilerden ciddi bir destek almıştır.
Elbette, grevin başarısı çok ama çok önemlidir.
Ama bu başarı sadece elde edilen sözleşme ile ölçülemez.
Metal işçilerinin grevi, ilk olarak, daha bugünden bir başarıdır. Çünkü, son yıllarda sadece ölümle, işçi cinayetleri ile varlığından söz edilen işçi sınıfının eylemleri ile, haklarını araması ile de sahneye çıkması önemlidir. Bu, başlı başına bir sonuçtur.
Elbette bu durum, birçok alanda, birçok sektörde grevleri, işçi eylemlerini de beraberinde getirecektir.
Eylem, eğitiyor.
İşçi sınıfı, kendi eylemlerinden öğrenecektir. İşçiler eylemlerinde kendilerini tanımaktadır, işçiler eylemlerinde kendi güçlerini daha örgütlü hâle getirecektir, işçiler eylemlerinde toplumun diğer kesimleri ile ilişkiler kurarak gerçekte yalnız olmadıklarını görecektir, işçiler kendi eylemlerinde işçi kardeşleri ile ilişki kurarak, dayanışma geliştirerek işçi sınıfının bir sınıf olduğunu ve sınıf kardeşliğinin anlamını öğrenecektir. En azından bunların olanakları bu eylemlerde vardır.
İşte, devleti harekete geçiren de budur. Devlet, metal işçilerinin toplumun geniş desteği ile eylemi zafere ulaştırmasını istemiyor. Bu eylem zafere ulaşırsa, işçiler, örgütlü olmanın, bağımsız işçi sendikalarına sahip olmanın önemini anlayacak diye korkmaktadır.
İşte bu grevi, bir “milli mesele”, bir “sosyal güvenlik” sorunu hâline getiren bu korkularıdır.
İstiyorlar ki, işçiler, toplum, hiç kimse örgütlü olmasın.
İstiyorlar ki, tüm toplum sussun.
Zaten bunun için, eski takrir-i sükûn yasalarını çok çok aşan yasakları içeren yasalar çıkarıyorlar.
İşçi eylemlerinin, halkların uyanışı eylemleri ile birleşmesinden korkuyorlar. İşçi eylemlerinin Kürt halkının mücadelesi ile, Gezi Direnişi ruhu ile bağlanmasından korkuyorlar.
Daha bugünden, bu eylem ertelenmesi ile öğrenmiş bulunuyoruz ki, örgütlenmek bugün işçi sınıfının en önemli sorunudur. Bunu başarmamız gerekiyor. Bu grev sürecine bu gözle bakmak gerekir. Bu, uzun süreli bir mücadeledir ve daha pek çok kez bu karşılaşma yaşanacaktır. İşçiler her eylemden öğrenerek, örgütlenerek çıkmalıdır.
Daha bugünden, işçiler yalnız olmadıklarının bilincine varmışlardır. Dünya işçi sınıfı, ülkemizdeki işçiler ve emekçiler onlarla birliktedir.
İşçi sınıfının geliştirdiği her eylem, sonucundan bağımsız olarak, öğrenme ve birleşme sürecinin bir parçasıdır. Elbette sonuçları açısından da kazandırıcı olurlarsa, eylemlerin eğiticiliği çok daha fazla olacaktır.
Bu nedenle, bugünden söyleyebiliriz ki, metal işçilerinin eylemi, her açıdan son derece önemlidir.
Toplumun tüm kesimleri, bu eyleme destek olmalıdır. Dayanışma, işçi sınıfının, ezilenlerin ortak kültürünün bir parçasıdır.

Sınıf mücadelesi ve yasalar

Makul şüphe, yüzünü kapatan göstericiye açık saldırı, sapana hapis cezası vb. gibi düzenlemelerde ifadesini bulan, polise keyfi gözaltı ve işkence kapılarını aralayan bir yeni yasa hazırlıyorlar.

Savunmaları özetle şöyledir: Gezi ve daha çok da 6-8 Ekim sürecinde Kobanê eylemleri nedeni ile “ortaya çıkan güvenlik açığı” nedeni ile bir yasal düzenleme yapıyorlarmış. Anlı şanlı köşe yazarları, her biri polis kesilmiş yasayı savunuyor, hukuk adına ne varsa tümünden tiksinen hukukçular bu zaptu rapt yasalarına methiyeler düzüyorlar, bugüne kadar devletin özgürlük alanlarını kıstığını söyleyen “özgürlük savunucuları” devlete ve düzene, otoriteye boyun eğmeye dönük akıl almaz vaazlar veriyorlar.

Bayraklarını açmışlar: üzerinde katliamcılık, üzerinde gericilik, üzerinde yolsuzluk, üzerinde karanlık, üzerinde çetecilik yazan bayraklarını açtılar. Hepsi, hepsi bu sefer bu bayrağın altında. Halklara karşı, insanlığa karşı, özgürlük ve eşitlik, adalet ve sömürüsüz bir dünya taleplerine karşı seferberlik ilan ettiler.

Diyorlar ki, Gezi’de yüzü maskeli insanlar gördük, buna karşı önlem alıyoruz. Diyorlar ki, Kobanê direnişinde elinde molotof olan insanlar gördük ona karşı önlem alıyoruz; diyorlar ki, ellerinde bayrakları, önlerinde sloganları, ceplerinde sapanları olan insanlar gördük TOMA’ya karşı direniyorlardı, bunlara ağır cezalar vereceğiz.

Biz de, elinde palalılar gördük, polisin gözetimi altında, Gezi Direnişi’ne katılan yüzleri açık kadınlara saldırıyorlardı.

Biz de polisler gördük, ellerinde copları liseli kızların saçlarından çekerek sırtlarına kafalarına cop indiriyorlardı.

Biz de “esnaf” kılıklı adamlar ve polisler gördük, Ali İsmail’i döverek linç ettiler, öldürdüler.

Biz de, polisler gördük, kamera kayıtlarını sildiler.

Devlet yetkilileri gördük, camide içki içtiler gibi yalanlar söylediler ve ardı arkası gelmeden bunu tekrar ettiler.

Polisler gördük, açıktan hedef alarak Ethem Sarısülük’ü öldürdüler.

Sürücüler gördük arabalarını allah nidaları ile göstericilerin üzerlerini sürüp adam öldürdüler.

Polisler gördük, ellerinde gaz tüfekleri ile, hedef alarak gencecik insanların gözlerini aldılar, canlarını aldılar.

Biz de plakası olmayan akrepler gördük, içlerinden halka ateş ettiler.

F16’lar gördük, Roboski’de 34 insanın üzerine bombalar yağdırdılar.

6-8 Ekim’de onlarca insanı katleden polisler gördük, onları alkışlayan devlet yetkilileri, bakanlar gördük. Kobanê düştü düşecek diyenleri gördük.

Saymakla bitmez.

Ama devletin parlamentoya bunlarla ilgili bir yasa sevk etme girişimini görmedik. Mesela “Bundan böyle attığı gaz fişeği ile insanları yaralayanı, ölümüne neden olan, uzuvlarını kaybetmelerine neden olan polis ve amirleri hakkında 3 yıldan 10 yıla kadar” diye başlayan bir yasa tasarısı görmedik.

Mesela, “bundan böyle, her ne nedenle olursa olsun, kalabalıklara karşı silah kullanan polisler şeklinde gelişen bir yasa önerisi görmedik. Mesela, F16’larla halka bomba atan, attıran, buna göz yuman, askeri ve siyasi yetkililer için bilmem kaç yıldan başlayıp bilmem kaç yıla kadar ve ertelenemez şekilde bir ceza öngören yasa görmedik.

Mesela açıkça halka yalan söyleyen, yalan suçlamalarla halkı kin ve nefret duyguları ile bölen devlet yöneticilerinin şu kadar yıl hapis cezası ile cezalandırılması gibi bir yasa tasarısı görmedik.

Mesela, sokakta bir genci linç etmek üzere ona saldıran esnafa ve onları koruyup gözeten polis ve polis amirleri ile siyasileri şu kadar yıla kadar hapis cezası ile yargılayan vb. şeklinde bir yasa önerisi görmedik.

Mesela açıkça işlenmiş bir cinayete karışmış devlet yetkilileri ve bürokratların yargılanmasının önüne engel çıkartan, onları savunan, delilleri karartan kişilerin şu kadar yıldan başlayan hapis cezası ile yargılanması ve hemen görevden el çektirilmesi diye başlayan bir yasa hazırlığı görmedik.

Mesela ellerinde pompalı tüfeklerle halka açıktan saldıran ve sonra da polisle birlikte hareket eden sivil veya kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin bir yasa görmedik.

Uzatmak mümkün. Ama gerekli değil.

Yasalar, sınıf mücadelesi altında, karşılıklı güçlerin mücadelesine bağlı olarak gelişir ve şekil alır. Mesela yıllarca bu ülkede 141-142 no’lu ceza maddeleri vardı. Bunlar, artık o kadar çiğnenmişti, o kadar anlamsızlaşmıştı ki, aslında hiçbir “demokratik” eğilimi olmayan bir hükümet tarafından, işlevsizleştiği için kaldırıldılar.

Mesela 12 Eylül sonrasında, öğretmenlerin, memurların sendika hakkı yoktu. Buna rağmen mücadele gelişti ve “yasal” olup olmadığına bakmadan memurlar, en çok da öğretmenler sendikalarını kurdular ve ardından daha ileri gidişi önlemek, grev hakkını, grevli toplu sözleşme hakkını vermemek için, bir yasal düzenleme yapıldı ve memurlara grevsiz toplu sözleşme hakkı verildi, sendikaları tanındı. Demek ki, memurlar daha ileri gidemedi, sendika hakkını aldılar ama toplu sözleşme hakkını alamadılar. Yasa, mücadele içinde, sokakta, eylem alanlarında oluştu. ne kadarı masaya kaldı ise o kadar güdük oldu.

Mesela Kürtçe TV hakkı ya da Kürtçe şarkıların yasal hâle gelmesi de öyledir. Pratikte alındı ve yasal engeller ortadan kalktı.

Bugün, güvenlik paketi olarak hazırlanan, olağanüstü hâli olağan hâle getiren, buna çalışan yasal düzenleme, gerçekte, gelişmekte olan sosyal mücadeleyi, özgürlük ve adalet arayışını, hak arayışını bastırmak için gündeme getirilmektedir. Hukukun her alanı zorlanarak, hukuk ayaklar altına alınarak, yüzünü kapamaya ceza, sapana ceza veren bir uygulama ortaya çıkmaktadır. Bir tek hukukçu çıkıp da, “yürüyüşe katıldığı için kamera kayıtları ile tespit edilen ve okulundan atılan, işinden atılan insanların varlığını” ileri sürüp, yürüyüşlerde polis kamera kayıtlarını yasaklama talebinde bulunmamaktadır. Neden? Oysa buradan da bakılabilir.

Şimdi soru şudur: İster bu yasa geçsin, ki geçmesi meclis aritmetiği açısından son derece kolaydır, ister sadece bir girişim olarak kalsın, bu karşı-devrim saldırısına, bu olağanüstü hâl düzenlemesine karşı kitlelerin göstereceği tepki belirleyici olacaktır.

Yasaların, pek çok toplumsal kural gibi ömürleri vardır. Anayasanın bizzat onu yapanlar tarafından ayaklar altına alınması nasıl mümkün ise, benzer biçimde “yasakların” anlamsız hâle getirilmesi de mümkündür.

Yasalar, sınıf mücadelesine göre, mücadele içinde güçler dengesine göre şekil almaktadır. Bu hem sistemin, devletin, egemenlerin yeni yasalar çıkarması açısından böyledir, hem de var olan yasaların ömürleri açısından da böyledir.

Bu açıdan her türlü baskının, her türlü zulmün bir ömrü, bir vadesi vardır.

Bu sadece bugüne ait da değildir, tarih böyle göstermektedir. Bu nedenle derler ki, “ferman padişahın dağlar bizimdir.”

Ferman onların, yasalar onların, sokaklar bizimdir.

Bu, yaşamı ve insanı, insan olmayı savunmaktır.

Bu, özgürlüğü ve ekmeği, adaleti savunmaktır.

Bu, ekmeği, halkların kardeşliğini savunmaktır.

Kobanê zaferinin anlamı

Bu nedenle artık tetikçi devletlerin yanısıra, çeteler devreye sokulmuştur.

Meksika’da devreye sokulanlar da çetelerdir. Venezuela’da da aynı çeteler devreye sokuluyor. IŞİD de odur, Ukrayna’daki devleti ele geçirenler de bunlardır.

Bu süreç bize, kapitalist devletin, burjuva devletin ne olduğunu da gösteriyor. Biri Ukrayna’da devlettir, İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi artıklarından oluşmaktadır, Odesa’da canlı canlı insanları yakıyorlar, halkın üzerine ateş açıyorlar. Bir diğeri Meksika’dadır ve öğrencileri, gençleri açıktan infaz etmektedir. Ve bir diğeri Suriye-Irak arasındadır, akıl almaz katliamlar organize etmektedir. Korku salmak adına, başını kestikleri insanların başları ile top oynayıp bunu videoya alıyorlar. Korku salmak için, bu videoları yayınlıyorlar. Adları İslam Devleti’dir.

Bu devletlere bakıp, devlet denilen makinanın ne kadar insanlık dışı, ne kadar kirli bir makina olduğuna karar veremeyiz diyenler varsa, onlara ABD devletini, Alman devletini, İngiliz devletini vb. düşünmelerini öneririz. Acaba IŞİD, ABD’den, İngiltere’den bağımsız olarak mı vardır? Türkiye’yi saymaya bile gerek duymuyoruz, çünkü tetikçidir.

İşte devlet denilen bu makina, insanın insana kulluğunu sürekli kılmak için, sömürüyü sürekli kılmak için, bir avuç tekelin egemenliğini sağlamak için halkları baskı altında tutan bir makinadır ve baştan aşağıya pislik içindedir.

IŞİD ya da yeni adı ile İslam Devleti, tam da bu pisliği, tam da bu insanlık dışılığı dolaysız ortaya koyan bir çete örgütlenmesidir. Kendilerine devlet demeleri de yerindedir. Zira, devlet de işte budur.

  1. yüzyıl, insanlığın, özgürlük, adalet ve ekmek mücadelesi ile, emperyalist güçler ve dünya gericiliği arasında, büyük savaşa sahne olacaktır, olmaktadır.

Savaşın bir cephesinde, 77 katlı camdan binalarının içinde, bir tuşla dünyayı izleyen, elleri metreslerinin memelerinde idam emirleri veren, katliam emirlerini yazmak için onbin dolarlık kalemler kullanan, insan neslini kul hâline getirmek için bilim adamlarının eserlerini yazacakları banknotları sunan, dinin zehirli çiçeklerini toplayarak katiller sürüsü örgütleyen dünya gericiliği var. Her biri, pastadan pay almak için, birbirini boğazlamak üzere fırsat kollayan emperyalist güçler ve onların tetikçisi hâline gelen bölge devletleridir.

Savaşın karşı cephesinde insanlar var, halklar var, ekmek, adalet ve özgürlük isteği var, bağımsızlık isteği var. Açlık ve yokluk içinden örgütlenen özgürlük iradesi var. Kardeşlik iradesi ve özgürlük isteği, tüm dünya gericiliğine karşı cephenin diğer yanındadır.

İşte, Kobanê’deki savaşın iki cephesi de böyledir.

Cephenin bir yanında IŞİD var. Dinin zehirli çiçeklerini toplayarak yaratılmış bir çete, bir katiller sürüsü. Arkalarında petrol şeyhleri, dünyevi ihtiyaçlarını giderecek yeşil dolarları sağlıyor, bu pastadan pay kapmaya niyetli aç kurtlar ise, emperyalist efendilerinin emirleri ile tetikçiliği öğretiyor, IŞİD çetesine, ideolojik, askeri, siyasal, teknik destek sunuyorlar. Bunların başında da Türkiye geliyor. Ve onların arkasında da birbiri ile savaşan, pastadan büyük pay almak isteyen, savaşın esas kundakçıları, emperyalist güçler geliyor, ABD’si, İngiltere’si, Almanya’sı ve Fransa’sı ile emperyalist dünyanın hepsi, dünya gericiliği.

Kobanê’deki savaş, dünya gericiliğine karşı, halkların özgürlük mücadelesidir. Bu nedenle, sadece Kürt hareketinin savaşı değildir. Orada, Kürt Özgürlük Hareketi, dünya halkları ile birlikte savaşıyor. Elbette Kürt halkı savaşın büyük yükünü çekmektedir. Ama onlar, sadece kendi özgürlükleri için değil, sadece kendi gelecekleri için değil, sadece kendi kaderleri için değil, tüm dünya halkları için savaşmaktadırlar.

Bu nedenle, Kobanê zaferinin de iki aşaması vardır.

İlk aşamada Kobanê zaferi, daha savaşın ilk günlerinde, bölge halklarından aldığı destek nedeni ile yaşanmıştır. Halkların Kobanê direnişine verdikleri destek, savaşın sonu ne olursa olsun, bir zaferdir.

İşte bu nedenle, daha direnişin ilk günlerinde, tüm dünya gericiliği, en çok da onların bölgedeki işbirlikçileri sevinç naraları atmaya başlamıştır. Erdoğan, kurban bayramının ikinci günü, IŞİD saldırılarının ve katliamlarının ortalıkta kol gezdiği, insanların evlerini terk ettiği gün, “Kobanê düştü düşecek” diye buyuruyordu. Ve Bülent Arınç, “oh olsun demiyoruz” diye dalga geçer tarzda konuşmaktaydı. Bu utanmazlık, aslında, IŞİD zaferine duyulan güvenden kaynaklanmaktaydı. Erdoğan, ha IŞİD, ha PKK demekten geri durmuyordu.

Bu aslında, IŞİD denilen çetenin nasıl ortaya çıktığı hakkında da bilgi verir niteliktedir. İngiltere, ABD, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar 6’lısı, kanlı bir işbirliği içinde, hiçbir insani değer tanımayan bir saldırganlığı organize etmişlerdir. Dillerinden demokrasiyi düşürmeyenler, tüm insanlık değerlerine karşı bir saldırı kundaklamışlardır.

Ezidiler, Kürtler, Araplar, Sünniler, Aleviler, Hııristiyanlar, Müslümanlar, kısacası bölgedeki tüm halklar, IŞİD aracılığı ile dünya gericiliğinin saldırıları ile karşı karşıya kalmış, katliamlardan paylarını almışlardır.

Rojava devrimi, bu saldırılardan epey önce, ABD’nin Suriye’ye saldırıları döneminde, halkların ortak iradesini, özgürlük iradesini örgütlemeye başlamıştı. Rojava devrimi, pek çok açıdan, bölge halklarına bir çıkış yolu göstermekteydi.

Ve elbette ki, Irak-Suriye arasında sınırları ortadan kaldıran, petrol boru hattının yolunu (Musul’dan Halep’e ulaşan bir özel yol) temizlemeye yönelen IŞİD için, onun arkasındaki efendileri için, Rojava devrimi, her açıdan bir tehdit olarak görülmekteydi. ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar, bölgede halklara örnek oluşturacak bir kardeşlik kültürünün boy vermesini istemiyorlardı. Dahası Rojava devrimi, sistemin tümünü sorgulayan bir rotada idi ve emperyalist güçler için bir tehdit oluşturuyordu. Bu nedenle, Rojava’nın bir parçası olarak Kobanê’ye saldırmaları şaşırtıcı değildir.

Türkiye, Kobanê’nin IŞİD’in eline geçmesi için elinden geleni, akıl almaz ölçüde ileri giderek yapmıştır. Daha saldırının ilk günlerinde, sadece şükür duaları yapmakla kalmamışlardır, sınırları Kobanê direnişçilerine kapatanlar, IŞİD için yol geçen hanına çevirmişlerdir. Silah yardımlarının ise haddi hesabı kalmamıştır. Bu denli kanlı katliamlara bulaşmış bir çeteyi açıktan, pervasızca desteklemek, son derece dikkate alınması gereken bir noktadır.

İşte Kobanê zaferinin ikinci anlamı da ya da ikinci zafer de burada anlam kazanıyor. Bu denli bir saldırıya karşı, askeri olarak da direnmek, dahası IŞİD’i Kobanê’den çıkarmak, basit bir zafer değildir. Kobanê direnişinin ilk günlerinde söylenen “burası yeni Stalingrad olacaktır” sözünün anlamı da buradadır. Halkların birlikte mücadelesi, askeri zaferden önce bir zafer idi ve yeterince kayda değer, yeterince değerli bir zafer idi. Ve şimdi, uzun direnişin ardından, yokluklar içinde gerçekleştirilen direnişin ardından sağlanan askeri zafer, çok ama çok büyük değerdedir.

Bu elbette en başta Kürt halkının zaferidir. Ama bizce, tüm dünya halklarının, dünya gericiliğine karşı ortak zaferidir.

Özgürlük ve adalet isteyen, insanca yaşam isteyen, kendi kaderini kendi elleri ile yazmak isteyen insanlığın ortak zaferidir. Umuttur, umudun beslenmesidir. Dünya gericiliğinin azgın ve insanlık dışı saldırılarına karşı direnmenin hatta kazanmanın olanaklı olduğunu açık ve net olarak gösteren bir zaferdi.

Belki, bu direnişe şu ya da bu nedenle uzak kalmış olanlar için bu zaferi hissetmek, kavramak henüz mümkün olmayabilir. Ama çok geçmeden, her dost, adalet ve özgürlükten yana herkes, bu zaferi soluyacaktır.

Kuşku yok ki, bu zaferin direnen halkların ortak mücadelesine büyük katkısı olacaktır.

Ve kuşku yok ki, önümüzdeki yaklaşan seçimlerde bu Kobanê zaferinin büyük katkısı olacaktır. Tıpkı Syriza zaferinin olumlu katkısı gibi.

Kobanê, halkların kardeşliğinin ne anlama geldiğini dolaysız ortaya koymuştur.

Kobanê zaferi, en zor koşullarda dahi direnmenin olanaklı olduğunu, üstelik bu yolla zafere de ulaşılabileceğini göstermiştir. Bugün, Kobanê’ye saldırı tehlikesi, IŞİD ve diğerlerinin tehdidi ortadan kalkmış değildir. Ve önümüzdeki daha çetin mücadeleler açısından Kobanê zaferi, bir sıçrama noktasıdır.

Bu zaferi sağlayan tüm dostları kutluyoruz. Onlarla aynı saflarda, onlarla aynı dünyanın tarafında yer almanın gururunu yaşıyoruz. Kobanê zaferi, bizim ufkumuzu açmıştır, açıyor. Kobanê direnişi, gelecek güzel günlere inancımızı daha da güçlendiriyor. Kobanê direnişi, mücadele azmimizi daha da güçlendiriyor.

Kobanê direnişi, örgütlü halkların gücünün ne anlama geldiğini göstermektedir. Biz, örgütsüz halkın nasıl mücadele gücünün olmadığını zaten yaşıyoruz ve biliyoruz.

Kobanê direnişi, açık olarak bize gösteriyor ki, halklarımızın temel sorunu örgütlenmektir.

Örgüt özgürlüktür.

Çocuklarımıza ve gençlerimize sahip çıkıyoruz

Özellikle Özgür Lise okurlarına yönelik artan tehdit mesajları ve ailelerinin aranması üzerine kurumların ve akademisyenlerin de katılımıyla gerçekleştirilen basın toplantısında ortak açıklamayı IMC Dostluk ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Günseli Kaya yaptı.

Yapılan ortak açıklamanın yanı sıra bir öğrenci ailesi, ÇHD İzmir Şubeden, THİV adına Çoşkun Üsterci, Prof.Dr. Cem Terzi, SDP İl Başkanı Semra Uzunok, CHP İzmir Milletvekili Musa Çam ve bir Özgür Lise’li de birer konuşma yaptı.

Aileler adına konuşma yapan Gönül Ateş ‘’hak ve özgürlükleri için mücadele eden gençlerimizi öldürmek midir polisin görevi?’’ diye sorarak başlattığı konuşmasına;’’polisin gençler üzerindeki baskılarının, gençlerin kendi akıllarına kullanmaları ve bu ülkeyi yönetmeye talip olmalarından kaynaklıdır. Gençlerin anneleri, babaları ve ebeveynleri olarak bu durumu dikkatle izliyoruz çocuklarımızla diyalog kurarak polisin tuzaklarına düşmemelerini için mücadele etmemiz ve çocuklarımızı yalnız bırakmamız gerekir’’ diyerek devam etti. Devamında ise ‘’bu özgürlük ve yaşam mücadelesinde bugüne kadar birçok gencimizi feda ettik. Bundan sonra da bu mücadele için gerekirse feda etmeye devam edeceğimizi açıkça söylemek istiyorum. Bu benim çocuğum olabilir, bu ben olabilirim hiç önemli değil. Bu özgürlük mücadelesidir, bu yaşam mücadelesidir.

Çocuklarımıza yapılan karalamaları, ailelere yapılan baskıları kınıyorum. Devletin kolluk güçleri kendi işlerine baksınlar, biz aileler olarak çocuklarımızın nerede, ne yaptıklarını ve ne yapması gerektiğini bilen ve çocuklarımızla iletişim halinde olan insanlarız’’ ifadelerini kullandı. Son olarak ise ‘’gençlerimiz üzerindeki baskılar artmaya devam edecektir. Ama bu bizim direncimizde olacaktır.

Şuan burada olduğu gibi omuz omuza vererek çocuklarımıza da sahip çıkacak ve mücadeleyi daha bir büyüteceğiz.’’ ifadelerini kullandı.

ÇHD adına Serdar Gültekin yaptığı konuşmada; bu gibi durumlarda yapılan suç duyurularında hakim ve savcıların tamamen devleti koruma refleksiyle hareket ettiklerini, genellikle yasal olarak sonuç alamadıklarını, asıl olarak hayatta bu saldırılara karşı verilen mücadelelerden, yapılan eylemlerden artışların ve daha olumcu sonuçlar aldıklarını, ÇHD olarak bu tür uygulamalara maruz kalan bütün ailelerin ve gençlerin yanında olduklarını, her türlü hukuki sürece gönüllü destek vereceklerini ifade etti.

TİHV adına Coşkun Üsterci ise yaptığı konuşmada, “Devletin kolluk kuvvetleri baskı ve yıldırma uygulamalarını, bir köşeye çekip tehdit ederek, işkence yasağını ihlal ederek devam ettiriyor ve bazen yıllar öncesinde Ali Serkan Eroğlu’nda olduğu gibi işi öldürmeye kadar götürebiliyor. Bu tür örnekleri yakın tarihimizden bildiğimiz için, polisin bu tür yaklaşımlarının ciddi bir tehdit, toplumun tamamına yönelik bir tehdit olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan bizde Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak potansiyel işkence görebilecekler olması bakımından gençlerin ve ailelerin yanlarında olacağız ve bu kanunsuz uygulamaya karşı mücadele edeceğiz. Şuan mecliste görüşülmesi gereken iç güvenlik paketi ile de ifade ettiğimiz gibi polisin kayıtdışı gözaltılar yapmasının olanaklarını artırılıyor, her türlü yargı ve savcı denetiminden uzak bir şekilde polisin yetkilerini artırıyor. Dolayısıyla benzer durumlara bir meşru yasal kılıf kazandırmaya çalışıyorlar.’’ İfadelerini kullandı.

Coşkun Üsterci’den sonra konuşma yapan Prof. Dr. Cem Terzi ise şu ifadeleri kullandı. ‘’Bu toplantıyı yapmak zorunda kalmamız, genç arkadaşlarımızın ve ailelerinin böyle bir baskıya 2015 yılında hala maruz kalıyor olmaları ülkemiz ve içinde bulunduğumuz durum adına çok utanç verici bir durum. Ordu ve polis devletin şiddet araçları olup bu amaçlar kurulan kurumlardır.

Devletin baskı araçları var yine okulları da bunun içine katabiliriz ve bunu kendisine itaat eden insan yetiştirmek için okulu ve akademiyi kullanırlar.

Bununla yetinmeyip aileyi de devletin baskı aracına dönüşmeye çalıştırdığını görüyoruz. Polis her gün ihtiyacına uygun değişen terör örgütü tanımlarıyla dün çok makbul olan kuran kursları, dershaneler dahi terör örgütü olarak nitelendirilirken, kaldıraç gibi bir faaliyet de çok rahatlıkla terör örgütü ilan edilebiliyor. Dünyanın her yerinde geçmişte de, bundan sonrasında pek çok düşünme faaliyeti dergi bünyesinde yürür. Pek çok yazar ve akademisyen kültürel ve siyasal yaşamlarını dergi ve gazete faaliyetleriyle geçirmişlerdir. Tabi ki bugün de, yarın da bu böyle olacaktır. Bizler lisedeyken kültür evlerine gider, dergi faaliyetlerinde bulunur, o dergilerde yazılar yazmaya çalışır, yazılanları okur, tartışırdık. Bu eşyanın tabiatıdır. İnsanın kendisini yeniden var etmesinin bir biçimidir. Bunu ne devlet, ne saçma sapan mekanizmaları engelleyebilir. Bu uygulamalar adeta aile ile çocuğun arasını açmak ve aileyi devletin bir baskı aracı haline getirmek gibi devasa bir saçmalığa denk gelmektedir. Elbette bütün aileler çocuğun ne yaptığını bilir ve devletin polisine gereken cevabı verecektir. Şunun altını çizeyim, çocuğun sahibi aile de değildir. Çocuk bir bireydir. Onun çocukluk çağından, şimdi sizlerde olduğu gibi gençlik çağına kadar özgürce yaşaması devletin asıl görevidir. O yüzden asıl görevini yapmaya, çocuklardan ve ailelerden uzak durmaya çağırıyorum.

Benzer durumları parti olarak kendilerine de yaşadıklarını dile getiren SDP İzmir İl Başkanı Semra Uzunok ise polisin rol değişikliğine giderek liseli gençleri kimi zaman aynı örgütten biriymiş gibi kimi zaman kargocu gibi arayıp, bir yerlere çağırıp gözaltına aldıklarını belirterek başladığı konuşmasına, ‘’geçen hafta SDP il binasından çıkan 4 gencimiz polis tarafından makul şüpheli olarak ve benim içinde olduğum toplam 10 kişiyi Davutoğlu’nun İzmir’e gelmesi üzerine eylem yapacağımız düşüncesiyle gözaltına aldılar. 2.5 saat keyfi bir şekilde hiçbir işlem yapmadan Alsancak karakolunda tuttular. Daha sonra ise başbakan İzmir’den gitti sizde gidebilirsiniz diyerek daha iç güvenlik paketi yasalaşmadan uygulamaya geçirdiler. İzmir valisinin son zamanlarda medyatik olma isteği buna bağlı sanırım yada İzmir polisi demokratik özerklik ilan etti kendi başına ve bizim hayalimizi gerçekleştirdi, çok ayrı da davranıyorlar. Bizde bu durumun takipçisi olacağız, ortak mücadele hattı kurmak gerekiyor. Bugün bu basın toplantısı içinde anlamlı bir gün öğretmenler grevde, öğrenciler boykotta. Bu ablukayı ancak birlikte mücadeleyle aşacağız.’

Basın Toplantısında CHP İzmir Milletvekili Musa Çam’da bir konuşma yaptı. Musa Çam yaptığı açıklamada şunları ifade etti. ‘’Dünün başbakanı bugünün cumhurbaşkanının söylemiş olduğu bir konsepti var. Dindar ve kindar bir nesil yetiştireceğiz ve buna kayıtsız biat edecek. Bu konseptin dışında kalan herkes ama herkes ister ilkokul, ister üniversite öğrencisi olsun, isterse de bir işçi veya kamu çalışanı bizim için potansiyel suçtur. Gerekirse gözaltına alırız, ailesini tehdit ederiz ve konsepti uygularız dediler. Bu konsepti uygulamaya başladılar. İzmirde çok açık bir şekilde görülüyor bu. 13 yıllık AKP hükümetinde temel hak ve özgürlüklerin nasıl rafa kaldırıldığını hep birlikte görüyoruz. Dün mecliste grev yasaklarıyla ilgili bir konuşma yaptım, konuşma için arşivlere bakarken 2010 yılında 40 maddelik neden anayasaya evet isimli bir kitapçık yapmışlardı, onu gördüm. Orda grev yasağının önündeki bütün engeller kaldırılacaktır yazıyordu.

Ama AKP’nin 13 yıllık iktidarı döneminde metal, lastik, ve cam işkolunda toplan 9 kez grev ertelendi. Demokrasiyi, insan haklarını çağdaş bir norma kavuşturacağız dediler ama gelinen noktada fikir özgürlüğünün kalmadığını görüyoruz. Açık ama çok açık bir faşizme gidiyoruz. İç Güvenlik Paketi çıktığında artık öğrencisinden, profesörüne, milletvekilinden esnafına kadar artık herkes birer potansiyel suçludur. Zaten diyor ki esnafta alperendir, müdahale edecektir. Vatandaşı vatandaşa kışkırtıyor. Dolayısıyla böyle tehlikeli bir süreçten geçiyoruz. Dayanışmayı artırmamız ve mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ben konuşmacı arkadaşlara ve kaldıraç dergisi dahil diğer sosyalist gruplara başarılar diliyorum.

Son olarak basın toplantısında bir Özgür Liseli söz alarak sürece dair özet bir aktarım yaptıktan sonra şunları ifade etti. “İstedikleri kadar arasınlar ailelerimiz, istedikleri kadar baskı uygulasınlar, ‘eğer kızınızı getirmezseniz biz gelir almasını biliriz’ desinler, biz gene de bu yolda yürüyeceğiz ve asla vazgeçmeyeceğiz. Ayrıca Terör ile Mücadeleden arayıp, sürekli bulunduğu kurum bir terör örgütü, şu insanlara takılıyor, bu insanlar belli belirsiz, işsiz, güçsüz insanlardır diye benim yoldaşlarıma tabirler kullanıyorlar. Aileme bu şekilde tanıtıyorlar. Eğer onların terör anlayışları buysa, kendi yaptıkları katliamlar bir terör değilse, benim sokağa çıkıp hakkımı aramam, bir çocuğun ölümüne tepki göstermem teröristlikse evet ben bir teröristim. Bunu da açık açık söylüyorum. Bizler genciz, geleceğiz ve geleceğinde sosyalizmde olduğunu bilen insanlarız. Bunun için devletin bize yaptığı baskı, uyguladığı işkenceler olsun, yöntemler olsun, her ne olursa olsun bizleri asla yıldırmayacaktır. Nazım Usta’nın da dediği gibi bizler temelleri çöken emperyalizme vuran yarınlar kuracağız ve bu yarınlarımızı da asla ama asla işçi katliamları olmayacaktır, asla ve asla halkların imhasına ve asimilasyonlarına izin verilmeyecektir ve bizim yarınlarımızda Atilla’lara da asla yer verilmeyecektir.’’

“Devletin Alevisi olmayacağız!”

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Alevi-Bektaşi Federasyonu, Alevi Vakıflar Federasyonu, Alevi Dernekler Federasyonu ve Eğitim-Sen tarafından Kadıköy’de düzenlenen mitinge, çok sayıda Alevi örgütünün yanı sıra, İHD, KESK, DİSK, birçok parti, kitle örgütü ve devrimci örgüt destek verdi.

Mitingde öne çıkan talepler, zorunlu din dersinin kaldırılması ve cemevlerine ibadethane statüsünün kazandırılması oldu. Mitingde sık sık “Laik, bilimsel, ana dilinde eğitim” ve “Öğretmenler greve öğrenciler boykota” sloganları atıldı.

Miting organizasyon komitesi adına ortak basın açıklamasını Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkan Yardımcısı Baki Düzgün okudu,

Alevilerin taleplerini açıkladı. “Eğitim tekçi bir şekilde düzenlenmek isteniyor. Devletin Türk-İslam sentezi politikaları ile insanlar ayrıştırılıyor” diyen Düzgün, Sivas’tan Agos’un önüne kadar bu ayrımcı politikaların izinin olduğunu belirtti.

Mitingin ardından, öncesinde de çağrısı yapılan 13 Şubat’ta okullarda boykot yapıldı. Eğitim-

Sen’in de iş bıraktığı boykotta çocuklar bir gün okula gitmedi. Boykot için İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü il genelindeki okullarda öğretmenler kurulu toplantısı yapılması talimatı verdi. Tüm okullara resmi yazı gönderen valilik, gönderdiği resmi yazıda, okul boykotu çağrısına uyup eyleme katılacak milli eğitim personeli ve öğrenciler hakkında disiplin işlemi yapılacağını açıkladı. Ülke genelindeki birçok boykot eylemine polis saldırdı. Başta İzmir olmak üzere birçok şehirde polis, göstericilere biber gazı ve tazyikli suyla müdahale etti. İstanbul, Elazığ, Batman, Artvin ve diğer tüm illerdeki görüntüler de İzmir’dekinden farksız değildi. Eylemlerin birçoğunda göstericilerle polis arasında çatışma çıktı, polis çok sayıda eylemciyi gözaltına aldı.

“İç Güvenlik Yasası”na tepkiler sürüyor: “Bu yasayı sokakta yırtacağız!”

İSTANBUL
KESK İstanbul Şubeler Platformu üyeleri, “iç güvenlik paketi”ni protesto etmek amacıyla Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi yaptı. Siyasi kurumların da destek verdiği eylemde, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Katil devlet hesap verecek”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Hükümet yasanı al başına çal” sloganları atıldı. Eylemde konuşma yapan HDP İstanbul Milletvekili Levent Tüzel, AKP’nin anti demokratik uygulamalarının devam ettiğini ve bundan dolayı TBMM’de bir muharebe yaşandığını belirterek, HDP ve CHP’li milletvekillerinin pakete karşı mecliste yaptıkları oturma eylemini hatırlattı.
Tüzel’in ardından KESK İstanbul Şubeler Platformu dönem sözcüsü Hüseyin Özev basın açıklamasını yaptı. “İç güvenlik” yasa tasarısının temel gerekçesinin AK Parti’nin korkusu olduğunu ifade eden Özev, “Yoksulluğa, sefalete, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine terk ettikleri halkın, işçilerin, emekçilerin kadınların biriken tepkisinin, kurdukları korku imparatorluğunun duvarlarını daha güçlü salladığını görüyor. Bu da onların korkusunu arttırıyor” dedi. Dünyadaki faşist ve baskıcı yöntemlerin iktidarda kalma uğruna bu tür yasalardan medet umduğunu dile getiren Özev, paketin bir an önce geri çekilmesi gerektiğini söyledi. Açıklamanın ardından eylem sloganlarla son buldu.
İZMİR
KESK İzmir Şubeler Platformu, AK Parti hükümetinin Meclise getirdiği “İç Güvenlik” yasa tasarısına karşı Konak Pier önünden İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) kadar yaptıkları yürüyüşle protesto etti. Yüzlerce kişinin katıldığı açıklamaya İzmir’de bulunan siyasi parti ve DKÖ temsilcileri destek verdi. Yürüyüşte “İç güvenlik yasa tasarısına hayır” yazılı pankart taşındı ve sık sık “AKP al yasanı başına çal”, “Direne direne kazacağız”, “Bu yasa tasarısını sokakta geçirtmeyeceğiz” sloganları atıldı.
ANKARA
KESK’in çağrısıyla bir araya gelen emek, meslek ve demokrasi örgütleri tasarıya karşı Sakarya Meydanı’nda halk kürsüsü kurdu. Yüzlerce kişinin toplandığı meydanda TMMOB, DİSK, Halkevleri ve ESP üyeleri destek verdi. “Faşizme karşı omuz omuza”, “AKP yasını al başına çal” sloganlarının atıldığı meydanda kurum temsilcileri ve yurttaşlar kürsüde “iç güvenlik paketine” karşı görüş ve önerilerini ifade etti. Kürsüden pakete karşı her gün sokaklarda olma çağrısı yapılırken, paketin çıkması karşısında ise yine sokakların terk edilmeyeceği vurgulandı.
VAN
Van Demokrasi Platformu da yürüyüşle tasarıyı protesto etti. KESK Van Şubesi önünde bir araya gelen platform bileşenleri, “İç güvenlik yasasıyla dikte yasalara hayır” pankartıyla Feqiye Teyran Parkı’na doğru yürüdü. “Devlete inat yüzünü kapat”, ” Faşizmin taslağı geri çekilsin” sloganları ile yapılan yürüyüşte 55 DKÖ’den oluşan Demokrasi Platformu adına açıklama yapan Van Barosu Başkanı Murat Timur, tasarının temel hak ve özgürlükleri askıya alan içeriğinin es geçilerek bonzai, molotof, yüz kapatmayı engellemeye yönelikmiş gibi gösterildiğini vurguladı. Açıklama yapılan 5 dakikalık oturma eylemi ile son bulurken yasa tasarısına tepki çekmek amacıyla bazı yurttaşlar yüzünü kapattı.
BİTLİS
Bitlis KESK Şubeler Platformu, Meclis’te görüşülmesi devam eden iç güvenlik paketini protesto etti. KESK binası önünde bir araya gelen yüzlerce yurttaş “Polis devletine karşı demokrasi nöbetindeyiz” pankartı açıp Ulu cami önüne kadar yürüdü. Yürüyüş boyunca yurttaşlar sık sık “Cuntacı yasayı tanımıyoruz”, “Katil polis Kürdistan’dan defol”, ” Gün gelecek devran dönecek AKP Halka hesap verecek”, “Polis devleti istemiyoruz” , ” Diren diren özgürleş” sloganları attı. Açıklama ardından basın açıklaması sloganlarla son buldu.
MERSİN
Mersin’de de eylem yapan Emek ve Demokrasi Platformu Forum AVM önünde toplanarak, tasarıyı protesto etti. Platform adına açıklama yapan SES Mersin Şube Başkanı Yusuf Bozkurt, yurttaşları tasarıya karşı birlikte mücadele etmeye davet etti. Serbest kürsüde söz alan kurum temsilcileri de yasaya yönelik eleştirilerini dile getirerek, getirilen tasarının 12 Eylül darbe ruhunu ve yasalarından beter olduğunu dile getirdi.
TRABZON
Trabzon gazeteciler cemiyetinde gerçekleştirilen açıklamayı KESK dönem sözcüsü Muhammet
İkinci okudu. İkinci açıklamada, “sorumlusu ve yaratıcısının bizzat AKP hükümetinin olduğu bir kaos ortamına hızla sürüklenen bir Türkiye tablosu ile karşı karşıyayız. AKP tarafından
kullanılan ayrıştırıcı, ötekileştirici, kutuplaştırıcı siyaset dili toplumu kuşatan bir şiddet sarmalına dönüşüyor. Türkiye günlerdir ülkeyi polis devletine dönüştürecek olan iç güvenlik yasasını tartışıyor.
Yasa ile yargının ve kolluğun günlük siyasi hesaplarla toplum beklentileri ve demokratik değerler yerine, siyasal iktidarın ihtiyaç ve amaçlarına hizmet edecek şekilde dizayn edilmesinin bedellerini bütün bir toplum ağır bir şekilde ödeyecektir.” dedi. Basın açıklamasına SYKP,
SGYP, Kaldıraç da katılarak destek verdi.
DİYARBAKIR
Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi önünde gerçekleştirilen oturma eylemine, KESK, DİSK, Genel İş, Tabipler Odası ve çok sayıda demokratik kitle örgütü üyesi katıldı. Oturma eylemi öncesi KESK Diyarbakır Dönem Sözcüsü Medeni Tutşi tarafından basın açıklaması
yapıldı. “İç Güvenlik Paketi”ne tepki göstererek, bu paket ile fiilen devam eden OHAL ve sıkıyönetim uygulamalarının olağanlaştırılmak ve süreklileştirilmek istenildiğini söyleyen Tutşi,
“Bu faşizan yasanın hukuksal ya da siyasal değeri bulunmamaktadır. Bu yasa tüm toplumsal muhalefeti darbe dönemlerini bile aratacak bir saldırı altına alacaktır” dedi. Açıklamanın ardından yüzü aşkın kişi, DTK binası önünde sloganlar eşliğinde bir saat boyunca devam edecek oturma eylemine başladı. Eyleme bazı kadın üyeler, çocukları ile birlikte katılması dikkat çekerken, çevrede geçen yurttaşlarda oturma eylemine destek verdi.
SİİRT
KESK Siirt Şubeler Platformu de, yasa tasarısını Kızılay İş Merkezi önünde yaptığı oturma eylemi ile protesto etti. Eyleme, KESK
bileşenlerinin yanı sıra, KURDİ-DER, İHD ve MAPER katıldı. KESK Siirt Şubeler Platform Dönem Sözcüsü Mahmut Hekimoğlu, AKP’nin 12 Eylül rejiminden rahatsız olduğunu dillendirerek iktidara geldiğini hatırlatarak, “Çıkarılacak kanunlarla 12 Eylül rejimine rahmet okutulmak isteniyor” dedi.
Hekimoğlu, ülkedeki tüm toplumsal dinamikleri yasanın Meclis’ten geçmemesi için demokratik eyleme geçmeye çağırdı. Açıklamanın ardından eylem “Polis devleti istemiyoruz” ve “Hükümet yasanı al başına çal” sloganları ile yapılan oturma eylemiyle sona erdi.
URFA
KESK Urfa Şubeler Platformu, AK Parti hükümetinin Meclis’e getirdiği “İç Güvenlik”
yasa tasarısını Ahmet Bahçıvan İş Merkezi önünde gerçekleştirdiği basın açıklamasıyla protesto etti. Açıklamaya, platform bileşenlerinin yanı sıra HDP’li yöneticilerde katılarak destek verdi. “Demokratik, özgürlük, eşitlikçi ve çağdaş bir anayasa istiyoruz” pankartı açılan eylemde, “Faşizme karşı omuz omuza”, “AKP yasanı al başına çal” ve “Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı. Ardından açıklamayı yapan platform sözcüsü Eğitim Sen Şube Başkanı Mehmet Keklik, AK Parti’nin yasa ile kendi iktidarını güvenceye almak istediğini, emekçilerin sonuna kadar alanlarda bu yasaya karşı mücadele edeceğini ifade etti. Emekçiler daha sonra, alkış
ve zılgıtlar eşliğinde 5 dakikalık oturma eylemi gerçekleştirdi.
NUSAYBİN
Mardin’in Nusaybin ilçesinde KESK birleşenleri tarafından, yasa tasarısı yürüyüşle protesto edildi. KESK binası önünde bir araya gelen ve aralarında HDP, DBP, DİSK Genel İş Sendikası, TMMOB,TBB yöneticileri ile Nusaybin
Belediyesi Eş Başkanı Sara Kaya’nın da bulunduğu yüzlerce kişi Barış Parkı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşün ardından açıklamayı yapan Eğitim Sen Temsilcisi Kadri Baysal, AK Parti’nin, toplumsal muhalefetin tüm itiraz ve geri çekilmesi talebine rağmen “iç güvenlik” paketini Meclis iç tüzüğünü de ayaklar altına alarak, korsanvari bir yöntemle fiili olarak Meclis’ten geçirmeye başladığını ifade etti. Açıklamanın ardından oturma eylemi yapıldı.
ÇANAKKALE
KESK Çanakkale Şubeler Platformu, Meclis’te görüşülmeye devam eden “İç Güvenlik” paketini Gestaş İskelesi Meydanı’nda yaptığı oturma
eylemi ile protesto etti. Siyasi kurumların da destek verdiği eyleme, çok sayıda kişi katıldı. Bir saat süren oturma eyleminin ardından açıklama yapan Çanakkale KESK Dönem Sözcüsü Yusuf Yıldırım, “Ya omuz omuza verip bu yasayı devireceğiz ya
da bu uçurumdan hep beraber aşağıya düşeceğiz” dedi. AK Parti’nin bu paket ile 12 Eylül’ü tekrar hortlatmaya çalıştığının altını çizen Yıldırım, “Buna izin vermeyeceğiz. Gün dayanışma günüdür” diyerek, bütün Türkiye halkına ayağa kalkma çağrısı yaptı. Eylem yapılan açıklamanın ardından sloganlar eşliğinde sona erdi.
MECLİS
Yasanın meclise getirildiği gün HDP ve CHP’den milletvekillerinin AK Parti’lilerin saldırısı sonucu yaralandığı yasa görüşmeleri, muhalefet partilerinin engelleme çabaları nedeniyle çok yavaş ilerliyor.
Özellikle HDP milletvekillerinin mecliste, sloganlar, oturma eylemleri, yüzlerin maskelerle kapatılması şeklinde yürüttüğü eylemlerle birlikte, CHP›li milletvekillerin de gerçekleştirdiği eylemlere sahne oluyor.
AK Parti’nin meclisi 24 saat çalıştırarak geçirmeye çalıştığı torba yasa maddeleri ağır da olsa AK Parti’lilerin oyları ile geçiriliyor.
(Kaynak: direnişteyiz.org, diha)

Üniversitelerden Şubat ayı haberleri

10   Şubat

Kaldıraç’çı öğrenciler Ankara Yüksel Caddesi’ne katlamalı harçlar ile ilgili “Müşteri değil öğrenciyiz, Harçlar kaldırılsın, Özgür Bilimsel Eğitim için ileri!” yazılı pankart astılar.

11   Şubat

KTÜ’de “Ertele yetmez, harçlar kaldırılsın” şiarıyla bir eylem gerçekleştirildi. Eylemin ardından yapılan forum’da sürecin takipçisi olunacağı ve her çarşamba rektörlüğün önünde eylem yapılacağı kararları alındı.

20 Şubat

Ege üniversitesi’nde ülkücü, 150-200 kişilik bir grup Edebiyat Fakültesi önünde devrimcilere saldırdı. Saldırıya polisin de katılmasınla birlikte, pek çok öğrenci yaralandı. Ülkücü grup ellerinde satırlar ve sallamalarla saldırırken, polis de plastik mermi

ve gazla saldırıya destek oldu. Devrimci öğrenciler bir süre kütüphanede mahsur kaldıktan sonra okulu boşalttılar. Çatışma esnasında, ülkücü reisi olarak adlandırılan ve sosyal medyada da ırkçı, nefret dolu söylemleriyle öne çıkan Fırat Çakıroğlu öldü.

23   Şubat

Kadıköy’de esnaf tarafından bıçaklanılarak katledilen Nuh Köklü, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde düzenlenen bir anma etkinliği ile anıldı. Öğrencilerin ve Akademisyenlerin katıldığı anmada “Her kar yağdığında İletişim Fakültesi öğrencileri sokağa çıkacak ve tüm camları kartopuyla dolduracak, karanlığa karşı her gün kartopu oynayan çocuk heyecanıyla mücadele edecek. Sana sözümüz olsun

Nuh Abi. Onların korkularını gerçeğe çevireceğiz, tüm yasalarını çiğneyeceğiz. Sana söz olsun Abi, kalemler her gün yazacak. Beyaz kağıtlar kartopu yapılıp sınıflarda oynanacak. Sana söz olsun Abi ‘bu bir rüya’ olacak, seni yaşatacağız!” denildi.

Anadolu Üniversitesi’nde “Özgür Bilimsel Anadilde Eğitim için kendi dersliklerimizi kuruyoruz” şiarıyla stand açıldı, ertesi gün saat 13:00’te yapılacak ders için yemekhanelere girilerek çağrı yapıldı.

24   Şubat

Marmara üniversitesi Göztepe kampüsünün girişindeki polis noktasının önünde iki Yurtsever öğrenci bir grup faşist tarafından satırlarla saldırıya uğradı, öğrenciler hastahaneye kaldırıldı. Ardından 150 kişilik faşist bir grup üniversite içindeki kantindeki devrimci öğrencilere saldırdı. Polislerin müdahale etmediği olayda devrimciler sonrasında faşist grubu püskürttü.

Bilkent Üniversitesi’nde ülkücülerin Fırat Çakıroğlu ölümsüzdür diyerek yaptığı eylemde, ÖGB-ülkücüler ve devrimciler arasında arbede çıktı, ÖGB bir devrimciyi darp etti.

25   Şubat

Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’nde ırkçı bir grup Kürt öğrencilere saldırdı. Bıçaklı saldırıda yaralanan olurken, 5 öğrenci gözaltına alındı

26   Şubat

Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsünde iç güvenlik yasası ile ilgili “Sıkı yönetim yasaları Cebeci’den Geçmez, Boyun eğme, saf tut, diren!” yazılı Kaldıraç pankartı asıldı.

Ankara Üniversitesi DTCF’de Kürt öğrenciler yemekhanedeyken faşistler tarafından silahlı saldırı gerçekleştirildi. Bir ÖGB karnından ve ayağından silahla vuruldu. Saldırının ardından gelen çevik polis, faşistlere müdahale etmezken, üniversiteliler toplu çıkış yaptı. Saldırı sonrası bazısı üniversiteden çıkarken olmak üzere 50 öğrenci gözaltına alındı.

Aynı gün saldırıya uğrayan öğrenciler, üniversitede yaygın bir şekilde çağrısının örgütlendiği, “Üniversitelerimizde Silahlı Çete İstemiyoruz” pankartıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Ege’de Marmarada ve DTCF’de yapılan saldırılara dikkat çekildi. Basın açıklaması esnasında arkada not alan ÖGB2ler öğrenciler tarafından teşhir edilip okuldan kovuldu.

ODTÜ’de “İç Savaş İlanı: İç Güvenlik Yasası” başlıklı bir panel düzenlendi. Panele ÇHD’den Avukat Murat Yılmaz, Akademisyen Sibel Özbudun ve Kaldıraç’tan Zeynep Yenen konuşmacı olarak katıldı.

Ekim Devrimi, sosyalizm, kadınların kurtuluşu *1

 

EKİM DEVRİMİ VE KADINLAR

Çarlık Rusyası, kastlaşmış, kireçleşmiş, hiyerarşik bir sınıf yapısından malûldü. Toplumsal piramidin tepesinde soylular yer alıyordu: büyük dükler, yüksek prensler, prensler, kontlar, baronlar vb. Onları dvoriane (toprak sahipleri), meschiane (kentliler) ve krestiane (“Hıristiyanlar” = köylüler) izliyordu. Çarlık Rusyası, devlet dini olan Grek Ortodoks Kilisesi’ne dayalı teokratik bir toplumdu; Çar Kilise hiyerarşisinin de tepesinde yer alıyordu. Diğer mezhep ve dinler (Katolikler, Protestanlar, Yahudiler, Müslümanlar) açık bir ayırımcılıkla karşı karşıyaydı.

Toplum gelir uçurumuyla yarılmıştı; aristokratlar, toprak sahipleri, tacirler ve sanayicilerden çoğu muazzam servetlere hükmederken, zanaatkârlar, küçük memurlar, esnaf, işçiler yoğun bir yoksulluk içinde sürdürmeye çalışıyorlardı yaşamlarını. Nüfusun yaklaşık yüzde 80’ini oluşturan köylülerin durumu ise, tek kelimeyle felaketti; dönemsel kıtlıklar, kuraklıklar her seferinde aralarından milyonlarcasını alıyordu. Ekilebilir toprakların büyük bölümü Kilise, Taht ve aristokratlara ait olduğundan, küçük köylüler kıt ve zor yaşam koşullarına mahkûmdu.

Böylesi bir toplumsal yapıda kadınlar, kuşku yok ki kendi sınıflarının yazgısını paylaşmaktaydılar: süs bebeği muamelesi gören -ve evlilikleri genellikle soylu aileler arasında bir ittifak stratejisi oluşturduğundan eş seçimi konusunda söz hakları bulunmayan- aristokrat kadınlar; kız çocukların ataerkil ailelerinin mülkü sayıldığı, çoğunlukla okur-yazar dahi olmayan, hukuksal özne olmayan meschiane kadınlar; hemen hiçbiri okur-yazar olmayan, yaşamları dinsel buyrultuların boyunduruğuna teslim, yoksulluk ve yoksunluk içindeki yaşamlarını ağır işçilikle geçiren köylü kadınlar…

Çarlık Rusyası’nın en “özgür” kadınları, çoğunluğu yoksullaşmış toprak sahibi ailelerden gelen, kentli serbest meslek sahibi, aydınlanmış intelligentsia’nın kadınlarıydı. Yasal olarak olmasa da, fiilî olarak oldukça özgür bir konumdaydılar; eğitimliydiler ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılıyorlardı. Örneğin 1913 yılında Rusya’da tüm doktorların yüzde 10’u, tüm öğretmenlerin yüzde 8’i kadındı. Çarlık Rusyası’nın en önemli kültürel armağanı çok sayıda kadın yazar, şair, sanatçı ve balerin, bu zümreye dâhildi. Hiç kuşku yok ki, XX. yüzyılın ilk onyılında Rusya’yı derinden sarsan Narodnik ve ikinci onyıla damgasını vuran Bolşevik hareket içinde öncü konumdaki kadınlar da…

Ve nihayet, Ekim Devrimi’nin gövdesini oluşturan işçi kadınlar… Rusya’da sanayi proletaryası, sanayi devriminin ülkeye ulaştığı XVIII. yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkmıştır ve Avrupa’da olduğu gibi, öncelikli olarak topraksızlaşmış köylülerden oluşur. Rusya’da erken sanayi dönemi işçilerin, ama en çok da Rusya burjuvazisinin çok daha düşük maliyetli olduğunu erken bir dönemde sezinleyip üretime çektiği, atölye ve fabrikalarda istihdam ettiği, ya da evlerinde parça başı olarak çalıştırdığı kadın ve çocuk işçilerin insafsız sömürüsü üzerinde yükselmiştir. Sefalet ücretleri karşılığında günde 13-14 saat çalıştırılan yetersiz beslenmiş, çelimsiz, bitkin bir kadın-çocuk işçi ordusu…

Ne ki Lenin, kadınların sınaî üretime çekilmesini nihaî kertede olumlu bir adım olarak görmektedir. Böylelikle, üretken olmayan ev-içi kölelikten kurtulmalarının önü açılmaktadır. Ve bu durum, “prekapitalist toplumsal ilişkilerin ataerkil devinimsizliğiyle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar iyidir.”3

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Rusya sınaî işçilerinin durumu, erken döneme göre biraz düzelmiş olsa da Avrupa’nın en kötü koşullarda çalıştırılan işçileridir. Kadınların da ailelerini geçimine katkıda bulunmak için en ağır koşullarda çalışıyor olması, onlara kendi sınıfları içinde saygın bir konum sağlamaktaydı.

Ne ki, hangi sınıftan olursa olsun, eski Rusya’nın tüm kadınları, yasal haklardan yoksundu. Özel alan, yani aile ilişkileri tümüyle Kilise’ye tevcih edilmişti; Slav bölgelerinde Ortodoks Kilise (nüfusun yüzde 80’i), Müslüman bölgelerinde İslâm konsilleri, diğer azınlık cemaatler ise kendi şeriatları çerçevesinde yaşamaktaydılar. Çarlık Rusyası’nda herhangi bir dini cemaate ait olmamak, yasadışıydı…

Ortodoks Kilise’nin umdelerine göre erkek ilahî buyrultu doğrultusunda kadın üzerinde buyurucu kılınmıştı. Babalar evlendirene dek kızlarının sahibiydiler; evlilikte karının vesayeti kocasına geçiyordu.

Kadınların ayrı bir kimlikleri yoktu; adları kocalarının pasaportuna kaydedilirdi; yolculuk ve çalışma iznini sağlayan bu pasaportlar, kadına ancak kocasının izni doğrultusunda verilebilmekteydi.

Kocaların kadınlar üzerindeki hakları, yasal olarak tesis edilmişti, evini terk eden bir kadın, polis zoruyla kocasına iade edilmeliydi. Çocuklar da babanın velayeti altındaydı.

Boşanma karının sadakatsizliği gerekçesiyle erkeğin ayrıcalığıydı; bu durumda çocuklar babaya bırakılmaktaydı. Erkeğin zinasından ise söz edilmemekteydi. Bir kadının istemediği bir evliliği sona erdirmesinin iki yolu vardı: İntihar ya da kocayı öldürmek… Cinayet (hanedan mensuplarına yönelik olanlar dışında) Çarlık Rusyası’nda idam cezası gerektirmediği için, koca katilleri, genellikle Sibirya’ya gönderilen sürgünlere eşlik etmek üzere sürülürlerdi. Bu nikâhsız birlikteliklerden doğan çocukları ise gayrimeşru olarak geçerdi kayda…

Müslüman bölgeler ise, “adet” olarak bilinen şeriat kurallarının katı bir yorumuna tabiydi. Rusya’nın Müslüman kadınları her türlü insan hakkından yoksundu: emek ve cinsellikleriyle istediği sayıda kadınla evlenme ayrıcalığına sahip erkeklerin malıydılar. Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde kadınlar arasında çalışmak üzere Orta Asya’ya gönderilen Bolşevik kadınların anıları, dehşet öyküleridir. Kız çocukları, daha dört-beş yaşında, genellikle dedeleri yaşındaki erkeklere başlık parası karşılığında satılmakta, sekiz-dokuz yaşına vardıklarında ise kocaları tarafından cinsel ilişkiye zorlanmaktadır. Çoğu çocuk ilişki sırasında sakat kalmakta ya da doğum sırasında yaşamını yitirmektedir. Kocanın karısı üzerindeki yetkisi sınır tanımaz: sadakatsizlik gerekçesiyle onu öldürebilir, aç bırakabilir, evden kovabilir, işkence yapabilir. Koca öldüğünde karısı, kocasının onu kendisine ayırma ya da satma özgürlüğüne sahip en yaşlı erkek akrabasına devrolmaktadır.

Kadınlar en temel eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun, sefil bir yaşam sürdürüyordu. Ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ilk yılları, felaket bir bebek ölümü tablosuyla karşı karşıyaydı; Kazakistan’da on bebekten ancak biri bir yaşını görebiliyordu!

Çarlık Rusyası’nda Ortodoks ya da Müslüman, neredeyse tüm kadınların paylaştıkları bir başka yazgı da eğitimsizlikti. Devrimden önceki son nüfus sayımı (1913) kadınların yüzde 83’ünün okuma-yazma bilmediğini ortaya koyuyordu. Bu oran, köylü kadınlar arasında yüzde yüzü bulmaktaydı.

Evet, yaşam koşulları, hem erkekler, ama daha çok da kadınlar için zorluydu. Ekim Devrimi’nin ayak sesleri duyulmaya başladığında, Rusya halkları üç yılı aşkın başka bir felaketin yükünü sırtlanmış durumdaydı; milyonların yaşamını yitirdiği, sefaletlerine sefalet, yoksulluklarına yoksulluk katan I. Dünya Savaşı.

  1. yüzyılın başından itibaren Çar Nicolas ve Çariçe Alexandra karşısında hoşnutsuzlukları katlanan işçiler, köylüler, hatta kentli entelektüellerin, bu nedenle devrimci harekete çekilmesi zor olmadı.

8 Kasım 1917 günü (Gregoryen takvime göre 25 Ekim), sabaha karşı 2.30 sularında, Petrograd’da Neva nehri üzerinde demirlemiş Avrora zırhlısı Bolşevik devrimini dünyaya duyuran o tek top mermisini ateşlediğinde, işçi ve asker yığınlar Kerensky hükümetinin üslendiği Kışlık Saray’a aktığında, iktidarın proletarya diktatörlüğü tarafından devralınması bu nedenledir ki on dakikadan az zaman aldı. Aynı gece, dünyanın ilk sosyalist hükümeti ilan edilecekti… Sonradan milyonların yaşamına mal olacak iç savaş ve kıtlıklara karşın kent ihtilal gecesini sadece beş ölü, elli beş yaralıyla kapatmıştı!

Lenin ile partisinin ilk kararı “Barış İlanı” oldu… Hemen ardından da bütün toprakların halka dağıtılmasını öngören “Toprak Kararnamesi”… Yıllar boyu sefil bir savaşta cepheden cepheye sürüklenen milyonlarca topraksız köylü-askerin ve işçinin en hayatî iki talebi: Barış ve toprak böylece karşılığını bulmuş oluyordu.

Barış ilanı ve toprak kararnamesini izleyen adım ise, tüm Rusya kadınlarının yüzyıllar boyu kendilerine dayatılan dinsel, geleneksel ve yasal sınırlamaların ilgası olacaktı. Cinsiyetler arası eşitsizliği düzenleyen tüm yasa ve uygulamalar sonsuza dek lağvedildi: bundan böyle kadınlar yaşamın istisnasız tüm alanlarında (eğitim, iktisat, kültür, siyaset…) erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip olacaktı. Bu geleneksel Rus ailesinin temellerinin bir gecede berhava edilmesi anlamına geliyordu.

Kilise nikâhları yasaklandı; bundan böyle tüm evlilikler özel hükümet bürolarında kaydedilecekti. Kadın evlilik içinde dilediği takdirde kendi soyadını koruyabilecek, hatta koca isterse karısının soyadını alabilecekti. Çocukların bakımından her iki ebeveyn de eşit ölçüde sorumluydu, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devlet üstlenecekti. Fiziksel olarak çalışabilir durumda oldukları sürece eşlerden hiçbiri diğerini desteklemekle yükümlü değildi. Boşanma eşlerden birinin tek taraflı başvurusu üzerine hemen gerçekleşebilecekti. Kişi dilediği sayıda evlilik ve boşanma gerçekleştirebilirdi. Kürtaj yasal, kısıtsız ve ücretsizdi, gayrimeşruluk ilkesi lağvedilmişti: bekâr bir anneden doğan çocuklar da evli ebeveynlerin çocuklarıyla aynı haklara sahip olacaktı.4

Hiç kuşku yok ki bu denli ani ve radikal bir çıkış, toplumun gelenekçi kesimlerinin şiddetli direnişiyle karşılaşacaktı. Ancak yalnızca gelenekçiler değil, Bolşeviklerin gerçekleştirdiği gözükara mülksüzleştirme hamleleri, toprağın köylülere, fabrikaların işçilere devredilmesi, bankaların, demiryollarının kamulaştırılması vb. karşısında paniğe kapılan orta sınıflar ve aydınları da… Bolşevik Parti, 1918’de milyonlarca cana mal olacak bir iç savaşa benzin dökecek geniş bir muhalefetle karşı karşıyaydı. Ve devrimin daha ilk adımlarında sağladığı kadın özgürlüğü, özellikle başta küçük toprak sahibi köylülük olmak üzere muhafazakâr toplum kesimlerini muhalif saflara çağırmada etkin bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyordu…

Kadınların özgürlüğüne ilişkin karar ve uygulamaların, yıllarca kadınsız kalmış milyonlarca askerin terhis edilip köylerine döndüğü bir döneme rastladığını akıldan çıkartmamak gerek. Pek çoğu, karılarını başka erkeklerle bulacaktı. Kırsal aile, artık mevcut değildi.

Bu koşullarda, cinsel açlığı başına vurmuş erkeklerin yeni “cinsel özgürlüğü” önlerine çıkan kadına tecavüz özgürlüğü olarak yorumlayışına şaşmamak gerek. Dahası, kimi yerel Sovyetler devrimci kararnameleri keyiflerince yorumlayarak grotesk uygulamalara başvurmaktaydı… Moskova yakınlarında bir kent olan Vladimir Sovyet’inin “18 yaşına gelmiş her kadının devlet malı sayılıp serbest aşk bürosuna kaydolmak zorunda olduğunu ve bu büroya kayıtlı 19-50 yaş arası erkeklerden her ay bir tanesini kendisine eş olarak seçmesi gerektiği… bu birlikteliklerden doğacak çocukların devlet malı sayılacağı…” yolundaki kararnamesi gibi…5

“Kapının arkasında asılı şapka” öyküleriyle büyümüş bir kuşağın mensubu olarak benim açımdan, bu türden abartıların, yüzde 80’e yakını kırsalda yaşayan bir nüfusta muhafazakâr katmanları manipüle etmede nasıl kullanıldığını kestirmek, zor değil… Ancak Sovyet devrimi, özellikle ilk yıllarında kadınların kazandığı özgürlüklerden geri adım atmama kararlılığını sergilemiştir. Kayıtsız, kısıtsız, tam özgürlük, aralarında hatırı sayılır sayıda kadın öncünün de bulunduğu RSDİP’nin Rusya’nın bütün kadınlarına ilk vaadlerinden biriydi; en azından devrimin ilk on yılı boyunca sadakatle yerine getirilen bir vaad…

Bolşevik Devrimi’nin bu kadınların kurtuluşu konusunda o güne dek eşine rastlanmayan bu radikalliği ve kararlılığı, hiç kuşku yok ki, XIX. yüzyıl sosyalist-Marksist mirasın bir gereğidir. Ama bunun da ötesinde, kireçleşmiş, otokratik bir toplumda kadınların atıllaştırılmış enerjileri serbest bırakıldığında toplumsal gelişmeye ne denli devasa bir katkı yapacağını öngören bir aklın da ürünüdür. Ne yazık ki, az ileride de göreceğimiz üzere, tek yanlı olarak mutlaklaştırıldığında, kadın “devrimi”ni tersine çevirme, ya da başka bir “şey”e dönüştürme riskine sahip, dâhiyane bir fikir!

SSCB’nin ilk yıllarında “erkeklerle kadınların geri fikirlerinin üstesinden gelme çabalarında tek bir taşı dahi tersyüz etmeden bırakmama” kararlılığı, gerçekten de ikircimsizdir. Devrimin önderi Lenin, bunu pek çok kez, pek çok vesileyle haykırır:

“Kadınların durumunu ele alın. Bu alanda dünyada tek bir demokratik parti, hatta en ileri burjuva cumhuriyetlerinde bile, on yılda, iktidarda birinci yılda yaptığımızın yüzde birini bile yapamamıştır. Kadınları eşit olmayan, sınırlayıcı boşanmanın içine sokan ve bu boşanmayı iğrenç formalitelerle çevreleyen, evlilik dışı doğan çocukların tanınmasını kabul etmeyen, babaları için bir araştırmayı zorunlu kılan vs. vs. ve bütün uygar ülkelerde bulunan burjuvazi ve kapitalizmin rezaletinin belli kalıntıları olan rezil kanunların temelini fiilen yıktık. Ama, eski burjuva kanunlarının temelini ne kadar bütünüyle temizlersek, ancak yeniden kurmak için temizlediğimizi, henüz kuramadığımızı o kadar iyi görürüz.”6

Lenin kadınlar üzerindeki tarihsel boyunduruk nedeniyle kapitalizmin kadın işgücü üzerindeki aşırı sömürüsünün farkındadır; buna karşılık, (örneğin Marx’ın ilk yazılarında yapmış olduğu gibi) kadınların fabrikalardan geri çekilmesini talep etmez. Ona göre kadınların ve gençlerin sınaî üretime çekilmesi, “ilerici bir gelişme”dir:

“Kapitalist fabrikanın, çalışan nüfusun bu kategorilerini özellikle zor koşullara soktuğu ve bu işçiler için çalışma gününü düzenleyip kısaltmalarının, sağlıklı iş koşullarını garanti etmelerinin gerekli olduğu tartışma bile götürmez; ama kadınların ve gençlerin sanayide çalışmalarını yasaklamak ve bu tür çalışmaya engel olmak ataerkil düzeni sürdürmek çabaları gericilik ve hayalcilik olur. Büyük ölçekli yerli sanayi daha önce ev, aile ilişkilerinin dar sınırından hiç çıkmamış olan nüfusun bu kategorilerinin ataerkil tecridini yıkarak ve bunları sosyal üretime doğrudan sokarak gelişmelerini teşvik edip bağımsızlıklarını arttırır, başka bir deyişle, pre-kapitalist ilişkilerin ataerkil hareketsizliğinden kıyaslanamayacak biçimde üstün olan yaşam koşulları yaratır.”7 (1899)

Böylelikle, daha 1902’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Taslak Programı’nda, sekiz saatlik işgünü, otuzaltı saatten az olmayan hafta tatili, fazla mesailerin yasaklanması, 15 yaş altı gençlerin çalışmasının yasaklanması gibi tüm işçilere yönelik düzenlemelerin yanı sıra, “kadınların sağlığına zararlı olan yerlerde çalıştırılmasının yasaklanması” maddesi yer alıyordu.8

Bu kadar da değil. Aynı programda, 21 yaşına basmış her vatandaşa yönetimin her kademesinde seçme ve seçilme hakkı, sınırsız vicdan, konuşma, basın, sendika, örgütlenme, eylem ve işgal özgürlüğü, tüm uluslara kendi kaderini tayin hakkının yanı sıra, “sosyal tabakaların ilgası, cinsiyet, din ya da ırk gözetilmeden bütün vatandaşlara tam eşitlik” öngörülmekteydi.

Bu ilkeler, Parti programında 1918’de (devrimden sonra) yapılan değişikliklerle daha da radikalleşecektir. Bir saatlik yemek izninin eklenmesiyle günlük çalışma süresinin yedi saate indirilmesi, hafta tatilinin 42 saate çıkartılması, zorunlu durumlar dışında gece işinin yasaklanması, zorunlu durumlarda ise dört saat ile sınırlandırılması, 16-20 yaş arası gençlerin iş gününün dört saatle sınırlandırılması, tüm işyerlerinin işçi örgütleri tarafından seçilen iş müfettişleri tarafından denetimi gibi tüm işçileri ilgilendiren düzenlemelerin yanı sıra, kadın işçiler için yeni önlemler getirilecekti: Kadın işçilere hiçbir ücret kesintisine uğramaksızın doğum öncesi dört, doğum sonrası altı hafta izin; kadın işçilerin çalıştığı tüm işyerlerinde kreş ve yuvaların kurulması, emzikli annelere günde üç saati geçmeyen aralıklarla yarımşar saatlik emzirme izni…9

Sovyet Devrimi’nin kadınlara yönelik uygulamalarının eleştirildiği alanlardan biri, bunların kamusal alana yönelik olduğu, çalışma koşulları ve işçi kadınların durumunun düzeltilmesi üzerinde yoğunlaştığı, özel alana, bir başka deyişle aile yaşamına ve buradaki kadın-erkek ilişkilerindeki güç dengesizliğine dokunmadığı yönündedir. Kanımca haksız ve karşılıksız eleştirilerdir bunlar. Yukarıda da andığım, Devrimin ilk yıllarında toplumsal yaşamda gerçekleştirilen bir dizi köklü dönüşüm bunun tanığıdır: Kilise’de evlenmenin yasaklanması; tüm evliliklerin özel hükümet bürolarında kaydedilmesi; kadın evlilik içinde kendi soyadını koruyabilmesi, kocanın karısının soyadını alabilmesi; çocukların bakımından iki ebeveynin de eşit ölçüde sorumlu tutulması, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devletin üstlenmesi; boşanmanın kolaylaştırılması; kürtaj üzerindeki her türlü kısıtlamanın kaldırılması; gayrımeşruluk ilkesinin lağvedilmesi… Bunlar, Ekim devrimini gerçekleştiren kadronun “kadın sorunu”nu “işçi kadınların sorunları” ya da “kadınların üretime çekilmesi”yle sınırlı tutmadıklarının, “kadınların kurtuluşu” konusunda kendi çağlarına göre (yeryüzünün geri kalan ülkelerinin ancak 4-5’inde kadınların oy hakkına sahip olabildiği10 XX. yüzyıl başlarından söz ediyoruz!) son derece kapsamlı ve radikal fikirlere sahip olduklarının ve kararlılıklarının kanıtıdır…

Lenin, kadınların köleliğinin onları domestik alana mahkûm kılan ataerkiden kaynaklandığının bilincindedir. Dahası, bu durumun ne denli cesaretli ve radikal olursa olsun, yeni yasalar çıkartmakla çözümlenmeyeceğinin de:

Kadını kurtaran bütün kanunlara rağmen, kadın yine ev kölesi olmaya devam eder, çünkü önemsiz evişi onu ezer, boğar, aptallaştırır, alçaltır, onu mutfağa ve çocuğun odasına zincirler ve kadın, emeğini barbarca, üretici olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş işlere harcar. Bu küçük ev bakıcılığına karşı geniş bir mücadele başladığında (…) ya da daha doğrusu, bu küçük ev bakıcılığının geniş ölçekli sosyalist ekonomiye tamamen aktarılmasıyla birlikte kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm başlayacaktır.

Teoride her komünistin kesin olarak kabul ettiği bu soruna, pratikte yeterli biçimde önem veriyor muyuz? Tabii ki hayır. (…) Yemek temin eden genel kuruluşlar, çocuk yuvaları, anamektepleri, işte bunlar; kadınları gerçekten kurtaracak, sosyal üretim ve genel yaşam içindeki rollerinin erkeklere olan farkını azaltacak ve yıkacak olan, görkemli, tumturaklı ve resmî hiçbir şeyi ihtiva etmeyen bu filizlerin basit, günlük araçlarının örnekleridir. Bu araçlar yeni değildir, bunlar (…) büyük ölçekli kapitalizm tarafından yaratıldı. Ama kapitalizmde bu araçlar, birinci olarak ender bir şeydir ve ikinci olarak da (…) ya spekülasyonun, vurgunculuğun, dolandırıcılığın ve sahtekârlığın bütün en kötü özellikleriyle ticarî şirketler ya da (…) ‘burjuva hayırseverliğinin cambazlığı’ olarak kalırlar.” (ss. 88-89).

“Kadın sorunu”nun salt kadınların üretime çekilmesiyle değil (bu, kapitalizmin zaten gerçekleştirdiği bir şeydir), kadınların domestik kölelikten kurtularak yaşamın tüm alanlarına özgürce ve eşit koşullarda katılmasından geçtiği, yalnızca Lenin değil, onunla birlikte Sovyet devrimine katılan çok sayıda komünist kadın için de ilkeseldir. Üç örnekle yetinelim…

İlk örneğimiz, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Marksist sol kanadı önderlerinden, Lenin’le yakın bir dostluğu olan Clara Zetkin’den olsun:

(Kapitalist toplumda -b.n.) Kadınlar üretici faaliyetleriyle aile içinden nasıl dışarıya fırlatıldıysa, düşünceleri ve duygularıyla da evin dar ve sınırlı çemberinden koparılmalı, aileden çıkarılıp insanlığın içerisine aşılanmalıdırlar. Kadın artık ev ocağının arkasında daha fazla saklanmamalı; toplumun içerisinde yaşamalı; tekyanlı, dar yürekli derin egoist aile sevgisinin yerini, henüz kadında az olan dayanışma duygusu almalıdır.

Kadının üretici güç olarak oynadığı rolün iktisadî önemine, onun siyasî ve sosyal hakları da artık nihayet denk düşmelidir. (…)

Kadın cinsinin kamu yaşamına katılmasının önünde şimdiye kadar duran şey, erkeğin rahatına düşkünlüğü ve egoizmi olduğu kadar, kadının kayıtsızlığıydı da. Fakat olguların zorlayıcı mantığı, kadını ekonomik, toplumsal-politik sorunlarla sürekli teması sonucu, siyasal ve toplumsal haklarını da (…) talep etmeye zorluyor… O toplumsal-politik haklarını elde edecektir, ister erkeğin isteğiyle, ister ona karşı olsun, ve hatta isterse kendi isteğine karşı olsun.11

Çar’ın devrilmesinin ardından Lenin’i Finlandiya’ya getiren Beyaz Tren’deki 25 kişiden biri ve Bolşevik Parti Merkez Komite üyesi Inessa Armand12 ise, 1919’da şöyle yazıyordu: “Aile, domestik yaşam, eğitim ve çocuk yetiştirmenin eski biçimleri ilga edilmedikçe, kölelik ve esareti ortadan kaldırmak mümkün değildir; yeni insanı yaratmak mümkün değildir; sosyalizmi inşa etmek mümkün değildir.”13

Ve Lenin’in çevresinden bir başka gözükara kadın; Ekim devrimi sonrasında devrimci hükümette yer alan ilk kadın, SSCB’nde inşa hâlindeki sosyalizmin “kadının kurtuluşu” veçhesini örme konusunda ısrarlı, yılmaz, uzlaşmaz bir mücadele sürdüren Alexandra Kollontai… Marksizm’in salt bir ekonomik dönüşüm olmadığını, aynı zamanda bireysel psikolojilerde köklü bir dönüşümü gerektirdiğini, gündelik yaşamın baştan aşağıya değiştirilmesi gerektiğini vurgulamaktaydı sürekli. Bu, kadınlar açısından, iç dünyalarında bir dönüşüm demekti: onu erkeğin karşısında bağımsız kılacak, tüm seçimlerini özgür iradesiyle yapmasını sağlayacak bir değişim:

“Kadını fiziksel ve duygusal deneyimiyle ilişkinsiz, bireysel nitelik ve kusurları olan bir kişilik olarak değil de, erkeğin bir eklentisi olarak değerlendirmeye alışkınız. Koca ya da sevgili, bu erkek kendi kişiliğinin ışığını kadına yansıtır ve duygusal ve ahlâksal dokusunun gerçek tanımı saydığımız, kadının kendisi değil, bu yansımadır. Toplumun gözünde bir erkeğin kişiliği daha kolayca cinsel alandaki eylemlerinden ayırt edilebilir. Bu tutum kadınların yüzyıllar boyu toplumda oynayageldiği rolden kaynaklanmaktadır ve ancak şimdilerde bu tutumların yeniden değerlendirilmesi tedricen gerçekleşiyor – en azından kabataslak. Yalnızca kadının ekonomik rolünde bir değişiklik ve üretime bağımsız katılımı bu yanlış ve ikiyüzlü fikirleri zaafa uğratabilecektir.

Cinsel sorunun çözümlenebilmesi için modern ruhu çarpıtan üç temel koşul -aşırı egoizm, evli eşlerin birbirinin sahibi olduğu fikri ve cinsiyetlerin fiziksel ve duygusal deneyim açısından eşitsizliğinin kabulü- ile yüzleşmek gerekiyor. İnsanlar ancak ruhları yeterince ‘empati duygusu’yla yüklendiğinde, sevme yetileri arttığında, kişisel ilişkilerde özgürlük fikri bir olgu hâline geldiğinde ve ‘yoldaşlık’ ilkesi geleneksel eşitsizlik ve maduniyet fikrine galebe çaldığında durumlarından kurtulabilecekleri ‘sihirli anahtar’a kavuşmuş olacaklar. Cinsel sorunlar ruhun bu radikal yeniden eğitimi olmaksızın mümkün değildir. (…)

Ama ruhun ve cinsel ilişkilere yaklaşımımızın radikal yeniden eğitimi o denli olanaksız, o denli gerçeklikten uzak mıdır? Büyük toplumsal ve iktisadî değişimler yaşanırken, sözünü ettiklerimizle uyumlu psikolojik deneyim için yeni bir temel gerektiren ve onu yükselten koşulların da yaratılmakta olduğu söylenemez mi? Yeni bir sınıf, yeni bir toplumsal grup, burjuva ideolojisi ve bireysel cinsel ahlâk koduyla burjuvazinin yerini almak üzere geliyor. İlerici sınıf, güçlendikçe cinsiyetler arası ilişkiler konusunda, toplumsal sınıfının sorunlarıyla yakın bir bağlantı içerisinde biçimlenen yeni fikirler ortaya koymaktan geri durmayacaktır.”14

Evet, Ekim devrimi, ilk yıllarında kadınlar açısından tarihin belki de en radikal söylem ve pratiklerine ebelik yaptı…

Peki, “kadınların kurtuluşu”nu gerçekleştirdi mi?

Ne yazık ki bu soruya tereddütsüz bir “evet” yanıtı vermek mümkün değil.

SOSYALİZM DENEYİMİ VE KADINLAR

“Sosyalizmi kurtarmak” adına ortaya çıkıp da SSCB’nde sosyalizmin (ve de bizatihî SSCB’nin) likidasyonu misyonunu gerçekleştiren, “glasnost” (açılım) ve “perestoika” (yeniden yapılanma) kavramlarının mucidi Mikhail Gorbachov, 1987’de yayınlanan ünlü kitabı Perestoika’da, Sovyet kadınları konusunda şunları yazmaktaydı:

Kadınların özgürleşme ölçüsü, genellikle bir toplumun siyasal ve toplumsal düzeyinin ölçütü olarak görülür. Sovyet devleti, Çarlık Rusyası’na özgü kadınlara karşı ayırımcılığa kararlı ve uzlaşmasız bir tarzda son verdi. Kadınlar, hukuksal güvence altında erkeklerle eşit toplumsal statüye kavuştular. Sovyet hükümetinin kadınlara sağladıklarından gurur duyuyoruz: erkekle aynı çalışma hakkı, eşit ücret, sosyal güvenlik. Kadınlar eğitim görmek, meslek sahibi olmak, toplumsal ve siyasal faaliyetlere katılmak konusunda her türlü fırsata kavuştular. Kadınların katkısı ve özgeci çalışması olmasaydı ne yeni bir toplum inşa edebilir ne de faşizme karşı savaşı kazanabilirdik.

Ancak zorlu ve destansı tarihimizin yılları boyunca kadınların annelik ve yuva-yapıcılık rollerinden kaynaklanan özgül hak ve gereksinimlerini ve çocuklara yönelik vazgeçilmez eğitsel işlevlerini göz ardı ettik. Bilimsel çalışmalarda yoğunlaşan, inşaatlarda, üretimde ve hizmetlerde çalışan, yaratıcı faaliyetlere girişen kadınların artık evdeki gündelik görevlerini -ev işleri, çocukların yetiştirilmesi, güzel bir aile atmosferinin yaratılması- yerine getirecek zamanları yok. Çocukların ve gençlerin davranışlarındaki, ahlâkımız, kültürümüz ve üretimdeki- pek çok sorunumuzun kısmen aile bağlarının zaafa uğraması ve aile sorumlulukları karşısındaki gevşek tavırlardan kaynaklandığını keşfettik. (…) Kadınların salt kadınlık görevlerine geri dönmesi için neler yapılabileceği konusunda basında, kamu kuruluşlarında, işte ve evde hararetli tartışmalar yürütmemizin nedeni bu.”15

Kadınların kitlesel ölçekte başta üretim olmak üzere yaşamın tüm alanlarına katılmasına adanmış devasa bir sosyalist girişim için acı bir son.

Aslında Gorbachov’un muradı belliydi; milyonlarca yurttaşını kaybettiği bir dünya savaşı, Stalin’in otoriter rejimi, her şeyin merkezden planlandığı, herkesin herkesi denetlediği ağır, atıl bir bürokratik mekanizmanın etkisi altında, Batı’nın basıncına dayanamayan Sovyet ekonomisini, “toplumsal yarar” eksenli bir anlayıştan, “rasyonalite/verimlilik/kârlılık” eksenli bir yaklaşıma kaydırmak. Bir başka deyişle, sosyalist ekonomiyi “kapitalist aşı”yla canlandırmak…

Ancak işletmelerin “verimlilik ve kâr” temelinde yeniden örgütlenmesi, “yeni” düzene ayak uyduramayan, atıl işletmelerin kapatılması, istihdamda küçülme anlamına geliyordu. Yetmiş yıla yakın bir süredir bedensel bir engeli olmayan tüm yurttaşları istihdam edilen bir ülkede, bir anda milyonlarca kişinin işsiz kalması anlamına gelmekteydi bu… Üstelik yetmiş yıllık tarihinde “işsizlik” diye bir olguyu tanımamış, dolayısıyla da bu konuda hiçbir hazırlığı bulunmayan bir ülkede.

Tahmin edilebileceği üzere, kadınlar böylesi bir “şok tedavi”yi absorbe etme yetisi daha yüksek bir toplumsal kesimi oluşturmaktaydı. İki, hatta üç bakımdan: Öncelikle, “yuvayı yapan dişi kuşlar” olarak aslî görevlerine, yani domestik alana çekilmeleri, işsizlik şokunu erkeklerin sırtından alarak hafifleten, dolayısıyla da toplumsal sarsıntıyı emen “hava yastığı” görevi görmelerinin önünü açacaktı.İkinci olarak, kadının istihdam alanından çekilmesi, işgücü maliyetlerinde önemli bir düşüş, dolayısıyla da ekonominin “yeniden yapılandırılması”nda önemli bir girdi oluşturacaktı. Öyle ya, kadınların domestik alana çekilmesi demek, işyerlerinin, çoğu niteliksiz ya da az nitelikli işlerde çalışan kadınlar için sağlamak zorunda olduğu kreş, emzirme odası, emzirme saati, gebelik izni, hasta çocuk izni, banyo, servis vb. gibi yükümlülüklerden kurtulması, dolayısıyla da emeğin maliyetini düşürerek rekabet gücünü arttırması demekti.

Ve nihayet, tıpış tıpış yuvalarına dönen “dişi kuşlar”, çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı, yemek yapma, temizlik vb. çoğunlukla sübvanse edilen işleri bedelsiz olarak üstlenecek, böylelikle de kamuyu gereksiz bir “yük”ten kurtaracaklardı.

İşin ürkütücü yanı, bu “yeni söylem”in Sovyet kadınları arasında da yaygın bir rağbet bulması, en azından büyük bir tepkiyle karşılanmamasıydı. Daha da ilginci,16 Gorbachov, nihaî olarak kadınları eve geri gönderme yolundaki stratejisini, her düzlemde (işyeri, mahalle, kent, vilayet, bölge, cumhuriyet) kurulmasını teşvik ettiği gönüllü kadın konseyleri, Zhensovety eliyle gerçekleştirmeye çalışmaktaydı.

Sosyalist deneyimin kadınlara kazandırdıkları, sosyalizmin çözülüşü ve blokun dağılışından sonra, işlerini ve geçim temellerini yitirince çareyi yurtlarını terk edip sefalet ücretleri karşılığında çocuk ve yaşlılara bakmak, garsonluk, temizlikçilik yapmak ya da bedenlerini pazarlamak üzere Batı’ya akın etmekte bulan yüzbinlerce mühendis, öğretmen, doktor, hemşire, hukukçu, teknisyen, laborant… kadınla birlikte iyice açığa çıkacaktır. Sosyalizmin likidasyonu, sabit bir işleri, ücretsiz sağlık ve diledikleri düzeyde eğitim görme hakları,17 başlarını sokacak bir konutları olan, çocukları için ücretsiz besin ve giysiler sağlanan, kreş ve yuva hizmetlerini tüm yerleşim ve çalışma birimlerinde düşük ücretlerle sağlayabilen… kadınlar için apansız bir biçimde tüm tüketim gereksinimlerinin ve hizmetlerin fiyatlarının ateş pahasına fırladığı, kitlesel olarak işten atıldıkları, sosyal destek ve sübvansiyonların kesildiği, kiraların birden bire katlandığı bir cehennemde bulmak anlamına gelmişti kendilerini. Kapitalizmin hiç de TV ekranlarından izledikleri gibi çekici olmadığını, çok kısa sürede, çok büyük bir düşkırıklığı içerisinde keşfedeceklerdi.

Bu, işin bir yanı.

Ancak, sorunu “kapitalizmin cazibesine kapılarak ellerindeki bulgurdan olan” aldatılmışların öyküsü olarak sunmak, yanıltıcı olacaktır.

Yaşanılan sosyalist deneyim, elbette kadınlara önemli kazanımlar sağlamıştı. Örneğin, SSCB’nde kadınlar işgücünün en eğitimli kesimini oluşturmaktaydı. Yüksek ya da uzman eğitimli uzmanların yüzde 60’ı, öğretmenlerin yüzde 75’i, doktorların yüzde 69’u, ziraatçi, mühendis ve teknisyenlerin yarısı, iktisatçıların yüzde 66’sı, yargıçların yüzde 40’ı kadındı. Kamusal yaşama katılım konusunda önlerinde hiçbir engel yok gibi gözüküyordu…

Amma…

Evet, işin bir de ama’sı var.

Örneğin SSCB (ve diğer sosyalist ülkeler) kadın emeği ile erkek emeği arasındaki ücretlendirme farklılığını giderebilmiş değildi. Örneğin, kadınların büyük çoğunluğunu oluşturduğu eğitim ve tıp alanındaki ücretler, vasıflı mavi yakalılara göre daha düşüktü. Örneğin, kadınların ancak yüzde 28 oranda temsil edildiği inşaat sektöründe aylık ücretler 1983’te 236.6 rubleyi buluyorken kamu sağlığında (yüzde 84’ü kadın) ücret ortalaması 132.8 rubleyi geçmiyordu. Kadınların yoğun olduğu sınaî sektörler (gıda ve tekstil) en düşük ücretli iş kollarıydı…18

Siyasal katılımın tüm basamakları, kuramsal olarak Sovyet (ve diğer sosyalist ülkelerin) kadınlarına tümüyle açıktı. Ancak, tüm diğer ülkelerde olduğu üzere, yönetim kademelerinde yukarıya doğru tırmandıkça, kadınların sayısı ve oranı hızla düşmekteydi. George St. George (s. 229) Kadınların Komünist Parti ve Sovyetler’deki temsilinin hiçbir zaman yüzde 30’u geçmediğini kaydeder. 1984’te Yüksek Sovyet’teki kadın vekillerin oranı, yüzde 33’dü örneğin. Buna karşılık bölgesel Sovyetler’deki kadınların oranı yüzde 49’u buluyordu.19 Ve 1988’de Komünist Parti üyelerinden yüzde 29.3’ü kadın iken, Merkez Komite’de kadınların oranı yüzde 4.2’yi geçmiyordu…20 “Her vasıfsız işçiye, her aşçıya devleti yönetmeyi öğretmenin gereği”nden söz eden Lenin’in düşlediğinden çok daha geride, değil mi?

George St. George (s. 229), Sovyetler Birliği’nde kadınların siyaset karşısındaki bu tereddüdünü açıklamaya çabalarken, harika bir safdillikle önemli saptamalarda bulunur.

“Bu durumun açıklaması, Sovyetler Birliği’nde siyasal faaliyetin çok zaman alıcı olmasına karşın, profesyonel ve ücrete tabi olmayışında yatmaktadır. Kişinin olağan işinin üzerine fazladan bir nagruzka’yı (“yük”) temsil eder. Salt Komünist parti üyeliği dahi her hafta birkaç saati bu işe ayırmayı gerektirmektedir.

Doğum, çocuk bakımı ve ev işleri için gereken zaman hesap edildiğinde, ortalama bir Sovyet kadınının erkeğe göre siyasete ayıracak çok daha az boş zamanı vardır. Ve pek çok kadın, siyaseti erkeklere terk edip boş zamanlarını evlerine ve ailelerine ayırmaktan çok mutluluk duymaktadırlar.

Evet, sorun tam da budur; gerek Sovyetler Birliği, gerekse diğer sosyalist ülkelerde ev işleri büyük ölçüde kadınların sırtındadır. SSCB’nde büyük bölümünü kadınların gerçekleştirdiği ev işlerinde yılda 275 milyar saat (ulusal ekonomide gerçekleştirilen ücretli işin yüzde doksan kadarı) harcanmaktaydı. Kadınların ev işlerine ayırdığı süre, erkeklerin 2-2.5 katı kadardı (sırasıyla haftada 28 ve 12 saat). Bir başka deyişle, ortalama bir Sovyet erkeği, karısına göre yüzde 50 oranında daha fazla boş zamana sahipti. Moscow News’ta yayınlanan bir araştırma, bir kadının dört kişilik bir aile için yılda 2.4 ton yiyecek aldığı ve ev işi yaparken günde ortalama 12-13 kilometre yürüdüğünü açığa çıkartıyordu. Pravda’da yayınlanan bir başka araştırmaya göre ise, kadınlar alışverişte (çoğunlukla kıt bulunan malları aramak, kuyrukta beklemek…) 37 milyon saat geçirdiğini ortaya koymuştu…21 Evet, Sovyet kadınları iş çıkışı alışverişi yapıp çocukları kreş, yuva ya da okuldan alıp eve koşup yemek pişirip bulaşık yıkamak, hafta sonu tatillerini ise genel temizlik, söküklerin onarımı, çocuklarla zaman geçirmek gibi “barbarca, üretici olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş işlere” ayırmak durumundaydı. Hizmetlerin yetersizliği, kadınların sırtındaki yükü katmerlendiriyordu…

Bir yerlerde bir şey yanlış gitmişti!

Çoğunluk, bu “yanlışlığı” “aile”nin toplumun temel birimi olarak yeniden yüceltildiği, püritanizmin topluma pompalandığı, kürtajın kısıtlanıp doğurganlığın teşvik edildiği, on ya da daha fazla çocuk doğuran kadınlara “Kahraman Ana”lık madalyalarının dağıtıldığı Stalin dönemine atfeder.

Bu kısmen doğrudur. Ama ancak kısmen… Çünkü tüm bu önlemler, İç Savaş ve II. Paylaşım Savaşı’ndan milyonlarca genç erkeğini yitirerek çıkmış, tarumar durumdaki bir ülke için nihayetinde anlaşılabilir gelişmelerdir. Kadınlarla erkeklere hem kamusal, hem de domestik alanda eşit sorumluluk vererek ve demografik dengeler yeniden kurulur kurulmaz, başlangıçtaki ilkelere geri dönmek şartıyla…

Ancak öyle görülüyor ki SSCB’nde olan bu değildir. İç Savaş ve İkinci Paylaşım Savaşı’nın yıkım mirası, bu yıkım telafi edildikten, ülke ayağa kalktıktan, demografik denge yeniden kurulduktan sonra da, bir “üretim kültü” olarak süregitmişe benzemektedir. Sosyalizm, Marx’ın deyişiyle “herkesten yeteneğine, herkesin ihtiyacına göre” ilkesinde ifade edilenden çok farklı bir tarzda yorumlanır olmuştu; hiç kuşku yok ki yine Marx’ın “Hiç kimsenin münhasıran tek bir faaliyet alanına sahip olmadığı, ama herkesin dilediği alanda kendini geliştirebileceği komünist toplumda genel üretimi toplum düzenler ve benim bir gün bir şeyi, ertesi gün ise başka bir şeyi yapmamı, avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabahleyin avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır gütmemi, yemekten sonra eleştiri yapmamı olanaklı kılar…”22 şeklindeki betimlemesinden de çok farklı bir şey olarak tanımlanmaya başlamıştı.

Doğrudur, SSCB, 50 yılda son derece geri, okuryazarlık oranlarının son derece düşük olduğu, statik bir tarım toplumundan, bilim ve teknoloji açısından ileri, dünyanın ikinci güçlü sınaî ülkesine dönüşmeyi başarmıştı – çok yıpratıcı bir iç savaş ve ülkeyi harabeye çeviren bir dünya savaşının sahnesi olmasına karşın. Öyle ki, iç savaştan yeni çıkmış, milyonlarca erkek yurttaşını yitirmiş ülkede, tüketime yönelik sanayiden vazgeçerek tümüyle ağır sanayiye yönelen Birinci Beş Yıllık Plan ilan edildiğinde (1928) tüm yabancı uzmanlar tarafından alayla karşılanmıştı – makine yoktu, araç-gereç yoktu, hammadde kıttı, en önemlisi, ülke vasıflı işgücünü yitirmişti. Planın öngörüleri nasıl gerçekleşecekti?

Ama genç sosyalist cumhuriyet, başardı. Üstelik öngörülenden daha kısa bir süre içerisinde, Plan’ın dördüncü yılında 1500 ağır sınaî kompleks üretime başlamış, sınaî üretim 1913’dekine (Çarlık Rusyası’nın son barışçıl yılı) göre yüzde 253 oranında artmıştı. Gayrısafî millî gelirdeki yıllık artış oranı yüzde 19’u geçiyordu…

Ve bu durum büyük ölçüde, inanılmaz koşullarda, alet-edevatsız, çoğunlukla çıplak elleriyle, yarı aç, günde 15-16 saat çalışan, geceleri ise kendilerini geliştirmek için okuyan genç kadınların eseriydi…

Benzer bir durum, İkinci Beş yıllık Plan için de söz konusuydu. Üretim 1928’deki düzeyinden 5.5 kat fazla artacaktı, 1937’ye gelindiğinde 4500 yeni sınaî kompleks üretime başlamış, GSH’daki yıllık artış oranı yüzde 17.1’i bulmuştu. George St. George (s.51) ABD’nin bu boyuttaki büyümeyi 40 yılda (1890-1929) sağladığını kaydetmektedir.

1939’da seferberlik ilanının ardından hafta sonu tatili kaldırıldı. SSCB’nin tüm üretimi, askerî malzemeye yöneltildi. Naziler 22 Haziran 1941’de SSCB’ne saldırdı ve Nazi orduları, ülke nüfusunun yüzde 40’ının yaşadığı, sanayi potansiyelinin yüzde 60, tarımsal üretiminin ise yüzde 70’ini karşılayan toprakları istila ve tarumar ettiler – o yıl sona ermeden püskürtülmek üzere. Savaşın birinci yılının sonuna erişildiğinde, Sovyetler Birliği, Avrupa’da Nazi kontrolündeki tüm sanayi kollarından daha fazla üretim yapmaktaydı…

Savaş, SSCB için geride çoğu erkek 20 milyon ölü, milyonlarca engelli, tarumar olmuş 1000 kent ve 65 000 köy, yerle bir edilmiş fabrikalar, yıkılmış baraj ve kanallar, yağmalanmış milyonlarca dönüm toprak bırakarak nihayet sona erdiğinde, ülkeyi ayağa kaldırma görevi, yine kadınlar tarafından omuzlanacaktı. Üstelik bu kez, yükleri ikiliydi; enkazı üzerinde SSCB’ni yeniden inşa etmek ve savaşın doğurduğu nüfus açığını kapatmak…

Toplumlar tarihlerinin esiridirler… Bu yıkımlar tarihi, Sovyet insanına kendini sınırsız bir özveriyle sosyalist anavatana ve her ne pahasına olursa olsun üretimi, ağır sınaî üretimi arttırmaya adamış bir değerler sistemini miras bıraktı. Öyle ki, savaşın üzerinden onlarca yıl geçtikten ve hasarlar çoktan giderildikten sonra, ülke ayakları üzerinde dikelip bir “süper güç” olarak ABD’nle yarışı sürdürmeye koyulduğunda dahi Sovyet Anayasası’nın 12. maddesi: “SSCB’nde çalışmak, ‘Çalışmayan yiyemez’ ilkesi doğrultusunda, çalışmaya yetili her yurttaş için bir zorunluluk ve bir onur konusudur,” demektedir.

Sanırım sıkıntı buradan kaynaklanmaktadır: SSCB yönetimi, ülke ayağa kalktıktan ve dünya koşulları göreli barışçı bir savaş-sonrası düzene geçtikten sonra da, kapitalizmin üretebildiğinden farklı, insanı merkeze yerleştiren, doğayla uyumlu, alternatif, komünist bir yaşam tarzı, kapitalist moderniteden kopan bir uygarlık kavrayışı arayışına girecek yerde, yurttaşlarının enerjisini -ve tabii büyük ölçüde kadınların emeğini- kapitalist sistemle rekabete kanalize etti… Stalin’in ardından Kruşçov ve Brejnev’in yönetimindeki kadrolar, her yıl rekordan rekora koşan yıllık sınaî üretim verileri, baş döndürücü bir makineleşme hızı, sınır tanımayan bir teknolojik yarış, kapitalist sistemle uzaya taşınan amansız bir rekabet, kısacası “bilimsel-teknolojik devrim” adıyla kutsanan bir teknoloji fetişizmi içinde sosyalizmin kurucularının düşlerinden giderek uzaklaşırken… tüm bu gelişimleri omuzlayan, ve onlar arasında sıkışıp kalan sıradan insanların, emekçilerin özlemlerine de yabancılaştı.

Kadınlar açısından bu uzaklaşmanın sonucu, yaşamlarını öznesi belirsiz bir “sosyalist kalkınma/modernleşme” idealine adanmış, özgür ve üretken otomatlar olarak sürdürme zorunluluğu olmuştu.

Frenleri patlamış bir sanayileşme güdüsü ve sosyalist anavatanın kalkınması idealiyle hipnotize olmuş bu gidişatın bir getirisi de, cinsiyetler arası işbölümünün sorgusuz kabulüydü… Sovyet kadınları, üretimin her alanında kısıtsız kayıtsız görev almaya teşvik edilirken, domestik alandaki geleneksel işbölümüne yönelik ilk devrimci yıllardaki itirazlar, savaşın dramatik bir biçimde bozduğu demografik dengenin yeniden tesisi konusundaki çabalar arasında yitip gitmişti…23 Sovyet kadını bundan sonra iki zorlu görevi birden gerçekleştirmekle yükümlenecekti: sosyalist anavatanın üretimini arttırma çabalarına omuz vermek ev içi hizmetleri, çocukların yetiştirilmesini üstlenmek…

* * *

Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nin 97. ve SSCB’nin likidasyonunun 23. yılında, tüm bu olan bitenler nasıl değerlendirilmeli?

Ben bu süreçlere “yaşasın” ya da “kahrolsun”cu bir toptancılıkla yaklaşmanın yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Sosyalizmin birinci büyük dalgasının deneyimlerini topyekûn mahkûm eden post- öntakılı arayışların, yaşanan sosyalizmin tasfiyesiyle dizginlerinden boşanan vahşi kapitalizmin tarumar ettiği, emeğin varlık alanını ve haklarını sürekli olarak daralttığı bir dünyada onulmaz bir aymazlık olarak görüyorum. Sosyalist deneyimler dizisini, birbiriyle kan davalı, uzlaşmaz bir episodlar alternasyonu olarak ele almaktansa, her bir evrenin kendisinden önceki deneyimlerin getiri ve hatalarından ders çıkaran süregen bir inşa olarak görmenin sosyalistlere daha verimli bir düşün ve eylem arkaplanı sağlayacağı kanısındayım.

Bu yaklaşımı SSCB’nde yaşanan sosyalizmin kadınlar açısından getirilerine tercüme ettiğimizde, bu deneyimin kadınları başta üretim olmak üzere kamusal ve toplumsal yaşama sınırsız bir tarzda katma konusundaki pratiğine ve başta çocukların yetiştirilmesi olmak üzere ev işlerinin sosyalleştirilmesi konusundaki kuramsal yönelişine sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ancak bu kadarının “kadınların kurtuluşu” için yeterli olmadığını bu deneyim ortaya koymuştur. Sosyalizmin “kadınların kurtuluşu” perspektifinin, kapitalizmin meydana getirilebildiğinden radikal bir biçimde farklı bir yaşam tarzı ve uygarlık anlayışı ve cinsiyetler arasındaki işbölümüne yönelik köklü bir itiraz geliştirmediği ve bunu içselleştirmediği takdirde tamamlanamayacağını en iyi Sovyet deneyimi ortaya koymaktadır.

Bu ise, ancak bağımsız ve kitlesel bir kadın hareketi aracılığıyla sağlanabilir. o

16 Kasım 2014, Ankara.1

 

 

Dipnotları:

1 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim

Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ…

2  V. İ. Lenin.

3  Akt. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale &

Co. Londra, 1973, s.23.

1 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim

Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ…

2  V. İ. Lenin.

3  Akt. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale &

Co. Londra, 1973, s.23.

4  Devrim öncesi Rus toplumu ve devrimin kadınların özgür-

lüğü alanındaki ilk hamleleri için bkz. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale & Co. Londra, 1973, ss.17-42.

5  George St. George, s.30. Lenin’in Clara Zetkin’le söyleşi-

sinde sözünü ettiği, o çok eleştirilen “bir bardak su” teorisi itirazının böyle bir bağlama yerleştiğini unutmamak gerek: “Gençlerin cinsiyet sorununa karşı değişik tutumları, tabii ki çok “önemli”dir ve teoriye dayanır, diyordu Lenin bu söyleşide. “Birçok kişi bu tutuma ‘devrimci’ ya da ‘komünist’ der. (…) Ben yaşlı bir adamım ve bunu sevmiyorum. Belki de huysuz bir sofuyum, ama genç insanların -ve çoğunlukla ergin insanların da- bu ‘yeni seks hayatı’ dediği şey bana açıkça burjuva gibi görünmesinden başka, eski burjuva umumhanelerinin yayılması gibi geliyor. Bütün bunların, biz komünistlerin anladığı serbest aşkla hiçbir şekilde ilgisi yoktur. Komünist toplumda, cinsel arzunun tatmin edilmesinin ve aşk yapmak arzusunun, ‘bir bardak su içmek’ kadar basit ve önemsiz olduğu hakkındaki meşhur teoriyi şüphesiz ki duymuşsundur. Bu ‘bir bardak su teorisi’ üzerinde gençliğimizin bir kısmı aklını kaçırmış, hem de tamamen aklını kaçırmış. (…) Meşhur ‘bir bardak su’ teorisini anti-Marksist, ve bundan da öte anti-sosyal olarak kabul ediyorum. (…) Cinsler arasındaki ilişkiler, ekonomi ile psikolojik inceleme için özellikle seçilmiş fiziksel bir istek arasındaki karşılıklı bir etkinin basit olarak ifadesi değildir. Bu ilişkilerdeki değişikliği, bir bütün olarak ideoloji ile olan bağından tecrit ederek, doğrudan toplumun ekonomik temeline bağlamaya niyet etmek, Marksizm değil, rasyonalizm olur. Şüphesiz ki aşırı arzu tatmin edilmelidir, Ama normal bir insan, hendeğe yatıp kirli sudan içer mi? Ya da kenarı bir yığın dudak tarafından yağlanmış bir bardaktan?…” (V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, s.137-38).

6  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.87-88.

7  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.22.

8  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.26.

9  Nisan-Mayıs 1917’de kaleme alınan düzenlemeler. (V. İ.

Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, ss.66-72)

10  Kadınlara oy hakkının tanınması: Yeni Zelanda (1893),

Avustralya (1902), Finlandiya (1906), Norveç (1913), SSCB (1917), ABD (1920), İngiltere (1918 ve 1928), İspanya (1931), Türkiye (1934), Fransa (1944), Belçika, İtalya, Yugoslavya (1946); İsviçre (1971), Kuveyt (2005)…

11  Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, İnter

Yay., İstanbul 1988, ss.28-29.

12  Lenin ile bir ilişki yaşayan Inessa, ne yazık ki Lenin’in

ölümünden sonra, ağır bir sansüre uğramış ve pek az yazısı gün yüzünü bulabilmiştir. Hakkındaki birinci elden temel kaynak, büyük ölçüde Lenin’in kendisine yazdığı mektuplardır. Bu mektuplarda Lenin, Armand’ın “fazlaca özgür” bulduğu aşk üzerine düşüncelerine itiraz etmektedir. Inessa’nın Lenin’e mektupları ise, yayınlanmış değildir. Armand konusunda bibliyografik bir çalışma için bkz. R. C. Elwood, Inessa Armand, Revolutionary and Feminist, Cambridge University Press, 1992.

13  http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/-

3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary

14  Alexandra Kollontai, “Sexual Relations and the Class

Struggle”, (1921) Alexandra Kollontai, Selected Writings, Allison & Busby, 1977.

15  “Documents: Mikhail Gorbachev on Women and the Fa-

mily”, Population and Development Review, Vol. 13, No. 4 (Dec., 1987), s.758.

16  İki Kanadalı feminist, Ester Reiter ve Meg Luxton (“Ove-

remancipation? Liberation?: Soviet Women in the Gorbachev Period”, Studies in Political Economy, 34:53-73, Bahar 1991) Gorbachov dönemi SSCB kadınları arasında yaptıkları araştırmada, kadınların “aşırı özgürleşme”den yorgun düştükleri, daha az hakka sahip, daha az güçlü ve daha fazla “kadınsı” olmak istediklerine ilişkin gözlemlerini (biraz da şaşkınlıkla) aktarmaktadır.

17  SSCB’nin 1977 tarihli anayasasının 35. Maddesi, kadın-

lara eğitim ve meslekî eğitime erişimde erkeklerle eşitlik, istihdam, ücretlendirme ve terfide eşit fırsatları güvence altına almaktaydı. Aynı zamanda toplumsal, siyasal ve kültürel faaliyetlerde eşitlik içerirken, kadınlara yönelik özel  sağlık koruma önlemlerini öngörüyordu.

18  Ester Reiter ve Meg Luxton 1991. Bu durum, SSCB’ne

özgü değildi. Sosyalist Doğu Avrupa, özellikle de Çekoslovakya’da kadının durumu üzerine ayrıntılı bir çalışması olan Hilda Scott (Does Socialism Liberate Women? Experiences from Eastern Europe, Beacon Press, Boston, 1975, s.5) şu bilgileri aktarmaktadır: “1968’de sanayi, perakende ticaret ve kamu hizmetlerinde istihdam edilen işçiler ile teknik ve idarî personelin ücretleri üzerine yapılan bir çalışmada kadınların kazançlarının erkeklere oranla ulusal ölçekte ortalama yüzde 27.9 oranında daha düşük olduğu ortaya çıkmıştır – buna kadınların başat olduğu sektörler de dahildir. İnşaat sektöründe kadınların ücretleri erkeklerin yüzde 48’i kadarken bu oran tekstil sanayinde yüzde 71, sağlık hizmetlerinde ise yüzde 80.4’ü bulmaktadır.”

19  Bkz. Carol Nechemias, “Women’s Participation: From

Lenin to Gorbachev”, Russian Women in Politics and Society, Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.21.

20  Carol Nechemias, “Women’s Participation: From Lenin to

Gorbachev”, Russian Women in Politics and Society, Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.23.

21  Ester Reiter ve Meg Luxton 1991.

22  Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerba-

ch], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

23  8 Temmuz 1944’te ilan edilen ve 1970’e dek yürürlükte kalan Evlilik ve Aile Yasası boşanmaları büyük ölçüde zorlaştırmakta, 1926 yasasının kabul ettiği kayıtsız birliktelikleri “gayrımeşru” ilan etmekte, bekâr erkeklere ağır bir vergi dayatmakta, analığı bir yurtseverlik görevi ilan etmekte, savaşın doğurduğu kadın fazlasını doğurmaya teşvik etmek üzere babasız doğan çocukları kısmen, ya da tamamen devlet koruması altına almaktaydı.

“Kadın cinayetleri politiktir!” Öğrenciler Özgecan için sokakta

ÜNİVERSİTELER

Mersin Tarsus’ta katledilen 20 yaşındaki üniversiteli Özgecan Aslan için sıra arkadaşları eylem çağrısında bulundu. Üniversiteli kadınlar “Yasta değil isyandayız” diyerek eylemler yaptılar.

Eskişehir Anadolu Üniversitesi İki Eylül Kampüsü’nde, üniversiteli kadınlar Özgecan Aslan için yaka kartı dağıtıp ardından açıklama yaptı.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde üniversiteli kadınlar yaka kartı dağıtıp ses çıkarma eylemi yaptı.

Bursa’da Özgecan için açılan standa ÖGB müdahale etti.

Çukurova Üniversitesi’nde kadınlar Özgecan için yürüyüşte buluştular: “Yasta değil, isyandayız!”

Trabzon’da üniversiteli kadınlar Özgecan için yürüyüş yaptı.

Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Merkez Kampüsü’nde kadınlar yemekhane önünde oturma eylemi gerçekleştirdi.

Ege Üniversitesi’nden kadınlar Özgecan için yürüyüş yaptı.

Muğla Üniversitesi’nde kadınlar Özgecan’ın çığlığını duyurmak için Mavi Çatı’dan yürüyüş yaptı

Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde kadınlar, Özgecan için yürüdü. Kadın şiddetini, kadın katliamlarını konuştu.

Bilecik’te yasaklı alan olan AKP binasının önüne gelen üniversiteli kadınlar “Özgecan Aslan’ın katili AKP adaletidir” diyerek, burada ses çıkarma eylemi yaptı. Ardından Bilecik Valiliği önüne gelen kadınlar burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi

Çağ, Mersin ve Çukurova Üniversitesi öğrencileri Çağ Üniversitesi’nde Özgecan Aslan için binlerce kişiyle basın açıklaması gerçekleştirdi.

Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi öğrencisi genç kadınlar, Özgecan için yürüdü.Fen Edebiyat Fakültesi önüne yürüyen kadınlar, açıklama yaptı. Açıklamada, “Kız kardeşimiz Özgecan için bugün sokaktayiz. Katiller her yerde. Evde, yatakta, okulda, sokakta. Özge ve onun nezdinde katledilen tüm kız kardeşlerimiz için adalet arıyoruz.

Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi’nde 16 Şubat’ta Kampüs Cadıları’nın çağrısıyla Don Quichotte’un da desteğiyle Özgecan Aslan için bir eylem gerçekleştirildi. Yaklaşık 300 kişinin katıldığı eylem Ziraat Fakültesi’nde başlayıp amfide okunan basın açıklaması ile sonlandırıldı.” Özgecan’ın katili devletin adaleti!”, “Kadın cinayetleri politiktir!” solaganları atıldı.

19 Şubat’ta bir eylem daha gerçekleştiren MKÜ’lü kadınlar saat 12.00 ye yapilan cagriyla Ozgecan ve arastirma hastanesine getirilen cihadci cetenin uzerinden cikan bomba icin ogrenciler ziraat fakultesi onunde toplandi. Buradan baslayan yuruyus ajitasyonlarla “ozgecan aslan olumsuzdur, katil devlet hesap verecek, cihatci ceteler universitemden defol, universiteler bizimdir bizimle ozgurlesecek, emperyalizm yenilecek direnen halklar kazanacak” sloganlariyla surerek butun fakulteler dolasildi.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde üniversiteli kadınlar Özgecan ve bugüne kadar katledilen tüm kadınlar için eğitim fakültesinde bir basın açıklaması yaptı. Ardından Özgecan’ın ve katledilen kadınların fotoğraflarının olduğu bir anma köşesi düzenlendi.

ANKARA

24 Şubat’ta öğle saatlerinde Özgecan için Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nden Güvenpark’a yürümek isteyen üniversiteli kadınlara polis biber gazları ile saldırmıştı. Saldırının ardından Kızılay’da tekrar bir araya gelen kadınlar Ziya Gökalp Caddesi üzerinden Güvenpark’a yürüyüşe geçti. Ancak polis burada da kadınların önünü kesti.Özgecan Aslan için her yerde isyanlarını büyüteceklerini söyleyen kadınlar Güvenpark’a doğru yürüyüşe geçerek polis barikatına yüklendi.

Sivil polisler kadınlara yumruklar ve tokatlarla, çevik kuvvet polisleri ise kalkanlar ve biber gazları ile saldırdı. Saldırıda çok sayıda kadın gazdan etkilendi.

ODTÜ’de yüzlerce kadın Özgecan için yürüdü.

Ankara Yüzüncü Yıl Mahallesin’de yürüyüşlerini sonlandıran kadınlar basın açıklaması gerçekleştirdi.

Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü öğrencileri ve öğretim üyeleri, yemekhanede alkışlı eylem gerçekleştirdi. Aslan’ın, kadına yönelik şiddet politikaları nedeniyle katledildiğini belirten genç kadınlar, yemekhane isminin Özgecan Aslan olarak değiştirilmesini istedi. Taleplerini iletmek için Rektörlük önüne yürüyüş gerçekleştiren kadınlar, “Kadın, yaşam, özgürlük” ve “Tacizsiz üniversite, tacizsiz ülke” sloganları attı.

İSTANBUL

İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi önünde toplanan İstanbul Üniversiteli kadınlar “Özgecan’ın katillerinden hesap soracağız” yazılı pankart açtı.

Marmara Üniversitesi’nde kadınlar Özgecan için anma köşeşi oluşturdu

İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğrenci, akademisyen ve çalışanlar Özgecan için anma etkinliği düzenledi.

İÜ Edebiyat Fakültesi’nde üniversiteli kadınlar bir tacizciyi teşhir ederek üniversiteden kovdu

Kadir Has Üniversitesi’nde kadınlar, Özgecan Aslan için eylem yaptı.

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde kadınlar Özgecan için siyah giyindi

Gökçeada’da okuyan öğrenciler ve ada sakinleri Özgecan için sokağa çıktı.

Koç Üniversitesi’nde eylem yapıldı. “(D)Uyuyor musun, Katliam Var!” şiarıyla gerçekleştirilen kitlesel eylemde, Erkek egemen kapitalist sistemin; taciz, tecavüz ve katliamların azmettiriciliğine vurgu yapıldı. “Hepimiz Özgecan’ız öldürmekle bitmeyiz”, “ Kadınlar sokağa, eyleme, özgürleşmeye!” sloganları atıldı.

Bilkent Üniversitesi’nde de gerçekleştirilen eylemde, Ülkücü grupların eyleme alınmamasının ardından bazı öğrenci gurupları da eylemden çekildi, eylem Kaldıraç, HDK Bilkent, FKF Bilkent ve Bilkent Kadın Meclisi imzacılarıyla gerçekleştirildi. Erkek egemen sistemin katlettiği tüm kadınlar için saygı duruşu gerçekleştirildi.

Beykent Üniversitesi Ayazağa Kampüsü’nde, Özgecan Aslan için anma ve yürüyüş gerçekleştirildi. Okul önünde okunan basın açıklamasının ardından Atatürk Meydanı’na sloganlarla yüründü.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde oturma eylemi gerçekleştirildi.

LİSELER

Liseliler, Özgecan Aslan için eylemler yaptılar. Sınıfta tahtalara Özgecan yazdılar, panolara afiş astılar. Okullarına siyah giyinerek ve Özgecan’ın korkartını takarak gelen liseliler, birçok

ilde okulları boykot etti, derslere girmediler.

MALATYA

Malatya Lisesi’nden öğrenciler ellerinde dövizlerle İnönü Kapalı Çarşısı üstüne kadar yürüdü. Çeşitli sloganlar atarak cinayeti protesto eden

liselilere zaman zaman yolda yürüyen vatandaşlarda alkışlarla destek verirken grup kapalı çarşı üstüne geldiğinde çevredeki vatandaşlarda eyleme katıldı. Burada bir basın açıklaması gerçekleştiren öğrenciler “Kadına yönelik şiddete lise öğrencileri olarak karşı çıkıyor ve kınıyoruz’’ dedi.

ZONGULDAK

Zonguldak’ın çeşitli liselerinden toplanan yüzlerce liseli öğrenci ellerinde pankart ve dövizlerle İşçi Anıtı’ndan Valilik binasına kadar yürüdü.Gazipaşa Caddesi üzerinde yürüyüşünü gerçekleştiren liselilere caddede bulunan apartman ve işyeri sakinleri alkışla destek verdi.Ardından Valilik binası önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

MERSİN

Liseli kadınlar, katledilen Özgecan Aslan için boykota çıktı. Okullarına siyah giyerek, yakalarına da Özgecan’ın fotoğrafını takarak giden liseli kadınlar, okul törenlerinde slogan attılar. Birçok okulda derslere girmeme kararı alan öğrenciler,

Özgecan’ın evine doğru yürüdü.Özgecan’ın mezun olduğu Mersin Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi’nde de bugün eylem vardı.

Öğrenciler, dersleri boykot ederek okul bahçesinde eylem yaptı. “Özgecan Aslan ölümsüzdür” dedi.

Şevket Pozcu Kız Meslek Lisesi’nde okula siyah giyinerek gelen öğrenciler, okul bahçesinde “Özgecan için adalet istiyoruz” sloganı attı. Tevfik Sırrı Gür, Pozcu Anadolu ve Turizm Meslek Lisesi öğrencileri de bu sabah okullarının önünde bir araya geldi. “Özgecan Aslan ölümsüzdür”, “Özgecan’ın hesabı sorulacak” ve “Kadın cinayetlerini durduracağız” sloganları atan liseliler, dersleri boykot etti. Şevket Pozcu Kız Meslek Lisesi’nde okuyan öğrenciler öğle saatlerinde ise Özgecan için okullarını boykot etmek istedi. Okul müdürü, okulun çevik kuvvet çağırarak kapıları kapattı. Öğrencilerin kararlı direnişi sonrası kapılar açıldı. Öğrenciler, Forum AVM önüne yürüyerek burada eylem yaptı.

Türk Telekom Anadolu Lisesi öğrencileri Demokrasi meydanında toplanan liseliler,’’hepimiz özgecanız’’,’’kadına kalkan eller kırılsın’’ sloganları atarak Ordu Caddesine doğru yürüdü. Eylemcileri yoldan geçen vatandaşlar da alkışlayarak destek verdi.

ANTAKYA

Antakyalı liseliler Doğuş okulları önünde toplandı. Liselilerin çağrısıyla bir araya gelenler

Uğur Mumcu Bulvarı’na yürüdü. Uğur Mumcu meydanından Armutlu’ya doğru yürüyüş sürerken Armutlu halkı pencerelerden alkışlarla ve tencere tava ile eyleme katılanlara destek verdi. Ahmet Atakan sokağında liseliler ve kadınlar adına açıklamalar yapıldı. “Ahmet Atakan Ölümsüzdür’’ ve “Özgecan İçin adalet ya da kıyamet” sloganları gençliğin isyanına dönüştü. Armutlu’da Ahmet Atakan sokağından kent merkezine yürümek isteyen binlerce liseli ve halk polis barikatıyla karşılaştı.

Armutlu BP önünde bekleyen TOMA, akrep ve yüzlerce çevik kuvvet polislerine rağmen yürüyüş Yeloğlu Köprüsü’ne doğru devam etti.

Antakya halkı ve liseliler şiddetli yağmura rağmen Yeloğlu Köprüsü’nden geçerek Saray Caddesi’ne doğru sloganlarla ilerledi. Polislerin sürekli müdahalesi ve tacizine “Polis defol bu sokaklar bizim” sloganlarıyla cevap verildi. Saray caddesinde “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “ Özgecan’a uzunan eller kırılsın” “Özgecan’ın katili AKP’nin adaleti” sloganları atıldı.

İSTANBUL

İstanbul’da Zübeyde Hanım Mesleki ve Teknik Lisesi, İstanbul Güner Akın Lisesi, İstanbul Toki Atakent Lisesi, Kurtuluş Anadolu Lisesi, Suadiye Hacı Mustafa Tarman Anadolu Lisesi’nde öğrenciler oturma eylemi ve ders boykotu yaptı.

Sarıyer Mustafa Kemal Anadolu Lisesi’nde 20-25 kadın öğrenci Özgecan Aslan için siyah giydiği için bir süre okula alınmadı. Tören

sırasına siyah giyen kadın öğrenciler önce diğer öğrencilerden ayrılarak bekletildi. Daha sonra okul müdür yardımcısı gelerek öğrencilerin okul

numarasını aldı. Kadın öğrencilerden birisi “Bugün bizim için yas günü, bizi engellemeyin diyerek tepki gösterdi. Müdür yardımcısı ise bunun üzerine öğrencilere “Çok üzülüyorsanız gidin evinize

Fatiha okuyun” dedi. Öğrenciler yarım saat dışarıda bekletildi. Okuldan başka bir öğretmenin duruma tepki vermesi üzerine öğrenciler okula alındı.

Bahçelievler Erkan Avcı Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi öğrencileri, Özgecan için okul önünde eylem yaptı. “Tecavüz insanlık suçudur.

Özgecan’ı unutma” yazılı pankart açan öğrenciler Bakırköy Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü ve açıklama yaptı. Açıklamada, “Artık yeter, kadın cinayetleri son bulsun” denildi.

Kartal Hacı Hatice Bayraktar Anadolu Lisesi’nde pankart açan liselilere yönelik baskı politikası işleten okul idaresi bugün gün içerisinde eylem gerçekleştiren öğrencilere disiplin soruşturması açtı.Öğrencileri tek tek sorguya alıp ifade imzalattı.

Ataşehir Mustafa Kemal Anadolu Lisesi’nde öğrenciler, Özgecan Aslan’ın katledilmesini protesto etmek için siyah giyinerek okula geldi. Okul idaresi, siyap giyen öğrencilerin isimlerini not ederek, fişledi.

Esenyurt Lisesi ve Ali Kul Çok Programlı Lisesi, Özgecan için okullarını boykot etti. Derslere girmeyen öğrenciler, yoğun yağmura rağmen Esenyurt AKP İlçe Binası önüne yürüdü. Burada

bir açıklama yapan liseliler, sloganlarla Esenyurt Meydanı’na yürüdü.

Sarıyer Ali Akkanat Anadolu Lisesi, Güner Akın Anadolu Lisesi, öğrencileri de Özgecan için sıralarında eylem yaptı.

TEKİRDAĞ

Tekirdağ merkez ilçe Süleymanpaşa’da Özgecan Arslan için protesto gerçekleştirildi. Liseliler adına konuşan Özge Altuntaş, Türkiye’de her gün 22 kişinin tecavüze uğradığını söyleyerek, “Bu tecavüzlerin çok az bir kısmı açığa çıkarken, belki binlerce, on binlerce ise toplumsal baskı ve böyle vakalarda kadını suçlu gösteren erkek egemen zihniyet nedeni ile gizli kalıyor. Üzeri örtülüyor’’ dedi.

İZMİR

İzmir Bornova Hatice Güzelcan Anadolu Lisesi öğrencileri Özgecan Aslan için dersleri boykot etti.

ADANA

Adana Çukurova Elektrik Meslek Lisesi ve Adana Seyhan Rotary Anadolu Lisesi’nde gerçekleşen eylemlerde öğrenciler sloganlarla ve okula astıkları pankartlarla Özgecan’ın katilinin devlet olduğunu ifade ettiler. Öğrencilerin ve

öğretmenlerinde destek verdiği eylemde, Özgecan’ın katilinin kapitalist sistemin özünde aranması gerektiğini söyleyen öğrenciler, Kadına yönelik şiddetin giderek artmasının nedeninin de devletin uygulamış olduğu faşist politikaların bir sonucu olduğunu vurguladılar.

ANKARA

Ankara Tınaztepe Anadolu Lisesi’nde engelleme yaşandı. Okul yöneticileri, sınıfları dolaşarak Özgecan Aslan için okula siyah giyinerek gelen öğrencilerin ismini aldı. Öğrencileri tehdit eden yöneticiler, “Yarın da böyle gelirseniz, hepinizi disipline veririm” tehditinde bulundu.

Ankara Suzan Mehmet Gönç Lisesi’nde de liseli kadınlar, okula siyah giyinerek geldi. Kadınlar, Özgecan’ın fotoğraflarını bütün okula dağıttı.

Öğrenciler, Özgecan’ın fotoğraflarını yakalarına taktı.

Keçiören’de bulunan Kalaba Anadolu Lisesi’nde de kadınlar, Özgecan’ın fotoğraflarının bulunduğu kokartları yakalarına taktı. Okul yönetimi, tokart takan öğrencileri ve onlara destek veren öğretmenlere tehditler savurdu. Okul müdürü, öğrencilerin siyaset yaptığını söyleyerek, “Sizin yaptığınız siyaset. Eğer benim elime geçerseniz canınızı yakarım, defol” dedi. Öğretmenler, öğrencilerine destek oldu, yakalarındaki kokartları çıkartmadı.

Tuzluçayır Anadolu Lisesi’nde okuyan kadın öğrenciler de ders boykotu yaptı. Özgecan için siyah giyinerek okula gelen liseli kadınlar, okul bahçesinde sloganlar atarak oturma eylemi yaptı.

BURSA

Bursa Görükle Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğrenciler okul tahtalara yazı yazarak “Özgecan’ı unutturmayacağız” dedi.

ANTALYA

Antalya Lisesi’nden kadın öğrenciler de okul bahçesinde Özgecan Aslan için slogan attı.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...