Ana Sayfa Blog Sayfa 297

Özgecan için “Yasta değil isyandayız”

11 Şubat Çarşamba günü Mersin’de Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğrencisi Özgecan Aslan’ın bedeni bir dere yatağında yanmış olarak bulundu. Tarsus-Mersin-Adana arasında yolcu taşımacılığı yapan 33 B 8756 plakalı minibüs sürücüsü 26 yaşındaki Suphi Altındöken ve yanında bulunan Fatih Gökçe’nin şüpheli görülmesinin ve yapılan takibin ardından Suphi Altındöken, Necmettin Altındöken ve Fatih Gökçe, Özgecan Aslan’ı öldürdüklerini veyaktıklarını itiraf ettiler.

Mersin’in Tarsus ilçesinde evine gitmek içinbindiği dolmuşta üç saldırgan tarafından bıçaklanıp ardından da yakılarak katledilen üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın uğradığı saldırı ve cinayetin duyulmasının ardından hem sokaklarda hem de sosyal medyada büyük tepki oluştu. Ülkenin her yerinde sokak eylemleri düzenlendi. Anmalar yapıldı. Dilek fenerleri uçuruldu. Okullarda eylemler yapıldı. Yüzlerce yazı yazıldı. Kadınlar öz savunma çağrıları yaptı. Öz savunmayla ilgili paneller yapıldı. Hatta kadınlara yönelik kişisel savunma dersleri için ücretsiz kurslar açılmaya başlandı. Twetarda #sendeanlat etiketiyle yaklaşık 700 bin kadın başından geçen tacizleri anlattı.

14 Şubat Cumartesi günü adli tıp morgundan alınan Özgecan Aslan’ın cenazesi Mersin şehir mezarlığına getirildi. Cenaze namazında arkaya geçmesi istenen kadınlar, duruma itiraz etti ve namazı ön safta kıldı. Özgecan’ın tabutunuda taşıyan kadınlar ‘’Unutmayacağız, hesabını soracağız, Kadın cinayetlerini durduracağız, Özge’ye uzanan eller kırılsın, Özge için adalet istiyoruz, kadınlar için özgürlük” sloganları atarak alkışlarla cenazeyi mezara kadar götürdü..

İSTANBUL

TAKSİM

Kadın Cinayetlerini Önleyeceğiz Platformu’nun çağrısıyla saat 13.30’da Fransız Konsolosluğu önünde toplanan çoğunluğu kadın binlerce kişi, “Yeter!

Özgecan’ın hesabını soracağız” yazılı pankart açarak Galatasaray Lisesi’ne yürüdü.

Anarşist Kadınlar 15 Şubat’ta Taksim Meydanı’ndaki Burger King binasından “Katledilen Kadınlar, Özgecan Aslan İsyanımızdır” yazılı bir pankart sallandırdı. Kadınlara yönelik gerçekleştirilen polis saldırısının ardından 5 kadın darp edilerek gözaltına alındı.

21 Şubat’ta Taksim Tünel’de biraraya gelen KESK’li kadınlar, “Yasta değil isyandayız! Kadın katliamlarının hesabını soracağız! KESK İstanbul Kadın Meclisi” yazılı pankart açtı. Ellerinde meşaleler taşıyan KESK’li kadınlar, “Kadınlar artık susmayacaklar!”, “Yasta değil isyandayız!” ve Kadın cinayetleri politiktir!” sloganlarını haykırdı. Eylem Galatasaray Lisesi’nin önünde son buldu.

Yine 21 Şubat’ta sosyal medya üzerinden örgütlenen erkekler “Şiddete yeter diyen erkekler mini eteklerimizle yürüyoruz” etkinliği adıyla Taksim’de yürüdü.

KADIKÖY

14 Şubat’ta saat 19:00’da Boğa’da buluşan binlerce kadın, caddeleri trafiğe kapatarak Rıhtım’a yürüdü. Rıhtım’a gelinmesinin ardından kısa süreli bir oturma eylemi gerçekleştirildi ve basın açıklaması yapıldı. Kadın cinayetleri artarken devletin cinayetleri önlemek üzere hiçbir somut önlem alma iradesi koymadığı belirtilen açıklamada, kadınların her geçen gün daha fazla şiddet, taciz, tecavüz ve cinayet tehdidi altında yaşamaya mecbur bırakıldığı dile getirildi. Hesabını soracağız mücadeleyi yükselteceğiz denildi.

17 Şubat’ta Kaldıraç, AKA-DER, Özgür Lise, Arap Alevi Kadın Meclisi’ nin çağrısını yaptığı eylemde Kadıköy Antikacılar sokağından yürüyüşe başlayan kadınlar; “Özgecan’ın hesabı sorulacak” “Geceleri de sokakları da meydanları da terk etmiyoruz” sloganlarıyla Khalkedon meydanında anma eylemine başladılar.

“Qateli, dafe3i, 3alli sowtik ya nisvan” , “Öfkemiz dinmeyecek, Özgecan ın Hesabı Sorulacak”, “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, Ya dünyamıza inecek ölüm”… yazılamalı dövizlerle meydana giren kadınlar “Jin jiyan azadi”, “Kadınlar Sokağa Hesap Sormaya” sloganlarının ardından eyleme saygı duruşuyla devam etti. Şiirlerin okunduğu eylemde, kadınlar olarak dayanışmanın mücadelenin büyütülmesinin gerekliliği vurgulandı. Basın açıklamasının ardından eylem sona erdi.

SARIGAZİ

Özgecan Aslan’ın katledilmesi üzerine Sarıgazi Dayanışması içerisindeki kurumlara çağrı yaparak, 15 Şubat Pazar günü saat 17.00’a bir eylem çağrısı yaptık. Eylem öncesinde Sarıgazi Demokrasi Caddesi boyunca tüm esnafları gezip, bu katliam karşısında kepenk kapatma çağrısı yaptık. İki dükkan haricinde tüm esnaf kepenk kapatma eylemine katıldı. Katılmayan iki esnafa da sonrasında Sarıgazi Dayanışması’ndaki güçler olarak uyarıda bulunduk.

Saat 17.00’da Sarıgazi Cemevi’nin önünden başlayan yürüyüşte, mahalleleri gezerek, devamında Demokrasi Caddesi boyunca sürekli ajitasyonlar

ve “Özgecan’ın Hesabı Sorulacak”, “Katil Devlet Hesap Verecek”, “Jin Jîyan Azadî” sloganlarıyla, herkesi sokağa çağırdık. Yaklaşık 500 kişilik bir kitleyle Sarıgazi meydana vardığımızda, Özgecan ve katledilen tüm kadınlar için saygı duruşu gerçekleştirdik, devamında basın açıklamasını okuduk ve

ardından, katliamın üzerine saygısız söylemlerle haber yapan burjuva medyayı teşhir ederek Yeni Şafak ve Milliyet gazetelerini meydanda yaktık. Mahallemizde sokakları meydanları boş bırakmayacağımızı belirterek, mücadele ve örgütlenme çağrısıyla eylemi sonlandırdık. (Sarıgazi AKA-DER)

SARIGAZİ’DE KADINLAR TOPLANDI

Özgürlüğümüz İçin Öz Savunmaya!

Anadolu’nun dört bir yanında Özgecan’ın katledilmesinin ardından kitlesel eylemler gerçekleşti. Beraberinde, her gün yaşadığımız tacizler, tehditler; devletin kadını aşağılayan ve saldırı niteliğindeki söylemleri çok daha geniş kitlelerce tartışılmaya başlandı.

Şimdi ne yapmalı?

Biz de bu soruya birlikte cevap vermek için Sarıgazi’de bir kadın toplantısı çağrısı yaptık. Hem internet üzerinden hem de mahallede birçok yere ozalitler yaparak ve çağrı bildirileri dağıtarak toplantı çağrımızı yaygınlaştırdık.

22 Şubat Pazar günü, şubemizde kadınlar olarak bir araya geldik, tanıştık. Bu ilk buluşmamızda,

hem Özgecan’ı ve kadın cinayetlerini, hem kendi yaşadıklarımızı konuştuk. Devletin kadınlara saldırı politikalarını ve eğitim sistemi gibi tüm toplumu ama daha özelinde de kadınları yakınen ilgilendiren gündemleri tartıştık. Mahallemizde kadınlar olarak örgütlü bir irade olmak gerektiğine karar verdik ve bunun için önümüze hedefler koyduk. Öncelikle bu toplantıya katılan tüm kadınlar olarak, elimizi taşın altına koymaya ve daha da çok kadına ulaşarak her hafta düzenli olarak toplanmaya, bu toplantılarda hem gelişen devlet politikalarına karşı açıklamalar yapan bir irade oluşturmaya, hem de mahallemizde gelişen, kadınlara yönelik her türlü şiddet, baskı, tehdit durumlarına karşı öz savunma komiteleri oluşturarak bu durumlarla bizzat muhattap olmaya karar verdik.

Tüm kadınlara da çağrımızdır;

Önümüzdeki süreci ancak örgütlü gücümüzle karşılayabiliriz.

Tüm mahallelerde, kadınlara karşı gelişen her durumdan haberdar olacak mekanizmalar geliştirilmeli ve hem söylem hem eylem boyutunda, bu durumların karşısında bir güç olarak kadınlar öz savunma komiteleri kurmalıdır.

AKA-DER SARIGAZİ KADIN KOMİSYONU

 

MERSİN

14    Şubat’ta Mersin Kadın Platformu’nun çağrısıyla Forum AVM’de toplanan binlerce insan Özgecan’ın katline tepki gösterdi. Forum AVM’den özgecanın evine kadar yapılan yürüyüşte “erkek adaleti değil gerçek adalet” ,” kadın cinayetleri politiktir” “mersin uyuma özgecan’a sahip çık” sloganları atıldı. özgecanın evine gelindiğinde ise aile: “ Lütfen sesiz olun ac hepimizin acısı ama ailenin acısı taze dedi.” Kitlenin önüne gelen anne ise:” Kızımın kanı yerde kalsın istemiyorum cezalarını bulsunlar . enağır cezaların verilmesini istiyorum “ dedi. kitle ise “anne ağlama çocukların burada” sloganı attılar.

Mezarlıkta defin sırasında kadın platformundan arkadaşların Özgecanın babasına tabutu taşıttırmaması “erkek eli değmesin” ve forum avm de eylem başında erkekleri uzaklaştırmaya çalışmaSI ise eylemlilikte göze çarpan derin noktalar oldu..

Kaldıraç Mersin

 

 

15    Şubat’ta facebook üzerinden kurulan etkinlikle on binlerce kişi mersin otogarda buluştu. Otogarda TOK dolmuşlarını protesto ettikten sonra Nükleer’ e karşı miting yapılan Tevfik Sırrı Gür stadına gelmek isteyen kitleyi polis barikatı engelledi.. GMK Bulvarı’nı trafiğe kapatarak yürüyen grubun önünde kadınların yürümesi dikkat çekti. Kitle yürüyüşün ardından Özgecan Aslan’ın ailesinin yaşadığı Barış Mahallesi’ndeki evine gelerek acılarını paylaştı, baş sağlığı diledi.

ÇAĞ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNİN ÇAĞRISINA ONBİNLER CEVAP VERDİ: “KATİL ZİHNİYET HESAP VERECEK”

Mersin’de Çağ Üniversitesi öğrencilerinin çağrısıyla düzenlenen ve Toros Üniversitesi, Mersin Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi öğrencileri, Adana Demirspor ve Mersin İdman Yurdu taraftarları ile Adana ve Mersin kitle örgütlerinin katılımıyla 18 Şubat’ta kitlesel bir eylem gerçekleştirildi.

Çağ Üniversitesi’nde toplandıktan sonra D-400 Karayolu’na çıkarak Yenice Beldesi Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Eylem’in örgütsüz oluşu dağınıklığa seseb verirken eylemi örgütleyen öğrencilerin “ Siyasi dini ve başka ideolojilere özgecan’ın katmak ona saygısızlık olur. Lütfen sadece özgecan için buradayız” söylemleri kitle içinde sıkıntı yaratsa da kadın cinayetleri politiktir ifadesi öne çıktı. Jandarma ve polisin aşırı derecede önlem alışı ve yakalarına Özgecan’ın fotoğrafını asması ise dikkat çeken noktalardandı.

Kadına yönelik şiddetin son bulması çağrısında bulunan kitle “Kadın karnına koca bir dünya sığdırdı, siz dünyanıza bir kadın sığdıramadınız”, “Katil zihniyet hesap verecek”, “Yasta değil isyandayız” sloganları atarak, “Kadına yönelik şiddet insanlık ayıbıdır. Bu ayıba ortak olma. Özgecan ölümsüzdür. Bu son olsun” yazan bir pankart açtı.

Yaklaşık iki buçuk saat süren yürüyüşün ardından, bugüne kadar yapılan en kalabalık protestoya sahne olan Yenice Cumhuriyet Meydanı’nda yapılan basın açıklaması ve sloganlarla eylem son buldu.

Ayrıca davaya müdahil olacağını duyuran Çağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi, sonuna kadar davanın takipçisi olacaklarını belirtti.

(direnişyeyiz.Org/ Kaldıraç Mersin)

 

ANKARA

Özgecan için polisin eylem yapamazsınız dediği Güvenpark’ta eylem yapan kadınlar, kürsü kurdu, yürüyemezsiniz dediği sokaklarda yürüdü. Kızılay’da katledilen Özgecan için yürüyen kadınlar, kadın katliamlarını durdurana kadar sokaklarda olacaklarının sözünü verdi. Daha sonra Güvenpark’ta oturma eylemine geçen kadınlar eylemlerini gece boyunca sürdürdü.

Alevi dernekleri de 18 Şubat’ta Güvenpark’ta Özgecan Aslan için basın açıklaması yaptı. Kızılay Güvenpark’ta toplanan grup, “Özgecan için ayaktayız”, “Özgecan’ın katillerinden hesap soracağız”, “Kadın cinayetlerini durduracağız” sloganları atarak ellerinde Özgecan Aslan’ın fotoğrafının bulunduğu dövizler taşıdı. “Özgecan, sokakta gördüğü her kadına canının istediği gibi davranabileceğini zanneden gerici zihniyet tarafından katledildi. Bugün artık 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç.’nin acısını da, Ayşe Paşalı’nın, Münevver Karabulut’un katledilmesini

ve daha binlercesini de Özgecan ile beraber yeniden yaşıyoruz. Acımız, öfkemizi, mücadelemizi büyütüyor”.denilerek eylem sonlandırıldı.

 

BATIKENT

Gimsa önünde toplanan kitle batikent te ki kurumların çağrısı ile bir araya geldi. Basın açıklaması okundu. Yaklaşık 700 kişi sloganlar eşliğinde batikent meydana yürüdü. Meydanda mumlar yakılarak öldürülen kadınlar için saygı duruşunda bulunuldu. Daha sonra akşam saat 21:00 da ethem sarisuluk parkinda yapılacak olan eyleme çağrı yapılarak eylem sonlandırıldı.

 

İZMİR

14 Şubat’ta saat 19:00’da Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesinde toplanan kadınlar, cadde boyunca yürüyüp cinayeti protesto etti. Özge’nin hesabı sorulacak’, ‘Kadın cinayetleri politiktir’, ‘Öldüren sevgi istemiyoruz’ sloganları atıldı.

21 Şubat’ta da Kadın Cinayetleri Durduracağız Platformu ve Halkevci Kadınlar Özgecan Aslan için eylem gerçekleştirdi. 18.00’de KCDP Alsancak Tansaş önünde toplanarak basın açıklaması gerçekleştirdi. Eylemde “Kadın Düşmanı Katil AKP”, “AKP’den Hesabı Kaınlar Soracak” sloganları atılırken basın açıklamasında AKP’nin son dönem politikalarının kadın düşmanlığını tetiklediğine, Özgecan’ı öldürenin bizzat AKP’nin kendisi olduğuna değinildi. Saat 19.00’a ise Halkevci Kadınlar Alsancak Sevinç Pastanesi önünde toplanarak Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne doğru yürüyüşe geçti. Kültür merkezi önünde yapılan basın açıklamasında ise “Özgecan 3 erkek tarafından kaçırılarak önce tecavüz edildi, sonra boğazı ve elleri kesilerek yakıldı. Özgecan’a bu vahşeti layık görenler hamile kadının sokağa çıkması ayıptır diyen, kadınların kaç çocuk doğuracağına karar veren zihniyettir. AKP’nin fıtratında kadın cinayetleri vardır” denildi. Basın açıklamasının ardından eylem sona erdi.

 

TRABZON

Trabzon postane önünde saat15:00’de toplanan binlerce kadın uzun sokak üzerinden meydana yürüdü. Trabzon postane önünde saat15:00’de toplanan kadınlar uzun sokak üzerinden meydana yürüdü.

Yürüyüş boyunca yeni katılımlarla kortej sayısı 3000’i geçti

 

ANTAKYA

14 Şubat’ta Antakya’da Özgecan için Eğitim Sen önünde toplanan Antakya Kadın Dayanışması “Erkek vuruyor devlet koruyor.”, “Özgecan ın katili AKP’nin adaleti.” Sloganları le saray caddesinde yürüyüş yaptı.

16 Şubat saat 13:00’da Antakya doğuş okulları önünde toplanan yaklaşık 3 bin liseli özgecan’ı katleden sistem e öfkelerini sloganlarla dile getirdi. Doğuş okulları önünden başlayan yürüyüş Ahmet

Atakan ın vurulduğu yerde serbest kürsü kurulduktan sonra sonra erdi.Kürsü de öfkemizi örgütlememiz gerektiğinin,katillerden ancak böyle hesap sorulabileceği mizdillendirildi.

18 Şubat saat 13.00 e yapılan çağrıyla bir eylem gerçekleştirildi. Liselilerin ağırlıkta olduğu kitle

Uğur Mumcu’da toplanarak ajitasyonlarla, “Özgecan Aslan ölümsüzdür, Özgecan’ın hesabı sorulacak, katil devlet hesap verecek, kadın cinayetleri politiktir” sloganlarıyla Armutlu Bp’ye yürüdü. Bp’de kitlenin önü polis tarafından kesildi. Tartışmaların ardından kitle Antakya Büyük Park’tan geçerek Saray Caddesi’ne oradan köprü duraklarına yürüdü. Köprü duraklarında okunan basın açıklamasının ardından eylem sloganlarla sonlandırıldı.

 

BURSA

Setbaşında toplanan, çoğunluğu kadınlardan oluşan binlerce kişi, sloganlarla heykele kadar yürüyüş yaptı.

 

ANTALYA

15 Şubat’ta Attalos Heykeli önünde buluşan kadınlar ‘Özgecan’ın katili erkek egemen devlettir’, ‘Kadın cinayetleri politiktir’ yazılı dövizler taşıdı. Basın açıklamasının ardından Özgecen Aslan’ın fotoğrafını yere koyan kadınlar etrafına mum yakarak oturma eylemi yaptı.

SİVAS

Sivas’ta Özgecan Aslan’ın anısına, dilek feneri uçuruldu. Eğitim-Sen Şubesi’nin bulunduğu Afyon Sokak’ta ellerinde meşalelerle toplanan bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, slogan ata-

rak Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Daha sonra Eğitim-Sen Şubesi’ adına açıklama yapıldı. Açıklamanın ardından Özgecan’ın anısına gökyüzüne rengarenk dilek fenerleri uçuruldu.

 

ÇORUM

Çorum’da bazı sendika ve sivil toplum kuruluşları ve öğrenciler, Aslan’ın öldürülmesini protesto etti. Valilik önünde toplanan Türk Eğitim-Sen Çorum Şubesi üyeleri, ellerindeki döviz ve pankartlarla Gazi Caddesi’nden Hürriyet Meydanı’na yürüdü. Meydanda bir açıklama gerçekleştiren kitle sonrasında dilek feneri uçurdu.

 

GİRESUN

Giresun’un Bulancak ilçesindeki Şoförler Odası ve Şehiriçi Kooperatifince düzenlenen eylemde yaklaşık 200 dolmuş aracı ile konvoy oluşturuldu.

Araçlara “Yolcumuz Bizim Namusumuzdur” yazısı asıldı, Özgecan Aslan’ın fotoğrafları yapıştırıldı. Sivil araçların da katıldığı konvoyda, sürücüler korna çalarak cinayeti protesto etti.

 

SAMSUN

22 Şubatta Samsun’da sosyal medya üzerinden örgütlenen yaklaşık 50 kişilik grup Cumhuriyet Meydanında oturma eylemi gerçekleştirdi.

MANİSA

16 Şubatta Manisa Manolya Meydanı’nda bir araya gelen, Manisa Demokrasi Platformu kadın bileşenleri Özgecan için eylem düzenledi. KESK’e bağlı sendikalar, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Hacı Bektaş Anadolu Kültür vakfı, Alevi kültür derneği, CKD, HDP, HDK, EMEP, YSGP ve CHP eyleme katılarak destek verdi.

 

DİYARBAKIR

Polisin yoğun kuşatması altında geçen yürüyüşte hep bir ağızdan zılgıt çeken kadınlar; ‘Öz Savunma Meşrudur’, ‘Özgecan’ın katillerine karşı Kobani ruhuyla mücadele edeceğiz’ dövizlerini açtı. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak ve HDP Eş Genel Başkan Yadımcısı Meral Danış Beştaş da eyleme destek verdi. Grup adına açıklama yapan DBP Diyarbakır İl Başkanı Hafize İpek, “Kadın cinayeti ve şiddetine dur demek için öz savunma birlikleri oluşturacağız” dedi.

 

MARDİN

Kızıltepe ilçesinde Özgür Kadın Kongre-

si-Kongreya Jinên Azad (KJA) öncülüğünde yürüyüş gerçekleştirildi. Özgürlük Meydanı’nda başlayan yürüyüşte kadınlar, pankart ve dövizler taşıdı. Özgecan Aslan’ın fotoğraflarının taşındığı eylemde konuşan HDP Kızıltepe İlçe Örgütü Yöneticisi Yasemin Demirkaya, Özgecan’ın katledilmesinden, onu öldü ren kişiler kadar, 6 yaşındaki çocukların evliliğine göz yumanların, kadını ikinci sınıf gören, DAİŞ’in sokakta kadın pazarlığına göz yuman hükümetin de sorumlu olduğunu belirtti.

 

ŞIRNAK

Silopi ilçesinde Viyan Kadın Danışmanlık Merkezi öncülüğünde çok sayıda kadın HDP binası önünde bir araya geldi. Kadınlar, “Şiddeta li ser jinê re êdî bes e” pankartı açıp, alkış ve sloganlar eşliğin-

de Sanat Sokağı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında “Ölüm değil direniştir kaderimiz” ve “Bijî berxwedana Jinan” dövizlerinin yanı sıra Özgecan Aslan ve farklı tarihlerde katledilen kadınların posterleri de taşındı.

DERSİM

Eğitim Sen Dersim Üniversitesi Temsilciliği, Mühendislik Fakültesi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. Eğitim Sen Dersim Üniversitesi temsilcilerinden Munise Kazcı, sokakta, dolmuşta, özellikle de hava karardığında tek başına kalmanın tedirginliğini yaşamamış tek bir kadının dahi olmadığını belirterek, “Erkekler tarafından hayatında en az bir defa tacize, şiddete uğramamış kadın olmadığı gibi” şeklinde konuştu.

 

SİİRT

Siirt’in Eruh ilçesinde HDP ve DBP’li kadınlar, Berfin Kadın Danışma Merkezi öncülüğünde kadına yönelik şiddet ve tecavüzlere karşı yürüdü.

 

VAN

Van’da Kadın Yaşam Merkezi bahçesinde düzenlenen basın açıklamasına Van Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Hatice Çoban ile birlikte çok sayıda kişi katıldı. Özgecan’ın fotoğraflarını yakalarında taşıyan kadınlar “Yasta değil isyandayız, Özgecan”, “Bana ne giyeceğimi değil, oğluna tecavüz etmemeyi öğret”, “Mücadele bir Özgecan’dır” pankartları taşıdı.

 

HAKKARİ

Hakkari’de Kongreya Jinên Azad (KJA) bileşenleri, Özgecan için DBP binası önünde açıklama yaptı. Açıklamada konuşan KJA üyesi Mehtap Daştan Demirer,”Erkek egemen sistemin bize dayattığı, bizi kendisine göre şekillendirdiği yaşam biçimini kabul etmeyelim. Adaleti, eşitliği, barışı ve güzelliği dünyada yeşertecek olan biz kadınlarız. Her türlü şiddete karşı sesimizi yükseltelim” dedi. Açıklama “Jin, jiyan, azadî” sloganları ile son buldu.

 

VARTO

Muş’un Varto ilçesinde, Varto Kadın Meclisi ve Varto Emek ve Demokrasi Platformu’nun Özgecan Aslan’ın katledilmesini protesto etmek amacıyla düzenlediği yürüyüş ve basın açıklamasına binlerce yurttaş katıldı. “Kapitalizme, savaşa, gericiliğe, erkek egemenliğine, şiddete karşı mücadeleyi büyütüyoruz” pankartı ve “Özgecan’ın çığlığını duydunuz

mu?”, “Sözlerinizi, ellerinizi bedenimizden çekin”, “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Jin, Jiyan, Azadi” dövizleri ile Belediye İş Hanı önünden başlayan yürüyüşe binlerce yurttaş katıldı

 

BİNGÖL

Eğitim Sen, HDP, DBP, İHD ve SES üyeleri tarafından yapılan ortak basın açıklaması ile işlenen cinayet protesto edildi. Eğitim Sen binası önünde toplanan kitle , Genç Caddesi üzerinde Dörtyol’a kadar zılgıt ve sloganlar eşliğinde yürüdü. “Tahrikçi zihniyet ölüm getirdi”, “Devlet tecavüzcüleri koruyor”, “Özgecan isyanımızdır” dövizlerinin taşındığı yürüyüş sonrası siyasi partiler ve kurumlar adına ortak açıklama yapan İHD Bingöl Şube Başkanı Nuran Aydın, Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin artık kelimelerle ifade edilmeyecek boyutlara ulaşmış durumda olduğunu belirtti.

 

MARDİN (MAZIDAĞI)

Eğitim Sen Temsilciliği önünde toplanan kitle “Jin jiyan azadî”, “Erkek vuruyor devlet koruyor”, “Yasta değil isyandayız” sloganları atıp, ellerinde cinayete dönük öfkelerini yansıtan dövizlerle Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüdü. Meydana ulaşılması sonrası beş dakikalık oturma eylemi yaparak cinayeti protesto edenler adına açıklama yapan Eğitim Sen Mazıdağı Temsilciliği üyesi Cahide Aktaş, Özgecan’ın yaşadığı şiddetin ve vahşice sorumlusunun devlet olduğunu belirtti.

 

IĞDIR

Iğdır’da ise Eğitim Sen Şubesi öncülüğünde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Anıtı önünde gerçekleştirilen açıklamaya çok sayıda kadın ve sivil toplum örgütü temsilcileri katıldı. “Yasta değil isyandayız”, “Şiddetsiz bir dünya için isyandayız”, “Erkeklik cinsiyet adamlık haysiyet işidir” yazılı

dövizlerin açıldığı açıklamada, “Fıtratınız batsın kadınlar yaşasın”, “Kadına uzanan eller kırılsın”, “Jin jiyan azadî” sloganları atıldı.

 

AĞRI

Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde KJA, SES, Eğitim Sen, HDP ve Sema Yüce Kadın Danışma Merkezi öncülüğünde İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen kitle, “Kadın cinayetleri durdurulsun, Özgecanların hesabı sorulsun” pankartı ve “Dansımız isyanımızdır”, “Artık öz savunma var başınıza geleceklerden biz sorumlu değiliz”, “Kahrolsun IŞİD cinayeti” dövizlerinin açıldığı açıklamada, Özgecan’ın fotoğrafları taşındı.

URFA

Urfa İl Kadın Platformu bileşenleri, yürüyüş düzenledi. Ali Şelli Parkı’nda bir araya gelen yüzlerce kadın, “Kadın şiddetine dur de”, “Kadın kırımına, tecavüzüne, katliamına karşı yasta değil isyandayız”, “Kararlıyız kadın cinayetlerini durduracağız” pankartları eşliğinde yürüyüşe geçti.

Suruç ilçesinde de Rojava çadır kenti önünde bir araya gelen yüzlerce kadın, Suruç Belediyesi’ne kadar “Erkekliği lanetliyoruz”, “Devlet kadın yerine erkeği koruyor” pankartları eşliğinde yürüdü. Yürüyüşte “Jin jiyan azadi”, “Biji berxwedana YPJ” sloganlarını atan kadınlar, Özgecan Aslan başta olmak üzere katledilen birçok kadınının fotoğraflarını taşıdı.

 

NEVŞEHİR

18 Şubatta Nevşehir, Avanos’ta eylem yapıldı. Eyleme katılan Nevşehirliler kadına yönelik şiddeti kınayarak “İsyan, devrim, özgürlük” sloganları attılar.

 

BİTLİS

Bitlis Barosu’ndaki kadın avukatlar Bitlis Adliyesi önünde toplanıp basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan avukat Şenay Karakuş, “Kadınlar bu ülkede sadece kadın cinayetlerini protesto etmiyor. Meclise de gidiyor, çözüm de üretiyor. Devlet yetkililerine düşen de çözüm önerilerini hayata geçirmek için bir an önce harekete geçmek. Özgecan arkadaşımız öldürülen ilk kadın değil ama son olması için var gücümüzle mücadele edeceğiz” dedi.

 

AMASYA

Amasya’nın Merzifon ilçesinde yoğun yağmura rağmen belediye önünde toplanıp Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüyen kadınlar, “Kadına uzanan eller kırılsın” ve “Kadına şiddete hayır” şeklinde slogan attı.

 

ADANA

Adana’da 14.30’da Özgecan için yapılan eylem sonrası kadınlar, belediye otobüsüne bindi. Polis otobüsü durdurarak kadınlara GBT yaptı. Beyazevler Halkevi’nden bir kadın polis tarafından gözaltına alındı.

 

EDİRNE

Edirne’de “Kadın Cinayetlerine Dur De” diyerek sokağa çıkan kadınlar Özgecan ne ilk ne sondur

bizler kadın düşmanlarına AKP’ye katillere karşı her zaman sokakta olacağız, katledilen öldürülen tüm kadınların hesabini.biz soracağız diyerek basın açıklamasını sonlandırdı.

 

ZONGULDAK

Yürüyüşte kadınlar; “Yeter artık, kadın cinayetlerini durdurun”, “Kadını değil cinayeti engelle”,”Tecavüz insanlık sucudur”, “Kadın olmak cinayet nedeni olamaz”, “Kadına şiddete hayır”,”Haklı şiddet yoktur”, “Namus bekçisi değiliz”, “Özgecan Aslan’ın hesabını soracağız” sloganlarI attı.

 

AKHİSAR (MANİSA)

Akhisar Demokrasi Platformu önderliğinde düzenlenen yürüyüşe, yaklaşık 500 kişi katıldı. Şehit Teğmen Tahir Ün Caddesi’nde, Şükran Ayaz Parkı’na kadar “Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz” yazılı siyah pankart taşıyarak yürüdü.

 

ISPARTA

Isparta’da kadınlar Özgecan’ın sesi olmak için sokaktaydı. Isparta Eğitim-sen önünde toplanan kadınlar kitlesel yürüyüş gerçekletirdi. Yürüyüşün ardından basın açıklaması yapan kadınlar sloganlarla eylemi sonlandırdı.

 

HOPA

12:00’da Hopa Garden Parkı’nda buluşan kadınlar Hopa sokaklarından yürüyüşe devam etti. Çevredekiler alkışlarla destek verirken kadınlar “Özgecan Aslan isyanımızdır”, “Erkekler vuruyor, devlet koruyor” sloganları attı. Metin Lokumcu Meydanı’nda yapılan basın açıklamasının ardından kadınlar eylemlerine son verdi.

Bunlar dışında Konya, Düzce, Karabük, İskenderun, Soma, Diikili,Ayvalık, Bodrum, Salihli gibi bir çok yerde eylem gerçekleştirildi.

1970 DARBESİ: DÜZENİN STABİLİZE EDİLMESİ

Devlet, kısa dönemde, özellikle sınıf savaşımının devleti, egemen sınıfları tehdit etmediği zamanlarda kapitalistler arasında kârın dağıtımında önemli rol oynar. Burada zaman zaman az sayıda burjuva kesime, sermayenin çok küçük bir kesimine çalışıyor olarak görülebilir. Ancak bu durum, devletin asıl görevinin egemen sınıfın bir katmanını korumak değil, bir bütün olarak sistemin devamını sağlamak olduğunu unutturmamalı. Barış dönemlerinde egemen sınıf içinde çeşitli güçler arasında çıkar mücadelesi, gerçekte, devletin işçi ve emekçilerin üzerinde bir diktatörlük olduğunu unutturmamalı. Devlet sınıf savaşımının ve sınıf varlığının itirafı olmakla kalmaz, o aynı zamanda egemen sınıfın bu sınıf savaşımındaki örgütü, aygıtıdır.
Bu yönüyle devlet sürekli sınıf savaşımının ulusal ve uluslararası gelişimiyle de ilişkili olarak, kendini “mükemmelleştirir”. Mükemmelleştirmeyi, bilerek kullanıyoruz, bir anlamda sona gelmesidir de. Devletin mükemmelleşmesi, kuşku yok ki sadece “baskı aygıtlarının” gelişmesi değildir. Bir bütün olarak, toplumun damarlarını denetim altında tutabilmesidir, halkı bastırması, egemen sınıfın çıkarlarını halka kabul ettirmesi, kapitalizmde bu çıkarları “ulusal çıkar” adı altında tüm topluma kabul ettirmesidir.
Burjuva devlet ne kadar güçlü olursa olsun, yaşam her zaman istendiği gibi gitmez ve herhangi bir yolla, bazen sadece geçici bir dönem için bazen daha ciddi olarak daha uzun bir dönem için toplumu denetleme gücünü kaybeder, elinde tutamaz hale gelebilir. Bu koşullar kuşkusuz kriz koşullarıdır. Devletin bu denetimi ciddi biçimde elinden kaçırmaya başlamasında ciddiliğin ölçütü, devleti yıkacak güçlerin örgütlülüğüne bağlıdır. Yoksa son derece ciddi bunalımlar, devletin yıkılması ile sonuçlanmayabilir ve daha az derin bunalımlar, eğer devleti yıkacak örgütlü güç var ise, burjuva egemenliğin parçalanması ile sonuçlanabilir.
1960 sonrası yükselen sınıf mücadelesi 1970’li yıllara girerken burjuvazinin bazı önlemler almasını da dayatmıştı.
1968 ve sonrasında giderek yükselen anti-emperyalist, demokratik karakterli gençlik hareketi, giderek devrimci bir yönelim içine girdi. Giderek iktidar hedefini öne çıkartan eylemler ve işçi hareketinin 15-16 Haziran 1970’teki sokağa dökülüşü, toplumsal muhalefetin ciddi boyutlara ulaştığının göstergesidir. 15-16 Haziran’da işçileri durdurmaya DİSK dâhil hiçbir sendikanın gücü yetmemiştir. Örgütsüz ama öfkeli işçi sınıfı kendiliğinden olsa da sokağa dökülüşü ile dikkatleri üzerine çekti. Bu olay, öfkenin bilinçle birlikteliğinin eksikliğini, devrimci hareketin işçi sınıfı ile birlikteliğinin eksikliğini göstermiştir. Buna rağmen 15-16 Haziran’ın burjuvaziye saldığı korku, dönemin yetkili ağızlarından şöyle dile getirilmiştir: “Toplumsal bilinç ekonomik gelişmeyi aşmıştır.” 15-16 Haziran için bu yorum, tamı tamına yerindedir. Düşman ağzından ama son derece gerçekçidir.
Burjuvazi için tehlikeli olan şey, radikal mücadele anlayışı ile işçi hareketinin devrimci bir rotada birleşmesidir. 15-16 Haziran’da toplumsal muhalefet iktidarı almaktan uzaktı. Ancak sınıf mücadelesinde karşı hamleler her zaman son anda yapılmaz. Burjuva devleti, ciddileşen duruma uygun önlemleri alma yeteneğinde olduğunu göstermiştir.
Sistemi stabilize etmek amacıyla (1980’e göre sınırlı amaçtır) ordu müdahalesi gerçekleştirilmiştir. Ordunun “sınıflar üstü”, “vatanın savunucusu” olduğunu işleyen resmî ideolojinin etkisi bu inancın sol çevrelerce de beslenmesi, burjuvazinin başlıca avantajlarıydı. Stabilizasyonun bu yolla yapılmasının en önemli nedeni budur.
Türkiye de dâhil sömürge ülkelerde II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan darbeler, sadece bir ülkenin iç koşullarına bağlı amaçlar gütmekle sınırlı değildir. ABD tarafından organize edilen darbeler, aynı zamanda bazı bölgesel ve uluslararası hedefler de gütmektedir. 1960 Darbesi’nde, ABD, ordu içinde tam olarak yerleşmeyi başarmıştır. 1971 Darbesi, Ortadoğu’da, ABD-İsrail ve Türkiye ittifakı için son derece verimli sonuçlar doğurmuştur.
12 Mart, öncelikle gençlik önderi devrimcilere ve işçi sınıfına saldırdı. 1971 Darbesi ile devlet terörü çok açık çıplak gözle görüldü. 12 Mart’a gösterilen devrimci direnç, yaygınlaşmasa da, 12 Mart’ın kısa sürede yıpranmasının temelini hazırladı. İdamlar ve ölüme gülümseyerek giden devrimciler halkın 12 Mart’ın içyüzünü anlamasını hızlandırmıştır. Böylece Türkiyeli devrimciler ölürken de öğretmişlerdir.
Bir yandan 12 Mart’ın amaçlarının sınırlı oluşu, diğer yandan yaygın olmasa da devrimci yöntemlerle yürütülen savaşım 12 Mart’ın ömrünün kısa olmasının nedenleridir.
12 Mart, 1960 sonrası yükselen sınıf savaşımının gelişen eğrisini tersine çevirmeyi denemiştir. Bu sadece Türkiye’de değil, bölgede de bir geri çevrilmenin ilk adımlarındandır. Ancak 1975-1980 arası göstermiştir ki, devrimcilere sıkılan her kurşun, akan her damla kan daha gür bir gelişmenin tohumu, gübresi, suyu olmuştur. 12 Mart, devrimci hareketi moral olarak çökertememiştir. Kanımızca 1980 sonrası ile karşılaştırıldığında bu moral etkinin önemi çok daha iyi anlaşılır. Çünkü 1980 sonrası, moral anlamda, ideolojik anlamda bir çöküş yaşanmıştır.

Köylülüğün Ayrışması
Türkiye’deki köylülük sorunu devrimcilerin ciddi biçimde ilgi odağına oturmuştur. Özellikle 1960’lardan sonra hızlanan köylülüğün ayrışımı ve kentleşme toplumda nesnel bir hareketlilik yaratmıştır. 1968-1971 döneminde devrimci hareket, toplumsal hareketlilik (devrimci hareketlilik değil) içindeki bu kesime teori-strateji düzeyinde özel bir önem verdi. Bugün bu denli bir önemi “kalmadığı” fark edilse de, geçmişten gelen eğilim ve bakışla köylülük sorunu beyinlerin arka tarafında durmaktadır. 1970 ve 1980’li yıllar boyunca zaman zaman, kendiliğinden ve inişli çıkışlı gelişimi ile işçi hareketi toplumsal mücadeledeki nesnel yerini göstermiştir. Yine de hem devrimin niteliği hem de ittifaklar politikası ve gerilla savaşının yürütülüş biçimi açısından köylülük sorunu tartışılacaktır.
Bu nedenle konuyu ana hatlarıyla ortaya koymak, köylülükteki kapitalist gelişmeye bağlı farklılaşmayı netleştirmek gerekir.
Konuya girmeden öne yöntem açısından önemli birkaç noktanın üzerinde durulmalıdır.
Birincisi, köylülük bir (bütünsel) sınıf olarak feodalizmin sınıfıdır. Bu nedenle yarı-feodal tanımlamaları feodal ilişkilerin varlığına ve bunun ispatlanmasına dayanmaktadır.
İkincisi, tarımda kapitalist gelişim burjuva devriminin izlediği yol ile yakından ilgilidir. Devrimin radikal bir biçimde toprak ve tarım sorununu çözdüğü ülkelerde tarımda kapitalist ilişkiler hızla gelişir. Oysa Prusya tipi gelişim diye adlandırılan ve burjuvazinin, burjuva devrimin feodal ilişkileri radikal bir biçimde tasfiye etmemesini ifade eden tedricî gelişimde, tarımda feodal ilişkilerin kapitalist ilişkilere dönüşüm yoluyla tasfiyesi gerçekleşir. Bu iki gelişim yolunda ikincisi ülkemizde gelişmeye uygundur. Burjuva devrim feodal soylulukla uzlaşmaya dayandığından, köhnemiş bu ilişkilerin süreç içinde yavaş yavaş çözülmesi gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle en başından “aşar”ı kaldıran TC devleti, onun yerine toprağın verimine göre vergilendiren ve bu yolla kapitalistleşmeyi, tarıma modern araçların girişini teşvik eden bir yol izleyememiştir. Bunun yerine 1950’lere kadar tüccar ve tefeci kesimleri, 1950’den sonra da tarımın çözülmesini teşvik etmiştir.
Bu tedricî gelişimden en büyük zararı işçi sınıfının çektiğine ilişkin Lenin’in tespiti bizim için de geçerlidir. Türkiye sol hareketine radikalizmi, devrimciliği taşıyan Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkayaların köylülüğü temel alan stratejileri bu zararlı etkinin siyasal ifadesi değil midir? Elbette işçi sınıfının “zararı” sadece bununla ilgili değildir. Tarımın süreç içinde çözülmesi ekonomik, psikolojik, politik yönden sanayi burjuvazisini rahatlatmıştır; sınıf savaşımının keskinleşmesini önleyici etki yapmıştır. Sanayide düşük ücretin kaynağı, bu tedricî çözülmedir. Köyden yiyecek takviyesi, asgarî ücretin düşük olmasının olanağını sunmaktadır. İşçi sınıfının daha kavgacı ve radikal mücadelesini önleyici bir süreçtir bu.
Tarımda bu tedricî dönüşüm gelişimin her aşamasında, yakın geçmişteki her on yılda, feodal kalıntılar için “kanıt” bulunmasını olanaklı kılmıştır. Öyle ki tartışma nitelik üzerine değil, nicelik üzerine yükselmiştir. Bir bütün olarak tarımda ve Türkiye kapitalizminde egemen olanın ne olduğu bir yana itilmiş, gelişimin yönü arka plana atılmıştır. Böyle olunca birkaç örnek “kendi görüşünün doğruluğunu ispatlamaya” yetmiştir.
Üçüncüsü Türkiye solunda “kır” sorunu her zaman Kürdistan ile eşanlamlı kullanılmıştır. Kırlar denilince Kürdistan düşünülmüştür. Bu elbette Misak-ı Milli sınırları dışında hareket edememe yeteneksizliğinin bir göstergesi, burjuvazinin ideolojik çerçevesini kıramamanın bir göstergesidir.
Biz burada tarımın kapitalist mi, feodal mi, yarı-feodal mi olup olmadığını tartışmayacağız (bizce bu tartışılmayacak kadar açıktır, kapitalisttir). Ancak her yol ve araçla kendi kurgusunu gerçeklik sanma hastalığına bir kez daha değinmek gerekiyor. A. Can devrim konusunda sınıfların konumunu incelerken “sınıflara bölünmüş” olduğunu söylediği köylülüğün konumunu şöyle açıklamaktadır:
“Köylülüğe gelince; Türkiye’de köylülük köyde yaşıyor olmanın ötesinde hiçbir yekparelik taşımaz. Dolayısıyla bizim köylülük olarak adlandırdığımız, II. bölümde ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, bir hayli farklılaşmış ve sınıflara bölünmüş bir kitleden feodalizmin veya serflik düzeninin köylülüğünden bir hayli farklı olan bu kitle, genel demokratik istemler doğrultusunda, faşist rejime, emperyalist sömürüye ve toprak ağalarına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir. Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan’ın türdeş olmayan ve sınıflara bölünen burjuva ve yarı-feodal köylülüğü bir bütün olarak, yani bir sınıfmış gibi de ifade edilebilir.” (A. Can, Türkiye’nin Toplumsal Maddi Gerçeği ve Devrimci Strateji, Verso Yayınları, İstanbul 1991, s. 335.)
Hiç kimse bu kadar çelişkili ifadeyi, bir başka yerde bir arada bulamaz.
A. Can diyor ki:

  1. Köylülük bir hayli farklılaşmış, sınıflara bölünmüştür.
  2. Bu kitle demokratik istemler doğrultusunda (kimin hangi sınıfın demokratik istemleri, bu kitle içindeki burjuvaların, toprak ağalarının mı yoksa köylülerin mi?) faşist rejime, emperyalist sömürüye ve toprak ağalığına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir. (Emperyalist sömürü ile anlatılmak istenilen nedir? Türkiye’de köylülerin emperyalist sömürüsünden mi yoksa ülkenin emperyalizme bağımlılığı nedeniyle rastgele bir söz olarak mı emperyalist sömürü sözcüğü kullanılıyor? Yoksa bu yolla Kürdistan’ın TC’nin sömürgesi olduğu mu söylenmek isteniyor?)
    Köyde yaşamak dışında hiçbir ortak yanı olmadığı belirtilen bu kitle içinde herhangi bir kesimin ortak hedeflerinden söz edilmiyor, “kitlenin” ortak hedeflerinden söz ediliyor. Bu klasik “ulusalcı”, “halkçı”, “popülist” söylemin kendisi değil midir?
  3. Türkiye ve Kürdistan’ın bu türdeş olmayan ve sınıflara bölünmüş burjuva ve yarı feodal köylülüğü bir bütün olarak bir sınıfmış gibi ele alınıyor. Herhâlde burada burjuva Türkiye, yarı feodal Kürdistan “köylülüğü” olmuş oluyor. Yine herhâlde bu burjuva ve yarı-feodal köylülüğün bir bütün olarak devrimimizde ortak rol oynayacağı düşünülmektedir:
    “Genel demokratik istemler doğrultusunda, faşist rejim, emperyalist sömürüye ve toprak ağalarına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir.”
    A. Can, görüldüğü gibi konuyu içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
    Öte yandan bir “sınıfmış gibi” ele alınarak bir “kitlenin” devrim karşısındaki yeri incelenmez. Ya bir sınıfın ya bir toplumsal grubun, katmanın yeri incelenir. “Gibi” vurgusu bir farklılığı ifade edebilir. Ama gibi vurgusu ile bir sosyal devrimin sınıfsal ittifakları analiz edilemez.
    Bir toplumsal grubun, katmanın yeri incelenirken ise “mücadele ettiği ölçüde” ifadesindeki gibi öznel değil, nesnel ölçüler kullanılır. Diğer vurgular günlük, anlık analizlerde yararlı olur. Yani sınıf ve katmanların devrim karşısındaki yeri ve tavrı onların niyet ve isteklerine bağlı değildir. Bu sınıf olgusunu, sınıfın nesnel yerini göz ardı eden bir bakıştır.
    Elbette A. Can bazı sorunları fark ediyor ve hemen ardından şöyle diyor:
    “Bu durumda ‘köylülük’ kavramının ‘çelişkili’ bir kavram olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Fakat Lenin’in belirttiği gibi, bu çelişki gerçekte kavramda değil, hayatın kendisinde vardır.” (age. s. 335).
    Diyelim ki bu çelişki hayatın kendisinde var, o zaman neden ille de siz bu çelişki yokmuş gibi, “bütünsel bir sınıfmış gibi” yaklaşımlar getiriyorsunuz. Herhâlde özrü kabahatinden büyük olmak denilen şey bu olsa gerek.
    Elbette burada A. Can’ın kitabının eleştirisine yönelmeyi amaçlamıyoruz. Ancak köylülük sorununa böylesi yaklaşımların varlığı hâlâ sürmektedir. Bizce de önemli olan nokta burasıdır.
    Buradan, Türkiye tarımında kapitalist gelişimi incelemeye dönebiliriz. Bu konudaki çalışmaların nicelik olarak azımsanamayacak sayıda olduğunu söylemek mümkün ve son 20 yılda daha da fazlası yapılmıştır. Veri açısından da epeyce veri olduğu söylenebilir.
    Tarımda kapitalist gelişim incelenirken en çok toprak büyüklüğüne bakılmaktadır (Türkiye için yapılan araştırmalarda). Aynı biçimde traktör (makineleşme) ve gübre kullanımı verileri incelenmektedir. Elbette tüm bu veriler tarımdaki farklılaşmayı anlamamızda göstergelerdir. Ancak farklılaşma açısından bir diğer önemli gösterge olan “yabancı işgücü kullanımı” (aile işgücü dışındaki işgücü) konusunda veriler yeterli değildir. Yine de tüm veriler bize ortak bir fikir vermektedir. Bu konudaki istatistikler, ana çerçeveyi sunmaktadır.
    Bu nedenle biz toprak büyüklüğü, işletme büyüklüğü, traktör sayısı gibi faktörler açısından tarımdaki farklılaşmayı incelemekte yetineceğiz. Ayrıca tarımda kapitalist işletmelerin gelişimini inceleyeceğiz.
    Çalışmamızın yapıldığı dönemde (1986-1992 arası dönem) bu konudaki veriler, 1980 sayım sonuçlarına kadar uzanıyordu. Oysa sonrasında bu konuda epey çalışma yapılmıştır. Ziraat Mühendisleri Odası’ndan çıkan çalışmalara bakmak, bu süreci anlamak açısından faydalı olur.
    Tablo 5. 1963, 1970 ve 1980 Tarım Sayımlarında İşletmelerin İşletme Büyüklüğüne Göre Dağılımıİşletme büyüklüğü
    (dekar) 1963 1970 1980
    İşl. Sayısı % İşl. Sayısı % İşl. Sayısı %
    1-50 2.132.288 68,8 2.316.243 75,1 2.267.021 62,1
    51-100 561.732 18,1 452.000 14,7 738.376 20,2
    101-200 291.693 9,4 220.000 7,1 421.523 11,6
    201-500 99.785 3,2 78.492 2,6 194.551 5,3
    501-1000 11.029 0,4 12.810 0,4 26.407 0,7
    1001-+ 4.323 0,1 2.310 0,1 3.032 0,1
    TOPLAM 3.100.850 100,0 3.082.986 100,0 3.650.910 100,0

Kaynak: Bahattin Akşit, “Kırsal Dönüşüm ve Köy Araştırmaları: 1960-1980”, 11. Tez, S. 7, s. 23.
Tablo 6. 1963, 1970 ve 1980 Tarım Sayımlarında Alanın İşletme Büyüklüğüne Göre Dağılımıİşletme Büyüklüğü 1963 1970 1980
Tarım
Alanı % Tarım
Alanı % Tarım
Alanı %
1-50 40.793.860 24,4 41.311.080 29,6 45.555.896 20,0
50-100 39.953.170 23,9 32.328.750 23,1 48.392.133 21,2
101-200 39.730.730 23,7 30.428.580 21,8 54.244.977 23,8
201-500 28.421.270 17,0 19.911.590 14,3 52.006.884 22,9
501-1000 7.551.580 4,5 8.039.370 5,8 17.858.013 7,9
1001-+ 10.892.740 6,5 7.566.140 5,4 9.502.396 4,2
TOPLAM 167.343.350 100.0 139.585.520 100.0 237.640.289 100,0

Kaynak: age.
Tablo 5 gösteriyor ki, mesela 1963’te 1-50 hektar arasında toprağa sahip olan işletme sayısı, %68,8’den, 1980’de %62,1’e düşmüştür. Ama bu açıdan bakıldığında 51-100, 101-200, 201-500 ve 501-1000 hektar arasında toprağa sahip olan işletme sayısında artış olduğunu görürüz. Yine de bu bize tam bir bilgi vermez. Bu işletmelerin ne kadar toprağa sahip olduğu da önemlidir.
Yukarıdaki iki tablo köylülükte bir ayrışmanın, toprağın daha az elde toplanmasının (toplulaştırma) işaretidir. Tablolar açık; az sayıda elde toprağın toplanmasını göstermektedir. 1980 yılını temel alalım, bir önceki tabloda, işletmelerin %62,1’inin 1-50 hektar arasında toprağa sahip olduğunu görmüştük. Yukarıdaki tabloda ise, işletmelerin %62’den fazlasını oluşturan kesimin, elinde bulunan toprak miktarının toplam toprağın %20’sine denk geldiğini anlayabiliriz. 201 hektar ve üzerinde toprağa sahip olan işletme sayısı, işletmelerin %6,1’dir ve bunlar toplam toprağın %35’ine sahiptir. Bu aynı değerlendirmeyi, 1963 ve 1970 verileri için de yapabiliriz. Daha az sayıda işletme, daha büyük miktarda toprağa sahip olmaktadır. Eğilim budur. Burada köylülüğün tamamen topraksızlaşması gibi bir süreç işlemez. Zira büyük toprak işletmelerinin işgücü ihtiyaçları olduğu için, tarımda topraksızlaşma ya da tersinden yoğunlaşma, sanayideki gibi işlemez.
Bu toplulaşmanın bir diğer ucu da doğal olarak bazı kesimlerin topraksızlaşmasıdır. Topraksızlaşma iki noktada izlenebilir. Birincisi; köyden kente göç, ikincisi; tarım işçilerinin çoğalması. Bu her iki veri de, (toprak toplulaşmasmdan çok daha fazla) kapitalistleşmenin ve ayrışmanın göstergesidir.
Topraksızlaşan köylüler, şehirlere göç etmektedir. Bunu izlemek mümkündür.
Tablo 7. Türkiye’de Gecekondulaşma Tahmini Gecekondu
Sayısı Gecekondulu
Nüfus Kent
Nüfus oranı %
1960 240.000 1.200.000 16,4
1970 600.000 3.000.000 23,6
1980 950.000 4.750.000 23,4

Kaynak: R. Keleş “Nüfus Kentleşme Konut ve Konut Kooperatişeri” KentKoop Yay. Ankara, 1982.
Yukarıdaki sayılar şehre göçü büyük ölçüde tam yansıtmamaktadır. Ama 1960’ta başlayan süreç, 1980’lere gelindiğinde dörde katlanmıştır. Bu göçün kaynağı kuşkusuz tarımdır, köylerdir. Üstelik 1960’lı yıllar, aynı zamanda Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya göçün de başlangıç dönemidir. Ve bu toplumsal açıdan çok büyük bir hareketliliktir.
Sadece Ankara’ya göçü anlamak için bazı veriler var. İstanbul için durumu varın siz düşünün.
Aynı oranlara ilişkin bir tahmin Ankara için şöyledir:
Tablo 8. Ankara’da Gecekondulaşma Tahmini Gecekondu
Sayısı Gecekondulu
Nüfus Kent
Nüfus oranı %
1960 70.000 364.000 56,0
1970 144.000 748.000 50,6
1980 275.000 1.450.000 72,4

Elbette göçe ilişkin veriler bunlarla sınırlı değildir. Ama pek çok veri de net, sağlıklı tutulmuş değildir. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere göç alan diğer şehirlere ilişkin yeterli veri yoktur. Göç denilince, sadece iç göç değil, aynı zamanda 1960’larda başlayan; Almanya başta olmak üzere; dış göç de hesaba katılmalıdır. Yurtdışına işçi göçü de kırların çözülmesi ile yakından ilişkilidir.
Kapitalistleşme ve farklılaşma açısından bir başka gösterge çalışanların durumudur: DİE 1980 tarım sayımı sonuçlarına göre büyük ve küçük işletmelerde çalışanların durumları EK-1’deki çizelgede verilmiştir.
Tarımda topraksızlaşan tüm köylüler, kente göç etmezler. Bu kapitalist tarım işletmeciliği için de istenen bir durum değildir. Daha geniş araziye sahip olan kapitalist işletme, iflas bayrağını çeken bazı kesimleri, kendi tarlalarında istihdam etmek ister.
Önce, tarımda makineleşmeye bakalım. Makineleşme, küçük toprak sahiplerinin silinmesinde önemli unsurlardan biridir.
Tablo 9. Yıllara Göre Traktör Sayısının GelişimiTraktör Sayısı Adet
1940 1.065
1950 16.588
1960 42.136
1967 74.982
1981 458.714
1986 612.731

Traktör sayısındaki değişim, bize bir fikir vermektedir. Özellikle 1950’lerden başlayarak bu gelişim görülmektedir. Bu veriler, tarımda değişimin sadece köylülüğün çözülmesi şeklinde olmadığını, aynı zamanda tarımda kapitalistleşmenin arttığını da gösterir. Bu açıdan makine sayıları önemlidir.
Traktör dışındaki diğer araçlara da bakılabilir.
Tablo 10. Başlıca Tarım Alet ve Makinelerinin Sayısı Traktör Harman Mak. Biç.Döv. Atomizer M.pomp Selektör Mak.
1981 458.714 98.915 13.100 72.894 222.570 3.087
1983 513.516 115.222 13.615 79.534 243.104 3.415
1985 583.974 117.986 13.615 89.133 264.586 4.897
1986 612.731 126.577 11.547 9.541 275.352 2.851

Tüm bu veriler tarımda kapitalistleşmenin, çözülmenin göstergeleridir ve bu anlamda da yeterlidir.
Tarımda kapitalist gelişme üzerinde durulurken onun sanayinin gelişiminden farklılığını ortaya koymak gerekir. Sanayileşme küçük üreticileri mülksüzleştirirken, tarımda kapitalist ilişkilerin gelişimi bu mülksüzleştirmeyi bir noktaya kadar gerçekleştirmekte, mülksüzleştirme yoksul köylülüğün varlığını korumasını da gerektirmektedir. Tersi durumda mevsimlik işgücü talebini (büyük kapitalist tarım işletmelerinin ihtiyaç duyduğu) karşılamak güçleşecektir. Yani sanayideki toplulaşmadan, mülksüzleştirmeden farklı olarak, tarımda toplulaşma, mülksüzleştirme aynı zamanda yoksul köylülüğün varlığını sürdürmesi ile birlikte var olur. Bu tarımsal sanayinin gereklerindendir.
Hem göç, hem de makineleşme, bize ayrışma konusunda epey bilgi vermektedir.
“1950-1980 arasındaki köyden kente göçün çapı gerçekten büyüktür. Bu göç köylülüğün topraktan kopması ve tasfiyesi demektir. Fakat aynı zamanda bu göç, köylülüğün küçük meta üreticisi çiftçilere dönüşmesine katkıda bulunmuş ve böylece tamamen tasfiye olmasını önlemiş ve sürüp gitmesine yol açmıştır.” (Bahattin Akşit, age. s. 26).
“Göçün yol açtığı sonuçlarda olduğu gibi traktörleşme de köylülüğü iki farklı yönde etkilemiştir. Bir yandan bir kısım köylülüğün tasfiye olup ücretli işçileşmesine ve kente göçmesine yol açmış, öbür taraftan ürün artışını, ticarileşmeyi ve metalaşmayı olağanüstü canlandırarak köylülüğün diğer kısmının dinamik bir küçük meta üreticileri sınıfına dönüşmesine ve sürüp gitmesine yol açmıştır.” (Bahattin Akşit, age. s. 26).
Tarımda mülksüzleşmenin bu ikili yönü, birlikte ele alınmadığı sürece sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek mümkün değildir. Farklılaşmayı göz önüne almadan da ittifak politikası, devrim içinde “köylülüğün” yerinden söz etmek, tartışmayı kaosa dönüştürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu farklılaşma 1980 sonrasında, 1980’de de sürmüştür. Bir yandan giderek daha geniş kitleler mülksüzleşirken, diğer yandan büyük tarımsal işletmelerin yanı sıra orta köylülük yaşamaya devam edecektir. Dikkat edilmesi gereken “küçük” köylü kesimlerin niceliksel fazlalığından hareketle, tarımı, tekelci ilişkiler ağının dışında düşünmemektir.
Şimdi bu noktada tarımda büyük işletmelerin oluşumunu ve feodal ağanın kapitalist çiftçiye dönüşümünü inceleyelim. Tarımda başlıca iki biçimde büyük toprak sahibi oluşmuştur: Birincisi, makineleşme ve kapitalist ilişkilerin gelişimi ile birlikte orta çaplı köylü işletmelerinin büyük kapitalist işletmeye dönüşümüdür. İkincisi, modern teknoloji ve kapitalizmin ülke içinde egemenliğiyle zaten büyük toprak parçasına sahip olan feodal ağanın kapitalist toprak sahibine dönüşmesidir.
Elbette feodal toprak ağasının kapitaliste dönüşümü sadece kapitalist tarım işletmesi biçiminde gerçekleşmemiştir. Aynı zamanda bu “tarımsal birikimin” sanayiye aktarılmasını da gerçekleştirmiştir. Sabancı, Sapmaz, Has, Karamemet Aileleri böylesi örneklerdir (Konuyla ilgili olarak bakınız: M. Sönmez, “Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuva”, 11. Tez. Sayı: 7, s. 230-238).
Konuya ilişkin daha ayrıntılı bir inceleme bize tarımdaki gelişimin özellikleri konusunda ciddi bilgiler sunacaktır. Toprak temerküzünde ulaşım koşulları, tarımsal ürüne şehirden talebin varlığı ve gelişimi ile çeşitli fırsatlar etkili olmuştur.
”… bir takım uygun koşullar sonucu bir ya da birkaç ürünü başarılı biçimde pazarlar ve ürün değerinin bir bölümünü biriktirir. Muhtemelen köyü Adana veya Tarsus’a yakındır ve bu sayede meyve ve sebzelerini genişleyen kentsel nüfusa satabilir. Bir başka ihtimal, Mersin Adana demiryolunun köyüne yakın geçmesi ve bu yolla pamuğu pazarlayabilmesidir. Belki de uygun bir evlilik yapar ve sahip olduğu toprak miktarı artar. Sebebi ne olursa olsun, sonuç kapital birikimidir. Bir köylünün zenginliği arttıkça, genel olarak, kendisine topraklarının bir bölümünü ya da tümünü satmak isteyen ya da zorunda kalan insanlar bulur ve bu yolla işletmesini büyütür.” (Hiltner J, “Land Accumalation in the Turkish Çukurova” isimli çalışmadan aktaran A. Adnan Akçay, ‘Türkiye Tarımında Büyük Topraklı İşletmelerin Oluşum Süreçleri Üzerine Notlar’ 11. Tez, Sayı 7, s. 48).
Hinderink ve Kıray tarafından yapılan bir başka araştırma (1970) Çukurova bölgesinde 4 köyü incelemiştir.
“Bu köylerden Karacaören, incelemekte olduğumuz tipe uygun bir örnek sağlar gibidir. 1980’lerde göçebe Yörüklerin yerleştirilmesiyle kurulan Karacaören Köyü, eşit toprak dağılımının olduğu ve 1940’lara kadar asıl olarak geçimlik üretimin hâkim olduğu bir köydür. Araştırmanın yapıldığı 1960 sonlarında ise, köydeki 39 işletmeden 4’ü köyün 5.259 dönümlük arazisinin %40’ına sahiptir. Toprak dağılımındaki değişmenin nedeni, 1940 sonlarında yaygınlaşan ve daha fazla ürün veren yeni bir pamuk türü, makinalaşma ve köyü kente bağlayan her mevsimde işler bir yolun yapılmış olmasıdır. Tüm bunlar önemli bir sosyal farklılaşmaya yol açmış, köyde topraksız bir kesim oluşmaya başlamıştır. Köydeki en büyük toprak sahibi, 1940’ta 40 dönüm sahibiyken bugün 1.000 dönüme sahip olan, Kozan’a göçüp tüccarlık etmeye başlamış eski bir Karacaörenlidir.” (Aktaran, A. Akçay, age. s. 49)
A. Adnan Akçay’ın “Dönüşümsel Tip” dediği feodal ağalığın büyük kapitalist işletmeye dönüşmesi üzerine yaptığı belirlemeleri olduğu gibi aktarmak yeterli olacaktır.
“Bu durumda, makineleşme öncesinde toprağını çeşitli ortakçılık ilişkileriyle işleyen ağa, makineleşme sonrasında işletmesini ‘çevirir’ ve ücretli işçi kullanımıyla toprağı işlemeye başlar. Tarihsel özgüllüklerin yanı sıra, bu türün ayırt edici bir özelliği de işletme birimini çevirmeye başlayan ağanın, ekonomi dışı yöntemler de dâhil olmak üzere her tür mümkün aracı kullanmasıdır. Politik gücün yanı sıra, çevirme sürecinde, doğrudan şiddet kullanımı da çoğunluk devreye girer.” (A. Adnan Akçay, age. s. 51).
Burada dönüşümde temel belirleyici, modern üretim teknikleri olarak ele alınıyor. Bizce burada ülke genelinde kapitalist gelişim ve hükümet politikalarının önemi büyüktür. Ancak nihayet bu politikalar somutta dönüşümün sağlanmasında belli noktalarda öne çıkarlar. Makineleşme bu noktada belirleyicidir.
“Büyük toprak sahipleri için, kendi birikimleri ya da tarımsal banka kredilerini kullanarak traktör edinmek hiç de güç değildir.” (A. Adnan Akçay, age. s. 51).
Akçay bir başka noktaya da değiniyor:
“Yeterli tarımsal araca sahip olduktan sonra bu tür işletmeler önceden işlenmeyen toprakları, köyün ortak (hazine) arazilerini ve meraları da ekmeye başladılar. Bu tip dönüşüm, genelinde kapitalist gelişmenin daha belirgin olduğu Batı, Orta, Güney Anadolu’da makineleşmenin hemen ertesinde başladı. Öte yandan aynı dönüşüm Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da ancak 1960’larda ivme kazandı.” (A. Adnan Akçay, age. s. 52).
Akçay’ın konuya ilişkin sunduğu iki örneği biraz uzun da olsa aktarmayı uygun bulduk. Birinci örnek Yunusoğlu.
“Yunusoğlu’nda da genel durum budur ve Kurtuluş Savaşı ertesine kadar pek bir değişim olmaz. Savaş sonrasında ise iki tür ağa ortaya çıkar: Bunlardan geleneksel diyebileceğimiz ilki, toprağı eskisi gibi tasarruf eden aşiret reisleridir. Fakat artık toprak bir bütün olarak aşiretin değil, reis ve ailesinin denetimindedir. Yeni ortaya çıkan ağaların modern tipini ise, bölgeyi temsil eden parlamenterler ve diğer nüfuzlu kimseler oluşturur. Ovanın sakini ve Yunusoğlu’nun yer aldığı bölümünde, mümkün olan en büyük payı elde etmek için birbirleriyle kapışan dört kişi vardır. Taleplerini güçlendirmek amacıyla silahlı çeteler tutmaya başlamalarıyla, bu çelişki kimi zaman fizikî mücadeleye de dönüşür. Hem güç hem de legal yönden kendi aralarındaki sorunları hallettikten sonra, sıra (iktidar boşluğu sırasında) arazileri işgal etmiş olan köylülerle uğraşmaya gelir. Yeni ağalar, bunların ektikleri ürünün yarısı karşılığında ortakçı olarak kalmalarına izin verirler.”
“1920’deki olaylar toprağın hukukî yapısında bir değişime yol açmış, fakat toprak tasarruf biçimlerinde bir değişiklik getirmemiştir. Yine, önceden olduğu gibi ortakçılık temel emek denetim formudur. Genellikle toprak dışında hemen tüm girdilerin ortakçı tarafından karşılandığı sonuçta ürünün yarı yarıya bölüşüldüğü bu sistem pek değişime uğramaksızın 1940 sonlarına kadar gelinir. Bu yıllarda traktörün gelmesiyle birlikte toprak tasarruf formu üretim organizasyonunda köklü değişiklikler oluşur. ‘Mekanizasyonun sonucu olarak, öküz ve karasabanın yanı sıra, ortakçılık da kısa sürede neredeyse tamamen ortadan kaktı.’ Ağalar traktör edindikten sonra, ortakçılara toprak vermeyi durdurmuş ücretli işçi istihdam ederek toprakları kendileri ekmeye başlamışlardır.” (A. Adnan Akçay, age. s. 53).
Uzun süredir bir köyün bir kişiye ait olmasının yarı-feodal ilişkinin kanıtı sayılması, Sinan örneğinin iyice izlenmesini gerektirir.
“Sinan, araştırma yaptığımız 1981 yılında yaklaşık 105 hanede 1.000 dolayında nüfusu barındıran bir köy, 30.000 dönüm olan ekilebilir arazinin tümü tek bir ailenin mülkiyetinde veya denetiminde. Bir bölümünün geleneksel bir ortakçılık anlaşmasıyla küçük toprak parçalarını tasarruf edebildiği köylülerin tümü topraksız. 1950 sonlarından itibaren mekanize tarıma başlandığı köyde, tümü toprakların sahibine ait 13 traktör, iki biçerdöver ve diğer tarımsal araç ve gereçler mevcut. Başta buğday olmak üzere, köyde arpa, tütün, karpuz, susam ve mercimek tarımı yapılıyor.” (age. s. 53-54).
Tarihsel gelişim ise şöyle:
‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve özellikle 1926’da toprakta özel mülkiyetin kabulüyle birlikte aşiret reisi toprak ağası, aşiret üyeleri de yarı-serf ortakçılar haline gelir. Köydeki yaşlıların da gayet iyi hatırladıkları gibi, 1920-1950 yılları arasında topraklar ortakçılık anlaşmasıyla işlenir. Köydeki her hanenin hemen hemen eşit oranda (50-70) dönüm toprağı tasarruf ettiği bu dönemde ağa ve ortakçılar arasında göreli bir denge söz konusudur. Çift hayvanları ve karasabanla üretim yapılan makineleşme öncesi dönemde kıt olan üretim faktörü toprak değil, emek olduğu için, ağa denetleyebildiği hane sayısında oldukça hassastır… Ortakçılıkta işlenenlerin yanı sıra, köy toprağının bir bölümü malikâne toprağı olarak ayrılmıştır ve bütünüyle ağanın tasarrufundaki bu topraklar bir tür angarya emeği (corvee labour) ile işlenir. ‘Sukhra’ tabir edilen ve tümüyle karşılıksız olan bu angaryaya bütün köy halkı katılmak zorundadır. Katılmayanlar cezalandırılır ya da köyü terke zorlanır. Özellikle pamuk toplama mevsiminde kadın ve çocuklar dâhil tüm köylüler kendi ürünlerinin tehlikeye düşmesi pahasına ağa pamuğunu hasat ederler. Yılda yaklaşık 30 gün süren bu zorunlu emek, 1960 başlarında ‘köylülerin uyanması ve hükümetin karşı durması’ sonucu kaldırılır… Köye 1955 yılında giren ilk traktör Marshall Yardımı Programı çerçevesinde gelen bir Masey Harris’tir. Ağa, 1955-1965 yılları arasında kendi birikimi ve banka kredisi yardımıyla iki traktör daha edinir. Öküzlerin çektiği karasabanın yerini tümüyle traktöre bırakması, 7 traktörün daha alındığı 1965-68 yıllarına rastlar… Yeterli tarımsal araca sahip olup geleneksel ortakçılara gereksinimi kalmayan eski ağa, yeni kapitalist işletmeci, mülkünü tüm köy arazisini içerecek bir çiftliğe dönüştürme çabasına girişir. Bunu elde etmenin temel mekanizması, evlilik yoluyla kurulan yeni hanelere toprak vermemektedir. Böylece evli çift, kocanın babası tarafından tasarruf edilen toprağa ortak olmak zorunda kalır (yani bir haneyi besleyen toprak artık iki haneyi besleyecektir). Politik baskı ve doğrudan şiddet kullanımı yoluyla geleneksel ortakçıların köyü terk etmeleri yolunda uygulanan baskılar sonucu da sürekli ve geçici göç başlar… Bir başka deyişle, artan makineleşme ve ticarileşme, ortakçılık anlaşmalarında hem niceliksel hem de niteliksel değişiklikler getirir. Ortakçılığın marjinalleşmesi diyebileceğimiz bu süreçte, ortakçılara verilen toprakların hem miktarı, hem de kalitesi düşürülür; köylüler ve ağa arasında giderek artan çelişkiden ötürü kimi haneler köyden kovulur… Ortakçılara verilen toprak miktarının azaltılmasının yanı sıra, önceden ekilemeyen alanların tarıma açılması ve köy merasının sürülmesi, ‘çevirme’ sürecinin diğer boyutlarıdır. Meraların sürülmesi, hayvanların yalnızca nadas arazisinde otlatılabilmesi ve dolayısıyla da küçük üreticiler için başka bir açmaz demektir.” (A. Adnan Akçay, s. 54-56).
Şimdi tüm bu anlatılanlardan sonra bir bütün olarak köylülükten, özünde köylü devrimi olan demokratik halk devriminden söz etmek, köylülüğün önümüzdeki devrimde “bütünsel bir sınıfmış gibi (elbette bazıları “bütünsel bir sınıfmış gibi” biçiminde bir açıklıkla -ki onlar buna saflık diyebilir- köylülüğün devrimdeki yerini dile getirmeyi sevmiyorlar ve daha anlaşılmaz yolları seçmek veya sorunun üstünden atlamak ihtiyacını duyuyorlar) davranmasını beklemek mümkün müdür? (Köylülüğün ayrışmasına ilişkin bakınız EK-II, Tarımsal İşletmelerde Tabakalaşmalar 1980). Hangi adla olursa olsun demokratik halk devriminden söz edildi mi içinden çıkılamaz bir kaos oluşuyor ve köylülüğün hangi kesimi ile ittifak kurulacağı es geçiliyor. Oysa iyice bakılırsa yoksul köylülük (ki bunlar yarı-proleterdir) köylülüğün en kalabalık tabakasının oluşturmaktadır. Ekilebilir alanın sınırına yaklaşıldığı (1950’de 8.868 bin hektar alan, 1960’da 15.305 bin hektar alan, 1970’te 15.591 bin hektar alan, 1980’de 16.372 bin hektar alan, 1987’de 18.781 bin hektar alan ekilmiştir) düşünülürse bu kesimlerin her geçen gün çoğalacağı da açıktır (Ayrıca bakınız EK-I, 1980 Genel Tarım Sayımı Verileri).
Elbette görmek istemeyen gözden daha körü yoktur.
Önümüzdeki devrim, sosyalist devrimdir ve yoksul köylülük bu devrimde, kent küçük burjuvazi ile birlikte devrimin siyasal ordusunun içindedir.
“Proleter olmayan kent emekçileri de -aydınlar, memurlar, küçük burjuvazi-sosyalist devrimin siyasal ordusunu oluşturacak bir toplumsal tabakadır. Proletaryanın, kurtuluş mücadelesinde öncülüğü elde etme çabasında bu kesimleri de yanına kazanması, giderek artan bir önem kazanmaktadır.” (P. N. Fedeseyev, Günümüz Dünyası ve Leninciliğin Sosyalist Devrim Teorisi, Konuk Yayınları, İstanbul 1978, s. 38).
Bizde bu çerçevede ifade edilecek kent emekçileri ile birlikte yarı-proleter yoksul köylülüğü proletaryanın hegemonyasında sosyalizmin siyasal ordusunu oluşturacaktır. Öğrenci hareketinin devrimimizde daha aktif -ideolojik, siyasal, askerî alanda- bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.


Toplumsal Hareketin Yeniden Yükselişi
1970’li yılların ikinci yarısından sonra, Türkiye sol hareketi tüm çeşit ve renkleri ile kendini göstermeye başladı. Ancak yine de bu dönemin çok çeşitli hareketi aslında iki ana çizgide toplanabilir. Tarihsel köken ve politik eğilimleri açısından iki ana çizgi sol harekete egemen olmuştur.
Birinci çizgi TKP hareketidir. İkinci çizgi de THKP-C hareketedir. Burada TKP/ML kökenli hareketleri unutmuş değiliz. Biz “egemen olan” iki eğilimden söz ettiğimiz için bu vurguyu yapıyoruz. Yoksa, Kaypakkaya’dan söz edip, onu devrimci bir önder olarak Mahir ve Deniz ile birlikte saydıktan sonra, TKP/ML’yi es geçmek mümkün değildir. Kimsenin de iradesine bağlı değildir.
TKP hareketi eski TİP-TSİP kadrolarını da bağrına alarak, 1970’li yılların ikinci yarısında hızlı bir gelişim gösterdi. TKP, tarihi boyunca, devrimci harekete Kemalist etkilerin taşıyıcısı olmuştur. 1925 sonrasında TKP kadroları Kemalizm’in ideologları haline gelmiştir. Mustafa Suphilerin, Ethem Nejatların, Kıvılcımlıların, Nâzım Hikmetlerin içinden geldiği parti, 1921 Ocak katliamı (Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi) sonrasında, utanç verici tutumlar almıştır. 1920 öncesi ulusal kurtuluş mücadelesinin de etkileri ile milliyetçilik “anti-emperyalist özlü” bir Kemalist ideolojinin yaratılmasını kolaylaştırdı. Bu işi, TKP kadroları ya da ona en yakın olanlar üstlendi. Kemalizm, büyük ölçüde onların keşfidir ve 1960’larda yeniden üretilmiştir. Kemalizm’in, Türkiye solu içinde iki kere üretildiğini görürüz, ilki 1920 sonrası, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi sonrasında, ikincisi ise 1960’larda. Tarihi boyunca Türkiye sol hareketi 1980’lere kadar Kemalist ideolojinin etki alanından çıkamamıştır.
TKP geleneği bu Kemalist etkinin manyetik alanında kalmasının da sonucu olarak, iktidar hedefini sürekli arkaya atan bir gelenektir. Kuşku yok ki, 1960’ların TİP’i bu gelenek içerisinde yer alır. 1920’de burjuva devrimi desteklemeyi “devrimci görev” yapan TKP, bir yandan etkisini kaybetmeye başlamış, diğer yandan ise sürekli olarak Kemalizm’e kadro sağlamıştır. Bu çizgiyi reddeden muhaliflerinin ise hep güçsüz kaldığı görülmektedir. 1920 öncesi programı, tüm tarihi boyunca, giderek daha uzlaşmacı niteliğe bürünerek savunuldu. 1920’de imparatorluktan sömürgeye gidiş vardı, savaş içinde SSCB doğmuştu ve emperyalist paylaşım savaşımı, tüm bölgede etkin olarak sürmekteydi. O gün savunulabilecek bazı şeyler, burjuvazinin Kemal’in omuzları üzerinden iktidara yerleşmesinden sonra savunulabilir mi? TKP bunu yaptı. Burjuva iktidar, Kürdistan, Lazistan milletvekilleri ile açıldı, ama ilk fırsatta, katliamlar devreye girdi. Bu gelişimi, TKP’nin belli başlı kadroları, “feodal kalıntılar temizleniyor” diye alkışladı. Ermeni ve Rum katliamlarını yaparken “ulus” yaratıyorlardı ve aynı zamanda “ulusal sermaye” yaratıyorlardı. Bu mantık; “ulus yaratma” mantığı; hep süre gelmiştir. 1960 sonrasında yükselen toplumsal hareketliliği belli bir dönem TİP kucaklamıştır. Ancak TİP, TKP geleneğinden ileri bir konumu hiçbir zaman temsil etmemiştir. Tersine pek çok TİP yöneticisi ve kadrosu her zaman TKP’ye öfke ve özlemle karışık bir bakışla bakmıştır. TİP, Kemalizm’in manyetik etkisinden çıkamamıştır. Daha ileri giderek burjuvazinin ilk yönetici kadrolarının da okulu olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kapıkulu devşirmesi TC’ye miras kalmıştır. TC 1920’lerde TKP kadrolarını kapıkulu olarak devşirdi. 1980’lerde ise tüm TİP kadroları, modern kapıkulu okulundan mezun olmuş olarak devletin yönetiminde her düzeyde görev aldılar. Doğrusu, 1980 sonrasında bu devşirme kadroların içinde Dev-Yol, TKP/ML vb. de vardır. Ama şimdilik TKP-TİP-TSİP çizgisini tartışıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde SSCB’nin yeniden imarında görülen başarı ve SSCB’nin sosyalizm adına emperyalizm ile ekonomik yarışa girmesinin de etkisiyle, sosyalizm devletçilik ve kalkınma modeli olarak, ekonomist bir mantıkla algılanmaya başlandı. TİP özellikle, vergi adaleti, planlı kalkınma ve devletçilik gibi vurgularıyla, tam anlamıyla burjuva sosyalist çizgiye oturmuştur.
1970 sonrası dönemde bu geleneğin temsilcisi yine TKP’dir. TKP bu dönemde de iktidar hedefi olmayan bir örgüttür. İşçi sınıfı içindeki etkinliğine rağmen, sınıf adına bağımsız politika üretebilecek teorik olgunluktan yoksundur. Buna uygun pratik bir savaş yürütmeye ise hiç niyetlenmemiştir. Düzenin uslu illegal solcu savunuculuğunu yapmıştır. Hem düzenin savunucusu olup, hem illegal olmak ise, aslında TC devletinin korkularının ürünüdür. 1920’den başlayarak sürekli iç savaş koşullarında var olmuştur. Buna bir de SSCB korkusunun, TC’nin efendilerinde yarattığı panik ve korkuyu ekleyin, burjuvazinin, burjuva devletin kendine güveni hep eksik olmuştur.
TKP’nin ileri demokratik devrim ve ulusal demokratik cephe tezleri tümüyle uzlaşmacı, yığına güvenmeyen, iktidar hedefinden uzak, sağ tezlerdir (Bugünlerde, son TKP başkanı Nabi Yağcı’nın, bir yağcılık yarışına çevirdiği burjuva kuyrukçuluğu, AKP iktidarına destekleri ile sürüyor. Belki de, Tayyip’in ağzından düşmeyen “ileri demokrasi” sözleri ile daha da kendinden geçmektedir. Kim bilir, TBKP’ye dönüşerek kapılarını kapatan TKP’nin yöneticileri, “ileri demokrasi” sözlerini duyunca; aha işte biz de bunu yapmak istiyorduk, diye bağırmakta mıdır? Kim bilir?). Bu sığlık içinde devrimci örgüt var olamaz. Bu sığlık politik planda da izlenebilir. Özellikle sendikacılık alanındaki politika bu sığlığın en belirgin özelliğidir.
Teoride işçi sınıfının öncülüğü reddedilmiyor, ancak kendini öncü ilan etmek ile yetiniliyordu. Öncülüğün teorik ve pratik bir süreç, çetin bir savaşım anlamına geldiği unutuluyordu. SSCB desteği ise, TKP’nin görüşlerinin doğrulayıcı kanıtı olarak sunuluyordu. Öncülük pratik bir sorun olarak değil de, masa başı sorunu olarak ele alınınca, parti de savaşçılar birliği olarak değil, salonda vals yapan hizipler birliği olarak düşünülür. İçte hizip çekişmesine rağmen, dışa yönelik “bütünsel” görüntüsünü tam da tüm hiziplerin çıkarına hizmet eden bir anlayıştan kaynaklanmaktaydı, savaşmamak anlayışı.
Sol harekete egemen olmuş olan ikinci gelenek, THKP-C geleneğidir. Aslında hem TKP ve takipçileri, hem THKP-C, hem de TKP-ML tarihi üzerine nesnel verilere dayalı bir çalışma çok faydalı olur. Ama bu, bu çalışmanın kapsamını aşar.
THKP-C hareketinin Kemalist anlayıştan kurtulamadığını daha önceden belirtmiştik. 1970 sonrası dönemde hiçbir THKP-C kökenli hareket devrimin niteliği, işçi sınıfının rolü, örgüt anlayışı gibi temel konularda takipçisi oldukları THKP-C hareketini aşamamıştır. Hem teorik ve hem de pratik alanda Dev-Yol ciddi potansiyellerin taşıyıcısı olmuş, ancak, 1980 sonrasında tümüyle sessiz bir kütleye dönüşmüştür. Bu “inanılmaz” çözülüş aslında süreç içinde parti anlayışında var olan örgütsüzlük savunusunun, pratik uzantısından başka bir şey değildir. 1970’e kadar THKP-C, devrimi, iktidarı istiyor ve ona göre olaylara yön vermeye, müdahale etmeye çalışıyordu. Oysa 1970 sonrasında THKP-C takipçileri, sadece gelişen olaylar tarafından sürüklenmekte idi. Birinde özne var, ikincisinde sulara kapılıp gitmek var.
Bugün Dev-Yol devrimcilikten demokratlığa yönelirken, örgütsüzlüğün de savunusunu yapmaktadır. Dev-Sol dışında THKP-C kökenli hareketlerin hemen tümü, partisizlik döneminden örgütsüzlük dönemine geçmiştir. Dev-Sol ise partisizlik noktasının devamcısıdır. 1970-1980 dönemi THKP-C hareketlerinin tümü partisizdir. 1980 öncesinde Dev-Yol, 1980 sonrasında Dev-Sol bunu ciddi olarak yaşamıştır.
1970’li yıllarda burjuvazi hiçbir zaman siyasal istikrarı sağlayamamıştır. Bugün burjuva ideologları, 1970’li yıllarda “güçsüz hükümetlerin” varlığından söz ederken bunu anlatmak istiyorlar. Ekonomik alanda da istikrar sağlanamamıştır. Tekelci niteliğe yükselmiş sanayi ve banka sermayesi çok daha güçlü iktidarlara ihtiyaç duymaktaydı.
1974-1980 dönemi boyunca hiçbir burjuva partisi tek başına hükümet olamamıştır. Ancak karşısıda bu bunalımı iktidar hedefiyle değerlendiren bir devrimci güç boşluğu vardı. Devlet, efendileri CIA ile birlikte, devrimci harekete, sola karşı büyük bir konsantrasyonla mücadele etmiştir. Her zaman olağanüstü dönemlere ait yöntemler, TC devleti tarihi boyunca, hep normal metotlar olagelmiştir. Bu baskı, gerçekte bir zayıflığın da göstergesidir.
TKP/ML hareketi ise 1970 12 Mart sonrasında, Kaypakkaya’yı ileri götürememiştir. THKP-C nasıl daha ileri taşınamamış ise, TKP/ML de ileri taşınamamıştır.
Türkiye işçi hareketi hiçbir dönem kendi bağımsız sınıf hedeflerini her koşulda savunacak ve bu yolla kendini iktidar yapacak politikaları üretecek bir devrimci partinin önderliğine sahip olamamıştır. Bu 1970’li yıllarda ciddi olarak kendisini hissettirmiştir. Bugünlerde legal parti yolu ile (TBKP ve diğer girişimler) illegal partiyi kurarak bu sorunu çözmeye çalışanlar ise tam bir komedinin hazırlayıcıları rolündedir.
1970’li yılların sonunda gelen Eylülist Darbe sonrasında, 1970’li solun “bin parçaya bölünmüşlüğü” yenilginin nedeni olarak düşünüldü. Yani; sol bu kadar parçalı olmamış olsa idi, 1980 Darbesi başarılı olmazdı; türünden bir düşüncedir bu. Bu görüş ciddi dayanaklara dayanmamasına rağmen iki nedenle incelenmeye değerdir: Birinci neden bu görüşün yaygınlığıdır. İkinci ve önemli olanı ise 1980 sonrasında moral üstünlüğün burjuvaziye geçtiğinin kanıtı olmasıdır.
Eylülist Darbe’nin başarısını ya da devrimcilerin yenilgisini, “solun bölünmüşlüğünde” görmek, güç denince niceliği anlamanın itirafıdır. Güç nicelik değildir. Tersine 1980 öncesinde Türkiye sol hareketi yeterince bölünememiştir. İşçi hareketinin esas eksikliği, her koşulda iktidar savaşımını öne koyan, bir savaşım biçiminden diğerine hızla geçebilme yeteneğine sahip devrimci bir savaşçılar birliğinin olmayışıdır. Yenilgi her şeyden çok burada, yani niteliktedir. Demek ki devrimci sosyalistler kendilerini ayıramamıştır.
Yeterince ayrılmamak, birleşememek anlamına da gelir. Kendini ifade edemeyen, kiminle birleşeceğini, nasıl birlik istediğini, ne için birlik istediğini bilmeyenin net bir birlik politikası olamaz. Bu durum bugün için de geçerlidir. Birleşme çağrıları ya da toplantılarla birlik meselesi çözülmüyor. İyi niyet yeterli değildir. Sorun, kendini ifade edebilmek, ayrılabilmektir. 1980 öncesi, pek çok örgüt arasındaki farklılıkları kendi üyeleri bile bilmemekteydi. Bu bir bölünme tutkusunun ürünü değil, politik bir hat oluşturarak kendini ayıramamanın bir sonucudur. Devrimci örgüt eksikliğinin bizce anlamı şudur; 1970’li yıllarda var olan örgütlerin birleşmesi veya herhangi birinin bazı eksiklerinin giderilmesiyle devrimci örgüt yaratılmazdı. Devrimci örgüt her şeyden önce bir nitelik sorunudur. Hiçbir toplama işareti ile artan nicelik, kendi kendine bu sorunu çözmez.
Demek oluyor ki bugün de esas sorun kendini ayırmak sorunudur. Bu hem teorik ve hem de pratik bir görevdir.
12 Eylül sabahı sokaklarda, barikatlarda direnişi, herhangi bir örgüt başlatsaydı, bu dağınık solun nasıl birleşeceği görülecekti. Kim sokağa çıksaydı, kim savaşmayı deneseydi, diğer güçlerin gerçekten öncüsü olurdu. Bunu TKP yapsaydı, diğerleri arkasına geçerdi; bunu Dev-Yol yapsa idi, diğerleri arkasına geçerdi; bunu TKP/ML yapsaydı diğerleri arkasına geçerdi. Bu başlatılmış olsaydı, hızla bazı ayrım noktaları silinir, başka ve yeni bir ayrım noktası oluşurdu; devrimciler ve devrimci olmayanlar, direnenler ve teslim olanlar. Bu ayrımı, hapishanelerde, hücrelerde, işkencehanelerde yaşadık. İşte orada yaşananın, sokakta yaşanması gerekli idi. Bunun için ise kalabalık olmak değil, devrimci bir parti olmak gereklidir. Eylemin birleştiriciliği böyle ele alınmalıdır. Söz değil, eylem birleştiricidir. Öncülük doğru zamanlama ile bu birleştirici eyleme yönelme cesaretindedir.
1970’lerin ikinci yarısında, çok sayıda örgüt, çok sayıda çizgi anlamına gelmiyordu. Sol hareket bir bütün olarak somut durumu kavramaktan uzaktı. Bu aynı zamanda Kemalist etkiden kurtulamamanın da ifadesidir.
Devrim hedefi, demokratik devrim olarak ele alınıyordu. Tüm çeşitlerine rağmen (demokratik halk devrimi, ulusal demokratik devrim, ileri demokratik devrim) demokratik devrim savunusu Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısını ve Lenin’in devrim teorisini kavrayamamanın ürünüdür. Öte yandan TİP’te ifadesini bulan sosyalist devrim savunusu ise, demokratikleşme için hükümete verilen beş yıllık planlarla ulaşılacak bir hedef görünümündeydi. TİP, devrimcileri sosyalist devrimi savunmamakla eleştireceğine, eylem yapmakla, goşistlikle suçlamıştır. Ne sosyalizm ama, savun, yerinde otur. Düzen böyle sosyalistleri çok sevmiş olmalıdır.
Sol hareketin günlük politikasının odağında iktidar yoktu. Böyle olunca “anti-faşist”, “anti-emperyalist” mücadele öne çıkmaktaydı. Bu iki kavram ile öne çıkan, dönemin Türkiye’sinin ihtiyaç duyduğu şekliyle devrimcilik değil, demokratlıktı. Öte yandan devlet faşist çeteleri sol hareketin üzerine sürmekte, böylece “devrimci-faşist çatışması” görüntüsü altında devlet, sınıflar üstü, baba rolünü oynayabilecek kadar yıpranmamaktaydı. Bu durum, devletin tarafsız olduğu inancının beslenmesinde bir etken olmuştur.
Günlük politikada devrimci olmak, iktidar hedefi ve bu hedefe ulaşacak temel taşların belirlenmesinde bir netliğe sahip olmayı gerektirir. Bu açıdan TKP kökenli hareketler devrimci pratikten tümüyle uzaktı. Tekelci kapitalizm tahlilini yapan TKP, barışçıl geçişten dem vurmaktaydı. Ve kapitalist olmayan kalkınma yolu masallarını anlatmaktaydı. Bu açık çelişki “goşist” nitelemesi ile aşılmaya çalışılıyordu. Radikalizmi reddetmenin adı “goşizm” olmuştur. TİP, TKP’yi; TKP, tüm sol hareketi goşist olarak ele alıyordu. Böylece devrimci eylemden uzak durmanın mantığı da açıklanmış oluyordu.
Öte yandan THKP-C kökenli hareketlerin radikalizmi, teorik ve pratik tahlillerdeki geri konumuyla çelişmekteydi. Radikalizm, pratikteki devrimcilik, teorik ve politik alanda bilimsellikle bütünleşmeyince yol açıcı olamıyor. Sadece bununla kalmıyor, devamı olarak giderek hedeften sapmaya başlıyor. Hedeften sapan eylem, kendisi için eyleme dönüşür. Kendisi için eylem kuşku yok ki gerekli olabilir. Ancak, bu sürekli bir hal alınca, radikalizm adına ölüler öldürülebilir. Günlük mücadele için radikalizm, ama strateji, taktik, analiz yok.
TKP kökenli hareketler, işçi sınıfının devrimci rolünü, devrimciliği yok ederek kabul ediyordu. Bunun pratikteki ifadesi; işçi dalkavukluğu, işçi kuyrukçuluğudur. Devrimci olmayan ama öncü işçi sınıfı, sadece ekonomik haklar ve sendikal mücadele ile uğraşmalıdır. Böyle olunca işçi sınıfının öncü partisi de, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini desteklemeliydi. Böylece TKP’nin işçi hareketindeki bağları, reformizmin işçi hareketinde kökleşmesinin de hazırlayıcısı olmuştur. Radikal gruplar ise sınıfa yönelik politika üretebilmekten ciddi olarak uzaktı. Böylelikle işçi sınıfı reformizmin ellerinde, sınıf savaşımında uzlaşmacı karakteri ile devrimci rolünü oynayamaz hale gelmişti. Eylülist Darbe’ye karşı ciddi bir işçi direnişi olmamasında, kendiliğinden bile olsa, bu reformist etkinin köklerinin derin olmasının etkisi büyüktür.
1973-1974 sonrasında özellikle burjuvazinin “demokratik” muhalefeti ile yönetmeye çalıştığı toplumsal hareketlilik, giderek devrimci karakterlere bürünerek ilerledi. Burjuvazi, gelişen sınıf savaşımını durdurmak için, bazı kesimleri aracılığı ile sola vurmakta, kitleleri bu kanallarda, mesela CHP’de toplamak istiyordu. Ama onların isteği ile gerçekleşen arasında bazı farklar oluştu. Gelişen sınıf hareketi, devrimci grupların büyümesine olanak verdi. 1977 1 Mayıs’ı bu anlamda bir dönüm noktası oldu. İşçi hareketinde yükseliş durdu, yoğun bir burjuva saldırı başladı. Bu tarihten sonra işçi sınıfı ciddi ölçüde yeni savaşım yöntemleri denemedi. 1 Mayıs 1977 sonrasında burjuvazi, kitle kıyım yöntemleri ile yükselen ve giderek devrimcileşen kitle hareketliliğini önlemeye çalıştı. Bir yandan burjuva terörü, diğer bir yandan işçi sınıfının bağımsız politikasını üretecek, her savaşım biçimini kullanmaya hazır savaşçılar birliği, devrimci partinin olmaması işçi sınıfında kararsızlığın, yalpalamanın, geri çekilme eğiliminin artmasının nedenidir. Böylece işçi sınıfı, öndersiz, kendi bağımsız politikası olmadan yani tam anlamıyla silahsız savaş alanına “çıkmıştır”. İşçi sınıfı bu dönemde ekonomik mücadelesinin boyutlarını ciddi biçimde aşamamıştır. DİSK, 20 Mart Faşizme İhtar Eylemi ile genel grev denemesine girişmekten çekinmiştir. İşçi sınıfı içinde burjuva reformist etkinin derinliği, sınıfın devrimcileşmesinin önünde en büyük engeldir. Özünde her ekonomik mücadele, bir anlamda, işçi sınıfı açısından yenilgidir. Reformist etki ve ekonomik mücadele ile sınıf yorulmuş, moralsiz düşmüştür. Aslında daha öncesinden, 1977’den başlamıştır. 1980 Eylül Darbesi’nin neden hiçbir direnişle karşılaşmamış olduğu ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olgudur.
Görüldüğü gibi, 1980 yenilgisi, solun çok bölünmüş olması ile açıklanır durumda değildir, tersine önderliğin, devrimci önderliğin eksikliği ile açıklanabilir.


Oportünizmin Toplumsal Temelleri
Türkiye’de oportünizmin besleyicisi olan, ideolojik, politik ve toplumsal temeller vardır. Bunların incelenmesi, ortaya konması ve oportünizme kesin darbelerin vurulması gerekir (elbette bu savaş ideolojik, politik ve pratik bir savaşımdır).
Marksizm-Leninizm’e düşman bir ideolojik politik akım olarak oportünizm, özünde, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı üzerindeki etkisinden başka bir şey değildir.
Teori ve pratikte sağ ve “sol” oportünizm olarak başlıca iki biçimde ortaya çıkar. Dünya işçi sınıfı hareketi, oportünizmin bu iki biçimini, değişik koşullarda, değişik özgünlüklerle tanır. Oportünizmin bu her iki biçiminin başlıca ortak özellikleri; proletaryanın devrimci hegemonyasının reddi, yığınlara güvensizlik, genel ile özelin diyalektik birliğinin koparılması, bunlardan birinin abartılması, nesnel gerçeklik ve devrimci insiyatif arasındaki diyalektik ilişkiyi görmezlikten gelme, teori ile pratiğin birliğinin reddedilmesi, proletarya diktatörlüğünün reddi olarak toparlanabilir.
Sağ oportünizm teoride, Marksizm-Leninizm’i bayağılaştırıp, burjuvazinin kabul edebileceği sınırlar içine sokarken, reformizmi bayraklaştırır. Pratikte ise, burjuvazinin işçi hareketine yönelik baskıları karşısında boyun eğmek, sınıfı yanıltıcı politikalar önermek, sosyalist devrimden ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçmek, burjuvaziye sınıf işbirliği, proletaryanın gücünü küçümsemek olarak kendini ortaya koyar.
“Sol” oportünizm ise, teoride dogmatizm ve pratikte sekterlik olarak ortaya çıkar. “Sol” oportünizm, Marksist-Leninist kuramı, somut durumu göz önünde bulundurmaksızın uygular ve onu böylece bir kuru dogmalar yığını haline getirir. Nesnel olan ile özne arasındaki ilişkileri doğru değerlendiremez ve böylece temelsiz ve dayanaksız “devrimci” sloganlar atar.
Oportünizmin işçi hareketi içinde yer bulmasının temelinde; işçi aristokrasisi, sendikal bürokrasinin varlığı ve küçük burjuvazi yatar. Burjuvazi işçi sınıfının belli bir kesimini yüksek ücretler, rüşvet vb. yöntemlerle kendine bağlar ve bunlar hareketin önderliğini çekmeye başladıklarında sınıf hareketini satarlar, onu burjuvaziye peşkeş çekerler.
Karşıt iki sınıfın var olduğu bir toplumda, burjuvazi belli sınırlara kadar sınıf savaşımını kabul edecektir.
“Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan yazılan ve durmadan söylenen şey budur. Ama bu doğru değildir. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizm’i sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını koparmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir ancak.” (Lenin, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 8. Baskı, s. 48-49).
Evet, gerçekten de burjuvazi için devrim yolunda yürümediği sürece sınıf savaşımı kabullenilebilirdir. Bu, sınıf savaşımını belli sınırlar içinde tutmak, aynı zamanda onun doğru hedeflere yönelik gelişimi önünde tampon olmak demektir. İşçi hareketi içinde işçi aristokrasisi böylesi bir durum için bir toplumsal temeldir.
Dünyaya diyalektik materyalist anlayışla bakıyorsak, toplumun, düşüncenin ve doğanın süreçler bütünü olduğunu anlayabiliriz. Dünya tek tek olgulardan değil, süreçlerden oluşur. Oysa felsefî idealizm olguları birbirinden bağımsız olarak ele alır. Bu durumu toplumsal alanda da izleyebiliriz. Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve birbirine karşıt iki sınıf bu toplumun gerçeğidir. Ancak kim ki bu iki temel sınıfın, bu iki karşıt sınıfın dışında sınıf ve katmanların olmadığını söylerse, o gerçekten toplumu diyalektik maddecilikle anlamıyor demektir. Küçük burjuvazi ve köylülük ve bunlarla işçi sınıfı kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaktadır. Sınıflar aynı anda ve yan yana iç içe vardırlar. Böylece bu küçük burjuva kesimler kapitalizmin gelişimi ile birlikte iflasa uğrayıp proletaryanın saflarına katılırken, aynı zamanda bu kesimin saflarına yeni üyeler de katılır. İşçi sınıfına katılan bu küçük burjuvalar tüm eğilim ve pisliklerini de harekete taşırlar. Bu dayanaksız ve kararsız kesimler işçi sınıfı partisine katılır ve uzun süre küçük burjuva özelliklerini korurlar. Sınıf savaşımının zorlukları karşısında bunlar, yıkıma, reformist etkilere, zamansız çıkışlara, yalpalanmalara açıktır. Proletarya ve küçük burjuvazinin birbirlerinden soyutlanmış toplumsal kesimler olmaması, bu etkinin sürekliliğine neden olur. Bu küçük burjuva etki sağ ve sol sapmaların da temelini oluşturur.
Görünüşleri birbirine karşıt iki politik akım niteliği taşıyan sağ ve sol oportünizm, tam da küçük burjuvazinin çelişkili karakteri nedeniyle böyledir. Bu durum, iki oportünist akımın aynı toplumsal kesimlerin ürünü olması, küçük burjuvazinin çelişkili karakteri göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı olmaktan çıkacaktır. Küçük burjuvazinin bu sınıfsal durumu, çelişkili sınıfsal konumu -proletarya ile burjuvazi arasında yer alması ve ikili niteliği- var oldukça, oportünizm ve oportünizme karşı savaş da var olacaktır.
Bütün bu toplumsal temeller sınıf savaşımının dinamikleri çerçevesinde, sağ ve sol oportünizmi oluştururlar. Özünde aynı olan bu iki akım:
“Ancak bu iki akım, sonuçtaki amaçları bakımından yalnızca birbirine yaklaşmakla kalmamakta, aynı zamanda özdeşleşmektedirler de. Bu ya da şu durum, devrimci hareketin yükseliş ya da durağanlık durumlarında ve burjuvazinin baskısı ile orantılı olarak küçük burjuva iki yüzü ile görünmektedir. Bir uçta, onu siyasal alanda “sol”cu sabırsızlık, umutsuzluk, gevezelik ve sözde devrimcilik içinde öteki uçta ise revizyonist ve reformist olarak karşımızda bulmaktayız.” (B. Grigerov, Bulgaristan İşçi Hareketinde Sağ ve Sol Sapmalar, Bilim Yayınları, s. 8).
Bir yandan mülkiyet ilişkileri nedeniyle burjuvaziye yakınlaşıyor, öte yandan kapitalizmin ilerlemesiyle başlayan çöküş nedeniyle Marksizm-Leninizm’den etkileniyor. Ancak onlar Marksizm-Leninizm’i tam da küçük burjuva (çok değişik burjuva ve diğer görüşlerin karmaşası olarak küçük burjuva) görüş açısından algılıyorlar. Böylece durmadan işçi hareketine bu küçük burjuva katılım sürer. Özellikle barış dönemlerinde devrimciliğin moda olması, çekiciliğinin artması bu küçük burjuva kesimlerin hareketteki çokluğunu açıklar. Ancak yakalanacak halka bunların nicelik yönü değildir. İşçi sınıfı hareketine ve onun politik öncüsüne sızabilen bu kesimlere karşı savaşım yeterince yürütülemezse ve bunlar şu ya da bu ölçüde parti yönetimini ellerine geçirirlerse, giderek partinin proleter niteliği son bulur. Bu durum, bu kesimlerin iyi ya da kötü niyetlerinden bağımsız işleyen bir süreçtir. Böylece Marx ve Engels’in deyimiyle parti “iğdiş edilmiş” olur. Örneğin, demokratik merkeziyetçilik mekanizması yerine bürokratizm, proletarya enternasyonalizmi yerine küçük burjuva milliyetçiliği, proletarya diktatörlüğü yerine demokrasi bir hedef olarak öne çıkar. O nedenle oportünizmin önemli ölçüde başarısı proletaryanın militan öncüsünün ideolojik, örgütsel ve politik etkinliğinin zayıflığıyla ilişkilidir.
Türkiye işçi ve devrimci hareketinde oportünizm yetmiş yıldır bir illet gibi, bir ayak bağı görevini görüyor. Bugün bu oportünist eğilim bin kat daha egemendir. Ama bu işçi hareketinin baş düşmanı sağ oportünizme karşı savaşımın başarısının mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Bugün bir yanda on yılların birikimiyle döneklik mertebesine yükselip burjuvazinin safına geçmiş olanlarla, yenilgiye rağmen direnmekten yana olanlar şeklinde başlıca iki eğilim görülüyor. Bu iki eğilim tüm nüanslarıyla kendini gösterecektir. Ancak bir komünist için affedilmez olan şudur: Savaşımı yalnız oportünizmin bir türüne yöneltmek. Doğru olan bu değildir. Yolun direnmekten yana olan kısmında kalanlar arasındaki kıyasıya bir ideolojik kavga olmadan, bir yerlere varılamaz.
a. İdeolojik Faktörler: İşçi hareketi üzerinde burjuva etkisi olarak oportünizm, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına taşınmasıdır da. Burjuva ideolojisinden kopulmadıkça, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi gerçekleştirilemez.
Türkiye sol hareketinde ve işçi hareketinde oportünizmin uzun yıllar yer etmesinde önemli etkenlerin başında sol hareketin hiçbir zaman Kemalizm’den, burjuva ideolojisinden kopamaması gelmektedir. Sol hareketin tarihinin bunu gösterdiğine inanıyoruz.
Kurtuluş Savaşı yıllarında oluşan komünist hareketin burjuvazinin, Kemalizm’in kuyruğuna takılması, hem iktidar öncesinde, hem de burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin sonrasında onun yedeği olması, hareketin en başından burjuva sınırları aşamaması anlamına geliyor. Elbette kuyruğuna takınılan harekete taze kan da taşıyor. Kemalizm’in kadroları, çekirdeği zaten yok edilmiş ve bir çizgi olarak burjuva etkiyi aşamamış “komünist” hareketten devşiriliyor.
1950’lerde gençlik “ordu-gençlik el ele” sloganlarını atarken bu etkinin derinliğini göstermiş oluyor. Türkiye solu ya da sola yönelen “herkes” baskının arttığı koşullarda, Kemalizm ve ordu bayrağı ile gericilere karşı savaşa kalkışıyor. Bu aynı eğilimi M. Çayan da taşıyor.
“Asker-sivil aydın zümre küçük burjuvazinin bir tabakasıdır. Kemalizm ise bu kesimin veya küçük burjuvazinin en radikal tutumu, politik görüşüdür.” (THKP-C Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, s. 142).
M. Çayan bununla da yetinmiyor.
“Kemalizm, küçük burjuva devrimciliğinin işgal altındaki bir ülkede -Türkiye’de- emperyalizme karşı bir isyan bayrağıdır. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva milliyetçiliğidir.” (age. s. 140-141).
Gerçekte bu satırlar, burjuvazinin resmî ideolojisinden bir milim farklı değildir. Tek fark; Kemalizm’in içinde (kendilerine Kemalist diyen ama Kemalist olmayan anlamında) bir gerici kanat keşfediliyor. Yıllar sonra TKP ve Dev-Yol ve Türkiye solunun en geniş kesimleri CHP içinde ittifak yapılabilir ikinci kanat ile karşı durulması gereken gerici kanat ararken gerçekte aynı şeyi yapmaya çalışıyorlardı. Türkiye soluna, bu “iki kanat arama ve biriyle ittifak yapma” anlayışı 1920’lerin TKP’sinden taşınmıştır.
Aynı anlayış ayrımsız pek çok devrimci tanınan aydında mevcuttur. O kadar Kemalizm’e bağlılar ki Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin katledilmesini feodal kalıntıların temizlenmesi olarak teorize etmekten utanmıyorlar. Kemalizm’e karşı ideolojik mücadele bayrağını belli bir kararlılıkla İ. Kaypakkaya açıyor. Ancak, İ. Kaypakkaya pratikte Kemalizm’i bir çizgi olarak aşamıyor. Onun da ötesinde bir bölgesel mezhep hareketine dönüşen takipçileri, sınıf içinde örgütlenemiyorlar.
Burjuva devrimi değerlendirilirken Kemalizm’in karakteri çok açık ortaya konmuştur. Eklemek gerekiyor; Kemalizm ulusal kurtuluş savaşlarının ilkinin ideolojik ifadesi değil, gelişen bir devrimin burjuvazinin eliyle boğulması, radikalizminin emilmesi ve kapitalizmin kurulmasının, bu doğrultuda burjuvazinin hegomen bir güç haline getirilmesinin ideolojisidir. Bu ideolojide anti-emperyalizm aramak, niyet ve dileklerini nesnellikle karıştırmaktır. Bu doğrultuda Kemalizm’in feodal ağaların ve burjuvazinin ideolojisi olarak nitelenmesi de eksiktir. Burjuvazinin, savaş sonrası iktidarı feodal gericilikle paylaşması, iki sınıfın ortak ideolojilerinin olmasını gerektirmez, ortak hedefleri olması yeterli görülmelidir.
Kemalizm aynı zamanda Misak-ı Milli sınırları içinde baskı ve terörle birleşen ulusal uzlaşma sağlamanın ideolojisidir. TC’nin oluşumunda Ekim Devrimi korkusu ve halkların imhasıyla Türkleştirme iki önemli temeldir. Kemalizm, bu iki temelin birleştirilmesi ve halka yedirilmesinin aracıdır.
Tekelci dönemde burjuva ideolojisi, pragmatizmdir. Bu pragmatizmi Kemalizm’de görmek mümkündür. Kemalizm adına burjuvazi her zaman belli bir yönü öne çıkarmış ve buna uygun M. Kemal imzalı sözleri sıralamış, ardından bir başka dönemde bunun tam tersi noktaları öne çıkartırken de aynı şeyi yapmıştır.
Kapitalizmin gelişiminde başından bürokrasinin (biçimin), burjuvazi (öz) lehine oynadığı rol, daha sonra orduya yüklenmiş, mistik bir hal verilmeye çalışılmıştır. Bu yolla devletin zarar görmesi bir ölçüde engellenmiştir. Ancak bugün bu sorun burjuvazi açısından çoktan aşılmıştır. Burjuvazi, 1980’lerin ikinci yarısından bu yana, alt-emperyalizm hedefine dönük olarak Kemalizm’i rehabilite etmek, belli bir anlamda önüne engel olduğu ölçüde bir kenara çekmek politikalarına yönelmiştir.
Türkiye solu ise hâlâ “tek ülke, tek devrim, tek parti” anlayışı ile Misak-ı Milli’ye sarılıyor. Kimileri ise sözde Kemalizm’in gerçek yüzünü şöyle anlatıyor:
“Türkiye’de Kemalist hareketin anti-emperyalist olup olmadığı çok (gerçekten çok mu) tartışılmıştır. Bizce sorunun bu tarz konuluşu dahi sakattır. Çünkü 1920’lerden 1940’lara veya daha sonraki yıllara hep aynı biçimde damgasını vuran homojen bir Kemalizm’den bahsetmek mümkün değildir. (İnsan ilk iki cümlenin ardından homojen bir Kemalizm’den söz edememe nedeninin öne sürülmesine şaşırıyor. Yazar neredeyse Kemalizm’den de söz etmeyecek. Ama iş burada durmuyor.) Kemalizm’i kendi evrim sürecinden koparıp soyut bir tarzda ele almamız halinde varacağımız sonuçların sağlıklı olmayacağı kuşkusuzdur.” (A. Can, age. s. 25).
Yazar Kemalizm’in tarihini ak ve kara dönem olarak ayırmanın hazırlığını yapıyor. İşte derinlik budur.
“Zira Kemalizm, baştaki ilerici ve anti-emperyalist özelliklerine rağmen zamanla dönüşüme uğrayan, devrimci barutunu tamamen tüketen, demokrasi adına halk demokrasisinin en iğrenç karikatürü olan bir tiranlığı (yazar tiranlığı demokrasinin en iğrenç karikatürü olarak nitelendiriyor. Not bize ait) reva gören ve emperyalist sermayenin güvenini kazanmaya çalışan halk düşmanı bir hareketin, şoven ideolojisidir.” (A. Can, age. s. 25-26).
Bir şeyi kötülemek için kötü sözler sıralamak ayrıdır, o şeyin gerçek niteliğinin analizi ayrı. Kemalizm’in anti-emperyalist olup olmadığının daha çok tartışılması, bu noktada kafaların kırılması, ideolojik şiddetin buraya uygulanması gerektiği düşüncesindeyiz, öyle yapacağız. Eğer siz Kemalizm’i devrimci barutu olduğu ve devrimci barutunun tamamen tükendiği iki döneme ayırıyorsanız, şu soruya yanıt vermeniz gerekir: Bu değişimin, bir dönemden diğerine geçişin nedeni nedir? Kemalizm hiçbir zaman devrimci olmadı. En başından devrime, devrimcilere, halklara saldırdı.
b. Politik faktörler: İdeolojide Kemalizm’e bağlanma, burjuva ideolojisinden kopamama; politikada; ulusal kalkınma, daha düzgün gelir dağılımı, ekonomide; “devletçilik” ve demokrasi olarak ortaya çıktı. Burada konuya girerken hemen belirtmek gerekir ki, sosyalizmin var olduğu ve çekiciliği bulunduğu bir dönemin dünyasında ulusal kalkınma, “devletçilik”in sosyalizmle özdeşleştirilmesi, burjuva sosyalizminin, “kapitalizmin kusurlarını giderme sosyalizminin” temel özelliği olmuştur.
Dünya devrimci hareketinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yüksek prestije sahip olmasına rağmen savunma ve statükocu anlayışı seçmesinin ardından kapitalizm kendi savunma mekanizmalarını harekete geçirdi. Planlama ve kalkınmayı sosyalizmin kendi üstünlüğü olarak öne çıkartıp ekonomik yarışma ile emperyalizmi alt edebileceğini sanması karşısında kapitalizm “planlama ve kalkınmayı” aldı. Sosyalizmin içte ekonomik yarışma ile emperyalizme üstünlüğünü kanıtlamaya yönelmesi, dışta soğuk savaş stratejisi ile uzun dönemli kıskaca alınışı, dünya işçi hareketinin, devrimci hareketin uluslararası düzeydeki dağınıklığı, statükoculuğun temel strateji haline getirilişi, kapitalist olmayan kalkınma yolu stratejileri, enternasyonalizmin laf yığınına dönüşmesi, Türkiye solunda planlama-kalkınma-demokrasi politik çizgisinin sosyalizm olarak sunulmasının yolunu da açmıştır.
Burjuva sosyalistleri kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı -tekelleşme, gelir dağılımının bozulması, enflasyon vb.- yaygarayı kopardılar. Bu karışıklık, bu yıkıcı etkileri yapıcı etkilere dönüştürmek isteği ile kapitalizmin kusurlarını tamamlayıcı politikalar önerdiler. Ve bütün bunları ulusal kalkınma ve halkın refahı “için” yaptılar. Kitlelerin sosyalizm özlemine karşılık, onları kapitalizmin içinde tutacak düzenlemelerle uğraştılar.
Demokrasi hedefini, sosyalizme gidişin basamağı, işleyen bir kapitalizmin ve sınıf uzlaşmasının temeli olarak ele aldılar. Türkiye solu emperyalizm döneminde burjuva demokrasisinin rafa kalkmış olması vurgusundan, böylesi bir demokrasiyi kurma görevini kendisinin üstlenmesi gerektiği sonucunu çıkardı. Kapitalizmin niteliği gereği oluşan özelliklerine, eksikliklerinin giderilmesi programıyla yanıt verdi. İşte iktidar hedefi ile savaşmamak budur.
Demokrasi, ulusal kalkınma, ulusal kurtuluş vb. öne çıkınca iktidarın alınması arka planda kalmıştır. Üstelik bu anlayış çok doğal olarak burjuvazi içinde ittifak yapılabilecek güçler keşfetmeye yol açmıştır.
İdeolojik olarak bağımsızlaşamayan Türkiye solu, politikalarında da bağımsız olamadı. TC’nin günlük faaliyeti onun gündemini oluşturdu. Bu noktada Kemalizm zehriyle büyümüş Türkiye aydınının gündemi ve tartışmaları oldukça öğreticidir.
Politik faktörlerin tümünü; işçi ve devrimci hareketin savaşkan, devrimci bir öncü partiye sahip olmaması şeklinde de ifade edebiliriz. Aslında işçi hareketi ve toplumsal hareket, devrimci bir yolda ciddi olanakları her zaman sunmuştur. Ancak Türkiye solu, burjuva ideolojisinden kopamamanın sonucu olarak, her zaman hareketin peşine takılmıştır.
Bunu reddedip öncü olma görevi ile devrimci bir temelde öne çıkan 1968-1972 hareketi ise Kemalizm’den kopamamış, Türkiye sınıf gerçeğini yanlış değerlendirmiştir.
1970’li yıllar boyunca artan toplumsal mücadeleyle birlikte işçi sınıfının öncülüğü de berraklık kazanmaya başladı. 15-16 Haziran direnişi, DGM ve MESS direnişleri, 1 Mayıs’lar, Tariş direnişleri bu pratik önderliğin kanıtıydılar. Ancak bu eylemlerde Leninci bir öncülük söz konusu olmadı. Oportünist eğilim toplumsal mücadelenin yol göstericisi olamayacağını da gösterdi. Hep olayların gerisinde kalmaya başladı. Düşmanı iyi tanıyıp, somut durumun somut analizini yapmak ve devrim hedefini başa koymak yerine, ekonomist hedeflerle içi boş bir yığınsallaşma ile hareketin gelişiminin önünde ayak bağı oldu.
Artan toplumsal hareketlenmenin doğru önderlikten yoksunluğu, giderek yorgunluk eğilimlerinin öne çıkmasına neden oldu. Bu yorgunluk özellikle 1977 yılından sonra daha da belirginleşti. Bir yandan faşist terör ve diğer yandan yığınların artan hoşnutsuzluğu, onların kullandıkları yöntemleri geliştirmesini bilen bir partinin olmaması sürekli başarısızlıkları doğurdu. Ufak zaferler abartılarak düşmanın gerçek gücünü yok etmeye yönelik eylemler ertelendi. Tek kelimeyle; burjuvazi işçi hareketini rotasından saptırdı.
1980 yenilgisine böylesi bir ortamda gelindi. Yenilgi sonrasında durum ve iktidarın faşist niteliği görülemedi. Sözde iktidarın faşist niteliğini görenler de faşizme karşı savaşmaya niyetleri olmadığını gösterdiler. 80 öncesinde zaten yorgun düşmüş yığınlar, solun bu sağlıksızlığı karşısında, cuntanın ideolojik kampanyalarından etkilendiler. Hatta pek çok sol grup bu etkilenmeyi hâlâ yaşamaktadırlar.
Sınıf savaşımı mantığını kavrayamama, iktidarın niteliğini görememe, iktidarın bir baskı aracı, bir ideolojik araç olarak rahatlıkla kullanıldığı parlamenter yöntemlere “demokrasi” adına umut bağlamasına neden olmaktadır. 1980’de oldukça planlı hareket eden burjuvazi en çok ideolojik alanda başarı kazanmıştır. Cuntanın bu başarısı bugün “yeni”ye yönelişte de ifadesini bulmaktadır.
c. Oportünizmin nesnel temelleri: Yukarıda anlatılanlar bir anlamda sol hareketin tarihinde nesnelleşmiş noktalar olsalar da bu etkilerin oluşup yerleştiği ortamın, sürecin nesnelliği ayrıca incelenmelidir.
Toplumda sınıflar birbirinden kesin çizgilerle ayrılmazlar. Bu özellikle işçi sınıfı ile küçük burjuvazi, yoksul köylülük açısından böyledir. Kapitalizmin tedricî yoldan gelişmesi, süreç içinde yavaş ve sancılı gelişmesi hem sınıf mücadelesinde radikal çalışmaların önünü kesiyor, hem de küçük burjuvazinin mülksüzleşerek işçi sınıfına katılmasına neden oluyor. Küçük burjuvazi, mülksüzleşir mülksüzleşmez özlemlerinden vazgeçmiyor. Yeniden mülk (üretim aracı) sahibi olabilme özlemini taşıyor. Bu durum işçi sınıfı içinde oportünizmin yer etmesinin ve bunun sürekliliğinin nesnel temellerinden biridir. Bu noktada ülkemizin özgünlüğü, tedricî dönüşüm nedeniyle her gün proletarya saflarına katılanların niceliksel fazlalığından çok, bunun sürekli ve kitlesel olmasıdır. Gecekondulaşma tam da bu çerçeveye oturmaktadır. Gecekondular devrimci mücadelenin alanlarından biridir. Ancak gecekonduların klasik işçi mahallelerinden ayrılan özellikleri olduğu unutulmamalıdır.
İşçi sınıfının belli bir kesiminin köyle devam eden ilişkisi devrimcileşmelerini engelleyici bir etmen olmuştur.
Proletarya saflarına küçük burjuva katılımının kitleselliği ve sürekliliği aydınlar arasında köylülüğe özel bir önem verilmesine neden oldu. TC bu “özel önemi” destekledi. Edebiyatta, resimde köylülük öne çıktı. Köy Enstitüleri bu süreci hızlandırdı. Türkiye solu da toplumdaki çelişkilere köylü bakış açısı ile yanaştı. Köylülüğe solun verdiği önem (onun devrimin temel gücü olması), köylülüğün bir bütün olarak ele alınması Türkiye gerçeğinin görülememesinin de ürünüdür. Tekelci burjuvazinin çeşitli partileri aynı köylü potansiyeline yönelirken, “kalkınma köyden başlayacaktır” derken kendileri açısından “önemli” noktalar yakalamışlardı. Ancak devrimcilerin köylülüğe verdikleri önem, onların politikalarını yanlış temel üzerine kurmalarına, bu köylülük edebiyatından etkilenmiş olmalarına denk düşmektedir. İşte burjuva ideolojisinden kopamamak burada bir kez daha görülmektedir.
Radikal bir toprak reformunun yapılmaması, kapitalist gelişimin hızını azaltırken, bu durum proletaryanın yapısını etkiledi. Kapitalist gelişimle birlikte proleterleşen ve kentlere göçen köylülük aynı zamanda toprakla bağlarını koparmamıştır. Böylece köyden gelen yiyecek yardımı ile kendinin yeniden üretiminde kaynak sağlamış ve sanayi için ucuz iş gücü görevini görmüştür. İşçi sınıfının bir kısmının toprakla olan ilişkisi, onun ekonomik-politik savaşımında ayakbağı görevini görmüştür.
Ancak tüm bu söylenenlerden işçi sınıfına hakların, o hiçbir şey yapmadan verildiği sonucunu çıkarmamak gerekir. Biz “devrimci” hareketimizde, sol hareketimizde oportünizmin toplumsal temellerini inceliyoruz.

Tekelci Polis Devleti – TC DEVLETİ

Önceki Bölüm: Tekelci Polis Devleti

Devlet çalışmalarının en önemli ayağı, devlet sorununun devrim sorunu ile bağlanmasıdır. Bu çaba ise, mutlaka mevcut ülkedeki devletin de incelenmesini gerektiriyor.
Buraya kadar yazılanlardan, burjuva devletin evrimini izlemiş olduk. Ve gördük ki bir burjuva devlet tipini kötülük yuvası olarak tanımlayıp, diğer burjuva devlet tipleri denilenleri aklamak birbirini koşulluyor. Egemen sınıfın egemenliğine bütünsel ve net bir bakışı önlüyor. Bu ise, düşmanın eksik tanınmasıdır. Düşmanı tanımadan kazanma ihtimali hiç yoktur.
TC devletini de bu gözle, yukarıda ortaya konulan teorik çerçeveye uygun olarak inceleyeceğiz. Tekrar olsa da, bir kere daha bir iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, devlet egemen sınıf adına sınıf savaşlarının türlü deneylerini biriktirir. İkincisi, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişki, sınıf savaşları aracılığı ile kurulur. Üçüncüsü, devlet bu sınıf savaşımının sürekliliği altında daha önceki deneyleri içererek gelişir. Sınıf savaşımının sürekliliği içinde her iki sınıf da öğrenir. Burjuvazi, bu öğrenmeyi devlet denilen aygıtı, en gelişmiş örgütü aracılığı ile somutlar ve güce dönüştürür. Dördüncüsü, bu sınıf savaşımının alanı, kapitalizmle birlikte, tüm yeryüzüdür.
Buradan hemen anlaşılacaktır ki, proletaryanın partisi, burjuvazinin temel örgütü olan devlete karşı örgütlenir. Bu parti sınıf savaşının sürekliliğini, bu sürekliliğin düşman cephesinde nasıl sağlandığını, karşısındaki devletin ideolojik, politik ve askeri alandaki özelliklerini iyice kavramak zorundadır. Elbette bunları yaparken sınıf savaşımının alanının tüm yeryüzü olduğunu, burjuvazinin başka ülkelerin burjuvalarından öğrendiklerini de içselleştirebildiğini unutmamak zorundadır.
Tüm bu noktalar, devleti bir bütün olarak analiz etme gücünü verecektir. Devletin, burjuva egemenliğin ya da burjuva sistemin bir yönüne karşı çıkarak ondan kopulamaz. Olsa olsa, ömür boyu onun muhalifi olunur. Ve bilinir, politikada, egemen güç her zaman kendi politikalarını uygulamak için çapraz muhalefete ihtiyaç duyar. Yani, sistemin tam karşısında konumlanmayı başarmaktır esas olan, yoksa çeşitli eleştirilerle onun bir yönünü düzeltme girişimi, burjuva egemenliği sarsmaz. Zaten devrimcilerin reformistlerden devlet ve devrim noktasında ayrılmalarının altında da bu yatar. Reformizm, sistemin kötü, aksayan yönlerine karşıdır. Zaman zaman, ‘daha eşitlikçi’, ‘daha az sömürünün olduğu’, ‘insan haklarına daha saygılı’, ‘daha demokratik’ gibi istemler duyarız. İşte bu istemlerin tümü, ayrı bir dünya istemek yerine, bu dünya içinde daha iyi bir yer istemektir. Ve tarih şahittir ki, böylesi istemleri haykıran örgütlerin, partilerin liderleri daha iyi yerler edinmişlerdir, ama asla ve asla bu istemleri, adlarına istedikleri işçi ve emekçiler kurtulamamıştır, kurtulmaları bir yana sömürü ve baskı altında daha da ezilmişlerdir. Çünkü, işçi ve emekçinin kurtuluşunu istemek, ayrı bir dünya istemek demektir.
Bu çerçevede TC devletinin gelişimini ve belli başlı özelliklerini ele almak mümkün.
TC devletinin 600 yıllık Osmanlı geleneğinin devamcısı olduğunu vurgulamak gerekir. Bu ilk duyulduğunda ‘evet doğru’ denilen ama anlaşılmasında da zorluklar olan bir konudur.
Evet doğru, denildiği halde anlaşılmayan bir olgudur bu.
TC devleti, gerçekte, Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinin bir ürünüdür. Bu kuşatma siyasetinin başında, emperyalist-kapitalist dünyanın lideri İngiltere vardır. Fiil olarak M. Kemal’in İngiltere ile olan ilişkileri bir yana. Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinin ürünü olan bir devletin, İngiltere, Almanya, ABD ve tüm emperyalist dünya (onların çoğunlukla Batı dedikleri budur) ile bağları bu çerçeve içinde ele alınmalıdır. Böyle olunca, emperyalizme bağımlılık dışında bir kapitalizmin olamayacağı gerçeği, evet bu çok bilinen gerçek hatırlanacaktır. Burjuvazi emperyalizme bağımlılık dışında olamazdı ve olmadı. Bu üstü örtülen bir yöndür. Kemalizm’in iki kanadı ayrımı ve bu kanatlardan birinin anti-emperyalist olduğu yanılsaması, tamı tamına TC devletini bir milim anlamamanın ürünüdür. Kuşatma siyasetinin ve o dönemin dünyasının kavranamaması demektir. TC bu kuşatma siyasetinin ürünüdür.
Emperyalist güçler, Ekim Devrimi’ni Kafkaslarda durdurmak için uğraşırlarken, en başta İngiltere ve onun ortağı ABD, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan üzerine oynadılar. Ekim Devrimi’ni durduracak bir Ermenistan belki tercih edilebilirdi. Ancak, Osmanlı zamanında önlem almıştı. İttihat Terakki, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ermeni ve Rumları kıyıma başlamıştı. 1919 yılına gelindiğinde bir Ermenistan’ın, ABD ve İngiltere denetiminde bile Bolşevik tehlikeyi durduramayacağı ortaya çıkmıştı. O tarihe kadar bir milyonu katledilmiş bir Ermeni halkının, mallarına el konulmuş bir Ermeni burjuvazisinin böylesi büyük bir yayılışı durdurması çok zordu. İşte ABD’nin Ermenilerden desteğini çekerek M. Kemal’i desteklemesi bu yüzdendir. Halide Edip’in M. Kemal’e 1919 yılının yazında yazdığı mektuplar, ABD’nin bu konudaki isteklerini çok açık ortaya koyan belgelerdir.
Ünlü Wilson Prensipleri, Ekim Devrimi’nin hemen arkasından açıklanıyor: 1918 yılının Ocak ayında Wilson Prensipleri uluslara bağımsızlık sağlamayı amaçlamıyordu. Tersine emperyalist sömürgeciliğin saf örneği olarak, sözde bağımsız bir devlet altında ulusları köleleştirmeyi, Ekim Devrimi’nin halklar üzerindeki etkisini sınırlandırmayı hedefliyordu. Modern lejyonerlik sistemini kuruyordu. Ve TC tam da bu modern lejyonerlik sistemine göre kurulmuş bir devlettir.
“Bütün dünyada kuvvetli bir etki yapan ve yenilmiş milletlere birazcık umut veren Wilson Prensipleri, bizi de büyük çapta etkiledi. Ve İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazarlar ve avukatlar tarafından kuruldu.” (Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, Atlas Kitabevi, s. 22)
Wilson Prensipleri Cemiyeti, ne ilginç! Dahası var;
“Halkın Amerika’ya karşı bu devirdeki duygularını Erzurum Kongresi’ndeki bir olay açıkça anlatır. Burada Mustafa Kemal Paşa Türk toprakları üzerinde gözü olmayan büyük bir devletin bize iktisadî, teknik ve siyasî yardım etmesi lüzumundan söz etmişti. O zaman İngiltere, Fransa, hatta İtalya da Türk topraklarını işgal etmiş bulunduklarından, bu teklifin Amerika’yı kastettiği hissediliyordu. Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu’yu temsil edenlerden biri ayağa kalkarak Mustafa Kemal Paşa’nın hangi devleti temsil ettiğini sormuştu. Siyasî meselelerde çok anlayışlı olan Mustafa Kemal Paşa, Doğu Anadolu’nun Amerika’ya karşı hislerini sezdiği için hangi devleti kastettiğini söylememişti.” (age, s. 22)
O zaman Amerika ile ilişkileri gizli yürütmek daha sağlıklı bulunmuş olmalı. Sivas Kongresi’nde bir Amerikalı gazeteci, gerçekte bir ABD temsilcisi olarak bulunuyor. Halide Edip, anılarında bu Mister Browne’den söz eder. (bkz. s. 51)
O günlerde, diye yazıyor Halide Edip, Türklerin görüşünü dışa bildirmek çok güçtü. Burada Amerikan muhabirlerinin ve bazı şahsiyetlerinin doğru düşüncelerine çok şey borçluyuz. (age, s. 25)
Elbette o gün bugün borç ödediğimize göre, bu borç çok önemli olmalı. Halide Edip, Sultanahmet Meydanı’nda konuşurken, “kürsünün önünde Wilson’un on ikinci prensibini belirten bir yazı vardı” (age, s. 31) diyor. Halide Edip, burada bir dipnotta bu prensibi aktarıyor. Daha doğrusu kürsünün önünde yazılan yazıyı aktarıyor;
“12. madde: Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk unsurunun egemenliği sağlanmalı, fakat onların yönetiminde olan azınlıkların da her türlü gelişmeleri güven altında olmalıdır. Çanakkale bütün milletlerin gemilerine ve ticaretlerine milletlerarası garanti ile açık bulundurulacaktır.” (age, s. 31)
Demek ki, sahibinin kim olduğu belli olmayan Osmanlı için ABD, Türk unsurunun egemenliğini uygun görüyor. ABD, Bolşevik Devrimi’ni durdurmanın yolunun buradan geçtiğini görüyor. Üstelik modern mandacılığı zamanında düşünüyor.
TC bir ulusal kurtuluş savaşının ürünü değil, bu kuşatma siyasetinin ürünüdür ve Osmanlı’nın yerine burjuva egemenliğin geçişinde bu nokta önemle akılda tutulmalıdır.
TC devletinin kurucuları, en son noktaya kadar Osmanlı’dan hiç kopmamışlardır. Vahdettin’in askeri olarak ‘Anadolu’ya çıkmışlardır’. Tüm belgeler bunu çok açık ortaya koymaktadır. Ancak, kendini garip bir biçimde İslam karşıtlığı ile tanımlar hale gelen Kemalist sol gelenek, Kemalist resmi tarih dışında hiçbir kaynağa inanmadığı için, tüm bunları gerçekler olarak değil de saldırı, olarak algılamaktadır. Üstelik bugün bile. İslam kaynakları bu konuda haklıdırlar.
TC devleti, tüm tarihi boyunca halkları birbirine kırdırmıştır. Aynı birbirine kırdırma siyasetini sol ile İslam arasında da başarı ile uygulamıştır. Komünizm ve İslam karşıtlığı, devlete, bu iki kesimi de biçimlendirme olanağı sunmuştur. Komünizmi ahlâksızlık olarak tanıtan İslam, devletin kolu olarak işlev görmüştür. Aynı biçimde sol ‘laik’liğin koruyucusu ve İslam’ın frenleyicisi olarak kullanılmıştır.
TC’nin 600 yıllık Osmanlı geleneğinin devamcısı olması konusunu biraz daha açabilmek için, Osmanlı’nın çöküş sürecine biraz daha yakından bakmalıyız. Viyana saldırısında aldığı yenilgi Osmanlı’nın çöküş sürecinde bir yeni ivme demektir. Daha önce içende biriken çöküş dinamikleri, bu yenilgi sonrasında ağır ağır yüzeye çıkmaya başlarlar. Tarihi boyunca, sürekli fetihlerle ve oradan elde ettiği ganimetlerle ayakta kalmış bir imparatorluk için bu yenilgi çok büyük önemdedir. Osmanlı’nın askeri gücü ve devlet yönetimi içinde Kapıkulu geleneğinin yeri hatırlanırsa, yenilgilerin ne anlama geldiği de daha açık hale gelecektir. Fatih ile birlikte Osmanlı, kendisini himaye eden Bizans’tan kurtulmuş, onun varlığına son vererek bir imparatorluk olmuştur. Ama gerek öncesi ve özellikle Fatih’ten sonrasında Osmanlı sürekli ganimetler üzerine varlık kazanmış, sürekli kılıcın varlığı ile egemenlik sürmüştür. Özellikle yenilgilerin başlaması ile ekonomik gücünü kaybetmeye başlamış, bunun sonucu olarak egemenliği altındaki topraklarda feodal sömürü ağırlaşmaya başlamıştır. Yani sistem her yönü ile sarsılmaya başlamıştır. Viyana yenilgisinden yaklaşık 100 yıl sonra, 1800’lerin başlarında, çöküş ve çözülüş her yönü ile açığa çıkmıştır. Ya da artık Osmanlı yönetiminin de kabul ettiği boyutlara gelmiştir.
1700’lerin sonları ve 1800’lerin başlarının Avrupa’nın burjuva devrimlerle sarsıldığı, burjuva devrimlerin tüm kıtayı kapladığı, kapitalist gelişimin hızlandığı bir dönem olmasına da dikkat edilmelidir. Çöküş süreci içerisinde Osmanlı, Avrupa’daki bu yükselişi de seyretmektedir. Burjuva uluslaşma, Avrupa’da pazarın birleştiricisi olarak yeni bir rol üstleniyor. Ama daha hemen ilk adımında burjuvaziyi iktidara taşıyan devrim, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışı ile, her alanda gerçek yerine, devrimin başını çeken burjuvazinin tarihi ufkuna uygun bir yere oturuyor. Bu süreç, bir yandan Batı’nın gündemine, doğunun paylaşılması temelinde bir ‘Doğu Sorunu’nu taşıyor. Doğu; Çin’i, Hindistan’ı, Ortadoğu ve Balkanları kapsayan Osmanlı’yı ve İran’ı anlatıyor.
Çöküş sürecine geçen Osmanlı’nın 1800’lerden başlayarak tarihi de sömürgeleşme tarihi oluyor. Başkası mümkün değildir. Osmanlı bir yandan bağımsızlık için harekete geçen halkları bastırmaya çalışıyor, diğer yandan ise yeni duruma ayak uydurmaya çalışıyor. Nihayet ‘Batıcılık’ı kabul ediyor. Batıcılık, sömürge olmaya doğru atılan büyük bir ideolojik adım anlamına geliyor. (Bu konuyu daha detaylı olarak başka bir çalışmada ele almak gerekiyor. Şimdiden söylemek gerekir ki, Türkiye solunda mevcut olan Batı hayranlığı, Kemalizm’le yerleşmiş, imha ve inkâr politikasının bir devamıdır. ‘Batı demokrasileri’ne hayranlık, bizde, TC devletini ve genel olarak devleti anlamanın önündeki engellerin başındadır.)
Böylece, Osmanlı, ilk kez, küçülen imparatorluğun yapıştırıcısı olarak ‘Osmanlı’ kimliğini seçiyor. Bu Abdülhamit’e kadar devam ediyor. Osmanlı kimliğini savunanlar, imparatorluk için bir kurtarıcı ideoloji bulmuş olduklarını sanıyorlar ve muhalifliklerinin nedeni, yine Osmanlı’yı kurtarmaktır. Abdülhamit, biraz da daralan sınırlar içinde kalan yerlerde İslam’ın yapıştıracağına güvenerek, Osmanlı kimliğine, ‘İslam’ kimliğini de ekliyor. Bu sayede Müslüman Arap halklarını ve Balkan, Kafkas halklarını kendine bağlamak istiyor. Bu kimlik sorununun önemini anlamak için bir alıntıya izin verilsin.
“Ölümünden altı ay önce (1868), Fransa’nın Nis şehrinde istirahat ederken, tutulduğu amansız hastalıktan kurtulamayacağını anladığı günlerden birinde, eski sadrazam ve hariciye nazırı (bugünkü dışişleri bakanı -yazar) Fuat Paşa şu raporu yazıp Sultan Abdülaziz’e göndermişti.” (N. N. Tepedelenlioğlu, Sultan Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Toker Y., s. 76-77)
Yazar bu raporu uzun uzun aktarıyor. Ölecek bir eski sadrazamın satırları oldukça açıklayıcı. Raporun bir yerinde şu noktaya değiniyor;
“İç politikamızda en çok dikkat edilecek bir konu da Anadolu, Suriye ve bütün Arabistan’da yaşayan halkı tek millet haline sokmaktır. Çeşitli ırklardan gelen, dilleri ve dinleri ve gelenekleri birbirine uymayan insan topluluklarından tek millet yaratmak azmi ile yapılacak teşebbüslerde müsbet netice elde edilmezse Osmanlı devletinin yok olmaması kulunuza aşağı yukarı imkansız gibi görünmektedir. Zira bu koca devlet ne Rumların, ne Slavların, ne şunun ne bunundur. Fakat kimindir? Bu da hâlâ belli değildir.” “Şu halde bu devlete sahip olacak milleti yaratmak lazımdır.” (age, s. 88)
Kitabında haklı olarak Abdülhamit’in önemli bir padişah olduğunu anlatan ve bir devlet adamı olarak yazan bu gazeteci, tam bu noktada rapora bir dipnot düşüyor, dipnot şöyle;
“Bu ana dava, elli yedi yıl sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa devleti ‘resmen’ eline geçirdiği anda hâlâ halledilmemiş bulunuyordu.” (age, s. 88)
Keçizade Fuat Paşa, bu raporu yazdığı dönemde, Tanzimat ile başlayan Osmanlı ulusu yaratma projesi uygulamada idi.
Ama görülüyordu ki, artık o da imparatorluğu kurtaramayacaktı. Hatta kendilerine “Yeni Osmanlılar” diyen N. Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri de bu noktada devletten ayrı hiçbir hat ortaya koymamışlardı. Yani Abdülhamit’in İslam’ı öne çıkaracağı dönem yaklaşıyordu. Ama Abdülhamit bunu uygulamaya koymak için, o ünlü 93 Harbi’nin (yani Ruslarla 1878’de yapılan ve Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanan harp) yaşanması gerekiyordu. Balkanlarda Sırp, Bulgar bağımsızlık hareketleri birkaç kere bastırılmıştı. Ama 1878 yenilgisinden sonra Osmanlı neredeyse Balkanları kaybetmişti. Öyle ki, o tarihe kadar nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanlar artık ayrılmaya başlamıştı. Bu Balkanlar, aynı zamanda kapitalist gelişimin nispeten hızlı yaşandığı bir alandır. Balkan Harbi yenilgisi ile Balkanların kaybı tümüyle kesinleşir ve böylece Türklük tarih sahnesine çıkmaya hazırlanır. Türkçülük kadrolarını oluşturan İttihat Terakki, 1889 Mayıs’ında, kurulduğu günlerde, yalnız Müslümanları üye kabul etme önerisini reddediyor.
“Giritli Muharrem, İslam olmayan kişilerin kabul edilmemesi tezini ileri sürmüşse de bu fikir red olunarak, iş görebilecek ve itimat edilecek her Osmanlı’nın, gayet itiyatkârane ve her türlü tecrübeden geçirilerek kabulü cihetine karar verildi.” (İbrahim Temo’nun İttihat ve Terakki Anıları, Arba Y., s. 17)
Yani henüz Türkçülük ortada yok ve halâ Müslümanlık daha çekici bir kavram. Ne zaman ki Ortadoğu’da da ayrılmalar gündeme gelir ve bugünkü Misak-ı Millî şekillenmeye başlar, işte o zaman Türklük öne çıkmaya başlar. Kendisi devletçi, yöntemleri çöküş nedeniyle radikal olmaya mecbur bir İttihat Terakki iktidarı alır. Ama Osmanlı’nın yaptığı şeyi yapmaya devam ederek, Osmanlı devletini korumayı birinci amaç edinerek.
Böylece bir tek içerde Müslüman olmayan kesim olarak Ermeni ve Rumlar kalır. Ve esas olarak ticaret elinde tutan, burjuvalaşmış olan da bunlardır. İşte şimdi sıra bunların ‘temizlenmesi’ ve mal varlıklarına el konulması noktasına gelmiştir. Denilebilir ki, bu sermayeye el koymak ve sonra onu müdafaa etmek Anadolu eşrafı ile, M. Kemal’in temel amacı olmuştur. İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Rumları temizlemek için başlattığı korkunç katliam, Kemal ve adamlarınca devam ettirilmiştir. ABD ve İngiltere denetiminde, Kürtler ile ittifakları ise İslam olmak temeline dayanır. Ne zaman ki Türklük öne çıkar ve İslamlığa saldırılır, Şeyh Sait aldatıldığını anlar ve İslami bir çerçeve içinde ayaklanır.
Devleti tanımak için yakın dönemde yaşanan Ermeniler nezdinde tüm halklara yönelen kıyıma kısaca bakmak gerekir:
“Bu eşkiya ve katil sürüsünün yapmış olduğu büyük günah ve cinayetin feci şeklini kalem yazmakta utanmaktadır. (Mevlanazade Rıfat, Türkiye İnkılabının İçyüzü, Pınar Y., s. 142)
Ama bizim anlatmaya çalışacağımız konu katliamın planlanışıdır. Aynı kaynakta bu konuda birkaç noktaya göz atmak yeterli. Bu katliam için kurulmuş üçlü İcra Komitesi (Dr. Bahattin Şakir, Şükrü, Dr. Nazım) aralarında bu katliamı hangi kuvvetlere yaptırabileceklerini tartışırlar. Mevlanazade Rıfat aktarıyor; (Bahattin Şakir konuşuyor)
“…O halde kabul etmek lazımdır ki; asker, jandarma bizim yaptırmak istediğimiz imha işinde bize yaramaz. Bunu böyle kabul edince bize yarayacak kuvveti ve şahısları nereden bulacağız? İşte meselenin esası bu noktada toplanmaktadır. Ben bize yarayacak şahısları ve kuvveti bulduğumu zannediyorum. Ben bu şahısları nereden mi buldum? Söyleyeyim. Ben bunları hapishanelerde buldum. Yapmış oldukları kötülüklerden dolayı askerlikten istisna edilmiş kimselerdir. Bunları tahliye ettirip, idaremiz altına alır, takımlara ayırıp, sanırım gayet güzel bir teşkilât-ı mahsusa meydana getirilmiş olur.” (age, s. 136)
İşte kirli işleri yaptıracak bir teşkilat. Bu TC’nin ruhunda vardır. Her biri birer ‘mavi gözlü Türk’ olanlar, Ermeniler nezdinde halkları sindirmeye çalışıyor, böylece içerde de mal varlıklarını paylaşmaya çalışıyorlar. Bu yüksek bir devlet ve egemenlik bilincinin işaretidir. Burjuvazi varlığını bu kan üzerine kurmuştur. Sonra Ermenileri savaş nedeniyle tahliye kararı alınır. Birinci Dünya Savaşı fırsat bilinerek, TC’nin sınırları içinde etnik temizlik başlatılmış olur. Ermeni ve Pontuslar, mal varlıklarına el konularak kıyılır, sürülür. Dün bu kıyımı alkışlayan herkes, artık sıranın kendisine geleceğini de bilir. Ve şimdi Kürt halkı kıyılırken aynı şey yapılmaktadır. Bir farkla ki, artık TC’nin sorunu bir mal varlıklarına el koyma sorunu değildir. Onun için TC kendisini çözen Kürt devrimini evcilleştirerek, alt-emperyalist bir güç olmaya çalışıyor. Bölgenin lideri olmaya çalışıyor. Hem Kürt devrimine saldırıyor, hem Kürt halkını kıyıyor, hem de onlarla uzlaşma üzerinden Ortadoğu ve Kafkaslar’a uzanmaya çalışıyor. Bunun için örtülü ödenekten ve CIA’nın astronomik rakamlara varan Türkiye bütçesinden beslenen yeni bir Teşkilât-ı Mahsusa kuruyorlar.
Ve TC’nin temelleri, tümüyle Abdülhamit döneminde atılıyor. Yine İslam, kendi kaynaklarından en çok bu dönem uzaklaştırılıyor. Aslında Abdülhamit ile Osmanlılığı savunanlar (mesela N. Kemal) iki ayrı yolun yolcusu değildir. Tersine çökmekte olan bir devlette, aynı amaç için iki ayrı yol seçmiş kişilerdir. Fakat tarih bunları neredeyse düşman diye gösterir. Kemal tarihi, bu iki kolun birleştiricisidir, bir başka deyişle bunlara direkt bağlıdır. Fakat kendisini görünüşte bu iki kanattan da ayırır izlenimini verir. Sözde N. Kemal çağdaş, Abdülhamit ise tutucu olur. Oysa, N. Kemal tamamen efendilerinin kullarındandır. Bu abartılı farklılıklar, böylece başka çatışmaların üzerini örtme işlevini görür ve tarih, bunların arasındaki sözde çatışmanın tarihi oluverir. Hem “Genç Osmanlılar” ve hem de “İttihat ve Terakki” ile Osmanlı devleti, muhaliflerini kullanmasını da öğrenmiştir. Osmanlı’yı ayakta tutmak için yapılan bu girişimler, zaten böylesi bir sürece de olanak tanımaktadır. Özellikle İttihat ve Terakki ile, geleceğin iktidarını kuracak olan burjuvazi, devletten vazgeçmeden devlet dışı bir güç odağı örgütlüyor. Böylece muhaliflerin gideceği adres de belirlenmiş oluyor. Bu olaya, tümüyle baştan planlı bir çerçeve vermeye çalışmıyoruz. Tersine, örgütün amaçları buna olanak tanıyor. Bunu söylüyoruz.
Belki dikkatinizi çekmiştir; TC 73 yaşında olmasına rağmen, “Türk polis teşkilâtı” 100 küsuruncu yılını kutlar. Bunun nedeni üzerinde azıcık düşünmek yeter. TC, Osmanlı’nın devamıdır. Türkçülük de bunu gösteren önemli bir kanıttır. 1906-1908 arasında, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan Türkçülük ağır ağır öne çıkmaya başlar. Hasta adam olan imparatorluğu kurtarmak için, Abdülhamit’in gizli örgütünü ‘atlatacak’ bir örgüt kurma girişimi, ordu içindeki subaylarca başlatılır.
Burada Abdülhamit’in gizli örgütü üzerinde bir miktar duralım:
“…ama Abdülhamit hiç de bu kanaatte değildi. Zira tahta çıkışı üzerinden geçen iki ay içinde dar kadrolu fakat kuvvetli bir casus şebekesi kurabilmişti. Spiridon Mavroyeni bu şebekenin ruhu idi. Haberler onda toplanıyor ve doktor her sabah nabzını da bildiriyordu.” (N. N. Tepedelenlioğlıı, age, s. 500)
Spiridon Mavroyeni bir Rum asıllı doktordur ve Abdulhamit’in aile doktorudur. Ama esas işinin Abdülhamit’i tahta hazırlamak ve sonra da gizli teşkilatının ‘ruhu’ olmak olduğu anlaşılıyor. Osmanlı’da da, TC’de de hep Rum veya göçmenlerin devşirilmesi ile devlet ayakta tutuluyor. Devam edelim;
“Sonradan pek genişleyecek ve dünya ölçüsünde büyük bir gizli kuvvet halini alacak olan bu şebekenin İstanbul’dan sonra büyük merkezi Viyana’da çalışıyordu ve çok garip görülecek ama hakikat budur ki, İstanbul’da en verimli kol Fener Patrikhanesi idi. (age, s. 500)
İttihat Terakki’nin radikalliğini Abdülhamit koşulluyor. Ve Osmanlı, Abdülhamit’e kadar yeterince güçlü bir devlet aygıtı oluşturamıyor. Abdülhamit hem işin ideolojik yönünü, hem de devletin işlevlerini yürütecek baskı gücünü örgütlemeye çalışıyor. Onun için TC’nin temelleri o dönem atılıyor. M. Kemal’in cumhuriyeti, tümüyle onun mirasıdır.
İttihat Terakki, tüm radikal yöntemlerine rağmen, amacı imparatorluğu kurtarmak olan bir örgütlenmedir. Yöntemlerdeki radikallik, çöküşün ve çürümenin boyutlarına tepki olarak algılanabilir. Bir yandan burjuva bir egemenlik isteminin izleri, bir yandan da ağır basan Osmanlı’nın kurtarılması istemi İttihat Terakki’yi anlamak için önemli iki bileşendir.
Osmanlı tarihi boyunca barbarlık ile suçlanmıştır. Barbarlığı reddetmek için Osmanlı, kendi tarihinde Türklüğü hep aşağılamıştır. Her halde ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ sözü bunu anlatan bir tepkidir. Tepkinin Türkmenlerden gelmesi de doğal. Ama yıl 1908 olunca ve arkasından Balkan yenilgisi de gelince, o güne kadar tutmayan Osmanlı ve İslam kimliğine bir üçüncüsünün eklenmesi gerekiyordu. İşte Türkçülük bu dönemin ürünüdür. Yalnız, biraz tarih kitaplarını karıştırmış ve Kemal’in tarihi dışında okuma yürekliliğini göstermiş herkes şunu düşünecektir; neden Türkçülüğün tüm ateşli savunucuları arasında, köken olarak Türk, Türkmen vb. yok. Ziya Gökalp bilindiği gibi Kürt’tür. M. Kemal, Atatürk soyadını alarak, ‘mavi gözlü Türk’ soyunu başlatıyor. Bugün, Kemalist tarihin etkisi altında insanın aklına böylesi sorular gelmesi bile fazla görülmektedir. Ama okuyucu dikkat etsin ki, 1910’larda kimse, Türk olmadığı halde kendine Türk deme eğiliminde değildi. Öyle ya, ortada, ne bu boyutuyla bir Türkleştirme vardı, ne bunu bu boyutu ile yapmış bir TC ismi vardı.
Osmanlı devleti bir imparatorluk haline gelirken kurduğu sistem ‘kapıkulu’ sistemidir, devşirme sistemidir. Kişiyi, daha çocukken kendi yaşamından koparma ve devlet için yetiştirme üzerine kurulu bir sistemdir bu. Burada kişinin başkaca bir varlık temeli de kalmaz. Sanırım CIA’nın filmlerde anlatılan kimsesiz çocuk yurtlarından adam yetiştirmesi de bu esasa dayanır. TC, bu mirasa olduğu gibi konmuştur. Mavi gözlü Türkler böyle anlaşılabilir. TC’nin tarihine bakılsın, bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, bir üst düzey general yoktur ki Türk veya Türkmen’dir. Tersine bunların çoğunluğu ‘mavi gözlü Türk’tür. Bunlar kendi halklarını inkâr edebilen, Türk’ten çok Türk olma iddiasındaki ‘Türk’lerdir.
TC devletini anlamak açısından bu devşirme sisteminin önemini kavramalıyız. TKP’nin kadrolarını devşirerek kendilerine tarih yazmışlardır. Solu, bir muhalif grup olarak, düzeni ayakta tutacak bir unsur olarak kullanmışlardır. Dinci çevreler ile solu bu temelde karşı karşıya getirmeye çalışmışlardır. Her iki tarafı da yönetmeyi başarmışlardır. Bugünkü laik-anti-laik çatışması da tam buraya oturmaktadır.
Türkçülük de kendi içinde evrimler geçirmiştir. Amaç, elde kalan sınırları içinde, bir ölçüde bir Avrupalı büyük güce dayanarak, imparatorluğu kurtarmak idi. Bir devrim, bir kurtuluş savaşı hedefi hiç yoktur. Tersine başından tümüyle Osmanlı adına yola çıkılmıştır. İşte onun için M. Kemal, ortada hiçbir düşünce ve plan olmadığını gösterircesine, bir gece yatmadan önce, ‘yarın cumhuriyeti kuracağız’ der. Aralarındaki kavga, özellikle Balkan Harbi yenilgisinden sonra başlar. Alman yanlısı Enver, Birinci Dünya Savaşı’nın gelişimine de bağlı olarak, İngiliz yanlılarını devre dışı bırakır. Ama bu arada devre dışı bırakan da, devre dışı kalan da Batıcıdır, imparatorluğu kurtarmak yanlısıdır. Tüm bu sürede, ta 1919’a kadar Cumhuriyetin kurucu kadrosu olacak kesim ortada yoktur. Sonuna kadar Osmanlı politikasının hizmetindedirler. Daha sonra sözde padişaha başkaldırdıkları söylenecektir ve bu tarihi, yazık ki, bir dönem TKP saflarında olmuş modern ‘sınıf kapıkulları’ yazacaktır. İşte onun için biz Anadolu solcularının işi çok zordur. Devlet solu kendine bağlamıştır ve bir muhalif unsur olarak, özellikle sözde laikliği korumak için dini çevrelerle çatıştırmıştır. Aynı şeyi dini çevrelere yapmıştır ve radikal İslam, halâ bu cendereden kurtulamamıştır. Sol böylece düzen içi bir düzenleyici olarak işlev görmüştür.
Türkçülük, önceleri arka planda kalmıştır. Zaman zaman İslamcılık ve zaman zaman ise Osmanlıcılık ile iç içe, yan yana kullanılmıştır. Kemalizm, ilk mecliste İslamcılığı öne çıkarmıştır. Üç Tarz-ı Siyaset budur. Hangisi gerekli ise onu öne çıkarırsınız. (Bugün de bir yandan SSCB’nin çözülüşü, diğer yandan Kürt Devrimi’nin çözücü etkisi altında burjuvazi, yeniden “üç tarz-ı siyaset’i tartışıyor.) Ardından, giderek Türklük ön plana çıkmıştır. Hem Kürt isyanlarının bastırılması, hem de İslam temelli muhalefetin susturulması, bunu gerektirmiştir. Ama 1919’da önceleri halklar boğazlanmıştır. TKP, Yeşil ordu ve çetelerde (Çerkeş Ethem hatırlansın) ifadesini bulan halk hareketi, binbir dolapla bastırılmıştır. Kemalizm bunlarla savaşmıştır. Bu konudaki taktikleri ise, Osmanlı ordusundan, Osmanlı yönetiminden öğrenmiştir.
TC devleti, halkların imhası ve inkârı üzerine kurulmuştur. Bu bir gerçekliktir. Biz devrimcilerin, komünistlerin, “yıkıcıların” devleti kötülemek için uydurduğumuz şey değildir. Tarihleri budur; inkâr et, karşı koyanı birbirine kırdır, imha et. Bu konuda Osmanlı’dan aldığı mirası çok daha ileriye taşımıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, M. Kemal ve Kemalistler, hiçbir zaman halk güçleri dışında kimseye karşı savaşmamışlardır. 1916 yılında başlayan iç savaş, 1919 yılına gelindiğinde, büyük Ekim Devrimi’nin de etkisi ile, Anadolu’da bir antiemperyalist, anti-feodal savaşa dönüşme potansiyeli taşıyordu. Bir yandan komünistlerin önderlikte gecikmeleri; çeteler, Yeşil Ordu ve TKP arasında ilişki zayıflığı, öndersizlik; diğer taraftan ise, Osmanlı yönetimi ve burjuvazinin süreci iyi görüp tam zamanında müdahale etmesi ile bu potansiyel kırılmıştır. Söylendiği gibi bir anti-emperyalist kurtuluş savaşı olmamıştır. Kemal ve adamları, halkları kırmak, TKP’yi yok etmek, Çerkes Ethem’i ezmek için savaşmışlardır. Bunun dışında sadece Yunan orduları ile ve sonu önceden belli bir savaş yürütülmüştür. Öyle ise onların ‘kurtuluş’ dedikleri şey, gerçekte halkın iktidarından, sosyalizmden kurtuluştur. Bu, işçi ve emekçiler için, halklar için hapishane, ölüm, kan demektir. 73 yıllık tarih bunlarla doludur.
1917’de proletaryanın Sovyetlerdeki zaferi, tüm kapitalist-emperyalist sistemi sarsmıştır. Pazar paylaşım savaşımı, pazarlarının bir bölümünde yeni bir dünyanın doğuşunu müjdelemiş, tüm halklara ümit olmuştur. Kapitalist dünyanın o dönemdeki lideri İngiltere, kendi topraklarında işçi sınıfını satın almak için bir dizi ‘haklar vermiştir’. Bu, korkunun ve tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir. Bu tarihten itibaren, emperyalist politikalarda değişiklikler başlamıştır. Feodalizmden devraldıkları sömürgeleri, emperyalist burjuvalar ellerinde tutmak için modern lejyonerler sistemi kurmuşlardır. TC devletinin yöneticileri bu modern lejyonerlerdendir ve Batıcılık, bu lejyonerliği halka kabul ettirmenin temel biçimidir. Kaldı ki, Sivas Kongresi tamamen ABD mandacılığını kabul etmiştir. Ekim Devrimi gerçekleşmiş, Anadolu’da üç yıldır Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve komünistler etrafında şekillenen, dağınık ve önderliği netleşmemiş bir halk hareketi mücadele içinde şekillenmektedir. İşte M. Kemal bu noktada harekete geçiriliyor.
“Halbuki, Mirvala M. Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen Damat Ferit Paşa Hükümeti’ydi. Kuvvet veren de Sultan Vahdettin Han Hazretleriydi. Verilen vazife görünüşte Ordu Müfettişliği, hakikatte ise ordu dışında bir ihtiyatı kuvvet hazırlamaktı. Babıali kendisine geniş bir selahiyet vermişti. Padişah, paşanın eline ayrıca bir Hatt-ı Hümayun vermişti. (Mevlanazade Rıfat, age, s. 234)
Yazar ayrıca, bu sözü edilen 14 Mayıs 1919 tarihli Hatt-ı Hümayun’u yayınlamıştır. (age, s. 238) Halide Edip ile telgraflaşmaları ise tamamen ABD mandasını kabul ettiklerinin kanıtları ile doludur. Sivas Kongresi’nde ABD resmi temsilci de bulundurmuştur. Ancak, Halide Edip’ten farklı olarak ABD, açık bir manda ifadesinin yandaşı değildir. Artık Kafkaslar’a da ulaşan Ekim Devrimi’ni durdurmak için kurulacak bir TC devletinin görünüşte bağımsız olması gereği açıktır. ABD bunu kavramıştır, İngiltere bunu kavramıştır.
Sözde bağımsız, gerçekte birer lejyoner devlet olan sömürge (yarı-sömürge terimi bir geçiş anını, bir pratik durumu anlatır. Gerçekte çağımızın sömürgeleri görünüşte bağımsızdır. Onun için yarı-sömürge kavramını kullanmak açıklayıcı değildir. Sömürge demek gerekiyor ve emperyalist sömürgecilik budur. Feodal sömürgecilik ‘tam’, emperyalist sömürgecilik ‘yarı’ değildir. Ancak Osmanlı, bir imparatorluktan sömürge olmaya geçerken böylesi bir yarı-sömürge olma anı yaşamıştır. Hepsi budur. Bunun üzerine teori de kurmamak gerekir. Aynı süreci Çin ve İran’da da görürüz. Çin’de tıpkı bizim Kemal hareketine benzer bir Komintag deneyi vardır. Ve Enternasyonal, ABD patentli bu politikayı yutmuştur. Çin’de Komintag’ı, Anadolu’da ise M. Kemal’i yanlış değerlendirerek desteklemiştir. Çin’de Enternasyonal’in taktiğinin yanlışlığı, önceleri Mao’nun kurtardığı sonraları ise onun karşısında savaştığı süreç içinde Çan Kay Şenk deneyi ile öğrenilmiştir. Ama bizde M. Kemal’e karşı savaşı sürdüren çıkmamıştır ve böylece bugünlere kadar Kemalizm etkisini sol içinde sürdürebilmiştir) devletler oluşmaya başlamıştır. Halkların gerçek kurtuluş yolunu kapatmak için bu sözde bağımsızlığa izin verilmiştir ve emperyalist-kapitalist çağın sömürgelerine de bu durum uygundur. Feodalizmde sömürgecilik fiili askeri işgali gerektiriyordu. Oysa kapitalizm ile birlikte buna gerek de kalmamıştır. Sermaye ihracı, sözde bağımsızmış gibi görünen devletlerin varlığı koşullarında sömürgeleştirmeyi olanaklı kılmıştır. (Yeri gelmişken, kapitalizmin eski ve yeni sömürgeciliği yoktur. Eski sömürgecilik feodalizmden devralınandır ve yenisi de emperyalist sömürgeciliktir. Öyle ki, kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelişinden sonra -yaklaşık 1900’lerin başı- sosyalizm dışında ulusal kurtuluş hiç gerçekleşmemiştir. Ulusal kurtuluşu gerçekleştirenler, ulus olma iradesini göstermenin yanı sıra sosyalizmi kurma iradesini gösterenlerdir; yani toplumsal kurtuluşu gerçekleştirenlerdir.) TC bunun ilk örneklerindendir. Yine ortada bir ulusal kurtuluş da yoktur. Hangi ulus kurtulmuştur? Tersine ortada bir sömürge (hafifletici olacaksa bir modern yarı-sömürge) vardır ve feodal sınıf, yerini burjuvaziye bırakmıştır. Bu emperyalizme bağımlı ülkede kurtulan tek bir halk yoktur ve tüm halklar için bir hapishane yaratılmıştır. Bu açıktır ki bir burjuva çözümdür, ama bir ulusal kurtuluş değildir. Ekim Devrimi’nden bu yana, sosyalizmi kurmak dışında hiçbir ulusal kurtuluş gerçekleşmemiştir. Bir devlet olmak ayrıdır, ulusal kurtuluş ayrı. Bizde gerçekleşen, 1920’de, Osmanlı’ya göre daha dar bir toprak üzerinde burjuva egemenliğin kuruluşu ya da bir burjuva devlettir.
Halkların imhası ile ‘ulus’ olunmuyormuş. Öyle ya, Kürtleri, Rumları, Ermenileri, Lazları, Çerkesleri kıymak veya susturarak Türkleştirmek, bugün görülüyor ki o kadar da olanaklı olmuyormuş. Bugün pek çok burjuva ideologu, ‘Türkiye’nin kültürel çeşitliliği’ veya ‘Türkiyeli’ kavramına sarılıyor. Demek ki o eski elbise artık parçalanıyor ve egemen sınıf egemenliğini tarif edebilmek, halka kabul ettirebilmek için yeni yollar, çözümler arıyor.
1908’den başlayarak gelişen Türkçülük, aynı zamanda halkların imhasını beraberinde getirmiştir. TC’nin kendi kuruluşunun savaşı dediği ‘kurtuluş savaşı’, tamamen halklara, komünistlere karşı yürütülmüş bir savaştır. İşte TC devleti de bunun üzerine oturuyor, böyle oluşuyor. Kuruluşunu takiben, kıyımlar devam ediyor. Kürtlerin, Lazların, Rumların kırılması bunun sadece birkaç örneği. Bu öylesine bir kırımdır ki, kendileri aslen Türk olmayanların Türklük adına yürüttükleri, burjuva egemenliği sağlama kıyımıdır. Kıyımın şiddeti bugün bile ortadadır. Herkesin soyadı, 1930’lardan beri, Öztürk, Asıltürk, Türkkan, Türksoy vb.dir. Bu soyadlar genellikle, kıyımdan kurtulmak için, soylarını kıyımdan kurtarmak için bulunmuş çarelerdir. Kıyım sadece Müslüman olmayan halklara yönelmemiştir. Müslüman olmayan halkları kırarken, komünistleri kıyarken destek verenler de kıyımdan geçiriliyor. Yalnızca şapka giymedi diye öldürülenlerin sayıları tüyler ürperticidir.
1925 sonrasında gerçekleşen Kürt kıyımları halâ hatıralarda canlıdır. Bugün de aynı kıyım politikası sürdürülmektedir. Baskı ve şiddet altında halklar kendi kimliklerini ya tümüyle silmiş ya da evlerinde, gözlerden ırak dört duvar arasında saklamışlardır. Böylece ortaya, hakkını aramayan, geçmişinden korkan, her hareketinde açık vermemeye çalışan, kontrollü, her özelliği ile dalga geçilen, aşağılanan bir insan tipi çıkmıştır. Deyim yerinde ise, halklar mozayiği Anadolu, betonlaşmıştır. Betonun altında nefes almaya alışılmış, bir hapishane kafalarda taşınmış, kişiliğin parçası haline getirilmiştir. Hakkını arama, karşı koyma geleneği yok edilmiştir. Bundan en büyük zararı işçi sınıfının, devrimin, sosyalizmin çektiğini vurgulamaya sanırız gerek yok.
TC devleti en başından beri, işçi sınıfına saldırı üzerinde var olmuştur. Daha en başından beri varlığını, işçi sınıfı ve komünistlerin ezilmesi ile sağlamış bir devlettir karşımızdaki. Kendinden önceki egemen sınıf ile kavgaya tutuşmuş değil, bu kavga için işçi ve köylülerle ittifak yapmış değil, tam tersine işçi, emekçileri düşmanı olarak görmüş ve öylesi bir savaşla kurulmuş bir devlettir karşımızdaki. ‘Sınıfsız, imtiyazsız’ olmak, 1920’lerde karşı çıkanın öldürüldüğü bir ‘homojenliği’ anlatırdı. Şimdi de aynı şeyi anlatıyor. Dün de bugün de işçi ve emekçilerden ‘ülkemiz’ adına fedakârlıklar istenerek, kapitalistler kârlarına kâr katıyor ve sistem krizleri hafifletiyor. Ama bunun nedeni, bugüne kadar sınıf adına hareket edenlerin de bu çerçeveyi kabul etmiş olmalarıdır. Bunu sağlayan ise, kan ve şiddettir. Kemalizm’i tanımak bu anlamda çok ama çok önemlidir.
Kemalizm, bu topraklarda burjuva egemenliği sağlayan burjuva ideolojisidir. Kemalizm’in iyi kötü kanadı ayrımları bu nedenle anlamlı değildir. Faşizm tanımı ile, nasıl ki kapitalizmin tüm günahları faşizme yıkılarak sistem (burjuva devlet) aklanmış ise, aynı şekilde Kemalizm’in kötü (faşist) kanadı ile Kemalizm bir bütün olarak aklanmaktadır. Halâ ülkemizde sol hareket Kemalistlerle ittifaktan söz edebilmektedir. Hem de tarihini M. Suphi’lere dayandırarak. Suphi’leri, Çayan’ları ve daha nicelerini katleden devlet aynı devlettir. Birini faşist devlet, diğerini başka bir devlet katletmedi. Bu aynı devlettir, burjuva devlettir. Bugün bu devletin adı tekelci polis devletidir. Bu devlet onlar için demokrasidir. Burjuva demokrasisi budur. Ama bu devlet biz işçi ve emekçiler için yani halkın %80’i için katıksız bir diktatörlüktür.
Bu anlamda, 1920’lerde, 1946’larda, 1960’larda gibi, belli bir tarih kesitini ele alıp bu dönemde burjuva devlete bir isim aramak, devletin evrimini, TC’nin evrimini anlamanın önünde engeldir. 1920’lerdeki devlet için pek çokları “Bonapartist” devlet nitelemesini yapmaktadırlar. Bu bakış, her şey bir yana, devlet meselesine teorik olarak yaklaşımda da bir geriliktir. Bir devletin belli özelliklerini ele alıp, onu bir başka devlete benzetme eğilimi, devletin bir sınıf egemenliği aygıtı olarak özünü görmeyi engelliyor. Biçim öylesine öne çıkıyor ve devletin oluşumu ve evrimi sınıf savaşımından öylesine koparılıyor ki, her ana özgü bir devlet biçimi keşfediliyor. Bu öyle kafa karıştırıcıdır ki, her gün gelip giden devlet biçimlerini izlemek teorik faaliyetin ana alanı oluyor. Gerçekten devlet meselesine verilen önemden dolayı değil, sadece teorik körlüğün en büyük körlük olmasından dolayı, hep aynı noktalara takılınıp kalınıyor.
TC devletini anlamak için onun evrimini, tarihini incelemek bunun için çok büyük öneme sahip. Bu tarihe bir bakılınca görülecektir ki, varlığı Ekim Devrimi’nin emperyalist odaklar üzerine saldığı korkuya dayanan bu devletin kendisi de tümüyle komünizm korkusuna göre örgütlenmiştir. En başından beri emperyalist-kapitalist dünyanın, daha açık deyimi ile dünya burjuvazisinin çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Bu her devlet için geçerlidir. Onun için, giderek her devlet bir iç savaş örgütü olma yönünü daha çok açığa vurmaktadır. Ama TC devletinin farkı, hemen Ekim Devrimi ülkesi ile sınır oluşturmasıdır. Eğer Ekim Devrimi olmasa idi, Fransızların, İtalyanların vb. silahlarını bırakarak işgal bölgelerinden çekilmesi olanaklı olur muydu? Bunu Kemalist devlet en başından biliyor ve buna uygun yol alıyor. Her zaman, komünizm tehdidine göre adımlarını atıyor. Hem sömürge, hem Ekim Devrimi’nin yanı başında olmak, hem içerde halkların imhasına dayalı onlarla barışık olamama bu devleti şekillendirmiştir.
Hiçbir nesnel, hele hele hiçbir öznel temeli olmamasına rağmen Celal Bayar’ın her kış komünizm beklemesinin, komünizm korkusunun devlet örgütlenmesindeki rolünü anlatır bir örnek olduğu kanısındayız. En başından beri işçi eylemlerini yasaklayan, kan ve hapis ile işçilere saldıran, “eğer komünist parti lazımsa onu da biz kurarız” diyen, “eğer sendika lazım ise onu da biz kurarız” diyen bir devlettir söz konusu olan. Bugünlerde 1 Mayıslar’ı kana bulayan da bu devlettir. Bizim bazı sol çevrelerimiz, halâ 1 Mayıs’ta radikal gruplar polisi kışkırttı diyebiliyor. Bir tarihe bakın göreceksiniz ki, bu devletin kışkırmak için hiçbir dış etkene ihtiyacı yoktur ve her katliamı önceden planlamıştır. Bu gözle bakılırsa, 1 Mayıs 1996’da tutmayan devlet hesabının, kitlenin kaçmadan yanıt vermesi olduğu görülecektir.
Tarihi bu olan, tarihi boyunca kılıç üzerine varlık kazanmış, halkların ve işçi sınıfının tescilli düşmanı, en başından beri sınıf bilinci ekonomik varlığına göre daha gelişmiş bir burjuvazinin devletidir bu devlet. Bu devletin bugünkü örgütlenmesi, tekelci polis devletidir. Demokrasi tartışmalarının sınırı da burasıdır. Devletten hak, hukuk, yasal çerçeve ve demokrasi beklemek, hem genel olarak burjuva devlete karşı, karşılıksız müşfik duygular içinde olmaktır, hem de TC devletini hiç tanımamaktır. Denizler’in, Mahirler’in, İbrahimler’in, 15’lerin ve daha nicelerinin katillerine karşı çok ama çok kinsiz olmaktır. Halkları kıran, imha eden bu devlettir. Çerkes Ethem’e sahip çıkmaktan korkmak, bu Kemalist tarihin derin izlerini taşımaktır. İşte bu aynı izlerdir ki bizi duygusuz yapmaktadır, tarihimizden koparmaktadır. Onun için bir olumlu iradeyi, bir iktidar olma ve sosyal kurtuluş iradesini gösteremiyoruz. Yani devleti eksik tanıyoruz ve düşmanı eksik tanıyanların yaşadığını her tarih kesitinde yeniden yaşıyoruz. Devletten kopmadan, tarihimize de sahip çıkamıyoruz.
Çözülüş İçinde “Yeniden Yapılanma”;
TC Devleti Üzerine
TC devletinin tarihi biliniyor. Devletçi olmak, burjuva egemenliği sürdürmek temel olmak üzere, her şeyi yapıyorlar. M. Kemal, gerekli olduğunu gördüğü an, bir ‘komünist’ partisi de kuruyor, muhalefet de örgütlüyor. Bunu yaptırdığı adamları, günü geldiğinde harcıyor, asıyor ve tüm bunları yapanlar da yaptıranlar da sonuçta harcananlar da hep devlet için çalışıyor.
Bunu kolaylaştıran bir neden var. Burjuva egemenlik, aslında burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarlarını, ulusal çıkarlar olarak ortaya koyması, örgütlemesine dayanıyor. Yani ulusal çıkar, her zaman ve her zaman burjuva sınıfın çıkarlarının dolaysız ifadesidir. Burjuvazi, sınıfsal çıkarlarını ulusal çıkar adına tüm toplumun çıkarları olarak sunduktan sonradır ki, bu çerçevede bir ideolojik yapıştırıcı elde ediyor. Tüm toplum, en ücra köşesine kadar bu ulusal çıkarlara göre şekilleniyor. Vatan ve vatan hainleri de böyle belirleniyor. Bu ulusal çıkara, burjuvazinin çıkarlarına karşı çıkan herkes vatan haini oluyor. Böylece her şeyin üzerinde bir ulusal çıkar, her şeyin üzerinde bir ulusal birlik oluşuyor. Ama bu ulusal birlik ancak burjuva devlete, sömürü ve aşağılanmaya karşı çıkmama temelinde gerçekleşiyor. Daha açık söylemek gerekirse, sömürülenlerin, ezilenlerin, kendi çıkarlarını görmemeleri, kendi sınıfsal gerçekliklerinin bilincine varmamaları gerekiyor. Böylece işçi sınıfı, burjuvaziye karşı, ulusal çıkara karşı olmamak adına savaşamaz hale geliyor. Burjuva devlet, burjuva çıkarlara ters düşen her şeye, “bu ulusal çıkarlarımıza ters” diyerek saldırıyor, tüm toplumun saldırmasına zemin hazırlıyor.
Bir güncel örnek iyi olacak. M. Ağar, cep telefonlarının dinlenmesi için giriştikleri operasyonu, “insan haklarına ve özel hayatın gizliliğine” karşı suç olarak görenlere, devletin üstün çıkarları adına sesleniyor: “Bunu yaptık” diyor, “bunun detaylarını konuşmak vatana ihanettir” diyor. Örnek bununla bitmiyor. Kredi kartları ile bir banka dolandırıcılığı yapan kişi, devletin çıkarları için daha fazla şey söylemem, diyor. Söylemez çetesi de devlet için yaptıklarını anlatıyor. Tüm bunlar, gerçekten vatana hizmettir. Onların vatanına. Onların vatanı budur. İşte vatan dedikleri, işte ulusal çıkar dedikleri, işte ulusal birlik dedikleri budur.
Hep söylenir; bir avuç azınlık olan burjuvazi nasıl çoğunluğu yönetir. Kabul etmek gerekir, bunun sırrı önemli ölçüde ideolojidedir, yüzyıllardır süren alışkanlıklar ve önyargılardadır. Kabul etmek gerekir ki, soru terstir. Soru, doğru biçimi ile şöyle sorulabilir; “üreten, yaratan, toplumun yüzde seksenini oluşturan çoğunluk, neden kendi çıkarları adına davranmıyor, neden kendi kaderini eline almıyor, ne yapmalı ki bu çoğunluk yöneten durumuna gelsin?”
Proletarya iki ayrı vatan olduğunu bilince çıkarmalıdır. Bu vatan onların vatanıdır. Onların vatanı, çek defterleri ve kasaların içindeki paralarla belirlenir. Bu açıdan burjuva egemenliğe karşı koyan herkes vatan hainidir. Hukuk da burada biter. Hukuk, egemen sınıfın kendi çıkarlarını ifade edeceği bir yasalar ve kabuller sistemidir. Öyle ise proletaryanın, devrimcilerin ayrı bir vatanları ve ayrı bir hukukları vardır. Mesela bizim hukukumuzda bu düzene karşı her yol ve araçla savaşmak meşrudur. Zulme, zalime karşı savaş başka türlü yürütülemez.
Burjuvazi egemenliğini sürdürmek için ‘ulusal çıkar’ ardına gizlenir. Ülkemizin egemen sınıfı, burjuvazi ise, bu açıdan daha iyi tanınmalıdır. Osmanlı’nın yerine oluşturulan burjuva egemenlik, aynı zamanda bir modern sömürgenin, modern lejyonerlik sisteminin oluşturulması anlamına gelmekteydi. Onun için, Misak-ı Millî içinde egemenlikleri, tam bir lejyoner cumhuriyetinin kuruluşunu ifade ediyor. Mandacıdırlar ve bunu gizlemek için anti-emperyalist oldukları yalanına dayanırlar. İşbirlikçidirler ve bunu gizlemek için “bağımsız”lıktan söz ederler. Dini her zaman kullanmışlardır ve bunu örtmek için ‘laiklik’ten söz ederler. Ülkeyi satmışlardır ve onun için ‘ulusal kurtuluş’tan söz ederler. Halkları imha etmişlerdir, onun için ‘dış güçlerin oyunları’ ve ‘komünizm zehiri’nden söz ederler. Katliamlarını gizlemek için, ırk ayrımı yoktur, diye bağırırlar. İşçi ve emekçileri her fırsatta yok etmişlerdir, her fırsatta komünistleri, hakkını arayanları imha etmişlerdir, onun için ‘sınıfsız, imtiyazsız bir toplum’uz derler. Yani, bu topraklarda burjuva egemenlik, o özlü sözlerinde olduğu gibi, ‘sınıfsız, imtiyazsız’ planyadan geçirilmek demektir.
Ulusal çıkarlarının ifadesi olarak öne çıkarılan Türkçülük, gerçekte Türk halkına ya da Türkmenler’e dayanmaz. Tersine, ta Osmanlı döneminden beri imha ettikleri Alevi Türkmenleridir. Kendi kültürü yok edilmiş, silinmiş bir halkın kimliğini, en tehlikesiz kimlik olarak gördüklerinden Türklüğü ulusal birleştirici olarak seçmişlerdir. Bu yolla herkesi zorla Türkleştirmişler, Laz’ın, Arap’ın, Pontos’un, Abhaz’ın, Adige’nin, Kafkas halkların, Pomak’ın vb. kültürünü, Türk kültürü olarak yutturmuşlar. Hem Türk kültürünü yok etmişler, hem de bu kültür adına tüm halkların kültürlerini yok etmişlerdir.
Türkçülük, öylesine belirsiz, öylesine şekilsiz bir çerçevedir ki nereye çeksen oraya götürülmüştür. Gerektiğinde İslam’a düşman olabilmiştir. Gerek görmüşlerdir, Türklük bu kez en çok İslamcı olmuştur. Böylesine şekilsiz bir tarif, istenildiği yere çekilebilmiştir. Gerektiğinde Türklük, komünizm ile ilişkilendirilmiş, tarihten gelen sol gelenek olmuştur, gerektiğinde Bozkurt ile faşistlikle bağlanmıştır.
İşte dünya çapında burjuva egemenliğin tüm deneylerini içselleştirmede bir başarı. Burjuva ideolojisi, bitmiş, köhnemiş bir toplumu ayakta tutmak üzere var. Böyle olunca, felsefî anlamda pragmatizm onun içeriğidir. Yani her gelişme karşısında istenilen yöne çekilebilecek bir şekilsizlik içinde burjuva çıkarları ulusal çıkar olarak ifade edebilme ‘esnekliği’. İşte Kemalizm bunu başarmıştır. Bel kemiği öylesine esnektir ki, bugün dinci, bir gün din düşmanı olabilmektedir. Böylesi bir ideolojiyi halklara kabul ettirebilmek için ise mutlaka ve mutlaka halkın kimliksizleştirilmesi gerekiyor. Baskı, imha, her tür saldırı ile halklar sindirildikçe kimliksizleşmiştir. TC devleti, tarihi boyunca en çok değer verdiği kişiliği, ihanetçi kişilikte bulmuştur. Kapıkulu sistemi de budur. Pek çok general, devlet görevlisi ve etkili kişi, ailesi olmayan, dolayısıyla ailesi dahil ihanet edemeyeceği hiçbir değeri olmayan kişilerden yetiştirilmiştir. İşte onun içindir ki ideolojileri bu kadar çürük, bu kadar etkili olabilmiştir. Yine işte onun içindir ki burjuva egemenliğe karşı savaşım, tüm halkların da dirilişinin, Anadolu’da insanın dirilişinin ifadesidir. Halkların kendi kimliklerine sahip çıkması, burjuva egemenliğin yıkılarak sosyalizmin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Bugün, işte bu egemenlik aygıtı çözülmektedir. Türk dışında başka halkların da var olduğu artık sır değildir. Kürt devriminin deneyimi göstermiştir ki, katliam ve zor ile halkları yok saymaya alışmış bu sistem, kendi anladığı dil ile zorla yıkılacak, parçalanacaktır. Artık, Kürt vardır, artık Karadeniz dağlarında köyleri boşaltmaya başlamalarından da anlaşılacağı gibi, Laz ve Pontos vardır. Artık, ihanetçi dedikleri Çerkes Ethem’in halkı vardır. (Çerkes Ethem, burjuva gerçekliği çok geç anlamaya başlamıştır. Onun için ihanetçilikle suçlanmaktadır. Başlangıcında Teşkilât-ı Mahsusa’da birliktedirler.) Bunları artık herkes kabul etmek durumunda. Burjuvazi de, devlet de kabul ediyor.
Şimdi, bu devletin tarihine şekil vermiş taktik gündeme gelecektir. Tehlike sınırını geçmediği ölçüde, önce bu halkların varlığını kabul etmek, sonra da bunları tekrar imha etmek. Bunu ilk uygulayacakları halk ise Kürt halkı olarak görülüyor.
Devlet çözülüyor. Halkların imhası ve inkârı üzerine kurulu, işçi ve emekçilerin imhası üzerine kurulu, her şekle girerek, her türlü inanç ve değeri dejenere ederek burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder hale getirme üzerine kurulu bu sistem, çatırdıyor. Yalnız artık çatırdadığını bizim kadar burjuvazi de görüyor. Onun için, çözülüşün içinden daha güçlü çıkmak için daha kapsamlı planlar yaptıkları anlaşılıyor. En azından bu devletin tarihine bakarak, bunu beklemek gerekiyor. TC devleti kurulurken, nasıl M. Suphi ve Çerkes Ethem adına şekillenen halk hareketini boğabilmiştir? Bunu yeniden hatırlamak gerekiyor. M. Suphi, M. Kemal’e bu kadar güvenecek ölçüde sınıf çıkarlarının anlamını unutmuştur. Çerkes Ethem’in önemi de buradadır. Çerkes Ethem, M. Kemal çizgisindeki bu modern lejyonerlerin kendi amaç ve ideallerinin düşmanı olduğunu görebilmiştir. Onlara teslim olmaması, onun hakkında yürütülen karalama kampanyasının da temelidir. Çerkes Ethem’i, M. Suphi’den daha devrimci kılan nokta da buradadır. Eğer kişinin eylemine bakacaksak, eğer eylem bakış açısının ifadesi ise, bu açıdan M. Kemal’e güvenip güvenmemek bir ölçü olmalıdır. Yeterli olmasa da ciddi bir ölçüdür. Demek ki, burjuvazinin oynadığı oyunlar, sadece saldırı, sadece hapis vb. değildir.
Burjuva egemenlik, bu topraklara, kendi egemenliği dışında hiçbir değerle bağlı hissetmemektedir. Kadrolarını da bu nedenle tüm değerlerinden arındırarak, ailesinden koparılmış kesimlerden seçmesi boşuna değildir. Modern kapıkulu sistemi de tam budur. Bu noktada, vezirlerini Hıristiyan köle çocuklarının değerlerinden koparılması yolu ile yetiştiren Osmanlı’dan geri kalır değildir. Devlete hizmeti her şeyin üzerinde tutan, bunun ilk sınavı olarak kendi kişisel geçmişine ihanetle işe başlayarak yetiştirilen bir kadrodur söz konusu olan. Onun için bu düşmanı hafife almak yanılgıdır.
Yıllardır bu devlet çözülmektedir. Tam da Birinci Dünya Savaşı öncesi bir dönemi hatırlatacak tarzda. Yine emperyalist merkezler arasında pazar paylaşım savaşımı gündemde. Yine bu savaşımın merkezi bu topraklar, bu kez Osmanlı gibi paylaşılmayı bekleyen bir yarı-sömürge imparatorluk yerine, her biri bir emperyalist gücün sömürgesi olan devletlerin sahip değiştirmesi, yeniden paylaşımı söz konusu. Yine egemen güçler içinde iktidar kavgası, bu paylaşım savaşına bağlı olarak şekilleniyor. Yine emekçi halklar bir kere daha yok edilmek, kişiliksiz kılınmak isteniyor. Ama yine önemli bir farkla ki, bu kez Kürt halkının bir diriliş mücadelesi var. Farklılıklarla birlikte, tam Birinci Dünya Savaşı öncesini hatırlatır bir tablo var.
Bu noktada Marx’ın Hegel’den aktardığı satırları hatırlayalım. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde şöyle yazıyor: “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” Şimdi bu satırları, böylesine bir benzerlik içinde olduğunu söylediğimiz bölgemize uygulamak, en azından bu çerçevede düşünmek gerekiyor. 1- Eğer böylesi bir ortamda mücadele bir halkın kurtuluşunu amaçlıyorsa, o dönem bir trajediye dönüşen Ermeni ve Pontos mücadelesini hatırlamak gerekli. Ermeni ve Pontoslar, emperyalist güçlere güvenmenin, bu güçlerden birine oynamanın sonuçlarını ağır bedellerle ödediler. Ermenilerin ödediği bedel biliniyor. Pontosların aynı yıllarda dağlarda 14.000 asker kaçağı savaşçı bulundurdukları biliniyor. 14.000 gerilla niye yenilir? Ne için savaştığını bilmediğinden, ideolojinin eksikliğinden, kurtuluşu kendi gücünde görememekten, kendi bilincine varamamaktan, sınıfsal çıkarların önemini kavramamaktan, bir emperyalist güce güvenmekten. Böyle olunca, tarihlerine de sahip çıkamadılar. Şimdi Kürdistan devrimi, çevresini kuşatan bu kurtlar sofrasına yem olmaktan, ancak onu bugüne taşıyan devrimci çizgiye sonuna kadar bağlı kalarak kurtulabilir. Sadece kendini kurtarmakla kalmaz, tüm bölgeyi tutuşturacak bir ateşi körükleyebilir. 2- M. Suphi’nin, M. Kemal’e güvenerek onun kuvvetlerinin yanına gelmesi bir trajedi ise, yeniden, Anadolu solunun Kemalizm ile bağlarını kesip atamaması, mutlaka bir komedi ile sonuçlanabilir. Çerkes’in başından içinde olduğu Teşkilât-ı Mahsusa’yı geç kavraması, geç anlaması kendi trajedisini hazırladı. Ama bugün, devletin hizmetine girmeye gönüllü olan Çerkeslerin sonunun bir komedi olacağı kesin. 3- Burjuva cepheden bakalım, M. Kemal, Enver Paşa’nın komiğidir. Onlar çoktan komiklerini bulmuşlardır. Herkesin bir komiği de şart değil ama, acaba M. Kemal’e göre komedi kim olacaktır? Mesela, iki yıl teşhisi mümkün olmayan siroz yerine, teşhisi mümkün ama tedavisi olmayan Pentagon virüsü AIDS’ten mi ecele teslim olacaktır bu kişi? Yoksa, sahte ulusal bağımsızlık yerine komedi olarak ‘komik bir devlet’ mi kalacaktır ellerinde? Acaba bir trajedi idiyse İttihat Terakki, komedisi ne olacaktır?
Devrim cephesinin komiği, halkların kurtuluşunun sosyalizme bağlanmamasını savunan anlayış ve bunun temsilcileri, kendini burjuvaziden koparamamış ve ona güvenerek devrimcilik yapmayı sürdüren anlayış ve onun temsilcileri olacaktır.
Bu noktaya girerek, TC’nin çözülüşüne güvenip, yan gelip yatmanın ya da devrimin isteklerine yanıt vermemenin muhtemel sonuçlarını göstermiş olduk kanısındayım. Şimdi de çözülüş içinde TC’nin yeniden yapılanma, yani rehabilitasyon çabalarını görmek gerekiyor.
Bu açıdan olup-biteni anlamak için, bir perdenin önüne, bir de perdenin arkasına bakmak gerekiyor. Burjuvazi de çözülüşü görüyor ve artık, köşe yazarlarının diline düşecek ölçüde de kabul ediyor. Öyle ise çözülüş artık sadece bir verili durumdur. Çözülüşü sağlayan şey, en başından, yukarıda anlatılan tüm TC tarihini sarsarak gelişen Kürdistan devrimi, onu çok geç de olsa izlemeye başlayan Anadolu devrimi ve emperyalistler arasında, SSCB’nin olmadığı koşullarda kızışan pazar paylaşım savaşıdır.
Bu etkenleri de düşmanın gördüğünü bilmek gerekiyor. Öyle ise TC’nin bu koşullardaki temel hedefi, iki devrimi bastırmak ve bölgede süren paylaşımdan güçlenerek, bir bölgesel güç olarak çıkmak olarak belirginleşmektedir. Bu hem nesnelliğin sonucu böyledir, hem de TC ve ABD’nin böylesi planları olduğu her gelişme tarafından açığa vurulmaktadır.
TC, kısa vadede ve acil olarak iki devrimi bastırmak hedefine kilitlenmiştir. Ama bunu sadece şiddet ile yapmaya kalkacağı ise safça bir anlayış olacaktır. Evet, elinde şiddet dışında kalan tüm yönetme araçları işlevsizleşmektedir. Ama tarihe bakınca, bir şeyden vazgeçmeyecekleri de açıktır.
Kürt devrimi açısından bakalım, TC acaba ne zaman, “Eğer bir Kürt devleti lazım ise onu da biz kuralım” diyecektir? Bunu komünist partisi kurma noktasında yapmışlardı. Çerkes Ethem’in çıkardığı sosyalist Yeni Dünya dergisini onun elinden almak için, Yeşil Orducu ve Kemal’e göre çok daha temiz olan İ. Hakkı’yı kullanmışlar ve sonuçta Yeni Dünya ölmüştür. Hem de Çerkes Ethem’in “Bolşevizm için çok ama çok propaganda lazım” dediği bir dönemde. Tarihteki sahte ya da resmi TKP gibi, bir Kürt hareketi devşirme politikalarının tümden başarısız olduğunu söylemek olanaklı değildir. Bir yandan komünistlerle iyi ilişki, bir yandan da sahtekarlık. Sonuç; devşirme kadro oluşturma. Bu politikanın şiddetle beslenmesi. Bunun başarılması için ise, dumanlı bir hava yaratılması. Öyle ya, kurt dumanlı havayı sever. Bozkurt’un da başka bir havayı seveceğini sanmamak gerekir.
Öyle ise anlaşma istekleri, oyalama ve dost gibi aracılar, bu işin hep kullanılan yöntemleri olmalı. Olmalı ne kelime, işte tarih, işte Çerkes Ethem’in tasfiyesine gidiş şekilleri. Üstelik Ethem, bir noktadan sonra bunlarla yollarını ayırmış ve bunlara hiç güvenmiyor. Verdikleri her güvencenin, Osmanlı’nın pusu geleneğinin ifadesi olduğunu biliyor. Ethem, en iyi pusu atış şekillerinin, “gel düello edelim”e kadar varan mert savaşçı taktiklerinden geldiğini biliyor. Bunların pusuları, Orta Asya bozkırlarında pusu atan insanlardaki, düşmanına düşman diyebilme erdeminin zerresini taşımıyor.
Diğer yandan federasyona kadar bir çözüm bile TC’nin kendini rehabilite ederek, daha güçlü kurmasının olanaklarını da taşıyor. Ama bu federasyonun TC tarafından kabul edileceğinin işareti olmamalıdır. TC için, bugün, düşmanını hareket sahasına çekme, tehlikeyi evcilleştirme söz konusudur. Ama yine de TC’nin eski yapı üzerinde olduğu gibi, yeniden kendi egemenliğini sürdürebileceğini düşünmek yanlış olacaktır. Onun için bir rehabilitasyon gereklidir ve bunun ayakları da bu sürecin içinde vardır. Bir yandan liberal İslam, bir yandan devletçi-az Kemalist bir liberal Kürt hareketi ve en kolay görünen liberal bir sol. TC, işte kurtarıcı olarak bunları görmektedir. Buna bağlı olarak ‘ulusal çıkar’larını yeniden tarif etmektedir.
Bu hareketlerden yararlanmanın risklerini bilmektedir. Ama tarihi boyunca hiçbir değerle bağlı olmayan bir egemenlik için bu riskler, bizim dünyamızdan algılandığı kadar fazla değildir.
İşte devrimci hareketin ciddi sınavı buradadır. Devleti bir egemenlik aygıtı ve burjuvazinin sınıf çıkarlarının cisimleşmiş tarihi olarak kavramak, bu açıdan belirleyici önemdedir. TC için a) bölgesel bir güç olma, b) Kürt sorununu çözme ve içeriyi tümden temizleyerek iki devrimi bastırma, c) yeniden kendini yapılandırma, aynı denklem içine girmiştir. Bu açıdan savaş, içeride bunun gerektirdiği düzenlemelerle birleşmektedir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İngiltere-Fransa ekseninde kendine yer arama ile içeriyi temizleme birleşmişti. Bunun gereği olarak, savaşa girme ile halkların imhası birleştirilmiş, bunun öncesinde onyıllar süren bir doldur-boşalt siyaseti ile devlete bağlı güçler yaratılmıştır. Topal Osman güzel bir örnektir. Acaba Topal Osman’ı Laz ve Pontosların imhasında M. Kemal’in kılıcı yapan şey ile Söylemezler’i, Ağar-Çatlı eksenini bir arada düşünmek tarihi çok mu zorlamak olur?
Devrimciler ve işçi sınıfı açısından ise, halkların kurtuluşu ve sosyalizm savaşımı iç içe geçmektedir. Anadolu, halkların hapispanesi olmaktan çıkmaya yöneldikçe, tüm bölgede sosyalist kurtuluşun ateşleyicisi olacak tarihi ve güncel dinamikleri biriktiriyor. Ortadoğu devrimleri ile Anadolu devrimleri arasındaki bağ artıyor. Paylaşım savaşının bölge çapında keskinleşmesi, Kürdistan ve Anadolu devrimlerini bölge devrimi perspektifi ile birleştiriyor. Tüm bölge halklarının, tarihleri ile hesaplaşmak üzere dirilişi yakınlaşıyor. Eski dünyanın bu büyük parçasında sosyalizm, yenilenmiş olarak doğmak üzere toprağı tekmeliyor. Şafak, bu pislik yığınını, bu kirlenmiş toprakları temizlemek, bu kan gölünü kurutmak üzere, zorlu doğuşunu müjdeliyor.

Tekelci Polis Devleti – TEKELCİ POLİS DEVLETİ

Önceki Bölüm: Tekelcilik

Yukarıda, devlet tartışması açısından oldukça önemli olan tekelcilik üzerinde durduk. Şimdi de Tekelci Polis Devleti’nin ne olduğunu incelemeliyiz. Ancak öncelikle bilmek gerekir ki; önümüzdeki soru şöyledir: Proleter devrimler çağı ve tekeller çağında burjuva diktatörlüğü (yani o burjuva demokrasisi denilen devlet) nasıl bir evrim geçiriyor, evrimi belirleyen şey ne, günümüz burjuva devleti (burjuva demokrasisi) nasıl bir devlettir? Ya da aynı soruyu şöyle de ifade edebiliriz; ekonomik alanda tekelciliğin siyasal düzeye yansıması nasıldır? Ve en sonu, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi sürecinin burjuva devlet üzerindeki etkisi nedir?
Lenin’in emperyalizm analizi, kendisinin de belirttiği gibi ekonomik yönü ağır basan bir analizdir. Çarlık sansürüne göre yazılan çalışma, siyasal analizi içermez. Ancak bunun belirtildiği yerde, demek oluyor ki, bunun siyasal bir yansıması da olmalıdır.
Nitekim Lenin, Emperyalizm çalışmasında bu siyasal yönelimli uyarılarda bulunmaktadır. Kanımızca günümüz devletini anlamak için mutlaka emperyalizmi anlamak gerekir. Bu nedenle aşağıda devlet tartışmasını yürütürken, Emperyalizm kitabına başvuracağız.
Yine günümüz devleti, Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi sürecine karşı, komünizme karşı yürütülen ulusal, uluslararası savaşım içinde şekillenmiştir. Bu nedenle, özellikle 1945 sonrası dönemde emperyalizmin stratejisine, konumuz ile ilgili olduğu boyutu ile bakmamız gerekecek. Ekim Devrimi ülkesinde sosyalizmin çözülmesinin verdiği cesaretle burjuva ideologları pek çok konuyu oldukça açık biçimde yazmaktadırlar. Bu nedenle bazı alıntılar yorum bile gerektirmemektedir.
Tekelci polis devletini anlamak için malzeme o kadar çoğalmıştır ki, biz tekelci polis devleti nitelemesinin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını göstermek için yine burjuva ideologlarının yorum bile gerektirmeyen açıklamalarına başvuracağız.
1929 bunalımı ve ‘faşizmin iktidara’ gelişi ardından Komünist Enternasyonal’in bir devlet biçimi olarak faşizmin analizine başlaması ile devlet tartışması, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabından sonra ilk kez gündeme geldi. Burada faşizm analizine tekrar dönecek değiliz. Ancak Komünist Enternasyonalin, çeşitli vesilelerle vurgulansa bile, faşizm tanımında Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasına verilen bir yanıt olduğuna ilişkin hiçbir şey konmadı.
Haklı olarak tekelcilik üzerine duruldu. Daha fazla emperyalizm üzerine durulmalıydı. Çünkü tekelciliğe dayansa da emperyalizm tanımının üzerine oturduğu beş noktadan sadece biridir tekelcilik. Sermaye ihracı, devletlerin bu ihraçtaki rolü düşünülürse tekellerin en gerici kanadından söz etmenin yetersiz olduğu ortaya çıkar.
Gerçekte faşizm saldırısı tekelciliğe, tekeller çağına dayandığı kadar bu çağda ortaya çıkan ve burjuvazinin yüreğine korku salan Ekim Devrimi’ne bir yanıt, bir karşı devrim olma özelliğine de sahiptir: Enternasyonal bunları atladı. Bir devlet biçimi olarak faşizmin ‘acaba tüm burjuvazinin mi, yoksa sadece tekellerin bir kesiminin mi devleti olduğu’ tartışıldı. Böylece devlet tartışması da karıştırıldı. Enternasyonal öylesine bir tanıma girişti ki, faşizme karşı savaşım cephesini genişletmek adına faşizmi tüm tekellerin devleti olarak bile görmedi, daha da ileri giderek faşizmi ‘tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist’ unsurlarının diktatörlüğü olarak ilan etti. Tüm bu ‘en’lere rağmen gerçekte faşizme karşı savaşımın sınıfsal temeli genişlemedi.
Burada bu noktanın üzerinde yeniden durmamızın ana nedeni, faşizme karşı savaşımın nasıl bir savunma (saldırı ve sosyalizm savaşımı değil de savunma), demokratik devrim, anti-tekel devrim savaşımına dönüştüğünü görebilmektir. 1921’lerde dünya devrimi dalgasının geri düşmesi ve yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar mevcut mevzilerin korunması taktiği unutuldu. Burada taktik olan strateji haline getirildi. Tersine emperyalizm saldırıya geçti ve II. Dünya Savaşı sonunda yeniden kabaran dünya devrimi dalgasını bastırmaya koyuldu. Gerçekte bu yeni dünya devrimi dalgası, Ekim Devrimi ile başlayan dünya proleter devrimleri dalgasının aynısı ve daha güçlüsüydü. Özellikle burjuva devletin tekelci aşamadaki biçimi bu dönemden sonra, soğuk savaş yıllarında tamamen oturtulmaya başlanmıştır. Hitler yenilmiştir ama faşizmin gözleri halâ bakmaktadır. Bu gözleri örtecek, gizleyecek şal ise parlamento ve seçimlerin varlığı olacaktır.
Eğer sınıf savaşımına göre şekillenen bir yapı olarak devlete bakılabilir ise, bu durumda devletin ‘evrimi’ daha kolay anlaşılacaktır. Hitler’in geriye binlerce Hitler bıraktığı, bu Hitler’lerin dünyanın tüm ülkelerinde zaten var olduğu unutulmamalıdır. Faşizm, eşittir, kötülükler ise, burjuva sistem bunun dışında nedir ki?
Bugün parlamento ve genel oy sistemi tamamen bir şal, bir örtüdür. Onun altında bir devlet çarkı, bir devlet dişlisi yatmaktadır. Üstelik bunlar, artık sokaktaki çocuğun görebileceği kadar net olgulardır. Yeter ki, burjuva demokrasisini allayıp pullamayalım, yeter ki burjuva demokrasisinin sadece ve sadece burjuvazi için bir demokrasi olduğunu bilelim. Yeter ki bir burjuva devleti ‘işçilere tanıdığı haklara’ göre demokratik devlet ilan etmeyelim. Anlayalım ki, sınıf savaşımının, ulusal ve uluslararası ölçekteki durumuna göre ‘haklar’ genişler ve daralırlar.
Faşizm tanımının yapılması, faşizme karşı yiğitçe bir direnişin verilmesi, Hitler faşizminin yenilmesi ardından soğuk savaş dönemi başladı. (Sosyalizmin zaferi olmadan faşizmin yenildiğini söylemek de elbette biraz abartılı duruyor. Tersine Fransa, İtalya, Yunanistan devrimleri satılıyor. Fransa’da, tüm Avrupa’da komünistler, işçi sınıfını burjuva düzende yaşamaya razı etmek için çok başarılı bir uğraş veriyorlar.) Ekim Devrimi’nin dünya devrimine yükselememesinin ardından SSCB’nin kendini koruması, yaşatmasını birincil noktaya alan politikaları, faşizmin saldırıları karşısında dünya komünist hareketinin savunma psikolojisi ile hareket etmesi, nihayet soğuk savaş başları, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında yeni dünya devrimi dalgasının değerlendirilememesiyle sonuçlandı. Bu zincir özellikle soğuk savaşla belirginleşen sosyalizmin statükocu politikaya oturma sürecidir.
1960’lı yıllarla birlikte devlet tartışmaları, bir miktar da faşizmden ‘uzaklaşarak’ sürdürüldü. Latin Amerika başta olmak üzere emperyalizme bağımlı ülkelerde sık sık gündeme gelen askeri darbeler, ‘askeri faşist diktatörlük’, ‘askeri-diktatörlük’, ‘gizli faşizm’, ‘açık faşizm’ gibi isimlendirmeleri de gündeme getirdi. Devletin parlamento ile darbeler arasında gidip gelmesi daha pek çok (bürokratik devlet, popülist devlet vb.) nitelendirmeleri gündeme getirmiş olsa da bizim amacımız bu nitelemelerin üzerinde durmak değil. Bunları saymakla Marksist-Leninistlerin devlet konusunda daha net bir çabanın içine girmelerine olan ihtiyacının aciliyetini vurgulamak istiyoruz.
Aynı sorun, yani devletin eski ‘burjuva demokratik’ biçimde olup olmaması sorunu burjuvaziyi de rahatsız ediyordu.
“Seksen beş yıl önce Woodrow Wilson, yasama, yürütme ve yargının birbirlerini mekanik bir biçimde denetlemesine dayanan 18. yüzyıl ABD yönetimi kuramının ‘Newtoncu bilinçsiz bir kopyası’ olduğunu söylemişti.” (Arthur Schlesinger Jr., ‘Sorun Yönetim, Temsil Değil’, NPQ, Cilt 1, 1993, Sayı 4, s. 14)
Wilson önerisini ya da yeni devlet anlayışını şöyle ifade ediyor:
“Hükümetin çevresinin etkisiyle değişir, görevleriyle zorunlu kılınır, yaşamın baskısıyla işlevlerine yönlendirilir… Önderi ya da yaşam ve faaliyet organlarının birbirine çok yakın, neredeyse içgüdüsel koordinasyonu olmayan bir hükümet başarılı olamaz. Bu bir kuram değil, gerçektir. Karşısına hangi kuram çıkarsa çıksın, gücünü gerçekten alır. Yaşayan politik kurumlar yapısal olarak da, pratik olarak da Darwinci olmalıdır. (Aktaran Arthur Schlesinger Jr., age, s. 14)
Nedir burada Darwincilikten kastedilen? Anlayan için çok açık. Burjuva ideologları, açıkça sınıf mücadelesinin (ki kapitalizmin doğası budur) gereklerine uygun bir devlet örgütlenmesi istiyorlar. Hayatı anlamak budur. Biz devrimciler ise kendi cephemizden hayatı anlamamakta direniyor, düşmanın içinde ‘demokratlar’, ‘demokrasi aşıkları’ arıyoruz.
Faşizm yeterince ‘Darwinci’ midir? Darwinciliğin sosyal hayatta bu uygulanışı elbette oldukça yaygın bir eğilimdir. Bunun suçu Darwin’in değil, kapitalizmin kendisinindir.
Demek ki, emperyalist aşamanın, tekelci aşamanın burjuva devleti nedir, sorusu gündemdedir. Dimitrov er ya da geç her ülkede faşizm iktidara gelecektir, onun kaynağı olan kapitalizm (tekeller) yıkılmadıkça bu tehdit hep var olacaktır derken, faşizmi tekelci aşamanın devlet biçimi (tüm ülkelere özgü) olarak tanımlıyordu. O sadece tehlikeden söz ediyordu.
Peki faşizmin olmadığı dönemlerde devlet biçimi neydi? Burjuva demokratik cumhuriyeti mi? Tüm faşizm tanımları Batı Avrupa ve ABD’yi demokratik cumhuriyet olarak ele almış olmuyorlar mı? Pek çokları bize örnek olarak orayı (Batı Avrupa’yı) göstermiyor mu? Peki, şöyle bir kere duralım. CIA’nin var olduğu bir ülke, tüm tarihin herhangi bir dönemindeki TC devletinden daha fazla ‘demokratik’ olabilir mi? Türk-İş’in bir zamanlar Eğitim-İş’in ünlü AAFLI ile ilişkide olması CIA ile ilişki diye niteleniyor. Bu elbette doğrudur. O halde bizde sendikaların yeterince güçlü olmaması ile ABD işçi sınıfı için AAFLI’nın varlığı çok mu farklıdır?
Bize deniyor ki, oralarda bir takım haklar var, o nedenle oradaki devlet burjuva demokratik devlettir. Evet, bu doğrudur. Çünkü burjuva demokratik devlet, çağımızda tekelci polis devletidir. Haklara gelince, en az oradaki kadar ‘hak’ bizde de var. Ama biz haklar istemiyoruz, dünyayı istiyoruz; sömürünün-savaşın bitmesini istiyoruz, özel mülkiyetin son bulmasını istiyoruz, özgürlük istiyoruz, insanın insana kulluğunu kaldırmak istiyoruz. ‘Oradaki haklar ve oradaki demokrasi’ işte bunu anlamıyoruz. Biz bunu ham kafaca buluyoruz. Avrupa hayranlığı olarak görüyoruz, Kemalizm’in ‘batılılaşmak’ dediği şeyin etkisi olarak görüyoruz. Birincisi, oradaki (Avrupa’daki) ‘bir takım’ hakların ne kadarı var olunca demokrasi olacak? Federal Almanya’da parlamentoya seçilenlerin halâ %40’ı eski sendikacı, yani bizdeki Cevdet Selvi vb. gibi. Oradaki işçi sınıfı haklarından söz ederken dikkatli olmak gerekir. Evet işçi sınıfı bir takım haklara sahiptir. Ama sahip olduğu hakların çokluğu ya da azlığı burjuva demokrasisi mi değil mi türünden bir devlet tartışmasının kanıtı olamazlar. Anlamak için yine Ekim Devrimi ile başlayan sürece bakmak gerekiyor. Ekim Devrimi’nin korkusu ve 1945’lerde Yunanistan, Almanya, İtalya, Fransa’nın devrime yakınlığı düşünülürse emperyalizmin, buradaki işçi hareketinin sosyalizme yönelişini önlemek için bazı hakların (işsizlik sigortası vb.) tanınması biçimindeki tavizi fazla değildir. Reform, her zaman devrime gidişi önlemek için, devrimci savaşımın bir yan ürünü olarak ortaya çıkıyor. Ama biz Lenin’in öğrencileri ‘oralardaki haklar’ın kaynağını da biliyoruz. Bu kaynak; emperyalist sömürü ve talandır. Bir dolar, geriye altı dolar olarak dönmektedir. Bu emperyalist yağmadan gelen kârın bir bölümü, her zaman işçi sınıfını satın almak için kullanılmıştır. Hele ki, II. Enternasyonal ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda açıkça İtalya, Fransa ve Yunanistan devrimlerinin satılmasında görüldüğü gibi devrimi ve işçi sınıfını açıkça satanlar var iken, bu para çok işe yarar. Diğer taraftan sessizleşmiş bir kitle olun siz de pek çok haktan yararlanırsınız. Cop, kendini, ancak karşı çıkan var ise acı verici bir alet olarak hissettirecektir. Ama o, siz karşı çıkmadan da vardır. Öyle ise, görüntüye aldanmamak ve görüntünün gizlediği özü görmeye çaba göstermeliyiz.
İki ayrı sistemin var olduğu bir dünyada kapitalizmin sosyalizmi etkilemesini anlayabilen herkes için, sosyalizmin de kapitalizmi etkilemesi anlaşılırdır. Bugün, sosyalizmin çöküşünün hemen ardından tüm Avrupa’da (Fransa’da, Almanya’da, İsveç’te vb.) işçi haklarının budanması girişimi boşuna gündeme gelmiyor.
İkincisi, burjuva demokratik devlet, burjuvazinin feodal soyluluğu devirdiği dönemden başlayarak, kapitalizmin devlet biçimidir. Elbette o da (burjuva demokrasisi de) tüm devletler gibi bir diktatörlüktür. Ancak tekelcilik eğer bir ekonomik olguya indirgenmiyorsa, tekelciliğin politik plandaki yansımasına da dikkat etmek gerekir. O devlet evrim geçiriyor, gelişiyor, dönüşüyor. Bugünün burjuva demokrasisi de budur. Üstüne üstlük sizler faşizmden söz ediyorsunuz. Peki faşizmin iktidara geldiği bir ülkede, faşizmin yenilgisi sonrasında, eğer sosyalizme yürünmüyorsa, devletin o eski burjuva devlet (siz burjuva demokrasisi diyorsunuz) olması nasıl anlaşılır? Bu diyalektik maddeciliğe aykırıdır. (Böyle bir şeyin olması için tıpkı film şeridi gibi olayları geri almanız gerekir ki, bu son durumda bize yeni bir devlet olarak faşizmden söz etmemeniz gerekir.) Burjuva devletin görevi sistemin devamını sağlamaktır, faşizmi yenmiş bir proletaryayı (diyelim ki her ne nedenle olursa olsun, iktidarı alıp kapitalizme son vermemiş bir proletarya) bastırabilmek için burjuvazinin yapacağı nedir? İşte bugünkü Avrupa devletlerine burjuva demokrasisi derken, oportünistler, gerçekte sınıf savaşımının mantığını da anlamıyorlar.
Federal Almanya’da, İsviçre’de ve hemen tüm Avrupa ülkelerindeki teritoryal birlikler, iç savaş örgütleri, Nazi artıkları ile kurulan Gladio’lar ne işe yarıyor?
Bu baylar buna yanıt versinler. Sözde parlamento, seçimlerden ve genel oydan kopartılmış bir sistem ‘demokrasinin’ kanıtı oluyor da, peki fişlemeler, teritoryal birlikler, sokak infazları (bakınız Almanya, İtalya, Yunanistan ve diğerleri), Gladio denilen örgütler, ‘mükemmel’ hapishaneler, evet bütün bunlar neyin işareti oluyor? Avrupa’ya bu kadar safça ve gizli bir özlemle yaklaşım hem Avrupa’daki solun çözülmesinin nedenlerinden biridir, hem de ülkemizde devrime doğru kararlı bir gidişin engelleyicilerinden biridir. Artık burjuva ideologlarının bile ‘demokrasi’ demedikleri Avrupa, Amerika ‘hür dünya’daki bu devlete demokrasi demek için insanın ar damarının çatlamış olması veya tam bir ham kafa olması gerekir.
Biz mevcut devleti anlatırken, onun esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında oturtulduğu gerçeğinden hareketle ve dünya devriminin etkisini gösterebilmek için zaman zaman emperyalizmin soğuk savaş stratejisine bakacağız. Aslında Ekim Devrimi nezdinde bir karşı-devrim saldırısı altında devlet şekillenmiştir. SA’lar ve Göbels’in yalan makinesi modernleşmiştir. Gerçekte ‘Gladio’ da ideolojisi de bu dönemin damgasını taşır.
Sosyalizmin çözülüşü ardından bizzat burjuva basın, burjuva ideologları tüm faşizm tanımlarının, doğal olarak demokrasi olarak algıladığı şeyin içyüzünü ortaya seriyor. Gladio olayına bir bakmak faydalı olacak.
Gladio’nun öyküsüne geçmeden önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki emperyalist stratejinin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bunun için, soğuk savaş döneminde emperyalizmin lideri olan ABD’nin politikalarına bakmak oldukça yararlı. Elbette bu politikanın liderinin ABD olduğu ne kadar net ise, diğer emperyalist devletlerin (başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, savaştan yenik çıkan Almanya ve Japonya da dahil) bu politikanın başarısı ve sosyalizmin yenilgisine kadar kendi aralarındaki bazı sorunları ikinci plana iterek ABD’nin bu rolünü kabul ettikleri de o kadar nettir.
Günümüz devleti Ekim Devrimi ve sosyalizmin varlığından ve yayılmasından duyulan korku ve tekelcilik, emperyalizm çağı tarafından şekillenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Truman Doktrini ve Marshall Planı ile emperyalizm, Avrupa’da sosyalizme karşı ‘bağışıklık’ kazanacak bir bölge yaratmaya koyuldu. İlk hamlede devrimin yayılması (Yunanistan’da 1947’de 28.000 gerilla devlete karşı savaşmaktadır. Fransa’da komünistler direnme hareketinin başında ve etkindir, İtalya sallanmaktadır) önlenmeye çalışıldı.
Gerçekte, 1917 sonrasında İngiltere’nin liderliğini yaptığı Ekim Devrimi’ni ‘kuşatma siyaseti’, 1945 sonrasında, öncelikle devrimin Avrupa’ya yayılmasını önlemeye özel bir önem veren, ardından yine aynı kuşatma siyasetine dönüşen soğuk savaş döneminin bir anlamda ön hazırlığıdır.
1945 sonrasında Yunanistan, İtalya ve Fransa devrime gebedir. Emperyalizm hem devrimin yayılmasını önlemek, hem de daha ileri hedefler açısından Türkiye’yi NATO içine alacak denli politikalarında kararlıydı. Aşağıdaki üç alıntı bu süreci anlamak açısından önemlidir.
“Saldırgan bir dış politika izlerken gerek duyacağı ekonomik ve askerî kaynakları bulabilmek için, Truman’ın Amerikalıları Sovyet tehdidinin gerçekliğine ve büyüklüğüne inandırması zorunluydu. Bunu yapmak için, Truman, dramatik bir sorun ortaya atmalıydı.” (Stephen E. Ambrose, Dünyaya Açılım: 1938’den Günümüze Amerikan Dış Politikası, Düzeltilmiş Altıncı Baskıdan Çeviren Ruhicaıı Tul, Dış Politika Enstitüsü, Ankara 1992, s. 63)
Elbette dramatik sorun Yunanistan’dı ve Yunanistan’ın kaybedilmesinin başka ülkeleri de etkileyeceği düşünülüyordu.
“Durumu Acheson açıkladı. Yunanistan kaybedilirse Türkiye’nin de muhafazasının mümkün olmayacağını vurguluyordu… Bu durum karşısında İtalya, Almanya ve Fransa’da halkın morali bozulabilirdi.” (Stephen E. Ambrose, age, s. 64)
“Kuvvet komutanları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz, ve Ortadoğu’da Sovyet saldırganlığına doğal bir engel olarak nitelerken; Vietnam Savaşı sırasında çok ünlenen Domino Kuramı’na benzer bir olaylar dizisini öngörmekteydiler. Yani, eğer Türkiye, Sovyet baskılarına karşı durabilir, Batıdan direnişine yardımcı olacak ihtiyaçlarını sağlayabilirse, tüm Ortadoğu ülkelerinin de komünizme karşı direnme kararlılıkları daha güçlenecekti. Yok eğer Türkiye, barış içindeyken boyun eğerse tüm Ortadoğu ülkeleri de hızla Sovyet boyunduruğuna girerdi.” (George Mc GHEE, ABD-Türkiye, NATO, Ortadoğu…, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, s. 56)
“Sepete konmuş elmalardan yalnız bir tanesi çürüdüğünde diğerlerini nasıl etkilerse, Yunanistan’ın kaybedilmesi de İran’ı ve tüm doğuyu etkileyebilir. Anadolu ve Mısır kanalıyla enfeksiyon Afrika’ya da yayılabilir.” (Acheson’dan aktaran George Mc GHEE, age, s. 59)
Emperyalizm, Avrupa’da da devrime bağışık bir bölge oluşturduktan sonra üçüncü dünya ülkeleri olarak isimlendirilen ülkelere dönük planlar öne çıkmaya başladı.
Savaş üçüncü dünyaya kaydı. Emperyalizm bu alandaki savaşı çok isteyerek değil, ama dezavantajlarının bilincinde olarak zorunlu biçimde kabul etti. Üçüncü dünyanın ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarıyla gerçekleştirdiği mücadelenin, emperyalizmi zayıf düşüreceği açıktı.
“Dulles üzgündü, ancak yapabileceği bir şey yoktu. Öfkesi, savaş alanının artık özellikle III. Dünya’daki ekonomik ve siyasî etki sahasına kaymasından kaynaklanıyordu, bu savaş alanında Rusların çok büyük bir avantajı olduğu kesindi.” (Stephen E. Ambrose, age, s. 128)
Kennedy şöyle haykırıyordu:
“Özgürlük idealinin savunulması ve yayılımı için mücadele, yerküresinin güneyinde, gelişen halkların topraklarında verilecekti.” (Aktaran Stephen E. Ambrose, age, s. 156)
ABD 1950’li yıllarla birlikte hemen her alanda işe koyuldu.
“Fakat pratikte Birleşik Devletler çoğu durumda askeri diktatörlüklerin yardımıyla Orta ve Güney Amerika üzerinde hegemonya benzeri bir hakimiyet kurmuştu. Doğu Avrupa’da yapılacak hür seçimlerin Sovyet-karşıtı hükümetler ortaya çıkaracağı bir gerçekti, ancak Latin Amerika’da yapılacak hür seçimlerin de anti-Amerikan hükümetlerin doğuşuna yol açacağı da bir başka gerçekti.” (S. E. Ambrose, age, s. 56)
İşte ‘hür seçimlerin’ aşığı demokratlarımıza devletin ne olduğunu anlamaları için CIA kaynaklarından bir yardım.
Gladio’nun öyküsüne geçmeden önce günümüz kapitalizminde devleti biçimlendiren sınıf savaşına ve bu savaşımın uluslararası yönüne biraz daha dikkat edelim.
“Üzgün Duiles, Guatemala’da başkan olan J. Arbenz Guzman’ı devirmek için (Guzman bazı toprak reformları gerçekleştiriyor ve Birleşik Meyve şirketinin 225.000 dönüm toprağına el koyuyordu. Bu yeterince kötüydü; ama daha da kötüsü Arbenz’in oluşturduğu Panama Kanalı’na yönelik tehditti) CIA ajanları Albay Carlos Castillo Armes’i darbe yapmakla görevlendirdi.” (S. E. Amrose, age, s. 130)
1953’te bu kez İran’da devreye girdiler.
“Duiles kardeşlere göre, başbakan Muhammed Musaddık, İran Komünist Partisi Tudeh’e çok yakınlaşmıştı…” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Duiles, en iyi ajanı Kim Roosevelt ile General H. Norman Schwarzkopf’u Tahran’ı ‘kurtarmaya’ gönderdi.
“Roosevelt ve Schwarzkopf, su gibi para harcayarak -çünkü hesap vermek zorunda değillerdi- Tahran’da Musaddık’ı devirmeyi başaran gösteriler düzenlediler. Musaddık hapse atılırken, genç şah sürgünden ülkesine geri döndü. Daha sonra yeni Başkan İran petrol üretimini CIA ihtiyaçlarına göre yeniden düzenledi. İngilizler %40’lık bir bölümü korurken, Amerikan şirketleri %40’lık, Fransızlar %6’lık, Hollandalılar ise %14’lük bir paya sahip oldular.” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Yıllar sonra Ekim Devrimi’nin ülkesinde, devrimi gerçekleştiren bir partinin başında Gorbaçov “Emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan var olabilir mi?” diye sorup olumlu (olabilir) yanıt veriyor. Oysa CIA kaynakları bunu açıkça reddetmiş olmuyor mu?
Ancak şimdi konumuz devlettir.
“Soğuk savaş döneminde Birleşik Devletler’in sıklıkla kullandığı bir diğer kontrol yöntemi, küçük ülkelerin polis teşkilâtını ve ordusunu organize edip, silâhlandırmaktı.” (S. E. Ambrose, age, s. 130)
Küba Devrimi, ABD’nin uluslararası alandaki savaş stratejisinde kontrgerilla taktiklerinin önemini artırdı.
“Beyaz Saray ve Pentagon, Amerika’nın konvansiyonel savaş kapasitesi ve Kennedy’nin özel bir önem verdiği gerilla savaşı yapabilen birlikleri, büyük rakamlara ulaştılar.” (S. E. Ambrose, age, s. 159)
Kendini dünyanın sahibi gören ABD, karnının altında yeşeren Küba Devrimi’ni bastırmak için Domuzlar Körfezi çıkartmasını yaptı. Ağzının payını alınca:
“Daha sonradan kendisini böylesine başarısızlığa uğratması yüzünden Castro’ya öfkelenen JFK (Kennedy), Castro’nun öldürülmesini istedi, CIA denedi, ancak emri yerine getiremedi.” (S. E. Ambrose, age, s. 158).
“Kennedy, komünizm tehdidine her düzeyde karşı koyabilmeyi amaçlıyordu. Asya’nın cangıllarında ya da Güney Amerika’nın dağlarında, devrimcileri ya da isyancıları bozguna uğratabilecek bir kontrgerilla gücü oluşturan Kennedy, bu güç yardımıyla Dünya’ya milli kurtuluş savaşı denilen isyanların işe yaramadığını kanıtlamayı umuyordu.” (S. E. Ambrose, age, s. 172)

İşte demokrasiden söz edilirken akılda tutulması gereken bir nokta. Sınıf savaşımından, bazı gerçeklerden haberi olmayanlardır ki demokrasiyi bugün darbelerin olmadığı her yerde varmış gibi görürler ve gösterirler.
Burjuvalar için demokrasi, her zaman halkın çoğunluğu, işçi ve emekçiler için diktatörlüktür. Bu diktatörlüğün dökeceği kan, sınıf savaşımına, güçler dengesine, uluslararası duruma bağlıdır. Kan miktarına göre devlet tarifi yapılmaz. Hakimiyet ve şiddet bu devletin özüdür.
Bu uluslararası görüntüye paralel olarak, devlet kendini bir polis örgütü gibi örgütlemiştir. Devlet örgütlenmesi iç savaşa göre şekillenmiş, dışta ve içte komünizm tehlikesine karşı bir polis devleti yaratmıştır. EP’nin 31 Ocak-7 Şubat 1993 tarihli sayısında “Kontr-Gerilla’nın En Ünlü Örgütü: GLADİO, Resmi İllegalite” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözü edilen yazı oldukça öğreticidir.
SSCB’nin çözülüşünün ardından emperyalist merkezler arasındaki savaş su üstüne çıktı. Almanya-Avrupa ve ABD denetiminden kurtulmak için harekete geçti. Gladio denilen örgütün ortaya çıkışının nedeni budur. Tüm Avrupa ülkelerinde (demokrasinin nadide çiçeklerinde) var olan bu örgütü CIA yönetmektedir ve kurucusu, organizatörü CIA’dır. Elbette bu ülkeler SSCB’nin var olduğu bir dünyada böylesi bir örgütün, ortak amaç (ve ortak kâbus) olan komünizm tehlikesine karşı savaşmasına ses çıkartamazlardı. Ancak artık SSCB yok. Şimdi bize Gladio’nun ortaya çıkışını demokrasinin zaferi olarak niteleyenlerin, daha önce demokrasi dedikleri şeyin ne olduğunu da anlatmaları gerekir. Bu nedenle Gladio’nun niye ortaya çıkmış olduğu, niye bu ortaya çıkışın 1990’ların sonlarına denk geldiği önem kazanıyor.
“1990 sonlarında Avrupa kamuoyu ‘Gladio’ skandalı ile çalkalandı [Ancak elbette demokrasiler Madonna vb. gibilerle, bürokratların milyarları iç etme yöntemleri konularında skandallara alışıktırlar]. Gladio İtalya’da, devlete bağlı, ama büyük ölçüde özerk hareket eden bir silâhlı yeraltı şebekesi olarak ortaya çıktı (Bu yer altı şebekesinin devlete bağlı olması önemli, çünkü İtalya’da ve elbette demokrasilerde, ‘devlete bağlı olmayan’ o kadar yeraltı şebekesi var ki). Bu şebeke, gizli servislere tanınan gizlilik ölçütlerini kat kat aşan, neredeyse denetim dışı ‘resmi illegalite’ içinde hareket ediyordu! İtalyan Başbakanı Andreotti’nin ‘bütün NATO ülkelerinde benzeri örgütlenmelerin var olduğunu’ açıklaması, skandalın çapını ulııslararasılaştırdı. Çok geçmeden anlaşıldı ki, bu ‘resmi illegal’ örgütler hemen bütün Avrupa ülkelerinde vardır ve NATO’nun koordinasyonu altındadırlar. 8 Batılı müttefik ülkenin istihbarat servis temsilcilerinden oluşan (ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, Lüksemburg, Hollanda, İtalya) bir gizli komite, ‘Counter in surgency’ (ayaklanmalara karşı) diye adlandırılan bu faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamaktadır.” (EP, age, s. 27)
İstihbarat örgütlerinden bile daha ‘gizli’ olan bu örgüt, demokrasinin beşiği 8 Batılı ülkede çalışıyor. Amaç ise ‘ayaklanmalara karşı’ ülkeyi korumak. İşte tam bir iç savaş örgütlenmesi. Ekim Devrimi’nin faşizmi yenmesi sonrasında burjuvazi sosyalizmden öylesine korkmuştur ki, iç savaş örgütleri organize etmeye yönelmiştir.
“Muhtemel bir işgale karşı hazırlık gibi ‘vatanseverce’ bir gerekçeyle meşrulaştırılan bu örgütler, yıllarca ülkelerinin siyasî hayatını, kamuoyunu -ülkelere göre değişen dozajda- terörize eden bir ‘işgal gücü’ gibi işlev gördüler.” (EP, age, s. 27)
Elbette kontrgerilla örgütleri devletin bizzat kendisinin örgütlenmesidir ve bu nedenle ‘işgal gücü’ gibi değil, devlet olarak işlev görmektedir. Doğrudur, meşrulaştırılırken içte ve dıştaki komünizm tehlikesine yöneldiler ve ‘vatanseverlik budur’ dediler. Ama onları CIA’nın yönetmesi onları işgal gücü yapmış değildir. Yine de EP’nin değerlendirmesi, içinde gizli biçimde bugün Gladio’nun ortaya çıkarılmasının mantığını içermektedir.
‘Vatanseverlikleri’ bir ‘dış güç’ün ABD’nin ve CIA’nın dolaylı veya kimi zaman epey dolaysız gözetimi altında olmaları nedeniyle şaibe altındaydı. Birim amirlerinin/koordinatörlerinin gizli servis elemanı olduğu, ona bağlı çalışan ‘personel’in ise sivillerden oluştuğu hücreler biçiminde örgütlenen Gladio’lar, ‘vatanı dışarıya karşı savunmak’tan çok ideolojik olarak ‘dış güç’le özdeşleştirilen bir ‘iç düşman’ı hedef alan, kronik bir ‘iç savaş’ hesabını veya beklentisini güden yapılardı.
“Düşman tanımı, NATO ortak stratejisine göre komünizm olduğuna göre, ‘iç düşman’ da komünistlerden, sosyalistlerden solculara, giderek ‘aşırı liberal’lere kadar uzanan bir yelpazede tanımlanıyor: ‘vatansever’ de elbette ateşli anti-komünistlerden, çoğu durumda faşist gruplardan devşiriliyordu.” (EP, age, s. 27-28)
Yukarıda anlatılanlardan çıkanlar nelerdir?
a. Avrupa ülkelerinde devlet iç savaşa göre örgütleniyor. Yoksa devlet daha da gizli örgütleniyor ifadesi yanlıştır. İstihbarat servisleri gizli örgütlenirler. Ama devletin örgütlenmesinin bir parçasıdırlar.
b. Parlamento, seçimler, hükümetler biçiminde var olan, genel oy ile birlikte anılan mekanizmalar ile devletin ordu-polis vb. den oluşan mekanizmaları arasındaki ilişki, birincisinin diğerini örtmesi biçimindedir.
c. Devletin ideolojik işlevleri de polis örgütlenmesinin içinde düşünülmelidir. Üniversite profesörlerinin istihbarat servisleri içindeki konumları, basının yeri, ideoloji üretimi ile gizli servis faaliyetleri arasındaki ilişkiler bunu kanıtlıyor.
d. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki sistem arasındaki savaş devletin şekillenmesinde de önemli belirleyicilerden biridir. Bir başka anlamı ile devletin sınıf savaşımı içinde şekillenmesi olgusu açıktır.
e. Devlet, mevcut devlet günlük işlerini yürütebilmek için teröre daha fazla sarılmak zorundadır.
“Gladio, 1970’lerde darbe girişimlerini bir yana bırakarak ‘La strategia della tensione’ya (gerilim stratejisi) yöneldi. Darbe girişimlerinin başarısızlığına ve ‘acemiliklerine’ karşılık İtalya’da 1969’dan sonra başlayıp sistematikleşen neo-faşist terör eylemleri gerçekten ‘başarılı’ idi. Bu eylemlerde bugüne kadar 150’yi aşkın insan öldü. Eylemlerin en ünlüsü, 85 kişinin öldüğü Bolonya tren garının bombalanmasıydı.” (EP, age, s. 28)
Demek ki şiddet-terör, devlet tarafından korkunun temellenmesi ve devlete her türlü başkaldırının son bulmasının yolunu açmaktadır. Korkan, sesini çıkarmayan, sürüleşen hastalıklı insan ya da insan olmaktan çıkan insan, tekelci aşamadaki kapitalizmin ayrılmaz hedefidir.
“Eylemlerde verilen gözdağından, değişik kesimler nasiplerini aldılar. Kimi yorumcular, bugün İtalyan Komünist Partisi’nin 1970’lerin başlarında ‘Şili Sendromu’na kapılmasında, yani seçim yoluyla iktidara gelmeleri halinde darbeyle düşürülecekleri kaygısının komünistlere hakim olmasında; dolayısıyla 1973’te ‘Tarihsel Uzlaşma’yı ilan ederek ‘yumuşama’ya yönelmesinde, Gladio’nun (Gladio korkusunun) rolünü tartışıyorlar.” (EP, age, s. 29)
Yoruma gerek var mı?
Reformistlerin bize sunduğu, ‘tarihsel uzlaşma’ formülasyonunun nasıl yeşerdiğini, hangi bataklığın ürünü olduğunu göstermek ve görmek için fazla söze gerek var mı?
Mafya denilen kanlı çeteler tekelci kapitalizmin ürünüdürler. Bugün pek çok ülkede ‘kara ekonomi’ ya da ‘gizli ekonomi’, ‘yeraltı dünyası ekonomisi’ denilen ekonominin toplam Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) %25’ini bulduğu gerçeği düşünülürse, mafyasız ‘iş dünyası’, mafyasız ‘ticaret ve sanayi’ neredeyse olanaksızlaşmıştır. Mafyasız bir devlet yönetimi ve mafyasız bir demokrasi olanaksızdır. Kapitalistler arası rekabet silahlı çatışma, sabotaj vb. yöntemlere varmaktadır. Bu aşamadaki kapitalizmde demokrasiden, demokrasi için savaşmaktan söz etmek komiktir.
Demokrasi için savaşın başına sıfat eklenmelidir. Burada kimin için demokrasi istendiği anlatılmalıdır; proletarya için mi, burjuvazi için mi? Proletarya için demokrasi isteniyorsa, bunun tek bir yolu vardır; proletaryayı iktidar yapmak, egemen sınıf olarak örgütlemek. Bunun dışında ‘demokrasi’ yoktur. Ancak burjuvaziye karşı yürütülen devrim savaşımının yasal olanakları genişletmesi, devleti çözmesi, yasaları çiğneyerek kaldırması vardır.
Mevcut devlet, emperyalist aşama ve Ekim Devrimi’nin etkisi anlaşılmadan kavranamaz. Yukarıda emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası stratejisinin ana çerçevesine değindik. Kontrgerilla uluslararası alanda kullanılırken, Avrupa’da da iç savaş için örgütleniyor. Bunlar birbirine bağlı olgulardır.
Gladio’nun oluşum hikâyesi Gehlen tasarımının NATO ve CIA stratejileri çerçevesindeki uygulamasını yansıtıyordu. ABD’nin gizli servileri CIA ve OSS, İkinci Dünya Savaşı’nın bitime yaklaştığı evresinde, Avrupa’da bir anti-komünist yeraltı mücadele ağı örgütlemeye girişmişti. Bu ağ için iki görev öngörülüyordu. Birinci görev ‘stay behind’ (arkalarında durmak, durup engellemek) idi; yani Sovyet saldırısı halinde ‘düşman’ cephesini arkadan vuracak operasyonlar gerçekleştirmek.
“‘Stay behind’ tasarımı, 1951’de Kore Savaşı deneyiminden kalkarak geliştirilmişti. İkinci görev ise ‘operation demagnetize’ (mıknatıs etkisini yok etme operasyonu) idi; yani, Batı kampındaki ülkelerde komünist ve sol cereyanların cazibesini, itibarını aşındırmak. 1949’da NATO ülkesi olan İtalya, ABD’li stratejistlerce kapitalist dünyanın ‘yumuşak karnı’ sayılıyordu. Bu nedenle operasyonlar İtalya’da yoğunlaştı.” (EP, age, s. 29)
Tekelci polis devleti; işte çağımızın burjuva devleti budur. Bu devlet hem faşizm diye tarif edilen şeytanımsı şeyden daha çok kan dökücüdür, hem de kendi yüzünü gizlemek için parlamento, seçimler, genel oy sistemini bir maske yapabilme yeteneğinin ifadesidir. Ama devlet de budur; hem egemen sınıfın çıkarlarını kayıtsız, şartsız savunacak, hem de sınıflar üstü imiş gibi görünecek. Emperyalizmin uluslararası stratejisinin mantığı ne ise, tek tek kapitalist ülkelerde yapılan da budur. Bütün, parçaya egemendir. Komünizm korkusu, devletin oluşumuna damgasını vurmuştur.
İkincisi devlet terör ile ideolojiyi birlikte düşünmektedir. İdeolojiyi terörle taşımaktadır. ‘Sol cereyanların cazibesini, itibarını aşındırmak’ kontrgerilla eylemlerinin amaçlarının başında gelmektedir. Öyleyse ideolojik üretim birimlerinin polis teşkilâtı ile bir çatı altında olması oldukça mantıklıdır. Bugün ülkemizde Özel Harp Dairesi’ne (Özel Kuvvetler Komutanlığı) bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı, kontrgerilla ve MİT bu nedenle bir aradadır.
“1945’te, Müttefiklerin işgali altındaki Almanya’da, Nazilerce ‘Kurt Adam’ adlı bir gizli direniş ağının örgütlenmesine girişilmişti. Amaç ‘Alman halkına çektirdiklerinin bedelini düşmana kanla ödetmek, işgalcilere cephe gerisinde her türlü zararı vermek’ olarak belirtiliyordu. Öngörülen, sivil unsurlara dayalı bir gerilla mücadelesi yürütmek idi. ‘Kurt Adam’ projesi birkaç suikast gerçekleştirdikten sonra, gelişemedi ve battı.
Bazı araştırmacılar, CIA’nın öncülüğünde hemen bütün Batı Avrupa ülkelerinde örgütlenen Gladio’nun ‘Kurt Adam’dan esinlenerek veya uyarlanarak projelendirildiği üzerinde duruyorlar.” (EP, age, s. 28)

Alman faşizmi, dünyanın en büyük gerilla hareketi ile Sovyet topraklarında tattığı yenilgiye, kontrgerilla savaşı ile yanıt vermeye yöneliyor. ABD emperyalizmi, Güney Amerika’nın dağlarında ve Asya’nın cangıllarında yürüyen gerilla savaşına kontrgerilla ile yanıt vermeye yöneliyor. İşte sınıf savaşımı içinde devletin kendini yenilemesi.
“Komünizm tehlikesinin tüm dünyayı sarması ve soğuk savaş döneminin başlaması, Batı dünyasında, Batı uygarlığının varlığını devam ettirebilmesi için Naziler ile işbirliğine gidilmesi gerekliliği fikrini doğurmuştu. Bu amaca yönelik olarak birçok batılı ülke ile eski Naziler arasında oldukça yoğun görüşmeler başlatılmıştı. Bu yeni kurulan ilişkilerden İsrali’i en çok endişelendiren CIA’nın Hitler’in istihbarat şefi olan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile kurmuş olduğu ilişki idi. Bir general ve gizli servis şefi olan Gehlen, Rusya ile ilgili çok önemli gizli belgelere sahipti. Savaşın kaybedildiğini anlar anlamaz Gehlen gerekli olan tüm kıymetli bilgileri valizinin içine koyarak Berlin’den ayrılmış ve Bavyera’ya giderek kendisini yakalayacak olan Amerikalı istihbarat subayı gelene kadar burada beklemiştir. Gehlen, Amerikalılar ile bir anlaşma yaparak, onları yeni bir anti-komünist istihbarat kurulu oluşturabilmesi için kendisinin 200 milyon Paund’a gereksinimi olduğu konusunda ikna etmişti.” (Richard Deacon, İsrail Gizli Servisi, Çev. Yaşar Onay, İstanbul 1993, Anahtar Kitaplar Yayınevi, s. 103)
“Her şeyin ötesinde en tehlikeli olan konu Batı uygarlığını koruma adı altında Hitler’in yönetim kadrosunda bulunan generallerin sadece Amerikan CIA’ı içinde değil Batı Alman Gizli Servisi içinde de büyük güç sahibi olmalarıydı. Dr. Adenauer, tüm şüpheleri ve suçları Dr. Otto John’un üstüne yıkarak savaştan sonra İngilizler’in de desteğini sağlayıp, Batılı Alman karşı-istihbarat bölümünün başına getirilmişti.” (Richard Deacon, age, s. 104)

İşte İsrail Gizli Servisi MOSSAD’ın kaygıları arasında bazı gerçekler çok açıkça dile getiriliyor. Giden faşizmin yerine gelen burjuva demokrasisi midir? Bunu söylemek için sadece diyalektik düşünme yeteneğini kaybetmek yetmez, ayrıca kapitalizm hayranı bir ham kafa veya uslanmış bir solcu olmak gerekir. Aynı hikâye, ‘Kurt Adam’ projesinin eski sahibi Gehlen’in ABD Gizli Servisi ile ilişkiye geçmesi hikâyesi, EP’de de yer alıyor.
“Komünizm tehlikesine karşı yeraltı kontrgerilla ağının (yani Gladio’nun) tasarımında da ‘Gehlen Örgütü’ birincil rol oynuyor. Anti komünistler kontrgerilla faaliyetinin sadece savaş zamanını ve bir işgal durumunu beklemeyip ‘barış’ döneminde de bütün hararetiyle sürmesi; ‘komünist’ veya ‘komünistlerle işbirliği yapabilir’ sayılan herkesin izlenmesi, fişlenmesi; ‘kritik’ anlarda eyleme geçilerek ‘tehlikeli’ sayılan kişileri ve çevreleri terörize etmeye (icabında ortadan kaldırmaya) yatkın bir havanın olması, ‘Gehlen Örgütü’nün CIA ve CIA kanalıyla bütün Batılı ülke gizli servislerine taşıdığı bir ‘çalışma üslubu’. (EP, age, s. 28)
İşte Gladio’nun öyküsü.
Gladio’nun öyküsü böyle, şimdi biraz da ‘temsilî demokrasi’nin (‘burjuva demokrasisinin’) günümüzdeki durumuna bakalım. Biz sadece burjuva ideologlarını izlemekle yetinelim, onlar artık tüm kurtlarını ortaya döküyorlar.
Yukarıda adı geçen makalesinde Arthur Schlesinger Jr. şöyle yazıyor:
“Sonuçta, demokrasi, çeşitli gruplara bir temsil duygusu sunma becerisine göre değil, modern toplumları parçalayan ve yıldıran sorunlara karşı bulduğu çarelerin arkasında bir çoğunluğu toplamakta göstereceği beceriye göre ayakta kalacak ya da çökecektir.” (Arthur Schlesinger, age, s. 15)
Bu ‘liberal entelektüellerin en önemlilerinden biri’ demokrasinin geleceğini ‘temsil duygusuyla sunma’ (temsil olanağı sunma değil) ile kendi seçeneği arasında arıyor ve tabi ki kendi seçeneğinde buluyor. Ona göre devlet aldığı kararlar konusunda kamuoyunun desteğini alıyorsa tamamdır. TV, kitle iletişim araçları, reklamcılar, kamuoyu yoklamaları ne güne duruyor!
Yine NPQ yazarlarından George Gilder kamuoyu yoklamaları için, kendisine sorulan bir soruda şunları söylüyor:
“Walter Lipmann, bütün bu süreci ‘hayalet kamuoyu’ kavramıyla oldukça iyi özetlemiştir. Kamuoyu adlı kitabında, kamuoyu diye bir şeyin hiç olmadığını kanıtlamıştır. Çoğu meselede insanların ne iyi geliştirilmiş, ne de belirli fikirleri mevcuttur. Sonuç olarak bildik anketlerdeki en önemli girdi, sorunun kendisi ve soruluş biçimidir.” (George Gilder, ‘Tele İşlem: Hayalet Kamuoyunun Panzehiri’, NPQ Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 28)
Bizzat burjuva ideologları temsilî demokrasinin ve kamuoyunun ne olduğunu itiraf ediyor. Temsili demokrasinin bir görüntü olduğu, şu ya da bu yolla halkı arkasına almasına önem verildiği ölçüde hükümetlerin şansının arttığı ve bu kamuoyu denilen şeyin medya (TV, radyo, basın, reklamlar, ajanslar) ile yaratılan bir hayalet olduğu belirtiliyor. Elbette bu arada onun temsili olmaktan çıktığı da belirtilmeli. Temsili demokrasi çoğunluğun oyuna dayanır. Yani: %50+l (ya da %51) oya dayanır. Oysa günümüzde bu sözde demokrasilerin hiçbirinde seçime katılma oranı %60’ı geçmemektedir. Böylece toplam oyların %30 civarındakini alan, hükümet ediyor, yani seçime katılmayanlar her zaman hükümet olmaktadır.
Peki genel oya bir baksak.
“Ancak, dünün kitle toplumlarında bile bu yüzde 51 ilkesi kesinlikle kör, tümüyle niceliksel bir araçtı. Çoğunluğu belirlemek için oy verme, insanların görüşlerinin niteliği hakkında hiçbir şey söylemez bize.” (Alvin ve Heidi Toffler, ’21. Yüzyıl Demokrasisi: Zamanı Gelen Bir Görüş’, NPQ, Cilt 1. Sayı 4, 1993, s. 21)
Alvin ve Heidi Toffler, oy vermeyi ve seçimleri yeni bir biçimde kullanacakları 21. yüzyıl demokrasisinden söz ediyorlar. Oy vermeyi nasıl kullanacaklarını ise şöyle ifade ediyorlar:
“Dar kafalı evet/hayır oyları peşinde koşmak yerine, potansiyel değiş tokuş (alışverişin parasız biçimi mi? -yazar) konularını şu türden sorularla belirlemeliyiz: ‘kürtaj hakkındaki tutumumdan vazgeçersem, sen de savunma harcamaları ya da nükleer güç hakkındaki tutumlarından vazgeçecek misin?’ ya da ‘Senin projene tahsis edilmek üzere gelecek yılkı kişisel gelirimden küçük bir ek vergi alınmasına razı olursam, karşılığında sen ne vereceksin’.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 21)
İşte ölen genel oyun yerine geniş kafalı bir öneri. Sanırız Alvin ve Heidi Toffler’in sorunu WiIson’u okumamış olmaları.
“Kitle hareketlerine ve toptan ticarete dayalı yavaş değişen bir dünya için tasarlanmış modası geçmiş parti yapılarını atıp, azınlıkların değişen gruplaşmalarına hizmet edecek geçici modüler partiler geleceğin tak fişi/çıkar fişi partilerini yaratmalıyız. (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 22)
“Temsilciler kendini bile temsil etmiyor artık.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 22)

Bu burjuva ideologları sosyalizmin yenilgisinin ardından ne kadar rahat eteklerindeki taşları döküyorlar.
Kaldı ki genel oy %51 oya, yani seçmenlerin çoğunluğuna dayanır. Bugün hemen hiçbir kapitalist ülkede seçime katılma oranı %50-60’ları geçmiyor:
“Japonya’da son ulusal seçimlerde seçmen sayısı tüm zamanların en düşük seviyesine indi, böylece seçime katılmayanların partisi -Amerika’da olduğu gibi- en büyük parti oldu.” (Michael Sandel, ‘Ulus Sonrası Demokrasi Elektronik Bonapartizme Karşı’, NPQ, Cilt I, Sayı 4, 1993, s. 6)
Artık istatistiklerde seçime katılma oranları bile verilmiyor. Katılma oranının düşüklüğü Türkiye’de de aynıdır, Almanya’da da.
“Son anketimiz gösteriyor ki; Yargıç Thomas’a (halkın) %47’si profesör Hill’e %24’ü inanıyor ve hiç kimse Birleşik Devletler Senatörüne inanmıyor.” (Kathleen Fankaric and Joyce Gelb, ‘Public Opinion And The Thomas Nomination’, Political Science and Politics, September 1992, s. 481)
Bu örnekleri diğer ülkeleri kapsayacak şekilde genişletmek mümkün. Ancak sanırız bu kadarı yeterli ve hemen herkes günlük basında konuya ilişkin veriler bulabilir. Ötesinde ülkemizde yaşananlar da zaten bunlardır. Biz sadece, ülkemizdeki eğilimlerin ülkemize özgü olmadığını, tüm kapitalist dünyaya özgü olduğunu göstermiş oluyoruz.
Hakimiyet İlişkileri ve Şiddet;
Tekelci Polis Devleti

Öyleyse yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlar çıkıyor;
a. Temsili demokrasi artık temsilî demokrasi olmaktan çıkmıştır. Parlamento seçimlerden koparılmıştır. Genel oy parçalanmış, devletin halkı kandırma aracı dışında işlev görmez olmuştur.
b. Bunun daha açık ifadesi genel oy ve temsile dayanan sistem artık işlememektedir. Parlamento, hükümet, muhalefet, siyasi partiler, seçimler gerçek devlet mekanizmasını örten birer şaldır. Bu şal bir kez kaldırıldı mı, devlet çarkı tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.
c. Söylenenler göstermektedir ki, günümüz kapitalizminin her ülkede şu ya da bu biçimde vücut bulan ortak bir devlet biçimi söz konusudur. Bu devlet tekelci polis devletidir.
Yani devlet, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelmemektedir. Tersine, bu iki ‘devlet biçimini’ de içermiştir. Mücadeleye bağlı olarak devletin zaman zaman ideolojik işlevleri öne çıkmakta, zaman zaman da tersine mekanizmaları öne çıkmaktadır. Bu durum iki ayrı devlet arasında bir git-gel değildir. Mesele böyle konuldu mu, mesele faşizm ile burjuva demokrasisi arasında bir git-gel olarak ele alındı mı, elbette mücadele taktikleri de buna göre belirlenir. Oysa görülüyor ki ortada tek bir devlet vardır. Ve bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.
Bizler bu devleti, tekelci polis devleti olarak isimlendiriyoruz. Tekelcilik hakimiyet ve şiddettir. Tekelci polis devleti bunun örgütlenişidir. Şiddet yönü herkes tarafından anlaşılıyor, hakimiyet yönünü anlamak ve anlatabilmek için basına bakmak yeterlidir. Ancak biz bunun öncesinde tekelci aşamanın devleti konusunda bazı çağrıştırmalar yapan ‘tekelci devlet kapitalizmi’ üzerinde duralım.
Tekelci aşamasındaki kapitalist devlet biçimi konusunda SSCB kaynaklı ‘tekelci devlet kapitalizmi’ tanımı var. Ancak bu tanım ile Lenin’in devletle tekellerin bütünleşmesi konusunda anlattıkları birbirine karışmaktadır. Devlet ve tekellerin iç içe geçmesi, tekelci devlet kapitalizmi, devletin analizi anlamında Lenin’de kullanılmamıştır. Gerçekte SSCB kaynaklı yayınlarda da tekelci devlet kapitalizminin bir devlet biçimi olarak analizine rastlayamazsınız. Orada anlatılan ekonomik anlamda iç içe geçmedir. Bu iç içe geçmenin biçimlerinden biri, devlet yöneticilerinin şirketlerin üst düzey yöneticileri olmaları. Bu durum şirketlere önemli bir pazar, önemli olanaklara sahip olan devlet kademesindeki kapıların açılması ve değerlendirilebilmesi fırsatını sunar. İkinci olarak şirketlerin yöneticilerinin devlet kademelerinde görev almasıdır. Devletin, yukarıda açıklanan ekonomik işlevleri düşünülünce, tekellerin sıradan bürokratlarla işlerini yürütme döneminin sona ermesi, sıradan bürokratların yerine, tekeller adına düşünebilme yeteneğine sahip teknokratın geçmesi anlaşılacaktır. Temsili demokrasiyi temsili yapan sadece halkın temsilcilerini ‘seçmesi’ değil, aynı zamanda burjuvazinin bizzat devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde yer almasının gerekli olmamasıdır. Ancak tekelci aşamada bu giderek azalır ve devlet yönetiminde holdinglerin üst düzey yöneticileri önemli ölçüde yer alır. Üçüncü olarak Sovyet bilim adamlarının söyledikleri biçim, devletin ve holdinglerin işletmeler düzeyinde birlikteliğidir. Dördüncü nokta ise devletin çeşitli kurumlarının holdinglerin ortak bürosu haline gelmesidir. Örneğin Maliye Bakanlığı’nın tüm holdinglere hizmet sunacak çalışmaları yapması gibi. Tüm bunlar özellikle gerçektir. Ancak bunlar, birincisi bir devlet biçimi olarak tekelci devlet kapitalizmi demeye yetmez. Tekelci devlet kapitalizmi, tekelci kapitalizmden başka bir şey değildir. İkincisi, bu dört noktaya bakıldığında görülecektir ki, bu dört noktada hiçbir siyasal analiz yoktur.
Öyleyse tekelci devlet kapitalizmi isimlendirmesi ile Sovyet bilim adamları, bir anlamda devlet sorununun üstünden de atlamaya çalışıyorlar. Tekelci devlet kapitalizmi, tekelci kapitalizmden ayrı bir şey değildir. Tekelci devlet kapitalizmini, tekelci kapitalizmden ayırma girişimi, tekelci devlet kapitalizmini yeni bir evre olarak tarif etmeye yönelir ki, bu doğru değildir. Ancak yukarıda sayılan, devletin ekonomik alana müdahalesi ve tekellerle devletlerin artan iç içeliği doğru noktalardır. Bu doğruları yeni bir evrenin işareti olarak kullanmak, işte sorun buradadır. Sovyet Marksizm’i, devlet sorununun üzerinden atlıyor ve devleti ekonomik bir mantıkla ele alıyor. Muğlak bir tekelci devlet kapitalizmi kavramı ile, devlete ilişkin teoriyi yozlaştırıyor. Avrupa komünizminin barışçıl geçiş, devrimsiz geçiş tezlerinin kaynağı da bu aynı mantıktır. Kapitalist olmayan kalkınma yolu ile devrimi dışlayan, her şeye etki alanları olarak bakan bu aynı mantıktır.
Tekelleşmenin gelişimi, artan merkezileşme, devletin rolünü artırır ve ‘devlet müdahalesi’ denilen şey budur. Bunca ‘özelleştirme ve devleti küçültme’ çığırtkanlıklarına rağmen devletin tüm burjuva sınıf için ekonomik işler görmesi, yeni alanlara yatırım yapması (silah sanayii araştırmaları, AR-GE faaliyetlerinin finansmanı vb.) bundandır.
Ayrıca, mantık tümüyle ekonomist bir mantıktır. Tekelci devlet kapitalizmi isimlendirmesi ile devlet üzerine çalışmak gereksizleştiriliyor ve devlet ekonomik bir olgu haline getiriliyor. Bu anlayış, iki sistem arasındaki savaşımı ekonomik bir savaşım (ekonomik bir yarış) olarak gören reformist anlayışın devlet alanına uygulanmasının ifadesidir.
Görüldüğü gibi ‘tekelci devlet kapitalizmi’ sanki tekelci kapitalizmin içinde bir evrim olarak ele alınıyor, bir devlet biçimi olarak değil. Devlete ilişkin ekonomik bazı olguların (devletin ekonomik rolündeki gelişmelerin) altı çizilmiş oluyor.
Bu ekonomik mantıkla yüründüğünde, anti-tekel devrim ya da anti-tekel savaşım söz konusu edilebilmektedir. Tekelciliği bir ekonomik olguyla sınırlandırmak sonuçta onu düzeltilebilecek bir aksaklık olarak algılayan görüşe çanak tutmaktır. Burjuva iktisatçıları, nasıl ki tekelciliği düzeltilmesi gereken bir sapma olarak algılıyorlardıysa, aynı biçimde tekelci dönemdeki devleti de demokrasiyi ihlal eden ve düzeltilebilecek bir ‘devlet’ olarak algılarlar. Onların ‘demokrasi mücadelesi’ budur. Lenin, Kautsky’e karşı şunları yazıyor:
“…Çünkü tröstlerin ve bankaların politikalarına karşı ‘savaşım’, bu tröstlerin ve bankaların ekonomisinin temellerine dokunmadığı taktirde reformizmden ve burjuva barış severliğinden, yani iyi niyetli bir takım dileklerin zararsız ve masum ifadesinden öteye geçemez.” (V. İ. Lenin, age, s. 83)
Emperyalizm döneminde demokrasi beklemek budalalıktır; sınıf savaşımını anlamamaktır, “…politik bakımdan emperyalizm genel olarak şiddet ve gericiliğe yönelir.” (V. İ. Lenin, age, s. 81). O halde bu noktada sosyalizmden bağımsız bir demokrasinin mücadelesi (günlük ekonomik-demokratik haklar uğruna mücadele değil, devletin demokratikleşmesi anlamında) olanaksızdır.
“Tekelleşme, kapitalizmin daha üst düzeyde bir düzene geçişidir.” (V. I. Lenin, age, s. 79)
Lenin burada yeni bir aşamadan söz ediyor. Tekellerin “toplumsal yaşamın tüm alanlarına engel olunamaz bir şekilde” sızması bize bu yeni aşamada devlet biçiminde değişiklikler olacağının işaretini verir. Faşizm bu yeni aşamanın devlet örgütlenmesindeki yansımasının bir ilk örneğidir. Devletin yeniden örgütlenmesi acil gereksiniminin işaretidir. Karşı-devrim saldırısının devlet örgütlenmesinde istediği değişikliklerin ilk örnekleridir. Ekim Devrimi’nin zaferi ve dünya devrimi tehdidi altında kapitalizmin kendini korumak için azgınca, olağanüstü (anlaşılamaz değil) saldırısıdır. Bu olağanüstü burjuva devletinin olağanlaşarak oturması, bazı güçsüz yanlarından (parlamentoyu bir görüntü olarak kullanmamak bir güçsüzlük sayılabilir) kurtulması doğal değil midir?
Burada olağanüstü bir devlet biçiminin olağanlaşmasından söz etmek çok önemlidir (ya da ilk biçimlerin giderek bulaşıklıklarından ve sivriliklerinden sıyrılarak gerçek yerine oturmasından). Bunun altı çizilmelidir. Zira bu olağanlaşma savaşın bir biçimi olarak soğuk savaşın gelişiminde de görülebilecektir. Soğuk savaş, sıcak savaşın olağanlaşmasıdır.
Tekelci kapitalizmin devlet biçimi, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenerek oturtulan tekelci polis devletidir. Çağımızın burjuva demokrasisi budur. Şiddet ve tüm topluma hakim olma, onu tüm kanallarla denetleme bu devletin temel özelliğidir. Öyle ki, denetleme insanın insan olarak yok edilmesine varmaktadır. Şiddet ve hakimiyet, devlet mekanizmasında terör ve medya ile örtüşmektedir. Lenin, politik değinmelerinin ancak geçerken ve temkinlilikle yaptığını vurguladığı emperyalizm çalışmasında şunları yazıyor:
“Hakimiyet ilişkileri ve bunların kapsadığı şiddet: işte ‘kapitalist gelişmenin en yeni aşaması’nın ayırt edici ilişkileri bunlardır: İşte ekonomi alanında mutlak erke sahip tekellerin oluşumunun kaçınılmaz sonucu olması gereken ve gerçekte olan budur.” (V. İ. Lenin, age, s. 32)
Lenin, hakimiyet ilişkileri ve bunların kapsadığı şiddetten söz ediyor. Günlük yaşayışımızda tekellerin bir pazarı ellerinde tutmak için ne ‘zorlu’ ve ne kanlı savaşlar yürüttüklerini biliyoruz. Ekonomik alanda mutlak erke sahip olan tekellerin siyasal alanda da şiddete sarılmak durumunda oldukları ifade ediliyor. Lenin’in yukarıdaki sözlerine bir de Ekim Devrimi sonrasında, dünyada burjuvazinin devrim korkusunu da eklemek gerekiyor. Devrim, iç savaş korkusu devlet örgütlenmesinde gizli servis (polis) örgütlenmesini geliştiriyor. Sınıf savaşımı, şiddetin nasıl örgütlendiğini de belirliyor. Polis devleti vurgumuz bunu ifade ediyor. Günümüz devleti hem ideolojinin üretiminde, hem de baskı aygıtında yoğun bir iç içe geçme yaratmıştır. Ülkemizde Milli Güvenlik Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ona bağlı birimler, devlet çarkının merkezidir. Tıpkı ABD’de Pentagon olması gibi.
Burjuva demokrasisi, apış arasını örten bir incir yaprağıdır. Burjuva demokrasisinin kurumlarından genel oy ve parlamento, gerçek devlet işleyişini örtmek, kitlelere kendilerinin karar verici olduklarını hissettirmek ve bu yolla onları düzene bağlamak, genel oy ve temsili sistemin olmadığı sosyalist ülkeleri demokratik olmayan ülkeler olarak gösterebilmek amacına dönüktür. Parlamentonun hiçbir önemi yoktur. Kitleler de bunun farkındadır. Ancak parlamento yine de ‘olağan’ biçimde işler görünmektedir. Bir yandan kitleler apolitize edilirken, bir yandan kendilerini yönetenlerin işlerine karışmamayı öğrenirken, diğer yandan bilinçsizce de olsa tepkisini dile getirmekte seçime bile gitmemektedirler.
Bu parlamento, bu genel oy neyi gizliyor? Tüm baskı aygıtları ‘faşizmi’ aratmayacak olan bir devlet çarkını gizliyor. Teritoryal birlikler bunun için vardır, kontrgerilla bunun için vardır.
Devletin mevcut örgütlenmesi bir iç savaş örgütlenmesidir. Ordusu da buna göre örgütlenmiştir; küçültülmüş, hareketli kılınmıştır. Kontrgerilla budur.
Devletin örgütlenişi tüm toplumu polis örgütlenmesi ağıyla işlemek üzerine kuruludur. Apartman yöneticisi, aile reisi, muhtar, taksi şoförü polis örgütlenmesinin uzantısıdır. Sözde savaş durumu için oluşturulan sivil savunma birimleri, artık iç savaş için çalışmakta, polise yardımcı olmaktadır. Devlet bu örgütlenmesini zorla, şiddetle genişletmektedir. Yıkılışı da şiddetle olacaktır.
Bu devlet Ekim Devrimi sonrasında kapitalist dünyanın, Ekim Devrimi’ne tepkisi olan faşizmin yenilmesi sonrasında oluşan devlet örgütlenmesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin ve SSCB’nin artan prestiji, sosyalizme saldırırken kapitalist dünyanın ‘demokrasiye’ sarılmasına neden olmuştur. Öylesine sarıldıkları demokrasinin varlığını en başta, kendi ülkelerindeki insanlara göstermeleri gerekiyordu.
Gerçekten Ekim Devrimi, dünya devrimi, kapitalist devlet üzerinde bu oranda etkili oldu mu? Yanıtı Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkındırma Bankası Başkanı ve Fransa Devlet Başkanı Mitterand’ın eski baş yardımcısı olan Jacques Attaki’den dinleyelim.
“James Joyce’un Ulysses’indeki karakterlerinden biri, ‘Tarih uyanıp kurtulmaya çabaladığım bir kâbustur’ der. Bu yüzyılın çoğu dönemi boyunca Orta ve Doğu Avrupa tarihi de bugün halâ uyanıp kurtulmaya çabaladığımız kâbusa benzer bir şey olagelmiştir.” (Jacques Attaki, “Avrupa’nın Kabileciliğe Dönüşü”, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 42)
1989-1992 Haziran’ına kadar İtalya Dışişleri Bakanı olan Gianni de Michelis aynı şeyi biraz farkla şöyle ifade ediyor:
“Oysa soğuk savaş yüzünden politik sistemin evrimi dondu kaldı. Mevcut liberal demokrasiler, komünizme karşı ölümcül bir mücadeleye girmiş ve o noktada kilitlenmişlerdi; kendilerini güvende hissetmiyorlardı, dolayısıyla yenilenmenin kendi içlerinden gelebilmesi için yeterince rahat ve hazır değillerdi.” (Gianni de Michelis, “Newton’cu Demokrasinin Ötesine Doğru”, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 11)
Ekim Devrimi gerçekten de onlar için bir kâbustu. Dünya halkları, işçi sınıfı için nasıl bir ümit idiyse onlar için de bir kâbustur. Bu kâbusun yayılmasını önlemek, diğer kapitalist ülkelerdeki devrimci hareketleri en başından şiddetle bastırmakla olanaklıdır. Bunun için de devlet her gün artan şiddetle ayakta durmaktadır.
Ekim Devrimi dünyayı kızıla boyamayı başaramadı. Ancak kapitalist dünyanın yüreğine, hiç söküp atamayacağı derinliklere korkuyu saldı. Ekim Devrimi’nin ardından, kapitalist dünya sadece onu boğmaya yönelmedi. Onun yayılmasını önlemeye özel bir önem verdi. Ve hemen tüm kapitalist ülkelerde devlet örgütlenmesini buna göre düzenledi. ‘Liberal demokrasilerin komünizme karşı ölümcül mücadelesi’ budur.
Günümüz devletinin oluşumunda Ekim Devrimi’nin etkisi, sosyalist devrimlerin etkisi, gerilla savaşları ile kazanılan zaferlerin etkisi büyüktür. Değil mi ki bizler devletin oluşumunu, belirli bir altyapının üzerine yükselişini, sınıf savaşları ile bağlıyoruz ve devletin bu sınıf savaşımlarına göre şekillendiğini söylüyoruz.
Tekelci polis devleti, yanlış olarak ayrı bir devlet olarak görülen faşizmi ve burjuva demokrasisini içermiş bir devlettir. Bu devlet daha fazla şiddete başvurarak ayakta kalmak zorundadır. Bu daha fazla şiddet ile tekelci rekabet arasındaki ilişki açıktır. Sıradan işlerin silahlı çeteleri ile, mafya ile gören tekelci sermayenin ekonomik alandaki hakimiyeti politik planda daha fazla şiddet ile ifade bulur. Tekniğin gelişimi bu hakimiyet ilişkileri içinde, tekelci sermayenin, burjuvazinin alanına en uygun tarzda organize edilir.
Yani tekelci polis devleti, bir yandan dünya ölçeğindeki tekelci egemenlik ve diğer yandan sosyalist sistemin varlığı ve devrim korkusu koşullarında oluşmuştur. Tekelciliğin politik alana yansıyışı; hakimiyet ve şiddettir. Sosyalist sistemin ve gelişen devrimlerin kapitalist devlet üzerindeki en büyük etkisi ise devletin iç savaşa göre örgütlenmesidir.
Hakimiyet ilişkileri ve şiddet, devlet aygıtlarının (ideolojik ve baskı aygıtları) birbirinin içine girmesini sağladı. Tekelcilik baskı ile ideolojik aygıtları iç içe geçirerek ‘birleştirdi’. Klasik olarak ideolojik aygıt adını alan kilise, cami, okullar, üniversiteler ile polis gücü arasında sıkı ilişkiler kuruldu. Ancak daha da ileri, ideolojik aygıtlar içerisinde, tekelciliğe uygun olarak reklam şirketleri ve medya (basın, gazete, dergiler vb., TV, radyo) öne çıktı, belirleyici konuma yükseldi. Kamuoyunun ‘hayalet’ olduğunu anlamak için fazla uğraşa gerek yok. Basını, radyosu, TV’si, reklam şirketleri aracılığıyla kısa sürede gündemi değiştirme gücü tekellerin elindedir.
Tekelci polis devleti bir yandan medyaya, diğer yandan ise gizli-açık polis örgütlenmesine dayanır. Bu iki dayanağın temel özelliği hakimiyet ilişkisi ve şiddetin iç içe girmesi, birlikte bir bütün oluşturmasıdır.
Yukarıda Gladio’nun öyküsünü anlatırken, baskı aygıtının nasıl örgütlendiğini gördük. Aslında sadece onunla da sınırlı kalmadık; emperyalizmin soğuk savaş stratejisi ile bağını da kurduk. Çünkü her savaş, gizli biçimde de olsa, şiddeti az ya da çok da olsa içte de sürdürülmek durumundadır. Soğuk savaşın başarısı sadece sosyalist sisteme, SSCB’ye saldırmakla olanaklı değildir. Buna ilave olarak, içerideki düşmana, devrimci işçi hareketine de göz açtırmamak gerekiyor. Bunun için içte yoğun bir terör söz konusudur: Öyle ki, sesini çıkartan, sıradan bir istemle öne çıkan herkes bu terörden, en vahşice yöntemlerle payını almaktadır. Bu nedenle biz de tam tersini ileri sürüyoruz, bu devlete, tekelci polis devletine karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur.
Ancak hiçbir devlet sadece baskı ile yönetmez. Ona aynı zamanda ideoloji de gereklidir. İdeolojinin işlevi ise baskıyı, terörü daha da derinleştirmek, insanı yalnızlaştırıp, sürüleştirmektir. Gerçekte tekelcilik buna ekonomik açıdan da uygundur. Kitle üretimi, kitle tüketimi, tüketim toplumu ideolojisini doğurmuştur. Elbette bu ideolojinin üretimi reklam ajansları ve medya tarafından sağlanmaktadır. Her gün, her an, aşağılanan, sürüleştirilen, yalnızlaştırılıp kabuğuna çekilen insan, modern aletler kullanan ‘bir mağaza adamı’ konumuna dönüşmektedir. Medya, ideolojiyi şiddetle birlikte taşımakta, şiddeti günlük yaşamın her alanında egemen ilişki haline getirmektedir. Gün oluyor mafya çetelerinin çarpışmaları, güçlü kazanır mantığı ile meşrulaştırılıyor. Gün oluyor cinsel şiddete ilişkin binlerce örnek anlatılıyor vb.
Şimdi, medya üzerinde duralım. Medya, en az ‘Gladio’ kadar önemlidir. Bu medyanın tekelci niteliğini de elbette hatırda tutmak gerekiyor.
Medya (reklamı, haberi vb. aracılığıyla) değerleri değiştirmede, yeni değerler yaratmada birincil derecede önemli ve etkili bir silahtır. Tekelci kapitalizm kitle üretimine ve kitlesel tüketime yol açar ve bu yolla ayakta durur. Kitle üretimi insanı makinenin uzantısı haline getirir. Onu niteliksizleştirir, mekanikleştirir. Tüketim toplumu ideolojisi ile, her gün reklamlarla beyni yıkanan ‘tüketici’, tükettiği ölçüde varlık kazanan ‘insan tipi’ yaratılmıştır. Her iki yönden de (hem üretim ve hem de tüketim yönünden) insanı ruhsuzlaştıran, tepkisizleştiren, sürüleştiren bir sistemdir bu.
“Bizim bildiğimiz kitle demokrasisi, toptan üretim, kitlesel tüketim, kitle iletişim araçlarına, toplu eğlence ve kitle eğitimine dayalı toplumların politik ifade biçimidir.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 18)
Son ABD seçimlerinde adaylardan biri olan ve sonradan çekilen Perot, ‘elektronik demokrasi’den söz ediyor. İletişim teknolojisinin ‘halkın görüşlerini almakta’ sağladığı hız nedeniyle sık sık kamuoyu yoklamaları ve referandumlar yapılmasını öneriyor. Michael Sandel, NPQ’nun Perot’un ‘elektronik demokrasi’si konusunda şunları söylüyor:
“Burada bahsettiğimiz şey aslında elektronik demokrasi değil, yığınlar adına en ileri iletişim teknolojileriyle takviye edilmiş kişisel yönetim anlayışı, elektronik Bonapartizm’dir.” (Michael Sandel, age, s. 8)
Hem sonra diyelim ki ‘elektronik demokrasi’ aracılığı ile insanların hayır dediği ile Pentagon’un (Kongre’yi bir yana bırakın, Kongre bizim Meclis’ten ne bir milim ileri, ne bir milim geridir) evet dediği durumda ne olacaktır? Eğer yığınlar isteklerini bir örgütlülükte ifade etmemişlerse, bu sadece Pentagon’a hangi filmin çevrilmesi gerektiği, reklam mesajlarının ne olacağı, TV programlarının nasıl ayarlanması gerektiği, hangi programın hangi saatte yayınlanması gerektiğini gösterir.
“Aslında bir adaya ya da belli bir politikaya veya programa ‘evet’ ya da ‘hayır’ demek demokratik yaşamın son anıdır. Her şey, kablolu televizyonlar, telekomünikasyon ağları ve benzerleri aracılığıyla kamuoyuna hangi soruların ve seçeneklerin sunulduğuna bağlıdır.” (Michael Sandel, age, s. 9)
‘Elektronik demokrasi’ fikrinin babalarından Hazel Handerson Perot’a ilişkin şunları yazıyor:
“Perot’un yaptığı, eski politik partileri ortadan kaldırmak ve eski seçim süreçlerini devreden çıkarmak için yeni iletişim teknolojisinin bütün olanaklarını sergilemekti sadece. Perot dünyadaki bütün asilerin çoktan bildikleri şeyi, darbe yapmanın en iyi yolunun meclis veya hükümet binaları yerine televizyon istasyonlarını işgal etmek olduğunu kavramıştı.” (Hanzel Handerson, ‘Demokrasi Araçlarını Mükemmelleştirmek’, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 26)
Bugün Türkiye’de (Kürdistan dahil) halkın %90’ı TV’ye sahip ve ancak %4’ünün TV’si siyah-beyaz. %20’sinin evinde çift TV var. Oturmuş belli başlı TV istasyonları bu evlere sorunsuz ulaşıyor ve insanlar ortalama günde 245 dakika (yani 4 saat+5 dakika, yani yarım iş günü) TV seyrediyorlar. Reklam firmaları binbir yolla reklam veriyor, seyirciye ulaşmaya çalışıyor. Uzaktan kumandalar reklamların çıktığı anda reklamlardan kaçmaya yaramıyor. İnsanlar giderek yoksullaşırken TV’de ‘yarışma’ programlarında araba, buzdolabı, TV vb. eşyaların dağıtıldığı birincilere gıpta ediyorlar. Yarışmalarda birinci olmayanlar, yarışmalara kabul edilmeyenler bunu ‘başarısızlıklarına’ yoruyorlar. Her gün yeniden şanslarını deneyip maaşlarını aşan telefon faturalarını da göze alarak ‘Alo 900’leri arıyorlar. Tüm bunlar yeni yöntemlerle halkı kişiliksizleştirme amacını taşıyor.
Polisiye diziler (yalnız bizde değil ABD’de de, Rusya’da da), seks manyaklarını konu alan ‘korku’ filmleri uyuşturucudan bin kat daha etkilidir.
1940’larda ABD’de Basın Özgürlüğü Komisyonu şunları yazıyordu:
“Modern basın yeni bir olgudur. Tipik birimi, büyük kitle iletişim ajanslarıdır. Ajanslar, düşünce ve tartışmayı kolaylaştırabilir. Bunları boğabilir de. Uygarlığın gelişimini hızlandırabilir ya da engel olabilirler. İnsanoğlunu alçaltabilir ve adileştirebilirler. Dünya barışını tehlikeye atabilir, bunu da kazayla, bir dalgınlık anında yapabilirler. Haberlerin ve onların önemi üzerinde durabilir ya da durmayabilirler, duyguları körükleyip geçiştirebilir, kurgular veya kör noktalar yaratabilir, önemli sözleri yanlış kullanabilir ve boş sloganları büyütebilirler. Faaliyet alanları ve güçleri, yeni araçlar kullanımlarına sunuldukça günden güne artmakta. Bu araçlar, atalarımızın Anayasamızın ilk maddesine basın özgürlüğünü dahil ettiklerinde düşünebildiklerinden daha hızlı ve daha geniş bir biçimde yalanları yayabilirler.” (Aktaran James D. Squires, ‘Dördüncü Kuvvetin Ölümü’, NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 36)
Elbette bu ajanslar tüm bunları ‘kendi kendine’ yapmazlar. Kâr ve hakimiyet, şiddet ve yalanı doğuruyor. Önce sistemin işleyişine bir bakalım, sahiplerine daha sonra.
“Temelde mevcut sistem, bütün bilgilerin birkaç şebekede ve 1400 yayın istasyonunda toplandığı hiyerarşik bir yapıdan ibaret. Bu da teknolojisinin doğasına uyuyor zaten. Bu teknoloji yaratıldığında, mümkün olduğunca küçülerek, milyonlarca insana satabilecek ucuz bir TV alıcısı -aptal kutusu- elde edildi.” (George Gilder, age, s. 29)
Elbette tüm bu basın merkezleri holdinglerin elindedir. Bizde olduğu gibi dünyanın her yerinde medya tekelleri vardır. Ve haberler onların haberleridir. Jerry Brown, 10 yıl önce, üç ABD TV merkezini kastederek, üç büyük partiden (ABC, NBC, CBS) söz ederken gerçekten de haklıydı.
“Bir tekel, oluştuğu ve milyonlarla oynamaya başladığı zaman, politik düzen ve tüm diğer ‘ayrıntılar’ ne olursa olsun, toplumsal yaşamın tüm alanlarına, engel olunamaz bir şekilde sızar.” (V. İ. Lenin, age, s. 54)
Bu sadece basın özgürlüğünün değil, pek çok özgürlüğün sonunda tekelci egemenlik altında yok olduğunu gösteriyor. Kutsal basın özgürlüğü, kâr özgürlüğünün bir biçimidir. Ross Perot’un seçim kampanyasında iletişim direktörü, The Chicago Tribune’ün eski editörü James D. Squires şunları söylüyor:
“Ne var ki basın, bu belirleyici niteliğini’ yitirdi. Bu da artık varlığını sürdürmek için başka herhangi bir iş alanında daha büyük bir şansa sahip olmadığı anlamına geliyor. Böyle de olmalı zaten. Yeni düzende gazete artık kendini kamu çıkarlarına adamış bir kurum değil de yalnızca olası en yüksek kârı sağlama amacıyla çalıştırılan bir ticari işletmedir. (James D. Squires, age, s. 34)
James D. Squires, basının düzen için artık rol oynamayacağını söylerken yanılıyor ama artık onun rolü TV kadar önemli değil. Basın, kapitalizmde her zaman kâr eden bir kurum olagelmiştir. Ancak tekelcilik tüm özü açığa çıkartılan eski biçimleri parçalamaktadır. Olan budur.
Ülkemizdeki ünlü gazeteler arası ansiklopedi savaşında Sabah Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni’ne, kendi sözlerini kullanarak Milliyet Gazetesi’nin yönelttiği ‘Siz kâr amaçlı bir kuruluş olduğunuzu itiraf ediyorsunuz’ yollu saldırıya yanıt verirken, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni; ‘Siz değil misiniz?’ sorusunu soruyordu. Bizde bu eski biçimler son birkaç yıldır yıkılıyor ve bunun için halâ birileri kalkıp ‘basın ahlâkı’nd an söz edebiliyor.
Basının kapitalizmdeki rolünü James D. Squires çok veciz bir biçimde ifade ediyor: “Basın iki asırdır, yöneten ile yönetilenler arasında güvenilir bir köprü olarak hizmet vermiştir.” (age, s. 34) Evet bu gerçekten de böyledir. Yalnız, insanın şu soruyu sorası geliyor: Kime hizmet vermiştir? Kimden yana (yönetenden mi, yönetilenden mi) hizmet vermiştir? Dün bu soruya pek çok gazeteci ‘tarafsız hizmet’ sözleriyle yanıt verirdi. Bugün bu soruya herkes ‘demokrasiden yana’, ‘yönetenden yana’ yanıtı verebilir. İşte sadece incir yaprağı kalkmıştır, gerektiğinde yeniden kullanılmak üzere.
“Ancak 1972’den bu yana, Amerika’da gazeteler yüzeyselleştikçe, kamuoyunun, karmaşık toplumsal ve politik konulara ilgisi ve bunları kavrayışı da, mevcut bütün ölçülere göre sürekli olarak azalmıştır.” (James D. Squires, age, s. 35)
Aslında Bay Squires, bunun istenen bir hizmet olduğunun farkındadır. Yine de burada susuyor. Yine de olsun, Squires’i George Gilder tamamlıyor:
“‘kamuoyu zemini’ diye bir şey hiç olmadı ki. Medya, kendisini ve bizi böyle bir etkinin varlığına inandırmaya çalıştı, ancak bir kuruntudan ibaretti bu. Politik, reklamcı ve kültürel bir elitin yönlendirici sunuşlarıydı sadece. Dahası, gerçeğin böyle yanlış gösterilmesi-insafsızca dünyevi ve maddeciydi, asgari müşterek düşünceye hoş görünmek için programlanmıştı, politik düzenden gerçek anlamda soğumaya ve yabancılaşmaya neden oldu.” (George Gilder, age, s. 29)
İşte Perot’un derdi de burada. Tüm burjuva ideologları bu soğumanın gelecekte oluşturduğu tehlikeyi görüyorlar. Halkın aldatılmasında yeni yöntemler arıyorlar. Ancak anlatılanlar tekelci polis devletinde medyanın rolünü açığa vuruyor. Elbette bu medyanın en temel özelliği de tekelciliktir. Sahipleri tekellerdir.
ABD’de, ‘demokrasinin beşiği, hür dünyanın savunucusu’ olan ABD’de, gerçekte üç büyük parti vardır. Bunlar üç büyük TV şirketidir: NBC, ABC, CBS. Peki bu üç büyük partinin sahibi kimdir? NBC, General Electric’in bir yan kuruluşudur. Uzatmaya gerek var mı?
Körfez Savaşı’nda CNN’in oynadığı rol, hepimizin aklındadır. Savaşın en büyük gücü CNN’dir.
“1946’da medya sahipliğinin daha az sayıda fakat daha güçlü ellerde yoğunlaşmasının, bir düşünce tekeline ve demokrasinin değişik birimlerinin birbiriyle özgürce iletişim kurmada yetersiz kalmasına yol açacağından korkuyordu komisyon. O sıralar, 117 şehirde birbiriyle halâ rekabet eden gazeteler, yedi veya daha çok gazeteye sahip bir düzine gazete zinciri, dünya çapında üç ayrı basın ajansı, dört ulusal radyo şebekesi, özel sektöre ait 200 ayrı yayınevi ve bir düzine ya da daha fazla dergi imparatorluğu vardı. Ancak komisyonun önceden gördüğü eğilim, en çılgın hayallerinin de ötesine geçti. 1990’da gazetelerden sinemaya kadar bütün büyük medyalar 23 şirket tarafından ele geçirilmiş durumda. Ondört şirket yaklaşık 1600 (adet-yazar) günlük gazeteyi kontrol ediyor. Yedi yıl önce bu şirketlerin sayısı yirmi birdi.” (James D. Squires, age, s. 37)
Daha da ötesi, birkaç ajans, birkaç tekelci firma tüm dünya haber kaynağını elinde toplamıştır. James D. Squires, Körfez Savaşı ile ilgili bir olayı anlatıyor:
“Buna karşın, 25 yıl sonra Körfez Savaşı gazeteciliğinin en sıkı haberi, yani eski moda bir haber fotoğrafı, yeni Amerikan haber medyasında kendisine yer bulamadı. Körfez’de Time ile çalışan New York’lu foto muhabiri Ken Jarecke, savaşın özünü tastamam yakalamış, tüyler ürpertici o tek fotoğrafı, havadan bombalandıktan sonra alev alan bir kamyondan kaçmaya çalışırken kül olan Iraklı bir askerin fotoğrafını editörüne gönderdi. Fotoğraf sadece Time dergisinde yayınlanmamakla kalmadı. Associated Press’in fotoğraf editörleri de bu fotoğrafı geçmeyi reddettiler. Bu kararın suçunu da bugünkü basın kültürüne yüklediler. ‘Gazeteler bize kahvaltıda poz almaları için insanlara bu tür fotoğraflar sunamayız diyecekler’ dedi bir AP yetkilisi.” (age, s. 35)
İşte kâr amacının kutsallığı budur.
Yazısının girişinde “Eski Usul Muhabirler adına birkaç şey söylemek” istediğini belirten Bili Moyer, “Eski Haber İyi Haberdi” isimli makalesinde şunları yazıyor:
“Bugünün Amerika’sının aklı nerede? Bir anlamda bazı yayın organlarında diyebiliriz. Günümüzde insanlar, yılın en önemli belgeseli seçilen ‘Gerçek Seks’ adlı diziyi önemseyip evde striptiz derslerini izleyebiliyorlar. Ya da NBC’nin haberlerini es geçip ‘videoyu izliyorum’a takılabiliyorlar.
Orada, bir polisin ölümünü, bu ölüm üzerine söylenenleri, yapılan röportajları, uğursuz bir müziğin eşliğinde izliyorlar. Ya da hamile bir kadının alevler içerisindeki bir binanın penceresindeki zavallılığını, en azından bir kere yavaş çekimde bakarak, birkaç kez izleyebiliyorlar.” (NPQ, Cilt 1, Sayı 4, 1993, s. 39)

Bu son örnek bize medyanın korku içerilmiş ideolojiyi nasıl şırınga ettiğini, tüm toplumsal ilişkilerde şiddetin nasıl içerildiğini gösteriyor. En sıradan bir günde bile, gazete sayfalarında cinsel şiddete rastlamak mümkündür. İşte tekelci aşamasında meta toplumu. İşte devletin medya ile ideoloji yayma yolları. Tekelci polis devletinin, yalan üretmek için Göbels’lere ihtiyacı yoktur.
Basının rolü konusunda üç örnek daha sunacağız. Sanırız bu kadar yeterli olacaktır. EP’nin 14-21 Mart 1993 tarihli sayısında “ABD’de Medya Terörizmi; Ekranda Kan, Manşette Kan!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Örneklerimiz bu yazıdan. Örneğimizin ilki ‘sahte peygamber’ olayına ilişkin.
“Sahte peygamberin kalesinin kuşatılması ve polisin saldırısı saniyesi saniyesine yerel bir TV ekibi tarafından filme çekilmişti. Washington Post gazetesi, BAYF mensubu 4 polis ve 8 tarikat üyesinin vurularak öldüğü bu olayın filmini Amerikan TV’lerinde oynayan ‘Cops’ (Polisler) dizisine benzetti. Cops’ta her hafta, daha önce meydana gelmiş polisiye bir olay, mankenler aracılığıyla temsili olarak yeniden canlandırılıyor. Post’un yazısında bir çelişki dikkat çekiyor: ‘Polisin tutumu garip… Çoğu zaman operasyon yaparken gazetecileri, TV kameramanlarını yanına çağıran polis, başarılarını belgelemek amacıyla basını kullanmaya çalışıyor. Ama işler ters gidince de günah keçisi olarak basını hedef gösteriyor… ” (EP, s. 56)
İkinci örnek bir sahte KGB ajanının öyküsü:
“NBC, izleyici kazanma uğruna meslek ilkelerinden, ahlâk kurallarından taviz veren tek kuruluş değil. Şubat ayı sonunda ABC TV kanalında yayınlanan bir programda, bazı tutumları kuşkulu olan Amerikalı bir diplomat, bir KGB ajanına gizli belge ve bilgiler verirken ekrana çıkıyordu. Oysa ki söz konusu Amerikalı diplomat hem böyle bir suç işlememişti, hem de ekranda gizli kamerayla çekilen hakiki diplomat değil, temsili diplomat yani mankendi. (EP, s. 57)
Üçüncü örnek bir cinayet:
“… TV Telemundo kanalı, Miami yakınlarında yaptığı bir naklen yayında, 15 el ateş ederek karısını öldüren bir adamın işlediği cinayeti getirmiş ekranlara. Şimdi bu cinayeti omzu, kolları, elleri, parmakları titremeden çeken kameramanın mesleki vicdanını övmek gerekir mi?”
“… televizyon ekranlarının karşısında gözleri açık, elleri patlamış mısır dolu imaj tüketicileri, naklen cinayeti izlediklerinde ilk önce herhangi bir tepki göstermediler.”

Bu kadar örnek fazla bile. Sadece bizim göstermek istediğimiz, medyanın her yerde, Türkiye’deki gibi işlev gördüğüdür.
Tekelci polis devleti tüm toplumu iç savaşa göre örgütlemeye çalışmaktadır. Toplumun polisleştirilmesi bu sürecin bir yönüdür, diğer yönü polis örgütlenmesi aracılığıyla insanların soludukları havanın bile denetlendiğini düşündüğü büyük bir şiddet ve baskının örgütlenişidir. Sokak infazları, fişleme sistemleri, apartman yöneticisi, muhtarı, belediye başkanı, valisi, polis örgütlenmesinin içinde ele alınmalıdır. Bu şiddetle, terörle yalnızlaştırılan, kendi dünyasına, evine çekilen, korkan bireye, bencillik ve yeni yüce değerlerin şırınga edilmesi kolaydır.
TV ne güne durmaktadır?
Önceki burjuva devletler sistemin tehlikede olduğu, işçi sınıfının iktidara yürüdüğü, iç savaş durumunda kullandığı tüm yöntemler, gizlenmiş bir biçimde (kadife kılıf içindeki bıçak gibi) tekelci polis devletinde sürekli vardırlar, olağanlaşmış biçimdedirler.
Devlet sınıfsal özünü hiç bu kadar açık ortaya koymamıştır. Bunu gizlemek için demokrasi şalı (genel oy, seçimler, parlamento, partiler)’ndan çok, insanların sürüleştirilmesi, tepkisizleştirilmesine güvenmektedir. Öyle ki, bugün pek çok insan korktuğu ölçüde parlamentodan bir şeyler bekler görünmektedir. Ancak ona karşı mücadeleyi sonuçsuz, sonucu yenilgi olan bir mücadele olarak algılamaktadır. Bu durumda da toplumsal planda düşünmektense, kendini düşünmeye yönelmekte, buna önem vermektedir. Bunun anlamı şudur ki; bir kere devlete karşı güçlü ve sürekli mücadele başlatıldı mı, tekelci polis devletini tarihin çöplüğüne göndermek için yığınlar hızla harekete geçebilecektir. Sorun o noktada sadece böylesi bir mücadeleyi başlatabilmekte değil, başlatıp sürekli kılabilmektedir. Sürekli kılabilmek ise yığın içinde yer edebilmenin asgari olanaklarının sağlanmasına bağlıdır.
İyi denizciler, büyük fırtına öncesinde denizin çok sakin olduğunu bilirler. Tekelci polis devleti yel ekmektedir ve biçeceği fırtına sanıldığı kadar uzakta değildir.

Sonraki Bölüm: TC Devleti

Tekelci Polis Devleti – TEKELCİLİK

Önceki Bölüm: Faşizm Ve Burjuva Devlet

Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, isimli çalışmasında Lenin, tekelleşmenin boyutlarını göstermek için, “On binlerce büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme hiçbir şey.” (V. L Lenin, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması Emperyalizm, Konuk Yay. İstanbul 1979, s. 23) diyor. Bugün bu konuda daha ileri gidilmiştir. Tabloya bakınız.
Tablo V.1
Şirket Sayısı Devlet Sayısı
(Satış Cirosu) (GSMH $)

119 Milyar-1 Trilyon – 14
10-119 Milyar 105 43
1-9 Milyar 620 52

Morss’un çalışmasından aktarılan yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla)’sı 10-119 milyar dolar olan 43 ülke (devlet) olmasına karşın, satış cirosu bu aralıkta olan 105 uluslararası şirket, GSMH’sı 1-9 milyar dolar olan 52 ülke olmasına karşın, satış cirosu bu aralıkta olan 620 şirket vardır.
J. Bain ABD imalat sanayisinin 417 üretim dalına ilişkin bir sınıflama yapmıştır. 1963 yılı verileri kullanılan bu sınıflamada şunlar söyleniyor:
“32 üretim dalında en büyük dört firma satışların %76’sıyla yüzde yüzü arasında bir bölümünü gerçekleştirmektedir. 81 üretim dalında 4 firmanın payı yüzde 51 ile yüzde 75, 161 üretim dalında ise yüzde 26 ile yüzde 50 ve 143 üretim dalında ise yüzde 25 ve daha azdır. (Bakınız, SSCB Bilimler Akademisi, Günümüzde Tekelci Kapitalizm, Bilim Yayınları, İstanbul 1977, s. 174)
1990 yılında Türkiye’de, 500 büyük firmanın satış hasılatı 96.7 trilyon TL’dir. Aynı yıl Türkiye GSMH’si cari fiyatlarla 399.8 trilyon TL’dir. Yani GSMH’nın 1/4’ü kadar satış hasılatına sahiptir, 500 büyük firma. Koç ve Sabancı’nın cirosu, TC bütçesine eşit düzeydedir.
Öyleyse Lenin’in yukarıdaki satırları yazmasından 75 yıl sonra diyebiliriz ki; yüzlerce büyük firma her şeydir, milyonlarca küçük firma hiçbir şey.
Bugün üniversitelerde okutulan neo-klasik iktisat kitaplarında tekelcilik ‘aksak rekabet’ piyasalarının bir biçimidir.
Yani, kapitalizmde ‘temel’ olan, serbest rekabet piyasasından bir sapmadır. Neo-klasik iktisatçılar, tüm burjuva iktisatçıları, serbest rekabeti kapitalizmin temeli, adeta ekonominin doğal yasalara göre işleyişi olarak ele alırlar. Elbette bu piyasa biçiminden her sapma (ki gerçek hayatta böylesi bir anlamı ile ‘serbest piyasa’ hiç olmamıştır) ‘aksak rekabet’ olarak adlandırılıyor. Aksak rekabet piyasa biçimleri içinde, tek bir firmanın bir piyasaya egemen olması anlamında, tekel (monopol) piyasasından söz edilir.
Böylece;
a. Tekelcilik bir sapmadır. Kapitalizmin içinde bu sapmanın tedavi edilmesi olanaklıdır. Öyle ya sapma genellikle sapılan şeyi haklı ve doğru çıkarır. Bu durumda Fransız Solu’nun Ortak Hükümet Programı (ileri demokrasi programı) tekellerin egemenliğini sınırlandırmaktan söz ederken, gerçekte tekelciliği kapitalizmden bir sapma, kapitalizmin alınması gereken bir uru olarak görmüş oluyor.
b. Tekelcilik bir piyasa biçimidir, tek bir firmanın egemen olduğu bir piyasa biçimidir. Bu düşünce, kapitalizmin genel karakteri olarak tekelcilikten söz etmez. Ona göre tekelcilik kapitalizmin gelişimi içinde yeni bir evrenin adı değil, bir piyasa biçimidir.
Burjuva iktisadı toplumu bireylerin toplamı olarak görür. Bu nedenle bireycidir. Toplumsal olguları, bireylerin psikolojileri ile açıklamaya çalışır. Bu, tıpkı devleti kişi egemenliği; diktatörlükleri kötü kişilerin mutlak yönetimi vb. olarak açıklayan anlayışın kendisidir. Bob Rowthorn ‘bayağı iktisat’ olarak nitelediği neo-klasik iktisadın bu özelliğini şöyle anlatıyor:
“Bayağı iktisatta birey, tıpkı Newton mekaniğindeki atomlarınkine benzer bir rol oynar. Tıpkı Newton mekaniğinin maddi gerçekliği değişmez ya da ebedi atomların etkileşimi olarak görmesi gibi, bayağı iktisat da toplumsal gerçekliği, özellikleri değişmez ya da sürekli olan bireylerin etkileşimi olarak görür. Birey toplumdan hareketle açıklanacağına, toplum bireyden hareketle açıklanır.” (Bob Rowthorn, Kapitalizm, Çelişki ve Enflasyon Siyasal İktisat Denemeleri, Birey Toplum Yay., Ankara 1985, s. 67)
Bireyi asosyal olarak ele alan burjuva iktisadı, üretimi de asosyal bir olgu olarak ele alır. Üretimi toplumsal bir olgu olarak değil de (insanın yaşaması için gereksinim duyduğu maddi malların üretimi), “emek, toprak ve yanlış bir biçimde sermaye olarak adlandırılan üretim araçları girdilerinin gizemli bir biçimde maddi ve maddi olmayan malların çıktısına dönüştükleri asosyal ya da doğal bir süreç olarak görüyor”. Dolayısıyla üretim bir girdi-çıktı olayıdır. Herkes bu üretime koyduğunu alır. Emekçi emeğinin karşılığını, sermayedar sermayesinin karşılığını, toprak sahibi de rant olarak payını alır. Böylece ücret, kâr ve rant herkesin payına düşendir. Üretim araçları ya da toprak, daha genel ifade ile doğa niçin sahiplenilmiştir, nasıl bu sürece gelinmiştir; bu sorular onların ilgi alanında değildir. Zira bu sürecin analizine girerse kârın kaynağı sorunu, sermayenin bir üretim aracı olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Oysa o bu sorunların üzerinden atlar. Bunu başarmak için ise tüm dikkatleri piyasaya çeker, sanki her şey kendiliğinden üretilmiş ve pazara gelmiştir de şimdi fiyat oluşacaktır. Burjuva iktisadının her ekolü önceliği mübadeleye tanır, üretime değil.
“Bayağı iktisadın iki etkisi oldu: Bilimsel düzeyde kapitalist üretim biçimi ve çağdaş toplumun iktisadî hareket yasasına ilişkin ciddi çalışmaları, tümüyle engellemedi ise de güçleştirdi ve ideolojik düzeyde var olan toplumsal düzene bir ahlâkî aklanma sağladı.” (Bob Rowthorn, age, s. 7)
Öz ve biçim arasında bir çelişki olmasaydı, her öz tek bir biçimde ortaya çıksaydı, her biçim sadece bir tek özde ifade bulsaydı bilime gerek olmazdı. Burjuva iktisatçılarının çabası, nesnel olarak özü saklamak için biçimi öne çıkarma çabası olarak düşünülebilir.
Bu durum tekelciliğe ilişkin açıklamaları için de geçerlidir.
Tekelcilik, kapitalizm yasalarının doğal sonucudur. Artı-değer ve üretimdeki rekabet ve anarşiye dayanır. Bu iki yasa, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını doğurur. Yoğunlaşma ya da daha doğru ama daha az tercih edilen deyimi ile temerküz, sermayenin artı-değer yolu ile büyümesi, fabrika büyüklüğünün, sermaye yoğunluğunun artması anlamına gelir.
Tekelleşmenin bir diğer etkeni pek çok faktör altında rekabet içinde bazı firmaların batması, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesi, firmaların rekabetten güçlü çıkmaları için birleşmeleri biçimleri ile sermayenin merkezileşmesidir. Bu iki etken de -ki esas olan yoğunlaşma (temerküz)’dır- kapitalizm yasalarının, artı-değer için üretim yasalarının doğal uzantılarıdır.
“Buradan, belli bir gelişme düzeyine ulaşmış olan temerküzün kendisinin, deyim yerindeyse dosdoğru tekele yol açtığı görülmektedir. Çünkü, onbeş yirmi civarında dev işletme birbirleriyle rahatlıkla anlaşabilir ve öte yandan, gerek rekabet güçlüğü, gerekse tekelleşme eğilimi, tamı tamına işletmelerin dev boyutlarından doğmaktadır. Rekabetin tekel haline bu dönüşümü, modern kapitalist ekonominin -en önemlisi değilse bile- en önemli fenomenlerinden biridir.” (V. İ. Lenin, age, s. 24)
Bu tekelleşme elbette banka sermayesi alanında da geçerlidir.
“Başlangıçta, banka, birçok kapitalistin cari hesaplarını tutarken, tamamıyla teknik ve sadece yardımcı işlemlerle uğraşmaktaydı. Fakat, bu işlemler muazzam boyutlara ulaştığında bir avuç tekelci, tüm kapitalist toplumun hem ticari hem de sınai işlemlerini kendine tabi kılan çünkü bu bir avuç tekelci, bankalarla bağlar, cari hesaplar ve diğer finans işlemleri sayesinde, önce filan ya da falan kapitalistin finans durumunu kesinlikle bilebilir, sonra onları denetleyebilir, kredileri genişleterek veya kısarak, kolaylaştırarak veya zorlaştırarak onlar üzerinde etki yapabilir ve nihayet bu kapitalistlerin kaderlerini bütünüyle belirleyebilir, işletmelerinin gelirlerini belirleyebilir, sermayeden yoksun kılabilir veya sermayelerini hızlı bir şekilde, korkunç oranlarda büyütmelerine olanak sağlayabilir vb.” (V. İ. Lenin, age, s. 38)
Elbette bu kadarla da sınırlı değil, banka ve sanayi sermayesi iç içe geçerek finans kapitali oluşturur ve bu finans kapital ülke ekonomi politikasını belirler, yönlendirir.
“… üretimdeki temerküzün bir sonucu olan tekellerin doğuşu, kapitalizmin evriminin içinde bulunduğumuz aşamasının genel ve temel bir yasasıdır.” (V. İ. Lenin, age, s. 26)
Lenin, tekeller tarihinin belli başlı evrelerini de şöyle özetliyor:
“Böylece, tekeller tarihinin belli başlı evreleri şu şekilde özetlenebilir: 1) 1860-1870 yılları: serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası. Tekeller, sadece güçlükle fark edilebilir embriyonlar halindedir. 2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin uzunca bir gelişme dönemi; bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar kazanmamışlardır. Henüz geçici fenomendirler. 3) 19. yüz yılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı. Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.” (V. İ. Lenin, age, s. 28)
Elbette bu satırlar bugün yazılsaydı pek çok yeni evre de sıralanabilirdi (Birinci Paylaşım Savaşı. 1929-1945, 1970’ler vb.). Elbette tekeller giderek ulus çapında egemen olmakla kalmadı, uluslararası alanda egemen olmaya başladı. Bugün büyük şirketler için dünya küçüktür ve tek bir pazardır.
Tekelci kapitalizm rekabeti değiştirir. Onu yok etmez, ancak serbest rekabetin yerine tekelci rekabeti koyar. Tekelci rekabetin serbest rekabetin yerine geçmesi tekelci kapitalizmin önemli özelliklerinden biridir. Elbette konuya ilişkin yine Lenin’e bakalım.
“Rekabet, tekel haline dönüşmektedir. Bu da üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerleme sonucunu vermektedir. Bunun yanı sıra yetkinleşme ve teknik buluş süreci de toplumsallaşmaktadır. (V. İ. Lenin, age, s. 30)
Üretim toplumsallaşmakta, fakat sahip çıkma özel (mülkiyete dayalı) kalmaktadır. Toplumsal üretim araçları az sayıda insanın mülkiyeti (olarak) kalmaktadır. Lafta kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürmekte ve bu bir avuç tekelcinin nüfusun geri kalan bölümü üzerindeki boyunduruğu kat be kat daha ağır, daha elle tutulur ve daha tahammül edilmez hale gelmektedir.” (V. İ. Lenin, age, s. 31)

Serbest rekabetin yerine geçen tekelci rekabet sınır tanımaz. Büyük güçlerin çarpışmasıdır. Sermayenin egemenliğinin, bu rekabet içinde ne anlama geldiği görülebilir. Kundaklamadan bombalamaya, tekeller arasındaki rekabet tam bir savaştır; ‘ideolojisi’ ve silahları ile.
“… kapitalizmin gelişmesi, öyle bir aşamaya varmıştır ki, mal üretimi hâlâ ‘egemen olma’ya ve tüm ekonominin temeli olarak görülmeye devam etmekle birlikte, aslında sarsıntıya uğramıştır ve kazançların büyük bölümü finans alanında dolaplar çeviren ‘dehalara’ akıp gitmektedir. Bu düzenbazlıkların ve üçkâğıtların temelinde, üretimin toplumsallaşması yatmaktadır: ne var ki, insanlığın bu toplumsallaşma düzeyine ulaşmış olan muazzam ilerlemesi, … spekülatörlere yarar sağlamaktadır.” (V. İ. Lenin, age, s. 31)
Tefecilikle başlayan kapitalizmin tefecilikle biteceğinin işareti budur. Bugün dünyada bu finans alanındaki dolapların büyüklüğü ve ‘dehaların dehaları’ artmıştır. Her krizin ilk patlak verdiği yer (kaynak değil, ortaya çıktığı yer) finansal alan olmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması bu süreci daha da ilerletmektedir. Dolayısıyla kâr ve kavga finansal alanda yoğunlaşmaktadır. Mafya örgütlenmesi, bu alandaki tekelci rekabetin zorunlu sonucudur.
Bugün, Lenin’in emperyalizm analizinden 76 yıl sonra yaşıyoruz. Bugün tekelleşme sadece sistemin temel karakteri olmakla kalmadı, devasa boyutlara sıçradı ve uluslararası alanda birkaç şirket (sayıları bini geçmez) dünyanın egemenliğini ellerinde tutuyorlar.
Bu 76 yılda yaşanan pek çok gelişme üzerinde durulabilir.
Ancak amacımız bu değil. Bu nedenle temel üç nokta üzerinde duracağız. Birincisi sosyalizmin varlığı, ikincisi sermayenin uluslararasılaşması ve üçüncüsü teknolojinin, bilginin denetimi.

  1. 76 yıl önce Ekim Devrimi kapitalist dünyanın sonunu müjdeleyerek, proletaryanın elinde yükseldi. Proletaryanın ‘göğü fethetme’ kalkışması, 1921 yılına gelindiğinde, dünya devriminin geri düşmesi ile birlikte bir süreç için de olsa yarıda kaldı. Bugün bu kalkışmanın yenilgiyle sonuçlandığını hep birlikte yaşıyoruz. Ancak dünyadan yine de sosyalizm geçti. Sosyalizmin varlığı dünyayı ciddi biçimde etkiledi, etkiliyor.
    Emperyalist-kapitalist dünya Ekim Devrimi’ni dış kuşatma ve iç savaşla boğamayacağını anlayınca, Hitler aracılığı ile saldırdı. Saldırının yenilgiyle sonuçlanması sonrasında, tüm emperyalist dünyanın Ekim Devrimi’ni boğmak, yayılmasını önlemek için başlattığı haçlı seferinin adı soğuk savaş olarak konmuştur. 1917 Ekim Devrimi sonrasında kapitalizm temel olarak, hemen her yönden sosyalizm ve devrim tehdidine karşı korunmaya çalıştı. Ekim Devrimi’nin dünya halklarına açtığı ufuk, ulusal kurtuluş savaşlarını ateşledi. Yeni sömürgeci strateji bu dönemde şekillendi.
    1929 bunalımı sonrasında gelişen ‘sosyal devlet’ anlayışı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan Keynesyen iktisadi politikalar, sosyalizmin kapitalizm üzerindeki etkileridir. Özellikle soğuk savaş yıllarında sosyalizmin kapitalizmi, kapitalizmin de sosyalizmi etkilemesi arttı. Pek çok kapitalist ülkeye ABD yardımları ve Truman Doktrini, esas olarak sosyalizme ve devrime bağışık bir kuşak oluşturmayı hedeflemiştir. İşsizlik sigortası, ‘sosyal devlet’ anlayışı, sosyalizmin önünü kesmenin doğurduğu zorunlu önlemlerdir.
    Kapitalizmin ‘sosyalizasyonu’, sosyalizmin kapitalizasyonu birlikte işledi. Bizim konumuz açısından sosyalizmin kapitalizme etkisi burada ilgilenmemiz gereken konudur. Birinci olarak sosyalizmin varlığı, emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki rekabeti sürdürürken, birincil noktaya sosyalizme karşı savaşa geçti. Sosyalizm, emperyalist merkezleri birbirine yapıştırdı. ABD’nin dünya kapitalist ekonomisinin liderliğini alması, bu süreci daha da sağlamlaştırdı. İkinci olarak sosyalizmin varlığı ve gücü, pek çok emperyalizme bağımlı ülke, sömürge ve yarı sömürge için, kullansınlar kullanmasınlar nesnel olanaklar sağladı. Emperyalist merkezler bu nedenle bir bütün olarak dünya kapitalist ekonomisinin korunmasını temel aldılar. Elbette bu durum emperyalist merkezlerle, bağımlı (sömürge, yarı-sömürge) ülkelerin ilişkilerinde niteliksel bir değişiklik anlamına gelmiyor.
    Sosyalizm tehdidi ve ABD emperyalizminin liderliği birlikte ele alınabilir. ABD emperyalizmi kapitalizmin liderliğini alabilmek için İngiltere’nin, Fransa’nın Almanya ile savaşında ‘seyirci’ kalması (işte Roosevelt’in büyüklüğü), boşuna değildir. SSCB’nin Alman faşizmini yenmesi ile bir yandan ‘sınırsız Sovyet tehdidi’, diğer yandan Batı ülkelerinin (İngiltere, Almanya, Fransa) ve Japonya’nın yıkılmış olması, ABD emperyalizminin kapitalist dünyanın liderliğine oturması birlikte gerçekleşiyor. ABD emperyalizmi, SSCB ve sosyalizm tehdidi ile ‘dünya kurtarıcılığı’ rolüne soyunuyor. İlk olarak Batı Avrupa’da sosyalizme bağışık bir kuşak oluşturuyor. NATO kuruluyor. IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar kuruluyor.
    Kapitalizm hem içte hem de uluslararası planda sosyalizmin etkisini minimize edecek politikalara önem veriyor. Demokrasi vurgusu ile sosyalizme savaş açılması boşuna değildir. İkinci Dünya Savaşı’nı ABD’nin kazandığı imajını yaymak üzere binlerce film çevrilmesi boşuna değildir.
    Sosyalizmi ekonomik olarak çökertme planları biliniyor. Daha da önemli bir sonuç, emperyalist-kapitalist ülkelerin silahlanmaya özel bir önem vermeleri ve ekonominin askerileştirilmesidir. Yıldız Savaşları projesinin, sosyalizmi ve SSCB’yi ekonomik açıdan sıkıştırmak için geliştirildiği söylenmektedir. Öte yandan kapitalist ülkelerin tümünde devletin ekonomik rolünün de arttığı açıktır. Beş yıllık planlar Ekim Devrimi sonrasında gündeme gelmiştir.
  2. Lenin’in 1900’lerin başlarında tekelleşmenin ve tekelciliğin egemenliğinden söz etmesinden bu yana geçen 76 yıl içinde sermaye giderek artan bir hızla uluslararasılaştı. Sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, emperyalizme bağımlı ülkelerde de tekelcilik belirleyicidir. Bütüne egemen olanın parçaya egemen olması gibi. Sermayenin uluslararasılaşması bugün ‘globalleşme’ biçiminde telaffuz edilmektedir. Dev uluslararası (birkaç ulusun sermaye ortağı olduğu anlamında değil, uluslararası pazarlarda egemen olmak anlamında) şirketlerin pek çok ülkenin GSMH’sından daha yüksek satış cirosuna sahip olduğu düşünülürse söylemek istediğimiz anlaşılacaktır. Bu dev şirketler sadece pazarda egemen olmakla kalmıyorlar. Üretimi ‘uluslararası fabrika’larda gerçekleştiriyorlar. Yani bir şirket esas olarak bulunduğu (vergi ödediği) ülkede üretimin bütününü gerçekleştirmiyor. Bir bölümünü a, bir bölümünü b, bir bölümünü c ülkesinde gerçekleştiriyor. Bu durum sermaye ihracını artırmakla kalmıyor. Tek dünya pazarı içinde egemenliği elinde tutmak için yeni yöntemler doğuruyor. Bu durumda sermaye ihraç edilen ülkenin devletinin görevi, bu ihracı olanaklı kılacak uygun koşulların sürekliliğini sağlamak olmaktadır. ‘Dışa açık ekonomi’ modelleri, IMF, Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin isteği değilse nedir? Sermayenin vatanı yoktur, sözü bugün bin kat daha doğrudur. ICI, Nestle, Unilever, Shell, ABB ayrı uluslardan sermayenin ortaklığına dayalı dev şirketlerdir. Ancak yine de sermayenin uluslararasılaşması denince, birden fazla ayrı ulustan sermayenin ortak olduğu işletmelerin kurulması, asla anlaşılmamalıdır.
    “Emperyalizm, tekellerin ve finans sermayesinin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının açıkça önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başladığı ve yeryüzündeki toprakların tümünün en büyük kapitalist devletler arasında paylaşımının tamamlandığı gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (V. İ. Lenin, age, s. 80)
    Yukarıdaki gelişmeler Lenin’in tanımının doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ancak bugün bizler tüm bunları çok daha net görebiliyoruz. Tekeller sadece ulusal planda değil, uluslararası planda da egemendir. Devletler, sermaye ihracında önemli rol oynamaktadır. Bunun ötesinde IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların rolü söz konusudur.
    7 sanayileşmiş ülkenin (ABD, Fransa, B. Almanya, İngiltere, Japonya, Belçika, Danimarka) 1965-1969 yıllarında azgelişmiş ülkelere teknoloji satışından sağladığı gelir 2.166,5 milyon dolardır. Elbette bu bugün çok daha fazladır.
    Sermayenin uluslararasılaşması öylesi bir düzeye gelmiştir ki, dünyanın bir yerindeki bir borsa krizi kısa sürede tüm ülkeleri etkileyebilmektedir. Sermayenin uluslararasılaşması ile, devletin ulusallığı arasındaki çelişki artmaktadır. Sermayenin ve üretimin bu denli ulusallaştığı bir dünya, dünya devrimi, komünizm için maddi temelleri daha da olgunlaştırmaktadır.
  3. Üzerinde durulması gereken üçüncü nokta teknoloji üretimi ve bunun denetlenmesidir.
    Bir tekel, oluştuğunda tüm diğer ‘ayrıntılar’ ne olursa olsun, toplumsal yaşamın tüm alanlarına, engel olunmaz bir şekilde sızar.” (V. İ. Lenin, age, s. 56)
    Bunu, ideolojik alanda ideoloji üretimi ve bunun topluma aktarılması alanında görmek olanaklıdır. Aynı şey teknoloji ve bilgi üretimi ve korunmasında da geçerlidir. İçinde yaşadığımız yüzyılın hiç değilse son 50 yılında istihbarat teşkilâtları arasında teknoloji ve bilgi çalınmasına ilişkin hiç de azımsanmayacak, kitaplar dolduracak kadar örnek var. Üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakterde olması arasındaki çelişki, düzeni, kapitalistleri ve devleti, bilgi ve teknolojiyi özel mülkiyette tutmakla yüz yüze bırakır. Elbette bilginin özel mülkiyette tutulması daha da zordur. Bugün sadece tekeller bilim adamlarını çalıştırıp bilginin kendi mülklerinde üretilmesini sağlamıyorlar. Gizli servislerde profesörlere özel bir önem veriyorlar. Emperyalist ülkeler azgelişmiş ülkelerden beyin göçü için ciddi çalışmalar yapıyorlar. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere teknolojik açıdan bağımlılığına özel bir önem veriliyor. Başkası düşünülemez bile.
    Teknoloji üretimi AR-GE faaliyetleri, bir yandan belirsizlik altında yürütülür (yani pek çok sonuca ulaşmayan deneyin yapılmasını gerektirir) öte yandan ise çok büyük miktarlarda harcamalar yapmayı gerektirir. Bu nedenle de AR-GE faaliyetleri büyük uluslararası şirketlerin kurduğu laboratuvarlarda ve ancak ürün geliştirme biçiminde yürütülür. Daha geniş kapsamlı AR-GE faaliyetleri ise devlet tarafından yürütülür. Teknik çalışmalar içinde askeri amaçlı olanların birinci sırada geldiği düşünülürse bu faaliyetlerdeki gizliliğin önemi de devletin bu faaliyetleri yürütmesini gerekli kılmaktadır. Yani devlet tüm kapitalistler adına AR-GE faaliyeti yürütür.
    Buradan çıkan belli sonuçları toparlamakta yarar olduğu kanısındayız. Tüm bu gelişmeler devletin ekonomik ‘planlama’, yatırımları teşvik etme veya engelleme veya belli bir alana yöneltme (vergi muafiyetleri, finans kolaylıkları, krediler vb. yolu ile), tüm tekellerin çıkarına onlara ek kârlar sağlayacak alanlarda devlet işletmeleri işletmek (banka, haberleşme, ulaşım, enerji üretimi) devletin kapitalistler için iyi bir pazar olması; tüketici taleplerinin devletçe yönetilmesi gibi alanlarda rol almasıyla sonuçlanır.
    Sosyalizmin varlığı, teknolojik gelişmeler ve sermayenin uluslararasılaşması etkenleri, tekelci kapitalizmde devletin de ekonomik hayattaki rollerini artırmıştır. Elbette biz devleti ekonomik yönleri ile analiz etmekle yetinmeyeceğiz. Ancak bu yönleri görmezlikten de gelemeyiz.
    Öncelikle devlet işletmeciliği üzerinde duralım. Ülkemizde ve dünyada moda olan özelleştirme dalgasını anlamak açısından da bu son derece önemli görünmektedir. Konuya ilişkin uzun bir alıntı, biraz sıkıcı olsa da yerinde olacaktır.
    “İlk önce, burjuva devleti, ekonominin teknik-ekonomik açıdan geri kalmış olan ve yeniden kuruluş için geniş mali araçlara ihtiyaç gösteren zayıf kısımlarının genel düzeye getirilmesi amacını güder. Bu nedenle devlet işletmeciliğinin alanına, bütün ülkelerde, her şeyden önce enerji ekonomisi ile ulaşım girer. Bunlar sermaye yoğun dallar oldukları ve uzun bir sermaye dönme süreci gösterdikleri için tekeller için ilginç değildir. Devlet, gerekli olan dallarda, sermayenin yeniden üretimindeki eksik özel inisiyatifi karşılar ve böylece tekel kârlarının büyümesini sağlar. Devlet, özel şirketleri uzun vadeli ve daha az kârlı alanlara sermaye yatırma zorunluluğundan kurtararak, bunlara kaynaklarını imalat sanayinin dinamik ve kârlı dallarında yoğunlaştırma imkânı verir.
    İkinci olarak, devlet işletmeciliği, teknik ilerlemenin sonucu olarak oluşan ve gelişen ve iki dünya sistemi arasındaki yarışmada artan öneme sahip olan yeni dalları üstüne alır. Yeni üretim dalları genel olarak sadece “başlangıç süresi” sırasında devlet işletmeciliğinin nesnesidir (konusudur-yazar). Çünkü bu dallar sadece bu dönemde, yüksek başlangıç maliyetleri, üretim riskleri ve gerekli deney ve yapım harcamaları yüzünden tekeller için elverişli değildir. Tekeller, devlet bu yeni dalları kurup kârlı hale getirene kadar uzun süre geride bekler. Bu nedenle, burjuva iktisatçıları yeni üretim dallarının devlet tarafından açılmasına ‘risklerin sosyalleştirilmesi’ derler. Buna örnek, ABD, İngiltere ve Fransa’da devlet tekeli olan atom sanayisidir. Üçüncü olarak, bilimsel teknik devrim şartlarında başlıca kapitalist ülkelerde bilim ve tekniğin yönetimi silah ekonomisinin örgütlenmesi gibi devletin ayrıcalığı haline gelir. Modern araştırma merkezleri için gerekli olan asgarî sermaye bile çoğu kez tek bir tekelin mali olanaklarını aşar. Üstelik araştırma çalışmalarının sonuçlarını önceden kestirmek zordur ve bilimde yatırım riski çok yüksektir. Bu nedenle burjuva devleti, sonuçları sonradan tekellere yarayan en masraflı bilimsel çalışmaları finanse ederek bilimin gelişmesindeki ana yükü üstlenir. (Ekonomi Politiğin Temelleri, SSCB Ders Kitabı, May Yayınlan, İstanbul 1976, s. 653)
    ABD atom sanayisi, Atom Enerjisi Komisyonu ile yapılan anlaşmalara dayanılarak özel şirketlerin kullanımına sunulmuştur. ABD’nin uçak ve roket tekellerinin donatımlarının yarısından fazlası, bunları sembolik bir kira karşılığında tekellere kiralayan devletindir. ABD’de 5000’den fazla pahalı elektronik bilgisayar merkezi kuruluşu -ki bu sayı devletin elindeki bilgisayarların üçte ikisine eşittir- özel şirketlerin fabrika ve araştırma merkezlerinin emrindedir. Bu pratik ‘karma ekonomideki devlet ve özel sermaye ‘ortaklığında’ meyveleri kimin topladığını açıkça göstermektedir. (age, s. 655)

    Öte yandan devlet parası; belirli (ne kadar olacağı, pazara nasıl gireceği), kârlı ve garantili (devlet bütçesi ve devir fazlasıyla beslenen)dir. 1968’de ABD ulusal geliri 712.8 milyar dolar idi. Aynı yıl devletin meta ve hizmet satın alışları toplamı 1971 milyar dolar yani ulusal gelirin %27.7’si idi. 1968 yılında federal hükümet 100 milyar dolarlık mal ve hizmet almıştı. Bunun 78.9 milyar doları silah alımlarıdır. (Bakınız, Ekonomi Politiğin Temelleri, Ders Kitabı, May Yayınları, s. 656-657)
    Silah öyle bir metadır ki, üreticisi bizzat kullanıcı değildir. Pazarı büyük oranda devlettir. Silah üretimi fabrikasında çalışan işçi, gelirinden hiçbir kuruşu roket almaya ayırmaz. Silah üretimi bu nedenle talebi canlı tutmanın, yeniden üretimi sağlamanın yollarından biri haline gelmiştir. Bu alandaki şirketlerin kâr oranları çok büyüktür.
    ABD’nin 500 büyük sanayi şirketinin kâr oranları 1960’ta %9.1, 1962’de %8.3, 1968’de %11 olmasına karşın, aynı yıllarda ABD’nin en büyük 15 silah tekelinin kâr oranları sırasıyla %11, %13.1 ve %16.2’dir. (Bakınız, Ekonomi Politiğin Temelleri, Ders Kitabı, May Yayınları, s. 660)
    Silah ve askeri malzemeye dönük devlet talebinin sürekliliği ve sürekli artışı, elektronik araç üretiminin, gemiciliğin, uçak ve füze sanayiinin vb. gelişimini de sağlamakta ve nispeten istikrarlı kılmaktadır.
    Emperyalizm militarizmsiz var olamaz. Emperyalist militarizm her gün silahlanmayı kışkırtırken, silahlanma da, silah tekelleri de savaşlara ihtiyaç duymaktadır. Silahlar böyle eritilmektedir.
    Öte yandan devlet, ekonominin ‘planlanması’nda görev alır. Burada planlama burjuva iktisatçılarının deyimleri ile ‘zorlayıcı’ değil ‘yol gösterici’dir. Devlet; teşvikler, krediler, vergi muafiyetleri gibi yollarla yatırımların yönlendirilmesinde rol alır. Örneğin 1980 sonrası ülkemizde ihracatın teşviki, örneğin bugünlerde otomobil sanayisine %100 teşvik tanınması gibi.
    Devlet aynı biçimde tüketici taleplerinin yönlendirilmesi yoluyla da sistemin krizlerinin atlatılması ya da hafifletilmesini sağlar. Bunun en yaygın yolu tüketici kredi uygulama alanları ve şartları ile oynamaktır.
    Sermayenin uluslararasılaşması bir yandan ulusal devleti önemsizleştirirken, diğer yandan devletin rolünü artırıyor. Bunun bir bütün olarak kapitalizmin miadını doldurmasının bir işareti olarak algılanması gerekir. Dünya devrimi ve komünizm, sosyalizmin yenilgisine rağmen kapitalizmin boşuna korkulu rüyası değildir.

Sonraki Bölüm: Tekelci Polis Devleti

Tekelci Polis Devleti – FAŞİZM ve BURJUVA DEVLET

Önceki Bölüm: Devlet Ve Burjuva Demokratik Devlet

Faşizmin ortaya çıkışı ile birlikte devlet tartışmaları yeniden gündeme geldi. Enternasyonal, enerjisini faşizmin tanımı ve faşizme karşı mücadele üzerinde yoğunlaştırdı. Bugün, bu tartışmaların 60 yılı aşkın bir süre sonrasında, pek çok noktayı daha iyi değerlendirebilme şansına sahibiz.
Faşizm, sadece devlete ilişkin olarak kafaları karıştırmakla kalmadı. Aynı zamanda devrim konusunda da II. Enternasyonal’in anlayışına kapıları araladı. Bu nedenle faşizm, faşist devlet denilen şey üzerinde durmalıyız. Bugün, biz açıkça faşizmin hiç var olmadığını, onun tekelci polis devletinin bir ilk biçimi olduğunu söyleyebiliyoruz. Ama şu koşulla ki, faşizm denilen şey de tekelci polis devleti denilen şey de bu çağın burjuva demokrasisidir. Çağımızın bu burjuva devletine tekelci polis devleti diyoruz. Tekelcilik, çağımızın burjuva toplumunun özüdür. Çağımızda tekellerden söz etmeden burjuvaziden, burjuva toplumdan, hele hele burjuva egemenlikten söz etmek mümkün değildir. Bugün burjuvaziyi temsil eden şey, tekelciliktir. Aynı biçimde bir karşı-devrim örgütlenmesi olan, bir egemenlik ve baskı aygıtı olan burjuva devletin örgütlenmesine de damgasını vuran şey polis örgütlenmesidir. Buna daha sonra, çalışmamızın V. bölümünde tekrar döneceğiz. İşte faşizm, bu burjuva egemenliğin, tekelci polis devletinin ilk halidir. İlk olması, Ekim Devrimi ve komünizme karşı ilk karşı-devrim girişimi olması, onda olağanüstü noktalar ortaya çıkmasına olanak tanır. Ama bu yöntemler, daha doğru deyimi ile burjuva demokrasisinin bu yeni örgütlenme yöntemleri giderek olağanlaşır.
Birincisi, kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi ve ikinci olarak, Ekim Devrimi ile dünya proletaryasının ilk zaferini kazanması temel nedenleri, faşizmi gündeme getirmiştir. Yani faşizm bu iki temel etkenin ürünüdür.
Kapitalizmin tekelci aşaması, kapitalizmin özünü dolaysız ve daha açık ortaya koyduğu dönemdir. Tekelcilik kapitalizmden bir sapma değil, onun özüne daha uygun bir olgunluk, aynı anlama gelmek üzere bir çürümüşlük aşamasıdır. Bu aşamada, Lenin’in emperyalizmi analiz ederken belirttiği gibi ‘siyasal gericiliğin’ egemenliği söz konusudur.
Kapitalizmin tekelci aşamaya yükselmesinin ardından I. Dünya Savaşı (Birinci Paylaşım Savaşı) patlak verdi. Sovyet proletaryası tam bu dönemin sonunda devrimi zafere ulaştırarak iktidarı aldı. Ekim Devrimi ile zafere ulaşan dünya proletaryası, devrimi yaymaya çalıştı. Bavyera, Macaristan vb. devrimler ardarda geldi ve yenilgiyle sonuçlandı. Yani proletarya Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamadı. Dünya devrimi 1921’de kuşatma altında Ekim Devrimi ile yetinmek durumundaydı, yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar. İşte faşizm bu dönemde gündeme geldi. Faşizm proletaryanın dünya devrimine yürüyememesinin, Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir.
Faşizm sınıf savaşımlarının gelişimi içinde, bu tarzda oluşmuştur. Komünistler pek çok ülkede faşizm olarak adlandırılan burjuva saldırıya karşı yiğitçe dövüştüler. Ancak buna rağmen faşizm analizinde ciddi yanlışlar vardır. Bu konuda, Dimitrov’u, dünya devrimci hareketinin yiğit devrimcisini izlemek, sanırız yeterlidir. Elbette Dimitrov’un ve Enternasyonal’in faşizm analizlerine pek çok eleştiri de getirilmiştir. Bu eleştirilerin en ciddisi Poulantzas tarafından ‘Faşizm ve Diktatörlük’te getirilmiştir. Ancak biz yine de Dimitrov’u izlemenin uygun olacağını düşünüyoruz. Böyle düşünüyoruz çünkü ilk kaynağa bakmak her zaman faydalı görünüyor. İkincisi ciddi eleştirilere rağmen biz daha farklı bir açıdan yaklaşmayı düşünüyoruz.
Belli bir anda ortaya çıkan gelişmeleri, aynı dönemde, olayların sıcaklığı içinde doğru değerlendirebilmek o kadar kolay değil. Ama yıllar sonra, olayları analiz edebilmek daha da olanaklı hale geliyor. Bu nedenle bugün çok daha sağlıklı bakma olanağına sahibiz. Tabii eğer bu olanağı kullanmaya gereksinimimiz varsa.
Bizler günümüz devletini tekelci polis devleti olarak niteliyoruz. Tekelci polis devletinin, çağımızın burjuva demokrasisi olduğunu söylüyoruz. Ama öyle ki, yanlış olarak bir devlet biçimi olarak görülen ve tüm baskı ve şiddetin ifadesi olan faşizmi hiçbir noktada aratmayacak bir devletten söz ediyoruz. Kaldı ki burjuva devlet her zaman budur. Paris’te dökülen kanı, 1848’de, 1871’de dökülen kanı akıtan da aynı devlettir. Burjuva egemenliğin kendisi budur. Bu nedenle, faşizm üzerinde durmak gerekiyor. Devlete ilişkin yanılgılar açısından bu nokta çok önemlidir.
G. Dimitrov, Sendikalar Enternasyonali Dördüncü Kongresi’nde, 1928’de aşağıdakileri söylüyordu:
“Çok iyi bilinmelidir ki faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir. Faşizm, emperyalizmin ve sosyal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğün sınıf hakimiyeti sistemidir. Burjuvazi, emperyalist savaştan, Rus Devrimi’nden ve Sovyetler Birliği’nin 10 yıllık varlığından ve bu faktörlerin proletarya, köylülük, baskı altındaki uluslar ve sömürge halkları üzerinde yaptığı büyük devrimci etkiden sonra, eski parlamenter demokrasi biçimi ve yöntemleri ile halk kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak ve kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine getiremeyecektir. Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zapt etmektir. Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Bütün burjuva devletleri, eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile ya da ‘barışçı’ bir yolla ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçer: geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.
Faşizm, proletarya ve sınıf sendikacılığı için devamlı ve büyüyen bir tehdittir. Bu tehdidin bütünüyle yok edilmesi, ancak burjuvazinin egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla, burjuva diktatörlüğünün yerini emekçi köylüler ile işbirliği halindeki devrimci güçlerin alması ile gerçekleşir. Faşizm, kapitalizm çerçevesi içinde yerini eski burjuva-demokratik rejimine bırakacak, geçici bir yönetim olarak kabul ve büyük kapitalist ülkelerde gelişme tehlikesini inkâr etmek, proletaryanın uyanışını ve direnişini yıpratmakla sonuçlanacak, faşist diktatörlüğün geçici olarak sağlamlaşmasını destekleyerek yardım edecek boş aldatmacalardır.” (G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, 4. Basım, İstanbul 1975, s. 27-28)

Dimitrov’un bu tanımı, daha sonraki tanımları ile çelişiyor. Bunu ileride göreceğiz. Eğer faşizm “emperyalizm ve sosyal devrim döneminde” burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemi ise kendiliğinden anlaşılacaktır ki, o da burjuvazi için demokrasidir, tıpkı burjuva demokrasisi gibi ve nitelik anlamında da aynen onun kadar. Burjuva demokrasisi, gerçekte geniş halk yığınları ve proletarya için tıpkı faşizm gibi bir diktatörlüktür. Devletler biçimi, diktatörlükler ve demokrasiler olarak sınırlanamazlar. Bu, sınıf bakışının reddi demek olur. Her devlet hem demokrasidir, hem diktatörlüktür. Devlet kimin devleti ise, o sınıf için demokrasidir. Onun dışındakiler için ise diktatörlüktür. Zalim olan Hitler değildir. Hitler, zalimlik ve sömürü üzerine kurulu bir düzenin zalimlerindendir, hepsi o kadar. Hitler’i zalim ilan edip Kennedy’i veya Clinton’u aklamaya yönelmek, bizim cephemize hep kaybettirmiştir. Kohl, bir Hitler’dir, tıpkı Carter, tıpkı kapitalist dünyanın tüm burjuvaları gibi.
Dimitrov’un tanımına dönersek.
1928’de Dimitrov, birincisi, faşizmin yerel ve geçici olmadığını söylüyor. İkincisi, faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemidir. Üçüncüsü, Dimitrov’un altını çizdiği gibi faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Dördüncüsü, bütün burjuva egemenliği son bulmadan faşizm tehdidi son bulmaz. Beşinci olarak “faşizmi, kapitalizm çerçevesi içinde yerini eski burjuva-demokratik rejimine bırakacak, geçici bir yönetim olarak kabul… etmek, proletaryanın uyanışını ve direnişini yıpratmakla sonuçlanacaktır.”
Faşizmin yerel ve geçici olmaması ile bütün burjuva devletlerin eninde sonunda faşizme geçeceği aynı anlamdadır. Öyle olunca faşizmi yıkmanın yeterli olmayacağı, burjuva sisteme son vermedikçe faşizmin bir tehdit olarak her zaman var olacağı sonucu çıkıyor. Ancak açıkta kalan bir nokta var; burjuvazi ne zaman faşizme başvuracaktır?
Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşaması olarak ele alınıyor. Ancak ‘hayat bize gösterdi ki’ faşizmin gidişi ve yerine ‘tekrar burjuva demokrasisinin dönüşü’ olanaklıdır. Gerçekte geri gelen burjuva demokrasisi değildir ama bu durumu nasıl açıklayacağız? Buradan faşizmin de burjuva demokrasisinin kendisi olduğu çıkmaz mı? Hem sonra faşizmi iktidara taşıyan, o çok övülen burjuva devlet ise, faşizmin ayrı bir devlet olmadığı açıklık kazanmaz mı?
İşte bu nokta oldukça önemlidir. Demek ki, faşizm gidince ve toplumsal devrim ile sosyalizme yürüyüş başlamayınca, yani aynı düzen içinde kalındığı halde faşizm ‘gidince’, gelenin ne olduğu sorulmalıdır. Bugün bizler bu soruyu daha büyük bir rahatlıkla sorabiliriz.
Dimitrov’un tanımında geçen “faşizmin emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin sınıf hakimiyeti sistemi” olması tanımı, üzerinde durmaya değerdir. Bizce de faşizm dünya devrimine karşı burjuva saldırıdır ve bu saldırı, krizin derinliği, tehdidin büyüklüğü oranında büyük olur.
Genelde Dimitrov’un yukarıdaki tanımı Enternasyonal’deki tanım ile çelişkilidir. Enternasyonal’deki (7. kongredeki) tanım daha geri bir tanımdır. Ama yine de bu tanımda bulaşıklık vardır. Bu tanımda burjuva demokrasisini olumlamak vardır.
“Faşizm burjuvazinin egemenliğinin son aşamasıdır” ne anlama geliyor? Yenilen Hitler, Mussolini giden Franko ile birlikte burjuva egemenlikler de mi yok oldu? Hayır. Bu tanım, burjuvazinin faşizme son anda başvurduğunu anlatmak için yapılıyor. Yani faşizm öylesine kötü bir şey ki, burjuvazi de buna başvurmak istemiyor. Şimdi karşımıza Koç çıksa ve “ey devrimciler, sizin bu mücadeleniz, bizi faşizme başvurmak zorunda bırakacak, halbuki bunu ne biz, ne siz istersiniz” dese, biz, peki bay Koç, biz bu durumda mücadelemizi “sınırlar” içinde yürüteceğiz mi diyeceğiz?
Dimitrov, her şeyden önce faşizmin farklı biçimlerde iktidara gelebileceğini görüyor, sosyalizme karşı (sosyalizmin var olduğu bir dünyada) devrimin yayılmasına karşı geliştirildiğini görüyor, ama yine de onu sınıf egemenliğinin son aşaması olarak niteliyor.
1932’de ise “Birleşik Cephe ve Burjuva Gericiliği” isimli makalesinde;
“Faşizmin sadece ‘komünist teklikeye’ karşı yöneldiğini düşünenler kendilerini acı bir şekilde aldatıyorlar.” (G. Dimitrov, age, s. 11)
diye yazıyor.
“Faşizmin görevi sermaye saldırısını, kitlelerin kapitalist bir azınlık tarafından sömürülmesinin siyasî anlamda başarı kazanmasını ve bu azınlığın halk çoğunluğu üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmaktır.” (G. Dimitrov. age, s. II)
Gerçekte burjuva demokratik devletin görevi de bu değil midir?
İşte bu noktada 1928’de söylediklerinden özünde farklı bir şey söylüyor. ‘Komünist tehlike’ye karşı olmak ile ‘halka karşı olmak’ arasındaki ayrım nerededir? Hem sonra faşizmin “emperyalizm ve sosyal devrim döneminde burjuvazinin…” sınıf hakimiyet sistemi olması bununla çelişkili değil midir?
Faşizm aynı (ve hatta biraz şeytanî) bir devlet biçimi olarak tanımlanıyor. Öyle ki. o burjuva demokrasisini ortadan kaldırıyor. Burada biraz daha yavaş düşünelim ve ezberlediğimiz cümleleri tekrarlamayalım. Burjuva demokrasisi, gerçekte burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm de bir burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm, burjuvazi için mi ‘demokrasiyi’ ortadan kaldırıyor? Eğer yanıtımız hayır ise, öyle ise o da tıpkı burjuva demokrasisi gibi bir burjuva devlettir ve burjuvazi için bir demokrasidir. Yoksa faşizm, proletaryanın bazı ‘haklarını’ mı kaldırıyor?
Toplantı, yürüyüşleri yasaklıyor, devrimci örgütleri yasaklıyor, devrimcileri tutukluyor, işçi ve emekçilerin örgütlerine saldırıyor. Eğer böyle ise demek ki faşizm denilen şey, işçi-emekçilere, devrimcilere, kısacası devrime karşı bir saldırıdır. Devlet denilen şey de zaten bunu yapar. Demek ki, o burjuva demokrasisi denilen (ve faşizm sayesinde övülerek göklere çıkarılan) şey de bu görevi yapmalıdır. Zaten bunları yapıyor da. Faşizm denilen şey ‘iktidara’ gelmiyor. İktidar burjuvazinin iktidarıdır ve burjuva diktatörlüğü sınıf savaşımında devrim cephesini bastırmak için ‘olağanüstü’ önlemler alıyor. Yani iktidarın el değiştirmesi falan söz konusu değildir. İktidar sınıflar arasında el değiştirir. Başka türlüsü mümkün değil. Tekelci kapitalizmde, diyelim ki bugünkü Almanya’da, Fransa’da iktidar tekellerin (aynı zamanda tüm burjuvazinin) iktidarı değil mi? Eğer öyle ise, faşizm ‘iktidara’ geldi, tümüyle yanlış bir cümledir. Doğrusu şudur; devlet kendini, devrim saldırısına karşı yeniden örgütledi. İşte biz buna devletin yeniden örgütlenmesi ya da ‘mükemmelleşmesi’ diyoruz. Biliniyor, biz komünistler devletin tümden kalkmasından yanayız ve devletin mükemmelleşmesi, tırnak içinde olmasa da, bizim için olumsuzluğu ifade eder.
‘Faşizm’ burjuva devlet mekanizmasındaki her şeyi olağanüstü koşullara göre organize eder. Devrimi bastırmanın bundan başka yolu da yoktur. İşleyişinin önündeki engelleri temizler. Hantal bir bürokrasiye (yoksa genel olarak bürokrasiye değil) tahammülü yoktur. Ve bu nedenle de devletin gerçek yüzünü, sınıfsal özünü tüm çıplaklığı ile ortaya koyar.
Ancak hiçbir nesnellik otomatik olarak devrime yol açmaz. Tarih bunu yüzlerce örnekle göstermiştir. Bu nedenle faşizmin varlığı, devletin sınıf özünün çıplak hale gelmesi, kitleleri kendiliğinden proletarya safına geçirmez. Unutmamak gerekir ki, ömrünü doldurmuş bir sistemi yıkmak için, artık hiçbir nesnellikten ‘yardım’ beklememek gerekir. Tersine pek çok şey, onun çürümüş olduğu nesnellikte, özneye bağlıdır.
Öte yandan faşizm, burjuvazinin olağanüstü durumlarda, bir devrim tehdidi karşısında başvurduğu bir silahtır. (Daha doğrusu bir silah idi.) Bu silahı kullanmak zorunda kaldığı anda sistem kendi güçsüzlüğünü ortaya koyar. Ancak devrimi bastırıp iktidarı aldıktan sonra faşizm sistemi yeniden güçlendirir. Ancak yine de tek başına baskıya dayalı yönetmez. İdeolojik planda da yoğun bir saldırı başlatır. Kitleleri kazanmaya yönelir.
Faşizm tanımları, karşı-devrim saldırısının şiddeti boyutunda abartı içerirler. Adeta bir burjuva devletten değil de tüm insanlığı tehdit eden bir şeytandan söz ediliyor. Faşizm tüm insanlığın düşmanıdır, deniliyor, peki burjuva demokratik cumhuriyet aynı anlamda tüm insanlığın düşmanı değil midir? Görülüyor ki bu abartı, burjuva devleti aklamaya yarıyor. Sınıf savaşımında proletaryanın elini kolunu bağlıyor. Faşizm, Ekim Devrimi ile gündeme gelen, tekelci aşamanın burjuva devletinin uç biçimidir. (Devrim korkusu altında burjuvazi herkeste komünizmi görüyor.) Onun oturmuş hali, olağanlaşmış hali günümüz burjuva devletidir. Gerçekte faşizm üzerinde bu oranda abartılı durulması, devlete ilişkin kafa karışıklığının göstergesidir.
Bir iç savaştan sonra, bir devrimi bastıran devlet, önce sistemin mezar kazıcısı işçi sınıfı ile onun siyasal önderlerini, komünistleri etkisiz kılmaya çalışır. Bu, çok büyük bir devlet terörü kampanyası ile yürütülür. Bu terörün başarısı, halkın geniş kesimlerinin buna seyirci kalması ile bağlantılıdır. İşte bunun için devlet önce can düşmanını yok edip ‘huzur ve güven ortamını’ sağlayana kadar ekonomi politikasını bir ittifak aracı olarak kullanır. Siyasal istikrarı sağlayıp, düzeni tehdit eden unsurları etkisizleştirdikten sonra, ekonomi politikasında da tekellerin hizmetine girer. Asıl görevine döner.
Faşizmin öylesine tanımları vardır ki onun küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlanması şaşırtıcı değildir. Bir burjuva demokrasisi (burjuva diktatörlüğü) devrimi bastırıyor ve döktüğü kana göre tarif ediliyor. Yeni bir devlet keşfediliyor ve bu devlete karşı ‘ulusal’ cepheler öneriliyor. Hal böyle olunca, saldırının şiddetine ve yarattığı geri çekici etkiye göre bol bol tanımlar bulunuyor. Sanki bir yaratık tarif ediliyor, herkes bir başka yönünü tarif ediyor, ama üzerine beyaz çarşaf geçirmiş bir korku abidesi, gerçekte çarşafın altında o bilinen burjuva demokrasisidir. Ama şimdi elini kaldırdıkça, tarifler şöyle yapılıyor; “bir eli var ki hiç bir şeye benzemez”. Oysa devlet hep burjuva devlettir. Ondaki değişim, sınıf savaşımına göre şekilleniyor.
Faşizmi küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlamak ekonomik planda egemen olan kesimin iktidar üzerindeki hakimiyetini atlama anlamına gelir. Her şeyden önce ekonominin tümüne sahip olan tekeller oldukça, küçük burjuvazinin, örneğin Franko döneminde İspanya’da 10 yıllarca egemen olması olanaklı mıdır?
Burada bu baylar bizim karşımıza devletin altyapıdan bağımsızlığı (daha doğrusu görece bağımsızlığı) tezini sunacaklardır. İşte yine bir kere daha ‘görece bağımsızlığın’ sınırları nedir, sorusu ortaya çıkmaktadır. Sanırız, bu konuya geri dönmeye gerek yoktur.
Otto Bauer faşizmin, “her iki sınıfın -proletarya ile burjuvazinin- üstünde yer alan” bir devlet gücü biçimi olduğunu. İngiliz sosyalisti Brailsford’un faşizmi, “devlet mekanizmasını ele geçirmiş olan küçük burjuvazinin başkaldırması” olarak tanımladığını hatırlayalım. (Aktaran G. Dimitrov, age, s. 46-47)
“Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Üçüncü Oturumu iş başındaki faşizmi finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık yıldırıcı diktatörlüğü olarak…” tanımladı. (G. Dimitrov, age, s. 46)
Şimdi bu üç ayrı tanım üzerinde duralım.
Hem Otto Bauer’in hem de Brailsford’un tanımlamaları neyi kaçırıyor? Otto Bauer, devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakküm aracı olduğunu atlıyor. Sınıflar üstü bir devletten söz ediyor. Sınıflardan bağımsız bir devlet örneği olarak faşizm, daha sonraki yıllarda görece bağımsızlığın örneği olarak bile sunulabildi. Oysa tekelci kapitalizmde, devlet ile tekeller arasındaki ilişki çok daha sıkıdır. Faşizm (yani onların görece bağımsızlığını sınıflar üstü bağımsızlığa götürdükleri devlet), tekeller adına her şeyi yapması nedeniyle mi bağımsızdır? Tekrar olması pahasına, görece bağımsızlık, egemen sınıfa rağmen değil, egemen sınıfın çıkarına vardır. Ve bu yeterince açıktır.
Brailsford ise faşizmi küçük burjuvazinin başkaldırması olarak nitelerken, sadece ve sadece onu bir kargaşa ve mantık dışılık olarak görüyor.
Brailsford faşizmin kitle tabanı içinde küçük burjuva, lümpen kesimlerin ağırlığını görüyor ve buna dayanarak onu küçük burjuvazinin diktatörlüğü olarak niteliyor. Oysa burjuva devlet mekanizmasına bir bakalım, bu mekanizmanın asıl gövdesi olan ordu-polis-bürokrasi kimlerden oluşuyor? Elbette en az burjuvalardan, en çok küçük burjuva, işçi-köylü çocuklarından. Ama buna rağmen bu devlete kimse işçi-köylü devleti demez.
Bu noktalarda Enternasyonal pek çok oturumunda eleştiriler getirmiştir. Biz, bugün de faşizmin tanımı olarak kabul edilen, ama bize 1928’deki yazısında Dimitrov’un verdiği tanımdan özünde farklı olan tanıma geçelim.
Şimdi elbette ki faşizm tekellere, finans kapitale dayanır. Ancak bunların “en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurları” ne demektir? Acaba finans kapitalin tümünden değil de, onlar içinden bazı unsurlardan mı söz ediliyor? Burjuvazi içindeki ayrışmadan söz etmek ayrı, onun bir kesimi ve tekelci dönemde (ülke ekonomisinde de egemen) hegemon olan kesimi, tekelci burjuvazinin içinde ayrıştırmadan söz etmek ayrı.
Gerçekte Enternasyonal’in faşizm tanımlaması ile, faşizme karşı kurulacak birleşik cepheye katılacak kesimlerin sayısal çokluğu özlemi karıştırılmıştır. Tanımlar, faşizme karşı birleşik cepheye, burjuvazinin belli kesimlerinin de (küçük burjuvazi değil, örneğin burjuvazinin vb.) çekilebilmesi için zorlanmıştır. Böyle olunca, faşizm tüm ulusun düşmanı ilan edilebildi ve tüm ulusun bu bir avuç azınlığa karşı birleşik cephesi öne çıkarıldı.
Ama aynı zamanda, yine de bu yolla burjuva demokrasisi olumlandı, aklandı. Kötü ve iyi burjuvazi ayrımı başladı. Kötü ve iyi burjuva devlet ayrımı başladı.
Aslında “en”ler de bu mantığın ürünüdür. En kötü, en çirkin, en halk düşmanı, en baskıcı vb. gibi tanımlar, bir lanetli şeyi anlatmak için, bir vebayı anlatmak için kullanılır. Ama bir devleti hiç ama hiç anlatmaz. Öyle ise, tanımın kendisi bir devlet anlatmamaya kanıttır. Kapitalizm tüm kötülüklerinin adı faşizmdir. Dökülen kanın, öldürülen kişilerin fazlalığının, işkencenin vb. adı faşizmdir. Ama, gerçekte burjuva düzen, burjuva diktatörlük (yani o çok sevilen deyimi ile burjuva demokrasisi) zaten budur. Bu sistem başka türlü ayakta duramaz.
Tekellerin “en”leri bir tanım olarak ele alınırsa, faşizm tek bir tekelin diktatörlüğü olur. O zaman da, tabii ki faşizme karşı birleşik cephe daha da genişler. Mesela Koç’un diktatörlüğüne karşı Sabancı’nın bizi desteklediğini bir düşünün! Şaka bir yana, gerçekte bu tanım bir devlet tanımı değil, “faşizm bir devlet değildir” tanımıdır. Biz de tam bunu söylüyoruz.
Faşizm bir vurgu olabilir. Bu vurgu, devleti, burjuva devleti teşhir etmede iyi bir işlev görecektir. Ama bu kez de başka sorunlar çıkıyor. Artık faşizm, parlamentoları kapatmıyor (Yanıt hazır, parlamenter faşizm). Faşizm bazen çok açık terör uyguluyor (açık faşizm), bazen de kontrgerilla denilen sözde devletten bağımsız gibi görünen güçlerle terör uyguluyor (kapalı faşizm).
İşte biz de tam bunu söylüyoruz. Artık bu vurgu yerine oturmalıdır. Gidip gelen, bir faşizm, bir burjuva demokrasisi arasında sallanan bir devlet yoktur. Tek bir devlet var; burjuva diktatörlüğü ya da burjuva demokrasisi ya da tekelci polis devleti, işte çağımız devleti budur ve esas sorun bu tekelci polis devletini, bu burjuva devletini tanımlamak, açıklamaktır.
Faşizme karşı birleşik cephe siyaseti, özünde bir savunma politikasıdır. SSCB’nin ve kazanımların (kapitalist ülkelerdeki sosyal, ekonomik, demokratik kazanımların) korunması amacını güden bir politikadır. Öyle ki bu savunmacı politika nedeniyle gözlerini iktidara dikmeyen komünistler İtalya’da, Yunanistan’da, Fransa’da iktidarı kaybettiler. Öyle ya pratikte faşizmin yıkılması, kapitalizmin yıkılıp sosyalizme geçilmesinden daha önce gelirdi. Sonuçta önce gelen önce geldi ama sonrası hiç gelmedi. Yiğitçe yürütülen devrimci savaş sonucunda iktidara burjuvazi oturdu ise, biz komünistler hatamızın nerede olduğuna bakmak durumundayız.
“Faşizmin Almanya’daki zaferi kaçınılmaz mıydı?” diye soruyor Dimitrov ve şöyle yanıtlıyor:
“Hayır! Alman emekçi sınıfı engelleyebilirdi bunu. Ancak bunu başarabilmek için anti-faşist, proleter bir birleşik cephe yaratmak, sosyal-demokrat önderleri komünistlere karşı yürüttükleri kampanyadan vazgeçmeye zorlamak ve partinin sürekli olarak önerdiği faşizme karşı ortak cephe görüşünü benimsemek zorundaydılar.
“Faşizm saldırırken ve burjuvazi, burjuva demokratik özgürlükleri ortadan kaldırırken, emekçi sınıf sosyal demokratların lafta kalan önerilerine kanmamalıydı. Aksine buna gerçek bir kitle savaşıyla cevap vermeliydi, ki bu da Alman burjuvazisinin faşist planlarını gerçekleştirmesini büyük ölçüde engellemiş olurdu.” (G. Dimitrov, age, s. 57)

Yukarıdaki satırlar sınıf savaşımı konusunda da bulanık bir bakışı yansıtmaktadır. Dimitrov kitleleri mi suçluyor? Gerçekte Enternasyonal sosyal-demokratları suçlamıştır. Ancak bu da yeterli değildir. Sosyal demokratların iki yüzlü tavırlarını açığa çıkarmak, kitlelere anlatmak ayrı, onları suçlamak ayrıdır.
Enternasyonal ‘sosyal demokratları’ suçluyor. Oysa tersine, sosyal demokratların düzenle entegre olduklarını görmek gerekiyordu. Enternasyonal, II. Enternasyonal’i yaşanmamış kabul ediyor ve halâ sosyal demokratları işçi cephesinde ele alıyor. Oysa bu, III. Enternasyonal’in kendini inkârının da başlangıcı oluyor.
Emekçi sınıf ayrıca, bütün sosyal yardım kurumlarını kurdurup yaymak ve buhranın etkisiyle ezilen köylüler için buhran tazminatları verilmesini sağlamakla yükümlüydü. Banka ve tröstlerden vergi almak yoluyla, yapılacak olan bu işle, köylülerin desteği de kazanılmış oluyordu. Sosyal demokratların bunları gerçekleştirmemeleri büyük bir hataydı. Ve faşizm bu durumda doğal olarak zafer kazanacaktı. (G. Dimitrov, age, s. 58)
Belki de komünistlerin, sosyal demokratların bunları yapmamasını beklemesi, umması hataydı.
Hem sonra bankalardan, tröstlerden vergi alarak bazı işler yapacak olan bu devleti kimin devleti olarak görüyoruz? Aslında bu satırlar, savunma mantığının reformist bir mantığa evrilişinin izlerini taşıyor. Dimitrov, Alman işçi sınıfına daha şiddetli, iktidar için daha büyük çaplı bir mücadele önereceğine, ‘sosyal yardım kurumları’ kurup yayılmasındaki eksiklikten söz ediyor.
“Faşizm, ekonomik ulusçuluk (otarşi) siyaseti izler ve savaşa hazırlanmak için ulusal gelirin büyük bir kısmını eline geçirerek, ülkenin bütün ekonomik hayatını baltalar ve kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik mücadeleyi hızlandırır.” (G. Dimitrov, age, s. 63-64)
Ulusal gelirin büyük bir kısmını eline geçirmek, sadece faşizme mi özgüdür? Devlet, ‘ulusal gelir’in bir bölümünü vergilerle toplar. Bu yolla (ayrıca devlet tahvili çıkarmak, para basmak vb.) oluşan bütçe aracılığı ile ekonomik görevlerinin bir bölümünü yerine getirir. Eline geçirmek, sanki burjuvaziden bunu almak anlamına yol açıyor ki bu yanlıştır.
Bu durumda ulusu, ulusal ekonomiyi kurtarmak mı gerekiyor? İşte, işçi sınıfının sınıf çıkarlarının terki böyle başlıyor. Faşizm bir devlet biçimi olarak görülmüyor, tersine bir öcü olarak görülüyor ve tanımlarımızdaki ‘en’ler de bir öcüyü korkunç gösterme işine yarıyor. Bir burjuva devletin olağan işleri, faşizmde abartılarak, burjuva devlet, siz bunu burjuva diktatörlüğü diye okuyun, aklanmış oluyor. Öyle ki, sanki faşizm gidince gelecek olan şey iyi olacak ve elbette biz devrimi ondan sonra düşüneceğiz. Proletaryanın çıkarlarının burjuvaziye teslimi böyle başlıyor.
“Emekçi sınıfın her kesimini içeren eylem birliğinin kurulması, bağlı oldukları parti yahut örgüt göz önüne alınmaksızın kapitalizmin devrilmesi ve proletarya devriminin zaferi için birleşmeden bile önde gelir.” (G. Dimitrov, age, s. 69)
Böylece faşizmin olduğu ülkelerde önce faşizmin yıkılması, sonra devrim gündeme gelecektir, biçiminde aşamalı devrim anlayışına ulaşılmış olur. Oysa emekçi sınıfın eylem birliği sağlanabilmiş ise bunu faşizme, kapitalizme karşı ve sosyalizm için neden gerçekleştirmeyelim? Bu, faşizme karşı savaşan kesimlerin fazla olduğu tespitine dayanır ki, kanımızca faşizme karşı savaş ile kapitalizme karşı savaşın sınıfsal tabanı aynıdır. Sadece pek çok kesim (bir bütün sınıf olarak değil de sınıf içindeki çeşitli insanlar) faşizme karşı savaşıma geçebilir ki bu komünistlerin önderliğinde gerçekleşir. Zaten bu aynı şey sosyalist devrime giderken de gerçekleşir.
Demek ki, faşizme karşı savaşım yani burjuva egemenliğinin bir biçimine karşı savaşım ile, burjuva egemenliğinin tüm biçimlerine karşı savaşım arasında bir ayrım konuluyor. Bu ise masumane bulunmamalıdır. Burjuva egemenliği somuttur. O somut andaki biçime karşı savaşım ile genelde tüm biçimlerine karşı savaşım, yani öze karşı savaşım birbirinden kopartılamaz. O anki biçime karşı savaşımı bu oranda abartmak, burjuva egemenliği başka biçimler altında tanımak anlamına gelir, pratikte de böyle olmuştur.
Birleşik Cephe Hükümeti için şöyle yazıyor:
“Bu hükümeti kurmak için gerekli tarafsız şartlar nelerdir? En geniş anlamıyla bu sorunun cevabı şudur: Yönetici sınıflar anti-faşist kitle hareketiyle uğraşacak güçleri kalmayıncaya, yani politik buhran söz konusu olduğunda böyle bir hükümet kurulabilir. Meseleye bu kadar geniş bir açıdan bakmadan, birleşik cephe hükümetini kurmak, imkânsızdır. Ancak önemli bir siyasal görev olduğundan konuya eğilirken özel ön şartları da göz önüne almak zorunludur.” (G. Dimitrov, age, s. 105)
Görüldüğü gibi burada, ‘yönetici sınıflar anti-faşist kitle hareketiyle uğraşacak güçleri kalmayınca’ Birleşik Cephe Hükümet’inin kurulabileceği söyleniyor. Peki bu durumda komünistlerin, proletaryanın hegemonyasındaki bu hareketin sosyalizme yürümemesinin nedeni ne olabilir?
‘Özel şartlar’ ise şöyledir: Birincisi;
“Burjuvazinin mekanizması yeterli derecede dağılmış ve felce uğramış (vurgular bize ait değil) olmalıdır.”
İkincisi;
“Büyük emekçi kitleleri -özellikle kitle sendikaları- faşizme ve gericiliğe karşı şiddetli bir başkaldırma durumunda olmalıdır.” (G. Dimitrov, age, s. 105)
Bu ‘özel şartlar’ proletaryanın daha ileri gidişini niye erteliyor? Belli ki faşizm iktidarda iken demokratik devrim gerekiyor ve faşizm gidip burjuva özgürlükler gelince de sosyalist devrim gerekiyor. Bu Menşevik aşamalı devrim teorisine ne kadar çok benziyor. İkinci Enternasyonal, üçüncüsünün içinde egemen bir anlayış olarak yaşıyor. Faşizm, burjuva egemenliğinin bir biçimidir, bir burjuva devlet biçimidir. Burjuva egemenliğinin yıkılabildiği (“burjuvazinin devlet mekanizması yeterli derecede dağılmış ve felce uğramış olmalıdır”) durumda, proletarya, kendi elleriyle bir başka tür burjuva egemenliği kurulsun diye iktidarı teslim mi edecektir? Önerilen budur. Bu öneri, elbette faşizmin, tekelci sermayenin ‘en’lerle tanımlanması ile yakından bağlantılıdır. ‘En’ler dışındaki tüm burjuva kesimlerin faşizme karşı savaşabileceği düşünülüyor. Böylece bir ulusal savaş, bir ulusallık vurgusu öne çıkıyor. Bunun örneği olarak bugün İngiltere verilebilir. İngiltere’de bir yandan komünistler, diğer yandan Churchill önderliğinde “burjuvazi faşizme karşı savaşmaktaydı”. Ancak Churchill’in faşizme karşı ne ölçüde savaştığı açık değil midir? Almanya, İngiltere’ye saldırınca, İngiltere’de iktidardaki burjuva devletin niteliğinden bağımsız olarak İngiliz burjuvazisi, bu saldırıya yanıt vermek zorundadır. Bu bir pazar kavgasıdır, faşizme karşı kavga değildir. Nasıl ki iki emperyalist devlet savaştığı zaman bu devletlerden biri anti-emperyalist bir savaş vermiyorsa, aynı biçimde İngiliz devleti Hitler faşizmine karşı savaşırken anti-faşist bir savaş vermiyordu. Bunu anlamamak için ahmak olmak gerekir.
Elbette bu örnek Dimitrov’dan çok sonra veriliyor. Ancak Enternasyonal’in faşizm tanımı tahribatın boyutunu gösteriyor. Dünya devrimci hareketi ve onun önderleri Enternasyonal tam bir savunma stratejisi ile savaştı. Bu yiğitçe savaş, saldırıyı, iktidarın ele geçirilmesi ve kapitalizmin tarihin çöplüğüne gönderilmesi hedefini içermediği için SSCB’nin faşizme karşı zaferi Avrupa devrimleriyle tamamlanmamıştır.
Öte yandan faşizme karşı sosyalist devrim hedefi ile savaşmamak, faşizmin yerel ve geçici olmadığı tespiti ile çelişmektedir. Tüm burjuva hükümetler eğer faşizme başvuracaksa, tüm ülkelerdeki komünistlerin de burjuva demokrasisini hedefleyen bir ara devrim hedefleri mi olmalıdır? İşte sakatlık buradadır. Faşizm tehdidini yok etmek, burjuvaziyi yok etmekle olanaklı ise, ara devrim nereden çıkıyor?
Burada dikkat edilsin, “burjuvazinin faşizme başvurmasından” söz ediliyor. Kim bu burjuvazi? Bu burjuvazi, “faşizme başvurmadan önce” de iktidarın sahibidir. Öyle ise, bu iki şey arasında büyük bir iç içe geçme yok mu? İşte biz bunun için “devletin evriminden” söz ediyoruz, bu sürekliliğe dikkati çekmeye çalışıyoruz.
Faşizmin “yerellik ve geçicilikten” kurtuluşu, tekelci polis devleti ile onun olağanlaşması ile gerçekleşti. Olağandışı olan, gerçekleştiği andan başlayarak olağanlaşır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, özellikle de 1960’larda, SSCB dünyanın her ülkesinde, sosyalist devrimden önce bir demokratik devrim öngörüyor. Gelişmiş, emperyalist ülkelerde Fransız Komünist Partisi’nin, Fransız Solunun Ortak Hükümet Programı’nda belirttiği gibi anti-tekel devrim (ileri demokratik düzen) öngörülüyor. Siyasal bağımsızlığını kazandıktan sonra emperyalizme bağlanan azgelişmiş ülkelerde demokratik halk devrimi, sömürge ülkelerde ulusal demokratik devrim öngörülüyor. Bizce bu en son strateji dışında her iki tip ülkedeki demokratik devrim anlayışı, burjuvazi içinde ittifak aramaya yönelik, proletaryanın gücüne güvenmemeye dayanan reformist stratejilerdir.
Yani bu anlayış her ülkede mutlaka bir demokratik devrim gerektiğini öngören anlayıştır. Bu anlayış aşamalı devrim anlayışıdır. Gerçekte sağlıklı bir sınıf analizine değil, işçi sınıfı ve emekçi halka güvenmemeye dayanmaktadır.
Lenin’in, Rusya örneğinde devrimin omurgası olarak tanımladığı işçi-köylü bağlaşıklığı, 1960’lar dünyasında halâ geçerli tutulmaktaydı. Oysa pek çok kapitalist ülkede köylülük, artık bütünsel bir sınıf olmama özelliğini uzun süredir ortaya koymuştur.
Yani, mutlaka bir demokratik devrim bulmak için Lenin imdada çağrılmıştır. Somutun analizi, düşmanın analizi unutulmuştur. Savunmada kalmak “tercih edilmiş” ve bunun gerekçesi olabilecek her veri teori haline getirilmiştir.
Böylesi ülkelerde işçi sınıfının ittifakı, yoksul köylülük, kent emekçileridir.
Elbette faşizm tartışmaları bu kadarla bitmez. Ülkemizde, örneğin, faşizmi geri kalmış ülkelere özgü bir bela olarak değerlendiriyorlar. Ancak bu körler unutuyorlar ki, faşizmin ilk örnekleri, tersine gelişmiş ülkelerde ortaya çıktı. Öte yandan bazı sözde Marksist bilim adamları faşizmin sadece gelişmiş ülkelere özgü bir devlet biçimi olduğunu söylemektedirler. Gerçekte bu bakışların temeli ekonomist niteliklidir. Bu bakışlar devlet ile sınıf savaşları arasındaki bağı görmezlikten gelirler.
Faşizm, tekelci kapitalizmin ürünüdür. Poulantzas’ın söylediği gibi “emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir”. Ancak daha da ileri, yine Dimitrov’un 1928’de söylediği gibi faşizm, emperyalizm ve sosyal devrimler döneminin ürünüdür. Bizler bugün bunu daha açık bir dille ifade edebilecek durumdayız. Faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir.
“Weimar Cumhuriyetinde ‘en ilerici toplumsal güçler’ kapitalizmi ortadan kaldırmak ‘görevini’ üstlenmişlerdi, ancak onların başarısızlığı sonucu faşizm iktidarı ele geçirdi.” (Horkheimer, Frankfurt Okulu Kökeni ve Önemi, BFS Yayınları, İstanbul, 1989, s. 38-40)
Faşizm dünya devrimine tekelci sermayenin, burjuvazinin yanıtıdır, bir karşı devrim saldırısıdır. Proletaryanın devrimi başarıya ulaştıramamasının bedelidir.
Horkheimer, bir doğrunun yanına bir yanlış koyuyor. Yanlışı “faşizm iktidarı ele geçirdi”dedir. Bu doğru değildir. Faşizm kimdir, kimden ve kimin adına iktidarı ele geçirmiştir? İktidarda burjuvazi vardı, burjuva diktatörlüğü mü devrildi? Hayır. Öyle ise, proletarya iktidarı ele alamadı. Ama iktidarı alamamanın bir bedeli vardır ve bu, kan ve baskı ile ödenmiştir. İktidara yaklaşmak, burjuva düzeni sarsmaktır. Yenilgi geldi mi, egemen sınıf iktidarını yeniden kuracaktır, hem de acilen, hem de korkunun doğurduğu vahşilikle.
Faşizmin tekelci aşamada ortaya çıkması, bazı sözde Marksistlerin onun tüm burjuvazinin mi yoksa tekellerin mi diktatörlüğü olduğu sorusunu önümüze koymalarının nedeni haline gelmektedir. Kanımızca sorunun bu tarz konuluşu yanlıştır; devleti anlamamaktır. Serbest rekabetçi kapitalizmde (ya da daha doğru deyimi ile tekel öncesi kapitalizmde) devlet tüm burjuva sınıfların hizmetindeydi de sonra bu bozuldu mu? Bu sorulardan önce devletin bir iktidar bloğu içinde egemen sınıfları bir araya getirdiğini belirtmek gerekir. Bu iktidar bloğu içinde, ekonomik yapı ile yakından ilişkili olarak burjuvazinin bir kesimi hegemon duruma yükselir. Tekelci aşamasında, kapitalizmin iktidar bloğu içinde hegemonya tekelci burjuvaziye geçer. Bu faşizmde de böyledir. Ancak diğer burjuva devletler gibi faşizm de sistemi korumak görevini yerine getirir ve bu anlamda tüm burjuvazinin hizmetindedir. Tekelci burjuvazi, burjuvazinin bir kesimidir ve diğer burjuva kesimler üzerinden tekelci ek kâr elde eder, onların kârının bir bölümüne el koyar. Ama o da, diğerleri de öncelikle burjuva sınıfın üyeleridirler ve işçi sınıfı ile savaşım söz konusu olduğu sürece aynı sınıfın üyeleri olmaktan gelen ortak tavırlarını koyarlar.
Tekelci aşamada tüm devletler, sistemin bir devrimle tehdit edilmediği durumda, nispeten barış dönemlerinde öncelikle tekeller yararına çalışırlar. Tüm ekonomik ve siyasi uygulamaları böyledir.
Faşizm burjuva toplumuna karşı değildir. Faşizm burjuva demokrasisinin varlığına son vermek için, ona karşı gelişmez. Tersine devrim hareketini engellemek için, işçi sınıfına karşı, komünistlere karşı, bir karşı-devrim olarak gelişti. Bir devrimi bastırabilmek için burjuvazi, gerekli tüm araçlarla saldırdı. Bunun için kitleleri ya tarafsızlaştırdı ya da kendi yedeğine aldı. Başını kaldıran herkese saldırdı. Bir devrim tehdidi karşısında burjuvazinin can telaşıyla saldırısının ilk biçimidir. Günümüz devleti ise bu mekanizmaları şimdiden içerir. O geleceğe karşı, gelecekteki bir devrime karşı örgütlenmiştir. Toplumun sadece baskı ile uzun süre yönetilemeyeceği kesindir. Uzun süre kılıcın üstünde oturulmaz. Ani bir hareket kılıcın bela olmasına da neden olur. Onun için kılıcı kadife ile kaplamak faydalıdır. Yeri gelmişken belirtelim, günümüz burjuva devleti, gerçekte faşizmin dişlerini şalla örtmüştür. Ama o, burjuvazi için bir demokrasidir.
Faşizm artık tarihtir. Bundan sonra faşizm aramaya gerek yoktur. Sistem, olağanüstü durumlar için gerekli mekanizmaları olağanlaştırarak içermiştir.
Tekelci kapitalizm, tekelci ek kârlar yoluyla sömürüyü hem derinliğine hem de toplumun geniş kesimlerine yayar. Bunun sonucu olarak artık küçük burjuvazinin, hayalleri bir yana geleceği bellidir. Bu nedenle, tekelci aşamada yoksul köylülük ve kent emekçileri devrimin müttefikidir. Faşizme karşı da işçi sınıfı ile birlikte savaşacak bu kesimlerden başka müttefik yoktur (Elbette bireylerden söz etmiyoruz. İttifak sınıflar bağlamında efe alınır).
Günümüzde pek çok ülkede iktidara gelen-giden faşizmlerden söz edilmesi de yanlıştır. Pek çok devrimci, burjuva devletin burjuva demokrasisi (parlamenter demokrasi) ile faşizm arasında gidip geldiğini düşündü. Yani bir dönem faşizm iktidara geliyor (ki genellikle günümüzde bu geliş bir askeri darbe ile gerçekleşiyor), ardından ise tekrar ‘parlamenter demokrasiye’ dönülüyor.
Elbette bu görüşe karşılık olarak ‘parlamenter faşizm’, ‘sürekli faşizm’, ‘gizli faşizm’, ‘açık faşizm’ gibi tanımlamalara yönelinmiştir. Gerçekten de bu son adlandırmaları pratiğin teoriyi zorlaması olarak kabul etmek gerekir. ‘Faşizm gitmek için gelmez’ ise, tüm devlet mekanizmasını yeniden düzenler ise, sık sık gelip gitmesi saçma sayılmalıdır. İşte bu noktada yeni tanımlara ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır.
1960-1970’li yıllarda dünyanın pek çok azgelişmiş ülkesinde sık sık askeri darbeler gündeme gelmiştir. Bu askeri darbeler bir süre sonra ‘tekrar’ parlamentoya yönetimi ‘bırakmışlardır’. Böyle olunca da faşizmden ayrı, bir olağandışı devlet biçimi olarak, ‘askeri-diktatörlük’ tanımı yapılmıştır.
Görülüyor ki günümüz devleti konusunda ya da günümüz burjuva devletinin niteliği konusunda çalışmak, tartışmak zorunluluktur. Biz bu tartışmayı yeni bölüme bırakacağız.

Sonraki Bölüm: Tekelcilik

Tekelci Polis Devleti – DEVLET ve BURJUVA DEMOKRATİK DEVLET

Önceki Bölüm: Sınıf Savaşımının Sürekliliği Ve Devletin “Evrimi”

Nereden bakılırsa bakılsın, devlet tartışmalarının en fazla üzerinde yoğunlaşmak durumunda kaldığı nokta, burjuva demokrasisi ya da burjuva demokratik devlet sorunudur. Bunun bir nedeni faşizm tartışmaları ise, bundan da önemli bir başka nedeni; emperyalizmin sosyalizme karşı II. Dünya Savaşı sonrasında demokrasi bayrağı altında açtığı savaştır. Böyle olunca, odak noktası demokrasi olarak alınınca, pek çok tartışma gerçek hedefinden de uzaklaşmaktadır. Özellikle 1960’lar sonrasında başlayan tartışmalar belki tekelci kapitalizmin günümüzdeki devletinin nasıl bir devlet olduğu, ne olduğu üzerinde yoğunlaşmış olsaydı, evet belki bu başarılsaydı çok daha olumlu sonuçlar alınabilirdi.
Bir yandan faşizm, burjuva demokrasisini akladı. Faşizme karşı olmak “demokrasiden yana olmak” anlamına geldi. Geldi ama “kimin için demokrasi” sorusu unutularak. Kapitalizmin tüm kötülükleri kötü niyetli burjuvalara bırakıldı ve bu yönetime faşizm denildi. Geriye kalan burjuvalar ise, “burjuva demokrasisinden” yana idi. Böylece devlet içinde faşizmden yana, faşizme karşı demokrasiden yana güçler vardı. Öyle ki bu mantık, sınıf savaşımını da burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki savaş olarak ele aldı. Eğer iki sınıfın tüm yeryüzünü kaplayan savaşımı temel alınsa idi, burjuva devletten proletarya için demokrasi beklenmezdi. Daha da ileri, devletin gelişimi doğru kavranırdı.
Öte yandan bu ideolojik boşluğu fırsat bilen emperyalizm, Hitler ve Mussolini’ye söverek, kendilerini demokrat burjuvalar ilan ettiler. Bununla kendilerini aklamaya çalıştılar. Bununla da yetinmediler ve hemen sosyalizmi “demokrasi” dışı bir toplum ilan ettiler. O tarihten beri “demokrasi ve insan hakları” sosyalizme karşı kullanılmaktadır.
Bu çerçevede yürütülen tartışma devlet tartışmasına dönüştü. Başkası da olamazdı. Sorun Marksizm-Leninizm’in, Marx, Engels, Lenin’in yazdıklarının günümüz devletini ne oranda açıkladığı sorununa dönüşmüştür. Öyle ki, her somut adımın bizzat teorik alanda yazılmış olanlarla açıklanmış olması derdine düşülmüş olundu.
Bu tartışma bugün temel olarak üç başlık altında toplanmaktadır:
a. Araççı devlet yaklaşımı,
b. Yapısalcı devlet yaklaşımı,
c. Hegelci-Marksist yaklaşım. Araççı devlet anlayışı diye isimlendirilen anlayışın belli başlı temsilcisi Ralph Miliband’dır. Miliband devlet bürokrasisindeki “yönetici sınıfın” niteliği, sınıf ile devlet arasındaki bağı kuran mekanizmalar ve devlet politikaları ile sınıf çıkarları ilişkisinin nasıl kurulduğu üzerinde durmaktadır.
Yapısalcı diye isimlendirilen anlayışın başlıca temsilcisi Nicos Poulantzas’dır. Poulantzas ve Miliband arasındaki tartışma, bir yandan devletin özerkliği sorunu, diğer yandan ise altyapı-üstyapı ilişkisi sorunudur. Poulantzas sınıf ile devlet arasındaki ilişkinin nesnelliğine dikkat çekiyor ve Miliband’ın bu ilişkiyi gözardı ettiğini söylüyor.
“Gerçekte devlet biçiminin günümüzdeki değişimi, daha çok, zaten tartışma götürür basit sonuçlarında değil, ekonomik ve siyasal yönteminin (polity) birleşiminin derin yer değiştirmelerinde aranmalı ve incelenmelidir.” (Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s. 33)
Miliband ise Poulantzas’ı, kendisinin nesnel ilişkilere yaptığı vurguyu görmemesiyle suçlar (Bakınız, R. Miliband, Kapitalist Devlet, Belge Yayınları, İstanbul 1989, s. 43). Ayrıca Poulantzas’ı, “elit kesimin doğasını hesaba katmamak”la eleştirir.
“… onun ‘nesnel ilişkiler’e apayrı bir vurgu yapmakla ileri sürdüğü, devletin yaptıklarının her özgül durumda ve her zaman tümüyle bu nesnel ilişkilerce belirlendiğidir…” (Miliband, age, s. 43)
Poulantzas, Miliband’ın özerkliği, sadece uç faşizm örneğine özgü bir olay olarak ele aldığını söyler. Miliband ise kendisinin faşizmde özerkliğin uç noktaya varmasından bahsettiğini anlatır. Miliband, Poulantzas’ı bu yapısal ‘üst-determinizmle’ eleştirir.
Tartışmanın en canlı bölümü Miliband ile Poulantzas arasındadır.
Hegelci-Marksist anlayış ise devlet ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkinin varlığı ve nasıl oluştuğu üzerinde durmaz. Hegelci-Marksist görüş, hakim sınıfın çıkarına hizmet eden devletin, kendini bir bütün olarak milletin çıkarına göstermesi üzerinde durur ve bu mistifikasyonun nasıl yaratıldığını inceler. Bu yazarla, daha çok Hegel ile Marx ve Engels’in ilk yazılarına atıfta bulunurlar.
Daha sonraki yıllarda tartışma bir miktar bu üçlemden (araççı, yapısalcı ve Hegelci-Marksist) çıkarılmaya çalışıldıysa da, gerçekte tartışma, mevcut devletin tanımlanması üzerinde yürümedi. Tartışmalarda her zaman, ampirik açıdan devlet politikasının kime hizmet ettiği sorusu ön plana çıktı. İşte tam da bu nokta, yani devletin kime hizmet ettiğinin somut verilerle gösterilmesi çabasının merkeze alınması, emperyalizmin komünizme karşı demokrasi bayrağı altında yürüttüğü savaşın yol açtığı statükoculuğun göstergesidir. Gerçekte herkes, ama herkes devletin kime hizmet ettiğine ilişkin kendi günlük hayatında pek çok örnek bulur.
Görülüyor ki, devlet konusundaki muğlaklığın temel nedeni;
a. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkinin sınıf savaşları aracılığı ile kurulduğunun,
b. Sınıf savaşları içinde şekillenen devletin (egemen sınıfın ezilen, sömürülen sınıfları baskı altında tutma aracı), kendinden önceki devlet biçimlerini içerdiğinin atlanmasıdır. Böylece geriye, devlet hangi kesime ne kadar, nasıl hizmet eder sorusu kalmaktadır. İşte özerklik tartışması da buna dayandırılmaktadır. Elbette bu arada tartışma pek çok olumlu noktayı öne çıkarmıştır. Ancak sorunun belkemiği kaymıştır.
Devlet; birincisi, sistemi korumak, devamını sağlamak, ikincisi ise artı-değerin dağıtımını organize etmek görevleriyle karşı karşıyadır. Bu görevlerden birincisi temeldir. Yani sistem büyük bir bunalımla, bir siyasal krizle karşı karşıya kalırsa sistemi koruma görevi öne çıkar. Bu durumda, burjuvazinin çeşitli katmanları arasındaki çelişki, hemen ikinci plana itilir. Bunun için devletin elindeki araçları, baskı aygıtları (ordu, polis, hapishane, yargı sistemi, kontrgerilla vb.) ve ideoloji (basın, TV, kitle iletişim araçları, reklâm şirketleri, Toplumla İlişkiler Başkanlığı, camiler-kiliseler, okullar, aile) üreten merkezleridir. Pek çok kriz bizlere göstermiştir ki, kriz dönemlerinde baskı ve terör öne çıkmaktadır. Ancak bu, işin bir yönüdür. Baskının şiddeti, dozu, ideolojinin şiddeti ve dozu ile birlikte artmaktadır.
Barış dönemlerinde ise daha çok artı-değerin kapitalistler arasında dağıtımı ve toplumsal üretimin yeniden sağlanması sorunu öne geçer. Elbette bu görev için vergi politikaları, para politikaları, teşvikler, fonlar, krediler vb. devreye girer.
Ancak şimdi bir dakika duralım. Devlet siyasal bir krizle karşı karşıya olduğu dönemlerde, diğer görevlerini bir yana mı iter? Elbette değil. Sadece siyasal kriz dönemlerinde sistemi koruma görevinin, kârın varlığının dayandığı toplumsal ekonomik koşulların, özel mülkiyet sisteminin varlığının sürdürülmesi öne çıkar.
Gerçekte bu iki şey, birbirinden sınıf savaşımının şiddetine göre ayrılır. Yoksa bunlar bir bütünlüğü ifade ederler. Aynı biçimde devletin şekillenişini, gelişimini belirleyen de sınıf savaşımıdır.
Devletin bir sınıfın diğer bir sınıf (sınıflar) üzerinde baskı aygıtı olduğunu biliyoruz. Peki, devletin bu tanımı, pratikte işlerin tüm egemen sınıf adına birilerinin devlet bürokrasisine ne yapması gerektiğini emretmesi şeklinde işlediği anlamına mı gelir? İşte sınıf savaşımını anlamamak budur. Devletin, sınıfların varlığı, doğal olarak sınıf savaşımının varlığı koşulları altında oluştuğu açıktır. Özel mülkiyete dayalı bir toplumda, üretim araçlarının sahiplerinin kendi politikalarını nasıl uygulattıkları sorusu, kendi fabrikalarını nasıl yönettikleri sorusu kadar açıktır.
“Modern devlet yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (Marx, Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar Cilt I, Birinci Baskı, Sol Yayınları, s. 134)
Şimdi de bu tartışmalarda en büyük yeri tutan, ama bir arpa boyu yol alınamayan özerklik sorununa gelelim.
Şimdi pek çok kere saldırılan bu tanım üzerinde durmak gerekir. Öncelikle “tüm burjuvazinin” kullanıldığı yerde, elbette bir kısım burjuva kesimlerin (ya da burjuva kesimlerin bir kısmından) varlığından da söz ediliyor demektir. “Ortak işler”, ortak olmayan işlerin varlığını da kabul eder. Öyleyse devletin tüm burjuvazinin ortak işlerini yürütme adına davranması, onun tek tek kapitalistlerin isteğine göre değil de daha genel görevlerle donatılması, her şeyden önce onun tek tek bireysel kapitalistlerden bağımsız olduğunu gösterir. İşte devletin özerkliği de buradadır. Yani devlet tüm burjuvazi adına davranabilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Öyleyse bu tanımın ‘özerkliği’ de içerdiği açıktır. Ancak yine de Marx, Engels Bonapartizmden söz ederlerken özel olarak devletin bağımsızlığını (bu biçime özgü) vurgularlar. Bu durum ise, siyasal bir kriz anında devletin tüm sistemi koruma görevinin öne çıkmasının ifadesidir. Tüm burjuvazinin ortak işleri, en çok siyasal bir kriz döneminde önem kazanır. Siyasal krizin söz konusu olmadığı nispeten barışçıl dönemlerde “tümü” oluşturan burjuva kesimlerin kavgası ve “özel” işleri öne çıkar.
Gerçekte “özerklik” tartışmasını daha net ortaya koyabilmek için önce şu soruyu soralım. “Özerkliğin” sınırları nereye kadardır? Devlet, üzerinde yükseldiği altyapıdan, o altyapının ya da daha doğru deyimi ile sosyo-ekonomik sistemin devamını sağlamak için, ondan görece bağımsızlaşır; onu etkiler. Ancak bu durum;
a. devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskı aracı olması ile çelişmekte midir?
b. görece bağımsızlık egemen sınıflara rağmen mi söz konusudur, yoksa onların yararına mı vardır? Bizce tüm bu tartışma bir milim ilerletici değildir. Tek başına bu sorular bile bunu göstermektedir. Söz konusu görece özerklik tartışması işçi sınıfının eline, politikada ne gibi araçlar, olanaklar sunmaktadır? Tartışma bu açıdan yürütülmelidir. Daha açık ifade edelim. Var olan devlet mekanizması, o toplumu (kapitalizmi) dönüştürmekte, yeni bir toplum kurmakta kullanılabilir mi?
Biz altyapı-üstyapı ilişkisinin sınıf savaşımları içinde ve onların aracılığıyla kurulduğunu; devletin sınıf savaşımları (ulusal ve uluslararası alandaki sınıf savaşımları) altında oluştuğunu söylüyoruz.. Bu nedenle Miliband-Poulantzas arasındaki biçimi ile “özerklik” sorunu yanlış bir tartışma görünümündedir. Ancak bizlerin, Avrupa komünizmini yaşamış bir dünyada kavga eden Marksist-Leninistlerin, devrimcilerin var olan devlet makinası parçalanmadan, kapitalizmi dönüştürmenin, sosyalizmi kurmanın olanaklı olduğunu söyleyen reformistlere net yanıtlar vermemiz açısından “özerklik” tartışması ilgimizi çekmelidir.
Kapitalizmden sosyalizme “barış içinde” geçişin, yeni moda deyimi ile “yukarıdan aşağıya devrim”in koşullarının var olduğunu söyleyen reformistler, bunun için gerekli koşulları şöyle sıralarlar: Birincisi ekonomide bir devlet sektörünün, devlet işletmelerinin varlığı,
“ikincisi, bu ekonomik geçişi (kapitalizmden sosyalizme ekonomik geçiş) başlatacak ve denetleyecek yeterince güçlü, seçilmiş bir yönetimin varlığı.” (Aktaran S. W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı, 2. Basım, İstanbul 1989, Simge Yayınları, s. 101).
Üçüncüsü ise, sosyalizmin yandaşı bir seçmen çoğunluğunun varlığı.
Burada, dikkat edilsin, seçim yolu ile hükümete gelen (ya da gelecek olan) sosyalizm “yandaşı” partilerin, devlet işletmelerinin de varlığına dayanarak, aynı devlet mekanizmasını kullanarak sosyalizmi kuracakları görüşü öne sürülmektedir.
Bu görüş, birinci olarak, devletin sınıfların üstünde bir şey olduğunu söyler. İsteyen sınıf, devletin kendisinin organize ettiği seçim mekanizması ile devleti kendi çıkarına kullanabilir, görüşü budur. İkincisi, bu görüş devletin işçi sınıfının elinde sosyalizm için kullanılabilmesini devlet sektörüne bağlıyor. Lenin bu konuda şunları söylüyor:
“İşçi sınıfı devletinin gerçekleştirdiği ulusallaştırmanın sosyalizmi kurduğu doğrudur. Ama bir burjuva devletinin gerçekleştirdiği ulusallaştırmanın kapitalizmi desteklediği de doğrudur. (Lenin’den aktaran S. W. Moore, age, s. 101-102)
Üçüncü olarak yukarıdaki görüş kapitalizmden sosyalizme geçişi bir “ekonomik geçiş” olarak algılıyor. Gerçekte bu, tarihe sınıf savaşımları tarihi olarak bakmamanın sonucu olarak, tarihi düz bir çizgi, bir devrimsiz evrimsel gelişim olarak algılamaktan kaynaklanır. Dördüncü olarak; yukarıdaki görüş “burjuva demokrasisi”nin seçim sistemine aşırı güveni, sürekli ordu, polisin varlığını (devleti devlet yapan kurumların varlığını) görmezlikten gelmeyi ifade eder. Bu ise devlete ilişkin bir yanılsama (en hafif deyimi ile), bir kafa bulanıklığı, bir yanlış mesaj sunmadır. Bu, burjuva önyargıları işçi sınıfına şırınga etme, taşıma girişimidir.
Bu anlayış, devletin sınıf niteliğini gizler. Devletin kimin devleti olduğu sorusunu atlar, onu toplumun üstünde, gökten zembille inmiş bir şey olarak algılar.
“Seçilmiş bir yönetimin var olması” vurgusu, zorun ebe olma rolünün reddidir. Yeni topluma geçişte zorun öneminin kavranmaması, burjuvazinin kendi yıkılışına seyirci kalacak kadar “demokrasi”ye bağlı olduğu boş inanına dayanmaktadır.
“Sosyalizm yandaşı bir seçmen çoğunluğunun varlığı” ifadesi dönüşümü, eskinin yıkılıp, yeninin kuruluşunu pasif bir destekle başarma heveskârlığı mıdır? Kuşkusuz değil. Bu görüş devrimi reddetmekten doğan, örgütü, örgütlü mücadeleyi reddetmek demektir. Tarihi yapan yığınlar, reformistlere göre sadece oy vermekle ve pasif bir yandaşlıkla bunu gerçekleştirebilirler. Sert sınıf savaşlarına ne gerek var!
Özünde tüm bu tartışma ünlü dönek Bernstein’ın ‘yıkıcı Marksizm-yapıcı Marksizm ayrımına’ dayanır. Yapıcı olmak yıkıcılığı (devrimi) inkâr etmek anlamına geliyor. Tüm bu tartışma devletin sınıflar üstü olduğu, sınıf savaşımlarının devrime yol açmak zorunda olmadığı biçimindedir. Elbette bunun bir uzantısı da proletarya diktatörlüğünün gereksiz olduğu şeklindedir. Öyle ya, demokrasiye bu kadar güvenenler diktatörlük derken hassas olurlar. Şimdilik konumuzun dışında da olsa, son yılların “sosyalist demokrasi” tartışmalarının aynı yollu reformist, demokrasi hayranlarının sosyalizme saldırılarını ifade eden, devletin sınıf niteliğini kavramamaktan gelen tartışmalar olduğunu belirtelim.
İşte modern özerklik tartışmasının sınıf savaşımı içindeki bir boyutu budur.
Burjuva Demokrasisi
İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgisi, pek çok Marksist tarafından sosyalizm ve demokrasi güçlerinin zaferi olarak değerlendirildi. Sosyalizm güçlerinin kim olduğu bellidir. Ancak sözü edilen demokrasi güçleri, sosyalizmin güçleri dışında ise, ABD emperyalizmi, İngiliz emperyalizminden başka kimdir? Gerçekte, faşizmin yenilgisi Sovyetler Birliği eliyle dünya proletaryasının dünya burjuvazisine karşı zaferi değil midir? Tersi bir anlayış, faşizmi “demokrasi düşmanı” görmekten kaynaklanan bir anlayış değil midir?
İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya devrimci hareketi ve onun önderi Komintern’in gündeminden dünya devrimi perspektifinin kalkması, nihayet Komintern’in kapatılması bir statükocu anlayışın ifadesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin güçlü prestiji ve çekiciliği, bu statükocu politikayla hiç mi hiç uyuşmamaktaydı. Emperyalizm, özel olarak ABD emperyalizmi, savaş sonrasında soğuk savaşı başlatırken, sosyalizmin etkisini bertaraf edebilmek için demokrasiye sarıldı. İkinci Dünya Savaşı’nı, ABD’nin Hitler’i yenmesi ile kazandığını gösteren binlerce film çekildi. Hitler lanetlenirken amaç, mevcut haliyle kapitalist dünyayı korumak, sosyalizme gidişin önünü kesmek idi. Dini inanışlarda da vardır; bir lanetli kişi bulunur ve bu yolla günahlar temizlenerek bugün aklanır. Hitler lanetlenirken, amaç onun bakan gözlerini örtmek, burjuva egemenliğin özünü gizlemek idi. Burjuvazi, hemen her ülkede yoğun anti-komünist kampanyalar yürütürken, komünist partiler de Sovyetler Birliği’ni ve sosyalist dünyayı korumak adına kendi ülkelerinde devrim perspektifini terk ediyor ve nihayet bazıları kendi parti-örgütlerini dağıtıyorlardı. Tüm bunlar demokrasi bayrağı altında yürütülen karşı-devrimci saldırıyı da gizleyen bir ortam oluşturuyordu. Uluslararası burjuvazinin bu azgınca saldırısı karşısında dünya komünist hareketinin geri çekilişi, saldırının etkisini, şiddetini ve başarı şansını da artırmıştır.
İşte demokrasinin “yükselişi”, onun burjuva anlamda bile eski hali ile var olmadığı koşullar altında böyle başladı. Demokrasi, sınıfsal özünden koparıldı. Kimin için demokrasi, sorusu atlandı. Devlet tartışmalarının gündemine, devletin gerçekten kapitalistlere hizmet edip etmediği, eğer ediyorsa nasıl, hangi mekanizmalarla hizmet ettiği gibi sorular girdi. Bu bir Marksist için dünyanın düz olup olmadığı tartışmasına geri dönmek kadar ‘ilerlemedir’. Herkes bu ilerleme ile neredeyse övündü.
Bizce günümüz devletinin, tekelci polis devletinin anlaşılabilmesi için burjuva demokratik devlete bakmak gerekiyor.
Burjuva demokrasisi, burjuva egemenliğin biçimidir. Burjuva demokratik devlet, burjuvazinin feodal soyluluğa karşı işçi sınıfı ve köylülüğü yanına alarak yürüttüğü iktidar kavgası içinde doğdu. İktidarı burjuvazinin alması ile birlikte, işçi sınıfı ile burjuvazinin ittifakı da son buldu ve işçi sınıfı silahını burjuvaziye karşı çevirerek kendisi için savaşmaya başladı. İşte burjuva demokratik devlet böylece bu savaşım içinde oturdu, şekillendi.
“İşte bundan ötürüdür ki antik devlet her şeyden önce köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin, saf ve angaryacı köleleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, İstanbul 1987, Sol Yayınları, s. 211)
Burjuvazi iktidarı feodal soyluluktan aldıktan ve işçi sınıfının, kendisine ve özel mülkiyetin her biçimine dönük savaşının başlamasından sonra, temel olarak burjuva demokratik devleti belirleyen şey, işçi sınıfı ile burjuvazinin savaşımıdır.
“Almanya’da bu dönüm noktasına, burjuvazi tarafından, daha 1848’de erişilmişti. Ve işte o anda Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korkuya kapıldı. Paris’teki 1848 Haziran çarpışmaları, kendisini neyin beklediğini ona gösterdi. Alman proletaryası, aynı ürün için tohumun Almanya’da da ekildiğini ona tanıtlanacak bir kaynaşma içindeydi; ve o günden sonra da burjuvazinin siyasal eylemindeki sivrilik köreldi. Bağlaşıklıklar aradı, kendini onlara yok pahasına sattı ve bugün tek adım ilerlemiş değil.” (F. Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Birinci Basım, Ankara 1975, Sol Yayınları, s. 21)
“Elbette, böylesi bir uzlaşmayı (burjuvazi ile feodal soyluluk arasındaki uzlaşmadan söz ediliyor -yazar) burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getiren baş neden, hükümet korkusu değil, proletarya korkusudur.” (F. Engels, age, s. 28)
Demokrasi üzerine bunca önyargının oluşmuş olduğu, burjuvazinin gözüyle bakmanın bu denli yaygınlık kazandığı bugün, şu basit olguyu tekrarlamamız her halde fazla bulunmaz; burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğüdür, burjuvazinin işçi sınıfı ve halk üzerindeki egemenliğini anlatan bir devlettir ve faşizm denilen şeyden daha az baskıcı değildir. Günümüzün burjuva devleti, günümüzün burjuva demokrasisi ise tekelci polis devletidir. Artık faşizm ile burjuva demokrasisi arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Çünkü gerçekte böylesi bir tercihin bizim cephemizde bir anlamı yok. Daha da ilerisi tercih yapılacak iki ayrı şey yoktur ortada. Tekelci polis devleti, tekeller çağının burjuva demokrasisini, onun örgütlenişini anlatıyor.
Proletarya diktatörlüğü dışında, bütün devletlerin ortak özelliği kendilerini ve var olan sosyo-ekonomik sistemi korumaktır. Yalnız proletarya diktatörlüğü olarak isimlendirilen devlet, kendini ortadan kaldırmayı (sınıfların ve devletin varlığına son vereceğine göre) hedefler.
Demek ki, devletin temel görevi var olan toplumsal biçimlenmeyi sürdürmeyi sağlamaktır. Kuşku yok ki bu, devletin daha ayrıntılı, daha basit görevleri olmadığı anlamına gelmiyor.
Devlet, sınıfların varlığının zorunlu bir ürünüdür; sınıflı toplumların bir ürünüdür. Bu sınıflı toplumlarda toplumun tüm olarak devamını sağlamak, her şeyden önce onun devamının devlet olmadan sağlanamaması anlamında, devletin temel görevidir.
Bir sosyo-ekonomik biçimlenmede iki karşıt sınıf, çıkarları uzlaşmaz iki sınıf varsa, o toplumun gelişiminin bu iki sınıfın savaşımı ile yakın ilişkisi anlaşılacaktır. Öyle ki, sınıflı toplumlarını tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Bu iki karşıt sınıfın görünüşte çıkarlarını uzlaştırmak, gerçekte ise birinin -ekonomik yapıda egemen olan sınıfın- diğerini baskı altında tutmasını sağlamak yolu ile devlet, sistemin devamını sağlamaya çalışır. Burada baskı altında tutmak sadece fiziksel kuvvet kullanımını ifade etmekle kalmaz. Hiçbir devlet sadece baskıya dayanmaz. Onun yanında, halkın önyargılarına, inançlarına, geleneklerine, alışkanlıklarına vb. dayanarak da egemenliğini sürdürmeye çalışır.
Bu anlamda devlet, yönetmekle ilgilidir. Devlet, sınıf çıkarları o düzenin devamından yana olan sınıfın devletidir. O sınıf, ekonomik yapıda egemendir. Toplumun ekonomik varlıklarını, üretim araçlarını elinde bulunduran bu sınıf, sınıf savaşımının gelişmesine de bağlı olarak siyasal planda örgütlenir. Egemen sınıfın en gelişmiş örgütlenmesi devlettir.
“Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğuyorsa, eğer toplumun üzerinde ve ona gitgide yabancılaşan bir iktidar ise, açıktır ki yalnızca zora dayan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (V. İ. Lenin, Devlet ve ihtilal, Beşinci Baskı, Ankara 1978, Bilim ve Sosyalizm Yay. s. 17)
Devlet, yalnızca günümüzdeki devlet incelenerek anlaşılamaz. Devlet bir zor toplamıdır ve veri toplumdaki zor, daha önceki zoru içerir. Bu demektir ki, kapitalist devlet ya da burjuva devleti kendisinden önceki devletlerin mirasçısıdır. Kapitalizm öncesi toplumlar, ilkel-komünal toplum hariç, kapitalizm gibi sınıflı toplumlardır. Kapitalist sömürü biçimi pek çok durumda, pre-kapitalist sömürü biçimleriyle birlikte, onlara egemen olarak var olmaktadır. Buradan siyasal alana geçildiğinde, giderek daha da genişleyen bir içerilme görülmektedir.
Zorun ya da zor toplamı olarak devletin en gelişmiş biçimi, modern devlet, yani burjuva devletidir. Burjuva devleti kendisinden önceki devletleri içermiştir. Bu içerme, devlet mekanizmasının gelişip yetkinleşmesini ifade eder. Bu yetkinleşme sınıf savaşımına göre oluşur. Sınıf savaşımının şiddeti devlet örgütlenmesine de damgasını vurur. Faşizm denilen şey, gerçekte tekelci polis devletinin ilk biçimidir, bir karşı devrim saldırısı ve örgütlenmesidir. Tekelci polis devleti, tekelci burjuvazi için tam ve eksiksiz demokrasidir. Çağımızın burjuva demokrasisi başka türlü de olamaz. Bunlar atlandı mı ‘demokrasi’ konusundaki yanlış inanları yenmek zorlaşmaktadır.
‘Demokrasi’ konusunda boş inanlar ise, en az insanoğlunun var oluşu hakkındaki boş inanlar kadar fazla ve onlardan daha da tehlikeli. Onun için bir örnek üzerinde durmak gerekiyor.
Göran Therborn “demokrasi üzerine pek az ciddi araştırma yapıldığını” söylüyor. (Bakınız, “Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu”, Çev. Şirin Tekeli, Birikim 50-51, s. 33).
Therborn yazısında demokrasinin var olduğu şu ülkeleri inceliyor: ABD, Almanya, Avusturya, Avustralya, Belçika, Danimarka, Hollanda, Finlandiya, Fransa, İngiltere, İtalya, İsviçre, İsveç, Japonya, Kanada, Norveç ve Yeni Zellanda. Bu ülkelerde demokrasinin kuruluş tarihleri ise tabloda görülüyor:

ABD (Irkçılık 1970’te kaldırıldı) 1948
Almanya 1955
Avusturya (işgal hariç) 1918
Avustralya 1962
Belçika 1948
Danimarka* 1915
Finlandiya 1944
Fransa 1946
Hollanda 1919
İngiltere 1948
İtalya 1946
İsveç 1918
İsviçre 1971
Japonya 1952
Kanada 1948
Norveç 1915
Yeni Zellanda 1907
* (1915 Anayasasına göre seçmen yaşı 29)

Çalışmanın hemen başında Therborn şunları yazıyor:
“Herhangi bir ciddi Marksist analizin bize şu sorunun cevabını verebilmesi gerek; nasıl oluyor da önde gelen ve en ileri kapitalist ülkelerde, küçük bir azınlığa dayanan bir sınıf yani burjuvazi ülkeyi demokratik biçimler altında yönetebiliyor.” (G. Therborn, age, s. 33)
Böylesi bir soruyu soranın anlaşıldığı üzere bugünkü Batı ülkelerinde demokratik bir yönetim olduğunu düşünüyor olması gerekir. Marksizm’den söz eden birinin 1970’lerde burjuva demokrasisinden söz etmesi komik değil midir? Üstelik Therborn küçük bir hata yapıyor, ‘demokrasi’ üzerine araştırmadan söz ediyor. Olmadı. Doğrusu burjuva demokrasisi veya burjuva demokratik devlet olmalıydı. Bu küçük hata, her zaman burjuvazi ile bir küçük uzlaşmanın vazgeçilmez ilk adımıdır. Tarih bunu gösteriyor.
Aynı incelemesinde, 17 devleti ‘demokrasi’ açısından incelerken, demokrasiden ne anladığını ifade ediyor:
“Burada kullandığımız anlamda demokrasi aşağıda sıralanan niteliklerin hepsine birden sahip olan bir devlet biçimini anlatmaktadır. Bu devletin 1- Seçimle işbaşına gelen temsili bir hükümeti bulunacak, 2- Bu hükümet yetişkinlerin hepsini kapsayan bir seçmen tabanı tarafından seçilecek, 3- Seçmenlerin her birinin oyu eşit ağırlıkta olacak ve 4- Seçmenlerin, devlet aygıtının herhangi bir baskısına uğramaksızın, benimsedikleri görüşten yana oylarını kullanmalarına izin verilecektir.” (G. Therborn, age, Birikim, Sayı 50-51, s. 33)
İşte Therborn bunlara bakarak yukarıda sayılan 17 ülkede demokrasi olduğunu söylüyor. Therborn temsili hükümetten ne anlıyor? “Çünkü temsili bir hükümet demek, halkın egemen olması demektir.” (age, s. 35). Demek ki, temsili hükümetten halkın egemenliğini anlıyor. Buna itirazımız yok ama, bunları söyleyenin Marksizm adına bunları söylemesine itirazımız var. Bir devlet olarak demokrasinin dört temel özelliğini sayacaksın, bunların arasında onun sınıf niteliği olmayacak ve sen kendine Marksist diyeceksin. Bizim itirazımız burada. Oysa aynı yazıda Therborn burjuva demokrasisinin “devlet aygıtı burjuva sınıfa dayandığı…” (age, s. 33) ölçüde burjuva demokrasisi olduğunu da söylüyor. Therborn 36. sayfada da şunları yazıyor:
“Ben, Devlet Gücü ve Devlet Aygıtları kitabımda, burjuva hükümetinin (yönetiminin) değer yargılarından bağımsız bir anlamda ele alındığı ve en az temel öğelerine indirgendiğinde, her zaman bir ulusal temsil rejimi olduğu görüşünü savunuyorum.”
Biz de ham kafaların ham kafalıklarını Marksistlik olarak sunamayacaklarını savunuyoruz.
Therborn, demokrasiyi anlatırken neyi kastettiğini de ele veriyor. Yukarıdaki alıntıda dördüncü maddede şöyle söylüyordu;
“Seçmenlerin, devlet aygıtının herhangi bir baskısına uğramaksızın, benimsedikleri görüşten yana oylarını kullanmalarına izin verilecektir.”
Demek oluyor ki Therborn, demokrasi dediği şeyin birisinin (devletin) izin verdiği ölçüde var olduğunu söylüyor. Bu izinli demokrasi savunucusu, demokrasi dışında bir devletin, bir ‘izin veren’ kurumun var olduğunu kabul etmiş oluyor.
Bir ulusal temsil rejiminden söz ediliyor, ama hemen hemen hiçbir kapitalist ülkede seçimlere katılan seçmen sayısı onlarca yıldır %50’yi geçmiyor. Yani seçime katılmayanlar partisi kurulsa her zaman hükümet etmesi gerekir. Burjuva ideologları Alvin ve Heidi Toffler demokrasiye ilişkin, SSCB’nin çözüldüğü 1990’lar dünyasında, şu itirafta bulunmayı sakıncalı görmüyorlar:
“Dünya kapitalist demokrasileri 1930’larda, ekonomik bunalım ve zehirli Nazizimden gelen ölümcül tehditlerle karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, esas tehdit sınır tanımaz Sovyet komünizminden geldi.” (Alvin ve Heidi Toffler, “21. Yüzyıl Demokrasisi: Zamanı Gelen Bir Görüş”, NPQ, Cilt I, Sayı 4, 1993, s. 16)
Ancak henüz itiraf burada değil;
“Ne var ki, temsili hükümet de en başından sözlerinin gerisinde kaldı. Nasıl tanımlanmış olursa olsun, hayal alemi ne kadar zorlanırsa zorlansın, hiçbir zaman halk tarafından denetlenmedi.”
“Böylece seçimler, kimin kazandığından çok, seçkinler için güçlü bir kültürel işlevi yerine getirdi. Herkesin oy kullanma hakkı olması bağlamında, seçimler eşitlik yanılsamasını besledi. Oy verme, halka seçimlerin sistematik olarak, makine gibi düzenli bir biçimde, dolayısıyla mantıklı bir biçimde yapıldığı fikrini vererek bir kitlesel güven tazeleme ritüeli sağladı. Seçimler sembolik olarak vatandaşlara direksiyonun hâla kendilerinde olduğu -en azından kuramsal olarak, liderleri seçtikleri gibi, seçmeyebilecekleri- güvenini veriyordu.” (Alvin ve Heidi Toffler, age, s. 17)

Her halde bu itiraf karşısında Therborn’un iddiaları demokrasi çalışmasının suyu ısınmış olmaktadır. Therborn, bu itiraflara gerek duymadan da, CIA’nın var olduğu bir ülkede azınlığın demokratik biçimler altında yönettiği yalanını söylerken, çok ama çok ileri gitmiş olduğunu anlayabilirdi.
“Hayır, demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından başka bir sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli bir zor uygulanmasını sağlamaya yarayan bir örgüttür. (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109)
Ancak biz yine de burjuva demokratik devlet üzerine, onun bugün sınıfsal özelliğini biliyor olmamıza rağmen, tartışmalıyız. Burjuva demokrasisini anlamak için Atina demokrasisine kısaca bakalım.
Kapitalist demokrasi, köleci Atina demokrasisinden temel olarak iki noktada ayrılır. Birincisi, Atina demokrasisinde herkes oy kullanma hakkına sahip değildir. Oy kullanma hakkı yalnızca yurttaşlara aittir. Oysa kapitalist demokraside (burjuva demokrasisinde), pek çok kısıtlama bir yana bırakılırsa, oy kullanma geneldir. İkincisi, köleci demokrasi temsile dayanmaz. Ne siyasi parti, ne delege vardır. Herkes meydanda toplanır, konuşur, oy kullanır. Yani ‘demokrasinin’ işleyişi temsili değil, doğrudandır. Herkes, yasama, yargı ve yürütme işine müdahale edebilir. Kapitalist demokraside halkın görevi temsilciler seçmektir. Bir sonraki genel seçime kadar seçilen temsilcileri geri alma olanağı yoktur. Temsili demokrasi partilere dayanır; temsilciler meclisine (parlamento vb.) dayanır vb.
Atina demokrasisinde kölelerin baskı altında tutulması tüm yurttaşların ortak isteğidir ve devlet mekanizması bunu yerine getirir. İşçi sınıfını baskı altında tutmak da kapitalist devletin görevidir. Burjuva devlet bunu sürekli ordusu, polisi vb. ile yerine getirir.
Ordu, polis, devlet bürokrasisi seçilmez ve gerçekte işleri bunlar götürür.
Kapitalist devleti anlamak açısından karşılaştırmayı burada kesip kapitalist meta üretimine bakalım.
Kapitalist meta üretiminin temel ayırt edici noktası, onun, işgücünü meta haline getirmesidir. Doğrudan doğruya zorlama ve bağımlılıkla işleyen köleci ve feodal sömürünün tersine, kapitalizm, işgücünün serbestçe alım-satımını sağlayan özgür sözleşme ile işler. Böylece işgücü bizzat özgür sahibi tarafından, bir meta olarak pazara sürülür. Ve özgür ve eşit bir sözleşme ile alınır-satılır.
Bunun hukuk alanında ifadesi, insanların yasalar karşısında eşit olmasıdır. İşgücünün sahibi, onu özgürce ve istediği ‘fiyattan’ satma hakkına sahiptir. Ama gerçekte o, yaşamak için işgücünden başka hiçbir şeye sahip değildir. İşgücünü, yaşamak için satmak zorundadır. Karşısına çıkan kapitalist, üretim araçlarının sahibi olduğundan, işgücünü bir kapitaliste satmak zorundadır. Onun özgürlüğü, bu satışı hangi şartlarda hangi kapitalist ile gerçekleştireceği noktasındadır. Bir başka deyişle işçi, işgücünü satmama özgürlüğüne sahip değildir.
Taraflar pazarda alıcı ve satıcı olarak ilişkiye girdiklerine göre tamamen eşittirler. Bu böyledir. Ama taraflardan biri üretim araçlarının sahibidir. Ve bu nedenle sömürendir. İşte gerçekte hukuk alanındaki eşitlik de ancak bu derecede ve bu düzeydedir.
Kapitalist devletin, burjuva demokrasisinin en önemli özelliği, onun temsili niteliği ve genel oya dayanmasıdır. Bu özellikler, bürokrasi, ordu-polis teşkilâtı ile tamamlanarak kapitalist demokrasinin ana gövdesi oluşur.
Genel oy sistemi halkın (belli bir yaşın üzerindeki erkek ve kadınların) oylarıyla seçilen temsilcilerden oluşan bir parlamento ve bu parlamento içinde faaliyet göstermek üzere siyasal partilere dayanır (18 yaşından büyük kadın ve erkeklerin oy haklarına sahip olması bile Therborn’un incelemesinde yer alan ‘demokrasi incisi’ 17 ülkenin çoğunda 1945’ler sonrasına rastlar. Yani burjuva demokratik öz yok olunca, biçim tamamlanmaya başlıyor). Böylesi bir sistemde parti sayısı neredeyse çoğulculuğun, çoğulculuk da (çoğunluğun parmak hesabı) demokrasinin kanıtı olarak ele alınır. (Bugün seçimlere katılım oranının %50’nin altında olduğu düşünülürse, çoğunluk iki partili sistemde %25’e denk düşer. Yani seçime katılmayanlar iki tane seçim kazanmış olurlar. İşte çağımızın burjuva demokrasisi, işte proleter devrimler çağının, tekeller çağının demokrasisi. İşte biz bu burjuva demokrasisine, tekelci polis devleti diyoruz. Öyle, onların anladığı gibi bir Batı demokrasisi yoktur ortada. Ne zaman var olduğu da şüphelidir. Sadece biz solcular, faşizme tüm kötülükleri yükleyerek, burjuva demokrasisini aklamayı, ‘başardık’.)
Bürokrasi, ordu, polis ise bu genel oy sisteminin ayrılmaz parçasıdır. Ana gövde bunlardır. İşte bunun için Engels “genel oy hakkını burjuvazinin egemenlik aleti” olarak nitelendirir. (Bakınız V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 24) Tam da bunun bilinciyle konuşur.
“Bürokrasi bir sınıf değildir.
“Marksistlerin kullandıkları en geniş anlamda bürokrasi deyimi, grubun her üyesinin sadece kendi üstündeki görevliler tarafından denetlendiği ve grubun tıpkı bir fabrikada olduğu gibi işbölümü ve merkezi yönetimle işlediği maaşlı görevliler hiyerarşisidir.” (S. W. Moore, age, s. 88)

Ancak bu biçimsel yönü ile doğru olan tanımın, bürokrasinin bir biçim olduğunu, kendi başına bir öz olmadığını unutturmaması gerekir. Ordu ve polis gücü devletin dayandığı, asla seçilmeyen temel güçtür.
“Bu güç başlıca neye dayanır? Elleri altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine. (V. İ. Lenin, age, s. 18)
Bir yandan genel oy sisteminin dayandığı ‘çoğunluk sistemi’, diğer yandan ordu, polis ve bürokrasinin varlığı, pazarda işgücünün sahibi ile kapitalist arasındaki özgür ve eşit değişimin altında nasıl ki kapitalistin üretim araçlarına sahip olması gerçeği yatarsa, aynı biçimde genel oy sisteminin arkasında ordu ve polis gücü, bürokrasi yatar.
“Ve kısacası mülk sahibi sınıf, doğrudan doğruya, bütün yurttaşlara tanınan genel oy hakkı aracılığıyla hüküm sürer.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 206-207)
Aracılığıyla yönetir; çünkü genel oy hakkı aracılığıyla gerçekte kimin yöneteceğinin seçilmesini değil, halkın, seçmenlerin böyle düşünerek sisteme bağlanmasını sağlar. Seçimler dışında işleyen bir devlet aygıtı mevcuttur ve asıl bu aygıt işi görmektedir.
Kapitalizm parlamentosuz olabilir ama ordu, polis ve bürokrasisiz var olamaz.
Kapitalist meta üretiminin ön koşulu emek sahibinin özgürlüğünün var olmasıdır. Özgür emekçi, işgücünü istediği kişiye satabilir (işbölümü ve uzmanlaşmanın izin verdiği ölçüde). Bu haliyle kapitalist sömürü köleci ve feodal sömürü gibi, doğrudan zora dayanan bir niteliğe sahip değildir. O, ekonomik zora dayanır. Özgürce değişim, gerçekte açık olan sömürüyü bir anlamda gizler ya da ona doğal bir şeymiş gibi bir görüntü kazandırır. Aynı şekilde temsilî demokraside genel oy, kapitalist devletin sınıfsal özünü gizler; asıl devlet aygıtını gizler.
“Burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakiyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin ayırt edici iki kurumu; bürokrasi ve sürekli ordudur. Marx ve Engels yapıtlarında birçok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın sözünü ederler. Her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar biçimde gösterir. İşçi sınıfı, kazık yiye yiye, bu bağı tanımayı öğrenir. Bu nedenle, işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, küçük burjuva demokratların, ondan pratik sonuçları çıkarmayı unutarak, onu ‘genel olarak’ kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilgisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.” (V. İ. Lenin, age, s. 43)
Sanırız Bay Therborn’ün çalışmasının başındaki sorularının yanıtlarının var olduğu ortadadır. Ancak biz yine de yolumuza devam edelim.
Kapitalist sömürü tek tek kapitalistlerden bağımsızdır. Yani gerçekte, tek bir kapitalist tek bir işçiyi sömüremez. Ancak kapitalizmin var olduğu koşullarda, bir kapitalist bir veya daha fazla işçiyi sömürebilir. Kapitalizmin varlığı, kapitalist sömürünün gereklerinin varlığını gösterir. Yani kapitalizm kişilerden soyutlanabilir, onların isteklerinden bağımsız bir sömürü tarzıdır ve bu niteliği ile kapitalizm öncesi sömürü biçiminden ayrılır. Feodalizmde sömürü kişilerden soyut görünmez. Feodal soyluların en büyüğünün devlet iktidarının başında olması bundandır. Kapitalizmin kişilerden soyutlanabildi, bir sömürü biçimi olması, burjuva egemenliğini de kişilerden bağımsız hale getirir. Burada bir bütün olarak burjuvazinin, bir bütün olarak sermayenin egemenliği (burjuva kesimlerden, bu sermaye kesimlerinden biri hegemon olur) söz konusudur. Bu nedenle sosyal demokrat (bu partiler Avrupa’da eskiden işçi partileri idiler) partilerin hükümet etmesi şaşırtıcı bulunmamalıdır.
Kanımızca burjuva devletin, kişilerden ve partilerden bağımsızlığı anlaşılmazsa, reformlara umut bağlama politikaları da son bulmaz. Ülkemizde, reformlar bir yana, DYP-SHP koalisyon hükümetinden medet umanların varlığı bunu tanıtlar. Sosyal demokratların hükümet etmesi Avrupa’da burjuvazinin sıkça kullandığı bir taktiktir. Bu taktiği burjuvazinin ne ölçüde planladığından çok (ki planlamaktadır da), devletin niteliği açısından bu manevra kabiliyetinin önemi kavranmalı ve altı çizilmelidir.
Kapitalist sömürünün kişilerden soyutlanabilmesi, devlet yönetiminde bizzat burjuvaların yer almasını gereksizleştirir. Temsili demokrasiyi, gerçekte temsili yapan bu değil midir?
Engels, “zenginlik iktidarını demokratik cumhuriyette, dolaylı ama bir o kadar da güvenli bir biçimde gösteriyor” diye sürdürür; “şöyle ki; ilk olarak ‘memurların rüşvet yemesi’ (Amerika), ikinci olarak da ‘hükümetle borsa arasındaki bağlaşma’ (Fransa ve Amerika) aracıyla (Engels’ten aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 23).
Lenin parlamentarizmin özünü şöyle anlatıyor:
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine dönem dönem karar vermek; yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizmin özü budur. (V. İ. Lenin, age, s. 23)
“Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir, çünkü sermaye demokratik cumhuriyeti (Palçinski, Çernov, Çetereli ve hempaları aracılığıyla) ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenilir bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği onu sarsamaz.” (V. İ. Lenin, age, s. 24).
Burjuva demokrasisi, o çok övülen genel oya dayanır. Elbette bugün birazcık düşünebilen herkes için genel oy eski anlamını çoktan yitirmiştir. Öyle ya burjuva ideologları bile bugün genel oy ve temsilî demokrasinin işe yaramazlığını, en azından 1945’ten bu yana işe yaramadığını itiraf ediyorlar. Yine bu itirafı, bu bayların işin farkına yeni vardıkları anlamına yormak işi hafife almak olur. Onlar bugün SSCB’nin dağılması, ‘demokrasinin zaferi’nden aldıkları güçle, bu gönül ‘rahatlığı’yla itiraflarını yapabiliyorlar.
Kapitalizmin yasalarından biri, artı-değer üretimine bağlı olarak üretimde rekabet ve anarşidir. Burjuva ideologları bunun için, kapitalizmi ebedi ve doğal doğru ilan etmek için merkezi planlamaya karşı çıkıp ‘piyasa’yı övmeye koyuldular. Bütün burjuva iktisatçıları üniversitelerde iktisat öğretirken, malların fiyatlarının piyasada belirlendiğini anlatırlar. Piyasada tüketiciler (seçmenler) verebilecekleri fiyatları (oyları) açıklarlar. Böylece oyları ile fiyatı ‘belirlerler’. Ancak fiyatını ‘belirledikleri’ malların üreticileri değildirler, onlar ihtiyaç duydukları için o mala para öderler.
Aslında bu anlatımın en ilginç yanı her şeyin oy ile belirlendiğinin (ekonomide ve siyasette) anlatılmak istenmesidir.
Ancak her ‘oy’ kullanma biçiminde, her zaman kapitalistler kâr eder, her zaman oy kullananlar nedense maliyetinin çok üstünde fiyatlarla bir ürünü almak ‘istediklerini’ belirtirler. İşte burjuva demokrasisinin gerçek yüzü de budur. Nedense herkes, kendini satacak birini seçer.
Burjuva iktisatçıları tüm bunları anlatırken fiyatın ‘üzerinde yükseldiği’ bir değer olduğunu, değerin değişim değerine ve oradan fiyata ‘dönüştüğünü’ tüm bu işlemlerin gerçekleşmesi için ise üretim araçlarının toplumun değil de kişilerin mülkiyetinde olması gerektiğini atlarlar. Öyle ki, herkes sanır ki mallar o ünlü tüketici talepleri (oyları) ile fiyatlandırılmaya kendi kendine gelirler. Hayır, onları oraya getiren, üretilmiş ürünlere el koyan ve bunları değişim için getiren kapitalisttir. Diyelim ki, 5 kapitalist 5 ayrı çeşitte beyaz peynir üretsin, tüketicilerin oyları (taleplerinin belirtisi olarak ödemeye razı olacakları fiyatlar) en iyi ihtimalle bu 5 ayrı çeşit beyaz peynirden birini seçmeye yönelir. Tüketicinin beyaz peynir almama hakkı yoktur. Ötesinde kendisi, beğenmediği mallar nedeni ile bir gün beyaz peynir üreticisi olarak ortaya çıkamaz. Kapitalistlerin mallarını satmak için giriştikleri rekabette tüketici karar verici gibi gözükse de, tersine o tamamen bir nesnedir, kararı her zaman ne için, niye rekabet ettiğini bilen verir.
Temsili demokrasinin mekanikliği, Ekim Devrimi sonrasında burjuva ideologlarınca da söylenmeye başlandı. %50+l oy ilkesi, belli tarihlerde genel seçim olması devlet mekanizması açısından artık tümüyle saçma olmaya başlamıştı. Öyle ki, burjuva ideologlarının efendilerine, genel seçimin ve genel oyun ideolojik işlevini anlatmaları gerekti.
‘Piyasa’da üretici olan (emekçi) tüketici, kapitalist ise (hiçbir şey üretmeyen) üretici rollerine bürünür. Gerçekte bunun tek nedeni üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kâr için üretimdir, emeğin metalaşmasıdır. Üretim sürecindeki yabancılaşmayı anlamak zor değildir. Aynı yabancılaşma, nesnel biçimiyle (henüz tekelci sistem tarafından devir alınmadan önceki haliyle) burjuva demokrasisinde de geçerlidir.
Her şeyin meta olduğu, piyasanın işleyişine bırakıldığı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin var olduğu, insanların emeğine ve kendine yabancılaştığı, paranın ‘tanrının’ üstünde değer olduğu bir toplumda, kapitalistler ile devlet çarkı arasındaki ilişki nasıl kuruluyor, demek ve bu sorunun yanıtının henüz verilmemiş olduğunu söylemek cehalet değilse nedir? Engels’in Dühring’e verdiği yanıtta özellikle vurguladığı gibi önce ekonomik zor vardır, ardından siyasal zor, devlet (kılıç) bu ekonomik temeli korumak için devreye girer. Bunu doğru kavramak gerekir.

Tekelci Polis Devleti – SINIF SAVAŞIMININ SÜREKLİLİĞİ ve DEVLETİN “EVRİMİ”

Önceki Bölüm: Devlet Ve Sınıf Savaşımı: Sorunun Ortaya Konuluşu

Gördük ki, altyapı ile üstyapı ilişkisi sınıf savaşımı aracılığı ile oluşuyor. Üstelik burada sınıf savaşımı sadece “ulusal” düzeydeki sınıf savaşımı ile de sınırlı değil. Değil, çünkü kapitalizm ile birlikte sınıf savaşımı tüm yeryüzünü sarıyor. Proletaryanın davası enternasyonalist bir davadır. Öyle ise Paris Komünü deneyimi ne burjuvazi açısından, ne proletarya açısından Paris’le sınırlı değildir.
Sınıf savaşımı ise, ülkenin ekonomik gelişmişliğine birebir bağlı değildir. Örneğin bir emperyalist metropolde sınıf savaşımı, çoğu kez bir sömürge ülkedeki kadar keskin olmuyor. Burjuvazi, ekonomik gücünü sınıfı teslim almak için, politik olarak kullanabiliyor. Onun için devletin bu yolla şekillendirdiği, altyapıdaki egemenliğin üstyapıdaki egemenliğe sınıf savaşımı içinde dönüştüğünü kavramak özel bir öneme sahip oluyor.
İster bir emperyalist ülkede olsun, ister bir sömürgede her devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Bu nitelik, hiçbir yerde daha az, daha çok vb. değildir. Ama bunlardan ikincisi, deyim uygun düşerse modern bir lejyonerlik demektir. Sömürge ülkedeki devlet, emperyalist devlete bağımlıdır. Ama bu bağımlılığı da kaba anlamamak gerek. Bu bağımlı devlet, hem halkları inkâr ederken, hem devrimcileri boğarken, inanın, patronuna sormak durumunda değildir. Tersine patronu için bir laboratuvar görevi bile görür.
Bir baskı aygıtı olarak devletin temel görevi sınıflar arasındaki çatışmayı düzen içinde tutmak, daha farklı bir deyişle toplumun (yani egemen sınıfın egemenliğinin) devamını sağlamaktır. Sistemin devamını sağlamak esas işlevidir. Burjuva devletin, burjuva sınıfın tek tek üyelerinden bağımsız olması, tüm sınıfın çıkarlarını koruması anlamına gelir. Yani burjuva sınıfın tek tek bazı üyelerinin zararına da olsa, bir bütün olarak tüm burjuvazinin çıkarlarını korur.
Bunun yanında devletin bir diğer görevi de artı-değerin kapitalistler arasında paylaşımında rol almaktır. İşte burada burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında, artı-değerin paylaşımı kavgası öne çıkar.
Sistemin bir kriz yaşadığı, krizin siyasal düzeyde sistemi tehdit ettiği dönemlerde, devlet sistemin devamını sağlamakla uğraşır. Devletin esas görevinin altı koyulaşır. Bu noktada burjuva sınıfın tüm katmanları birleşirler. Gelirlerini, dolaylı olarak ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının sömürülmesi yoluyla elde eden sınıf ve katmanlar, sistemi tehdit eden bir kriz karşısında, sistemin devamını sağlamak noktasında birleşirler. Bu kesimler; sanayi ve ticaret burjuvazisi, tekelci ve tekelci olmayan burjuva kesimler, banka sermayesi, küçük burjuvaziden tutun da avukatı, yönetici memuru ve sendika yöneticisine (öyle ya bugün bir sendika yöneticisi olmak, milyarlarla oynamak anlamına gelebilmektedir. ABD’de sendika bürokratları yıllık 100.000 $’ın üzerinde gelir elde etmektedirler) kadar genişleyebilmektedir.
Sistemin bir devrim tehdidi ile karşı karşıya olduğu dönemlerde, artı-değerin burjuva katmanlar arasında paylaşımı sorunu, geçici bir süre için de olsa ertelenmiş olur. Örnek olarak 12 Eylül’ün ilk 3 yılı alınabilir. 24 Ocak Kararları olarak isimlendirilen ve tekelci sermayenin çıkarlarının direkt ifadesi olan program, 12 Eylül’le birlikte 3 yıl uygulanmadı. Tersine, ilk 3 yıl, 1983’e kadar, devlet vergilerle küçük burjuvazi yararına oynayarak, onların devlete desteğinin sürmesini sağladı. Bu desteğin var olduğu koşullarda ise, işçi hareketini ve devrimci hareketi boğazlamakla uğraştı. Ne zaman işçi hareketi ve devrimci hareket susturuldu, etkisizleştirildi; işte ondan sonra ekonomik politika uygulanmaya başlandı.
Günümüzde devlet, ekonomik politikasını doğrudan politik hedefler için kullanmaktadır. Böylesi bir sistemde, artık sivil toplumdan söz edilmesi anlamsızdır, daha da ötesi bizzat devlet bu tarz bir söylemi başarılı kılarsa kendini gizleyebilir. Günümüzde üniversitelerin paralı yapılması, ülkemizde gerçek anlamı ile politik bir karardır; öğrenci hareketinin durdurulması için gündeme getirilmiştir. Öğrenci hareketi, kısa vadede toplumsal mücadelede oynadığı ateşleyici rolü kolaylıkla oynayamaz noktaya gelmiştir. Bu toplumda, devletin özel yaşam dâhil her şeye sızdığı bir toplumda, sivil toplum aldatmaca değil midir?
Barış dönemlerinde, yani sınıf savaşımının sistemi tehdit eder boyutlara gelmemiş olduğu dönemlerde, burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında artı-değerin paylaşılması konusu önem kazanır. Devlet gücü bu noktada yoğunlaşır. Devlet gücü ve olanaklarının hangi politikalarla yönetildiği önem kazanır. Bu politikalara bağlı olarak burjuvazinin bazı kesimlerinin yakınmaları artar. Zaman zaman sürtüşmeler oluşur.
Devletin sınıf niteliği üzerine tartışılırken, bizdeki burjuva liberal “sol”cuların özenle vurguladıkları devletin sınıflar üstülüğü görüşünü desteklemek için onun zaman zaman kapitalizme aykırı uygulamalar yaptığını söylerler. Öyle ya, bir kapitalist devlet kapitalizme aykırı işler yaparsa, o herhalde, işçi sınıfının da devleti olmadığına göre (işi, bunu savunacak kadar ileri götüremezler) bu devlet sınıflar üstü (asker-sivil bürokrasinin devleti) bir devlet olmalıdır. Örnekleri açıktır; devlet kapitalizmi adı verilen ve devlet işletmelerinin yaygınlaştığı dönem. Bu dönem, özellikle 1980 sonrasında çok yoğun biçimde, liberallerce özelleştirme savunusu ile birlikte eleştirilmektedir. Planlamacı, kalkınmacı Kemalistlerimiz ise devlet mülkiyetinin savunucuları olmaktadır. Neredeyse, devlet mülkiyetini sosyalizmin temeli olarak görmektedirler. 1920’lerde burjuvazi tüm devlet olanaklarını kullanarak büyüdü. Bu arada sistemin ayakta kalabilmesi ve sermayenin en kârlı alanlara girebilmesi, devletin bazı işletmeleri kurmasını gerektirmiştir. Bu işletmeler özellikle 1960-80 sonrası dönemde tekelci sermaye için ek kâr kaynağı olmuştur. Ve yine bugün tekellere ek kâr sağlayamadıkları için özelleştiriliyorlar.
Bizim liberal baylarımız, kendisi kapitalist devlet olan bir devletin elindeki işletmelerin varlığını, devletin, “özel teşebbüs” denilen kapitalistlere karşı olduğunun kanıtı olarak sunmak isterler. Peki ne zaman? Ne zaman ki, artık o işletmeler tekellere ek kâr sağlamaz, ne zaman ki görevlerini tamamlarlar o zaman. Ama aynı zamanda, aynı devlet bu sefer farklı alanlarda ekonomik görevler üstlenir.
Kaba yaklaşımlar, devletin ekonomik görevlerini ya da ülkede uygulanan ekonomik politikayı, siyasal iktidarın niteliğinden (devletin niteliğinden) ayrı ele alırlar. Siyasal olarak yıkmaya çalıştıkları devletin, ekonomik politikasını etkilemeye çalışırlar. Oysa, devletten söz etmeden ekonomik politikadan söz etmemek gerekir. Burjuvazi, ekonomik politikaları, politik mücadeleden uzak ele almaz. Tersine ekonomik gücünü her yönü ile politik mücadeleyi kazanmak için kullanır.
Kaldı ki, artık hükümetlerin bu konuda hiçbir etkisinin olmadığı da biliniyor. Yani kim hükümette olursa olsun, ekonomik politika aynıdır. Bu ABD’de de böyledir, TC’de de. Özellikle holdinglerin yöneticilerinin devlet çarkı içinde etkin yerlere gelmelerini, devletin bu işlevini bürokratlardan “teknokratlara” devretmesi olarak algılamak gerekir. Yoksa faşistlerin ayrı bir ekonomi politikası, liberallerin ayrı bir ekonomi politikası ve sosyal demokratların ayrı bir ekonomi politikası yoktur. Tekeller neye ihtiyaç duyuyorlarsa ve ihtiyaç duydukları politikayı kimin eliyle uygulamak uygun ise hükümetleri ona göre oluşturuyorlar. Hepsi budur.
Nasıl ki “Avrupa komünizmi” devletin sahibi olduğu işletmelerin varlığı nedeniyle, devletin burjuvaziden koptuğunu söyleyebiliyorlarsa, aynı şeyi yine devletin kapitalistlerin sahibi olması gereken işletmelerinin sahibi olmasını, liberallerimiz, onun sınıflar üstü olduğunun kanıtı olarak görüyorlar. Bizzat devlet sermayesi sömürünün en gizli biçimidir. Devletin artı-değerin paylaşımında rolü olduğu sürece, onun ekonomik plandaki görevleri de gün geçtikçe artar. Tekelci aşamada ekonominin askerîleşmesi, militarizmin artması, tek başına bu bile (trilyonlarla ölçülen, garantili bir pazar) devletin artan ekonomik rolüne işaret eder.
Şimdi konunun daha iyi anlaşılabilmesi için egemen sınıfların iktidarda yer alışları üzerinde durmak gerekir. Toplumda, ekonomik yapıda egemen olan sınıf, sömürülen sınıf ve katmanları baskı altında tutmaya ihtiyaç duyar. Böylece düzenin, kendi egemenlik koşullarının devamını sağlar. Ancak egemen sınıf çoğu durumda, kendi içinde de katmanlara ayrılmış durumdadır. Bu noktada da egemen sınıflar arasında “bir iktidar bloğundan” söz edilmektedir. Örneğin kapitalist toplumda (ki biz daha çok kapitalist devleti tartışacağız), iktidar bloğu içinde burjuvazinin tüm kesimleri yer alırlar. Ancak yine de her zaman burjuvazinin en büyük kesimleri, iktidara sahiptir. Örneğin tekelci aşamada kapitalist devlet tekellerin devletidir. Ama bu onun eskisine göre daha az bir burjuva devlet olduğu anlamına gelmez. Bu çağda burjuvaziden söz etmek isteyen kişi tekellerden söz etmek zorundadır. Tıpkı kapitalizmden söz edip de, emperyalist sistemi, kapitalizmin dünya örgütlenmesini unutmasının mümkün olmaması gibi.
“İktidar bloğu” terimi, gerçekte, bir sınıfın çeşitli katmanları söz konusu edildiğinde değil de iki ayrı egemen sınıfın iktidarı paylaşmaları durumunda daha anlamlıdır. Burjuvazinin çeşitli kesimleri söz konusu olunca böylesi bir ittifak doğal yollarla oluşur. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak burjuvazinin bir kesimi iktidara rengini verir. Doğal olarak tüm burjuvalar için de en iyisi budur. Bunun tersini düşünmek, burjuvazi arasındaki çelişkileri çok fazla önemsemek demektir. Ama iki ayrı sınıf, örneğin feodal soyluluk ile burjuvazi arasında oluşacak bir iktidar durumunda “iktidar bloğu”ndan söz etmek daha uygundur. Bu durumda ise devlet, “yarı feodal, yarı kapitalist” olmaz. İşte bunu anlatmak için, bu ittifak içindeki güçlerin hem birlikteliğini, hem de devletin niteliğinin net olduğunu anlatmak için “iktidar bloğu” terimi işe yaramaktadır. Her ittifak, bir hegemonya sorununu beraberinde getirir. Burada da hegemon olan güç iktidara rengini verir. Onun için devlet “yarı feodal, yarı kapitalist” olmaz; yarı değil ama zayıf da olsa tam olur. Örneğin geçiş devleti ama bir kapitalist devlet olur vb. (Tabii ki burada somut bir örnek ele alınmadan konuşuluyor). Üstelik böylesi, biri bir önceki sosyo-ekonomik sistemin, diğeri bir sonraki sosyo-ekonomik sistemin (kapitalizmin) egemen sınıfı olan bu iki sınıfı bir araya getirenin gelecek korkusu, proletaryanın tarih sahnesine geleceğin egemen sınıfı olarak çıkması ve bu doğrultuda yürüyen sınıf savaşımı olduğunu atlamamak gerekir. Feodal gericilik ile tutuştuğu savaşı tarihsel olarak kazanan burjuvazi, şimdi onu işçi sınıfına karşı ittifaka çağırıyor. Ve burada burjuvazi ne yaptığını çok iyi biliyor. Gücü bölüşmüyor, tersine güçsüzlüğünü yenmek için en akıllıca hamleyi yapıyor. Bu durumda da iki renkli bir iktidar olmuyor, iki sınıf arasındaki ittifak, burjuva egemenliği altında sürüyor demektir. Üstelik bu ittifak bir ana özgü, teorik değil pratik bir durumdur.
1920’lerde kurulan burjuva cumhuriyette, iktidar, feodal gericilikle uzlaşan burjuvazinin iktidarıdır. Bir yarı-feodal iktidar değil, tersine bir burjuva iktidardır. Ama bu dönem burjuvazi ağırlıklı olarak ticaret burjuvazisidir. 1946’lardan sonra tarım ve ticaret burjuvazisi iktidara rengini vermekteydi. 1960 Darbesi ile sanayi burjuvazisi toplumun hegemon gücü haline gelir. Onun hegemonyası tekelci sermayenin oluşumunu hızlandırır ve günümüz devleti, tekelci burjuvazinin devletidir.
Başlangıçta feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi, feodal soyluluğun süreç içinde kapitalistleşmesi yolunu seçti. Bu yolla, kapitalistleşen feodal soyluluk burjuvazinin bir parçası haline geldi. Ancak devlet, bu uzlaşmaya rağmen en başından beri hep burjuva karakterlidir.
1960’lı yılların ortalarında yürütülen bir tartışmada bir grup, tekelci kapitalizmde devletin tekellerin devleti olduğunu, bir başka grup ise devletin tüm burjuvazinin devleti olmaya devam ettiğini söylemekteydi. Bu tartışmada, burjuvazinin içindeki ayrışmalar iki ayrı sınıf boyutunda ele alınıyor. Oysa tekelsiz burjuvazi ne anlama geliyor? Bu anlamda da bu devlet tekelci burjuvazinin devletidir. Ancak nasıl oluyor da devletin tekelci burjuvazinin devleti olması, onun tüm burjuvazinin devleti olmasını önleyebiliyor? Tersine burada, konulduğu gibi bir çelişki yoktur.
Aslında yukarıdaki tartışma devlete ekonomist bir mantıkla bakmanın ifadesidir. Soru daha açık bir biçimde şöyle sorulabilirdi: Devletin ekonomik politikaları tekellerin mi, tüm burjuvazinin mi yararınadır? İşte bu şekilde sorulduğunda sorunun arkasındaki ekonomist mantık çok daha açık hale gelmektedir. Bu açıdan da söylediklerini ispatlamaları olanaklı değildir. Ama devlete özelliğini veren şey ekonomik işlevi değil, politik işlevidir. Ekonomist mantık bunu atlar.
Kapitalizmin tekelci aşamasında, kapitalizmi geliştirici her politika en çok tekellerin çıkarınadır. Ancak aynı zamanda tüm burjuvazinin çıkarınadır. Zaman zaman bazı ekonomik politikalar burjuvazinin bazı kesimlerini zora sokabilir ama zaten tekelci kapitalizm bu değil midir? Tekelleşme, merkezîleşme ve yoğunlaşmayı ifade eder. Bunun bir başka dille ifadesi, mülk sahiplerinin, mülk sahipleri tarafından mülksüzleştirilmesidir. Tüm bunlar kapitalist meta ekonomisinin işleyişini anlatır. Bu tartışmalarla değil devletin evrimini anlamak, devleti bile anlamak mümkün değildir.
Tekelcilikte, bir yandan bir süreç işlerken, diğer yandan artan yoğunlaşma ve tekelci egemenlikten gelen ek kârlar tekellere akar. Tekeller kendi dışındaki burjuva katmanların artı-değerinin bir bölümüne pek çok mekanizma ile el koyarlar.
İkincisi; yukarıda gördük ki, devletin temel işlevi sistemin tehlikede olduğu dönemlerde altı koyulaşan ve açık biçimde öne çıkan temel işlevi, tüm sistemin devamını sağlamaktır. Bunun tüm burjuvazinin çıkarına olduğu açıktır.
Tekel dışı burjuvazi de, işçi sınıfı ve emekçi halkın sömürülmesi sayesinde yaşar. Düzenin devamının tehlikede olduğu yerde kârın paylaşımı ikincil kalır, düzenin devamı temel nokta olur. Ve tüm burjuvazi bu konuda birlik içindedir.
Barış dönemlerinde ise ekonomik yapıda egemen olan kim ise, uygulanacak ekonomik politikalar en çok onların işine yarar. Sosyal demokrat, sözde işçi yanlısı uygulamalar sadece küçük çaplı hazımsızlıklar yaratmakla kalmaktadır. Avrupa komünistleri devletin alacağı ekonomik önlemlerle tekellerin egemenliğinin sınırlanacağını savunmaktaydılar. Aynı savunu TKP tarafından Türkiye’de yapılmıştır. TİP ise, CHP’ye 5 yıllık demokratikleşme planı vermiştir. İşte tüm bu örnekler, kapitalizme dokunmaksızın, devlet eliyle tekellerin egemenliğine karşı savaşılabileceği yanılsamasının örnekleridir. Yıllardır tüm kapitalist ülkelerdeki anti-kartel yasalar ne işe yaramıştır? Ancak bu burjuva sosyalist baylar, asla bu yasaları çiğnemeyen, örnek vatandaş ünvanını hak etmişlerdir.
“Altını olan kuralı koyar.” İşte kapitalist toplumda devletin ekonomi politikası da bu çerçevede ele alınmalıdır. Tekelci burjuvazinin sözümona zararına gibi gözüken bazı uygulamalar, devletin, toplumun daha geniş kesimlerinin desteğine ihtiyaç hissettiği dönemlerde uygulanırlar. Buradan da olsa olsa şu sonuç çıkar; bir kere burjuva egemenlik kuruldu mu, artık bu egemenliği devirmeden “devletin ekonomi politikalarında emekçiler yararına değişiklik” oluşamaz. Bu katışıksız reformizmdir.
Zorunlu eğitim yasasına bakalım. Bu yasa her ne kadar işçi sınıfının çıkarına imişçesine görünürse görünsün, onun gerçek işlevi daha nitelikli işgücü yetiştirmek, sistemin devamını sağlayacak ideolojiyi herkese empoze etmektir.
Şimdilik, 1960’lı yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda da etkin biçimde devam eden anti-tekel mücadele üzerinde daha fazla durmayalım. Bu konuya çalışmamızın ileriki bölümlerinde tekrar döneceğiz.
Ancak yukarıda üzerinde durulan ve sadece tartışmamız için yararlı olacağı umudu ile iki maddede ifade edilen, devletin görevlerinin bütünlüğü gözden kaçmamalıdır. (Bu maddeleştirme, devletin görevlerinin bütünlüğünü görmemizi engellememelidir.) Sınıflı toplumların gelişimi, sınıf savaşları ile bağlantılı olarak incelenirse anlaşılabilir. Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olması da bunu ifade eder. Bir toplumsal biçimlenmede iki karşıt sınıf, çıkarları uzlaşmaz iki sınıf var ise, o toplumun tarihinin bu iki sınıfın savaşımından soyutlanarak incelenmesi, ne kadar bilimsellik süsü verilirse verilsin gerçekte metafizik bir yaklaşımdır. Bu durumda toplumun tarihinde bazı olaylar neredeyse tanrısal nitelik kazanırlar, elbette bazı kişilerle birlikte. İki karşıt sınıfın çıkarlarını görünüşte uzlaştırmak, gerçekte egemen sınıf adına sömürülen sınıfı baskı altında tutmak yoluyla, devlet, sistemin devamını (yeniden üretim sistemin devamından ayrı değildir) sağlamaktadır.
Devlet, görünüşte sınıflar üstüdür. Eğer öyle görünemiyor ise, nüfusun diğer bölümü ile yürüttüğü kavgada kendini dolaysız açığa koyacak kadar güç kaybetmiş demektir. Öyle ise devlette baskı ve şiddet öğesinin her yönü ile açığa çıkması, devlette bir güçlenmenin değil, bir çözülmenin işaretidir. Öyle ise “en” gerici, “en” zorba gibi tanımlamalar yeni bir devletin tanımlamaları olamazlar.
TC devleti daha 1925’lerde, 500.000 kişiyi şapka giymediği için asmıştır, kurşunlamıştır. Ama nedense “en” baskıcı, “en” gerici, “en” terörcü niteliğini 1970’lerde haketmiştir.
Bu örneğe tekrar döneceğiz.
Bu kadarı ile bile devletin baskıcı niteliğinin açık hale gelmesinin ya da onun sınıflar üstü görüntüsünü kaybetmesinin yeni bir devlete işaret etmediği anlaşılacaktır. Devlet, sınıf savaşımının sürekliliği içinde gelişiyor. Egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi olarak daha da yetkinleşiyor. Proletarya ile burjuvazi arasındaki kavga tüm yeryüzünü sardıkça, o da bu kavgada dünya burjuvazisinin deyim yerinde ise ortak bir komitesi olarak, bir iç savaş aygıtı olarak örgütleniyor.
Bu örgütlenmede devrim güçleri iktidarı sarstıkça, devlet tam bir çıplak zor aygıtı olarak kendini dolaysız biçimde ortaya koyuyor. İdeolojik şiddetini de artırıyor. Ama üzerine örttüğü “baba”, “hakim”, “sınıflar üstü” görüntüsünü sağlayan şal, sınıf savaşımının şiddetine göre aralanıyor. Burjuvazi bu şalı hiç aralamak istemez, ama ölüm korkusu, onların ifadesi ile “olağanüstü koşullar” şalın altından çıplak zor aygıtının öne çıkmasını gerektiriyor. Görüntü, şal parçalanıyor.
Burada baskı, sadece fiziksel anlamda şiddeti ifade etmekle kalmaz. Hangi biçim altında olursa olsun baskı altında tutmak zoru içerir. Zor fiziksel anlamda şiddeti ve ideolojik şiddeti birlikte ifade eder.
Bu anlamda devlet yönetmekle ilgilidir. Yönetmek, her şeyden önce güç sorunudur. Bu gücün kaynağını ekonomik yapıdan almış olması yetmez. Bu gücün siyasal olarak da örgütlenmesi gerekir. Bu siyasal örgütlenmenin tek tek sınıf üyelerini aşan bir iradeyi (sınıfın bir bütün olarak iradesini) temsil edeceği açıktır. Özerklik buradadır. Başka bir deyişle, özerklik bazı sol liberal anlayışların, bazı Marksist çevrelerin anladığı anlamda (devletin burjuvaziden bağımsızlığı) yoktur.
Sınıflar, örgütleri aracılığı ile iradelerini ortaya koyarlar. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Bu en gelişmiş örgütü, sınıf savaşımı içinde şekillenir, mükemmelleşir.
Sınıflı toplumların en gelişmişi ve sonuncusu olan toplumda, kapitalizmde sınıf savaşımı daha gelişmiş bir bilinçle yürütülür. Savaşımın daha önceki yöntemleri, her iki taraf için de öğrenilir, ve bilinmez olmaktan çıkar. Bunu egemen sınıf, burjuvazi adına devlet denilen örgüt yerine getirir. Proletarya adına ise onun devrimci öncü örgütü bu deneyleri biriktirir, çözümler.
Başka bir deyişle, eğer devrimci örgüt bu deneyleri özümseyemezse, görevini de yerine getiremez. Ülkemiz, örneğine bir an için bakarsak, göreceğiz ki burjuvazi 1920’lerde de aynı yöntemleri kullanıyor. 1980, 1990’larda da. Demek ki, 70 yıl öncesinin yöntemleri işçi ve emekçileri yeniden aldatmaya yetiyor. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfını yöneten bir devrimci akıl eksikliği vardır.
Altını iyice çizmek gerekir ki, artık iki sınıf arasındaki kavga, o iki sınıfın öncüleri arasındaki kavgadır. Eğer devlete karşı konumlanmış, tarih bilinci ile donanmış bir öncüsü yok ise, işçi sınıfı her zaman yenilmeye mahkûmdur. Devlet, burjuvazinin öncüsüdür. Proletarya, kendi öncüsünün etrafında kenetlenmeden savaşı kazanamaz.
Öyle ise öncelikle, ilk iş olarak, devletten işçi sınıfı ve ezilen halklar adına “demokrasi” beklemeyi bir yana bırakmalıyız. Demokrasi, en yansız biçimi ile iç savaş anında, kimsenin bir diğerini henüz alt edemediği koşullarda vardır. Onun dışında demokrasi, hangi sınıf için diye sormadan, bir Marksist tarafından kullanılamaz.
Eğer devleti, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki tahakküm, egemenlik aracı olarak tarif edersek, her devletin, adı ne kadar sevimli olursa olsun, bir diktatörlük olduğu açığa çıkar. Burjuva ideologları sistemlerden bağımsız, diktatörlük ve demokrasiden söz ederlerken, gerçekte devletin sınıf niteliğini gizlemeye çalışırlar.
Devletin “evrimini”, sınıf savaşımının sürekliliği altında izlemenin doğru olduğunu söylüyoruz. Öyle ki, bu evrim içinde devletteki değişimi görmek ve onu vurgulamak için belli noktadan öne çıkarmak mümkün. Aynı sosyo-ekonomik sistem içinde devletin, hep aynı devlet olduğunu; özünü koruyarak daha mükemmeli eşmeyi ifade eden bir evrim geçirdiğini bu yolla görebiliriz.
Kapitalizmin ilk dönemlerine ait olduğu söylenen “burjuva demokrasisi” tekellerle birlikte “faşizme” dönüştü diye bilinir. Bu, tümüyle devleti sınıflar savaşımından koparmanın ürünü, bir bilinç kaymasıdır. Nitekim faşizm tanımının kendisi “en”lerle ifade edilen bir nicelik vurgusu olarak öne çıkar. Yani burjuva demokrasisinden daha kanlı, daha gerici, daha terörcü, daha baskıcı. 1848’de, hatta ondan daha önce, Avrupa kıtasını kanı ile boyayan işçi sınıfı değil midir? Daha az kan döküldüğünü kim söyleyebilir? Hem sonra, eğer işçi ve devrimciler yerlerinde oturuyorlarsa, hangi devlet niye daha çok kan döker? Kanın miktarını işçi sınıfının mücadelesi belirliyor. Sonucu ise bu mücadeledeki önderliği. Eğer işçi sınıfı doğru bir önderlik ile mücadele etmemiş ise, yenilgisi kaçınılmaz oluyor. Ve yenilenlerin taraftarı olanlar, hemen kan miktarı ile yenilgiyi ölçmeye, devleti “insafsız” göstermeye çalışıyorlar. Oysa o devletin zaten kendisi, varlık nedeni budur. İşçilere daha çok insaf değil, daha çok akıl, daha çok silah, daha doğru önderlik gerekir.
Peki kapitalizmin tekelci aşaması ne ile değişmiştir?
Tekelci aşama ile burjuva egemenlik de olgun kişiliğe erişmiştir. Bu anlamda tekelciliğin, kapitalizmin yasalarında var olduğunu iyi anlamak gerekir.
İlk önce kapitalizmin tekel öncesi dönemini “esas kapitalizm” olarak görmek, tekelciliği de ondan bir sapma olarak ele almak yanlıştır. Tekelci kapitalizm ya da emperyalizm, kapitalizmin bir uluslararası sistem haline gelişidir. Bir sonraki bölümde, burjuva demokrasisi diye tarif edilen sistemin (ya da devletin) “tarife” uygun haline geldiği dönemin, esas olarak 1945 sonrası dünya olduğunu göreceğiz. Ama yine 1945’e gelinceye kadar Avrupa ve Batı dünyasının devletlerinin tarihi ile “burjuva demokrasisi” ile onlara atfedilmek istenen “olumluluk” arasında hiçbir ilişki kalmadığı görülecektir.
Burjuva devlet 1789 Fransa’sında ilk doğduğunda feodal gericiliğe karşı savaşım içinde doğdu. 1792’ye gelindiğinde ise kendi sınırlarına vardı ve devrimi ileri taşımaya çalışanları ezerek kendini oturttu. O tarihe kadar burjuvazi, feodal gericiliği alt etmek için “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarını yükseltti. Ama 3 yıl sonra bu sloganlar rafa kalktı. Ayak takımı (yani burjuvazinin peşine takılan halk), devrimi daha da ileri götürmek istiyordu ve Napolyon devreye girdi.
Yani, en görkemli burjuva devrim, burjuvazinin ufuk çizgisine kadar gidebiliyor. O tarihten başlayarak da uslanarak yayılıyor. Çünkü burjuvazi, hesaplaştığı feodal soyluluk gibi başka bir sınıf sömürüsü ile yaşayan bir sınıftır ve dünkü dünyanın egemen kardeşinden ders almayı daha doğru buluyor. 1848 Fransa ve Almanya’sı bunun örnekleri değil midir? 1848’de işçilerin kanlarını dökerken burjuvazi elbette burjuva demokrasisini kurtarıyordu. Proletarya demokrasisi ise o burjuva demokrasisini yerle bir etmeyi gerektiriyordu.
Burjuva demokrasisi, adı üstünde burjuvazi dışında herkes için bir diktatörlüktür; sadece burjuvazi için demokrasidir. Devlet de tam bunu anlatır.
Tekelci aşama ile birlikte devlette meydana gelen tüm değişimler, gelişmiş kapitalist dünyanın başka halkları sömürgeleştirerek kapitalizmi yayması çerçevesine uygundur. Devlet, bu anlamda daha kapsamlı roller üstlenir. Militarist bir ekonomiye gerek duyan emperyalizm, devlette de buna uygun değişimler yaratır. “Hakimiyet ilişkileri ve onların gerektirdiği şiddet”, tekelciliğin ayırt edici yönüdür ve devlet örgütlenmesine bunlar damgasını vurur.
Ama bu yeni devlet de bir “burjuva demokrasisidir. Daha gelişmiş, düzenin çıkarlarını daha iyi savunabilen, baskı konusunda daha uzmanlaşmış, ideolojisini yeni duruma uydurmuş bir burjuva devlettir.
Ancak, tam I. Paylaşım Savaşı’nın sonunda, Ekim Devrimi ile komünizm hayaleti yeryüzüne indi. Avrupa peşpeşe devrimlerle çalkalandı. Nihayet bu kavgada Ekim Devrimi, SSCB ile kendini sınırlandırarak geri çekildi. Emperyalist-kapitalist dünya ise, bir yandan SSCB’yi kuşatmaya yöneldi, bir yandan da komünizm korkusunu iliklerine kadar duydu. (Türkiye Cumhuriyeti bu kuşatma siyasetinin ürünüdür. Ekim Devrimi olmasaydı, tarih bir TC devletini büyük ölçüde yazmayacaktı.) Bu anlamda burjuva demokrasisinin gelişimine damgasını komünizm korkusu vurdu. 1848, 1871, 1917; bu tarihler burjuva devletin kendini yeniden örgütlemesinin dönüm noktalarıdır. Bir başka dönüm noktası II. Dünya Savaşı’dır. Hem SSCB’nin yürüttüğü gerilla savaşı, hem Çin Devrimi deneyimi, hem Küba ve Vietnam’da gerillanın başarıları, burjuva demokrasisini “kontrgerilla cumhuriyeti”ne dönüştürdü. Böylece devletin iç savaşa karşı, gelecekteki bir devrime karşı örgütlendiği her yönü ile görülür bir olgu haline geldi.
Tekelcilik, bu yeni tarz örgütlenmeyi dünyanın her yanına ihraç etti. Tekelci kapitalizm sermaye ihracına dayanıyor ama burjuvazi sermayesini ihraç ederken, tüm bunalımlarını, tüm pisliklerini, kültürel yok etmeyi, kişiliksizleştirmeyi, siyasal yöntemleri vb. de ihraç ediyor.
Öyle ise, devletin özü hep aynıdır; hepsi birer burjuva diktatörlüğüdür. (Burjuvazi açısından demokrasi, halkın tümü, işçi sınıfı açısından bir diktatörlük.) Oysa her yeni dönemde, sınıf savaşımının her yeni anında ayrı bir devlet biçimi arayışı gelişti. Öyle ki, burjuva demokrasisi denildi mi, burjuvazi için değil, tüm halk için olumlu şeyler anlaşılır oldu. Oysa, 1848’de dökülen kan, 1871’de dökülen kan, Hitler’in döktüğü kandan hiç de az değildi. Ya da M. Kemal’in döktüğü kan, 12 Eylül’dekinin kat be kat üstündeydi.
Peki neden burjuva demokrasisinde bir ilericilik arandı? Yanıtı açık; faşizm şeytan, kötü ruhlu burjuvaların işi olarak görüldü ve faşizm bu ölçüde kötü ise burjuva demokrasisi kendiliğinden iyi, olumlu, istenir oldu. Oysa faşizm, burjuvazinin bir karşı-devrim saldırışıdır. Burjuva devletin kendisidir.
Biliniyor, devrim, karşısında bir karşı-devrim örgütleyerek gelişiyor. Örneğin Kürt Devrimi, TC’nin özel savaşı örgütlemesinin temelini oluşturuyor. Ve eğer Kürt Devrimi yenilirse, işte o zaman karşı-devrimin estireceği fırtına, döktüğü kanı da aratacaktır. (Öyle ise, Kürt Devrimi’nin her başarısı, Anadolu Devrimi’nin de başarısıdır.) Ama bunlar, her defasında yeni bir devlet tarifi gerektirmez. Sadece gelişen, yetkinleşen bir devleti görmek gerekiyor.
Biz, bu burjuva devlete, tekelci polis devleti diyoruz. Tekelci polis devleti, çağımızın burjuva demokrasisidir. Faşizm denen devletten çok daha iyi örgütlenmiş, çok daha yetkin bir devlet çarkıdır. Ama çağımızda bundan daha “iyi” bir burjuva demokrasisi olmaz. Esas eksiklik, proletarya adına konuşanların burjuva devletten “iyi”likler beklemeleridir.
Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu hiç unutulmamalıdır. Burjuva demokrasisinde ilericilik adına ne varsa, demokratlık adına ne varsa, burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı ile ilgilidir. Ancak işçi sınıfının, giderek bir toplumsal güç olarak tarih sahnesine çıkışı ile birlikte burjuvazi gericileşmiştir. Elbette bunu 1848 Alman Devrimi’nde görmek mümkündür. Almanya’da burjuvazi kendi devrimini sonuna kadar götürmüyor ve feodal gericilikle uzlaşıyor. İşçi sınıfından, gelecekten korkusu, onun için böylesi bir uzlaşmayı anlamlı kılıyor. Burjuvazi radikalliğini kaybediyor. Elbette, gelecekten bu denli korkması için, daha önceden, gelecekte bu korkusunu haklı çıkaracak sınıf savaşımlarının var olması gerekirdi.
Burjuvazi sınıf savaşlarından böylesine öğreniyor. Elbette bu öğrenme onun devlet örgütlenmesine de yansıyor. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Egemen sınıf, tüm sınıf savaşımı deneylerini süzerek devlet mekanizmasında somutlar. Buranın altını çizmek gerekir. Öyleyse bir önceki devlet biçimi, bir sonraki devlet tarafından içerilir. Yani günümüz TC devleti, 600 yıllık Osmanlı devletinin üzerinde yükselmiştir. Evet, gerçekte TC devleti Osmanlı İnıparatorluğu’nun yıkılması ile kurulmuştur. Ama her egemen, sömürücü sınıf, varlığını diğer sınıfın sömürüsü üzerinde kurar. Tarihsel süreç içinde birbirinin yerini almak için, biri diğerini yıkarak da iktidara gelmiş olsa, aslında birbirinden çok şey öğrenirler. Mustafa Kemal’in yöntemlerinin Vahdettin’in yöntemleri olması şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Şimdi bir de şöyle düşünelim; devletin ilk ortaya çıktığı koşullardan bu yana devletin özünde bir değişiklik olmamıştır. Bu kesindir. Ancak, her sınıflı toplumun yerini alan yeni sınıflı toplumda devlet, daha da gelişmiş, daha da organize olmuş ve nihayet kapitalizmde, özellikle de tekelci kapitalizmde tepe noktasına gelmiştir. Yani tekelci kapitalizmdeki devlet, en gelişmiş devlettir, aynı anlama gelmek üzere en zorba devlettir.
Şimdi tekrar olağan bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisi ile onun yerini bir dönem için (düzenin tehdit edildiği bir dönemde) alan, olağandışı bir devlet olarak Bonapartist devlet ilişkisine dönelim. Bir kere Bonapartist devlet burjuva demokrasisinin yerini aldı mı, ondan sonra dünyanın pek çok yerinde oluşacak burjuva demokratik devletler, artık ağır ağır bu olağandışı devleti içermeye başlarlar. Şimdilik bu kadarla yetinelim. Çünkü bu konuya, devlete ilişkin tartışmamızın en önemli noktası olan tekelci polis devleti anlatılırken tekrar döneceğiz. Tekelci polis devleti, burjuva demokrasisi ve faşizmin birlikte içerilmesini ifade ediyor. Elbette bu tartışma bizi faşizm ve burjuva demokrasisi gibi ikilemlerden de kurtaracak. Değil mi ki faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni yayamamasının bedelidir. Faşizm ve burjuva demokrasisi ayrımı, çağımızdaki burjuva devleti anlamamaktır. Çağımızın burjuva demokrasisi budur. Faşizm, burjuvaziye ait kötülüklerin yüklenebileceği bir devlet olunca, burjuva demokrasisi, burjuvazi ile uzlaşılacak nokta olur. Aman ne demokrasi! Faşizm burjuvazi için demokrasi değil miydi? CIA’nin, FBI’ın hüküm sürdüğü ABD’deki burjuva demokrasisi ile Hitler’in faşist Almanya’sı arasında bir dirhem fark yoktur. Bugünkü Alman devleti ile Hitler faşizmi arasındaki fark, bugünkü devletin Hitler dönemindeki devletin çok daha gelişmişi olmasıdır; tıpkı Hitler’in faşizminin I. Dünya Savaşı’ndaki Alman devletinin daha gelişmiş hali olduğu gibi.
Sınıf savaşımının sürekliliği burada anahtar noktadır. Bu süreklilik altında devletin gelişimi anlaşılabilir. Yoksa hiçbir devlet döktüğü kana göre ayrı bir burjuva devlet olmaz. Eğer öyle ise, TC devleti, 1920’de faşizmin ilk örneği olur. 1925’te faşizmin daha faşisti, 1932’de Tarih Kurultayı’nı toplayıp kafatası ölçerken, kafatasçı faşizm olur vb. Ama değil, hepsi burjuvazi için bir demokrasi, halklar ve işçi sınıfı için diktatörlüktür.
Toplumda işçi sınıfının elde ettiği haklar ile “burjuva demokrasisi” genişlemez. Tersine güçler dengesi, o anki durum, işçi sınıfına bu hakları vererek burjuva egemenliği sürdürmeyi olanaklı kılıyor. Eğer işçi sınıfı bu olanakları iktidara yürüyüş için kullanamıyorsa, haklarını tek tek geri vermek zorunda kalıyor.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ile birlikte devlet toplumsal uzlaşma zeminini genişletti. Liberalinden muhafazakârına, sosyal demokratından solcusuna kadar pek çok siyasal akım, devletin ve düzenin (onlar demokrasi ve insan haklarının diye söylüyorlar) devamı için devletin bayrağı altında birleştiler. Solcu bazı çevreler, Uğur Mumcu’nun öldürülüşünü yeni bir darbenin gelişi, devletin faşist kanadının hamlesi vb. şekilde yorumladılar. Ve tabii Uğur Mumcu’nun öldürülüşü “demokrat” olmanın cazibesini artırmış, Kemalizm’in ilerici kanadı yanılsamalarına yeniden hayat kazandırmıştır. İşte tüm bu yanılgılar devleti ve sınıf savaşını anlamamak üzerine kuruludur. Faşist dedikleri devlet, darbe yapmak için zemin hazırlamak adına Mumcu’yu öldürüyor. Bu cahilce bakış, sınıf savaşımına köyden bakmaktır. ‘Her açıklayamadıkları olaya, faşizm geliyor, diye bakanlar, gerçekte faşizmi şeytan gibi düşünüyorlar. Böyle olunca Mumcu’nun öldürülmesi “demokrasimizi” (Mumcu öldürülmeden önce bu bayların faşizm dedikleri şeyi) “zedeliyor”. Aslında bu bakış liberal-burjuva bakışın kendisidir. Biraz daha rahat düşünen herkes Mumcu’nun öldürülüşünden en büyük faydayı devletin (yani “demokrasimizin”) gördüğünü fark edecektir. Tek başına bu sonuç, Mumcu’yu devletin öldürdüğünü gösteriyor.
Özetlersek, nasıl ki sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihi ise, aynı biçimde sınıfların varlığının itirafı olarak devlet de bir önceki devleti içeriyor, onun bazı yönlerini içeriyor, onu olumsuzluyor.
İkincisi, bir sosyo-ekonomik sistemde devlet; sınıf savaşımına göre evrimleşiyor. Egemen sınıf adına sınıf savaşımı deneyleri devlet tarafından özümseniyor. İç savaşı (sınıf savaşımının en açık ve şiddetli biçimi, aynı anlama gelmek üzere kapitalizmde demokrasinin en tam olduğu koşullar) yaşayan bir devlet, giderek daha fazla, iç savaşa karşı örgütleniyor. Ve bu dünyanın bir başka ülkesinde yaşananlar, evrensel bir sistem olan kapitalizm sayesinde, burjuvazi için deneyim haline geliyor.
Öyle ise, sınıflı toplumların tarihine sınıf savaşları tarihi olarak bakmak konusunda, en azından bu noktada anlaşan Marksistler olarak bir adım daha atmalıyız. Bu sınıf savaşımının sürekliliğini görmeye yönelmeliyiz. Tarihe bu gözle bakmalıyız. Aklımıza geldiğinde “sınıf savaşımı” olgusuna yönelmekle yetinmemeli, bu olguyu her şeye damgasını vuran bir süreç olarak ele almayı başarmalıyız.

Sonraki Bölüm: Devlet Ve Burjuva Demokratik Devlet

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...