Ana Sayfa Blog Sayfa 298

Tekelci Polis Devleti – DEVLET ve SINIF SAVAŞIMI: SORUNUN ORTAYA KONULUŞU

“Devlet sorunu, günümüzde, teorik bakımdan olsun, siyasal ve pratik bakımdan olsun, özel bir önem kazanıyor. Emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştırdı. Güçlü kapitalist topluluklarla durmadan daha sıkı bir biçimde kaynaşan devletin çalışan yığınlar üzerindeki korkunç baskısı, kendini gitgide daha çok gösteriyor.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Birinci Baskıya Önsöz; Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 6. Baskı, Ankara 1978, s. 9)
Lenin, Devlet ve İhtilal’in önsözünde böyle diyor. Devlet sorunu, hem teorik, hem de siyasal ve pratik bakımdan özel önem kazanıyor. Bir yandan oportünist yanılsamalar devlete ilişkin önyargıları besliyor; onun sınıflar üstü, tüm sınıfların hizmetinde olan demokrasi olduğu önyargısını besliyor. Diğer yandan ise devlet yetkinleşiyor, gelişiyor. Özü aynı kalmakla birlikte kendini yeniden örgütlüyor. Özellikle “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” ve “Devlet ve İhtilal”, bu önyargılara karşı siyasal ve ideolojik-teorik bir savaş olarak algılanmalıdır.
Sovyet tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan E. H. Carr’ın, “çalışmalarının en ünlüsü ve en ütopiği” olarak nitelediği Devlet ve İhtilal’de, Lenin’in bu satırları, günümüz devletini tartışmak için de önemini aynen koruyor. Aynı bakımlardan devlet tartışması yakıcı hale gelmiştir. Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde, tekelci kapitalizmin ve emperyalizmin tam bir analizini sunan Lenin, eserin önsözünde şöyle yazıyor:
“Bu broşür Çarlık sansürü hesaba katılarak yazılmıştı. Bu yüzden de teorik (düzeyde), hatta daha çok ekonomik (düzeyde) bir analizle kendimi sıkı sıkıya sınırlı tutmak zorunda kaldıktan başka; politikaya ilişkin vazgeçilmez birkaç gözlemi de ancak pek sakına sakına, imalar yoluyla -Çarlığın, tüm devrimcileri, “legal” bir eser yazmak için kalemi ellerine aldıklarında kullanmaya mahkûm ettiği- Ezop’un o yere batası (benzetmeli) anlatımı içinde formüle etmek zorunda kaldım.” (Lenin, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması: Emperyalizm, Konuk Yayınları, İstanbul 1979, s. 14)
Öyle ise Lenin’in emperyalizm çalışmasında eksik bırakmak zorunda kaldığı siyasal yön üzerinde durmak kaçınılmaz bir görev. Acaba, Lenin, bu kitabında devlet üzerine daha geniş durabilme olanağını yakalasaydı, faşizm tanımının çıkmazları daha mı iyi anlaşılabilirdi? Ya da emperyalizm çalışmasının kavranmasında bugün var olan eksik yaklaşımlar bu ölçüde rahat boy atabilir miydi?
Bizim iddiamız, Lenin’in emperyalizm broşürünün kavranmadığı, Sovyet sosyalizminin ekonomist bakışının emperyalizm hakkındaki bu derin Marksist analizi ve onunla birlikte devlete ilişkin Marksist-Leninist yaklaşımı karikatürleştirdiğidir.
Devlete, emperyalizme, tarihe ilişkin Marksist-Leninist bakışın üzerine atılmaya çalışılan çöp yığınını, külleri kaldırmak görevi; devrimci mücadelenin pratik bir kavga alanı olarak önümüzdedir. Bu noktada devlete ilişkin yanılsamaları ortadan kaldırmadan, devrime ilişkin sağlam bir yürüyüş hattı yaratmak da olanak dışı olur. Hele hele bizim gibi burjuvaziden tarihi boyunca hiç kopamamış bir sol hareket için, bu çok daha elzemdir.
Günümüzde devletin niteliğinin tartışılması, sadece biz Anadolu topraklarında yaşayan devrimcilerin değil, tüm dünya devrimcilerinin önemli bir sorunudur. Bu nedenle öncelikle sorunun ne olduğunun ortaya konması gereklidir. Sanıyoruz ki, bu bizi devlete ilişkin Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarına bir kere daha göz atmak zorunda bırakacaktır.
Karşıt çıkarlara sahip, uzlaşmaz sınıf çıkarları olan sınıflı toplumların en sonuncusu kapitalizmde, sınıf savaşımı daha çok devlet sorununu gündeme getirmeyi gerekli kılıyor.
Bu sadece öznel bir istem değildir. Kapitalizm, sınıflı toplumların sadece en sonuncusu değil, aynı zamanda en gelişmişidir. En gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalizmde, sınıf savaşımları da belirleyici biçimde öne çıkmıştır. Kapitalizm öncesi toplumlarda sınıf savaşımları, genel olarak bu kadar keskin değildir. Kapitalizm öncesi toplumlarda devlet dışında sivil toplumdan söz etmek daha bir olanaklı idi. Ancak gelişmiş sınıflı toplumda devlet daha merkezileşmiş ve tüm toplumu ahtapot kolları ile sarmıştır. Artık bu toplumda ister kültürel, ister ekonomik alandan vb. söz ediliyor olsun, devletten söz etmek zorundayız. Sınıf savaşımının temel hedefi (politik hedefi de denilebilir) siyasal iktidarın, devletin ele geçirilmesidir.
Devlet sorunu sadece sosyalizmin uluslararası yenilgisi ve kapitalizmin aklanıp-paklanması (yenilenin rezil, yenenin vezir oluşu) nedeniyle önem kazanmıyor. Ondan daha önce Ekim Devrimi’ni yaşamış ve emperyalist çağdaki bir dünyada, kapitalist devletin nasıl bir devlet olduğunun tartışılması gerekiyor.
Öyle ya madem ki devrim, karşısında karşı-devrimi de örgütleyerek gelişiyor. Öyle ise, dünyaya yayılamamış ama Rus sınırları içinde SSCB’yi oluşturarak zafere ulaşmış Ekim Dev-rimi’nin, dünya kapitalist-emperyalist bloğundaki etkilerini bilmeliyiz. Konumuz açısından, burjuvazinin en gelişmiş örgütü olan devlet, bu devrim saldırısı karşısında nasıl örgütlenmiştir, sorusunu tartışmalıyız.
“Elveda Proletarya”, “Elveda Başkaldırı”ların yazıldığı, Marksizm-Leninizm’in onun sözde yandaşları tarafından (çok şükür sosyalizmin çözülüşü ile birlikte bu baylar, sözde yandaşlığı bırakıp, açıkça Marksizm’e karşı olduklarını dile getirmeye başladılar) iğdiş edildiği bir dönemde devlet sorunu üzerinde yoğunlaşmadan devrimin ilerlemesi mümkün değildir.
Ekim Devrimi’nden sonra faşizmin ortaya çıkışı devrimcilerin savaş taktiklerinde ciddi değişiklikler yapmalarına yol açtı. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde SSCB ve tüm sosyalist ülkelerin statükocu politikaları, en çok devlete ilişkin yeni önyargılar ve oportünist yanılsamaların oluşmasına yol açtı.
Bu önyargılar ve oportünist yanılsamalar, Marksizm’in bu alanda ortaya koyduğu gerçekliğin üzerinin örtülmesine vardı. Böylece, yanılsamalar, Marksizm’in bu sulandırılışı, teorinin kendisi imiş gibi sunuldu/kavrandı. O nedenle sorunun anlaşılması için Marx, Engels ve Lenin’in devlet üzerine yazdıklarına göz atarak başlayacağız.
Devlet sorunu, burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımın kızışması ve nihayet Paris Komünü’nde doruğuna varması ile birlikte Marx ve Engels dahil tüm Marksistlerin önüne pratik bir sorun olarak geldi.
F. Engels, 1844’de ilk basımı yapılan “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde konuyu detaylı biçimde ele alır. Devletin, tarihsel gelişimin belli bir aşamasında ortaya çıktığını gösterir.
“Gentilice örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine, devlet geçti.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Sekizinci Baskı, s. 202)
“Öyleyse devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlâk fikrinin gerçekliği”, “aklın imgesi ve gerçekliği” de değildir. Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yeralan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir.” (F. Engels, age, s. 203)
İşte Engels, devlete ilişkin beslenen inançları ve önyargıları bu kadar açık ve net biçimde ortaya koyuyor. Birincisi devlet, toplumun uzlaşmaz çıkarlara sahip karşıt sınıflara bölündüğünün, sınıfların varlığının itirafıdır. İkincisi, onun görevi çatışmayı hafifletmek, düzen sınırları içinde tutmaktır.
İşte burjuva ideologları yüzlerce yıldır bu iki temel olguyu çarpıtmaya çalışmışlardır. Birinci olarak karşıt sınıfların varlığını kabul edip, devletin bu sınıfların bir uzlaşma organı olduğunu anlatmaya çalışırlar. Hatta Marx ve Engels’in bunu demek istediğini bile söylerler. İkincisi, devletin gücünü, düzen sınırları içinde hükümete gelmek (seçim yoluyla hükümet olmak) yoluyla işçi sınıfı için kullanmaktan (yani devleti yıkmak için bir devrime gerek olmadığından) söz ederler.
Birinci tür çarpıtmayı Engels’in şu satırları yanıtlar:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” (F. Engels, age, s. 205)
İkinci tür çarpıtmaya yanıtı Lenin veriyor:
“Eğer, devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve “ona gitgide yabancılaşan” bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (Lenin, age, s. 17)
Oportünizm, devleti sınıflar üstü imiş gibi gösterir. Bizim ülkemizde bu, devlet içinde iyi paşalar aramaya varır. Denilebilir ki Anadolu solu, devleti bir sınıf egemenliği aygıtı olarak hiç görmedi. Devlet, kötü kişilerin elinde (çoğunlukla da “gerçek Kemalist” olmayanların elinde) kötü işler için kullanılıyor. Bu kötülüğün en kötüsü, en son noktası ise faşizm oluyor. Faşizm var iken kötülükler artarsa, bu kez faşist devletin daha faşisti harekete geçiyor vb. Tüm bunlar devleti bir burjuva egemenlik aygıtı olarak görmemektir. Daha açık konuşalım, tüm bunlar devletin kendisi için söylediği “ben sınıflar üstüyüm” masalına inanmaktır. Burjuvazinin çizdiği sınırlar içinde kalmayı kabul etmektir. İşte böylece devletin sınıflar üstü görülmesi, sonuçta zora dayanan devrimin fiili olarak reddi demektir. Tarihe bakalım, göreceğiz ki, tüm sözde Marksistler zora dayanan devrimi reddetmek için bin dereden su getirmişlerdir.
Hem Marx, hem Engels, hem Lenin ve diğer pek çok komünist bu önyargı ve çarpıtmalara karşı amansız bir savaş yürütmüşlerdir.
Elbette devlete ilişkin tartışmalar burada kalmaz. Lenin’in Devlet ve Devrim’inden sonra tartışma önce bir miktar durulur. Elbette tartışmayı netleştiren en önemli olgu Ekim Devrimi’dir. Ancak özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dünyada “Marksistler” arasında devlet tartışmaları yeniden gündeme geldi. Ve özellikle, tartışma faşizm tartışmalarının devamı niteliğini taşısa da eski “sorunlar”a da uzadı. Örneğin altyapı-üstyapı ilişkisi gibi.
Gerçekte altyapı-üstyapı ilişkisine ilişkin olarak Marx ve Engels’in belirttiği, altyapının belirleyiciliği görüşüne, üstyapının özerkliği biçiminde “yenilik” getirilmeye çalışıldı. Sözcüğün gerçek anlamında, iki şey arasında birinin diğerini belirlemesi ilişkisi, belirlenenin diğerini etkilemesini de içerir. Yani belirleme, karşılıklı etkileme içinde birinin etkisinin ağır basmasını ifade eder. Bu anlamda “üstyapı da altyapıyı etkiler” itirazı ya anlamamanın ürünüdür ya da daha da ileri, üstyapının bağımsızlığını anlatmaya yönelik özel bir itirazdır. Ki böylesi bir tartışma içinde ancak ikinci durumda bu vurgu anlam kazanıyor. İşte sorun da buradadır. Engels’in “savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki” diye özel bir duruma ilişkin olarak belirttiği noktaya dayanarak, bir genelleme yapmak, gerçekte devlete ilişkin Marksist anlayışı anlamamaktır.
Tabii sorun burada bitmiyor. Özerklik tartışmaları “ne kadar özerk” biçimini alarak sürüyor. Avrupa komünizminin elinde özerklik tartışması, madem ki devletin sınıflardan özerk olduğu kabul ediliyor, o halde bu özerkliğe dayanarak parlamenter yolla devlet mekanizması ele geçirilip, aynı mekanizma ile sosyalizm kurulabilir, noktasına uzuyor. Bu noktada Avrupa komünistlerine “canım, o kadar da özerk değil” şeklinde itiraz etmek ne kadar zavallıcadır!
Anlatmaya çalıştığımız, belirleme ve etkileme ilişkisinin zaten teoride net bir biçimde ifade edildiğidir. Bu ifadeye rağmen “özerklik” tartışması, devlet tartışmaları konusunda bir ilerlemeyi ifade etmiyor. Tersine Avrupa komünizmi örneğinde görüldüğü gibi reformizme kayışı ifade ediyor.
Engels’in devletin gücünün “… sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur” şeklindeki ifadesi gerçekte olağan biçimi ile devletin genel karakterini değil, olağanüstü biçimi ile devletin özel yanını anlatır. Ancak devlet yukarıda da sözü edilen sınıf çatışmalarını düzen içinde tutma görevini, egemen sınıfa rağmen değil, tersine onun çıkarlarına uygun olarak yerine getirir. Burada burjuvazinin çıkarları terimi asla tek tek burjuvaların çıkarlarını ifade etmez. Bu konuya daha ileride de geleceğiz. “Sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumu” mevcut üretim ilişkilerini aşan bir şeyi nasıl ifade eder?
Her sınıfın, hemen her ortak örgütlenmesi, onun çıkarlarını ifade eder. Ancak bu ortak irade, tek tek onu oluşturan bireysel iradelere indirgenemez ve öyle ele alınmaya başlandığında, ortak örgütlenme görevini sağlıklı biçimde yerine getirmeyi başaramaz. “Modern devlet yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (Marx-Engels, ‘Komünist Parti Manifestosu’, Seçme Yapıtlar l. Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1976, s. 134). Şimdi işte tartışılan konu bu devletin burjuvaziden ne kadar bağımsız olduğudur. Böyle bir “komite” işlerini daha iyi yapabilmek için zaten ayrı bir komitedir. Her örgütlenme, her komite, bir gerçek komite olmak için tek tek bireylerin iradelerini aşan bir iradeyi temsil etmelidir. Bu durum, tek tek bireylerden bir bağımsızlığı ifade eder, ama o bireylerin içinde yer aldığı nesnellikten bir bağımsızlığı ifade etmez. O halde, devlet tanımında zaten verilmiş olan bir konu tartışılmaktadır. Sorun da buradadır. Engels’in “sözde aracı olarak” diye başladığı sözler dayanak gösterilerek “gerçekte aracı” bir devlet keşfedilmeye çalışılıyor. Engels’in “bir zaman için” biçimindeki sözleri çarpıtılarak “tüm zamanlar için” bir bağımsızlık aranıyor. En önemlisi de, birinci çarpıtmaya dayalı olarak devletin bağımsızlığının üretim ilişkileri karşısında bir bağımsızlığı ifade edebileceği noktasına geliniyor. Öyle ya, seçimlerle hükümet olup, mevcut devlet çarkını kullanarak sosyalizme gitmeyi amaçlayan Avrupa komünizmi gerçekte, devletin üretim ilişkileri karşısında bir bağımsızlığı olduğunu ifade etmiyor mu? Bunlara göre devlet kendi başına bir varlık (tıpkı ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ gibi), topluma dışarıdan dayatılan ya da daha tam ifade ile tanrı tarafından toplumun “başına” konulan bir varlıktır. Öyle ki, aslında tek başına kötü olmayan bu varlık, burjuvazinin kötü niyetli kesimlerinin elinde olduğu için kötüdür. O halde bu, korkuları akıllarını yiyen baylar, tanrı izin verir de hükümete geçerlerse o zaman tüm kötülükler de bitecektir(! ) diye vaad ediyorlar.
Avrupa komünizmi, hükümete gelmesi halinde, devletin görece bağımsızlığı nedeni ile reformları yapabileceklerini söyler. “Devlet işletmelerinin varlığı devletin burjuvazi ve özelde tekelci burjuvazi karşısındaki bağımsızlığını artırır.” Yani Avrupa komünizmi devletin bağımsızlığı için, onun işletmelerinin olmasını, deyim yerindeyse bir avantaj sayıyor. Böylelikle burjuvazinin, “devletin sosyalizm için kullanılması” durumunda uygulayacağı ekonomik müeyyidelerden kurtulunmuş olacak. İşte çağımızın ham kafaları! Devlet öyle bir varlıktır ki onu isteyen istediği biçimde kullanıyor! Bu düşüncenin ne kadar metafizik olduğu açıktır. Onlara göre, devletin “sosyalizme geçiş” için kullanılmasına burjuvazi ancak ekonomik yollarla karşı koyacaktır. İşte sınıf savaşımını bir ham kafa gibi anlamak budur.
Gerçekte bu bakış sınıf savaşımını reddeden bir bakıştır.
Devletin “görece bağımsızlığı” ile ilgili yürütülen tartışma, özellikle az gelişmiş ülkelerde kapitalizmin başlangıcında, bürokrasinin ağırlıklı rolü örnek verilerek de sürdürülmektedir. Kapitalist gelişimine emperyalist çağda başlayan bir ülke burjuvazisi için devletin ekonomik anlamda daha etkin bir rol oynaması bir gerekliliktir. Ancak bunun, devletin sınıftan (burjuvaziden) daha çok bağımsız olduğunu kanıtladığı tartışma götürür. Tersine, devlet sınıf adına daha çok müdahale etmektedir.
Bürokrasinin bir biçim olduğu (bir sınıf olmadığı) düşünülürse, özün (burada sınıf) geri olduğu her dönemde biçimin öne çıkacağı açıktır. Burada sanılıyor ki, bürokrasi olmayan bir sınıf için egemenlik sürüyor. Tersine, var olan ama yeterince güçlü olmayan bir sınıftır söz konusu olan. Bu nokta atlandı mı, günümüzdeki gazete haberlerinde çarpıtmak için kullanılan yöntemin aynısı kullanılmış olur.
Bu bakıştır ki, Mustafa Kemal’in kapitalizme değil de sosyalizme yöneleceği üzerine tartışır. Sanki M. Kemal oturup üç gün üç gece, acaba hangi sistemi seçsem, diye düşünmüş. Bu bakış ne kadar hastalıklı bir bakıştır. Gerçekte bu bilim dışı, bu her şeyi nesnellikten uzak tutan, tarihi bireylerin yaptığına inanan bakış, bize, devletin sınıftan bağımsızlığının genelleştirilmesi olarak sunulmaktadır. Bu bakış, bayağı liberal bakıştır.
Nihayet devletin görece bağımsızlığı tartışması tekelci aşamada nasıl bir biçim almıştır? Tartışma konularından biri de budur.
Şimdilik bu konuyu daha sonraki bölümlere bırakalım. Ancak soruyu bir de şu biçimde sormak gerekir: Altyapı ile üstyapı arasındaki (altyapının üstyapıyı belirlemesi ve elbette ki üstyapının da altyapıyı etkilemesi) ilişkinin oluşumu nasıldır? Ya da kapitalizmin bulunduğu tüm ülkelerde devlet nitelik olarak aynı olsa da her devletin diğerinden farklı olması olgusu nasıl açıklanır? İsviçre’deki devlet de aynı devlettir, Avustur-ya’daki de. Ama her ikisi arasında da fark vardır. Bu farkı belirleyen nedir?
İşte tartışmanın ilk önemli noktası burada netleşmektedir. Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki sınıf savaşımı aracılığı ile belirlenir. İşte tüm tartışmanın, herkesçe bilinse de en çok üzerinden atlanan noktası burasıdır. Sınıf savaşımının gelişimine bağlı olarak, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğinin aracı olan devlet de özgül biçimde vücut bulur. Bu savaşımın, ulusal ve uluslararası düzeydeki bu savaşımın etkilerine bağlı olarak devlet şekillenir. Nasıl ki feodal soyluluğun yıkılması ve burjuvazinin iktidara oturması, hemen peşi sıra iktidardaki burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşım, her kapitalist ülkede burjuva devlet denilen ve genel özellikleri ortak olan bir devletin oluşumunu sağladıysa, yine aynı biçimde ulusal ve uluslararası alandaki sınıf savaşımına ve güçler dengesine bağlı olarak devlet, bir başka ülkedeki devletten ayrılır. Elbette bu, son tahlilde ülkenin ekonomik durumu ile doğrudan bağlantılıdır. Ancak bunu bilen ve doğru kabul eden bizler bir adım daha atmalıyız. Devlet, bu temel üzerinde, sınıf savaşımına bağlı olarak biçimlenir.
Değil mi ki, devlet, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünüdür. Değil mi ki, devlet, sınıf çelişkilerinin itirafıdır. Değil mi ki, devlet, ezilen sınıfın sömürülmesinin aletidir. Özel silâhlı adam müfrezeleri, ordusu ve polisi, hapishaneleri bunun için vardır. Sınıf savaşımının bir ucunda işçi sınıfı var ise, diğer tarafında burjuvazi (devleti ile) vardır. Burjuva devlet, burjuvazinin feodalizme karşı savaşımı sırasında doğdu. Doğumunun ilk dönemlerinde, henüz işçi sınıfı açısından yüzünü göstermemişti. Ama bu hiç de uzun bir süre gerektirmedi. İşçi sınıfı ile savaşımı boyunca burjuva devlet şekillendi, oturdu ve bu ölçüde de işçi sınıfı açısından gerçek karakterinin ne olduğunu ortaya koydu. Bugün de, dün de bu burjuva devlet, proletarya ve halkın çoğunluğu açısından bir diktatörlüktür.
Ancak bir noktanın altını çizmek gerekir. Feodalizm olmadan, onun yıkılması olamazdı, burjuvazi ile feodal gericiliğin savaşımı olamazdı. Yani sınıf savaşımını toplumun gelişiminden, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin ilişkisinden ayırmamak gerekir. Vurgularımızdan sınıf savaşımının bir toplumsal-ekonomik sistem içinde yürüdüğü gerçeğinin gölgelenmemesi gerekir.
Kapitalizmin gelişimi ve bu gelişim boyunca süren sınıf savaşımı burjuva devletin evrimini de belirlemiştir.
Devlet, tüm kapitalistlerin çıkarlarını yerine getirebilme yeteneğine sahip olmak durumundadır. Bu anlamda devletin “özerkliği” sınıfa rağmen değil sınıf yararınadır. Yazık ki özerklik tartışması öyle yürütülmüştür ki sınıfa rağmen, sınıfın çıkarlarına rağmen devletin özerkliği tartışılmaya başlanmıştır. İşte bu noktada tartışmaya kapitalizmin reformlarla düzeltilmesi tartışması olarak bakmak abartma olmayacaktır.
Devlet sorunu, devrim sorununa sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu devrimciler kadar reformistler de bilirler. Hatta yazık ki reformistler bu sorunun daha fazla farkındadırlar. 1945 sonrası dönemde devlet üzerine en çok çalışanlar onlar oldular. Elbette bununla, bu konudaki tüm tartışmaları reformistlere mal etmeye hiç niyetimiz yok. Reformistler devlet meselesini tartışırken, sürekli biçimde kapitalizmin düzeltilmesini, kanlı bir devrimle iktidarın alaşağı edilerek devlet çarkının parçalanması yerine, seçimle hükümet olma yolu ile sosyalizme geçmeyi düşünürler. En başta bu bakış, sorunun “yanlış” kavranması (doğru kavrama derdi olmaması), bilimin bir kenara itilmesidir.
Ancak buna rağmen söz konusu çabanın yeni olduğu söylenemez. Elbette yanıtı da yeni değil. Marx ve Engels “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”nda şunları yazıyor:
“… az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirin-ceye ve yalnızca birkaç ülkede değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz, bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar l, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1976, s. 218)
Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşları tarihidir. Bu elbette bu toplumlarda uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfların varlığının itirafı olan devletin incelenmesinde de temel noktadır. Devlet bu sınıf savaşımı içinde, egemen sınıfın baskı aracıdır. İşte devlet bu sınıf savaşımı içinde şekillenir derken tam da bunu anlatıyoruz. Almanya’daki devlet ile Fransa’daki devletin birbirinden farkı, elbette her iki toplumun ekonomik altyapısının aynı olmasına rağmen, sınıf savaşımının özgünlükleri ile açıklanmalıdır.
Feodal soylulukla kesin hesaplaşma sonucu oluşan burjuva devletler ile feodal gericilikle uzlaşarak tedrici yoldan kapitalist gelişim sürecine giren ülkelerdeki burjuva devletler birbirinden farklı gelişim yolları tutturmuşlardır.
Devleti incelerken sorunu tamamen bu noktada tartışmak gerekir.

Sonraki Bölüm: Sınıf Savaşımının Sürekliliği Ve Devletin “Evrimi”

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Dünya Devrimci Hareketinde Üç Temel Hastalık (Ekonomizmin Üç Fidanı) Demokrasi, Barış, Enternasyonalizmin Reddi

 

Önceki Bölüm: Ekim Devrimi Deneyimi Üzerine
SSCB’nin çözülüşü ve teslimiyeti, sadece II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan sürecin sonu olmadı, aynı zamanda ve esas itibariyle Ekim Devrimi ile başlayan sürecin de yenilgisi oldu.
Ekim Devrimi düşmanın akıl almaz saldırılarına karşı koydu. SSCB mitolojideki kuş misali, kendi külleri içinden birden fazla yeniden doğdu. Ama kapitalist-emperyalist sistemin en güçsüz olduğu bir dönemde, kendini bitirdi. Daha uygun deyimi ile çürüme, emperyalizmin en güçsüz olduğu dönemde son noktasına geldi.
Gerçekten emperyalizm güçsüz müydü? Nikaragua Devrimi, İran’ın ABD emperyalizminin kalesinin İslam Devrimi ile düşmesi, Vietnam yenilgisinin üzerine tuz biber ekmişti. Aslında hem Ortadoğu’da, hem Latin Amerika’da ABD yenilgiler almaya başlamıştı. Bu yıllarda anti-Amerikancı tutumu, anti-emperyalizm ile özdeşleştirmesi ve anti-emperyalizmi anti-kapitalizm dışında araması yanlıştır. Ama anti-Amerikancılığın yayılması, sistemin prestij kaybının en açık kanıtıydı. Ekonomik kriz ise en açık olarak 1970’lerde kendini açığa vurmuştur. 1950 ve 1960’ların görece istikrarlı gelişimi 1970’lerde son bulmuştur. 1945 sonrasında Bretoon Woods kasabasında doların egemenliğini pekiştiren anlaşma, 1970’lerde çökmüştür.
ABD ve İngiliz emperyalistleri bu noktada yeni bir saldırı ile, uluslararası planda şiddeti tırmandırma yolu ile gidişe müdahaleye yöneldiler. Bu yeni saldırı, yıldız savaşları projesinin de nedenidir. Saldırı ekonomik alanda “yeni muhafazakâr” saldırı adını aldı ve ilk Thatcher’de ifadesini buldu. Aslında bu çırpınışın bu kadar başarılı olacağını rüyalarında görseler inanmazlardı. İnanmamakta da haklıydılar. İşte bu nedenle denebilir ki SSCB nezdinde sosyalizmin uluslararası yenilgisi, gerçekte bir iç çürüme ve çözülüşün ürünüdür. Kapitalist restorasyon bu sürecin genel adıdır.
Yenilgi çürüme sonucu oluştu ise, çürümenin bir günde gerçekleşmediği de kabul edilmelidir. Sınıfın ve devrimin öncüsü olan partinin, kapitalist restorasyonun öncüsü haline gelmesi, şiddetli çarpışmalar olmadan çözülmeyi garantilemiştir.
Ekim Devrimi’nin mimarı olan parti, uzunca bir sürede gerçekleşen iç çüreme ve deformasyonla çözülüşü garanti altına aldı. Parti, bir yandan toplumda varolan imajını korudu, diğer yandan içeride tamamen çürüdü. Brejnev sonrasında peş peşe ölen yeni genel sekreterlerin ardından çürümüş “eskiler”… ve çürümüş eskilerin önünde engel olarak giren yeniler son vuruşlarla çürümeyi noktaladılar. Yeltsin’in, Ekim Devrimi’nin mimarı olan bir partinin üst düzeyinde yer alması ve bunların istisna olmaması, restorasyonun önceden başladığını, rejimin iç çürüme sonucu çöktüğünü göstermektedir.
Yenilginin hemen ardından, büyük bir yalnızlık, şaşkınlık içine düşen dünya devrimci hareketi, kendi içinde de ciddi ama şiddetli çarpışmalara neden olmayan ayrışmalar yaşadı. Bu hemen her ülkede gerçekleşti. Yeni ayrışma ciddidir çünkü, dünya devrimci hareketi ihanetin bu boyutu ile ilk kez karşılaşmaktadır. Eski sosyalist ülkeler, varolan ve ne olduğunu anlamayan devrimciler, hâlâ moralsiz ve şaşkındırlar. Ekim Devrimi ile başlayan sürecin neredeyse tüm kazanımları kaybedildi. Şiddetli çarpışmalar yaşanmadı, çünkü bir yandan, dünya devrimci hareketinin çok önceleri başlayan ideolojik yenilgisi ile devrimci saşarda kalanlar kendilerini büyük oranda güçsüz hissettiler. Diğer yandan ise, devrimci saşardakiler hem az sayıda hem de dağınıktırlar.
Ayrışmalarda çarpışmaların nedeni de, şiddeti de devrimci rotayı sürdürmek isteyenlerle olur. Ama yenilginin uzunca bir süredir zaten ideolojik alanda yaşanıyor olması, çözülüşün olağanüstü hızı ile birleşince devrimci kampta kalanlar önce olanları kavramaya çalıştılar. Olayların arkasında kaldılar. Böylesi bir yol ayrımında devrimciler kendilerini ayıramadılar. Tüm yönleri ile kendilerini sorgulamaya başladılar. Bu durum ayrışmanın ve tarihî çarpışma ve hesaplaşmanın da uzun süreye yayılmasına neden oldu. Tereddüt edilmeden denilebilir ki, önümüzdeki yıllar, ayrışma ve hesaplaşma yıllarıdır. Aynı anlama gelmek üzere, devrimci hareketin, devrimci dünyanın yeniden doğuş yıllarıdır.
Bugün pek çok devrimci bu süreci değerlendirirken, “ne yapmamalıyız” diye bakıyor. Aslında yenilginin rezilce yaşanması, kazanımların değerini silmemelidir.
Bize sorulursa, sadece “ne yapmamalıyız” sorusunun değil, “ne yapmalıyız” sorusunun da yanıtı mevcuttur. Ortada ciddi bir miras vardır. Mirasın ciddiliği yapılanların ne kadarının doğru ve ne kadarının yanlış olduğu ile ölçülmez. Bu, işin nicelik yönü ile ilgilenmek olur.
150 yıl önce Komünist Manifesto yazarları Avrupa’da bir komünizm hayaletinin dolaştığını söylüyorlardı. Ekim Devrimi hayalete kan ve can katmıştır. Ekim Devrimi ile başlayan süreç, dünya burjuvazisinin “uyanıp da kurtulmak istediği bir kâbus”tur. Bu sürecin bize bıraktığı miras, ölçüsüz değerdedir. Bir de buna sosyalizmin “insan eliyle kurulan” ilk toplum, bir bilinçli kuruculuk olduğu eklenirse, deneyimin değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Bir yandan bu mirasın gelecek için anlamı açısından, diğer yandan da yenilginin esas olarak içeriden ve öncelikle ideolojik alandan başlamış olması nedeniyle biz, ne yapmalı sorusu çerçevesinde, dünya devrimci hareketinin önündeki “geçmişten bugüne uzanan”, ama henüz bizim cephemizden hesaplaşılmamış hastalıkların üzerinde duracağız.
Tarih bilimi nedir? Tarih, gelecekten bakmayı öğretir. Bu nedenle tarih biliminin dünyayı değiştirmek isteyenler için önemi büyüktür. Tersine, dünyanın değişimine karşı çıkanlar için ise, tarih, geleceğin görülmeyeceği ölçüde geçmişin olaylarını tekleştiren bir mani olmalıdır. Gelecek derdi olmayanın tarihten öğreneceği de yoktur. Burjuvazi için gelecek, ilerlemek, bugünde kalmaktır. Bizim için ise gelecek, bugünü yıkmak, sınışı toplumu aşmak, “durmadan akan, yıkıp yapan hayatın çizgilenmiş sesi” olmak, ölü yıldızlara hayatı taşımaktır.
Önce bir soru ile başlamak gerekir. İkinci Enternasyonal öldü mü? İkinci Enternasyonal’in katkısı; Üçüncü Enternasyonal’in doğuşu, işçi hareketi içinde bir ayrışmanın netleşmesi ve bunun sonucu olarak devrimci kamptakilerin Ekim Devrimi ile zafere ulaşmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Yani ayrımda son sözü pratik söylemiştir. Ekim Devrimi ile “göğün fethi” başlamıştır. Bu ise, II. Enternasyonal’in sonu demektir. Nitekim Ekim Devrimi’nin ateşi, II. Enternasyonal döneklerinin gerçek yüzlerini aydınlatmıştır.
Ancak, Ekim Devrimi ile başlayan bir dünya devrimi vardır. Ve bu dünya devrimi 1921’e gelindiğinde yenilmiştir. İngilizlerin kuşatma siyaseti, Avrupa işçi hareketinde reformizin etkilerinin derinliği sayesinde Ekim Devrimi’ni yalnız bırakmayı başarmıştır. Tek başına Ekim Devrimi olarak ele alınınca 1921’de bir yenilgi görülmez. Ama bu bakış da “dünya devrimi” bakışının terkedilmesi anlamına gelir. Zaten 1921’de varolan yenilginin daha sonraki dönemlerde göz ardı edilmesi, sadece yeni doğan sosyalizmin oluşturduğu coşkunun yenilgiyi gölgede bırakması gibi nesnel etkilerle açıklanamaz. Tersine, dünya devrimi perspektiŞnin savunma psikolojisi koşullarında aşınmaya başlaması ile de açıklanmalıdır. O zaman resim tamamlanabilir. Dünya devrimi perspektiŞ ile bakıldığında, hem Ekim Devrimi’nin önemi anlaşılır, hem de 1921’deki yenilgisinin önemi.
Dünya devrimci hareketi, 1921 yenilgisi sonrasında, yeni bir devrim dalgasına kadar hummalı bir çalışmaya başlamak, yeni dönemin kapitalizm üzerinde etkilerini incelemek, sosyalizmin gelişimi üzerine kafa yormak ama kapitalist-emperyalist zinciri en zayıf halkasından parçalamak üzere güçlerini organize etmek durumundaydı. Tüm. bunlar, askerî açıdan savunma anlamına gelse de, genel olarak saldırı psikolojisinin terk edilmediği bir hazırlık dönemi anlamına gelir.
Devrimci hareketin geri çekiliş dönemleri, doğal olarak düşmanın saldırıya geçişini de başlatır. Öyle olmuştur. Ekim Devrimi korkusu, dünya burjuvazisini devrimi boğma görevi ile yüzyüze getirmiştir. Bu, her ülke burjuvazisinin aynı zamanda iç görevidir. İngiliz işçi sınıfının pek çok hakları bu dönem sonrasında elde edilmiştir. Yani Ekim Devrimi, devrime uzak ülkelerde bile bir iç sorun olarak gündeme girmiş, sınıf savaşımını keskinleştirmiştir. Egemen sınıf olan burjuvazi adına bu saldırıyı yanıtlamak elbette, en başta devletin yeniden organize edilmesini gerektirdi. İşte faşizm bu süreçteki karşı-devrim saldırışıdır.
Sanıyorum ki, askerî açıdan da, saldırıların her birinin zafer beklentisiyle yapılması yanlıştır. Nihaî zafer için, ilk önce düşmana sürekli savunmada kalmayı başaracak saldırılar organize etmek paha biçilmez fırsatlar doğuruyor. Sürekli savunmada kalmak durumuna düşen orduda çözülmeler daha rahat oluşuyor. Ancak derin bir teorik kavrayışla, dağın arkasını görebilmek, bu çözülüşleri önleyebilir. Bu nedenle de çözülüş, önce bakışı kaybetmekte, ufkun daralmasında, yani ideolojik planda gündeme geliyor. Faşizm saldırısı, kapitalist-emperyalist zincirin (ki bu zincirin gücü en zayıf halkasının gücü ile belirlenir) zayışadığı bir anda, devrimci bir saldırıyı önlemek için, devrim ve sosyalizm düşlerinin saldırı durumuna geçmelerini önlemek için işe yaramıştır.
Her saldırıda, en basit deyimi ile “gürültü” önemlidir. Bir mahalle kavgasında bile, sizin tarafınızın bağırtılı bir saldırısı, karşı tarafı korkutucu bir etkiye sahiptir.
Gürültü miktarı, her zaman güçle eş değildir. Hatta çoğunlukla gürültü, çok zayıf olunduğu bir anda daha fazladır. Bir örnek de verilebilir: Atom bombasının korkutuculuğu nerededir? Kesin olarak düşünsel, ideolojik plandadır. Napalm daha çok savaş kazanmamış mıdır? Ya da molotof kokteyli daha etkili bir silah değil midir? Ama yine de korkutucu olanı atomdur. Atomun varlığı önemlidir, yoksa kullanılması değil.
Bu nedenle düşmanın saldırısındaki gürültüsünün arkasındaki yapıyı iyi tanıyorsanız, siz daha etkili ve manevra gücü daha yüksek bir saldırı ile gürültüsünü başına yıkabilirsiniz. Faşizm saldırısı, 1930’lardan başlayarak, sosyalizmi, dünya devrimci hareketini tümüyle savunma konumuna “mıhladı”. Elbette 1921 yenilgisi dışında bir esaslı yenilgi gündeme gelmediği halde. Bu savunma konumu, hedeŞ daralttı. Devrim ve sosyalizm cephesinin hedeŞ, devrim ve sosyalizm olmaktan çıktı. Tek başına bu olgu, yani hedeŞn gözardı edilmesi olgusu, girişilecek her muharebede, ne kadar yiğitçe dövüşülürse dövüşülsün, nihaî zaferi olanaksız kılar. Öyle olmuştur. Bunun ilk örneği de İspanya İç Savaşı’nda yaşanmıştır. İspanya İç Savaşı, Komintern’in faşizm ile ilgili taktiklerinin yenilgisidir. Bu taktiklerin, uzlaşma olduğu, devrim ve sosyalizm savaşımına hizmet etmediği ortaya çıkmıştır.
Yeri gelmişken, bu bakış bizi, hem günah keçilerini aramaktan kurtarıyor ve hem de tarihe milatlar koyma girişiminden. Elbette her sürecin önemli dönüm noktaları ve önemli kişileri vardır. Ama onları yaratan, kendilerinin de etkiledikleri bir süreçtir. Buraya bakmak gerekir.
II. Enternasyonal ile ilgili sorumuza dönelim. İşte bu süreç, bu savunma süreci ve her şeye rağmen savunmada “mıhlanmak”, II. Enternasyonal’i diriltmeye olanak tanıyan bir dönemi de noktaladı. Saldırı anında bir ordunun saşarında çözülme ve düşmanın uzantıları nesnellik nedeniyle, son derece zayıf olur. Ama savunma dönemleri, oportünizmin boy atması için, ölü halleri ile bile ortamı kokutmaları için bulunmaz fırsatlar sunar. İşte sosyalizmi ve dünya devrimci hareketini uluslararası yenilgiye götüren sürecin temeli olan ekonomizme batış, bu koşullarda, II. Enternasyonalin yeniden doğuşu olarak gerçekleşmiştir. Avrupa Komünizmi’nin, II. Enternasyonal oportünizminin, farklı koşullardaki biçimi olduğunu söylemek mümkündür.
II. Dünya Savaşı, ikili bir karaktere sahipti. Başlangıçta savaş, SSCB’nin boğulması hedeŞni güdüyordu. Ancak SSCB’nin boğulması hedeŞ, doğal olarak onu boğacak gücün genişlemesi, yayılması sonucunu da doğurur. Almanya bu yolla genişleme yolu bulacaktı. Tarihi boyunca sömürgeler bulmak konusunda sıkıntılar yaşamış olan Alman emperyalizmi, bir yandan tüm emperyalist ülkelerin vurucu gücü olarak SSCB’yi boğma onurunu elde edecekti, diğer yandan ise, bu ortaklar arasındaki başarının en büyük ödülünü, doğal olarak kazanmış olacaktı. Bu noktada ABD ve İngiliz emperyalizminin temsilcileri, Hitler’den ayrı düşünmüyordu. Ayrılık, oluşursa zafer veya yenilgi sonrasında gündeme gelebilirdi ve bu da, savaşa ikinci karakteri olan paylaşım savaşı olma özelliğini katmaktaydı.
Fransa’nın hemen teslim olması, sanırım, Hitler’den duyulan korkudan çok, SSCB’yi boğma isteğinin dayanılmazlığına bağlanabilir. Bu noktada faşizme ve Hitler’e karşı yürütülen devrimci ajitasyon, dünyaya Hitler’in tüm emperyalist ülkelerin SSCB’yi boğmak için sarıldıkları bir vurucu kol olduğunu açıklama hedeŞni gütmeliydi. Oysa tersine, Hitler’in kapitalist-emperyalist kamp içinde bile yer almaması gereken birisi olduğu açıklanarak, faşizmi doğuran kapitalizm dolaysız olarak aklanıyordu.
Komintern, Hitler ile İngiliz, Fransız, ABD emperyalizmi arasında bir ayrım yapıyordu. Fransız, İngiliz, ABD emperyalistleri sanki suçsuz, günahsız idi. Ve sanki onlar emperyalist değildi. Böylece Hitler tüm kötülüklerin kaynağı olmuştu. Bu metaŞzik bakış aslında anti-Hitler koalisyon hedeŞ altında uzlaşmacılığın gizlenmesini de sağlamıştı.
SSCB’nin dış politikası, dünya devrimi hedeŞnin temel ekseni oldu. Tersine SSCB, dış politikasını dünya devriminin çıkarlarına göre yönlendirmeliydi. Ama o, sadece “anavatan’ın savunulması” ile ilgilendi.
Bu saldırı sürerken, yenileceğine inandıkları sosyalizmin üzerinde yükseleceği topraklar başta olmak üzere, Avrupa, Asya ve Afrika’nın yeniden paylaşılması da gündemdeydi. Elbette işin bu yanı SSCB’nin yenilgisi sonrasında “dostlar arasında bir mesele”ydi. ABD bu savaş boyunca SSCB’yi boğsa bile Almanya’nın çok zayışayacağı ve bunun elbette en iyi sonuç olacağı üzerinden hesap yapıyordu. Stalingrad Savunması, emperyalist merkezlere Hitler’in sonunun yaklaştığını gösterdi. Nitekim Eden, hemen Stalin ile bir araya gelme yolları aradı. Ne zaman ki, Kızıl Ordu Avrupa’ya doğru ilerlemeye başladı, işte o zamana kadar ertelenen ikinci cephe de açıldı. Hitler’e karşı değil, Kızıl Ordu’nun ilerleyişine karşı, Stalin, askeri düşünce ile ikinci cephenin Almanya’ya karşı açılacağını, emperyalistler arası çelişkilerin artacağını sanıyor. Ama yanılıyor. İkinci cephe, SSCB’nin zaferi, Avrupa’daki güçlü gerilla savaşları sayesinde ateşlenen Avrupa devrimlerini durdurmak için açılmıştır.
Kuraldır; olayların yaşandığı anda, onları çözümlemek güçtür, ama gereklidir. Olayların yaşandığı dönemden bir 10-20 yıl sonra, çoğunlukla olup biteni anlamak daha kolaydır. Elbette bu çaba, geleceğe ışık tutmak için şarttır.
Elbette burada Stalingrad Savunması tek başına değildir. İtalya, Yunanistan ve Fransa’da devrim kapıdadır. Komünistler önderliğindeki direniş, bu üç ülkeyi düşürmek üzeredir. ABD ve İngiltere’yi Stalin ile görüşmeye iten nedenler bunlardır, yoksa bugün anlatıldığı gibi, Hitler’i yenmek için SSCB’yi desteklemek değildir.
Yeni dünyanın patronluğuna soyunan ABD, II. Dünya Savaşı için stratejisini “savaşın dışında kalarak kazanmak” olarak belirlemişti. Bu politika içte ABD kamuoyuna “en az kayıpla ülkemizin çıkarlarını korumak” sloganı ile, sözde barışçıl bir politika olarak sunuldu. Aslında sloganın kendisi, gizli olarak saldırganlığı da içeriyordu. Bu strateji, Almanya’nın SSCB’yi yenmesi halinde bile, hem kendisini, hem de Avrupa’nın iki emperyalist gücünü; İngiltere ve Fransa’yı zayıf düşüreceği düşüncesine dayanıyordu. Böylece ABD emperyalizmi hem Avrupa’ya yayılacak, hem de sosyalizmsiz bir dünyanın lideri olacaktı. Bu nedenle savaş en başında bu ikili karakteri birlikte taşımıştır. Başkası da olanaksızdır. Eğer II. Dünya Savaşı bilinen biçimiyle sonuçlanmasaydı, yani SSCB yenilseydi, o zaman, aslında bu zaferin Hitler’den çok ABD’ye ait olduğuna ilişkin acaba kaç Şlm seyredecektik? Savaş sonrasında “demokrasi” şampiyonluğu yapmak için anti-Hitler bir kampanyayla, emperyalist-kapitalist sistemi aklama çabaları, bu durumda “Kızıl Tehlike”nin ezilmesi yoluyla yapılacaktı.
Ekim Devrimi’nin zaferi, 1921’de dünya devriminin yenilgisi ile birlikte varolmak zorunda kaldı. Yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar eldeki üssü korumak pratik bir zorunluluk oldu. Faşizm saldırısı, bu eldeki üssün ne pahasına olursa olsun elde tutulması “zorunluluğu” Şkrini kalıcılaştırdı ve böylece “elde tutmanın” teorileştirilmesinin yolu açıldı. Elbette bu noktada, dünya devrimi perspektiŞnin terkedilmesinin yarattığı tahrifat belirleyicidir.
II. Dünya Savaşı sonuçları da, dünya devrimi açışından hem zafer, hem de yenilgidir. Kazanılan zaferin kavranamadığı noktada, ağır basan yenilgi yönüdür. Evet, Sovyet “Anavatan”ı korunmuştur. Hatta, Doğu Avrupa’da onun etkisi altında bir alan da oluşmuştur. Yugoslavya’da devrim zafere ulaşmış, Çin Devrimi zafere ulaşmıştır. Ama tüm bunların yanısıra Fransa, Yunanistan ve İtalya’da devrim yenilmiştir. Üstelik bu yenilgi uygulanan yanlış politikaların sonucudur. Bu üç ülkede gelişecek devrim, elbette en çok da Fransa’da gerçekleşecek devrim, deyim yerinde ise, sosyalizmin sivri uçlarını temsil etmekteydi. Ve emperyalizm bu sivri uçları törpüleyerek, sonuçta daha geniş bir kara parçası üzerinde de olsa, sosyalizmin izole edilmesine dönük ilk adımları attı. Ancak önce şu noktada netleşmek gerekir; sosyalizmin izole edilmesi, aslında teorik “ricat”ın kaçınılmaz sonucudur.
Stalin, savaşı görüyor. Savaşın başlama süresini geciktirmek, iç sorunların ve ekonomik güçlüklerin üzerinden gelmek, bu yolla savaşa hazırlanmak için manevralara girişiyor. Manevralar, tam bir askerî dar mantıkla yapılıyor. Amaç hep “anavatan savunusu” oluyor. Dünya devrimi perspektiŞ akla bile gelmiyor. Örneğin; Enternasyonal dağıtılıyor, bu adım dünya burjuvazisini sevinç göz yaşlarına boğuyor. Bu durum, saldırı karşısında, karşı saldırı yolunun seçilmediğinin de göstergesi oluyor. Elbette bu adım, “barış içinde bir arada yaşama” politikasının gerekçelediği Birleşmiş Milletler’e dahil olunmasının bir taktik olmadığını gösteriyor. Böylece iki kutuplu dünyanın sonsuz ve sorunsuz bir arada yaşayacağı yanılsaması ile, sosyalizm kendi kaçınılmaz yenilgisini hazırlıyor. İki ayrı dünya değil, bir dünyada iki ayrı kutup olmak, hem anavatanın savunulması ile (sosyalizmin bir kara parçasında savunulması), hem de “etki alanları” anlaşması ile uyum içindedir.
II. Enternasyonal, I. Paylaşım Savaşı’nı, her kapitalist ülkede iç savaşa dönüştürüp, iktidara yürümeyi reddetti. Onun yerine, ikiyüzlüce “kendi burjuvalarını” desteklemeyi koydu. III. Enternasyonal ise, dünya devrimi stratejisi yerine, anavatan savunusunu koyarak, daha az olmayan bir ikiyüzlülükle, diğer ülkelerdeki devrimleri feda etti. En başta kendi varlığına son verdi. Btı “taktik”, yazımızın başında belirttiğimiz hastalıklara ya da ekonomizm hastalığının üç görünüş biçiminin ortaya çıkmasına kaynaklık etti. Bu uzlaşma, sonuçlarını, yenilgi ve çözülüşle ortaya serdi.

1- EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİLERİN ABARTILMASI
VE ENTERNASYONALİZMİN REDDİ

Yeni bir dünya devrimine kadar mevzinin elde tutulması, doğası gereği pratik bir taviz, belli koşulların zorunlu adımıdır. Ancak bu yol, elde tutulan mevzinin dünya devriminin çıkarları için gözden çıkarılmasını gerektiren bir aktif savunma (en iyi savunma saldırıdır) yoludur. Bir yandan iç savaşın yaraları, diğer yandan emperyalizmin kuşatması, binbir zorluk altında, devrimle iktidarı almak ile kıyaslanabilecek kadar büyük bir savaşımla, sosyalizmin bu ilk mevzii ayakta tutulmaya çalışılıyor. Gerçekten mitolojideki kuşun öyküsünü aratmayacak denli zorluklarla boğuşuluyor. Bu zorluklarla elde edilenler, faşizm saldırısı ile tehdit edilmeye başlayınca anavatanın savunması her şeyin önüne geçiyor. Faşizm saldırısı Ekim Devrimi’nin Avrupa’ya yayılmasını önlüyor. Avrupa’da faşizmin zaferi, SSCB’nin de Avrupa devriminden ümidi kesmesine zemin hazırlıyor. Her zaman olduğu gibi yine pratik, teorinin dağın arkasını gören ışığının yokluğunda, öne çıkıyor ve anavatan savunusunu temel alıyor.
Tek ülkede sosyalizm ile anavatan savunusu birleşince, teorinin enternasyonalist özü yerine, ulusallık geçmeye başlıyor. Ama elbette bunlar İkinci Dünya Savaşı sıcaklığı içinde ancak eğilimler olarak varlar ve pek çoğunun taktik değerleri olduğu söylenebilir. Biz ise esas olarak, daha sonraları çözülüşe götürecek sürecin, ideolojik deformasyonun başlangıcını ve nedenlerini inceliyoruz. Bu nedenle süreci 1921’den ayırmak zorunlu oluyor. Sürecin bu yönüne kısaca değinmiştik.
Ulusallık hastalığını besleyen en önemli unsur, emperyalistler arası çelişkiye verilen değerdir. Değer diyorum, çünkü hiçbir abartı bu sınıra varınca değer olmaktan kurtulamaz. Stalin, emperyalistler arası çelişkiyi abartıyor. Bu noktada Stalin’in, Lenin’i nasıl vulgar bir mantıkla algıladığını izlemeliyiz.
Stalin, Leninizm üzerine konuşurken, Lenin’in, emperyalizm çürümüş kapitalizmdir, sözünü nasıl anladığını gösteriyor. Aslında Leninizm’i anlatırken Rusya’ya övgüler düzmekten de kaçınılmamış. Ama biz esas olarak çürümüş kapitalizm ile ilgiliyiz. Lenin’in bu görüşünün üç tip çelişkiyi keskinleştirmesi nedeniyle doğru olduğunu söylüyor. Bu üç çelişkiden birincisi, emek-sermaye çelişkisidir. Emperyalizm bu çelişkiyi keskinleştiriyor. Stalin’e göre çürümüş kapitalizmin kanıtlarının ikincisi, dünyanın yeniden paylaşılması amacıyla emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin keskinleşmesidir. Üçüncüsü ise, emperyalist ülkelerle, onların boğazladığı, talan ettiği, kendilerine bağımlı kıldığı sömürge ve yarı-sömürge ülkeler arasındaki çelişkilerdir. Stalin bu üç çelişkinin “emperyalizm çürümüş kapitalizmdir” tezinin doğrulayıcıları olduğunu söylüyor.
Aslında bir miktar emek ile üç dünya teorisinin Stalin’in bu satırlarının çocuğu olduğu çıkartılabilir. ÇKP’nin SBKP çizgisinin reddi olmadığı açıktır. TKP ile TDKP arasında, söylem farkı bir yana, bir ayrım olmadığı kesindir. Ne mücadele yöntemleri, ne de devrim ve örgüt anlayışı açısından. Tek fark, TDKP’nin daha köylü olduğudur.
Oysa Lenin’in Emperyalizm kitabından adı geçen bölüme bakıldığında durumu daha farklı ortaya koyduğu görülecektir. Lenin, çürümüş kapitalizm tezini anlatırken tam da iç çelişkilerden hareket eden tekelcilik her zaman durgunluk ve çürüme demektir, diyor. Elbette, tekeller arasında tekelci rekabet bitmez (Bu tekelci rekabetin bitmesi hâli ult-ra-emperyalizm teorisinin kendisidir). Tekeller çeşitli anlaşmalara giderken bile “buldun mu bir dana, at yuları boynuna”dan vazgeçmezler. Yani anlaşmalar, rekabeti yoketmezler. Tersine anlaşmalar rekabet nedeniyle ve onun bir biçimi olarak vardırlar. Tekel bir kez tekel olduktan sonra, bu tekelci rekabete rağmen, bir genel durgunluk ve çürümeyi ifade eder. Çürüme tekelciliğin bir karakteridir. Elbette bu hiçbir gelişmenin olmayacağı anlamına gelmiyor.
Çürümeyi hareketsizlik ve gelişmenin donması olarak algılamak yine o tanıdık metaŞzik bakışın ürünü değil midir?
Çürümüş kapitalizmin ikinci göstergesi, emperyalist ülkelerde oluşan sermaye fazlası ile rantiyeliğin öne geçmesi, sermayenin üretime gitmemesidir. Öyle ki sermaye ihracı bu asalaklığı değiştirmez, tersine artırır. Borsa dahisi olmak, üretime yönelmekten çok daha kârlı olur. Ama bu tam da kapitalizmin çürümüşlüğünün, kokuşmuşluğunun göstergesidir.
Görüldüğü gibi Stalin ve Lenin’de çürümüş kapitalizm farklı durmaktadır. Lenin’de çürümüş kapitalizm tespiti, bir iç olgu, iç çelişkilerin sonucudur. Aynı biçimde tekel, kapitalizmin yasalarının kaçınılmaz sonucudur, çürüme de. Elbette emperyalist aşamada Stalin’in saydığı çelişkilerin keskinleşmesi gerçekleşmektedir. Ama bu çürüme, çelişkileri, en çok sömürge-yarı-sömürge ülkelerde keskinleştirmektedir. Lenin, bu çürümeyi anlatırken sömürge ülkelere yapılan sermaye ihraçlarının, aynı zamanda emperyalist ülkelerin işçi sınıfını satın almak için bir ekonomik zemin oluşturduğunu da uzun uzun anlatır. Yani çürüme, emperyalist merkezlerde daha fazladır. Ama çürümenin sonuçları bağımlı ülkelere ihraç edilmektedir.
Burada ayırt edici nokta emperyalist-kapitalist bir dünya ekonomisinin, bir zincirin varlığını görmek ve çürümeyi bu zincirin en zayıf halkasının gücünün, zincirin gücünü oluşturacağı gerçeğiyle ele almaktır. Böyle olunca hem emperyalist ülkeler arasındaki çelişki, hem de onlarla sömürge yarı-sömürge ülkeler arasındaki çelişki ikinci plana geçecektir. Böylelikle de çelişkilerin genel olarak keskinleşmesinden değil, özel olarak zincirin en zayıf halkalarında emek-sermaye çelişkisini keskinleştirecek tarzda onunla yumaklaşmasından söz etmek uygun olacaktır.
Stalin, üç tip çelişkinin keskinleşmesini çürümeyi ifade etmek için öne sürüyor ama aslında burada çürüme, yıkılma ile eşanlamlılık kazanıyor. Böylece, sonucu kapitalizmin çökeceği görüşünün yolu açılıyor.
Emperyalistler arası çelişki, emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki çelişki, sanki kendiliğinden kapitalizmi mezara götürüyor görüşü çıkıyor.
Stalin, II. Dünya Savaşı’nın bitimine doğru, yani zafere yakın iken, İngiliz ve ABD emperyalizmi ile masaya otururken, en çok emperyalistler arası çelişkileri kullanmayı planlamıştır. Emperyalist dünyanın SSCB’nin üzerine sürdüğü faşizm yenilirken, emperyalist dünyanın ayakta kalan güçleri devrimin yayılmasından korkuyorlar. SSCB çok büyük kayıplarla, destanlar yazarak, külleri arasından ikinci kez doğuyordu. Bu noktada ABD ve İngiliz emperyalistleri Fransa, İtalya ve Yunanistan devrimlerini önleyebilmeyi başarmak ve III. Dünya Savaşı tehdidiyle külleri arasında doğuma hazırlanan SSCB’yi savunmaya itmek istiyorlardı.
Bunun için daha 1942’de Eden, korka korka “etki alanları” görüşünü ortaya attı. Aslında “etki alanları” görüşü, iki sistemin çarpışması yerine, iki kutuplu bir aradalığın ortak paydasını oluşturma girişimidir. Bu yolla emperyalist merkezler Fransa, Yunanistan, İtalya’yla, Kore, Türkiye vb. yerleri etki alanları ilan ettiler. Aslında bu mantığı reddedip, tüm yeryüzünü sosyalizmin alanı olarak görmek ve öyle davranmak gerekirdi. Kaldı ki, II. Dünya Savaşı sonrasında saldırıya geçmesi gereken elbette dünya devrimci hareketi idi. Ama dünya devrimci hareketi enternasyonalist örgütünün yokluğu altında, SSCB’nin dış politikasına endekslenmişti. Bu dış politika da, anavatan savunmasına. Stalin, SSCB’nin yeni bir savaşa girmeyeceği “gerçeğinden” hareket ediyordu. Aslında burada da görüldüğü gibi dünya devrimini yönlendirme yerine, askerî taktikleri temel alma belirleyici oluyor. Atom bombasının SSCB’nin etki alanını kabul etmesi ve bunun sınırlarını makul bir biçimde çizmesi gibi temel bir işlevi olduğu, bunun için Nagasaki ve Hiroşima’ya atıldığı kesindir. Öte yandan Stalin’in kapitalist dünyanın patronluğuna soyunan ABD ile İngiliz ve Fransız emperyalizmi arasında oluşacak çelişkiye çok ümit bağladığı söylenebilir. ABD en çok Avrupa’yı sınırlandırmak istiyor. Onun için Normandiya çıkarması iki işlevi birlikte görüyor. Bir yandan “ABD Avrupa’ya yayılır” mantığı ile Stalin’in emperyalistler arası çelişkileri abartmasını destekliyor, diğer yandan ve esas olarak Kızıl Ordu’yu durdurup Fransa ve İtalya’da devrimin önünü kesiyor.
Emperyalistler arası çelişkilerin abartılması, ancak “ulusçu” bir bakış açısı ile olanaklıdır. Yani emperyalistler arası çelişkileri abartmanın diğer ucu bir ulusal gözlükle bakmaktır. İşte anavatanın savunusu buna zemin hazırlamıştır. O nedenle de hem Fransız Komünist Partisi, hem İtalyan Komünist Partisi iktidarı tepmişlerdir. Her iki büyük parti de iktidarı teperken anti-Hitler koalisyondan söz etmişlerdir. SSCB’nin dış politikası o dönemde anti-Hitler koalisyon (İngiltere, ABD, SSCB üçlü ittifakı) üzerine kuruludur. FKP ve İKP bu politikayı, hiçbir süzgeçten geçirmeksizin kendi ülkelerinde benimsemişlerdir. Böylelikle de faşizme karşı savaşım, burjuva demokrasisi hedeŞne kilitlendi. Sosyalist bir ülkenin dış politikası ile kapitalist bir ülkede KP’nin politik perspektiŞnin bu aynılığı, elbette bağışlanır değildir.
Emperyalistler arası çelişkilerin abartılması, içte burjuvazi arasındaki çelişkilerin abartılmasına varır. FKP ve İKP, Hitlerciler hariç her burjuva parti ile işbirliğine (üstelik kendi güçleri ile uyuşmayan bir sonuca razı olarak, garip fedakârlıklarla ve bu fedakârlıkları ulus adına yaptıklarını söyleyerek) giriştiler. 1960’larda anti-tekel devrim, ileri demokratik düzen vb. biçimindeki söylemler burjuvazi arasındaki çelişkileri abartıp, kendine oradan ittifaklar aramak ve bu yolla “ulus”a sahip çıkmak II. Enternasyonal’in yeniden dirilişi değil midir?
II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın imarı kapitalizmin Avrupa’da nispeten barışçıl gelişiminin koşullarını doğurdu. Bu barışçıl gelişim, barışçıl geçiş, burjuva parlamenter sistem içinde geçiş hayallerini besledi.
Bu durum, emperyalist ülkelerde işçi sınıfının rüşvete boğularak teslim alınması, içinden bir kaymak tabakası yaratılması yoluyla işçi hareketini dumura uğratma girişiminden daha etkili sonuçlar doğurdu. O nedenle Avrupa işçi hareketinin “burjuvalaştığı” görüşü, bu siyasal teslimiyeti atlandı mı hiç de açıklayıcı değildir.
Yani, Avrupa KP’leri öncü işçi sınıfını kapitalizmi savunmaya ikna ettiler. Sonrasında ise bu işçi sınıfı ekonomik olarak düzene bağlandı dediler. Oysa işçi sınıfı önce politik olarak satıldı, ardından ekonomik rüşvetlerle düzene bağlı hâle getirildi.
Dünya burjuvazisi Ekim Devrimi karşısında tek vücut olmayı başardı. SSCB’nin ve diğer sosyalist ülkelerin varlığı, kendi aralarındaki çelişkileri ikinci plana itmelerine olanak tanıdı. ABD’nin patronluğu ve jandarmalığında Avrupa’da devrime bağışık bir kuşak yaratma, SSCB’yi kuşatma siyasetini yeniden ve daha canlı dirilttiler. Ve bu yola girdiklerinde dünyanın her yerinde komünist avına giriştiler. SSCB, başka ülkelerdeki komünist partilerini etkilemediğini göstermeye çalışırken, ABD her ülkeye müdahale etti. Etki alanları anlaşması buna olanak tanıdı. SSCB, Doğu Avrupa ile uğraşırken, emperyalizm karşı saldırıyı başlattı. Marshall Planı ve Truman Doktrini gündeme geldi.
Öte yandan bu ulusallık eğilimi ve emperyalistler arası çelişkilere “güven”, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de devrimin önünü kesti. Ulusal burjuvazi ile işbirliği yapmayı her ne pahasına olursa olsun (sermayenin bu oranda uluslararası nitelik kazandığı, kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu, bu kapitalist dünyanın sosyalizmi boğmaya kilitlendiği bir dönemde, olmayan ulusal burjuvalar varedildi) gerçekleştirmeyi kafasına koymuş “devrimciler”, iktidarı aldıktan sonra, emperyalizme daha “temiz” tarzda bağlandılar. Cezayir bunun en iyi örneklerinden biridir. Aslında bu gelişen devrimleri, burjuva dalkavukçuluğu, burjuva kuyrukçuluğu ile yönetmektir. “Ey dalkavukluk, ne güçlüsün, ne büyüksün, etkin ne kadar geniş.” (Cervantes, Don Kişot, II. Cilt, s. 250).
Ulusal Kurtuluş Savaşları, Ekim Devrimi sonrasında çok daha fazla sosyalist ton taşımak durumundadırlar. Hele hele II. Dünya Savaşı sonrasında, bu ülkelerde işçi sınıfının yetersizliği nedeniyle bu devrimlere “kapitalist olmayan kalkınma yolu” icat etmek, sosyalizmden açıkça söz etmek cesaretini yitirmek değil midir? Dünyada kapitalist ve sosyalist sistemlerin varolduğunu, bunlar arasındaki savaşımın belirleyici olduğunu söyleyeceksin, sonra bir ulusal kurtuluş hareketine “sosyalist yol” değil de, “kapitalist olmayan yol” önereceksin. İşte yeni ara formüller bulma girişimleri, sonuçları biliniyor.
Burjuva devrimler (örneğin Fransız Devrimi) uslanınca yayılma şansına kavuştu. Çünkü, devrim öncesinde, feodalizmin bağrında burjuva sınıf gelişim olanağı bulabiliyordu. Ama sosyalist devrimler “uslandıkça” çözüldü. Çünkü sosyalizm son sınışı toplumdan, sınıfsız topluma geçiş için vardır. Sosyalizmin dünyaya yayılması ve şiddetle yayılması zorunluluktur.
II. Dünya Savaşı sonucunda sosyalizm birinci olarak ulusallıkla izole edildi. Çünkü; bir sosyalist devrimin çevresinin beyaz ülkelerle çevrilmesi onu izole etmeye yetmez. Hem bu beyaz ülkelerin içinde kızılın dayanağı vardır, hem de bu beyaz çemberi aşıp uzağı, daha uzaktaki bir ülkeyi göğü fethe çıkmış görmek olanaklıdır. Nitekim bu izole alanının dışında devrimler yükseldi.
İzolasyonun beyaz bir çember yaratmak anlamına geldiği açık ise, birincisi bu çemberin sağlamlığı için, çember içindekinin (sosyalizmin) beyaz ülkelerin içindeki ideolojik etkisini de yok etmeyi gerektirdiği kesindir. İkincisi, bu ideolojik etkiyi yayacak olanı savunmaya itmek gerektiği de açıktır. İşte bu nedenle izolasyonun başarısının ya da başarılı bir izolasyonun ön koşulu, ideolojik ricattır. Sosyalizmde önce yaşanan bu ricat olmuştur. Teori enternasyonalist ve devrimci yönlerinden budanmıştır.
Böylece ikinci hastalığa sıra geliyor: Demokratizm.

2- DEMOKRATİZM HASTALIĞI

İdeolojik geri çekilişin politik alandaki yansıması demokrasidir. Sosyalizmden yüz çevirmenin biçimi, tekelci kapitalizm koşullarında demokrasiye sığınmaktır. Demokrasi, devrimcilerin sosyalizmden (günahlarından) yüz çevirip tanrının kutsal kollarına (kapitalizmin kutsal kolları diye okuyun) sığındıkları kilisedir. Bernstein, “demokrasi bir uzlaşmalar yüksekokuludur” derken ne kadar da haklıymış! Gerçekten uzlaşmanın demokrasi bayrağı altında gerçekleşmesi rastlantı değildir. Faşizme karşı birleşik cephe tezleri içinde burjuvazinin “demokrasi aşığı” (ama ne aşk) olanlarını ayırmak için ve bu cepheyi geniş tutmak için, faşizmi isteyenleri “en”lerle ayırmak bu değil midir?
Savaş boyunca bu uzlaşma anti-Hitler cephe olarak sürdü. Evet İngiltere ve ABD ile masaya oturulabilir. Ama İngiltere ve ABD demokrasi yanlısı güçler olarak savunulamaz. Eğer böyle saparsanız, Hitler saldırırken onu tüm emperyalist burjuvazinin ortak çıkarlarından ayırırsanız, sonra da Fransa’ya giren ABD askerine, FKP üyelerinin içleri buruk olsa da “kurtarıcı”, “demokrat” olarak bakmasını önleyemezsiniz.
Uzlaşma, bir devrimci savaşım boyunca kaçınılmaz olabilir. Ancak uzlaşmaların pratik tavizler olması durumunda, uzlaşma kabul edilebilirdir. Uzlaşmayı teorize etmek, işte kendini bitirmek budur. İngiliz, ABD, Alman, Fransız emperyalizminin sosyalizm karşısındaki tavrının özünde farklılık aramak, bu güçler arasındaki çelişkileri abartıp, kendi gücünü küçümsemek demektir. Nazi artıklarını anti-komünist savaşımın, kontr-gerilla savaşının öncüsü olarak örgütleyen “demokrat Amerika”nın, Hitler Almanyası’ndan ne farkı olabilir?
Faşizm tehlikesi ve tehdidi sosyalistleri “ellerindeki” demokrasiyi savunmaya itti. “Ellerindeki” terimini tırnağa alıyorum, çünkü sosyalistlerin ellerinde iktidarı alana kadar demokrasi yoktur, olamaz. Sadece sınıf savaşımına göre daralan, genişleyen bir düzen içinde mücadele kanalı vardır. Demokrasiyi tırnaksız kullanıyorum, çünkü burjuvazi için her zaman bir demokrasidir ve proletarya için demokrasi, proletarya diktatörlüğü dışında anlamlı değildir. Sosyalistler, burjuva demokrasisini, burjuvazinin bu “demokrasiye bile tahammül edemeyen” güçlerinin faşizm saldırısına karşı savundular. Devrim hedeŞ ise doğal olarak rafa kalktı. Aslında burjuvazi içinde bu denli çelişkiler, çatışmalar aramak ve faşizmi böylesi bir çatışmaya indirgeyerek ele almak, tarihi, sınıf savaşımları tarihi olarak değil de, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin savaşımlarının tarihi olarak ele almak anlamına gelir. Ülkemizde “sol Kemalist”, “sağ Kemalist” ayrımının bundan farkı yoktur. O nedenle, biz Anadolu devrimcileri, bu mantığı iyi tanırız.
Hatta haklarını almak için, “devletin yüce katında” tanıdıklar ve “derdini dinleyecekler” aramayı, savaşmaya tercih etmiş bir halkın içinden gelen solcular olarak, iyi paşa kötü paşa ayrımını bile yapmışızdır. Bu nedenledir ki devletin yüce katında anlayışlı birilerini aramayı reddeden, devlette iki kanal aramayı reddeden girişimleri “çılgınca” görmüşüzdür.
Anti-Hitler cephe altında komünist partiler Avrupa’da burjuva iktidarın (onlar demokrasi diyorlar) yeniden inşasında görev alıp, kendi silahlı birliklerini dağıtıp, savaşamaz duruma geldikten sonra, burjuvazi “iyi niyeti”ni kaybetti. Hemen komünistleri temizlemeye girişti.
Bir savaşta uzlaşma geçicidir. Kalıcı olan çatışmadır. Uzlaşma masasına oturan güç, bunu akıldan çıkarmamalıdır. Masadan kalktığında yeniden çatışmayı bir üst düzeyde başlatacak noktada değil isen, bunu kaybetmiş isen görüşme masasına güçlü oturduğun halde, ekmek kırıntılarına razı olmak zorunda kalabilirsin.
Ama biz sosyalistler “inatçı” insanlarız ve tüm bu gelişmeleri, burjuvazinin çocukluğuna verip, demokrasi için savaşmakta ısrar etmesini bildik. Bu demokrasi savunusu, nispeten barışçıl gelişen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile komünistleri de birbirinden kopardı. Avrupa işçi sınıfı, komünistlerce kapitalizmi savunmaya ikna edildi. Ardından, ekonomik gelişimin sağladığı nispî refah geldi. Bu koşullarda ancak güçlü bir ideolojik kopuş sınıfın yeniden yerini bulmasını sağlayabilirdi. O ise hiç olmadı. Bugün sosyalizmin çözülüşü ile Avrupa işçi sınıfının haklarına yoğun bir saldırı başlamıştır. Ama, eğer bir devrimci örgütlülük olmazsa, bir teorik kopuş yaşanması burjuva düzeni tehdit edecek bir işçi hareketi oluşturamaz. O nedenle demokrasi söylemi ile köprüleri koparmak gerekir.
Demokrasi söylemi devrimci kampta öylesine egemen oldu ki sosyalistler burjuva propagandanın da etkisi ile birbirini yeterince demokratik olmamakla suçladılar. Stalin, “çok adam kesti” diye eleştirildi. Demokrasi gözlükleri ile birbirine baktığında sosyalistler, düşman gözlükleri ile birbirine bakarlar. “Çok adam kesmek” eleştirisi bunun sonucudur.
Herhalde Stalin’in en az eleştirilmesi gereken noktası burasıdır. Biliniyor, devrim kan ile oluyor ve kan ile ilerliyor. Bunu atlayan, sınıf savaşımında burjuva yanılsamaları ile sadece sayıklar.
SSCB, Doğu Avrupa ülkelerinde demokrasiye aykırı uygulamalar olmadığını ispatlamaya çalıştı. Kapitalist dünyanın sosyalistleri, sosyalist ülkelerle “insan haklarının çiğnenmesi” ile öylesine “ilgilendiler” ki, yaşadıkları dünyaya da insan haklan gözlükleri ile bakmaya başladılar. İşkencelerde devrimciler öldü, kitleler kurşunlandı, dünyanın her yerinde darbeler gerçekleştirildi. Frankfurt havaalanının genişletilmesine karşı çıktıkları için hamile kadınlar kurşunlandı, uyuşturucu ve onu aratmayan modern medya her yanı hakimiyetine aldı. Tüm bunlara karşı çıkarken bile sosyalistler, örneğin Fransa’da sosyalizmde olmayacak olanlarla ilgili yazılı garantiler vermeyi seçti. Oysa bu bir ideolojik saldırıdır. Bu saldırı güçlü bir ideolojik, politik çıkış ile karşılanır. Öte yandan sosyalizmi çevreleyen ülkelerde beyaz halkın garantisi, bu ülkelerde işçi sınıfının da beyazlatılarak düzene dahil edilmesidir. Bu amaçla pek çok sosyal hak, Ekim Devrimi’nin ve II. Dünya Savaşı sonrası artan sosyalizm tehdidinin önünü kesmek için verilmiştir. Bu haklar bir yandan Avrupa’daki devletlerin kendilerini yeniden yapılandırmalarına (ki biz bu devletlere tekelci polis devleti diyoruz) olanak tanırken, diğer yandan da dünyanın çeşitli kapitalist ülkelerindeki sol hareketlerin, demokrasi ve anti-emperyalistlik ile başları dönmüş halleri ile bu devletleri “demokratik” olarak örnek seçmelerine olanak tanındı. “Bizde batı tipi demokrasi yok” söylemi bu özlemin açık ve derin bir ifadesidir.
Bilindiği gibi bir devletin yeniden yapılanması, ciddi bir kitle desteğini gerektirmektedir. Anti-Hitler koalisyonu, demokrasi söylemi altında bu desteği sağladı. Ve bu dönem içinde ciddi ekonomik krizler yaşanmamış olması, bu desteğin ömrünü uzattı.
Batı tipi demokrasi özlemi, devrimin gündeme geldiği veya gelmeye yakın olduğu zayıf halkalarda, mücadelelerin ufkunu daraltıcı bir etkiye sahip oldu. Böylece kendi burjuvazisi içinde batı tipi bir demokrasiye razı olanlarla ittifak yolları arandı. Aslında bu durum, ideolojik deformasyonun boyutlarına çarpıcı derecede açıklık getirmektedir. Tekeller çağında, emperyalizm çağında, faşizm sonrasında, CIA ve benzeri örgütlerin cirit attığı ülkelerde “demokrasi” görmek, hastalığın iyileşmez olduğunun kanıtıdır. Çözülüş sadece bizlere bu hastalığın boyutlarını açıkça gösterip, belki kendimizi kandırmamızı önlemiş olabilir. Eğer devrimde ısrar ediyorsak.

3- BARIŞ SAVAŞIMI

Üçüncü hastalık ise barış savaşımı hastalığıdır.
Bugün arkamıza baktığımızda açıkça görebiliyoruz ki, iki sistemin bir arada olma zorunluluğu var ise bunun adı “savaş içinde bir arada” olmaktır. Çünkü barış içinde bir arada olmak, emperyalist burjuvazi açısından değil, devrim ve sosyalizm güçleri açısından tavizdir.
Üstelik taviz, kendini buna inandırınca sizi de bitirecektir. Kapitalist dünya ekonomisinin, meta üretiminin yasaları geçerli oldukça bunlara karşı her yol ve araçla savaşmazsanız onlar sizi kendine uydurur. Bu anlamda iki sistem arasındaki savaşımımız temel olarak bir “ekonomik yarış”a indirgendi mi gerisi kendiliğinden gelecektir. İki sistemin barış içinde bir aradalığının taktiği, ekonomik yarış ve sosyalizme barışçıl geçiştir. Bu ise öznenin reddi, kapitalizmin kendi kendini bitireceğine olan “güvenin” tescilidir. Üstelik barışçıl geçişin ilk örnekleri olarak Doğu Avrupa ülkelerinden bazılarının seçilmesi, tamamen bir “teori uydurma” girişimidir.
Sosyalizmin kapitalizm karşısında ekonomik üstünlüğünü ispat etmeye kalkışmak, iki düzeni bir tarzıyla aynı zeminde ortaklaştırmaktır. Sadece ölçü birimleri (ekonomik yarışın kazanıldığının göstergeleri) ortak seçilirse bile, sonuç kapitalizm ve sosyalizm ayrımını birer ekonomik ayrıma indirgemek olur.
Emperyalizm bu ekonomik yarış mantığına soğuk savaşla yanıt verdi. Atom bombası, SSCB’yi tüm yeryüzünde barış için cepheler aramaya itti. Ama bu barış savaşımını sınıfsal temelden kopararak. Bir kere daha taktik, stratejiyi yuttu, aracı, amacı unutturdu. Atom bombası, seçilen savaşım yolu temel alındığında SSCB’yi ve sosyalizmi savunmaya itebilirdi. Tersi bir yol izlenseydi, tersine atom bombası emperyalizmin her ülkede birer Hitler’inin olduğunu göstermeye yeterdi.
Bu koşullarda SSCB’nin yeniden imarı barışçı bir süreci gerektiriyordu ve tüm strateji buna dayandırıldı. Öyle ki statükoculuk, istikrar savunuculuğu yapılmaya başlandı. İç savaşlar, yeni bir dünya savaşının kıvılcımı olur korkusu ile savunulmadı. İç savaşı reddeden bir devrim stratejisi, zorunlu olarak barışçıl bir devrim stratejisi oldu. Bunun istisnaları Sovyet etkisine uzak yerlerde ve onun desteğini almadan (başlangıçta) gerçekleşti. SSCB bu yeni devrimleri, yeni bir statüko adına savundu.
Böylece sosyalizm için uygun şartlar yaratılması ile uğraşıldı. Strateji bu olunca her cinsten kapitalist ülkede bir ara aşama keşfedildi ve sosyalist devrim uzağa itildi.
Dünyanın her ülkesinde “aşamalı devrim” teorisi ile Ekim Devrimi’nin gömdüğü Menşevizm ve ekonomizm yeniden diriltildi. Üstelik büyük çabalarla diriltildi. Her yerde “uygun koşullar” beklendi. Uygun koşulların adamı olmak, her şey bir yana, bir birey olarak da devrimci olamamaktır. Devrimci insan uygun koşullarda devrimci olmaz, her koşulda ve koşullara rağmen devrimcidir ve devrimcilik budur.
Yeni bir dünya savaşı korkusu yayılmaya başlandı. Aslında II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaratılan Berlin krizi ve Kore Savaşı gibi iki kampın birbirini ölçmesi ve yeni dünya savaşı korkusunun pekiştirici etkisi oldu.
Bu sürece bakıldığında, sanılmasın ki, emperyalizmin her şeyi planladığını söylüyorum. Tersine anlatmak istediğimiz çözülüş, yenilgi aslında emperyalizmin çabalarının değil, sosyalizmin içten çökmesinin sonucudur. Emperyalizm en güçsüz olduğu anda elde ettiği bu zafer nedeniyle hem sevince boğuldu, hem bunun yeni bir “oyun” olup olmadığını, geriye dönüşün yolunu her ne pahasına olursa olsun kesmek gerektiğini düşündü.
Dünya savaşı korkusu, emperyalizmin silahlanmayı tırmandırmasının ürünü değildir. Gerçekte SSCB’nin varolduğu bir dünya, III. Dünya Savaşı’na bugünküne göre çok ama çok daha uzak idi.
Silahlanma, emperyalist-kapitalist sistem için iki yönlü etkiye sahiptir. Bir yandan karların çok yüksek olması, pazarının garantili olması, tüketilmesine gerek kalmadan tüketilmiş konuma gelmesi gibi nedenlerle silah üretimi kapitalist ekonomiyi canlı tutmuştur. Özellikle 1945 sonrası dünya kapitalist ekonomisinde tam bir militarizasyondan söz etmek abartı olmaz. Diğer yandan ise, SSCB’nin kaynaklarını silahlanmaya ayırması sonucunu beraberinde getirecektir. Bu nedenle de dıştan kuşatmanın yanısıra, içte ekonomisine müdahale aracı işlevini de görmüştür.
Devrimciler gelişen kitle imha silahları sayesinde, dünyanın pek çok yerinde, devrime kalkışmanın III. Dünya Savaşı’nın suçlusu olmak anlamına gelip gelmediğine kafa yormuşlardır. Aslında hiçbir devrim karşısında bu tarz silahlarla durulamaz. Vietnam bunun en canlı örneğidir.
Barış, demokrasi, toplumsal ilerleme, sosyalizm şiarı, aslında statükocu, elindekini korumayı amaçlamış, ulusal sınırlarda hapsolmuş ve enternasyonalist devrimci yönünü kaybetmiş bir sosyalizm anlayışının şiarıdır.
Öyle görünüyor, elindekini korumayı tek başına hedef haline getirmek, elindekini kaybetmek pahasına onurlu bir savaşıma girişmeye hiçbir zaman tercih edilmemelidir.
Ne dün, ne bugün, ne de yarın kazanımlarla yetinmeyi seçmek devrimci ufku genişletmiyor.
Mitolojideki kuş örneğinde kuşun kendi küllerinden doğması için, kendini bütünü ile yakmış olması gereği, belki de çözülüş süreci sonrasına ışık tutmaktadır. Ama anlamak istemeyen yüreklerden daha sağırı yoktur.

 

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Ekim Devrimi Deneyimi Üzerine

Önceki Bölüm: Proletarya Diktatörlüğü Üzerine

Yenen vezir olurmuş, yenilen rezil. Ekim Devrimi’nin yenilgisi, biz devrimcilere ikincisini tattırdı. Bunun tek nedeni ise kuşkusuz yenilgi değil. Yenilgi ile birlikte, ama ondan çok daha etkili olanı, yenilginin biçimi oldu. Ne barikatlar kuruldu, ne çatışma oldu. Kızıl bayrak indirildi. Lenin’in heykelleri sanat eseri olabilecekleri için kurtulmuş oldu.
Ama yenilgi dalgası da umulduğundan kısa sürdü. Tüm dünya halklarını umutsuzluk ve yalnızlığa iten yenilginin daha uzun bir süre etkili olması beklenirdi. Oysa kapitalizmin derinleşen bunalımı, emperyalist merkezler arasında kızışan savaş, Batı Avrupa’da sosyalizme gidişi engellemek için işçilere verilen sosyal hakların gasp edilmeye başlanmasıyla birlikte sosyalizmin çekiciliği yeniden artmaya başladı. Bu yeni yükselişi eski sosyalist ülkelerde de görmek mümkündür. SSCB’nin varlığı koşullarında birbirine yapışan (her güç, düşmanlarını yapıştırıcı bir etkiye yol açar, yapışmayı önlemek, düşmana yeni yenilgiler tattıracak saldırılarla olur) emperyalist merkezler birbirinin boğazını sıkmaya yöneldi, dengeler değişti, istikrarsızlık arttı. Tüm kapitalist dünyanın, en başta da ABD’nin dış politikası çöküyor. Somali ve Haiti’de olanlar Vietnam send-romunu canlandırıyor.
Yeni yükseliş dalgası, Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar üçgeni, Afrika ve Latin Amerika’dan geliyor. Dünya komünist hareketinin görevi ise, bu üç bölgeden gelen dalganın birbirini ateşleyeceği koşulları çok iyi gözlemek ve birlikte bir kalkış gerçekleştirmektir. Bu görev, bugün, dünya komünist hareketinin dağınıklığı koşullarında, hayal gibi görünebilir. Ancak olayların hızı, bu hayalin hiç de uzak bir geleceğe ait olmayabileceğini, en önemlisi onu yakınlaştırmanın elimizde olduğunu gösteriyor.
Tam bu noktada Ekim Devrimi’nin bıraktığı miras son derece büyük önem taşıyor. İnsan gözlerini geleceğe çevirirse, kazanmak için yola çıkarsa, geçmişteki miras da onun pratik faaliyetinin nesnesi haline gelir ve bu miras doğru değerlendirilir. Eğer birileri tarih yorumcusu olmak adına bu “mirası” inceleyip, sosyalizmin niye çöktüğünü bize anlatabileceğini söylüyorsa, bizim böylelerine yanıtımız, savaşmak istemeyenlerin mirasımızı sahiplenmeye hakkı olmadığı yönündedir.
Bu sözde aydınca çaba, binbir tarafsızlık narası ile birlikte Ekim Devrimi’ne sövmekten başka sonuç vermiyor. Gelecek için savaşmayanın geçmişten alacağı ders de yoktur. Sınışar savaşımının bu kadar keskinleştiği, burjuvazinin ideolojik egemenliğinin pekiştiği bir ortamda, biz yine Marx’ın ünlü sözlerini hatırlamalıyız: “Şlozoşar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bugün, bu ünlü tezde ifade edilen gerçeği unutup, dünyayı yorumlama işine soyunanlar, yenilginin soytarısı olmaktan öteye gidemezler.
Ekim Devrimi mirası, nasıl bir sosyalizm sorusu açısından son derece zengin bir malzeme sunmaktadır. Yazık ki, bize bu mirası eleştirel bir gözle incelemeyi yenilgi öğretti. İnsanın kendisine gelmesi için tokat yemesi gerekiyorsa, bu tokadın dosttan gelmediği yerde, onu düşman atacaktır. Olan budur. Elbette tokadın düşmandan gelmesi, pek çoklarının akıllarını başlarına toplayacağına akıllarını yitirmelerine, sosyalizmin olabilirliğinin sorgulanmasına yol açtı. Zaten varolan teorideki sorunlar ve tahrifatların boyutları hızla artıyor. Hem tahrifata karşı savaşmak, hem de kendi mirasımızı eleştirel bir gözle incelemek nasıl bir sosyalizm sorusu açısından özel bir önem kazandı. Yani Ekim Devrimi deneyiminin incelenmesi, hem teorik, hem de ideolojik açıdan son derece önemli olmaktadır.
Ekim Devrimi ile ilgili başlıca değerlendirmeler “erken doğum”, “mevsimsiz devrim”, “zaten varolan hiç sosyalizm olamadı ki, yenilen sosyalizm olsun”, “1956’dan beri SSCB zaten sosyal emperyalist bir ülkeydi” vb. biçimindedir.
Tüm bu değerlendirmeler bizce geleceğe bakmaktan uzaklık noktasında kesişmektedirler. Kazanmayı göze almayanlar böylesine kaba ve bilimdışı değerlendirmelerle olayı geçiştirebilirler.
Tüm bu değerlendirmeler ise, sonuçta yenilgiyi açıklamak ve ayakta kalabilmek için teorinin iğdiş edilmesi ve 70 yıllık mirasın kenara itilmesi ile birlikte yürümektedir. Erken doğum ve mevsimsizlik değerlendirmesi dünya devrimine bir bütün olarak bakmamanın ürünüdür. Bu bakış, sınıf savaşımına ekonomik gelişim olarak bakmaktır. Böyle olunca, yokluklar ve yıkıntılar arasında mucizeler yaratarak 70 yıl ayakta kalabilmeyi açıklamak olanaksızlaşır.
Gerçekte bu bakış, toplumsal olayları biyolojik olaylar gibi algılamaktır. Bir toplumsal devrimin de bir saati vardır elbette. Ama bu devrim saati insanoğlunun hamilelikten sonra doğum yapması gibi değildir. Kaldı ki, bir devrim gerçekleşmiş ve 70 yıl gibi (ya da bazılarına göre 1956’ya kadar) sosyalist olarak yaşamış ise, ona erken demek artık şarlatanlık değil midir? K. Kautsky, henüz bir Marksist iken, 1905’lerde mevsimsiz devrim korkusunun sona ermesi gerektiğini, artık mevsimin geldiğini yazıyordu.
Gerçekleşmiş ve en azından bir dönemine kadar (bu tarih, örgütten örgüte değişiyor) sağlıklı yoldan yürümüşse, “erkenlik” yenilgiyi açıklamaz. Ya da şöyle soralım, bugün bir sosyalist devrim gerçekleşse, bunun erken bir devrim olup olmadığını anlamamız için kaç yıl beklememiz uygun görülüyor? Bu anlayış, erken olur korkusu ile devrime kalkışmaya yönelemez, kazanmayı göze alamaz.
Elbette bu anlayış devrimin geri bir ülkede olduğu için yenildiği anlayışına ve yaşananın zaten hiçbir zaman sosyalizm olmadığı anlayışına yönelmek durumunda kalır. Böyleleri devrimi Lenin’in iradesinin (ihtiraslarının vb.) sonucu olarak ele alırlar.
Tüm bu sayılanlar içinde yenilgiyi açıklamasa da gerçek olan bir şey var: O da Ekim Devrimi’nin geri bir kapitalist ülkede doğduğudur. Ama yenilgiyi buna dayandırmak, sınıf savaşımını ekonomik olgulara indirgemek olur.
SSCB’nin ve dolayısıyla, yenilenin sosyalizm olmadığı anlayışına gelince; aslında kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin üç aşamalı olduğunu, birincisinin proletarya diktatörlüğü, ikincisinin sosyalizm ve üçüncüsünün de komünizm olduğunu ileri sürüyorlar ve buna kanıt olarak Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde yazdığı yanıtı gösteriyorlar. Marx, burada, komünizmin birinci, alt aşaması olarak sosyalizmden söz ediyor. Öyleyse bizim bu yeni akıl hocalarımız, bu yeni yorumcularımız akıl yürütebilirler ve başlıyorlar: “Komünizm sınıfsız bir toplumdur. Sosyalizm onun alt aşaması olduğuna göre o da sınıfsızdır. Sınıfsız toplumda da devlet olmaz.” Hemen bizim yeni akıl hocalarımız devam ederler, o halde sosyalizmde devlet yoktur. Proletarya diktatörlüğünün de Marx tarafından yine aynı yerde kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal biçimi olarak dile getirildiği biliniyor. O halde bizim yeni yorumcularımız akıl yürütürler ve derler ki: Demek ki, devlet olmayan sosyalizmden ayrı bir aşama olarak proletarya diktatörlüğü aşaması var. İşte onların düşüncesine göre yenilen proletarya diktatörlüğüdür, yoksa sosyalizm değil.
Gariptir ki, herkes proletarya diktatörlüğüne saldırıyor. Ve artık proletarya diktatörlüğünü reddetmek yerine, sözde onu kabul edip, onu sosyalizmden koparmak öne çıkıyor. Şimdi bizim bu çok bilmiş, çok okumuş “Marksistlerimiz” biraz düşünselerdi, bize şu soruların yanıtlarını vermek zahmetine yönelirlerdi. Birincisi; iki sınıfsız toplum olan sosyalizm ve komünizm arasındaki fark nedir? Eğer sınışar ortadan kalkıyorsa, niye iki ayrı “toplum” gerekiyor ve birinden öbürüne geçişi ne belirliyor? İkincisi; proletarya diktatörlüğü bir devletse ve bu devlet sosyalist aşamanın devleti değilse, hangi sosyo-ekonomik gerçeklik üzerine yükselir ve bu sosyo-ekonomik biçimin adı nedir?
1956 sonrasını ele alarak değerlendiren anlayışlar (modern revizyonizm ve sosyal emperyalizm) ise tarihi, süreçler bütünü olarak ele almıyor. Çürümenin belli bir dönemini alarak, öncesini “temizliyor” ve sonrasını çamurluyor. Olaylara ak ve kara olarak bakıyor. ÇKP kökenli bu bakış diyalektik değildir. Hem sosyal emperyalizm, hem de modern revizyonizm artık temsilcileri tarafından da savunulmuyor. Sosyal emperyalizmin işini, çözülüş sonrası dönemde çarlık özlemleri kabaran Rusya’nın emperyalist hevesleri bitirmiştir. Modern revizyonizm (1956 sonrasını böyle açıklayan görüş), gerçekte sosyal emperyalizm bozması bir görüştür ve en az onun kadar mekaniktir. Ülkemizde bu görüşü savunan gruplardan biri olan Ekim grubunun modern revizyonizmin başlangıç tarihini 1936 yılına çekmeye yönelmesi bu metaŞzik, mekanik anlayışın terki anlamına hiç gelmiyor. Tarih milatlarla açıklanıyor. Herkes işine gelen parçasını alıyor, gerisini atıyor. Bu “söylemin gücü”nü abartan, sınıf savaşımını nesnelliğinden kopartan anlayışın tarih alanındaki yansımasıdır. Bu anlayış, sürecin tümünü eleştirel bir gözle değerlendirmekten öcü gibi korkan bir anlayıştır.
Tüm bunlar, bu kısa özette bile, bize gösteriyor ki, yenilgiyi açıklama girişimleri, eğer geleceğe yönelinmiyorsa, sonuçta tahrifattan başka bir sonuca varamıyor.
Tartışmanın ilerletici olabilmesi açısından, biz konuya biraz daha farklı bakmaya çalışacağız. İşin zorluğu, Ekim Devrimi’nin büyüklüğünden geliyor; geleceğe koşmanın, çok daha büyük projeler için işe soyunmanın büyüklüğünden geliyor.
Bu zorluk nedeniyle, Ekim Devrimi derslerini, onun bize öğrettiklerini belli başlıklarla inceleyeceğiz.

1- SOSYALİST DEVRİMİN TARİHTEKİ YERİ
Birinci olarak, sosyalist devrimin tarihteki yerine bakmamız gerekiyor. İnsanın tarihi, onun giderek yaşama müdahalesinin arttığını gösteren bir tarihtir. İnsan her yeni sosyo-ekonomik sistemde kendi tarihine de daha fazla katkıda bulunur. Bu, insanın artan rolü, onun geliştirdiği örgüt modellerinde de görülebilir.
İlkel toplumdan köleciliğe geçişte, kölecilikten feodalizme geçişte ve feodalizmden kapitalizme geçişte devrimler giderek daha görkemli olmaya başlamıştır. “İlkel toplumdan köleciliğe geçiş devrim midir?” diye soranlar, elbette devrim derken en az, Fransız Burjuva Devrimi kadar görkemli bir yükseliş anlıyorlar. Doğru bakış göstermektedir ki, her sosyo-ekonomik sistemin kuruluşuna yol açan devrime oranla, onu tarihteki yerine gönderen devrim çok daha görkemlidir. Elbette, bu aynı zamanda her yeni devrim döneminde insanın artan rolüne işaret etmemizi gerektirir.
Bu vurgumuzdan bazı yanlış sonuçlar çıkartılmasını önlemek için bir noktanın altını çizmek gerekir. Devrimler sınışarın ve kişilerin iradelerinden bağımsız olarak gündeme gelirler ve bununla birlikte devrimler belli bir sınıfın ya da sınışarın çıkarlarını dile getirirler. Devrimin gerçekleşmesi, iktidardaki sınıfın alaşağı edilip yeni bir sınıfın eski topluma son vermek üzere iktidarı ele geçirmesidir. Öyleyse, devrim sınıftan bağımsız bir insan grubunun eylemine indirgenemez. Bu idealist bir bakış olur. Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişimi salt evrimlerle açıklayan anlayış ile çeliştiği kadar devrimi sınıftan kopartan, bir grup insanın eylemine indirgeyen anlayışla da çelişir.
Başlangıçta devrimci parti sınıf içinde çok zayıf bağlara sahip olabilir. Ama devrimin gerçekleşmesi, devrimci partinin sınıfa doğru biçimde önderlik etmesi, onun sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplaması ile olanaklıdır.
Sosyalist devrimler, devrimlerin en görkemlileridir. Sınıf savaşımları, modern toplumda en gelişmiş, en keskin biçimiyle vardır. Modern toplum, kapitalizm, sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu çok net biçimde görmemizi sağlıyor. Bu açıdan teorik bakış gelecekten düne doğrudur. Gelecek için bugünü incelemek, bugünü incelerken dünü kavramak biçimindedir. “Burjuva toplumu,” diye yazıyor Marx, “üretimin en gelişmiş ve en çeşitli tarihsel örgütlenmesidir. Bu bakımdan, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve onun yapısını anlamamıza olanak sağlayan kategoriler, aynı zamanda, burjuva toplumunun kalıntıları ve öğeleriyle kurulmuş olduğu ve bu kalıntılardan bir kısmı henüz aşılmadığından, içinde hâlâ taşıdığı ve bunların basit işaretlerinin gelişerek tam anlamlarına kavuştukları vb., kaybolmuş olan bütün eski toplum biçimlerinin, yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bir Şkir edinmemize de olanak sağlar. İnsanın anatomisi, maymun anatomisinin anahtarıdır. Aşağı hayvan cinslerinde, daha yüksek bir biçimin müjdeleyicisi olan işaretleri, ancak bu yüksek biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak mümkün olmuştur. Böylece burjuva ekonomisi, bize, antikçağ ekonomisinin vb. anahtarını vermektedir… Toprak rantını bildiğimiz zaman, haracı, öşürü anlamak mümkündür. Ama bunları aynı şey saymamalı.” (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, s. 273).
Modern devlet en gelişmiş devlettir, modern sınıf savaşımı en gelişmiş sınıf savaşımıdır ve sosyalist devrim en gelişmiş devrimdir. Sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu söyleyebilmek için, kapitalist toplumun ortaya çıkması, sınıf savaşımının tüm toplumu baştan aşağı sarması gerekirdi. Öyle ki 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, keskinleşen sınıf savaşımının sonucu olarak, ütopik sosyalistler, sistemi yıkmanın gerekliliğini görebilmeye başlamışlardı.
Sosyalist devrim, devrimlerin en görkemlisidir. Ama 1789’da, Fransız Devrimi için de aynı şeyi söylemek mümkündü ve bu doğruydu da. Çünkü; Fransız Devrimi, gerçekten kendisine kadarki devrimlerin en görkemlisidir. O halde sosyalist devrimin asıl ayırt edici yanı nedir?
Sosyalist devrim, kapitalizmden komünizme, sınışı toplumların en gelişmişinden sınıfsız topluma geçişin başlangıcıdır. Kendisinden önceki tüm toplumsal devrimler, sonuçta insanın insana köleliğine son vermedi, sömürüye son vermedi. Bu devrimlerde egemen sınıf, üretim araçlarının sahibi olan sınıf değişti. Köleci toplumda egemen sınıf olan kölelerin yerini, feodal beyler aldı. Onların yerini ise, burjuvazi aldı. Ama sömürü hep sürdü. Değişik biçimler altında insanın köleliği sürdü.
İşte sosyalist devrimlerin ayırt edici yönü, onu tüm devrimlerden ayıran yönü burada netleşiyor. Sosyalist devrim, sömürülen sınışarın işçi sınıfı önderliğinde sömürüye son verme kalkışmasıdır. Proletaryanın göğü fethetme savaşımıdır. Onun görkemi, insanlığın önünde açtığı bu yeni ufuktan gelir. Proletaryanın tarihsel rolü de budur, proletarya kendisini ancak tüm toplumu kurtararak kurtarabilir. Köle sahibinin varlığı, köle sınıfının varlığını gerektirir. Kapitalist sınıf, işçi sınıfı ile birlikte vardır. Proletarya, varlığı nesnel olarak, bir başka sınıfın veya sınışarın sömürülmesine bağlı olmayan bir sınıftır. Tüm sınışarın, sınıf karşıtlıklarının ve bunun ürünü olan devletin ortadan kaldırılması onun çıkarlarında ifadesini bulur.
İşte, sosyalist devrimin ayırt edici yönü onun niteliğidir. Burjuva devrimler, belli bir noktada, belli koşullar altında, eski egemen sınıf ile uzlaşma yolunu seçebilirler. Çünkü burjuvazi de, feodal soyluluk da, sömüren, bir anlamda farklı tarihsel dönemlerde yaşayan “kardeş” sınışardır. Onların çatışması uzlaşma ile sonuçlanabilmektedir. Elbette sonuçta feodal soyluluk tarih sahnesinden sınıf olarak silinmektedir. Ama ne zaman ki burjuvazi, karşısında kendi mezar kazıcısı proletaryayı bulmuştur, o andan itibaren feodal soylulukla kolkola girmiştir, uzlaşmıştır.
Ancak, işçi sınıfı, eski egemen sınıfı (burjuvaziyi) devirirken onunla uzlaşamaz. Bu, çatışmanın, kavganın çok daha şiddetli geçeceğini gösterir. Proletaryanın, burjuvaziye karşı sosyalizm için yürüttüğü kavga, gerçekte burjuvazi şahsında tüm sömürücü sınışara karşı yürüttüğü kavgadır. Bu kavga, tarihin yeniden yazılmasıdır. Bu kavga, insanın gerçek anlamıyla insan olacağı komünist toplumu kurmanın, insan olmanın kavgasıdır. Görkemi buradan gelir. Onun için her türden gericilik sosyalizm savaşımı karşısında tereddüt etmeden yerini alır.
İşte bu nedenle bu kavgada işçi sınıfı, tarihteki tüm örgütlenme modellerini aşan örgütlenmeler yaratır. Parti biçimindeki örgütlenme modern sınışarın, proletarya ile burjuvazinin arasındaki sınıf savaşımının ürünüdür. Sosyalist devrim insanın, insanlaşma sürecindeki büyük sıçramalarından biridir.
Sosyalist devrimin öncü gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bu kavgada egemen sınışa hiçbir uzlaşmaya (stratejik açıdan) giremez. Onun bu kavgadaki mütteŞkleri kimlerdir? Sanırız en önemli noktalardan birisi buradadır.
Marksizm-Leninizm, bilim, bizlere somut durumun somut tahlilinden hareket etmeyi öğütler. Teorinin dogmalaşmasını önleyen budur. Sınıf savaşımı, sınışarın savaşımı olduğuna göre, bu savaşımda gerçekleşen her çarpışma, atılan her adım bir gün sonrasının nesnelliğini oluşturduğuna göre, somut durumun somut analizi olmadan yürünemez.
Bu noktada Ekim Devrimi’nin üzerinde yükseldiği iki temel noktanın üzerinde duralım. Bunlardan birincisi, demokratik devrimin sosyalist devrime bağlanması, ikincisi ise, devrimin omurgasının işçi köylü bağlaşıklığı olmasıdır.
Her olay, her süreç, genel ile özelin birliğini içerir. Ekim Devrimi’nde genel olan ile, o ana, o devrime özgü olanı birbirinden ayırmayı bilmeden, ondan bir şey öğrenemeyiz.
Rusya’nın 1880’lerin başlarındaki somut durumunu analiz eden Bolşevikler, kuru formülasyonlar yerine, somut durumun analizine dayanan sloganları öne çıkardılar. Yaklaşan devrimin burjuva niteliğini görmek konusunda Bolşevikler ve Menşevikler ayrılmıyorlardı. Ama Bolşevikler, Menşeviklerin tersine, gelişen burjuva devrim karşısındaki proletaryanın elini kolunu bağlayarak seyirci (aşırı muhalefet partisi) olarak kalmasına şiddetle karşı çıktılar. Gelişen devrimi, kesintisiz sosyalist devrime dönüştürmenin yolunu gösterdiler. Çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidarı alması ile yetinmeyi öğütleyen Menşevik anlayış, bu yolla tam bir burjuva kuyrukçuluğu anlayışına otururken, Bolşevikler ileri gitmenin somut yolunu gösterdiler.
Peki nedir bu yol? Bolşevik anlayış, işçi sınıfı ve köylülüğün ittifakına dayanacak bir demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşebileceğine işaret ediyordu. “İşçi köylü ittifakı devrimin omurgasıdır” derken, Lenin, tam da Rusya’nın bu özgün yönüne işaret ediyordu. Bu ittifakın, ancak proletaryanın öncü devrimci partisinin varlığı ile mümkün olacağının altı çiziliyordu.
Bizler buradan, köylülüğün henüz parçalanmadığı, burjuva demokratik devrimi (burjuvazinin iktidarı almış olması anlamında) yaşamamış ülkelerde bu stratejinin geçiciliğini çıkartabiliriz. Aynı biçimde böylesi bir devrimi yaşamış, köylülüğün ayrıştığı (yoksul köylülük, zengin köylülük ayrımının, kapitalizmin tarımda gelişimine bağlı olarak, tarımın temel görüntüsü haline geldiği) ülkelerde işçi köylü ittifakının olanaksız olduğunu da anlamalıyız.
Proletarya, önderi olacağı her devrimde, devrimin karakterine uygun olarak ittifaklara sahiptir. Ama, dünya devrimci hareketi, bulunulan ülkenin somut durumunu bir yana bırakarak, Bolşeviklerin sloganlarını şablon haline getirdi. Her ülkede işçi köylü bağlaşıklığı devrimin omurgası ilan edildi. Her ülkede, sosyalist devrimden önce bir tür demokratik devrim (ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi, ileri demokratik devrim (anti-tekel mücadele) gerekliliği “zorunlu” ilan edildi. Lenin’in, Bolşeviklerin ağzında 1917 Rusya’sı için kesintisiz devrimin sloganları olan bu iki nokta; 1930’lardan sonra, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Menşevik aşamalı devrim anlayışının yeniden diriltilmesinin yolu oldu.
Bizler 1917 Ekim Devrimi’nden, devrimin yolu, ittifaklar vb.nin somut analizden çıkartılması gerektiğini öğrenmeliyiz. Demokratik devrimin, burjuvazinin iktidarda olmadığı ülkelerin sloganı olduğunu (veya bir ülkenin işgali altındaki ülkelerin kurtuluş savaşlarının sloganı) öğrenmeliyiz.
Ekim Devrimi’nin yenilgisi, eğer dünya devrimci hareketinin yenilgisi olarak ele alınacaksa, bu noktalar son derece önemlidir. Yenilginin uluslararası bir yenilgi olduğu düşünülürse, bu devrim anlayışı ve ittifak politikasının yenilgiyi hazırlayışı es geçilemez. Halk cephesi, halk demokrasisi bu politika ile yakından ilişkilidir. Dünya devriminin başlangıcı olarak Ekim Devrimi, dünya devrimci hareketinin çürümesi sonucu yenilmiştir. Ama bu çürüme en çok, dünya devrimci hareketinin “önderi”, Ekim Devrimi’nin mimarı olan partide yaşanmıştır.
Paris Komünü deneyimi üzerine yükselen Ekim Devrimi, partinin, devrimci öncünün önemini kavramanın ve devlet çarkını parçalamanın zorunluluğunu görmenin en açık ifadesidir. Ekim Devrimi partinin öneminin altını çizerek zafere ulaştı. Partinin devrim savaşımındaki önemi, biz Ekim Devrimi’ni yaşamış bir dünyanın devrimcileri için son derece açıktır. Bu önem sadece işçi sınıfını iktidara taşıyıp, kapitalizmi yıkarken ortaya çıkmıyor. Aynı önem, sosyalizmi kurarken ve sosyalizmin yenilgisi sürecinde de görülüyor. Parti sınışa bağlarını kopartıyor, partiye kendini düşünen, devrimle zerre kadar ilgisi olmayan unsurlar çullanıyor. Parti, savaşım aracı olmaktan çıkıyor ve mevki edinmenin biricik yolu oluyor. Ona dinamizmini veren, yeni toplumun kuruluşu ve bunu gerçekleştirecek olan işçi sınıfı ile bağları değil, işçi sınıfı adına davranan ve omuzlarında apoletlerden yer kalmamış, bürokratlaşmış liderler oluyor. Böylece çürüyen bir parti, devrimin yenilgisinin bizzat aracı oluyor. Bu nedenle de yenilgi, çetin çarpışmaların ardından gelmiyor. Devrim satılıyor, devrimle birlikte, tüm değerler parçalanıyor. Partinin çelik disiplini altında devrime yürürken ortaya çıkan ve yeni insanın embriyonu olabilecek özellikleri taşıyan devrimci insan kayboluyor. Yerine değersiz, yüzsüz, tek değeri para olan kokuşmuş kişilik geçiyor.
Lenin de dahil, Bolşevikler, Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimleri ile tamamlanacağını düşünüyorlardı. Tersi durumda, eğer Ekim Devrimi sadece SSCB’de sınırlı kalmak durumunda kalırsa (ki öyle olmuştur) işlerinin çok zor olduğunu görüyorlardı. Bu nedenle de, 1921 yılına kadar dünya devrimine yüklendiler. Devrimin ateşinin tutuştuğu Avrupa’da devrimde proletaryaya önderlik edecek partilerin yokluğu, hemen Enternasyonal’in yeniden organize edilmesi ile doldurulmaya çalışıldı. Enternasyonal’in cesedi politik planda dünya devrimci hareketinin önünden kaldırıldı. Ama 1920 yılına gelindiğinde Avrupa devrimleri yenilmeye başlamıştı bile.
Yine Lenin’in emperyalizm analizi ile sıkı sıkıya bağlı olarak öne sürdüğü “zayıf halka” tezi de ciddi öneme sahiptir.
Ekim Devrimi, bunun verdiği bilinçle yakından bağlantılıdır. Devrimin ekonomik gelişmişliğe birebir bağlanamayacağını, devrimin etkisinin emperyalizm çağında artan eşitsiz gelişime bağlı olarak, en zayıf halkadan başlayacağı görüşü günümüz açısından da önemini korumaktadır.
Bu nedenle “erken doğum”, “geri bir ülkede devrim elbette yenilir” biçimindeki değerlendirmeler, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak algılamamaktır. Bunun sonucu olarak eşitsiz gelişim yasasını anlamamaktır. Ve nihayet devrimi kaba ekonomik bir olgu olarak algılamaktır.
Bolşevikler, dünya devrimi perspektiŞni asla terk etmediler. Bunun sonucu olarak, Avrupa’da devrim yenilmeye başlayınca, Enternasyonal, Lenin, gözlerini doğuya dikti. Emperyalizme bağımlı ülkelerde gelişen ve Ekim Devrimi’nin ateşinden etkilenen ulusal kurtuluş mücadelelerine yöneldi. Bu devrimlerin, Avrupa’yı (emperyalist metropolleri) zayışatacağı görüşü elbette hayal değildi. Ama Avrupa’da devrimin dibe vurduğu kesinleşince, SSCB’de süren iç savaşın da etkisiyle, İngiliz emperyalizmi ile masaya oturuluyor, 1920’de birincisi toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nın ikincisi hiç toplanmıyor.
Sosyalist devrim, tarihsel olarak en gelişmiş ve en son sınışı toplumdan sonra geliyor. Onu mezara göndermeye geliyor. Kapitalizm uluslararası bir sistemdir ve sosyalist devrim, sosyalizm savaşımı özü gereği uluslararası bir karaktere sahiptir. Dünya devrimi perspektiŞ buna, komünizmi kurma amacına bağlı, bir perspektiftir. Sosyalist devrimi diğer devrimlerden ayıran özelliklerin doğal sonuçlarından biri de budur. Öyleyse devrimin sürekliliği, bir yönü ile zayıf halkadan başlayan zaferin diğer ülkelere yayılmasını, diğer yönü ile içeride devrimin sürekliliğini birlikte anlatır.
Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi yenilince, devrim içeride süren iç savaş nedeni ile de geri çekiliyor. Geri çekilme NEP ile ekonomik biçimini alıyor. NEP, aynı zamanda, köylülüğün devrimi nasıl geri çekebileceğinin de kanıtını sunuyor. En önemlisi ise NEP’in sonuçlarından birisinin köylü ideolojisinin, bir tür halkçılığı destekleyen ideolojilerin yaşam şansını arttırmasıdır. Bunu 1930’larda net görebiliyoruz. Tam bu yıllar, uluslararası planda emperyalizmin devrime saldırılarının arttığı yıllardır ve bu saldırı faşizm biçiminde ortaya çıkmıştır. Faşizme karşı savaşım, devrim hedeŞnin (sosyalizm hedeŞ anlamında) geri çekilmesi ve Faşizme Karşı Birleşik Halk Cephesi adı altında ittifak politikalarının, burjuvazinin bazı kesimlerinden mütteŞk aramaya dönüşmesi sonuçlarını veriyor. Sihirli (ne olduğu tam belli olmayan) halk sözcüğü, sınıfın öncü rolünü gölgede bırakıyor. Elbette bu süreç bazı nesnelliklerden güç alıyor. Faşizme karşı savaşıma katılan çeşitli burjuva katmanların varlığı, Çin’de halk savaşının başarısı, halk demokrasileri, halk sözcüğünün gücünü arttırdı.
Nihayet halk sözcüğü, sosyalizm savaşımını işçi sınıfından koparma noktasına geldi. Böylece sınıfın tarihsel misyonu tartışmaya açıldı. Andre Gorz “elveda proletarya” dedi. Laclau ve diğerleri işçi sınıfı öncü değildir, öncü herkestir (yani hiç kimsedir) noktasına geldi. Avrupa komünizmi de bir adım daha atarak, sosyalizm projesini, seçmen çoğunluğunun oylarını almaya bağladı. Elbette süreç bu denli sancısız olmadı.
Tüm bu süreç boyunca yürütülen yiğitçe savaşım, gösterilen kahramanlıklar unutulur cinsten değildir. Ama tüm bunlara rağmen yenilgi, en başta ideolojik planda başlamıştır.

2- EMPERYALİST KUŞATMA VE SOSYALİZM
İkinci nokta; Ekim Devrimi’ne karşı emperyalizmin yürüttüğü kuşatma siyaseti ve iki sistemin birbirini etkilemesine ilişkindir.
Devrimin, dünya devrimine yükselmesinin durması, bir uluslararası yenilgidir. Ama bu yenilgi SSCB’nin doğuşu, ayakta kalmış olması nedeni ile kısmi bir yenilgidir. Yenilgi ile birlikte, daha önceden Ekim Devrimi’nin gelişiminin dayandırıldığı perspektif (Avrupa Devrimleri) geri düşmüştür. Yepyeni bir durum ile karşılaşılmıştır.
Birincisi, İngiliz emperyalizminin liderliğinde, tüm kapitalist dünya Ekim Devrimi’ni kuşatmıştır. İngiliz emperyalizminin liderliğindeki bu kuşatma siyaseti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde gerçekleştirilen soğuk savaşın anasıdır, temelidir.
İkincisi, tam bu dönemde ülkede süren iç savaştır. Bu iki neden devrimi ölüm-kalım mücadelesi ile yüzyüze getirmiştir. Devrim, nice neferini bu iç savaşta kaybetmiş, partinin en militan kadroları biçilmiştir.
Bu noktada, ya yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar SSCB’nin bir mevzi olarak elde tutulması gerekiyordu ya da hemen o an nasılsa tek ülkede komünizme geçilemez diyerek (tüm dünya devrimci hareketine de peşinen bir güvensizlik beslemenin sonucu) teslim olmak gerekiyordu. Doğal olarak Ekim Devrimi ile göğü fethe kalkışan proletarya, SSCB proletaryası eliyle birinci yolu, tek onurlu yolu seçti.
Böylece, sanıldığından daha uzun bir süre kapitalizm ile “aynı dünyada yaşama” sorunu gündeme geldi. Üstelik artık Rusya’nın geri kalmışlığından gelen sorunları çözmek için Avrupa devriminin tekrar yükselişini beklemek, bu arada elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak da mümkün değildir.
Ekim Devrimi’nin dünya burjuvazisine karşı, dünya devrimi için bir mevzi olarak varlığını sürdürebilmesi, yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar ayakta kalabilmesi hiç de kolay görünmüyordu. Ama buna rağmen, kimse Lenin ve yoldaşlarını, SBKP’yi, teslim olmadığı için suçlayamaz. Bu suçlamanın sahipleri, bugün kaybedilmiş bulunan mevzinin önemini kavramış görünmüyorlar. Elbette onların tarihleri de olmaz. Tarihi olmayanın geleceği de olmaz.
Marx ve Engels başlangıçta, devrimin kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ve Avrupa çapında (ve tek bir ülkede değil, birbirini izleyen birkaç ülkede) gerçekleşeceğini söylüyorlardı. Ama emperyalizm çağı ile birlikte, kapitalizm bir dünya sistemi oldu. Bu durum, eşitsiz gelişimi daha da hızlandırdı ve devrimin nesnel koşullarını, tam olgunlaşmamış olsa da tüm ülkelerde ekonomik planda oluşturdu. Böylece devrimin emperyalist sistemin en zayıf halkasından başlayarak diğer ülkelere sıçrayacağı görüşü, bu dahice görüş geliştirildi.
Ama pratik böyle gelişmedi. Bugün bu görüş yine geçerlidir. Ama pratik yine böyle gelişmeyebilir. Elbette bunu anlamak için pratikte gelişmesinin niye farklılaştığına bakmak gerekir. Devrim, Marksizm-Leninizm’de bir özne tarafından gerçekleştirilir. Tarihin uzun pratiği de bunu kanıtlamıştır. Bir bölgede başlayan devrim (örneğin Kürt Devrimi), diğer parçaları etkilerken, diğer parçalarda devrimci öncü bir partinin, bir öznenin varolması ile olmaması durumunda etki değişmeyecek midir? Elbette değişecektir. Demek ki, bir devrimin diğer devrimlerin tutuşturucusu olması, belli bir nesnellik içinde, öznenin işini, deyim yerindeyse kolaylaştıracak tarzda gerçekleşir. Örneğin; bugün Kürt ve Anadolu devriminin başarısı Yunanistan’ı da, Rusya’yı da, Nikaragua ve El Salvador’u da etkileyecektir. Yükselişin gücü, Nikaragua ve El Salvador’da zaferi beraberinde daha erken getirir, ama Rusya ve Yunanistan için bu etkinin sonuçları şimdiden bilinemez. Yine de Yunanistanlı devrimci sosyalistler, bu devrimlerin etkisini, kendi ülkelerinde zafere doğru götürmek durumunda değil midirler?
Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimleri ile tamamlanamaması, bir kısmi yenilgidir. Bu kısmi yenilgi, emperyalizm için ölüm çanlarının çalması nedeni ile aynı zamanda büyük bir zaferdir ve Ekim Devrimi’ni büyük yapan budur.
Yeni durumun özgüllüğünü iyi kavramak gerekir. Bolşevikler, Enternasyonal’in üzerinde yükseldiği Ekim Devrimi’ni dışa doğru yaymak için yeni bir dünya devrimi dalgasını beklerken, içte iç savaş ve dışta yoğun bir kuşatma ile karşı karşıya kaldılar. Durumun zorluklarını anlatması açısından Lenin’in, başlayan bit salgını nedeni ile “ya biz bitleri yeneceğiz ya bitler devrimi yenecek” anlamını taşıyan sözlerini hatırlatmak yeter.
Yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar eldeki mevziyi korumak, içeride açlıkla, yoklukla savaşmak zorunludur ve bu yapılmaya başlandı.
Bu süreç içinde verilen pratik tavizler, Enternasyonal’in uluslararası çizgisi haline geldi. SSCB’nin kapitalist dünya ile barış içinde birlikte yaşama siyaseti, birlikte yaşamanın uzamasına da bağlı olarak amaç haline geldi. Bu koşullarda anayurdun savunulması ve barışın sağlanması temeline oturan SSCB dış politikası, Komintern’in temel siyaseti haline geldi. Dünya devrimi ve devrimci mücadele rafa kalktı. SSCB, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, devrim olana kadar hiçbir ülkedeki devrimi (Çin Devrimi hariç) desteklemedi. Ne zaman bir ülkedeki devrimciler iktidarı aldılar, SSCB oluşan yeni statükoyu korumak için harekete geçti.
SSCB (ve elbette Komintern) politikası statükonun korunması eksenine oturdu. İç savaş, faşizm tehlikesine karşı sanayinin kurulması ve silahlanma gereksinimi, İkinci Dünya Savaşı (ki SSCB bu savaşta 20 milyon insan kaybetmiştir) SSCB’de sosyalizmin hiç de sadece ekonomik zorluklarla (ekonomik geri kalmışlıkla) uğraşmadığını göstermekteydi.
Önce barış içinde bir arada yaşama -ki bu Lenin’de pratik bir tavizdir- ilke haline geliyor, ardından emperyalizmin artan saldırıları karşısında, özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminden sonra tam bir statükocu anlayışla çıkılıyor. Tüm bu dönem boyunca hep emperyalizm saldırıda, SSCB ve sosyalist ülkeler ise savunmadadır. Kapitalist ülkelerdeki işçi hareketleri ise faşizme karşı, burjuva demokrasisini savunma savaşımı vermişlerdir. Faşizmi yendikleri halde devrimi gerçekleştirememelerinin nedeni budur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan yeni kuşatma siyaseti de (soğuk savaş), esas olarak SSCB’yi savunmada tutmayı hedeşemiştir (Yıllar sonra görülüyor ki bunu başarmışlardır). Öylesine ki, Nagasaki ve Hiroşima’ya atom bombalarının atılmasının nedeni, SSCB’yi tehdit etmekti.
Böylece silahlanma yarışı başlıyor. Soğuk savaş, emperyalizmin sürekli saldırıda kalma, sürekli kuşatma siyaseti gütmesi demektir. Silahlanma yarışı, sosyalizmi ekonomik açıdan da zorluyor. SSCB hem silahlanmak zorunda kalıyor, hem de bu yolla ekonomik değerlerinin önemli bir bölümünü bu alana kaydırmak durumunda kalıyor.
Demek ki emperyalizm önce 1917’de dünya devriminin yayılmasını önlüyor ve SSCB’yi kuşatmaya alıyor. Ardından açlıkla, iç savaşla uğraşan SSCB, bu sorunları yendiğinde, bu sefer faşizm saldırısı geliyor. Faşizm, kahramanca bir savaşımın sonucunda yeniliyor. Ardından, soğuk savaş saldırısı ile emperyalist sistem saldırılarını devam ettirdi. Bu saldırıyı dünya devriminin yeni bir yükselişi dışında hiçbir şey tamamen ve kesin geri püskürtemezdi. SSCB ise böylesi bir saldırı siyaseti izleyeceğine, statükoyu korumaya yöneldi. Elbette SSCB, bu yolda dünya devrimci gruplarına ciddi yardımlarda da bulundu.
Bu statükocu politika neyin sonucudur? Kanımızca, burada tek ülkede sosyalizmi kurup, komünizme geçmekten söz eden anlayışın, ideolojik ve politik perspektiŞnde dünya devrimini rafa kaldırmasının büyük katkısı olduğu kesindir. Yukarıda söylenenlerin tümü, ancak, dünya devrimi perspektiŞni terk etme ile birleşince çürüme ortaya çıkıyor.
Emperyalizm, Ekim Devrimi’ni 1921 yılında SSCB topraklarında kuşattı. Onlar, devrimin bu geri kalmış ülkede, iç savaş koşullarında nasılsa dayanamayacağını düşünüyorlardı. Ama destansı özverilerle SSCB dayandı. Dayandıkça, ülkede ekonomik geri kalmışlığı kırmak ön plana çıktı. Parti, bu noktada, ekonomik geri kalmışlığı kıracak insanın niteliklerine yeterince yüklenmedi. Devrimi ayakta tutabilmek için Sovyetler dağıtılmak zorunda kalındı (Elbette bu karara Lenin, Stalin, Trotsky hep birlikte evet dedi). Böylece SSCB giderek sadece kendine bakar hale geldi. Yeni bir dünya devrimi dalgası için feda bile edilebilecek bir mevzi olmak bir yana, feda olmamak için dünya devrimine gözlerini kapama yolunu seçti. Böylece tek ülkede sosyalizm, pratik bir durum olmaktan çıkıp, bir teorik olgu haline getirildi. 1930’lu yıllar, pek çok emek kahramanlığı ile birlikte, pratik tavizlerin teorik tavizlere dönüştüğü yıllardır da. Statükoculuk, enternasyonalist ruhun ölmeye başlaması, onun yerine Rus milliyetçiliğinin değişik bir tarzda yer bulmasıdır.
Tek ülkede sosyalist devrimin olabilirliği artık tartışılmayacak ölçüde pratikçe kanıtlanmıştır. Ancak tek bir ülkede sosyalizmi kurup, komünizme yürümek, biçimi gereği ulusal olan işçi hareketini özü gereği ulusal bir hareket haline getirme sonucunu da doğurur.
Dışarıda kuşatma, içeride ekonomik zorluklar, dünya devrimi hedeŞni de uzak bir geleceğe atma ile birleşince bozulma, çürüme kaçınılmaz oldu. Enternasyonalizm, SSCB’nin dış politikasına indirgendi, statükocu anlayışla, içeride sosyalizmi ekonomik kalkınmaya indirgeyen anlayışla bütünleşti. SSCB, kapitalist dünya ile ekonomik yarış yolu ile sosyalizmin prestijini arttırma yolunu seçti. Ancak bu ekonomik yarış, kapitalizm ve sosyalizm ayrımının önemini azalttı, kapitalist değerleri sosyalizme taşıdı, tekniği ve teknik gelişimi sınışarüstü bir anlayışla ele aldı, emeğin üretkenliği artarken, emekçinin niteliği, insanın niteliği feda edildi.
İki sistemin uzunca bir süre birlikte yaşaması, birlikte yaşamın sosyalizmin savunmaya çekilmesi nedeni ile uzun sürmesi, tahribatı artırdı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’nin, sosyalizmin artan prestijine rağmen geri çekilmesi düşünülürse, bu statükocu anlayışın sonuçları daha iyi anlaşılır. 1946’da Yunanistan’da 28.000 gerilla çarpışıyordu. İngiltere, kendi gücünü kaybetmesi nedeni ile ABD’yi yardıma çağırıyor ve Yunanistan’ın gitmesi durumunda İtalya, Fransa, Almanya’nın, Anadolu’nun gidebileceği uyarısında bulunuyordu. Ekonomik önderliği kaybeden İngiltere manevi önderliği devam ettiriyor ve Anadolu aracılığıyla “enfeksiyon”un Ortadoğu ve Afrika’ya bulaşabileceğinin altını çiziyor. Böylece Truman Doktrini ve Marshall Planı doğuyor.
ABD, 1946 yılından başlayarak Yunan Hükümeti’ne yardım ediyor. Oysa aynı yıllarda bütün olarak dünya komünist hareketi, dağıtılmış Komintern’in üyeleri, SSCB’nin korunmasının, barışın korunması ile olanaklı olduğunu savunmaya başladılar. Böylece barışın korunması, kendi kendine bir amaç oldu. Elbette SSCB böylesine geri çekilişine, barışın korunmasının (buna yanlışlıkla barış savaşımı deniyor, ilk yıllarda Curie’nin verdiği mücadele dışında bir barış savaşımından söz etmek doğru değildir. Tersine barışın korunması için, savaş korkusunun yayılmasıdır sözkonusu olan) bu denli öne çıkmasında atom bombasının Japonya’ya atılmasının katkısı vardır. SSCB’nin çözülüşünden sonra, 1990’larda ABD yetkilileri Japonya’ya bombanın atılmasının esas amacının SSCB’ye mesaj vermek olduğunu itiraf ediyor.
Böylece, başlangıçtan itibaren, işçi sınıfının tarihsel rolü bir yana itiliyor. Dünya devrimi perspektiŞ unutuluyor. SSCB, kendi ulusal durumuna uygun olarak, tüm dünya devrimci hareketini yönlendiriyor.
Bu nokta öylesine bir noktadır ki, barış içinde birlikte yaşama, esas olarak soğuk savaşla bayrak haline geliyor. Yani SSCB ve sosyalist sistem güçlü iken. Yani, bir savaş tehlikesi esas olarak çok zayışamışken, barışı koruma politikası öne çıkıyor. Barış savaşımı, esas olarak savunma hedeŞnin ürünü olarak öne çıkıyor. Giderek sınıf savaşımından kopartılıyor. TKP tarafından, ülkemizde barış savaşımının sınışarüstü olduğu görüşü yayılıyor. Sınıf savaşımını reddetmek, dün de, bugün de oportünizmin temel özelliklerinin başında gelir.
Demek ki, sistemin uzun süre barış içinde yaşaması, enternasyonalizmin devletler arasındaki dış politika düzeyinde ele alınmasına neden oluyor.
İki sistemin birlikte yaşaması sadece burada etkili olmuyor. Sosyalizmin kapitalizasyonu gerçekleşirken, kapitalizmin de sosyalizasyonu gerçekleşiyor. Sosyalizmin yayılmasını önlemek için Avrupa başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde gündeme getirilen bazı reformlar, sosyalizmin kapitalizme etkileridir. İşsizlik sigortası, bazı sosyal kurumların gündeme gelmesi, planlama (tekelleşme ile birlikte sosyalizmin etkisidir) vb. Bu noktada, yeri gelmişken bu reformların, tüm reformlar gibi devrimci ilerleyişin önünü kesmek için de gündeme geldiğini belirtelim.
Kapitalizm de sosyalizmi etkiliyor. Kapitalist ülkeler ile sosyalist ülkeler arasındaki tüm ticaret, meta üretimi temelinde gerçekleşiyor. Başkası da olanaklı değildir. Tek bir dünya pazarı vardır ve burada, uluslararası planda egemen olan kurallarını koyar. Ama SSCB bu noktada saldırı yolunu seçmemiştir. Kendi elini dünyaya dayatmamıştır. Örneğin telif hakkı meselesini ele alalım. Castro haklı olarak soruyor: “Shakespeare için kime telif hakkı ödeyeceğiz?” Demek ki, bir sosyalist ülke hiçbir yazılı esere, Şkre, patente vb. para ödememelidir. Birbirimizin (onlar bizim, biz onların) istediğimiz eserini, telif ödemeksizin çevirebilmeliyiz, yayınlayabilmeliyiz. Bunu dayatmak gerekir. Ancak yine de ekonomik alanda esas etki, yarış mantığında ortaya çıkmıştır. Silahlanma yarışını bir noktada kabul etmek zorunluluğu varken, ekonomik planda böylesi bir zorunluluk yoktur. Ekonomik gelişmeyi, kapitalizmle yarış mantığına oturtmak, kapitalist ekonominin değerlerini sosyalizme taşımaya yol açmıştır.
Bunu en çok teknolojinin geliştirilmesinde görmek mümkündür. Teknoloji taraşıdır. Teknoloji artı-değer üretimi için mi örgütlenecek, geliştirilecektir, yoksa kafa-kol emeği çelişkisini yenmek, toplumsal refahı ve boş zamanı çoğaltmak için mi örgütlenecek, geliştirilecektir? Bu bakış unutulmuştur. Tıpkı barış savaşımı gibi teknoloji de sınıftan “arındırılmıştır”. Kapitalizmin kitlesel üretim teknikleri, oldukları gibi sosyalizm bayrağı altında uygulanmaya konulmuştur. Belki bu, başlangıçta bir zorunluluktur. Ama sosyalizm içinde kapitalizme karşı savaşım sürecekse, bunları olduğu gibi alıp hayata geçirmeye kalkmak kabul edilmemelidir. Teknik, sadece ekonomik bir olgu değildir. Teknik, belli bir sınıfın çıkarına göre biçim alır, bu nedenle olayın bir de ideolojik boyutu vardır. Bugün, SSCB’nin teknik olarak geriliğinden dem vuruluyor. Bu doğru değildir. Hele hele çözülüşü buna bağlamak tümüyle ekonomist bir bakışın örümcek ağına mahkûm olmaktır.
Bugün bizler, kapitalizmin teknik gelişiminin ne anlama geldiğini tartışıyor ve bu noktada sınıfın nereye yüklenmesi gerektiğini göstermeye çalışıyoruz. Yaygın bir tartışma konusu, aslında kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini durdurmasıdır. Üretici güçlerin gelişimi önünde, üretim ilişkilerinin ayakbağı olması, üretici güçlerin mutlak anlamda gelişmesinin durması demek değildir. Bu son derece kaba bir bakış olur. Ama bu gelişimin önünde ayakbağı olmak nedir? Her üretim ilişkisi, bir öncekinin yerini alırken, önce üretici güçleri hızla geliştirir. Bunu, kapitalizm, feodalizmin yerini aldığında görmek mümkündür. Sonra bu uyum, sınışı toplumlarda yerini çatışmaya bırakır. Bilinen bir örneği yineleyelim; ABD’de yıpranmayan, kolay kolay aşınmayan bir kumaşın geliştirildiği söylenir. Bu gerçekten geliştirilmiş olsun olmasın, bizim tartışmamız açısından hiçbir şeyi değiştirmez. Böylesi bir kumaşı hiçbir kapitalist, üretime sokmaz, yaygın olarak üretmez. Çünkü bu, tekstil sektörünün sonu demektir. İnsanlık açısından son derece olumlu olabilecek bu adım, milyarlarca dolarlık kaynağın giyime, tonlarca emek zamanının kumaşa aktarılmasına son verir. Ama gel gör ki, kapitalist için büyük bir kâbus olur. Artı-değerin artırılması amacı ile çelişir. Kapitalist üretimin amacı meta üretmek değildir, dolayısıyla da daha çok meta üretmek değildir. Kapitalist üretimin amacı, artı-değer üretmektir ve bu artı-değer, bir değerde, metada somutlaştığı için meta üretilir. Bu nedenle, daha çok artı-değer sağlıyorsa daha çek meta üretilir, tersi anlamsızdır.
Peki kapitalizm binlerce çeşit araba üretmiyor mu, binlerce çeşit TV, onlarca programa sahip çamaşır makinesi üretmiyor mu? Evet üretiyor ve bu yolla ihtiyaç üretiyor. 60 kanal TV kimin işine yarıyor? Arabalar gerçekten birbirinden binlerce çeşit oluşturacak kadar farklı mı? Ülkemizde en çok, 16 programlı çamaşır makinesi satılıyor. Kim bu programların 3-5’i dışındakini kullanıyor? Ama kapitalizm bu farklılaştırmayı sağlayamazsa, tüketimi amaçlaştıramaz. Buna teknolojik gelişim demek ve bu yolla kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğini iddia etmek (bugün) ne kadar anlamlıdır?
Sosyalizmin kapitalizasyonu, statükoculuğun seçildiği, dünya devrimi perspektiŞnin rafa kalktığı koşullarda gerçekleşiyor. Yani en başta ideolojik alandaki boşluk, buna olanak tanıyor. İnsanların tükettikçe, ekonomik koşulları iyileştikçe yeni insan olacakları sanılıyor. Maddi zenginlikle yeni insan yaratılamaz. Bilinçle, ruhsal dünyanın zenginliği ile maddi zenginlik yaratılır.
Bu boşluk, partinin yozlaşmasını da koşulluyor. Yozlaşma tekrar ekonomik kazanç için, gelirini artırmak için çalışmayı besliyor. Bu karşılıklı besleme, çürümeyi derinleştiriyor. Meta üretim ufku aşılamıyor. Kişiler, en çok kendilerini düşünür hale geliyor. Böylece sosyalizmin içinde, cebinde satın almaya yetecek parası olan, ama bu para ile ne satın alacağını bilmeyen, çünkü temel yaşamsal gereksinimleri karşılanan kendini düşünen tüketici birey gelişiyor.
Marx’ın Kapital’i kapitalizmin eleştirisidir. Kapital’in ortaya koyduklarına, Ekim Devrimi hiçbir şey ilave etmiyor. Ekim Devrimi pratiği bu yolda incelenmiyor. Böyle olunca gerisine düşüyor. Bu noktada sosyalizmin ekonomi politiği ele alınıyor. Kapitalizmin eleştirileri, sosyalizmin geliştirilmesi için zorlanmıyor. “Sosyalizmin ekonomik yasası insan refahını artırmak için üretimdir” deniyor. Bu sözde yasa, kâr için üretim yerine geçiriliyor. İnsan refahını artırmak bir hedef olabilir ama yasa olduğu tartışma götürür niteliktedir. Bu konu üzerinde biraz duralım.
Nikitin’in, Sosyalizmin Ekonomi Politiği’nde sözedilen “sosyal üretimin düsturu her şeyin insan için, insanın yararı için üretilmesidir. Sosyalist üretimin bu önde gelen görünümü, bilimsel olarak sosyalizmin temel ekonomik yasasında ifadesini bulur. Özü, sosyalist üretimin konusunun, doğrudan sürekli kalkınma ve toplumsal üretimin geliştirilmesiyle, en yüksek teknoloji aracılığıyla tüm halkın sürekli büyüyen maddi ve kültürel gereksinmelerinin karşılanmasıdır”ın içteki görünümü budur. Yukarıda Nikitin’den alınan satırlar, komünist toplum hedeŞni görmüyor. Elbette dünya devrimi dışında komünizmden söz etmek olanaklı değildir. Dünya devrimi hedeŞ ise unutulmuştur. Dünya devrimi unutulunca, geriye, “halkın sürekli büyüyen maddi ve kültürel gereksinmelerinin karşılanması” hedeŞ kalır. Bu hedef kötü değildir, kötü olan birinci olarak, bu hedef ile komünist yürüyüş arasında ilişki kurulmaması ve ikincisi, bu hedeşerin bir yasa olarak teorize edilmesidir.
Yukarıdaki satırlar bir hedef olabilirler, ama bir yasa olarak ifade edilemezler. Bu çerçevede insan ve insanın niteliği, kafa-kol emeği çelişkisi, kent-kır ayrımı meselesi, boş zamanın artırılması vb. bir yana bırakılmış oluyor.
Aslında biraz yakından bakılınca, Nikitin’in yazdıklarının kapitalizm ile yarışma (ekonomik yarış) mantığı ile ilişkisi kurulabilecektir.
Bu örnekler çoğaltılabilir ama biz sadece, ekonomik, siyasal, ideolojik planda, içeride ve dışarıda devrimin sürekliliği perspektiŞnin terk edildiğini ve çürümenin buna dayandığını anlatmaya çalışıyoruz.
Elbette, okur bize, peki nasıl bir sosyalizm düşünüyorsunuz, sorusunun soracaktır. Biz de, bu sorunun iyice önünü açmaya çalışıyoruz. Paris Komünü iktidar sorununun altını çizdi. Ekim Devrimi ile başlayan süreçse devrimin sürekliliği sorununun altını çizmiştir. Biz bunu öne çıkarmalıyız.
İki sistemin bir arada yaşamasının uzaması ya da SSCB tarafından uzatılması, birlikte yaşamanın teorize edilmesi, kapitalizmin değer yargılarının sosyalizm içinde yer bulmasını sağlamıştır.
Todor Jivkov, kapitalizmin bunalımının Bulgar ekonomisini etkilediğini söylüyor. Jivkov, buradan hareketle, kapitalizmin bunalımını bir an önce aşması için dua etmiş olmalıdır. İşte “barış içinde bir arada yaşama”nın teorize edilmesinin sonucu. Bunun sonunda artık devrim, devrimci savaşım rafa kalkıyor.

3- KAPİTALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞ ÜZERİNE
Üçüncü nokta sosyalizmin örgütlenmesi ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecine ilişkindir.
Marx ve Engels, kapitalizmden komünizme geçişin, iki aşamalı olduğunu belirtmişlerdir. Ama, öyle anlaşılıyor, bu iki aşamanın birinden diğerine geçişi bu kadar uzun düşünmemişlerdi. Zaten tersi olanaklı da değildir.
Marx ve Engels, dahice uzak görüşlülükleri ile komünizme geçişin iki aşamalı olduğunu görmüşlerdir. Komünist toplumun birinci aşaması “henüz kapitalizmden çıkmış hali ile” komünizmdir. Marx ve Engels’i ütopik sosyalistlerden neyin ayırdığına dikkat etmek gerekir. Marx ve Engels hiçbir konuda ayakları havada konuşmamışlardır, tersine kelimenin gerçek anlamı ile işçi sınıfının birer önderi, militanı gibi yazmışlardır. Bugün pek çok “aklı evvel”, Marx ve Engels’i, savaşımdan uzak (ve hatta savaşıma sırtını dönerek) üniversite kürsülerinde sosyalizm için yazılar yazmış insanlar olarak sunmaktadır. Bu nedenle de sosyalizm ve komünizm ayrımı çok önemlidir.
Bazı dönemler vardır ki, bu dönemlerde bir şarlatan bir teorisyen görünümüne bürünebilir. Ortam buna olanak tanır. Sosyalizmin yenilgisi sırasında böylelerinin sayısı arttı. Ama bizde böyleleri 12 Eylül sonrası parladı. Bunlar, zemzem kuyusuna işeyerek meşhur olmaya çalışan kişilerdir.
Bu nedenle böylelerinin söylediklerine kısa da olsa bakmak faydalı olacaktır. Çalışmamız boyunca, özellikle ülkemiz sol hareketinin tanınmış isimlerinden bazılarını, bu nedenle konuk etmek durumundayız. Yalçın Küçük bu tanınmış kişilerden biridir.
Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü isimli kitabında kapitalizmden komünizme geçiş ya da sosyalizm komünizm ayrımına ilişkin şunları okuyoruz: “Marx, üstelik marjinal notlar olarak ifade ettiği bir kısa çalışmasında, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, birdenbire komünizmi iki aşamaya bölerek birincisine sosyalizm adını veriyor ve bununla ilgili çok katı önermeler yazıyor. Bu çalışmanın gelişmesi içinde Marx’ın buna hakkı olmadığı sonucuna vardım: Hak ya eylemden ya teoriden doğuyor. Bu önerme için bir eylem birikimi göremiyor; bu kadar önemli bir önermeyi ise sadece bir paragrafa sığdırmayı ve bunun hep bir paragraf olarak kalmasını da teorik açıdan haksızlık olarak değerlendiriyorum.”
Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş. Sosyalizmin kocayan kurt olarak görüldüğü kesin. Böylesi şarlatanların, meşhur olmak için Marx’a yerli yersiz dil uzatanların teorisyen olarak geçindiği bir dönemde yaşıyoruz. Ve elbette tartışmayı teorik önerme varmış gibi sürdüremeyiz. Ama önce Bay Küçük’ü biraz daha dinleme sabrını gösterelim.
“…Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde, daha çok ön plana çıkıyor ve büyük tartışmaları gerektiriyor. Marx’ın kendisinin bile ‘marjinal’ olarak nitelediği Alman Sosyal Demokrat Partisi için hazırlanan Gotha Programı’yla ilgili eleştiri notlarında, bir paragrafta, hiçbir dayanağı veya gerekçesini geliştirmeden komünizmi iki aşamaya ayırması…”
“Marx’ın komünizmi aşamalandırmasının dayanakları yetersiz ve sosyalizm tariŞ ise son derece sınırlı sayılmak durumundadır.”
Tüm bunları Küçük yazıyor.
Bir; “Marx’ın buna hakkı olmadığı sonucuna vardım.” Küçük, Marx’ı, bu hakkı olmayan şeyleri yapan adam olarak gösterme numarası ile adileşiyor. “Hak ya eylemden ya teoriden doğuyor.” Marx komünizme geçişin sosyalist aşamayı gerektirdiğini söylüyor ve sosyalizmin çözüldüğü bir dönemde Küçük, böyle şeyleri söylemeye Marx’ın hakkı olmadığını buyuruyor.
İki; Küçük, “bu önerme için bir eylem birikimi göremiyor”muş. Ama ikinci alıntıyı okuduğumuzda Küçük’ün “Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde daha çok ön plana çıkıyor” dediğini okuyoruz. Demek ki, Paris Komünü gibi (Gotha Programı Eleştirisi 1875’te yazılmıştır) bir deneyim sonrasında konuşuyor ve Marx’ın sosyalizm ve komünizm ayrımını haksız (daha uygun deyimi ile uydurma) buluyor. Oysa Paris Komünü’nü yaşamış bir dünyadaki her devrimcinin böyle bir hakkı vardır. Üstelik Küçük’ün bayağı saldırılarından çok daha fazla.
Hak ve haksızlık ekonomik, hukuksal ve ahlâki bir temeli anlatır. Küçük, Marx’ı hangi açıdan suçluyor?
Marx ve Engels, Paris Komünü sonrasında, Komünist Parti Manifestosu’nda tek bir değişiklik yapıyorlar. “… Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında, bu program bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağını tanıtlamıştır.” (Komünist Parti Manifestosu, 1872 Almanca Baskıya Önsöz, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 119). Peki soralım Bay Küçük’e, buna hakları var mı? Üstelik bunu bir önsözde yazıyorlar. Demek ki Bay Küçük devrimcilerin yenilgilerinden ders çıkarmalarını, yaşanan savaşımlara bağlı olarak teorinin geliştirilmesini “haksızlık” olarak görüyor. Bu elbette mümkün, ama bir Marksist olarak değil. Haktan söz ederken, Bay Küçük, küçük bir hile yapıp kendisini Marx ile aynı cephenin insanı gibi gösteriyor. İşte Küçük’ün buna hakkı yok. Böyle bir hakka sahip olması, sadece ve sadece eylemiyle mümkün olabilirdi. Eylemi, ona bu hakkı vermiyor. Küçük, hakkın eylem dışında teoriden geldiğini söylerken, anlaşılan kendisine yol arıyor.
Üç; “Bu kadar önemli bir önermeyi ise sadece bir paragrafa sığdırmayı ve bunun hep bir paragraf olarak kalmasını da teorik açıdan haksızlık olarak değerlendiriyorum.” Burada Küçük, bize bir önermenin kaç paragraf olduğu ile teorik açıdan haklı bulunması ilişkisini anlatıyor. Acaba Bay Küçük’e sorsak, kaç paragraf olması size göre önermeyi haklı kılardı? (Ama, Bay Küçük, teorik açıdan bir önermenin haklı olması için kaç paragraf olması gerektiğini söylemediğine göre, o şimdiden haksızlık yapmıştır).
Peki “bu kadar önemli bir önerme” ne oluyor? Küçük, önermenin kaç paragraf olduğunun hesabını yaparken, onun dayanaksız, temelsiz, anlaşılmaz olduğunu söylemek istiyor olmalı. O halde bu önerme neden önemli bulunuyor? Neden Küçük, temelsiz iddiaları nedeni ile, haklı olarak Marx’a karşı tutarlı bir saldırı başlatmıyor da, önem, hak ve hukuktan sözediyor?
Yine Küçük bize şunları da söylemişti: “Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde, daha çok ön plana çıkıyor.” Daha çok ön plana çıkan bir şey, demek ki öncesinde de var. Evet, gerçekte Küçük sosyalizm-komünizm ayrımının daha önce de varolduğunu biliyor. Bunu Kapital’den çıkartabilir. Ama o karar vermiş saldırıyor ve her yalana sarılan gibi, yalanlarından yalanlar ürettikçe kendini ele veriyor.
Hep bir paragraf olarak kalmış şeye bir bakalım.
1847 yılı sonlarında, Engels şunları yazıyor: “Soru 17: Özel mülkiyeti bir çırpıda kaldırmak olanaklı mıdır?
Yanıt: Hayır, mülkiyetin ortaklaşalığını kurmak için mevcut üretici güçleri, bir çırpıda gereken ölçüde arttırmak ne kadar olanaksızsa, böyle bir şey de o kadar olanaksızdır.” (Engels, Komünizmin İlkeleri, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 108). Engels, komünizmin gerektirdiği üretici güçlerin gelişimi ile, mülkiyetin ortaklaşalığı ilişkisini kuruyor. Burada, komünizmin, kapitalizmden çıktığı haliyle kurulamayacağı görüşü vardır.
Ama daha iyisi Komünizmin İlkeleri çalışmasında 18. soruya verilen yanıttır. Soru: “Bu devrim nasıl bir yol izleyecektir”dir. Yanıtında iktidarın alınması, alınacak önlemler (12 maddede önlemler sıralanıyor) konulduktan sonra şunları okuyoruz: “Bütün bu önlemler, elbetteki bir anda uygulanamazlar. Ama bunlardan her biri, her zaman bir ötekini gerektirecektir. Özel mülkiyete karşı ilk köklü saldırıda bir kez bulunuldu mu, proletarya, durmadan daha ileriye gitmek, bütün sermayeyi, bütün tarımı, bütün sanayii, bütün ulaşımı ve bütün değişimi gittikçe daha çok devletin elinde yoğunlaştırmak zorunda kaldığını görecektir. Bu önlemlerin hepsi de bu gibi sonuçlara yol açarlar; ve ülkenin üretici güçlerinin proletaryanın emeği ile çoğaltılması oranında bunlar, gerçekleşebilir hale gelecekler ve merkezileştirici etkilerini geliştirecekler. Nihayet, bütün sermaye, bütün üretim ve bütün değişim ulusun ellerinde yoğunlaştığında, özel mülkiyet kendiliğinden ortadan kalkacak, para gereksiz olacak ve üretim o denli artmış ve insanlar o denli değişmiş olacak ki, eski toplumsal ilişkilerin son biçimleri de yok olabilecektir.” (Engels, age, s. 110).
Engels, nihayet diye başlayıp komünizme kadar olacak dönüşümleri anlatıyor. Üstelik 109 ve 110’uncu sayfanın kalanı, bu soruya yanıttır.
Marx ve Engels, birlikte, Manifesto’da kapitalizmden komünizme “geçiş dönemi”nden söz ederler. 1878’de Engels, Anti-Dühring’de sosyalizm üzerine uzunca duruyor. Yalçın Küçük’ün sadece bir paragraf dediği kitaba gelelim. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin 29. sayfasında şunları okuyoruz: “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği1 şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan üretici birey olarak (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun karşılığını alır.” (K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., s. 29). “Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynısıdır. Esas ve biçim değişiktir; çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey geçemez.” (age, s. 29).
“Ama bu gibi kusurlar uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden yüksek olamaz.
Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkesin gereksinmesine göre.” (age, s. 31).
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (age, s. 41).
İşte size bir paragraf denilen şey.
Gotha Programı’nın Eleştirisi, programdan yapılan alıntıların eleştirisi biçimindedir. Bu eser, Marksizm’in en önemli eserlerinden biridir. Lenin’in Devlet ve Devrim’i buradaki görüşlerin açılmasıdır. Öyleyse, Küçük, Lenin’e de saldırmalıdır. Onu tutan nedir? Yoksa o da Marx’ı eleştirme modasına mı uymuştur? Yoksa daha da ilerisi onun Marksistliği bir perde midir? En sonuncusu olduğu ortaya çıkıyor.
Dört; Küçük, “marjinal notlar”, “hakkı olmamak”, “aşamalandırma merakı”, “bir paragraf’, “hiçbir dayanak ve gerekçesi gösterilmeden” gibi vurgularla bize ne anlatmak istiyor? Bize, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin sözde Marx’a dayanarak önemsiz bir kitap olduğunu söylüyor. Ama gerçekte, Küçük, Marx’a küfürler yağdırıyor. Marx’ı bir oportünist haline sokuyor, Marx’ı yerinden oynatıp Lenin ve kendi adına bir teori mi arıyor? En önemlisi, devrimci harekete, burjuva cepheden saldırıyor.
5 Mayıs 1875’te Marx, Bracke’ye şunları yazıyor: “Azizim Bracke, aşağıdaki kenar notları, güçbirliği programının eleştirisidir, okuduktan sonra lütfen Geib ve Auer, Bebel ve Liebknecht’i bundan haberdar edin. İşim başımdan aşkın ve doktorların izin verdiğinden çok daha fazla çalışmaktayım. Onun için bu koca kâğıdı keyŞm için boş yere doldurmuş değilim.” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., s. 19).
Kenar notları ifadesi buradan geçiyor. Küçük, bize, marjinal notlar derken Gotha Programı’nın Eleştirisi’ni unutturmaya çalışıyor; onu değersizleştirmeye çalışıyor. Oysa Marx’ın anlattıklarından böylesi bir sonuç çıkmıyor. Marx’ın bu çalışmasının önemi tüm Marksistler tarafından dile getirile gelmiştir. “Gotha Programı’nın Eleştirisi Komünist Partisi Manifestosu’yla birlikte, Marx’ın İşçi Partisi Programı’nın hazırlanmasına en önemli katkılarından biridir.
1875’te, yazılan bu yapıt, Alman İşçi Partisi Programı’nın Kenar Notları gibi alçakgünüllü bir başlık taşıyordu.” (Emile Bottigelli, Sunuş, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, s. 7).
Küçük sadece alçakgönüllülüğün ne olduğunu bilmemekle kalmıyor. O, Marx’a kara çalıyor.
Beş; “Marx’ın… sosyalizm tariŞ ise son derece sınırlı sayılmak durumundadır”a gelince. Yanıtı Engels’e bırakalım, “o zamandan beri, sosyalizm artık şu ya da bu usta beynin rastgele bir buluşu olmaktan çıktı, tarihsel olarak gelişmiş iki sınıf -proletarya ile burjuvazi- arasındaki savaşımın zorunlu sonucu oldu. Sosyalizmin ödevi, artık, olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurmak değildir…” (F. Engels, Bilimsel Sosyalizm, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar III, s. 160). Engels burada Marksizm’in üç bileşeninden biri olarak bilimsel sosyalizmden söz ediyor. Sosyalizmin tariŞ üzerine pek çok şey yazılmış olduğunu Küçük biliyor. Ama bunları yetersiz görüyor olabilir. Öyleyse bize bu yetersiz noktaları açıklamalıdır. TariŞ genişletmelidir.
Biz devrimciler, teoriyi zenginleştirmeyi pratik faaliyetin devamı olarak ele alırız. Yoksa masa başında, üniversite kürsülerinde teori gelişmiyor. Bugün, bizim elimizde 70 yıllık sosyalizm pratiği var. Elbette bizim kuşağımızın devrimcileri, daha ileri sosyalizm kurmak için bu pratikten çok şey öğreneceklerdir. Bu nedenle Marx’a saldırmak, teorinin geliştirilmesi gereksinmesinin ardına sığınarak kara çalmak şarlatanlıktır. Küçük bu saldırılarını çok ince yöntemlerle, “aşamalandırma merakı”, “birdenbire”, “teorik açıdan haksız”, “marjinal notlar”, “birdenbire iki aşamaya bölerek”, “bir paragraf olarak kalması” vb. gibi kelimelerle gerçekleştiriyor. İnsan, bunları okuyup geçince (öyle ya Küçük bunları yazdığı kitabın başında, “uzman okuyucu”su olmamasına seviniyor. İnsanların bunları, bir reklam spotu gibi okuyup geçeceğini düşünüyor), bilinçaltına, Marx’ın aklına geleni birdenbire uyduran bir meşhur olma sevdalısı olduğu imajı yerleşiyor. Küçük bunu yapmaya çalışıyor. Kendini aklamak için, Marx’ı kendine benzetiyor! Kelimelerdeki inceliği, Fransız zerafetini andırıyor. Küçük, düşman hesabına, düşman safından sosyalizm bayrağı ile saldırmıyorsa, meşhur olmak için zemzem kuyusuna işeyen adamı oynuyor demektir. Biz yine konumuza dönelim.
Marx ve Engels ve hatta Lenin, devrimin hızla yayılacağını umuyorlar ve bu nedenle sosyalist aşamayı daha kısa bir dönem olarak düşünüyorlar. Ama uluslararası devrimci hareket, yeni kabarışları değerlendiremiyor, dünya devrimi yeniden yol alamıyor.
Kuşatma siyaseti, aynı zamanda, sosyalizmin dünyaya yayılmasını önlemenin yanısıra ve buna bağlı olarak sosyalizmin komünizme evrilmesinin önünü kesmiştir. Bunu, kapitalist dünya, soğuk savaşla başarmıştır. Küba Devrimi, savaşımın azgelişmiş ülkelere kaydığını göstermiş ve ABD Domuzlar Körfezi’nde ve Vietnam’da dünya halklarına ders vermeye kalkışmıştır. Ama her iki alanda da ağzının payını almıştır. SSCB’nin İkinci Dünya Savaşı’nda yürüttüğü gerilla savaşı, Küba’da, Vietnam’da yeni boyutlar kazandı. ABD, 1960’larla birlikte gerilla savaşına kontrgerilla ile yanıt vermeye yöneldi. ABD emperyalizmi eliyle, tüm emperyalist merkezler, azgelişmiş ülkelerdeki savaşımı kazanmaya çalışmışlardır. SSCB ve dünya devrimci hareketi, daha şiddetli bir saldırıya geçeceğine, tersine demokratik devrimi çeşitlendirerek kapitalizmin içinde kalmayı öğütlemeye başladı. Böylece bu alanda da ricata devam edildi.
Uzunca bir süredir, Enternasyonal’in resmi çizgisi dışına taşmayan hiçbir devrimci grup, iktidara yürüyemedi. Küba Devrimi, Nikaragua Devrimi ricat politikalarına rağmen gelişmiştir.
Ekim Devrimi dünyaya yayılamayınca, sosyalizmin özünün boşaltılmamış olması durumunda bile, komünizme yürüyüş uzayacaktır. Sosyalizmin özünün boşaltılması, teorinin ruhsuzlaştırılıp, ekonomik zenginliğin her şey olması, gelişimi, teknolojik ilerlemeye rağmen, komünizme doğru değil, çözülüşe doğru biçimlendirmiştir.
Bunu en çok devletin örgütlenmesinde görmek mümkündür.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından iç savaşta ülkenin harap olması, partinin kadrolarının tırpanlanması, olağanüstü koşullar, Sovyetlerin dağıtılması ile sonuçlandı. Sovyetlerin dağıtılması, X. Parti Kongresi’nde, geçici bir süre partinin Sovyetlerin yerine geçmesi ile birlikte karar altına alındı. Bugün bazı Troçkist gruplar, bu karara Trotsky’nin de Lenin ve Stalin’le birlikte evet dediğini hatırlamalıdır.
Devletin SSCB’deki örgütlenmesine, bu tarihi kararı atlayarak bakmak yanlış olacaktır. Bu dönemi biraz daha yakından ele almak, ayrıntılara girmek konuyu dağıtabilme riskine rağmen gereklidir kanısındayız. Biz, sadece E. H. Carr’dan bazı aktarmalarla yetineceğiz.
“Dolayısıyla ilk zamanlar devrim için propaganda yapmak dışında bir dış politika kavramı Bolşeviklere yabancıydı.
Ancak dünya realitesi kısa sürede bu görüşü değiştirecek ve mücadele içindeki Sovyet Cumhuriyeti’ni ulusal devletlerle dolu dünyada ulusal bir devlet rolü oynamaya zorlayacaktı.” (E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 1917-1929, Mer Yayınları, s. 19).
Bu diplomasi, ilk ürününü 1918 Brest-Litovsk Anlaşması ile verdi. Buharin ve bazı arkadaşları anlaşmayı “devrimci enternasyonalist ilkenin ilhakı” olarak değerlendiriyordu. Lenin, Buharin ve arkadaşlarını güçlükle ikna edebilmişti. Trotsky ise “Ne savaş, ne barış” formülünü geliştirdi.
“Kızıl Ordu’yu örgütleme göreviyle Savaş Halk Komiserliği’ne atanan Trotsky, bir ordunun acemi ve eğitimsiz toplama askerlerle kurulamayacağını bilecek kadar gerçekçiydi. Acil durum karşısındaki ilk tavrı, yeni orduyu eğitmeleri için resmi olarak, ‘askeri uzmanlar’ diye tanımlanan profesyonel askerleri, çarın eski subaylarını orduya almak oldu. Bu yöntem çok başarılıydı. 1919 başlarında bu türden 30.000 subay orduya kaydolmuştu. 1917’nin ancak 10.000 eğitimli adamının oluşturduğu Kızıl Muhafızı’ndan, iç savaşın en kızıştığı dönemlerde beş milyon kişilik büyüklüğe ulaşan bir Kızıl Ordu doğmuştu. Trotsky, istisnai bir askeri yetenek sergilemişti, ama aynı zamanda sorgusuz itaat istemesi nedeniyle ve kaçakları insafsızca cezalandırmasıyla tanınıyordu. Üstelik Trotsky, devrimin yok etmeye çalıştığı askeri disiplinin erdemlerini övmek zorunda kalmıştı. Çaresiz durumlarda vahim tedbirler gerekiyordu.” (age, s. 21). Evet, çaresiz durumlarda, tedbirlerin dozajı artırılmak durumundadır. 1918 yılında Fransız, Amerikan, İngiliz ve Japon kuvvetleri, Sovyetlerin çeşitli bölgelerinin işgaline başlıyor.
“1918 Ocak ayının hızla şiddetlenen kriz ortamında Lenin, ünlü ‘çalışmayana yemek de yok’ sözünü anlamlı biçimde söylüyor, bunun ‘sosyalizmin pratik kuralı’ olduğunu belirtiyordu. Çalışma Halk Komiserliği ise ‘sabotaj’dan söz ederek alınması gereken baskı önlemleri hakkında konuşuyordu.” (age, s. 35). Lenin, Taylorizm hakkında övücü sözler söylüyordu.
“İç savaşın en şiddetli zamanı olan 1919 Nisan’ında genel seferberlik ilan edildi. Bu durum kısa sürede işçilerin zorunlu olarak çalıştırılmasını beraberinde getirdi.” (E. H. Carr, Age, s. 36).
Elbetteki devrimin zorluklarının farkında olanlar da vardı. Ve işçiler aynı dönem Moskova ve Petersburg’da gönüllü ve ücretsiz olarak fazladan çalışıyorlardı. “Komünist Cumartesiler” böyle doğdu. “Kendiliğinden duyulan heyecan ile sıkı baskı tedbirlerinin bu bileşimi olmaksızın iç savaş kazanılamazdı.” (E. H. Carr, age, s. 37). Carr’ın söylediği gerçekten de doğrudur, ama Carr’ın “kendiliğinden duyulan heyecan”ı yerine “devrimci bilince dayanan heyecan” konulduğu zaman.
“Savaş Halk Komiseri olarak Trotsky, ekonominin canlanmasını sağlamak için ’emeğin seferber edilmesi ve askerileştirilmesi’ düşüncesinin önde gelen savunucusuydu… Savaş bitince yeniden inşa faaliyetinde çalıştırılmak üzere askeri birimler işçi müfrezelerine dönüştürüldü. İlk ‘devrimci emek ordusu’ 1920 Ocak’ta Urallar’da oluşturuldu.” (E. H. Carr, age, s. 37).
Tam bu yıllar sendikaların rolü tartışılmaktadır. Aynı dönem İşçi Muhalefeti’nin eleştirileri vardı. Lenin bu koşullarda toplanan X. Parti Kongresi’nde partinin dayanamayacağı “çekişme” ve “tartışma lüksünden” söz ediyordu. Kongre, hizipçiliği yasaklıyor, hizipleri dağıtıyor, ilk kez Merkez Komite Üyeleri’nin, Merkez Komite’nin üçte iki çoğunluğunun kararıyla ihraç edilebilmesi kararı alınıyor, Sovyetler (zaten dağıtılmış ve işlemeyen) yerine parti örgütlerinin devreye girmesi dönemi başlıyordu.
Bugün pek çok “sosyalist”, o dönemi değerlendirirken Stalin’in mi, Lenin’in mi, Trotsky’nin mi, Buharin’nin mi haklı olduğunu inceliyor. Bu doğru bir bakış değildir. İncelenmesi gereken, Sovyetler’in o dönemki koşulları ve bu koşullar içinde şekillenmeye başlayan devlet örgütlenmesinin biçimleridir. Elbette bu dönemi, uluslararası koşulları unutarak da ele almamak gerekir.
“Sovyet politikası hâlâ devrimci amaçları mı, diplomatik amaçları mı izleyeceğine karar vermemişti. 17 Mart 1921’de, Alman Komünist Partisi hükümete karşı silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma, parti tarihinde “Mart Eylemi’ olarak geçer. Bu girişim Zinoviev ve Komintern görevlilerince desteklenmiş, hatta belki de kışkırtılmıştı. O sıralar Kronstadt İsyanı ve parti kongresiyle meşgul olan diğer Sovyet liderlerinin bu işe karışmış olduğu şüphe götürür. Ama Alman ayaklanmasının yenilgisi, Moskova’da zaten solmakta olan Batı ülkelerinde devrimler olacak beklentisini iyice kırmış ve kısa vadeli hedef olarak kapitalist ülkelerle diplomatik yoldan uzlaşmayı seçenlerin konumlarını güçlendirmiş olmaktadır.” (E. H. Carr, age, s. 54). Carr, bize uzlaşmayı seçenler ile diğerleri vb. gibi ayrımlar yaptırıyor. “Diğer Sovyet liderlerinin” ayaklanmayı desteklediğinin şüphe götürür olduğunu söylüyor. Zinoviev’in ayaklanmayı “kışkırttığını” söylüyor. Bunları tarafsızlık adına yapıyor. Ama tarafsızlığın taraf olduğu, yazım dilinden bellidir. Fakat biz yine de SSCB’nin, geri düşen dünya devrimi nedeniyle, geçici olarak, kapitalist ülkelerle “birlikte yaşama” yolunu seçmek durumunda kaldığını görebiliyoruz. Lenin X. Kongre’de şunları söylüyordu: “Yalnızca köylülükle yapılan bir anlaşma diğer ülkelerde devrim olana kadar Rusya’yı kurtarabilir.” (Aktaran, E. H. Carr, age, s. 59). NEP böylesi bir dönemin sonucunda doğmuştur ve köylülükle uzlaşmanın programıdır. X. Kongre’de alınan diğer kararları savunurken Lenin, “bir geri çekilme sırasında, disiplin yüz kat daha gerekli” diyordu.
Tarihi incelerken, şu şöyle olmasaydı, şu adam şöyle karar almasaydı vb. gibi vurgular, tarihi insanların isteklerine göre yaptıkları Şkrinin ürünüdür. Oysa Marx, insan kendi tarihini kendisi yapar, ama istediği gibi değil derken, bize tarihin nesnel ve öznelin birliği içinde, öznenin müdahaleleri, eylemleri ile gerçekleştiğini anlatmaktadır.
SSCB, yenilmiş dünya devrimine rağmen, dünya devrimci hareketinin elinde kalmış tek mevzidir. Bu mevzi ancak yeni bir dünya devrimi için feda edilebilir olmalıdır. Öyleyse, o zamana kadar bu mevziyi kaybetmemek gerekir ve bunun gerekleri yapılıyor. Ama dış kuşatma ve iç sorunlar içindeki SSCB, giderek yeni bir dünya devrimi için de kendini feda edemez hale geliyor. Sorun da buradadır. Bir dönem verilen pratik tavizler, bir dönem sonra SSCB’yi belirler hale geliyor ve bunlara uygun teorik-politik perspektif geliştiriliyor. Pratik taviz kötüdür, düşman karşısında güçsüzlüğün ifadesidir. Ama eğer pratik taviz sadece pratik taviz düzeyinde kalırsa yeniden güç toplayıp bunları bertaraf etmek mümkündür. SSCB bunu başaramıyor. Hatta, pratik tavizleri öylesine teorileştiriyor ki, dünya devrimi dalgasını (1945’te) göremiyor.
İçeride devlet örgütlenmesi, toplumun örgütlenmesi, parti örgütlenmesi bu koşullar altında yeniden biçimleniyor. Ayakta kalma güdüsü, devrimci perspektişerin yerine geçiyor. Çelişen kısa ve uzun vadeli politikalardan kısa vadeli politikalara o kadar ağırlık veriliyor ki, bunun yarattığı tahribat nedeniyle uzun vadeli politikalar unutuluyor.
Böylece devlet sınıftan kopmuştur. İşçi sınıfı devleti, işçi sınıfına ideolojik olarak bağlı bir devlet haline geldi. Bürokrasi gelişti, gelişme gücü buldu. Paris Komünü deneyiminden hareketle geliştirilen (devlet memurlarının maaşlarının ortalama bir işçinin maaşını aşmaması, göreve gelenin seçimle2 gelmesi ve her an görevden alınabilir olması, devlet işlerinin sıradan bir kişi tarafından yapılabilecek kadar basitleştirilmesi) ilkeler rafa kalktı. Bu ilkeler, en başta Sovyetler vb. gibi örgütlülükleri gerektirirler.
Devletin işçi sınıfından kopması, pratik olarak elbette uzunca bir süre alıyor. Bu süre, iç savaş, faşizme karşı savaş gibi olağanüstü dönemlerde ideolojik olarak sınıfa yaklaşma, pratikte tümüyle (“yetenekli kişilerin devlet çarkında yer etmesi” ile) ondan uzaklaşma biçiminde derinleşiyor. Özellikle “olağanüstü” dönemin bittiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin yeniden inşasının yolu da açılmıyor. Tüm bu süre içinde emperyalist kuşatma, devletin büyümesi (sönmesi şöyle dursun) için temel hazırlanıyor. Devlet tüm yönleri ile sınıfa yabancılaşıyor. Ordunun büyümesi bir yana, planlama bile daha geniş kesimlere mal edilmiyor.
Devlet kademelerinde yükselmek, olanaklar ve ayrıcalıklar elde etmenin bir başka adıdır. Bu arada yeni burjuva sınıf, herkesin elinde ne yapacağını bilmediği paranın varlığına dayanarak, karaborsacılık yolu ile kendini sürekli büyütmüştür. Devlet olanaklarını elde eden ayrıcalıklı kesim ile yeni burjuvazi giderek kaynaşmıştır.
Devlet ayrıcalık kapısı ise, parti de devlet yönetiminde etkin rol almanın en kestirme yoludur. Bu durumda parti, sosyalizme yabancı unsurların yuvası haline gelmiştir. Bir Gorbaçov’un, bir Yeltsin’in partinin üst düzey kadroları içinde yer edinmiş olmaları şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. En önemlisi, bu durumda, aynı parti sınıftan bağımsızlaşmış, yozlaşmış, karşı-devrimin yuvası olmuş, aynı parti eliyle kapitalist restorasyonu gerçekleştirmek hiç de sorun olmamıştır.
Ekim Devrimi değerlerine ve ideallerine bağlı devrimcilerin, çözülüşü seyretmesi, bir ölçüde partinin her şeyi doğru bildiği Şkrinin etkisiyle ilgilidir. İnsanlar, partinin daha iyi bir şeyler yapacağını, eski rejimin rahatsızlık duydukları yönlerinin düzeltileceğini düşünmüşlerdir. Gorbaçov, “tüm iktidar Sovyetlere” sloganını atarken, tam da bu inancı beslemek yoluyla devrime savaş açmıştır.
Ekim Devrimi pek çok nesnel ve öznel etkenin etkisiyle çözüldü. Ardından, yükselen Kapital’i geliştirmek, sosyalizm pratiğinin zenginliği nedeniyle olanaklı ve gereklidir. Bunun başka yolu da yoktur.
Paris Komünü, proletaryanın iktidarı almasının yetmediğini, eski devlet çarkının tümüyle parçalanması gerektiğini göstermiştir. Ekim Devrimi ise devrimi içeride ve dışarıda sürekli kılmanın önemini göstermiştir. Pek çok diğer etken, devrimin içeride ve dışarıda sürekliliğinin sağlanamaması nedeni ile etkileşim içinde yenilgiyi hazırlamıştır.
Paris Komünü iktidar sorununun altını koyulaştırdı. Ekim Devrimi komünizme geçişi tüm tartışmamızın gündemine sokmuştur. Ne büyük bir şanstır ki bunca zengin bir deneyimin yaşandığı bir dünyada komünizm savaşımını yürütüyoruz.
Proletarya, dünya proletaryası, Ekim Devrimi ile, Sovyet proletaryasının elleriyle göğü fethetmeye çıktı. Bu göğü fethetme seferi sürmektedir. Sovyet proletaryası, devrimin eksikliklerinden öğrenip, yeni bir devrim için kolları sıvamak durumundadır.
Yenilgiyi yükselişin kaldıracı, eksiklikleri kapitalizmden komünizme geçiş sürecini kısaltmanın aracı yapacağız. Bu ellerimizdedir.

Sonraki Bölüm: Dünya Devrimci Hareketinde Üç Temel Hastalık (Ekonomizmin Üç Fidanı) Demokrasi, Barış, Enternasyonalizmin Reddi

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Proletarya Diktatörlüğü Üzerine

Önceki Bölüm: Meta Üretim Ufku Aşılmadıkça Yeni İnsan Yaratılamaz
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (Marx, Gotha ve Erfurt…, s. 41).1
Bu sözler son derece büyük öneme sahiptir. Reformizm, oportünizmin her türü, bu iki noktaya şiddetle saldırmıştır. Birinci nokta, “devrim yoluyla geçiş”, ikincisi, proletarya diktatörlüğüdür. Oportünizm her zaman sosyalizme saldırırken devrimin gereksizliğini, reformların yetebileceğini, her şeyin barış içinde olabileceğini vurgulamıştır. Her saldırışlarında proletarya diktatörlüğünün reddedilmesine kilitlenmişlerdir. Önceleri proletarya diktatörlüğü tümden inkâr edilmiştir. Ama Kautsky daha ince yöntemlerle proletarya diktatörlüğünün iki anlamı olduğunu anlatmaya koyulmuş ve Lenin’e bu temele dayanarak saldırmıştır.
Gerçekte, “devrim yoluyla geçiş” ve proletarya diktatörlüğü bir yana atılınca, Marksizm-Leninizm liberal bir teori düzeyine indirilebilir. Bu nedenle saldırı bu noktalara yoğunlaşmaktadır.
Paris Komünü, proletaryanın sadece eski devlet mekanizmasını ele geçirmekle yetinemeyeceğini göstermiştir. Proletarya, eski devlet mekanizmasını yerle bir etmeli ve yerine kendi devleti olan proletarya diktatörlüğünü geçirmelidir. Bu noktanın önemi, Paris Komünü’nden bu yana biliniyor. Bu durumda saldırı noktasının proletarya diktatörlüğü olması da anlaşılır.
“Yalnızca sınışar savaşımını kabul eden kişi, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkamamış biri olabilir. Marksizm’i sınışar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınışar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksist’i, bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelde ayırt eden şey, işte budur. Marksizm’in gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 48-49).
Bu denektaşı bilindiği halde, sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e saldırıların biteceğini sanmak düşmanı eksik tanımak olur. Tersine aynı çaba, yeni dönemde, yeni biçimde gündeme geliyor. Proletarya diktatörlüğü reddediliyor. Reddetme biçimleri biraz renklendiriliyor. Bir yandan Kautsky diriltiliyor, bir yandan da sosyalist demokrasi tartışması ile kapitalist devletin mekanizmaları sosyalist devlete taşınıyor.
Elbette bu yeni saldırılar da, sosyalizmin çözülüşünden hız alıyor. Öyle ki, bu hızla herkes teoriyi mıncıklıyor, bir parçasına saldırıyor. Bu tarihsel dönemde, bu nedenle, proletarya diktatörlüğü tartışması bizler için de önem kazanıyor.
Konuyu beş ana başlıkta ele alacağız. Birinci olarak; proletarya diktatörlüğünün ayırıcı nitelikleri nelerdir? İkincisi, proletarya neden bir devlete ihtiyaç duymaktadır? Üçüncüsü, devletin sönmesi meselesi. Dördüncüsü, proletarya, diktatörlüğü üzerine Kautsky’nin diriltilmesi ve beşinci olarak sosyalist demokrasi tartışması. Elbette bu son iki nokta tartışmamızın sonuna gelmelidir. Çünkü ilk üç başlıkta sorunu tartışmamız gerekmektedir.
Proletarya diktatörlüğünü sosyalizmin örgütlenmesinden bağımsız ele almamak gerektiği için ilk üç noktanın tartışmasında konunun değişik yönlerine bakma fırsatını bulacağız. Nihayet son iki tartışmada, değinemediğimiz bölümlere de değinme şansımız olacaktır.

1- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN
AYIRT EDİCİ YÖNÜ ÜZERİNE

Bir devlet olarak proletarya diktatörlüğünün ayırt edici özellikleri nelerdir? Proletarya diktatörlüğü, her devlet gibi, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın devletidir. Onun sınıfsal niteliği budur. Komünistlerin devletin sınıf niteliğini gizlemeye ihtiyaçları yoktur. Burjuva ideologları devletin sınışar üstü, bir hakem, tüm toplumun üstünde bir akıl, tanrının dünyadaki temsilcisi vb. olduğunu söylerler. Ama tüm bunları, elbette devletin sınıf niteliğini gizlemek için yaparlar. Yine burjuva ideologları veya her boydan boş inan sahibi sözde Marksistler, demokrasi ve diktatörlük ayrımı ile burjuva düzeni aklamaya çalışırlar. Her devlet bir sınıfın devletidir ve bu nedenle diğer sınışar için bir diktatörlüktür. En gelişmiş burjuva demokrasisi de bir burjuva diktatörlüğüdür. Bu nedenle devlet olarak “demokrasi”, burjuva demokratik devlettir ve burjuvazinin proletarya ve emekçi kitleleri baskı altında tutmasının aracıdır. Komünistler, devletin sınıf niteliğini açıkça ortaya koyduklarına göre, her devletin adı ne olursa olsun bir diktatörlük olduğunu bilirler. Bu nedenle de onu gizlemeye yönelmezler.
Proletarya diktatörlüğü tüm devletler gibi bir devlettir ve onun diğer tüm devletlerle tek benzer noktası burasıdır.
Proletaryanın nihai hedeŞ tüm sınışarın ortadan kalktığı komünizmdir. Komünizm, devletin de ortadan kalktığı sistemdir. Bu nedenle proletarya, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırmak amacındadır. Öyleyse proletarya diktatörlüğü, bir devlet olarak kendisini ortadan kaldırmayı hedeşer. Bu, başka hiçbir devletin özelliği değildir. Tüm sömürücü sınışar, sömürecekleri sınışarın varlığına ihtiyaç duyarlar. Ama aynı biçimde onları her yolla denetim altında tutmak, bastırmak durumundadırlar. Proletarya ise, kendi varlığını başka bir sınıfın varlığına borçlu değildir. Ücretli emek olmadan sermaye olamaz ama emek her zaman sermayeye gerek duymaz. Sosyalizm emeğin sermayeye gerek duymadığı bir toplumdur. Kendi varlığı başka bir sınıfın varlığına dayalı bir sınıf, o sınıfı ortadan kaldırmaya yönelemez. Ama proletarya karşıtlarını yok ettiği sürece, kendisini de yok etmenin yolunu açar. Onun için onun devleti kendi varlığına son vermeye yönelen bir devlet olabiliyor.
İşte proletarya diktatörlüğünün birinci ayırt edici noktası burasıdır. Proletarya diktatörlüğü kelimenin gerçek anlamıyla bir yarı-devlettir. Kendi varlığına son vermeye yönelen bir devletin yarı-devlet olduğu kesin değil midir?
Elbette onun bu özelliği, onun tarihte ilk kez sömürülenlerin, ezilenlerin devleti olmasından gelmektedir. Tarih boyunca tüm devletler sömüren sınışarın baskı aracıdırlar. Oysa proletarya diktatörlüğü sömürülenlerin sömürenlere, ezilenlerin ezenlere karşı baskı aygıtıdır. Bu niteliği ise onu; tarihin tanıdığı en geniş, en gelişmiş demokrasi haline getirir. Sahte demokrasi savunucuları bunu görmezler. Köleci devlet, köle sahiplerinin devleti, dolayısıyla köle sahipleri için bir demokrasidir. Ama nüfusun büyük çoğunluğu köledir ve onlar için baskı aracı, katıksız bir diktatörlüktür. Aynı şey feodal, kapitalist devletler için de söz konusudur. Hangi biçimi olursa olsun, ister parlamenter cumhuriyet, ister faşizm, ister bugünkü gibi ikisini de içeren tekelci polis devleti, tüm burjuva devletler, burjuvazi için, ezenler-sömürenler için, nüfusun az sayıda kesimi için bir demokrasidir. Ama emekçi halk, işçi sınıfı için ise her biri bir diktatörlüktür.
Proletarya diktatörlüğü ise toplumun çoğunluğu için bir demokrasidir. Bunun tarihte bir dönüm noktası olduğu kesindir. Proletarya diktatörlüğü, ezilenlerin, sömürülenlerin devletidir. Proletarya demokrasisinin niteliği buradan gelir. Kendini yok etmeyi amaç edinmiş ve daha ilk andan nüfusun tüm ezilen, sömürülen kesimlerini işçi sınıfı hegemonyasında iktidara taşımış bir devlettir. Bu onun üçüncü ayırıcı niteliğidir.
Burjuvazi, burjuva devletin bizzat içerisinde yer almak, devlet kademeleri içinde yer almak zorunda değildir. O, üretim araçlarının sahibidir ve bu nedenle paralı memurları aracılığı ile yönetebilir. Burjuvazi bir kere demokratik cumhuriyeti ele geçirdi mi, artık hiçbir kişi, parti, kurum değişikliği onun egemenliğini sarsamaz.
Burjuvazi üretim araçlarının sahibidir. Bu nedenle bunu başarması, modern toplumda hiç de güç değildir. Bürokrasi her yönü ile paraya, burjuva efendilerine bağlıdır.
Ama aynı şey proletarya için, kendi devletine ilişkin olarak geçerli değildir. Proletarya, devleti aracılığı ile üretim araçlarına sahiptir. Tek tek proleterler üretim araçlarına sahip değildir (Zaten, eğer böyle bir şey olsaydı, sosyalist toplum üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermemiş olurdu, sadece özel mülkiyet sahipleri değişmiş olurdu). Bu nedenle devlet ile proletaryanın (sınıfın) ilişkisi son derece büyük öneme sahiptir. Proletarya, devlet çarkının bizzat içinde yer almak durumundadır. Proletarya, bürokrasi oluşumunu önlemek, devlet işlerini yürütmenin maddi çekiciliğine son vermek durumundadır. Sosyalist demokrasi tartışmaları sırasında bu noktayı daha detaylı ele alacağız.
Devlet, ilk doğduğu günden bu yana sınıf savaşımları içinde giderek büyüdü ve merkezileşti. Köleci toplumda devletin henüz el atmadığı pek çok iş vardı. Belki tam bu noktada, sivil toplumdan da söz edilebilir. Ama kapitalizme gelindiğinde devletin elini atmadığı tek bir alan yoktur. Öyle ki kapitalizmde, hele hele günümüzde devletten söz etmeden, politikadan söz etmeden bir şeye karşı çıkmak, bir şeyden yana olmak, ekonomiden, sanattan, kültürden bağımsız şeylermiş gibi söz etmek olanaklı değildir. Bu nedenle devletlerin bir “sürekliliği” vardır. Evet, her devlet, bir başka sınıfın devletidir, ama her biri sömüren sınışarın devleti olduğu için kendi içinde devlet bir anlamda büyümesini ve merkezileşmesini sürdürmüştür. Nihayet kapitalist devlet en gelişmiş devlettir, tepe noktasıdır. Proletarya diktatörlüğü ile birlikte devletin başaşağı gidişi de başlar. Ancak henüz proletaryanın elinde, eski egemen sınıfı bastırmak ve tüm dünya ölçeğinde komünizmi kurmak yoluyla kendi varlığına son vermek üzere, devletin işlevi vardır.

2- PROLETARYA
NEDEN DEVLETE GEREKSİNİM DUYAR?

Aslında proletaryanın neden devlete gereksinim duyduğu ile, sosyalist aşamanın neden zorunlu olduğu arasında kopmaz bir bağ vardır. Tersi halde zaten proletarya diktatörlüğünün sosyalist aşamanın devleti olmaması gerekirdi. Okuyucu bizi affetmelidir. Bu herkesin bildiği şeyi niye tekrarlıyoruz? Buna cevap vermek gerekir. Bilindiği gibi sosyalizmin çözülüşünü fırsat bilen herkes şimdi saldırıya geçiyor. En çok saldırılan konu proletarya diktatörlüğüdür. Ama bu sefer yöntemler biraz değişmiştir. Kimileri sosyalizm ve proletarya diktatörlüğünün ayrı aşamalar olduğunu söylüyor. Kimileri, sosyalizm aşamasına karşı taarruza geçip Marx’ı birdenbire aşamalar uydurmakla suçluyor. Gerçekte ise saldırı yeri, sosyalizm ile birlikte proletarya diktatörlüğüdür. Kimileri, aslında birden fazla proletarya diktatörlüğü tanımı olduğunu söylüyor. Elbette amaçlan en zararsız tanımı bulmaktır. Kimileri ise, sosyalizmin aslında çok partili olması gerektiğini yazıyor. Biz bu anlayışlardan son ikisine çalışmamız boyunca yanıtlar vereceğiz. Ama tüm bu tabloya bakınca proletarya diktatörlüğünün sosyalist aşamanın devleti olduğunu söylememiz sanırız anlaşılır.
Kapitalizmden komünizme geçiş bir sosyalist aşamayı gerektirir. Bu aşamada, “devlet, proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” Komünizme yürüyüş ise salt ekonomik bir olgu değildir. Sosyalizm, komünizmin kapitalizme savaş açtığı ortamdır. Bu sistemde eski toplumun tüm uzantılarına karşı keskin bir savaş yürür. Sınıf savaşımının sosyalizmde devam etmesinin anlamı budur. Öyleyse bu geçişi salt ekonomik bir olguya indirgemek, kapitalist izleri kalıcı kılmak, ona karşı savaşımı etkisizleştirmek olur.
Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, sosyalist aşamada; a) ekonomik-teknik, b) siyasal, c) kültürel değişimleri gerçekleştirmek gereklidir. Ekonomi ve teknik üzerinde daha önce duruldu. Burada tekniği özellikle vurguluyoruz. Ekonomik planda, devrim sonrasında sosyalist ekonominin kurulması adımlarının atılması gerekir. Bu, devrimle birlikte hemen gerçekleştirilen kamulaştırmalarla özel mülkiyete büyük ölçüde son verilmesi ile zaten başlamıştır. Ama bu sefer yüzyılların alışkanlığı olan patrona çalışmanın, toplumsal psikoloji üzerindeki etkilerinin yenilmesine sıra gelir. Fabrikaların işletilmesi, işçi örgütlerince yönetilmesi, fabrikalar ve sektörler arasında ilişkilerin düzenlenmesi, kamulaştırılmış işletmeler arasında paranın kaldırılması, sosyal hizmetlerin yürütülmesi ve genişletilerek parasızlaştırılması vb. devreye girer. Ama aynı zamanda, hem teknolojinin örgütlenmesi hem de geliştirilmesi sorunu da son derece önemlidir. Değil mi ki kafa kol emeği ayrımına teknik gelişim sayesinde son verilebilme şansı yakalanacaktır. Öyleyse nasıl bir teknoloji sorusu kendiliğinden öne çıkacaktır. Artı-değer üretimi için değil, toplum için, üretim ve insanın özgürleşmesi için teknolojinin örgütlenmesi, geliştirilmesi gerekir. Sosyalizmi insan refahı açısından ele alanlar, onun insan refahını arttırdığını göstermek için kişi başına kaç otomobil düştüğüne veya kaç marka otomobil bulunduğuna bakarlar. Bu, gerçekte kapitalizmin tüketim toplumu ideolojisinin ve tüketici birey olarak insanın nesne haline getirilişinin yansımasıdır. Bu nedenle teknolojinin tarafsızmış, sınıfsallıktan uzakmış gibi ele alınması son derece hatalıdır.
Komünizme geçişteki siyasal görevlere gelince: Bir kere her şeyden önce sosyalizm siyasal planda, burjuva hukukunun ufkunu aşmaya yönelmelidir. Devleti ortadan kaldıracak tüm önlemleri almalıdır. Bu ise; içeride sınışarın varlığının tüm sonuçlarına karşı amansız bir saldırı yürütmek, toplumu en ücra köşesine kadar örgütlemek, bu örgütlenmeleri toplumun yönetimi açısından işlevli kılmak; dışarıda ise, dünya devrimi için mücadeleye devam etmek anlamına gelir.
Toplumun örgütlenmesi, sosyalizm kuruculuğu işinin en önemli noktasıdır. Bilinçlendirme faaliyeti buna dayanır. İnsanların giderek kendi sorunlarını çözebilmesinin yolu buradan geçer. Bu yolla siyasallaşma artar, siyasal bilinç gelişir. Dünya devrimi hedeŞ ve enternasyonalist ruh ise devrimin içerideki sürekliliğinin de garantisidir. Bu ruhu yok olmuş bir devrim yaşayamaz. Bu açıdan bugün dünya çapında sosyalizmin yenilmesinin, bu enternasyonalist ruhun yok olmuş olması ile yakından bağlantısı vardır. Nasıl ki, başka ulusları ezen bir halk özgür olamaz ise, aynı biçimde dünyanın başka yerlerindeki devrimcileri, komünistleri desteklemeyen bir ulus da sosyalist olarak kalamaz.
Kültürel plana gelince: Gerçekte bu alanda temel hedef yeni insanın, komünizmi kuracak insanın yaratılmasıdır. Bu, kapitalizmden kalan tüm pisliklere karşı savaşımla yürür. Sanatta, ahlâkta özgürleşme dönemi olmadan komünizm kurulamaz. Bu süreç aslında ileriye doğru insanı yenileştirirken, geriye doğru tarihin karanlıklarındaki insanlık değerlerinin tümünü gün ışığına çıkarır. Bu zenginlik olmadan insanlaşma tam anlamı ile gerçekleşemez.
Gerçekte bu üç alanda da atılacak adımlar sıkı sıkıya birbirine bağlıdır.
Proletarya, iktidarı aldıktan sonra, eski devlet makinesini paramparça etmek zorundadır. Onun yerine kendi devletini kuracaktır. Paris Komünü deneyimi bunun gereksinimini açık bir biçimde göstermiştir. Bu devlet ise proletarya diktatörlüğüdür.
Proletarya bir devlete, en genel anlamı ile yukarıda üç temel noktada toparlanan kuruculuk işini tamamlamak, sınışarın, sınıf savaşımlarının varlığına son vermek için gereksinim duyar.
Proletarya diktatörlüğünün üç temel görevi vardır. Proletarya eski devlet çarkını tümüyle imha edip kendi devletini kurduktan sonra; a) burjuvaziyi baskı altında tutmak, b) sosyalizmin ekonomik temelini kurmak ve c) devrimi içeride, dışarıda her alanda sürekli kılmak göreviyle karşı karşıyadır.
Henüz iktidarın alınması halinde, alaşağı edilen burjuvazinin direnme gücü yok olmaz. Tersine eski olanakları, bilgisi ile iktidardan düşmenin verdiği kini birleştirerek tüm gücüyle saldırıya geçer. Burjuvazi bu saldırısında uluslararası burjuvazinin desteğini de muazzam olanaklarıyla birlikte alır. Eğer birileri bize, bu aşamada proletaryanın devlete ihtiyacı olmadığını söylüyorsa, bunlar ya bilinçsiz kimselerdir ya da proleter dostu görünen burjuva ajanlarıdır. Proletarya bu noktada iktidarı, bu gücü kullanmakta bir an bile tereddüt edemez. Bu tereddütün sonucu geri dönülemez bir yoldur.
Bir yanda henüz kendisini egemen sınıf olarak örgütlemiş, henüz iktidarı almış bir proletarya, bir ezilenler kitlesi vardır; diğer yanda ise, iktidardan yeni alaşağı edilmiş, yönetmenin ve egemenliğin tüm inceliklerini bilen sömürücü bir sınıf vardır. Savaş bu koşullarda sürecektir. Burjuvazi proletaryaya karşı burjuva devlet gücünü kullanmakta nasıl tereddüt etmiyor ise, aynı biçimde proletaryanın da böyle bir hakkı vardır. Bir sömürücü sınıf, üretim araçlarını devletin denetimine vermekle, kendisini bir “işçi” durumuna getirmiş olacaktır. Hiçbir burjuvanın buna razı olmayacağı açıktır. İşte proletarya bu noktada, burjuvaziyi bastırmak için bir devlete ihtiyaç duyacaktır. Engels, Bebel’e 28 Mart 1875 tarihli mektubunda “Özgür Halk Devleti” kavramını eleştirirken şunları söylüyor: “Proletarya, bir devlet gereksinimi duydukça, bunu hiç de özgürlük için değil, ama düşmanlarını bastırmak için duyacaktır. Ve özgürlükten söz etmek olanaklı bir duruma geldiği gün de, devlet, devlet olmaktan çıkar.”
Proletarya, burjuvaziyi bastırmak için bir devlete ihtiyaç duyar. Proletaryanın çoğunluğu temsil etmesi, proletarya diktatörlüğünün ilk kez çoğunluğun devleti olması baskıyı gereksiz hale getirmez. Hiçbir kalabalık, tek başına bir şey değildir. Ancak onlar, bu çoğunluğun devletini burjuvaziyi bastırmaya, onun direncini kırmaya yönelik olarak kullanırlarsa, bir güç olurlar. Bu yolla gericiliğe korku salarlar. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın düşmanlarını kelimenin gerçek anlamında zorla bastırmasına yarar; silahlı emekçilerin burjuvaziye karşı iktidarını koruyup sürdürmesini sağlar.
Proletarya diktatörlüğünün ikinci görevi, sosyalist ekonominin temellerini kurmaktır. Bu yolda, gerçekleştirdiği kamulaştırmalar yoluyla, özel mülkiyete büyük oranda son vermiş olmakta ve büyük bir adım atmaktadır. Ancak sosyalist ekonominin temellerinin atılması, ona işlerlik kazandırılması, bir merkezi planlamanın yürütülebilir hale gelmesi, teknik temelin gözden geçirilmesi ve hemen teknolojinin örgütlülüğüne yönelinmesi, sosyal ihtiyaçların karşılanabilirliğinin gelişimi vb. bir günde gerçekleşemeyecek kadar zorlu bir iştir. Başlangıçta burjuvaziden ekonominin yönetimini devralmanın gerçekleşmesi için bir devlet gücüne ihtiyaç duyulacaktır. Ancak proletarya diktatörlüğü bu noktada sadece baskı ile iş görmez. Tersine ilk dönemler hariç ağırlıklı olarak baskının yerine işlerin koordinasyonu ve yönetilmesini geçirir. Bu noktada onun vazgeçilmez aracı, merkezi planlamadır. Merkezi planlama bu anlamıyla sadece bir teknik değildir. Onun ruhu vardır. Merkezi bir genel planın ülke ekonomisinin yönetimindeki yeri bir teknik olgu olarak ele alınamaz ve bu nedenle de onun yerine “başka teknikler” (örneğin serbest piyasa ekonomisi vb.) ileri sürülemez. Sosyalizmin çözülüşünde saldırılan merkezi planlamanın SSCB’de çoktan merkezi olma özelliğini yitirdiğini herkes biliyor. Gossplan’ın kapsamı daraltılmıştı. Kaldı ki, serbest piyasa mekanizması da salt bir teknik değildir. Onun da bir ruhu vardır ve onun ruhu her şeyin satılık olmasında ifade bulur.
Merkezi planlama henüz kamulaştırılmamış sektörleri de etkiler. Bu sektörleri tekniğin gelişimi sayesinde kamulaştırmaya uygun hale getirir. Bu açıdan merkezi planlama tüm ülkeyi kapsar. Merkezi planlamanın kapsamı yanı sıra bir önemli nokta da onun işlevi üzerinedir. Merkezi planlama sadece işlerin yürümesi için değil, kitlelerin eğitilmesi için de zorunlu bir yoldur. Yabancılaşmanın kırılması, yönetim işlerinin ayrıcalığının giderek yok olması buradan geçer. Ekonomik birimlerin arasındaki işleyişin kurulabilmesi, ekonomik hedeşerin başında gelen kafa kol emeği çelişkisinin, kent-kır çelişkisinin çözülebilmesi için tekniğin gelişimi ve örgütlenmesi son derece önemli yer tutar.
Merkezi planlama işleyiş olarak insanların tüm gönüllülükleri ile ve örgütlü olarak içine girdikleri bir öğrenme, uygulama sürecidir. Bu nedenle onu salt bir matematiksel denkleme, bir girdi çıktı matrisine indirgemek sosyalizmin ruhuna aykırıdır.
Proletarya diktatörlüğünün üçüncü görevi; proletarya enternasyonalizmi ruhunu kaybetmeden, içeride devrimi her alanda (ekonomi-teknik, siyasal, kültürel) sürekli kılmaktır. Ekim Devrimi’nin yenilgisi bize, en çok ihmal edilen noktanın burası olduğunu gösteriyor. Paris Komünü, proletaryanın sadece iktidarı ele geçirmekle yetinemeyeceğini gösterdi, proletarya eski devlet makinesini tümüyle parçalamak durumundadır. Onun yerine kendi iktidarını, proletaryanın devrimci diktatoryasını geçirmelidir. Ekim Devrimi ise, bu görevi başardı. Ama, onun çözüldüğü bugün, bizler, eski devlet makinesini parçalayıp proletarya diktatörlüğünü kuran proletaryanın, en önemli görevinin komünizme yürüyüşün sürekliliğini sağlamak olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Kapitalist sistemde süreklilik, devletin düzeni ve kendisini koruması ile sınırlıdır ve bu yeterlidir. Ama proletarya diktatörlüğü sadece kendi varlığını korumakla komünizme yürüyüşü sürekli kılamaz. Komünizme yürüyüşün sürekliliği, ülke içinde de, uluslararası alanda da kapitalizme karşı amansız mücadeleyi sürdürmekle mümkündür. Öyleyse, devrimin içeride her alanda ve dışarıda sürekliliği muzaffer proletaryanın dikkat noktası olmalıdır.

 

3- DEVLETİN SÖNMESİ

Sosyalizme komünizmden bakmanın şart olduğu ortada. Yani komünizm üzerine laf etmeden sosyalizmi tartışmak mümkün değil. Sosyalizm kuruculuğunun başladığı ilk andan itibaren atılacak her adım komünizm hedeŞ de gözönüne alınarak atılmalıdır. Bu, devlete ilişkin de böyledir.
Komünizm sınıfsız bir toplumdur. Doğal olarak burada devlet de olmayacaktır. Ama devlet birdenbire de ortadan kalkmayacaktır. Proletarya diktatörlüğü, devleti ortadan kaldırmanın biricik aracıdır. Peki o halde kendisi de bir devlet olan proletarya diktatörlüğü kendini nasıl yok edecektir?
İşte bu noktada devletin sönmesi gündeme geliyor. “Devlet söner” dahice bir analizdir. Yani devletin kendisini tüketmesini, ağır ağır yok olmasını anlatır. Aslında devletin sönmesi, bize sosyalizmin tüm yönleri hakkında doyurucu bilgi verecektir. Bir kere sosyalizmden komünizme geçiş bir altüst oluşu, bir toplumsal devrimi, bir iktidar fethini gerektirmez. Ama yine de devletin sönmesi bir niteliksel değişikliğe işaret eder. Ama eğer devlet birdenbire ortadan kalkmayacaksa, yani kendisini tüm yönleri ile koruyup sonra da artık ortadan kalkıyoruz diyemeyeceğine göre, sönme ancak proletaryanın iktidarı alıp kendi devletini kurması anından, yani en başından başlarsa başarıyla gerçekleşir.
Demek ki proletarya, iktidarı aldığı ilk günden, devletini öylesine örgütlemelidir ki, bu örgütlenme iç mantığında sönmeyi barındırmalıdır. İşte sosyalizmin daha ilk günden attığı her adımı komünizme doğru atması gereksinimi, burada devletin sönmesi olayında daha net görülebilmektedir. Devletin sönmesi en başından onun örgütleniş tarzı ile bağlantılıdır.
Bu açıdan “Komün, artık gerçek anlamıyla bir devlet değildi” sözü son derece yerindedir. Marx-Engels, Komün ile birlikte devlet sorunu üzerine yeniden eğilmişlerdir. Bu çerçevede de proleter devlet örgütlenişinin temel ilkelerini ortaya koymuşlardır.
Marx ve Engels bu çerçevede üç temel nokta üzerinde durmaktadır: Birincisi, yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi ve her an geri alınabilir olmaları, ikincisi, devlet memurlarının ayrımsız maaşlarının ortalama bir işçi ücretini aşmaması ve üçüncüsü, devlet işlerinin herkes tarafından yapılabilecek kadar basitleştirilmesi. Ekim Devrimi bu üç noktayı temel alarak örgütlenmeyi başaramamıştır. Her geçen gün bu anlamda biraz daha bu noktalardan uzaklaşılmıştır. Bürokratlaşma bu sayede, bu boşlukta gelişme olanağı bulmuştur.
Yönetenlerin seçilmesi ve her an geri alınabilirliği hiçbir burjuva devlette uygulanamaz. Geri alınabilirlik bir yana, bugün devlet çarkındakilerin seçildiğini söylemek bile abestir. Geri alınabilirlik, salt bir iyiniyetle gerçekleşmez. Geri alınabilme, ancak, seçmenlerin verdikleri oyların takipçisi olması koşulu ile gerçekleşir. Bu ise aşağıdan yukarıya bir örgütlülüğü gerektirir. Örneğin “mahalle muhtarını” seçmek için apartman yönetimleri, sokak komitelerinden oluşan bir mekanizmanın işlemesi, bu yolla mahalle muhtarı yerine mahalle komitesinin seçilerek oluşturulması durumunda, aynı mekanizma, sadece seçim dönemlerinde kurulu olmadığı için görevden alma için de işleyebilir. Böylesi bir örgütlenme olmadan geri alınabilmeden söz edilemez. Geri alınabilmenin ayrımsız uygulanması gerekir. Aşağıdan yukarıya, direkt temsilcilerini seçmek yoluyla oluşan bu mekanizma, devlet örgütlenmesine egemen olmalıdır. Sovyetler ve Komün bu türden özgün biçimlerdir. Böylesi devrim organları, devrim sırasında, iktidarın alınışı sırasında nüveler şeklinde oluşurlar. Proletaryanın partisi bu organları geliştirmek, yaşama şansını arttırmak ve yaygınlaştırmak göreviyle karşı karşıyadır. Parti, kendisini bu organların yerine koymamalıdır. Zira bu durumda parti, Şili olarak yönetecek ve yönlendirme işlevi geri düşecektir. Burada yönlendirmenin çok daha geniş bir perspektiŞ içerdiği, siyasal ve ideolojik yönelimleri içerdiği açıktır.
Komün, bu organları yaygınlaştıramadı. Sovyetler Birliği’nde ise, 1920’de içte açlık ve iç savaş altında zaten Şili olarak dağılmış olan Sovyetler, emperyalist kuşatmanın da baskısı ile resmi olarak da dağıtılmış ve yerine parti örgütleri geçirilmiştir. Her ne kadar bu karar geçici bir karar olarak alınmış ise de, bir daha asla Sovyetlerin yeniden inşasına gidilmemiştir.
Öte yandan iç savaş ve kuşatma, zorluklar, devrimi yaşatmak için “yetenekli, eğitimli” insanların yönetim kadrolarına girmesine neden oldu. Trotsky, Çar’ın subaylarını bu zorluklar nedeniyle göreve aldı. Böylece bu uzmanlar kadrosu bürokrasinin yerleşmesinin de garantisi olmaya başladı.
Sovyetler, komün vb. organlar olmadan, bu organlar tüm ülke genelinde yaygınlaşmadan, düzenli işleyen komiteler kurulmadan bürokrasinin gelişiminin önü alınamaz, geri çağırma mekanizması işlemez.
Bu noktada devlet memuru olmanın ayrıcalıklarının yok edilmesi gerekir. En üstten en altına kadar devlet makinesindeki her memurun maaşı, ortalama işçi maaşını aşmamalıdır. Bu yolla devlet ayrıcalıklar elde etmenin kapısı olmamalıdır. Sovyetlerde bir yandan devlet ayrıcalıklar elde etmenin kapısı oldu, öte yandan parti de bu devlet yönetiminde ilerlemenin şaşmaz aracı haline getirildi. Komünist Parti, bu ayrıcalıkların karşısında olacağına, kendisi ayrıcalıklar elde etmenin altın basamağı olmuştur.
Üçüncü olarak, eğer devlet işleri sıradan her vatandaşın yapabileceği ölçüde basitleştirilmezse, görevden geri çağırma mekanizması işlemez. Yani görevden alacağınız insanın yerine o görevi yapabilecek kadar “bürokrasi” bilgisi, uzmanlığı vb. gerekli hale gelirse, pratik olarak görevden alma işlemez. Bu nedenle, devlet işlerinin basitleştirilmesi sıradan bir ilke değildir. Öte yandan bir basitleştirme olmadan devlet memurları kadrosunun sürekli büyümesi önlenemez. Bu nedenle de devletin sönmesi ile işlerin giderek basitleştirilmesi birbirinden koparılamaz.
Bu mantık olarak da böyledir. Sağlık hizmetlerinin parasızlaştırıldığı bir yerde sosyal sigorta işlemlerine gerek kalmaz, bu ise koca bir kurumu (herhangi bir kapitalist ülkeyi düşünün) gereksiz kılacaktır. Bugün herhangi bir kapitalist ülkede varolan vergi daireleri içinden çıkılmaz labirent gibidir. Bunu pek çok kurum için de söylemek mümkündür. Tüm bu çerçeve akılda tutulunca, devlet işlerinin basitleştirilmesinin önemi kavranacaktır.
Ancak tüm bu önlemler, bir örgütlülük üzerine yükselirse anlamlıdır. Yine, bu çerçevede komünist partisi bu ana hattın hayata geçirilmesinde yönlendirici bir role sahip olacaktır. Parti siyasal faaliyetini, ideolojik faaliyetini bu çerçevede etkili kılmalıdır.
Devletin örgütlenmesinde kapitalizmden devralınan kurumların kullanımı aynı biçimde olanaklı değildir. Örneğin; sendikaları ele alalım. Sendika, kapitalizmle birlikte, modern sınışar (proletarya ve burjuvazi) arasındaki savaşımla birlikte doğmuştur. Sendika, ekonomik mücadelenin en gelişmiş örgütüdür. Ancak sosyalizmde sendikalar ne işe yarayacaktır? Sosyalizmde sendikalar işçi sınıfının ekonomik hakları için mücadele edemezler. Zira bu, işçilerin kendi devletlerine karşı mücadelesi gibi saçma bir sonuç doğurur. Örneğin; bu mücadele grev hakkını içermediği sürece, sendika ne işe yarar? Öyleyse, ya grevsiz bir sendika (ki bu saçmadır) ya da sendikaların varlığının tartışılması ile karşı karşıyayız. Çünkü grev olmayınca adı sendika da olsa bu örgütlenme başka bir işleve sahip olacaktır. Öte yandan Sovyetler veya komün biçimindeki örgütlülüğün genişlemesi ve yaygınlaşması hedeşenecekse, sendika hangi biçim altında olursa olsun bu örgütlülük ile bağlantılı olarak tartışılmalıdır.
Dikkat edilsin, bir örgütlülüğün yok edilmesi gibi bir şeyi savunmuyoruz. Tersine devlet örgütlenmesi içinde bu örgütlülüklerin işlevlerini eski biçimde koruyamayacağını tartışıyoruz. Bu durumda fabrika komiteleri, ki bunlar tüm fabrikayı yönetecektir, komün veya sovyet biçimindeki örgütlülüğün temelini oluşturacaktır. Elbette bu komiteler sektörel bazda, giderek tüm ekonomi bazında işlev görmelerinin yanı sıra, doğrudan, bulundukları yerel birimlerde siyasal bir işleve de sahiptirler. Elbette amacımız burada bu örgütlenmeler için modeller sunmak değildir. Böylesi model önerilerini hayatın zengin pratiği, donuk öneriler olarak karşılar. Ama en azından şu anlaşılmıştır; sosyalist devletin örgütlenmesi, sosyalizmin örgütlenmesi ile yakından ilişkilidir ve burada ülke koşulları, devrimin gelişim yolundan bağımsız evrensel örgütlenme modelleri olamaz. Bu nedenle komünizme geçişin en yaratıcı evresi devrimin hemen sonrasında başlayan kuruluş evresidir.
Giderek bu örgütlülükler, yukarıda anlatılan ilkeler çerçevesinde oluşan devletin, teknik ve ekonomik gelişime, kültürel gelişime de bağlı olarak görevlerini devralmaya başlamaları ile devlet giderek gereksizleşir. Ama bu süreç sadece bir teknik süreç, bir örgütlenme tekniği süreci olarak algılanmamalıdır. Tersine bu süreç komünist bilincin belirleyici olduğu bir süreçtir. İşte partinin asıl rolü de buradadır. Parti, komünizme yürüyüş ve komünist bilinçlendirme yoluyla, geçmişin, yıkılmış toplumun sosyalizme sızan tüm değerlerine karşı yoğun bir savaş yürütür. Bu sürecin çetin sınıf savaşımları süreci olduğu düşünülürse, partide başlayacak her bozulmanın karşı devrimin işini nasıl kolaylaştıracağı ortaya çıkacaktır.
Proletaryanın devlet içinde varlığı (etkili varlığı), devletin komün ve sovyet biçiminde organlara dayanması ve partinin devlet kurumlan ile çakışmaması komünizme yürüyüşün garantisidir.
Komün veya sovyet vb. biçimindeki sınıf ve kitle örgütlülüğünün (bir siyasal örgütlülükten söz ediyoruz) önemi düşünülürse, devrim öncesinde ve devrim sırasında sınıfın örgütlülüğünün önemi de açıklık kazanacaktır.
Bu çerçevede proletarya diktatörlüğü; seçimler, siyasi partiler, parlamento biçiminde burjuva diktatörlüğünü gizleyen mekanizma ile benzer bir yanı olmayan bir devlettir. Burada parlamento, sınıfın ve kitlelerin örgütleri aracılığı ile direkt seçtikleri ve her an görevden alabildikleri temsilcileri aracılığıyla oluşur. Yani siyasi partiler hükümet etmezler. Yönetim tümüyle bu örgütlülüğün üzerinde yükselen bir organın işidir ve bu organın en tepesindekiler dahil, ayrımsız herkes geri alınabilir.
Proletarya diktatörlüğü üzerine söylediklerimizden anlaşılmaktadır ki; birincisi, devletin sönmesi, daha iktidarın ele geçirilişi ile başlayan, yeni devletin kuruluşu ile başlayan bir süreci kapsar. İkincisi bu süreç sınışarın ortadan kalkması ile tamamlanacaksa, ekonomik-teknik, siyasal, kültürel alanlarda bir süreklilik içinde sönme ağır ağır gerçekleşir.
Nihayet devletin sönmesi, tek bir ülke sınırları içinde olanaklı değildir. Emperyalizmin dünya egemenliği söz konusu olduğu sürece, bir ülkede zafere ulaşan proleter devrim, başka ülkelere yayılmadıkça, yukarıda özetlenen rotada sağlıklı biçimde ilerleyemez. Çünkü o, bir yandan sosyalizmin kuruluşu için çalışırken, diğer yandan emperyalist ablukaya karşı önlemler almak durumundadır. Emperyalist abluka, hem ülke içinde ileriye gidişe harcanacak enerji ve maddi kaynağı emecek, hem de devrimin önüne, tek ülkede kaldığı sürece aşılmaz engeller dikecektir. Bu noktada ülke içinde, emperyalist burjuvaziden büyük destek alacak olan küçük burjuvazi, devrime karşı daha sinsice ve daha güçlü bir savaş yürütmeye başlayacaktır.
Ekim Devrimi deneyimine bu gözle bakmak gerekir. Ancak yine de bu yeterli değildir. Çünkü 1940’lara kadar Ekim Devrimi dünyanın tek proleter devrimi idi. Bu dönem bu ablukanın etkileri anlaşılırdır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Doğu Avrupa, Çin, Vietnam, Küba başta olmak üzere pek çok ülke bu yola yönelebilmiştir. İşte bu noktada, SSCB-Çin çatışmasının yıkıcı etkisi açığa çıkacaktır. Sosyalist ülkeler, enternasyonalizmin yerine milliyetçiliği geçirmeye başlamışlardır. SSCB, İkinci Dünya Savaşı sonlarında gelen ve Yunanistan, İtalya, Fransa’da yüzeye çıkan yeni dünya devrimi dalgasına sırtını çevirmiştir. Çin Devrimi hariç, o tarihten sonra, devrim olana kadar hiçbir ülkeyi desteklememiştir. Ve genellikle zafere ulaşan çizgiler, resmi Sovyet çizgisinin dışında çizgilerdir. Ancak devrimi gerçekleştirdikten sonra, SSCB yardıma yönelmiştir.
1970’lerde gittikçe büyüyen sosyalist topraklarda, daha köklü bir anlayış ile komünizme yürüyüşe yönetebilmek olanaklı idi. Bu yıllarda, emperyalizmin kuşatma politikası o ölçüde etkili değildi. Ama SSCB’nin statükocu politikası, emperyalist kuşatmanın etkisini bin kat, onbin kat arttırmıştır.
Devletin sönmesi, devrimin içeride ve dışarıda sürekli kılınması ile olanaklıdır. İçerisi üzerinde dururken, dünya devrimi perspektiŞni atlamamak bu nedenle çok önemlidir. Komünizme geçişin dünya ölçeğinde olacağı buradan da çıkmaktadır. Uluslararası boyut unutularak, 1960’larda, 1970’lerde SSCB’de olduğu gibi, bir ülkede komünizmi ilan etmek, proletarya diktatörlüğünden “tüm halkın devletine” geçişi ilan etmek büyük tahrifattır. Bu anlayış birincisi, sosyalizmden komünizme geçişi bir ulus içinde ele alıyor. Komünizm savaşımının enternasyonalist ruhunu boşaltıyor. Kitleleri aldatıyor. İkinci olarak, “tüm halkın devleti” nedir? “Tüm halkın devleti”, sınışarın kalktığını mı işaret ediyor? Bu durumda niye bir devlete, hâlâ gereksinme var? Ayrıca, sınışar kalkıyor ise, tüm halkın devleti ne işe yarayacaktır? Nitekim görülüyor ki, “tüm halkın devleti” proletarya diktatörlüğünün reddine götürüyor ve “tüm halk” içinde ciddi biçimde burjuvazinin boy atışı gerçekleşiyor. Bugün bunu anlamak çok daha olanaklı. Devlet, sınışarın varlığının itirafıdır. Devlet ile halk sözcüğünü binbir yolla çiftleştirerek hiçbir sorun halledilemez. Tersine sorunların üstü örtülür. Olan da budur.

4- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDE
PARTİNİN GÖREVİ

Proletarya diktatörlüğünde partinin görevinin ne olduğuna ilişkin yukarıda genel bir çerçeve çizilmiştir. Ancak yaşanan sosyalizm deneyimleri bizim önümüzü de aydınlatmaktadır. Bu nedenle konu üzerinde biraz daha durmakta yarar var.
Önce konuyu biraz daha somutlayalım: Soru şöyledir; proletaryanın öncü partisi ve proletaryanın devletle ilişkisi nasıldır? Ya da sosyalizmde sınıf, parti, devlet ilişkisi konusunda neler söylemeliyiz?
Yukarıda gördük ki; 1) Proletarya sınıf olarak bu devletin (kendi devletinin) bizzat içinde yer almalıdır. Onun burjuvazinin burjuva devlet ilişkisindeki gibi özel mülkiyet sahibi olmaktan gelen bir sonsöz söyleme hakkı kendiliğinden yoktur. Bu nedenle, sınıfın ve kitlelerin örgütlülüğü son derece önemlidir. Proletaryanın, devlet çarkı içinde bizzat varlığı zorunludur. 2) Proletarya diktatörlüğü bir yarı-devlet olarak, en başından sönmeye dönük örgütlenmelidir. Komünizm perspektiŞ gereği, bu böyledir.
Bu iki nokta, proletarya diktatörlüğünün, komün, sovyetler vb. biçimlerinde de görülebilir. Yeri gelmişken, proletarya diktatörlüğünün komün, sovyet vb. biçimleri vardır. Ama halk demokrasisi adı verilen ucube biçimleri hiç yoktur, olamaz. Doğu Avrupa ülkelerindeki halk demokrasileri proletarya diktatörlüğünün biçimleri olarak ele alındılar. Gerçekte halk demokrasisi teriminin kendisini, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya kabul edebilirdi. Proletaryanın kendi özgücüne dayanmayan, ondan çok, muzaffer Kızıl Ordu’nun gücüne ve varlığına dayanan bu devrimler, bu zayışıkları nedeniyle proletarya adına iş yapan, onunla ilişkisi daha çok ideolojik bağlılıkta yatan devletler ortaya çıkarmışlardır. Elbette böylesi bir yapı, sınıf (yani öz) adına hareket eden bürokratların yetişmesini ve giderek sınıfa tümden yabancılaşmasını koşullamıştır.
Sosyalist devrimden sonra proletarya, iktidarı aldığına göre, o, neden bir öncü partiye ihtiyaç duyar? Proletarya diktatörlüğü koşullarında partinin yönlendiricilik rolünün anlamı nedir? Bu rol olmadan komünizme neden yürünemez?
Bu sorulara doğru bir yaklaşımın ilk koşulu devletin tutucu karakterinin anlaşılmasıdır. Tarih boyunca tüm egemen sınışar iktidarı alırken tarihsel ilerlemenin motorunu ateşlemişlerdir. Ama egemen sınıf durumuna geldikten sonra kurulu düzenin devamını güvence altına almak zorundadırlar. Hele varlığı bir başka sınıfın (sömürülmesinin) varlığına bağlı olan sınışar için bu çok açıktır. Proletarya, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan tek egemen sınıf olacaktır. İktidarını, bu nedenle, tüm sınışarın ortadan kalkması için kullanacaktır.
Ancak proletarya diktatörlüğü de bir devlettir, bir yarı-devlet olsa da, bir devlettir. Sistemin ayakta tutulması onun da görevidir. Elbette onun görevi bu kadar dar kapsamlı değildir. Onun görevi, komünizme yürüyüşün sağlanmasıdır. Ama her devlet gibi proletarya diktatörlüğü de, sisteme dönük saldırıları göğüslemek durumundadır.
Sanırız üzerinde daha fazla durmaya gerek yok; her devlet tutucudur. Özü gereği bu böyledir.
Parti, sosyalizmde kendisini devletle özdeşleştirmeden, komünizme yürüyüşe teori ve pratiği ile önderlik eden bir örgüttür. Devletin bilŞil ulaşım sorununu çözme vb. günlük işleri vardır. Ama parti, ulaşım sorununun komünizme yürüyüşe uygun olarak çözümü için çaba gösterir. Ama bunun için, devlet ile partinin aynılaşmamış olması gerekir. Yoksa parti bu rolünü oynayamaz. Devrimci öncü parti, proletaryanın nihai çıkarlarının savunucusudur. Toplumun en ileri unsurlarını bağrında toplamış bir gönüllüler ordusu olarak o, yol açıcıdır. Parti ne sınıfın kendisidir, ne de devlettir. Parti toplumun her alanında komünizm kuruculuğunun öncüsüdür.
Devlet, proletaryanın anlık ve uzun vadeli çıkarlarını birlikte gözetirken, her durumda anlık olanlara takılıp kalma çelişkisini yaşar. Ancak parti, konumlanışı gereği proletaryanın uzun vadeli çıkarlarının savunucusu olabilir. Bu çerçevede parti ile devletin öze ilişkin bir çatışması yaşanmaz.
Örneğin; devrimin hemen sonrasındaki eğitim organizasyonunu ele alalım. Komün tipi örgütlülük üzerine yükselen proletarya diktatörlüğü eşit eğitim olanaklarının örgütlenmesine yönelir, özel okulları kapatır, eğitim sistemini değiştirir. Ancak bir yönetim organı olarak o, pek çok sorun içinde bu soruna ilişkin doğru kararlar alsa da, attığı adımların uzun vadeli hedeşer ile ilişkisinin zayıf olacağı kesindir. Parti, böylesi bir sorun karşısında kendi üyelerini geniş bir eğitim seferberliği için harekete geçirir, eğitim politikalarının saptanmasında sanayinin işgücü talebinin yanı sıra yeni insanın yaratılması hedeŞni de gözetir vb..
Anlaşılacağı üzere, devlet ve parti arasında bir amaç karşıtlığı konulmuyor. Tersine her birinin görevi netleştiriliyor. Parti, mutlaka yönetim durumunda değildir, ama mutlaka yönetmek durumundadır. Partinin bu yönlendiriciliği ise onun teori ve eyleminin doğruluğundan, otoritesinden gelir. Bu durum partinin devlet yönetimine çıkış için bir kapı olmasını önleyecektir. Parti, gerçek komünistlerden oluşacaktır. Toplumun komünistçe örgütlenmesini savunacak, kitleleri devlet aygıtı dışındaki araçları da kullanarak bilinçlendirmeye çalışacaktır. Sınıfın devlet çarkı içinde yer etmesini gözetecektir. Belli bir anda devlet, işleri yürütebilmek için yetenekli kişileri göreve çağıracaktır. Parti bu durumda, bu kişilerin ayrıcalıklı konum elde etmelerine karşı savaşacak, onların yürüttüğü işlerin herkes tarafından yapılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasını savunacaktır.
Elbette tüm bu örnekler, parti ve devletin aynı şey olmadığını göstermek için veriliyor. Onların konumlanışlarının farklılığı, amaç birliğine rağmen varolacaktır. Ne zaman ki; proletaryanın öncü partisi kendisini devlet yerine koymaya başlar, o zaman devletin sınıf ile bağlarını teorik-ideolojik bağ haline getirmeye başlar. Parti tutuculaşır.
Partinin devlet mekanizması ile aynı olmamasının gereği sanırız anlaşılmıştır. Devlet statükoculuğa açıktır, belli bir anda yönetme durumundadır. Oysa parti, komünizm kuruculuğu hedeŞni gözetir.
Buradan çıkan sonuç, devlet örgütlenmesinin sınıfın örgütlenmesi üzerine yükselmesi gerektiğidir. Bunun sayısız biçimi olabilir. Komün ve sovyetler bu biçimlerdendir.
Ancak, sosyalist toplumda da sınıf savaşımı sürer ve burada da devletin şekillenişinde sınıf savaşımının belirleyici etkisi vardır. Ekim Devrimi ülkesinde, devrimin hemen arkasından başlayan emperyalist kuşatma ve dünya gericiliği ile bağlı iç savaş koşulları, partinin sovyetlerin yerine geçmesinin yolunu açmıştır. Bu geçici önlem kalıcılaştıkça partinin bilŞil yönetme işlevi dışında uzağı gören gözü, kör olmuştur.
Demek ki; parti ile devlet ilişkisinin doğru konması yetmez. BilŞil içinde yaşanan ve savaşılan koşulların etkileri yabana atılmamalıdır. Sınıf savaşımının sürdüğü her yerde, egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletin de biçimlendiricisi sınıf savaşımı olacaktır. Eğer devlet, proletaryanın elinde bir silah olarak burjuvaziyi sınıf olarak yok etmek ve sosyalist ekonomiyi kurmak, kültürel, teknolojik alanda eski sisteme savaş açmak görevini yerine getirmek için varsa, en başta bunu yapacaktır. Ancak, yine eğer komünizme yürüyüşün adımları daha ilk günden atılacaksa devlet kendi sönüşünün adımlarını da ilk anda atmalıdır. Bu iki yan arasında kısa ve uzun vadeli olmalarından gelen bir çelişki vardır. Hele sosyalist devrimin ardından gelecek olan dünya burjuvazisinin saldırıları, devrimin yayılışını engeller hal alırsa, ister istemez “güçlü bir devlet” gereksinmesi pratik bir olgu haline gelecektir. Amacı yeni toplumu ayakta tutmak olan devlet, bu noktada günlük davranmak durumundadır. Günlük davranıştaki ağırlığın artışı, komünizm hedeŞnin her adımda gözetilmesini engeller. İşte parti bu nedenle hâlâ öncüdür, hâlâ yönlendirici, yol göstericidir. Parti statükonun korunması ile uğraşmaz, hep ileri bakar. Artan tehdit karşısında devlet savunmaya çekilebilir, parti en iyi savunmanın saldırı olduğunu unutmaz.
Bir yarı-devlet olan proletarya diktatörlüğünün sönmeye dönük adımlar atabilmesi, bir yandan partinin ayrı varlığını, diğer yandan, kitlelerin ülkenin en ücra köşesine uzanan örgütlülüğünün gelişimini öngörür.
Çalışmamızın bundan sonraki iki başlığı polemiğe ayrılmıştır. Birinci olarak Kenan Somer’in proletarya diktatörlüğüne ince yollu saldırılarını ele alacağız. İkinci olarak ise sosyalist demokrasi üzerinde duracağız.

5- PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN REDDİNE
BİR ÖRNEK
YA DA KENAN SOMER KAUTSKY’İ DİRİLTİYOR

Türkiye’de yeni kuşaklar, henüz sosyalizmi öğrenmeden onun eleştirisini okuyorlar. Bu elbette dünyanın pek çok ülkesinde bir ölçüde var. Ama ülkemizin özgünlüğü 1980 sonrası kuşağın yaklaşık bir 20 yıl Marksizm-Leninizm’e uzak kalmış olmasıdır. Bugün 30 yaşında olan bir insan, 1980’de 17 yaşındaydı. Ve bu insanlar, yaklaşık bir 5 yıldır sosyalizm eleştirisi okuyorlar. Bu nedenle de bazı sözde Marksistlerin işi çok kolaylaşıyor. Onlar aslında Marx’ın şöyle demediğini, Lenin’in böyle demediğini söyleyerek, kendi görüşlerini Marx, Engels ve Lenin’e atfediyorlar. Kenan Somer pek çok eserin Türkçe’ye kazandırılmasında çalışmış, Marx, Engels, Lenin’in pek çok kitabını çevirmiştir. Şimdi Kenan Somer, Marksizm-Leninizm’i iyi bilmez mi? İşte o da bu imajı değerlendirip, Marksizm-Leninizm’e saldırıyor.
Herkesin Marksizm-Leninizm’in öldüğünü söylediği bugün, Marksizm-Leninizm’e saldırmak da pek zor görünmüyor. Ama görüntüye bu kadar güvenmemeli.
Tarihin her döneminde Marksizm-Leninizm, sözde yandaşlarının saldırısına uğramıştır. Oportünizm binbir maske altında, devrimci tarihe saldırmış, onun içeriğini boşaltmaya çalışmıştır. Ama aslında saldırı hep biçimi değişse de aynı içerikle yapılmıştır. Sınıf savaşımının proletarya diktatörlüğüne varmak zorunda olduğunun reddi, devrimci bir geçişin reddi en temel iki saldırı noktasıdır. Lenin, “sınışar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir…” derken tam da bu noktalardan birine parmak basıyor.
Tarihi boyunca oportünizm hep bu iki noktadan saldırmıştır. Bernstein da, Kautsky de bu noktaya saldırmıştır, şimdi bu saldırıyı sürdürenler de bu iki noktaya saldırıyor. Sadece biçim değişiktir. Ama bu biçim değişikliğine bile ihtiyaç duymuyorlar. Kenan Somer, proletarya diktatörlüğüne saldırırken böylesi bir biçim değişikliğine ihtiyaç duymadan Kautsky’nin söylediklerini söylüyor. Anlaşılan okuyucusunun Kautsky okumadığını, Marx-Engels-Lenin okumadığını düşünmüş olacak ki, oldukça rahat yazıyor. Kautsky’nin yazdıklarını yeniden önümüze sürüyor.
Böyle olunca, biz önce Kautsky ile başlamalıyız. Her düşüncenin orijinal halini görmenin çok büyük faydası olacağı kesin. Kautsky yüzyılın ilk 10 yıllarında çark ederken, savaşta (bu Birinci Dünya Savaşı öncesidir) proletaryanın devrimi hedeşememesi gerektiği, onun yerine, kendi ülkesinin burjuvazisi ile “vatan savunması” savaşımına girişmesi gerektiğini ortaya attı. Bu sosyal-şoven çizgi, çeşitli ülkelerin işçi sınışarının taraf olmadıkları bir savaşta birbirlerini boğazlamaları gerektiğinin ötesinde, savaşın iç savaşa dönüştürülmesinin doğru çizgisinin de reddi anlamına geliyordu. Böylece Kautsky, kritik bir dönemde devrime yüz çevirmişti. Bu çerçevede olmak üzere, bir “teorik yapı” kurmayı da ihmal etmedi. “Ultra-emperyalizm teorisi” onundur ve bu çabanın ürünüdür. Kautsky, barışı, emperyalist tekellerden birinin dünyaya hegomen olacağı bir güne bırakarak, emperyalizmin savaş kundakçılığı olmadan hatta barışın neredeyse tek güvencesi olarak varolabileceğini anlatmaya başladı.
Ama elbette işin bu yönü bizim, en azından bu yazıda ilgi alanımızın dışındadır. Yine de Gorbaçov’un “emperyalizm militarizmsiz olabilir mi, emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan var olabilir mi” şeklinde dile getirip, olabilir yanıtını verdiği sorularını hatırlatmadan geçemeyeceğiz. Çünkü bu sorular, yüzyılın başında Kautsky’nin sosyal-şoven politikasının çok özgün savunusundan başka nedir ki? Çok özgün, çünkü koşullar özgündü, Gorbaçov SSCB’nin başındaydı. Onun görevi bu soruları kapitalist restorasyon için sormaktır.
Oportünizm, aynı tarz saldırıyı, koşullara uydurarak yenilemektedir.
Şimdi de Kautsky’nin proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşlerine bakalım. Kenan Somer’i çalışmamıza konuk eden şey Kautsky’i diriltme çabası olduğundan Kautsky’i kendisinden dinlemek faydalı görünüyor.
Kautsky, Paris Komünü’nde tüm sosyalist eğilimlerin varolduğunu, oysa Ekim Devrimi’nde “Rusya’yı yöneten sosyalist parti ise öbür sosyalist partilerle savaşarak erke gelmiştir. Öteki sosyalist partileri yönetim organlarından dışlayarak, erkini yürütmektedir” diyerek, bunun olmadığını söylüyor. Sosyalist harekette iki eğilim konusunda Bernstein’in yaptığı ayrım “yıkıcı Marksizm-yapıcı Marksizm” şeklindeydi. Elbette Bernstein; “yapıcı” bir Marksist olarak, “hareket her şeydir, nihai amaç ise hiçbir şey” diyordu. Kautsky’de bu ayrım demokratik ve diktatoryal yöntem biçiminde var. Yine elbette, Kautsky bir demokratik yöntemci Marksist olmaktadır. Şöyle yazıyor: “İki sosyalist eğilim arasındaki uzlaşmazlık küçük kişisel kıskançlıklara dayanmıyor, temelden farklı iki yöntem arasındaki uzlaşmazlıktır bu: Demokratik ve diktatoryal yöntemler arasındaki uzlaşmazlıktır.” (K. Kautsky, Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 107).
Elbette oportünistlerin bu ince ayrımları, bugün de var. Oportünizm tüm tarihi boyunca Marksizm’e hep aynı noktalardan saldırmıştır. Çağa göre biçim değiştirmiştir; o kadar. Bu nedenle Kautsky üzerine tartışmaya değer.
Bir, “Demokrasi olmadan, proletaryanın kurtuluşuna dönük bir araç olarak sosyalizm düşünülemez.” (Kautsky, age, s. 105). İki, “sosyalizm olmadan da, demokrasi pekâla mümkündür.” (Kautsky, age, s. 105). Peki nedir demokrasi? Üç, “demokrasi çoğunluğun yönetimini anlatır. Ama, bundan daha az olmamak üzere, azınlığın kazanmasını da anlatır.” (Kautsky, age, s. 117).
Demek ki; demokrasi olmadan sosyalizm düşünülemiyor. Yani sosyalizm demokrasisiz olmuyor, ama demokrasi sosyalizmsiz oluyor. Amaç demokrasi ise sosyalizm ne işe yarıyor? Ama daha da önemlisi demokrasi tariŞdir. Lenin yanıt versin: “Hayır. Demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109).
Ama, dil dişin ağrıdığı yere gider. Kautsky boşuna demokrasiyi kaşımıyor. Onun derdi zor yolu ile devrimdir. “Önceleri burjuvazi tarafından yönetilen demokratik bir devlette, sosyal demokratların parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanmaları olanağı varsa, yönetici sınışarın, demokrasinin yönetimini engellemek için ellerindeki tüm zor araçlarını kullanacakları ileri sürülmüştür. Bu yüzden proletaryanın demokrasi yoluyla değil, ancak devrim yoluyla politik erki kazanabileceği iddia edilmiştir.” (Kautsky, age, s. 108). İşte demokratik ve diktatoryal yöntemler ayrımı, şimdi, demokrasi yoluyla veya devrim yoluyla politik erki ele geçirme ayrımında ifade ediliyor. Kautsky kendini ele veriyor. Yanıt yine Lenin’den: “Zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 34). Kautsky, şunları da yazıyor, devrim ve demokrasi konusunda: “Despotik yönetimden farklı olarak, demokraside proletarya sürekli devrimle meşgul olmaz.” (Kautsky, age, s. 113). Peki Kautsky hangisini tercih eder, proletaryanın devrimle meşgul olmayacağı bir “demokrasi”yi mi? Reformizm başka ne olabilir? Demek ki Kautsky birinci olarak devrim, zor yoluyla devrim noktasına saldırıyor.
İkincisi, proletarya diktatoryasına saldırıyor. Onu izleyelim. Bir, “Yazık ki, bu diktatoryayı nasıl düşündüğünü Marx kesin olarak dile getirememiştir.” (Kautsky, age, s. 120). İki, “Marx’ın proletarya diktatoryası, yani tek bir kişinin değil de, bir sınıfın diktatoryası anlatımını kullanması onun, sözcük anlamında bu diktatoryayı kastetmediğini açığa kavuşturmaktadır.” (s. 120). Kautsky, önce bize Marx’ın diktatorya ile neyi kastettiğini “yazık ki” diyerek, açıklamamış olduğunu söyleyerek ortalığı bulandırıyor. Sonra bulanık suda balık avlıyor ve bize bir sınıfın diktatoryasından söz edildiği için gerçek anlamda bir diktatoryadan söz etmediğini yazıyor. Ona göre diktatorya kişinin diktatoryasıdır. Sınıfın olunca olmuyor. Buna göre bizlerin Hitler’i bir kötü ruh olarak ilan etmemiz gerekir. Kautsky devlet öğretisinin çanına ot tıkamaya çalışıyor.
“Bu sorunu incelerken, bir durum olarak diktatoryayı bir hükümet biçimi olarak diktatoryayla karıştırmamak için dikkatli olunmalıdır… İlk durumda, bir hükümet biçimi olarak diktatoryadan söz ederken, bunun bir sınıfın diktatoryasını kapsayamayacağını, çünkü, zaten görmüş olduğumuz gibi, bir sınıfın yalnızca yönetebileceğini, ama hükümet edemeyeceğini belirtmek gerekir.” (Kautsky, age, s. 121-122).
Demek ki şimdi de Kautsky bize iki tip proletarya diktatörlüğünden söz edildiğini (Marx’ın bundan söz ettiğini) söylüyor. Bir durum olarak diktatorya ve ikincisi bir hükümet biçimi olarak diktatorya. Bir sınıf yönetebilir ama hükümet edemez. Demek ki kim hükümet eder: “Partiler”. Peki partiler nedir ya da partiler hükümet ederken sınıf yönetmiş olmaz mı? En önemlisi proletarya diktatörlüğünde hükümet etmeyle sınıfın yönetmesinin ayrımı nedir? Kautsky buralarda susar, çünkü onun derdi başkadır, o, bu satırları, Ekim Devrimi zaferinden sonra, SSCB’ deki devleti suçlamak için kaleme alıyor.
“O (Marx) burada hükümet biçiminden değil, ama proletaryanın siyasal iktidarı eline geçireceği her yerde zorunlu olarak ortaya çıkacak bir durumdan söz eder. İngiltere ve Amerika’da geçişin barışçıl olarak, yani demokratik yoldan gerçekleşebileceğini düşünmesi de, Marx’ın burada bir hükümet biçimi düşünmediğini tanıtlar.” (Kautsky’den aktaran Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Beşinci Baskı, s. 19).
Kautsky’nin görüşleri bunlar. Peki Kenan Somer ne diyor? Kenan Somer’i dinleyelim.
Somer şöyle yazıyor: “Ama hangi proletarya diktatoryası? Çünkü Marksist düşüncede ardışık iki proletarya diktatoryası anlayışı var: Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası (buna PD no 1 diyelim) ve devlet biçimi olarak proletarya diktatoryası (buna da PD no 2 diyelim).” (Kenan Somer, “Proletarya Diktatoryası ve Marksizm”, Yeni Marksizm ve Gelecek, Sayı 1(6), 1993, s. 38-39). Şimdi okur dikkat etmelidir, Somer henüz hiçbir zahmete katlanıp ispatlama gereği duymadan PD 1 ve PD 2 biçiminde simgeleştirdiği iki ayrı proletarya diktatoryası anlayışı keşfetmiş. Kautsky de iki ayrı proletarya diktatörlüğü anlayışı keşfetmişti. Kautsky bunları egemenlik durumu olarak ve hükümet biçimi olarak ayırmıştı. Kenan Somer böyle yapmadığına göre haksızlık yapmış olmayalım? Dinleyelim.
“Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası derken, iktisadi ilişkilere ve toplumsal yapıya ilişkin bir durumu, sınıfsal bir egemenlik durumunu düşünüyorum.
Devlet biçimi olarak proletarya diktatoryası derken, siyasal yapıya, yani devlet aygıtının örgütlenmesine ve hükümet biçimine, siyasal rejim ve siyasal dinamiğe ilişkin bir durumu, devrimci bir zor durumunu ya da devrimci bir devlet terörizmini düşünüyorum.” (K. Somer, age, s. 39). Somer düşünüyorum derken haksızlık yapıyor, en azından Somer, Lenin’in “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky” isimli kitabının çevirmenidir ve o iyi bilir ki Lenin, Kautsky’nin görüşlerini eleştirir. Elbette Somer Lenin’in eleştirdiği bu görüşleri savunabilir ama bu durumda dürüst bir yazar kendi Şkirleriymiş gibi Kautsky’nin Şkirlerini sunmaz. Bu en azından ustasına haksızlık olur. Sonra Somer, bu durumda Lenin’in Kautsky’e yanıtlarına yanıt yazmalıdır.
Somer egemenlik durumu olarak proletarya diktatoryasını kabul edecek. Ama “devrimci devlet terörizmi” olan PD 2’yi kabul etmeyecek. Bu, anlatışından belli. O, proletarya diktatörlüğünü reddetmek için önce onu ikiye ayırıyor, sonra onu soyut olarak kabul edip somut olarak reddediyor.
Bir devlet, mutlaka somutta vücut bulur. Proletarya diktatörlüğünün “tipleri” bugüne kadar komün, sovyet tipi olarak ortaya çıkmıştır. Ama bu bir hükümet biçimi değildir. Her şeyden önce egemenlik durumu ile hükümet biçimi ayrımı saçmadır. Sonra K. Somer, egemenlik durumu olarak kabul ettiği proletarya diktatoryasının hükümet biçimini ne olarak öneriyor?
İsterseniz, bu konuda bir de Lenin’i dinleyelim. Elbette Lenin, Kautsky’e yanıt veriyor. “Kautsky diktatoryayı bir ‘egemenlik durumu’ (bir sonraki sayfada, s. 21’de kullandığı deyim tıpatıp bu) olarak sunma gereksinimi duyar; çünkü o zaman devrimci zor, zorlu devrim ortadan kalkar. ‘Egemenlik durumu’ herhangi bir çoğunluğun… ‘demokrasi’ altında varoluşunu içeren bir durumdur! Bu hileli el çabukluğu sayesinde devrim düpedüz yok olur.
“Ama hile çok kabadır ve Kautsky’e hiçbir yardımı olmayacaktır. Diktatoryanın, bir sınıfın bir başka sınıfa karşı -dönekler için öylesine tatsız- bir devrimci zor ‘durumu’nu içerdiği ve böyle bir devrim anlamına geldiği, ‘göz çıkaran’ bir gerçektir. ‘Durum’ ile ‘hükümet biçimi’ arasındaki ayrımın saçmalığı apaçık ortaya çıkar. Burada hükümet biçiminden söz etmek alıklığın daniskasıdır, çünkü her yumurcak, krallık ile cumhuriyetin iki ayrı hükümet biçimi olduğunu bilir. Bu iki hükümet biçiminin her ikisinin de, kapitalist rejimdeki bütün öbür geçici ‘hükümet biçimleri’ gibi, burjuva devletin, yani burjuvazi diktatoryasının çeşitlerinden başka bir şey olmadığını Bay Kautsky’e tanıtlamak gerek.
“En sonu, hükümet biçimlerinden söz etmek, burada hükümet biçiminden değil, ama açık açık devlet biçimi ya da tipinden söz eden Marx’ı budalaca, ama çok kaba bir biçimde çarpıtmak demektir. Burjuva devlet makinesini zorla yıkmadan ve onun yerine Engels’e göre ‘artık sözcüğün gerçek anlamında bir devlet olmayan’ bir yenisini geçirmeden proleter devrim olanaksızdır.
Kautsky bütün bunları el çabukluğuna getirme, soysuzlaştırma gereksinimi duyar. Dönek konumu bunu böyle gerektirir.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 21-22). Bu kitabın çevirmeni Kenan Somer’dir. Lenin sanki Kautsky’e değil de Somer’e yanıt veriyor. Peki Bay Somer bunları bilmiyor mu? Bal gibi biliyor. Onun dönek konumu böyle davranmasını gerektiriyor.
Somer devam ediyor: “Çünkü devlet, proleter devlet de olsa burjuva bir örgüttür.” (age, s. 40). Bu yanlıştır. Niye devlet burjuva bir örgüt olsun? Devlet tüm sınışı toplumlara ait bir örgüttür ve bu çerçevede proleter devlet, hâlâ burjuva hukukunun bir ölçüde geçerli olduğu sosyalizmin, geçmişin izlerini taşıyan aşamanın, geçiş toplumunun proleter örgütüdür. Ama onun sınıfsal bir olgu olmasından hareketle, ona burjuva damgasını vurmak, kaşla göz arasında bir üçkâğıttır. Böylece Somer okuyucusuna aslında burjuva örgüt olan proleter devletin pek önemli olmadığını, yani Somer’in proletarya diktatörlüğüne saldırmasını hoşgörmemizi öneriyor.
İnsan bir kere aklına proletarya diktatörlüğüne saldırmayı koydu mu, tüm çarpıtmaları kendine hak görüyor olmalı. İşte size inciler: “Burjuva örgüt, yönetim modeline dayanan ya da yönetim işlevinin bürünümü olan her türlü çağdaş örgüte verilmesi gereken ad ya da sandır. Tam komünizme, yani sınıfsız ve devletsiz topluma kadar bütün örgütler, öyleyse proleter örgütler de, tanım gereği ‘burjuva örgüt’ olmak zorundadır. Zorundadır, çünkü kafa emeği ile kol emeği arasında ve yöneten ile yönetilen ikiliğine yol açan ayrılığın ancak komünist toplumda ortadan kalkacağı ve birliğe dönüşeceği, parçalanmış bir dünyadan birleşmiş bir dünyaya geçileceği öngörülmektedir. Öyleyse yalnız burjuvazinin sendika, parti ve devlet gibi örgütleri değil, proletaryanın sendika, parti ve devlet gibi örgütleri de ya ‘burjuva örgüt’ olmak ya da hiç olmamak zorundadır. Çünkü proletarya bir sınıftır ve sınışar varoldukça yönetim ilişkisi de varolacaktır.” (age, s. 41).
Somer diyor ki; 1- Proletarya bir sınıftır, sınışar varoldukça yönetim ilişkileri de varolacaktır. 2- O halde bu çerçevede varolan burjuva örgütler de, proleter örgütler de burjuvadır.2 3- O halde, ey proleterler boşuna “sendika, parti ve devlet” kurmayın. Siz, zaten burjuva örgütler kuracaksınız, öyleyse, burjuvazinin örgütlerine girin.
Haksızlık etmeyelim. Somer, bu son satırları açıkça söylemiyor. Peki söylese ne olurdu? Söylese, hiçbir kıymeti harbiyesi kalmazdı. O, Kautsky’i diriltmesi durumunda işin içinden çıkacağını düşünüyor. Peki niye, Kautsky’e yanıt yazan Lenin’e açıkça saldırmıyor? Çünkü o hâlâ bir Marksist olarak görünmek istiyor da ondan. Dinleyelim.
“Devlet tipi olarak proletarya diktatoryası (PD no 1) kurumsal bir zorunluluktu. Ancak devlet biçimi olarak proletarya diktatoryasının (PD no 2) tarihsel zorunluluk durumuna gelip gelmemesi, Marksizm çerçevesinde bırakılıp bırakılmaması, gerçeklikte kapitalizmden sosyalizme devrimci dönüşüm ve buna karşılık düşen siyasal geçiş dönemlerinin, proleter devlet tipinin kurulması anlamına gelen sosyalist devrimden (siyasal sosyalist devrimden) önce başlayıp başlamamasına bağlıdır.” (K. Somer, age, s. 43). İşte proletarya diktatörlüğünü reddetmenin kurnazca yolu, ama “devrimci dönüşüm”den hiç söz etmese daha rahat olmayacak mıydı?
“Eğer söz konusu ‘geçiş dönemi’ (geçiş dönemleri) siyasal sosyalist devrimden, proleter devlet tipinin kurulmasından önce yani burjuva demokratik devlet çerçevesinde başlarsa, PD no 2 tarihsel bir zorunluluk olmaktan çıkar. Marksizm çerçevesinde bırakılabilir.” (K. Somer, age, s. 43). Bakla burada ağızdan çıkmıştır. Demek ki Somer’in derdi, siyasal devrimden önce, zora dayanan devrimden önce geçişin kapitalizm içinde (pardon, Somer, burjuva demokratik devlet çerçevesinde diyor ve altını çiziyor) başlaması durumunda proletarya diktatoryasının gereksiz olacağını (pardon PD no 2’nin gereksiz olacağını) söylüyor. Aslında o, zora dayanan devrimi reddediyor. Kautsky gibi ya da daha yakın tarihimizdeki Avrupa Komünizmi gibi. Üstelik bu sayede proletarya diktatoryasını Marksizm çerçevesinde ‘bırakabiliyor’. Şu kelimelerdeki zerafete bakın, bırakabiliyor! Hangi çerçevede? Marksizm çerçevesinde. Bu liberal bunları yazarken Marksist olduğuna kimi inandırabilir?
Bu noktada Somer ile Kautsky arasında ilişki kurmakla yetinirsek, Bernstein mezarında bizi kendisini unutmakla suçlayacaktır. Bakın Bernstein ne yazıyor: “Yahut örneğin, her yerde sosyal demokrasi temsilcilerinin pratikte, parlamenter çalışma tabanı üzerinde, her türlü diktatörlükle çelişik, yüksek sayıda halk temsilcileri ve halk yasalarına dayandıkları bir zamanda, proletarya diktatörlüğü lafı üzerinde durmanın anlamı var mı? Bugün bu (proletarya diktatörlüğü kastediliyor -D.A) o kadar aşılmıştır ki, ancak gerçek anlamından çıkartılıp herhangi bir zayıf anlam verilerek gerçek ile uzlaştırılabilir.” (E. Bernstein, “Sosyalizmin Varsayımları ve Sosyal Demokratların Ödevleri’nden”, Mete Tunçay, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi III, Teori Yayınları, s. 177).
Bernstein, bize proletarya diktatörlüğünün gerçek anlamından çıkartılarak gerçekle uzlaştırılması gerektiğini öğütlüyor. Somer, bu öğüde uyarak, proletarya diktatörlüğünü gerçek anlamından çıkartma işine girişiyor, ama bunu Bernstein gibi açıkça yapacağına, ustası Kautsky gibi dolaylı yollarla, proletarya diktatörlüğünü “ikiye” ayırarak, iki ayrı proletarya diktatörlüğü keşfederek yapıyor.
Bernstein, “her türlü diktatörlük” derken, nasıl da devletin sınıfsal niteliğini gizliyor ve demokrasiyi sınıfsızlaştınyor. Devlet ve demokrasi konusundaki bu sığ görüş tüm oportünist eğilimlerin, tüm döneklerin ortak özelliğidir.
“Bir zamanlar Avrupa Komünizmi adı verilen bu Marksist akımın proletarya diktatoryasını ‘bırakmak’tan anladığı şey de devlet biçimi olarak proletarya diktatoryasmı (PD no 2) bırakmaktan başka bir şey değildi.” (K. Somer, age, s. 47). İşte şimdi diyebiliriz ki Somer hem Kautsky’i diriltmeye çalışıyor (adını anmadan), hem de Avrupa Komünizmi’ni. Zaten zahmet etmesin, ikisi birbirinin aynıdır. Biz yine de çevirisini Kenan Somer’in yaptığı kitapta Lenin’in Kautsky’e yanıtını dinleyelim. Somer, çalışmasının bundan sonrasında, hegemonyanın fethi ve barışçıl geçiş konusunda Marx ve Engels’in yazdıklarını açıklama işine girişiyor. Lenin, Kautsky’i kastederek, “bakın ne seŞl kaçamaklara başvuruyor” diyor ve devam ediyor: “Birinci kaçamak… İngiltere ve Amerika’dan geçişin barışçıl olarak, yani demokratik yoldan gerçekleşebileceğini düşünmesi de, Marx’ın burada bir hükümet biçimi düşünmediğini (Somer buna PD no 2 diyor -D.A.) tanıtlar.” (Kautsky’den aktaran Lenin, age, s. 22).
“Hükümet biçiminin burada hiçbir ilgisi yok, çünkü burjuva devletin belirleyici niteliği olmayan, örneğin kendilerini militarizmin yokluğu ile gösteren krallıklar vardır; ve onun bütün belirleyici niteliklerini, örneğin militarizm ile bürokrasiyi taşıyan cumhuriyetler vardır. Herkesçe bilinen tarihsel ve siyasal bir olgudur bu ve Kautsky bunu çarpıtmayı başaramayacaktır.” (Lenin, age, s. 22-23).
“Ve bilerek, asıl niyetini açığa vurduğuna dikkat edin: Şöyle yazmış ‘barışçıl olarak, yani demokratik yoldan!!’
“Diktatoryayı tanımlarken, Kautsky bu kavramın egemen özelliğini, yani devrimci zoru, tüm gücüyle okurdan saklamaya çalışmıştı ve gerçek şimdi ortaya çıkar; söz konusu olan şey, barışçıl devrim ile zorlu devrim arasındaki karşıtlıktır.
“Zurnanın zırt dediği yer, işte burası.” (Lenin, age, s. 21) Hem Somer, hem Kautsky, bir yandan proletarya diktatörlüğüne, diğer yandan zora dayanan devrime saldırıyorlar. Her ikisi de bunu yaparken demokrasiden söz ediyorlar. Kautsky’i iyi bilen Somer niye bunları, açıkça Kautsky ile beraberliğini söylemiyor? Onu korkutan bir şey mi var?
Somer bize, ahlâksızca “devrimci dönüşüm”den söz ediyor. Onun ağzında devrim sözü bile iğreti duruyor. Bir diktatorya düşmanı, bir otorite düşmanı (anti-otoriter), devrimden söz etmemelidir. Zira devrim en otoriter şeydir. Engels, Komün üzerine ‘arı demokrasi’ konusunda şunları yazıyor ve Lenin aktarıyor: “Bu baylar (anti-otoriter-Lenin) hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim, herhalde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir bölümünün, tüfek, süngü, top gibi söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden çok tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız?” (Aktaran Lenin, age, s. 25).
Somer tüm bunları bilir. Ama o, biraz 12 Eylül sonrası yetişen kuşağın bunları bilemeyeceğine güveniyor olmalı. Üstüne üstlük sosyalizmin çözülüşü, ona bu saldırıları için güç veriyor olmalı. Devletin önümüzdeki yıllarda hareketleneceğinin işaretlerini veren yığınların, devrime yürümelerini, devrimci saşarla tanışmalarını engellemek için ihtiyaç duyduğu SÜBAP, bu saldırılarla yeni bir kıpırdanışa yöneliyor. Kautsky’nin “Proletarya Diktatoryası” broşürünü yeniden basıp, olduğu gibi katılıyoruz, diyeceklerine, bu “zahmetlere” katlanmaları bundandır. İşlerini ciddi yapmak istiyorlar. Ama onlar içinde yaşadıkları toprakları yeterince tanımıyorlar.
Somer, proletaryanın mevcut devlet makinesini ele geçirmekle yetinmeyip onu parçalayarak, onun yerine kendi devleti olan proletarya diktatörlüğünü koymasına karşıdır. Ona göre, burjuva demokratik devlet (bu tarih olmuş, artık yeryüzünde hiçbir yerde varolmayan devlet) kullanılmalıdır. Değil mi ki “devlet bir burjuva örgüttür” öyleyse, ha burjuva demokratik devlet, ha proleter devlet ne fark eder? İşte kurumuş yürek ile boş kafatası bir insanda aynı anda varsa, durum böyle olur.

6- SOSYALİST DEMOKRASİ TARTIŞMASI:
KAPİTALİZMDEN SOSYALİZME BAKMANIN SINIRLILIĞI

Sosyalist demokrasi tartışmasının özü buradadır. Yani kapitalist değerlerden, kapitalizmden sosyalizme bakmak. Biz ise tersini savunuyoruz; kapitalizmden komünizme geçiş süreci olan sosyalizme ve bu dönemin proleter devletine, komünizmden bakmak gerekir. Aynı şeye farklı yerlerden bakmanın sonucunun ne olduğunu birlikte göreceğiz.
Sosyalist demokrasi tartışması ülkemiz hareketinin gündemine, esas itibariyle SSCB’nin çözülüşü sonrasında girdi. Ancak daha öncesinde, özellikle “IV. Enternasyonal” yanlılarınca uluslararası alanda gündemdeydi. Ülkemizde artık kendilerine Troçkist demelerinin de anlamı olmayan gruplar, Kurtuluş başta olmak üzere, Gelenek, Dev-Yol ve daha pek çokları sosyalist demokrasi kavramının etrafında dolanıyorlar. Gerçekte, bu tartışma Avrupa Komünizmi’nin özgün biçimidir. Ülkemizde bu tartışma çevresinde yol arayan grupların SBP ve TBKP’den farklılıkları biraz daha utangaç oluşlarıdır.
Sosyalist demokrasi tartışması, tek partinin varlığı altında sosyalizmin bilinen günahlarını işleyerek özgürlükleri kısıtlamış olduğunu ileri sürüyor. Biz bu konuya ilişkin en bütünlüklü çerçeveyi IV. Enternasyonal belgelerinde bulabiliyoruz. “IV. Enternasyonal Belgeleri, Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Yeniyol Broşür Dizisi 6” isimli çalışma Yazın Yayıncılık tarafından basıldı. Bu nedenle tek bu kaynağı kullanmamız yeterli olacak. Diğerleri aşağı yukarı bu çerçeve etrafında dolaşıyor. Elbette tartışmanın başlığının (“sosyalist demokrasi”) cazibesine kapılan kişi ve gruplar şimdilik tartışmamızın dışındadır.
Önce bakışı izleyelim. “Sosyalist devrim, insanlığın ekonomik ve toplumsal gidişinde kör bir anarşik düzenleme yerine bilinçli bir düzenlemeye doğru dev bir adım atılması olasılığı anlamına gelir. Bu süreç ancak dünya çapındaki bir sosyalist toplumda tam ve uyumlu bir tamamlanışa ulaşabilirse de, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, yani proletarya diktatörlüğü döneminde, toplumsallaştırılmış ekonominin bilinçli bir biçimde planlanmasıyla başlar.” (IV. Enternasyonal Belgeleri, Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Yeniyol Broşür Dizisi 6, Yazın Yayıncılık, s. 13). Bu masumane görünen satırların dikkatle okunması gerekiyor:
Bir, “sosyalist devrim… bilinçli bir düzenlemeye doğru dev bir adım atılması olasılığı” anlamına geliyor. Burada olasılık ne demektir? Bir akademisyen “titizliği” mi, yoksa ileride tarihin kendilerini haksız çıkarmaması için uydurulmuş bir temkinlilik mi? Sosyalist devrim, bunun için yapılır. Artık burada olasılık sözü bilimsellik adına bir özgüven eksikliği değil midir? IV. Enternasyonal, kendisini acaba şöyle mi örgütlüyor, “bir devrim olasılığı için örgütlenelim.” Bu durumda ister seyirci olsunlar, ister eylemci kimse onların yanlış bir şey yaptıklarını ispatlamamış olacak.
İki, “dünya çapında bir sosyalist toplum”, kelimenin gerçek anlamıyla komünizmdir. Belgeler komünizm yerine sosyalist terimini kullanıyor. Ama iş burada bitse sorun yok, tersine iş burada başlıyor ve şöyle deniyor; “kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, yani proletarya diktatörlüğü döneminde.” Şimdi, belgeler, kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemine proletarya diktatörlüğü diyor. Belki de kapitalizmden komünizme geçiş dönemi diyeceklerdir. Hayır. İşte komünizmden söz etmemelerinin nedeni budur. Dikkatle okunduğunda görülecektir ki, belgeler, önce bir proletarya diktatörlüğü, ardından sosyalizm, ardından da dünya çapında sosyalizm aşamalarını öngörüyor. Çalışmamız içinde bu konunun yeterince açık olduğu kesindir.
Belgelerin sahipleri, demokrasi tutkunudurlar. Şöyle yazıyorlar:
“Örneğin Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Japonya’da ve Avustralya’da kapitalist egemenler, işçilerin ve yoksul kitlelerin gözünde ‘demokrasi’ şampiyonu olarak görünmek isterler, bu, faşizmin ve Stalinizm’in olumsuz deneyleriyle güçlendirilmiş bir görünüştür.” (age, s. 28). Demokrasi şampiyonluğu, Ekim Devrimi’nin zaferi sonucunda, özellikle de SSCB’nin faşizmi yendiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında devrimin yayılmasını önlemek, devrimci etkiyi azaltmak için öne çıkartılmıştır. Biraz tarih bilgisi olan herkes bunu bilir. Ama IV. Enternasyonal bunu bilmezlikten gelir. “Küçük insanlar iyi ya da kötü duygularını bir sürü küçüklüklerle duyurma eğilimindedirler.” Faşizm ve Stalinizm kelimelerinin art arda gelişi, insana Balzac’ın bu sözünü hatırlatıyor.
Sosyalist demokrasi yanlıları Sovyetler’i neden eleştiriyor? Dinleyelim: “Tek bir partiye ya da bu tek parti denetimindeki sözde ‘kitle örgütleri’ne ya da ‘mesleki dernekler’e (yazarlar birliği gibi) baskı makinelerini, radyo, televizyon ve öteki kitle iletişim araçlarını kullanma tekeli bahşetmek, aslında çağdaş burjuva demokrasilerinde varolan haklara kıyasla proletaryanın demokratik haklarını genişletmek değil, kısıtlamak demektir.” (age, s. 12). Burjuva demokrasilerinde varolan haklar! Bir Marksist “kimin için hak” sorusunu sormadan haklardan söz edemez. İnsan niceliklerle uğraşırken, niteliği bir yana bırakırsa, elinde sadece bozuk bir pusulanın rakamları kalır. Şunu da dinleyelim: “Bu nedenle, emekçilerin demokratik haklarının gelişmiş burjuva demokrasisi koşulları altında zaten kullanılabilenlerin ötesinde bir genişlemesi, programatik ve ideolojik zeminlerde politik gruplar, eğilimler ya da partiler oluşturma hakkının kısıtlanmasıyla uyuşmaz.” (age, s. 12-13). İşte niceliksel hesaplar. “Burjuva demokrasisi koşulları altında zaten kullanılabilenlerin!” İşte bu sözler, 1980’lerde yazılıyor. 20. yüzyılın sonunda burjuva demokrasisinde zaten kullanılabilen hakların ötesinde haklar isteniyor. Nerede? Sosyalizmde, proletaryanın iktidarı aldığı yerde. Kimin için, muhtemelen işçi sınıfı için. Ama hayır, IV Enternasyonal üyeleri buna kızarlar, “tüm insanlar için” demezsek kızacakları kesin. Biraz uzun olacak ama aktarmak gerekiyor.
“Dördüncü Enternasyonal ceza yasaları ve adalet anlamında burjuva demokratik devrimlerin en ilerici konumlarının savunusundan ve genişletilmesinden yanadır, bunların sosyalist anayasalara ve ceza yasalarına dahil edilmesi için savaşır. Bunlar şöylesi haklar içerir;
a) Yeni yasanın zorunluluğu ve suçun geriye işlenmesinin önlenmesi, kanıt yükümlülüğünün, suç kanıtlanana dek suçsuzluğun kabulü.
b) Tüm bireylerin kendi savunmalarının niteliğini eksiksiz belirleme hakkı; duruşmalarda yapılan savunmanın herhangi bir ifadesi ya da satırı için takibata karşı avukatlar için tam kişisel dokunulmazlık.
c) Bireysel cürümler için toplumsal grupların vb. kollektif sorumluluğu anlayışının reddi.
d) İşkencenin ya da şiddet yoluyla baskı yaparak itiraf ettirmenin her biçiminin kesinlikle yasaklanması.
e) İç savaş ve savaş durumları haricinde idam cezasının kaldırılması.
f) Yasa önünde aynı haklara sahip kişilerden oluşacak jürilerce halka açık yargılanmanın yaygınlaştırılması ve genişletilmesi.
g) Tüm yargıçların demokratik olarak seçilmesi ve emekçiler kitlesinin seçilmiş yargıçları geri çağırma hakkı.” (age, s. 49-50).
Tüm bunlarla niye uğraşılıyor? Şeytanın cinsiyeti konusunda IV. Enternasyonal’in görüşü nedir?
Açıktır ki, Dördüncü Enternasyonal nitelik tartışmasını feda ediyor. Proletarya diktatörlüğünün neden azgelişmiş demokrasi olduğunu, niye bir yarı-devlet olduğunu atlıyor. Çünkü, bunlar komünizmden bakılınca görülür. Ama eğer kişi kapitalizmin dar ufkundan bakıyorsa, yazdığı sosyalist demokrasi metni, gerçekte “burjuva demokrasisinin” yüceleştirilmesi, övülmesi sonucunu doğurur. Böylesi bir belge kapitalist devletin ve proleter devletin niteliklerini es geçer. Demokrasi adı altında modern “Batı Demokrasisi”ne3 övgüler dizilir. Gerçekte buradaki savunular burjuva demokrasisinin dar ufkudur. Dördüncü Enternasyonal, Trotsky’nin adını da kirletmiyor mu?
Şimdi de sendika ve grev konusuna geçelim. Dördüncü Enternasnonal belgelerinde şunları okuyoruz. “Bağımsız sendikalar ve grev hakkını güvenceye alan bir çalışma yasası, bu anlamda, işçi konseylerinden alınacak herhangi bir karara, özellikle yönetim organlarının herhangi bir keyŞ ve bürokratik adımına karşı işçilerin ihtiyaçlarının ve yaşam düzeylerinin savunusunu güvenceye almak için gereklidir.” (age, s. 14). Söyleme dikkat edilsin, işçiler iktidarı alıyor, proletarya diktatörlüğü var ve işçiler kendi devletlerine karşı, yaşam düzeylerini savunmak için sendika ve grev hakkına sahip olacaklar. Yani işçiler, kendi devletlerine karşı grev hakkına sahip olacaklar. O halde niye devlet kuruyorlar, iktidara geliyorlar? Açıktır ki, hâlâ kapitalist dünyanın ufkundan sosyalizme bakılıyor. Dördüncü Enternasyonal savunucuları bize diyecektir ki, ya işçi devleti bürokratikleşirse o zaman ne olacak? Evet biz bu her şeyin önlemini alan baylara sormalıyız; peki o halde neden bürokratikleşmeyi önleyecek anlayışı aramıyorsunuz da, habire “bürokratik işçi devleti”ne önlem olsun diye burjuva demokrasisinin dar ufkunu sosyalizme taşıyorsunuz? Evet, işte sosyalist demokrasi tartışmasının özü bu sorudadır. Siz, Dördüncü Enternasyonal üyeleri, sosyalizmdeki bozulmadan yararlanıp, burjuva demokrasisinin savunusunu yapıyorsunuz.
“Yönetim personeli teknik uygunluk ve profesyonel deneyim ölçütlerine göre seçilmelidir. Yönetimin yüksek kademelerince değil, ilgili konseylerce atanmalı ve bu konseylerce görevden alınmalıdır.” (age, s. 17). Bu satırları sanki bir şirkette yöneticilik dersi veren, bir şirket içi eğitim uzmanı profesör söylüyor. Eğer, “yönetim personeli teknik uygunluk ve profesyonel deneyim ölçülerine göre” seçilecekse, Paris Komünü’nden çıkan ilkeler ne olacak? Bu anlayış açıktır ki, yönetim işini elit bir kesimin işi haline getirir. O zaman ücretlerin ortalama bir işçi ücreti düzeyini aşmaması ve devlet işlerinin herkes tarafından yapılabilecek ölçüde basitleştirilmesi anlamsızlaşır. Bu durumda atamayı kimin yaptığının önemi kalır mı? Hem sonra bu durumda görevden almak olanaklı mıdır? Eğer profesyonel deneyimi ve teknik uygunluğu olan adaylar yok ise, bu özelliklere sahip olduğu için “atanan” yönetici nasıl görevden alınabilir? Bir de kelimelerin üzerinde duralım; “yönetim personeli”, “ilgili konseylerce atanmalı” gibi bulanık sözler ne işe yarıyor? SSCB’de atamaları ilgili olmayan bir kurumun yaptığını kim söyleyebilir? Bir yukarıdaki alıntıda da, yaşam düzeylerinin savunulması sözü geçiyor. Oysa biz, başkaları için çalışmayı ahlâk edinen, karşılıksız çalışma bilincine sahip insandan söz ediyoruz. Acaba çözülen sosyalizmde hangisi eksikti, insanların yaşam düzeyleri mi geriydi? Bunu kabul eden birisi, modern tüketim toplumu ufkunu aşamamış demektir.
Gelelim sendikalara: “Her ne kadar devrimci Marksistler ilkesel olarak sınıfın tek bir demokratik sendika örgütlenmesini savunurlarsa da sendikal çoğulculuk hakkına karşı çıkmamalıdır.” (age, s. 14).
Birincisi, sendikalardan söz ederken bu bizim “devrimci Marksistler”imiz nedense sendikanın başına bağımsız veya demokratik sözcüklerini koyuyorlar. Onlar karar vermiş, işçilerin aldatılmasına her yerde karşı duracaklar, kötülükler düşmanı “devrimci Marksist”lerimiz, bilmezler mi ki tüm kapitalist ülkelerde burjuva ideologları bağımsız ve demokratik sendikalardan yanadırlar? Peki kimden bağımsız? Politikadan uzak sendikalardan mı söz ediyorlar? Bu işçileri aldatmak değil mi?
İkincisi, IV. Enternasyonal tek bir sendikadan yanadır ama “sendikal çoğulculuk hakkı”na karşı değildir. İnceliğe dikkat. Sendikal çoğulculuğa mı, yoksa sendikal çoğulculuk hakkına mı karşı değiller? Ne zamandan beri “sendikal çoğulculuk” (siz bunu işçi sınıfının ekonomik anlamda parçalanmışlığı olarak okuyabilirsiniz) bir hak oluyor? Anlaşılan odur ki; “devrimci Marksistler” bizi demokrasinin her türlü çoğulculuk olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bunu yapmaya hakları var, ama bir şartla, devrimci ve Marksist sıfatlarını bir yana bıraksınlar ve bize kendilerini Liberal Enternasyonal olarak tanıtsınlar.
İşte şimdi konunun özüne geliyoruz: Politik çoğulculuk. Yani çok partili sosyalizm meselesi. Liberal Enternasyonal belgelerinde şöyle buyuruluyor: “Tarihsel deney şunu da kanıtlamıştır ki, politik çoğulculuk olmaksızın gerçek işçi demokrasisi olmaz.” (age s. 25). Liberal Enternasyonal üyeleri çok partili bir sosyalizmden yanadırlar. “Üye çoğunluğu işçi olan ama burjuva ideolojisine sahip partiler yasaklanacak mı?4 ‘Burjuva program’ ile ‘reformist ideoloji’ anısındaki ayrım çizgisi nedir? O halde reformist partiler de aynı şekilde yasaklanacak mı? Sosyal demokrasi bastırılacak mı?” (age, s. 23). Bu sorular ne büyük alıklık göstergesidir? Anlaşılan kendilerini, kurulacak bir sosyalizmde muhalif olmaya aday olarak gören bir liberaller grubu konuşuyor. Şu uyarıya da kulak verelim: “Eğer devrimci parti sosyal demokrat ya da ötesi reformist oluşumların bastırılmasına yönelirse, kendi saşarında eğilimlerin özgürlüğünü sürdürmesi ya da hiziplere tolerans tanıması bin kat daha zorlaşacaktır.” (age, s. 24). Demek ki, birincisi, eğer “sosyal demokrat ve öteki reformist” oluşumlara izin verirsek, kendi partimizde de hiziplere tolerans tanımakta bin kat zorlanırmışız. Eh ne diyelim. İkincisi, proletaryanın devleti, yasaklama ve bastırmalara yönelmemelidir.
Liberal Enternasyonal bize iki uyarıda daha bulunuyor. Birincisi parti üyeliği ile ilgili: “Parti üyeliğinde herhangi bir kısıtlandırma, proletaryanın politik iktidarı kullanma özgürlüğünü kısıtlandırır; yani işçi demokrasisini kısıtlandırır ki bu, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına… aykırı olacaktır.” (age, s. 22). Bu ne demektir? Parti üyeliğinin kısıtlanması proletaryanın politik iktidarı kullanma özgürlüğünü niye kısıtlasın? Acaba 4. Enternasyonal, parti ile politik iktidarı aynı şeyler olarak mı görüyor? Proletarya, sovyet, komün vb. biçimindeki örgütlülüklerle iktidarı kullanır. Parti, proletaryanın yol göstericisi, öncüsüdür. Parti, elbette, adı üstünde herkesi üye almaz. Eğer onun bir program ve tüzüğü var ise, bunları kabul edenler üye olur. Bu bir kısıtlamadır. Eğer bu olmazsa parti de olmaz. Ancak daha da önemlisi 1919 yılında Lenin partiye yeni üye alınmasına karşı çıkıyor. Lenin, böylesi dönemlerde bütün çapulcuların partiye üşüşeceğini söylüyor. Liberal Enternasyonal öylesine liberaldir ki, önce parti üyeliğinden söz ediyor, sonra onun herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmasına karşı çıkıyor. Liberal Enternasyonal gerçekte Lenin’in 1919’daki tavrına karşı çıkıyor. Liberal Enternasyonal belgeleri “Leninist Kitle Partisi” (bakınız, s. 30) sözünü kullanırken de Lenin’e saldırıyor.
İkinci uyarıları ise şöyle: “Eğer devrimci Marksistler, proletarya diktatörlüğü altında işçilerin politik özgürlüklerinin -hükümeti eleştirme özgürlüğü, muhalif partilere ve muhalif basına özgürlük dahil- burjuva demokrasisi altında varolandan daha dar olacağı yolunda en ufak bir izlenim bırakırlarsa, parlamenter yanılsamaları yayanların alt edilmesi için verilen mücadeleler, yenilgiye mahkûm olmasa da ölçüsüz derecede zor olacaktır.” (age, s. 32). Pes doğrusu! “Devrimci Marksist’ler, “proletarya diktatörlüğü5 altında işçilerin politik özgürlüklerinin burjuva demokrasisi altında varolandan” daha dar olmasını tartışıyorlar. Bu ne menem bir özgürlük kavramıdır? Her sınıf iktidarda iken, kendi devletini kurar ve kendi devleti kendi özgürlüklerini içerir. O halde hiç bir sınıf kendi iktidarı koşulunda sahip olduğu özgürlüklere, bir başka sınıfın iktidarı koşullarında sahip olabilir mi? Özgürlük anlayışları da liberaldir.
Şimdi sorunun özüne gelelim. Proleter devlet, burjuva devlet gibi siyasi partiler, onların oluşturduğu bir parlamento üzerine yükselmez. Tersine, proletarya diktatörlüğü sovyet veya komün gibi örgütlenmeler üzerine yükselir. Dolayısıyla sosyalizmde siyasi partilerden oluşan bir parlamento yerine, bu aşağıdan yukarıya örgütlülükle gelen, geri alınabilmeleri olanaklı temsilcilerden oluşan bir “parlamento” vardır. Bu durumda siyasi partiler, eğer çok sayıda olsalar bile, hükümet etmek şansına sahip olmayacaktır. Bu, her şeyden önce çok sayıda partinin varlığı ile “demokrasi” olacağı varsayımını yıkar. Çok sayıda parti, ancak onlardan oluşan bir parlamento, genel oy sistemi ve yasama (parlamento), yürütme (hükümet) farklılığının korunduğu koşullarda anlamlıdır. Bu ise bilinen biçimiyle bugün tümüyle göstermelik hale gelen, arkasındaki devlet çarkını örten bir şal olan burjuva parlamentarizminin kendisidir.
Lenin, “parlamentarizmin ortadan kaldırılması” başlığı altında Devlet ve İhtilal’de Marx’tan iki aktarma yapıyor. Birincisi şöyle: “Komün parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci, hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 62).
İkinci aktarma ise şöyle: “Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halka -herhangi bir işverenin kişisel seçimi gibi- bu işletmeler (komünler) için işçiler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 62).
Atina’da köleci devlet, köle sahipleri için bir demokrasi idi. Atina demokrasisi doğrudan (temsilcileri aracılığı ile değil) demokrasi idi. Yani bir alanda toplanan yurttaşlar (köle sahipleri ve özgür yurttaşlar) isteklerini herkese, direkt bildirebiliyordu. Ama o genel değildi, sadece köle sahiplerinin oy kullanma hakkı vardı. Burjuva demokrasisi, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Atina demokrasisinden farklı olarak, burjuva demokrasisi genel oya dayanır. Ama doğrudan demokrasi yoktur. Siyasi partiler içinden temsilciler seçme yoluyla, genel oy kullanılır. Proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) ise örgütlenmiş kitlelerin genellik ilkesini kapsayan doğrudan yönetimleri, hem yasama hem yürütmeyi birleştiren hareketli bir gövdedir. Bu noktada demokrasinin varlığını (ki burjuvalar için proletarya diktatörlüğünde demokrasi yoktur. Her sınıfın devleti kendisi için demokrasidir. Proletarya diktatörlüğü üretim araçlarına el koymuştur ve bu durumda üretim araçları ile birlikte tüm ayrıcalıklarını kaybetmiş burjuvalar için özgürlükten söz etmek saçmadır) çoğulculukta (çok parti, çok sendika vb.) görmek, burjuva demokrasisi ufkunu aşamamaktır.
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek; yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 63).
Sosyalist demokrasi adı altında çok partililiği tartışmak, gerçekte bir yandan burjuva demokrasisini övmeye, diğer yandan ise komün ve sovyet vb. biçiminde örgütlenmeyi gözden uzaklaştırmaya yarıyor. Sözü Lenin’e bırakalım: “Burjuva toplumunun iliklerine dek çürümüş, satılık parlamentarizmi yerine, komün, düşünce özgürlüğü ve tartışmanın yutturmaca halinde yozlaşmadığı örgenlikleri koyar. Bu örgenliklerde, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşamaz; çünkü parlamenterler (bu örgütlere seçilenler) kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. Temsili örgenlikler kalır; ama özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 64).
“Sovyetler, emekçi ve sömürülen yığınların, devleti kendi başlarına örgütleme ve onu her araçla yönetme olanağını kolaylaştıran dolaysız örgenliklerdir… Proleter demokrasi, herhangi bir burjuva demokrasisinden bir milyon kez daha demokratiktir; Sovyetler iktidarı, burjuva cumhuriyetlerinin en demokratiğinden bir milyon kez daha demokratiktir.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 33).
“Sovyetler proleter diktatoryasının Rus biçimidirler.” (Lenin, age, s. 43). Ama kafasını burjuva demokrasisine gömmüş bir liberal topluluk bunu anlayabilir mi, parlamentarizminden, çok particilikten kopabilir mi?
Tam bu noktada sosyalist demokrasi yanlıları, ama SSCB örneği, diye yakınmaya başlayacaktır. Ama onlar bu deneyi, bu tarihsel mirası ciddi biçimde inceleselerdi, bozulmanın Stalin’in kişiliği veya parti sayısından kaynaklanmadığını görebileceklerdi. Sosyalist demokrasi savunucuları komün ve sovyet vb. biçimindeki örgütlenmeleri yadsımadan çok partiden boşuna söz etmiş olurlar. Ama onların yaptığı da bu örgütlenmelere saldırıdan başka nedir ki? Bu haliyle sosyalist demokrasi, proletarya diktatoryasına saldırmanın biçimlerinden biridir. Köklerinin Kautsky’e kadar uzandığı da kesin. Yine bu noktada, Bernstein’in “bana haksızlık yapıyorsunuz, bu işin babası benim, Kautsky de kim oluyormuş” diyen sesini işitir gibi oluyoruz. Bernstein şöyle yazıyor: “Fakat çağımızda demokratik olarak bir toplum çoğunluğunun, kişisel hakları devamlı zedeleyen yasalar yapmaması gerektiği hemen hemen mutlak olarak kesindir. Çünkü bugünün çoğunluğu yarının azınlığı olabilir ve böylece, azınlığa baskı yapan bir yasa, ileride bugünün çoğunluğu olan kişileri tehdit edebilir.” (E. Bernstein, age, s. 173-174). Bir de şunu dinleyelim: “Demokrasi, ne kadar topluma mal edilir ve kamu bilincine egemen olursa, herkes için o ölçüde en yüksek özgürlük anlamına gelir.” (age, s. 173).
Demek ki Bernstein’a göre demokrasi bir sınıfın diktatörlüğünü anlatmıyor. İki, o, her zaman azınlık haklarının korunmasını istiyor. Sosyalizmde, proletarya diktatörlüğü koşullarında azınlık kimdir? Elbette Bernstein proletarya diktatörlüğünü reddettiği için bu soruyu ona soramayız. Ama bizim Liberal Enternasyonalimize sorabiliriz. Çünkü onlar bize, proletarya diktatörlüğü koşullarında azınlık haklarını korumayı anımsatan bir durumdan söz ediyorlar. Niteliği bir yana atıyorlar. Sosyalist demokrasinin yasalarını tartışıyorlar. Çok partili sosyalizmden söz ediyorlar. Bize, kibarca, biraz da utangaçça, burjuvaların haklarını korumaktan, onlara seçme, seçilme hakkı tanımaktan söz etmiş oluyorlar.
“Demokrasi,” diyor Bernstein, “aynı zamanda hem araç, hem amaçtır. Hem sosyalizm uğruna savaş aracı, hem de sosyalizmin gerçekleşmesi şeklidir.” (Age, 174) Şimdi, sosyalist demokrasi yanlıları, bize Bernstein ile farklarını anlatmalıdırlar. Bernstein proletarya diktatörlüğünü reddediyor ve sosyalizmin gerçekleşme şekli olarak demokrasiden söz ediyor. Sosyalist demokrasiyi bayrak edinen IV. Enternasyonal, sosyalist demokrasinin, zaten burjuva demokrasisinde kullanılabilen haklardan geri haklar vermemesi gerektiğini söylüyor.
“Demokrasi,” diye yazıyor Bernstein, sınışarı kaldırmasa bile, sınıf egemenliğini kaldırır… Demokraside partilerle bunların arkasında bulunan sınışar kudretlerinin sınırlarını öğrenir ve yalnız,… durum ve koşullara göre akla uygun olarak gerçekleştirmeyi umut edebilecekleri şeylere kalkışırlar… (Çünkü demokrasi, bir uzlaşmalar yüksek okuludur).” (Bernstein, age, s. 175). Liberal Enternasyonal belgelerinde partilerin kapatılmasına şiddetle karşı çıkılıyor. Sosyal demokrat partilerin, işçiler içinde örgütlenmiş partilerin varlığını koruması isteniyor. Modern kapitalizmde her parti işçi sınıfının oylarına göz diker. Acaba bu partileri kapatırsak, onlara oy vermiş işçi yığınlarının iradelerini diktatörce tanımazlık etmiş olmaz mıyız? Biz, IV. Enternasyonal’i Kautsky’e bağlarken, bize kızan Bernstein haklıymış.
Tüm bunları yeterli görmeyenler için Bernstein’ın aynı makalesinden iki alıntı daha yapılabilir: “demokrasiyi savaşarak gerçekleştirmek, demokrasinin siyasal ve ekonomik organlarını, geliştirmek, sosyalizmin gelişmesi için kaçınılmaz önkoşuldur.” (age, s. 188). Ama Bernstein’dan sosyalizm sözünü bu kadar duyduğumuza göre, onun sosyalizmden ne anladığına da bakmamız gerekir. “Bu anlamda sosyalizme, örgütlenmeci liberalizm de denilebilir, çünkü sosyalizmin istediği, ısrarla istediği örgütler iyice incelenirse görülür ki, onları dıştan görünüşleri bakımından benzeri feodal kurumlardan her şeyden önce ayıran, liberalizmdir, yani demokratik yasası, herkese açıklığıdır.” (age, s. 181) Bernstein’ı sosyalizmden, Marksizm’den ayıran, dıştan görünüşü bir yana, özü açısından onun liberalizmidir. IV. Enternasyonal’i liberal yapan da, onun “sosyalist demokrasi”nin nicelikleri ile uğraşması, tüm burjuva liberal önlemleri sosyalizme taşımasıdır.
Ekim Devrimi’nden öğrenmek isteyenin gözü komünizm için savaşta olmalıdır. Gönlünde böylesi bir savaş için hiçbir şey taşımayanın, beyin hücreleri bu yolda, öğrenmeye yönelmez. Biz yine de henüz gönlünde bir şeyler taşıyanlar için Lenin’den son bir aktarma yapalım.
“Proleter devrim, yalnız Avrupa’da değil, tüm dünyada gözler önünde olgunlaşıyor, ve onu kamçılayan, hızlandıran ve destekleyen de, proletaryanın Rusya’daki zaferidir. Bütün bunlar sosyalizmin tam zaferi için yeterli midir? Elbette hayır. Bir tek ülke, daha çoğunu yapamaz. Bununla birlikte, Sovyetler iktidarı sayesinde, bu ülke tek başına o denli çok şey yapmıştır ki, dünya emperyalizmi, diyelim Alman ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin bir anlaşması ile, yarın Rus Sovyet iktidarını yıkacak bile olsa, hatta bütün olasılıklar içende en kötüsü olan bu olasılıkta bile, Bolşevik taktik sosyalizm için en büyük yararı sağlamış ve yenilmez dünya devriminin büyümesine yardım etmiş olmaktan gene de geri kalmazdı.” (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 81).
Paris Komünü’nün bıraktığı yerden Ekim Devrimi yükseldi. Ekim Devrimi, 70 yıllık bir deneyimi bize miras bıraktı. Paris Komünü iktidar sorununun altını çizdi. Ekim Devrimi içeride ve dışarıda devrimin sürekli kılınmasının zorunluluğunu öğretti. Ekim Devrimi sosyalizmin, komünist bilince sahip yeni insanla kurulacağını gösterdi. 70 yıllık emsalsiz bir mirasın üzerinde ileri sosyalizm boy atacaktır.

Sonraki Bölüm: Ekim Devrimi Deneyimi Üzerine

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Meta Üretim Ufku Aşılmadıkça Yeni İnsan Yaratılamaz

Önceki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş: Sosyalizm
Yaşanan sosyalizm deneyiminin, herhalde en başarısız noktası ve aynı anlama gelmek üzere onun sonunu hazırlayan temel nokta, sosyalizmin kendi insanını yaratamamasıdır.
Sosyalizmin kapitalizmden komünizme geçiş süreci olduğu üzerinde durmuştuk. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, devrim;
a) Eski egemen sınıf olan burjuvazinin elindeki devlet çarkını parçalamalı, onun yerine kendi egemenliğinin aracı olarak proletarya diktatörlüğünü koymalıdır. Proletarya diktatörlüğü, eski egemen sınıfı bastırmak ve yeni toplumu kurmak için kaçınılmazdır. Bu nokta atlandı mı geriye Marksizm-Leninizm adına hiçbir şey kalmaz.
b) Devrim, ekonominin ve toplumun sosyalist tarzda örgütlenmesini gerçekleştirmelidir. Toplumun ekonomik örgütlenişinden söz etmek yeterli değildir. Toplumun ve ekonominin yeniden “örgütlenişi birbirinden ayrılmaz, ama birbirinin aynısı da olmayan bir bütündür. Yaşanan sosyalizm, ekonominin yeniden örgütlenişi ile “öylesine ilgilendi ki”, ekonomi dışında toplumsal yaşamın varolmadığı noktasına bile gelindi. Marksizm’in “maddi temel” kavramı, mekanik bir mantıkla, sadece ekonomik temele indirgendi, pratik sadece ekonomik pratiğe indirgendi, başarı ekonomik başarıya indirgendi. Bu hem tek tek bireyler için, hem de toplum için geçerlidir. Başarılı birisi daha çok ücret alan birisi anlamına geldi. Kapitalizm ile ekonomik yarış sosyalizmin tek başarı kriteri yapıldı. Bunun içeride insana yansıyışı da daha çok ekonomik gelir ve daha çok tüketmektir. Bugün aynı mantıkla sosyalizmin ekonomik başarısızlığı nedeniyle yenildiği söyleniyor. Aslında bu aynı ekonomist bakışın değişik tarih kesitlerinde aldığı görünümden başka bir şey değildir. Ekonominin ve toplumun yeniden kurulması, devrimin içeride sürekliliği kavramıyla yakından ilişkilidir.
c) Üçüncü olarak, devrim yeni insanın yaratılmasını sağlamadan komünizme yürüyüşü garanti altına alamaz. Yeni insanın yaratılması, anlaşılacağı üzere toplumun yeniden kurulması sürecinin, toplumsal devrimin en belirleyici noktasıdır.
Devrimi gerçekleştirecek güç olarak proletarya, öyle bir araç yaratmalıdır ki, devrimin ikinci aşamasının temel sorunlarına da yanıt bulabilsin. Bu araç partidir. Parti, komünizme yürüyüşün yönlendirici gücüdür. Parti, daha ilk kuruluş anından itibaren, kazanmak için kendi içinde yeni insanın embriyonunu oluşturmaya yönelmek zorundadır. Yüzlerce yıllık kapitalizmin yarattığı tahribatlardan sonra insanı yenileştirmek için bir devrim zorunludur. Ancak bu devrimin öncü gücü, devrimin kalıcılığının garantisi yeni insanı, kendi saşarında oluşturabilmek durumundadır. Eskiyi yıkmak yeniyi kurmak için oluşturulan güç:
A) Yeniyi kurmaya yetenekli bir sınıfın (burada işçi sınıfının) elinde işe yarar durumdadır,

B) Araç (burada parti) içinden çıktığı eskiyi aşmış olmalıdır. Ya da yeniyi bağrında embriyon halinde taşıyor olmalıdır. Öyleyse komünist insan sorunu daha bugünden bir devrimciler örgütünün merkezî noktasını oluşturmalıdır. İleri teori, ancak böylesi insanların elinde gelecek toplumun kuruluşunun yol gösterici ışığı olabilir.
Komünist insanın yaratılması sadece öznel bir istek olarak ele alınamaz. Komünist yeni insan bugün kapitalizmin sınırları içinde yaratılamaz. Bu her şeyden önce devrim sorunudur. Bu nedenle de devrim savaşımı dışında insanın yenilenmesi, komünist insan olması mümkün değildir. Sosyalizm tarihine bakıldığında, devrime yürüyüş boyunca yaratılan insan tipinin ileri götürülemediği ortadadır. Tersine devrimi yaşamış kuşak devrimin değerlerini yeni kuşaklara aktaramamıştır. Bu noktada Küba’da yeni kuşakların sosyalizmde direnmesine devrim kuşağının henüz yaşıyor olmasının sonucu olarak bakmamak gerekir. Tersine Ernesto Che, eğer, dünyanın başka yerlerine savaşmaya gitmeseydi, o ruhu aşılamak kolay olabilir miydi? Küba insanı enternasyonalist dayanışmayı ta en başından öğrenmeye başlamıştır. Che, devrim zafere ulaşır ulaşmaz dünyanın diğer halklarına “söylevlerle enternasyonalist dayanışma” yolunu seçmedi. Onun önderliğinde Küba insanı başka bir ülkenin işçi sınıfı için ölmeyi onur saymıştır. Öyleyse yeni kuşaklara komünist bilinci aşılamanın tek yolu devrimi içeride ve dışarıda sürekli kılmaktır. Elbette devrim ihtiyacından söz etmiyoruz. Muzaffer Kızıl Ordu’nun ardından kurulan sosyalizm deneyleri yeterince öğreticidir.
Devrimin içeride sürekli kılınması ne demektir? Bu, her şeyden önce komünizme yürüyüşü temel alan, başından beri, ilk günden başlayarak tüm adımları komünizm hedefini gözönünde tutarak atmayı gerektirir. Komünist insanın yaratılması ile toplumun yeniden inşası arasında sıkı bir ilişki vardır. Toplumun yeniden inşası; bir sınıf olarak burjuvazinin yok edilmesi hedefine yönelmek durumundadır. Bu amacın diğer yandan okunuşu sosyalist temellerde bir ekonominin örgütlenmesi ve komünizme yürüyüşün sağlanmasıdır. Burjuvazinin sınıf olarak yok edilmesi, üretim araçlarının toplum adına devlet tarafından mülk edinilmesini gerektirir. Proletarya iktidarı alır almaz, burjuva devlet çarkını parçalamak ve üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek durumundadır. Bu hamle yapılmadan, toplumsallaştırma nasılsa bir günde gerçekleşemez demek, en hafifinden kendini kandırmaktır. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının bir noktası, yapısı gereği dağınık ve küçük çaplı üretimin egemen olduğu alanlarda (berber dükkânı gibi) tekniğin geliştirilmesidir. Bu alanda toplumsallaştırma bir kararname işi değildir. İkinci ve oldukça önemli bir başka nokta da, özel mülkiyetine son verilebilen alanlarda teknolojinin yeniden organizasyonudur.
Sosyalizmde atılan her adımın meta üretim ufkunu aşmayı hedeşemesi gerekir. Meta üretiminin tarihsel ve toplumsal koşulları, özel mülkiyet ve işbölümüdür. Bu iki etken, elbette, insanların tüketmeleri gerekenden daha fazlasını üretebilmelerine olanak tanıyan bir gelişimin sonrasında gündeme gelmiştir. Bu nedenle tarihsel ve toplumsal koşullardan söz ediyoruz.
Sosyalizm, hemen devrimin arkasından özel mülkiyete büyük oranda son vererek meta üretiminin bir dayanağını ve meta üretimini, egemen bir üretim olarak tarihe gömmüştür. Ama bir yandan henüz toplumsallaştırılmaya elverişli olmayan alanlar vardır (berber dükkânı, ayakkabı tamiri, kahvehane vb. gibi), diğer yandan ise üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilen alanlarda hâlâ eski tarzı ile teknolojik örgütlülük vardır. Bu ikinci noktayı anlaşılır kılmak için, teknolojinin taraşı olduğunu hatırlamak gerekir. Amacı artı-değeri arttırmak olan bir üretimde, teknoloji; artı-emek zamanını arttıracak ve emek sürecini işçiyi robotlaştırarak makinenin bir uzantısı haline getirecek tarzda organize edilecektir. Amaç kârdır ve mevcut teknoloji, yani insanların birikmiş emekleri ve deneyimlerinin sonuçları, kâr için organize edilecek, kapitaliste daha fazla kâr sağlayabildiği oranda üretim sürecine girecek ve nihayet fabrika içinde yerleştirme yine maksimum kâr amacına göre organize edilecektir. Sosyalist bir ekonomide, bir fabrikadaki gelişimi ölçmek için, kârlılık dışında bir gösterge bulunamıyor ise meta üretimi aldığı tarihsel yaralara rağmen ruhen yaşıyor ve yaşatılıyor demektir. Bu noktada teknolojinin nasıl örgütlendiğinin neden önemli olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Sosyalist üretimin amacı sınışarı ortadan kaldırmak için komünizme yürüyüşün ekonomik ve teknik altyapısını oluşturmaktır. Burada toplum için üretim esastır. Bu nedenle de teknoloji, insanlar arasındaki eşitsizlikleri yok edecek tarzda kullanılmalı, örgütlenmelidir. Kafa ile kol emeği ayrımına son vermek, kent ile kır ayrımını ortadan kaldırmak, eski tarzı ile işbölümüne son vermek bu teknik örgütlenmenin hedefidir. Robot teknolojisinin bu anlamda kapitalizmde nasıl kullanıldığı ile sosyalizmde nasıl kullanılması gerektiği açıktır. Sosyalizmde robot tekniği, kafa ile kol emeği ayrımını ortadan kaldırmak için kullanılmalıdır. Öyleyse bir ürünü sadece daha kısa sürede üretmek değil, daha az canlı emekle üretmek gözetilmelidir.
Toplumun yeniden inşası aynı zamanda devletin yeniden örgütlenmesini gerektirir. Devlet en başından bir yarı-devlet, sönmeyi hedeşeyen bir devlet olarak örgütlenmelidir (Bu konuyu proletarya diktatörlüğü bölümünde ayrıntılı olarak tartışacağımız için, şimdilik bu genel ifade ile yetiniyoruz).
Toplumun yeniden inşası, komünizmin temellerinin oluşturulması demektir. Sınışarın ortadan kalkması ve bununla birlikte sınışarın varlığının sonucu olan bütün çelişkilerin ortadan kalkması gerekir (elbette yeni çelişkiler, ama sınışarın varlığına dayalı olmayan yeni çelişkiler ortaya çıkacaktır). Bu ise devletin ortadan kalkması demektir. Bu, dünya devriminin zaferine de bağlı bir hedeftir.
Yine bu ise, komünist insanın varlığını gerektirir. Komünizm, komünist insanla kurulacaktır. Öyleyse sosyalizm komünist insanı oluşturmak, yaratmak için de zorunludur.
Komünist insanın yaratılması toplumun yeniden örgütlenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Komünist toplumu inşa edebilmek için, toplumun en ücra köşesine kadar örgütlenmesi şarttır. Komünizm, ortakçı bir toplumdur. Bu ortakçılık sadece herkesin gereksinmelerini karşılaması değildir. Buna dayalı olarak insanların toplumsal yaşama direkt katılımları da demektir. Bu ise örgütlülükle mümkündür. Sosyalizm, daha ilk andan başlayarak bu örgütlülüğün gelişimini; işçi sınıfı ve halkın bu örgütlülükler aracılığı ile devletin oluşumu ve siyasal kararların alınışına katılımlarının sağlanmasını gerektirir. Bu nedenle daha iktidara yürürken yığın örgütlülüğü son derece önemlidir. Sovyet Devleti’nin yozlaşmasında, iktidar organları olan sovyetlerin 1920’de dağıtılması ve bir daha tekrar kurulmamasının belirleyici rolü olmuştur. Tersini yapmak gerekir; toplumun en ücra köşelerine kadar örgütlenmesi ve toplumsal işleri organize etmesi gerekir. Sosyalist demokrasi denilince anlaşılması gereken böylesi bir örgütlülüğe dayalı demokrasidir. Yoksa bazılarının anladığı gibi çok partililiği işçi sınıfına demokrasi adı altında yutturmak değildir. Ne ilginçtir ki, tam da burjuvazinin “çok partili demokrasi diye bir şeyin hiç olmadığı”nı itiraf ettiği bir dönemde, sözde sosyalistlerimiz diktatörlük kavramına bayrak açıp çok partililiği “sosyalist demokrasi” olarak öne çıkartıyorlar.
Devrimci bir partide demokrasi ellerin kalkıp inmesinin değil, üyenin niteliğinin ürünüdür. Ülkemizde kongre geleneği olmayan bir sol hareketin mirasçıları olarak, ellerin kalkıp inmesine karşı olmayacağımız kesindir. Ama eksikliği burada görmek gerçeğin sadece bir yanını görmektir. Eller kalkıp indiğinde gerçekten kolektif ruh sağlanabiliyor mu? Sadece komşular alışverişte görsün mantığı ile yapılan kongrelere ne demeli? Öyleyse bir partide parti içi demokrasinin, tartışmanın, eleştirinin, yanlışı düzeltmenin garantisi üyenin niteliğidir. Sorunlarını dile getirmeyen, tembel, çalışmayan, düşünmeyen, kendi eksiklerine karşı amansızca savaşmayan, bireyciliği yaşam biçimi seçmiş, itiraz etmeyen, itirazlarında direnirken yapacağı işi savsaklayan, kendini örgütün ve devrimin önüne koyan kişilik ile her gün kongre yapılsa, her gün parmaklar kalkıp inse bile tek bir doğru karar verilemez. Acaba bugüne kadarki başarısızlıklarda bu kişiliğin payı nedir? Bu soruya samimi yanıt vermek gerekir. Öyleyse devrimci örgütlenmelerin, bundan böyle kişilik üzerine son derece net yüklenmeleri şarttır. Bunun ilk adımı örgüt içinde politik kişiliklerin var edilmesidir.
İşte bu, örgüt için ne kadar geçerli ise sosyalizmin örgütlenişi için de o kadar geçerlidir. Bunu anlamak için sosyalizmin en ücra köşesine kadar toplumu örgütleme işine girişmesi gerektiğini anlamak gerekir. Ancak böylesi bir örgütlü toplumda genele müdahalenin yolları oluşabilir. Ancak böylesi bir toplumda, insanlar kendi gelecekleri ile toplumun geleceği arasındaki ayrılmaz bağı görebilir ve bu yolla toplumsal sorunları kendi sorunları olarak duyumsayabilir. Ancak bu yolla kendi sorunlarını toplumsal sorunların önüne koymaz ve hep kendini düşünen, kendisi için yaşayan insan tipinin aşılması sağlanabilir. Böylesi bir örgütlülük, komünist bilincin verilebileceği canlı, duyarlı bir toplumsal ortam oluşturacaktır.
Güya insanlar, sosyalizmde kapitalizme karşı savaş söz konusu olmadığı için duyarsızlaşmaktadırlar. Bu söz ile kapitalist toplumda devrimci mücadeleye katılmayı bir çocukluk olarak gören anlayış, savaşın olanca şiddetiyle devam ettiğini unutuyor. Bu anlayışa göre insan, bilinçsiz bir yaratık, adeta bir yarı-hayvan olarak görülüyor. Bu iki anlayışın özleri aynıdır. Bunun ötesinde yeni bir toplumu kurma heyecanı neye tercih edilebilir? Heyecanı yok eden bilinç yokluğu, ufuk darlığıdır. Sadece kendisini düşünen, kendisi için yaşayan bir insanı ne heyecanlandırır? Elbette sadece, yeni bir tüketim nesnesi, yeni bir tatil görme yolu, sadece komşusunu geçmek, oğlunun bir sınavda arkadaşlarını geride bırakması, karşı cinsten daha çok kişinin kendisine ilgi duyması vb. Tüm bunlar rekabet yasasının ayrılmaz ürünleridir. Tüm bunlar insanın bilincini yitirmesi ve güdülerinin esiri olmasıdır. Düşünelim bir kere, böyle bir insan gerçekten insan olan birine aşık olunca, bir şok yaşayınca, yaşadığı ortamın insansızlığını fark edebilir hale geliyor, bilinçle ve ümitle birlikte, tüm topluma duyarlı hale gelebilmesinin yolları açılıyor.
Aynı şekilde, sosyalizmi çözen şey merkezî planlama değildir. Yanlış olan merkezî planlama değildir ki, doğrusu serbest piyasa olsun. Rekabet, açlık dünyasına özgüdür. Rekabet, insanı insan yapmaktan çıkartıp, onu ürettiklerinin esiri yapar. Sosyalizmde merkezî planlama 1970’lerin ortalarından sonra giderek genel olmaktan çıkartıldı. Merkezî planlamanın kapsamı daraltıldı. Kruşçev ile birlikte dayanıklı tüketim mallarına yönelindi. Oysa her mahallede bir çamaşırhane, bir yemekhane kurulması denenseydi, mevcut teknoloji ile çok ekonomik ve en az insan gücü kullanılarak dayanıklı tüketim malları ihtiyacı ortadan kaldırılabilirdi. Ama bu durumda, elbette kişi başına düşen çamaşır makinesi ve fırın açısından batıdan geri kalınmış olurdu. Bu gerilik midir? Batı ile ekonomik yarış Sovyet insanının tüketim toplumu insanı haline getirilmesine neden olmuştur. Bu yarış, insanın sosyalist yaratıcılığını da yok eder. Geriye heyecan kalabilir mi? Yaratıcılık olmadan heyecan olabilir mi?
Sosyalist insan kişisel refah araçları sağlandıktan sonra sosyalizmin yararını kavrayacak bir insan mıdır? En iyi niyetle Sovyet Sosyalizmi insanların bilincini oluşturmak için maddi zenginliği temel almıştır. Bunun anlamı, Sovyet Sosyalizmi’nin kendi insanının sosyalizmi desteklediğine güvenmediğidir. Sovyet Sosyalizmi’ni korkak yapan da budur. Kişilerin bilinçleri, maddi zenginlikler sunularak yükseltilemiyor. Tersine bilinçle maddi zenginlikler yaratılıyor.
Sovyet insanının ihtiyaçları toplum tarafından karşılandıkça, harcayamayacağı bir para oluşuyor. Oysa ihtiyaçların giderek daha fazla bir bölümü toplum tarafından, ücretsiz karşılandıkça, kişilerin parasal gelirlerinin azalması ve bu yolla paranın geçerlilik alanının daraltılması gerekir. Bu elde biriken ve ne için harcanacağı belli olmayan “fazla para” ile refah için tüketim maddesinin ölçü olarak alınması birleşince, Sovyet insanı içeride harcaması mümkün olmayan bu para ile dışarıda fiyatının çok üstünde ödeme yaparak tüketim nesnesi (mesela naylon çorap) almaya başladı. Sovyetler’de 1960 sonrası karaborsanın maddi temeli, temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu değil, bu fazla para ile tüketimi refah ölçüsü sayan “bilinç”tir.
Merkezî planlama, halkın aktif katılımı ile organize edilmelidir. Sınıfsız topluma hazırlık ve komünist bilincin verilmesi açısından burası son derece önemlidir. Merkezî planlamaya “uzmanların işi” olarak bakmanın, “devlet işlerinin sıradan bir vatandaşın yapacağı kadar basitleştirilmesi” ilkesi ile ters olduğu açıktır. Bu anlayış görevden almanın önüne maddi engeller koyar ve bürokrasiyi besler. Devletin en başından bir yarı-devlet, sönmeyi amaçlayan bir devlet olarak adım atması gerektiği bilincine ters düşer. Gerçekten de her birimin örgütlülük temelinde böylesi bir planlamaya katılması ve bu yolla planlamayı öğrenmesi, toplumun sorunlarını kavraması, karar mekanizmasına katılması olanaklıdır. Bu, elbette örgütlülük ile mümkündür.
Sosyalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek meta üretimini parçalar. Elbette onun yok edilmesi, bazı sektörlerde teknik gelişim ile olanaklıdır. Ama bu toplumsallaştırma ile artık meta üretimi parçalanır. Üretim araçları ve onlarla birlikte işgücü meta olmaktan çıkar. Peki, insanlar bu toplumsallaştırılmış sektörlerde, işletmelerde üretilen ürünler için para ödediklerine göre bu ürünler meta değil midir? Hayır değildir. Para burada, üretilen ürünlerin bireyler arasında dağıtım görevini görecek, ihtiyaç karşılıksız karşılanmaya başlayınca, emekçinin, insanın ihtiyaç duyacağı para miktarı da azalacaktır. Meta üretimi sadece, henüz toplumsallaştırılamamış alanlarda söz konusudur. Bu alanlarda da iş garantisi vb. yollarla işgücünün sömürülmesinin sınırlarına müdahale edilir. Bazı sektörlerde ise işçi çalıştırmayan, sadece kendi hesabına çalışan küçük kapitalist işletmeler kalabilir. Bu işletmeler ya karşıladıkları ihtiyaç başka yollarla giderilerek ya da teknik gelişim ile büyük çaplı üretime dönüştürülerek ortadan kaldırılacaktır. Demek ki, meta üretimi bu alanlarda sürebilir. Doğal olarak bu ürün veya hizmetler para ile karşılanır. Bu anlamda meta olmayan bu ürünlerin satın alınmasında, tıpkı meta alımında olduğu gibi eşdeğerlerin değişimi yasası işler. Öyleyse bu ürünler henüz ihtiyaç kadar üretilememektedir. İşte bu ürünlerin dağıtımında paranın kullanılması bu nedenle söz konusudur. Bir dönem sağlık hizmetleri paralı olabilir. Ne zaman ki toplumsal artık bu hizmetin tümden karşılanmasına yeter, önceliklere göre bu hizmet parasız sunulacaktır. Aynı şey eğitim için geçerli olacak, ulaşım için geçerli olacak, konut için geçerli olacak, çamaşır sorunu için, yemek sorunu için vb. geçerli olacaktır. Demek ki, bir; paranın varlığı meta üretiminin hâlâ varolduğunu gösterirken, satın alınan her ürünün meta olduğunu göstermez. İki; sosyalizmde para, toplu ihtiyaçlardan başlayarak geçersiz kılınmaya başlayacaktır. Toplumsal ihtiyaçlarda öncelik sorunu, komünizme gidişin yolunun açılmasıyla birlikte ele alınmalıdır. Acil ihtiyaçlara rağmen komünizme gidişi örgütleyecek adımlar unutulmamalıdır. İnsanlar, başkaları için, tüm dünya için, tüm insanlık için, gelecek için bugünlerini feda etmeyi ancak böylesi bir noktada bilinçle, gönüllüce seçebilirler. İhtiyaçlarının esiri olmuş, tüketime endekslenmiş bir insanın özgürlüğünden sözetmek gülünçtür. Bilinç bu çelişik durumda gereklidir. İnsanın çay içecek bardağı olmayabilir, ama çay içecek bardak özgürlüğe tercih edilirse, insan da olmaz, çay içmek de gerekli olmaktan çıkar.

Sonraki Bölüm: Proletarya Diktatörlüğü Üzerine

Kapitalizmden Komünizme Geçiş- Kapitalizmden Komünizme Geçiş: Sosyalizm

Önceki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş Üzerine

Şimdi bizler, yukarıdaki bakış çerçevesinde, komünizmden sosyalizme bakmalıyız. Sosyalizm bir geçiş toplumudur. Sosyalizm, henüz, kapitalizmden yeni çıkışı ifade eder ve burada kapitalizmin bazı uzantıları devam eder. Sosyalizm komünizme doğru yürüyüşün adıdır.
Sosyalizm kendi başına ayrı bir sosyo-ekonomik biçimlenme değildir. O, komünizmin bir alt aşamasıdır. Bir alt aşaması olması, evrim yolu ile komünizme dönüşümünü anlatır. Yani kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, iktidarın sınıfsal el değiştirmesiyle sonuçlanan sadece bir devrim vardır. Bu devrim sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim ve bunun sonucu işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, komünizme yürüyüşün başlangıcıdır. Bu süreç işçi sınıfını eski devlet çarkını parçalamakla yüzyüze getirir. Çünkü; 1) işçi sınıfı bu çarkı burjuvaziyi bastırma aracı olarak kullanamaz. 2) O eski çarkı kullanmak, komünizme yürüyüşü unutup, iktidarı korumaya geri dönmektir. Yani hem acil, hem de uzun erimli görevler açısından mevcut devlet çarkı parçalanacaktır. Bu başarıldığı oranda sınıf olarak burjuvazinin direncini kırmak, onu mülksüzleştirmek başarılacaktır. Bu noktada devrim siyasal, ekonomik ve kültürel planda sürekli kılınmalıdır. Ve tüm bunlar, en başından, komünizm hedefine doğru örgütlenmelidir. Bu nedenle, dünya devrimi, insan sorunu ve devletin en başından sönmesine olanak tanıyacak tarzda örgütlenmesi gerekir.
Demek ki, tüm bu sürecin bir hedefi var ise, atılan her adım bu hedefe yönelecek ise (bu hedefin komünizm olduğu bilinmektedir) yürüyüşün niteliği bu ölçüde sosyalist olacaktır. Yine, tüm bu adımlar, en başından hedefe doğru atılacak ise, komünist toplumun kuruluşunda, en özgün, en yaratıcı dönemin hemen siyasal devrimin ardından başlayan kuruculuk yılları olduğu kesindir. Bu dönemde atılacak, atılmak durumunda kalınacak her adım teori düzeyine çıkartılmamalıdır. Bununla kastettiğimiz şey, her adımın teori haline dönüştürülmesi meselesidir. Komünist insanın yaratılması, devletin örgütlenmesi ve sosyalist temeller üzerinde ekonomik işleyişin sağlanabilmesinin teorik yönleri yoktur demek istemiyoruz. Ancak, SSCB deneyimi gösterdi ki, SSCB’nin her adımına uygun teori geliştirilmiştir. Enternasyonalizm, dış politika ile karıştırıldı. Pratik tavizler -ki bunlar her zaman olabilecektir- teorileştirildi. Bu yolla elbette ki teori geliştirilmedi. Tersine teori güdükleştirildi, ezberlenecek formüllere dönüştürüldü.
Tüm bu noktalar, nasıl bir sosyalizm sorusunun altını koyulaştırmakta, bu soruya verilecek yanıtın önemini arttırmaktadır. Bizler, sorunsuz bir toplum nasıl kurarız mantığı ile tartışmıyoruz. Sorunsuz toplum, ölüler toplumudur. Hiçbir ölü sorun çıkartmaz. Yaşayan her organizma çelişkilerle, sorunlarla birlikte yaşar. Ama yeter ki hep aynı çelişki, aynı sorun ile uğraşılmasın, ilerlensin, yol alınmış olunsun. Bunlar sosyalizm için olduğu kadar, komünist toplumun tüm dönemi için de geçerlidir.
Sorun, günlük dilde olumsuzluk anlatır tarzda kullanılmaktadır. Hatta aynı şey günlük örgütlü pratik içinde söylenebilir. Oysa, açıktır ki, doğal olan sorunların çıkması, sorunların varlığıdır. Sorunların varlığına üzülmek, yaşama üzülmek, yaşamdan korkmak, yaşamı zevksizleştirmektir. Eğer üzülecek bir şey var ise, o da sorunların bilincinde olunmaması olabilir. Çünkü sorun, adı üstünde çözümü olan şeyi ifade eder. Çözümü olmayan sorun yoktur. Öyleyse sorunların yığılması, aynı sorunun sürekli tekrarlanması, onu görecek bilinç, onun üzerine yürüyecek kararlılık ve inat eksikliğine işaret eder. Bu durumda öncelik değişir, önce bilinç ve kararlılık sorununun çözülmesi gerekir.
Öyleyse biz komünistler, komünist toplumun hangi evresinden söz edersek edelim, sorunsuz bir toplumu anlatmak için nasıl bir toplum sorusunu sormayız. Bu birinci noktadır.
ikinci noktaya gelince. Sosyalizmin çözülüşünün ardından, herkes kurulacak bir sosyalizmin yaşama şansının ne olacağını soruyor. Eğer sosyalizmi kurarsak, nasıl olur da yanlış işler yapmayız? Aslında bu sorulara verilecek yanıtlar çok önemlidir. Günlük tartışmalarda, her işçinin kafasını kemiren bu sorular reformizm tarafından sürekli diri tutulmak istenmektedir. Bizim tavrımız, bu soruların üzerini örtmek değil, tersine üstlerine gitmektir. Sol hareketin mevcuttaki dağınıklığının nedeni ile bu soruların yanıtını vermeye yönelmemesi, cesaret kırıcı, ümitsizliği arttırıcı etkiler yaratmaktadır.
Önce şunu belirtmek gerekir, bizim kuracağımız sosyalizmin, Sovyet Sosyalizmi deneylerini aşma şansı yüksektir. Çünkü, her şeyden önce önümüzde 70 yıllık Ekim Devrimi deneyimi vardır. Ama buna rağmen, doğru bir yürüyüşe rağmen, sosyalizm yeniden yenilebilir. Bu bir olasılıktır. Bu, her şeyden önce dünya üzerinde süren sınıf savaşımına, uluslararası güçler dengesine de bağlıdır. Dünya devrimi hedefi, bu nedenle asla hedeften çıkartılamaz. Ama bunca deneyden sonra, kuracağımız sosyalizmin yenilgisi, bizim cesetlerimiz çiğnenmeden başarılamayacaktır, bu kesindir. Hiç kimse, sosyalizmin kazanılmış zaferlerini, mevzilerini terk etmeyi bize devrimcilik olarak sunamaz. Hiç kimse, ekonomik zorlukları, uluslararası güç dengelerini neden olarak gösterip, bayrağı teslim edemez. Bayrağı bırakmanın, teslim olmanın, ihanetin mazur görülebilir, haklı nedeni yoktur, tarih boyunca olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.
Öyleyse, dünya devrimi dalgasını bekleyip, o zamana kadar kendi ülkelerinde güzellik uykusuna yatanların da haklı nedeni yoktur. “Devrim kapıyı çaldığında” sıkacak barutu olmayanın, kurşunun öneminden söz etmesi sadece komikliktir. Kaldı ki, “Devrim kapıyı çalacaksa”, bu, bizim hiçbir şey yapmadan beklememiz sonucu olmayacaktır. Tersine, içinde bizim eylemimizin de olduğu bir nesnelliktir söz konusu olan.
Bir ülkedeki devrim, her şeyden önce, o ülkedeki devrimcilere dayanır. Uluslararası koşulların uygunluğu, ardından gelir. Bununla, devrim savaşımını ulusal bir savaşım olarak ele aldığımız sonucu çıkmamalıdır. Tersine, dünya devrimci hareketinin gelişiminin, her ülkedeki devrimci gelişmelerle ilişkisini kurmuş oluyoruz. Burada, devrimci insan, kendi koşullarında savaş yürütmeden, sadece gözlerini dünyaya dikmekle yetinemez. Elbette yalnız bu, insana, kapitalizmin ulusal sınırlarını aşan bir tanıma işi yürüten insana, bir haz verebilir. Ama, devrim, devrim için dövüşmeyi gerektirir. Bu nedenle de yenilgi dünya konjonktürünün ötesinde, bir ülkedeki devrimcilerin kararlılıklarıyla ilgilidir. Vietnam halkı, her Amerikan ailesine bir ölü geri göndermeseydi zaferi kazanabilir miydi? Oysa uluslararası koşullar bugüne göre çok daha mı iyi görünmekteydi?
fiimdi, bizler, bize sosyalizmin yaşayıp yaşayamayacağını soranlara şu soruyu yöneltiyoruz: Amacınız bizimle birlikte, sosyalizmin yaşaması için mücadele etmek midir? Eğer yanıtınız evet ise bilinmelidir ki, tereddüt edecek hiçbir nokta yoktur. “Burada bütün kuşkular kovulsun.” Devrimi nasıl yaparsak, öyle yaşatırız. Onu dünya devriminin zaferi için, ancak onun için feda ederiz. Ama eğer bizimle sosyalizm için mücadele etmeye niyetli olmayanlar bu soruyu soruyorlarsa, onlara inançsızlıklarınıza başka dayanaklar arayın diyeceğiz. Ne ilginçtir ki, bugün burjuva ideologlarının tümü, bize kurulabilecek olan sosyalizmin de çökmek zorunda kalacağını söylüyorlar. ilgileri gözlerimizi yaşartıyor. Ama herkes önce kendisine baksın.
Nasıl bir sosyalizm sorusu, sosyalizm için kavgaya atılanların gündeminde ciddi ve yol açıcı bir sorudur, yoksa kaçkınların gündeminde değil.
Yukarıda gördük ki, işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı, egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşımını kazanmaktır.
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yeni egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezîleştirmek için ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk arttırmak için kullanacaktır.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar I, s. 153).
Marx ve Engels, bundan yaklaşık 150 yıl önce, proletaryanın ilk işinin egemen sınıf durumuna gelmek, yani iktidarı alarak devleti ele geçirmek olduğunu yazıyordu. Paris Komünü sonrasında, iktidarı ele geçiren proletaryanın eski devlet mekanizmasını kullanmakla komünizme yürüyemeyeceğini, iktidardan alaşağı ettiği burjuvaziyi bastıramayacağını görmüşlerdir. Bu nedenle de, eski devlet mekanizmasını parçalamanın zorunluluğu üzerinde durdular. Proletarya eski devlet mekanizmasını yok etmeden, kendi iktidarını kuramaz, koruyamaz.
Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın hemen üretim araçlarını devletin elinde merkezîleştirmeye koyulması gerekir. Proletarya siyasal egemenliğini bu amaç için kullanacaktır.
Lenin, Marx ve Engels’in Manifesto’da anlattıklarını şöyle ifade ediyor: “Genel olarak kapitalizmi altetmek için, önce sömürücüleri yenmek ve sömürülenlerin iktidarını kurmak, yani devrimci güçlerin yardımıyla sömürücüleri devirmek gerekir; sonra, yeni ekonomik ilişkileri kurmak, bunun örneğin nasıl becerilmesi gerektiğini göstermek olan yapıcı görev gelir. Sosyalist devrimin bu iki görünümü birbirine çözülmemecesine bağlıdır ve devrimimizi, yıkıcı görevin yeterli olduğu bütün önceki devrimlerden ayırır.”
Birinci görev, yani burjuvazinin devrilip, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi dar anlamda devrim, siyasal devrimdir. Bu devrim, komünizme yürüyüşün büyük bir ilk adımıdır. ikinci görev ise; eski toplumu aşmak, ekonomiyi, toplumsal yaşamın her alanını buna göre örgütlemek ve insanı yenileştirerek komünist insana yanaştırmaktır. Bu, toplumsal devrim, geniş anlamda devrimdir.
Proleter devrimler hariç, hiçbir devrimde siyasal devrim ve toplumsal devrim ayrımı bu denli önemli değildir. Sosyalist devrimden söz ederken, onun görkemliliğini anlatırken, komünizme doğru büyük yürüyüşün ilk adımının olmasından söz etmiştik. Komünizm insanlık tarihinin başlangıcı olacaksa, sosyalizm de insan öncesi tarihin son bulacağı yer olacaktır. Böylesi bir toplum için yola çıkmanın yüceliği, devrimin görkemliliğine yansımaktadır.
“Üstünlüğü ele geçirmiş bulunan bütün sınışar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını geliştirmeye bakmışlardır. Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur; görevleri, özel mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yok etmekir.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar Cilt I, s. 143-144).
Diğer toplumların birinden diğerine her geçiş öncesinde, gelecek toplumun üretim ilişkileri, önceki toplumun bağrında yer almıştır. Bu nedenle kuruculuk çok büyük bir öneme sahip değildir. Ama sosyalizm, kapitalizmin içinde üretim ilişkileri düzeyinde gelişmez. Kapitalizm ancak, sosyalizmin maddî önkoşullarını (güçlü bir işçi sınıfı, büyük çaplı üretim, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşması sonucu özel mülkiyetin kaldırılmasının teknik koşullarının oluşması vb.) oluşturur. Bu nedenle, komünizme geçişte bir anlamda zorlu iş, kuruculuk işiyle, devrimden sonra başlıyor. Bu zorlu dönem, aynı zamanda en özgün dönemdir de. Ama kuruculuk işinin nasıl gideceği, her şeyden önce devrimin gerçekleştirilişinin görkemi ve dünyaya yayılması ile bağlantılıdır.
Biz, şimdilik, bu aşamanın1 devlet biçimi, proletarya diktatörlüğü üzerinde durmadan sosyalizm üzerine tartışmaya devam etmeliyiz. Proletarya diktatörlüğü üzerinde ayrıca durulacaktır.
Sosyalizm büyük bir kuruculuk dönemidir. Büyüklüğü, süresinin uzunluğu/kısalığıyla ilgili değildir. Tersine, bu yücelik komünist toplum hedefinden geliyor. Sosyalizm kapitalizmden çıkılıp, kapitalizm nezdinde tüm sınışı toplumların aşılmasını ifade ediyor. SSCB’nin çözülüşü, bugün, dünya devrimci hareketinin gündemine, sosyalizmin pek çok sorununu tersyüz ederek, sosyalizm içi bir tartışma olmaktan çıkartarak, yerleştirmiştir. Bu nedenle bu sorunlara da kısaca bakmak şarttır. Örnek olsun, 1920’lerde, 1970’lerde kimse “sosyalizmin piyasa ekonomisi modeline” itibar etmezdi. fiimdilerde, pek çok dönek, sosyalizm adı ile piyasa mekanizmasının “yüceliğini” sosyalizmle kaynaştırma sevdasındadır.
Elbette tüm burada tartışacaklarımız, komünizm bayrağını teslim etmeyenler için anlamlıdır. Castro şöyle yazıyor: “Bunun da ötesinde, devrim ilerleyebilecek ya da gerileyebilecek, hatta tıkanabilecek bir süreçtir. Fakat hepsinin ötesinde komünistler cesur ve devrimci olmalıdır. Komünistler, koşullar ne denli olumsuz olursa olsun, tüm koşullar altında mücadele etme görevi ile yükümlüdürler. Paris Komüncüleri görüşlerinin savunması için mücadele ettiler ve öldüler. Devrimin ve sosyalizmin bayrağı savaşmadan teslim edilemez. Sadece korkaklar ve umutlarını yitirenler teslim olurlar. Komünistler ve öteki devrimciler asla.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 168).
Tekrar olması pahasına, bizler sosyalizmi, komünizmden görmenin doğru olduğunu, bunun bugün çok daha olanaklı olduğunu düşünüyoruz. Ekim Devrimi deneyiminin en kısa özeti budur.
Devlete, proletarya diktatörlüğüne ilişkin tartışmayı daha sonraya bırakarak tartışmamızı sorular sorarak yürütelim.
1- Sosyalizmde üretim araçları üzerindeki mülkiyet özel kalabilir mi? Yani üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti olmadan, işçi sınıfının komünizme doğru yürüyüşü olanaklı mıdır?
Bu soru son derece önemlidir. Yanıtı biliniyor. Ama, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin anlamının ne olduğu yeterince kavranmış mıdır?
Engels, Komünizmin ilkeleri’nde şunları yazıyor: “Soru 14: Bu nasıl bir yeni toplum düzeni olmalıdır? Yanıt: Her şeyden önce, sanayinin işletmesini ve genel olarak üretimin bütün dallarını, birbirleriyle rekabet eden ayrı ayrı bireylerin ellerinden almak ve bunun yerine, bütün bu üretim dallarının bir tüm olarak toplum tarafından, yani toplumsal bir plan uyarınca ve toplumun bütün üyelerinin katılımlarıyla, toplum yararına işletilmesini sağlamak zorunda olacaktır. Demek ki, rekabeti kaldıracak ve onun yerine birlikteliği koyacaktır. Sanayinin bireyler tarafından işletilmesi zorunlu olarak özel mülkiyet sonucunu verdiğine göre ve rekabet sanayinin tek tek özel sahipleri tarafından işletilme biçiminden başka bir şey olmadığına göre, özel mülkiyet, sanayinin bireysel olarak işletilmesinden ve rekabetten ayrılamaz, şu halde özel mülkiyet de kaldırılmak zorunda olacaktır ve onun yerine bütün üretim araçlarının ortaklaşa kullanımı ve bütün ürünlerin ortak rıza ile dağıtımı ya da mülkiyetin ortaklaşalığı denilen şey olacaktır.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 106-107).
Proletaryanın devrimde atacağı ilk adımın iktidarı almak olduğunu görmüştük. işçi sınıfının egemen sınıf durumuna gelmesi, sınışarın ortadan kalkması mücadelesinin ilk adımıdır. “Proletarya, politik iktidarı ele geçirir ve üretim araçlarını devlet mülkiyeti haline getirir.” (Engels Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Seçme Yapıtlar Cilt III, s. 175). Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermenin bir anda mümkün olamayacağı doğrudur. Doğrudur, çünkü bu bir yönü ile üretim araçlarının gelişkinliğine bağlıdır. Kapitalizm koşullarında büyük çaplı üretimin egemen olduğu sanayi dallarında kolektif mülkiyet daha çabuk örgütlenecektir. Ancak, küçük çaplı üretimin varolduğu alanlarda, bu zaman alacaktır. Yine de modern kapitalizmin gelişmişlik düzeyi, en geri ekonomide bile, iktidarı alır almaz toplam üretimin dörtte üçünü gerçekleştiren alanların toplumsal mülkiyete geçirilmesini olanaklı kılar.
Günümüz dünyasında, mevcut teknolojik düzeyde, herkesin ihtiyacını karşılayabilecek üretimin, daha fazla da çalışmaksızın gerçekleşmesi olanaklıdır. Bu da, dünyanın teknik altyapı açısından komünizme hiç bu kadar yaklaşmadığı anlamına gelir. Oysa, ülkemizde bazı sosyalistler nelerle uğraşıyor. işte bir örnek. TKP-işçinin Sesi grubunun, yeni adı ile TKP’nin Genel Sekreteri olma ününü kimseye kaptırmak istemeyen Yörükoğlu EP’de üç hafta devam eden ilginç söyleşisinde şunları söylüyor: “Türkiye sosyalizme hazır bir ülke değil.” Peki öyleyse Yörükoğlu’nun sosyalizm mücadelesinin anlamı nedir? Buna yanıt veriyor: “Sosyalizme hazır olmadığın bir zamanda iktidarı alma şansına sahipsen alacaksın. Ama devrimci hayallere kapılmadan, gerçekçi bir ekonomik çizgiyi götürmek zorundasın.” Okuyucuya hatırlatmak durumundayız, Yörükoğlu, Türkiye’nin emperyalistleştiğini 1980’den beri savunmaktadır. Ama ona göre gene de Türkiye sosyalizme hazır değil. Ülkemizdeki toplam üretimin yansından fazlasını 500 büyük firma üretiyor. iki holding devlet bütçesini aşan gelirler elde ediyor. Yörükoğlu’na göre sosyalizme hazır değiliz. Yörükoğlu, Kautsky’nin henüz bir Marksist iken 1900’lerin hemen başlarında ilan ettiği “mevsimsiz devrim” korkusu anlamsızdır görüşü hakkında düşünmelidir. O bize, devrimci hayallere kapılmanın tehlikesinden söz ediyor. “Gerçekçi ekonomik çizgi” öneriyor. Biz haksızlık etmemek için, önce biraz daha dinleyelim. “… Türkiye’nin ihtiyacından konuşursak, işçi sınıfının, emekçilerin iktidara gelmesinden sonra, ne yapıp yapıp Koç’ların, Eczacıbaşı’ların, Sabancı’ların paraları, bilgileri ve deneyimli kadrolarıyla isviçre’ye kaçmamalarının sağlanması gerekiyor. Bunlar Türkiye’de çalışmalı, Türkiye’de yaşamalı ve kendileriyle bir uyum kurulabilmeli. Kimisinin fabrikasını satın alırsın, başında genel müdür olarak kalır. Kimisi, ben satmam diyorsa, kendi fabrikasını yönetir, ama artan bir miras gelir vergisi ile birkaç kuşak içinde iyice o servetin ufalması yolunda ilerlenir. Ama birkaç kuşak garanti edebilirsin.” insan bunları duyunca, Yörükoğlu’nun EP sayfalarından devletle pazarlık yaptığı hissine kapılıveriyor. Söyleşinin ilginçliği sadece buradan gelmiyor.2
Yeni TKP olan, işçinin Sesi’nin programında sosyalizmle ilgili şunları okuyoruz: “Buna bağlı olarak, tekeller dışında özel işletmeler, uzun bir sürede ve adım adım devletleştirilecek, kolektişeştirme hareketi özellikle yavaş ve gönüllü yürütülecektir.” (Kaynak, Sayı: 2, s. 40). Bu programdaki gönüllülüğün ne demek olduğunu EP sayfalarında Yörükoğlu iyice açıklıyor. Demek ki, önce devrimi yapacaksınız, sonra devrimci hayallere kapılmayıp gerçekçi bir ekonomik yol izleyeceksiniz. Sabancılar, Koçlar, Eczacıbaşılar’a (diğerleri de alınmasın, elbette onlar da dahil) gidip fabrikanı bize satar mısın diye soracaksın. Müthiş kamulaştırma eylemi! Bizce, bu soruyu şimdi de onlara sorabilirsiniz. Bu soruyu sormanız ayıp değil. Yörükoğlu bize diyor ki, devlet, yani proletarya diktatörlüğü olan devlet, Sabancılara para ödesin. Niye? Kimin mülkü için? Bununla da yetinmiyor Yörükoğlu, eğer burjuvalar bu fabrikalarını satarsa bile, onları müdür yapacağız. Ortalama bir işçi ücreti ödeyerek değil elbette. Yok eğer derlerse ki, hayır fabrikamı satmıyorum (demokrasi var ya, böyle diyebilirler), o zaman peki diyeceğiz, sen o zaman kendi fabrikanı yönet (genel müdür olmaktan farkı nedir, belli değil), biz de senin birkaç kuşak geçimini garanti edeceğiz.
Gerçekten Yörükoğlu devrimci hayallere kapılmıyor. işçilere, kendi yoldaşlarına burjuva hayaller vaadediyor. Buna da devrimcilik diyor.
Sınışarın ortadan kaldırılması için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması şarttır. Ama bu özel mülkiyetin kalkışı ile sınışarın yok oluşu arasında bir süre geçecektir. Özel mülkiyete son verilmesi, varlığını başka bir sınıfın veya sınışarın sömürüsü üzerine kuran tüm sömürücü sınışarın, sınıf olarak ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Bu sömürücü sınışar, iktidardan alaşağı edildikten sonra da direneceklerdir. Bu nedenle sınıf olarak burjuvazinin yok edilmesi proletarya diktatörlüğünün en başta gelen görevidir. Bu bir yanda bastırma (zor) ile, diğer yandan ekonominin sosyalist temeller üzerinde kurulması ile gerçekleşir. Öyleyse, devrim yolu ile iktidarı almış olan, kendini egemen sınıf olarak örgütlemiş olan proletaryanın ilk işi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermektir. Bunun bir günlük iş olmaması ayrıdır, reddedilmesi ayrıdır. Öyleyse daha ilk günden, ilk saniyeden itibaren buna yönelinmelidir.
Bununla birlikte, miras hakkı da kaldırılmak durumundadır. Elbette insanlar, başka insanları ekonomik egemenlikleri altına almaya yaramayan mülkiyetlere sahip olabilirler. Komünizmin ayırıcı özelliği, diye yazar Manifesto’da, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetin kaldırılmasıdır. Ama burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sistemin nihai ve en tam ifadesidir.
“Bu anlamda komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 146).
Demek oluyor ki, özel mülkiyete en başından saldırmayan bir devrim, bir proleter devrim, olanaklı değildir. Komünizm, tüm sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı bir toplumdur. Buna ulaşmak için sosyalizm özel mülkiyetle birlikte, “serbest rekabetin” de canına okur.
Kapitalizmin mutlak yasası, artı-değer üretimidir. Artı-değer üretimi, zorunlu olarak, rekabeti de beraberinde getirir. Rekabet ve anarşi, kapitalizmin ayrılmaz özellikleridir. “Özgürlük ile, mevcut burjuva üretim koşulları altında, serbest ticaret, serbest alım ve satım kastediliyor.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Seçme Yapıtlar I, s. 148). Komünist toplum, her türlü alım ve satımın, paranın kalktığı bir toplumdur. Böylesi bir topluma ulaşmak için, meta ekonomisi zincirinin üretim araçları mülkiyetinden başlayarak parçalanması gerekir. Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde kolektişeşmesi, üretim araçları alım ve satımını ortadan kaldırır.
Dolayısıyla sosyalizm hiçbir biçimde piyasa ekonomisi ile uyuşmaz. işte bugünlerde SSCB’nin çözülüşü ile, piyasa mekanizmasının göklere çıkartılıp, sosyalizmin piyasa sosyalizmine dönüştürülmesi girişimleri boşuna artmıyor. Gerçekten de serbest rekabetin varlığını kabul edin, sizin sosyalizminizden geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Bir örnek sanırız yeterli olacaktır.
Teslim Töre, Marksizm ve Sorunlarımız isimli çalışmasında şunları söylüyor: “Marksistler henüz, ‘nasıl bir sosyalizm’ sorusuna bütünlüklü ve inandırıcı bir cevap oluşturabilmiş değiller.” (T. Töre, age, Pele Sor Yayınları, s. 38). insan bu sözleri bir sosyalist hareketin, silahlı mücadele ve zor yoluyla devrimi savunan TKEP’in genel sekreterinden duyunca, kulaklarına inanamıyor. Ama, burası Türkiye ve artık alıştık böylelerine. Çark etmenin en iyi yolu “bütünlüklü ve inandırıcı” yanıtların henüz verilmemiş olduğunu ileri sürmektir. Ancak Töre, bunun için bir kitap yazacağına, DEV-YOL veya TBKP haklıdır diyebilirdi. Peki, sosyalizme ilişkin düşüncelerimizin neresi inandırıcı gelmiyor, kime inandırıcı gelmiyor, sizin “bütünlüklü ve inandırıcı cevab”ınız nedir? insan sosyalizm üzerine söylenenleri inandırıcı bulmayabilir, bunlara inanmayabilir ama Marksistlerin bu soruya inandırıcı bir yanıt vermediklerini söylerken dikkatli olması gerekir.
“Tıpkı, Sovyetler Birliği’nde, 1917 Ekim Devrimi’nden yaklaşık 70 yıl sonra ‘perestroika’ adı altında ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ şiarıyla Ekim Devrimi’ni tekerrür etmeye kalktıklarında…” (T. Töre, age, s. 39). Burada Gorbaçov’un Ekim Devrimi’ni tekerrür etmeye kalktığı için tüm bunların gerçekleştiğini okuyoruz. Oysa Gorbaçov bu sloganı kitleleri aldatmak için kullanıyor. 1920’de sovyetlerin fiili dağıtılışı ve sovyetlerin bunun yerine partinin geçirilmesini geçici bir karar olarak alması gerçeğinden hareketle, doğru sloganlarla kitleleri aldatıyor ve kapitalist restorasyona hız veriyor. Yoksa Ekim Devrimi’ni tekerrür ettirmek niyeti hiç yok. Töre, Gorbaçov’u desteklemiş olmanın ve böylece aldatılmış olmanın özrünü söylüyorsa, yanlış söylüyor. Töre’de daha neler var dinleyelim.
“Önce şu ‘sıfır temel’ kavramını açıklamamız gerekiyor. Sosyalist ülkelerdeki uygulamalardan gördük ki, eşitliğin sağlanması iki temelde oluyormuş; birisi üretim araçları sahipliği konusunda toplumun sıfır temelde yani sahipsizlik temelinde eşitlenmesi, diğeri ise işçi sınıfı ve emekçilerin üretim araçlarının ortak sahipliği temelinde eşitlenmesi.” (T. Töre, age, s. 45). Bu satırlardan ne anlamak gerekiyor? Töre bu ayrımı yaparken inandırıcı mıdır? Anlaşılan onun sahipsizlik ya da sıfır temel dediği şey, devlet mülkiyetidir. Peki o zaman ‘işçilerin ve emekçilerin’ ortak sahipliği nedir? Yani devlet mülkiyeti, bu ortak sahiplik değil midir? Anlaşılan Töre, günah keçisini bulmuştur ve bahse gireriz bize, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olmasının kötülüklerini anlatacaktır. “Ama, eşitlik, mülkiyetsizlik3 yani sıfır temelde sağlanmışsa, bu eşitlik, üretimde beklenen motivasyonu sağlayamaz ve nitekim sağlayamadığı görülmektedir.” (T. Töre, age, s. 48). işte sosyalizmin niye yenildiği ortaya çıkmıştır. Bir garip eşitlik kavramı ile sıfır temelde insanlar mülksüzleştirildiği için çalışmıyorlar. Öyle ya başkası için niçin çalışılsın?
Teslim Töre’nin bu mantığı, günlük insan bilincinin bile sınırlarını zorlayacak kadar geridir. Ama bu mantık bizi doğal olarak rekabetin gerektiğine götürecektir. Birincisi, Töre’nin sözünü ettiği biçimi ile sosyalizmde böylesi bir eşitlik yoktur. Hiçbir bireyin, bir başkasını sömürmek ve boyunduruk altına almak için üretim araçlarını mülk edinememesi, sosyalizmin özü budur. Ama buna eşitlik denmez. Yani üretim araçlarına sahip olmama eşitliği ile uğraşmak yanlıştır. Tersine sosyalizmde eşitlik meselesi, bireylerin çalışmalarının karşılığında elde ettikleri ücretler bazında tartışılmıştır. Bu konuda Lassalle’cı düşünce etkisiyle kabul edilen Gotha Programı’nı eleştirirken, Marx, şunları yazıyor: “Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırları içinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik emeğin ortak ölçü biçimi olarak kullanılmasından ibarettir.”
“Ama bir birey, fizik ya da moral bakımından bir başkasından üstün olabilir, o zaman aynı zaman içinde daha fazla emek sarfetmiş olabilir ya da daha uzun süre çalışabilir; ve emeğin bir ölçü hizmetini yerine getirebilmesi için süresi ve yoğunluğu saptanmalıdır; yoksa bir birim olmaktan çıkar. Bu eşit hak, eşit olmayan bir emek için eşit olmayan bir haktır. Hiçbir sınıf farkı tanımaz, çünkü her insan bir diğeri gibi emekçidir; ama bireylerin yeteneklerinin eşitsizliğini açıkça tanır ve verim kapasitesini doğal bir ayrıcalık olarak kabul eder. Demek ki bu, özünde, her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır.” (Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 30).
Demek ki, a) T. Töre eşitlik meselesini üretim araçlarına sahip olmamak biçiminde koyarken, sınıf farklılıklarının olmamasını bize anlatabilir. b) Bunun ötesinde eşitlik sorunu insanın harcadığı emek ve yetenekleri ile, elde ettiği ücret ilişkisini bize anlatır (bu ikinci noktaya ikinci soruda geleceğiz). Onun için sıfır temelde eşitlik, ünlü “sosyalizm fakirlikte eşitliktir” biçimindeki burjuva saldırının biçim değiştirmiş halidir.
ikinci noktaya, motivasyon meselesine gelince. Yanıtı, Komünist Parti Manifestosu’nda Marx ve Engels versin: “Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla her türlü çalışmanın duracağı ve genel bir tembelliğin kök salacağı itirazı öne sürülmüştür.
Ona bakılırsa, burjuva toplumun aylaklık yüzünden çoktan yerle bir olması gerekirdi; çünkü çalışanlar hiçbir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenler ise çalışmıyorlar. Bu itirazın bütünü, sermaye olmayınca artık ücretli emeğin de olamayacağı safsatasının bir başka ifadesinden ibarettir.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 149).
Peki Teslim Töre’nin motivasyonsuzluk dediği şey nedir? Bu çok açıktır ki bilinç eksikliğidir, siyasal ve ideolojik eksikliktir. insan niye çalıştığını bilmezse, yaşamını devam ettirebiliyorsa ve en önemlisi kapitalist değer yargılarını henüz aşamamışsa verimi düşer. Başkası için, toplum için gönüllü çalışma gerçekleşmedikçe, komünist olunabilir mi?
“Marksizm ve Sorunlarımız” içinde Teslim Töre, rekabetin sorunumuz olduğuna karar veriyor. Ama önce uzun bir soru dizisi ile bakışını ifade ediyor. “Sosyalist ekonomi nedir, hangi ekonomik yasaları vardır, onun da devrevi bunalımları olur mu, olmaz mı, sosyalist ekonomilerin rekabete, tüketime yönelik reklama ihtiyaçları var mı, yok mu veya rekabet etme yeteneğine4 sahip midir, sahipse nasıl bir rekabet karakteri vardır, sosyalist ekonomi artı-değere ihtiyaç duyar mı ya da sosyalist ekonomide artı-değer nasıl değerlendirilir (ya sabır, belki bu soruların sonucunda sorunlarımızın çözümü çıkar, devam edelim), kendini nasıl finanse eder, hareket kabiliyeti ve dinamikleri nelerdir, kendini nasıl yeniler, üretimi yoğunlaştırmak, üretkenliği arttırmak için motivasyonu nedir, hangi teşvik yöntemleri daha etkilidir?… vb. biçiminde uzayıp giden soruları çoğaltmak mümkün. Ancak bu sorulara bütünlüklü yanıtlar verecek, yaşanmış somut deneyime dayalı, köklü inceleme eserlerine sahip değiliz.” (T. Töre, age, s. 52-53).
Bir, niye bu sorulara şu gibi sorular eklemiyoruz; insanı dünyaya kim getirmiştir, leylekler ne işe yararlar, kime devrimci denir, devrimci sosyalizme nereden bakar, bir “devrimci öncü” partinin genel sekreteri niye ciddi olmak durumundadır? Anlaşılan bu sorulara da bütünlüklü, deneyime dayalı köklü yanıtlar verilmiş değildir. iki, Teslim Töre’nin kafası çok karışmış. Sosyalizm yenilince, o da tüm bildiklerini unutmuş. Ama daha da ilerisi bize de unutturmaya çalışıyor. Töre, kitabının adını şöyle koymalıydı: Marksizm ve Sorunlarınız. Üç, rekabet üzerinde durmalıyız. Rekabet, neden artı-değerden ayrılmaz? Kapitalistin amacı artı-değeri arttırmaktır. Ancak o, bu artı-değeri ancak ve ancak sömürüyü yoğunlaştırmak yolu ile (mutlak ve nispi artı-değer yöntemleri ile) arttırabilir. Onun amacı çok üretmek değildir, tersine çok artı-değer elde etmek için ve artı-değer, bir değer olarak ancak metada somutlaştığı için çok üretir. Ancak sıra bu üretilenin satılmasına gelir. Üretim, toplumun ihtiyaçlarına göre yapılmadığına göre, üretilen her şeyin satın alınacağı (emekçilerin üretilenleri satın alabilecek gelirleri var olsa bile) kesin değildir. Bundan da öte, kapitalist artı-değeri hızla gerçekleştirmek, bu yolla sermaye devrini hızlandırmak, kâr oranını arttırmak isteyecektir. Artı-değerin gerçekleştirilmesi, onun tekrar para sermayeye çevrilmesi olmadan kapitalist, yeniden üretimi gerçekleştiremez. Bu noktada devreye toptan ve perakende ticaret girer, aracı sermaye girer. Ticarî sermaye, sanayi sermayesinin bir ajanı olarak, ondan bağımsızlaşır. Ticarî sermaye, değer üretimi dolayısıyla artı-değer de üretmez. Ama üretilmiş artı-değer, tüm kapitalistler arasında paylaşılır ve ticarî sermaye de payını alır. Tüm bu süre içinde kapitalistin elde ettiği artı-değer (henüz meta halinde) ile bundan kendisine dönen arasında bir fark oluşmaya başlar. Kâr oranı, ortalama kâr oranına dönüşür. işte tüm bunlar rekabetle gerçekleşir. Yani rekabet, artı-değerin kapitalistler arasında yeniden dağıtılmasıdır. Kapitalistler, daha çok artı-değer elde etmek için işçileri boğarlar, bu konuda birliktedirler. Ama üretilmiş artı-değerin paylaşımına sıra gelince, kâra sıra gelince, o zaman rekabete girişirler ve bu konuda birbirlerini boğazlarlar. fiimdi, bir insan sosyalizmde rekabetten söz ederken, kendisine hâlâ Marksist diyebilir mi? Bu yolla, sosyalizme sahip çıkılabilir mi? Ekim Devrimi bu yolla miras olarak ele alınabilir mi? Bir dönek olmak için başka ne gerekir?
Castro şöyle yazıyor: “Kapitalizm, onun piyasa ekonomisi, değerleri, kategorileri ve yöntemleri sosyalizmin bugünkü zorluklarını çözemez ya da yapılmış hatalar varsa onları düzeltemez. Bu zorlukların birçoğu sadece yapılmış hataların sonucu değildir, aynı zamanda sömürgeleri talan ederek, işçi sınıfını sömürerek ve gelişmekte olan ülkelerden büyük çaplı beyin göçlerini kışkırtarak dünya nimetlerinin ve ileri teknolojilerin çoğunu tekeline almış olan ve belli başlı kapitalist güçlerin uyguladıkları katı abluka ve tecritin de sonucudur.
“ilk sosyalist devlete karşı, milyonlarca yaşama mal olan ve üretim araçlarının çoğunu tahrip eden, yıkıcı savaşlar düzenlenmiştir. Mitolojideki kuş misali, ilk sosyalist ülke birden daha çok kez kendi külleri içinden yeniden doğmuştur. Faşizmi yenerek ve sömürge yönetimi altındaki ülkelerin özgürlük hareketlerini kararlı bir biçimde destekleyerek insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. fiimdi tüm bunlar unutuluyor.
“SSCB’de bile ne kadar çok insanın o destansı halkın tarih yapan başarılarını ve olağanüstü özelliklerini inkâr ve tahrip etmekte oluşları iğrençtir. Çarlık baskısından ve büyük fakat fakir bir ülkeden çıkmış bir devrimin inkâr edilemez hatalarını düzeltmek ve yazmak böyle olmaz. Bugün Lenin’i tarihin en büyük devrimi için Rusya’yı seçmiş olmasından dolayı suçlamamalıyız.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 165-166).
Ama, eminiz, Teslim Töre, Castro’nun söylediklerini inandırıcı bulmamaktadır. Biz, Teslim’in inandırıcı sosyalizmini dinleyelim.
“Her şey gibi, ekonomi de hareketsiz olmaz. Ekonomide de hareketi sağlayacak unsur çelişkidir. Diğer bir deyimle zıtların birliği yasasıdır.5 Ekonominin hareketini sağlayacak çelişkinin öğelerinden birisi de rekabettir. Rekabet gücü ve yeteneği olmayan ekonomi dinamikten yoksundur.” (T. Töre, age, s. 54). Madem ki Marksistiz, öyleyse karşıtların birliğini anlarız, ona inanırız. Madem karşıtların birliği yasasını kavrıyoruz, o halde ekonominin de rekabetsiz olmayacağını anlamalıyız. işte size inandırıcılık örneği bir us yürütme.
“Bu durumda, Marksistlerin yapması gereken şey, ekonominin genel işleyiş yasalarını iyi kavramak, bu yasaları altüst etmeden, yıkıma uğratmadan sosyalist ekonominin ülkemiz bazında işleyiş kurallarına uyarlamaktır.” (Teslim Töre, age, s. 54). fiimdi ne öğreniyoruz, hayretler içinde Marksizm’in sorunlarını öğreniyoruz! Demek ki, ekonominin genel işleyiş yasaları varmış. Yani ister sosyalist, ister kapitalist olsun ekonomi ekonomidir ve onun altüst edilmemesi gereken yasaları vardır. Her halde bu evrensel ekonomik yasa, burjuva ideologlarının savunduğu gibi, rekabettir. Teslim Töre böyle düşünüyor. “Konumuzla ilgili olarak, rekabet örneğinde sorunun üzerine eğilecek olursak, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde iç pazarda rekabet olmadı diye, bizde de olmaması gerektiği sonucuna varmak yanlıştır. Türkiye’de, sosyalizmin devralacağı verili ekonomik koşullar, sosyalist iç pazarda rekabetin doğal olarak varolacağını bugünden göstermektedir.” (T. Töre, age, s. 54). Peki rekabet, özel kapitalist mülkiyeti varsaymaz mı? Yani özel mülkiyet olmadan neden rekabet olsun? Teslim aslında, özel mülkiyeti de savunacak ama dili varmıyor. Zira bu söylediklerinin ödülünü almadan, daha “ileri” şeyler söylerse, pek politik davranmış olmaz.
“… Devletçiliğin ve merkezî planlamanın ağırlıklı olarak uygulanması, rekabetsiz, dolayısıyla da kendi kendini yenileme, sürekli daha iyiyi, daha mükemmeli yaratma yolunda yarışma yeteneğinden yoksun bir ekonomi yaratıldı.” (T. Töre, age, s. 54). Hayır Teslim Töre, siz Sovyet mallarının kabalığı masalının etkisi ile konuşuyorsunuz, ama artık ülkemizde bu kadar tarih bilinmediğini mi düşünüyorsunuz? Sizin yeriniz TBKP yöneticilerinin yanı değil mi? Farkınızın ne olduğu konusunda bizi nasıl inandıracaksınız?
“Türkiye’de böyle olmaması gerekiyor. Türkiye’de kapitalizm yıkılmalı, üretim ilişkisi değiştirilmeli, ancak ekonominin, doğal işleyiş yasaları alabora edilmemelidir.” (T. Töre, Age, s. 56). Üretim ilişkisinden ne anlaşılıyor? Eğer üretim ilişkisi denilen şey, bize mülk edinmenin karakterini değiştirmeden değişecek şey olarak algılanmıyor ise, nasıl oluyor da rekabet korunuyor? Sonra hiçbir ekonominin doğal işleyiş yasaları yoktur. Eğer “doğal işleyiş yasaları” varsa, ekonomi denilen şeyin üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden apayrı bir şey olması gerekirdi. Yani köleci toplumun, köleci üretim ilişkilerinin “doğal yasaları” var mıdır? Feodal üretim ilişkilerinin doğal ekonomik yasaları nelerdir? Bir Marksist bir üretim ilişkisine, birden fazla üretim ilişkisine özgü yasalardan söz edebilir, ama asla ve asla “ekonominin doğal işleyiş yasaları” gibi bir safsatayı ileri süremez.
Hatırlanacaktır, Gorbaçov işbaşına geldikten sonra bazı sorular sordu. “emperyalizm üçüncü dünyanın sömürüsü olmadan varolabilir mi, emperyalizm militarizmsiz olabilir mi” gibi. Bu soruların nereye vardığını biliyoruz. Aynı örnek Teslim Töre’de de var.
Einstein, haklı olarak “zekâ, iyi yanıt vermekte değil, soruyu iyi sormaktadır” diyordu. Teslim Töre’nin soruları, dönekliği gizlemek için yeterince ustalık içeriyor. Ama zamanlama yanlış, TBKP liderleri kendisinden önce bu yola girmişti zaten.
Bir de şunu dinleyin. “Eğer sosyalizm, ‘bir marka otomobil yeter’ deyip diğerlerini kapatırsa sosyalizmin geleceği olmaz. Çünkü sosyalizm tek tipleşme değildir.” (T. Töre, age, s. 57). Allah bilir Teslim Töre, çok marka otomobilin insan doğasının sonucu doğan ihtiyaçları karşıladığını da iddia eder. Peki şöyle soralım, kaç marka otomobil yeterlidir?
Ama Teslim Töre’nin bazı gerçekleri bildiği kesin. Aşağıdaki satırları bir kalite uzmanı, bir işyeri sahibi söylemiyor. Teslim Töre söylüyor: “… Sosyalizm altında, aynı daldaki ayrı küçük işletmeleri kooperatişeştirerek birleştirmek, örneğin on model ayakkabı üretimini on büyük işletmeye, fabrikaya dönüştürmek mümkündür. Bu durumda da doğal bir yarış içinde olacaklardır. Yani rekabet kaçınılmaz olarak varolacaktır.” Biz anlayamadık, niye on ayrı model ayakkabı var ise rekabet olsun? Acaba model ile marka mı karıştırıldı? Eğer kitap çeviri olsaydı, kesinlikle çevirmeni suçlar, yanlış çeviri derdik. Kanımızca Teslim Töre, rekabete teslim olmuş. Ne yapıp yapıp konuyu rekabete getiriyor. Aynı yerde şöyle devam ediyor: “Rekabetin olduğu yerde reklamdan kaçınılmaz.” işte bu doğru. “… Burada dikkat edilecek şey, reklamın, yüksek fiyat artışı ve kalitesizliği örtme aracı olarak kullanılmasını önlemektir. Bu da büyük oranda toplumun reklamı değil, kaliteyi seçme bilincini almasıyla sağlanır.” (T. Töre, age, s. 58). Bu satırları bir tüketici koruma derneği genel sekreteri değil, Komünist Emek Partisi’nin Genel Sekreteri yazıyor. Teslim, öylesine teslim olmuş ki, ona göre bilinç sadece “reklamı değil, kaliteyi seçme” için gerekli. Peki toplum reklamı dikkate almayacaksa reklam niye yapılacak?
işte rekabeti sosyalizme sokmaya kalkmanın sonucu budur. işte sosyalizmi kapitalizmden algılamanın sonucu budur (“Rekabet açlar dünyasına aittir” diyor Castro).
Okuyucunun sabrına sığınarak son bir alıntı yapacağız. “Sosyalizm artı-değer sömürüsüne son veren bir sistemdir. Ancak bu, artı-değerin kendisinin de son bulduğu anlamına gelmez. Hangi sistem altında olursa olsun, işçi çalıştığı sürece artı-değer üretecektir.” (T. Töre, age, s. 65).
Birincisi, “sosyalizm artı-değer sömürüsüne son veren bir sistemdir” sözü bir anlamda yanlıştır. Sosyalizm, artı-değer sömürüsü de içinde olmak üzere, sömürünün tüm biçimlerine son veren bir sistemdir. Bunu da üretim araçlarını ortak mülkiyete geçirerek yapar ve bunun sonucu olarak merkezî planlama ile işleri yürütür. Özel mülkiyetle birlikte, rekabet de yok olur.
ikincisi, artı-değer sadece kapitalizme özgü bir kategoridir. Ne feodal toplumda, ne de sosyalizmde artı-değer üretimi yoktur, olamaz. Ancak, işgücünün karşılığı ile emeğin ürünleri arasında asla birebirlik olmaz. Yani emekçi kendisini yeniden üretmek için gerekli tüketim nesnelerinden fazlasını üretir. Yoksa insan toplumu asla gelişemezdi. Üretim araçlarının cansız emek olduğu hatırlanınca konu daha da netleşecektir. Dolayısıyla, sosyalizmde de bir fazla varolacaktır. Buna toplumsal fazla denir. Artı-değer denmez. Toplumsal fazla değişime girmez, toplumun ihtiyaçları için kullanılır, değişime girmeyen değer, değer olarak görünmez. Ama artı-değer, değer olan metaın içinde somutlaşmıştır. Artı-değer, üretim araçları sahipliği ile bağlantılıdır. Metaın özel bir sahibi olabilmesi, üretim araçlarının özel karakterinden gelir. Bunun sonucu kapitalist, emekçilerin ürünlerini sahiplenir. Emekçiler, kendi ürünlerine kendileri (devletleri aracılığıyla) sahip oluyorlarsa, artı-değer kategorisinin canına okunmuş olacaktır.
2- Sosyalizm-komünizm ayrımının özetlediği herkesten yeteneği kadar ve herkese emeği ve ihtiyacı ölçüsünde ilişkisi nasıl anlaşılmalıdır? Yani komünizmde, herkese ihtiyacı kadar ilkesinin uygulanabildiği ortamda sorun yoktur. Ama “herkese emeği kadar”ın geçerli olduğu sosyalizmde, bu ilke nasıl algılanmalıdır?
Komünist toplum, insanların ihtiyaçlarının karşılandığı, üstelik bunun daha fazla çalışma ile değil, daha fazla boş zaman ile gerçekleştiği bir toplumdur. Herkese ihtiyacı kadar ilkesi, son noktada ekonomik, teknik bir olguya indirgenebilse de, aslında bu ilke sınışarın kalkmasını, devletin sönmesini, insanın yenileştirilerek komünist insanın yaratılmasını gerektirir. Bu nedenle konunun üzerinde durmak gerekir.
Toplumun bayraklarına herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar yazıldığı zaman
a) işbölümü son bulmuş olacaktır.
b) kafa ile kol emeği, kent ile kır çelişkisi ortadan kalkacaktır.
insanların yarın korkusu olmayacak, insanoğlunun tüm yetenekleri toplum yararına kullanılabilecek, geliştirilebilecektir. Böylesi bir toplumda çalışmak sadece geçimini sağlamanın zorunlu koşulu olmayacaktır. Tersine gelecek korkusunun olmadığı bir toplumda çalışmanın “kendisi birinci hayatî gereksinme” olacaktır. insanlar çalışmalarının karşılığında ücret almayacaktır. Çalışması karşılığında alacağı ücrete ihtiyacı yoktur. Çünkü onun bütün gereksinmeleri karşılanabilmektedir. Böylesi bir toplumda çalışmak, zorunluluk olmaktan çıktığı için, bilincin de göstergesi olarak ele alınabilecektir. insanın bütün gereksinmelerinin karşılandığı bir toplumda para da ortadan kalkacaktır. Para ile birlikte meta üretiminin etkileri yok edilmiş olacaktır. insan yeniden, kendi emeği ile, kendi ellerinde doğacaktır. “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayatî gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre.'”
Bugün, insanın gereksinmelerinin ne kadarı doğaldır, ne kadarı kapitalizm tarafından (en başta da rekabetin ayrılmaz parçası reklamlar sayesinde) yaratılan gereksinmelerdir? Yabancılaşmanın bu boyutlara geldiği, insanın nesne haline geldiği tekelci kapitalizmde bu soru çok ama çok anlamlıdır. fiimdi burada, tekelci kapitalizmin gerçeklerinden bakan birisi, komünist toplumda insan niye ihtiyacından fazlasını almasın sorusunu gündeme getirecektir. Bunun için, bu toplumun insan tipinin öneminin kavranması gerekir.
Yine bu toplumda, insanlar hiç ücret almadan, tüm gereksinmelerinin karşılandığı koşullarda çalıştıklarında bile, bir toplumsal fazla varolacaktır. Bu toplumsal fazla, toplumun gelişimi için, en ücra köşesine kadar örgütlenmiş toplum tarafından yönetilecektir.
Sosyalizmde herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar ilkesi geçerlidir. Bu ilke, ancak komünist toplumun ilkesi ile ilişkilendirilirse anlam kazanır. Yani komünist topluma varmak üzere anlam kazanır. fiimdi, bu ilkenin bazı sosyalist ülkelerde yanlış uygulandığını söylemek durumundayız.
Sanıldı ki işçilerin eline her geçen gün daha fazla ücret geçmelidir. Bu kökten yanlıştır. Diyelim ki bir insan belirli bir ücret alıyor ise, bu ücreti ile yaşamını devam ettirmek durumundadır. Yani yaşamını devam ettirdiği sürece, ücretinin düşüklüğünden söz edilemez.
Peki, neden ücret ödenmek durumundadır? Bu soru son derece önemlidir. Sosyalizmde henüz, tüm alanlarda kamulaştırma gerçekleştirilememiş olabilir. Bazı alanlar, örneğin berberlik, toplumsallaştırılması son derece zor olan alanlardandır. Bu alanlarda, tekniğin gelişimi ile insan gücü kullanmadan üretim olanaklı olabilecektir. Ama düne kadar toplumsallaşma gerçekleştirilemediği için bu alanda para geçerlidir.
Sosyalizmde eğitim, sağlık vb. gibi hizmetler ücretsiz olmalıdır. Giderek sosyalizmin gelişmesi, üretici güçlerin gelişmesi ve insanın bilincinin gelişmesiyle birlikte, her gün yeni alanlarda ücret ödemeden hizmet ve ihtiyaçların karşılanması olanaklı olacaktır. Devrimin hemen ardından x kadar maaş alan bir işçi, diyelim ki ulaşımın bedava olması durumunda, yani paranın geçerlilik alanının her daralışında, maaşının artan kısmını ne yapacaktır? Konut sorununun çözülmesi halinde aynı şey geçerlidir. Süt, ekmek vb. gibi gıdaların paranın alanından çıkarılması halinde, maaşların düşürülmesi gerekmez mi?
Sosyalizm her geçen gün, paranın geçerlilik alanını daraltarak ilerler. Bu durumda insanlar daha çok ücret almak için çalışmayacaktır. Evet kesinlikle böyle. Komünist bilinç, başkaları için, toplum için karşılıksız çalışmayı gerektirir ve böyle kazanılır. Che, “gönüllü çalışma komünist binicin okuludur” derken çok haklıdır.
Oysa SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde, çözülüş gerçekleştiğinde, her vatandaşın cebinde ne yapacağını bilmediği ortalama 5000 dolar olduğu ortaya çıkmıştır. Bir insanın elinde ne yapacağını bilmediği, kısacası işine yaramayan, bu nedenle biriken (gelecek korkusu ile değil) milyonlarca lira oluşur ise, o insan, bir naylon çorap almak için yüzbinlerce lira öder elbette.
Bunun tersinin olabileceği konusunda Castro’ya kulak verelim: “Toplum içindeki üretim ilişkilerinde tam bir değişme geçerlidir. Bundan dolayı tüm ulusun mülkiyetinde bulunan girişimler arasındaki ticarî ilişkileri kaldırmamız gerektiği sonucuna vardık. Bir sanayinin etkinlik indeksini hesaplarken, esas olarak ‘kâr’ kavramını almıyoruz. Etkinliği ölçmek için başka kıstaslar arıyoruz. Peynir üreticisinin gelişmesi, süt sanayiinde sağlanan kârlarla değil de, ihtiyaçlarımızın ne olduğuna, 1970’te, 1975’te, 1980’de ulaşmak istediğimiz tüketim hedeşerine bağımlı olacaktır. Yani sosyalist teşebbüsler arasındaki bütün ilişkilere son verdik.
“Bunun yanısıra, üretkenliği arttırmak aracı olarak maddî müşevvikler kullanılmasına da son vermeye çalışıyoruz.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Belge Yayınları, s. 27). Castro bunları, 1968 Eylülü’nde söylüyor. Ve şöyle devam ediyor: “Üretkenliğin yükseltilmesinde, üretimin arttırılmasında temel unsurun teknoloji olduğu varsayımıyla işe başladık. Eğer yeni bir teknoloji uygulamaya başlarsanız, üretimde devrim yaparsınız, üretimi 10, 20, 30 kat arttırabilirsiniz. Teknoloji ve uygun örgütlenme temel unsurdur. Bu öncülerle işe başladıktan sonra, toplum içinde özel çıkarları bulunan herhangi bir ekonomik birim olabileceğini düşünmedik: Üretken bir birim içinde hiçbir işçinin özel bir çıkarı yoktur. Eğer toprak verilmişse, bu, toprağı işleyen bir grup işçinin değil tüm toplumun yararına olmalıdır. Eğer bir fabrika daha modernse ve üretkenliği daha yüksekse, fabrikanın ürünleri ve nimetleri, eşit olarak tüm toplumun yararına olmalıdır.” (F. Castro, age, s. 27-28).
insanların toplumsal yaşamında paranın geçerlilik ve egemenlik alanı daraltıldıkça, ücretsiz karşılanan ihtiyaçları, işçinin çalışmasından elde edilecek ürünün toplumsal fona aktarılan miktarını arttırır. Bu, toplumsal fonun arttırılması, komünizme ilerleyişin garantisi ve hızı açısından son derece önemlidir. Kitabın, sinemanın, tiyatronun paranın alanından çıkması, işçinin eski ücret düzeyinde ücret aldığı durumda elindeki para miktarını arttıracaktır. Öyleyse ücretlerin de düşmesi gerekir. Bu durumda işçinin aldığı ücret, onun refahının ölçüsü olmaktan çıkacaktır. Ücret ve kâr geçmişin kategorileridir ve komünizme ilerleyen bir toplumda ölçü olarak kabul edilemezler.
3- Sosyalizm, kadının kurtuluşu için hangi adımları atacaktır? Sosyalizm, insanın insan tarafından sömürüsüne son vermekle en büyük adımı atmış olacaktır. Bu, kadın sorunu için de birinci noktadır. Ama bundan daha ilerisini yapma gücüne sahibiz. Fuhuş konusunda Manifesto’da yazılanlara ilave edilecek pek bir şey göremiyoruz. Ama kadının kurtuluşu, ev ekonomisinin toplumsallaştırılması ile daha da ilerleyecektir. Örneğin; büyük çamaşırhaneler, örneğin, her mahallede bir aşevinde üç öğün yemek verilmesi, örneğin çocuğun eğitiminin ilk 6 aydan sonra toplum tarafından üstlenilmesi bu tür adımlardandır. Çamaşırhanelerin kurulması, teknik sayesinde ütü sorununun çözülebilmesi, ulusal ekonomi açısından da tasarruf sağlayacaktır. Böylelikle, sosyalizmin insan refahını arttırıcı yanının ölçütü olarak her eve kaç çamaşır makinesi, kaç ütü vb. düştüğü göstergesi işas edecektir.
4- Aslında bu nokta, aynı zamanda tekniğin nasıl örgütleneceği sorunu ile de yakından ilgilidir. Sosyalizm, kapitalizmin teknik temelini alabilir, ama onu olduğu gibi kullanamaz. Kapitalist üretimin amacı kârdır, örneğin; bir otomobil fabrikasının iç dizaynı, teknolojik örgütlenişi tamıtamına maksimum artı-değer üretebilmesi amacına göre gerçekleştirilmiştir. Bizler buna son vereceğiz. Ağır fiziksel güç gerektiren mekanik işlemlerin makineleşmesi gerçekleştirilmelidir. Bu zaten kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin çözümünün yoludur. Teknolojiyi, sosyalist toplumun amacına uygun olarak örgütleyeceğiz.
5- Sosyalizmin çözmek durumunda olduğu çelişkiler nelerdir? Sosyalizm, en başta, işçi sınıfının iktidarı alması ile birlikte, sınıf olarak burjuvaziyi yok etmek görevi ile karşı karşıyadır. Bu görevle birlikte, ekonominin sosyalist temelde örgütlenmesine geçilecektir. Sosyalizm, içeride ilerledikçe, kafa ile kol emeği çelişkisini, kent ile kır arasındaki çelişkiyi çözmek durumundadır. Bu çelişkilerin çözümü, sınıf olarak proletaryanın da yok olması, işbölümünün tarihe karışması demek olacaktır. Bu ise tekniğin rolünü, sadece teknik gelişimin değil, tekniğin örgütlenişinin de rolünü arttırır.
Sosyalizm, insanların elleriyle kurdukları bir toplumdur. Bu nedenle, sosyalizmde ekonomik yasalar, körcesine işlemezler. Bu belirlemeden sonra, sosyalist üretimin amacının, komünizme geçişi kolaylaştıracak ve hızlandıracak olan, toplumsal fazlanın ve insanların refahlarının birlikte arttırılması olduğu söylenebilir. Bu amaç, her geçen gün paranın geçerlilik alanının daraltılması, başkası için karşılıksızlığın ilke edinileceği komünist bilincin arttırılması ile yakından ilişkilidir. Öyleyse, sosyalizm bu amacına ancak merkezî planlama ile varabilir. Kapitalizm ve kâr için üretimin nasıl ayrılmaz parçası rekabet ise, sosyalizm ve toplum için üretimin ayrılmaz parçası da merkezî planlamadır.
Merkezî planlama, söylendiği gibi kaçınılmaz biçimde bürokratlıkla sonuçlanmaz. Bunu anlamak için, devletin olmadığı komünizmin, en ücra köşesine kadar örgütlü bir toplum olduğunun ve bu örgütlülüğün sosyalizmde en başından geliştirilmek zorunda bulunduğunun bilinmesi yeterlidir.
Sosyalizm bilinçle kurulan bir toplumdur. Burada her adım, en başından komünizm hedefine, komünizme varacak tarzda atılmalıdır. Devrimci partinin görevi de esas olarak budur. Komünizm hedefinin bir an bile unutulmaması gerekir. Bu dönem, yoğun bir örgütlenme, yoğun tartışma, sürekli müdahale dönemidir. Ve bu, bilincin sürekli gelişimi ile olanaklıdır.
6- Bu amaca yürüyen, toplum için üretimi ilke edinmiş, her geçen gün paranın geçerlilik alanını daraltan bir toplumda, fiyatlar niye vardır? Elbette paranın rolünü de bu soru belirleyecektir.
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde şunları yazıyor: “Besbelli ki burada uygulanan ilke, eşit değerler olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynıdır. Esas ve biçim değişiktir, çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka bir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: Bir biçimdeki aynı miktar emek, bir başka biçimdeki aynı miktar emekle değişilmektedir.” (Marx-Engels, age, s. 29).
Demek ki sosyalizmde; satın alma demek, meta değişimine hükmeden ilkenin geçerli olması demektir. Meta değişiminde varolan meta üretiminde söz konusu olamaz. Kişiler, berberde tıraş olabilir ve bunun için ücret ödeyebilirler, bir kilo armut için de. Ama gidip üretim aracı satın alamazlar. Dolayısıyla üretim araçlarının toplum adına devlet mülkiyetine geçmesi, meta üretimine son vermenin başlangıcıdır. Bununla birlikte, emeğin alınıp satılması engellenmiş olur. Sadece bir kısım henüz kamulaştırmaya uygun olmayan sektörlerde meta üretimi devam eder.
Para bu toplumda, basit bir dağıtım aracı (tıpkı bir bono gibi) işlevini görür. Toplumun bütün mali kaynakları devletin mülkiyetindedir. Bu nedenle para, sermayenin bir biçimi olmaktan çıkmıştır, zira sermaye ortadan kalkmıştır. insanlar makinelerin, fabrikaların, kendilerinin cansız emekleri olduğunu bilirler, bu açıktır.
Tekniğin gelişimine bağlı olarak, sosyalizmde paranın geçerlilik alanının daraltılacağını, bunun her geçen gün başarılacağını söylemiştik. Böylece para, kolektişeşmesi en zor dallarda bir dağıtım aracı işlevini görür. Yani genel bir dağıtım aracı işlevini de göremez hale gelir.
Yine de meta üretimi ufkunun aşılması, esas olarak, insanın ücret için değil, başkaları için çalışmayı bir erdem haline getirmesi ile mümkündür. Bu nedenle, sosyalizmde kapitalist bilince karşı, komünizm için mücadele sürer.
Sosyalizmde içeride küçük burjuvaziye (toplumsallaştırılmamış sektörlerdeki) ve geçmişin kalıntılarına karşı, dışarıda ise, bir bütün olarak dünya burjuvazisine karşı mücadele sürer. Buna rağmen, Sovyet Rusya’nın en başından sosyalizm adını alışını Lenin şöyle anlatır: “Sovyetler iktidarının sosyalizme geçiş arzusunu ifade eder (sosyalizm adının kullanılması- D.A.), fakat hiçbir şekilde yeni ekonomik düzenin sosyalist olduğu anlamına gelmez.” Bugün bizler çok daha ileriden işe başlayacağız. Bu kesindir.
Sosyalizmde mücadele devam eder. Ta ki dünya devriminin zaferi ve komünizm kurulana kadar. “Kurulmakta olan yeni toplum, var gücüyle geçmişe karşı mücadele etmelidir.” (Che, Sosyalizm ve insan, Yar Yayınları, s. 86). Bu mücadele aynı zamanda yeni insanın, komünist insanın yaratılması mücadelesidir. “Komünizme yönelen bir devrim, ancak üretici güçlerin tam gelişmesiyle ve aynı zamanda bilinçli insanın tam gelişmesiyle sağlanabilir.” (F. Castro, age, s. 31).
Peki bu bilinçli insandan ne anlamalıyız? “Yani o, kolektifin önemini hisseden bir insandır. Biz yeni insandan konuşurken, kapitalist toplumda vahşi bir varolma mücadelesi vererek yaşamak zorunda olan insandan köklü bir biçimde farklı bir ruh ve vicdan yapısı içinde oluşturulacak insandan söz ediyoruz.” (F. Castro, age, s. 32). “Bu yeni insan, ne 19. yüzyılın düşüncelerini ne de bizim çürümüş ve hastalıklı yüzyılımızın fikirlerini temsil edecektir.” (Che, age, s. 97).
Bizler, devrimci bir partide üyenin niteliğinin, gönüllülüğünün, tartışmanın, eleştirinin, canlı bir parti yaşamının temel taşı olduğunu söylüyoruz. Burada bilince vurgu yapıyoruz. Alçakgönüllülüğe vurgu yapıyoruz. Doğrusu budur. Sosyalizmin insanı, yaptıkları için takdir ve tebrik beklemeyen, ödül beklemeyen, tüm gücü ile sıradan insan, sıra neferi, örnek insan olmalıdır.
Sosyalizm, komünizme doğru ilerleyiş, insanın boş zamanlarını arttıracaktır. Bu boş zamanlar, ancak bilinçli ve örgütlü bir çalışma içinde doğru ve yeni insan için değerlendirilebilir. Yoksa, kimsenin boş yatmak için boş zamana ihtiyacı olmaz. Boş zamanın artışı, giderek çalışmanın insan yaşamının birincil gereksinimi olarak örgütlenmesini de sağlayacaktır. “Ve siyasal bilinç yaratmak için parayı ya da serveti kullanmamalıyız. Bir insanın görevinden daha fazla şey yapması için, daha fazla şey önermek, onun bilincini parayla satın almaktır. Bir insanın görevini yaptığı ve toplum için daha çok şey üretip daha çok yarattığı için daha kolektif zenginliğe katılımını sağlamak, siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmektir.” (F. Castro, age, s. 154).
Artan boş zaman, siyasal bilincin arttırılması, toplumun ortak işleri için gönüllü çalışma, insan yeteneklerinin geliştirilmesi yönünde kullanılmalıdır. Tek başına boş zamanın arttırılması bir amaç olamaz. işte komünist partisinin boş zamanın örgütlenmesi, komünizm için kullanılması, siyasal bilincin arttırılması konusunda son derece önemli, ertelenemez ve devredilemez görevleri vardır.
Devrimci teori ışığında, komünizm hedefi için yaşanan 70 yıllık sosyalizm deneyiminden öğrendiklerimiz sadece bunlar değildir. Biz, ısrarla, sosyalizmin, Ekim Devrimi’nin tarihsel mirasına sahip çıkmanın, bu noktada sosyalizme komünizmden bakmanın gerektiğini ileri sürüyoruz.
Sovyetlerin yenilgisi ardından kapitalist değerleri sosyalizme taşımaya çalışmak dönekliktir, sosyalizme saldırıdır. Ho fii Minh şöyle diyor: “Talihsizlik insanın sadakatinin sınavıdır.” Sosyalizme sövenlerin çokluğu bundandır.

Sonraki Bölüm: Meta Üretim Ufku Aşılmadıkça Yeni İnsan Yaratılamaz

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Kapitalizmden Komünizme Geçiş Üzerine

Önceki Bölüm: Sosyalizm Savaşımının İşçi Sınıfından Kopartılması ya da İşçi Sınıfının Tarihsel Rolü
Bugünlerde 76. yıldönümü kutlamaları Moskova’da yasaklanmış olan Ekim Devrimi öncesinde komünistler, kapitalizmden komünizme geçiş konusunda, bugün bize göre çok daha sınırlı birikime sahiplerdi. Birikimlerinin sınırını belirleyen elbette, daha önce hiçbir ülkede sosyalist devrimin yaşanmamış oluşudur. Tıpkı, komüncülerin 1871’de, iktidarı ele geçirdikten sonra, eski devlet mekanizmasını parçalama gereğini duyamayacak denli tarihsel deneylere sahip olmamaları gibi.
Ekim Devrimi’nin önderleri, Paris Komünü deneyinden öğrenerek, iktidar sorununun altını çizebilmişlerdir, eski devlet mekanizmasını tümüyle parçalayıp atmışlardır. Başka yolla proletarya diktatörlüğü kurulamaz.
Bugün biz, bu tarihsel deneyden, eski devlet mekanizmasının parçalanıp yerle bir edilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulması dışında, devrimin içeride ve dışarıda sürekliliğinin altını çizmeyi öğreniyoruz.
“Kapitalizmden komünizme geçiş, koca bir tarihsel dönemdir. Bu dönem tamamlanmadıkça, sömürücüler geriye dönme girişimlerine dönüşen bir umudu kaçınılmaz olarak korurlar.” (V. İ. Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Beşinci Baskı, s. 40). Daha önce kaybettiği “cenneti” geri alabilmek için, “on kat artmış bir güç, zorlu bir öfke, yüz kat artmış bir düşmanlık” ve uzun süreli kinin ürünü olan sabır ile savaşa atılırlar. Ve böylesi bir savaş için arkalarında içeride küçük burjuvazi, dışarıda ise tüm kapitalist dünya vardır.”
Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin, “koca bir tarihsel dönem”in uzunluğu ve kısalığını ne belirler? Elbette kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ile devrimin dünya ölçeğinde yayılış hızı. Bunlardan birincisinin eriştiği bugünkü düzey düşünülürse, bu sürenin uzunluğu veya kısalığının tayininde devrimlerin yayılma hızının öneminin öne çıkması gereklidir.
Ancak buradan şu sonuç çıkmamalıdır; belli bir ekonomik gelişmişlik söz konusu ise içeride yapılacak bir şey yoktur. Bu kesinlikle yanlıştır. Çünkü eğer belli bir ekonomik gelişmişlik yeterli olsaydı, bir devrime, sınıfın devrime katılımına, onu yönetmesine gerek olmazdı. Bu nedenle siyasal devrim, toplumsal devrim ile sürecektir. Bu ise, tüm eski değerlerin yıkılması savaşımıdır. Doğmaya başlayan sosyalizm ölmeye başlayan kapitalizm ile her alanda kavgaya tutuşmak durumundadır. Onlarca, yüzlerce, binlerce yıllık baskı ve sömürü düzeninin yarattığı kişiliğin temizlenmesi gerekir.
İşte zaten kapitalizmden komünizme geçiş süreci olarak bir sosyalist toplumdan söz edilmesinin nedeni budur. Bu geçiş sürecinin siyasal biçimi proletarya diktatörlüğüdür. Yani kapitalizmden komünizme ha deyince geçilmiyor.

KAPİTALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞ
NEDEN SOSYALİST AŞAMAYI GEREKTİRİYOR?
Gerçekte bu soru, ütopik ve bilimsel sosyalizmin farkının ne olduğu anlamına da gelir. Ütopik sosyalizm, “olabildiğince yetkin bir toplum sistemi” tasarlamayı ifade eder. Ama böylesi bir sistemin nasıl, kimin tarafından kurulacağı üzerinde yeterince durmaz. Bu hali ile komünizm projesi, sınışar ve sınışarın savaşımına bağlı olmaz. Onun yerine, nesnellikten tümüyle uzak, bir dünya tasarlamaya yönelir. Engels, bilimsel sosyalizmi anlatırken şöyle yazıyor: “Modern sosyalizm, özünde, bugünkü toplumda yaşanan varlıklılarla yoksullar, kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını, öte yandan, varolan üretimdeki anarşiyi tanımanın doğrudan ürünüdür.” (F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Seçme Yapıtlar III, s. 139).
Sömürüye dayanan tüm toplum biçimlerinde, bir üst toplum biçiminin üretim ilişkileri kendini ortaya koyar. Örneğin; feodalizmde kapitalist ilişkiler kendisine yer bulur, belli bir dereceye kadar yaşama ve gelişme şansı yakalarlar. Ne zaman ki burjuvazi için eski kabuk kabul edilemez duruma gelir, ne zaman ki burjuvazinin gelişimi artık devletin ele geçirilmesi olmaksızın gerçekleşemez olur, o zaman burjuva devrimi gündeme gelir. Ama bir burjuva devrim, bir sömürücü sınıfa karşı, bir başka sömürücü sınıfın iktidarı alması demektir. Başlangıçta, eski düzenden memnunsuzluğu nedeni ile burjuvaziyi destekleyen işçi sınıfı ve köylülüktür. Ama işçi sınıfı, burjuvazinin kendi kanını emdiğini anlar anlamaz silahını burjuvaziye çevirir. Aslında işçi sınıfı tüm silahını burjuvazi nezdinde tüm sömürücü sınışara çevirmiştir ve doğal olarak burjuvazi henüz iktidardan yeni alaşağı ettiği eski kardeşine birlik önerir. Ama burjuvazi bu birliği kabul edince, feodal aristokrasiyi, feodal beyi tedrici olarak yok etme şansını yitirmez, sadece süreç yavaş işler. Ve elbette bu yavaşlık en çok işçi sınıfına, onun savaşımına zarar verir.
Halbuki sosyalist üretim ilişkileri, kapitalizm içinde boy atamaz, yeşeremez. Kapitalizmin gelişimi, sosyalizmin maddi koşullarını (büyük çaplı üretim vb.) hazırlasa da, bir sosyalist devrim olmaksızın sosyalist üretim ilişkileri ortaya çıkmaz. Bu anlamda sosyalizm, karşıt iki sınıfın (burjuvazi ve proletarya) savaşımını tanımanın, üretimdeki anarşiyi tanımanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki şeyi tanımak, kapitalizmi tanımak ve onu aşmanın yollarını kavramak demektir.
Öyleyse sosyalizm, sosyalist üretim ilişkileri olarak ortaya çıkmadan önce, kapitalizmin reddi ve aşılması düşüncesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda da sosyalist devrim daha çetin bir sınıf savaşımını gerektirecektir. Bu noktada ideolojik savaşımın, öznenin rolü de artmaktadır.
Sosyalist düşünce kapitalizmin tanınması, yasalarının ortaya konulmasının ürünüdür. Bu nedenle de sosyalizmi yaşamış bir dünyada, Marx’ın Kapital’ini geliştirmenin biricik yolu sosyalizmin tarihsel deneyiminin irdelenmesidir. Bu teorik faaliyet açısından birinci noktadır.
Bu irdeleme, eleştiri en tam biçimi ile ileri sosyalizm örneklerini hayata geçirmekle mümkündür. Bu nedenle sosyalizmin eleştirisi, nasıl bir sosyalizm sorusu bir savaşçılar ordusunun, bir devrimci sosyalistler partisinin pratiğinin sorunudur. Burası da ikinci noktadır. Bizler Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarına, bu deneyler ışığında ve geleceği kurmak için bakma şansına daha çok sahibiz.
Engels şöyle yazıyor: “Kapitalist üretim tarzı, nüfusun büyük çoğunluğunu gittikçe daha tam proleterleştirirken, yok olma tehdidi altında bu devrimi başarmaya zorlanan gücü yaratır. Büyük ve zaten toplumsallaştırılmış üretim araçlarının devlet mülkiyetine dönüşmesini gittikçe daha çok zorlarken, bu devrimin başarılması yolunu da gene kendisi gösterir. Proletarya, politik iktidarı ele geçirir ve üretim araçlarını devlet mülkiyeti haline getirir.” (Engels, age, s. 175).
“Devletin, yapmakla kendisini bütün toplumun temsilciliğine gerçekten atadığı ilk iş toplum adına üretim araçlarının mülkiyetini ele alma -aynı zaman da- onun devlet olarak son bağımsız işidir. Devletin toplumsal ilişkilere karışması, birbiri ardına bütün alanlarda gereksizleşir ve ondan sonra devletin kendisi sona erer; kişilerin yönetilmesinin yerine, şeylerin yönetilmesi ve üretim sürecinin gözetimi geçer. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz.’ Devlet tükenir.” (Engels, age, s. 176).
Birinci alıntıda Engels’in altını çizdiği satır ile, son alıntıda altını çizdiği satır, kapitalizmden komünizme geçişin başlayıp tamamlanmasının işaretidir. Arada anlatılan ve Engels’in çok net olarak “devlet tükenir” dediği noktaya gelişi hazırlayan süreç olmadan komünizme varılamaz. Proletarya iktidarı ele geçirir, eski mekanizmayı kırar, parçalar, onun yerine kendi iktidarını kurar. Üretim araçlarının mülkiyetini toplum adına üstlenmekle devlet, “kendisini bütün toplumun temsilciliğine gerçekten” yükseltir. Giderek devlet söner, tükenir.
Elbette bu noktada sınışarın ortadan kalkması gerekir. Böylece bir sınıf olarak proletaryanın da ortadan kalkması gerekir. “Sınışara bölünme, üretimin yetersizliğinden doğmuştur. Modern üretken güçlerin tam gelişimiyle silinip süpürülecektir.” (Engels, age, s. 177). Öyleyse devletin üretim araçlarının mülkiyetini üstlenmesi, üretken güçlerin tam gelişimi ile sınıf farklılıklarının ortadan kalkacağı nokta arasında bir dönem vardır. Bu dönem salt ekonomik gelişimle tamamlanamaz. Aynı zamanda politik, kültürel ve ahlâksal gelişimi de gerektirir. Yani politik, hukuksal, kültürel, ahlâksal açıdan da eski toplumun tüm izleri silinmelidir.
Binlerce yıllık sınışı toplum tarihinin yarattığı alışkanlıkların kırılması, insanın yenilenmesi ve sınıfsız toplum olan komünizmin kurulması bir geçiş sürecini gerektirir ve bu geçiş toplumunun adı sosyalizmdir.
“Toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı olarak yürütülen sanayi, ayrıca her yönüyle gelişmiş, üretim sisteminin tamamını kavrama yeteneğine sahip insanlar öngörür… ?u halde toplumun komünistçe örgütlenmesi, bir yandan sınışarın varlığı ile bağdaşmaz, öte yandan bu toplumun kurulması da, bu sınıf karşıtlıklarını yok etmenin araçlarını sağlar.” (Engels, Komünizmin İlkeleri, Marx-Engels Seçme Yapıtlar, Cilt I, s. 112-113).
Yukarıdaki alıntıda Engels komünist toplumun kuruluşunun sınıf karşıtlıklarını da yok edeceğini yazıyor. Marx ve Engels’te komünizm hedeŞ sürekli öndedir. Marx ve Engels, proletaryanın iktidarı almasını, komünist toplumun birinci aşamasının proletarya diktatörlüğü altında yaşanmasını ve komünizme geçişi formüle etmişlerdir. İşte Engels’ten yaptığımız tüm alıntıların mantığı budur. Engels (ve elbette ki Marx), bize, böylesi bir topluma ulaşmak için neler gerektiğini anlatıyor ve bu konuda ciddi olan herkes, tüm bunların bir günün işi olmadığını anlayabilecektir.
Eski toplumdan yeni topluma (kapitalizmden komünizme) geçiş, üzerinde, proletarya diktatörlüğünün yükseldiği bir altyapıyı gerektirir. Sosyalizm bu anlamıyla kelimenin gerçek anlamında da bir geçiş toplumudur. Burada geçmiş ile gelecek (kapitalizm ile komünizm) çarpışma halindedir. Geçmiş, mevcut sistem, dünyada egemen iken, bir ülkede gerçekleşen sosyalist devrimi boğmak için çok daha büyük güce sahip olacaktır. Bu nedenle de komünizmin dünya ölçeğinde gerçekleşeceği unutulmamalıdır.
“Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir; tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadî, manevî, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (K. Marx, Gotha Programının Eleştirisi, Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yayınları, s. 29). İşte sosyalizmde geçmiş ile geleceğin çatışması bu nedenle sürer ve bu çatışmada geleceğin kurucusu proletaryanın elinde, kendi varlığına son vermek üzere devlet bulunur.
Biz öncelikle komünist toplumun ne olduğu üzerinde duralım. Ardından bu geçiş sürecinin gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır. Komünist toplumun çok iyi kavranması gerekir. Artık insanlar komünist toplumu 150 yıl öncesi gibi, bir boş hayal, güzel ama gerçekleşemez, uzak bir ütopya olarak algılamamalıdırlar. Bunu anlatabilmenin olanakları çok daha fazladır. Günümüz dünyasında, 21. yüzyıla yaklaşırken, dünyada verili teknolojik düzeyin komünist toplum kurmayı olanaklı kıldığını görmeliyiz.
Sosyalist toplumun örgütlenmesi komünist topluma geçmek içindir. Bu durumda ulaşılacak yer, gündemimize daha çok girmelidir. Öte yandan 76 yıllık sosyalizm deneyimini özümsemek ancak böyle mümkündür. Yani sosyalizm üzerine tartışmak için sadece bir deneyimin incelenmesi yetmez, tersine bu deneyime komünist toplum perspektiŞ ile bakmak gerekir. Bugün nice sözde sosyalist, kapitalist toplumdan, onun gerçekliği ile, onun değer yargıları ile sosyalizme bakmaktadır. Ayırıcı nokta, gelecekten, komünizmden sosyalizme bakmaktır.
Peki nedir komünist toplum?
Komünizm sevgi, kardeşlik ve özgürlük üzerine yükselen bir toplumdur. Komünizm, insan öncesi tarihe, bugün yaşadığımız döneme son verip, gerçekten insanın tarihinin başladığı toplumdur. Komünizm üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine yükselen, sınışarın ve elbette sömürünün tarihe gömüldüğü, sınışarla birlikte devletin de ortadan kalktığı kardeşlik ve özgürlük toplumudur. Komünizm çalışmanın, günlük geçimini sağlamak, yaşayabilmek, karnını doyurmak için bir zorunluluk olmaktan çıktığı, çalışmanın kendisinin yaşamsal bir gereksinim olduğu, insanın insana kölece boyun eğişinin tüm biçimlerinin, sonuçlarıyla birlikte yok olduğu, insanın tüm yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, insanın yeniden ve toplumsal doğuşunun gerçekleştiği bir toplumdur. Komünizm, sınıf karşıtlıklarının tüm sonuçları ile birlikte sona erdiği, insan ile doğanın çelişkisinin ön plana çıktığı, insanlığın önünde yeni ufukların açıldığı bir toplumdur. Komünist toplum, “ölü yıldızları fethetme”nin başladığı toplumdur.
Tüm yukarıdaki paragraf, tüm bu tanımlar bir yandan büyük bir heyecanla dile getirilmektedir, bir yandan da hayal değil, bilimseldirler. Bugünkü dünyada bunlar daha fazla anlaşılırdır. Ama, Marx, Engels, Lenin’e, Marksizm-Leninizm’e bu denli saldırıların soldan ve sağdan arttığı bir dönemde, biz yine de komünizmin ne olduğunu işçi sınıfının büyük usta öğretmenlerinden dinlemeliyiz.
Engels şöyle yazıyor: “Sanayinin bu gelişmesi, topluma, herkesin gereksinimlerini karşılamaya yeterli miktarda ürün sağlayacaktır. Aynı şekilde özel mülkiyetin baskısıyla ve topraktaki parçalanmayla kösteklenen tarımda, mevcut iyileştirmelerin uygulanmaya konmasından ve bilimsel ilerlemelerden yepyeni bir hız kazanacak ve toplumun emrine bol miktarda ürün sunacaktır. Toplum, böylece, dağıtımını, bütün üyelerinin gereksinimlerini karşılayacak şekilde düzenleyebilmesine yeterli miktarda ürün üretecektir. Toplumun çeşitli karşıt sınışara bölünmesi, böylelikle, gereksiz hale gelecektir. Yalnızca gereksiz olmakla kalmayacak, bu, yeni toplum düzeni ile bağdaşmayacaktır da. Sınışar işbölümü yüzünden varoldular, bu işbölümünün bugüne kadarki varlık biçimi tamamıyla yok olacaktır.” (F. Engels, Komünizmin İlkeleri, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, Sol Yayınları, s. 112).
Komünizm sınıfsız toplumdur. Bu toplumda, sınışarla birlikte, onun tüm sonuçları da ortadan kalkacaktır. Engels, bunun ekonomik temelinin herkesin gereksinimlerinin karşılanabilmesi olduğunu ifade etmektedir. Bu, elbette ki, eski biçimiyle işbölümünün de son bulmasını gerektirmektedir. İnsanlar ihtiyaçlarının tümünü karşılayabiliyorsa, bunu tüm toplum yapabiliyorsa, insanın insana kulluğu son bulmuş ise, ekonomi toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı biçimde yönetilebiliyorsa, elbette tüm bunlar salt ekonomik olgular olarak kalamazlar. Tersine bunlar toplumsal, siyasal süreçlerle de bağlantılıdır. Herkesin gereksinimlerini karşılayabileceği olanakların gerçeklik haline geldiği yerde, para da gereksizleşir. Paranın gereksizleşmesi, ancak kapitalist toplumun insanın kemiklerine işleyen gerçekliği aşıldığında anlaşılabilir. Bugün bize bazı sorular sorulmaktadır. Örneğin; herkes tüm gereksinimlerini karşılayabiliyor ise insanlar niye çalışsın? Ya da insanlar niye daha çok (ihtiyacını aşacak miktarda tüketim maddesi) alıp stoklamasın?
Bu iki soru da komünizme, kapitalist değerler ışığında bakmanın ürünüdür. İnsanların gelecek korkusu, yarın aç kalma korkusu yok iken, tüm ihtiyaçları karşılanıyor iken, insanlar neden stokçuluk yapsınlar? Kapitalist değerler ile komünizme yaklaşanlar, komünist toplumun niteliğini, onun insanı nasıl dönüştürdüğünü anlayamazlar.
“…üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme de çok farklı insanları gerektirecektir ve aynı zamanda bunları yaratacaktır.” (Engels, age, s. 112).
Öyleyse komünizm yeni insanla kurulmuş olacaktır.
Mevcut hali ile işbölümü son bulacaktır.
Kafa ile kol emeği çelişkisi, kent ile kır çelişkisi kalkacaktır.
Emek, çalışmak, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi yaşamsal bir gereksinme haline gelecektir.
Sınışarla birlikte, onların varlığının itirafı olan devlet de yok olacaktır.
“Toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı olarak yürütülen sanayi, önce her yönü ile gelişmiş, üretim sisteminin tamamını kavrama yeteneğine sahip insanlar öngörür. Böylece birini köylü, ötekini ayakkabıcı, bir üçüncüsünü fabrika işçisi, bir dördüncüsünü borsa tellalı yapan -ki makineler bu kimselerin ayaklarını daha şimdiden kaydırmıştır- işbölümü tamamıyla yok olacaktır. Eğitim, genç insanlara üretim sisteminin tamamını baştanbaşa çarçabuk görme olanağını verecek, toplumun gereksinimlerine ya da kendi eğilimlerine göre onların sanayinin bir dalından ötekine geçebilmelerini sağlayacaktır. Dolayısıyla mevcut işbölümünün bunlardan her birine zorla kabul ettirdiği bu tek yanlılıktan onları kurtaracaktır. Toplumun komünistçe örgütlenmesi, böylece üyelerine, her yönden gelişmiş bulunan yeteneklerini, her yönde kullanma şansını verecektir. Bununla çeşitli sınışar zorunlu olarak yok olacaktır. Şu halde, toplumun komünistçe örgütlenmesi, bir yandan sınışarın varlığı ile bağdaşmaz. Öte yandan bu toplumun kurulması da, bu sınıf farklılıklarını yok etmenin araçlarını sağlar.”
“Bundan, kent ile köy arasındaki karşıtlığın da, aynı şekilde, yok olacağı sonucu çıkar.” (Engels, age, s. 112-113).
Engels’ten yaptığımız bu uzun alıntıda, komünizme geçişin ve komünizmin ne olduğu uzun uzun anlatılmış oluyor.
Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde komünizmin birinci ve ikinci aşamasını anlattığı yerde, ikinci aşama için şunları okuyoruz: “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireyleri işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman, emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimlerine göre.” (K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 31).
Marx’ın yukarıdaki paragrafı ile Engels’in Komünizmin İlkeleri’nde anlattıkları arasındaki birebirliğe dikkat etmek önemli görünüyor.
“Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimlerine göre” ilkesi, özü gereği ekonomik bir ilke olsa da, gerçekte gerçekleşmesi siyasi ve toplumsal süreçlerin ürünü olan bir ilkedir. Bu ilke, paranın ortadan kalktığı koşulları anlatıyor. Ama paranın ortadan kalktığı koşullarda kaos yoktur. Toplum, en ücra köşelerine kadar, komünistçe örgütlenmiştir. Bu örgütlülük, buna olanak tanıyor. Elbette özel mülkiyete son verildiğinden, rekabetten söz etmenin abes olduğu kesin.
Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nden aktardığımız pasajda “kölece boyun eğişleri sona erdiği” zaman vurgusu önemlidir. Komünizm insan tarafından kurulan bir toplumdur. İnsan, hiç bu kadar kendi koşulları üzerinde etkili olmamış olacaktır. Özgürlük budur. Bugün bize bazıları sosyalizmde (yani komünist toplumun birinci aşamasında) burjuva düzendeki özgürlüklerin hangilerinin varolacağını soruyorlar. Onlar, her şeyden önce, özgürlüğe bir nicelikler toplamı olarak bakıyorlar. Yeri gelince onların özgürlük anlayışına gireceğiz, (yazı dizisinin beşinci bölümüne bakınız) ama şimdiden söyleyelim ki, bu bakış, komünizme, sosyalizme burjuva düzenin ufukları ile bakmaktır.
Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için, biraz daha somut bir alandan, aileden bakalım. “Komünist toplum düzeninin aile üzerindeki etkisi ne olacaktır?” Engels’in Komünizmin İlkeleri’nde bu soruya verdiği yanıtı okumadan önce, şu noktanın altını bir kere daha çizelim, komünizm sınışarın, sınışarla birlikte varolan çelişkilerin çözümünün sağlandığı toplumdur. Bugünkü hali ile cinsellik, aile, vb. binlerce yıllık toplum tarihinin ürünüdürler, tıpkı devlet gibi.
“Bu cinsler arasındaki ilişkiyi, yalnızca ilgili kişileri ilgilendiren ve toplumun hiçbir müdahale isteminde bulunamayacağı, salt özel bir ilişki haline getirecektir. Bunu yapabilecek durumdadır, çünkü özel mülkiyeti kaldırmakta ve çocukları komünal olarak eğitmekte, böylece bugüne kadar mevcut evliliğin ikiz temelini -özel mülkiyet sayesinde kadının kocaya ve çocukların da anababaya olan bağımlılığını- yok etmektedir. Ahlâk dersi veren darkafalıların, kadınların komünist ortaklaşalığına karşı kopardıkları yaygaranın yanıtı da buradadır. Kadınların ortaklaşalığı tümüyle burjuva toplumuna ait bir ilişkidir ve bugün eksiksiz bir biçimde fuhuş ile gerçekleşmektedir. Ama fuhuşun kökenleri özel mülkiyettedir ve onunla birlikte o da kalkar. Şu halde, komünist örgütlenme, kadınlara ortaklaşalığı getirmek yerine, ona son verir.” (Engels, Komünizmin İlkeleri, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 114).
Yine komünizmin en önemli sorunlarından, daha doğrusu komünizme geçişin bugün son derece önemli hale gelen sorunlarından biri olan devlet meselesinin üzerinde durmalıyız (Yazı dizisinin beşinci bölümünde konu üzerinde ayrıntılı durulmaktadır).
Marx ve Engels kapitalizmden komünizme geçiş süreci boyunca devleti incelerken, temel olarak iki yön üzerinde durmuşlardır. Birincisi proletaryanın iktidarı ele geçirmesi, eski devlet makinesini parçalayarak, yerine proletarya diktatörlüğünü koyması, ikinci olarak ise, sınıfsız toplum olan komünist topluma (komünist toplumun üst evresine) giderken devletin sönmesi üzerinde.
Bu iki nokta onun reformistlere ve anarşistlere karşı mücadelesini de ifade eder. Paris Komünü’nün ardından, proletaryanın göğü fethe ilk kalkışmasının ardından, devlet sorunu Marx ve Engels’in gündemine daha somut olarak girmiştir. Onlar proletaryanın yenilgisini detaylı biçimde incelediler. Fransa’da İç Savaş çalışması bu nedenle oldukça önemlidir. Komün’ün yenilgisinden çıkartılan en büyük ders işçi sınıfının sadece iktidarı ele geçirmekle yetinemeyeceği, alaşağı ettiği burjuvazinin eski aygıtı olan devleti parçalamak zorunda olduğu ve onun yerine proletarya diktatörlüğünü kurmak zorunda olduğudur. Nitekim, Komünist Parti Manifestosu’nun Komün’den sonra, bazı bakımlardan eskidiğini söylemişlerdi. Bu, bazı bakımlardan eskime sonucunda ise sadece bir tek nokta değiştirilmiştir. O da işçi sınıfının sadece iktidarı ele geçirmekle yetinemeyeceği, eski mekanizmayı paramparça etmesi gerektiğidir.
Engels Fransa’da İç Savaş’ın girişinde şunları yazıyor: “Komün, işçi sınıfının, bir kez iktidara geçtikten sonra, eski devlet makinesi ile yönetmeye devam edemeyeceğini hemen kabul etme zorunda kaldığı; daha yeni elde etmiş bulunduğu kendi öz egemenliğini yeniden yitirmemek için bu işçi sınıfı, bir yandan o zamana değin kendisine karşı kullanılmış bulunan eski baskı makinesini ortadan kaldırmak, ama, öte yandan, kendi öz vekil ve memurlarını her zaman ve istisnasız görevden alınabilir ilan ederek, onlara karşı da güvenlik önlemleri almalıydı.” (F. Engels, Frederich Engels’in Girişi, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar II, s. 224).
Biz şimdilik Engels’ten aktardığımız bölümde “bir yandan” ile başlayan bölümle ilgiliyiz. Ve günümüz oportünistlerinin tümünün, şu ya da bu yolla karşı koydukları noktalardan birisi burasıdır; yani eski devlet makinesinin parçalanması ve yerine proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi noktasıdır. Kapitalizmden komünizme geçiş süreci böyle başlar.
İkinci nokta devletin sönmesine ilişkindir. Devletin sönmesi, gerçekten dahicedir. Sönme, devletin ortadan kalkmasının yavaş yavaş gerçekleşeceğini, onu ortaya çıkarmış bulunan tarihsel ve toplumsal tüm etkenlerin yok olmasına bağlı olarak gerçekleşeceğini ifade eder.
Bir yandan devrimden sonra proletaryanın devlete ihtiyaç duyması, diğer yandan onun sönmesi, proletarya diktatörlüğünün temelini oluşturur.
Komünizm, sınıfsız bir toplumdur. Sınışarın varlığının ve karşıt çıkarlara sahip sınışarın savaşımının itirafı olan devlet, sınıfsız toplum olan komünizmin üst aşamasında ortadan kalkar. Onun ortadan kalkışı sınışarın ortadan kalkışını gerektirir. Yukarıda sınışarın ortadan kalkışının ne demek olduğu üzerinde durulmuştur. Ama sorun sadece bir ülke içinde kültürel, ekonomik, siyasal, sosyal planda atılan adımlara bağlı değildir. Komünizm (elbette komünizmin üst aşamasını kastediyoruz, onun alt aşaması için her zaman sosyalizm terimini kullanıyoruz), uluslararası bir olgudur. Yani emperyalist-kapitalist sistemin parçalanması gerçekleşmeden, dünya devrimi gerçekleşmeden, dünyanın hiç değilse belli başlı ülkeleri kapitalizmi yıkıp komünizme yürüyüşü başlatmadan, devletin sönmesi gerçekleşemez. Ekim Devrimi ile başlayan süreç bize bunu öğretmiştir.
Ekim Devrimi ile başlayan dünya devriminin, 1980’lerin sonlarında kesinleşen yenilgisine kadarki dönem bu açıdan öğreticidir. SSCB uzunca bir süre (70 yıl) kendi içinde sosyalizmin “gelişimini” yaşadı. Ama, dünya devrimi olmadan, bu sürecin, bir çürüme olanağını büyük oranda barındırdığı (öznel hataları, sapmaları, ihanetleri bir yana bırakıyoruz) ortaya çıkmıştır. Soru şöyle sorulabilir; ülke içinde gerçekleşen sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel değişikliklerle devletin sönmesi süreci, eğer dünya devrimi gelişmiyor ise, devrim başka ülkelerde zaferle taçlandırılamıyor ise nasıl gerçekleşecektir? Bu soru bize tek ülkede iktidarı almanın, sosyalizme yürümenin olanağı olduğu halde, bunun sınırlarının neresi olduğunu göstermektedir. Öyleyse, komünistler, bu sınırların bilinci ile davranmak ve vakitsiz “komünizme geçtik” gibi uydurma tespitlerle kendilerini gülünç duruma düşürmemeli, en önemlisi dünya devrimine sırt dönmenin böyle gerçekleştiğini bilmelidir.
Bizler mükemmel toplum peşinde değiliz. Mükemmel, sorunsuz toplum doğaya, diyalektiğe aykırıdır. Ama tek bir ülkede sıkışan bir devrimin, bilindiği ölçüler içinde bile sosyalizm kuruculuğunu son noktaya getiremeyeceğini bilmek gerekir. Bunu atlamak, komünizmi ulusal bir olgu haline getirmektir.
Kapitalizmden komünizme geçişi salt ekonomik bir süreç haline getiren mantığın altında bu kafa karışıklığı, bu dünya devrimine yüz çeviriş yatmaktadır. Bu nedenle bugünkü yenilgi, uluslararası ölçekte, ideolojik ve siyasal bir yenilgidir. İdeolojik ve siyasal yenilginin başlangıcını, sosyalizmin içinde arama gereksinimi buraya dayanmaktadır. Devrimi içeride ve dışarıda sürekli kılmak birlikte ele alınmalıdır. Dünya devrimine sırt çevrilerek, devrim içeride de sürekli kılınamaz. Komünizme geçiş, bu şartlar altında, kapitalist restorasyona yöneliş olur.
Marx, bugün insanlık öncesi bir tarihte yaşadığımızı, gerçek anlamıyla insanlık tarihinin komünizm ile başlayacağını söylemiştir. Gerçekten de bu çok önemli bir noktadır. Demek ki komünizm mücadelesi aynı zamanda insan olma mücadelesidir. Ancak, bencilliğin yerini kardeşçe paylaşma, yarış ve rekabetin yerini dostluk ve dayanışmanın aldığı bir toplum ile insan gerçekten doğaya karşı yoğun bir savaşıma geçebilir.
Bize bazıları soruyorlar, komünizmden sonra ne olacak? Komünizm, bugün bizim yaşadığımız biçimi ile kapitalist dünyanın son bulmasını gerektirir. Böylelikle sadece kapitalistlere, burjuvaziye karşı mücadele edilmiyor, burjuvazi nezdinde tüm egemen sınışara, tüm sömürücü sınışara karşı mücadele ediliyor. Böylelikle kurulacak sınıfsız toplumu anlamak için, bu sınışı toplumların sorunları ile bakmak yeterli olmaz. Sınıfsız toplumu tartışırken, sınışı toplumun sorunlarının nasıl aşıldığına bakmak elbette gerekli. Ama “komünizmden sonra ne olacak?” sorusu, komünizmin, sınıfsız toplumun farkının kavranmadığını da gösteriyor. Komünizmde ilerleme durmaz. Çelişki toplum ile doğa arasındadır. Bu çelişkinin önündeki tüm sınışı toplum çelişkileri ortadan kalkmıştır, çelişki çıplak hale gelmiştir. Komünist toplumda gelişme doğa ile mücadele temelinde sağlanacaktır. Bu nedenle de insanlık tarihi komünizmle başlayacaktır. Bu savaşım (doğa ile savaşım) yeniden sınışarın oluşumuna yol açmaz. Bu nedenle de sınıfsız toplum varlığını sürdürür, kendi içinde gelişimini sürdürür, tarihin sonu değil başlangıcıdır (bir anlamda).

Sonraki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş: Sosyalizm

 

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Sosyalizm Savaşımının İşçi Sınıfından Kopartılması ya da İşçi Sınıfının Tarihsel Rolü

Önceki Bölüm: Yenilgiden Zafere

Son yıllarda giderek artan oranda, işçi sınıfının kapsamı, işçi sınıfının tarihsel rolü, kapitalizmin kaç canlı olduğu, krizlere rağmen neden yıkılmadığı gibi konular tartışma gündemini dolduruyor. Üstelik bu alanda yürütülen tartışma genellikle parçalar üzerinden, sorunun bir yönü üzerinden yürütülüyor. Özellikle sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, teori üzerindeki hegemonyanın kalkmasının verdiği hız ile pek çok insan bu noktalara parmak basmaya başladı. Ne var ki, görünüşte olumlu olan bu durum, eğer sorunun odak noktası kaçırılırsa olumluluğu gölgede bırakır hale geliyor.
Aslında sorun, 1960’lı yıllardan başlayarak bugüne kadar gelişen ve özü sosyalizm savaşımının işçi sınıfından kopartılması, bu yolla işçi sınıfının tarihsel rolünün tartışmaya açılması biçiminde özetlenebilecek, Marksizm-Leninizm’e yönelen saldırıdır. Sorun böyle konulunca pek çok etken daha anlamlı bir tartışma konusu olabilecek şekilde gündeme alınabilir.
Teorik çalışma yol açıcı, yol gösterici olmak durumundadır. Böyle olunca tartışmanın amacı önem kazanacaktır. Yani tartışmanın amacı, Marx, Engels ve Lenin’in eksiklerini/yanlışlarını bulmak olmamalıdır. Tek başına bu amaç yol gösterici değildir. Sorun, ne yapmak istiyoruz ve buna bağlı olarak neyi tartışmalıyız, sorunudur. Örnekleyecek olursak; bugün ülkemizde devrimle ilgilenen herkesin devrimci partinin oluşumu ile ilgilenmesi bir zorunluluktur. Tersi sınıf savaşımından kopmuş, her tür gevezelik yapma yetkisini kendisinde gören ve aydın diye kendini isimlendirenlerin işi olur. Nitekim öyle olmaktadır da.
Öyleyse sorunun doğru konulması gerekir. Elbette Marx, Engels, Lenin’de eksik ve yanlışlar olabilir. Ama bizler eğer meselenin özünden bahsediyorsak eksiklik ve yanlışlık söz konusu olamaz. O halde şunu soralım, bu eksik ve yanlış bulma uğraşınızın amacı nedir?
Bugün nasıl bir sosyalizm tartışmasının önemi herkesçe kabul ediliyor. Ancak nasıl bir sosyalizm tartışmasından önce, sosyalizmin kurucusu işçi sınıfının bu rolüne (tarihsel rolüne) ilişkin tartışmaya girmek zorunluluktur. Bu nokta 1960’lardan bu yana, ama özellikle de 1970’lerin ortalarından bu yana, Marksizm-Leninizm’e temel saldırı noktalarından biridir. Oportünizm, dün sınıf savaşımını reddediyordu, proletarya diktatörlüğünü reddediyordu. Bugün ise işçi sınıfının tarihsel rolünü reddediyor. Bu reddediş sonuçta aynı yere, sınıf savaşımının reddi noktasına ve proletarya diktatörlüğünün inkârı noktasına varıyor. Ama tartışma önceleri radikal çıkışlarda ifadesini buldu, sonra tümüyle sağa yatarak Avrupa Komünizmi’ne ulaştı.
Biz konuyu dört soru etrafında tartışmaya çalışacağız. Birincisi; proletaryanın tarihsel rolü nereden gelmektedir? Buna bağlı olarak kapitalizmde ve özellikle proletaryanın kapsamında meydana gelen değişiklikler bu tarihsel rolü oynamasını engellemekte midir? Bu iki noktadan sonra proletaryanın köylülük ile ilişkisi ve proletaryanın lümpen proletarya ile ilişkisini ele almak gerekir.
Ancak bu dört nokta üzerinden tartışmaya başlamadan önce sorunun bugüne gelişine kısaca bakmak faydalı olacaktır. Aslında sadece bu tarihsel gelişimi incelemek bile çok önemli görünmektedir. Biz yine de konumuz içinde sadece ve kısaca bu noktaya değineceğiz.
İşçi sınıfının tarihsel rolünü inkâr edenler, Lenin’in “Köylü Sovyetleri” sloganını, Çin Devrimi’ni, 1960 sonrasında Avrupa’da işçi sınıfının “sessizleşmesini” kanıt olarak gösteriyorlar. Enternasyonal’in Halk Cephesi, Çin Devrimi’nin Halk Demokrasisi (Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasilerini unutmayalım) onlara ilham kaynakları olmaktadır. Küba Devrimi’ni, sınıftan bağımsız bir grubun kendi başına devrim yaptığının örneği olarak sunup, sınıfın tarihsel rolünü bir yana atıyorlar (Küba Devrimi bu anlamda artık örnek olarak kullanılmıyor. Ama bir dönem kullanıldı ve mantık aynıydı).
Şimdi biz tarihsel örneklere kısaca bakalım.
1- Ekim Devrimi’nin zaferi, umulduğu gibi Avrupa devrimlerinin tutuşturucusu olmadı. Aslında bir anlamda “olmadı” yanlış bir vurgudur. Daha doğrusu tutuşturduğu Avrupa devrimlerinin zaferi ile sonuçlanmadı. Bu etken pek çok noktada bugün bizim önümüze “yığılan” sorunlara kaynaklık ettiği gibi, proletaryanın tarihsel rolünü tartışmaya açmak isteyen sınıf kaçkınlarının da ilham kaynağı olabilmektedir. Elbette Hegel’in ünlü deyişi ile, “doğada her tür düşünceyi destekleyebilecek veri bulunabilir.” Önemli ve asıl olan bakıştır.
Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimlerinin tutuşturucusu olacağı düşüncesi mi yanlıştı? Bunun yanıtı pratik tarafından verilmiştir. Avrupa’da devrimler oluşmaya başlamış ama yenilmişlerdir. Demek ki Avrupa devrimi düşüncesi hayal değildir. Sorun bu alanda burjuvaziyle yürütülen savaşımda burjuvazinin galip gelmesi ve dünya devrimi dalgasının geri düşmesidir.
Lenin ve III. Enternasyonal, bu eğilimi gördüklerinde ve Ekim Devrimi’nin Doğu Halkları başta olmak üzere emperyalizme bağımlı sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki etkisinin boyutları ortaya çıktığında “Köylü Sovyetleri” sloganı ile emperyalist merkezleri sıkıştıracak tarzda savaşımı bu alana kaydırmaya yönelmişlerdir. Yani bir yandan devrim Avrupa’da yenilmeye başlıyor, ama Doğu’da büyük bir etki yaratıyor. İşçi sınıfının nicel ve nitel açılardan yetersiz ve güçsüz olduğu bu sömürge ülkelerde sosyalist devrimin etkisi kök salmaya başlıyor. Dünya devrimi şiarı ulusal kurtuluş mücadelelerine de sıçrayarak ulusal kurtuluş mücadelelerini körüklüyor. Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1920) toplanıyor. “Köylü Sovyetleri” bu ortamda gündeme geliyor. Ancak 1921’de Sovyet-İngiliz Anlaşması imzalanıyor. Devrimci dalga tümden geri çekilmeye başlıyor. Yenilgi kesinleşiyor ve artık birincisi toplanan kurultayın ikincisi asla toplanamıyor.
Bir yandan devrimin başarıya ulaştığı ülkede işçi sınıfının yeterince güçlü olmaması ve devrimin omurgasının işçi köylü bağlaşıklığı olması, diğer yandan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleye vurgu, gelişen dünya devriminin pratik sorunları idi. Ama bu pratik, giderek teorize edildi. Bugün, işçi sınıfının tarihsel rolünü reddedenlerin de yaptığı budur.
Aslında Rus Devrimi, en başından beri köylü ittifaklara dayanması nedeni ile geri çekilme potansiyelini taşımaktaydı. Gerçekten de, bu, o dönemde de bir sır değildi. Köylülük, devrimi geriye çekecektir ve bu nedenle işçi köylü ittifakı proletarya hegemonyası olmadan devrimci bir işlev görmez; proletaryanın amaçlarına hizmet edemez. Pek çok devrimci, işçi köylü ittifakını, tıpkı demokratik devrim gibi tarihsel koşulların ürünü olarak değil de, tüm ülkeler için bir zorunluluk olarak algılamıştır. Köylülüğün ayrıştığı bir ülkede, sınıf olarak köylülükten söz edilemez. Bu şartlar altında işçi köylü ittifakı anlamını yitirir, onun yerine işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakı olanaklı olabilir. Bir yandan tarım proletaryası, diğer yandan yarıproleter yoksul köylülük sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının müttefikleri olarak yerlerini alırlar. Geriye çekmenin aşılması partinin proletarya içindeki örgütlülüğü ile sıkı sıkıya ilişkili olan, proletaryanın hegemonyası yoluyla gerçekleşecektir.
Emperyalist merkezlere bağlı ülkelerde ortaya çıkacak devrimler, emperyalist merkezlerde geri düşmeye başlayan devrimleri ateşleyebilecektir. Ancak dünya devrimi 1921’e gelindiğinde yenilmiştir. Ve bu noktada yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar kazanılmış olan bu üssün elde tutulması (elbette dünya devriminin çıkarları için feda etme mantığı olmadan elde tutma anlamlı olmaz) sorunu gündeme geldi. Geri çekilen dünya devrimi dalgasının Sovyet ülkesinin içine yansıyışı NEP’te ifadesini bulmuştur. NEP, esas olarak iç savaş koşullarının sanayii yıktığı, açlığın ciddi bir şekilde devrimi tehdit eder tehlikede olduğu bir dönemde devrimi rahatlatmak amacıyla, köylülüğün desteğini (bir yandan büyük topraklar üzerinde makineli tarıma geçilemiyor çünkü sanayi yerle bir olmuş, diğer yandan Kulaklar ürünlerini ellerinde koz olarak kullanıyorlardı) alabilmek amacına dönüktür. Sovyetlerin o günkü koşullarını anlamadan NEP’i anlamak olanak dışıdır. Burası anlaşılmadı mı, bu sefer de, yeniden tarımın kolektifikasyonuna yönelişin ve sanayie tüm güçle yüklenmenin neden yoğun şiddeti gerektirdiği anlaşılamaz. Elbette bu yolla her şeyi alkışlamak veya küfretmek mantığının dışına çıkılabilir, nesnel ve öznelin diyalektiği içinde devrimin yenilgisi sürecinin nasıl oluştuğu kavranabilir. Yoksa şiddete karşı demokrasiyi savunmak ve bunu da çok partililikte aramak dışında yol kalmaz.
Bugün, aslında işçi sınıfının sosyalizm savaşımındaki tarihsel rolünden söz etmenin anlamsız olduğunu söyleyenler, bize, işte bir kanıt olarak bunları sunuyorlar. Ve diyorlar ki, bu iş özne sorunudur. Lenin’in katkısı da burada değil midir, o halde bu öznenin dayanacağı sınıfsal temel söylem düzeyinde de olabilir. Yani mutlaka işçi sınıfına dayanmak gerekmez, tersine, işçi sınıfı adına bu işi aydınlar, lümpen proletarya (toplumun en yoksul kesimleri burasıdır), mühendis, doktor vb. biçimindeki “beyaz yakalılar” yerine getirebilir.
Evet Lenin’in özneye ilişkin katkısı önemlidir. Birincisi; Lenin’in tek katkısı burada değildir. O nedenle “Lenin’in katkısı da özneye ilişkin değil midir?” biçimindeki sorular aslında Lenin’in önemini aşındıran “abartılar”dır. Öyle ya, aynı Lenin, bugün kullandığımız felsefî anlamda madde tanımını da geliştirmiş, devletin ve kapitalizmin emperyalist aşamasının analizlerini de yapmıştır vb.. Ama daha da önemlisi özneye vurgu yapmak ile nesnel temeli unutmak, atlamak aynı şey midir? Eğer bugün Sovyet Sosyalizmi çözülmüş ise, bunun en önemli nedenlerinden birisi sınıfın bizzat devlet içinde fiili yer almayışı ve ideolojik olarak ona bağlılığını ilan edenlerin onun adına devleti yönetmeleri değil midir? İşte böylece işçi sınıfının tarihsel rolünün kaynağı nedir, sorusuna gelmiş oluyoruz.
2- Ancak biz yine de bizi bugüne getiren gelişmelere değinmeyi tamamlamış değiliz. Devam edelim. Dünya devriminin yenilgisinin ardından önceleri “sınıfa karşı sınıf” anlayışı geçici bir süre öne çıkıyor. Ama hemen ardından Komintern, sosyal-demokrat partiler, işçi partileri, çeşitli sol örgütlerle ittifak politikasına yöneliyor. Nihayet faşizmin gündeme gelmesi ile ünlü Halk Cephesi formülü öne çıkıyor. Halk Cephesi formülü faşizme karşı savaşımın (ülke işgalleri ve savaşla birleşmesi sonucu) kapsadığı güçlerin fiilen genişlemesi (burjuva sınıfın bazı üyelerinin ve aydınların bu savaşımda yer alması) gerçeğine dayanarak, burjuvazinin çeşitli kesimleri içinde ittifak aramayı öne koyan bir sapmaya vardı. Komintern, fiili bir durumu, cepheyi genişletme adına teorize etti. Bu anlayış gerçekte ittifak politikasının, nesnel temelden kopartılarak, sadece söylemin çeşitli katmanların ittifakına yarayacağı yanılsamasına dayandırılarak savunuldu. Gerçekte ise devrim ve sosyalizm savaşımından geri çekilerek, savaşımın hedeşerini demokrasi olarak daralttı. Cepheye giren güçleri proletaryanın hegemonyasında, proletaryanın amacı için yönetmek yerine, bu güçleri geniş tutma adına amaçtan vazgeçme öne çıktı. Bu eğilim anavatanın savunulması mantığı ile birlikte, SSCB’nin statükocu anlayışının temellerini oluşturdu. Bu yolla burjuvazi ile işbirliğinin yolları açılmış oldu.1
Sanki burjuvazinin bir kesimine (tekel dışı ya da ulusal vb. adlarla adlandırılan bu kesimlere), “biz aslında sosyalizm amacını değil, o arada geçici bir süre sizinle aynı amacı güdüyoruz. Sonra kozlarımızı paylaşırız” diyeceğiz ve işçi sınıfından gelen bu talep karşısında tekellerle çelişkileri olduğu için, yaşamı bu düzene ve öznel olarak da tekellere bağlı olsa da bu kesimler, “evet mantıklı konuştunuz bay işçi sınıfı temsilcisi, sizinle ittifaka gireceğiz, siz sonradan bizim varlığımıza son verseniz de, biz bu riski göze alacağız, hele demokrasiye yaptığınız vurgu bizi tümüyle cezbetmiş iken.” İşte politikayı nesnel zeminden, sınıftan kopartınca, geriye söylemin gücüne (ya da tanrıya) tapan bu idealist anlayış kalıyor.
3- Üstelik tam bu dönemde Çin Devrimi sınıfın sosyalizm savaşımındaki rolünün önemsiz olduğunu da “ispatlamıştır”. Çin Devrimi “söylemin gücünü” göstermekle kalmadı, ayrıca, sınıfsız bu iş olmaz diyenlerin reformist olduğunu da “göstermiş” oldu. Böyle bakılınca, her şey bir yana Halk Savaşı Stratejisi de anlaşılır olmaktan çıktı. Çin Devrimi’nin mantığını bile kavrayamayan, politikayı sınıf zemininden kopartan hareketlerden biri olarak daha sonraki yıllarda gelişen Maocu düşüncenin halk kavramına yaptığı vurgu, Halk Cephesi ile birleşince ve Halk Demokrasisi ile tamamlanınca, sosyalizm savaşımı işçi sınıfı yerine, ne olduğu belli olmayan, yuvarlak ve söylem düzeyinde anlam bulan halka dayandırılmaya çalışıldı. Oysa biraz yakından incelenince, Çin Devrimi’nin bu söylenenleri hiç de ispatlamadığı açığa çıkacaktır. Çin Devrimi, somut durumun somut tahlilinin niye gerekli olduğunu gösterir. Yoksa işçi sınıfının yerine, binbir deva halk sözcüğünü geçirmek gerektiğini değil.
4- Ancak yine de bu tablo bizi henüz devrimcilikten kopartıp, sorunu bugünkü haline getirmemişti. Bu noktada da André Gorz’un devreye girmesi gerekliydi. Avrupa işçi sınıfı ekonomik açıdan belli noktaya geldiği için (yani tüketim mallarını tüketebildiği için) onun tarihsel devrimci rolü bitirilip, (Gorz’da) bu rol lümpen proletaryaya (üretim süreci içinde yer almamış ve böylece tekniğin esiri olmamış kesimlere) veriliyor. Ama iş böyle başlasa da perde sadece elveda proletarya ile kapanmıyor, doğal ve kaçınılmaz olarak elveda sosyalizm ile kapanış tamamlanıyor.
Sosyalizm savaşımını ve sosyalizmin zaferini önlemenin iki yolu (içerik olarak aynı ama biçimsel olarak iki ayrı yolu) vardır: Birincisi sınıf savaşımını reddetmek, ikincisi ise proletaryanın tarihsel devrimci rolünü reddederek sosyalizm savaşımını proletaryadan, sınıftan kopartmak. Böylece bu ikinci yol ile sosyalizm savaşımı bir ideolojik savaş olarak algılanıyor. Öyle olunca evinde oturan aydın bu ideolojik savaşımı (sınıf umrunda mı) veriyor. Böylece ideoloji de sınıftan kopartılıyor. Yani sınıf ideolojisiz bir sürü haline getiriliyor. Devrimin imkânsızlığı ispatlanmış oluyor. Sosyalizm savaşımı, eğer işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımından, yani sınıf savaşımından ayrı bir şey ise aslında tekrar birinci yola gelinmiş oluyor. Tek farkla ki, bazı aydınların söylem düzeyinde sosyalizm mücadelesi olanaklı oluyor. İşte Laclau tam da bunu savunuyor. Ona göre sosyalizm savaşımının öncü gücü işçi sınıfı değildir. Öncü herkestir, aynı anlama gelmek üzere hiç kimsedir. Öyle ya herkes öncü ise, öncü olmaz. Demek ki Laclau, işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışırken, özneye vurgu yapma adına, öncülüğü tartışıyor. Devrimci parti (özne) işçi sınıfının öncülük rolünün zorunlu sonucudur. Öncülük rolü kalkınca özneye gerçekten gerek kalıyor mu? İşte özneye vurgu yapmak adına yola çıkanların ellerinin altından ittikleri sınıfsal zemin, onların ayaklarının altındaki zemini de çekiyor ve onları bir açmazla karşı karşıya bırakıyor.
Gerçekte Avrupa Komünizmi işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışmaya açmıştır. İşçi sınıfının böylesi bir rolü oynayamayacağı inancı ile, ona dayalı bir devrim yerine, seçmen çoğunluğuna dayalı (siz buna halk diyebilirsiniz) bir parlamenter geçiş gündeme geldi. Böylece başlangıçta işçi sınıfının düzene entegre olduğunu, halkın (ne demekse) silahlı savaşımı ile devrimin yapılacağını ileri sürerkenki “radikallik”, aynı temellerden uzlaşmacılık ile aynı yere oturuyor. Sorun hep aynıdır; işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışmaya açmak ya da sosyalizm savaşımının (bu istemin nesnesinin işçi sınıfı olduğunu reddetmek) işçi sınıfından kopartılması yolu ile sınıf savaşımını söyleme indirgemek. Hal böyle olunca söylemin “gücünü artıracak” anlaşılmaz bir dil, duru, sınıfı harekete geçirecek yalın bir dile tercih edilecektir. Adeta sınışı toplumların tarihi sınıf savaşımları değil de, farklı söylemlerin “savaşımının” tarihidir. İşte tarih alanında, tarihsel materyalizmin kovduğu idealizmin yeniden dirilişi! Ama ne diriliş!
Tüm bunlar Marksizm’in ekonomik determinizmle özdeşleştirildiği gerekçesiyle karşı savaş açılarak yapılıyor. Ve böylece ideoloji ve politika sözümona özerkleştiriliyor, gerçekte ise tümüyle nesnellikten, sınıftan kopartılıyor. Sınıf savaşımının ekonomik, siyasal ve ideolojik biçimleri biçimindeki Marksist analiz atlanıyor.
Özetle, SSCB’nin statükocu, ekonomist politikaları karşı tarafta tepkiyle aşılmaya çalışılıyor. Tepki, aşma için yeterli olamaz, olmuyor.
Y. Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü adlı “uzman olmayan okur için yazdığı” ve “az bilgi vererek yazmaya çalışıp başaramadığı” kitabında determinizme “büyük taarruz”2 başlatıyor. Şöyle yazıyor: “…Marx, 19. yüzyılda devrimleri kaçınılmaz görüyor; kaçınılmazlık, bilimselliktir. Bilime büyük tutkusuyla bu kaçınılmaz olana, gelecek yeni düzenlemelere, iradi müdahaleleri sakınma eğilimi gösteriyor. Kendisine, kaçınılmaz gördüğü devrimleri bilimselleştirme misyonu tanıyor.” Anlaşılan şudur ki; Y. Küçük determinizme saldırmak gerektiğini düşünüyor. Belki böyle bir emir alıyor ve ardından anlamsız biçimde saldırıya geçiyor. Okurun “uzman olmaması” ona, ciddiyetten uzaklaşma hakkı da veriyor.
1) “Kaçınılmazlık, bilimselliktir.” Yanlış. Bilimsellik kaçınılmaz olanı, zorunluluğu ortaya koyma, onun yasalarını ve gelişim eğilimlerini göstermektir.
2) Marx iradi müdahaleden asla sakınmıyor, tersine iradi müdahaleyi hep savunuyor. Kendi pratiği bunun kanıtıdır. Bunun için sadece komün üzerine yazılanlara bakmak bile yeter.
3) “Bilime büyük tutkusuyla”, iradi müdahalelerden kaçınmak ne demektir? Bilimin kendisi müdahaledir. Yoksa aslolan dünyayı değiştirmektir derken, Marx, bilime tutkusunu mu kaybetmişti? İşte genel eğilime uyup kime saldırdığına bakmadan hücuma geçenin sonu budur. Böylece sınıf savaşımı nesnel çıkarları gereği karşıt olan sınışarın savaşımı olmaktan çıkıp, siyasal ve ideolojik savaşım olarak ele alınıyor. Gerçekten de sınıf savaşımının bu üç biçimi için de, siyasal ve ideolojik savaşımın önemini vurgulamak gerekir. Ama karşıt çıkarlara sahip olmayan, yani bir nesnel temeli olmayan ideolojik ve politik bir sınıf savaşımı olur mu? Böylece özellikle Laclau ve Mouffe’de sınıf yerine, ekonomik çıkarların değil, söylemin belirlediği halk öne çıkıyor ve işçi sınıfı halkın içinde eritiliyor. Bu yolla da öncülük meselesi bir yana itiliyor.
Tam bu noktada ise sosyalizm savaşımı yerine, demokrasi savaşımı öne çıkartılıyor. Sosyalizm savaşımını sınıftan koparttınız mı, devrimin sınıfın işi değil, sınıf adına birilerinin işi sonucuna vardınız mı, bir kere bunlara evet dediniz mi (bunları radikallik adına yapmanız farketmez), sonuçta bu sınıf adına devrimi yapanların bir gün kalkıp da devrim yerine demokrasi istiyoruz demelerine boyun eğmek zorunda kalırsınız.
Ellen M. Wood, Sınıftan Kaçış: Yeni bir ‘Hakiki’ Sosyalizm isimli çalışmasında Laclau ve Mouffe’nin görüşlerinin ciddi bir eleştirisini sunuyor. E. M. Wood, Mouffe’den bir aktarma yapıyor: “Mouffe, işçilerin sosyalizmde hiçbir ‘temel çıkarı’nın olmadığı ilkesini tartışırken şunu savunuyor: ‘sınıf mücadelesinin ancak belirlenmiş siyasal etkenlerin -‘toplumsal sınışarın’- eseri olabileceği yolundaki inancın arkasında, aslında bir dil yanılsaması yatmaktadır. Bugüne değin olmuş toplumsal devrimlerin tarihi, bu görüşü çarpıcı şekilde kanıtlamaktadır: Çünkü bu devrimlerin hiçbirisine proletarya önderlik etmemiştir.” (Aktaran, E. M. Wood, Age, Akış Yayıncılık, s. 80).
Demek ki; birincisi sınıf mücadelesi, toplumsal sınışarın eseri değilmiş. Bunu böyle söylemek bir dil yanılsamasıymış bu iki ve üçüncüsü devrimler tarihi bunu ispatlıyormuş.
Biraz uzun olsa da E. M. Wood’un bu görüşe yanıtını aktarmak gerekiyor. “Bir devrimin temel karakterini, o devrime kimin önderlik ettiğinin belirlediği yolundaki görüşten doğan sonuçları izleyelim. Eninde sonunda, bununla söylenmek istenen şey şudur: Bir devrimin önderleri, adına devrim yapılan sınışarın üyesi değilseler, önderlik ettikleri insanlar -devrime ivmesini ve doğrultusunu veren toplumsal güçler- kim olursa olsun “sınıf mücadelesi”, sınıf dışı etkenlerce yürütülüyor demektir. Bir sınıf mücadelesi olarak sınıfa karakterini kazandıran devrimci kitle, bu kitlenin çıkarları, güdüleri, amaçları ve yetenekleri değil de daha çok, önder kadronun eylemleri ve niyetleri ise, o zaman, toplumsal devrimler konusunda en tutucu yorumları yapanların tümü gibi bizim de, bu işlere katılan “ayak takımı”nın, demagog (ya da bakış açısına bağlı olarak idealist ve özverili) elebaşılar tarafından kullanılan mantıksız ve anarşik bir güçten başka bir şey olmadığı, kendine ait akılcı amaçlara sahip olmayan bir güruhtan başka bir şey olmadığı sonucuna varmamız gerekmez mi? Ya da tam tersine, şunu söylememiz gerekmez mi: Sınıfsal etkenler olmaksızın hiçbir sınıf mücadelesi ve hiçbir devrim olamaz; devrim önderleri büyük bir güç halinde örgütlenmiş belli sınışarın çıkarlarını ve hedeşerini dile getirmedikleri, bu sınışarın etkin gücünü işe koşmadıkları sürece bu önderlerin eylemleriyle ve niyetleriyle belirlenen hiçbir devrim sözkonusu olamaz; devrimler tarihinin kanıtladığı bir şey varsa, işte budur.” (E. M. Wood, Age, s. 80-81).
Toplumsal hareketin geriliğinden aldığı hızla meşhur olan, meşhur olmayı (konumunu) korumak için ilk ben yazdım sevdasını taşıyan bir kişi, yazdıkları yakın tarih tarafından yerle bir edilince, alelacele ve büyük bir hızla yazdıklarının tersini yazmaya (tersinden şiddetli biçimde ilk ben yazdım) koyulur. İşte sosyalizmi, TİP’in sosyalizmini aşamayan, Türkiye’de hemen hemen herkesin SSCB’nin çözülüşünü gördüğü dönemde Gorbaçov’a ve onun Perestroyka ve Glastnost’una alkış tutan, bunlara devrim diyen burjuva sosyalisti Küçük, bu etkiler altında SSCB’de sosyalizmin çözülüşünün ardından Ekim Devrimi üzerine: “Bilgi vermeden yazmak istediğini”, “uzman okuyucusu olmadığını”, “Avrupai yazar olamayacağını” söylerken tam bir profesör gibi pisliğini örtmeye çalışıyor. Türkiye’de profesörlerin politikacılara taş çıkartacak kadar bu konuda yetkin olduğu bilinir.
“…Bolşeviklerin iktidarı alışı, yönetenlerin bir tür yönetimden kaçışları kadar, Lenin’in yönetim hırsının da bir sonucu olarak gerçekleşiyor.”
Sayın Küçük, “toplumsal devrimler konusunda en tutucu yazıları yazan”lardan biri değil midir? Lenin devrimin nesnel koşullarını sayarken, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi yetmez, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi gerekir, der. Ama elçabukluğu ile Y. Küçük “bilgi vermeden yazmak isteği”nin sonucu olmadığı kesin olan bir biçimde, Lenin’in bu sözlerini anımsatan bir çarpıtma yapıyor. Anlaşılan Küçük, okuyucusunun Lenin’in yazdıklarını hatırlayamayacağını ve hatırlamak için gidip bir kitap karıştırmayacağını düşünüyor. Demek ki onun “uzman okuyucusu olmaması”nın onu sevindirmesi boşuna değilmiş. Kendisini yalnızca profesörlerin okuduğunu düşünüyor olmalı.
Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ayrı şeydir, “yönetenlerin bir tür yönetimden kaçışları” ayrı şey. Yine ona sorarsanız, yönetenler iktidardan kaçıyorlarmış (bir tür). Bu elçabukluğu ile çarpıtmayı, açık saldırı izliyor. Biz bugüne kadar devrimi, bir önderin yönetim hırsı, iktidar hırsı gibi kavramlarla açıklayanlara anti-komünist, felsefî olarak da idealist dedik. Sırada Y. Küçük olunca görüşümüz değişmeyecek. Eğer Bolşeviklerin iktidarı alışı, Sayın Küçük’ün yukarıda saydığı iki nedene bağlı ise, artık öznenin önemi kalmaz, artık devrim bir erken doğum idi dersiniz, artık devrim bir grubun akıl dışı saldırısıdır dersiniz vb.
8 Nisan 1984 tarihli Sunday Times’ta Edward Acton’un yazdıklarını E. M. Wood aktarıyor. İnsan bunları okuyunca, Küçük ile Laclau’yu en azından bu çerçevede, nedenleri farklı olsun olmasın, aynı yere koymakta güçlük çekmiyor. Acaba bu yazarlar, bu burjuva sosyalistleri neyi görmüyorlar? Biz alıntıyı aktaralım karar sizin: “…yıkımdan başka düşüncesi olmayan bir ayaktakımı olduğu, askerlerin siyasal kavrayıştan yoksun bulundukları, köylülerin ‘olan bitenleri hiç anlamadıkları’ şeklindeki efsane (bu efsanenin tersten okunuşu Lenin’in yönetim hırsıdır – D. A.) bugün kesinlikle yerlebir olmuştur.
“Amerikan, Fransız ve İngiliz bilginler… ‘aşağıdan’ devrimi irdelemeye, kitlelerin -işçilerin, köylülerin, askerlerin ve denizcilerin- özlemlerini ve eylemlerini çözümlemeye başlamışlardır. Bunu yapmakla, kitlelerin hedeşerinin açık seçik, mantıklı ve tamamen kendilerine özgü olduğunu anladılar.
“İşçilerin ekmek ve iş istemini, askerlerin barış özlemini ya da köylülerin toprağa olan açlığını uyandırmak için hiçbir Bolşevik propaganda gerekmiyordu. Kitlelerin amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yöntemler ise ne kör, ne de vahşiydi. Ilımlı politikacılara yöneltilen istekler sonuç vermeyince, köylülerin toprak işgallerine izin verecek, ekonomik çöküşü durduracak ve savaşa son verecek yeni bir hükümet için doğrudan eylemler ve baskılar arttı.
“Bolşevikleri iktidara getiren, tabandan fışkıran istekleri başarıyla ifade etmeleriydi.” (Aktaran E- M. Wood, Age, s. 81-82).
Acaba iktidar Lenin’in yönelim hırsının sonucuydu demek ne anlama gelmektedir? Bu tam da devrime, tarihe burjuva metafizik bakış ile bakmak değil midir? Öyle görünüyor ya, “yönetim hırsı”, kendisine, Lenin’i anlatan bir filmde Lenin rolü teklif edilen, kendisinin Lenin’e benzetilmesinden zevk alan bir kişinin kendisini Lenin’de görme isteğini (ve bu yolla kendi hırslarını, Lenin’in hırsları olarak dile getirmesini) ya da en kaba anti-komünist propagandanın sıradan malzemesini ifade edebilir. Ama asla bilgi vermeden yazmak, uzman okuyucuya sahip olmamak ile açıklanabilir bir bilimsel çalışmayı ifade etmiyor.
Tekrar özete dönersek; sanırız bu kısa özete Avrupa Komünizmi’nin tarihsel uzlaşma ilan eden tutumunu eklemek yeterli olacaktır. Yine de tarihsel uzlaşmayı, Lenin’in yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar barış içinde bir arada yaşama biçiminde ifade ettiği taktik (veya pratik taviz) ile bağlamak anlamlı görünmüyor. Sovyet Sosyalizmi tarihi boyunca verilen pratik tavizlerin, giderek nasıl teorik-ideolojik ve politik alanda tavizlere dönüştüğü, bu çerçevede teoride nasıl gedikler açtığı biliniyor. Ama sanırız her pratik adımın doğal olarak bu tarz sonuçlar doğuracağını iddia etmek ya sınıf savaşımını düz bir çizgi olarak algılamak ya da Sovyet yönetimini aklamak adına suçu Lenin’e veya nesnel koşullara yüklemek girişimi olur. Avrupa’da özellikle 1960 ve sonrasında işçi hareketi sessizleşti. Bu sessizleşme işçi sınıfının devrimci rolünün artık kalmadığı, onun düzene entegre olduğu (ne demekse, sınıf, sınıf olmaktan mı çıktı) anlamında yorumlandı. Bir yandan Çin Devrimi’nin köylülüğe vurgusu, bir yandan Enternasyonal’in Halk Cephesi ve Halk Demokrasisi tezleri, sonuçta Avrupa’da işçi sınıfının sessizleşmesi ile birleşti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalizmin Sovyetleri kuşatma siyaseti, en başta Avrupa işçi sınıfının satın alınması için bazı reformların (işsizlik sigortası vb.) gündeme gelmesiyle başladı. Avrupa işçi sınıfı bir yandan bu reformlar, bir yandan Enternasyonal’in burjuvazinin bazı kesimleri ile ittifak politikası, bir yandan da kontrgerilla (gladio vb.) örgütlenmeleriyle sınıfa saldırması gibi etkenler işçi sınıfının sessizleşmesinin salt ekonomik olmadığını göstermektedir. Elbette Avrupa’da burjuvazinin işçi sınıfının bir bölümünü satın alması yoluyla oluşturduğu işçi aristokrasisi, bu sınıf savaşımının geri düşmesinin temel dayanağıdır. Buna rağmen işçi sınıfının Avrupa’da sessizleşmesinin esas nedeni bunu, reform ve şiddet politikası ile birlikte uygulayarak, burjuvazinin gerçekleştirdiği politik saldırıdır.
İşçi sınıfının “öncü partileri”, komünist partiler, İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı savaşım ile devrim savaşımını birbirinden çoktan koparmıştı. Savaşacak güçlerin cephesini genişletmek adı altında burjuvazinin bazı kesimlerine ittifak çağrısı yapılması, gerçekte teorik ve pratik planda sosyalizm savaşımının uzak bir geleceğe ertelenerek, hedefin daraltılması sonucunu doğurmuştur. Tüm bunları görmeden işçi sınıfının siyasal planda savaşımdan geri durması açıklanamaz. Bu nedenle Avrupa işçi sınıfının politik mücadeleden uzak durmaya yönelmesi, esas olarak onun tarihsel rolünü gerçekleştiremeyecek bir sınıf olduğunun değil, tersine reformizmin etkisi altında iken her zaman düzenin sınırları içinde kalmaya, elikolu bağlı olmaya mahkûm olduğunu gösterir. Öyleyse, bugün bize, bu reformist etki, bu sınıfın devrimci enerjisini emen burjuva etki; sınıfın devrimciliğini, tarihsel rolünü kaybettiği biçiminde sunulmaktadır.
Ekim Devrimi’nin yayılamaması ve dünya devriminin yenilgisi ile başlayan köylülüğe taviz verme, onun öncesinde devrimin sömürge ülkelere etkisinin dünya devrimini körüklemesi çerçevesinde öne çıkan “Köylü Sovyetleri”, Çin Devrimi’nin köylülüğe yaptığı vurgu ve bunun giderek işçi sınıfının öncülüğünün teorik öncülüğe indirilmesine dönüşmesi, III. Enternasyonal’in Halk Cephesi çizgisinin sınıfın rolünü arka plana atması ve oradan Avrupa Komünizmi’nde ifadesini bulan devrimin inkârı, işte sınıfın tarihsel rolünü tartışmaya açanların dayanakları bunlardır.
Şimdi konumuza dönelim.
Proletaryanın tarihsel rolü nereden gelmektedir? Proletaryanın kapsamındaki değişiklikler (beyaz yakalıların üretim sürecindeki rolü ve sayılarının artması vb.) işçilerin ne kadar tüketim maddesi tüketebildiği vb. işçi sınıfının tarihsel rolünü ortadan kaldırmış mıdır? Köylülük ve lümpen proletarya, proletaryanın tarihsel rolünü oynayamazlar mı?
Nereden bakılırsa bakılsın sorunun özü, proletaryanın tarihsel rolünün kaynağının ne olduğudur. Diğerleri bunu tamamlayan, bu çerçevede ele alınması gereken konulardır.
Kapitalizmin temel çelişkisi üretimin artan toplumsal niteliği (ya da üretimin toplumsallaşması) ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalist üretimin amacı artı-değer üretimidir. Metaın içerdiği artı-emek zamanını arttırmaktır. Bu zorunlu olarak büyük çaplı üretimi şart koşar. Büyük çaplı üretim metaları tek tek kişilerin üretimi olmaktan çıkartır. Binlerce, onbinlerce kişinin ve hatta bir metaın üretildiği sektörün değişik sektörlerden girdi aldığı düşünülürse, milyonlarca kişinin emeği olmadan üretim olanaksız olur.
Emekçilerin kendi üretim araçlarına da sahip oldukları kapitalizm öncesi meta üretiminde, üretim araçları tek tek bireylerin kullanabileceği emek aletleriydiler. Bunları bir araya toplamak, basit elbirliği, manifaktür ve modern sanayi aşamalarından geçerek (Bakınız, K. Marx, Kapital Birinci Cilt, Sol Yayınlan, s. 326-518) kapitalizmin başardığı bir iştir. Böylece de üretim araçları (bireylerin kullanabileceği) bireysel üretim araçları olmaktan çıkıp toplumsal üretim araçları (pek çok kişinin ortaklaşabileceği) haline gelmişlerdir. Aynı biçimde üretimin kendisi ve ürünler de bu toplumsallaşmayı yaşamaktadır. Tamamlanmış ürün, örneğin otomobil pek çok işçinin ortaklaşa üretimidir.
Yine kapitalizm öncesi üretimde bireysel üretimin sonucu oluşan ürünün üzerindeki mülkiyet hem üretim araçlarının sahibi, hem de ürünü kendi emeğinin ürünü olan kişinin mülkiyetidir. Kapitalist üretimde ise ürünün mülkiyeti üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sonucu kapitalistlere aittir. Ürünü gerçekten emek harcayarak üretenin ürün üzerinde hiçbir hakkı kalmamıştır. Emekçi, üretim araçları ve emeğinin ürünlerinden koparılmıştır.
Üretim araçlarının, üretimin ve ortaya çıkan (üretilen) ürünün toplumsallaşmasına rağmen, mal edinmenin özel karakterde (kapitalist karakterde) olması, kapitalizmin (“…bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir.” (F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt 3, s. 165)) temel çelişkisidir.
Büyük çaplı üretimin mülksüzleştirdiği, eski üretim aracı sahibi emekçi, bu gelişim içinde giderek emeğini bir kapitaliste satmak zorunda olan işçiye dönüşür. Bu süreç kırda köylülüğün ayrışması ile sürer. Böylece yukarıdaki temel çelişki, proletarya ve burjuvazi arasındaki karşıtlık olarak ortaya çıkar.
Artı-değer üretimi emekçinin sömürülmesi, onun artı-emek zamanına el koyulmasını gerektirir. Artı-değer üretimi, aynı zamanda sermaye birikiminin de kendisidir. Sermaye birikimi, karşıt kutupta proletaryanın kendini yeniden üretebilecek, açlıktan ölmeyecek durumda olması ile, “…sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilinçsizliğin, zalimliğin, akli yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur.” (K. Marx, Kapital, Cilt 1, s. 663).
Yukarıda anlatılanlar gerçekte aynı çelişkinin, kapitalizmin temel çelişkisinin kendisini açığa vuruş biçimleridir. Bu biçimlerden en sonuncusunu ele alıp proletaryanın yoksulluk içinde yüzmesi gerektiğini çıkartmak, tamamen statik düşünmektir. Özellikle gelişmiş (emperyalist) kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ne tükettiğine bakarak onun burjuvalaştığını söylemek ise, tümüyle sınıf kavramının Marksist anlamını bir yana itmektir.
İşçi sınıfının devrimci rolü sınıfın yoksulluğu ile ilgili değildir. Tersine toplumsallaşmış üretim araçlarının bizzat kullanıcısı olması ile ilgilidir. Aynı çerçevede üretim araçlarından yoksun olması ile ve kendi egemenliğinin bir başka sınıfı sömürmeye dayanmaması nedeniyle bu tarihsel rolü oynayabilir. Yani sınıfa bu tarihsel rolü bizler biçmiyoruz. Biz bu tarihsel rolü, yerine getirebilecek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söylüyoruz.
Sınıfın öncü rolü, tarihsel rolü yoksulluğuna bağlı değildir. Tersine yoksulluk kategorisi temel alınırsa, toplumda işçi sınıfından çok daha kötü şartlarda yaşayan kesimler vardır. Lümpen proletarya, yoksul köylülük böyledir. Ancak bunlar yeni toplumun kuruluşunun üzerine dayanacağı kesimler değildir. Bunlar ancak proletaryanın hegemonyası altında devrim ve sosyalizm savaşında yer alırlar.
Kapitalizmin, yukarıda belli başlı görünüm biçimleri özetlenen temel çelişkisi, proletaryanın bir sınıf olarak çoğalması, birleşmesi (nesnel anlamda) eğilimleri ile işler. Öyle ki proletarya bu birleşik gücünün, üretenin kendisi olduğunun farkına varmayagörsün, bu noktadan sonra, onun savaşımı direkt politik iktidara yöneldikten sonra zaferi kazanacak, tüm sınışarın ortadan kalktığı komünizme yürüyüşünü başlatacaktır.
Yoksulluk, tüketimle ölçülür. Ama işçi sınıfının devrimci rolü daha az ya da daha çok tüketmesine bağlı değildir. Ekonomik kriz dönemlerinde, sınıfın ve kitlelerin artan yoksulluğu savaşın şiddetlenmesini doğurabilir. Ama yoksulluk ilkel toplum dışında sınışarın varlığının sonucudur.
İşçi sınıfı üretim sürecinin içindedir. Bu üretim sürecine bizzat emeğiyle katılması ama üretim araçlarının sahibi olmaması onun sınıf olarak temel özelliğidir. Tükettiği maddelerin miktarından bağımsız olarak, sınıfın tarihsel rolü buradan gelir. Onun tarihsel görevi, sadece kendisini yaratan kapitalizmi tarihe katmak değil, aynı zamanda kapitalizmin yıkılışı ile birlikte insanın insan tarafından sömürülmesinin her biçimine son vermek, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmaktır. Proletarya dışında hiçbir sınıf bu görevi yerine getiremez. Eğer bu herkesçe bilinmesi gereken noktalar net ise, işçi sınıfının rolünün inkârı, döneklerin sınıf savaşımını reddetmelerinin yeni yönteminden başka ne olabilir?
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte proletarya nicelik olarak da çoğalmaktadır. Küçük burjuvazi hızla proleterleşmekte (elbette burada sabit bir hız değildir söz konusu olan, özellikle bunalım dönemlerinde bu hızın arttığı gözlemlenebilir), köylülük ayrışarak bir yandan yoksul köylülük proletaryanın müttefiki haline gelmekte, diğer yandan tarım proletaryası oluşmaktadır.
Oysa yeni bir takım “teoriler”de, toplumun daha geniş kesimlerinin proleterleşmediği söylenmektedir. Hatta tekniğin üretimde kullanılması ile (sibernetik), işçi sınıfının rolünün azaldığı söylenmektedir.
Şimdi bu noktalar üzerinde duralım. Toplumun daha geniş kesimlerinin proleterleşmediğini söyleyenler, “beyaz yakalıların” arttığını, beyaz yakalı ve hizmetler sektöründe çalışanların ise işçi sınıfının kapsamı içinde olmadığını söylemektedir. Yine bunlara göre, bizzat üretken emek harcayan işçinin üretimdeki rolü de sibernetik sayesinde yok olmaktadır. Bir üçüncü nokta ise “yeni orta sınışar”ın doğmasıdır. Bu “yeni orta sınışar” ile kastedilen kendi bürosunu açmış hekimler, avukatlar vb.dir. Sırasıyla, şimdi bu noktaların üzerinde duralım.
Aslında bu akıl yürütme, gerçekte sınıf kavramını es geçen, onu muğlaklaştıran ve sonra da bu muğlak tanıma savaş açarak Marksizm’in önermelerinin yanlış çıktığını savunan akıl yürütmedir.
Bunlara göre beyaz yakalılar, üretim sürecinde rolleri artan kesimdir, ama asla işçi sınıfının içinde değillerdir. Beyaz yakalılar okumuş olmalarının getirdiği avantajla üretim sürecinde denetleme vb. gibi görevler alırlar. Gerçekte, her işçi kadar işçi olmalarına rağmen, ücret farklılıkları ile işçi aristokrasisi içinde yer alırlar ya da yer almaya çalışırlar. Bir mühendis, düz işçiye göre, bu işçi aristokrasisi (burjuvazi tarafından satın alınmış işçi sınıfı kesimi) içinde daha rahat yer alabilmektedir.
Ama, ülkemizi örnek alacak olursak; bugün pek çok mühendis, pek çok hekim vb. büyüyen işsizlik tehdidi karşısında ortalama bir işçi ücretine razı olmaktadır (“Yeni orta sınışar” olarak adlandırılan kesimlerin içinde mühendis, doktor, avukat vb. yer almaktadır. Ancak bunların sadece bir bölümü. Büyük bir bölümü ise üretim içinde ücretli bir durumdadır).
Yani kapitalizm, savunulanın tersine, kendi türlerinin sayısı arttıkça, onları sınıfın içine daha fazla (psikolojik anlamda) itmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, büro otomasyonu ve tekniğin sanayie uygulanması bu eğitilmiş işgücünü proletaryanın saşarına katmaktadır.
Ancak kapitalizm işçi sınıfını büyütüp birleştirirken, aynı zamanda onun içinde rekabeti körükleyerek, onu bölmeye, parçalamaya yönelir. Bu konuda bulunan yöntemler ise kapitalist mantığı tüm çıplaklığı ile gösterir niteliktedir. Büyük, dev marketlerde satıcı, elbette Bakkal Hasan’ın çırağına göre “çok daha fazla” işçidir. ‹şe geç kalamaz, günün ortasında izin alamaz, her gelen ziyaretçiyle konuşup “zaman öldüremez.” Onun işgücü çok daha fazla denetim altındadır, disipline edilmiştir. O, artık, kapitalizmin ne olduğunu daha iyi bilir. Ama yine de üretken bir emek harcamamakta, kendisini önemsiz görmekte, işi gereği güleryüz gösterileri ve şatafatlı giyimleri, abartılı davranışları ile kişiliği parçalanmaktadır. Bu ortamda, bu dev mağazalar, birinci, ikinci, üçüncü kat arasında küçük bir ücret farklılığı, unvan farklılığı gibi yollarla işçileri bölmektedir. ‹kinci kattaki ustalaşmış, dolayısıyla birinci kattakini ezme “hakkını” kazanmıştır.
Bu bölünme ve rekabet sanayide de vardır. Ama bu, sınıfın rolünün azaldığını, onun tarihsel rolünü oynama özelliğini yitirdiğini göstermez. Tersine, zaten hiç kimse, sınıfın tarihsel rolünü örgütlenmeden, öncü, devrimci savaşçılardan oluşmuş bir partinin önderliği olmadan oynayacağını söylememiştir. Birileri böylesi bir işe girişmeyeceklerini ifade edebilirler, yorulmuş, pes etmiş, hatta inançlarını yitirmiş olabilirler. Ama buradan hareketle işçi sınıfının tarihsel görevini tartışmaya açmak, kendini çok önemseyen, kendini dünyanın merkezine koyan, dünya dönemez diye bağıran engizisyon rahipleriyle aynı tarz davranmaktır.
Yeni orta sınışar” olarak isimlendirilen, işçinin ücretinden fazla ücret alan mühendisler (üretim sürecinin içinde yer almayan), doktorlar vb. kesimler, gerçekte yarı-aydın, kapitalizmin dünyayı büyük bir kumarhaneye çevirdiği günümüzde, çeşitli köşebaşlarını tutarak paralar kazanan asalak bir kesim haline gelmiştir. Örneğin; bir doktor, özel muayenehanesinde vurgunlar vurabilmekte, bir avukat mafyanın hizmetinde hukukçuluk dışında her şeyi yaparak para kazanmaktadır. Bu doktorun gelirinin kaynağı kapitalizm şartlarında özel bir sorun olan ve asla çözülemeyecek olan sağlık sorunudur.
Bunlar sistemin ayakta kalmasına önemli ölçüde katkı sağlarlar. Her işçi ailesi çocuğunu okutmayı başarıp, onu doktor yapıp, bir büro açarak kurtulma hayali kurabilir. Ama kapitalizm sürüler halinde doktorları mezun etmeye başlar başlamaz, doktor olmanın önemi (ve şansı) azalır. Büro açmak için gerekli sermaye her gün büyür, giderek daha lüks, daha zengin kesimlere seslenen bürolar veya büroyu aşan “sağlık merkezleri”, özel hastaneler kurulmaya başlanır. Böylece artan ölçüde doktor, artan ölçüde mimar işgücünü satmaya zorlanır. Hele hele üniversiteli olmak giderek ayrıcalık olmaktan çıkınca (işsizlik ve bunalım bunu zaten sağlıyor), ayrıcalıklarını korumak için artık özel okullara (yani daha çok “sermaye” yatırılarak okunan okullara) yönelmek eğilimi güçlenir. Bugün ülkemizde olan budur.
Sanayi alanında küçük burjuvazinin çöküşü daha önce başladı, ardından ticarette bu çöküş daha sonraları ve gecikmeli olarak, marketlerin ortaya çıkışıyla başladı. fiimdi ise sıra hizmet sektöründedir.
Bir büro açarak ayrıcalıklı hale gelen, çok korktuğu işgücünü satma noktasına gelmekten kurtulan bu “yeni orta sınışar” gerçekte en tutucu kesimdir ve bu nedenle de kapitalizmin ayakta kalmasında, ekonomik durumları ile kıyaslanamayacak ölçüde katkıları vardır. Bunlar kendi ayrıcalıklarını korumak için, herkesin üniversiteye gitmesine ya da kadınların kendi mesleklerinde yer etmesine karşı dururlar. Sırça köşklerini korumak için dünyanın yakılması onlara korkunç gelmez. Hep mevcut durumun korunmasından yanadırlar, değişimlerden telaşa kapılırlar. Çocuklarının okula servis arabası ile gitmesi, kolejde okuması, sınıf kavgasına katılmamasının neredeyse garantisidir. Çoğu durumda bir köylüden daha fazla tutucudurlar. Verdikleri tavizler ya da tutucu olmadıkları noktalar ise daha büyük tehlikeleri önlemek içindir. ‹ster doktor olsunlar, ister mimar, bir emekli generale, bir emekli albaya gıpta ile bakarlar ve evlerinde askerî disiplin isterler.
Demek ki, yukarıdaki tablodan mühendis veya doktor olmak ile işçi olmamanın aynı şey olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Öyleyse bu mühendis, doktor vb.lerin bir bölümü işçi iken bir bölümü “yeni orta sınıf üyeleridir. Bir metal fabrikasında bugün işe giren bir makine mühendisi, ortalama bir işçinin maaşının altında ücretle işe başlamaktadır. Onu işçiye göre “şanslı” kılan işçi aristokrasisi arasına girme şansının artmasıdır. Ama artan mühendis ve teknisyen sayısı bu şansı da azaltmaktadır.
Hangi yönden bakılırsa bakılsın, işçi sınıfının büyüdüğü bir gerçektir. Bu açıdan Marx’ın öngörülerini tersine çevirecek veriler değildir söz konusu olan. Tersine bu öngörüler, neredeyse eksiksiz gerçekleşmektedir. Tüm bunlar, kapitalizmin temel çelişkisinde ifade edilen üretimin toplumsallaşması ve mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çatışmanın ayrılmaz sonuçlarıdır.
fiimdi üçüncü noktaya bakalım.
Bilimin üretime uygulanışı, sibernetiğin gelişimi acaba işçi sınıfının “üreten biziz yöneten de biz olacağız” biçiminde dile getirilen rolünü azaltır mı? Kapitalizmin işleyişi, giderek daha büyük çaplı üretimi gerektirir. Bu, üretimin yoğunlaşması, emeğin verimliliğinin artması ile birlikte yürür. Amacı, artı-değeri yaratan artı-emek zamanını arttırmak olan kapitalist, zorunlu olarak bir birim emeğin harekete geçireceği değişmeyen sermaye miktarının artmasını sağlamak durumundadır. Bu ise, daha fazla sermaye-yoğun teknolojlerin devreye girmesi demektir. Bu eğilim sadece bugünün eğilimi değildir. Tersine, Marx’ın analizinin içinde yer alan ve kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasının temeli olan zaten budur. Ve bu, kapitalizmin krizlerinden birini bize anlatır. Ancak bugün bu aynı gerçek, üretimde robotların kullanılması nedeni ile sömürünün de son bulacağı biçiminde Marksizm’e saldırı olarak kullanılıyor. Bu görüşün savunucuları, sömürünün üretimde işçi çalıştırılması ile bağlantısını kabul ediyorlar. Böylece sanki Marksist oluyorlar. Bize emeğin hiç kullanılmadığı bir dünya mı vaad ediyorlar? Eğer öyle ise, eğer emek harcamadan, daha önce kazanılmış emeklerin meydana getirdiği makinalar tüm üretimi yapacaksa, niye tüm kapitalistlere bir çağrı yayınlayıp, “Sayın kapitalistler, artık kimseyi sömürmeyeceğinize, yani kâr edemeyeceğinize göre, üretim araçlarının sahibi olmanızın işe yaramadığını görün ve onları topluma verin” demiyorlar? Bu sözde Marksistler kâr edildiğini ama işçilerin sömürülmediğini söylerlerken kârın işçi sömürmeden, artı-emek zamanı olmadan, artı-değer üretmeden nasıl elde edileceğini de bir açıklasalar çok iyi olacak. Gerçekte onlar, “yöneten de biz olacağız” biçimindeki hedefin nesnel dayanağı olan “üreten biziz” cümlesine saldırıyorlar. Amaçları proletaryanın yönetme amacından vazgeçmesini sağlamaktır.
Proletaryanın üretim araçlarından yoksun olduğunu, bu nedenle onun çıkarlarının, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ile örtüştüğünü söyledik. Ama onu bu görevle donatanın tüketim maddelerine ne kadar az sahip olduğu değil (yoksulluk değil), üretim araçlarına sahip olmaması ama buna rağmen fiili olarak üretimi gerçekleştiren olması olduğunu belirttik.
Buradan kendiliğinden çıkar ki, sınışarın varlığı yoksulluğun sonucu değildir. Tersine, yoksulluk karşıt çıkarlara sahip sınışarın varlığının sonucudur. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin nedeni yoksulluk değildir, tersine karşıt çıkarlara sahip sınışarın varlığıdır.
‹şçi bireysel üretim araçları ile çalışmaz. Tersine büyük fabrikada, pek çok işçi ile birlikte kullandığı, toplumsal üretim araçları ile çalışır ve bu toplumsal üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması dışında onun ve toplumun özgürlüğü sağlanamaz.
Yukarıda bize kapitalistin işçi olmadan, ama üretim araçları sahibi olarak üretim yapabileceği anlatılıyor. Oysa işçi sınıfı olmadan kapitalist nasıl varolabilir? Proletaryanın üyelerinin, tek tek işçilerin, kapitalizmin gelişimi ile birlikte, kapitaliste mutlak bağımlılığı artar. ‹şçi, emek gücünü kapitaliste satmadan onu üretken tarzda kullanamaz. Ama bir bütün olarak da kapitalistlerin, işçi sınıfına bağımlılığı söz konusudur. Yani kapitalist tek tek işçiler karşısında özgürdür, istediğini işe alır, istediğinin işine son verir. Ama işçi çalıştırmadan üretim yapamaz. Üstelik üretim araçlarının bireysel üretim aletleri olmaması nedeni ile tek başına kendisi çalışarak da üretim yapamaz.
Öyleyse robotların üretim sürecinde kullanılması bize neyi anlatır? Kapitalizmin temel çelişkisinin keskinleştiğini anlatır. Kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlığın, gelinen teknik düzeyde, aşılmasının ve dünya ölçeğinde komünizme geçişin süresinin azaldığını anlatır. ‹şçilerin boş zamanlarının (Artı-emek zamanını arttırarak kapitalist gerçekte boş zamanın arttırılabileceğini gösterir. Artı-değerin kaynağı olan artı-emek zamanı ne kadar çok artarsa, kapitalistin artık-değeri, dolayısıyla kârı o kadar çok olur. Bu nedenle tekniğin gelişimi artı-emek zamanının arttırılması da demektir. Bunu gizleyen tek şey, kapitalist üretim ilişkileridir) arttırılmasının teknik olanaklarının ve böylece çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkabileceği aşama olan, bayraklarımıza, “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” yazabileceğimiz dünyanın yakınlaştığını anlatır. Öyleyse, “üreten biziz, yöneten de biz olacağız”ın daha gür haykırılması gereken bir dünyada yaşadığımızı anlatır.
Kapitalizmin gelişimi özel mülkiyetin sınırlarını da genişletmektedir. Bu eğilim tekelci rekabetin doğal sonuçlarından biri olan bilginin denetlenmesi (başka türlü satışa sunulamaz) ile birleşince “telif haklar” biçiminde bilginin mülk edinilmesine yol açmaktadır. Bilginin bu tarz mülk edinilmesi ve kitle iletişim araçları üzerindeki tekelci kontrol, aydınların sisteme entegrasyonunu arttırmıştır. Bilginin geliştirilmesi için gerekli teknik olanakların tekellerin elinde olması, bu aletleri kullanarak gerçekleştirilen bilimsel buluşların mülk edinilmesinin de yolunu açmıştır. Böylece bilim adamı, tekeller, tekelci sistem için çalışmak zorunda bırakılmıştır. Bilginin mülk edinilmesi ile birlikte, bir tek sanat veya bilimsel eserin sahibini de küçük mülk sahibi haline getirir. Böyleleri giderek, daha çok para edecek, daha çok piyasa için üretim yapmaya başlarlar. Bu yolla bilim ve sanat adamları, bilimden ve sanattan uzaklaşarak, pazar için üretimin tüm özelliklerine uygun (ambalaj, reklâm vb.) üretim yaparlar.
Bu süreç, aydınların topluca devlet için üretim yaptığı, ideolojinin üretildiği merkezlerde (Toplumsal ‹lişkiler Başkanlığı, üniversiteler, gazeteler vb.) toplanmalarının yolunu açar. Böylece aydın, bazı ayrıcalıkları olan, ama burjuvazi için çarpışan “düşünce şövalyesi” haline, tıpkı bir kiralık katil haline gelir.
Bu, tersi taraftan, işçi sınıfının çıkarlarının aydınlarca savunulmasını hem güçleştirir, zorlaştırır, hem de bu yolu seçen aydını militanlaştırarak sınışa bütünleşme noktasına getirir. Bu noktada Gramsci’nin organik aydın tanımının önemi ortaya çıkmaktadır. Bu organiklik ise doğru biçimde ancak devrimci parti saşarında kurulabilir. Devrimci parti saşarında, örgüt disiplini altında gerçekleşmeyen bir organiklikten söz etmek, gerçekte işçi sınıfı adına iş yapıyorum avuntusunun ötesine geçemez. Demek ki kapitalist gelişim tekelci aşamada, giderek, aydını (her iki sınıf için de bu geçerlidir), militan bir savaşçı haline getirir. ‹şçi sınıfı için veya burjuvazi için militanca savaşırlar. Ancak elbette hâlâ, bağımsız, “tarafsız” olmayı yeğleyenler vardır. Bilim adamı bilimden yana taraf olmak durumundadır. Bu ise, bilimin kimin çıkarına kullanıldığı sorusunu beraberinde getirir. Bu nedenle giderek aydın iki sınıftan birinden yana (söz ve eylemiyle) yer almaya zorlanır. Burada militanlık ile ahlâk arasındaki ilişki öne çıkmaktadır. Özellikle işçi sınıfının saşarında yer almak için bu zorunluluktur. Bilginin sınıf savaşımında kullanılmak üzere ortaya çıkarılması ve devrimci tarzda savunusu, kitlelere mal olabilmesi başka türlü sağlanamaz. Bu, en azından telif haklarına dayalı aydın ayrıcalığından vazgeçmeyi gerektirir. Tüm bunlar en iyi devrimci parti saşarında, örgütsel disiplinle, savaşkanlıkla sağlanır. Örgüt dışında aydın, çeşitli etkilere açık olsa da kavgayı yürütemez demiyoruz. Ama bunu sürekli ve verimli kılabilmenin yolu örgütlü mücadeledir.
Bu söylenenlerden aydınların rolünün azaldığı sonucu mu çıkar? Elbette hayır. Sadece aydının örgütlü bir tarzda sınıf savaşımı içinde yer alması koşulu ile rollerinin arttığı sonucu çıkar. Sınıfa bilincin dışarıdan taşınması, yaygın olan anlayıştaki gibi, kendi köşende kitaplar yazmak ile, birey olarak sisteme “ideolojik savaş” açmak ile gerçekleşmez. Tersine bu tür örgütlülükten uzak bireysel mücadelenin yüceltilmesi, sınıfın devrimci savaşımına yarardan çok zarar getirir. Bunun örnekleri vardır. ‹şçi sınıfına bilinç taşıyanların, uzak bir yerlerde işçi olmayanlara söylevler çekenler olamayacağı nettir. Ve sistem böylesi çıkışlara kendi kanalları içinde yol da açabilmektedir.
Öte yandan sınıfın devrimci savaşımının yükselmesine bağlı olarak, devrimci parti içinde olmayan aydınların da sınıfa yönelişi artacaktır.
fiimdi işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayamayacağı görüşünü ileri sürenlerin, bu rolü kimin oynayacağına verdikleri yanıtları inceleyelim. Bunlara göre sosyalizm savaşımının öncüsü işçi sınıfı değildir. Onlara göre bu tarihsel rolü, işçi sınıfı değil de lümpen proletarya yerine getirebilir.
Lümpen proletarya, gerçekten de işçi sınıfına oranla çok daha kötü şartlarda hayatını sürdürür. Üretim sürecinin içinde değildir. Daha az “tüketmesi”, yani yoksul olması, aynı zamanda onda dalkavukluk, bir avuç yiyeceğe her işi yapma eğilimini geliştirir. Bugün kendisine bir miktar para kazandırıyorsa, karşı-devrim saşarında da olur. Elbette bu kesimler üretim sürecinden uzak olmaları nedeniyle geleceğin toplumunu kurma savaşımının öncüleri olamazlar. Kendi çıkarları toplumun özgürleştirilmesi ile örtüşmez. Onlar kendi rahatları için uğraşırlar. Bir sınıf değildirler ve onları birleştiren böylesi bir nesnel zemin yoktur. Yoksulluk içinde yaşarlar ama yine de yardımlaşma, paylaşma yolunu değil, kişisel kurtuluş yolunu seçerler.
Lümpen proletarya, ancak işçi sınıfının sistemi yıkma mücadelesinde aldığı yola bağlı olarak, güçler dengesine bağlı olarak sosyalizm savaşımına katılır. Aynı biçimde egemen sınıfın çeşitli örgütlülükleri için (mafya, polis ve muhbir örgütlenmesi vb.) de kadro kaynağı görevini görür. Bir bütün olarak yeni toplumun kuruluşunu yönetecek birikime sahip değildir. Devrimci mücadelede öncülük rolünü köylülüğe veren anlayış ise, gerçekte bize Çin Devrimi örneğini verseler de, artık tutunamayacak bir anlayıştır. Köylülük, feodal toplumun sınıfıdır. Feodalizmin yıkılışı ve bu yıkılışın ulusal kurtuluş mücadeleleri ile örtüşmesi durumunda, köylülük önemli bir role sahiptir. Ancak bu aşamada henüz köylülük ayrışmamış, sınıfsal açıdan parçalanmamıştır. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak köylülüğün ayrışması hâlâ sürer. Giderek artık bütünsel olarak köylülükten söz edilemez olur. Köylülüğün ayrışması, onun bütünsel çıkarlarından söz etmeyi engeller. Yoksul köylülük ile tarım proletaryası birbirine yakın haldedir. Buna rağmen toprak sahipleri ve tarım kapitalistlerinden oluşan zengin köylülüğün çıkarları yoksul köylülüğün çıkarları ile taban tabana zıt (karşıt) hale gelir.
Böylece köylülük bir bütün olmaktan çıkar ve kapitalizm, sanayide yarattığı iki sınıfı, biraz gecikmeli ve yavaş olarak tarımda da yaratır.
Her gün parçalanan köylülük, bu parçalanma süreci içinde mülksüzleşerek kente göçe başlar. Böylesi bir sürecin yoğun yaşandığı dönemlerde, köyden kente göç eden nüfusun içinde örgütlenme kolaylaşabilir, ama her gün parçalanan köylülüğün sosyalizm savaşımının öncüsü olmasının da olanaksızlığı görülür.
‹şçi sınıfı, sınıf olarak varlığını başka bir sınıfın sömürülmesine dayandırmaz. Çıkarları, sınışarın ve sömürünün ortadan kalkması, sınışarın (ve bir sınıf olarak kendisinin de) ortadan kalkması ile uyuşur. Üretim süreci içindeki yeri ise bunu gerçekleştirme olanağını ona sunar. Yani işçi sınıfının tarihsel rolü, onun üretim süreci içindeki yerinden gelir. Elbette bu tarihsel rolü otomatik olarak, kendiliğinden gerçeklik kazanmaz. Öyle denmiş olsaydı, insanın tarihin öznesi olduğu vurgusu yapılamazdı, sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu tespiti yapılamazdı.
‹şçi sınıfı, tarihsel rolünü, burjuvaziye karşı yürüttüğü kavga sürecinde, ona yol gösteren devrimci öncü bir partinin önderliğinde kavrar ve yerine getirir. Devrimci parti de, ancak sınıfın en ileri kesimlerini bağrında toplamayı başarabildiği zaman, sınıfın desteğini (alkış düzeyinde destekten söz etmiyoruz) kazanabilir ve böylece sosyalizmi kurma savaşına, doğru biçimde yönelebilir.
Devrimci parti, sınıfın tümünü örgütlemek durumunda değildir. Sınıfın geniş kesimleri, kapitalizme karşı savaşım ve sosyalizmin kurulması savaşımını, ancak, bir devrim sürecinde kavrarlar. Ancak, sınıfın en ileri unsurları bu savaşımın daha önce bilincine vararak, kendilerini, devrimci parti saşarında sınıfın öncüsü olarak örgütlerler. Devrimci parti, işçi sınıfının ideolojik ve politik hattının bağımsızlığını garanti altına alır. Burjuvazinin sınıf içindeki ideolojik ve politik egemenliğine karşı savaş açar. Ancak bağımsız bir ideolojik ve siyasal hatta sahip olduğu sürece, işçi sınıfı burjuvaziyi devirebilir ve sosyalizm bayrağını yükseltebilir.
‹şçi sınıfının, tarihsel rolünün bilincine varması, ideolojik ve siyasal savaşımın temel noktalarından biridir. Bu olmadan iktidar hedefi sınıfın önüne pratik bir sorun olarak gelemez. ‹şçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı ya da sınıf savaşımı temel olarak üç biçimde yürür; ekonomik, siyasal ve ideolojik. Sınıf savaşımının ilk biçimi ekonomik savaşımdır. Bu savaşımı yürütmek için belirli bir örgütlülüğe gerek vardır ama bu örgütlenmenin mutlaka devrimci parti biçiminde olması şart değildir. ‹şçi sınıfının ekonomik savaşımı boyunca, işçi sınıfı elde ettiği kazanımlara rağmen, her zaman kaybedenin kendisi olduğu bilincine varır. Yine de bu bilinç otomatik olarak gelişmez. Nüve olarak ortaya çıkar ve siyasal ve ideolojik savaşımı yürüten devrimci parti nüve halindeki bu bilinci, sistemin yıkılması tarihsel sorumluluğu bilincine yükseltmek görevi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle bizler, ekonomik savaşımın sınıf savaşımı olmadığını söyleyemeyiz. Tersine, onun, sınıf savaşımının bir biçimi olduğu, biçimlerinden sadece biri olduğu gerçeğinden hareketle, sınıf savaşımının bu biçimi ile yetinmenin sınıfı yenilgiye mahkûm etmek, sınıfı kapitalizmde yaşamaya mahkûm etmek demek olduğunu anlatacağız. Bu nedenle siyasal ve ideolojik mücadelenin öneminin altını çizeceğiz.
Örneğin; bugün tüm sendikalar sınıfı denetim altında tutma, ekonomik anlamda onu satma işinin araçlarıdırlar. Bu, işçi sınıfının savaşımı (sadece ekonomik değil, siyasal ve ideolojik savaşım) açısından ciddi bir olumsuzluktur. Ancak aynı olumsuzluk, sınıf içinde illegal örgütlenmenin zeminini de daha az sayıda işçi için de olsa arttırabilmekte, yeni örgütlenme (sınıfın kendi örgütlülüğü anlamında) modellerine zemin hazırlamaktadır.
Devrimci parti, savaşımın bütünlüğünü unutmadan, ama aynı zamanda savaşım biçimlerinin farklılığını da gözden kaçırmadan mücadele yürütmek durumundadır.
‹şçi sınıfının tarihsel rolünün altını çizmek, bu rolü oynayabilmesi için devrimci partinin öncülüğünün zorunluluğunun üzerine basmak, devrim ve sosyalizmin kuruluşu, komünizm savaşımının en temel noktalarından biridir. Nasıl bir sosyalizm sorusu, işçi sınıfının tarihsel rolünün unutulduğu yerde tartışılamaz.

Sonraki Bölüm: Kapitalizmden Komünizme Geçiş Üzerine

Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Yenilgiden Zafere

Önceki Bölüm: İçindekiler

Komünist Manifesto yaklaşık bir buçuk asır önce yayınlandı. Aradan geçen sürede dünya, birçok değişime ve fırtınalı altüst oluşa sahne oldu. Zikzaklı bir yol izleyen sınıf savaşımı, kimi zaman proletaryanın, kimi zaman burjuvazinin lehine sonuçlar vererek sürdü, sürüyor. İşçi sınıfı kapitalizme karşı birçok kez başkaldırdı; zaferi ve yenilgiyi yaşadı. Bütün bu değişim ve altüst oluş içinde “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu” her seferinde yeniden doğrulandı.
Marx ve Engels, tarihin materyalist tahlilinden hareketle işçi sınıfının tarihsel rolünü (kendisiyle birlikte “toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından” kurtarması) ortaya koyduklarında, işçi sınıfı tarihin kendisine biçtiği bu rolden habersiz, burjuvazi ile ilk çatışmalara giriyordu.
1830’lu yıllar Avrupa işçi sınıfının münferit birkaç çıkışına tanık olduysa da, bunlar daha çok sınıfın tarihsel rolünü nasıl oynayacağı sorusuna yanıt olmaktan uzak, kendiliğinden eylemlerdi. Manifesto’nun yayınlandığı tarihte -Şubat 1848- işçi sınıfı ilk ciddi eylemini ortaya koydu ve Fransa işçi sınıfının kişiliğinde, tarihsel rolünü teoriden pratiğe aktarmanın ilk fırsatını yakaladı.
1848 Devrimi’ni gerçekleştiren işçi sınıfıydı ama iktidara uzanan burjuvazi oldu. Savaşı barikatta kazanan işçiler, devlette kaybettiler. Tarihin determinist mantığı içinde bu durum hiç de kural dışı değildi. Ama 1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu.
Yenilgi ve yenilgiyle beraber sokakta elde edilen kazanımların kaybedilmesi işçi sınıfını, ilk ciddi eyleminde, iktidar sorunu ile yüzyüze getirdi. İşçi sınıfı tarihsel rolünü kavrama ve devrimcileşme yönünde ilk adımlarını attı. Barikatta dövüşmenin yetmediğini, iktidarı almanın ve iktidar için bağımsız devrimci örgütlenme ve eylemin zorunluluğunu kendi deneyimi ile öğrenmeye başladı.
1848 Devrimi ile işçi sınıfının tarihsel rolü sorunu, bu rolün nasıl ve hangi araçlarla oynanacağı sorununa dönüştü ve Marksist teori pratiğin temel konusu haline geldi.
Manifesto’da açıklanan tarihsel rolüne işçi sınıfının pratik yanıtı olarak 1848 Devrimi, ortaya çıkışı ve sonuçlarıyla sınıf savaşımında bir dönüm noktasıdır. Devrim en başta, proletarya ile burjuvazi arasında varolan ilişkiyi yeniden biçimlendirdi. Sınıf savaşımı burjuvazi ile feodal sınıf arasında bir savaşım olmaktan çıkarak, proletarya ile burjuvazi arasında iktidar savaşımının belirleyici olduğu yeni bir döneme girdi. Emek sermaye çatışması bütün öteki çatışmaların odağına yerleşerek tarihe yön veren ana çatışma oldu.
1848 yenilgisi ile 1871 Paris Komünü arasındaki “sakin” dönem, sınıfların, sınıf savaşımının bu yeni düzeyine uygun ve devlet-devrim, karşı-devrim sorunu etrafında teorik, pratik hazırlıklarının sürdüğü bir dönem oldu.
Paris Komünü, işçi sınıfının iktidara yükseldiği ilk devrim olmanın yanında, onun devlet ve devrim konusundaki teorik, pratik hazırlığının yetersizliğini de ortaya koydu. Kendi devletini kurmaya girişen işçi sınıfı, eserini nasıl tamamlayacağını bilemedi ve yenildi. Komün’ün işçi sınıfının tarihsel savaşımı açısından taşıdığı en önemli ders de burasıdır.
Avrupa ve dünyayı sarsan Paris Komünü, işçi sınıfının nesnel yetersizliğinden daha çok öznel yetersizliğini ortaya koydu. Merkezî iktidarı alma yönünde öyle isteksiz davrandı ki, yanı başında, başka komünlerin oluşması bile onu harekete geçiremedi. Demokrasi tutkusu onun, sınıf düşmanına karşı egemen sınıf olarak diktatörlüğünü kuracak tarzda örgütlenmesini engelledi. Kendisine karşı hazırlanan saldırıya seyirci kaldı. Proleter devletin bazı temel özelliklerini vermekle birlikte, proletaryayı devlet biçiminde örgütleyemeyerek yenilgisine katkıda bulundu. Komün, yenilirken devlet sorununu, çözümlenmesi gereken pratik bir görev olarak dünya işçi hareketinin gündemine soktu.
Komün neden yenildi? Bu sorunun kabul gören en yaygın yanıtı “kapitalizmin ve işçi sınıfının, nesnel durumunun, bir işçi iktidarı için yeterince olgun olmadığı”dır. Bu yanıtın bir kolaycılığı yansıttığı ve soruya gerçek bir yanıt olmadığı bugün artık kabul edilmelidir. İktidarı almaya nesnel olarak hazır olmayan bir sınıfın iktidarı alması bir rastlantı olarak değerlendirilebilir mi? Rastlantı, zorunluluğun kendini açığa vuruşunun biçimi olduğuna göre, Komün’ün rastlantı olması onun yenilgisini açıklamaya yeter mi? Bu sorular uzatılabilir. Bizim asıl vurgulamak istediğimiz Komün’ün yenilgisini aranılan yerde değil, işçi sınıfının teorik ve pratik hazırlığının yetersizliğinde, iktidara uzanan işçi sınıfının onu korumak ve sürdürmek için nasıl davranacağını henüz bilememesinde olduğudur.
Ekim Devrimi, özünde bu soruya bir yanıttır. İşçi sınıfının Paris Komünü’nden çok daha olumsuz koşullarda, iktidarı koruma ve sürdürme doğrultusunda yeni bir arayışıdır. Dünyayı iki kutuba ayıran proletaryanın burjuvaziye karşı dünya ölçeğinde ilk zaferi olan Ekim Devrimi sadece Paris Komünü’nün başladığı eseri kendi koşulları içinde tamamlamak ve aşmakla kalmadı, sosyalizm ülküsüne somut bir içerik de kazandırdı.
Üstünlük, zaaf ve hatalarıyla bir bütün olan Ekim Devrimi, dünya burjuvazisi ile giriştiği savaşı kaybederken, geriye başladığı eseri mükemmelleştirecek bir dizi ders, deneyim bıraktı. Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyimi üzerine yükseldi. Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin deneyimi üzerinde yükselecek olan İleri Sosyalizm, işçi sınıfının bu iki eserini de birleştirecek, hem de mükemmelleştirecektir.
Bugün dünya burjuvazisi ve yol arkadaşlarının, zafer sarhoşluğu içinde sosyalizmin bitişini ilan etmekte aceleleri vardır. Çünkü; tarih karşısında güçsüz olan burjuvazi kazandığı zafere güvenebilecek durumda değildir. Burjuvazinin çok iyi kavradığı, ama ‘devrimcilerin’ aynı netlikte kavrayamadığı bu zaferin tarih karşısında kazanılmış bir pirus zaferi niteliğine sahip olmasıdır. Bittiğini ilan ettikleri sosyalizme hergün küfürnameler düzerek, işçi sınıfının kafasını teslim almaya çalışmaları zaferden çok korkunun belirtisidir.
İşçi sınıfı burjuvazinin bu tür zaferine ilk kez tanık olmuyor. Paris Komünü yenilgisinden sonra da işçi sınıfına karşı yürütülen kanlı terörün ardından sosyalizmin bittiği, itildiği ütopya dünyasından yeryüzüne bir daha dönmeyeceği söylenmedi mi? Ama tüm bunlar Ekim Devrimi’ni engellemeye yetmedi. Tarihin yasası, terörle, sahte zafer çığlıklarıyla örtülse de dipte, derinde işlemeye devam eder. Kapitalizm, bir yerde söndürdüğü devrim ateşinin başka bir yerde körüklenmesine yol açmadan edemez. Tarihsel yürüyüş sosyalizme doğrudur. Bu yürüyüşe ayak bağı olmak mümkündür ancak, tarihi durdurmak mümkün değildir. Burjuvazi bunu işçi sınıfından daha iyi gördüğü için bittiğini ilan ettiği sosyalizme karşı saldırısını ara vermeden sürdürüyor. Paris Komünü için söylenenlerin Ekim Devrimi için söyleniyor olmasında şaşılacak yan yoktur. Burjuvazi işçi sınıfını, tarihsel rolünün bitmiş olduğuna, iktidarı almak, proletarya diktatörlüğünü kurmaya çalışmanın vazgeçilmesi gereken bir sevda olduğunu inandırmak zorundadır. İşçi sınıfı ise yenilgiden aldığı derslerle saldırısını sürdürmek, yeniden hücum etmek, her yenilgiyi zafere dönüştürmek zorundadır.
Paris Komünü yenilgisinin asıl nedeni, işçi sınıfının yeterince devrimci olmamasıdır. Ekim Devrimi’nin yenilgisinin asıl nedeni işçi sınıfının devrimciliğini koruyamamasıdır. Bu iki büyük deneyim üzerine yükselecek olan ileri sosyalizmin zaferi ise devrimciliğin sürekliliğindedir.
Sınıf savaşımında her yenilgi yenilen sınıfın saflarında bir dağınıklığa, gerilemeye, moral bozukluğuna ve umutsuzluğa, toplumda ise yenilen sınıfa karşı bir güvensizliğe, yenen sınıfın gücüne tapınmaya yol açar. Yenilen sınıf yenilginin boyutuna ve şiddetine bağlı olarak etkisizleşerek bir dönem boyunca tarih sahnesinde geri plana düşer. Sınıf savaşımı geri plana düşmüş görünür. Zaferi kazanan sınıfın eylemi tarihe yön veren tek eylem olarak öne çıkar. Ancak tüm bu görüntünün altında, derinde sınıf savaşımı sürmektedir. Tarihin durgun ve karanlık dönemlerine, sınıfların yeni hareketliliği ile birlikte fırtınalı altüst oluş dönemleri eşlik eder.
Tarihsel yürüyüşte sıçrama -bir toplumsal sistemden diğerine geçiş- bir çırpıda olmuyor. Yeni toplumsal sistemin dünya ölçeğindeki zaferi, dünya ölçeğinde yürütülen sınıf savaşımı içinde yenilgi ve zaferlerin birbirini izlediği, birbirine eklemlendiği bütün bir tarihsel dönemi kapsıyor. Dünyanın tanıdığı en radikal burjuva devrimi olan 1789 Fransız Devrimi, tarih içinde yenilgiden zafere koşan devrimlerin, aynı yolu izleyen proleter devrimlerden önceki örneğidir.
Nasıl ki, 1830 ve 1851 (ve daha başkaları) yenilgileri kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen bir sistem olmasının bedelleri olduysa, proleter devrimin 1871 ve 1980’li yılların sonunda resmîleşen yenilgileri de komünizmin dünya ölçeğindeki zaferinin önceden ödenmiş bedelleridir.
Bugün dünya işçi hareketi tarihin en büyük yenilgisini yaşıyor. Sovyet işçisi, partiye ve devlete yabancılaşmasının yol açtığı yanılsama, uyuşukluk ve çaresizlik içinde yarattığı eserin uzun bir dönemden beri avucunun içinden kayışını seyrederken kendisiyle birlikte dünya işçi sınıfını da ağır bir yenilginin girdabına çekti. Tarih bir kez daha durgunluğun ve karanlığın egemen olduğu bir döneme girdi. Sovyet işçisi bir zamanlar Fransa işçisinin kendine devrettiği tarihsel rolü, dünya proletaryasının başka müfrezelerine bırakarak ağır aksak 70 yıldır başrolünü oynadığı tarih sahnesinden çekilirken, engel olmaya başladığı dünya devriminin yolunu da temizliyor. İşçi sınıfının hangi müfrezesinin bu rolü hangi biçimde üstleneceği belirsiz olsa da her yenilgiyi yeni bir zaferin kaldıracı yapmayı çoktan öğrenmiş olan işçi sınıfının bu yenilgiyi de yeni ve ileri bir zaferin kaldıracı yapacağına kuşku yoktur. Bunu, yenilgi ile birlikte tarih bilincini kaybedenlere bir güven aşısı olur umuduyla söylemiyoruz. Olmayacağını biliyoruz. Sınıf savaşımı dönene aldırmadan ayakta kalanlarla yürür. Vurgulamak istediğimiz ‘zafer’ çığlıklarının tarihin yasasının yerini alamayacağı ve alamadığıdır.
Tarihte her yenilgiye ve yenilen sınıfa karşı, toplumun her katından yükselen bir salvo atışı eşlik eder. Bugün de böyle oluyor. Dünya işçi sınıfı, dünya burjuvazisinin önderliğinde çok yönlü bir saldırı ile karşı karşıyadır. Saldırının ana yönü üretim içindeki yeri ile işçi sınıfına değil, politik süreçteki devrimci yeri ve rolü ile işçi sınıfınadır. Paris Komünü’nden bu yana gelecek endişesi ile yaşayan bir sınıftan, başkası beklenemez.
Saldırı güçsüzdür. Ama etkilidir. Güçsüzdür, çünkü; işçi sınıfının tarihsel rolü, onun Manifesto’da ortaya konulmuş olmasından bağımsız olarak kapitalizmin özünde vardır. İşçi sınıfının kapitalist mülkiyet ilişkileri karşısındaki konumunu yansıtır ve nesneldir. Yok varsayılarak, yok olmuyor.
Etkilidir, çünkü; tarihsel rolün nesnelliği (kapitalizmin mezar kazıcısı olmak) işçi sınıfına kendiliğinden, devrimci bir nitelik kazandırmıyor.
Tersine işçi sınıfı ancak bu rolü kavradığı ve onu uygulamaya soktuğu oranda oynayabilir. İşte burjuva saldırısının da etkili olduğu alan burasıdır. Amaçları tarihsel bir güç olmaktan çıkarılamayacak olan işçi sınıfının devrimci bir güç olmasının önünü tıkamaktır. Bu saldırının etkili olabildiğinin en somut örneği ise bugünkü Avrupa işçi hareketidir. Avrupa işçi hareketi, bugün devrimci özne olmaktan çok uzaktır.
Tarihte hiçbir olay, onu ortaya çıkaracak maddi koşullar oluşmadan gerçekleşemez. Ancak koşulların nesnel olarak varlığı olayların otomatik oluşumunu sağlamıyor. Tarih öznesiz bir nesnelliğe sahip değildir. Mezarın nasıl kazılacağını bilmeyen bir mezar kazıcısı işini ne oranda başarırsa, tarihsel rolünü kavramamış bir işçi sınıfı da o oranda devrimci olur.
İşçi sınıfının tarihsel rolü kapitalist üretim ilişkileri içinde vardır. İşçi sınıfı, üretim ilişkileri içinde var olmakla birlikte tarihsel rolünü ancak politik alanda, iktidar savaşımında oynayabilir. Bunun için işçi sınıfının, ona nesnel konumunun kendiliğinden sağlamadığı araçlara, devrimci teori ve partiye ihtiyacı vardır. Kapitalist üretim ilişkilerinin, içinden çıktığı toplumun bağrında gelişebilir olması, burjuvaziye daha iktidarı almadan ekonomik ve politik bir güç olma olanağı sağlar. Sermaye ve ticaret bağı ona, modern anlamda olmasa da, iktidar savaşımını koordine edecek bir örgütlülük öğesi kazandırır. Kapitalizm içinde bu tür olanaklardan yoksun olan işçi sınıfı, tarihsel rolünü ancak, politik örgütlenmesi aracılığı ile gerçekleştirebilir. Bu nedenle parti, işçi sınıfının elinde, tarihsel rolünü kavramada ve gerçekleştirmedeki tek silahtır. Tarihte hiçbir sınıf bu silaha işçi sınıfı kadar gereksinim duymamıştır. Sınıf savaşımında modern anlamda politik örgütlenmenin (parti) işçi sınıfı ile ortaya çıkmasının altında bu tarihsel gereksinme vardır.
Tarih göstermiştir ki, işçi sınıfının zaferi kadar yenilgisi de başka faktörlerin yanında en başta onun bilinç ve örgütlülük derecesine bağlıdır. İşçi sınıfını bilinçlendirerek ve örgütleyerek onun iktidar savaşını yöneten parti, nasıl zaferin kaldıracı olursa, bunu gerçekleştiremeyen ve sürekli kılamayan parti de yenilginin aracı olmaktan kurtulamıyor. Sosyalizmin 70 yıl sonra, bugünkü çöküşünde partilerin üstlendiği rol bunun kanıtıdır.
Bugün dünya işçi hareketinin yaşadığı yenilgi kendini, en başta ideolojik ve örgütsel alanda ortaya koyuyor. Marksizmin en temel ilkelerinin (sınıf savaşımı, proletarya enternasyonalizmi, proletarya diktatörlüğü, devrim) reddi ile birlikte örgütten kaçış, yenilginin büründüğü temel biçimlerdir.
Yenilgiden çıkış ise ilk olarak bu alanda ideolojik ve örgütsel toparlanma ile olanaklıdır.
Dünya burjuvazisinin aralıksız saldırıları altında, ideolojik güvensizlik ve örgütsel dağınıklık içerisindeki işçi hareketinin uluslararası birliğe ve örgütlülüğe gereksinmesi her zamankinden daha fazladır. Ancak işçi sınıfının güçlü ve örgütlü ulusal müfrezelerine dayanmayan uluslararası örgütlülüğün dünya işçi hareketini bugünkü kaostan kurtarmada işlevsel bir rol oynayamayacağı da açıktır. Görev açık, perspektif nettir. Tarih içinde en etkili yenilgisini yaşayan işçi hareketinin önünde çok büyük sorunlar vardır. Dünya, işçi hareketinin bugün içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak yeni bir devrimci dalganın işaretlerini veriyor. Şimdi sorun işçi hareketinin hem ulusal hem de uluslararası alanda buna yanıt verip vermeyeceğidir.
Dünya ilginç bir gelişmeye sahne oluyor. Emperyalizm, kazandığı zaferin meyvelerini toplayamadan, aynı hızla bir krize doğru koşuyor. Sistemin bunalımı ABD’den Avrupa’ya doğru yayılıyor. Ekonomik büyüme yerini durgunluğa bırakıyor. Dünya ticaret hacmi gerilemeye devam ediyor. Avrupa, tekelci sistemin istikrarsızlık odaklarına bir yenisini ekliyor.
Emperyalist ülkeler arasında ekonomik, politik süreçlere ortak müdahale eğilimi, sosyalizmin dünya ölçüsünde bir odak olmaktan çıkması ve sistemde değişen güç dengelerine bağlı olarak yerini karşılıklı çıkarların çatışmasına bırakıyor. Emperyalizmin ayrılmaz özelliklerinden biri olan pazarların yeniden paylaşımı, şimdilik bir ticaret savaşı olarak sürüyor. Doğu Avrupa’nın kapitalist sisteme eklemlenmesi sistemin istikrarsızlığını arttırırken, kızışan pazar savaşımı Avrupa’da sınırların yeniden belirlenmesi biçiminde gündeme geliyor. ABD’nin sistem içi ve dünya egemenliği, gelişen ve güçlenen Japonya ve Almanya tarafından zorlanıyor.
Bilimsel teknik devrimin emperyalizme sağladığı dinamizm, en tepe noktasında, yarattığı bir dizi sorunla birlikte yerini durgunluğa ve gerilemeye bırakıyor. Tekelci sistem, en büyük üretici güç olan insanı giderek sürüleştirirken kendi sonunu da hazırlıyor.
Sisteme bağlı geri bıraktırılmış ülkeler ile emperyalist merkezler arasındaki uçurum; servet yağmalaması ve tekelci aşırı kâr yoluyla giderek büyürken, sistemin merkezlerinde başgösteren bunalımın da etkisiyle çevre halklarda patlayıcı madde yığınağı artıyor. Bir bütün olarak sistemin istikrarsızlığı derinleşiyor. Dünyanın beyazlaşan rengi altında kızıl bir ton kendini hissettirmeye başlıyor.
Türkiye burjuvazisi, en rahat ortamda yönetme zorluğu çekiyor. Burjuvazi, ideolojik ve fiziksel terörle sağladığı hegemonyasını kaybediyor. Gelişen Kürt Kurtuluş Hareketi karşısında, burjuvazi, Misak-ı Milli sınırlan içinde egemenliğini olağan yöntemlerle sürdüremiyor. Henüz açık bir kimlik kazanamamış olsa da, gelişme ve politikleşme aşamasındaki işçi hareketi burjuvaziyi zorluyor. Bilinç geriliği ve dağınıklığına karşın işçi sınıfı toplumsal mücadelenin odağına oturuyor. Burjuvazi geleneksel yedekleri üzerindeki denetimini kaybediyor.
Giderek ağırlaşan ekonomik ve politik sorunlar, devrimci bir perspektif ve örgütlenmeden yoksun olmasına karşın gelişen işçi hareketi ve devlete karşı başkaldırıyı sürdüren Kürt Kurtuluş Hareketi’nin taşıdığı devrimci potansiyel Anadolu’yu bir devrim ülkesi yapıyor.
Tarihin gözleri Anadolu’nun üzerindedir. Bir devrim ülkesinde, her şey büyük ölçüde kendi sınıfını örgütleyebilme yeteneğine sahip, kurtuluşun devrimci partisine bağlıdır. Görev zor, güçlükler büyüktür. Ama hiçbir zorluk yenilmez değildir. Yeter ki onun gerektirdiği bilinç, kararlılık, özveri ve cesaret gösterilebilsin.

Sonraki Bölüm: Sosyalizm Savaşımının İşçi Sınıfından Kopartılması ya da İşçi Sınıfının Tarihsel Rolü

Anadolu Devriminin Yolu – Ek-I Kürdi̇stan Devri̇mi̇ ve Anadolu Devrimi

Önceki Bölüm: XI. Sosyalizm: Daha İleri

Somutun Zenginliğini Kavramak

Kürdistan devrimi, en başta ülkemizi etkileyerek, tüm bölgeyi sarsarak ilerliyor. TC devletinin tüm yüzünü açığa vuruyor. Yüzlerce kitap, onbinlerce bildiri vb.’nin başaramadığını, Kürt Devrimi’nin ayak sesleri anlatıyor. Kemalizm’in ne olduğu, Türk solunda Kemalizm’in kalıntıları açığa çıkıyor. Bu şaha kalkış, sosyalizmin çözüldüğü bir dünyada, devrimin kızıllığının arttığı bir toprakta, insanlığa ümit veriyor.
Bu noktada, Kürt Devrimi’ni “teoriye” sığdırmaya kalkmak, somutun zenginliğini gözardı eden, dogmatik bir anlayışa yol açmaktadır.
Kürt Devrimi, klasik bir ulusal sorun değildir. Birincisi; dört parçaya bölünmüş bir uluslararası sömürgedir. İkincisi; Kürt topraklarını işgal etmiş olan ülkeler, birer sömürge ülke durumundadır. Üçüncüsü; Kürt Devrimi, 1990’larda yükseliyor. Öyleyse onu bu somutta incelemek gerekir.
Kürdistan’ın en gelişmiş parçası olan Kuzey Kürdistan’da, Marksizm-Leninizm temelinde PKK önderliği yola çıkmıştır. Bugüne gelişi, onun Kürdistan gerçekliğini somutta kavrayışının ürünüdür. Tersi bakış ya rastlantıya ya da emperyalizmin bir kolu olduğuna varır ki, gerçekte bu kendine güvensizliğin ürünü olarak başkalarına çamur atmaktan öte bir anlam taşımaz.
1. Anadolu devrimi, Kürt Devrimi’nin arkasında kalmıştır. Eşitsiz gelişim budur. Anadolu devriminin arkada kaldığı bir durumda, “tek ülke tek devrim” söylemini tutturmak, gerçekte sosyal-şoven bir tavır, ezen ulus “büyüklüğü”, “abiliği” tavrıdır.
Tek ülke vurgusu, Misak-ı Milli sınırlarını ve TC’nin “bölünmez bütünlüğünü” kabul etmek değil ise nedir?
2. Bu noktada, Türkiye’den ayrılan bir Kürdistan’ın emperyalizme yama olacağını söyleyenler vardır. Belki böyle bir olasılık da mümkündür. Ama bu durumda Küba’nın; nasılsa bu kuşatmayı yaramayız; deyip teslim olması gerekmez mi? Böylelerine sormak isteriz: Teslimiyet çizgisi ile devrim çizgisi arasındaki fark nerededir?
Ulusal kurtuluş, ulusal bir devlet ile kapitalist sistemde kalmak ile sağlanamıyor. Tersine, ulusal kurtuluş sosyalizmsiz olanaksızdır. Ancak tam da Kürdistan devriminin bugüne kadar ki mücadelesi bu doğruyu ispatlamaktadır.
3. Öte yandan Kürt Devrimi, bugün bir emperyalist kuşatma altına alınmaktadır. Emperyalizm 1917’den beri, gelişen her devrime dönük kuşatma siyaseti uygulamıştır. Soğuk Savaş bu kuşatma siyasetinin özgün bir biçimi, gelişmiş bir biçimi değil midir?
Çelişkiler yumağı Ortadoğu’da, bir yandan emperyalist merkezler kendi isteklerini dayatırken, diğer yandan Kürt Devrimi’ni boğmak konusunda da ortak davranmaktadırlar. Başlıca üç düzeyden Kürt Devrimi’nin yarattığı ortama bakılabilir. Birincisi ve belirleyici olanı; Kürt halkının ulusal kurtuluş ve bu yolla sosyalizm için yürüttüğü mücadeledir. Bu mücadelenin temel dinamizmi ulusal kurtuluştur. Ancak özellikle Kuzey Kürdistan’da ulusal olan ile sınıfsal olan iç içe geçmiştir. Kuzey Kürdistan’da işçi sınıfı ve ağırlıklı olarak yoksul köylülük devrimin temel dayanağıdır. Bu toprakları öne çıkartan da siyasal gelişmişliğin yanı sıra, temelinde bu sınıfsal tutarlılıktır. Sosyalizm vurgusu buraya dayanmaktadır.
Öyle ise, Kürdistan devrimini boğmak demek, önderliği ve devrimin dayanağı olan yoksul köylülüğü devrimden çevirmek demektir.
Bu çerçevede Kürt Devrimi, başta TC olmak üzere dört ülke ile çelişkidedir. Ancak özellikle Irak ve İran Kürdistanı’nda emperyalizme bağlı kolların etkinliği bilinmektedir. Bu nokta, Kürt Devrimi’nde yoksul köylülük ve işçi sınıfına dayanan devrimci çizgi ile, aşiret reisleri ve burjuvaziye dayanan işbirlikçi çizginin çatışmasının da kaynağıdır. PKK’ye milliyetçi damgasını vurma heveslisi sözde “komünistler”, gerçekte bu iki çizginin çatışmasını ve farkını da kavrayamazlar. Sonuçta her şeyi komplolarla açıklayan, kâğıttan kaplan dedikleri emperyalizmin gücünü göklere çıkartan bir çizgiye oturuyorlar.
Öyleyse birinci belirleyici düzeyde Kürdistan devrimi, hem Kürt işbirlikçilerine, hem de başta TC olmak üzere, gerçekte dört ülkeye karşı savaşmaktadır. Nesnellik budur. Bu savaşımda, 1992’den bu yana, uzlaşmacı ve emperyalist cephenin önemli adımlar attığı görülüyor.
4. Kürdistan devrimi, özgün bir sömürge oluşu ile de bağlantılı olarak, bugün, özgün bir biçimde ulusal sorunu “çözmüştür.” Çözmüştür, çünkü, artık bir halk vardır ve tüm gücü ile ayaktadır. Bu noktadan sonra ise, artık devrimin ikili karakteri daha da önem kazanacaktır, kazanmaktadır. Öyle ki; sosyalizme yöneliş ile Kürdistan’da elde edilen başarıların çok gerisine düşen bir resmîleştirme, bugün iki kutup şeklini almaktadır. Bu; öznel tercihlerin ötesinde, nesnelliğin açık ifadesi, devrimin yeni durumudur.
Kürdistan’da ulusal sorun, yukarıda anlatıldığı biçimi ile 1992’de yeni bir aşamaya gelmiştir. Bu aşamadan sonra, daha yeni taktik ve politikaların oluşturulmasında bir tereddüt yaşandığı açık olarak söylenebilir.
Dünya devrimci hareketi tarihinde El Salvador, Nikaragua ve daha yakınımızda Filistin örnekleri biliniyor. Öyle ise Kürdistan devriminin yeni aşamasında ortaya çıkan tehlike de içten ve dıştan kuşatmadır. İçerde, yoksul köylülükten kopmayı hedefleyerek, yeni-Kürt egemenleri ile bağlanmayı amaçlayan politikalar, dışarıdan ise, emperyalist kuşatma söz konusudur.
İkinci olarak; bu dört ülke, bağlı oldukları emperyalist merkezlerle belirli düzeyde çatışma halindedir. Örneğin ABD, reformize edilmiş bir Kürt devrimine evet diyebilmekte iken ve bu yolla Almanya’nın önünü kesecek iken, onun bölgedeki kollarından biri olan TC, buna ancak kendisine yeni topraklar kattığı durumda ve kısmî bir tarzda evet demektedir. Almanya, kendi denetiminde bir Kürdistan’a evet derken, onun kolu İran, kendi topraklarını parçalamayacak bir Kürdistan istemektedir. Bu durumda Almanya, TC içinde bir siyasal çözümü uygun görebilmekte, ancak bunun diğer parçalara etkisini kontrol altına almakta güçlük çekeceğini düşünmektedir. Zira Talabani, Barzani gruplarının ABD ile içli-dışlı ilişkileri vardır.
Anlatılanlardan anlaşılacağı gibi, aslında ikinci düzey, üçüncü düzey olan emperyalistler arasındaki bölgenin paylaşılması savaşımından ayırt edilerek ele alınamıyor. Yani Kürdistan devrimi uluslararasılaştıkça, hem gerçek muhatabı olan merkezleri karşısında buluyor, hem de yukarıda ifade edilen yeni aşamanın yol ayrımı, uluslararası açıdan da yeniden belirginleşiyor. Kürdistan devrimi, sosyalizme yürüyüp, bölge devriminin bir kaldıracı olmak ya da bölgenin emperyalist paylaşım savaşında bir aracı konumuna düşmek yol ayrımındadır. Devrim ve uzlaşma çizgisinin uluslararası ifadesi budur.
Ancak, burada bakışının merkezine birinci noktayı oturtmayan herkes, sonuçta sosyal-şoven bir tavırla, PKK karşıtı kampa katılacaktır.
Şimdi bugünkü somut durumu biraz daha açalım.
1. Kürt Devrimi, bir iç ihanete uğramazsa, bölgede diğer devrimleri ateşleyerek, en başta da Anadolu devrimini ateşleyerek sosyalizme yürümektedir. PKK önderliği yenilmediği sürece er ya da geç bu yönelişten kuşkuya düşmemek gerekir. Ancak aynı biçimde Anadolu ve bölge devrimleri yenilgiye uğrarsa, Kürt Devrimi’nin sosyalizme yönelişinin ezilmesi çok olanaklı hale gelecektir. Ancak bu son olasılık gerçekleşse bile Kürt Devrimi’ne ne bugünden milliyetçi damgası vurmak, ne onu bugünden yenilgiye mahkûm etmek olanaklı değildir.
Kürt Devrimi’ni bölge devriminin bir parçası olarak ele almak ve bölge devrimini görmek yerine, tek ülke-tek devrim saplantısına yaslanmak kuş beyinli düşünmektir.
Bu noktada Kürt Devrimi kapıyı çalmıştır. Anadolu devrimi ise henüz kalkış aşamasındadır. Yine de iki devrimin birlikte patlaması istenir bir şeydir. Ama bu, bugün Kürt Devrimi’ne, bekle, demeyi gerektirir. Kim kendinde bu hakkı görebilir? Bu, doğu kültüründeki aile yapısından kaynaklanan abilik hakkı ile istenebilir mi? Kürt Devrimi feodal kafaları yerle bir ederken, Anadolu topraklarında feodal kafalar mı “yeşeriyor”?
Öyleyse, Kürt Devrimi’ni, bağımsız bir Kürdistan’ı TC’den önce tanımamız gerekmez mi? Biz, bu yeni doğan Kürdistan’ı tanıyoruz.
2. İkinci olarak; Kürt Devrimi, ister sosyalizme yönelsin, isterse sadece ulusal kurtuluşla yetinmek zorunda kalsın, her durumda dünya devrimci hareketine pek çok sözde sosyalistin hayal edemeyeceği oranda katkı yapacaktır.
Bunu, en çok Anadolu devrimcilerinin hissetmesi gerekir. Anadolu devrimi, yenilgi psikolojisini üzerinden atıp yenilenmiş biçimde, henüz yola koyulmaktadır. Kürt Devrimi, akla gelebilecek en kötü olasılıkta bile, devrimimizin gelişimini hızlandırmaktadır.
Kürdistan devriminde, bugün, yenilgi ve zafer çizgisi bir aradadır. Ya da sosyalizm ile, bugünkü aşamanın “resmîleştirilmesi”nin önüne geçemeyecek bir uzlaşma iç içedir. Onun için de esas savaş, bu noktada Kürdistan devriminin içindedir. Nitekim Güney’de emperyalist merkezlerle işbirliği üzerine yükselmiş olan Kürt uzlaşma örgütleri ile devrimcilerin çatışmaları, bu çerçevede ele alınacak bir olgudur.
Kürt Devrimi, bugünden TC’yi çözmektedir. TC, bu çözülmeyi görmüştür ve kurmaylarının “yeniden yapılanma” (ikinci cumhuriyet vb.) perspektifi bunun içindir. O halde, şimdiden bu çözülüşü değerlendirmek gerektiği açıktır. Ne olursa olsun, TC ,siyasal ve ideolojik planda geri adım atacaktır. Bu yeni durumdan Anadolu devrimcilerinin yararlanmaması için sokak infazlarına yönelmekte, en küçük bir hak arama eylemine şiddetle saldırmaktadır.
TC, bu çözüme gelmemek için şiddeti tüm olanakları ile artırmaktadır. Bu elbette Anadolu insanının tam soysuzlaşması ile birlikte gitmektedir. Her çözüm öncesinde şiddet en son noktaya kadar tırmanır. Bugün bu dönemdeyiz. TC savaşı finanse etmek için vergi oranlarını artırıyor, uluslararası bazı hedeflerinden (Adriyatik’ten Çin Denizi’ne) vazgeçiyor, askerlik süresini uzatıyor. Tüm bunlar da yetmezse başlayacak olan çözüm sürecine şimdiden hazırlanıyor. Ama tüm bunların tıkandığı ortamdan sonrası eğik düzleme benzer. Siyasi çözüm tartışmaları, bu eğik düzlemde nerede durulabileceğinin hesaplarından başka bir anlam taşımıyor.
Bu noktada Kürt ve Anadolu devriminin birlikte gelişimi, Kürt devriminin Anadolu devrimini beklemesi anlamına gelmez. Tersine Kürt Devrimi doğru rotasında ilerlerken Anadolu devriminin hızını artıracağını görmek gerekir. Bunun ön şartı ise ortada iki ayrı ülke, iki ayrı devrim olduğunu görmektir. Ancak bu iki devrimin kaderi, Kürdistan devriminin sosyalizme yönelişinin durumuna ve ortaya konacak olan “resmî” çözümlere göre giderek birleşmektedir. Kürdistan devrimi, olası bir yenilgi durumunda bile, Zeynep’lerin eylemlerinde ifadesini bulan bir halkın özgürlük istemi bitmeyecektir. Bu açıdan yeni aşamanın taktiklerinin ipuçları da ortaya çıkmaktadır. Bir yandan Kürdistan’da PKK’yi ehlileştirme, FKÖ’leştirme, diğer yandan bununla birlikte halktan koparma politikası gündemdedir. Dışarıdan başlatılan emperyalist kuşatma, gerçekte bu amacın başarısı için, Kürdistan orta sınıflarının güç kazanması, desteklenmesidir.
Bugün dünya komünist hareketi, enternasyonalist örgütlenmeden yoksundur. Bölge devrimi perspektifi, bu bölgede böylesi bir enternasyonalist ilişkinin gelişimine basamak olabilecek tarzda bölgemizin devrimci örgütleri arasında sağlam bir ittifakın oluşumuna olanak tanımaktadır. Bu ise, en başta Kürdistan ve Anadolu devrimcilerinin gündeminde olmalıdır.
Yaşasın Halkların Kardeşliği!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...