Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Bisikletlerden blokajlara Son yıllarda Hollanda direnişinin kısa ve eksik tarihi | Aletta Karanfil

Hollanda hiçbir zaman devrimlerle anılan bir ülke olmadı. Siyasal kültürümüz daha çok müzakere, uzlaşma ve sonsuz bir denge arayışı üzerine kurulu; buna “polder modeli” diyoruz. Bu, herkesin biraz mutsuz olduğu bir uzlaşmaya varana kadar tartışma sanatını tanımlayan tipik bir Hollanda terimidir. Yine de bu ölçülülük ve “ortada buluşma” söylemlerinin yüzeyinin altında, kesintisiz bir direniş akışı var. Bu akış bazen büyük ve görünür dalgalar hâlinde, bazen ise daha sessiz biçimde arka planda örgütlenerek ilerlese de hep orada.

1960’lardan bugüne Hollanda’daki pek çok hareket kendi başına bir kitap konusu olacak kadar ilginç fakat bu yazı kapsamında yalnızca feminist hareket, sendikal hareket, iklim hareketi ve Filistin hareketine dair kısa birer kesit sunacağım. Bunun yanında, ırkçılık karşıtı hareketler, işgal (squatting) hareketleri, faşizm karşıtı (antifa) hareket ve daha birçok hareket de var; bunlar birbirini şekillendirdi ve yeni hareketlerin dayanabileceği güçlü bir zemin oluşturdular. Başka bir yazıda bu konulara da değinmeyi umuyorum.

Her hareket Hollanda siyasal kültürünü kendi biçiminde şekillendirdi. Kadın ve işçi hareketleri 1970’ler ve 1980’lerde zirveye ulaştı. Bugün daha dağınık bir şekilde varlık gösteriyorlar. 8 Mart ve 1 Mayıs gibi takvimsel eylemlerde görünür durumdalar; bu yürüyüşlere her yıl binlerce kişi katılıyor. Yürüyüşlerin kendisi radikal olmaktan uzak, ancak örgütlü olarak gelen gruplar; radikal, anti-kapitalist ve kesişimsel sol bir düşünceyi temsil ediyorlar ve bu şekilde genel yürüyüşe de radikal bir ton kazandırıyorlar. Bu örgütlülüğün yıl boyunca varlığını koruması da çok önemli; mesela bu sayede birkaç ay önce bir kadın cinayeti işlendiğinde, binlerce kişi farklı şehirlerde sokakları doldurabildi.

Hollanda işçi hareketi ülkenin genel çelişkilerini de yansıtıyor. Hareketin güçlü bir tarihi var, geçmişte birçok sektörde örgütlenip grevler yapabiliyordu; ancak günümüzde örgütlülük büyük ve yavaş işleyen kurumlara evrildi. En büyük sendikanın yaklaşık bir milyon üyesi var; ülkede ise toplam 10 milyon civarında işçi bulunuyor. Hâlâ grevler örgütlüyorlar, müzakereler yürütüyorlar, ancak artık eskisi kadar militan değiller ve taban örgütlülüğü geçmişe göre zayıf. Farklı kitle hareketleriyle temaslarını koruyorlar ve önemli bir kuvvet olmayı sürdürüyorlar. İklim adaleti mücadelesi ile toplu taşıma emekçilerinin (şoförler, kondüktörler, bakım personeli vb.) mücadelesini birleştiren “Wij Reizen Samen” (Birlikte Seyahat Ediyoruz) adlı girişim, bunun iyi bir örneği. Bu, kurumsal çerçeveler içinde bile radikal işbirliğinin mümkün olduğunu gösteriyor.

Öğrenci hareketi ise her zaman daha öngörülemez ve spontane olmuştur. Öğrenciler, siyasi koşullar değiştiğinde ya da yeni sorunlar ortaya çıktığında tepki veren ilk kesimlerden biridir. Örneğin geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen barınma eylemlerinde, öğrenciler ve işgalciler (squatters) büyük yürüyüşler organize ettiler; bu konuda faaliyet gösteren örgütlerden destek alsalar da hareketin itici gücü tabandan gelen örgütlenmeydi. İklim, göç ya da üniversite yönetimi gündemli hareketlerde de benzer bir trend izledik: Öğrenciler katalizör görevi görerek diğer kitleleri harekete geçirdi.

Kadın hareketi ise özellikle canlı bir miras taşıyor. 1970’lerde Dolle Mina kolektifleri feminist aktivizmin ulusal simgeleri hâline geldi. Yöntemleri yaratıcı, meydan okuyucu ve çoğu zaman mizahî idi: sokakta erkeklere laf atmak, muhafazakâr kadın dergilerini işgal etmek, bedenlerine “Baas in eigen buik” (“Karnımın patronu benim”) yazarak kürtaj hakkı talep etmek gibi eylemlerle cinsiyet politikalarını doğrudan eylem ve mizah yoluyla kamusal alana taşıdılar. Son yıllarda yerel Dolle Mina grupları yeniden ortaya çıktı; bu kez kesişimsel ve queer bir bakış açısını ön plana alarak, feminizmi anti-kapitalist ve ırkçılık karşıtı mücadele ile birleştiriyorlar.

Hollanda siyasi tarihindeki bazı anlar daha az ideolojik, ama yine de anlamlı. 1977’de Amsterdam’da binlerce bisikletli yaptıkları oturma eylemleriyle daha güvenli yollar ve bisiklet şeritleri talep etti – bu hareket kent planlamasını kökten değiştirdi ve bisikleti ulusal kimliğin bir parçası hâline getirdi. Aynı dönemde barış hareketi, nükleer silahların Hollanda’ya yerleştirilmesine karşı yarım milyon kişiyi sokağa döktü ve hükûmeti geri adım atmaya zorladı. Vietnam ve Irak savaşları sırasında da benzer şekilde anti-savaş komiteleri ortaya çıktı; nükleer tesislerin işgalleri, yol ablukaları ve eğitimle eylemi birleştiren “teach-in”ler düzenlendi. Pragmatik bir toplum olarak bilinen Hollanda’da bile, insanlar varoluşsal tehditlerle karşılaştıklarında örgütlenme kapasitesini defalarca kanıtladılar.

Yeni radikal dalgalar: İklim ve Filistin hareketleri, itaatsizliğin geri dönüşü

Son yıllarda, geleneksel yapılara daha az bağlı, küresel olarak daha fazla birbirine bağlı yeni bir hareketler kuşağı ortaya çıktı. 2010’lardan itibaren iklim hareketi en görünür ve en kalıcı olan hâline geldi. Başlangıçta büyük kitle örgütleri ve geniş, apolitik sloganlar tarafından domine ediliyordu; ancak zamanla, sistemsel eleştiriyi merkeze alan uluslararası ve aynı zamanda yerel ağlara dönüştü. Bu kolektifler, sınırlı kaynaklarla gerçekleştirdikleri eylemlerle bir zamanlar “aşırı” görülen sivil itaatsizlik biçimlerini normalleştirdiler: yolların kitlesel eylemlerle kesilmesi ve abluka altına alınması, çevre kirliliğine sebep olan merkezlerin işgali gibi eylemler artık olağan hâle geldi.

On yıl önce Groningen’de doğalgaz çıkarılmasına karşı yüzlerce kişinin kamp kurması sıradışıydı; bugün yüzlerce kişi düzenli olarak Schiphol Havalimanı’ndaki özel jet terminalini bloke ediyor veya Avrupa’nın en büyük sanayi tesislerinden biri olan Tata Steel’i işgal ediyor. Hareketin odağı salt çevre duyarlılığından yapısal bir kavrayışla muhatabından hesap sormaya kaydı; Shell, BP, ExxonMobil gibi şirketler ve kapitalizm, emperyalizm gibi sistemleri ekolojik çöküşün failleri olarak adlandırıyor. İklim hareketinin dili açıkça anti-kapitalist bir ton kazandı; yöntemleri daha doğrudan, ittifakları ise artık daha kesişimsel.

Bir diğer hızla büyüyen hareket ise Filistin dayanışma hareketi. On yıllardır Hollanda’da dayanışma ağları ve gösteriler vardı, ancak 7 Ekim sonrasında bu hareketin ölçeği ve yoğunluğu bambaşka bir boyuta ulaştı. Hemen her büyük üniversitede yeni öğrenci grupları ortaya çıktı; kampüs işgalleri, blokajlar ve kurumların İsrail’le olan bağlarını teşhir eden kampanyalar düzenlediler. Hareket, üniversite kampüsleriyle sınırlı kalmadı: tren istasyonlarında haftalık oturma eylemleri, Dışişleri Bakanlığı çalışanlarının iş bırakmaları ve 250.000 kişinin katıldığı “Kırmızı Çizgi” yürüyüşü gibi devasa gösteriler gerçekleşti. Haber-Görünüm-Yorum bölümünde yer alan “Hollanda’da Filistin dayanışma hareketi ekim ayı güncesi” başlıklı makale, Filistin hareketinin son dönemdeki radikal eylemlerini daha ayrıntılı olarak anlatıyor.

Bu kitlesel eylem dalgası, Hollanda toplumunun sanıldığı kadar dünyaya kayıtsız olmadığını gösteriyor. Bu harekette rol alanların çoğu harekete ve genel olarak aktivizme yeni. Bu katılım, partiler ya da kurumların başarısında öte; daha kökten bir şeye, bir çeşit eyleme hazır olma hâline işaret ediyor. Hükûmetin hâlâ katı biçimde İsrail yanlısı olduğu, mülteciler ve muhalefet karşısında giderek düşmanca bir tutum sergilediği bu dönemde, büyümeye devam eden bu hareketlilik dalgası ahlâkî ve politik bir uyanışa işaret ediyor.

Bu uzun direniş çizgisinden -erken dönem feminist eylemlerden iklim işgallerine ve Filistin dayanışmasına kadar- ortaya çıkan gelip geçici bir şey değil, yinelenen bir hareket dürtüsü. En etkili Hollanda hareketleri en kalabalık olanlar değil, en ısrarcı olanlardı: uzlaşarak dağılmayı reddettiler (işçi sendikalarının yaşadığı gibi), yeni katılımcıları eğitip bünyelerine dâhil ettiler (öğrenci ve Filistin hareketlerinde olduğu gibi) ve insanların parçası olmak isteyeceği bir eylem zemini yarattılar. İlk başta lise öğrencileriyle başlayan, sonra üniversitelere yayılan gençlik iklim hareketi, yepyeni bir kitleyi harekete geçirebileceğini gösterdi. O dönemde radikalleşen gençlerin birçoğu şimdi Filistin hareketinde aktif; bu da insanlar ve hareketler arasındaki bağların önemini gösteriyor.

Her hareket kendi örgütlenme biçimini bulur – bisikletlerle, blokajlarla ya da asfalta yatıp yolu kapatarak. Hollanda direniş kültürü klasik anlamda devrimci olmasa da, istikrarla sürüyor. Ve sistem çökerken, siyaset daha da popülist ve faşist bir hâl alırken, radikalleşme de büyüyor. Gücümüz, artan sayımızda ve yok olmaya karşı duruşumuzda yatıyor.

“Bu kazanım, işçilerin birlikte davrandığında, hiç olmayacak işleri başarabileceğini gösterdi”

İzmir Büyükşehir Belediyesinden işten çıkarılan Belediye-İş üyesi 368 işçinin belediyeye ait Egemenlik Binası önünde başlattığı kararlı direniş, 10’uncu gününde (18 Temmuz) belediye yönetimine geri adım attırmış, işten atılan işçiler işlerine geri alınmıştı.

İşçi Gazetesi İzmir Temsilciliği, yaşanan süreç hakkında, Belediye-İş Sendikası 3 No’lu Şube yöneticilerinden Veysel Ergün ile bir röportaj gerçekleştirdi.

İşçi sınıfının, birliğini, örgütlülüğünü bozmadan kararlı duruşuna ve sınıf dayanışmasına örnek teşkil eden bu direniş sürecine ilişkin röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz…

Öncelikle, işten atılmaların yaşandığı İZULAŞ, İZBETON ve İZDOĞA şirketlerinde çalışan işçilerin; yaptığı iş, çalışma koşulları hakkında bilgi verebilir misiniz?

İşten çıkarmaların yaşandığı şirketlerdeki arkadaşlarımız zor koşullarda çalışan işçiler. İZULAŞ, otobüs şoförlerinden oluşan bir birim. Sabahın dördünde evden çıkıp, gecenin on ikisine kadar otobüs kullanan arkadaşlar. Özellikle yoğun trafikteki çalışma koşullarını ele aldığımızda işlerinin gerçekten kolay olmadığını söyleyebiliriz.

İZDOĞA dediğimiz birim, İZSU’nun bir kuruluşu. Belediye iştiraklerinden birisi. Burada çalışan arkadaşlarımız kanalizasyonda, su hatlarında çalışan arkadaşlardır. Görece daha pis koşullarda çalışıyoruz bu alanda, pis derken elbette bu bizim ekmeğimiz, fakat takdir edersiniz ki insanların genelde iğrendiği bir alanda çalışmak hiç de kolay değil. Suyun üzerinize gelebileceği her türlü yerde çalışıyorlar. Örneğin kanallar tıkandığında, o su kanallarının içlerine girebiliyorlar hatta bazı yerlerde hayati tehlike riski olan yerlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Metan gazının olduğu kanallar olabiliyor bu kanallar.

Diğer şirketimiz İZBETON ise İzmir Büyükşehir Belediyesinin yol işlerinden sorumlu iştiraki. Yani asfalt, parke taşı döşemesi, bunların üretimi ve döşenmesi alanında faaliyet gösteriyor. Şöyle düşünün 40-42 derecelik İzmir sıcağında insanların gölgede bile duramadığı dönemlerde bu arkadaşlarımız 140 derecelik asfaltı İzmir’in sokaklarına seriyorlar. Yani hiç kolay işler değil. Bu üç işkolu da kolay olmayan, genelde insanların görmediği, fark etmediği iş kollarıdır. Ve çalışma koşulları düşünüldüğü kadar kolay değil.

Peki, bu işten çıkartmalar olurken işçiler arasında bir şey gözetilmiş mi?

Kesinlikle gözetilmemiş. Sahada çalışan arkadaşlarımız işten çıkartıldı. Belediye başkanının kamuoyuna açıkladığı; çalışmayan, rapor alan, işe gelmeyen insanları çıkarttık diye açıklaması oldu. Bu işin aslını yansıtmamaktadır.

Sizi belediye önüne çadır kurmaya kadar getiren süreç nasıl gelişti, neler yaşandı?

Cemil Tugay, belediye başkanı olduktan sonra emekçilere yönelik bir saldırı süreci oldu. İlk olarak memurlardan başlayarak sosyal denge haklarının yüksek olduğunu ve bunları düşüreceğini söyledi. Bu yaklaşımıyla, emekçilere ve emeğe yönelik bakış açısının kamuoyunda kafasında şekillenmeye başladığını düşünüyorum. Ardından, Genel-İş Sendikasındaki arkadaşlarımızın toplu iş sözleşmesi süreci başladı ve bir grev süreci yaşandı.

Bizimle gelişen süreç ise Cemil Tugay’ın Şubat ayında, Belediye-İş ile Tunç Soyer döneminde neredeyse bir yıl evvel imzalanan toplu iş sözleşmesinin, tabiri caizse kurnazlık olduğunu dile getirmesiyle başladı. Sözleşmenin o dönem seçimlere 1 hafta kala imzalandığını ve maaşların çok yüksek olduğunu açıklamasıyla bir tartışma süreci başladı.

“TİS ile kazanılmış haklarımızdan vazgeçmemizi istediler”

Şubatın son haftalarında belediye başkanı özellikle mart ayı enflasyon zammını geri çekmemiz yönünde bize bir taleple geldi. Tabii bizim bu talebi kabul etmemiz mümkün değildi ve kabul etmeyeceğimizi söyledik. Daha sonra kendisi yargı yoluyla hâlletmeye çalışacağını beyan etti. Ve hattâ yargı yoluna başvurdu. Yargı devam ederken mart ayı enflasyonunu uygulamak zorunda kaldı. Ve yargı; böyle bir şeyin kesinlikle mümkün olmadığı, var olan toplu iş sözleşmesinin uygulanması gerektiği yönünde bir karar verdi.

Cemil Tugay, 4 Mayıs’ta bize tehdit ve şantaj içeren bir yazı gönderdi. Bu yazıda, bazı kazanımlarımızdan vazgeçmemizi, bu olmaz ise toplu olarak işten çıkarma yapacağını ve personel sayısını azaltacağını belirtti. Bizden eylül ayı enflasyon farkının kaldırılmasını, işe devam teşvik priminin ve rapor teşvik primlerinin iptal edilmesini istedi. Ek protokol ile bunları kabul etmezsek, 1.030 arkadaşımızın işine son verileceğini yazılı olarak bildirdi. Ayrıca bize gönderdiği yazıda çalışanların maaşının 115.000 ila 130.000 arasında olduğunu belirtiyordu. Biz de kendisiyle bir görüşme talep ettik.

Görüşmeye gitmeden önce de bu üç şirkette çalışan arkadaşlarımızın bordrolarını çıkarttık. Bordrolar üzerinden bizim ortalama maaşlarımız 60.000 liraydı. Kendisinin bürokratları tarafından yanıltıldığını, bizim maaşlarımızın 60.000 lira civarında olduğunu belirttik. Onlar bize mesaili bordro sundular ama sundukları bordroların tamamı yüksek mesai ile çalışan arkadaşlarımızın bordrolarıydı. Biz bunun gerçeği yansıtmadığını, çoğunluğu yansıtmadığını söyledik. Ayrıca bu 60.000 lira içerisinde yol, yemek ve devletin vermiş olduğu çocuk yardımı da vardı.

Kendisi görüşme sonrasında kamuoyuna bir açıklama daha yaptı. İşçilerin maliyetinin 180.000 TL olduğunu açıkladı. Biz sürecin barış içinde çözülmesi gerektiğini kendilerine de belirttik. Sözleşmemizden geri adım atmayacağımızı, sonuçta bu sözleşmenin 14-15 ay öncesinde biten bir sözleşme olduğunu, aynı zamanda bundan dolayı işten çıkartılacak arkadaşlarımızın arkasında olacağımızı, sessiz kalmayacağımızı ilettik.

“Sorun parasal sıkıntı değildi, boyun eğdirmek istediler”

Sanırım şunu net bir şekilde söylemek gerekiyor. Burada sorun ekonomik, parasal sıkıntı değildi. Cemil Tugay’ın hedefi diz çöktürülmüş bir sendika, boyun eğdirilmiş bir işçi yapısıydı. Taşeronlaşmanın önünü açacak bir çalışmaydı.

Haziranın 4’üne kadar biz ısrarla bu işi barışçıl bir yolla çözmek için çaba harcadık. Çözüm için gerek bürokrasi gerek başkanın bağlı bulunduğu siyasi parti olan CHP yöneticileri ile görüşmelerimiz oldu. Görüşmelerde kamuoyuna açıklanan rakamların doğru olmadığını, asıl aldığımız ücretin bizim açıkladığımız rakamlarda olduğunu söyledik. Sonuçta bordroları bizim yapmadığımızı, bize işveren tarafından gönderildiğini belirttik. Bizim bunları manipüle etmek gibi bir çabamızın olamayacağını anlattık, gerçeği önlerine serdik.

4 Haziran ile 4 Temmuz arasında işçi çıkışlarının yapılacağı İŞKUR’a bildirilmişti. İlk işçi çıkışımız 13 Haziran’da oldu. Yaklaşık olarak 51 arkadaşımız işten çıkartıldı. Burada da olayı şöyle algılayabiliriz; örneğin belirtilen 1.030 işçi tek kalemde çıkartılmadı. Bunun yapılmama sebebini bu işin psikolojik bir savaşa dönüştürülme isteği diye düşünüyorum. Belediye, işçilerin bam teline bastı, işçileri işiyle, ekmeğiyle tehdit etti. Bu 51 arkadaşımızın çıkışı diğer işçilere tehdit oldu.

Bu işten çıkartmadan sonra bizim bir görüşme talebimiz daha oldu ve bunun haksız, hukuksuz bir uygulama olduğunu, bir yanlış yaptıklarını ve bu yaptıkları yanlıştan geri dönmeleri gerektiğini söyledik. Belediye yönetimine de ilettik. Fakat bunun karşılığında tekrar işten çıkartmalar yaşandı. Toplam sayı 368’e ulaştı ve hâlâ işten çıkartılması beklenen 600’e yakın işçinin olduğu söylendi. Sürecin böylelikle zaten konuşarak, diyalog yoluyla çözülmeyeceği anlaşıldı ve eylem süreci başladı.

Aslında şunu da eklemek lazım. İzmir Büyükşehir Belediyesine hükûmet tarafından bir operasyon çekildi, biliyorsunuz. Tunç Soyer gözaltına alındı, tutuklandı. O süreçte CHP Genel Başkanı Özgür Özel İzmir’e geldi ve il başkanını ziyaret etti. Biz de işten atılan arkadaşlarımızla birlikte CHP İl Başkanlığına giderek partinin yetkili organlarıyla, yani genel başkan yardımcılarıyla görüştük. Görüşmede bize şunu söylediler: “Siz haklısınız. Var olan bir sözleşmeden geri adım atılmaz. Bu durum sendikayı da işçileri de zora sokar.” Bunun üzerine orada bir eylem gerçekleştirmedik.

Daha sonra, akşam saatlerinde telefonla arandık. Özgür Özel’in, “Bir adım sendika atsın, bir adım belediye atsın, bu iş güzellikle çözülsün,” dediğini ilettiler. Bunun ardından Büyükşehir Belediyesi, Bornova Belediye Başkanı ve aynı zamanda SODEMSEN Genel Sekreteri olan Ömer Ekşi aracılığıyla bizimle bir görüşme yaptı. Bu görüşmede yalnızca eylül ayı enflasyon farkının ocak ayına ertelenmesi bizden talep edildi.

O sırada 368 arkadaşımız işten çıkarılmıştı, 600 kişinin daha atılması bekleniyordu. Hattâ Cemil Tugay, 1.030 kişinin ardından 1.000 işçinin daha işten çıkarılacağını söylemişti. Bu tehdit, doğal olarak işçiler arasında büyük bir tedirginlik yarattı. Sonuçta işçinin işiyle tehdit edilmesinden daha ağır bir şey yoktur. Bu şartlar altında, istemesek de eylül ayı enflasyonunun ocak ayına ertelenmesini kabul ettik. Protokolde işten atılan arkadaşlarımızın geri alınması ve sadece bu ertelemenin yapılması üzerine mutabakata vardık.

Ömer Ekşi bunu Büyükşehire iletti. Ancak kısa bir süre sonra bize döndüler ve Cemil Tugay’ın protokol dışında yeni talepleri olduğunu söylediler. İşten çıkarılanların geri alınmayacağını, rapor ve teşvik primlerinin kaldırılmasını istediğini, tazminatların da 6 aya yayılacağını bildirdiler. Kabul edilmezse işten çıkarmaların devam edeceğini ifade ettiler.

 

Biz de Ömer Ekşi’ye arabuluculuğu için teşekkür ettik ama kazanılmış haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğimizi söyledik. İşten çıkarılan arkadaşlarımızın yanında olacağımızı, bundan sonra da enflasyon farkının ertelenmesini kabul etmeyeceğimizi net bir şekilde belirttik.

Biz bu sürecin ardından hemen eylem kararı aldık. Aslında eylemlere daha erken başlayacaktık. Fakat o dönemde İzmir’de büyük orman yangınları başladı. İşten atılan arkadaşlarımızla birlikte şunu düşündük: İzmir yangın yeri iken böyle bir eylem doğru olmayacaktı. İnsanların dikkati başka bir yere çekilmemeli, gerçekten yangınla mücadeleye odaklanılmalıydı. Bu nedenle eylemi erteledik.

Ancak bu tarihte de yangında işçi arkadaşlarımızın hayatını kaybetmesi üzerine yeniden ertelemek zorunda kaldık. Yangın süreci sona erdikten sonra ise sendika binamızın önünde toplandık. İşten çıkarılan arkadaşlarımız ve tüm yöneticilerimizle birlikte Egemenlik Binası’na yürüyerek direniş çadırımızı kurduk.

CHP’li Cemil Tugay başkanlığındaki İzBB yönetiminin, sendikalara ve işçilere yönelik; kamuoyunu gerçekdışı söylemlerle manipüle eden, yetkili sendikaları karşı karşıya getiren, tehdit, şantaj, itibarsızlaştırmaya varan tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sendikaların, belediye yönetimi ve CHP ile kurduğu ilişki biçiminin bu tutumda payı var mı?

Cemil Tugay seçildikten sonra işçilerin ve sendikaların yaşadığı süreç ortada. Ben 20 yıldır İzmir Büyükşehir Belediyesi İZBETON’da çalışmaktayım. Hiçbir dönemde işçinin halkın önünde bu kadar itibarsızlaştırıldığına şahit olmadım. İşçi resmen halkın önüne atıldı. Üzücü olan taraf ise, gerçek olmayan ücretler, çok çok uçuk rakamlardan bahsederek bunu sağladılar. Talep edilen rakamlar ile kamuoyuna açıklanan rakamlar arasında büyük fark vardı. Örneğin Genel-İş grevinde arkadaşlarımızın talep ettiği ücret ile belediyenin kamuoyuna açıkladığı ücret arasında ciddi fark vardı.

Yaşanan bu grevden sonra en büyük sıkıntı da şu oldu. Biz en az iki hafta kamuoyuna derdimizi anlatmak için uğraştık. Biz toplu iş sözleşmesinde değildik, grev de yapmıyorduk sadece haksız ve hukuksuz işten atılan işçiler vardı. Ve bize direnişten başka bir yol bırakmadıkları için direnişe geçtik bunu da halka anlatmak bizim açımızdan zor oldu.

Bu manipülasyonu sosyal medyada fazla takipçisi olan İzmir sayfaları ile yaptılar. Aynı zamanda üye sayısı fazla olan WhatsApp ve Facebook grupları ile yanlış bilgileri yayarak ciddi bir algı yarattılar. Bizim yaptığımız her eylemin arkasından, yok 90 bin TL maaş istiyorlar gibi haberler yaptılar ki bunun gerçekle alâkası yoktu. Biz bu haberler deşifre etmek için ekstra çaba harcamak zorunda kaldık. Tam üç hafta boyunca bunlarla uğraşmak zorunda kaldık. Kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi lazımdı. Çünkü şunu da biliyorduk bir direniş süreci yaşanacaksa bu kamuoyu desteğini almadan başarıya ulaşamazdı. Bunun için kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi gerekiyordu, tüm çabamız bunun içindi.

Cemil Tugay’ın bu kadar rahat hareket edebilmesi neye bağlıyorsunuz?

Burada sendikal değil ama kişisel bir cevap verebilirim. Cemil Tugay’ın bu süreçte bu kadar rahat hareket edilmesinin nedeni şudur. Bu işten atma sürecine kadar baktığımızda Cemil Tugay seçileli 15 ay oldu ve yapılan bir hizmet yok. Sadece kaostan beslenmeyi seçti, yani halkı bir süre bununla idare etmek zorunda kaldı. “Ben işçiye İzmir’in parasını yedirmem.” “Ben işçiye bu kadar ücret ödeyemem.” Sanki İzmir’de hizmet etmesinin önünü İzmir’de çalışan işçiler kesiyormuş gibi bir algı yaratmaya çalıştı.

Özellikle yaşanan grev sürecinde bizim de eleştirdiğimiz Genel-İş Sendikasındaki bir yönetici arkadaşımız Cemil Tugay’ın kullanmasına olanak sağlayacak sözler sarf etti. İzmir halkının oyları ve AKP üzerinden bir söylem geliştirdi. Yine belediyenin grev kırıcılığı yaptığı süreç basın yoluyla manipüle edildi, başka bir yönetici arkadaşımızın “güzel çöp topladı” sözleri kullanıldı. Bu da Cemil Tugay’ın rüzgârı arkasına almasına sebep oldu. Cemil Tugay da bu rüzgârla istediği her şeyi yapabileceğini düşündü ve işten çıkarma sürecine gelmiş olduk.

Sözleriniz üzerine şunu söyleyebiliriz. İzmir 1 Mayısı’nın örgütlenme sürecinde sol, sosyalist kurumlar ile 1 Mayıs Tertip Komitesi (DİSK, Türk-İş, TMMOB, TTB) ile yapılan toplantıda ısrarla Cemil Tugay’ın 1 Mayıs kürsüsünde yer almaması, 1 Mayıs kürsüsünün işçilerin kürsüsü olması vurgulanmıştı. Fakat buna rağmen 1 Mayıs Tertip Komitesi Cemil Tugay’ı işçilerin kürsüsüne çıkarttı. Belediye-İş olarak bu sürece ne kadar hâkimsiniz bilmemekle birlikte sonuçta Türk-İş’e bağlı bir sendikasınız ve 1 Mayıs’a da katıldınız.

Şimdi biz Belediye-İş olarak zaten Tertip Komitesinde değildik. Evet, söylediklerinize de katılıyorum. Aslında orda konuşma yaptığı sırada ilerici, devrimci gençler tarafından, orda bulunan kitleler tarafından tepki gösterildiğini de gördük.

Biz Belediye-İş olarak Türk-İş’e bağlı bir sendikayız ama Türk-İş’in yapamadıklarını, Türk-İş’in yüzüne karşı eleştirebilen bir sendikayız. Birçok kesim tarafından Türk-İş’e bağlı olmamızdan kaynaklı sarı sendikacılıkla suçlandık. Bu süreçleri de yaşadık. Oysaki biz Türk-İş’in bu ülkede işçi sınıfına nasıl ihanet ettiğini çok rahatlıkla görebilen ve bunu da her platformda dile getirebilen bir kurumuz.

Belediyelerle sendikalar arasındaki ilişkiye gelince… Valla şöyle söyleyebiliriz; bir ilişki ağı olduğu kesin. Biliyorsunuz hangi parti olursa olsun belediyeler siyasetin döndüğü yerler oldu. İşe işçi alımlarının nasıl yapıldığını hepimiz biliyoruz. Yani genelde siyasilerin aracılığıyla bir işe alım yapılıyor. Dolayısıyla burada çalışan arkadaşlar da o siyasetin bir parçası olarak buraya geliyorlar. Belediye yönetimiyle sendikalar arasında da kurulan ilişki ağı da bu paralelde yürümekte.

Örnek verirsek; röportajın başında da söyledim; biz bu sorunu çözebilmek için siyaseti kullanmaya çalıştık. Direnişlerin sokakta kazanılacağını, biz kendi yöneticilerimiz bazında çok dillendirdik. Biz bu işin sokakta çözüleceğinden emindik. O konuda hiçbir kaygımız yoktu. Her ne kadar bu işin sokakta çözüleceğini biliyor olsanız da siyasi kanalı da kullanmak zorunda hissediyorsunuz. Bu da özellikle belediye yönetimi ile siyasi çevreler arasındaki ilişki ağının belli bir düzeyde olduğunun göstergesi.

Bir örnek vereyim: Konuşmamızın bir bölümünde bahsettiğimiz gibi, CHP Genel Başkanı’nın, “Bir adım sendika atsın, bir adım belediye atsın, bu iş güzellikle çözülsün,” gibi söylemleri, bu ilişki düzeyinin var olduğunu gösteriyor. Bu ilişki düzeyi, az önce anlattığımız paralellikte hâlâ yürümekte ve bugüne kadar da böyle sürdü.

Bu direniş ve kazanım, bahsedilen 1.030 işçinin işten atılmasının ve sonrasında oluşabilecek büyük bir işçi kıyımının da önüne geçti. Belediye önüne çadır kurdunuz. Bu direnişi nasıl kazandınız? Süreci anlatır mısınız?

Biz, Belediye-İş Sendikasının üç şubesinin yöneticileri olarak çok emindik; yani bu işi kazanacağımızdan, çıkarılan her bir arkadaşımızı geri işbaşı yaptıracağımızdan. Çünkü mücadeleyle çözülmeyecek hiçbir sorun olmadığını biliyoruz. Bu kazanımların da mücadele yoluyla elde edileceğinden emindik.

Hani bizim kaygılarımız farklıydı. Ülkedeki ekonomik koşullar ortada. Süreç uzadıkça işçi arkadaşlarımızın olumsuz düşüncelere ve yılgınlığa kapılması ihtimali bizi endişelendiriyordu. İyi tarafı şuydu; üç şubenin de tüm yönetici ve temsilcileri, bu haklı direnişin ilk gününden son gününe dek, direnişin arkasında kararlılıkla durdu. Ve işçi bunu hissetti. İşçi zaten orada kendisine liderlik eden kişilerin dik duruşunu gördükçe de sürece daha çok dâhil olmaya başladı.

Parantez içinde şunu belirtmekte fayda görürüm. Direniş bittikten sonra bir takım arkadaşlarımızın “Kesinlikle işbaşı yapamayacağımızı ve sendikanın yanımızda durmayacağını düşünüyorduk,” gibi söylemleriyle karşılaştık. Hattâ ben “Niye böyle bir kanıya kapıldınız” diye sorduğumda, Türkiye’deki sendikaların genel yapısından bahsettiler. Özellikle bilinçli arkadaşlarımız, Türkiye’deki sendikacılığın gelmiş olduğu noktadan dolayı bu işin göstermelik olduğunu düşünüyorlardı. Hani sendika bizimle çıkar, 1-2 gün göstermelik yanımızda durur, ondan sonra ya bizi yalnız bırakırlar ya da direnişi bitirirler diye bir düşünce hâkimdi.

Ama biz, dediğim gibi çok kararlıydık. Çünkü şu bir gerçekti, artık saldırılar giderek pervasızlaşmıştı. Bir de şunu çok iyi biliyorduk eğer bizim direnişimiz aşılırsa, biz bu mevziiyi kaybedersek bunun bedeli sadece bu üç şirkete değil, diğer iştiraklerde çalışan arkadaşlarımıza da diğer sendikada örgütü olan arkadaşlarımıza da ödetilecekti.

“Sınıf dayanışması direnişin kazanılmasında büyük rol oynadı”

Bu süreçte özellikle sınıf dostlarımızın bizi yalnız bırakmaması, direniş alanının sınıf dostları tarafından sahiplenilmesi bizi en çok mutlu eden olaylardı. Bu arkadaşlarımızın katkılarını unutmamalıyız, burada sizlerin aracılığıyla da başta siz olmak üzere süreci sahiplenen destek veren tüm sınıf dostlarına bir kez daha teşekkürlerimizi iletmek isterim. İşçi arkadaşlarımızın dik ve diri durması da mücadelenin şekillenmesinde büyük rol oynadı.

Direniş yaklaşık on gün sürdü ve biz ilk günden itibaren belli bir plan, program çerçevesinde hareket ettik. Söylemlerimiz belediye yönetiminden ricacı değil, daha çok hesap soran konumdaydı. Taviz vermeyeceğimizi kendilerine hissettirdik. Direniş bir hafta da sürer, bir ay da sürer, altı ay da sürer. Bizim için fark etmiyor. Belediye-İş Sendikası ekonomik olarak da mücadele olarak da üyelerinin yanında olacaktır.

Ekonomik olarak şunu da belirtmekte fayda var. Ama bunun farklı anlamda algılanmasını da istemem. Direnişin günbegün bir maliyeti vardı. Orada günlük gider aşağı yukarı 150.000 TL idi. Ha bu çok mu önemli? Elbette ki değil, zaten bu işçinin kendi parası, alınteri ve bugünlerde kullanılmak üzere var. Aidatlarımız doğru zamanda, doğru yerde kullanıldı. Direnişlerin böyle bir yönü olduğunu da belirtmek açısından söylüyorum.

Mücadeleye baktığımızda, başlangıçta mücadele dozunu günbegün artırmayı tercih ettik. İlk günlerde hızlı yol almak isteyen arkadaşlarımız vardı, ama süreç uzun soluklu bir mücadeleydi. Adım adım gitmenin doğru olduğunu düşündük. Yedinci gün, İzmir Büyükşehir Belediyesinin meclis toplantısı olacağını biliyorduk onun öncesinde zaten bütün konuşmalarınızda şunu söylemiştik. Haksız hukuksuz yere işten atılan arkadaşlarımızla birlikte İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bütün programlarına katılacağız. İşimize geri dönme mücadelesini büyüteceğiz. Her alana yayacağız, her alana taşıyacağız diye kamuoyuna açıkça ifade ettik.

Meclis toplantısının yapılacağı gün Egemenlik Binası’ndan fuar alanındaki salona yürüyüş gerçekleştirdik. Oraya ulaştığımızda, anayasal hak olan meclis toplantısına katılma hakkımız engellendi. Gerekçe gösterilmedi. Biz ısrarla kolluk kuvvetlerine, “Vatandaşlıktan değil işten çıkartıldık, her vatandaşın meclis toplantısına girme hakkı vardır,” diye belirtmemize rağmen gerek kolluk tarafından gerek zabıtalar tarafından engellendik. Bizim ısrarla içeri girme çabamız karşısında bir arbede çıktı. Biber gazlı bir müdahale oldu. Yaralanan arkadaşlarımız oldu. Daha sonra bu olay basına yansıdı.

Ertesi gün de direniş yerindeydik. Çarşamba günü yapılacak meclis toplantısı ertelendi, cuma gününe alındı. Yine Egemenlik Binası’ndan meclis toplantısına yürüdük. Bu sefer kolluk kuvvetlerinin sayısı artmış ve tüm alan barikatlarla çevrilmişti. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir belediyeye yakışmayan görüntülerdi.

Biz alana gittiğimizde, belediye yönetiminden bize bir görüşme talebi iletildi ve şube başkanı arkadaşlarımız görüşmeye gittiler. Yapılan görüşmede bütün çıkarılan arkadaşların tekrar işe alınacağı ve karşılığında sadece eylül ayı enflasyonunun ocak ayına çekilmesi konusunda bir anlaşma sağlandı.

Bu bizim için sürpriz olmadı; sadece sürecin uzayabileceğini düşünüyorduk. Uzasa da kararlılıkla işçilerin yanında durmaya devam edecektik. Bu gücümüz ve inancımız vardı. Çıkarılan arkadaşlarımızın geri alınacağından emindik, sadece süreç uzayabilirdi.

Daha sonra Cemil Tugay, işçi arkadaşlardan ve ailelerinden özür diledi, sürecin yanlış olduğunu kabul etti. Bana göre bu yanlıştan dönülmesinde en büyük etken, işçi arkadaşlarımızın ve destek veren diğer işçilerin gösterdiği kararlı mücadeleydi.

Son olarak, kentimizde sürmekte olan grevler var. Bu direniş kazanımla sonuçlandı. Petrol-İş’in sürdürdüğü TPI’da bir grev var. Aynı zamanda Temel Conta’da bir direniş süreci var. Digel Tekstil’de yine direniş 200 gündür devam ediyor. Bu direniş ve grevler hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz kazanımla sonuçlanan yeni bir süreçten çıktınız, sendika olarak sizce bu direnişin işçi sınıfına kazandırdığı nedir ve bundan sonraki süreçler nasıl ilerleyecektir?

İşten çıkarmalar başladığında şöyle bir algı yaratıldı (bunun bilinçli olarak yaratıldığını düşünüyorum): “Cemil Tugay kesinlikle geri adım atmaz ve çıkarılan hiç kimse geri işe alınmaz!” Bu düşünce sadece işçi arkadaşlarda değil şirket yöneticilerinde de vardı. Ve bu yüzden işten çıkarmalardan sonra direnişe geçmeden önce, işyerlerinde işçilere karşı müthiş bir baskı oluşturmaya başladılar. Şunu yaparsan çıkışını veririz, oturma kalk, çıkışını veririz… Mobbing uygulandı yani. İnsanları işiyle, ekmeğiyle tehdit ettiler. Bu kazanım, bu algının kırılmasını sağladı. İşçilerin bir araya geldiği zaman, birlikte davrandığı zaman, hiç olmayacak işleri başarabileceğini gösterdi. Bizim açımızdan ve işçi sınıfı açısından kendine güven tazelemesi için bu direnişin kazanılması önemliydi.

Biz arkadaşlarımızla konuştuğumuzda bize şu taleple gelen çok olmuştu: “Ne istiyorlarsa verin, kabul edin. Biz işimizden, ekmeğimizden olmayalım!” Biz arkadaşlara şunu anlattık; aslında sorun bu değil. Sorun sadece işçinin cebine giren para değil. Burada yapılmak istenen diz çökmüş bir sendika ve onursuz işçi yaratmak idi. Sürecin sonunda sendikasız bir işyeri, taşeronlarla anlaşmaya gidilen bir süreç yaratmaktı. İşçiler yan yana gelirlerse taviz vermeden kazanabileceklerini görmüş oldular. Bu kazanımın kendi güçlerinin farkına varmasına katkı sağladığını düşünüyorum.

“Bu mücadele sınıfa karşı sınıf mücadelesidir”

Bir de şu açıdan bakmak lazım. Buca Belediyesinde maaşını almadığı için dört aydır direnişe başlayan işçi arkadaşlarımız var. Orada belediye başkanları il-ilçe başkanları Buca Belediye Başkanı’na yardım için canhıraş çalıştılar. Bütün her şeylerini seferber ettiler.

Şimdi şunu görmemiz lazım… Onlar birbirlerine yardım edip destek olabiliyorlarsa biz işçiler de birbirimize destek olmalı, yan yana gelebilmeliyiz. Yani evet o konuda bir özeleştiri de kendi şubemiz adına vermiş olayım. Bana göre de var olan grevler, eylemler, direnişler desteklenmelidir. Nasıl ki belediye başkanları birbirine destek çıkma gereği duyuyorsa, nasıl onlar örgütlü bir şekilde bir araya gelebiliyorlarsa biz işçiler de günü geldi mi birbirimize destek verebilmeliyiz. Demin saydığınız grevlerin bu şekilde görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Bu mücadele sınıfa karşı sınıf mücadelesidir. Bunun başka yolu yok. Açıklaması da yok. Bu var olan eylemliliklerin, grevlerin başarıya ulaşabilmesinin yollarından bir tanesi, sınıfın bunu sahiplenmesidir. Arkadaşlarımızın, çalışanlarımızın işçi sınıfını böyle sahiplenmesi gerekiyor. Çünkü dediğimiz gibi bu sınıfa karşı bir sınıf savaşıdır ve biz eğer bunu başarmak istiyorsak birbirimizi sahiplenmeliyiz. Mücadeleleri büyütmeliyiz. Arkadaşlarımızın yanlarında olabilmeliyiz diye düşünüyorum.

Bu süreçte emin olun kişi sayısına bakmıyoruz, üç kişi de gelebilir, iki kişi de gelebilir ama birleşe birleşe kazanacağız sloganını duyduğumuz zaman müthiş bir güven geliyor bize. O yüzden var olan eylemlikler desteklenmeli. Biz kendi şubemiz adına söyleyecek olursak bu konuda yetersiz kaldık. Yaşadığımız sürecin etkisi olmuştur ama onun öncesinde de vardı. Sadece Temel Conta grevine bir desteğe gidebildik. Bundan sonraki süreçlerde özellikle bu tip eylemlerin daha çok sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Teşekkür ederiz.

Aşk olsun size vazgeçmeyen çocuklar*

 “gezegenimiz sevinç duymaya
fazla elverişli değil daha.
sevinci gelecek günlerden
koparıp almamız gerekiyor.
ölüp gitmek;
zor bir şey değil bu yaşamda.
yaşamı yaratmak çok daha zor.”[1]

Özgür Üniversite Hareketi’nin 2. Kurultayında sizlerle olmak beni bahtiyar etmesi yanında, çağrışımlar zincirinde eski(meyen) günlere götürüyor.

Turgutlu’da ilkokula gittiğim ilk günü hatırlıyorum. Elimden anam tutmuştu. Avucumun içindeki o sıcaklığı hâlâ hissederim.

Okuma yazmayı öğrendiğimde yakama kırmızı kurdeleyi takan öğretmenim Macide Samur’un gözlerindeki şefkati unutmam mümkün mü?

Ya Çorum Eti Ortaokulunda ilk aşkım Güler, adıyla müsemmaydı.

Sonra Ankara Cumhuriyet Lisesindeki TÖB-DER grevinde sırtıma inen Fruko’ların ilk cop darbesi. O zamanlarda toplum polislerine Fruko derdik.

Ardından Ankara Bahçelievler’deki duvarlara heyecanla (ve biraz da belli etmemeye çalıştığım korkuyla) “Çin Yakındır!” sloganını yazdığımız günlerde tanıdığım ve geçenlerde yitirdiğimiz ölümsüz Liseli Fehmi (Erbaş) abimiz.

Bir de Bülbülderesi civarında gözaltına alınıp, nezarethanenin demir parmaklıkları, soğuğu ve tekme tokatla tanışmam…

“Yankee Go Home” haykırışımın THKO’ya duyduğu hayranlık.

Ardından 12 Mart 1971…

31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga’nın…

30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ile Onların…

6 Mayıs 1972’de Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş’in… yüreğimde hâlâ kanayan acıları ve daha niceleri…

Sonrasında bir Ceylan Pınarı gecesinde sınırı aşıp Filistin yollarına düşmem…

Antep mahpusundan Bilecik zindanına uzanan günler…

11 yıl 23 gün 8 saatlik sürgün, ardından da Güney Kürdistan…

Ve bugün…

Sizleri görmek bunları çağrıştırdı bana; “Öptüğüm kızlar geliyor aklıma” dizeleriyle Nevzat Çelik’in…

Bir de “Bizi harekete geçirmesi gereken şey insan onurudur: Ezilenlerin onuru, ama aynı zamanda her birimizin onuru. Dayanılamaz olana katlanırsak, onurumuzu kaybederiz,” sözleri Baltasar Gracian’ın…

Ve de “Ülkenin geleceği, gençliğin geleceğinden ayrı düşünülemez. Biz ülke sorunları ile ilgilenmekle, gerçekte kendi geleceğimize sahip çıkmış oluyoruz,” haykırışı Harun Karadeniz’in…

Hadi gelin, bunları bir kenara bırakıp, soru(n)larımızdan söz ederek işimize bakalım.

* * * * *

Öncelikle Abraham Maslow’un, “Zaman zaman acı da verse, görmek kör olmaktan iyidir,” vurgusu eşliğinde ekleyelim: “Karşımızdaki, bir geleceği olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir kuşaktır.”[2]

Evet, burası Türkiye coğrafyası ve burada yaşamaya, mücadele etmeye mahkûm ve mecburuz!

Her gün zam, zulüm, yeni bir skandal, sıfatı değişse de kaidesi aynı kalan yeni bir “çeteye” uyandığımız toprağımız.

Depremde yaşamını kaybeden insanların diplomalarını pazarlayanlardan emekliliği göremeden ömrü sona eren yurttaşların hak edişlerini üzerine alanlara, narkotik şube müdürü e-imzasıyla işlem yapan torbacılara, her gün akla hayale gelmeyecek sahtekârlıklar ortaya çıksa da, bunlar coğrafyamız açısından ne yeni, ne de bir  anomali!

Yenidoğan çetesinden sınav hırsızlıklarına birçok örnekte gördüğümüz üzere rejimin işleyiş biçimi halkın toprağından diplomasına kadar tüm birikimlerine çökme yoluyla elde edilen kapitalist “birikim”, çürüme hâlinin ifadesinden başka bir şey değil…

Karşımızda sahtecilik skandalıyla malûl, rüşvet ve yolsuzluk ağıyla müsemma, sahte diplomalı ya da diplomasız totaliter bir rejim var.

Kolay mı?

İnternette parayı verene diploma dağıtılan, ödeme yapanın mezun olduğu, diplomaların havada uçuştuğu bir hâlden söz ediyorum!

Bu öyle bir kokuşmuşluk ki, yüklü ödemeler karşılığında istenilen herhangi bir üniversitenin bölümünden mezun olunabiliyor!

İlkokuldan denklik belgesine kadar pek çok belge elde edilebiliyor. Fiyatlar ise şu aralıkta: İlköğretim: 10.000?.. Lise: 20.000?.. Önlisans ve Lisans: 30.000?.. Yüksek Lisans ve Doktora: 35.000?.. Denklik belgesi: 10.000?.. Sertifika ve mesleki yeterlilik belgesi: 15.000? Belgelerin ise tamamen onaylı olduğunu iddia ediyor![3]

Bu işin bir yanı! Bunu yapanlar, yani kapitalistler ise ya dinsel yanılgıları besliyorlar ya da astroloji, numeroloji, manifest, çekim yasası, mindfulness, olumlama, enerji ve frekans şifacılığı, ses terapisi, doğum haritası analizi, tarot, oracle, reiki, çakra, yoga, meditasyon, aile dizimi, kristal enerji terapisi benzeri saçmalıkları körüklüyorlar!

Belki inanmayacaksınız: Vantage Point’in araştırmasına göre, her 3 Amerikalıdan biri, yapay zekâyla “romantik ilişki” yaşıyor. Amerikalıların neredeyse üçte biri, bir yapay zekâ sohbet botuyla “samimi veya romantik bir ilişki” yaşadığını söylüyor. Yapay zekâ sohbet botlarının romantik ilişki amaçlı kullanımındaki artış, Aile Çalışmaları Enstitüsünün ABD’nin bir “Cinsel Durgunluk” dönemine girdiğini ve Amerikalı yetişkinlerin haftada bir seks yapma oranının son 15 yılda istikrarlı bir şekilde azaldığını açıklamasının ardından geldi.[4]

Evet, yaşa(tıl)dığımız çağı, yabancılaşma, yalnızlaşma çağı olarak adlandırabiliriz.

Tommaso Campanella’nın, “Dünyayı korkunç bir ahlâk bozukluğu sarmış, insanlığa tabiat yasalarına, aklın gereklerine sırt çevirmişler; kötüler iyileri tedirgin etmekte, onları boyunduruk altında inletmektedir”; Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Günümüzde insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur,” vurgularındaki üzere çağın ekonomik ve sosyal yapısı sahiden zorlayıcı. Yerküre ve coğrafyamızın topyekûn bir çöküş yaratıyor. Her geçen gün yenisi eklenen acılarla yaşamak zorundayız. Üstelik buna alışmamız bekleniyor.

Hayır! Alışmayacağız, kabullenmeyeceğiz!

Ahmet Telli’nin dizelerindeki üzere, “Bir şeyler var değişecek/ Bir şeyler var/ Değiştirmemiz gereken/ Önce acılardan başlanacak!”

Bu kadar da değil! Andrei Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir”; Nikos Kazancakis’in, “Her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır”; George Bernard Shaw’ın, “Yalnızca deli ve azimli olanlar dünyayı değiştirebilir”; Friedrich Nietzsche’nin, “Ve bir erdemim varsa, o da korkmayışımdır hiçbir yasaktan,” sözlerini kulağımıza küpe edeceğiz!

İnsanın yaşamı, tercihlerinin toplamıdır. Kendi olmak istediği şeydir. Onun özgürlüğü, kendisine reva görülenlere, dayatmalara karşı duruşla müsemmadır.

Sigmund Freud’ün, “İnsan öleceğini bilerek yaşamıyor. Yaşayacağını sanarak ölüyor,” diye betimlediği koşullarda insan olmak ve kalmak zor zanaattır. Ama zorunludur.

Hepimize dayatılan trajik kokuşmuşluk bir skandal değil, çürümüş kapitalist rejimin kurumsal tercih(ler)idir. Yani skandal olarak adlandırdığımız bütün olaylar rejimin doğal uzantıları. Bir tercih değil, işleyiş söz konusu.

Kapitalist vahşet olmasa bunlar olur muydu? Elbette ol(a)mazdı!

O hâlde Harriot Johnson’un, “Savunucu olun. Müdahale edin. Beklemeyi reddedin. Geri çekilmeyi reddedin. Öfkeli kalın. Değişimi talep edin. Sürekli olarak talep edin. Şimdi talep edin. Bir devrimden daha azını kabul etmeyin,” sözlerini yaşama geçirin…

Çünkü kapitalizmin bize dayattığı gençlik hâl(ler)ini başka türlü nihayete erdirmemiz mümkün değil!

* * * * *

Gençlik hâl(ler)i dedim; sözü OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim-2025” raporuna bırakıyorum: Coğrafyamızda 18-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 31.3’ü ne eğitimde ne istihdamda. Türkiye’de 25-64 yaş aralığındaki üniversite mezunlarının yüzde 24.6’sı işsiz. Hem lise mezunları (yüzde 63) hem de üniversite mezunları (yüzde 75.4) için en düşük istihdam oranına sahip OECD ülkesi.[5]

Hızla aktaralım:

Eğitim Sen’in araştırmasına göre üniversite öğrencilerinin yüzde 73’ü iş bulamayacağından korkuyor, yüzde 80’i geleceğinden endişe ediyor. Ülke öğrenciler için umut vermiyor: 5 öğrenciden 4’ü gelecekten ümitsiz.[6]

Sosyoloji Mezunları Derneğinin anketine göre, katılımcıların yüzde 96.3’ü Türkiye’deki insanların mutsuz olduğunu belirtti.[7]

Türkiye’nin en önemli sorunları sorulduğunda gençlerin yüzde 20.3’ü ilk sırada “ekonomi”, yüzde 18.1’i “adalet”, yüzde 15,7’si ise “eğitim” yanıtını veriyor ve yüzde 96.3’ü “Türkiye’nin mutsuz olduğunu” söylüyor.

İlaveten, gençlerin yüzde 52’si yaşadıkları hayattan memnun değilken, yüzde 60’ı ise kendini özgür hissetmiyor. Yüzde 61’inin gelir kaynağı da sadece ailesi.

Gençlerin yüzde 21’inin aylık eline geçen en yüksek paranın 10 bin TL ila 12 bin TL arasında olduğu belirtilirken; yüzde 5’i ise 5 bin TL ve altında bir miktarla ayı geçirmeye çalışıyor.

Gençlerin yüzde 61’i iyi bir eğitim almadığını ifade ederken, aynı zamanda yüzde 62’si kaliteli beslenmiyor.[8]

2023-2024 kesitinde yoksulluktan ötürü üniversiteyi bırakmak zorunda kalan öğrenci sayısı 300 bine yaklaştı.[9]

“10 öğrencinin 6’sı yoksul”ken;[10] ümitsiz işsizlerin 560 bini 15-24 yaş arasındaki gençlerden, 470 bini ise 25-34 yaş arasındaki bireylerden oluşuyor. Başka bir deyişle, her 100 ümitsiz işsizden 41’i 15-34 yaş arasındaki gençlerden oluşuyor; gençler bir yandan işsizliğin pençesinde kıvranırken iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Bu da geleceksizlik, güvencesizlik, yoksulluk anlamına geliyor. Giderek artan gençlik eylemlerinin altında bu sosyal gerçekler de yatmakta.

DİSK Araştırma Merkezinin (DİSK-AR) TÜİK verilerinden hareketle yaptığı hesaplamalara göre 2025 yılının 1. çeyreğinde ortalama geniş tanımlı işsizlik oranı 28.5 iken 15-24 yaş arası gençlerde bu oran yüzde 37.5’tir.

Eurostat verilerine göre (25-29 yaş grubunda) Türkiye, AB ülkeleri içinde en yüksek “ev genci” oranına sahip ülkedir. Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda yer almayanların genç nüfus içindeki payı yüzde 26.4’tür.

Genel olarak genç işsizliği ve istihdamı böyle seyrederken üniversite gençliğinde durum nedir? 2024 verilerine göre 3 milyon 133 bin açık (dar tanımlı) işsiz içinde yükseköğretim mezunlarının sayısı 966 bindir. Toplam açık işsizlerin yüzde 31’i yükseköğretim mezunudur. Lise mezunlarında da bu oran yaklaşık aynıdır. Dolayısıyla yükseköğrenim mezunu olmak kategorik olarak işsizliği azaltmıyor. Öte yandan yükseköğretim mezunlarının ezici çoğunluğunun mezun oldukları bölümlerle oldukça uyumsuz işlerde ve düşük ücretlerle çalıştıkları görülüyor.

Gençlerin mezun oldukları bölümlere uygun iş bulamaması yanı sıra bir diğer sorunu ise ücretlerin düşüklüğüdür. Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi verilerine göre üniversite mezunu gençlerin önemli bir bölümü ilk işe girişteki ücretleri asgarî ücret ve asgarî ücrete yakın düzeyde seyretmekte.

Asgarî ücretle çalışmanın yaygınlığı Türkiye işgücü piyasasının en önemli sorunlarından biri. Merkez Bankası ve DİSK-AR verileri Türkiye’de asgarî ücret karşılığında çalışanların oranının ücretli çalışanların yarısı civarında olduğunu gösteriyor.

Bu durum üniversite mezunları açısından da çok farklı değil. Üniversite mezunu olmak birkaç bölüm dışında önemli bir ücret avantajı sağlamıyor. Üniversite mezunlarının kayda değer bir bölümü asgarî ücret ile asgarî ücretin yüzde 50 fazlası arasındaki ücretlerle çalışıyor.[11]

Bunlar böyleyken; eğitime erişemeyen, diploması varsa iş bulamayan, hiç atanamayan, barınma ve beslenme sorunuyla aç sefil tek başına bırakılan gençlik isyan ediyor, başkaldırıyor.

O hâlde şimdi hepimiz totaliter iktidarın resmi eğitim(sizlik)i karşısında, Victor Hugo’nun, “İnsan genç oldu mu geceden sıyrılan gün zaferle doludur,” sözünü hatırlamalı, hatırlatmalıyız…

* * * * *

Bütçede eğitimin payının giderek eriyip, MEB bütçesinin toplamına oranının 5 yılda toplam yüzde 2 oranında gerilediği;[12] “Okulların dinî telkin alanı oldu”ğu[13] coğrafyamızda, gerici faaliyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığının “Mevlid-i Nebi Haftası” etkinlikleri çerçevesinde, din içerikli bilgi yarışmasını kazanan öğrencilere umre ziyareti vaat edildiği gibi.[14]

TÜİK verilerine göre, 15 yaş ve üzeri yetişkin nüfusta yer alan 1 milyon 501 bin 903 kız çocuğu ve kadının okuma yazma bilmediği; 6-15 yaş arası 44 bin 115 kız çocuğu ile 56 bin 17 erkek çocuğunun okuma yazmasının olmadığı[15] eğitimde utanç tablosunda MEB, Nakşi lideri Nurettin Coşan’ın kurduğu şirket ve derneklere okullarda etkinlik izni vermişti.[16]

Eskişehir Atatürk Anadolu Lisesinde Okul Müdür Başyardımcısı Osman Akarsu, Çanakkale Zaferi’nin 103. yıldönümünde kimin yazdığı belli olmayan, kendi istediği bir şiirin okunmasını ve ardından tekbir getirilmesini isteyip; buna karşı çıkan öğretmenin üzerine yürümüştü.[17]

MEB’in 11. sınıf din kültürü ve ahlâk bilgisi kitabında materyalizm, “Pahalı ev, lüks araba, yüksek makam” ideolojisi olarak tanıtılmıştı.[18]

Sonuç mu?

Yüksek Öğretim Kurumları sınavının Temel Yeterlilik Testi’nde 96.518 kişi sıfır çekmiş.[19] YÖK Atlas verilerine göre, Yükseköğretim Kurumları Sınavı’ndaki (YKS) tüm sınavlarının toplamında eksi net yapanlar üniversite kazandı. Toplamda eksi 9.5 netle edebiyata giren bile var. Eksi netle en çok girilen bölüm iki yıllık çocuk gelişimi olurken edebiyatı kazanıp hem Türkçe hem de edebiyatta sıfırın altında kalanlar dikkat çekti.[20]

Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi sermayeye, tarikatlara teslim edilmiş bir eğitim sistemiyle yüz yüzeyiz!

Şimdi burada durup bir parantez açalım: “Resmî Eğitim(sizlik)” ile okulu deyip geçmeyin sakın ola…

Bir soruyla başlayalım: “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”[21]

Soruyu Pyotr Kropotkin, “Nasıl ki hapishaneleriniz bir suç okuluysa, okullarınız da tembellik okulu sizin,” diye yanıtlarken, ekler Thomas Edison: “Çocukların beyinlerini bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Onların, verilenleri kabul etmeleri için ısrar ediyoruz.”

Evet, gerçek olan şu: “Okullarda öğretilen her kelime burjuvazinin çıkarları için saptırılıyor. Burjuvazinin işine yarayacak hizmetkârlar olabilecek biçimde, burjuvazinin huzurunu ve keyfini kaçırmadan ona kazanç sağlayabilecek biçimde eğitim veriliyor. Okullar, genç insanların kafalarını onda dokuzu yararsız, onda biri de saptırılmış bir yığın bilgiyle dolduran bir kurumdur.”[22]

Noam Chomsky’nin meseleyi, “Okul sisteminin yalnızca itaatkâr olmayı değil, can sıkıntısına katlanmayı, oturup saate bakmayı ve sınıftan kaçmamayı da öğrettiğini fark ettim. Bu, tam olarak bir kapitalist şirkette çalışırken sahip olmanız gereken bir beceri,” diye özetlediği tabloda “Okul bir sürü beceri öğretiyor, fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimlerde yapıyor.” “Tüm DİA’lar, hangisi olursa olsun, aynı hedefe yönelir: Üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi, yani kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden-üretimi.” “Başka hiçbir ideolojik devlet aygıtı (okuldan başka), yıllar boyunca haftanın 5-6 günü 8’er saat, kapitalist toplumsal oluşumun çocuklarının tümünü, zorunlu (ve en azından böyle olmalıdır, bedava) olarak dinleyicisi yapamaz.”[23]

Okul bunun için vardır. Elbette eğitim(sizlik)leri de…

Malum: “Soru sormaktan utanmak kötü bir eğitimin sonucudur.”[24] Oysa “Özgürleştirici eğitim çalışması idrak edimlerinden oluşur, bilgi aktarımlarından değil.”[25]

Bu bağlamda olması gereken, “Öğretmen artık sadece öğreten değil, öğrencilerle diyalogu içinde kendisine de öğretilen birisidir; öğrenciler ise kendilerine öğretilirken kendileri de öğreten kişilerdir.”[26]

“Ezenler, özgürleştirici bir eğitimi, sadece savunmakla kalmayıp ayrıca gerçekten hayata geçirselerdi, bu başlı başına bir çelişki olurdu.”[27]

Kolay mı?

“Hiçbir toplum kültürünü, bilimini, araştırma faaliyetlerini, teknolojisini ve öğretim hayatını geliştirmeden kendisini var edemez ve tüm bunlar ilkokulda başlar.”[28]

“Eğitilmiş insan uyumlulaştırılmış insandır çünkü dünyanın içine daha iyi uyar. Praksise çevirirsek bu kavram ezenlerin amaçlarına uygundur.”[29]

“Anlamadıkları bir şeyi ezbere tekrarlamalarını istemek, papağanlar yaratmaktır. Akla itaat etmeye alışmaları için çocuklara sorgulayıcı olmayı öğretin: ne kıt zekâların otoritesine ne de ahmakların geleneklerine itaat etsinler. Bilgisiz birini her önüne gelen kandırır. Hiçbir şeyi olmayan insanı her önüne gelen satın alır.”[30]

İş bu nedenle “Bir ülkenin gençlerine verilen eğitim, o ülkenin günün birinde ne olacağını önceden anlamamıza yarar.”[31]

Etienne de La Boétie’nin ifadesiyle, “Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk kölelik ortamı içinde büyütülüp eğitilirler”ken; eğitimin sınıfsallığı ortaya çıkar.

Çünkü sınıflı-sömürücü yapılarda “Bilim, hiç denecek kadar küçük bir azınlığın ayrıcalığı. Gerçekten de, bir işçinin oğlu on üç yaşında kömür ocağına inmek ya da babasına tarlada yardım etmek zorundaysa eğer, ‘herkes için eğitim’den söz edebilmek mümkün müdür? Gün boyu süren ve insanı ahmaklaştıran korkunç ağır bir işten sonra akşam evine bitkin bir şekilde dönen işçi için öğretim sözcüğü ne anlatır?”[32]

Elbette hiçbir şey!

* * * * *

Üniversiteler de aynısıdır elbette; coğrafyamızda ve yerkürede olduğu hâliyle!

“Nasıl” mı?

Sayıştayın, üniversitelere ilişkin 2020 Yılı Denetim Raporu’na göre, “Fakülteler âtıl liyakat hiç yok.”[33]

Her kente üniversite açan AKP, profesör bulamadı. 6 bini aşkın bölümün 1453’ünde profesör, 1050’sinde doçent yok.[34]

AKP iktidarının “Her ilde bir üniversite” politikasıyla başlayan âtıl üniversite ve fakültelere her geçen gün yenileri ekleniyor. 19 Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Eczacılık Fakültesine yerleştirilen öğrenciler yetersiz şartlar nedeniyle Ankara Gazi Üniversitesinde öğrenim görecek. Akademik kadrosu olmayan eczacılık fakültesinin öğrencileri Ankara’ya gönderildi.[35] Ayrıca altyapı ve yeterli öğretim elemanı olmadığı için öğrencilerini Ankara Gazi Üniversitesine göndermek zorunda kalan 19 Mayıs Üniversitesi Eczacılık Fakültesinin daha önce de üç kez isim değiştirerek sekiz yıldır eğitime kazandırılamadığı ortaya çıktı.[36]

Sosyal medyada “Siyasete atılacaklar, kısa sürede Dr. unvanı alın” gibi çok sayıda reklam yer alıyor, 49 bin TL’ye diploma ve Dr. unvanı satılıyor. Diploma denilen kâğıdı ise Uluslararası Dublin Üniversitesi isimli bir şirket veriyor.[37]

Yabancı öğrencilerin parayla kaydedilmesi skandalıyla gündeme gelen Pamukkale Üniversitesi yeni bir usulsüzlükle çalkalanıyor: Sahtecilikte sınır yok![38]

Sayıştay raporlarına göre 19 Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Diş Hekimliği Fakültesi, Kamu İhale Kanunu’na (KİK) aykırı olarak tıbbî malzeme ve ilaç aldı. Sayıştay, fakültenin “doğrudan temin” ile yaptığı, toplam bedeli 1 milyon TL’ye yaklaşan 118 alımın usulsüz olduğuna dikkat çekti.[39]

Üniversiteler için “fuhuş yuvası”, muhalefet temsilcilerine saldıranlara ise “Elleri dert görmesin” diyen Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu’na sadece “kınama” cezası verildi.[40]

Ordu Üniversitesi Rektörlüğünden tartışmalı “performans” yönergesinde ilk maddede, yönergenin amacı, “personelin görevindeki başarısının, işteki tutum ve davranışlarının” yanı sıra “ahlâk durumu ve özellikleri” ile “kurumun başarısına olan katkılarını değerlendirmek” olarak açıklandı.[41]

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezuniyetinde konuşan Kaya Avşar, akademiye ilişkin sözleri sırasında Fakülte Dekanı Prof. Dr. Deniz Demiryürek tarafından sahneden indirilmek istendi.[42]

Üniversitelerde kişiye özel ilanlar son bulmazken Siirt Üniversitesinde açılan akademik kadroların şartları neredeyse bir kişiyi işaret ediyor. Üniversitenin belirlediği şartları yalnızca kurumda çalışan kişiler karşılıyor, dışarıdan kimse başvuramıyor. Örneğin İlahiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Bölümü Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı doktor öğretim üyesi için açılan ilanda, “İlgili alanda doktora yapmış olup, havlan kabilesinin şiirleri üzerinde çalışmaları bulunmak” şartı arandı. YÖK Ulusal Tez Merkezinde yer alan verilere göre bu çalışmayı Türkiye’de yapan tek kişi bulunuyor. Üniversitenin sitesinde aynı bölümde kadrosu görünen Dr. Öğr. Üyesi Hafel Alyounes’in “Havlan kabilesi’nin cahiliye ve İslâm dönemine ait rivayet ve şiirleri” başlıklı doktora tezi var.[43]

Yıldız Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümünde açılan kadroya yerleştirilen kişinin mezuniyet notu 83.2 olarak gösterildi. Aynı kişinin notunun geçen yıl 78.6 olarak girildiği ortaya çıktı. Bölüm, “Sehven oldu” dedi. Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar sürerken Yıldız Teknik Üniversitesinde (YTÜ) araştırma görevlisi alımında yaşananlar dikkat çekti.[44]

Hitit Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Asıf Yoldaş’ın 2006’da Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yazdığı doktora tezine yönelik inceleme, ilk 185 sayfasının, başka yayınlarla yüzde 95 oranında benzerlik taşıdığı belirlendi. Tezde, TBMM’yi ilk tanıyan devlet olarak Ermenistan yerine Afganistan yazıldı.[45]

Dokuz Eylül Üniversitesi rektörü, Nükhet Hotar’ın uluslararası akademik çalışma sayısı sıfır. 2002’de siyasete girerek, AKP’de 14 yıl boyunca Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü… Oradan üniversite rektörlüğüne… En büyük başarısı, unutulmaz icraatı “tıp fakültesinin” içerisinde “manav” açmasıydı.[46]

Kürtçe seçmeli dersin 20 bini aşkın öğrenci tarafından tercih edilmesine rağmen MEB yalnızca 3 öğretmen kontenjanı ayırdı. DİERG Direktörü, “En az 200 ek kadro verilmeli” diye konuştu.[47]

İktidarın üniversitelere verdiği önem bütçe verilerine de yansıdı. Diyanetin, 6 aylık dönemde 55.6 milyar TL ile aralarında ODTÜ ve Boğaziçi’nin de olduğu 76 üniversitenin toplam harcaması kadar kaynak kullandığı ortaya çıktı. Diyanetin kaynak harcaması üniversiteleri geçti.[48]

Nihayet coğrafyamızda 2020 itibarıyla, 129’u devlet, 70’i vakıf olmak üzere 199 üniversite vardı. Fransa’da 85 üniversitede 184 bin 566 akademisyen ve 6 milyon 950 bin 142 dolayında lisans öğrencisi bulunuyor. 2019’da Türkiye’deki 196 üniversite rektöründen 68’inin hiç uluslararası yayını olmadığı, 71 rektörün de makalelerine hiç atıf yapılmadığı belirlendi. Öte yandan 2019 verilerine göre 78 üniversitedeki 273 bölümde profesör, doçent veya doktor unvanına sahip bir öğretim üyesi bulunmuyor. Türkiye’nin nüfusu 85 milyon, yaklaşık 7 milyon yani nüfusun yüzde 8’i üniversite öğrencisi. Fransa’nın nüfusu 68 milyon, üniversite öğrencisi sayısı 2 milyon 97 bin, nüfusun yüzde 2.9’u.[49]

Bu tabloda tüm siyasi partilerin karşı olduğunu iddia ettikleri ama yerli yerinde kalan Yüksek Öğretim Yasası, yapılan tüm “düzenlemelere” karşın “ruhunu” kaybetmedi.

* * * * *

Yani değişen bir şey olmadığı gibi, her şeyde daha ağırlaştı.

Olanlar ise gayet açık: Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada.

Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle, bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada.

Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada…

“Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!..

“Eğitim-öğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz.

Jean Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “-mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz.[50]

Üniversite bu değil elbette!

Encyclopedia Britannica, üniversite sözcüğünün kökeninin Latince “universitas magistrorum et scholarium” sözcüklerinden kaynaklandığını belirtiyor; kabaca eğitmenler ve âlimler topluluğu anlamında…

Bugünkü anlamda üniversitenin ilk nüvesinin IX. yüzyılda Salerno’da (İtalya) bir tıp okulu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülüyor. Daha sonra XI. yüzyılda Bologna, 1150’de Paris ve XI. yüzyılın sonunda Oxford, günümüzün çağdaş üniversitelerinin öncülleri olmuş. XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde üniversiteler artık çekirdek bir müfredat çerçevesinde yedi liberal sanat dalında eğitim sunmaktaymış: Gramer, mantık, retorik, geometri, aritmetik, astronomi ve müzik.

1810’a gelindiğinde ise Wilhelm von Humboldt, Berlin Üniversitesinin kuruluşuna yol açan üç temel ilkeyi duyurmaktadır: Araştırma ve eğitimin birlikteliği, eğitimin özgürlüğü ve akademinin özerkliği.

Humboldt’un son ilkesi net ve açıktır: Akademik faaliyet, devletlerin kontrolünden ve müdahalelerinden korunmalıdır. Kendisinden kırk sene sonra, 1852’de, John Henry Newman ise üniversiteyi şöyle tanımlamaktadır: “Üniversite, her yerden, her bilim dalından öğrencilerin buluştuğu yerdir. (Orası) Binlerce farklı okulun özgürce katkı sağladığı, aklın özgürce dolaştığı ve paylaşıldığı, buluşların kesinleştirildiği ve mükemmelleştirildiği, yanlışların ortaya çıkarıldığı, aklın akıl ile bilginin bilgiyle çatıştığı yerdir.”

Dolayısıyla çağdaş üniversiteler, insanlığın bin yılı aşkın bilimsel faaliyetlerinden süzülüp gelen ilkelerce biçimlenmiştir.

Üniversite kuşkucudur: Çağdaş üniversiteler bilimsel kuşku temelinde çalışır. Hiçbir dogma, hiçbir önyargı, hiçbir koşullandırma üniversiter faaliyeti yönlendiremez. “İnanç” bilime ait değildir, bilimsel olan kuşkudur.

Üniversite evrensel ve zamanlar üstüdür: Üniversitelerin zaman ufku hem kısa hem de uzun dönemi kapsar. Üniversiteler, bir yandan öğrencileri toplumun her türlü güncel gereksinimine yanıt verecek şekilde, çağdaş sorunları çözümleyebilecek becerilerle donatarak yetiştirirken, öte yandan da soyutlamalar ve belirsizliklerle yoğrulmuş araştırma alanlarında uzun soluklu, sabır ve cefa gerektiren, sonuçları belki on yıllar sonrasında alınabilecek bilim serüvenlerine girişirler.

Üniversite bütündür: Üniversitelerin bilimsel ve eğitsel faaliyetleri bir bütündür; bölünüp parçalanamaz, bir faaliyeti diğerinin önüne geçirilemez; hiyerarşi üniversitenin doğasına aykırıdır. Üniversiteler, ekonomik çıkar ve maliyet ilkelerine göre standartlaştırılmış bir ürün, fikir ya da tasarım peşinde olan işletmeler değildir. Üniversitelerin toplumsal çıktısı çok yönlü olmak zorundadır: Araştırma alanında yepyeni fikirler, daha evvelce hiç dile getirilmemiş, düşünülmemiş bilimsel uğraşlar verilirken eğitim alanında yepyeni insanlara yeni bilgiler aktarılır, yepyeni beceriler kazandırılır.

Dolayısıyla üniversitelerin temel uğraşı olarak, bilimsel çabanın başarı ölçütü ticari başarı ya da genel olarak ekonomik kazanç değildir.

Bu noktada bir anlam karışıklığının önüne geçmek için açık olmak zorundayım: Üniversiteler “bilimin merkezidir” ama faaliyetleri “inovasyonun merkezi ya da yürütücüsü” anlamına indirgenemez. İnovasyon, kâr amacı güden şirketler kesiminin, bilimsel çabanın sonuçlarını piyasa faaliyetlerine uygulama biçimi olarak ortaya çıkar. Ekonomik getiri amacıyla bilimin uygulanma biçimi üniversitelerin değil, piyasada kazanç-maliyet muhasebesi yapan şirketler kesiminin faaliyetidir ve kesinlikle üniversitenin araştırma önceliğine dönüştürülemez.

Dolayısıyla günümüzde çok popüler medyatik kavramlar olan “inovasyoncu üniversite” ya da “üniversite-sanayi işbirliği” gibi sözcükler, ancak ve ancak bilimsel çabayı odağına alan, özerk yönetimi olan ve bilimsel kuşkuculuğu ön plana koyan gerçek üniversiter çabanın bir uzantısı olarak şirketler kesiminde anlam taşıyabilir. Bilimin yönlendirilmesi veya daha geniş ifadeyle bilimsel çabaya müdahale, ister kâr amacıyla, isterse siyasi çıkarlar ya da inançlar biçiminde olsun, üniversitenin özüne aykırıdır.[51]

Çünkü Stuart Hall’ın, “Üniversite ya eleştirel bir kurumdur ya da hiçbir şeydir”; Hannah Arendt’in, “Üniversiteler, ancak toplumda iktidarın son sözü söylemediği yer olarak kaldığı sürece öğrenciler için bir temel olarak kalmaya devam eder”;[52] Gilles Deleuze’ün, “Üniversitenin rolü iş pazarına adapte etmek değildir. Bu teknik okulların işidir”; Ernesto Che Guevara’nın, “Eğitim sistemin tüm duvarlı yıkılmalı. Eğitim bir ayrıcalık olmaktan çıkarılmalı; sadece parası olanlar değil bütün çocuklar eğitim almalı,”[53] sözleriyle tanımlanır üniversite.

Oysa “Entelektüelin rolü ve üniversite hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, Michel Foucault’nun, “1968’den sonra üniversitenin öldüğünü herkes söylüyordu. Doğru, öldü; ama bir kanser gibi; yayılarak öldü,”[54] yanıtını verdiği koordinatlarda “Öğrenciler artık kendilerini, bilgi tedarik eden ve diploma dağıtan bir montaj hattında ilerlerken üzerlerine bilginin döküldüğü nesnelerden ibaretmiş gibi hissetmektedirler.”[55]

Çok açıktır ki, “Üretimde, üretim ilişkilerinin işleyişini sağlayan şey, ideoloji ile baskının bir araya gelmesidir ve burada ideoloji egemen rol oynar.”[56]

Böylece “Üniversitedeki öğretenler/öğretim elemanlarıyla, öğrenciler arasındaki gösterge (bilgi, kültür) değiş tokuşu bir süredir, üzerine acı bir duyarsızlık astarı geçirilmiş gizli bir anlaşmaya… benzemeye başlamıştır… Bu açıdan üniversite umutsuzlukla anlamını yitirmiş bir değer konusunda, eğitim vermeye çalışan bir yer olmayı sürdürmektedir.”[57]

* * * * *

TİHV verilerine göre, 5 yılda 3 bin 12 öğrenci hak ihlâline uğradı. Bu öğrencilerden 2 bin 77’si polis operasyonları sonucu gözaltına alınıp, 152 öğrenciye 500 yıldan daha uzun süreli hapis cezaları verildi.[58] Öyleyse coğrafyamızda Friedrich Nietzsche’nin, “Yaşama karşı sorumluluğumuz daha yücesini yaratmaktır. Daha alçağını değil”; Samuel Pepys’in, “Hayır diyebilme yeteneği özgürlüğe giden ilk adımdır”; Abraham Maslow’un, “Gelişim ve ilerleme, acı ve çatışma ile sağlanabilir,” sözleriyle işaret ettikleri doğrultuda mücadele zamanıdır şimdi…

Gereksinim duyulan A, B, …, X ya da Z kuşağı değil, A’dan Z’ye mücadele cesaretine ve durumun bilincine sahip özgürlüğe eşitçe kavuşmaya kararlı bir örgütlülük ve buna inanmış mücadeledir…

Bırakın birileri “Gerçek-sonrası çağı”, “Yeni karanlık çağlar”, “Neo-feodalizm”, “Post-Marksizm” gibi söylenceleri tartışadursun… Bizim meselemiz coğrafyamızda “Nasıl direneceğiz” sorusu pratikte yanıtlamaktır.

Aziz Paul’un ifadesiyle, “Sapientiam sapientum perdam/ Bilgelerin bilgeliğini yok edeceğim” biçiminde tarif edilmesi mümkün olan obskürantizm zorbalığına karşı Prometheus olabilmektir.

Şaka değil! Türkiye’de bir üniversite rektörü “Okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını”, “cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini”, “Türkiye’nin geleceği için cahil nesil” istediğini söylüyor. Cumhurbaşkanı, gerçeği, olguları hiçe sayarak “eskiden, ambulans yoktu, topluiğne bile üretilemiyordu” diyebiliyor. Diyanet İşleri Başkanı, orman yangınlarına karşı yağmur duasına çıkıyor. Mahkemeler dinî kıstaslarla karar vermeye başladı. Resmî tercümanlar, başka ülkelerin misafir liderlerinin konuşmalarını sansürlüyor. Rejim, kendi eğitim sistemini yıktı, kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı. Yandaş basın sık sık “yalan haber”, “sahte fotoğraf” üretiyor. Kısacası Türkiye, yeni bir “karanlık çağlara”, bir “cehalet dönemine” giriyor.

Bu süreç kendiliğinden durmaz, parşömene damlayan siyah bir mürekkep gibi, lekesi yayılmaya, her yeri kaplamaya, tüm renkleri kirletmeye devam eder. Bu sürecin karşısında sürekli “olguları”, “gerçeği” hatırlatmak, eğer bu hatırlatma güçlü bir toplumsal hareketle, bilime, mantığa, felsefi düşünceye önem veren karşıt bir kültürel dalgayla desteklenemiyorsa, dönüştürücü bir etki yapamaz. Sosyal medya mesajlarından, sert demeçlerden öte, gerçek, doğrudan, kitlesel bir direniş sergilemek gerekiyor.[59]

Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinden Prof. Dr. Betül Tanbay’ın, “Vasıflı gençlikten korkuluyor,”[60] diye işaret ettiği gençler, siz bunu yapıyorsunuz; bunun için de çok değerlisiniz.

* * * * *

Bu konuda II. Albdülhamid’in emriyle Sarayburnu’ndan denize atılan muhalif Tıp öğrencilerinden ’68’lere uzanarak hepimize Samed Behrengi’nin, “Herkes ölür ama yalnızca bazıları gerçekten yaşar,” sözlerini hatırlatan örnekler bugünlere taşıdığımız geleneğimizdir.

’68, XX yüzyılın en önemli dönüm noktalarından birisidir. Sadece coğrafyamız açısından değil dünya çapında yerleşik taşların yerinden oynadığı, klasik dengelerin sarsıldığı tarihsel bir dönüm noktasıdır.

İyi de ’68 ruhu nedir? Asıl sorulması gereken ve bugün en fazla hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz soru(n) buradadır.

’68 sadece burjuvazinin egemen sistemine meydan okuma, mevcut rejimden bir kopuş, ona karşıtlık değildir. ’68 elbette egemen sınıfa ve onun devletine meydan okumakta cisimleşmekle birlikte aynı zamanda kendisini solda tanımlayan, solcu/sosyalist olduğunu iddia eden geleneksel siyaset tarzından, geleneksel siyaset anlayışından da bir kopuştur.

’68’in aslî karakteristik özelliği, Marksizm-Leninizmin “Önce eylem vardı” düsturunu kendisine rehber almasıdır. ’68 bu anlamda eylemin ateşi içerisinde doğmuş, eylemi rehber alan bir kopuştur.

Yapılması gereken ise, “Bizim 68’lilerin önceliği Atatürk’ten sonra yarım kalan devrimlerin tamamlanmasıdır,”[61] saçmalığına aldırmadan “Yolumuz işçi sınıfının yoldur” diyerek Birleşik Emek Cephesi mücadelesi saflarında yerinizi almaktır.

Öyleyse hepimiz yeniden doğmalıyız, sonra bir daha ve bir daha…

Çünkü insan(lık), her zaman umut etme gücüne sahiptir ve bunu asla yitirmemelidir; umutsuzluk ise, insanın en büyük düşmanıdır.

Umudu yaratmalıyız. Malum: Boyun eğme bitince zorbalık da nihayete erer. Zorbalık, kölenin yarattığıdır; itaat bitince o da biter. Yeter ki biz dizlerimiz üstüne çökmektense ayağa kalkalım.

İşte tam da bunun için Ernesto Che Guevara, “Biz hiçbir savaşı kaybetmedik. Çünkü uğrunda savaştıklarımızdan hiçbir zaman vazgeçmedik,” derken; ekler Diljin Kovexî, “Hikâyesi olmayan insanlara asla güvenmeyin, çünkü onlar hayata bulaşmaktan korkan renk körleridir…”

Unutulmamalıdır ki yerkürede cesarette daha inatçı ve yenilemez bir şey yoktur, olamaz da.

O hâlde sözlerimi Jean Paul Sartre’ın, ’68’deki sözleriyle noktalıyorum:

“Eyleminizde ilginç olan, hayal gücünü iktidara taşıması. Herkes gibi sınırlı bir hayal gücünüz var, ama büyüklerinizden çok daha fazla fikriniz var. Bizse öyle şekillenmişiz ki, neyin mümkün, neyin mümkün olmadığına dair kesin bir fikre sahibiz.

“Bir hocaya sorsanız, mutlaka şöyle diyecektir: ‘Sınavları kaldırmak mı? Asla.

“ ‘Belli düzenlemeler yapılabilir, ama kaldıramayız!’ Neden? Çünkü hayatının yarısı boyunca sınavlara girdi.

“İşçi sınıfı sık sık yeni mücadele araçları tasavvur etti, ama her zaman içinde bulunduğu durumun şartlarına göre. 1936’da fabrika işgallerini keşfetti, çünkü seçim zaferini sağlama almak ve bundan faydalanmak için tek silah buydu.

“Bugünkü öğrenci hareketinin çok daha zengin bir hayal gücü var, Sorbonne’un duvarlarında okuduğumuz sloganlar bunu kanıtlıyor. Sizlerden toplumumuzu bugünkü toplum yapan her şeyi yadsıyan, altüst eden, hayrete düşüren bir şey çıktı. Bunu mümkünler alanının genişletilmesi olarak adlandırıyorum. Vazgeçmeyin.”

8 Ekim 2025, Muğla.

*18 Ekim 2025’te Özgür Üniversite Hareketi’nin İstanbul’daki 2. Kurultayında yapılan konuşma.

[1]           Vladimir Mayakovski.

 

[2]           Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 1997.

 

[3]           Berfin Açıkbaş, “Sahte Diploma Pazar Parsayı Ver Diplomayı Al”, Sözcü, 27 Temmuz 2025, s. 14.

 

[4]           Mike Bedigan, “Her Üç Amerikalıdan Biri, Yapay Zekâyla ‘Romantik İlişki’ Yaşıyor”, 3 Ekim 2025… https://www.indyturk.com/node/765816/

 

[5]           “OECD Raporu: Türkiye’de Gençlerin Yüzde 31.3’ü Ne Eğitimde Ne İstihdamda; Üniversite Mezunlarının Yüzde 24.6’sı İşsiz”, 13 Eylül 2025… https://t24.com.tr/haber/oecd-raporu-turkiye-de-genclerin-yuzde-31-3-u-ne-egitimde-ne-istihdamda-universite-mezunlarinin-yuzde-24-6-si-issiz,1261151

 

[6]           “5 Öğrenciden 4’ü Gelecekten Ümitsiz”, Birgün, 8 Ekim 2024, s. 7.

 

[7]           Rengin Temoçin, “Gençler Umudunu Kesti”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2022, s. 4.

 

[8]           “Umutsuz Bir Nesil Yarattılar”, Birgün, 19 Şubat 2025, s. 8.

 

[9]           Duygu Ayber Gültekin, “Yoksulluk Nedeniyle 300 Bin Genç Okulu Bırakmak Zorunda Kaldı”, 17 Eylül 2025… https://www.evrensel.net/haber/571709/yoksulluk-nedeniyle-300-bin-genc-okulu-birakmak-zorunda-kaldi

 

[10]          “10 Öğrencinin 6’sı Yoksul”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2023, s. 3.

 

[11]          Aziz Çelik, “İşsiz, Geleceksiz ve Yoksulluğa Mahkûm”, Birgün, 19 Mayıs 2025, s. 5.

 

[12]          Mustafa Bildircin, “Bütçede Eğitimin Payı Giderek Eriyor”, Birgün, 19 Ekim 2023, s. 10.

 

[13]          Kayhan Ayhani, “Okullar Dini Telkin Alanı Oldu”, Birgün, 21 Mayıs 2025, s. 8.

 

[14]          “Umre Ödüllü Yarışma”, Cumhuriyet, 11 Mart 2024, s. 6.

 

[15]          Sefa Uyar, “Eğitimde Utanç Tablosu”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2023, s. 3.

 

[16]          Ozan Çepni, “Eğitimde Nakşi Dönemi”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2020, s. 6.

 

[17]          Can Hacıoğlu, “Tekbirli Şiir İstedi”, Cumhuriyet, 21 Mart 2018, s. 2.

 

[18]          Ozan Çepni, “Kitabına Göre Materyalizm”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2019, s. 8.

 

[19]          Orhan Bursalı, “Eğitimin İflası, Üniversitesinin de…”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2022, s. 6.

 

[20]          Mustafa Kömüş, “Eksi Dokuz Netle 4 Yıllık Üniversite”, Birgün, 29 Kasım 2023, s. 5.

 

[21]          Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yay., 1992.

 

[22]          V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

 

[23]          Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

 

[24]          Ernst Alexander Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, çev: Merlin Ecer, Gözlem Yay., 1976.

 

[25]          Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

 

[26]          yage.

 

[27]          yage.

 

[28]          Paulo Freire, Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler-Öğretmeye Cesaret Edenlere Mektuplar, çev: Çağdaş Sümer, Yordam Kitap Yay., 2019.

 

[29]          Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

 

[30]          Eduardo Galeano, Aynalar-Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.

 

[31]          Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi, çev: Hasan İlhan, Yamur Yay., 1974.

 

[32]          Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, Ekmeğin Fethi, çev: Mazlum Beyhan, Öteki Yay., 1999.

 

[33]          Mustafa Kömüş, “Fakülteler Atıl Liyakat Hiç Yok”, Birgün, 30 Eylül 2001, s. 6.

 

[34]          Mustafa Kömüş, “1453 Bölümde Profesör Yok”, Birgün, 5 Ağustos 2024, s. 8.

 

[35]          Cemil Ciğerim, “Tabela Üniversitesi”, Cumhuriyet, 18 Mart 2022, s. 3.

 

[36]          Cemil Ciğerim, “Samsun’daki ‘Hayalet’ Fakültenin Üç Kez İsmi Değiştirildi”, Cumhuriyet, 19 Mart 2022, s. 3.

 

[37]          İsmail Arı, “49 Bin TL’ye Dr. Unvanı Satılıyor”, Birgün, 3 Aralık 2023, s. 3.

 

[38]          Sena Tufan, “Sahtecilikte Sınır Yok!”, 28 Aralık 2023, s. 6.

 

[39]          Sarp Sağkal, “19 Mayıs Üniversitesi’ndeki Usulsüzlükleri Sayıştay Ortaya Çıkardı”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2021, s. 3.

 

[40]          Hüseyin Şimşek, “Üniversiteye ‘Fuhuş Yuvası’ Dedi, ‘Kınama Cezası’ Aldı”, Birgün, 8 Mart 2023, s. 13.

 

[41]          Sefa Uyar, “Ahlâk Bekçiliği Tepkisi”, Cumhuriyet, 4 Mart 2022, s. 5.

 

[42]          “Dekan Susturamadı”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2022, s. 8.

 

[43]          Berkay Sağol, “Üniversitede İşler İçeride Dönüyor”, Birgün, 4 Temmuz 2025, s. 8.

 

[44]          Seyhan Avşar, “Üniversitede Bir ‘Sehven’ Rezalet Daha!”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2020, s. 4.

 

[45]          Mustafa Bildircin, “Enstitü Müdürünün Doktora Tezinin Yüzde 95’i İntihal”, Birgün, 7 Aralık 2001, s. 6.

 

[46]          Murat Muratoğlu, “Bir Mülteci Üniversitesi Eksikti!”, Sözcü, 9 Ağustos 2021, s. 7.

 

[47]          “20 Bin Öğrenciye 3 Öğretmen”, Birgün, 16 Temmuz 2022, s. 6.

 

[48]          Mustafa Bildircin, “Bilime Değil, Dine Yatırım Dönemi”, Birgün, 24 Ağustos 2024, s. 8.

 

[49]          Özdemir İnce, “Gecekondulaşan Üniversite”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2023, s. 3.

 

[50]          Tayfun Atay, “Üniversite Pazarı”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2018, s. 2.

 

[51]          Erinç Yeldan, “Üniversite Nedir, Ne Değildir?”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2021, s. 11.

 

[52]          Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 1997.

 

[53]          Ernesto Che Guevara, Gerçekçi Ol İmkânsızı İste, çev: Yusuf Kenan Canol, Altın Post Yay., 2016, s. 7.

 

[54]          Michel Foucault, İktidarın Gözü, çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 2007.

 

[55]          George Ritzer, Toplumun Mcdonaldlaştırılması- Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme, çev: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yay., 2016.

 

[56]          Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

 

[57]          Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2010.

 

[58]          “152 Öğrenciye Beş Yılda 500 Yıl Hapis Cezası Vermişler”, 13 Nisan 2021… https://www.birgun.net/haber/152-ogrenciye-bes-yilda-500-yil-hapis-cezasi-vermisler-341051

 

[59]          Ergin Yıldızoğlu, “Ya Bilgi Ya Cehalet”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2021, s. 11.

 

[60]          İpek Özbey, “Tanbay: Vasıflı Gençlikten Korkuluyor”, 11 Ekim 2021, s. 9.

 

[61]          Şükran Soner, “Bizim 68’lilerin Önceliği: Atatürk’ten Sonra Yarım Kalan Devrimlerin Tamamlanması”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2023, s. 9.

Yağma-rant-savaş ekonomisi, içeride ve dışarıda savaş ve direniş

Artık gerçek herkes için görülebilirdir. Açlık, işsizlik, yoksulluk, her türlü devlet terörü herkesin bildiği gerçeklerdir.

Günlük yaşamında her insan hayal etmesi zor olaylar yaşamaktadır. Kriz, egemenin savaş histerisi, Saray Rejiminin baskı ve terörü sınır tanımaz bir hâle geldikçe, insanlar da tuhaf şeyleri yaşar hâle geldiler. İster çocuk olsun ister genç, ister kadın olsun ister erkek, ister işçi olsun ister emekli herkes, daha önceden alışık olmadığı şeyler görmekte, yaşamaktadır. Çöp sepetlerinde yiyecek arayanlar, pazar yerlerinde atılan meyve ve sebzeyi toplayanlar sıradandır. Kadına şiddet, çocuk tecavüzleri günlük rutin haberler arasındadır.

Her gün bir yeni uygulama ile, Saray Rejiminin saldırıları devreye sokulmaktadır.

Üstelik bu hâl, bir zekâ da gerektirmiyor ki “UluSol”cularımız gibi, liberal solcularımız gibi, hikmeti kendinden menkul TV ekranı yüzleri gibi, Saray’ın “liyakatsiz adamlar” ile çalıştığını söyleyelim.

Öyle değil.

Bir harami, bir haraççı, bir vergi koyucu kafaya koydu mu, parayı almak, haracı almak için bir yol bulur ve bunun için zekâdan çok, onun hareketinin nesnel temeline bakmak gerekir.

Tükeniştir bu.

Saray Rejimi, baskı ve şiddet ile, kan ve kılıç ile, soygun ve talan ile ayakta durmaktadır. Bu tükeniştir ve can havli ile haraçlara sarılmaları bir zekâ gerektirmez.

Aynı biçimde, her hak arama eyleminin, her direnişin karşısına tüm devlet çarkı ile dikildiklerinde, polisi, copu, TOMA’sı, yargıcı, hâkimi, basını ile insanların her eyleminin karşılarına dikildiklerinde de bir “zekâ” aramaya gerek yok. Başka yolları kalmamıştır. İşçi sınıfı ve kitleleri uyutmak, onları bir sürü gibi gütmek için, ellerinde yalan, baskı ve devlet terörü dışında bir şey kalmamaktadır.

Sendikacılar, bugüne kadar işçi sınıfını kontrol altında tutmak için çok etkili iş gördüler. Türk-İş, Hak-İş âdeta devletin kolluk kuvvetlerinin, MİT’in ve siyasi polisin bir uzantısı olarak görev yaptılar. Hâlâ yapıyorlar. Ama artık, eski etkileri yoktur. Ne salonlarda ne sokakta kendilerini dinleyen işçiler yoktur. İşçiler üzerindeki kontrollerini kaybettikçe, devlet tarafından da “önemsiz kişi”ler çöplüğüne atılacaklar. Tabii, Saray Rejiminden önce bunu işçiler gerçekleştirememiş olursa.

Uzmanlara bakın. TV kanallarında her akşam, havlar gibi sürekli konuşan bu “yaratık”lara bakın. Artık hiçbir yalanları etkili değildir. Yaratıktırlar; ne kadar dolar görürlerse, ne zaman dolar hışırdama sesini duyarlarsa, ne zaman para kokusu alırlarsa, işte o zaman enerjik hâle gelen, diğer zamanlarda iğrenç ve kokuşmuş hâllerini en yakınlarına dayatan acınası hâldedirler. Ve artık etkileri kalmamıştır.

Onlar “troller ordusu”nu yönlendirsin diye işe alındılar, şimdi, pek yakında troller, birer kurtçuk gibi onları yiyip bitirecektir.

Saray Rejimi, ekonomik alanda, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne dayanır. Bunun her gün bir yeni örneğini görürüz. Zeytinlikler, elektrik santralleri, AVM inşaatları, orman yangınları vb. her gün karşımıza çıkan, sonu gelmez hamlelerdir.

Sömürge olma hâli ve kapitalist egemenlik budur. Bunlar bunun önünde hiçbir yasal engel tanımıyorlar. Demek aceleleri var. Kendilerinden öncekilerin tamamlayamadıklarını tamamlamak istiyorlar. Hayır, ülkenin bağımsızlığı gidiyor, demiyoruz. Zaten ülke sömürgedir ve bu yeni değildir. TC devletinin kuruluşu böyledir. Hayır, laiklik elden gidiyor, demiyoruz. Çünkü hiçbir zaman laik olmadılar.

Ve bunu yapmak için, elbette daha çok şiddete, daha fazla devlet terörüne başvurmak zorundadırlar.

Hayır, hukuk yok, demiyoruz. Hukuk var, iç savaş hukuku var. Devlet terörü var. TC devleti tarihi bunun örnekleri ile doludur. Bugün de bunun yeni örnekleri ortaya konmaktadır.

Saray Rejimi, “içeride ve dışarıda savaş” politikasına dayalıdır. Her iki cephede de savaş yürütüyorlar. Dışarıda efendileri ABD, İngiltere ve NATO, tüm Batı emri ile Ortadoğu’da her türlü savaş kışkırtıcılığının içindedirler. Efendileri öyle istiyor ve onlar da bir dediklerini iki etmeden hareket ediyorlar. Efendilerine sadıktırlar, bu nedenle ülke diye bir dertleri yoktur, öncekilerin de yoktu, bunların da yoktur.

“İç cepheyi” güçlendirmek, diyorlardı. Gerçek, Saray Rejimini güçlendirmektir. Bunu demek istiyorlar.

“Terörsüz Türkiye” diyorlar, demek istedikleri, herkesin devlet terörüne boyun eğmesidir. Bunu istiyorlar. Bu nedenle azgınca saldırıyorlar ve iç savaş hukukunu uyguluyorlar.

Bu iç savaş hukuku, TC devletinin eski dönemlerinde de vardır. Bugün ayyuka çıkmıştır. Avukatlar, varsın buna uzman gözlükleri ile, cüppeleriyle “hukuksuzluk” desinler, gerçekte bu iç savaş hukukudur.

Hiçbir şeyi yasalara bağlı olarak yapmak zorunda hissetmiyorlar. Bu, olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

İşte CHP, bunu örtmek, bu yolla “devleti kurtarmak” istiyor. Oysa kurtarılması gereken, ister yeni ister eski hâli ile devlet değildir. Kurtarılması gereken, işçi sınıfı ve emekçilerden oluşan halktır, toplumdur. CHP, kendisine dönük saldırıları bile anlamlandıramıyor. “Bize niye saldırıyorsunuz,” diyorlar. Basittir.

1- Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Burada seçim, sandık, parlamento artık göstermeliktir.

2- TC devleti, ABD-İngiltere, NATO hattının sömürgesi ve tetikçisidir. Sömürge olması eskidir, tetikçilik son 20 yıla aittir.

Şimdi, bu iki noktayı anlayabilirseniz, savaş hazırlıklarını da anlayabilirsiniz. İçeride ve dışarıda savaş politikasının sürdürülebilmesi için, Saray Rejiminin görüntüsünün de gerçeğinin de devamı gereklidir. Demek, içeride, herhangi bir aday, kazanabilecek bir alternatif, düzen karşıtı olmasa da, sorundur. İmamoğlu ya da Özgür Özel devrimci ya da düzene karşı kişiler değildir. Ama Erdoğan’ın sonunu gösterme potansiyelleri vardır. Bu ihtimal bile, egemeni ürkütmektedir.

Savaş naraları atan, İran’a karşı savaş planlarını sürekli güncelleyen efendiler, TC devletinin burada rol almasını istemektedirler. Bunun için “meşruiyet” ABD’de aranmaktadır. Ve böylesi bir savaşı sürdürmek için, içerisinin susturulması gerekli görülmektedir. İşte bu yüzden CHP’ye saldırmaktadırlar. Ve bu, CHP eli ile tüm toplumsal muhalefete saldırıdır. Bu yüzden “muhalif” sözler eden sanatçıları gözaltına almaktadırlar. CHP’den istedikleri susmasıdır. İmamoğlu, bir aday olmaktan çıkmalı ve CHP, Ankara’da görev almalıdır. Adım adım bu noktaya gelmek istiyorlar.

Elbette ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa arasında da bir savaş alttan alta sürmektedir. Bu nedenle, bu güçler arasındaki savaşın çeşitli biçimlerini Saray içinden yansıdığı kadarı ile görmek de mümkündür.

Oysa tüm bu görüntüler, Saray Rejiminin zorla ayakta durduğunun göstergesidir.

Bu nedenle direniş çok önemlidir.

Direniş öğretir, güzelleştirir, insanlaştırır.

Ancak dahası vardır. Bu sistemi yıkmak, Saray Rejimini alaşağı etmek için, “kitlesel direniş” hattı güncel bir yoldur.

Saray Rejimi seçimle gitmez. Tersine, direnişle gider.

İşçi sınıfı bu direnişin öncüsüdür. Hayır, bugün en önde olduğu için değil, bugün en önde de değildir. Ama nesnel olarak devrimin öncüsü işçi sınıfıdır. Başka bir sınıfı sömürmeye ve ezmeye ihtiyacı olmayan, tüm sınıfların ortadan kalkması için burjuva iktidarı devirmeye, özel mülkiyete son vermeye yetenekli tek devrimci sınıftır.

Bugün, işçi sınıfının gelişen direnişi vardır. Bu direnişlerin, hem çoğalması hem de yayılması gereklidir. Bunun için işçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır. İşçi sınıfı burjuvaziye, sermayeye karşı savaşırken, mevcut durum nedeniyle aynı anda sendika mafyasına karşı da savaşmak zorundadır. İşçilerin devrimcileşmesi, bu ikili savaşın başarısının tek koşuludur.

“İşçi sınıfı devrimci değilse hiçbir şeydir, devrimci ise her şeydir” sözü, hiç bu kadar doğru olmamıştır.

Direniş sadece işçi sınıfı ile sınırlı değildir. Gençliğin direnişi de var. Kadınların direnişi de var. Gençlik, elbette bu direnişin ana dinamiğidir. Ama bu gençlik içinde öğrenci gençlik, bugün bir direniş çizgisini geliştirmek görevi ile karşı karşıyadır.

Kadınların direnişi, sistemin tüm yönleri ile hesaplaşma, burjuva ideolojisinin her türü ile hesaplaşma anlamında da büyük bir öneme sahiptir.

Görev, hem direnişleri yaymak, hem çoğaltmak, hem de bunların merkezî yönetimini geliştirecek örgütlenmeyi ortaya çıkartmaktır.

Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi bizim cephenin yoludur.

Üç talep, gelişen direnişi şekillendirecektir.

Birincisi, “genel grev ve genel direniş”tir. Genel grev ve genel direniş, uzun bir yoldur ve örgütlenmesi için, acilen harekete geçilmelidir. Bilmek gerekir ki, bunun için işçi sınıfının içinde örgütlenmenin gelişmiş olması gereklidir. Ama ne olursa olsun, bu slogan sürekli yükselecek, kendi yolunu açacak, büyüyecektir.

İkincisi, “tüm yollar Saray’a çıkar ve işçi birlikleri Saray’ı yıkar” sloganıdır. Saray, artık sistemin merkezidir. Kimse, parlamentoya yürümez, çünkü parlamentonun hiçbir rolü ve etkisi yoktur, bir görüntüdür. Bu talep bu nesnellik için, her direnişin, ister dile getirilsin ister getirilmesin, hedefidir.

Üçüncüsü Birleşik Emek Cephesi’nin örgütlenmesidir. Kim nasıl ifade ederse etsin, işçi sınıfının, devrimci cephenin Birleşik Emek Cephesi ile kurtuluş yolunu açacağı daha fazla bilince çıkacaktır.

Devrim ve direniş, en büyük öğretmendir.

Devrimin ve direnişin en iyi öğrencileri, devrim için savaşanlardır.

Pratiğe uygun “teori uydurmak” ya da pragmatik tutumla Marksizmi eleştirmek

2025 yılının ilginç bir yıl olacağı, 2024 yılının yazından belli olmaya başlamıştı. Birçok kişinin söyledikleri bir yana, aslında ABD’de, Avrupa’da, Ukrayna’da, Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bu anlamda ciddi veriler sunuyordu (Hâlâ da öyledir ve buna 2026 yılını eklemek hattâ 20’li yılların tümünü eklemek gerekir).

TC devleti, onun olağanüstü örgütlenmesi olan Saray Rejimi, Bahçeli eli ile bazı hamleler yaptı. Bahçeli’nin adı Devlet’tir ve belki bundan, onun konuşmaları “devletin konuşmaları” olarak algılanmıştır/algılanmaktadır (Kanımca anlamsızdır; Bahçeli ya da Fidan ya da başkası, devlet politikaları bellidir. Bahçeli’nin sahneye sürülmesidir mesele. Sahne, her zaman kendine uygun karakter oyuncular ister, Saray Rejiminde artık “karakter” bile fazladır, oyuncu olsun yeter). Demek ki devletin pek de geniş bahçesi kalmamış, daralmıştır. Bahçeli, Ekim (2024) ayında, birdenbire DEM Parti sıralarında el sıkışma atakları yapmıştır ve ardından, “dünyada büyük gelişmeler yaşanacağını” ve inşallah Türkiye’nin var olmaya devam etmesini umduğunu ifade eden açıklamalar yapmıştır (Elbette onun “böyle diyerek ne demek istemektedir” gibi şifreli açıklama dilini tam yansıtmış olamam ama bu anlamdadır söyledikleri). Konu Kürt sorunu idi; Öcalan’ın vurgusu ile “Kürt sorunsallığı”. Birçok kişiye göre Devlet, aslında devlet olarak devreye girmişti.

Ve bu hamlelerle başlayan süreç, 2025 yılının 27 Şubatı’nda Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile bir netlik kazanmaya başladı. Öcalan, haklı olarak, kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın, görüşünü dillendirdi ki doğrudur ve birdenbire Bahçeli, “kurucu önder” sözlerini telaffuz etmeye başladı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın vurgusu, TC devleti ile savaştıkları gerçeğinden hareketle, Bahçeli’nin, adı gibi devlet olduğunu da bize beyan etmiştir. Yoksa Bahçeli’nin İmralı’ya gittiğini bilmiyoruz, tersine ortada dolaşan bilgiler, ne kadar gerçeği yansıtır bilinmez ama Erdoğan’la Öcalan’ın Saray’da görüştüğü yolundadır. Dediğimiz gibi bilmiyoruz ve hiç de önemli değildir. Demek ki, Bahçeli’nin açıklamalarının devlet açıklamaları olarak kabul edildiği bilgisi nettir. Ve not edilmelidir ki, NATO bu projenin neresindedir, sorusu ortadadır. Ve NATO’nun nerede olduğu ortaya konmadan eksik bir resme ulaşmış oluruz ve her eksik resim, aynı zamanda yanlış resimdir.

Bugündeyiz.

Öcalan, silahlı mücadeleye veda etmeyi ve PKK’nin feshini talep etmiştir. Bu önerileri yüksek sesle Bahçeli zaten söylemişti. Ama bu bizim için bir anlam ifade etmez. Öcalan’ın açıklamaları önemlidir, öyle görürüz.

Kongre toplanmış ve bu iki karar alınmıştır. Kongre Mayıs 2025 başında toplanmıştır. Ekim 2024 tarihinden (Bahçeli’nin devlet adına DEM Parti sıralarında el sıkışması) bakılırsa, 8 ay sonra PKK kendini feshettiğini duyurmuştur.

Bir anlamda PKK adımlar atmıştır ve devletin henüz attığı adımları bilmiyoruz, öyle ise yoktur diyebiliriz.

Bu süreç, silahların sembolik bir tarzda, geniş bir çelik kabın içinde yakılması ile ilerledi. Yakılma, Besê Hozat tarafından (grubun lideri odur ve basına sızan bilgilere göre, Öcalan onun ikna edilmesini istemiştir) “siyasal eylem” olarak nitelenmiştir. “Siyasal eylemdir” denmesinin de bir anlamı olmalıdır.

Kongrenin fesih kararı almasından sonra, 9 Temmuz’da Öcalan’dan yeni bir çağrı gelmiştir. Bu çağrı, “Demokratik Modernite” (dm) dergisinin 52. sayısında yayınlanmıştır. En azından bizim ulaşabildiğimiz yer burasıdır. dm’nin aynı sayısında, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlıklı Abdullah Öcalan imzalı bir metin yayınlandı. Bu metin, dm’nin dipnot bilgisinde açıklandığı üzere, Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. fesih kongresine sunulan (25 Nisan 2025’te yazılmış olan) politik rapor çerçeveli perspektif metnidir (bu durumda bu metin, silah bırakma siyasal eyleminden önce yazılmıştır). İkinci dipnotta, yazının toplam 7 başlıklı çerçeve metin olduğu ve 1, 2 ve 4. sıradaki başlıkların yazıda çıkarılmış olduğu, diğer başlıklarda da bazı bölümlerin çıkarılmış olduğu belirtilmektedir. Yani, metin aslında tam (bütün) metin değildir.

Biz, PKK 12. Kongresinde alınan kararları, yayınlanmış olduğu ölçüde değerlendiren bir yazıyı Kaldıraç okurları ile paylaşmıştık. Bu yazıda, silah bırakma ve fesih kararlarını tartışmıştık. Elbette Kürt hareketinin attığı adımlara ilgisiz kalmamız söz konusu olamaz. Elbette orada da vurguladığımız gibi, bu kararlar kendi kararlarıdır ve bunu da kimseye soracak değildirler. Bizim değerlendirmemiz de bu temel üzerinde görüşlerimizin ifadesidir. Bugün ise, 9 Temmuz çağrısı ve Öcalan’ın kongreye sunduğu perspektif metnine (yayınlandığı kadarı) ulaşmış bulunuyoruz. Bu metinleri ele almak istiyoruz.

Öcalan’ın metni (“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”), Marksizm üzerine tartışmalar da içermektedir ve burası bizi de doğrudan ilgilendirmektedir. Bizi sadece Marksizme bir bilim olarak bakmamız nedeniyle değil, “ulus-devlet” hedefi ortadan kalktığına göre, bölge devrimi açısından da ilgilendirmektedir. Zira bölgemizin en gelişmiş hareketi Kürt Özgürlük Hareketi’dir.

***

Bir notla başlamalıyız.

Zaman zaman, çeşitli sol kesimler, Kaldıraç Hareketi’ni, Kürt meselesi konusundaki tutumu nedeni ile, deyim uygun düşerse “Kürtlere yakın”, “Kürtçü” vb. şeklinde değerlendirmişlerdir. Doğrusu bunlar, yani bize ilişkin bu söylemler, bizim için, Türkiye solundaki Kemalist damarın, Kürt hareketi konusunda mütemadiyen depreşmesinin bir ürünüydü, hâlâ da öyledir. Öte yandan, bize, bizimle birlikte başka birçok devrimciye, “madem o kadar Kürt hareketini savunuyorsunuz, buyurun oraya gidin” diyenler de çok olmuştur. “Komünistler Moskova’ya” tekerlemesinin bir başka türüdür. Kürt hareketi, Öcalan’ın söylemi ile 50 yıldır, bizim bilgimize göre 40 yılı aşkın süredir, TC devleti ile savaşmaktaydı. Gerçekte Kürt hareketinin, zafer için, birkaç düzine Türkiyeli devrimciye ihtiyaç duyduğunu düşünüyor olsak, hiç düşünmeden o harekete katılabilirdik (Aynı şey “Moskova’ya” dendiğinde de geçerlidir). Bunun için, tam bir ideolojik birlik vb. de aramazdık. Bize göre zafer, Kürt alanları dışındaki ülkenin her alanını kapsayacak şekilde, işçi sınıfının devrimci yolunda bir devrimci hareket geliştiği sürece olanaklı olacaktır. Bize göre, “ulusal kurtuluş” mücadelesi, içinden geçilen zaman diliminde sosyalist devrim ve enternasyonalist mücadele ile başarıya ulaşabilirdi. Bu dün de, bugün de geçerlidir. Elbette bazı farklılıklarla. Örneğin PKK’nin kendisini feshetmesi, ciddi bir durum farklılığıdır. Bu ve başka bazı farklılıkların toplumsal devrim pratiğine nasıl yansıyacağını birlikte yaşayıp göreceğiz. Karar onların kararıdır ve saygılıyız.

Tüm bu etkenler, bizim, Kürt hareketine kardeş (devrimci hareketimizin tarihinde kardeş ve abi yaklaşımı vardır. Egemen kültürün yansımasıdır, biz enternasyonalist anlamda kardeşlikten söz ediyoruz. “Siz kimsiniz ki küçük bir yapısınız ve koskoca büyük bir yapıya mı kardeş olacaksınız” anlayışı, Türkiye solunda eskiden kalma bir alışkanlıktır ve alışkanlıkları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur) devrimci güç olarak yaklaşmamızın temelidir. Elbette, biz, bugüne kadar onların gücüne yakın bir güç hâline gelebilmiş değiliz. Böyle olunca kardeş güç ifadesi, belki de Kürt hareketi cephesinden ciddiye alınır bir ifade olmayabilir, ama bizim devrimci enternasyonalist anlayışımız içinde bu, güçten bağımsız hep böyledir ve öyle de olacaktır. Biz öyle bakıyoruz diye, başkalarının da bize “enternasyonal kardeş” olarak bakacağının da garantisi yoktur. İçinden geçilen dönem böylesi bir dönemdir, dünya devrimci hareketinin yenilgiden çıkış dönemidir.

Aşağıdaki tartışma, bu temel ve anlayış üzerinden hem zorunludur, hem de gereklidir diye düşünüyoruz.

Devlet (Bahçeli ve Erdoğan değil, devlet) ile Öcalan ve onun üzerinden PKK arasında süren görüşmelerin tüm detayları bizde yoktur. Bu nedenle de, özenle, bu iki metne bağlı kalarak tartışmayı sürdüreceğiz. Zaten PKK kongre kararlarına da bu titizlikle yaklaşmıştık. Okuyucu bu iki metne, dm’nin 52. sayısı sayesinde ulaşabilir. Elbette “9 Temmuz Çağrısı”, fesih kongresinden sonradır.

“9 Temmuz Çağrısı”, ikinci metinden (“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlıklı metin ) sonra yazılmıştır. Ve 9 Temmuz çağrısı, “Değerli yoldaşlar, Komünalist yoldaşlık hareketimizin geldiği aşamayı” sözleri ile başlamaktadır.

Uzun bir alıntı gereklidir.

“Gelinen nokta oldukça değerli ve tarihi nitelikte sayılmak durumundadır. Bu arada köprü ilişkide bulunan yoldaşların çabası aynı değerde ve takdire şayandır.

“Tüm yaşanan gelişmeler sonunda tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık ‘Kürdistan Devriminin Yolu’ manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir. Sadece Kürt tarihsel toplumu için değil, bölgesel ve küresel toplum için de tarihsel toplumsal bir içerik taşıdığına inanmaktayım. Tarihi manifesto geleneğinin başarılı bir örneğini teşkil ettiğinden kuşku duymamaktayım.

“Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir.

“Varılan aşama, yeni adımlarla pratiğe geçmeyi gerekli kılmaktadır. Bu aşamanın ve gerekli adımların da tarihi nitelikte olduğunun önemle belirtilmesi, anlaşılması ve gereklerine bağlı kalınması, yol alınması açısından kaçınılmazdır.

“Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Miadını doldurma bu anlamdadır. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-özeleştiri devam edecektir.

“Siyaset boşluk tanımayacağına göre boşluk, Barış ve Demokratik Toplum başlıklı program, ‘demokratik siyaset’ stratejisi ve temel taktik olarak bütüncül hukukla doldurulmak durumundadır. Tarihsel nitelikte ve kader belirleyici bir süreçten bahsediyoruz.

“Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Kısır mantıkla, önce sen-ben kısırlığına düşmeden, adımların atılmasında dikkat ve hassasiyetin gösterilmesi şarttır. Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.

“Dolayısıyla daha da parlak ve somut, kilit açıcı adımlara geçilmeye çalışılmaktadır. Benim tarafımdan ileri sürülen tezlerin belli başlı olanları şunlardır:

“Herkesin üzerine düşeni yapması, Barış ve Demokratik Toplum hedefine ulaşılması, pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür. Tüm anlatılanlardan çıkarılan sonuç; PKK, ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir. Gelinen tarihi noktanın daha da ileriye götürülmesi beklenmektedir.

“Gerek TBMM ve komisyon için anlam ifade edecek, gerek kamuoyundaki şüpheleri giderecek ve sözümüzün gereğini karşılayacak şekilde silahların bırakılmasını, ilgili çevre ve kamuoyuna açık olarak temin etmemiz doğal karşılanmalıdır. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır. Silah bırakmaya ilişkin detaylar belirlenecek ve hızla hayata geçirilecektir” (dm, sayı 52, s. 5).

Bu uzun alıntı “09 Temmuz Çağrısı” metninin, yayınlanmış olan metnin, temel çerçevesini vermektedir. Bu uzun alıntı, parça parça yapılacak alıntılarda muhtemel vurgu kayıpları gibi bir endişeyi de ortadan kaldırmaktadır.

Görüldüğü gibi, Öcalan, “komünalist hareket” demektedir. Oysa, bizim Marksist literatürümüzde, hattâ onun öncesinde de, komünist hareket vurgusu vardır. Aradaki bu vurgu farkı, Öcalan’ın özgünlük iddiasının da gereği gibi görünmektedir. 25 Nisan tarihinde kaleme alınmış olan ve PKK kongresine sunulan politik raporun üzerinde tartışırken, bunu (özgünlük iddiasını) daha net görme olanağımız olacaktır. Esasa gelelim.

09 Temmuz Çağrısı”, aslında yaşanan süreci özetlemektedir. Buna bir diyelim.

İki, metin, “Demokratik Toplum Manifestosu”nu duyurmaktadır.

Üç, varlık inkârının ortadan kalktığını ve bu nedenle ya da bununla bağlantılı olarak, “ulus devletçi bir amaçtan” vazgeçildiğini belirtmektedir. Bu iki etken, PKK’nin feshedilmesini temellemektedir.

Bizim, 1992 yılını temel alarak, aslında Kürt sorununda özgün bir çözüm aşamasına gelindiğini belirttiğimiz, PKK’nin ise Kongre belgelerinde bunu 1993 yılı olarak ifade ettiği biliniyor. Demek ki, “09 Temmuz Çağrısı” metninde geçen “gerisi aşırı tekrar ve açmaz” olarak nitelendiğine göre, bize göre 1992, PKK kongre belgelerine göre 1993’te bu özgün durum tespit edilmiş olmaktadır. Bu özgün durumun temeli nedir? Normalde ulusal kurtuluş, ayrı bir ulus devlet ile sonuçlanınca çözüme ulaşmış olurdu. Bu ulus devletin, kapitalizmin içinde mi (TC devleti böyledir) yoksa sosyalist bir devrimle sistemden tümden kopma ile mi gerçekleşeceği ayrı (ayrı derken, çok da önemli bir ayrı anlamındadır) bir sorundur. İçinde bulunduğumuz kapitalist-emperyalist sistem içinde ulusal kurtuluşun sosyalizm dışında bir yolu yoktur. Kapitalizm içinde ulus devlet, aslında emperyalist sistemin içinde bir başka biçimde sömürge olmak demektir.. Bu nedenle, 1992 yılı temel alınırsa, Kürt devriminin önünde, bölge ve dünya devriminin bir parçası olarak, devrimci-enternasyonalist bir Kürt devrimi sorunu durmaya başlamıştır. Yıl 1992 veya 1993 olarak ele alındığında bu sosyalist çözümün zor olduğu açıktır. Bunda o gün içinde şüphe yoktu. Ama doğru strateji, zor mu sorusuna yanıt verilerek bulunamaz.

Elbette bu, mücadeleyi etkiler. Yani zor olanı yapmak, anlaşılacağı üzere başka zorluklara da katlanmak demektir.

Elbette Kürt Hareketi, kendi yolunu kendisi seçecektir. Bunu bize soracak değil. Ve elbette biz de bu yolun eleştirisini yapma hakkını kendimizde göreceğiz. Bugün, bu yolun daha açıklık kazandığını görmemiz mümkün olmaktadır.

Dördüncüsü, metin, bize “ulus devlet” amacından vazgeçildiğini söylemektedir. Bu durum, ayrı bir devlet kurmak yerine, ülkenin tümünde ve bölgede bir devrimi hedeflemek, dünya devriminin bir parçası olmayı öne almak demek olmalıdır. Oysa metin öyle demiyor, metin buradan, “Demokratik Toplum” sonucu çıkartmaktadır. Bu aslında yeni bir söylem de değildir. Bu konuda çok sayıda makale, dm’de önceden de yayınlanmıştır. Ama “demokratik toplum”un ne olduğu konusunda, Öcalan’ın kongreye sunduğu metin epeyce açıklık getirmektedir.

Oraya geliyoruz.

Dipnotta da söylendiği gibi, bazı başlıklar metinde yayınlanmamış, çıkartılmıştır. Bunun politik nedenlerini bilmiyoruz. Ama Öcalan, “09 Temmuz Çağrısı” metninde “Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir,” demektedir. Yani metnin devlet tarafından bilindiğini varsayabiliriz. Bu durumda metinden, 1, 2 ve 4 no’lu başlıkların çıkarılması, başka bir anlam taşıyor olabilir. Yoksa devletin zaten bildiği bir şeyin, devrimci kamuoyu ya da kamuoyu tarafından bilinmesinin bir sakıncası olmaz. Eğer herhangi bir mücadelenin, örgütün ya da kişinin bir sırrı olacaksa (o kadar ki, sırrınızı saklamanız gereken ilk yer devlet olmalıdır), bu devlet tarafından biliniyorsa, artık sır olarak bir anlam taşımaz. Belki de bambaşka bir nedenle yayınlamamışlardır. Bilmiyoruz.

Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programı hazırlıyoruz.” (A. Öcalan, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”, dm, s. 8).

Görüldüğü gibi Öcalan, açıktır, açıkça durumu söylemektedir. Demek ki, devletin bildiğini varsaymak abartılı değildir. Hem “9 Temmuz Çağrısı” hem de kongreye sunulan metin, devlet tarafından bilinen, “izin” verilen metinlerdir.

3 no’lu başlıkta (1. ve 2. başlık yayınlanmadı) Öcalan ya da metin (metinde devletin müdahalesi varsa da bu metin artık Öcalan’ın metnidir), “Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi” başlığı altında tartışmaktadır. “Tarihsel toplum”, toplumun bir tarihsel varlık olduğunu vurgulamaktadır. Her toplum tarihseldir, her şey tarihseldir ve elbette her toplum tarihsel olduğuna göre (tüm toplumsal tarih kastedilmektedir), tarihte devlet ve komün ikilemi söz konusu edilmektedir. Böyle anlamalıyız.

Bir uzun alıntı daha gereklidir.

Tarihsel materyalizm, sınıf savaşımı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. Sadece gerçekçi bir yaklaşım değil, sosyoloji biliminde de özgürlük düşünce ve eylemi sosyalizme geçişin en sağlıklı yolu değil midir? Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizmi gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi, reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında, bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum. Bende, çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayandırıyorum, toplum aslında komünal bir olaydır. Bu toplumsallıktır. Toplumsallık da komün demektir. İlkel komün klan demektir. Özel olarak komün kelimesine gelince, toplumsallık bilebildiğimiz kadarıyla, Mezopotamya alanındaki kültürel yükseliş, Sümer toplumunun çıkışı, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli, bir de komünü. Peki toplumsallık nerede? Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö. 4000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir komünler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile daha oluşmamış. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip, aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik ile bağlantılıdır. Neolitikten önce bu klandır. Komünün Kürtçemize yerleşmiş ‘kom’ ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz. ‘Kom’, ‘kombun’ yani komün anlamına geliyor, toplanmak. Hâlâ kullandığımız bir kelime ki bu Aryen dilinin de buradan çıktığını, en azından 10 bin yıllık bir tarihi olduğunu gösterir. İşte Aryen kökenli dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene, bir devlet adı olarak geçer. Kabilebaşı, devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Kabilenin bastıranı, devlet hâline geliyor, aşiret reisi her kimse, onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. Devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile, ki devlet oldu mu ezilen kabile de olur. Ayrışma öyle başlar. Marksizmin, proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor”. (dm, age, s. 8-9).

1

Burada Öcalan, “Marksizmi gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum,” diyor. Cümlenin ikinci bölümünde düşüklük olma ihtimali var. Ama bu satırlar, dünyanın ulusal kurtuluş hareketleri içinde en gelişmiş gerilla hareketlerinden biri hâline gelmiş olan PKK’nin kongresine sunuluyor. Üstelik raporun başlığı “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak”tır ve içinde Marksizm eleştirisi kabarık bir yer tutmaktadır. Demek, ciddidir. Marksizmi gözden geçirme düşüncesi ciddidir. Marksizmi gözden geçirme işi de ciddi olmalıdır.

Bu düşünce, 1890’lardan beri hep vardır Karl Kautsky, Bernstein, bu işin ilk öncülleridir. Yani Marksizmi gözden geçirme düşüncesi ne yenidir, ne de büyük bir keşiftir. Bu gözden geçirmelerde, tarih boyunca hep Marksizme saldırı vardır.

Biz Marksistler-Leninistler, teoriyi bir dogma olarak görmeyiz. Elbette sınıf savaşımı ve toplumsal yaşamın gelişimine göre, birçok yeni sorun ortaya çıkar ve bu açıdan bu sorunların ele alınması gereklidir. Ezberlenmiş formüller, teori değildir.

Bizim tarihimizde 12 Eylül karşı-devriminden sonra, özellikle TKP ve Dev-Yol’un kendilerini tasfiye ederken girdikleri yol da bir örnektir. Karşılaştırma niyetinde değiliz. Sadece bu yolun daha önceden de kullanılmış bir yol olduğunu vurguluyoruz.

Daha iyi bir örnek, SSCB çözülürken, Gorbaçov’un, “emperyalizm sömürgesiz de olabilir” ve “emperyalizm savaşsız da olabilir” tezleri çerçevesinde giriştiği Marksizme-Leninizme saldırılardır.

Her yol değiştirme hâlinde Marksizmi gözden geçirmek hep gündeme gelir. Oysa bir bilim olarak ele alınırsa diyalektik ve tarihsel materyalizm (ya da Marksizm ya da Marksizm-Leninizm), zaten mücadelenin gelişimine bağlı olarak sürekli gelişir ve ilerler. Bu duruma, yani bilimin gelişimine bir çeşit “gözden geçirme” denmiyorsa, ki burada bu yoktur, o zaman bir hat değiştirme, trenin yolda bir hat değiştirmesi hâlini de aşan bir yol değiştirme söz konusu olunca bu “gözden geçirme” kastediliyor ve çok kere denenmiş eski akımların yeniden yükseltilmesinden ibaret bir işe yeniden girişiliyor demektir.

Yoksa bilim, durağan değildir, olmaz ve sürekli “gözden geçirilir.” Gözden geçirme, modern burjuva ideolojisinin pragmatizmine sarılarak bir “gözden düşürme” ise, zaten bu her gün binlerce ideoloğun yapmaya çalıştığı iştir ve sınıf savaşımının da bir türüdür, hem de en şiddetlisinden.

Maalesef burada da durum budur.

2

Bir bilimsel çaba ya da çalışma, bir bilimsel düşünce eleştirilecekse, kural olarak o bilimin varsayımları da eleştirilmek zorundadır. Diyelim ki bir bilimsel deney yapacaksanız, ister istemez belli varsayımlardan hareket edersiniz. Bu deneyin sonuçlarını bilimsel anlamda eleştirecekseniz, tutarlı olarak bu çalışmanın varsayımlarını da eleştirmeniz gerekir.

Bu, diyalektik ve tarihsel materyalizm için de geçerlidir. Eğer siz Marksizmi eleştirmek istiyorsanız, “gözden geçirmek” istiyorsanız, onun dayanaklarını da açıkça eleştirmek ve o dayanakların, varsayımların doğru olmadığını kanıtlamak zorundasınız. Bilimsel olan bu yol olurdu. Örneğin, sınıf denilen şeyin ne olduğunu ya da insanlık tarihinin hangi aşamasında ve nasıl devletin oluştuğunu da anlatmak zorundasınız. Burjuva iktisat ve burjuva sosyolojisi, devleti ve toplumu kabul eder ama mesela “ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni” onları ilgilendirmez. Aileyi de, özel mülkiyeti de ve devleti de var olarak kabul ederler, tıpkı dinin insanı ve dünyayı bir varlık olarak kabul etmesi gibi.

“Yani tarih, bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir” tezi, sadece yanlış değil, kolaycıdır da. Yanlış olmasına geleceğiz. Ama kolaycıdır, çünkü, “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olduğu” savı, toplumun karşılıklı ve çıkarları uyuşmayan sınıflara bölünmüş bir bütün olduğunu varsayar. Hani çelişki maddede içseldir ve burada madde toplumdur. Eğer devlet ve komün iki kutup ise, demek ki sınıflar değildir. Öyle ise, aslında sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olmadığını anlatmamız için, toplum denilen şeyin maddî olarak sınıflara bölünmemiş olduğunu ortaya koymanız gerekir. Yani Marksizmi gözden geçirme konusunda bu denli ciddi isek, bu zahmete katlanmamız gerekir. Bunu yapmıyorsak, ya kafamız karışıktır ya da atılacak pratik adımlara bir çerçeve buluyoruz demektir. Kolaycıdır, yeni döneme evrilirken SSCB’nin başındaki Gorbaçov’un emperyalizm konusundaki yaklaşımına benziyor.

“Sınıf savaşımının yerine komünü koymak”, aslında komün denilen ve işçi sınıfının ilk iktidarı alma deneyimi olan şeyi, sınıf savaşımından koparmaktır. Yani, komün ve sınıf savaşımı, birbirinin yerine konulacak şeyler değildir. Komün, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımında Parisli işçilerin iktidarı geçici bir süre almış olması demektir. Bu, sınıf savaşımının bir sonucudur.

Devlet de başlangıçta sınıfların varlığının, gelişirken ise sınıf savaşımının sonucudur.

Demek, hem devlet ve hem de komün, sınıf savaşımının ürünleridir. Yani eğer sınıf savaşımı yoksa, bunlar da olmazdı. Öyle ise, “yerine koymak” anlamında kategorik bir yanlış yapılmaktadır ve kolaylıkla yapılmaktadır.

Sınıf mücadelesinde elbette geçici barış anlaşmaları olur. Brest-Litovsk Anlaşması, Lenin’in emperyalist kuşatma karşısında bir geri adım atmak üzere imza koyduğu bir anlaşmadır. Ama bunun için bir “teori uydurma”ya gerek yoktur. Sınıf savaşımı inişli çıkışlı bir süreçtir ve bazan sizin hoşunuza gitmeyen anlaşmaları yapmak zorunda kalmanız bir realitedir. Ama bunun için “emperyalizm sömürgesiz de olabilir” demenize gerek yoktur. Bunu söylediniz mi başka bir şey yapmış olursunuz, pratik bir durumu teori hâline getirirsiniz ve ardından yeni pratiğiniz için teoriyi iğdiş edersiniz.

Kanımca, her insanın (bu deneyimi yaşamış insanlarız), her öznenin kendi durumunu açıklamak üzere, durumuna uygun bir “teori” geliştirdiği örneklere şahit olması hâli çok sık rastlanandır. Oysa “teori ile pratik birliği” demek bununla alâkalı hiç değildir. Yani madem benim pratiğim bu, o zaman ona bir teori bulayım (açıklama bulayım, bazıları bunu teori olarak yapmazlar, kendilerini ikna edecek bir açıklamaya sarılırlar) tutumu, “teori-pratik” ilişkisinin tersten kurulması olabilir. Denklemi tersinden kurmaktır. Pratik eylemden çıkan teori ya da bilim, yeni pratik eylemi bilimsel hâle getirmek üzere işlev görür, görmelidir. İşkencede konuşmuş bir kişi ya da âşık olduğu kişi tarafından terk edilen bir kişi, hemen kendine bir açıklama bulur, “zaten devrim imkânsızdır” ya da “zaten ben onu hiç sevmemiştim” gibi. Elbette bunlar sadece örnek ve her örnek topaldır, durumu tam ifade etmez. Oysa durumumuza uygun bir teori geliştirmek, bizim egemen düşünceden aldığımız, oradan bize bulaşmış olan pragmatik davranışımız olabilir. İsterseniz Marksizmi eleştirin, isterseniz kendi geçmişinizi sonuç aynıdır; bu tutum, bu pragmatik yol, ışık hâline gelmez ve yol açmaz.

3

Diyalektik ve tarihsel materyalizm, bir bilimdir. Yaşamın her ânında gelişir ve geliştirilir. O kadar ki, insanlık tarihini, toplumu doğanın bir devamı olarak ele alırsak, tek tutarlı tarih bilimi de buradan çıkar. Dahası tarihi, olayların kaydından ibaret olmaktan çıkartan, onu bir bilim yapan Marksizmdir.

Tarihin belli bir döneminde insan toplumu oluşur. İnsan toplumu, doğanın devamıdır ya da insan doğanın kendi bilincine varmasıdır. Bu da toplumsal bir süreçtir. Ve maalesef biz bugün hâlâ bu insanlaşma sürecindeyiz. Komünist toplum, aslında insanlaşma sürecinin tamamlanması ve insanın doğa ile ilişkilerinin tümden değişmesi anlamına da gelir.

Bu toplumsal gelişimin en başında sınıflar yoktur. Yani insan en başından hayatta kalabilmek, kendi geçimini sağlamak işi ile uğraştığında, o ilk anlarında, o toplumda henüz sınıflar yoktur. Buna ilkel komünal toplum diyoruz. Komünaldir, çünkü her şey topluluğun ortak varlığıdır.

Demek ki en başından beri “devlet” de yoktur. Devlet, sınıflara bölünmüş bir toplumsal sürecin sonucu, ifadesidir.

Oysa o devletin olmadığı ilkel toplumda, Öcalan’ın adlandırması ile komün vardı. Öcalan, komünü, yer yer toplumun “devlet” dışındaki hâli olarak da tarif etmektedir. Oysa devletsiz bir toplum zaten en başında vardı. Evet, ilkel bir toplumdu ama devletsiz bir toplumdu. Demek o zaman diliminde devlet ve komün ikilemi yokmuş.

Devlet, toplumsal gelişmenin bir aşamasında ortaya çıkar. Devlet sınıfların varlığına dayanır. Bir sınıfın diğer sınıfı bastırma aracıdır. Yani devlet, tüm toplumun ortak ürünü vb. değildir, egemen sınıfın silahlı ve siyasal örgütüdür. Bu konuda Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışması yol göstericidir. Marksizmin bu denli gözden düşürülmeye çalışıldığı günümüzde, devlet üzerine, Lenin’in “Devlet ve İhtilal” çalışmasının da okunması, bunu hatırlatmak bir borç oluyor.

Bu aşama toplumun çıkarları uyuşmaz karşıt sınıflara bölünmesi ile şekillenir. Yani, devlet, karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumda, egemen sınıfın, topluma kendi çıkarlarını zorla (ve rıza üreterek) kabul ettirmesidir. Devlet, egemenin siyasal örgütüdür. Egemenin başka siyasal örgütleri de vardır ama en gelişmiş olanı devlettir. Devlet, bir zor aygıtıdır. Toplumun üstünde gibi görünür. Ama diyalektik olarak da biliriz ki, her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı. Toplumdan doğan, ama onun üstünde gibi görünen devlet, gerçekte, o toplumun egemen sınıfının çıkarlarının örgütlenmiş ve topluma kabul ettirilmiş hâlidir.

Köleci devlet ilk devlet biçimidir. Bırakın Roma ve Atina’daki gelişmiş köleci devleti, daha ilk hâllerinde de bu köleci devlet, köle sahiplerinin devletidir. Demek, toplum bir aşamada sınıflara bölünüyor ve devlet buradan çıkıyor. Öyle ise, devletin sınıfların varlığının sonucu olmadığını ortaya koymanız gerekir.

Toplumun karşıt sınıflara bölünmesi özel mülkiyetin, daha açık konuşmalıyız, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin doğması ile paralel gelişir.

Toplumsal örgütlenme biçimleri olarak klan, aşiret ve aile, devlete karşı örgütlenmeler değildirler. Bunlar vardır, ama Durkheim’in “sosyoloji bilimi”nden söz etmeyeceksek, toplum bunlardan oluşmaz. Burjuva “sosyoloji bilimi”nde, toplumun ekonomik temeli ya da ekonomi-politik yoktur, bunu geçer. Sınıfları hem kabul edip, hem de toplumun sınıflardan bağımsızmış gibi bir varlık olduğunu işlerler.

Konuyu biraz daha açmak zorundayız.

İnsan, doğanın kendi bilincine varması anlamında, doğadan kopuşun ifadesidir.

İnsan, en başından beri, diğer canlılardan, daha da daraltalım diğer hayvanlardan, kendi geçim araçlarını üretmek üzere üretim araçları üretmekle ayrılır. Bir aşamada bu üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıkar ve üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, elbette, kendi çıkarları adına toplumu yönetmek üzere devleti oluşturur.

İnsan temel olarak, iki temel faaliyette bulunur. Yaşamını devam ettirmek bu iki faaliyete bağlı olarak şekillenir. Birincisi, kendi soyunu devam ettirmek üzere biyolojik anlamda ürer. Bunu tüm canlılar da yapar. İkincisi, kendi maddî geçim araçlarını da üretir. Sadece yiyeceği ürünleri üretmek üzere doğayı dönüştürmez, aynı zamanda bu amaç için, üretim araçları da üretir. İnsan bunu, toplumsal yaşam içinde yapar ve toplum, bu anlamda doğal tarihin bir devamıdır. Ve insan, giderek tüketeceğinden, yani kendi beyin ve kas gücünü yerine koymak için ihtiyaç duyacağı maddî mallardan daha fazlasını üretme olanağına sahiptir. Bu potansiyel, üretim araçlarını geliştirerek fiilî hâl alır, gerçeklik kazanır. Zaten bu olmazsa, (köle sahibi) kölenin emeğine el koyamaz. Her insan ancak kendini besleyecek kadar üretir ve bunu asla aşamaz durumda olsaydı, zaten bir kölenin emeği de, bir köle sahibini geçindirecek hâle gelemezdi.

Aile, klan, aşiret, tarihsel gelişim içinde toplumsal örgütlenme biçimleridir. Bir toplumda, üremeye, yani kendi soyunun devamına dayalı, kan bağına dayalı örgütlenme ne kadar gelişmiş ise, o toplumda üretime bağlı örgütlenme de o kadar geri demektir. Tarihsel gelişim içinde insan toplumlarında üretim geliştikçe, üretime bağlı örgütlenme de öne çıkar ve aynı anlama gelmek üzere kan bağına dayalı örgütlenme geri düşer. Klanın dağılması bu nesnellik içinde gerçekleşir. Klan ve aşiret, kapitalizmin toplumsal örgütlenme biçimleri değildir. Özel mülkiyet aileyi geliştirir ve kapitalist özel mülkiyette bu daha da gelişir ve sonra kapitalist gelişimin ileri evrelerinde bu aile bağları da çözülür. Buna rağmen burjuva devlet, aileyi temel aldığını söyler ve biz komünistleri aileyi reddetmekle suçlarlar. Oysa aile, bizzat kapitalist üretim ilişkileri ile çözülür. Bugün gelinen “çekirdek aile”, bu sürecin sonucudur.

Yoksa, toplumsal gelişim içinde klan ile devlet, aşiret ile devlet, aile ile devlet çatışarak gelişmez. Tersine egemen, bu örgütlenme biçimlerini kendi tarzında geliştirir ve buna dayalı kültürü belli açılardan korur. Örneğin burjuva devrimin tamamlanmadığı bazı durumlarda aşiret gibi feodal döneme özgü örgütlenmeler, bizzat egemenlik ilişkileri tarafından korunur ve bu burjuva gericiliğin de işaretidir.

İnsan toplumu, ilkel komünal toplumun dağılması ile, sınıflı topluma geçer. Sınıflı toplumların ilki, köleci toplumdur. Burada köle sahipleri ile köleler iki karşıt sınıfı oluşturur. İkincisi feodal toplumdur. Feodal soylularla serfler ve köylüler bu toplumun iki karşıt kutbunu oluşturur. Sınıflı toplumların en gelişmiş hâli kapitalist toplumdur. Bunun en gelişmiş sınıflı toplum olduğunu söyleyebiliriz. Son sınıflı toplumdur ve son olması aynı zamanda en gelişmiş sınıflı toplum olması anlamına da gelir ve kapitalist toplum sosyalist devrimlerle parçalanmıştır. Bunun yüzlerce kere yaşanması gerekmez. Biliyoruz ki, bizzat komün ve Sovyet deneyleri göstermiştir ki, kapitalizm son sınıflı toplumdur. Ve bu sınıflı toplumlar, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Biri diğerinin içinde gelişebilir de. Ve bu sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir denilebilir ve doğrudur da. Çünkü her birinde toplum denilen maddenin iki kutbunda bu sınıflar vardır. Mesela her aile, devletle çatışmaz ya da ikilem oluşturmaz. Burjuva bir aile, diğer burjuva ailelerle birlikte devletin sahibi iken, bir işçi ailesinin böylesi bir konumu yoktur. Bu durumda, kapitalizme karşı olmak adına “komün”den söz edeceksek, geçmişe öykünmeyeceksek, sınıfların ve sınıf egemenliği aracı olarak devletin yok edilmesinden söz ediyor olmamız gerekir. Yoksa klanın, aşiretin içinde var olan “olumlu” öğeleri abartmış oluruz. Aynı şekilde daha da geriye gidersek, ilkel komünal toplumu, işçi sınıfının önce burjuva sınıfı sonra da kendisini yok etmesi demek olan sosyalist devrim ve sosyalist geçiş yolu ile oluşacak komünist toplum ile bir tutmuş oluruz.

Her bir sınıflı toplumda devlet, egemen sınıfın egemenlik aracı olarak daha da gelişir. Feodal devlet, köleci devlete göre daha gelişmiş, daha organize olmuş bir devlettir ve kapitalist devlet de feodal devlete göre daha gelişmiş bir devlettir. Daha da “gelişmiş” denildi mi, bu bir olumlama değildir, tersine egemen sınıfın egemenlik aracının daha da gelişmiş olması demektir. Ve her devlet, o çağda, o dönemde süren sınıf savaşımına göre şekillenir. Bu nedenle, herhangi bir devlet ele alındığında, somut durumun somut analizi ilkesi temel alınır. Köleci toplumda veya feodal toplumda devletin henüz giremediği alanlar ya da denetleyemediği alanlar, kapitalist topluma göre daha fazladır. Bu nedenle, sık sık, kapitalist devlete karşı çıkanların geçmişe öykündüğü durumları görebiliriz. Zira egemen sınıf, kapitalist toplumda yaşamın her alanını kontrol etmeye başlar. Günümüzde tekelci kapitalist sistemde, bu kontrol en gelişmiş hâlindedir. Balzac, Fransa’da kapitalist gelişimi ve yeni burjuva kültürü eleştirirken, aslında eskiye bağlı olarak yola çıkmış ama sonunda eskinin, feodal sistemin tüm pisliklerini, soyluluğun tüm yüzünü de açığa çıkartmak durumunda kalmıştır.

Bu noktadan hareketle, devletin ya da kapitalist egemenliğin tüm topluma karşı olduğu söylenebilir. Buradan hareketle, sosyalist devrimin sadece işçi sınıfının kurtuluşunun yolu değil, aynı zamanda tüm toplumun kurtuluşunun yolu olduğu öne sürülebilir ve sakıncalı değildir. Ama eğer işçi sınıfının varlığı inkâr edilmek üzere bu devreye sokuluyorsa, sosyalist devrim bir fanteziye dönüşür. Çünkü, işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak öncü güçtür ve aslında işçi sınıfının sosyalist devrim yolu ile komünizme yürümesi, aynı zamanda bir sınıf olarak kendisi de dâhil, tüm sınıfları yok etmesi anlamına da gelmektedir. Yani, sınıfları ortadan kaldırmak üzere sosyalist devrim, komünizme gidişin yoludur. Komün, sosyalist toplumun, oradan geleceğin sınıfsız toplumunun örgütleniş biçimidir ve sosyalist devrim, sınıf mücadelesi vb. yoksa, komünün ayakları yerden kesilmiş olur.

Bunu atladınız mı, hem tarihsel materyalizm ortadan kalkar, çünkü sınıf savaşımının buraya varacağını söylemek olmadan tarihsel materyalizm olmaz, hem de revize edilecek bir Marksizm olmaz.

4

Kürtçe dil bilgisine Öcalan kadar vâkıf olmadığım açıktır. Bu nedenle “kom” sözcüğünün, aslında “komün” sözcüğünün temeli olup olmadığını tartışmak, Kürt dil bilimi açısından girebileceğim bir tartışma değildir.

Kavramların, kelimelerin tarihleri vardır. Komün, Paris Komünü ile sınıf savaşımı tarihine girmiştir. Kendine komünist diyenler, aslında Paris Komünü sonrasında bu vurguyu yapmaya başlamışlardır. Börklüce Mustafa ve Bedreddin hareketi, “ortakçı toplum” derken, belki bunun bir biçimini, tam olarak komünizm diyemeyeceğimiz ama içinde onun nüvelerini içeren bir biçimini savunmuşturlar. Köylülüğe ve köylülüğün ayaklanmasına dayalıdır. İlkel komünal toplum da aslında “ortakçı” yaşamı anlatır. Ama bu bizim Paris Komünü’nde gördüğümüz biçime ancak benzetilebilir. Birinde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoktur (ve üretim araçları son derece sınırlıdır), ikincisinde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verme ve topluma ait olan üretim araçlarını toplumun ortak zenginliği yapma iradesi, isteği vardır. Bu durum bize, diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasalarından biri olan, “olumsuzlanmanın olumsuzlanması” yasasını gösterir. İlk olumsuzlanma ilkel komünal toplumun çözülmesi ve üretim araçlarının üzerinde özel mülkiyetin doğmasıdır ve ikinci olumsuzlanma üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verip toplumsal mülkiyete geçiştir. Aynı şey devlet için de söylenebilir; ilk olumsuzlanma sınıfların varlığının ifadesi olarak devletin doğması ise, ikinci olumsuzlanma sosyalist devrimin yeryüzündeki zaferinin sonucu sınıfların ortadan kalkması sonucu devletin de sönmesidir. Bu (olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası) aynı zamanda, daha uzun bir çevrim olarak, insanın doğanın bir parçası olarak doğadan kopması ve sonunda komünizm ile doğa ile yeni düzeyde doğa ile yeni bir kaynaşma geliştirmesinde de vardır.

Kelimelerin tarihi elbette ilgiye değerdir. Mesela grev, Fransa’da işi bırakan işçilerin adı “grève” olan bir meydanda toplanmasından gelir. Ama artık grev yapmak için şalterleri indirmek ve sokaklara taşmak daha yaygın olan yoldur. Yoksa her meydanda toplanma işi grev değildir.

Paris proletaryasının geliştirdiği Paris Komünü, yeni bir toplumun ilk şekillenmesidir. Ve kendine komünist diyenler, bu hareketin, bu pratiğin zaferi için devlet ve iktidar sorununu kendi pratiklerinin konusu hâline getirmişlerdir. Paris Komünü, burjuva devleti parçalamak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak görevini de devrimci hareketin önüne getirmiştir. Marx dâhil, tüm devrimciler bu sorunlarla uğraşmışlardır.

Buradan reel sosyalizmin eleştirisine geçilebilir.

Reel sosyalizm ya da 1917 Ekim Devrimi, devrimi gerçekleştirdiği, siyasal iktidarı aldığı ve bir proletarya diktatörlüğü kurduğu için hatalı değildir. Sovyetler, çarlığa karşı süren sınıf mücadelesi içinde gelişmiş yeni iktidar odaklarıdır. Tıpkı Paris Komünü gibi. Ekim Devrimi’nin yarattığı sosyalist deneyimin hataları, kişilerin tutumları ile açıklanamaz. Aynı şekilde bir gerilla hareketinin başarıları da tek tek kişilerin kahramanlıklarına indirgenemez. Bu kahramanlıklar önemlidir. Ama tarih buna indirgenemez. Bu, tarihe son derece eksik bir bakış açısı olur. Büyük kişiler, büyük olayların ürünüdürler. Büyük olaylar, büyük liderler yaratırlar. Tersi doğru değildir. İnsan, hangi hâl ve durumda olursa olsun, salt biyolojik bir varlık değil, tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Öyle ise Sovyet deneyimine de böyle bakmak gerekir.

Ekim Devrimi, daha ilk andan başlayarak kuşatılmıştır.

Tek ülkede sosyalizm, bu kuşatmanın sonucu olarak yaşanan bir pratik olmuştur. Bolşevikler devrimi yaymak istemiştir. Alman devrimi 1919’da yenilmiştir. Daha başkalarını saymaya gerek yoktur. Devrim dünyaya hızla yayılamamış ve Sovyetler Birliği ile sınırlı kalmıştır. Ekim Devrimi’ni, egemen sınıf, dünya burjuvazisi bir karşı devrimle yanıtlamıştır. Almanya’da Spartakistler böyle yenilmiştir. Bu karşı devrim dalgası, İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizm denilen bir devlet örgütlenmesi yaratmıştır. Faşizm burjuva devletin duruma ayak uydurmuş, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Yani her sınıflı toplumda, sınıf savaşımı devleti şekillendirir. Bu nedenle her devlet, bir burjuva devlet olsa da, somut olarak incelenmek zorundadır. Ekim Devrimi’ne dönelim. Dünyaya devrimi yayamamış olan dünya proletaryası, karşı-devrim ile karşı karşıya kalmıştır. Ve zamanla, kapitalist-emperyalist sistemin saldırıları altında, içine kapanmak zorunda kalan Sovyetler, külleri içinden birkaç kere doğmuş olsa da, devrimi yaymayı başaramamıştır. Ve zamanla, bu pratik hâli, bu nesnel durumu, strateji düzeyine çıkartmış ve “barış içinde bir arada yaşama” stratejisine varmıştır. Tüm bu sürecin içeride, toplum örgütlenmesi, meta üretim ufkunun aşılması vb. noktalarda da karşılığı vardır. Diyelim ki bir sosyalist ülke, kendini kapitalist bir ülke ile karşılaştırırken, kişi başına düşen beyaz eşya miktarına bakıyorsa, meta üretim ufkunu aşma fikri geri planda kalmış demektir.

Burada bir not gereklidir. Sovyet tarihi içinde “barış içinde bir arada yaşama” hâli, bu pratik hâl, strateji hâline gelmiştir. Demek ki, “barış” sözüne bu örnekte de dikkat etmek gerektiği anlaşılmaktadır. Deneyimdir.

Aslında bu konuda, yani Sovyet sisteminin çözülmesi konusunda, çok sayıda kapsamlı ve değerli çalışma vardır. Biz, kendimizi bir hareket olarak, iki yenilgi (12 Eylül karşı-devrimi ve SSCB’nin çözülmesi) ve bir devrimci yükseliş (Kürt hareketinin yükselişi) etkenleri altında oluşmuş bir hareket olarak ele alırız. Öyle ise bizim bu konuda çalışmalarımızın da olduğunu (Kapitalizmden Komünizme Geçiş, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmıştır), bunların yayınlanmış olduğunu not etmemiz yerinde olur. Bu nedenle, SSCB pratiğinin daha kapsamlı tartışması konumuzu aşmaktadır, diyebiliriz. Biz, sosyalizmin tüm deneyimlerinin, tüm eksikliklerine rağmen, bizim ortak değerimiz, ortak tarihimiz olduğu gerçeğinden hareket ederiz. Bu konuda ilk akla gelen genellemeleri bu nedenle temkinli karşılarız.

Reel sosyalizm deneyiminin toplumsal örgütlenme alanında ortaya koyduğu pratiğin eksiklikleri, kimse için, devrim bir yana bırakılarak, meselenin komünalist bir yaklaşımla çözüleceğini savunmasına vardırılamaz. Sosyalist devrim, her şeyden önce, devrimci bir örgütlenmeyi gerektirir. Devrim olmaksızın, belediyecilik üzerinden bir kurtuluş yolu ortaya konulamaz. Bu belediyecilik de tarihin eski dönemlerinden beri savunulagelmiş bir tutumdur, yeni değildir ve yol aldığı görülmemiştir.

Ama şunu kabul ederiz. Bugün, henüz kapitalist sistemi yıkmadan da, kapitalist devlete karşı yürütülen mücadele içinde, tıpkı Sovyetler gibi, tıpkı komün gibi gelecek topluma ait örgütlenmeler yaratılabilir. Bunların ne denli gelişeceği elbette toplumsal mücadelenin, sınıf savaşımının içinde netlik kazanır. Özü komündür ama farklı biçimlerde gelişim yolu bulabilir. Ama bugünkü mücadele, gelecek toplumun insanın nüvelerini de yaratır. Mücadele bize yeni toplumun örgütlenme biçimlerini de sunar. Paris Komünü bunun örneğidir ve biz bu nedenle komünistiz. Elbette bu, örgütü, devrimci örgütü daha öne koymak kaydı ile geliştirilebilir, gerçeklik kazanabilir.

Kapitalist sistemi yıkma mücadelesini bir yana bırakarak, toplum içinde bir komünalist yol gerçekçi değildir. Bu olsa olsa, somut duruma bir teori uydurmak anlamına gelir ki bunu yapmak için Marksizme saldırmak zorunlu gibidir. Bunu anlayabiliyoruz. Doğru bulmuyoruz, bilimsel hiç.

Marksizme saldıran burjuva cephenin, şu ya da bu genişlikte burjuva cephenin, temel saldırı noktaları, her zaman, (1) işçi sınıfının varlığı ya da öncü rolü, (2) iktidarı almak ve egemen sınıfın devletini parçalamak, (3) proletarya diktatörlüğünü kurmak noktalarında olmuştur. Bu saldırılar, cepheden yapılan saldırılara göre daha etkili olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bu saldırılar, işçi sınıfının cephesinde yer alan “aydın”ları ya da fikir üretenleri etkilemiş ve ideolojik bir boşluk oluşturmada etkili olmuştur.

“… ki devlet oldu mu, ezilen kabile de olur. Ayrışma böyle başlar. Marksizmin, proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor.”

Yukarıdaki alıntının sonunda bu cümleler var. Devlet ve kabile, iki karşıt kutbu oluşturuyor ve Öcalan, buradan hareketle, Marksizmin proletarya böyle oldu, şöyle gelişti demesi biraz zorlamadır, diyor. Kürt hareketi, yoksul köylülüğe dayalı olarak gelişti. Köylülük eski toplumun temel sınıflarındandır ve elbette kapitalizm altında dağılmaktadır. Bu nedenle PKK adını Kürdistan İşçi Partisi koymuştur. İşçi ismi geleceği gösterir. Elbette Kürt halkı içinde aşiretlere bağlı olarak gelişen işbirlikçi güçler de vardı, vardır. Aşiretlere dayalı olarak gelişen Barzani hareketi idi. Aşiretleri kültürel olarak dağıtan ise Kürt Özgürlük Hareketidir. Şimdi bu temel, işçi sınıfı temelinde kurulmak yerine, oradan koparılıyor. Kürt devrimine (aşiret bağlarını dağıtması bir devrimdir ve bunu geriye döndürmek mümkün değildir) Kürt orta sınıflarının katılımı, aşiret bağlarının parçalandığı Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleşiyor. Bu orta sınıflar, eğer yıl 1993 ise, devrime katılırken ya kendi karakterlerine uygun olarak davranacak ya da Kürt devriminin sosyalist bir rotada ilerlemesinin istesinler istemesinler bir parçası olacaklardır. Durum bu idi. Bu nedenle Barzani çizgisi -ki aynı zamanda sömürgeciliğin bir uzantısıdır- ile ona karşı PKK çizgisi oluşmuştur. Emperyalist savaş, yani paylaşım savaşımı Ortadoğu’da yoğunlaştıkça, Kürt devriminin karşılaştığı nesnel sorunlar açıktır. Bölgede gelişecek bir sosyalist devrimin kaldıracı olmak bir yoldur. Aynı zamanda bir tarihsel sorumluluktur da. Elbette kimse Kürt Hareketini buna zorlayamaz. Ama bu nesnel durum, proletarya böyle oldu, şöyle gelişti meselesinin bir zorlama olması yolu ile üzerinden atlanacak bir durum değildir.

Evet var hâlâ böyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu, devletleşme hikâyesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marx’ın ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla, yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapital’i bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor.”

“Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir”. (age s. 9).

Öcalan bunları söylüyor. Okuyucu elbette metnin yayınlanan bütününü dm’den okuyabilir. Biz, baştaki uzun alıntılarla aslında bazı temel konuları ortaya koymuş olduk. Bu alıntılardan sonra, bunları tekrar etmeye gerek yoktur. Ama, bu alıntılar üzerinden eklenecek bazı noktalar var.

1

Evet var hâlâ böyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu, devletleşme hikâyesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marx’ın ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla, yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapital’i bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor.”

“Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.

Buradan başlayalım. Metnin ne denli eklektik olduğu, pragmatizmin nasıl devreye girdiği bu satırlarda da anlaşılabilir. Bu duruma elbette “özgünlük” iddiasının yansıması da denilebilir. Metin bir konuşma dilini de yansıtmaktadır. Bu nedenle bazı noktaların üzerinde durmayacağız.

Demek, işçileşme-burjuvalaşma binlerce yıllık bir gelişimin sonucudur. Olsun, binlerce yıllık gelişimin sonucu olursa ne değişir? Öyle ya, Marx, bizzat kendisi, sınıf savaşımını keşfeden biz değiliz, demekten geri durmamıştır. Marx, biz bu sınıf savaşımının bir proletarya diktatörlüğüne varacağını söyledik ve yeni olanlardan biri budur, der. Yani burjuvalaşma ve işçileşmenin binlerce yıllık tarihi olması bir şeyi değiştirmez.

Dahası, burjuvalaşma, proleterleşmenin öncesinde, Babil, Asur ve Sümer’de de var deniliyor. Öcalan burada meta üretiminin varlığından söz ediyor olabilir. Bu durumda meta üretiminin ilk ortaya çıktığı anda burjuvazinin de doğduğunu söylemek yanlıştır. Bu farkı biliyor olsa gerek ki, Atina ve Roma’dan sonra Avrupa’ya geçtiğini söyledikten sonra, Avrupa’nın icat ettiği bir şey, diyor. Demek, Avrupa’nın icat ettiğinden sonra, geçmişe bakıp, aslında meta üretiminin kökeninin ta sınıflı toplumların ilk biçimlerinde de var olduğu söyleniyor olabilir. Ama bu “işçileşme ve burjuvalaşma” denilen şeyden daha farklıdır. Köleci toplumda meta üretimi, aslında köleci sistemin temeli değildir. Köle emeğine köle sahibinin el koyması sistemin temelidir.

Buradan Marx’ın aslında ömrünün son dönemlerinde, Paris Komünü üzerine yazdığını ve artık sınıfı fazla kullanmadığını söylüyor. Ve ekliyor, ömrünün sonunda Marx, diktatörlük kavramını kullanmıyor ve komüne yöneliyor.

Doğru değildir. Kanımızca Öcalan da bunu bilir. Metinler ortadadır. Belki bu metinlere İmralı koşullarında ulaşamamış, bu nedenle tekrar gözden geçirilmemiş olabilir. Bunu bilmiyoruz. Kaldı ki Marx, Paris Komünü’nü çok önemser, çünkü proletaryanın burjuva sınıfa karşı savaşımında yeni toplumun biçimini de geliştirdiğini görmüştür. Ve Öcalan’ın söylediğinin tam tersine, Paris Komünü’nün iktidarı almak ve tüm ülkeye yaymak konusunda eksik kaldığını, burjuva devlet çarkını yıkarken onu yerle bir etmekte ve proletaryanın iktidarını kurmakta eksik kaldığını söyler. Evet, buradan proletarya diktatörlüğünün bazı biçimleri de şekillenir, her yöneticinin seçilmesi ve görevden alınabilmesine dayalı örgütlenme ve en baştan en alta kadar tüm devlet görevlilerinin tek ve en düşük maaşı alması gibi. Bunları komün geliştirmiştir. Ama tüm bu metinlerde asla proletaryanın iktidarı, proletarya diktatörlüğünün (işçi sınıfının iktidarının) reddi yoktur.

Paris Komünü karşısında burjuvazinin duyduğu korkuyu, belki Marx’ın şu satırları özetleyebilir:

“Komünün, misillemeyi buyuran ve görevinin “Paris’i Versailles haydutlarının yamyamca davranışlarına karşı korumak ve göze göz, dişe diş istemek” olduğunu açıklayan 7 Nisan günlü buyrultusundan sonra, Thiers tutsaklara barbarca davranılmasını gene de durdurmadı. … Ama Thiers ve aralıkçı generalleri, Paris’te Ulusal Muhafız kılığında yakalanan kendi jandarma espiyonlarının bile, üzerlerinde yangın bombaları ile yakalanan Sergents de villelerin (polislerin –ç.n.) bile bağışlandıklarını öğrenir öğrenmez, Komünün misilleme üzerindeki buyrultusunun boş bir tehdit olduğunu anlar anlamaz, tutsakların yığınsal öldürülmeleri yeniden başladı ve sonuna değin ardı arası kesilmeden sürdürüldü. Ulusal muhafızların sığındıkları evler jandarmalarca çevrildi, üzerlerine (ilk kez olarak burada görülen) petrol döküldü ve yakıldı …” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 2, Sol Yayınları, s. 259).

Demek Paris Komünü böyle saldırı ile yeniliyor.

Marx’tan alıntılamaya devam edelim:

“18 Mart sabahı, Paris şu gökgürültüsü ile uyandı: Vive la Comune! Peki ama Komün, burjuva sağduyusunu böylesine tedirgin eden bu sfenks nedir?

“‘Başkent proleterleri,’ diyordu 18 Mart günlü bildirgesinde Merkez Komitesi, ‘yönetici sınıfların güçsüzlük ve döneklikleri ortasında, onlar için kamu işlerinin yönetimini ele alarak durumu kurtarma zamanının gelmiş bulunduğunu anlamışlardır.’

“Ama işçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemez.” (Marx-Engels, age, s. 260).

Demek ki, Komün, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki savaşımın bir evresinde ortaya çıkıyor. Yani sınıflardan, sınıf savaşımından bağımsız değildir.

Ve yine demek ki, proletarya, eski devlet makinasını olduğu gibi alarak onu kendi çıkarları için kullanmakla yetinemez, onu parçalamak zorundadır ve yerine kendi iktidarını kurmak zorundadır. “Ulus-devlet” anlayışı aşıldığına göre, ister ülkede isterse bölgede, bu amaca yönelmek gereklidir.”

Şöyle diyor Marx:

“Komünün gerçek gizemi şudur: o özsel olarak bir işçi sınıfı hükûmeti, üreticiler sınıfının temellükçüler sınıfına karşı karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadî kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan ensonu bulunmuş siyasal biçim idi.” (Marx Engels, age, s. 267).

Marx Kugelmann’a 12 Nisan 1871’de şunları yazıyor:

“Eğer yenilirlerse, yalnızca ‘iyi kalplilik’lerinden yenilecekler. Önce Vinoy ve ardından Paris Ulusal Muhafızları’nın gerici bölümü çekilir çekilmez Versailles’e yürümeliydiler. Vicdani kaygılar yüzünden fırsatı kaçırdılar. İç savaş başlatmak istemediler, sanki Paris’i silahsızlandırma girişimiyle o fesat düşük Thiers iç savaşı zaten başlatmamış gibi!” (Karl Marx, Hayalet, Seçme Yazılar, Ayrıntı Y., s. 636).

Sanırım bu alıntılar, Komün ile proletarya ilişkisini açıklamaya yeterlidir. Versailles’e yürümek, burjuva devleti alaşağı etmektir.

2

Öcalan’dan öğreniyoruz ki, “Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımı da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.” Gerçekten bütün tarih bundan mı ibarettir? Demek Marx, burjuva devlete karşı proletaryanın geliştirdiği Paris Komünü’nü, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki savaştan bağımsız, kopuk, alâkasız olarak mı görmektedir? Burjuva devlete karşı Paris Komünü dediniz mi, demek ki siz, “devlet ve komün” ayrımı yapıyorsunuz ve sınıf savaşımından asla söz etmiyorsunuz, öyle mi? Çok zorlama bir çıkarsamadır.

Ve yine öğreniyoruz ki, Öcalan’ın düşüncesi şudur: “Sonuçta benim düşüncem, bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet biçiminde gelişmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir.” Kuşkusuz bu Öcalan’ın düşüncesi olabilir, bizim için sorun yok. Ama buna Marx’ı dâhil etmek niyedir? Bir kişi, isterse hiç Marx’ı dâhil etmeden, benim düşüncem budur, diyebilir.

İlle de Marksizmi revize mi etmeniz gerekiyor? “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” isimli bir çalışmada, Marksizmi revize etme gereğinin temeli nedir?

Yani Kürt hareketinin bundan sonraki gelişim yolunun bambaşka olacağını söylemek için, Marksizmi reddetmek yeterlidir, revizyon girişiminde bulunmadan bunu yapmak da pekâlâ mümkündür. Değil mi ki özgürlük var, herkes istediği yolu seçebilir. Ama Marx’ı dâhil ettiniz mi, aslında siz mevcut zor duruma Marx üzerinden bir teorik temel yaratmaya çalışıyorsunuz demektir. Gideceğiniz yola, hâle uygun bir teori bilimsel bir yol değildir, tersine pragmatizmdir. Teori yol göstericidir, ortaya çıkan zorluklar ve aksilikler karşısında yoldan sapmak için teoriyi eğip bükmek, pragmatizmdir.

3

İşte Marksizmin köklü revizyonu da böyle geliyor.

Öcalan Kürt hareketine, PKK Kongresine bir yeni yol öneriyor ve yeni yolda, sınıf savaşımına dayanan bir toplum gerçeği yok, onun yerine, “devlet ve komün” var; bunlar da, bu iki şey de “savaş da demeyelim” şeklinde karşı karşıyadır.

Bir siyasal hareket, kuşku yok ki, önüne koyduğu hattı, gelecek için ortaya koyar. Bu nedenle, nasıl bir gelecek fikri, siyasal mücadelenin temel meselelerinden biridir. Katılırsınız, katılmazsınız ama bir hareketin gelecek toplum planını ortaya koymasına itiraz edemezsiniz.

Bu nedenle, devlet ve komün ikilemi üzerinden bu plan ortaya konmaktadır. Dinleyelim.

Ahlaki politik toplum kavramı, komün değerlendirmesinin bir başka ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulması. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün özgürlüğünü savunacağız. Zaten adı üzerinde; ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus-devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları temel alıyoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğiz; bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hâlâ komündür. Bizde de kom var. Ahlak yok mu, etik yok mu, tabi var. Zaten komün yasalardan ziyade etikle yürüyecek bir konudur. Komün bir demokrasidir. Demokratik siyaset, politika demektir. Komün isimdir, etik politik sıfattır. Buna Marksizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marksizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz.” (age, s. 9-10).

“Ahlâkî politik toplum” kavramı gibi noktaların üzerinde durmayacağım.

Ulus devlet dili terk ediliyor, öneri budur. Gerçekten de ulus-devlet kapitalizme aittir. Burjuva pazarın şekillenmesi ve bunun burjuva egemenlik ile bağını ifade eder ve hemen her ulus devlet, başka ulusların asimilasyonuna dayanır. Bu Fransa’da daha yumuşak, süreç içinde gelişmiş, Almanya’da daha farklı, ABD’de daha farklı ve Türkiye’de de katliamlar ve imha-inkâr siyaseti ile gerçekleştirilmiştir.

Herhangi bir halkın uyanışı ve kurtuluş hareketi, mevcut çağda, eğer kapitalizmi aşmıyorsa, sosyalizme yönelmiyorsa, kapitalizme bağlı bir sömürge ulus-devlet biçimine bürünür. Buna rağmen mücadelenin kendisi değerlidir. Simón Bolívar, José Martí isimlerinde ifade bulan direnişler gibi. Ama sonuç toplumsal kurtuluşa varmamış ise, bu da bir sonuçtur.

Ekim Devrimi için şu notu araya sokmam gerekiyor. Biliniyor Ekim Devrimi ile birlikte kurulan proletarya diktatörlüğü (isterseniz proletarya demokrasisi), en başından bir etnik kimlik veya coğrafya adı seçmemiştir. Yani, Rus sosyalist cumhuriyeti dememiş ya da Avrasya sosyalist cumhuriyeti dememiştir. Bu başlı başına bir anlam ifade eder. Bu enternasyonalist anlayış, öyle devam etmemiştir, bu ayrı bir konudur. Ama Çin Halk Cumhuriyeti denildi diye, o da klasik bir “ulus-devlet” olarak ele alınamaz. Zaten ulus devlet ufkunun aşılması, devlet denilen makinanın ortadan kalkması ile de bağlıdır ve devletin ortadan kalkması, sosyalizmin dünya ölçeğinde yayılması ve komünizme geçiş demektir. Sınıflar yok olduğunda bu gerçekleşir ve işçi sınıfı sadece bir sınıf olarak burjuvaziyi alaşağı etmez, sonuçta karşıtını yok ettiği oranda kendini de bir sınıf olarak yok eder. İşte o zaman devlet de ortadan kalkmış olur. Bu yeryüzünün tümünde gerçekleşir, çünkü dünya kapitalist sistemi bir dünya sistemidir. Bu emperyalist kuşatma altında yapılamaz. Ekim Devrimi, kendine Sovyetler demiştir ve sovyet, komünün bir başka çeşidi olarak doğmuştur.

Yukarıdaki metin, bir yandan Kürt Hareketine bir yol önerisidir ama bir yandan da bu yolun temel dayanağı olarak komün meselesini açıklamaktadır. Ama dikkat edilsin, Marx’tan okuduğunuz komün değildir bu. Paris’te komün, burjuva iktidarı devirmek ve işçi sınıfının iktidarını örgütlemek üzere vardır. Bunu başaramamıştır. Ama kapitalizmin sonunu ve gelecek toplumu, sınıf savaşımının varacağı yeri göstermiştir. Komün kendini tüm ülke geneline yayamamıştır ve eğer yaymış olsa idi, iktidardan indirdiği burjuva sınıfı yenmek için, bastırmak için, bir proletarya devleti (diktatörlüğünü) örgütlemek zorundaydı. Bu proletarya devletine, biz proletarya diktatörlüğü diyoruz. İşçi sınıfının burjuva sınıf gibi, kendi egemenliğini gizlemek üzere ona “demokrasi” demesine pek de ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü, elbette burjuvazinin diktatörlüğü gibi bir avuç azınlık için demokrasi değildir, geniş halk kitleleri ve işçi sınıfı için bir demokrasidir.

Bu Marksizmin köklü revizyonu, belediye sosyalizmi olarak tarihte savunulmuş görüşlerin varlığını unutturmamalıdır. Demek ki, bu daha önceden bilinendir. Elbette halkın örgütlenmesi, kendi alanlarında komünal yaşam biçimlerini geliştirmesi, işçilerin fabrikalarda işçi komünlerini kurmaları çok önemlidir. Terzi Fikri’nin Fatsa örneği önemlidir. Ama bu ne devrimci partiyi reddeder ne de işçi sınıfı iktidarını, proletarya diktatörlüğünü. Tersine bu örgütlenmeler, işçi sınıfının iktidarı sonrası için büyük olanaklar demek olur. Bugünden bunlar önemlidir. Gelecek toplumun örgütlenme biçimleri, burjuva sınıfa ve devlete karşı savaş sırasında işçi sınıfı tarafından, bizzat mücadele içinde yaratılır.

Öcalan’ın fesih kongresine sunduğu metin, gerçekten düşündürücüdür. Kürt Devriminin sisteme entegre edilmesi için özel olarak çalışılmış bir metindir.

Öyle anlaşılıyor ki, Öcalan, devlet ile yürüttüğü ciddi çalışmalarda, Türk devlet tarihi konusunda, ta kabileden ilk Türk devletinin ortaya çıkışına kadar “içten” bilgiler almıştır. Sanki TC devleti onların, Orta Asya’da oluşan devletlerin doğal bir uzantısıdır gibi. Öyle değildir. “İçten”, iki anlamda da, hem devletin en yetkilileri ile TC devletinin sorunlarını tartışmak anlamında içeriden ve tepeden, hem de samimi anlamında içten.

Zaman zaman birçok araştırmacı, TC devletinin tarihini Orta Asya’ya kadar götürmektedir. Bu söylemlerde sınıf yoktur. Devlet meselesinin, Türk tarihindeki “devletleşme” sorununu, öyle sınıfa karşı sınıf olarak ele alınmadığını, hiçbir yöneticinin bunu istemediğini, aslında yüce Türk büyüklerinin her zaman bu toplumu nasıl yönetelim diye içten ve samimi bir derde sahip olduğunu, hattâ her zaman devleti Türk soyundan gelmeyenlerle de paylaştıklarını, bazı liderlerin yanlış, bazılarının da doğru tutumlar aldığını, iyi ve kötü liderlerle devletin ortadan kalktığını veya geliştiğini vb. şu ya da bu yolla savunanlar vardır. Türk tarih tezinin bazı açılımlarında bu vardır. Bu çerçevede birçok tarihsel olay ele alınıp, adeta bir beyin fırtınası gibi “o dönem sen yöneten olsan ne yapardın” üzerinden yönetme zorlukları ele alınabilir, devlet ve kabile ikilemi ortaya konulabilir. Ama bu bilimsel çalışma değil, tarihi özel olarak yazma girişimidir.

Türk tarihine bir yaklaşım olarak, aslında “bozkır federasyonu” altında daha “demokratik” bir devlet örgütledikleri tezi vardır. Göçebe halkların farklı kabile devletleri, Orta Asya bozkırında bir federasyon oluşturduğu pratikler ve süreçler vardır. Elbette TC devleti, işine geldiği zaman, kendini bu tarihin devamı olarak sunsa da, aslında Osmanlı sisteminin devamı olduğu gerçeğini gizleyemez (Konuyla ilgili daha detaylı bir çalışma olarak “Anadolu Dün, Bugün, Yarın: Tarih ve Devrim” çalışmamıza bakılabilir).

Karşılıklı samimi çalışmalarda devlet, Bahçeli olmayan devlet, daralan bahçesini genişletmek için samimi olarak yardım istediğini ifade etmiş olmalıdır. Demek bir çeşit özeleştiri ortaya konmuş olmalıdır.

TC devletinin tarihi ortadadır. Devleti kurtarma, bu devlete bir millet lazım anlayışı çerçevesinde, elbette kabile ve devlet, millet ve devlet, gibi tartışmalar, Kemalist anlayışta vardır. Bu durumda devlete lazım olan “milletin imalatı” sorunu da ortaya çıkar. Bu durum elbette sınıf savaşımını yok saymak zorundadır. Evet sınıflar var ama, esas olan o değil, refah içinde yaşayan barışık bir toplum, kötü yöneticilere izin vermez. Refah içinde, terörsüz bir toplum yaratırsak, her şey yolunda gider ve devletimizi koruruz. Bunların TC devletince savunulduğu bilinmektedir.

Birçok göçebe toplumda “devlet” oluşumu, çok farklı örnekler sergiler. Bu nedenle, TC devletinin öncülü olmasalar da, Orta Asya’daki bozkır federasyonu ilgiye değerdir. Göçebe toplumda zor doğa karşısında “aşiret nasıl yönetilmeli” sorusu olabilir. Ama nihayetinde bu da devlettir. Yerleşik toplumlardaki devlet örgütlenmesinden farklı bir devlet gelişimi söz konusudur. Yerleşik ve üretimin gelişmiş olduğu toplumlarda devlet daha gelişkindir. Burada kan bağına dayalı örgütlenme dağılır. Ama buradan hareketle, insanlık tarihinin “devlet ve komün” yani toplum ikileminden ibaret olduğu söylenemez. Kaldı ki, göçebe toplumlar, fethettikleri yerleşik toplumlar tarafından fethedilirler ve ona göre kendilerini şekillendirirler. Devlet anlayışları da bundan nasibini alır. Göçebe toplumların, sürekli göçebe toplumu olarak yalıtık bir dünyada sürekli var olmaları söz konusu olmaz.

Devlet, egemen sınıfın egemenlik aracı olarak ortaya çıkar. Zor kullanımının tekele alınmasıdır. Egemen sınıf bu araçla, silahlı adamlarıyla, devleti aracılığı ile geniş kitleleri baskı altında tutar. Kurulu düzen böyle devam eder.

“Kral halka kendi özel mülkiyetini ilan ettiğinde, özel mülkiyet sahibinin kral olduğunu ifade ediyor sadece.” Özel mülkiyet sahipleri, kendi iktidarlarını böyle ilan ederler.

4

Ulus devlet karakteristik olarak iktidarcıdır. İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir fakat ürettiği egemenlik kültürü bakımından değil. Ayrıca sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine devlete karşı komün ikilemini ikame ettik.” (age, s. 12).

İktidarda proletarya ya da burjuvazinin olması ciddi fark yaratır. Çünkü proletaryanın egemenliği ile burjuvazinin egemenliği, her ikisi de birer egemenlik olarak bir kalıba konulamaz. Evet, her ikisi de birer devlettir ama proletarya diktatörlüğü, kelimenin gerçek ve gelecek anlamında bir yarım devlettir, kendini ortadan kaldırmayı hedeflemiş bir devlettir. “Devletin sönmesi”, bu açıdan özel bir vurgudur ve yerindedir. Elbette emperyalist kuşatma altında, mesela Küba devleti kendini feshedemez. Sovyetlerin sorunlarına rağmen dağılmasına neden karşı çıkıyoruz? Küba devletinin kendini feshetmesi alkışlanacak bir durum olamaz. Ve elbette bir sosyalist devlet, bir ülke içinde ne kadar uzun yaşarsa o kadar yozlaşma eğilimlerini de barındırır. Bu nedenle proletaryanın kurtuluşu, sadece bir ülke ile sınırlı değildir.

Sınıfa karşı sınıf denildi mi, söylendiği gibi bu sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirmez. Tersine iki sınıf arasındaki çelişkinin çözümü buradadır. İşçi sınıfı, burjuva sınıfı yok etmekle kalmaz, onunla birlikte kendini de ortadan kaldırır. Ve maddî bir şeye karşı, maddî bir şey ile savaşılır. Sınıfa karşı sınıf, elbette burjuva egemenliği yıkma iradesinin de ifadesidir. Komün sınıfa karşı sınıf ilanıdır da.

Toplumdaki sınıfsal bölünme zaten yeterince derindir. Bunu işçi sınıfı, biz ya da mesela PKK yaratmadı. Sınıfsız imtiyazsız bir toplum, eğer komünizmden söz etmiyorsak bir aldatmacadır ve TC devletinin tarihinde vardır.

Yani komünalist ya da komünist olmak demek, iktidarı almak, burjuva devleti yıkmak, sosyalist devrimi gerçekleştirmek ve devrimi tüm dünyaya yaymak, yeni ortakçı toplumu kurmak reddedilerek mümkün değildir. İktidar mücadelesi yoksa, komünalist olmak, evet ahlâkî-dinî bir şeye dönüşebilir. Şeye diyorum, çünkü ne olduğu, sadece hoş bir hayal olması, hattâ biraz mistik olması dışında belli değildir.

Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik toplum siyaseti, demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik komündür. … Ulus devlet nasıl kapitalizm silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür. Belediyeler üzerinden de bu komünal toplum örgütlenebilir. Teorik ve pratik olarak bu mümkün. Ancak özenle ve gerçek bir antikapitalist mücadeleyle mümkündür. Kurucu kadronun kafası karışıksa, iradesi çarpıtılmışsa bu olmaz.

Bunu önce Türkiye Cumhuriyeti ile başarmayı önemsiyoruz. Mevcut görüşmelerimiz işi bu noktaya taşıdı.” (age, s. 12-13).

Bu son alıntı, bizim yukarıda söylediklerimizin de kanıtı sayılabilir. Devleti hedeflemez, eğer sadece bir ulus-devleti hedeflemez anlamında ise, sorun yok. Ama devlet denilen burjuva egemenlik aygıtı var iken, komün nasıl hayat bulacaktır? Belediyeler üzerinden mi? Sahi mi? Kaldı ki, belediye sosyalizmi anlayışı da yeni değildir.

Bazan egemenlerin ideologları, meseleyi ters yüz edecek ikilemler yaratırlar. Bir örnek yerinde olur, konunun dışında olsa da. Mesela Ermeni soykırımı döneminde sen yönetseydin ne yapardın, devlet gitti gidiyor, Osmanlı zor durumda, sen Osmanlı’nın yerinde olsan ne yapardın, sorusu sorulduğunda, aslında soykırım da aklanmış olur. Mesela şimdi İsrail devleti, sen olsan, Filistin’deki direniş ve Hamas saldırısı karşısında ne yapardın, diye sormak, Filistin soykırımını aklamak olur. Gerçekte tüm bu sorular, devlet denilen şeyi unutturur. Bunu çok sık yaparlar.

Bu soruların yarattığı açmaz, elbette senin kendini Osmanlı denilen, İsrail denilen şeyin yerine koymanın istenmesidir. Sanki kızını istemeden döven bir anne imişler gibi, kendini onların yerine koyman istenmektedir. Ben bir anne olarak kızımı dövmem dersen, iyi ama ya şu durumda, ya bu durumda eklemeleri gelir. Oysa burada soru, anne ve kız örneğindeki gibi, bireysel bir şey değildir, devlet anne ya da baba değildir. Devlet, egemen sınıfın baskı aygıtıdır.

Mesela ekonomi kötü, peki sen olsan bu ekonomiyi, bu kadar dış borç, böyle enflasyon, böyle altyapı, nasıl yönetirdin? Oysa biz zaten bu sistemi yıkmaya çalışıyoruz. Mesela özel mülkiyeti reddediyoruz, ürerim araçlarını kamulaştırıyoruz ve dış borç denilen şeyi bambaşka ele alıyoruz.

Ya da aslında biz, devlet denilen, kendisi sınıfların varlığının ifadesi olan devleti bizzat ortadan kaldırmak, tüm dünyada komünizm üzerine kurulu, devletsiz, sınırsız bir dünya yaratmak istiyoruz. Ben neden Osmanlı’nın yerine geçeceğim, o da benim gibi bir anne midir?

Konuyu biraz dağıtmış olabilir bu örnekler. Ama eğer kabile ve devlet, komün ve devlet ilişkisini tartışacaksak, bu örneklerin akla gelmemesi mümkün değil.

Evet Kürt sorunu bugün, tüm Ortadoğu’yu ilgilendiren bir sorun hâline gelmiştir. Emperyalist Batı güçleri arasında süren paylaşım savaşımının her unsuru, burada kendine yer aramaktadır. Üstelik bu yeni değildir. Barzani, bunun yaşayan örneğidir. Bu süreç, Kürt Özgürlük Hareketi’ne oldukça zor koşullar dayatmıştır. Bunu görüyoruz. Tam da bu nedenle, bölge çapında bir sosyalist devrimin gelişimini hedef alan politikaları önemli görüyoruz. Kürt halkına dayatılan katliam politikalarını açık olarak görmek mümkündür. Bu nedenle, sürekli olarak aba altından sopa gösterip, “Gazze”leşme süreci tehdidini ortaya koyuyorlar. Katliam dayatmasıdır. Ama bu gerçeğin bir yüzüdür. Diğer yüzünde Kürt toplumu içinde emperyalist egemenlerle iş tutan, onların işbirlikçileri vardır ve bunlar bir sınıftırlar. Batı burjuva sınıfı bunların efendileridir. Öyle ise, bu savaş bulutları içinde, altta, Kürt toplumunda da sınıf savaşımı işlemektedir.

Bu bölgemizde her ülkede vardır. Buradan çıkmak için, bizim düşüncemiz bir yana, bir yol aramak elbette herkesin hakkıdır. Ama bu, zor duruma uygun bir teori keşfetmekle, bunu da pragmatik bir tarzda Marksizmi kökten revizyon etme girişimi ile bağlantılı kılınmamalıdır. Bize faydalı olan duruma bilim, faydalı olmayana da bilim dışı demek, aslında burjuva egemenlerin teorisyenlerince başvurulan eski bir tutumdur.

Tüm dünyayı sarmakta olan savaş, her geçen gün kızışmaktadır. Muhtemelen tarihin gördüğü en kanlı ve vahşi savaş, tekelci egemenliğin en vahşi dönemine denk gelmektedir. Gazze’de yaşananlar (Gazze’deki soykırım, tüm emperyalist Batı’nın işidir) bunun en açık kanıtıdır. Bu savaşın içinden en az kayıpla çıkmayı hedeflemek bir yol ve tutumdur. Ama gelişmekte olan ve var olan savaşın içinde alttan alta gelişen devrimci direnişe bakmayı bilmek, unutmamak gerekir. Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak, buna inanıyoruz. Bu sadece bizim inancımızın bir sonucu değil, bu aynı zamanda ömrünü doldurmuş, tarihsel olarak köhnemiş sistemin yıkılmasının olanaklı olduğu bilimsel gerçeğine de dayanmaktadır. O adını andığımız diyalektik ve tarihsel materyalizm, bize bunu kanıtlamaktadır.

Elbette hiçbir egemen, kendi iktidarını gönüllü olarak devretmeyecektir. Bunun tarihte örneği de yoktur. Burjuvazi, sermaye, tarihten bugüne gelen tüm egemen sınıfların gelişmiş kardeşidir. Aynı şekilde proletarya, tarihte egemene karşı mücadele eden, ezilen, direnen tüm sınıfların gelişmiş hâlidir ve bugün dünya ölçeğinde bu sınıf savaşımı daha da öne çıkacaktır.

SSCB çözüldüğünde, kapitalist cephe, tarihin sonunu ilan etmiştir. Onların ideologları durmadan, bıkmadan elveda proletarya diye nakaratlar okumuşlardı. Bugün, artık tüm dünyada sınıf savaşımı yeniden öne çıkmaktadır. Savaş bulutları bu gerçeği örtmektedir. Elbette örtmektedir. Ama bulutların içinden görebilmek bilimle mümkündür ve bu bilim Marksizm-Leninizmdir. Bu bilim, en zor koşullarda geleceği görebilmenin ve burjuva sisteme karşı savaşı yürütebilmenin, mücadeleyi nihaî hedefine ulaştırabilmenin anahtarıdır. Marksizm-Leninizm, mücadele eden, savaşsız sömürüsüz bir dünya hayal eden tüm ezilenlerin, işçi sınıfının elinde bir mücadele silahıdır.

Bilim, proletaryada maddî silahlarını bulur. Proletarya da bilimde düşünsel silahlarını bulur. Ve bu düşünsel silahlar, ancak maddeleştiğinde, örgütlü bir güce dönüştüğünde, yeni bir sosyal pratiği yaratırlar. Eski ve köhnemiş toplumu yıkmak ve yeni bir dünya kurmak, ancak bu yolla başarılabilir.

Batı’nın savaş politikaları ve burjuva devlet

Bizim dolara çok hassas ve bu hassaslığı giderildiği ölçüde “kibar”, her kibarlığından kibir akan, küçüldükçe kendinin büyüdüğünü hisseden, kendine karşı yükselen protesto alkışlarını destek alkışı sayan, insanî değerleri borsaya endeksli, kendisine efendilerince sunulan küçük ayrıcalıkları hayat sanan, çürümüşlüğün en cilalı örnekleri olan “aydın”larımız, uzmanlarımız, gazetecilerimiz, savaş baronlarının yardakçıları, insan eti pazarlayan generallerin papazları/imamları yani bilcümle vitrin elemanı, durmadan bize Batı değerlerini pazarlarlar ve durmadan buna “demokrasi” derler. Her fırsatta, NATO’ya bağlı kalmanın bedeli az demokrasidir, derler ve yeri geldiğinde kendisi gibi düşünmeyen, efendileri tarafından hedef tahtasına konulanlara vatan haini damgasını vururlar ve en vatansever kendileri olurlar. İşte bunlar bize, medeniyet taşıma adı altındaki dünyanın her yerindeki katliamları alkışlamamızı söylerler.

İşte bunlar bugünlerde, Amerikancıdır, Batıcıdır.

Bir yandan “anti-emperyalizm” nutukları atar ve kendi efendilerinin rakiplerini şikâyet ederler. Her kalıba girerler, yeter ki dolar gelsin.

Onlara sorarsanız, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa hem medeniyetin temelidir, hem de demokrasinin en gelişmiş örnekleridir. Böyle olduğu için, “insanî değerler”in en yüceleri bunlara aittir. Böyle derler. Bunu bazan bir romanla, mesela Orhan Pamuk misali, bazan resimle, bazan müzikle, sanatın bir başka alanıyla yaparlar. Filistinli çocuklar öldürülmeli çünkü onlar büyüyünce terörist olacaklardır, derler. Ve ister Yahudi olsunlar ister olmasınlar, yaşanan soykırımı görmezlikten gelirler: Evet ama, İsrail’in bu soykırımının bir haklı nedeni vardır, Hamas’ın saldırıları. Oysa bu yalana kendileri de inanmazlar.

Ama, bir fikri yüksek sesle defalarca tekrar ederseniz, aldığınız dolarların enerjisi ile sesiniz çıktığı kadar bağırırsanız, sonuçta o sözlerin gerçek olduğunu sanırsınız.

Emperyalist dönemde burjuva yalanlar böyledir. Sürekli yüksek ve etkili bir tonda tekrarlanırlar ve sonuçta, sahipleri hariç, tüm hizmetkârları buna inanmaya başlarlar. Kaldı ki, kapının arkasında değil, hemen oturdukları sandalyenin yanında sopaları vardır ve o sopalarla, kendileri gibi kaç hizmetçinin kafasının acımasızca ezildiğini bilirler.

Bu Batıcılar, bu emperyalist cephenin eklenmiş propagandacıları, şimdi, savaş naraları atmakta ve savaş kundakçılığı için, her yola başvurmaktadırlar. Efendilerinden takdir görmek için, her türlü marifetlerini sergilemektedirler ve maymun, onların yanında insan sayılır. Hiçbir çakal onlarla yarışamaz.

İlgi çekici olmalıdır.

Rusya, diyorlar, Polonya ve Romanya üzerinde dronlar gezdiriyormuş.

Bu yalanı söylüyorlar.

Bu yalanı gerçek ilan edip, sonra bu “gerçek” karşısında ne gibi tutum alacaklarını tartışıyorlar.

Bir Macar gazeteci, Polonya’ya giden dronların hikâyesini açıkladı. Gazeteci, Ukrayna’nın batı bölgesinden bu dronların (İHA) kaldırıldığını söylüyor. Yavoriv diye bir “üsten” kalktıklarını tespit ediyorlar. Dronlar, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırı için kullandığı ve ele geçirilmiş olan dronların tamir edilmesi ile devreye sokulmuş. Ukrayna’daki Neonazi rejim, NATO aparatı hâline gelmiştir. Bu aparat, bir savaş yayma aracı olarak kullanılmaktadır.

Ama, önce, Polonya üzerinde dronların Rusya tarafından gönderildiği açıklandı.

Batı, özellikle de Avrupa, buna ihtiyaç duymaktadır. Savaş hazırlıkları için buna ihtiyaç duyuyorlar. Bu yalan, bir gerçek hâline getiriliyor. Sonra, bu gerçek hâl için çeşitli senaryolar tartışılıyor. Acaba, bu uçan nesneleri düşürebilir miyiz? Soru Trump’a soruluyor. Trump, elbette düşürebilirsiniz, diyor. Trump’ın yanıtı iki anlama gelebilir: a- yiyorsa buyurun düşürün, b- bunun yalan olduğunu siz de biliyorsunuz, o hâlde neyi düşüreceksiniz?

Sonra dronlar Danimarka’nın üzerinde görülüyormuş. Doğru mu, yoksa bunlar birer UFO mu? Yetmiyor ve ardından, Neonazi rejiminin ünlü kuklası Zelenski, dronların İtalya üzerinde de görüldüğünü bildirdi. İtalya yetkilileri, bakanlık düzeyinde bunu yalanladı.

Demek şöyle işliyor: önce bir yalan devreye sokuluyor. Bu yalana, askerî dilde, “sahte bayrak operasyonu” deniyor. Bizim, günümüzdeki Dışişleri Bakanı, eskiden MİT başkanı iken, savaş konusu söz konusu olduğunda “sınırın öte tarafından birkaç füze atarız ve savaş nedeni oluşur” demişti. İşte yapılan da budur. Bir NATO uygulamasıdır. Adına savaş hilesi diyecekseniz, son derece ucuz bir hiledir. Ucuzdur, çünkü mesela Ukrayna, ne için neden arıyor? Zaten savaştadır ve savaş, ispatlandığı gibi Rusya ve Çin’e karşı bir NATO-Batı savaşıdır. Mesela barış görüşmelerine, ABD ve Rusya oturmaktadır. Ukrayna, arkadan devreye girmektedir.

Bu sahte gerçek, bir gerekçe hâline getiriliyor ve tüm Avrupa, hep bir ağızdan savaş naraları atıyor. Sonra da Rusya’ya, barıştan kaçıyor, diyorlar. Bu yolla AB, başta Almanya, İngiltere ve Fransa, Trump ve Putin görüşmesinin sonuçları ortadan kaldırılmak isteniyor.

Avrupa, kendini dünya gücü olmaktan çıkartmıştır ve şimdi dünya gücü olabilmek için, savaşçı olarak yüzünü siyaha boyamaktadır.

Trump’a, Rusya’nın derinliklerine saldırmak için, uzun menzilli silahları AB üzerinden Ukrayna’ya vermesi söyleniyor. Trump, buna çok da uzak değildir.

Demek ki, bir süre önce, Alaska’da “barış geliyor mu” sorusu oluşmuş iken, şimdi tekrar savaş noktasına doğru gidiliyor. Savaş sahası Avrupa olarak tayin edilmek isteniyor. Daha önceki iki dünya savaşından da kendi topraklarında savaş olmaksızın kazançlı çıkan ABD, şimdi aynı şeyi deniyor.

Rusya’nın derinliklerine saldırı, savaşın yeni odak noktası olmuştur.

İran, bir başka savaş odak noktası olarak ortada duruyor.

Demek, savaşın bir dinamiği var.

Savaş, emperyalist egemenliğin sürmesi için bir zorunluluk olarak kundaklanıyor.

Kapitalist-emperyalist dünya, 2008 krizini atlatabilmiş değildir. Bu kriz, emperyalist Batı’nın en başta beşli gücü olmak üzere kendi aralarında başlamıştı. Savaşın karakteri, dünyanın yeniden paylaşılması savaşımıdır. Ve bu savaş, krizi hafifletmemiştir. Krizle birleşmiştir. Bu arada ise, Çin, dünya pazarına kendi ürünleri-markaları ile girmiştir. Bu da krizi daha da artırıyor. Ve son olarak 2011’de başlayan Suriye savaşı sonrası Rusya sahaya inmiştir. Ukrayna’da Rusya’yı savaş dışı bırakmak için, stratejik bir yenilgi planlanmıştır. Ve bu da tutmamıştır. Demek ki kriz, bu diğer üç faktörle daha da derinleşmiştir. Üstelik ABD, NATO-Batı, Ukrayna’da yenilmiştir. Yenilgiyi hafifletmek için Biden gitmiş, Trump gelmiştir. Ama bu durum barış dönemi anlamına gelmiyor, gelmez. Savaş için ABD, kendi güçlerini yeniden organize etmekte, yeniden konumlandırmaktadır.

Dışarıdaki bu savaş, hemen her kapitalist ülkede bir iç savaş olarak ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak tüm Batı, “demokrasi” diye tanımlanan sistemine ya da devlet örgütlenmesine veda etmektedir.

ABD’de, sıkıyönetim, OHAL uygulamaları bunun açık kanıtıdır. İngiltere, Almanya, Fransa vb. bunun içindedir. O çok övülen Batı demokrasisi, artık gerçek yüzünü ortaya çıkartmaktadır. Tüm Batı dünyasında, IŞİD tarzı Neonazi örgütleri gelişmekte, ortaya çıkarılmakta, sahaya sürülmektedir.

Hem savaşa hem de içteki devlet örgütlenmesine iki örnek ABD’den verilebilir. İlki içe dönüktür. Antifa, ABD’de mücadele eden bir anti-faşist harekettir. Trump yönetimi, Eylül 2025’in sonlarında, Antifa’yı “terör örgütü” ilan etmiştir. Bu, ABD’de “demokrasi” denilen şeyin hâlini göstermektedir.

Şöyle diyoruz: Günümüz burjuva devleti (siz buna burjuva demokrasisi diyebilirsiniz, bizce sakıncası yoktur) tekelci polis devletidir. Tekelci polis devleti, sosyalist devrime karşı, dünya ölçeğinde bir karşı-devrim olarak organize edilen faşist devlet örgütlenmesinin olağan devlet örgütlenmesinde içerilmesidir. Faşizm, burjuva devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenme, İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun zaferi sonrasında, tüm Batı devletlerinin olağan örgütlenmesi tarafından içselleştirilmiştir. Bu, faşizmin geliştirdiği karşı-devrim dişlilerinin üzerinin kadife bir şal ile örtülmesi olarak da tarif edilebilir. Şimdi ise, savaş naraları arasında burjuva devlet, üzerindeki şalı atıyor ve devlet makinası tüm dişlileri ile ortaya çıkıyor. Bu, bu ülkelerde gelişecek işçi hareketinin önlenmesi için baskı araçlarının öne çıkartılması da demektir. Basını, buna her açıdan eklemek gerekir. Artık, Hitler’in dönemindeki gibi bir Goebbels yeterli değildir, her biri birer Goebbels olan burjuva tekelci basın, daha etkilidir.

İkinci örnek Savaş Bakanlığı organizasyonudur. Pentagon, artık 5 köşeli bir bina olmaktan çıkıp, karakterini daha açık dışa vuracak tarzda savaş bakanlığı hâline gelmiştir.

İşte bu savaş bakanlığı, Eylül 2025 sonlarında, dünyadaki tüm ABD askerî güçlerinin generallerini toplantıya çağırmıştır. Hint-Pasifik bölgesindekiler de dâhil, tüm generaller savaş bakanlığında toplantıya çağrılmıştır. İşte sözünü ettiğimiz, Trump dönemi ile askerî açıdan güçlerini yeniden konumlandırma politikasının ifadesidir bu.

Şeyleri adları ile çağırmak daha iyidir. ABD hiçbir zaman “savunma” bakanlığına sahip olmadı, adına “savunma bakanlığı” dedikleri şey, her zaman, en azından İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, savaş bakanlığı olmuştur.

Şimdi, dışarıdaki savaşın, içeride bir iç savaş olduğu gerçeğini bu “savaş bakanlığı”nın ilk işleri göstermektedir. Bir yandan tüm generaller savaş bakanlığı tarafından toplantıya çağrılırken, aynı anda Trump Oregon’a “ulusal muhafız birlikleri”ni gönderdi. Portland, özel askerî harekât alanı hâline geldi. Ve Trump, bu savaş bakanlığının generallerine, açıkça “iç savaş” uyarıları yaptı.

Emperyalist Batı güçleri arasında, en başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa olmak üzere, başlayan savaş, şimdi, bir süredir, Rusya ve Çin’in bağımsız birer güç olmaktan çıkartılarak, sömürgeleştirilmesi hedefine yönelmiştir.

Bu plan, Rusya ve Çin arasına bıçak sokarak onları birbirinden uzaklaştırmak taktiğini de içermektedir.

Bu işlemeyince, Çin’e karşı savaşı ABD’ye, Rusya’ya karşı savaşı da AB’ye devretme planı işletilmek istenmektedir. Bu, Almanya için kabul edilmiş bir gerçektir. Fransa ve İngiltere ise, dünyanın başka yerlerinde de etkin olma hevesindedir. Ortadoğu’da bunu görmek mümkündür.

Tekrar olacak biliyorum ama zorunludur. Savaş, bir ya da birkaç çılgın adamın, akıl almaz ve dengesiz davranışlarının sonucu değildir. Böyle bir şey dün de yoktu, bugün de yoktur. Avusturya arşidükünün öldürülmesi ile savaşlar başlamaz. Onlar, birer bahane olurlar. Savaş başlamıştır ve bu savaşın ana dinamiği kapitalist sistemin krizidir. Bu kriz, savaşı çağırmaktadır. Savaşın dinamiği budur.

Bu savaş, bu nedenle geçici heveslerin ürünü değildir. Elbette her zaman bir Zelenski çıkacaktır. Dahası, Avrupa’nın tüm liderleri birer Zelenski hâline gelmektedir. Bataklık, çürüme, böyle meyveler verir. Bu meyveler, uluslararası sermaye için, egemenler için son derece kullanışlıdırlar ve bunları iktidara taşımak, onlar için oldukça kolay “demokrasi” oyunundan ibaret bir süreçtir. Biz, kendi ülkemizde bu “demokrasi”nin meyvelerini, Saray Rejiminde görmekteyiz. Kullanışlı Erdoğan, bu sistemin sadece değersiz bir aktörüdür.

Saray Rejimi, NATO mekanizması anlaşılmadan kavranmış olmaz. NATO mekanizması için Erdoğan, kullanışlıdır ve kendisi, açıkça, ABD’deki son görüşmesinde “meşruiyet” aramıştır. Meşru değildir ve Trump kendisine açık bir dille, İngilizce olarak, “siz bu hileleri çok iyi bilirsiniz” demiştir. Bu, basının önünde gerçekleşmiştir ve bir “övgü” olarak kayda geçmişe benzemektedir. Her şey bir yana, 2015 Haziran seçimlerinden beri Erdoğan’ı meşru ilan etmek, CHP eli ile yapılabilmektedir. Bugünlerde Özgür Özel, terbiyesini göstermek için olsa gerek, tüm yapılanlara rağmen, Erdoğan’ın meşruluğunu tartışmaya açmamıştır. Ama heyhat, yaşamın kendisi, bunu yapmaktadır. Erdoğan, meşruiyet aramak için Trump’a gitmiş, bunun için yalvarmıştır. İşte size bağımsız bir ülke olarak Türkiye. Biz, Türkiye sömürgedir, dedikçe, Kemalistler ve öyle olduğunu söyleyenler ve onları komünist hareketle birleştirme planları yapanlar (bugünlerde “ortakça” diye bir dergi çıkartma hazırlıkları da yapmaktadırlar. “Ortak”çılık, en azından -eskisi de vardır- Şeyh Bedreddin hareketinden beri vardır ve şimdi utanmadan, komünist yerine ortakça deyimini kullanarak tarihe saldırmaktadırlar), bize diş bilemekteydiler. Türkiye bir “ortaklaşa sömürge”dir. Batı’nın ortak sömürgesidir ve bugünlerde bunun sonuna yaklaşılmaktadır. Öyle ya, dünyayı paylaşmak isteyenlerin bu konuda ilgisiz kalması beklenemez.

Şimdi dünya çapında süren bu savaşın bazı noktalarını saptamak, bir kere daha saptamak, mümkündür.

1

Savaş, emperyalist güçler arasında başlamıştır. Ticaret savaşları, giderek ABD’nin hegemonyasının çözülmesi noktasına doğru evrilmiş idi. Bu aşamada savaş, askerî açıdan güçlü olan ABD’nin, bazı alanları sağlamlaştırması biçiminde gelişmiştir. ABD, açıktan savaş planları ile devreye girmiştir. Afganistan ve Irak işgalleri budur. Bu istenilen sonuçları vermeyince, Ortadoğu üzerinde daha kapsamlı bir plana uygun davranılmıştır. Libya, Suriye savaşı bunun devamıdır.

2

Suriye’de Rusya devreye girmiştir. Ve önceki Trump döneminde Rusya ve Çin, düşman olarak ilan edilmiştir. Bu aşamada, artık, dolaylı güçler devreye sokulmuştur. IŞİD böyle bir güçtür ve Ukrayna’da Neonazi rejim böylesi bir güçtür. Bu dönemde bölgesel savaşlar devredeydi.

Ukrayna savaşı ise, AB’nin ABD tarafından teslim alınması, siyasal iradesinin kırılması açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Ama nihayetinde ABD NATO, Ukrayna’da fiilî olarak yenilmiştir.

3

Bugün, artık dünyanın her yeri savaş alanı hâline gelmektedir. Bunun ön günlerinde, arifesindeyiz.

Evet hâlâ bazı noktalar, bazı coğrafyalar, hâlâ savaşın ana odak noktalarıdır. Bunların başında İran, Ukrayna gelmektedir. Ukrayna’da savaş son derece açıktır. Batı, NATO bu savaşı sürdürmek için her yola başvurmaktadır. Bu arada nefes alan ABD daha kapsamlı saldırılar için güçlerini organize etmektedir.

Venezuela, Tayvan ve daha başka noktalar, bir anda savaşın yeni noktaları olmaya aday olmaktadır. Bunlara bizim buradan göremediğimiz başka noktalar da eklenebilir. Ukrayna rejimi, rahatlıkla Macaristan’a saldırı organize edebilir. Ya da Balkanlar’da aynı süreç devreye sokulabilir. Şimdiden Kafkaslar, bu sürecin içine girmiştir. Azerbaycan’ın Sudan üzerinden Türkiye aracılığı ile Ukrayna savaşına silah aktarması sıradan bir hâl değildir. Savaş baronları için, emperyalist Batı için dünyanın her yeri yangın çıkartılabilecek konuma getirilmiştir. Afrika’da benzer olaylar organize edilebilir. Doğrusu bunda artık bir sınır kalmamıştır.

Savaşın yeni dönemidir bu. Böyle adlandırılabilir. Bu yeni dönem, daha geniş bir alanda savaşların ortaya çıkması ve doğrudan Batı güçlerinin devreye sokulması şeklinde gelişecek gibidir.

Bu savaşta Rusya ve Çin, savunma pozisyonundadır. Ve bazı sol çevrelerden farklı olarak bu iki gücü, emperyalist olarak nitelemek mümkün değildir. Kaldı ki bu ülkelerdeki kapitalist sistem de tartışmalıdır. Yanlış anlaşılmasın, bunları sosyalist olarak nitelemekten söz etmiyoruz. Ama her iki güç de, kendilerini savunmaktadır. Bu onları sosyalist yapmaz. Yeri gelmişken, dünyanın neresinde olursa olsun sosyalist işçi hareketi, kendini buna göre ayarlayamaz. Bunları belki de söylemeye bile gerek yoktur. Zaten bu ülkeler de açık olarak, ABD ve Batı hegemonyası dışında bir dünya sisteminin mümkün olduğunu söylemektedirler. İstedikleri de budur. Oysa biz devrimci sosyalistlerin istediği şey, yeni bir dünya kurmak, özel mülkiyetin egemenliğine, kapitalist sisteme son vermektir. Bunu bir sosyalist devrimle yapmaktan söz ediyoruz. Bizim vurguladığımız, şeyleri olduğu gibi görmek anlamındadır.

Biz Marksistler, somut durumun somut analizini temel alırız. Mesela, Katar diye bir devlet vardır. Bu devleti nasıl ele alacağız? Bir çeşit petrol kuyusu üzerine kurulmuş devlettir ve emperyalist sömürgecilik olmadan bu devlet yapısı anlaşılamaz. Benzer şekilde İsrail, bir devlet olarak ABD hattâ İngiltere eli ile kurulmuş bir devlettir ve ABD’nin yüzen savaş gemilerinden farklı olarak, daha gelişmiş bir askerî üstür. Katar’dan farklıdır. Ama İsrail’in hemen hemen hiçbir saldırısı ABD’den bağımsız değildir. Bunun gibi, Rusya ve Çin’in dünya çapında aktörler olması, onları emperyalist yapmaz. Tekrar olacak, ancak, birinci maddede anlattığımız savaşın başlangıcını gözden ırak tutmamak gerekir.

4

Savaşın daha da hızlı gelişeceği anlaşılmaktadır. Zira tüm araçlar devreye sokulmuş geriye doğrudan bu güçlerin kendilerinin girmesi kalmıştır. AB ülkeleri bu konuda heveskârdır. Bu açıdan AB ve ABD arasında yapılan ekonomik ve askerî anlaşmalar, dillere destandır. Bu sadece ABD’nin bu ülkeleri savaşa sürmesi, onları bir anlamda gütmesi ile sınırlı bir durum değildir. Bu vardır ama aynı zamanda AB, kendi geleceğini, tüm uluslararası sermaye gibi savaşta görmektedir. Yani, bu aynı zamanda onların isteğidir de. Savaş ilerledikçe, bu konuda her emperyalist Batı gücünün kendi çıkarları için hamlelerini daha net göreceğimiz kesindir. Hattâ İngiltere örneğinde bunu şimdiden görmek mümkündür. İngiltere, Irak petrolleri üzerinde bir hâkimiyet elde etmiş gibidir. Kaşla göz arasında bu hamleler fark edilmelidir. Bu durum, Türkiye üzerinde de yansımaktadır. Türkiye içinde İngiltere, Almanya, Fransa bir yandan ABD ile birlikte hareket ederken, bir yandan da kendi güçlerini organize etmektedir. Her tarikatta, her çete örgütlenmesinde bunun yansımalarını görmek mümkündür.

Savaşın bu yeni aşamasında, ABD’nin askerî üstünlüğü, Almanya ve Japonya’nın askerî açıdan güçsüzlüğü birçok farklı gelişimi ortaya çıkaracak gibidir. İngiltere ve Fransa bu açıdan biraz daha avantajlıdır. Savaşın daha boyutlandığı açıktır. Bu durumda bugün savaşı, Rusya ve Çin’e karşı savaş hâline sokmak, ABD açısından olmazsa olmazdır. Bu yolla, ABD, rakiplerini kendi şemsiyesi altında tutmayı başarabilmektedir. Bunun sınırının ne olduğu bir sorudur. Eğer Rusya ve Çin, geri adım atarsa, bu güçler, pastadan pay almak için, bağımsız hareket etme yolları bulacaktır. Bunu deneyecekleri açıktır.

Ama savaşın bugünkü hâlinde, Batı cephesi bir bütün olarak hareket etme yollarını tüketmiş değildir. Bu zaten AB ülkelerinin ABD’nin dediklerinden çıkmaması hâlinden bellidir.

Bu açıdan Ukrayna örneği ilgiye değerdir. Trump-Putin görüşmesinin ardından ortaya konan efor, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın birçok araca başvurabileceğini göstermektedir. Ukrayna’daki rejimin provokasyonları, Avrupa’nın kokainci liderlerinden bağımsız ele alınamaz. Bu konuda Batı cephesinin olanakları da geniştir. Trump, aslında bu olanakları tam olarak devreye sokmalarını istemektedir.

5

Tüm bu savaş planları ve uygulamaları arasında ya da daha doğrudan söyleyelim, bu savaş arasında, dünyanın her yerinden kitlesel direnişler ortaya çıkmaktadır. İşte biz devrimci sosyalistlerin gözü, bu direnişlerde olmalıdır. Bu elbette ki sadece bunlara bakmaktan ibaret bir tutum değildir. Ama dünyanın büyük güçlerinin savaş alanındaki tutumları, yeni bir dünya kurmak isteyen, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak isteyen, sosyalist bir dünya kurmak isteyen işçi sınıfının ve onun önderlerinin tutum ve davranışlarını belirleyemez.

Savaş, her kapitalist ülkede, emperyalist ülkelerde de, krizi derinleştirmektedir. Buna birinci nokta diyelim. Ve bu elbette, ekonomik anlamda işçi sınıfı için daha da fakirleşmedir. Bu durum, her kapitalist ülkede, işçi sınıfının eylemlerinin sahneye çıkmasını beraberinde getirecektir. Öte yandan, savaş, toplumsal tepkileri de geliştirmektedir. Bugün, mesela Filistin’deki soykırım, dünya halklarının tepkisini geliştirmektedir. Bunun fiilî olarak soykırımı durdurmuyor olması ayrıdır. Soykırımı durdurmuyor olması, bu hareketleri önemsiz kılmaz. Eğer bu hareketler, çok daha güçlü, grevlerle vb. desteklenirse, ortaya çıkacak sonuçlar farklı olacaktır. İtalya’daki grev, İtalya Filistin devletini tanımasa da, onu adım atmaya itmektedir. Bu açıdan ülkemizdeki Filistin’e destek eylemleri oldukça yetersizdir.

İkincisi, savaş her savaşan ülkede bir çeşit iç savaş olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, gelişen kitle hareketinin de etkileri ile birleşince, siyasal bilinci gelişmiş olan burjuva devletlerde, baskı makinasının öne çıkmasına yol açmaktadır.

Bu iki etken, dünyanın her ülkesinde, işçi sınıfının örgütlü hareket etme ihtiyacını ortaya çıkartmaktadır. Bu elbette nesnel bir etkendir. Bunun hangi ülkede nasıl bir işçi hareketinin gelişimine yol açacağı, elbette öznel etmene de bağlıdır. Bir yandan o ülkedeki sınıf mücadelesinin dünü ve bugünü, diğer yandan ise o ülkedeki devrimci güçlerin durumu bu gelişimi şekillendirecektir.

İşte gözümüzü buraya dikmemiz gerekir. Bu açıdan her ayrıntı çok önemlidir. Bu ayrıntılar, farklı ülkelerdeki devrimci hareketlerin ilişkilerinin de konusu olmalıdır. Bu sadece deneyim alışverişi değildir. Bu aynı zamanda, dünya devrimci işçi hareketinin enternasyonalist bir örgütlenmeye sahip olmadığı bugün, çok değerlidir.

Olayların hızla geliştiği, gelişeceği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle, dünya işçi sınıfına, dünya devrimci hareketine ait her adım, bizi yakından ilgilendirmektedir. Bu açıdan alınacak çok yol olduğu açıktır. Toplumsal hareket, birçok yerde, birçok durumda devrimci hareketten bağımsız gelişebilmektedir. Bunu tersine çevirmek, ancak güçlü bir devrimci örgütlenme ile mümkündür. Ama bu devrimci örgütlenmenin güçlenmesi de bu hareketlerin içinde sağlanacaktır. Bugünkü güçsüzlük, yarına ait değildir, bugüne aittir. Bu nedenle, devrimci perspektifi doğru kavramak, devrimci rotaya bağlı kalmak, devrimi adım adım örgütlemek çok kıymetlidir.

Kapitalist sistemin krizi, dünyanın her ülkesinde, kapitalist sistemin çürümüşlüğünün kanıtı olarak ortaya çıkmaktadır. Yani sistemin çürümüşlüğü, sadece biz devrimciler için bir tarihsel gerçeklik değildir. Bu artık daha geniş kitleler için bir gerçekliktir.

Biz devrimci sosyalistler biliyoruz ki, tek başına kriz, sistemin çürümüşlüğü, onun kendi kendine yıkılması ile sonuçlanmaz. Sistem çürümüş ise, sistem tüm insanlığın gelişiminin, varlığının tehdidi ise, onu yıkacak bir güç olmalıdır. Bu güç, elbette işçi sınıfıdır. Dünya işçi sınıfı, devrimcileşme görevi ile karşı karşıyadır. Dünya işçi sınıfının devrimcileşmesi, devrimcilerin, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunan öncülerin işidir, görevidir. Sosyalizmin çözülüşünün ardından 30 yılı aşkın süre geçmiştir ve bu 30 yılın ardından, gelişen nesnellik, kapitalist sisteme karşı tepkileri geliştirmektedir. Ve şans ki, dünya işçi sınıfının uzun ve değerli bir sosyalizm deneyimi vardır. Tüm eksikliklerine rağmen, bu sosyalizm deneyimi, daha iyisini yapmanın bir kaldıracıdır.

Bugün dünya sosyalizme çok daha fazla açıktır. Ayrıca sosyalizm, tek çıkış yoludur; tarihsel olarak zorunlu olmasının yanında, olanaklıdır. Dünyanın bir yerinde gelişecek bir sosyalist devrimin tüm dünya işçi sınıfını ateşleyecek olanakları olacağı da açıktır. Devrim, 1917 dönemine göre, çok daha hızlı yayılma olanaklarına sahiptir.

Tam da bu nedenle, dünyanın neresinde gelişirse gelişsin, devrimcilerin gözünün direniş hareketlerinde olması gerekir. Savaş bulutlarının arasından dünya çapında gelişen sınıf mücadelesine bu dikkat gösterilmek zorundadır.

Paylaşım savaşımı, Filistin ve bölgede sosyalist devrim

Diyorlar ki, “Filistin”de, Gazze’de barış sağlandı.

Her iki kampta da sevinç var.

Filistinliler, bir nefes almak, soykırıma bir ara verilmesini ya da soykırımın durdurulmasını sağlamak adına seviniyorlar. Ölüm ve açlıkla savaşıyorlar ve ölüm ve açlık içinde, çocuklar, binaların yıkıntıları arasından kızıl bayrakla çıkıveriyorlar, üstüne yürüyorlar ölümün. Onları destekleyen tüm dünya halkları, bir kazanım elde etmenin sevincini haklı olarak yaşıyorlar.

Karşı taraf, daha karmaşıktır. İsrail’de insanların bir bölümü, bu soykırıma son vermek ihtimaline seviniyor, bir bölümü, esirlerin bedenlerine kavuşabilmek için seviniyor. Ama karşı taraf, sadece İsrail ile sınırlı değil. Dünyanın birçok devleti, Batı devletleri, kendi halklarından gelen tepkileri biraz olsun yatıştırmak adına seviniyorlar.

Filistin katliamı, soykırımı, Batı’nın işidir ve bunun için İsrail devleti kullanılmıştır. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere ve tüm Batı dünyası bu soykırımın tarafıdırlar ve planlayıcılarıdırlar.

Öyle ise, diyebiliriz ki, Batı dünyası, tüm emperyalist dünya, Filistin soykırımını planlamıştır.

Diyebiliriz ki, Filistin direnişi, onların ülkelerinde yankılanmış ve kendi ülkelerinde yükselen tepkiden korkmalarına neden olmuştur. İngiltere, Almanya, Fransa, ABD, Filistin bayraklarını yasaklamış, ama yasakları kimse dinlememiştir. Devlet otoritesi bir yerden sonra işlememiştir. Baskılar, tutuklamalar işe yaramamıştır. Berlin’de, Paris’te, Washington’da ve Londra’da sokaklar Filistin direnişine destek verenlerle dolmuştur.

Filistin soykırımı tüm Batı’nın ortak işidir ve ona karşı tüm ülkelerde, Batı ülkeleri de dâhil, protesto gösterileri ortaya çıkmış, soykırım, emperyalist devletlerin kendi iç sorunu olmaya evrilmiştir.

Mahmud Abbas, Batı’nın kuklası, Filistin halkının uzlaşmacısı olarak, bu soykırıma sessiz kalmıştır. Filistin direnişi, birçok ihanetçi tanımıştır. Gazze’de soykırım yaşanırken, Mahmud Abbas, yerinde durmuş, kınamalar yayınlamıştır.

Demek ki Filistin’de de bir bütünsel direniş yoktur, uzlaşmacısı vardır.

Öyle ise, Filistin sorunu, orada bir devlet kurulup, bu devletin emperyalist Batı’nın yeni bir sömürgesi olması durumu mu yaşanacak, yoksa Filistin direnişi, tüm bölgedeki direnişin parçası hâline gelip, sosyalist bir devrim yoluna mı girecek? Soru budur.

Yanıtı açıktır.

Açık olan çözümün gerçekleştirilmesi zordur. Ama sosyalist bir devrim dışında yol yoktur ve konu Filistin meselesi olunca, bu, bölgesel bir sosyalist devrimin içinde zafere ulaşabilir. Görünen budur.

Emperyalist efendiler, SSCB ortadan kalkar kalkmaz, sosyalizmin yenilgisi yaşanır yaşanmaz, hemen kendi aralarındaki paylaşım savaşımına dönüş yaptılar. Kimisi Birinci Dünya Savaşı’nda tamamlanmamış işlerini ele aldı, kimisi İkinci Dünya Savaşı’nın yarım kalmış işlerini.

İngiltere, “akıl bendedir, güç ABD’de” mantığına uygun bir yol izliyor. Türkiye dâhil, bölgeyi, Birinci Dünya Savaşı’nda ABD’ye devrettiği ülkeleri geri istiyor. Filistin’i, Suriye’yi, Irak’ı, Türkiye’yi vb. geri alma hesapları yapıyor.

Elbette sonucun ne olacağı bilinmez. Ama artık, başlıca beş emperyalist güç, ABD, Japonya, İngiltere, Almanya ve Fransa bazan açıktan, bazan gizliden savaş hâlindedir. Şimdilik Rusya ve Çin’e karşı savaş, onların savaşını örtmektedir. Onların ortak noktası, Rusya ve Çin’in yenilerek sömürgeleştirilmesi ve paylaşılmasıdır. İyi de bu ortak nokta, gerçekleşmesi zor olan bir noktadır ve bu durumda, hâlihazırda bölüşüm savaşımına, belli bir “edep” içinde devam etmeleri uygundur. “Edep”, kendi aralarında var olan bazı kuralları ifade eder, yoksa, hiçbir ahlâkî olumluluğu yoktur. Bu nedenle, kendi aralarında sürtüşmeler ve savaş, belli sınırlar içinde ama şiddetlenmektedir.

Filistin “barış”ı da böyledir.

İngiltere, Filistin’i istemektedir. Belki bir süre ABD ile ortak, ama sonuçta kendine istemektedir. Gazze bu açıdan önemlidir ve Trump, Gazze benim, demektedir.

Bu durumda “barış”, aslında soykırıma bir süre ara vermek anlamına gelmektedir.

Bu süre, Filistin’e bağlı değildir. Bu süre, bir yandan, dünyayı sarmış olan savaş planlarına bağlıdır, diğer yandan Batı güçlerinin paylaşım planlarına bağlıdır.

Şimdi barış, Filistin sorunu yerine, mesela Lübnan’a odaklanmayı İsrail için olanaklı kılmaktadır.

Ve elbette İran’a karşı savaş planları da işin içindedir. TC devleti adına, Saray Rejiminin adına, ABD’den meşruiyet talep edenler, elbette karşılığında İran’a karşı savaşta rol almayı kabul ederler.

Saray Rejimi, Trump’a madenleri, nadir toprak elementlerini vermekle kalmadı. Efendiler bunları almak için zaten Erdoğan’a sormazlar. Erdoğan’a soracak olsalar, zaten o sadece yüzde 1 pay ister, o kadar. Bunun karşılığında meşruiyet olmaz. Meşruiyet, İran konusunda roller üstlenmek içindir.

Gazze’yi yerle bir eden İsrail’dir. Ve İsrail’in pisliğini toplamak için TC devleti devreye sokulacaktır. Bu bir görev dağılımıdır. Böylece, İran’a karşı savaş başladığında, düğmeye basıldığında, İsrail’in bombaları ile TC’nin sahadan askerî gücü devreye sokulacak ve Filistin’den tek bir ses çıkmayacak. İşte bunun peşindedirler. Lübnan’a dönük sonu gelmez İsrail-ABD-İngiltere saldırıları boşuna değildir.

Öte yandan, herkes kabul etmek zorundadır ki, onca ölüm arasından, onca yıkıntıların içinden çocukların ellerinde yükselen kızıl bayraklar, Filistin direnişinin bitmediğini, bitmeyeceğini göstermektedir. Ne ABD-İngiltere liderliğindeki Batı emperyalistleri, ne Mahmud Abbas gibi uzlaşmacılar, direnişi yok edemiyor.

Bu bir realitedir.

Peki, kurtuluş ve direnişin zafere ulaşması nasıl gerçekleşecek?

Elbette Filistin direnişi sürecek ve onu sürdürecek olanlara bin selâm olsun. Kürt devrimini sürdürenlere bin selâm olsun. Her direnişi sürdürenlere bin selâm olsun.

Ancak, görünen şudur: tüm bölgede sınırlar aşılmaktadır.

Tüm bölgede emperyalist efendilerine hizmet eden uzlaşmacıların iplikleri pazara çıkmaktadır.

Tüm bölgede, alttan alta bir bölge devriminin olanakları oluşmaktadır.

Bölgenin en önemli ülkeleri, işçi sınıfının gelişmişliği nedeniyle, İran, Mısır ve Türkiye’dir. Ve bu üç ülkede de devrimci mayalanma vardır.

Hayalden söz etmiyorsak, devrimi bir rüya ile sınırlı olarak ele almıyorsak, bize devrim için araçlar gerektiğini de dile getirmemiz gerekir. Karşımızda, emperyalist efendiler ve onların hizmetçileri olan bölge kapitalist devletleri vardır. Ve doğrusu baskı ve zulüm konusunda uzmanlıkları yüz yıllara ulaşmaktadır. Ve elbette bu güçlere karşı devrimci mücadele, somut ve gelişkin araçlarla yürütülmelidir.

En gelişkin devrimci araç, devrimci örgüttür.

Somut olmak gerekir, en gelişmiş bilimsel silah Marksizmdir.

Öyle ise, işçi sınıfının öncülüğünde gelişecek bir sosyalist devrimin bölgedeki tüm ülkeleri kapsama olanağını görmek mümkündür.

Elbette tüm bölgeyi saracak olan bir sosyalist devrim dışında, bir kurtuluş yolu yoktur.

Ve bu ne denli zor olursa olsun, bugün gelişecek sosyalist devrimin tüm bölgeyi sarma, hızla yayılma olanakları vardır. Bu düne göre çok daha olanaklı, çok da gerçekçidir.

Sorun, bölgedeki devrimci sosyalist örgütlenmelerin zayıflığındadır.

Bu zayıflık, güçleri birbirinden çok farklı devrimci örgütlerin birbirine olan güvensizliğinden de anlaşılabilir. Bölgede yoğun olan emperyalist devletlerin yönlendirme ve ajanlaştırma faaliyetleri, bu güvensizliği beslemektedir. Bu güvensizlik anlaşılabilirdir. Böylesi bir pratik olmadan, bu güvensizlik kendiliğinden aşılamaz. Bu nedenle, her parçadaki devrimci hareketin kendi yolunu ve eylemini örgütlemesi temel yoldur.

Dahası bölgede farklı güçlere sahip devrimci hareketler vardır. Ve bölgedeki hareketlerin bilimsel sosyalizm ile bağları daha da zayıftır. Dine dayalı ideoloji ile var olan düzene karşı savaş, tutarlıca yürütülemez. Bilime dayalı bir mücadele şarttır ve bu elbette Marksizm demektir. Marksizm temelinde gelişen örgütlenmeler ise, daha da zayıftır demek abartılı olmaz. Ama tüm bu zayıflıklar bilimsel gerçeği değiştirmezler. Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşımının bir uzantısı olmak istemeyen her hareket, bilime, Marksizme başvurmak zorundadır.

Tüm bu zorluklar, kurtuluş yolunu değiştirmezler.

Şöyle ki, bir, emperyalist güçlerden herhangi birine sırtını dayayarak bir çıkış yolu bulunamaz. Bu bölgemizde tarihsel derinliği olan bir hatalı yoldur. Çok yaşanmıştır ve yeniden yaşanmasının önünde tek engel, Marksist temelde devrimci örgütlenme olabilir. İki, bölgemizde anti-emperyalist olmak adına gelişen milliyetçi ideolojilerin sonu, emperyalizme bağlanmaya varmaktadır. Bunun da denenmişliği vardır. Tutarlı bir anti-emperyalist mücadele, ancak savaşın ve sömürünün ortadan kalkmasının temeli olan sosyalist devrim hedefi ile yürütülebilir. Elbette, her türlü direnişe, her türlü anti-emperyalist mücadeleye saygımız vardır. Ama kapitalist üretim ilişkilerini ve burjuva devletleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir anlayış ile alınabilecek yol bellidir. Bu temelde, İslamî ya da başka bir dinî ideoloji ile, kapitalist sisteme, sermayenin egemenliğine karşı tutarlı bir savaş yürütülemez. Üç, bölgemizdeki her devlet, bir çeşit (her biri farklı bir çeşit) sömürgedir. Sömürge ülkelerin burjuva devletleri, elbette efendilerinin kontrolü altındadır. Onların yıkılması ile emperyalist efendilerin yenilmesi birbirine bağlıdır. Ve biliniyor ki, emperyalist efendilerde ve onların yerli uşakları olan burjuva devletlerde oyunlar bitmez. Onların giremeyeceği kılık yoktur. Yüzlerce yıllık tarih bunu göstermektedir.

Bu gerçeklik içinde sosyalist bir devrimin gelişimi, elbette tek çıkış yoludur.

Tekrar olacak ama, bunun kolay olmadığını biliyoruz. Ama aynı oranda bunun doğru olduğunu da biliyoruz.

Bu nedenle, bölgemizdeki her devrimci hareket, diğer parçalardaki devrimci hareketleri izlemek zorundadır. İşçi ve emekçilerle, halkla kurulacak sıcak ilişkiler, sosyalist devrim temelini güçlendirecektir. Hem bu ilişkiler önemlidir, hem de sağlam devrimci örgütlenme önemlidir.

Tüm bölge gerçekliğine rağmen, bölgemizde mayalanmakta olan sosyalist devrimi görebilmek mümkündür. Yeter ki sosyalist devrim ufkumuzda, günlük pratiğimizle birleşecek bir hedef olarak var olsun.

Bağımsız “Türkiye”, ucuz “anti-emperyalizm” ya da meşruiyet

2025 yılının eylül ayının sonu, Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için çıkacağı ABD yolculuğunda, kendisine bir “kısmet” göründü. Kısmet, elbette İsmet’ten öğrenilmez, Trump’ın oğlu gelmiştir ve Erdoğan’ın “kısmet” talepleri için, her şeyin reisi Erdoğan ile “gizli” bir görüşme yapmıştır.

İlginç işte.

Görüşme gizlidir ama Özgür Özel tarafından, daha Erdoğan New York yolcusu değil iken, görüşme detayları açıklanmıştır. Açıklamaya göre, Erdoğan, bir görüşme veya bir poz karşılığında 300 Boeing alacağını beyan etmiştir. Erdoğan bu detayları hayretle reddetmiş ama maalesef açıklamalar doğru çıkmış, Erdoğan Trump’ın oğlu ile ilgiye değer görüşmeler yapmıştır. Ve bu sefer bu görüşme, Almanya, İngiltere ve Fransa ve şahsım şeklinde olmamış, kendisi ve Trump’ın oğlu başta, saz heyetiyle birlikte olmuştur.

Demek, artık en gizli sırlar, Özgür Özel’e kadar ulaşmaktadır.

Varlıkları ABD, Almanya, Fransa, İngiltere’ye bağlı olan çeteler, sadece siyasal partilerin, sadece tarikatların, sadece mafyanın vb. içinde değildir. Demek daha geniş bir alanda etkindirler ve elbette bilgiler artık dışarıya çıkacak delik bulmakta zorlanmıyorlar. Asrın lideri “peygamber” hâlleri gösterdikçe, bilgiler de her yerden sızabilecek kayganlığa sahip oluyor.

Şaka bir yana.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, bizim gibi başka devrimcilerle birlikte, Türkiye bir sömürgedir, diyoruz. Biz bunu dedikçe, çeşitli sol kesimlerden bize “yok artık” der gibi bakışlar yöneliyor.

Onlara sorarsanız, ayrı bir devlet varsa, sömürge değilsin. Çok körcedir, aynı ölçüde de hamkafalılık işaretidir. Liberal solcularımız, “efendim her ülke birbirine bağlıdır” derler ve aslında sömürge olma durumunu, biraz daha fazla bağımlılık, bağımlılıkta bir nicelik meselesi olarak sunmak isterler. Oysa öyle değildir.

Sömürge olmak, emperyalizme bağımlı olmak demektir.

Eğer dünyada emperyalist ülkeler varsa, demek sömürgeler de vardır.

İşte Türkiye, bir sömürgedir. Öyle “yarı-sömürge” falan değil.

Yarı-sömürge, örneğin Osmanlı’nın 1800’lü yılların ikinci yarısındaki hâlidir. Yani, henüz sömürge hâline gelmemiş, gelmekte olan anlamındadır. Yoksa, yarı balık- yarı kız gibi bir yaratıktan esinlenerek, sürekli “yarı-sömürge” bir hâl yoktur, olamaz.

Türkiye, kuruluşunun hemen başında, Batı emperyalizminin bir sömürgesi olarak kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı, başından bir anti-emperyalist direniş olarak başlamıştır ama SSCB’nin yardımlarına rağmen TC devleti, kendine kapitalist yolu seçmiş ve emperyalizme bağlanmıştır. Sınıfların inkârı, halkların inkârı ile birleşmiş ve “devlete bir ulus yaratmak” üzere, en gerici metotlarla ayakta durmuş, katliamlara devam etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında TC devleti, yeni kurulan ortak Batı’nın “ortaklaşa sömürgesi” olmuştur. Yani, mesela Cezayir’in Fransız sömürgesi, Mısır’ın İngiliz sömürgesi olmasından farklı olarak, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ortaklaşa sömürgesi olmuştur. Bunu kültürel alandaki Batıcılık, NATO severlik vb. alanlarda da görmek mümkündür. Komünizme karşı savaş, Batılı emperyalist güçlerin birbirine yapışarak ortak bir cephe oluşturmaları hâli, bu tarzda ortaklaşa sömürgelerin sürmesine olanak tanımaktaydı. Siyasal olarak (içinde askerî alanı da kapsar) ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağlı bir sömürge.

Şimdi bize Türkiye bağımsız bir ülkedir diyenler, aslında eğer kendi isteklerini ifade etmiyorlarsa, tam anlamı ile yalan söylüyorlar. Her hükûmet ABD ve NATO tarafından seçilmektedir, bunda bir aksilik olursa o hükûmet düşürülmektedir. MİT’in başına geçmek mutlaka NATO onayı gerektirmektedir. Ecevit başbakan olduğunda MİT’in maaşlarının CIA tarafından ödendiğini MİT başkanından öğrenmiştir.

Yani, AK Parti ve Erdoğan bir ABD projesidir, dediğinizde bu sömürge olma hâlini ifade etmiş olmaz mısınız? Olursunuz. Ama gerçeği saklamak isterseniz, hem AK Parti bir ABD projesi olur, hem de ülkeniz bağımsız olur. İyi de Demirel de bir ABD projesi idi. Ve yine mesela MHP, bir paramiliter örgüt olarak Türkeş tarafından, CIA organizasyonu ile kurulmuştur ve aynı durum Türk-İş’in kuruluşunda da vardır.

Türkiye aslında bağımsız bir ülke idi ama zamanla bunu kaybetti ve şimdi bir anti-emperyalist mücadele vermemiz gerekir, diyenler de var. Kim olursa olsun, bu görüşü savunanların, aslında emperyalizm ve kapitalizm konusunda bir yanılgılı ya da yalan bakış açıları var demektir.

Anti-emperyalist mücadele, mesela emperyalist işgale karşı ortaya çıkan direniş günlerinde olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı döneminde olabilirdi. Çünkü işgalci ortadadır ve silahlarla onlara karşı savaş veriyorsunuz. İyi ama, şimdi, anti-emperyalist mücadele, ne demektir.

Bu konuya, samimi olarak anti-emperyalist olanlar için giriyoruz. Yoksa bir bakıyorsunuz Devlet, “anti-emperyalist” mücadeleden söz ediyor, bir bakıyorsunuz Ümit Özdağ aynı sözleri kullanıyor, bir bakıyorsunuz Erdoğan anti-emperyalist mücadeleden söz ediyor. Bu nasıl bir şeydir? Emperyalizme bağlı birer kukla olanlar, günü geldiğinde anti-emperyalist nutuklar atıyorlar.

Eğer anti-emperyalist mücadeleden yana iseniz, samimi iseniz, bilmelisiniz ki, kapitalist sisteme karşı çıkmadan, ülkedeki tüm üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyete son vermeden, bunu yapamazsınız. Yani, tutarlı bir anti-emperyalizm, gerçekte anti-kapitalist olmakla mümkündür.

Bizim bir vurgumuz var; biz kendimizi ateist olarak tanımlamayız. Çünkü ateist, tanrıyı reddetmekle sınırlıdır ve dinî etkiye karşı olmak üzerinden yürür. Oysa bizim bir yolumuz var. Biz komünistiz ve cennetin dünyaya gelmesinden söz ediyoruz. Bu durumda ateist, bizi tam olarak tanımlamaz.

Aynı biçimde, anti-emperyalist ya da anti-kapitalist olmak da bizi tam olarak tanımlamaz. Bir çeşit orta yoldur. Oysa biz sosyalist devrimden yanayız ve “ortakçı” toplumu, komünist toplumu kurmaktan söz ediyoruz.

Diyelim ki siz, ülkenize olan sevginiz nedeni ile sadece emperyalist egemenlerin burayı terk etmesini istiyorsunuz. Kabul. Bunun için savaşmanızda bir sorun yok. Ama emperyalist sermaye, eğer sermayenin egemenliğine son vermiyorsanız, ülkenizden nasıl uçup gidecek? En azından büyük sermayenin kamulaştırılmasından söz etmeniz gerekir: bankaların, tekellerin, holdinglerin vb. İyi de bunu nasıl yapacaksınız? Seçimlerle mi? Yoksa bir devrimle mi? Eğer siz, egemen çevrelerden gelen “ucuz anti-emperyalist” söylemleri ciddiye almıyorsanız, devrim dışında bir çıkış yolunuz kalmaz.

Geçen yılın ekim ayının başında, yani 2024 Ekimi’nde JP Morgan diye bir firma, Türkiye’de asgarî ücretin %30 artacağını “öngörmüştü”. Ne öngörü ama! Bir çeşit direktiftir. Ülke ekonomisini yöneten alacaklılar konsorsiyumunun direktifidir. Ve bugün, yine Ekim 2025’te JP Morgan, asgarî ücretin %20 artacağını söylüyor. Yuvarlak hesap 27.000 TL demektir. Bu durumda da, iktisatçılarımız bizi affetsin, emekli maaşlarının %10-12 arasında artacağı sonucu çıkar.

Ülkenin dış borç stoğu, 540 milyar dolardır. Ve bunun ödenmesi mümkün olsun diye, uluslararası tekeller, yerli uzantıları ile birlikte, ülkeyi maden sahası hâline getirmektedirler. Zeytini savunmak için, toprağını savunmak için örgütlenen ve direnen köylüler, kiminle savaştıklarını bilmek zorundadırlar. Bu maden sahalarını açmak için çıkartılan yangınlar, herkesin amacını bildiği yangınlardır.

Şimdi, tekrar Erdoğan’ın Trump ile görüşmesine dönelim.

Osmanlı’nın son padişahları, “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile, kredi aldıkları Fransa’yı ziyaret etmek için aldıkları krediyi orada dağıtmakta, harcamaktaydılar. “Cihan devleti Osmanlı hasta adam değildir” mesajını vermek için, ilgiye değer bir yoldur. Şimdi TC devleti, Saray Rejimi, “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile ABD’de Trump’la fotoğraf vermek üzere aynı yolu izlemektedir. Osmanlı’nın cihanşümul padişahının yaşadığı bir trajedi ise, Erdoğan’ın yaşadığı bir komedidir.

Ziyaret, “fevkaladenin fevkinde” iyi geçmiştir.

“Fevkaladenin fevki”, “Batıcı İslam” anlayışının bir sonucu olsa gerek. Kelime icat edilmektedir. Galiba, Bülent Ersoy da, çok iyi, demek için bu kelimeleri kullanmıştır. Öyle ya, sömürge ülkenin kişiliği, böylesi kavramlara sarılmak zorundadır. Eğlencelidir. Bülent Ersoy söylediğinde daha ciddi bir eğlence, Erdoğan’ın ağzından döküldüklerinde, çürümeyi anlatan bir eğlence ifadesidir.

Demek, ABD ziyareti iyi geçmiştir.

Ziyaret, Trump’ın oğlunun gizli temasları sonrasında açıklanmıştır. Demek, Tom Barrack iyi iş yapmıştır, “fevkaladenin fevki”nde.

Barrack, Türkiye büyükelçisidir. Ama bu eksik kalır. Aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu valisi gibidir. Demek, BOP projesinin “eş başkanı” olan Erdoğan artık o kadar işlevli değildir. Barrack Ortadoğu’yu şekillendirmek üzere devrededir. Öyle Graham Fuller gibi, bu konuda kitap yazmıyor. Daha pratiktir. Bir Osmanlı modeli öneriyor, olmadı mı başka birini devreye sokuyor. Suriye’de bir merkezî devlet olsun, diyor, sonra bu olmaz diyebiliyor. Tüccar pratikliği midir, yoksa telâşla mı yapılıyor siz karar verin. Ama Saray Rejimi, TC devleti için çok da fark etmiyor. Saha boştur ve Saray Rejiminin savaş kabinesinin kendisine bağlı olduğunu söylemek abartılı olmaz.

İşte bu Barrack, sömürgeci olduğundan, bazı gerçekleri dillendirmekte bir sakınca görmüyor. SDG’ye bir borcumuz yok, diyebildiği gibi, Erdoğan’ın ziyaretine, “meşruiyet” ziyareti de diyebiliyor.

İşte size bir kaya.

Demek, “meşruiyet” aranmaktadır.

Demek, mesele seçim değildir.

Demek, Erdoğan, tam biat edeceğini bir kere daha deklare etmiştir.

Demek, arada bir sömürgedeki adamlara hiza vermek, ayar vermek gerekiyor ve bunu böyle yapıyorlar.

Demek, Trump’ın oğlundan önceki temaslar, Özgür Özel tarafından deşifre edilmemiştir. Bilmediğini sanmıyoruz. Artık TC devletinin bir “giz”i yoktur, her şey ortadadır. Eğer Özel henüz öğrenmemiş ise, ya kendi başarısızlığındandır, bilgiye ulaşamıyor ya da devletçi mantığındandır, henüz ve hâlâ inanamıyor. Eğer biliyorduysa, Trump’ın oğlundan önce yapılan temasları da açıklaması gerekirdi.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, ülkede herkes için bilinen bir gerçeği haykırıyoruz: Seçimler hilelidir. Seçimlerin hileli olma hâli, 2015 Haziranı’ndan beri böyledir. Kasım 2015 seçimleri, 2017 referandumu vb. hemen hepsi hilelidir ve hile odağı sadece Saray Rejiminin yerli kolları değildir. Hilenin merkezi, NATO ve ABD’dir.

Bu nedenle, Saray Rejimi seçimle gelmemiştir.

Erdoğan, meşru değildir.

Diploması olmaması bir yana.

Seçilmemiştir.

Artık TC devletinde seçim, bir çeşit müsameredir, tiyatro demek bile fazladır. Çünkü tiyatroda roller daha ciddidir. Efendi, Türkiye için bir tiyatroyu fazla bulmaktadır. Bunun bir nedeni, “seçtikleri” kişilerin çapsız olması olabilir mi? Bilmiyoruz. Ama tam bir müsameredir. İlkokul öğrencilerinin müsameresi daha kayda değerdir.

Erdoğan meşru değildir.

Peki Erdoğan ya da Saray Rejiminin uygulamaları nasıl “meşru” olarak görülmektedir? Bunu tüm olarak burjuva partiler birlikte gerçekleştirmektedir. CHP bu konuda çok büyük rol oynamıştır. Bu nedenle Saray Rejimi, AK Parti-MHP iktidarı ile sınırlı değildir. Parlamentoya bu nedenle ihtiyaç duyuyorlar, meşruluk için. Yoksa parlamento yok edilmiştir, siyasal partiler anlamını yitirmiş ve birer çeteye dönüşmüştür. CHP’nin direnişi, işte bu noktada bir anlam ifade etmektedir.

Şimdi, bu “meşruiyet” tartışması, ABD tarafından devreye sokulmuştur.

ABD, meşruiyeti tartışmaya açmıştır. Barrack, başarılı bir şekilde, “meşruiyet” ziyaretini organize etmiştir.

CHP, bunun da etkisi ile, 1 Ekim’de Erdoğan’ın meclis açılışı “meşru” değildir, diyerek protesto etmiştir. Bu burjuva anlamda bir muhalefettir ve yerindedir. Geçtir. Nedense ABD’den işaret gelmeden yapılmamıştır. Şimdi tüm burjuva “muhalefet” CHP’ye yüklenecektir.

Seçimler hilelidir.

Parlamento işlevsizdir.

Peki siyaset denilen şey, burjuva anlamda, nerede yapılmaktadır.

Elbette Saray’da.

İşte bu nedenle, işçiler, kitleler, içgüdüsel olarak Saray’a yürümeyi düşünmeye başlamışlardır. İşte bu nedenle, sokaklarda yürütülen direniş anlamlı hâle gelmektedir. Bizim cephemizden hep böyledir. İşçi sınıfının cephesinden, direniş cephesinden her zaman böyledir. Ama burjuva siyaset de artık bunu görmek durumundadır. Ne kadar cesaretleri varsa, o kadar. Derler ki, görmek, gözü eğitmek bir yana cesaret de ister.

Demek ki, Saray Rejimi, burjuva anlamda da meşru değildir.

Meşru ve yasal arasında bir farklılık var.

TC devleti, onun olağanüstü örgütlenmiş hâli olan Saray Rejimi, artık baskı ve şiddet dışında bir yolla ayakta duramamaktadır.

İşte bu nedenle, siyaset Saray’dadır ve Saray içinde siyasal eğilimler aranmakta, oluşmaktadır.

Dış İşleri Bakanı, eski MİT Başkanı, ABD ziyareti bitmeden, Kaan uçakları ile ilgili bir açıklama yapmıştır.

Tamamen yerli ve milli olduğu söylenen Kaan uçakları, meğerse milli değilmiş. Uçak üretiyoruz, jet üretiyoruz, diyorlardı. Meğerse, motoru olmayan jet üretiyorlarmış. Trump, jet için motoru vermemiş. Tersine ödevleri, görevleri netleştirmiş ve Erdoğan dâhil, heyeti geriye göndermiştir. Bu “fevkaladenin fevki”ndeki ziyaretten çıkan sonuçlar bunlardır.

Meşruluk tartışması bu heyet ile ABD’de nasıl yürütülmüştür?

“Halkbank dosyasını kapatın,” denmiştir. “Bakarız,” yanıtını almışlardır.

“Boeing alacağız,” denmiştir, “peki,” denmiştir. Boeing bu yolla batmaktan kurtulmuş mudur? Bilmiyoruz.

“LNG gazı alın,” denmiştir, “olur efendim,” yanıtı verilmiştir.

Filistin için İsrail adına görevler tarif edilmiş, kabul edilmiştir.

Nükleer enerji konusunda denetim ABD tarafına devredilmiştir.

Rusya ve Çin cephesine karşı tam bir tutum tarif edilmiştir. Devlet, Erdoğan daha yola çıkmadan, Rusya ve Çin ile ittifaktan söz etmiştir ve bu yolla pazarlık yapılacağını düşünmüşlerdir. Ne taktik ama! Kimsenin önceden anlamlandıramadığı şu derinliğe bakın hele!

Şimdi Saray Rejimi, Rusya ve Çin ile yeniden konuşmak için yollar arayacaktır.

Demek ki, savaş yaklaşmaktadır.

Demek ki, İran’a karşı savaş için TC devleti tam gaz yol alacaktır.

Cepheler netleşiyor.

Savaş yayılıyor ve ABD Ukrayna’da kaybettiklerini alabilmek için tetikçi olan TC devletini daha da işlevli kılmak istemektedir.

Şimdi, ABD dönüşü, Barrack tarafından tarif edilen meşruiyet, artık Erdoğan’ın elinde olmalıdır. Öyle mi? Elindeki elma şekeri mi? Kızıl elma, elma şekerine dönmüş, elma şekerinin de sapı mı kalmıştır?

Bu komedi, trajikomik hâli çoktan geçmiştir.

Bunları tartışmanın çok da büyük bir kıymeti yoktur.

Artık mesele açıktır: İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, devrimin zaferi için ayağa kalkmak zorundadırlar. Gençlik işçi sınıfının yolu dışında bir yolun var olmadığını anlamakta zorlanmayacaktır.

Savaşı önlemenin, eğer varsa bir yolu, bu yol, tüm bölgede devrimci bir kalkışmadan geçmektedir. Bu ise, işçi sınıfının devrimci yolu ile mümkün olabilir. Sosyalist devrim, tek çıkış yoludur.

Saray Rejimi, işçi sınıfının, gençliğin, kadınların direnişi ile alaşağı edilerek gönderilecektir.

Bunun için eksik olan direnişin geliştirilmesi, birleşik emek cephesinin örülmesi, devrimci örgütlenmenin geliştirilmesidir.

Direniş, meşrudur.

Bu sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak hem zorunludur, hem de meşrudur.

“Rejim her şeyden çok geniş çaplı, tüm ülkeye yayılabilecek işçi grevlerinden korkuyor”

Röpğortajın Farsça'sı için; https://cpiran.org/رژیم-بیش-از-هر-چیز-از-اعتصابات-کارگری-گس

İranlı işçi aktivistleriyle yaptığımız bu röportajda, ülkedeki işçi hareketinin bugünkü durumunu, sendikaların rolünü ve bölgedeki sınıf mücadelesi ile bağını ve dayanışmasını konuştuk. Aktivistler, işçilerde sınıf bilincinin gelişimini kendi deneyimlerinden süzerek aktardılar, ABD-İsrail saldırılarının işçiler arasında ve toplumda nasıl karşılandığını ve bu saldırıların iç politikaya yansımalarını değerlendirdiler. Ayrıca işçi hareketlerinin malî bağımsızlığının önemine dair düşüncelerini vurgularken, daha önceden bizim de röportaj yaptığımız İran’dan bir parti de dâhil diğer bazı parti ve hareketlere dair farklı görüşlerini de paylaştılar. Bu değerlendirmeler, aktivistlere ait olmakla birlikte İran’da işçi hareketinin iç tartışmalarını anlamak açısından röportaj bize önemli bir çerçeve sundu. İşte röportajımız:

İşçi hareketlerinin mevcut durumu ve işçilerin faaliyet sıklığı nedir? En yaygın ve öne çıkan eylem türleri ve talepler nelerdir?

İran’daki işçiler, yaklaşık on yıldır, her sene iki binleri bulan sayıda işçi grevi düzenliyorlar. Bu grevler büyük ve orta ölçekli fabrikalarda ve sanayi tesislerinde gerçekleşiyor, küçük ölçekli işyerleri hakkında bilinenler ise oldukça sınırlı. Yoğun sansür ve özgür bilgiye erişim eksikliği nedeniyle, her sene sayısı iki binleri bulan bu grevlere katılan işçi sayısı tam olarak bilinemiyor. Talepler ağırlıklı olarak ekonomik nitelikte oluyor; grevlerin büyük çoğunluğu ise daha yüksek ücretler, gecikmiş maaşların ödenmesi, geçici sözleşmelerin iptal edilmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi üzerine yoğunlaşıyor.

Son on yılda hükûmete karşı yapılan büyük çaplı sokak hareketleri göz önüne alındığında, güç dengesinin bir ölçüde işçilerin lehine kaydığını söyleyebiliriz. Ancak işçi eylemlerinden dolayı gözaltılar devam ettiği gibi, eylemcilerin işten çıkarılması da söz konusu oluyor. Baskı, işçi hareketinin ilerlemesinin önündeki en büyük engel olmaya devam ediyor.

İşçiler arasında, kapitalizm ve özellikle hükûmet karşıtı görüşler oldukça yaygın. Bazı grevler sırasında mitingler düzenleyerek işverenlere ya da belirli hükûmet yetkilileri ve kurumlarına karşı sloganlar atılıyor.

İşçileri ve halkı hedef alan maliyetli ve kapsamlı dinî propagandaya rağmen, din işçiler arasında geçmişe kıyasla etkisini kaybetti. Bazı işçiler hiç dindar değil, diğerleri ise güçlü dinî inançlara sahip değil ve sadece az bir kesim hâlâ katı bir şekilde inançlı. İşçilerin önder ve örgütlü kesimleri çoğunlukla radikal sol görüşlüler. İran işçi hareketindeki sağ eğilimler çok zayıf ve marjinal kalıyor, ayrıca hareket içinde reformizme karşı mücadele de devam ediyor.

Son on yılda, işçilerin yaşam koşulları keskin bir şekilde kötüleşti ve gelirleri birkaç kez yoksulluk sınırının çok altına düştü. Enflasyon ve işsizlik hâlâ ciddi boyutlarda ve işini kaybetme ve aşırı yoksulluğa düşme korkusu, işçi hareketinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor.

İşçi örgütlerinin ve sendikaların mevcut durumunu anlatabilir misiniz? Resmî sendikalar rejimle nasıl bir ilişki içindeler ve bağımsız sendikalar ne kadar geniş bir örgütlenme kapasitesine sahip?

İran’da neredeyse hiç bağımsız, resmî ya da yasal işçi sendikası ya da derneği bulunmuyor ve rejim de bunları tanımıyor. Birçok emek aktivisti ve komünistin öldürüldüğü, hapsedildiği ya da sürgüne zorlandığı 1980’lerdeki ağır baskı ve yaygın katliamlardan sonra, işçi mücadeleleri derin bir durgunluğa girdi ve neredeyse tüm emek örgütleri dağıldı. Ancak 1990’larda, başlangıçta özelleştirme ve işten çıkarmalara karşı olan ve daha sonra diğer konulara da yayılan grevler ve protestolar yeniden başladı. Bu mücadelelerin yanı sıra emek örgütleri kurma çabaları da ortaya çıktı.

Biri sol, diğeri muhafazakâr ya da sağ eğilimli olmak üzere iki ana perspektif gelişti. Sol görüş, rejim tarafından yasal olarak tanınmasa bile, işçi örgütlerinin kurulabileceğine ve işçilerin desteğiyle hayatta kalabileceğine inanıyordu. Muhafazakâr görüş ise bu tür çabaların başarısız olacağını ve aktivistlerin bunun yerine yasal tanınma aramaları ya da resmî devlet kurumları içinde faaliyet göstermeleri gerektiğini savunuyordu. Sonunda sol görüş ağır bastı ve işgücünün bir kısmı örgütlenmeye başladı. Tahran Otobüs Şoförleri Sendikası ve Haft Tappeh Şeker Kamışı İşçileri Sendikası kuruldu. Çeşitli işyerlerinden işçi aktivistleri de İşçi Örgütlerinin Kurulmasına Yardım İçin Koordinasyon Komitesi, İşçi Örgütü Kurmak İçin Takip Komitesi ve İranlı İşçilerin Özgür Birliği gibi gruplar oluşturdu.

İşçi sınıfının bir parçası olarak kabul edilebilecek iki büyük örgüt daha kuruldu. Öğretmenler meslekî birlikler kurmayı başardılar ve kendilerine liderlik etmesi için bir konsey seçtiler. Pratikte bu konsey, birçok grev, toplantı ve protesto düzenleyen binlerce üyeyi temsil eden ulusal bir öğretmen sendikası olarak işlev görüyor.

Dikkate değer bir diğer grup ise, çoğunlukla emekli işçilerden oluşan Emekliler Derneği. Her yıl çok sayıda miting düzenleyen bu grup, sendika ya da birlik olarak işlev gören meslekî dernekler kurdu. Her yıl, daha yüksek emekli maaşı talep eden ve diğer işçilerle dayanışmayı vurgulayan düzinelerce sokak protestosu düzenliyorlar. Aslında İran’daki emekliler dünyanın en aktif, örgütlü ve militan emeklileri arasında yer alıyor.

İran’daki bir diğer işçi örgütlenmesi biçimi de işyerlerinde bulunan gizli işçi komiteleri. İşçi hareketine yönelik baskılar arttıkça, pek çok işçi grev ve protestoları koordine etmek için yeraltı grupları oluşturmaya yöneldi. İşyerlerinde faaliyet gösteren birçok isimsiz komitenin yanı sıra gizlice faaliyet gösteren Taşeron Petrol İşçileri Protestolarını Örgütleme Konseyi gibi bazıları güçlendi ve büyük grevlere öncülük etti.

Fiiliyatta İran işçi hareketi hem yeraltı hem de açık faaliyeti bir arada yürütüyor. İşçiler, işyeri koşullarına ve güç dengesine bağlı olarak gizlilik ya da açıklık konusunda farklı yaklaşımlar benimsiyorlar. Bu iki biçimin nasıl dengeleneceği konusundaki tartışma her zaman var oldu ve zaman zaman işçi aktivistleri arasında anlaşmazlıklara da neden oldu.

İşçi sınıfının örgütlü kesimi, genel işçi sınıfına kıyasla niceliksel olarak küçük kalıyor; bunun başlıca nedeni ise, baskılar ve işçi örgütlerinin yasaklanması. Yine de bu sınırlı örgütlenme bile işçi hareketinin ilerlemesini önemli ölçüde şekillendirdi. İşçilerin kendi inisiyatifleriyle işçi örgütleri kurma stratejisi eylemcilerin temel hedefi olmaya devam ediyor ve tüm engellere rağmen de sürüyor.

Rejim, işçilerin eylemlerini engellemek ve iktidarını sürdürmek için resmî sendikaları nasıl kullanıyor? Sendikaların işçilere yönelik casusluk faaliyetleri var mı, işçilerin hoşnutsuzluğunu nasıl yönetiyorlar?

İran’da, İşçilerin Evi ve İslamî İş Gücü Konseyleri gibi devlet kontrolünde birkaç işçi örgütü bulunuyor. Ancak bu kuruluşlar uzun zaman önce işçiler arasında güvenilirliğini yitirdi ve hem emekçiler hem de sosyalistler bu kuruluşların gerçek yüzünü net bir şekilde açığa çıkardı. Üyeleri hükûmet görevlileri olmakla birlikte, bu örgütler rejim için hâlâ çeşitli amaçlara hizmet ediyor.

İlk olarak, iş kanununun yıllık ücret belirleme sistemi kapsamında, işveren, işçi ve hükûmet temsilcilerinin yer aldığı üçlü bir mekanizma işliyor. Her güneş yılının (İran takvimi) sonunda, enflasyona dayalı olarak gelecek yıl için asgarî ücreti belirlemek üzere bir araya geliyorlar. Bu işleyişte hükûmetin kendisi başlıca işveren konumunda olup sözde işçi temsilcileri de devlet kontrolündeki çeşitli kuruluşları temsilen katılım sağlıyor. Gerçekte, sistem tamamen kapitalist yanlısı olup ve emekçiler için hiçbir meşruiyet taşımıyor.

İkinci olarak, hükûmet destekli bu “işçi temsilcileri” Uluslararası Çalışma Örgütünün yıllık toplantılarına İranlı işçilerin delegeleri olarak katılıyor ve rejimin programını tanıtıyorlar.

Üçüncüsü, her yıl devlet finansmanı ve desteğiyle resmî 1 Mayıs törenleri düzenleyerek işçileri kendi etkileri altında tutmaya çalışıyorlar.

Dördüncüsü, işçi eylemcilerini tespit etmek ve hedef almak için hükûmet emniyet birimleriyle gizlice işbirliği yapıyorlar.

Rejimin bağımsız işçi örgütlerine karşı kullandığı bir diğer taktik de sızma ya da paralel gruplar oluşturmak. Bunun birkaç örneği var. Haft Tappeh Şeker Kamışı İşçileri Sendikasına sızan ve içine bölünme tohumları eken güçler, sendikayı önemli ölçüde zayıflatmayı başardı. Aynı şeyi Tahran Otobüs Şoförleri Sendikası için de denediler ancak grubun güçlü birliği ve liderlerin farkındalığı sayesinde rejimin planı başarıya ulaşamadı.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, rejimin kukla örgütlerinin işçiler arasında hiçbir sosyal tabanı olmasa da yine de işçi hareketine çeşitli şekillerde zarar veriyorlar.

İşçiler arasındaki sınıf bilinci düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? Rejim değişikliği talepleri sosyalist, devrimci, anti-kapitalist taleplerle ne kadar kesişiyor ya da bir arada var oluyor?

Öğretmenler sendikası hariç İran’daki mevcut emek örgütlerinin neredeyse tamamı sol bir yönelim izliyor. Öğretmenler sendikası ise solcu, merkezci ve sağ eğilimli kesimleri bünyesinde barındırıyor.

Çoğu işçi aktivisti devrimci bir durum ortaya çıktığında ve otoriter yönetim geri çekildiğinde ülke çapında işçi konseyleri kurmayı öngörüyor. Uygun koşullar altında bu tür konseylerin kurulması fikri İran’daki emek savunucuları arasında güçlü bir desteğe sahip. Başka bir deyişle, konsey temelli yaklaşımın işçi aktivistleri ve sol görüşlü eylemciler arasında çok sayıda destekçisi var ve bunların çoğu konsey hükûmetini tercih edilen bir alternatif olarak görüyor.

İran’ın işçi sınıfını oluşturan on milyonlarca kişi büyük ölçüde örgütsüz olmayı sürdürüyor. Bu gerçeklik işçilerin bilinçsizliğinden değil, sert baskı ve diktatörlükten kaynaklanıyor. Yaklaşık kırk altı yıl önce, monarşiyi deviren devrimden sonra, işçi hareketi bugün olduğundan çok daha az gelişmişti. Yine de o dönemdeki kısa süreli göreceli özgürlük binlerce konsey, sendika ve sendikanın kurulmasına olanak sağlamıştı. Bugün ise işçilerin örgütlenme ihtiyacı konusundaki farkındalığı ve anlayışı eskiye kıyasla çok daha derinleşti.

İran’da burjuvazinin pek çok kesimi muhalefete mensup: liberal gruplar, monarşistler ve hattâ bir zamanlar rejime hizmet eden ancak şimdi kendilerini muhalif figürler olarak sunmaya çalışan reformistler. İşçi hareketi daha fazla grev yapılması ve çeşitli işçi örgütlerinin kurulmasıyla büyüdükçe, bu tür kesimler de işçiler ve eylemciler arasında nüfuz kazanmak için çeşitli yollar aramaya başladı.

2005 yılından bu yana, ABD tarafından finanse edilen bir kuruluş olan Dayanışma Merkezi, bağımsız işçi gruplarına malî yardım teklif ederek yaklaşmaya çalıştı. Bu hamle İran işçi hareketi içinde malî yardım konusunda kapsamlı tartışmalara yol açtı. Sonunda, Marksist eleştirmenler ve işçi eylemcileri sayesinde, malî bağımsızlık çoğu örgüt ve eylemci arasında kabul gören bir ilke hâline geldi ve bu da İran işçi hareketi için büyük bir zafer oldu. Ancak bazı gruplar ve bireyler hâlâ bu ilkeyi reddediyor. Örneğin, işçi hareketi içinde sınırlı bir etkiye sahip olan İran İşçi-Komünist Partisi işçi sınıfının malî bağımsızlığına inanmıyor. Yurtdışındaki monarşistlerle sık sık ortak eylem düzenleyen Parti, diğer sol ya da komünist güçlerle işbirliği yapmayı reddediyor.

Liberal, monarşist ve reformist gruplar da işçi hareketine sızmak için ısrarlı çabalar sarf etti. Ancak komünist partiler, örgütler ve çok sayıda bilinçli işçi aktivistinin teşhiri ve direnişi sayesinde bu gruplar mevzi kazanamadı ve hareket içinde çok zayıf kaldı. Yine de reformist ve sağcı unsurlar hâlâ mevcut ve emek mücadelesi için risk oluşturmaya devam ediyor.

Farkındalık ve bilinçsizlik göreceli kavramlar olmakla birlikte; İran işçi hareketinin yukarıda açıklanan şekillerde bir bilinç düzeyine sahip olduğu ifade edilebilir. Diktatörlük altında bile örgütlenen ya da kolektif mücadele ihtiyacını anlayan işçiler belli bir farkındalık düzeyine sahipler. Eylemciler ve örgütler arasındaki malî bağımsızlık taahhüdü, sağcı hareketlerden göreceli olarak ayrılmaları ve konsey temelli yapılara yönelmeleri, kayda değer bir sınıf bilincini yansıtıyor.

İranlı işçilerin çoğu ya dinden uzaklaşmış ya da eskisine kıyasla çok daha az dinî bağlılık gösteriyor.

Aynı zamanda, yoğun baskılar nedeniyle on milyonlarca işçi hâlâ örgütlenmemiş durumda. İran’daki çoğu insan gibi işçiler de İslam Cumhuriyeti’nden nefret ediyor ve devrilmesini istiyor ancak onun yerini alacak net bir alternatiften de yoksunlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, işçi hareketindeki örgütlü eylemciler sola yönelme eğilimindeler ancak daha geniş işçi kitlelerinin kendilerine ait belirgin bir siyasi alternatifi yok ve genellikle sağcı muhalif medyanın etkisi altındalar.

Gerçekte, hiçbir siyasi güç -sol ya da sağ- işçi sınıfı içinde hegemonya kuramadı, tıpkı bir bütün olarak hiçbirisinin İran toplumunun geneline hâkim olmaması gibi. Birbiriyle çatışan alternatifler arasındaki mücadele işçi sınıfı içinde devam ediyor. Yine de büyümesi muhtemel olan örgütlü kesimler halihazırda önemli düzeyde siyasi ve sınıfsal farkındalık sergiliyorlar.

(Not: Röportaj veren işçiler, 5. ve 6. soruları birleştirerek iki soruya birlikte cevap verdiğinden, aşağıda iki soruya peş peşe yer verip devamında yanıtı aktarmaktayız.)

İran’daki işçi sınıfı mücadelesi, stratejisini ve kaderini bir bütün olarak bölgedeki işçi sınıflarının mücadeleleriyle ne ölçüde örtüştürüyor? Başta bölgedeki kapitalist-emperyalist egemenlik olmak üzere, aynı sebeplerden doğan aynı meselelerle karşı karşıya olduklarını ne ölçüde düşünüyorlar?

ABD-İsrail’in son saldırı ve tehditleri, işçi sınıfının rejime yönelik tutum ve görüşlerinde bir değişikliğe yol açtı mı? Evetse, ne gibi değişikliklere yol açtı?

Kapitalizmin Ortadoğu’daki eşitsiz gelişimi ve bölgedeki işçi sınıfının çok farklı koşullarının yanı sıra sosyalist veya emek odaklı bir alternatifin yokluğu nedeniyle, İran’daki işçi aktivistleri ile komşu ülkelerdeki işçiler arasındaki bağlantılar ve paylaşımlar sınırlı kalıyor. Ancak İranlı işçi aktivistleri, özellikle 1 Mayıs gibi günlerde, İran’daki Afgan göçmen işçilerle sürekli dayanışma gösterip onlar için eşit haklar talep ediyorlar.

Filistin ve İsrail konusunda, işçi hareketi içerisinde yer alanlar ve sosyalistler genel olarak Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını vurgulamışlardır. Ancak daha geniş işçi sınıfı içinde Filistin hareketiyle dayanışma düzeyi zayıf kaldı, bunun nedeni kısmen İslam Cumhuriyeti’nin Hamas ve Hizbullah gibi gerici grupları uzun süredir desteklemesi ve finanse etmesi. Bu nedenle bazen “Filistin’i bırak, bizi düşün” ya da “Gazze’ye hayır, Lübnan’a hayır, hayatım İran için” gibi sloganlar duyuyoruz. Ancak Gazze savaşından ve İsrail’in büyük çaplı zulmünden sonra Filistinlilere yönelik bu olumsuz tutumlar büyük ölçüde azaldı. Çoğu işçi artık Filistin halkı ile Hamas ya da İran rejimi gibi gruplar arasında ayrım yapıyor.

On iki günlük savaş ve ABD-İsrail saldırıları sırasında monarşist gruplar işçilerin ve halkın rejime karşı ayaklanmasını ve saldırganların yanında yer almasını bekliyordu. Ancak emekçi kitleler ve sıradan insanlar askerî müdahale yoluyla rejim değişikliği isteyenlerle aynı safta yer almayı reddettiler. Aynı zamanda İslam Cumhuriyeti’ne bakışları da saldırılar süresince değişmedi. İşçiler hâlâ rejimi baş düşmanları olarak görüyorlar.

Neredeyse tüm bağımsız emek ve halk örgütleri, bir yandan ABD ve İsrail, diğer yandan İslam Cumhuriyeti olmak üzere çatışmanın her iki tarafını da kınayan ve savaş karşıtı net bir duruş sergileyen açıklamalar yayınladı. İşçilerin ve vatandaşların çoğunluğu İslam Cumhuriyeti adına herhangi bir savaşa katılmayı reddediyorlar. Çatışmayı halklar arasında değil, kapitalist rejimler arasında bir çatışma olarak görüyorlar. Çoğu işçi hareketi ve Marksist eylemci emperyalizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı daha geniş bir mücadelenin parçası olarak tanımlıyor ve bu ikisini birbirinden ayrılmaz görüyor.

ABD-İsrail’in son saldırı ve tehditleri egemen sınıfların, mollaların ve hükûmetin halka karşı tutum ve düşüncelerinde ne gibi değişikliklere neden oldu? Zorunlu başörtüsü yasalarıyla ilgili yeni gelişmeler var gibi görünüyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz ve rejimin benzer hamleleri var mı?

On iki günlük savaşın hemen ardından rejim ve onun emniyet aygıtı, aralarında çok sayıda işçi aktivistinin de olduğu yaklaşık iki bin kişiyi tutukladı. Hükûmet, işçilerin ve halkın protesto etme ve memnuniyetsizliği dile getirme potansiyelinin tamamen farkında ve baskıyı yoğunlaştırmak için savaş atmosferinden faydalanmaya çalışıyor. İşçi faaliyetleri daha kısıtlı ve zor hâle geldi. Rejim her şeyden çok geniş çaplı, tüm ülkeye yayılabilecek işçi grevlerinden korkuyor.

Zorunlu başörtüsü konusunda, 2022 yılında “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganı ve “Jina hareketi” adıyla gerçekleşen kitlesel ayaklanmanın ardından rejim kısmen geri adım atmıştı ve bazı kadınlar artık zorunlu başörtüsü olmadan kamusal alanda boy göstermeye başlamıştı.

Ekonomik durum her geçen gün daha da kötüleşiyor ve yaygın protesto ve grevler için güçlü bir potansiyel yaratıyor. Rejim, ABD veya İsrail’in gelecekteki olası saldırılarından ziyade öncelikle bu hareketleri bastırmaya odaklanıyor. İslam Cumhuriyeti, on yıllardır uyguladığı baskıyla, işçi ve halk hareketleriyle yüzleşmeye her zaman hazır yüz binlerce eğitimli ve iyi donanımlı kolluk kuvvetinden oluşan bir güç inşa etti. Güç dengesi henüz kayda değer ölçüde işçiler lehine değişmiş değil.

Bölgedeki işçi sınıfı arasında ne tür bir bölgesel dayanışmayı mümkün görüyorsunuz?

Bölgedeki çeşitli ülkelerden işçi temsilcilerini bir araya getiren, fikir alışverişinde bulunabilecekleri, ortak bildiri ve deklarasyonlar yayınlayabilecekleri ve ortak bir anti-kapitalist duruş benimseyebilecekleri bir örgütlenme, bölgedeki işçi hareketini güçlendirebilir ve işçiler arasında birlik ve dayanışmayı teşvik edebilir. Mevcut durumda iletişim çok sınırlı kalıyor ve işçiler komşu ülkelerdeki mücadelelerden ve faaliyetlerden büyük ölçüde habersiz oluyor. Açıkça anti-kapitalist bir zeminde çalışan, açık ve net bir kimliğe sahip bölgesel bir örgüte ihtiyaç var.

Böyle bir örgüt, grevdeki işçileri ya da emek mücadelesi verdikleri için işten çıkarılanları desteklemek üzere bir işçi dayanışma fonu da kurabilir.

Bölgedeki emek örgütleri sadece koordine olup savaşlara ve işçilere yönelik baskılara karşı ortak pozisyon alsalar bile bu, karşılıklı desteği ve bölgesel emek dayanışmasını teşvik etmek açısından yine de değerli olacaktır.

“Kararlar Brüksel veya Paris’te değil, Bamako, Ouagadougou, Niamey’de alınacak” | Mikaela Nhondo Erskog ile röportaj*

S

ahel Devletleri İttifakı, AES ile ilgili hazırladıkları “Sahel Egemenlik Arayışında” dosyasıyla ilgili Tricontinental ile iletişime geçtik. Dosyayı hazırlayanlardan Erskog sorularımıza içtenlikle cevap verdi.[1]

Nijer, Mali ve Burkina Faso’dan oluşan ittifak; kamulaştırmalar, muazzam bir enerji açığa çıkaran halk seferberlikleri ile birlikte emperyalizmin öfkesini çekmesiyle de gündeme geliyor.

Bu ittifakın egemenlik coğrafyası yeryüzü uranyumunun çok büyük bir kısmını barındırması gibi doğal; ABD’nin en önemli bölgesel dron üslerini (AES’in kuruluşu sonrası egemenliğe aykırı bulunduğu için kapatıldı) kapsıyor olması gibi askerî; dekolonyal bir isyan rengi barındırması gibi politik etkilere hem sahip hem bu etkileri yaratan; aynı zamanda Fransız sömürgesi Yukarı Volta’yı altüst edip onurlu insanlar ülkesi Burkina Faso’yu kuran Sankara’nın hikâyesine de sahip.

İşte AES ile ilgili Mikaela Nhondo Erskog’un sorularımıza cevapları:

Batı Sahel’de bir kez daha gördük ki, Afrika’da Fransız baskısına karşı direniş büyüyor; Fransız emperyalizmi kan kaybediyor ve eski kolonilerinden kovuluyor. Güç dengelerindeki değişiklikler, dünyanın farklı coğrafyalarında bölgesel olarak gelişen savaşlarda da görülüyor. Fransız emperyalizminin özellikle Batı Sahel’de güç kaybettiği doğru olsa da, diğer emperyalist ülkeler nasıl bir konum alıyor?

Fransa sahadan çekildi: Son Fransız birliği 22 Aralık 2023’te Nijer’den ayrıldı ve böylece on yılı aşkın süredir devam eden konuşlanmayı sona erdirdi ve Paris’in Orta Sahel’deki karşı-ayaklanma faaliyetlerinin bir dönemini kapattı. Bu model çöktükçe ABD de yön değiştirdi. Niamey’in Kuvvetler Statüsü Anlaşması’nı (SOFA) reddetmesinin ardından Washington, 7 Temmuz 2024’te 101 No’lu Hava Üssü’ndeki tesisini kapattı ve 5 Ağustos 2024’te 201 No’lu Hava Üssü’nden çekilme sürecini tamamladı. AFRICOM, Eylül 2024’te çekilmenin tamamlandığını doğruladı. Tüm bunlar; daha hafif, daha kolay yer değiştirebilen bir kuvvet yapısına ve siyasi-mali koşullara dayalı bir etki gücüne doğru açık bir kayma anlamına geliyor. ABD’nin güvenlik yapılanması Sahel’in merkezinden Gine Körfezi kıyılarına kayıyor. Washington artık “kıyı ortakları” olarak adlandırdığı özellikle Gine ve Benin gibi ülkeler üzerinde yoğunlaşıyor. Bu ülkeler üslenme, keşif-gözetleme (ISR) ve eğitim faaliyetleri için merkezler hâline geliyor. ABD, Benin’de bir havaalanını yenilemeye başladı ve burada özel kuvvetler danışmanlığı ile sınır güvenliği eğitimini yaygınlaştırdı. Aslında Benin, tıpkı bir zamanlar Nijer’in olduğu gibi, ABD’nin ayak izini hafif ve yer değiştirebilir tutarken, ortak ülkelerin öncülüğünde yürütülen operasyonlara destek veren bir keşif karakolu hâline fiilen gelebilir.

Bu yeniden konumlanma, sınır bölgelerinde kötüleşen güvenlik tablosuna karşı gerçekleşiyor. Batı’nın hava ve keşif desteğinin ortadan kalkmasıyla birlikte, ISGS, JNIM[2] ve onlarla bağlantılı aşırı gruplar daha fazla hareket alanı kazandı ve Gine Körfezi’ne doğru güneye ilerlemeye başladı. Bu yalnızca teorik bir tehlike değil: Benin’in kuzeyinde, düzinelerce Beninli askerin hayatını kaybettiği Nisan 2025 saldırıları da dâhil olmak üzere, ölümcül saldırılar yaşandı. Bu durum, çatışmanın Sahel bölgesinden kapasitesi yetersiz kıyı devletlerine taştığını açıkça gösteriyor.

Aynı zamanda Mali, Burkina Faso ve Nijer, AES (Alliance des États du Sahel – Sahel Devletleri İttifakı) çatısı altında birleşerek kendi aralarındaki ekonomik, siyasi ve güvenlik işbirliğini derinleştirdiler. Ayrıca diğer ülkelerle de güvenlik alanında işbirliği geliştiriyorlar. AES açısından Wagner’in resmî halefi olan Rusya’nın “Afrika Kolordusu”, Batılı ortaklıklara açık bir alternatif oluşturuyor. Moskova’nın teklifi, eğitmen desteği, askerî ekipman ve siyasi koruma unsurlarını birleştiriyor. Bu da AES’in, cezalandırıcı olarak görülen ECOWAS[3] çerçevelerinden bağımsız biçimde güvenliği kendi kontrolünde yürütme hedefiyle örtüşüyor.

Konunun bir de Ankara boyutu var. Türkiye, Mali, Nijer ve Burkina Faso’ya Bayraktar TB2 SİHA satışı, özel şirketler aracılığıyla verilen eğitimler ve ticari varlığın hızla artmasıyla birlikte bu süreçte fırsatçı bir galip olarak öne çıktı. Türk inşaat firmaları Niamey’deki Diori-Hamani Havalimanı’nın yeni terminalini tamamladı ve Bamako’daki hastane projeleriyle de bağlantılılar. Fransız havayollarının kısıtlanmasıyla oluşan boşluk, Türkiye’nin neredeyse günlük hava bağlantılarıyla kısmen dolduruluyor. Bu durum, klasik Türk devlet-ticaret uyumunun bir örneği: savunma ihracatı kapıları açıyor, ardından inşaat, lojistik ve havacılık sektörleri bu kapılardan hızla giriyor.

İleriye bakıldığında, Trump dönemi politikalarının yeniden gündeme gelme olasılığı belirsizlik yaratıyor. Olası bir “Önce Amerika” (America First) anlayışının benimsenmesi söz konusu: USAID bütçe kesintileri, “demokrasi yardımı” programlarına sınırlamalar ve hattâ AFRICOM’un (ABD Afrika Komutanlığı) yeniden yapılandırılarak EUCOM (Avrupa Komutanlığı) bünyesine alınması gibi adımlar gündeme gelebilir. Bu tür hamleler, ABD’nin bölgedeki varlığını ve etkisini daha da azaltırken, Rusya, Türkiye ve (daha sınırlı ölçüde de olsa) Çin gibi aktörlere daha geniş bir hareket alanı sağlayacaktır.

Özetle: Batı, stratejisini kıyı ülkelerinin direncini artırmaya ve sınırlı işbirliklerine dayalı olarak yeniden şekillendiriyor. Ancak sonuçlar, bu devletlerin güçlü bir hava desteği veya keşif/gözetleme (ISR) kapasitesi olmadan savunma hatlarını koruyup koruyamayacaklarına ve AES’in yeni kazandığı manevra alanını (ödemeler, maden ve enerji sektörlerinde kamu payları, bölgesel standartların oluşturulması gibi adımlarla) egemen kalkınmayı kurumsallaştırmak için kullanıp kullanamayacağına bağlı olacak. Böylelikle ister Batılı ister Batı dışı olsun dış ortaklıklar, halkın taleplerine hizmet eden, bağımlılığı yeniden üreten değil, onu aşan bir nitelik kazanabilir.

Macron’un ittifaka karşı söylemleri, giderek artan agresif bir tonla devam ediyor. Bölgedeki diğer emperyalist devletlerin bıraktığı miras da açıkça ortada. Ancak, protestolarda ve diplomatik ilişkilerde Rusya ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik sempati ve bu ülkelerle kurulan yakın bağların arttığı da açıkça görülüyor. Ancak bazıları, bunun yalnızca sömürge ilişkilerinin öznesinin değişmesinden ibaret olduğunu söylüyor.

Ayrıca, dönüşümün ciddi dinamiklerinin yalnızca Batı’da değil, Afrika Boynuzu’nda ve Kuzey’de de adım adım ortaya çıktığını belirtmek önemli. Bu dönüşümü kıta halkları açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir sahneyle başlayayım. Kasım 2024’teki dayanışma konferansında, AES bayraklarının yanında biri Rusya bayrağını dalgalandırdı; elinde o bayrağı tutan genç, Çin bayrağı bulunan bir eşofman ceketi giymişti. Bu, Batı’ya yönelik büyük, filtrelenmemiş bir reddiye gibiydi. Kalabalık, yıllardır fısıldanarak söylenen şeyi yüksek sesle dile getiriyordu: Alternatif olmadığı söylenmesinden bıktık. O an, bugün yaşananların iki katmanını yansıtıyordu: birincisi, eski düzene karşı halkın reddi; ikincisi ise, bu reddi somut yeteneklere dönüştürme yönündeki devlet aklı çalışması. Politik ekonomi açısından, Tricontinental’ın Hiper-Emperyalizm (2024) çalışması (ben de bu çalışmanın hazırlanmasına katkıda bulundum), bayrakların neden önemli olduğunu, ama aynı zamanda neden yeterli olmadığını açıklamaya yardımcı oluyor. Hiper-emperyalizm, egemenliğin sadece askerlerle ilgili olmadığı bir sistemi ifade eder; eski sömürge üniformaları ortadan kalktığında bile Küresel Güney’i tâbi tutan, finans, standartlar, yaptırımlar, hukuk savaşı, veri toplama ve anlatı gücünden oluşan yoğun bir ağa işaret eder. Bu sistemde “ortak seçmek” ancak koşulları değiştirirsen anlamlı hâle gelir; yerel içerik zorunlulukları, kamu payları, teknoloji transferi, ödeme sistemlerinin reformu ve değer kaybını önleyecek bölgesel standartlar gibi. Sahel Seeks Sovereignty[4] dosyamızın AES için ısrarla vurguladığı kurumsal dönüşüm tam da budur.

Sahada, insanların neden Moskova’yı bir güvenlik denge unsuru, Pekin’i ise altyapı ve sanayi alanında bir ortak olarak gördüklerini anlamak zor değil. Fransa ve ABD geri çekildiğinde, Rusya AES ortak gücünü desteklemeyi taahhüt etti ve varlığını Afrika Kolordusu (Africa Corps- Wagner sonrası oluşum) aracılığıyla resmîleştirerek, kendisini koşullar ve vetolarla eşanlamlı hâle gelen Batı “ortaklıklarına” alternatif olarak açıkça konumlandırdı. 2024-25’te, Sahel’e konuşlandırılan veya bayrağını değiştiren Rus personeli ve Moskova, kamuoyu önünde üç hükûmete ekipman ve eğitim sağlama sözü verdi. Bu, etkinliği ne olursa olsun, açık bir siyasi sinyaldir.

Kalkınma cephesinde ise Çin’in rolü somuttur. CNPC[5] tarafından inşa edilip işletilen 1.950 kilometre uzunluğundaki Nijer–Benin boru hattı, Nijer’in ilk ham petrol ihracatını 2024 Mayısı’nda denize ulaştırdı; sabotajlar ve sınır ötesi gerilimlerle dolu zorlu bir yazı atlattıktan sonra, yapılan müzakerelerin ardından 2024 Ağustosu’nda ihracata yeniden başladı. Bu, denize kıyısı olmayan bir AES ülkesinin, kendi koşullarıyla deniz ticaretine fiziksel olarak erişebileceğinin bir kanıtı niteliğindedir. Mali’de ise devlet, 2023 tarihli madencilik yasasını kullanarak Ganfeng[6] ile yapılan 2024–25 yeniden yapılandırması kapsamında Goulamina lityum projesindeki hisselerini %35’e çıkardı. Bu artış, spodümen işleme tesisiyle bağlantılı olarak gerçekleştirildi. Bu, Afrika’da pil metallerinin kamu gelirine ve en azından ilk işleme aşamasına dönüştürülmesinin nadir bir örneğidir. Bunlar bir kürsüdeki logo gösterilerinden ibaret değildir; mali ve endüstriyel manevra alanını genişleten, tarihlenmiş, kontrol edilebilir adımlardır.

Peki bu “sadece hamileri değiştirmek” mi? Devletler sadece tedarikçileri değiştirirse öyle olabilir. Ama olmak zorunda da değil ve işte mesele de tam da burada düğümleniyor. Hiper-Emperyalizm çalışması, egemenliğin çekirdeğinin artık sistemik olduğunu ve bu döngüyü kırmanın, daha fazla değeri ülke içinde ve bölgede tutabilecek kurumlar inşa etmeyi gerektirdiğini savunuyor. 6 Temmuz 2024’te Niamey’de imzalanan AES Konfederasyon Antlaşması da bu yönde bir adım atıyor: ortak güvenlik, ödeme ve finans sistemleri, maden ve enerji alanlarında kamu payları, standartlar ve üç ekonomiyi yalnızca ihracat bölgesi toplamı olmaktan çıkaracak bir lojistik ağı. Eğer bu kurumlar gelişirse, o Rus bayrağını taşıyan ve Çin ceketini giyen çocuk yeni efendileri kutlamıyordu; o, bir pazarlık stratejisine işaret ediyordu, farklı bir bayrak altında bağımlılığı yeniden üretmek yerine, rekabet hâlindeki dış bağlantıları kullanarak egemen kapasite inşa etme stratejisini.

Başka bir deyişle: Rusya ve Çin’e duyulan görünür sempati, gerçek deneyimlerden kaynaklanıyor. İnsanlar Batı’nın “güvenliği”nin güvenlik sağlamadığını ve “kalkınmasının” sanayi olmadan gerçekleştiğini gördüler. Sahel’de, ama aynı zamanda Afrika Boynuzu ve Kuzey Afrika’da da gördüğüm dönüşüm, hizalanmayı “oynamaktan” özerkliği “inşa etmeye” geçiştir. Benim ölçütüm de bu: geçit töreninde kimlerin durduğuna değil, gelecek yıl bu yıla kıyasla kamu denetiminde daha fazla trafo merkezi, klinik, tahıl silosu, jenerik ilaç üretim hattı ve işleme tesisi olup olmadığına bakarım. Eğer AES, Rusya’nın güvenlik desteğini ve Çin’in sanayi finansmanını, yerel içerik ve teknoloji transferini güvence altına alan bölgesel kurumlar aracılığıyla değerlendirirse, o zaman bu dönem yalnızca bir protesto jesti olmaktan çıkar ve Aşırı Emperyalizm’in 21. yüzyıl imparatorluğunu aşmak için gerekli olduğunu söylediği egemenlik mimarisine dönüşür.

Nijerya Okullar Birliği Genel Sekreteri Al-Hassan’ın Kasım 2024 Konferansında yaptığı konuşmayı hatırlarsak, İttifak liderlerine şöyle demişti: “Siz halkın yanındaysanız sizi destekleriz. Aksi takdirde, sömürgecilere karşı savaştığımız gibi size karşı da savaşırız.” Emperyalizmin Afrika’yı derinlemesine sömürmesi ile sosyalizmden etkilenen ulusal kurtuluş hareketleri ve Pan-Afrika hareketleri her zaman bir arada var olmuştur. Bu mücadele, Sankara, Sekou Toure, Kwame Nkrumah, Amilcar Cabral ve Lumumba gibi liderleri de ortaya çıkarmıştır. İşte bu yüzden özellikle Traoré, bir figür olarak sık sık Sankara ve diğer Afrika kahramanlarıyla karşılaştırılmaktadır. Batı Sahel ittifakı ülkelerinin liderlerinin bu sorumluluğu/yolu benimsediğini düşünüyor musunuz?

Öncelikle, bu iktidar değişim döngüsünün gerçekte ne olduğunu ve onu oluşturan unsurları ele almalıyız. İlk olarak, Batı Afrika Halkları Örgütü başkanı Philippe Toyo Noudjenoume Archives, 2020’de başlayan bu son darbeleri “egemenlik için askerî müdahale” olarak nitelendirmişti. Bu darbeler, saray entrikalarından değil, güvensizlik ve yeni sömürgeci vesayete karşı yıllarca süren halk hareketlerinden doğdu. 2017’den 2022’ye kadar halk CFA[7] frangına karşı yürüyüşler düzenledi, Burkina Faso’nun Kaya kentinde Fransız konvoylarını durdurdu (Kasım 2021), Mali’de Bouti’nin düğün partisine düzenlenen hava saldırısını protesto etti (Ocak 2021) ve Mali’deki Ogossagou gibi katliamların ardından şu temel politik soruyu gündeme getirdi: Sivilleri kim koruyor ve kimin şartlarına göre? Bu sokaklar, daha sonra cuntaları kısıtlayan kırmızı çizgileri belirledi.

İkincisi, bu darbe liderleri farklı bir sınıfsal çıkarı temsil ediyorlar; genellikle elit fraksiyonlar ve oportünizmden doğan “albay darbeleri” değil, kitle duyarlılığına daha yakın olanların “yüzbaşı darbeleri”. Onların sınıfsal bağları ve yaşam çizgileri, kırsal bölgeler, pazar kasabaları, devlet üniversiteleri ve destekçileriyle aynı kemer sıkma politikalarının vurduğu alanlardan geçiyor. Bu yüzden Traoré gibi bir figür yankı uyandırıyor; onun söylemi açıkça anti-emperyalist ve halk egemenliğine dayalı, teknokratik “istikrar” söylemi değil. Bu müdahaleler, 1960’lardan 1980’lere uzanan klasik darbe modelinden farklı. O dönemde ordular çoğu zaman anti-emperyalist hükûmetleri devirip kendilerini dış hamilerin korumasına demirlerdi. Günümüzün liderleri ise farklı derecelerde de olsa, dış güçlerle bağlarını koparıyor, AES Konfederasyonu aracılığıyla bölgesel özerkliği savunuyor ve resmî bildirilerde “kararlar Brüksel veya Paris’te değil, Bamako, Ouagadougou, Niamey’de alınacak” gibi ifadelerle siyasi niyetlerini açıkça ortaya koyuyorlar. Bu, her ne kadar bunu hayata geçirecek idarî kapasite henüz eşit biçimde gelişmemiş olsa da bağımlılığı tersine çevirme arzusunu ifade ediyor.

Üçüncüsü, tabandan gelen örgütlerin katılımının rolü (üç ülkede de eşit olmasa da) merkezî bir öneme sahip olmuştur. Niamey’de elçilikleri ve üsleri çepeçevre saran kitle cepheleri, cuntayı alkışlamak için harekete geçmedi; yabancı garnizonları kovmak; anlaşmaları yayımlamak şartları dayatmak için harekete geçti – yabancı garnizonları kovmak; anlaşmaları yayımlamak ve değerleri iade etmek gibi şartları dayatmak için harekete geçmiştir. Niamey’deki öğrencilerin “Halkın yanında olduğunuz sürece sizi destekleriz; aksi takdirde, sömürgecilere karşı savaştığımız gibi size karşı savaşırız” şeklindeki söyleminin ardındaki mantık da budur. Bu şartlı yetki, şu anda Sahel’deki en önemli hesap verebilirlik mekanizmasıdır.

Son olarak, sert güvenlik çerçevesinin ötesinde bazı ulus inşa projeleri girişimleri de görüyoruz. İşte tam burada, Sankara tarzı bir sorumluluk aramak gerekiyor. Eğer egemenliği bir slogandan fazlası olarak ciddiye alıyorsak, Mali’nin şu anki yönelimi öğretici niteliktedir. Mali’nin “Yeni Mali: 2063 Vizyonu” başlıklı öngörü raporuna dayanan 2024-2033 Ulusal Kalkınma ve Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi, yenilenmeyi üç medeniyet direğine dayandırıyor: Manden Şartı (1236), Massina İmparatorluğu’nun hukuk kuralları (1818-1862) ve Timbuktu el yazmaları gelenekleri.[8] Buradaki amaç, sergilenecek bir miras yaratmak değil; devlet aklı için işleyen bir dilbilgisi kurmaktır: sosyal adalet, kolektif yönetişim, çevresel sorumluluk ve iktidarın yasal denetimi. Bu nedenle Vizyon, egemenlik için yetiştirilmiş bir vatandaş olan “yeni Malili bireyin” (Maliden kura) oluşturulmasından bahsediyor. Böylece yeniden inşa süreci hem siyasal hem de uygarlık boyutuna sahip oluyor. Peki bunun anlamı ne? Vizyon, halkın katılımı ve yönetişim, eğitim, adalet ve ekonomi politikalarında “yeni bir içsel kalkınma modeli” (Mali Kura Taasira) aracılığıyla inşa edilen, stratejik sektörler üzerinde kontrolünü ortaya koyan güçlü, ekonomik açıdan egemen bir devleti öngörmektedir. Bu, kültürel bütünlüğü ve egemenliği kalkınmanın merkezine koyarak bağışçıların şablonlarından açıkça ayrılmaktadır.

Burkina Faso da aynı ruhu pratik yönetişime dönüştürüyor. Bu bir halkla ilişkiler faaliyeti değil; parçalanmış toplumsal dokuyu yeniden örmek üzere hazırlanmış bir müfredat, öğretmen eğitimi ve idarî rehberlik programıdır. Ekonomik açıdan bakıldığında, yerel tasarrufların mobilizasyonu (CDI-BF), kalkınmayı ulusal koşullarda finanse etmeyi amaçlıyor; devlet, âtıl durumdaki endüstrileri canlandırdı, tarımsal işlemeyi (domates, pamuk) genişletti ve Sahra sıcaklarında da kullanılabilir sınıflar yaratmak amacıyla biyoklimatik okul tasarımlarını denemeye başladı. 2024 Ağustosu’nda devlet Boungou ve Wahgnion madenlerini kamulaştırdı, 2024-2025 yıllarının sonlarında varlıkları SOPAMIB[9] çatısı altında birleştirdi ve yeni madencilik yasasında yer alan %15 bedelsiz kamu payını uygulamaya koyarak, buna uymayan işletmelere ruhsat iptali tehdidinde bulundu. Bu, performatif değil, kurumsal bir dönüşümdür. Yol düzensiz olsa da gerçektir. Sokak bu görevi yarattı; AES ona bölgesel bir biçim verdi; ve şimdi devlet aygıtı, kendinden emin ama aynı zamanda doğaçlamacı bir biçimde, değeri korumak ve temel ihtiyaçları karşılamak için yeniden donatılıyor. Eğer bu hükûmetler sözleşmeleri kamuya açıklar, sendikalarla kadın ve gençlik örgütlerini denetim mekanizmalarına dâhil eder ve kaynak gelirlerini kliniklere, elektriğe, sulamaya ve okullara dönüştürürse, o zaman Sankara benzetmesi bir metafor olmaktan çıkıp bir yönteme dönüşür. Ama şeffaflık yitirilir ya da sosyal kazanımlar olmaksızın sadece bayraklar değişirse, kapıyı açan aynı halk hareketleri onu kapatacaktır. İşte bu hem diyalektik hem de güvencedir.

Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğunun (ECOWAS) etkisi azalmış olmasına rağmen bölgede hâlâ belirli bir nüfuza sahip olduğu bilinmektedir. Nijerya da bölgede önemli bir askerî güce sahiptir. Bu noktada, bu iki ittifakın bir arada var olması mümkün müdür?

Birlikte var olmak, Batı Afrika’nın “ya tek bir, reforme edilemez bölgeselcilik ya da hiçbir şey” ikilemine sıkışmak zorunda olduğu kurgusundan vazgeçtiğimiz takdirde mümkündür. Değişken biçimli bölgeselcilik zaten dünya genelinde mevcuttur. Pragmatik bir yol ise şöyle olabilir:

  • Siyasi anlaşmazlıklara rağmen ekonomik iş birliği: Sınır ötesi ticaret koridorlarının açık tutulması, standartların karşılıklı tanınması, ortak hastalık gözetimi ve meteorolojik hizmetler.
  • Enerji ve ödeme alanında işbirliği: Siyasi ayrılıklar olsa bile, bağlantı hatları ve takas mekanizmaları vatandaşların maliyetlerini azaltır; kimse mükerrer altyapıdan fayda sağlamaz.
  • Güvenlik geriliminin azaltılmasına yönelik kanallar: sınır olaylarını ve yanlış hesaplamaları önlemek için savunma bakanları arasında sürekliliği olan bir forum oluşturulması.
  • ECOWAS’ın egemenlik maddelerine ilişkin reformu: Rejim değişikliği görevlerinden uzaklaşarak, halk odaklı kalkınma anlaşmalarına yönelmek, kamu yatırımlarının koordinasyonu, gıda rezervleri ve şok tamponları oluşturmak

Nijerya’nın iç ihtiyaçları (istihdam, enerji güvenilirliği, çiftçi güvenliği) Sahel bölgesinin öncelikleri ile örtüşmektedir. Demiryolu, gübre ve elektrik takası alanlarında işbirliği, retorik yerine somut sonuçlar üzerinde bir arada yaşama sürecini sağlamlaştırabilir.

Sosyal medyada madenlerin ve ilaç şirketlerinin kamulaştırıldığına dair onlarca haber dolaşıyor. İttifakın klasik sosyalist merkezî planlamayı hemen benimseyeceğini söylemek cesurca olur. Ancak sosyalist ekonomi politikalarına doğru bir eğilim olduğunu söylemek cesurca olur mu?

Mao ve Fidel, devrimlerinden ancak birkaç yıl sonra devlet projelerinin sosyalist niteliğini resmen ilan ettiler. Amilcar Cabral gibi devrimci liderler ise kendilerini açıkça “sosyalist” olarak tanımlamadılar; ancak sınıf, kültür ve halkın ihtiyaçlarına göre üretim merkezli analiz ve pratikleri, sosyalist gelenekle uyum içindeydi. Günümüz liderlerinin bir etiket benimsemeleri konusunda temkinliyim; isimler bölücü olabilirken, uygulamalar birleştirici olabilir. Aynı zamanda, bazı seçimlerin, biz onlara öyle ad versek de vermesek de, sosyalist çalışma biçimlerine alan açtığını söylemek doğru olur.

Bu açıdan bakıldığında, Sahel bölgesinin yönelimi klasik emir-komuta planlamasından ziyade kamu yararına odaklı, egemen bir karma ekonomi modeline benziyor; ama yine de sol çevrelerin tanıdığı pek çok araç setini barındırıyor:

  • Kaynak egemenliği ve bunun takibi. Kamu payları (“ücretsiz taşıma” ve ücretli opsiyonlar dahil), haklı görülen durumlarda seçici kamulaştırmalar, daha sıkı denetimler ve ülke içinde işleme hedefleriyle, katma değerin yalnızca çıkarımdan öteye taşınması.
  • Üretim için kalkınma finansmanı. Yerel katma değer ve istihdamı destekleyen kamu kredi kuruluşları; döviz ve ödeme düzenlemeleriyle gelir kaçaklarını azaltmak ve kazancın yerel ekonomide dolaşımını sağlamak.
  • Temel ihtiyaçların maliyetinin düşürülmesi. Tahıl kurulları, depolama ve lojistik ağlarıyla gıda fiyatlarını istikrara kavuşturmak; temel ilaç stratejileri ve aşamalı yerli ilaç üretimi; kamu şebekelerine dayalı evrensel elektrifikasyon (elektrik altyapısının geliştirilmesi ve yayılması kastediliyor. ç.n.) – tüm bunlar egemenliği günlük yaşamda alım gücüne ve yetebilirliğe dönüştürüyor.
  • İnşa ederek öğrenme. Gerçek teknoloji transferiyle desteklenen yerel içerik tabanları, çıraklık yolları ve madencilik, enerji, tarım-sanayi alanlarına bağlı kamu Ar-Ge programları; çünkü egemenlik yalnızca mülkiyet değil, aynı zamanda yetkinlik gerektirir.
  • Örgütlü katılım. Bütçe görüşmeleri, sektör konseylerinde toplumsal temsil ve devlet işletmeleri ile büyük imtiyazların sendika/toplum denetimi. Böylece “halk için” ilkesi, yönetimde somut bir pratiğe dönüşür.

AES bunu hâlihazırda gerçekleştirdi mi? Kısmen, ancak dengesiz bir şekilde. Daha sağlam devlet yatırımları, mevzuat uygulamaları, yurtiçi tasarrufların harekete geçirilmesi, yeni tarımsal işleme girişimleri ve değer odaklı eğitim reformları gibi politikayı sosyal ihtiyaçlara yaklaştıran somut adımlara işaret edebiliriz.

Bu nedenle benim görüşüm kibar ama nettir: beyanları zorlamayalım, içeriği besleyelim. AES hükûmetleri, stratejik sektörlerde kamusal denetimi genişletmeye, yaşam maliyetini metalaşmadan çıkarılmış temel ihtiyaçlar aracılığıyla düşürmeye ve gelirlerin nasıl kullanıldığında halkın denetimini yerleştirmeye devam ederlerse, sözcüğün kendisi kullanılsın ya da kullanılmasın, gerçek bir sosyalist alan açmış olacaklardır. Bu, Cabral’ın ruhuna da uygun bir yaklaşımdır: maddî kazanımlara ve sınıfsal etkilerine göre değerlendirmek ve geniş, umut dolu ittifaklara kapıyı açık tutmak.

Batı Sahel halklarının bu mücadelesinden ne öğrenmeliyiz?

Egemenlik, somut bir altyapıdır. Nijer–Benin boru hattı, denize kıyısı olmayan bir ülkenin nasıl okyanusa ulaşıp ham petrol satabildiğini göstermektedir. Ağustos 2024’te akış yeniden başladığında, bu bir slogan değildi; milyonlarca varil taşındı, gelirler kaydedildi, pazarlık gücü kazanıldı.

Aşağıdan yükselen bölgeselcilik, seçkinlerin yeniden hizalanmasını zorlayabilir: Niamey konfederasyon antlaşması ve resmî ECOWAS’tan ayrılık (29 Ocak 2025), izolasyon değil ortak kurumlar kurma programıyla birlikte, onur ve kalkınma talep eden kitlesel baskı altında gerçekleşti. Dikkat ve denetim, liderleri dürüst tutar: SOMAÏR’ın[10] kamulaştırılması (Haziran 2025), sözleşmelerin kamuya açık olması ve faaliyetlerin istikrarlı olması durumunda bir kazanç haline gelir, bu nedenle madenciler sendikası üretimin devam edeceğini açıklamıştır.

Son bir ders ise sıralamadır. Dosya, gelir artışlarının ithalat ve döviz kaybı yoluyla sızmaması için kaynak politikasıyla birlikte ödeme/finans reformu, standartlar ve lojistik konularının ele alınmasını savunuyor. Bu da tahıl kurulları ve soğuk zincirle gıda güvenliğini sağlamak, jenerik ilaçlar için temel ilaç stratejileri geliştirmek ve demiryolu/enerji bağlantılarını kurmak anlamına gelir; egemenliğin sıradan ama hayati altyapısı, anti-emperyal duruşu okullara, kliniklere ve istihdama dönüştürür.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Bugüne kadar elde edilen sembolik ve stratejik kazanımlara rağmen, AES projesi kurumlara bağlı olarak ayakta kalacak ya da çökecektir. Önemli olan, ittifakın kalıcı kurumlar kurabilip kuramayacağı, gerçek ekonomik entegrasyonu teşvik edip edemeyeceği ve iç hedefleri bölgesel istikrarla uyumlu hâle getirip getiremeyeceği, böylece egemenliğin ara sıra değil rutin hâle gelip gelemeyeceğidir. Kaynak yönetimi konusunda bölgesel koordinasyon, Sahel para birimi önerileri, serbest dolaşım için AES pasaportu, elektrik şebekesi ve ulaşım bağlantısı, daimi ortak kuvvet ve Güney-Güney işbirliğine açık bir dönüş gibi yeni girişimleri, egemenlik, kendi kendine yeterlilik ve halkın katılımına dayalı bir kalkınma paradigmasına doğru atılan ilk adımlar olarak görüyorum. Bunların hiçbiri garanti edilemez; paradigma kırılgan ve kapasite dengesizdir. Ancak bu, emperyal komuta modelinin kesin bir şekilde reddedilmesi anlamına gelir ve Küresel Güney’in özgürleşme arzularıyla yankı bulan bir siyasi ufuk açar. Benim için ileriye dönük test budur: büyük sözleri, insanların hissedebileceği gündelik kurumlara dönüştürmek: ödemeler zamanında ve eksiksiz gerçekleşmeli, sınırlar emekçiler için çalışmalı, standartlar ücretleri yükseltmeli ve kamu hizmetleri zamanında ulaşmalı.

Ve bunların hiçbiri tabandan gelen dayanışma olmadan ayakta kalamaz. Sadece devletler arası jestler değil, halkın dayanışması gerekir: sınır ötesi ücret ve güvenlik standartlarını koordine eden sendikalar; gıda ve sağlık sistemlerini şekillendiren çiftçi ve kadın örgütleri; sadece konuşmalar değil, becerileri de aktaran öğrenci değişimleri ve teknik eğitimler; dezenformasyona karşı gerçeği savunan medya ağları; ve bir ülke sıkıntıya düştüğünde pratik destek: ilaç, tohum, yedek parça, enerji ve ödeme desteği. Egemenlik gerçek olacaksa, halk bunu hissetmeli ve birlikte inşa etmeye yardımcı olmalıdır.

*Mikaela Nhondo Erskog, Tricontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünde eğitimci ve araştırmacıdır. UCKAR ismiyle bilinen üniversiteden tarih alanında yüksek lisans, beşerî bilimler alanında lisans derecesine sahiptir.

 

[2] ISGS: The Islamic State in the Greater Sahara, Büyük Sahra İslam Devleti; İslam Devleti’nin (IŞİD, DAİŞ, ISIL) Sahra kolu.

JNIM: Jama’a Nusrat ul-Islam wa al-Muslimin, Mağrip ve Batı Afrika’da aktif, El Kaide ve lideri Eymen Zevahiri’ye biat etmiş olan selefi cihatçı grup.

 

[3]           The Economic Community of West African States, Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu. Başta Fransız, Batı etkili ekonomik topluluk. 5’i Fransızca, 5’i İngilizce, 2’si Portekizce konuşulan 12 üyeden oluşuyor. Üyeler; Benin, Yeşil Burun adaları, Gambiya, Gana, Gine, Gine Bissau, Fildişi Sahili, Liberya, Nijerya, Senegal, Sierra Leone ve Togo’dur. 320 milyondan büyük bir nüfusu kapsıyordu. Sahel Devletleri İttifakını kuran Burkina Faso, Mali ve Nijer’le birlikte Gine de topluluktan ayrıldı/uzaklaştırıldı.

 

[4] “Sahel Seeks Sovereignty” dosya isminin çevirisi; Sahel Egemenlik Arıyor.

 

[5] Çin Ulusal Petrol Şirketi; Çin devletine ait (SOE, state-owned enterprises) dünyanın en büyük petrokimya şirketlerinden biri.

 

[6] Lityum üretim şirketi. Kamu mülkü SOE olmayan, Çin devleti ile yüksek stratejik uyum kapsamında ilişki kuran Şangay-Hong Kong temelli şirket.

 

[7] Afrika Finans Topluluğu.

 

[8] Batı Afrika’nın siyasal ve entelektüel tarihinde, yazılı olmayan anayasal geleneklerin ve İslam hukukuyla harmanlanmış yerel hukuk sistemlerinin erken örnekleri… Manden Paktı (1236), Mali İmparatorluğu’nun kurucusu Keita’ya atfedilen, toplumsal barış, köleliğin sınırlandırılması, kadınların ve yabancıların korunması gibi ilkeleri düzenleyen sözlü bir “anayasa” niteliğindedir; Afrika’da insan hakları düşüncesinin en eski tezahürlerinden biri sayılır. Massina İmparatorluğu’nun hukuk kuralları (1818–1862) ise günümüz Mali’sinde, Fulani (Peul) lider Seku Amadu tarafından İslam şeriatını yerel teamüllerle birleştirerek oluşturulmuş bir yönetim modelini temsil eder; adalet, vergi, mülkiyet ve dinî otoriteyi ayrıntılı biçimde tanımlamıştır. Timbuktu el yazmaları geleneği ise 14.-19. yüzyıllar arasında Timbuktu’daki medreselerde üretilmiş binlerce Arapça ve yerel dillerdeki metinden oluşur; astronomiden fıkha, şiirden ticaret hukukuna uzanan bu külliyat, Sahra-altı Afrika’da köklü bir entelektüel yaşamın varlığını belgeler. Üçü birlikte, Afrika’nın modern öncesi döneminde hukuk, ahlâk ve bilgi üretiminin yalnızca Avrupa merkezli olmadığını hatırlatan güçlü örneklerdir.

 

[9] Société de Participation Minière du Burkina (SOPAMIB): Burkina Faso devletinin maden sektöründeki stratejik varlıklarını elinde tutmak, işletmek ve yönetmek üzere kurduğu devlet-mülkiyeti bir şirket olarak işlev görmektedir. Özellikle ülkenin altın rezervleri ve yabancı şirketlerce işletilen maden sahalarının devletleştirilmesi sürecinde merkezî bir rol almaktadır.

 

[10] Nijer’de, Aïr çöl bölgesinde yer alan uranyum madenleriyle faaliyet gösteren bir maden şirketidir.

Fransız nükleer/uranyum şirketi Orano (eski adıyla Areva) yaklaşık %63.4 hisseye sahip; devlet-mülkiyeti maden kuruluşu SOPAMIN (Nijer) tarafından %36.6 hissesi bulunuyordu. Nijer hükûmeti 2025 yılı ortalarında Somaïr madenini ulusallaştırma kararı almıştır; bu karar şirketin sahibi Orano ile ilişkilerde ciddi gerilim yaratmıştır.