Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Saray Rejimi, seçim ve barış tartışmaları

Bir yandan “barış” görüşmeleri gibi “belirsiz” bir süreç, diğer yandan ise, Saray’ın artan saldırıları altında “seçim” geliyor naraları. 

Sahi ne oluyor? Bu iki sürece birlikte bakmayı deneyelim.

Ekim 2024’de, Bahçeli eli ile devlet ya da NATO ve ABD, Kürt meselesi konusunda birtakım adımlar atmaya başladı. “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” nutkunu atmadan önce, devletin Bahçeli’si el sıkmaya başladı. Bugün hâlâ, bu yolda olduklarını ifade ediyorlar. “İç cepheyi güçlendirmek” ilerlemiştir, yeni adı “terörsüz Türkiye”dir. Bir tek devlet terörü olacak, o kadar ki, her karşı ses, her başkaldırı terör olarak adlandırılmalıdır. 

Öte yandan, 19 Mart’ta, kitlelerin “böyle yaşamak istemiyorum” eylemleri geldi. Saray, İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip, kendisini tutuklayınca, kitlelerin öfkesi taştı ve gerçekte Saray Rejimine karşı, “böyle yaşamak istemiyorum” gösterileri başladı. Yoksa mesele ne CHP, ne İmamoğlu meselesi idi.

Bu iki süreç birlikte yaşanıyor.

Bir yandan, sanki Saray Rejimi, barış için adımlar atacak umudu yeşertiliyor. PKK, bu konuda kendinden talep edilen, (a) silah bırakma, (b) partiyi feshetme kararlarını, söylendiği tarihlerde kongresini toplayıp aldı. Ama devlet tarafından atılan bir adım pek görülmüyor. Gizlisi varsa bilmiyoruz. Ama bir örnek olarak, infaz yasası düzenlemesi ile bir yasayı devreye sokmak ve Kurban Bayramı öncesinde kapsamlı değişiklikler yapmak umutları, Kürt hareketi için bir anlamlı sonuç vermedi. Dağ fare doğurdu diyenler var, beklentiyi bilemiyoruz, ama ortada bir dağ var mı, doğurduğu fare olsun? Görünen o ki, sadece Öcalan için, muhtemel bir ev hapsi gibi hazırlıklardan söz edilebilir. Buna rağmen, kendini feshetmiş olan PKK’den, daha ileri adımlar atmasını bekliyorlar. Kendilerine yeterli gelecek şeyleri elde etmek istiyorlar. Bir yandan, “kardeşlik”ten söz ediyorlar, diğer yandan, devletin Kürt hareketine saldırıları ara vermiyor, savaş ve katliam politikaları devam ediyor. Adına da “barış” demekten çekinmiyorlar. 

Öyle ya, “barış”, savaşan cephelerin hangisinden dile gelmiş olursa olsun, hep “aynı renge” sahip değildir. Bir cephenin barışı kara bir renge sahip olabilirken, diğerinin barışı kırmızı olabilir. Kara renkli barışlar, genellikle, bir cephenin beyaz bayrak kaldırması ile başlar. Saray Rejimi, NATO ve ABD tarafından ortaya konulan ve Bahçeli eli ile el sıkışma süreci ile başlayan barış, giderek daha net görünecek biçimde, savaş aldatmacasının bir parçası olarak şekilleniyor.

Kavramları iğdiş etme, egemenlerin her zaman bir “tutkusu” olmuştur. Mesela, “demokrasi götürmek” böyledir. ABD, dünyanın birçok yerine demokrasi götürmüştür ve milyonlarca çocuk, kadın, erkek ölmüştür. Mesela “medeniyet”, çok ilgiye değerdir. Dünyanın en büyük katilleri, “medeniyet”in temsilcileri olmuştur ve ağızlarından ateş fışkırıyor, elleri kana bulanmış, dişlerini göstererek, “medeniyet” taşımaktan söz ediyorlar.

Barış da böyledir. Kimse barışa karşı çıkmaz. Ama nasıl bir barış? 

Saray Rejimi, bu yolla, aslında kendini daha da sağlamlaştırmaya çalışıyor. Efendilerine, verilen görevleri, mesela İran’a karşı saldırıda yer almayı başarmaları için, içeride ve dışarıda savaş politikalarına ihtiyaç duyduklarını, sağlamlaşmak gerektiğini söylüyor olmalılar. Herhâlde Kalın ve Fidan ikilisi bu iş için çok görev almışlardır. 

Saray Rejimi, elbette eninde sonunda ABD ve NATO planları çerçevesinde Ortadoğu’da kendinden istenenleri yapma konusunda hazırlanmaktadır. Bunun için, egemen, kendini güvende hissetmek istemektedir. Kürtleri kastederek, Trump’ın, “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlıyoruz” demesi, tam da bu anlamda, hem Kürtlere bir tehdittir (Gazze örneği gibi sözler bu nedenledir), hem de TC devletinden istenen görevi yapması için, Saray’ın elini rahatlatmak içindir. TC devletinin barıştan söz ettiği her zaman, katliam planlarının daha da detaylı hazırlandığından şüphe olunmaz. Tarihleri budur. 

Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, Kürt hareketini inandırmak için her yolu deneyecektir. Süreci, zaman kazanma politikalarının da bir parçası hâline getirecektir. Ortadoğu sürekli farklı gelişmelere gebe olduğu için, ABD’nin politikaları, son yıllarda sürekli değiştiği için, TC devletinin oyalama politikaları anlaşılmaz değildir. TC devleti, içinde bulunduğu zorlu durumda, her fırsatı değerlendirmek zorunda olan bir tetikçi olarak davranmaktadır. Yarın ola hayrola, TC devletinin fırsatçılığının örtüsüdür. Ama her hâl ve şart altında, içeride ve dışarıda savaş politikaları değişmeyecektir.

Sarayın şimdiki sakinleri, buradan kendi gelecekleri için bir yol da arayacaklardır. Bu elbette olacaktır. Ama konuya buradan bakıp da, kişisel veya ailesel geleceklerin kapsamında değerlendirmeler yapmak, Saray Rejimini anlamamaktır. Erdoğan iktidarı, tek adam rejimi, AKP-MHP faşizmi gibi adlandırmaların bu hataya düşme potansiyeli, zaten doğası gereği vardır. Bu nedenle, Saray Rejimini doğru anlamak büyük önemdedir. 

Elbette Erdoğan, kendinin yeniden seçileceği bir durumu, anayasa tartışmalarının içine koyacaktır. Ama bu durum, aslında tek yolmuş gibi ele alınamaz. Seçim yapmamak da bir yoldur ve dahası, egemen için, Erdoğan’sız Saray Rejimi de bir yoldur. 

Bugün, egemenin çeşitli blokları, ister yerli uzantıları, isterse ABD ve AB uzantıları, Saray Rejiminin geleceği için, Erdoğan’ın orada kalmasını istemektedirler. Bu anlaşılmaz değildir. Tüm Batı emperyalist sistemi ve ülkedeki tekeller için Erdoğan, oldukça kullanışlıdır. Yani, o ünlü söz ile, onu halının altına süpürmeleri için bir neden yoktur. Daha o noktaya gelinmiş değildir. Kaldı ki, iş halının altına sürülmekle de kalmayacaktır. Egemenlerin cephesinde durum budur. Hatta Erdoğan’ın kullanışlılığı, eskisine göre çok da daha fazla geçerlidir. Elinde hiçbir güç yoktur. 

Saray Rejimi, Erdoğan demek değildir. Ve Erdoğan’sız Saray Rejimi, egemenler için daha kötüdür, diye bir şey asla yoktur. Sadece bugün, istedikleri bu değildir. 

Öte yandan, 19 Mart’ta, İBB’ye kayyum atayamayan, kitlelerin sokağa çıkışı karşısında geri adım atan Saray Rejimi, CHP’nin sokak direnişinde her tereddüdünü kullanarak, yeni saldırı ve uygulamalar ortaya koyuyor.

O kadar ki, her hafta sonu, yeni bir operasyon devreye sokuluyor ve bu her operasyon için, özel medyatik hazırlıklar yapılıyor. Goebbels’in propaganda yöntemlerini andıran uygulamalar devreye sokuluyor.

19 Mart’ta ortaya çıkan direniş, gerçekte ne İmamoğlu ile ilgili idi, ne de CHP’nin etrafında şekillenmiş bir direniş idi. Özel, daha ilk gün, Saraçhane’ye akan kitlelerin nereden ve nasıl geldiğini, çevresine sormaktaydı. Onları aşan bir seldir bu. Onlar da şaşırmıştır ve sokakta, meydanlarda, barikatı aşan öğrenciler, Saray’a karşı mücadele için, öndersiz bir biçimde Saraçhane’ye yürümüşlerdir. CHP, Özel yönetiminde, Kılıçdaroğlu’nun korkusundan atamayacağı adımlar atmaya yönelmiştir. 

Sonuçta CHP, bir yandan, bu direniş sayesinde İBB’ye kayyum atanmasını önleme olanağı elde etti, diğer yandan ise korka korka, direnişin sularına kendini az da olsa bırakmak zorunda kaldı. Bu durum, Özgür Özel’in ve İmamoğlu’nun kararlı tutum almalarına yansıdı. Muharrem İnce, Kılıçdaroğlu, kazandıkları iki seçimi, Saray Rejiminin emri ile, Erdoğan’a teslim ettiler. Bu biliniyor. Ama İmamoğlu ve Özel ikilisi, acaba daha dirençli ve cesur hareket edebilir mi sorusu ortaya çıktı. Alttan gelen dalga, ya onları kenara atacaktı ya da onlar bu dalga ile yükselmesini bileceklerdi. Şimdilik ikincisi ortaya çıkmaya başladı.

İBB’ye kayyum atanmasını önleyenler, esas olarak alanlara akanlardır, CHP yönetimi değildir. CHP yönetimi, İBB binasının kapılarını kapatmış, kitlenin içeri girmesinden korkmuştur. Ama aslında İBB’ye kayyumu önleyen de bu direniş olmuştur. İktidar, İBB’nin işgalinden korkmuştur. Bu durum, CHP tarafından devlete raporlanmıştır. 

Ama karakteri gereği CHP, her zaman kitleleri direnişten uzak tutmak, sisteme ve devlete karşı yönelen öfkeyi, devletin kanatları altına sokup söndürmek için görevlidir. İşi budur. Kılıçdaroğlu bu işi kitleleri evinde tutmak yolu ile gerçekleştiriyordu. Her sesini çıkartma eylemini provokasyon olarak adlandırıyordu. Oysa şimdi, kitleler sokaktadır. Sokaktakini evine sokmak o kadar kolay değildir. Ve CHP, bir yandan, bu kitlesel karşı çıkışı söndürmek için, devlet adına elinden geleni yapmıştır, yapmaktadır. Bunu görmek gerekir. CHP mitinglerinin kalabalığı onlara yetmektedir. CHP, kitlelerin daha ileri gitmesini, bu yolla önlemektedir.

Devletçi mantık budur. CHP budur.

Onlara göre, belli sayıda imza toplamak, belli kalabalıklarla mitingler yapmak yeterlidir. Çünkü onların düşünüş tarzı şudur: İmza ve kalabalıklarla, CHP olarak, Erdoğan’ın kitle tabanının kalmadığını, Erdoğan’ın kaybettiğini göstermiş olacaklar. Kime gösterecekler? Elbette, en başta egemenlere, Batı’ya, uluslararası tekellere. Onlara gösterecekler ki, Erdoğan’ın geleceği yok. Erdoğan’a gösterecekler ki, bak sandıkta artık hile yaparsan, kimse buna inanmaz, çünkü bak biz 27 milyon imza topladık. Bir kere daha hile yaparsan, biz seni meşru ilan ederek kurtaramayız, bunun olanağı yok. İşte mesajları budur. Ve bu yolla, kitlelere, işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere diyorlar ki, “nasılsa az kaldı, ilk seçimde gidecekler, o hâlde sokaklarda çatışmaya, direnişi büyütmeye gerek yok.” İşte yapmak istedikleri şey de budur.

Ve CHP, sürekli olarak, Saray’a, büyük holdinglere, Batı emperyalistlerine, Avrupa’ya, NATO uzmanlarına vb. kendilerinin istenileni yapacak bir rüştleri olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Bu yolla, onlardan destek alacaklarını ve Erdoğan’ın işinin bittiğini anlayacaklarını, bir noktadan sonra da Saray’a “yeter artık”, “bu saldırılar da fazla” diyeceklerini sanıyorlar.

Görüldüğü gibi, CHP, halka, işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere dayanamaz, onların mücadelesinin içinde yer alamaz. Bunu hiçbir işçi, hiçbir öğrenci, hiçbir kadın unutmamalıdır.

İyi ama, yine de CHP’ye dönük saldırılar son bulmuyor. Bu kadar devletçi olmasına rağmen, bu saldırılar durmuyor, duramaz. 

CHP çevrelerinin, CHP’nin uzmanlarının, hukukçuların, ekonomistlerin, her türden uzmanın sürekli olarak, her saldırıdan sonra tekrar ettikleri nakarat “Türkiye, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir”dir. Sürekli bunu söyleyip duruyorlar. Daha da çok söyleyeceklerdir. Çünkü, onlar için bu bir duadır. Kalkıp, bu bir diktatörlüktür, kalkıp, bu Saray Rejimidir, diyemezler. Kalkıp kitlelere, Saray Rejimi seçimle gitmez, diyemezler. 

CHP, özetle, Saray’a, “yahu biz bu işin bir parçasıyız, seni iktidara taşıyan süreçte Baykal neler yaptı, Kılıçdaroğlu neler yaptı, iki kere seçimi aldık ve sonra senin çalman için sana sunduk, bizi niye düşman belliyorsun” demektedir. Özeti budur.

Saray’ın uygulamalarına bakıp, bu kadar da olmaz, biz terörist miyiz, diyorlar. İyi ama işçilere, öğrencilere, direnenlere saldırdıklarında siz buna hukuk diyordunuz. Şimdi, “hukuksuzluk” diyorsunuz. Doğru değildir. Ortada bir hukuk vardır ve bu hukuk iç savaş hukukudur. Ona göre uygulanmaktadır. Çorlu tren kazasında, Kaz Dağları’nda, İkizdere’de, Artvin’de, Suruç katliamında, Ankara Gar katliamında vb. uyguladıkları hukuk, işte bu aynı hukuktur. Bu iç savaş hukukudur. 

Saray, kuşku yok ki, belediyelerde var olan yolsuzluk ve rüşvet olaylarını bahane etmektedir. Sanıyoruz ki, Türkiye’de rüşvet ve yolsuzluğa bulaşmamış belediye yoktur. Sadece belediye değil, devlet kurumu yoktur. Rüşvete, yolsuzluğa bulaşmamış üst düzey, orta düzey devlet memuru yoktur. Sarayın merdivenleri, bu rüşvetlerle yükselmiştir, bu nedenle de her tuğlası korku üzerine kurulmuştur. Ama İmamoğlu ve CHP belediyelerine dönük saldırının bu yolsuzluklarla ilgisi yoktur. 

ABD ve NATO’nun Saray’a verdiği görevler açıktır. Bu görevler, Ortadoğu ve paylaşım savaşımı ile ilgili görevlerdir. Emperyalist güçlerin, Batı’nın, NATO, AB ve ABD’nin, Türkiye’deki iç uygulamalar, hak ihlalleri, hukukî durumlar, ölenler, katliamlar, açlık vb. ile bir derdi yoktur. Kârlarına, gelirlerine, kaldırdıkları yüke bakarlar. Her gün, onların, insan hakları, hukuk, demokrasi taşımak, medeniyet götürmek vb. demelerine bakarak, onların Erdoğan’dan ya da Saray Rejiminin uygulamalarından rahatsız olacaklarına inanmak için, CHP kadar “aklın” olması gerekir. Aklınızı CHP düzeyine indirmeyin.

Mesele devlet denilen şeyi doğru anlamakla ilgilidir.

Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. TC devleti tekelci polis devletidir. Tekellerin devletidir ve tüm halkı kendine düşman olarak görmektedir. Tarihi de budur, bugünü de. Ve bu devlet, olağanüstü örgütlenmiş durumdadır. Her olağanüstü örgütlenmiş devlet çarkı, şiddetin ve devlet terörünün öne çıktığı, buna uygun yeni bir yapılanmanın ortaya çıktığı, burjuva egemenliğin olağanüstü hâlidir. 

Bugün, Saray Rejiminin ortaya çıktığı 2017 yılından beri, hattâ onun öncesinde 2015 seçimlerinden beri, hilesiz bir seçim yapılmamıştır. parlamento bir görüntüden ibarettir. Tüm burjuva partiler, artık birer tarikat örgütlenmesi, birer çete örgütlenmesidir. MHP ve AK Parti, parti değildirler. Sandık çoktan gömülmüştür. Bu ülkede, yerel seçim sonuçlarında yönetime gelenlerin yerlerine kayyumlar atanmaktadır.

CHP’ye kayyum atanınca, sizce CHP, bir “illegal örgüt” hâline mi gelecek? Öyle ya, kayyum demek, CHP’nin bitirilmesi demektir, parti olmaktan çıkması demektir. Bu durumda, CHP, yapısını korursa, ki korumalıdır, en azından bunu yapmalıdır, bir “illegal örgüt” hâline gelir. 

Öyle ise, gelecek seçimde gidecekler, ne demektir? Madem gitmelerini bu kadar istiyordunuz, neden yerel seçimlerden sonra “normalleşme” politikalarına sarıldınız, neden hâlâ, “seçildiler” diyorsunuz, neden ailenin sırlarını açığa vurmuyorsunuz, neden diplomasını açıklamıyorsunuz, İBB’de diploması yok mu, Beyoğlu Belediyesinde yok mu? Neden eski seçimlerin gerçek sonuçlarını açıklamıyorsunuz, neden rüşvet dosyalarını tüm çıplaklığı ile açıklamıyorsunuz? 

Oysa, bizzat Saray’a sorsalar, nasıl gideceklerini onlar söylemektedir. Sokaklara taşan kitlelerden, grevlerden, genel direnişten korkmaktadırlar. Barikatların üstüne yürüyen gençlerden korkmaktadırlar. 

CHP, mitinglerini “steril” hâle getirmek istemektedir. Solun, gençlerin uzaklaştırılması bunun içindir. 

Bu yolda yürüdükçe, CHP’ye kayyum atanması da gündeme gelecektir. Bu yolla saldırılar önlenemez. Kılıçdaroğlu, seçimle gittiği CHP başkanlığına, rejimin uygulamalarına uygun olarak kayyumla gelmek istemektedir. Buna hazırlandığı anlaşılıyor. Ona göre, olup biten sırasında, “devletin” imajının zarar görmesi sorundur, yoksa tutuklanmalar sorun değil, zaten Kılıçdaroğlu’na yakın olanlar tutuklanmamaktadır. 

Kılıçdaroğlu, bir çeşit görev zayiatıdır. Saray yolunda, “devlet”in hizmetinde çok işler yapmıştır. Belli ki o buna “fedakârlık” demektedir. Erdoğan ile “aileye dokunmamak” anlaşmasını o yapmıştır. Bu nedenle, “sıfırla oğlum” gibi nicesi bulunan belgeler ortaya dökülmemektedir. Bugünkü CHP yönetimi de bu anlaşmaya uymaktadır. Neden? Erdoğan için Kılıçdaroğlu’nun kayyumla geri gelmesi, faydalı olabilir.

İyi ama, Kılıçdaroğlu, kör olduğu kadar fodul mudur? Erdoğan, İmamoğlu’nun diplomasını iptal etmiştir. Böylece, kendisi efendilerce “seçilirken” var olan şartlardan birini yerine getirmiştir. Diplomasız Erdoğan, diplomasız İmamoğlu, şartlar eşitlenmiştir. Birinin diploması hiç yok, diğerininki de iptal edildi. Erdoğan içeri girmişti. İmamoğlu, o kadar sert bir muhalefet yürütmese de, içeri atılmıştır. Demek Erdoğan’ın seçilme şartlarına bir adım daha yaklaşmıştır. Bu durumu Kılıçdaroğlu görmez mi? Erdoğan’ın belediyeden devletin tepesine tırmanmasında bir adım da, “gemicikler” idi. Şimdilik İmamoğlu’nun gemicikleri ortaya çıkmadı. Ama bu yolsuzluk adı altındaki operasyonlar bu bölümü de tamamlar herhâlde.

Yani, İmamoğlu, eğer bir seçim olacaksa, seçimi kazanmış demektir. Ama öyle anlaşılıyor ki, egemenlerden alacağı desteğin zamanlaması sorundur. Onlar, şimdi, Ortadoğu’nun bu hâlinde, at değiştirmeyi istemiyorlar. Artık bir ülke olmaktan çıkmış olan Suriye’deki yönetim ile, Erdoğan’ın kurduğu çok yönlü ilişkiyi, yeni birilerinin kurması o kadar kolay değildir. 

Elinde fırsat varken, Bahçeli “bırakıp gidemezsin” derken, saldırmayı uygun görmektedir. Erdoğan, ömrü oldukça, iktidarda kalacağını ifade etmiştir. Bu hem AK Parti içindeki kaynaşmayı durdurmak içindir, hem de Bahçeli’den gelen desteğe evet diyeceğinin işaretidir. 

Saray Rejimi, seçimle gitmez.

Egemenlerin içindeki kavga ve it dalaşı, emperyalist efendilerin kendi aralarında dünyayı paylaşmak için giriştikleri savaş, Saray Rejiminin gitmesini sağlamaz. 

Tersine, sisteme kökünden itiraz eden devrimcilerin, kapitalist dünyayı sarsacak güce sahip olan işçilerin devrimci direniş hattı dışında Saray Rejimini alaşağı edecek bir yol yoktur. 

Bugün somut olarak, işçi sınıfının örgütlenmesi en acil görevdir. Devrimci işçiler, devrimci örgütlenme ile, işçi sınıfını siyaset sahnesine taşımak, işçi sınıfını ayağa kaldırmak zorundadırlar. Sistemin her kurumu dökülmektedir. Bu şartlarda artan baskı ve devlet terörünü, korkularının ürünü, dışa vurumu olarak görmek gerekir. Devletin uzantısı olan sendika mafyasının devrilmesi, bu koşullarda giderek daha da olanaklı hâle gelmektedir.

Tam da bu nedenle, bugün, Saray Rejimine karşı, genel grev ve genel direnişi örgütlemek gereklidir. Bu sadece gerekli değil, zor olsa da olanaklıdır. Bu olanak, direnişin içinde vardır. Bu nedenle, her yerde örgütlenmek, en acil görevdir. Birleşik Emek Cephesi, bugün acil bir görevdir. Sakin ve kararlı bir yolla, bu rotaya sahip çıkmak gerekir.

Batı emperyalizminin savaş “isteği”

Bizim okumuş yazmışlarımız, kendilerine “aydın”, “uzman” denmesini çok seviyorlar. Çok bilirler ve bildikleri kadar “cahil”dirler. Bu denli, bu boyutlu cehalet ancak eğitimle verilebilir. Bu cinstendirler. Bunların önüne bir konu geldi de, “aydınlatıyoruz” dediler mi, karanlık yayma çalışmaları başlıyor demektir. İşte bunlar, savaşı, bir kişi veya bazı kişilerin histerisi olarak tarif ederler. “Kötülük”tür savaş ve kötü adamlar, savaşı kundaklarlar. Böyle söylerler. Böylece, karşımıza savaş, “çılgın, aklını yitirmiş” adamların işi olarak konur. Savaş baronlarını korumanın en güzel yoludur bu, sistemi böyle aklarlar. Sistemin gerçek işleyişini karanlıkla örterler. Bu uzmanların söylediklerine “yanlış” demek yetmez.

Sadece yanlış değildir, aynı zamanda bilerek kafa bulandırmak üzere, savaş baronlarına hizmetin de bir türüdür.

Savaş böyle olunca, barış da, aklı başında insanların işi olur. 

Oysa hem savaşın hem de barışın türleri vardır. Olmaz mı? Emperyalist yağma savaşını bilir misiniz? Bilirsiniz elbette. Mesela Irak’ta ABD bir yağma savaşı yürütmüştür. İsrail eli ile ABD ve Batı, Filistin’de bir soykırım ve paylaşım savaşı yürütmektedir. Cezayir’de Fransa, bir sömürge savaşı yürütmüştür ve elbette ona karşı savaşanlar, haklı bir savaşı, bir direnişi, bir özgürlük savaşını organize etmişlerdir. Şimdi bu savaşların iki tarafı da bir midir? Elbette değildir.

Savaş, her zaman egemenlerin kendi iradelerini dayatma yolu olarak ortaya çıkmıştır. Ve her zaman egemene karşı her türden savaş, tüm eksikliklerine rağmen, her zaman haklı bir savaştır. Barış, mesela Cezayir’deki sömürgeci olan Fransa ile, ona karşı direnen direniş örgütü için aynı anlama mı gelir? Gelmez elbette. 

Dünya, köleci toplumun doğumundan bu yana, yani, sınıfların ortaya çıkışı, devletin ortaya çıkışı, üretim araçlarının mülk edinilmesinden bu yana, pek çok kanlı savaş görmüştür.

Ama adına, “dünya savaşı” denilen savaşlar, kapitalizme, kapitalizmin emperyalizm çağına, tekelci burjuvazinin dünyasına aittir. Kapitalist-emperyalizm, 1870’lerde başlayan tekelleşmenin gelişimi ile ortaya çıkmıştır ve Birinci Dünya Savaşı bunun ardından geldi. I. Dünya Savaşı, dünyayı kendi aralarında bölüşmüş olan emperyalist sömürgecilerin, dünyayı yeniden paylaşımı için gündeme geldi. Olayların sahnelenmesi ayrı bir konudur, ama savaş, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşımı için giriştikleri bir savaş idi. Dünya, toprak ve pazar açısından paylaşılmıştı ve ancak yeniden paylaşılması söz konusu olabilirdi, öyle oldu. İkinci Dünya Savaşı, ikili karakterdedir. Birincisi, SSCB’nin 1917 Ekim Devrimi ile kapitalizm dışında bir dünya oluşturmaya başlaması, tüm tekeller için, tüm sermaye için bir yandan bir “pazar kaybı”, diğer yandan da gelecek tehdidi demek idi. Bu nedenle, bir yandan SSCB’yi boğmak istiyorlardı, diğer yandan ise, emperyalist Batı, kendi içinde yeniden bir paylaşım savaşımına girişmişti.

Adına “dünya savaşı” denilen bu iki savaş da, kapitalizme, onun emperyalist dönemine aittir. Batı, Latin Amerika’yı, Ortadoğu’yu, Asya’yı, Afrika’yı yağmalamak için her yolu denemiş, vahşetin her türünü sahneye koymuştur. İngiltere’nin, Fransa’nın, Hollanda’nın, ABD’nin vb. geçmişi bu yağma savaşları ve vahşetle doludur. Ve adına her zaman “medeniyet taşımak” demişlerdir. Kendini “medenî” ilan edenler, vahşetin her türünü devreye sokmakta çekince görmemişlerdir. Dünyanın neresine bakarsanız bakın, bu kanlı sömürgeciliğin izlerini görürsünüz ve nesiller boyu sürmüştür, sürmektedir.

Ve bugünlerde, Üçüncü Dünya Savaşı dönemini yaşıyoruz. Eğer birisi bize çıkıp şöyle derse, “daha tam bir dünya savaşına dönüşmemiştir”, bir sakıncası yoktur. Sadece bunun bir dünya savaşı olduğu gerçeğinin kabul edilmesi koşulu ile. Birileri, bu savaşın hemen öncesindeyiz de diyebilir. Bunları bugünden tartışmak mümkündür.

Ama görüyoruz ki, (1) bu savaş, başlıca beş emperyalist güç arasındadır. Bu beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. İtalya, Hollanda, Kanada vb. gibi güçler de bu savaşın içindedir. Ama esas olarak savaşı bu beş gücün arzuları organize etmektedir. (2) Bu savaşın belirleyici yönü, sistemin hegemon gücü olan ABD’nin hegemonyasının çözülmesi sürecidir. Bu süreç, ekonomik olarak eskilere dayansa da, SSCB’ye karşı anti-komünist emperyalist ittifak, bu savaşı alttan alta yürütmekteydi. SSCB’nin çözülmesi, bu savaşı tüm yönleri ile su üstüne çıkarttı. “The great reset”, aslında ABD hegemonyasında, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş olan kapitalist dünya ekonomik sistemini yeniden kurma isteğidir ve istek, İngiltere tarafından dillendirilmiştir. Üzerinden 20 yılı aşkın süre geçmiştir. (3) ABD, rakiplerine göre askerî üstünlüğe sahiptir. Bu nedenle ABD, askerî saldırılara, lokal savaşlara girişmiştir. Afganistan işgali, Irak savaşı vb. bunun sonucudur. Ancak, bu savaşlar, ABD’nin hegemonyasının çözülmesini durdurmaya olanak vermedi. Tersine, bazı askerî başarılara rağmen, hegemonyanın çözülüşü hızlandı. Bu nedenle ABD, diğer emperyalist müttefiklerini kendi hegemonyası altında tutmaya devam edebilmek için, IŞİD gibi özel düşmanlar yarattı. SSCB’yi kuşatmak için devreye sokulmuş olan “Yeşil Kuşak” projesinden kendine bağlamış olduğu çeteleri, İslamî çeteler olarak devreye soktu. Suriye savaşı budur. Ve Rusya, bu noktada devreye girdi. (4) Rusya ve Çin, SSCB ortadan kalkınca, iki büyük güç olarak, G7’ler kulübüne katılacağını varsaydı. Ama olmadı. Egemenler, kurtlar sofrasına yeni ortaklar istemezler ve öyle yaptılar. Suriye savaşı, bu sürecin netleşmesi demek oldu. Ve Suriye savaşında aldıkları kayıplar sonrasında ABD yönetimi, Rusya ve Çin’i düşman ilan etmeye yöneldi. Trump bunu açıkça metinlere koydu. Birinci Trump dönemidir. (5) Bu süreçte 2008’de köklü bir ekonomik kriz devreye girdi. Kriz ortaya çıktığında Çin, çoktan dünya pazarına kendi markaları ile girmeye başlamıştı. Hem Rusya’nın Suriye savaşında sahaya girmesi hem Çin’in kendi markaları ile sistemi sarsmaya başlaması, ekonomik krizi daha da ağırlaştırdı. (6) Ukrayna savaşını kundaklayan ABD ve NATO, Rusya’yı askerî açıdan çökertmek ve Çin’i Rusya’dan kopartmak için, yol aradı. Ukrayna savaşı, böyle ortaya çıkmıştır. Ukrayna savaşı, en başından beri, Rusya ve Çin cephesine karşı, NATO cephesinin, Batı emperyalist cephesinin bir savaşıdır. (7) Ukrayna’da ABD ve NATO yenilmiştir. Bunu açıkça kabul etmeyecekleri de kesindir. Ve bu noktada ikinci Trump yönetimi, bu yenilgiyi örtmek ve bu kez Rusya’yı Çin’den kopartmak için yeni politikalar devreye sokmuştur. Adına “barış” diyorlar. Barış bu değildir. Demek adına barış denilen her şey barış değildir. 

ABD, Ukrayna savaşında, Avrupa’nın iki büyük gücünü, Almanya ve Fransa’yı boyun eğdirmiştir. Bu ABD adına bir kazançtır; savaşı Avrupa’ya yıkmayı, savaş alanı olarak Avrupa’yı seçmeyi başarmak açısından. Şimdi, Avrupa savaş taraftarıdır. Yeni seçilen Papa, ayağının tozu ile, hayretlerini ifade etmiştir: ABD barışı istiyor, Avrupa ise savaşı, demekten kendini alamamıştır yeni Papa. 

Görünen şöyledir; ABD, Ukrayna’da barışı istemektedir. Buna karşılık, İngiltere, Fransa ve Almanya, tam anlamı ile savaşın devamından yana tutum almakta, savaşı kışkırtmaktadır. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü kontrollü operasyonları, rayından çıkartmak için, tüm Neonaziler, sivil saldırılar devreye sokmaktadır. Görünen budur ama görünen gerçeği belli ölçülerde gizler. Gerçek ise şöyledir: ABD, tüm Batı cephesi adına Çin’e karşı savaşmak üzere, Rusya’ya karşı savaşı Avrupa’ya bırakmak, Avrupa’ya devretmek istemektedir. Başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa, bu savaşı kundaklamak için çok heveslidir. Bu bir çeşit savaş müptelalığıdır. Başka çareleri yoktur. Buraya bakarken, savaş, çılgın adamların işi değil, tersine, emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Yani, eğer barıştan söz etmek istiyorsanız, elbette kapitalist-emperyalist sistemin çökmesinden, yeryüzünden silinmesinden, sosyalist devrimin zaferinden söz etmeniz gerekir. Başka türlü barıştan söz etmek, kendini kandırmak değil ise, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri kandırma girişimidir.

Kolektif Batı, tüm emperyalist kamp, Rusya ve Çin’e karşı güçlerini yeniden organize etmek üzere, Ukrayna’da bir süre kazanmak istemektedirler. Rusya’ya karşı savaşı Avrupa devralsın ve Çin’e karşı savaşı da ABD yürütsün istemektedirler. Japonya, her iki cephede yer almak için heveskârdır. Trump, ABD’nin ve NATO’nun, Ukrayna’da aldığı yenilgiyi örtmek için iktidara gelmiştir ve bir süre bu rolünü oynayacaktır. Ardından savaşı yeniden yoğunlaştıracaklardır, Trump ile veya Trump olmadan. 

Bu arada ise, Ortadoğu’da savaş politikaları, İsrail ve Türkiye eli ile yürütülmek istenmektedir. İsrail’in Filistin’e karşı savaşı, sadece Filistin ile sınırlı değildir. Burada İsrail ve Türkiye’nin arkasındaki NATO; esas olarak, İran’ı düşürmek istemektedir. Lübnan ve Filistin’de elde ettikleri avantaja, Suriye avantajı eklenmiştir ve şimdi de, tüm bölgenin kontrolünü almak için hareket etmektedirler. Suriye hızla paylaşılmaktadır ve sömürgeleştirilmektedir. Esad’ın gitmesi, gelmiş olanın karanlık yüzünü görmeyi engellememelidir.

Üçüncü Dünya Savaşı (ister başlamıştır diyenlerden olun isterse başlamaktadır diyenlerden), şimdilik, lokal, bölgesel savaşlarla sürmektedir. Ama bu bölgesel savaşlar, her zaman dünya çapındaki savaşın parçaları olarak ortaya çıkmakta, öyle yaşanmaktadır. Afganistan da böyleydi, Irak da, Libya savaşı da, Suriye savaşı da ve Ukrayna savaşı da. Ve giderek her biri, dünya savaşı boyutuna daha fazla yaklaşmaktadır. Öyle anlaşılıyor, İran’a karşı savaş, Trump’ın 100 gününün ardından başlayacaktı. Ama Çin’in Tayvan’ı kuşatması bu savaşı ertelemiştir.

Ortaya çıkan bazı sonuçlar vardır.

Birincisi, Rusya ve Çin ittifakı genişlemektedir. BRICS, ŞİÖ gibi daha çok ekonomik temelli örgütlenmeler, aslında ABD hegemonyasını sarsmaktadır. Kurulu tekelci sistemi zora sokmaktadır. Ve tüm yaptırımlara rağmen bu ittifakın, çevresi ile birlikte dayanıklı olduğu da ortaya çıkmıştır. Aslında kendileri kapitalist dünya sistemine kökten karşı olmasa da, verili kapitalist-emperyalist yapılanmayı sarsmaktadırlar. Dünyada artık tek kutuplu bir hegemonyadan söz etmek mümkün değildir. Ama onun yerine henüz bir yeni sistem oturmamıştır. Bir sosyalist devrim dalgası, sistemi tümden sarsma olanağını yakalarsa, yeni bir kapitalist dünya sisteminin oturması da gerekli olmayacaktır. 

İkincisi, savaş, Avrupa’yı sarmıştır. ABD, ilk iki dünya savaşını kendi topraklarında yaşamamıştır. Üçüncüsünü de kendi topraklarından uzakta yaşamak istemektedir. Bu konuda yol almış görünüyor. Kendi hegemonyasının çözülmesi nedeniyle, bizzat kendisi tarafından kundaklanan Üçüncü Dünya Savaşı da, kendi topraklarından uzakta yaşansın istemektedir. Avrupa, savaşı, kendi sahasında kabul etmiş görünmektedir. Bugüne kadarki bölümünde savaşın kaybedenlerinden biri Avrupa’dır, daha çok Fransa ve Almanya’dır. İngiltere’nin kayıpları o denli fazla değildir. Hattâ Ortadoğu’da mesela Irak petrolleri gibi konularda kazançlarından söz etmek mümkündür. Hattâ Orta Asya’da, ABD’nin bıraktığı boşlukları da doldurma hevesindedir. 

İngiltere, açıkça, savaşa tam hazır olmaktan söz etmektedir. Bunu ilan etmektedirler. Rothschild hanedanı ile Rockefeller hanedanı, İngiltere ve Fransa için savaş kararını vermişe benzemektedir. Rothschild bankeri Macron, karısından tokat yerken bile savaş naraları atmaktan geri durmamaktadır. Trende kokain çekme “şenlikleri”, aslında içinde bulundukları durumu resmetmektedir. Ama bu çapsız adamlara bakıp, savaşın çılgın ve aklını yitirmiş insanların işi olduğunu düşünmek, savaşın ve kapitalist sistemin doğasını hiç anlamamak demektir. Savaşı uluslararası tekeller, sermaye istemektedir ve savaşsız yaşama olanakları yoktur. Yoksa bu liderlere, Trump’a, Macron’a, Merz’e, Starmer’e bakıp, savaşı bunların kararı olarak görmek hata olacaktır. Savaş, emperyalist sistemin isteğidir. Tersine uluslararası sermaye, savaş dönemlerinde, yukarıda örnekleri sayılan, Batı’nın liderleri gibi adamları bulmaktadır. Trump, aslında tam buna uygun bir karakterdir.

Almanya, açıkça savaş hazırlıklarına başlamıştır. Alman Genelkurmay Başkanı, 2029 yılını işaret etmektedir (Yani İngiltere savaşı daha yakın görürken, Almanya, 2029 için plan yapmaktadır). Demek oluyor ki, başlamış bile addetseniz Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir yeni evresi önümüzdedir. Her ülkenin, açıkça ve doğrudan savaşa dâhil olacağı bir süreç önümüzdedir. Ve bugün tüm Avrupa devletleri, savaş yanlısıdır. Her biri, kokain partilerinin ardından, birbiri ile yarışır gibi savaş için ulumaktadır. Bunlar, uluslararası sermayenin ulumaya alışmış temsilcileridir. Egemenler, savaş dönemlerinde, kendileri için en ucuzundan böylesi tipleri bulmakta zorlanmazlar. Ve bugün, tüm Avrupa devletleri, egemenleri, savaş yanlısıdır. 

Üçüncüsü, ABD ve NATO, Ukrayna’da yenilmiştir. Bu yenilgiyi örtmek için ABD Trump iktidarını organize etmiştir. Kendisi yüz kızartıcı davalardan ceza almıştır. Onun dengesiz davranışları, ABD’nin durumuna tam da uymaktadır. Tuhaf açıklamaları, onun “çılgın” ve öngörülemez hâline yorulmakta, “delidir, ne derse yeridir” diye geçiştirilmektedir. Böylece, Ukrayna yenilgisi örtülebilmektedir. Bir yandan barıştan söz edilmekte, ertesi gün, savaş naraları atmaktan geri durmamaktadırlar. Ukrayna’da Zelenski ne ise, ABD’de de Trump odur. Hepsi birbirinin daha dibindedir. 

ABD, Ukrayna’da barışı istediğini söylemektedir ama bu süreç, Ukrayna’da bir barışın geleceğini düşünmek için yeterli değildir. Ukrayna süreci ile Rusya ve Çin cephesini oyalamak istemektedirler. Bu oyalama sürecinde kendi güçlerini yeniden savaş için dizayn etmek istemektedirler. Bu arada, Rusya’ya karşı, İngiltere başta, Almanya ve Fransa eli ile savaşı derinleştirmek istemektedirler. Ukrayna ve Rus halklarının uzun geçmiş tarihini kullanarak, yeni saldırı olanakları devreye sokulmaktadır. ABD, barıştan yana tavır alırken, bu saldırılar, Rusya için yıpratıcı olsun istemektedirler. Ukrayna’da Rusya’nın kazanmasını kabul etmek istememektedirler. Rusya’nın gevşemesini sağlamak istiyorlar. 

Bu gevşeme ya da kargaşa içinde, alttan alta, yeni saldırılar için, kendi güçlerini dünya çapında yeniden dizayn etmektedirler. Yakında, Trump’ın bu konuda adımlar atması mümkündür. Trump, ABD’de bir çeşit uzlaşmanın sonucudur. Bu uzlaşmanın temelinde, Ukrayna’da alınan yenilginin geçiştirilmesi ve yeni planlar için zaman kazanılması vardır. Trump’ın bu ikinci başkanlık sürecinin, sonuna kadar süreceği de tartışma götürür niteliktedir. Trump’ın suçlarının deşifre edilmesi, onu indirmek için yeterli olur mu bilmeyiz, ama ABD, savaş politikalarından geri durmamaktadır, durmayacaktır. 

Dördüncüsü, Çin’e karşı savaş için, tam bir hazırlık yaptıklarını düşünmek gerekir. Bunun salt bir ticari savaş olarak kalmayacağı açık olmalıdır. ABD, Ukrayna’daki savaşı yürütmeyi Avrupa’ya yükleyerek, hem kayıplarını telafi etme yolunu aramaktadır, hem de Çin’e karşı savaş için hazırlık yapma olanaklarını yaratmak istemektedir.

Çin’in, bugüne kadar savaşın dışında zarar almadan var olmayı sürdürmesi, yakın dönemde sona erecek gibidir. Zira, ABD yeni saldırganlığını bu alanda gösterecektir. Bu saldırılar için, Japonya daha az, ama Güney Kore ve Filipinler, Avustralya devreye sokulacaktır.

Beşincisi, Ortadoğu savaşın yoğunlaştığı bölgelerin başında gelmektedir. Bugün İsrail’in Filistin ve Lübnan’da elde ettiği avantaj, Türkiye ile birlikte, bölgede ABD ve NATO adına, durumu sürdürmesi, var olan yeni durumun korunması için şimdilik yeterli görünmektedir. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’da, ABD’den rol çalma peşindedir. Ama biliniyor, hem İran’a karşı savaş planları devrededir, hem de Ortadoğu’nun uçlarında yeni saldırı ve savaşların gündeme gelmesi büyük olasılıktır. 

Demek oluyor ki, kolektif Batı, tüm emperyalist güçler, daha kapsamlı bir savaşa hazırlanmaktadır. Elbette kendi aralarındaki çelişkiler yabana atılır değildir. Nihayetinde savaş, esas olarak onların kendi aralarındadır. Savaş, aslında bir paylaşım savaşı olarak, beş emperyalist güç arasında başlamıştır. Ama bu arada, kapitalist sistemden kopmaya yüz tutmuş bazı ülkeleri yok etmek için fırsat yaratmak isteyecekleri açıktır. Afrika’da, Latin Amerika’da sistemden kopma eğilimi taşıyan bazı ülkelere saldırı için fırsat kollayacakları kesindir. Burkina Faso’dan Venezuela’ya, ABD ve Fransa’nın kaybetmeye başladığı birçok ülkede savaş kundaklayacaklarını düşünmek gerekir.

Çin ve Rusya’nın ve onların etrafında bir araya gelen devletlerin, dünya savaşını önleme isteklerine rağmen, savaş gelişmekte ve yayılmaktadır. Savaş, kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyacıdır. Savaşın nedeni, doğrudan emperyalist Batı’dır. Bu sistemsel bir meseledir. Emperyalist egemenlik, savaşsız ve sömürgesiz var olamaz. Gorbaçov döneminde ortaya atılan, emperyalizm savaşsız ve sömürgesiz var olabilir mi soruları, aslında emperyalist egemenliği örtme amacına hizmet etmiştir, etmektedir. 

Demek ki savaş durmayacaktır. Üçüncü Dünya Savaşı, daha da genişleyecek ve yayılacaktır. Ta ki, bir sosyalist devrimler dalgası ile sistem kökünden sarsılana kadar. 

Tün bu savaş bulutları içinde, bu kan gölü içinde, bir devrim dalgası da gelişmektedir. Gözümüzü buraya dikmemiz gerekir. Bu nesnelliğe rağmen, devrim ve sosyalizm cephesi zayıftır.

Bugün dünya işçi sınıfı, dünya proletaryası, büyük ölçüde örgütsüzdür. En önemlisi, dünya devrimci hareketi, enternasyonal bir örgütlülükten yoksundur. Elbette bu her parçada somut olarak ele alınmalıdır. Daha örgütlü olan devrimci güçleri yok saymak için söylemiyoruz. Bazı alanlarda devrimci örgütlenmelerin daha gelişkin olduğunu biliyoruz. Ama dünya proletaryası, büyük ölçüde örgütsüzdür. Bu örgütsüzlük bugüne aittir, yarına ait değildir.

Dünya devrimci hareketinin bu öznel durumu, devrimci enternasyonal bir örgütlülükten yoksun oluşu, dünyanın farklı ülkelerinde işçi sınıfının güçsüzlüğü, elbette ortaya çıkan olanakları devrim adına değerlendirmek konusunda ciddi öznel yetersizlikler olması da demektir. Kendi bulunduğu alanda, ülkede örgütlülüğü zayıf olan devrimci hareketler, elbette sağlıklı enternasyonal ilişkiler geliştirmekte de yetersiz kalırlar. Dünyanın başka yerlerinde gelişmekte olan sınıf mücadelesini, oldukça uzaktan, daha çok da burjuva basın aracılığı ile gözlemek zorunda kalırlar. Bugün bu durum yaşanmaktadır. Bu süreci tersine çevirmek, elbette bulunduğun alanda sağlam bir örgütlenme geliştirmekle mümkündür. Nesnel olarak kapitalizmin çöküşü yaklaşmakta iken, öznel olarak kapitalist egemenliği tarihe gömecek güç sahnede değildir. Bu, gücü ne olursa olsun her devrimci hareket için nesnel bir hâldir. 

Tarihin hızlı aktığı bir dönemden geçiyoruz. Hem olumsuz anlamda son derece alışılmadık, eşine az rastlanan örnekler görüyoruz, hem de mayalanmakta olan bir devrimin yükselişinin arifesindeyiz. Demek ki, olumlu anlamda da, daha önceden az görülmüş örnekler de ortaya çıkacaktır. 

Savaşı önleyecek, gerçek anlamı ile barışı sağlayacak şey, işçi sınıfının burjuva devlet çarkını parçalayacak bir devrimi gerçekleştirmesidir. Bu devrim sosyalist devrimdir. Bunun önünde bir ara aşama falan yoktur. Evet, dünya devrimci hareketinin zayıflığı, yolun uzun olduğunu göstermektedir. Biliniyor, örgütsüz bir işçi sınıfı devrimi gerçekleştiremez. Devrim, işçi sınıfının siyasal öncülüğü ile gerçekleştirilebilir. Bu da örgütlülük demektir. Dahası dünya devrimci hareketleri, birbirine oldukça uzaktırlar. Bu “uzaklık”, devrimci hareketlerin birbirine güven eksikliği ile de bağlantılıdır. Ama bunların tümü, tarihin hızlı aktığı dönemlerde, sabit ve değişmez hâller değildir. 

Bu bakış açısı ile, her parçadaki devrimci hareketin görevi, ne denli zayıf olursa olsun, bulunduğu yerde kendi görevlerini yerine getirmek üzere, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesini sağlamaktır. Her parçadaki devrimci hareket, ancak örgütlü ise, önüne çıkan olanakları değerlendirme şansını yakalayabilir. Öyle ise, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun devrimci hareketler, kendi alanlarında örgütlenmeye hız vermek, sabırla ve inatla, işçi sınıfının devrimcileşmesinin yollarını açmak ile görevlidir. Bu elbette bizim ülkemiz için de geçerlidir. Olup biteni anlamak için, dünyayı izlemek elbette zorunludur. Yoksa yolunu kaybetmek mümkündür. Ama bunu yaparken, örgütlenmeye, işçi sınıfının devrimci çizgisini yükseltmeye asla ara vermemek gerekir. Belirleyici olan emperyalist güçler arasındaki savaş değildir. Belirleyici olan, yarın da belirleyici olacak olan, dünyanın her ülkesinde sürmekte olan, sınıf savaşımıdır.

Dünyada güç dengelerinin değiştiği, yeni dengelerin henüz oturmadığı bu tarih kesitinde, devrimci hareketin dünya çapında önüne çıkacak olanaklar da nesnel anlamda artmaktadır. 

Dünyanın her yerinde, sınıf savaşımı yükselmektedir. Bu açıdan daha yolun başında olduğumuz da kesindir. Bu sınıf savaşımı daha da yükselecektir. 

Her savaş, biliniyor, bir iç savaştır da. Bu iç savaş, dünyanın emperyalist ülkelerinde de kendini göstermektedir, daha da gösterecektir. Gelişen sınıf savaşımı, işçi sınıfının örgütlülüğü oranında, bu ülkeleri de sarsacaktır. Dünyanın her kapitalist ülkesinde işçi sınıfı, savaşta silahlarını kendi egemenine çevirmeyi bilmek, bunu geliştirmek zorundadır. Bu nedenle, bugün gelişen savaş karşıtı eylemler çok önemlidir. Elbette daha fazlası da ortaya çıkacaktır. Savaş, her ülkede kendi yıkımı ve ağırlığını hissettirecektir. Bu nedenle, milliyetçiliğin ve ırkçılığın her türüne karşı mücadele, burjuva egemene karşı mücadelenin bir parçasıdır. İşçi sınıfının mücadelesi bu ırkçılığı ve milliyetçiliği yerle bir edecek tek çıkıştır. Bize, dünyanın işçilerine, dünya gençliğine kimse, ulusal çıkarlar adına savaşmayı, milliyetçiliğin çeşitli dozlarına teslim olmayı öğütleyemez. 

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, dünyanın her yerinde ve ülkemizde devrimci hareketin görevi, işçi sınıfını ayağa kaldırmaktır. Burada gücün zayıf olması belirleyici değildir. Belirleyici olan, bu konudaki istek ve iradedir. 

Devrimciler, devrim anına kadar bekleyenler değildirler. Devrimciler, her şart ve koşul altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını temel alan, işçi sınıfının devrimci çizgisini geliştirmeyi öne koyanlardır. Devrim için savaşmadan devrim örgütlenemez. Devrim için savaşmak, insanlığın geleceği, gezegenin geleceği için de savaşmaktır. 

Devrimci mücadele, her ülkede, her parçada farklı hızlarla gelişecektir. Ama her ülkede gelişen devrimci hareket, başka parçalarda da devrimci hareketin gelişimini koşullayacaktır. Bu nedenle, ne denli zayıf bir örgütlenmeye sahip olursa olsun devrimci hareketin, sağlam ve kararlı bir yürüyüşü temel alması şarttır.

Savaş, kriz, işçi sınıfı ve direniş hattı

Haziranın ortasında, daha önceden sık sık vurgulandığı, herkesin biraz olsun beklediği gibi, İsrail İran’a saldırdı. Saldırı, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın, NATO’nun saldırısıdır. 

Saldırı, Ortadoğu’nun paylaşılması savaşımının bir parçasıdır. İran’ın dize getirilmesi demek, Batı için, en başta ABD ve İngiltere için tüm Ortadoğu’nun denetim altına alınması demektir. İsrail’in bölgenin en önemli gücü, tetikçisi, kahyası hâline getirilmesi demektir.

Saldırı, dünya çapında süren savaşın bir parçasıdır. Emperyalist beşli, dünyayı yeniden paylaşmak için giriştikleri savaşı, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirme hedefi ile başa koyup düşman ilan ederek, bir yön değiştirmiştir. Önde, Rusya ve Çin’e karşı savaş, ABD hegemonyasının sürdürülmesi isteği vardır. Ama bunun arkasında ve içinde paylaşım savaşımı vardır. İngiltere, mesela Irak petrolleri konusunda hemen pay almıştır. 

İran’a karşı savaş, şimdi, Ukrayna yenilgisinin ardından, ABD’nin kendi eski müttefiklerini, tüm NATO’yu yeniden konsolide etmesi, kendi etrafında toplanmalarını sağlaması amacını da gütmektedir. Ukrayna’da kaybeden ABD ve NATO, şimdi bir zafere ihtiyaç duyuyor ve bu zafer İran sahasında kazanılmak istenmektedir. 

Türkiye bu savaşın içindedir. Hem NATO nedeniyle, hem ABD sömürgesi, Batı’nın “ortaklaşa sömürgesi” olması nedeniyle bir anlamda zorunlu olarak, hem de Ortadoğu pazarından pay almak için ve Kürt devrimini boğmak için gönüllü olarak. 

Savaş ilerledikçe, tüm bunlar ortaya çıkacaktır.

2023 seçimlerini bir kere daha çalarak Saray Rejimi, kendini sağlamlaştırmak için yollar aramaya başladı. Kriz, paylaşım savaşımı, Kürt hareketinin hâlâ var olması ve ülkede süren direniş, Saray Rejimini hâlâ zorlamaktadır. Seçim sonrasında Saray Rejimi, iki noktada kendini organize etmeye başladı. Birincisi, ekonomiyi, uluslararası alacaklılara devretti. “Yerli halk” diye söze başlayan Şimşek, bu uluslararası konsorsiyumun memurudur. TC devletinden maaş alması, aldığı maaşın ödülüdür. Esas maaşını uluslararası konsorsiyumdan almaktadır. Ekonominin bu durumunu herkes bir ölçüde görmektedir.

İkincisi, gizli bir savaş kabinesi kurdular. Bu savaş kabinesi NATO kanalıyla ABD’ye bağlıdır. Kalın ve Fidan bu kabinededir. Altun, bu kabinenin hizmetindedir. Bu hâli ile Erdoğan, bir çeşit kukladır, vitrindeki mankendir ve albenisi olmayan bir varlıktır.

Savaş yayıldıkça, bu savaş kabinesinin ağırlığı da artacaktır.

Elbette İran, Suriye kadar kolay bir ülke değildir. Ama İran’a sıra, Suriye’den sonra gelmiştir. Lübnan’da Hizbullah, Gazze vb. hâlledilmiştir. Ve TC devleti, parlamentoda İsrail’i kınayan bir karar almıştır. İyi ama, mesela bu kararın gereği olarak Kürecik ve İncirlik devre dışı bırakılmamıştır. Tersine, Türkiye’den İsrail’e her türlü yardım ulaşmaktadır.

TC devleti, savaş bahanesi ile, bir yandan, Kürtlerin gardını indirmesini sağlayıp, bir Kürt katliamı için yollar aramaktadır, diğer yandan ise, “iç cepheyi güçlendirmek” vurgusu ile, tam bir biat istemektedir. Kürtler konusunda ABD ile pazarlıklar yaptıkları açıktır. Kürtlerin katledilmesi karşılığında İran’a kara harekâtı mı tartışılıyor, bilmiyoruz. Ama içeride, tam bir sessizlik, tam bir biat istiyorlar.

İmamoğlu’na karşı saldırıya ABD’nin ve Batı’nın onay vermesinin nedeni budur. Almanya’da eskisi gibi Türkiye haberlerine ulaşmak artık yaygın bir durum değildir. Almanya bu anlamda, tam bir savaş rejimine geçmek için hazırlıklar yapmaktadır. 

Bugün, Saray Rejimi, İmamoğlu üzerinden aslında tüm direniş hattına vurmak istemektedir. 19 Mart direnişi hesapları bozmuş olsa da, korkuyu yeniden egemen kılmak istiyorlar. Kürt hareketinin içine bulunduğu süreç, henüz işlerini kolaylaştırmış olmasa da, bir avantaj olarak ellerindedir. Bu koşullarda, barış adı altında, kendilerine avantaj sağlamaya çalışmaktadırlar.

Ancak, kriz, işçi sınıfının artan açlık, işsizlik ve yoksullaşma durumu, direnişleri daha da beslemektedir, besleyecektir. Bu noktada, ulusolculuk, işçi hareketinin önünde bir engel olarak durmaktadır. Sendika mafyası nasıl işçi sınıfının kanını emmekte kapitalistlerin aracı ise, ulusol da, devrimci hareketin rotasını bozmak için bir araç olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada, cephe netleşmektedir.

İşçi sınıfının cephesi, Birleşik Emek Cephesidir. Birleşik Emek Cephesi (BEC), gelişmekte olan direnişi yaygınlaştırmak, birbiri ile bağlantılı hâle getirmek ve örgütlülüğünü artırmak için büyük bir öneme sahiptir.

Devrimci hareket, BEC’i örgütlemekle görevlidir. Bu ertelenemez bir görevdir ve bunun önünde “demokrasi” vb. gibi ara hedefler yoktur. 

Savaş için elini ovuşturan egemenler, bu yolla, bunu kullanarak içeride her türlü yolu deneyerek Saray Rejimini güçlendirmek için uğraşmaktadır. Bir yandan, savaş yolu ile daha da zenginleşme hesapları yapmaktadırlar, diğer yandan ise, savaşı kullanarak siyasal bir sessizlik yaratma peşindedirler. Bu yolla direnişi ezme hesapları yapmaktadırlar. 

Adına sendika denilen örgütlenmelerin çoğu, büyük çoğunluğu, işçi sınıfının örgütlenmesi olmaktan uzaktır. Daha çok devletin ve kapitalistlerin uzantısı sendika mafyasının denetimindedirler. Ancak kriz derinleşmektedir ve sendika mafyası, gücünü kaybetmektedir. İşçi sınıfı, giderek sendikaların mücadeleci olanları ile, devletin uzantısı olanları arasındaki farkı daha net görme olanağına sahiptir. Ve bu arada işçi hareketi içinde sendikanın yerine, çeşitli birlikler, ara örgütlenmeler ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının direniş hattı, işçileri tek tek ve topluca devrimci politika ile tanıştırmaktadır. Direniş hattı buradadır. Bu direniş hattı, sadece işçilerin değil, öğrencilerin, kadınların direnişi ile de renklenmektedir. BEC, tüm bu mücadeleyi birleştirme, organize etme, koordineli hâle getirme ve büyütme olanağı demektir.

İşçi sınıfının direniş hattı, hem savaş politikalarının durdurulmasının yoludur, hem de Saray Rejimini devirmenin, alaşağı etmenin tek yoludur.

Güçsüzlük, söz konusu olan işçi hareketi olunca, bugüne aittir, yarına ait değildir. Mücadelenin sertleştiği, geliştiği bugün, her türden güçsüzlüğün yenilmesi çok daha olanaklıdır. Egemenin bir geleceği yoktur. Bu nedenle her yol ve araçla saldırmaktadır. Oysa gelecek işçi sınıfınındır ve işçi ve emekçilerin, sisteme karşı her yol ve araçla mücadele etmesi esastır.

Direniş hattı, genel grev ve genel direniş perspektifi ile, bu hedef ile örgütlenmelidir. Bu açıdan da BEC çok önemli ve acil bir görevdir. Bu nedenle, tüm devrimci hareketi, BEC’e çağırıyoruz. Her devrimci hareket, kendi örgütlenmesini zaten yapar. Ancak BEC, bugün, tüm direnişi birleştirmek ve işçi sınıfının devrimci direniş hattını geliştirmek için çok büyük önemdedir.

Egemenlerin, Saray’ın “iç cepheyi güçlendirmek” çağrılarının karşısında, bizim cephemiz Birleşik Emek Cephesidir.

Ülkemizdeki direnişten yükselmekte olan slogan, “genel grev, genel direniş”tir. Bu slogan, yaşanan sürecin gerçekliğinin sonucudur ve elbette güncel ve yerindedir. “Genel grev-genel direniş” sloganının hayata geçmesi için, örgütlenme temeldir. Tüm işçi sınıfının, tüm emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişinin örgütlenmesinden söz ediyoruz. Bu nedenle, bugün, Birleşik Emek Cephesi çok daha önemlidir. 

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

19 Mart operasyonunun ekonomik tahribatı – 2

Kaldıraç dergisinin 287. sayısında yazı başlığı ile ilgili paylaştığım ilk çalışmada Aysun Sadıkoğlu’nun tarafıma göndermiş olduğu selâma yanıt vermeye çalışmış ve operasyonlar sonrasında TL’nin yabancı paralar karşısında değerini koruyabilmek için piyasaya sürülmüş olan USD miktarı hakkındaki bilgilerimi paylaşmıştım. Hemen belirteyim ki bahse konu yazının paylaşılması sonrasında yaşanan süreçte piyasaya sürülen USD miktarı daha da arttı. Gerçi iktidarın borazanlığını yapmakta olan medya kuruluşları “Merkez Bankası Döviz Rezervi Son Sekiz Haftanın Zirvesinde” tadındaki başlıklarla zafer çığlıkları atmaya başladılar ama bu başlık bir makyaj operasyonunun ürünü sadece. Makyajı kazıyınca geride bıraktığımız sekiz haftada döviz rezervlerinde meydana gelen 936 milyon $ tutarındaki artışın 855 milyon $ tutarındaki kısmının altın satışından kaynaklandığını görüyoruz. Bir başka anlatımla altın satıp döviz alınan bir süreç yaşamışız. TCMB tarafından haziran ayı başında yayınlanan istatistikler bu durumu gösteriyor. Arada bir fark var. Bu da pozitif bir eğilimin göstergesi değil mi, diye soracak olursanız eğer, hayır derim. Çünkü aradaki 81 milyon $ seviyesindeki farkın bir kısmı IMF bünyesindeki SDR rezervlerinin kullanılması ile karşılanmış 77 milyon $.

Geriye kalan sadece 4 milyon $ var. Bu arada Merkez Bankası mayıs ayı zarfında 125 milyon $ tutarında yeni borç yapmış. Yani günün sonunda 121 milyon $ daha geriye gitmiş rezervler. Şimdi buna bir de yine Merkez Bankası tarafından aynı dönemde gerçekleştirilen 7 milyar TL tutarındaki iç borçlanmayı da ekleyelim. Bu para ile de döviz alındı. Yaklaşık 175 milyon $. Bu rakamı da ekleyince 287. sayıdaki yazının yazıldığı tarihten itibaren 2025 yılı mayıs ayı sonuna kadar yaşanan dönemde TCMB döviz rezervlerinde 300 milyon $ tutarında bir azalma görürüz. Konu ile ilgili derinlemesine bir inceleme yapmadığım için yukarıda belirtilenlerin dışında bir veri yok elimde. Ancak bu kadarı bile iktidar medyasının davul zurna ile ilan ettiği “döviz rezervinin arttığı” haberinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamakta olduğunu kanıtlamakta. Öte yandan muhalefet çevrelerinin dillerinden düşürmedikleri “60 milyar $ harcandı” söyleminin de abartılı olduğunu düşünmekteyim. Süreç dinamik bir şekilde devam ediyor birkaç ay zarfında daha gerçekçi bir yorum yapabileceğimizi düşünmekteyim. 

Bu yazının odaklanacağı konu ise 19 Mart 2025 sonrasında yaşanan sürecin oluşturduğu diğer ekonomik zararlar. Bahse konu zararların her biri ayrı niteliklere sahiptirler, dolayısı ile birbirinin üzerine eklenip bir toplama işlemine tâbi tutulmaları matematik bir anlam ifade etmez. Elma ile armudun toplanamayacağı gibi bir durum söz konusu, bu nedenle bahse konu zararların her birini ayrı bir inceleme kalemi olarak ele alıp değerlendirmek gerekir. Yazıda bu yöntem izlendi, dolayısı ile ortaya çıkan maliyeti tek bir rakam olarak ifade edilmedi. Zaten bu tür bir çabanın içine girmek abesle iştigal anlamını taşır. 

Ele alacağımız ilk zarar kalemi İstanbul Borsasında gerçekleşti. Burada oluşan zarar pek emekçileri ilgilendirmez diye düşünülebilir. Ancak ben aynı görüşte değilim. Nedenini de aşağıda açıklamaya çalışacağım. 

Mart ayı başı borsa endeksi ile mayıs sonu endeksi incelendiğinde iki endeks arasında 6,62 puanlık bir düşüş gözlemlenmekte. Hiç de küçümsenecek bir oran değil bu. “Borsa işte iner de çıkar da” diye geçiştirilebilecek bir konu da değil. Sonuçta iki aylık dönem zarfında ülkedeki varlıkların %6,62 oranında değer yitirdiğinin göstergesi bu durum. Şimdi şöyle düşünelim: Borsada işlem gören hisseler değer yitirdiklerine göre birileri para kaybediyor demektir. Kim bu kaybedenler? Hemen söyleyelim, küçük yatırımcılar. Bir biçimde eline geçmiş olan parayı (söz gelimi emeklilik ikramiyesi vb.) heba olup gitmesin diye borsada değerlendirmek istemiş, buradan elde etmesi olası gelir sayesinde bütçesini ferahlatmaya çalışan, yeterli finansal olanaklara da güçlü bir iletişim ağına da sahip olmadıkları için birebir piyasa takibi yapamayan bir kitledir “küçük yatırımcı” ifadesi ile tanımlanan. Hisseleri borsada işlem gören şirketler batmazlar bu değer yitimi ile ancak servetler el değiştirir. Küçük yatırımcının bin güçlükle elde ettiği birikim büyüklerin eline geçer böyle dönemlerde. “Her kriz yeni fırsatlar yaratır” cümlesi böyle durumlar için geçerlidir. Sistem şöyle çalışır:

Hisse senetlerinin âni değer kaybı yaşaması ve bu trendin bir süre yaşanacağının ortaya çıkması ile küçük yatırımcı panikler. Yılların mücadelesi sonucu elde ettiği birikimi yitirme korkusuna kapılır. Son derece insanî bir duygudur bu. Küçük yatırımcı bu süreçte daha fazla zarar etmemek, tüm birikimini yitirmemek için elindeki hisseleri satar ve piyasadan çekilir. Elden çıkarılan hisselerin yeni sahibi ise piyasadaki büyük oyuncular ya da bahse konu hisseleri ihraç etmiş şirketler olur çoğu kez. Böylece küçük yatırımcıların birikimleri büyük sermayenin eline geçer. Bu kez de öyle oldu. İstanbul borsasının mayıs sonu itibarı ile yayınladığı bültene göre nisan ve mayıs ayları zarfında toplam 68.191 yatırımcı çekilmiş borsadan. Buna karşın kurumsal yatırımcı sayısında azalma yok. Dolayısı ile çekilenler ağırlıklı olarak küçük yatırımcılardan oluşuyor. Bir husus daha var dikkat çeken, kurumsal yatırımcıların sahip oldukları portföy değeri %3,2 oranında artış göstermiş (Geniş bilgi için bkz: htpps://mkk.com.tr). Bütün bu verileri bir arada değerlendirince borsadaki değer düşüşünün küçük yatırımcının birikimlerini kaybetmelerine ve yitirdikleri bu birikimlerin ifade ettikleri değerden daha düşük bir bedelle büyük sermayenin portföyüne girdiğine tanık oluruz. Kimdir bu küçük yatırımcılar? Emekli öğretmen, akademisyen, bürokrat, mühendis ya da esnaf. Sonuçta yaşamlarını sürdürebilmek için bedensel ya da zihinsel çaba sarf etmiş insanlar bunlar. Uzun yıllar boyunca sürdürdükleri çalışma yaşamları boyunca elde ettikleri birikimi borsada değerlendirmek ve bu yolla edinecekleri geliri emekli maaşlarına katarak görece daha rahat bir emeklilik yaşama çabasına girmişler. Eriyen, yok olan ya da daha doğru bir ifade ile büyük sermayenin varlıkları arasına katılan bu insanların birikimleridir işte. 

Kuşkusuz ekonomide gerçekleşen kayıp bununla da bitmedi. İşçi ve emekçilerin gelirlerinde de, emeklilerin gelirlerinde de büyük kayıplar yaşandı bu süreçte. İşçi ve emekçilerin kayıpları ile başlayalım isterseniz. Operasyon öncesi USD 36,50 TL idi. Bu rakam 31 Mayıs 2025 itibarı ile 39,24 oldu. Bir buçuk aylık dönemde meydana gelen fark %7. TÜİK verilerine göre 2024 yılı sonu itibarı ile ülkede maaşlı çalışan sayısı 27,5 milyon (devlet memurları da bu sayıya dâhil). Operasyon öncesinde çalışanların maaş ortalamasının 1000 USD olduğunu varsayalım (Gerek TİSK tarafından gerekse bazı özel araştırma kuruluşları tarafından yapılmış olan ücret araştırmaları maaş karşılığı çalışanların aylık ortalama gelirlerinin 1000 USD çevresinde yoğunlaştığını göstermekte. Konu ile ilgili detaylı bilgi almak için Mercer, HR Partners, Hay Group ve TİSK ücret araştırmaları raporları incelenebilir). Bu varsayım tahtında ülkede ücret geliri elde eden her bireyin 19 Mart operasyonu sonrası gelirinin 930 $ seviyesine düştüğünü, bir başka anlatımla her bireyin bir buçuk ay zarfında 70 $ gelir kaybına uğradığını görüyoruz. Toplamda ne mi yapıyor? 1.925.000.000 $ yazı ile ifade edecek olursak eğer bir milyar dokuz yüz yirmi beş milyon Amerikan Doları. İşte ücret geliri elde edenlerin bir buçuk aylık gelir kaybı. 

Elbette bu birey başına 70 $ tutarındaki ücret kaybı her ücretli için aynı şeyi ifade etmiyor. Bu gelir kaybının en çok etkilediği kesim asgarî ücret karşılığı çalışanlar. 25 Aralık 2024 tarihinde Bianet adlı sitede yayınlanan habere göre Türkiye’de ücret geliri elde edenlerin %40’ı asgarî ücret mukabili çalışmakta (DİSK-AR raporuna göre bu oran %50 ancak şahsen Bianet sitesindeki haberde yer alan oranı daha gerçekçi buldum). Haberin detayı incelendiğinde bu oran hesaplanırken “devlet memuru” sıfatını taşıyanların hesaba katılmadığı fark ediliyor. Bu da son derece doğal çünkü en düşük devlet memuru maaşı bile asgarî ücretin hayli üzerinde. Yukarıdaki 27,5 milyon çalışandan 3,5 milyon devlet memuru çıkarıldıktan sonra kalanın %40’ını hesaplarsak eğer 9.600.000 sayısına ulaşıyoruz. Bu da kabaca ülkedeki asgarî ücretli sayısı. Şimdi bu kadar insan için nasıl bir gelir kaybı oluştuğunu hesaplayalım: 

Bilindiği gibi asgarî ücret 22.104 lira. Bu rakam operasyon öncesi kurdan hesaplandığında 605,6 USD iken Mayıs 2025 sonu itibarı ile 563 USD seviyesine gerilemiş bulunmakta. Bireysel gelir kaybı 42,6 $, asgarî ücret karşılığı çalışanların total gelir kaybı ise 408.960.000 $, yazı ile ifade edecek olursak dört yüz sekiz milyon dokuz yüz atmış bir ABD Doları olarak gerçekleşmiş bu bir buçuk ay zarfında. Yukarıda ortalama gelir için yapılmış hesabı burada asgarî ücret karşılığı çalışanlar için tekrarlamanın bir anlamı yok. Sonuçta aynı oranlar çıkar yaklaşık olarak. Ancak asgarî ücretliler için bu gelir kaybı rakamlardan çok daha fazla anlam ifade etmekte. Yaşam maliyetlerini karşılamakta zaten yetersiz olan ücret gelirinin daha da yetersiz hâle gelmesi asgarî ücret mukabili çalışmakta olanların içinde bulundukları sefalet girdabında daha fazla kaybolmaları demek. Yaşamlarını sürdürebilmek için tek çareleri olan kredi kartlarına daha fazla sarılıp daha çok borçlanmaları demek. Ne var ki bileşik faiz hesabı ile yıllık %80’e ulaşmış olan kredi kartı faizleri ile bu durumun uzun süre sürdürülemeyeceği de çok açık. Ekonomik sıkıntıların yaratacağı depresyonlar, insanları intihara vardıracak ruhsal çöküntüler çok uzakta değil. Böylesi bir toplumsal çöküntüyü maddî değerler üzerinden ifade edecek bir hesaplama yöntemi de yok. 

Sırada elbette en alttakiler var. Yani asgarî emekli maaşı alanlar. Gerçi oldukça küçük bir azınlık dışında (tüm emeklilerin yaklaşık %4’ü) emeklilerin tümünün durumu pek de hoş değil. Ülkede emekli maaşları ortalamasının 26.000 lira seviyelerinde olduğu tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor diyorum çünkü gerçek bilgiye ulaşılamıyor. SGK emekli maaşları ile ilgili ayrıntılı bir belge yayınlamadığı için kaç kişinin hangi seviyede emekli maaşı aldığını bilemiyoruz. SGK adeta bir ticari sır gibi saklamakta bu bilgileri. Dolayısı ile en düşük emekli maaşı alan kişi sayısını da bilmekten uzaktayız. Bildiğimiz sadece en düşük emekli maaşının 14.469 lira olduğu bu rakam üzerinden hareketle operasyon öncesi en düşük emekli maaşının 396,4 $ seviyesinden 368,7 $ seviyesine düştüğü bu bir buçuk aylık dönem zarfında. Böyle bir gelir ile ayakta durabilmenin ne derece mümkün olduğunun takdiri ise bu yazıyı okuyacak olanlara ait kuşkusuz. Bu düzeyde bir gelir ile yaşamak zorunda olan kaç kişi var? Onu da sadece SGK biliyor. 

Dikkat edilecek olursa değişik toplum kesimlerinde oluşan satın alma gücü kaybını enflasyondan bağımsız olarak hesaplamaya çalıştım. Bunun nedeni incelemeye çalıştığım bir buçuk aylık dönemde gerçekleşen enflasyona 19 Mart operasyonunun ne ölçüde etki yaptığını hesaplayabilecek yeterli materyalin bulunmayışı idi.

19 Mart operasyonu ile enflasyon arasında enflasyonu tetikleyici yönde bir ilişkinin mevcudiyetini söylemek mümkün ancak bu ilişkinin derecesinin hesaplanması çok kapsamlı araştırmaları ve bu araştırmaların bulgularından yararlanılarak kurulacak karmaşık bir ekonometrik model kurulmasını gerektirir. Yazık ki bu satırların yazarı böylesi bir araştırmayı gerçekleştirecek olanaklara sahip değil. Ancak şu kadarını ifade edebilirim ki yukarıda hesaplanmış olan rakamlar enflasyon etkisi sonucu hesaplanmış olandan daha büyük bir satın alma gücü kaybı yaratmış ve ücret geliri elde edenleri de, emeklileri de, bir kısım esnafı da telafisi son derece güç ekonomik sıkıntılara sokmuştur. 

İki bölüm hâlinde dikkatlerinize sunmaya çalıştığım bu yazıda 19 Mart operasyonunun yaratmış olduğu ekonomik tahribatı betimlemeye çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur. o

Dipçe: İran’a yönelik emperyalist saldırı sonrasında da ekonomideki olumsuz gelişmeler de, ülke ekonomisindeki tahribat da devam etti doğal olarak. Haziran ayı zarfında meydana gelen ekonomik tahribatta 19 Mart operasyonunun payı ile İran’a yönelik emperyalist saldırının payını tartılandırabilecek verilere henüz ulaşmanın mümkün olmadığından haziran ayı verilerini inceleme dışı bırakarak bu çalışmayı 18 Mart-31 Mayıs dönemi ile sınırlandırmayı tercih ettim. 

Holdingler açıkça cinayet işliyor! Peki sendikalar ne yapıyor?

Çalık Holding önünde, Çalık Holdingin korumaları tarafından bir işçi, Erol Eğrek, dövülerek öldürüldü. Her yeni cinayet bir öncekini unutturuyor. Unutturmasın.

Üzerinden biraz zaman geçince gündemden düşüyor. Düşmesin. 

İşçi yıllardır alamadığı tazminatını almak, bu konuda yıllardır bu hakkın üstüne yatan holding yetkililerine, maddî durumunun ne kadar kötü ve açmazda olduğunu göstermek üzere elinde silahla geliyor; silahı holding yetkililerine doğrultmak için değil, kendi kafasına doğrultmak için. Nitekim çevredeki bir saksıya ateş ettikten sonra silahı kendi kafasına doğrultuyor, muhtemel ki koruma barikatını aşıp bir yetkiliye meram anlatmak istiyor. Ancak korumalar o kadar rahat ve pervazsız ki (ne de olsa memleketin sayılı holdinglerinden birinin kapı kulluğunu yapıyorlar) bütün maharetlerini kullanıp işçiyi “etkisiz hâle” getiriyorlar. Biliyorsunuz bizim güvenlik literatüründe “etkisiz hâle getirmek” öldürmek oluyor. “Bilmem neredeki çatışmada bilmem kaç terörist etkisiz hâle getirildi” denir. 

Gazeteci Bahadır Özgür’ün paylaşımlarından öğreniyoruz ki bu Çalık Holding 2019’dan beri tek kuruş vergi ödememiş. Yine basında çıkan haberlere göre bu durumda olan yalnızca öldürülen Erol Eğrek değil, daha birçok işçinin haklarına “çökülmüş.” Çökülmüş lafını bilerek kullanıyoruz, bu bir mafya yöntemidir ve mafya/sermaye iç içedir. Ondandır ki hakkını arayan işçiye karşı kullandıkları yöntem de mafya yöntemidir. Korumalar mafya tetikçileri olarak hareket etmişlerdir. Mafya tetikçileri sahipleri adına cinayet işlerler, her tür pis işi yaparlar, onlar adına hapis yatarlar. Mafya babaları da böylece “makbul iş adamları” olarak ortalıkta dolanır. Gün gibi ortada olan cinayetlerin ucu asla onlara kadar ulaşmaz. 

Bir grup öğrenci pankart asar hemen gözaltına alınır ve durmadan “arkanızda kim var, hangi örgüte üyesiniz sizi kim yönlendirdi” sorgulamaları başlar. Ama ülkede iş cinayetleri, açık cinayetler, ihmaller zinciri olur, kimse bir adım arkadakine dokunmaz. Somada 300’den fazla madenci ölür, maden sahibine bir şey olmaz, İliç’te siyanürlü toprak yığınları işçilere mezar olur (ki burada da ortaklardan biri Çalık’tır), bir tek maden sahibi yargılanmaz, tren kazası olur, sorumlulardan tek bir kişi yargılanmaz, otel yanar Turizm Bakanlığından tek bir kişi yargılanmaz, ama onları savunan avukatlar hapse atılır, davaya sahip çıkanları yıldırmak için binbir türlü engel çıkarılır, olmadı onlar da tutuklanır… Olağan iç savaş hukuku. Düşman öğrencidir, düşman gençtir, düşman hakkını arayan işçidir, düşman kadındır, düşman tüm bu haksızlıkların karşısında duran herkestir ve dolayısıyla iç savaş hukukundan nasiplerini alırlar. 

Öyleyse işçi Erol Eğrek’in ölümünden de Çalık Holdingin sorumlu tutulmayacağını bilmek için hukuk bilmeye gerek yok. Sündürülen mahkeme süreçleriyle, yarın yenilerinin ve daha vahimlerinin yaşanacağı ve bir öncekini nasıl olsa unutturacağına olan inançlarıyla yollarına devam edecekler. 

Bu pervasızlığa dur demek için öncelikle sendikaların harekete geçmesi gerekir. Erol Eğrek katlediliyor ve ilk harekete geçen sol. Sendikalar da eylem yapıyor ama katılımları temsilci düzeyini aşmıyor. 

Sendikalara soruyorum: İlk günden başlayarak holdingin önünde bir seri eylem koymak için ne gibi bir engeliniz var? Holdinge bağlı işyerlerindeki işçileri -üyeniz olsun olmasın- sınıf kardeşlerinin ölümüne ve yarın kendilerini de bekleyen akıbete karşı harekete geçirmek için ne yaptınız? İşçiler öldürülürken de mi susacaksınız ya da dostlar alışverişte görsün diye mi eylem yapacaksınız? Ortaya çıktı ki, bu durumda olan, hakları Çalık tarafından gasbedilen bir tek Erol Eğrek de değilmiş. Daha onlarca işçi varmış mesela bunlar için harekete geçecek misiniz? 

Günde 5 işçi iş cinayetlerinde katlediliyor, 11 milyon işsiz var. 17 milyonu kayıtlı olmak üzere 32 milyon çalışanın 2,5 milyonu sendikalı ve bu sendikaların yalnızca %26’sı (227 sendikanın 59’u iş kolu barajını aşıyor) toplu sözleşme yapma yetkisine sahip. Bu kadar düşük bir örgütlülük ve sendikalaşma düzeyine sahip olmak için işçi sınıfına ve onun sorunlarına karşı kör sağır dilsiz olmak gerekir. Ki bugün sendikaların durumu budur. 

Bir başka örnek Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani. Zonguldak’ta kaçak bir madende iş cinayetine mi yoksa doğrudan doğruya bir cinayete mi kurban gittiği tartışmalı olan (aile böbreğini vermesi için daha önce işveren tarafından zorlandığını ve otopsi raporuna göre de sol böbreğinin olmadığını iddia ediyor) Nourtani’nin geride kalan eşi ve 3 çocuğu yaşam savaşı veriyor. İşçi sınıfının vatanı yoktur, tüm yeryüzüdür onun vatanı. Afgan, Suriyeli ya da Laz bir işçi olsun ne fark eder! Sendika onun hakkını korumayacaksa, sendika bir cami imamının aileye uzattığı yardım eli kadar bir yardımı bu işçiye yapamayacaksa (Nourtani’nin ailesi bir yıldır mahalledeki cami imamının yardımıyla geçindiklerini söylüyor) nasıl ona işçi örgütü diyeceğiz? Bu aidatlar işçilerden ne için toplanıyor? Maden-İş örneğin bu aileye neden yardım etmez? Yaşı büyük olanların hatırlayacağı “Jaguarlı başkanları” olan bu sendika bir madenci ailesine el uzatacak kadar bir bütçeden yoksun mudur? 

Birçok sendikanın binası holding binası kıvamında. onların bazılarının önünde de Çalık’ın önündeki gibi korumalar, güvenlikler vardır. Şimdi bu binalarda oturan, bu koltuklarda oturan hem de birçoğu kalubeladan beri o koltuklarda oturan bu sendikacıların umurunda olur mu Nourtani ya da Erol Eğrek? 

Neredeyse 25-30 yıldır aynı koltukta oturan sendikacılar var. Sıradan bir işçinin yapamayacağı nasıl bir iş yapıyorsunuz, atomu mu parçalıyorsunuz da o koltukları başka işçilere bırakmıyorsunuz? Nasıl bir yeteneğiniz var? Aslında var tabii yetenekleriniz, işçilerin onayını almadan toplu sözleşme imzalama, iş yerlerindeki direnişleri, sendikalaşma çabalarını görmezden gelme, hattâ gerekirse engel olma, işçi sınıfını sokaklardan uzak tutma, işçi sınıfını soldan, devrimcilerden uzak tutma, işçi sınıfının sınıf olmaktan, üretimden gelen gücünü kullanmama, kullanmak gerekirse de en etkisiz biçimde kullanma. Daha ne olsun işçi sınıfı için değil ama devlet ve işveren için böyle sendikacılığa can kurban. 

Sendikacılığın genel tablosu bu olsa da yine de bu tablonun dışına çıkan mücadeleci sendikalar olduğunu biliyoruz. Bu sendikalar tabanın solun ve devrimcilerin gücüyle sendika mafyasını sırtından atmalı, işçi sınıfının ekonomik demokratik hakları için mücadele etmeli ve sınıf olmaktan gelen gücünü mücadeleyi ileri taşımak için kullanmaktan geri durmamalıdır. Kene gibi koltuğuna yapışan sendikacıları o koltuklardan söküp atmalı, genç mücadeleci sendikacılara alan açmalıdır. Sendikalı olup olmadığına bakılmaksızın direnişte olan işçilere her tür destek verilmelidir. 

Yeni Erol Eğrekler, yeni Vezir Mohammad Nourtaniler olmaması, yeni İliçler yeni Somalar yaşanmaması için işçi sınıfının örgütlenmesi, sendikalarına sahip çıkması, yüzünü sendika mafyasına, devlete değil, yüzünü sola, devrimcilere dönmesi gerekir. İşçi sınıfı ya örgütlüdür her şeydir ya değildir hiçbir şeydir!

Dosya: İranlı komünistler İsrail saldırganlığına ne diyor?

Emperyalistlerin desteğiyle siyonizmin İran’a saldırısının ardından, İran’da işçi sınıfı, emekçi halklar adına hareket eden güçlerin görüşlerini almak üzere dostlarımızla iletişim kurduk. Dergimizin son sayısında İran’dan bir dizi siyasal akımın konuya ilişkin açıklamalarına yer verdik. Röportajlarımızı, İranlı siyasi tutsakların mektuplarını, yazılarımızı ve açıklamaları bu sayfadan da okuyabilirsiniz.

Emperyalist paylaşım savaşımının yeni dönemi mi? Ya da doğru tutum almak | Deniz Adalı

“İsrail yönetimi, İran yönetiminden çok daha fazla dincidir, çok daha fazla ırkçıdır. İran’daki molla rejimini kullanarak, herkese yalan söylenmektedir. Demek İran halkının ayaklanmasını, İsrail bombaları, ABD saldırıları sağlayacak öyle mi?”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

İran Komünist Partisi: Savaşa hayır,  savaş yanlısı politikalara hayır, derhal ateşkes!

“Hem mevcut durumda hem de savaşın şiddetlenmesi hâlinde, İran ve bölge halklarının ezilenleri ile işçi sınıfı en büyük zararı görecektir.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

İran İşçi-Komünist Partisi: Düşmanlarımızın savaşında savunulmalarına değil, kaybetmelerine yönelik tutum alırız

“Partimizin politikası her zaman, İsrail ya da ABD ile İran İslam Cumhuriyeti arasında bir savaş çıkması durumunda, İslamcı rejimin devrilmesi için yürüttüğümüz mücadeleyi terk etmemek ve savaşın yarattığı farklı ve yeni koşullar içinde bu politikayı sürdürmek gerektiği yönündeydi.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

İranlı Sol ve Komünist Güçler Koordinasyon Konseyinin açıklaması: İsrail ile İslami rejimin gerici savaşına hayır

“Gazze’de milyonlarca insana gıda, ilaç ve temel yaşam gereksinimlerini reddeden, Başbakanı Netanyahu hakkında soykırımdan uluslararası tutuklama kararı bulunan ırkçı İsrail rejiminin, İran halkının değil, monarşist faşistlerin ve Rıza Pehlevi’nin müttefiki ve dostu olduğu artık bir sır değildir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

Savaşa ve savaşı kışkırtma politikalarına karşı bağımsız İranlı kurumların ortak açıklaması: Bizim mücadelemiz sosyal ve sınıfsal bir mücadeledir – kendi gücümüze dayanır

“İsrail’in İran halkına düşmanlık beslemediğine dair iddiaları açık yalanlardan ve politik propagandadan ibarettir. Daha dün İsrail Savunma Bakanı “Tahran’ı yakmakla” tehdit etti. Trump ve diğer ABD’li yetkililerin tekrar tekrar yaptığı tehditler -ve Batılı güçlerin bu tür eylemlere verdiği açık destek- bölgede gerginliği ve yıkımı daha da artırmıştır.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

İran Komünist Partisi açıklaması: İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimci yoldan devrilmesi mücadelesini yoğunlaştıralım

“Bombalamaların sürmesine paralel olarak, burjuva ve sağcı muhalefet güçlerinin katılımıyla alternatif bir hükümet kurma çabaları da ABD-İsrail ekseninin Orta Doğu’da stratejik vizyonlarına uygun bir bölgesel düzen kurma projesinin bir parçası hâline gelecektir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

İran İşçi Komünist Partisi açıklaması: Bu savaşın yanıtı, İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesidir

“İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, yalnızca İran halkını yüz binlerce infazın, yoksulluğun ve sefaletin rejiminden kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda savaş kışkırtıcılığı ve İslamcı terörü örgütlemesiyle Ortadoğu’yu ateşe veren başlıca aktörlerden biri olan bu rejimin ortadan kalkmasıyla dünyayı da özgürleştirecektir.”

Açıklamanın tamamını okumak için tıklayınız

Evin Cezaevindeki üç siyasi tutuklu, “Anisha Asadollahi”, “Nahid Khodajoo” ve “Nasrin Khadrjavadi”den mektup

Şüphesiz ki İran halkı ve diğer ülkelerin halkları savaş istememektedir. Çünkü hükümetler tarafından dayatılan bu yıkıcı ve yok edici savaşlar, binlerce savunmasız ve evsiz insanın hayatına mal olacak, yaşamlarını uçuruma sürükleyecektir.

Mektubun tamamını okumak için tıklayınız

Dosya: “Çalınmış topraklarda kimse göçmen değildir” – ABD’deki eylemler

ABD emperyalizminin hegemonyası çözülürken tüm dünyada savaşı körüklemeye devam ediyor. ABD içerde ise bu savaş politikalarının yansısı olarak göçmen karşıtı saldırılarını artırıyor. Dergimizin bu sayısında, ABD’de gelişen Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosuna yönelik eylemleri, makale ve röportajları okuyabilirsiniz. 

ABD’de son gelişmeler ve göçmen protestoları | Derya Kızılova

“Gördüğümüz eylemler 1992’deki protestolara kıyasla çok daha kısıtlı derecede ve gerçekten de bu yasa kullanılmak istense acaba Trump hükümeti bu yasayı çıkarmadan kuvvet sevkiyatına ihtiyaç duyar mıydı sorusu da ön plana çıkıyor.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Halk, ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosuna (ICE) karşı: Devlet terörüne karşı ayaklanma | Puntorojo Yayın Kurulu

“ICE’ın, sendikal örgütlenmeye ve siyasal muhalefete karşı kullanılan bir devlet baskı aracı olma yönündeki kurucu niteliği, yakın zamanda ICE ajanlarının Filistin yanlısı aktivistleri ve destekçileri hedef alıp tutuklamasıyla kendini gösterdi.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

New York’ta Göçmen Dayanışma Ağından M. Lynn ile röportaj

“İnsanlar öfkeli. Maskeli Gestapoların topluluk üyelerimizi kaçırdığını görüyoruz. Los Angeles’taki direnişin seviyesini görmek ilham verici oldu. New York’ta örgütlendik ve harekete geçtik.”

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız

Emperyalist paylaşım savaşımının yeni dönemi mi? Ya da doğru tutum almak

İsrail, 13 Haziran 2025’te, sabah şafak sökmeden, İran’a karşı saldırı başlattı. Aslında saldırı, bir süredir bekleniyordu. Örneğin, Nisan 2025’te, bu saldırının yapılacağı söyleniyordu. Ama öyle anlaşılıyor ki, hem Çin’in Tayvan etrafında aldığı önlemler hem Ukrayna savaşındaki ABD ve NATO ekseninin yenilgisinin yarattığı bazı sıkıntılar, saldırıyı ertelemelerine neden oldu. Ve ardından, İran-ABD nükleer görüşmeleri, süreci uzattı.

Bu kısa girişte anlıyoruz ki; (a) İsrail-ABD (elbette İngiltere ve NATO) saldıracaktır. Bu her zaman yaptıkları şeydir. Dün Gazze, ardından Lübnan, Suriye, Libya vb. hepsinde İsrail vardır ve dahası TC devleti de var olmak istemiştir. (b) Anlaşılıyor ki, bu savaş daha büyük savaşın parçasıdır. Ve savaş yayılmaktadır. Her yeni adım, diğer güçlerin de test edilmesi demektir. Her yeni hamle, sahada bir avantaj elde etme isteği de demektir. (c) Bu savaşın hedefi sadece İran değil, Rusya ve Çin’dir. Ve her ikisi de savaşın yayılmaması için uğraşmaktadır. Onlar savaş yayılmasın, savaş olmasın diye uğraştıkça, karşı taraf kendini daha “cesur” görmektedir. Bu nedenle, her istedikleri zaman, her istedikleri yere saldırılabileceklerini düşünmektedirler.

Konuya dönelim.

Artık biliyoruz, İsrail-ABD ve İngiltere cephesi (siz buna, Fransa, Almanya ve tüm NATO’yu ekleyin), önce görüşmelere başlıyor. Görüşmeler sürerken saldırıyorlar ve bu yolla bazı suikastlar gerçekleştiriyorlar. Savaşta, hile yapılır elbette. Ama bu üçlünün, emperyalist Batı’nın hiçbir savaş kuralı yoktur, hiçbir “değer”i yoktur ve bunu biliyoruz. Hizbullah lideri böyle öldürüldü. Anlaşma yapılmıştı. Bu durum, saldırganın kim olduğunu göstermektedir ve elbette bu saldırganlığın, dünyanın gözleri önünde sürdüğünün de ortaya konması gerekir. Uluslararası hukuk vb. diye bir şey çoktan rafa kalkmıştır ve ABD, İngiltere başta olmak üzere tüm NATO güçleri, her türlü saldırganlığı açıkça savunmaktadır.

İran ile, 15 Haziran 2025 pazar günü, nükleer görüşmeleri vardı ve bu görüşmelerden önce saldırdılar. Demek ki, hiçbir sözlerine güvenilemez durumdadırlar.

Saldırılar, şu üç vurgu ile yapılmıştır: (1) İsrail-ABD, İngiltere tarafı, saldırıların nedeninin, İran’ın elindeki füzeler, silahlar olduğunu söylediler. Netanyahu, ellerinde 20 bin füze var, dedi. Bir başkası bu füzelerin sayısının 2 bin olduğunu ve yakında 8 bine çıkacağını söyledi. (2) Nükleer silah geliştirmek istediğini, bu nedenle bombalandığını, çünkü İran’ın asla nükleer silahlara sahip olamayacağını söylediler, söylüyorlar. (3) Amaçlarının İran’daki dinci-İslamcı yapıyı devirmek olduğunu söylüyorlar.

Bu iddialar üzerinde durmalıyız. Çünkü, bizde, ülkemizde, solcu görünümü altında İsrail için çalışan epeyce bir varlığın olduğunu söylemek mümkündür. “Varlık” diyorum, çünkü dolar karşılığı her şeyini satabilen kişiler, artık insan olmaktan da çıkmaya meyil gösterirler. Ve savaş nedeniyle bu İsrail uzantıları, son derece açık hareket etmeye zorlanmaktadırlar. Böylece, bunları tanımak da mümkün olmaktadır. Kaydedilmelidir. Bu İsrail uzantıları, İsrail adına, propaganda yapmaktadırlar. Gazze’de İsrail’in yaptıklarını unutturmak istiyorlar ve şimdi, İran’ı düşmanlaştırma işine koyulduklarını görmek mümkündür.

Şimdi bu üç noktaya bakalım.

Diyelim ki, İran’ın elinde binlerce füze var. İyi ama, bu zaten her devletin elinde bir silahlı güç olması nedeniyle zaten normal değil mi? Örneğin, X ülkenin elinde de silahlar varsa, orayı da mı hedef tahtasına koyacaksınız? Bu aşağılıkça, kendini beğenmişçe, kendini dünyanın efendisi saymaktan kaynaklı bir bakış açısının ürünüdür. Ki sadece Trump ve Netanyahu’nun kişiliği nedeniyle öyle değil, bugün savaşı kundaklayan tüm Batı, NATO böyledir. Kendilerini dünyanın efendisi sanıyorlar ve üstüne üstlük, buna uygun pervasız bir narsistlikle davranacak “liderleri” ilgili yerlere yerleştirmekte yetenekliler. Trump, hem Rusya’ya karşı, Ukrayna sahasında alınmış olan yenilgiyi örtmek için görevdedir (ABD ve NATO, Ukrayna’da yenilmiştir, bunu kabul etmemeleri ayrı bir konudur. Ama sürmekte olan görüşmeler, bu nedenle gündemdedir ve görüşmelerin amacı, Rusya’yı oyalayarak, bu sırada kendi güçlerini sahaya yeniden yerleştirmektir. Trump’ın ağzından çıkan “barış” sözleri, savaşı daha da genişletme hedefini ifade eder), hem de savaşı daha geniş alanlara yaymak için görevdedir. Netanyahu yönetimindeki İsrail dinci faşist devleti, bu görev için Ortadoğu’da bir tetikçidir. Savaş ilerledikçe, İran’ın yanıtlarının ciddi olduğu göründükçe, ABD, “savaşa doğrudan dâhil olmak”tan söz etmektedir. Oysa zaten savaşa doğrudan dâhildir. Savaşı kundaklayan, ABD, İngiltere ve NATO’dur.

ABD ve NATO, kendisi dışında bir gücün varlığını kabul etmek istemiyor. İran, bölgede, ambargo altında da olsa bir güçtür ve bu güç, aslında ABD-NATO karşısındaki Rusya-Çin ittifakının zayıf güçlerinden biridir. Bu nedenle İran’a vurmak, aslında Çin’e ve Rusya’ya da vurmaktır, daha çok da Çin’e. ABD ve İngiltere, Ortadoğu’da sömürgeleştirme politikalarının önünde engel görmek istemiyor. İşte, İsrail’in ağzından çıkan 20 bin füzeleri var sözü, tam da burada anlam kazanıyor.

Bölgenin, bağımsız bir gücü olan Suriye, şimdi sömürgeleştirilmektedir. Aynı sömürgeleştirme süreci İran için planlanmaktadır. Ama İran, Çin ve Rusya’ya vurmak için bir basamaktır. Suriye, İran’a vurmak için bir aşamaydı, ama İran, Rusya ve Çin’e vurmak için bir hamledir. Sadece bu değil, içinde Ortadoğu’nun paylaşımı elbette var.

Faşist ve dinci Netanyahu, İran’ın elinde 20.000 füze var, vurmalıyız, diyor. İyi de, diyelim ki, bu 20.000 füzenin bir bölümü, senin “Iron Dome”unun üzerini delerse, senin bulunduğun yerde patlamaz mı? Elbette patlar. Ama konu savaş olunca, bu ülkelerin, emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi İsrail dinci-faşist yönetiminin kendi vatandaşlarını düşüneceğini sanmak aptallık olur. Kâr ve egemenlik, hâkimiyet ilişkileri her türlü insanî değerin yok edilmesi demektir. Bu nedenle, dünyanın emperyalist egemenlerinden insanî kaygılar beklemek, onların bu yöndeki sözlerine kanmaktan başka bir anlam ifade etmez.

Diyelim ki çok silahı olan, füzesi çok olan ülkelere saldırılacaksa, demek ki ABD saldırmak için iyi bir hedef olmalıdır. İsrail de elbette. İsrail’de az mı silah var? Şimdi Çin, aynı nedenle İsrail’e saldırırsa ne olur? ABD ve İngiltere’nin silahları mı az?

İkinci nokta, onların propagandasında ve elbette bu nedenle onlardan emir alarak, para alarak, ülkemizde de aktif bir propaganda yapanların söylediklerinde, “nükleer silah” meselesidir.

Bu konuda, İsrail konuşabilecek, ahlâkî açıdan ders verebilecek ülkeler arasında değildir, olamaz. Netanyahu yönetimi, hiçbir ahlâkî norma sahip değildir.

Ve doğrusu bu konuda İran, çok daha tutarlıdır. İran, açıkça, tüm Ortadoğu bölgesindeki nükleer silahların ortadan kaldırılmasını talep etmektedir. Demek ki, kendisi de içinde, kimsede nükleer silahlar olmasın demektedir.

Dünyadaki nükleer silahların listesi, basına yayılan bilgilere göre şöyledir:

Ülke   Konuşlandırılmış savaş başlığı Depodaki savaş başlığı
ABD   1770 1930
Rusya   1718 2591
İngiltere   120 105
Fransa   280 10
Çin   24 576
Hindistan   180
Pakistan   170
Kuzey Kore   50
İsrail   90

 

Tabloda görüldüğü gibi, İsrail’in elinde 90 adet nükleer bomba var. Öyle ise, önce ve kesin olarak İsrail’in elindeki bu bombaların imha edilmesi gerekir. Demek ki önce İsrail rejiminin imha edilmesi gereklidir. Kendi elinde bu kadar nükleer bomba olan bir ülke, utanmadan “İran nükleer bomba üretmek istiyor” diye saldırma hakkından söz etmektedir. Ve bizim ülkemizdeki İsrail hayranları, İsrail adına çalışanlar, İsrail’in bu görüşlerini propaganda ederken, İsrail’in elinde nükleer bombalar olduğunu, sözlerinin arasında asla aktarmamaktadırlar.

Netanyahu yönetiminin, Gazze diye bir pratiği var, Filistin diye bir soykırımı var. İran’ın böylesi bir pratiği yok. Ve bize, İran’dakiler çılgın, oysa İsrail’dekiler aklı başında, demektedirler. İran’daki mollalar o kadar akıldışı olabilirmiş ki, bombayı hemen patlatırlarmış. İyi ama İsrail’deki dinciler, faşistler, Netanyahular daha mı aklıselim adamlar? Hem sonra, bombaların patlatılmasının kişilerle ne ilgisi var? Savaş, çılgın ve akılsız adamların işi değildir, savaş emperyalist sistemin içinde bulunduğu koşullarda çıkış yoludur. İnsanlık diye bir dertleri yoktur ve asla olmamıştır. Eğer siz emperyalist efendilerin, uluslararası tekellerin insanlık diye bir derdi olduğunu, çünkü eninde sonunda onların da insan olduğunu sanıyorsanız, geçmiş olsun, siz “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek”, “insan haklarına saygılı hükümet kurmak” gibi emperyalist zokaları yutmuşsunuz. Tedavisi de zor, şimdi, Gazze’deki olaylara bak denirse size, bakamazsınız, çünkü oradaki çocukların büyüyünce “medenî dünya” için tehlike olacağı yolundaki fikri DNA’nıza katmışsınızdır. Bu durumda, kolay unutursunuz ve size gelen emperyalist propaganda kanallarını asla bırakmazsınız.

Utanma bitmiştir. Bunların, yani İsrail’i savunmayı görev edinmiş olanların, hiçbir utanması yoktur.

Gazze’de, bir dönem önce, insanî yardım geldi diye adres vererek, oraya gelen Filistinlileri, çocuk-kadın vb. demeden bombalayan kimlerdir? En son pratikleri, gelenleri açıkça kurşuna dizmektir. Kendisini sanatçı, yazar vb. olarak tanıtan İsrail uzantıları, hiç utanmadan, açıkça, “çocuklar büyüyünce terörist olacaklar, öldürülmeleri gerekir” diye konuşmaktadırlar. Ve yine, tüm bunlardan sonra, “insan hakları” savunusu onların işi olmaktadır. Onlar insan, onların hakları var; bu hak, onun gibi olmayanların köle olması ve kölelerin isyan etmesini savunanların yok edilmesi.

Tüm Batı ülkelerinin “insan hakları” savunuları, katliamlarını savunma, gizleme metotlarıdır. Onların ağzında “insan hakları”, katliamdır. Hiç şüpheniz olmasın.

ABD, Irak’a saldırmak için birçok yalan devreye soktu. Sonuçta Irak işgal edildi ve ABD yöneticileri tarafından, tüm bu yalanlar itiraf edildi. Bugün, İran ne derse desin, aynı yolda yürüyecekleri kesindir. İran’ın nükleer tesislerini vurmaktan söz ediyorlar. Bunu ABD’nin yapmasından söz ediyorlar. Bu elbette uluslararası hukuka aykırıdır ama bunu yapmaktan geri durmayacakları da kesindir. Rusya ve Çin’in bu konudaki uyarılarına kulak asacaklarını sanmak, ABD ve NATO tarafının saldırganlığının derinliğini kavrayamamak olur.

Üçüncü savunu noktaları ise, “biz aslında İran halkına saldırmıyoruz, dinci yönetime, dinci diktatörlere saldırıyoruz” şeklindedir. Buna göre, İsrail, bölgede, İran halkını “özgürlüğe kavuşturmak” için, fedakârlık yapmaktadır. Ne kadar da “aptal”dırlar. Kendileri dışında herkesi aptal sanmak, aptallığın bir üst seviyesidir. Onlar, kendi çıkarlarını gizlemek için bunu yapmaktadırlar.

Oysa belki de bu savaş, İsrail halkının, İsrail’in dinci-ırkçı-faşist rejimini alaşağı etmesi ile de sonuçlanabilir.

İsrail yönetimi, İran yönetiminden çok daha fazla dincidir, çok daha fazla ırkçıdır. İran’daki molla rejimini kullanarak, herkese yalan söylenmektedir. Demek İran halkının ayaklanmasını, İsrail bombaları, ABD saldırıları sağlayacak öyle mi? Peki, ya İsrail vuruldukça, İsrail halkı, yatlara, motorlara atlayıp kaçmak yerine, ayaklanmaya karar verirlerse ne olur?

İsrail’in çıkarları için, İran halkının elbette karşısında mücadele ettiği İran rejimine karşı mı olalım? Şöyle düşünüyorlar, dinci bir İran rejimi, solcuların hoşlanmayacağı bir diktatörlüktür. Bu doğru. Ama bu bizim İsrail’den dinleyeceğimiz bir şey değildir. Bu, İran halkının mücadelesinin konusudur, yoksa İsrail’in saldırganlığını örtme konusu değildir. İsrail, Gazze’de bir soykırım yapmıştır. Hitler nasıl ki Polonya’yı “özgürleştiriyordu”, şimdi de İsrail-ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı, İran’ı “özgürleştirme”ye kalkmaktadır. Oysa biliyoruz ki, bu katillerin eliyle özgürlük değil, daha büyük esaret, daha büyük kölelik gelir. Irak’a gelmiş olan demokrasiyi biliyoruz, Libya ve Suriye’deki durumu da biliyoruz.

Emperyalist egemenlik, dünyanın yeniden paylaşılması savaşı, sanıldığından daha ciddi bir şeydir ve elbette bu açık bir saldırganlıktır. Bu saldırganlığa karşı çıkan her güç, saygıyı hak etmektedir. Biz bu karşı çıkışların, anti-emperyalist nitelik düzeyine çıkmadığı durumu bile olumlu buluruz. Ama anti-emperyalist bir düzeye çıkan karşı koyuş ve direnişleri, elbette selâmlarız. Ve biliyoruz ve tekrar ediyoruz ki, bir anti-emperyalist direniş, eğer anti-kapitalist bir hatta sahip değil ise, tutarlı bir anti-emperyalist tutumu işaret edemez.

Biz, dün Irak’a saldırdığında ABD, Saddam’ın onların adamı olduğunu, işi bitince onu tasfiye etmek üzere Irak’a girdiklerini biliyorduk ve buna rağmen, ABD’nin saldırısına karşı çıkıyorduk. Bugün, İran, ABD, İngiltere ve İsrail saldırısına karşı direnme hakkına sahiptir ve direnişi yerinde buluyoruz. İsrail-ABD ve NATO, tüm Batı saldırgandır. Elbette, İran’daki rejimi desteklemiyoruz, ama İran’ın direnişini saygı ile karşılıyor ve önemli buluyoruz. Emperyalist egemenliğe karşı direnmek esastır. Ve elbette, İran işçi sınıfını ve İran devrimini umursuyoruz. Eğer emperyalist saldırganlar ortada olmamış olsa, eğer savaş baronları ortadan çekilse, eğer ambargolar olmamış olsa, İran işçi sınıfı ve halkı, zafere daha kısa sürede ulaşır. Bu nedenle, bu savaşı, bu saldırganlığı, asla kabul etmiyoruz. Hiçbir emperyalist güç, hiçbir saldırgan, hiçbir katliamcı, bir halka özgürlük getiremez. Özgürlük onların ağzında köleliğin en ağır biçimidir.

Bu noktada, savaşın içinde medya savaşına da dikkat etmemiz gerekiyor. Burjuva cephe, tüm Batı, örnek olsun Irak savaşında, Libya’da akıl almaz yalanlar söylediler. Bunu Ukrayna’da da yaptılar, yapıyorlar. Bu psikolojik savaştır ve burjuva medyanın görevi de budur.

İran savaşında da yaptıkları budur.

İran, bizzat kendisi kayıplarını açıklamaktadır. Üstelik kayıpları, ordunun üst yönetimindedir ve bunu anında açıklamaktan çekinmiyorlar. Ama İsrail’in kayıplarını, sadece halkın çektiği videolardan görebiliyoruz.

X, yani eski adı ile Twitter, İsrail aleyhinde olan hiçbir haberi vermemektedir. Daha önceden ayarlanmış bazı siteler/kanallar, mesela “teyit” gibi, sürekli olarak İran’ın demir kafesi deldiğinin haberlerini uydurma olarak vermekte, şu oyundan alınmış video olarak yalanlamaya çalışmaktadırlar. Oysa mesela “teyit”, Erdoğan ailesi tarafından kurulmuştur. Zamanla bazı yalan videoların “fake” olduğunu göstererek güven topladıktan sonra, şimdi bu “prestij”lerini kullanmaktadırlar. Erdoğan, İsrail’i istemeyerek olsa da kınamaktayken, alttan alta yardımlarını sürdürmektedir. Bu yardımlara, kendi medya kanallarını da eklemişlerdir.

Dün, hedefimiz İran yönetimidir, diyorlardı, ama savaşın dördüncü gününde, “Tahran halkı bedelini ödeyecek” diye ağızlarından salyalar akıtmaya başladılar. Savaşın 8. gününde “ABD savaşa doğrudan dâhil olabilir” demeye başladılar (ABD zaten savaşın içindedir ve daha fazla içine girmekten geri durmayacaktır. Bu nokta aşılmıştır. Rusya ve Çin’in uyarıları, bu konuda yeterli olacak gibi durmamaktadır).

Dün, medyada, demir kubbe delinmedi, diye nutuk atıyorlardı, hattâ CHP yönetimindeki İlhan Uzgel, İsrail bazı füzelere bilerek izin vermektedir, diye konuşmaktaydı. Emperyalist saldırganlığın destekçisi olursanız, işte böyle, Mr. Uzgel gibi “varlık” olursunuz. İsrail, ABD ve NATO varlıkları, ülkemde çok yaygındır. Her birinin piyasa değerleri, borsaları vardır ve artık onlardan da “türev işlemler” üretilmektedir. Bu doğrultuda konuşanlar, 3. günden sonra hızlarını kesmek zorunda kaldılar. “İran kâğıttan kaplan” diye analizler yapanlar, savaşın dördüncü gününde yalanlarını yutmak zorunda kalmaktadırlar. Ve savaşın 5. gününde kayıpları karşılaştırmaya başladılar. TV kanallarından bir film izler gibi savaşı izleyenlere, dehşetin bir başka çeşidi olan yorumlarını sunuyorlar. Savaşın sonunda İran’ın nasıl kaybedeceğini anlatıyorlar.

İsrail saldırgandır ve İran yanıt vermektedir.

İlk saldırıya yanıt vermek için 18 saat beklemişlerdir. Bunun teknik nedenlerini biz bilmiyoruz. Ama savaşın başlangıcı 1. haftasını doldurduğunda da İran, yanıt vermekle meşguldür. Yani, savaşı boyutlandırma isteği İran’a ait değildir. Savaşı başlatan da, boyutlandırmak isteyen de İsrail-ABD ve İngiltere cephesidir. Trump, savaşa ABD’nin katılmasından söz etmektedir. Oysa çoktan katılmıştır ve İsrail, ABD olmadan bir saldırı gerçekleştiremez. Ve daha fazlasını yapmaktan geri durmayacağı açıktır. Netanyahu, ABD’ye, açıkça, “biz aslında sizi savunuyoruz” demektedir. Zelenski de, zavallı, Ukrayna’da aynı şeyi söylüyor, biz burada ABD ve Batı için ölüyoruz, diyor ama, nedense çok komik bulunuyor.

Elbette ABD, daha doğrudan savaş alanına dâhil olma hazırlıkları yapmaktadır. Bu durum, savaşın daha da boyutlanması demektir. Rusya ve Çin’in itidalli tutumu, ABD ve İngiltere cephesinin daha da saldırganlık göstermesine bir önlem olmayacaktır. Görünen budur. Elbette bu konuda, onlar, birçok teknik bilgiye sahiptir. Bizim gördüğümüz, emperyalist Batı’nın savaş dışında bir yolu tercih etmediğidir. ABD, çözülen hegemonyasının sonuçlarını kabul etmeyecektir.

ABD, bir yandan “savaşa biz dâhil değiliz” demektedir. Ama öte yandan “daha büyük saldırı gelmektedir” demekten geri durmamaktadır. Bu sadece Trump’ın kişiliğinin sonucu olarak ortaya çıkan bir davranış değildir. ABD uçak gemisi Ortadoğu’ya gelmekte, bu konuda tehditler ortaya koyan haberler yapılmaktadır. Ve dahası ABD, Rusya ile sürdürdüğü “diplomatik ilişkileri eski hâle getirme” görüşmelerinden çekilmiştir. Kısacası, savaşın ana aktörü olarak ABD ve İngiltere, Fransa ve Almanya daha açık olarak savaşa girmektedir.

Bu, bir yandan, Avrupa’nın Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı daha azgın saldırılar organize etmesi demektir, diğer yandan ise, TC devletinin İsrail lehine savaşa dâhil olması da demektir. TC devleti, nasıl ki Suriye sınırındaki mayınları temizleyerek işe başlamıştı, şimdi de İran sınırındaki mayınları temizlemişlerdir. TC devletinin savaşa dâhil olması isteği, ABD ve NATO isteğidir. Saray Rejiminin bir gizli savaş kabinesi olarak davranmakta olduğu açıktır. Bu nedenle, savaşın nereye evrileceği, en başta ABD ve NATO’nun tutumuna bağlıdır. Erdoğan’ın ya da Saray Rejiminin açıklamaları ile pratikleri arasında hiçbir uyum yoktur, olması da beklenemez. Saray Rejimi, savaş bahanesiyle, hem içerdeki her aykırı sesi bastırmak istiyor, hem de Kürtlere karşı, bu kargaşa içinde bir katliam politikasını devreye sokuyorlar. Bunun karşılığında, İran’a karşı kara harekâtı yapmayı tartıştıkları konusunda şüpheniz olmasın.

Rusya ve Çin, henüz çok aktif olarak devreye girmiş değildir. Ancak, savaş daha da boyutlanmış durumdadır. Dünyayı kendi aralarında paylaşmak için Batı emperyalistlerinin kundakladıkları savaş, İran savaşı ile yeni bir seviyeye ulaşmıştır. Rusya ve Çin, isteseler de istemeseler de, bu savaşta taraf olmak zorunda olacaklardır. Savaşın hedefi onlardır.

Doğrusu bizim İran’ın ne denli dayanabileceği ya da neler yapabileceği konusunda bir teknik bilgimiz yoktur. Ama savaş tüm bölgeyi sarmıştır. İran daha itidalli davranmaktadır. Örneğin Türkiye’deki İncirlik ve Kürecik üslerinden yararlanmakta olan İsrail’in önünü kesmek için, bu üslere henüz saldırmamıştır. Erdoğan ve Saray, hazır İsrail’i kınamaktadır, mesela Kürecik ve İncirlik’i kapatma kararı alabilirler, buyursunlar.

Burada net olmak gerekir.

Savaş, emperyalist Batı tarafından kundaklanan bir savaştır.

Bu savaş, dünya çapındaki savaşın bir parçasıdır.

İsrail’in, ABD’nin, İngiltere’nin pratiği bellidir. Gazze’deki pratik ortadadır. Katiller sürüsü, Ortadoğu’ya dalmıştır.

Suriye’nin sömürgeleştirilmesi sürecinin devamı olarak İran’ın sömürgeleştirilmesi için devreye girmişlerdir. Tüm Ortadoğu’yu denetim altına almak istemektedirler. Ve elbette, bu emperyalist saldırganlığa karşı direnmek esastır. Ancak bilinmelidir ki, kapitalist egemenliği hedef almayan bir anti-emperyalist mücadele zafere ulaşamaz.

Bu savaş, ABD, İngiltere, İsrail ve tüm Avrupa dâhil, savaşın her tarafında bir iç savaşa dönüşecektir. Biz, dünyanın her ülkesinde gelişen işçi hareketine, bu nedenle daha büyük bir dikkat göstermek zorundayız.

Hangi ülkenin, diğerine karşı nasıl bir güce sahip olduğu, bizim üzerine çok kafa yoracağımız bir konu değildir. Bizim bakmamız gereken, tüm bu savaş bulutları içinde, işçi sınıfının devrimci çizgisidir. Tüm bölgede bir devrimin olanaklarının gelişimine dikkat etmemiz gerekir. Ve elbette bu süreçte, tüm devrimci hareketlerin birbirinin gelişimine de dikkat etmesi gereklidir. Elimizde bir uluslararası enternasyonalist örgütlenme yoktur. Bu nedenle, bölgedeki devrimci güçlerin birbirinin gelişimine dikkat etmesi, hiç de kolay bir süreç değildir. Ama gereklidir ve zorunludur.

Hiçbir devrimci hareket, hiçbir emperyalist güçten medet ummaz, umamaz. Emperyalist güçlerin dünya halklarına ve işçi sınıfına karşı tutumu her zaman nettir. Devrimci hareketlerin de emperyalist güçlere karşı tutumu net olmalıdır. Burada anti-emperyalist olmanın, ancak anti-kapitalist olunması koşulu ile tutarlı hâle gelebileceğini bilmek, akılda tutmak gereklidir. İran işçi sınıfı, hem emperyalist saldırganlara karşı durmak, sömürgeleşmeye karşı direnmek, hem de kapitalist sisteme karşı uzun süreli savaşı gözetmek zorundadır.

Tüm bu savaş süreci, ülkemizde de etkilere yol açmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçiler, gençler, “iç cepheyi güçlendirmek” yalanları ile devletin desteklenmesi rotasını reddetmelidir. İşçi sınıfı, devrimciler, ülkede bir sosyalist devrim ile, tüm bölgede savaş politikalarını da çökertmek için bir yol açabilir. Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi için büyük bir öneme sahiptir. Sosyalist devrim, hem Türkiye’yi savaşın dışına çıkartacaktır, hem de tüm bölgede işçi ve emekçilerin direnişini geliştirecektir. Dikkat noktası burası olmalıdır. Bu nedenle, gelişmekte olan direnişin daha da gelişmesi, örgütlenmesi savaş bulutları içinde geçiştirilecek, savsaklanacak bir iş değildir.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına geçit vermeyelim!

Bir buçuk yılı aşkın bir süredir Gazze’de Filistin halkına soykırım uygulayan Siyonist İsrail, geçtiğimiz günlerde İran’a dönük kapsamlı bir saldırı gerçekleştirerek savaş ilan etti.

Bu saldırı, başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin desteği ve onayı ile gerçekleştirilmiştir.

İran’a saldırı ile bölgemizde yürütülen savaş politikalarının boyutlanarak sürdürülmesi, tüm bölge halklarının emperyalizme ve siyonizme boyun eğdirilmesi hedeflenmektedir. Suriye’de son altı ayda yaşananlar ortadadır. Suriye’nin başına getirdikleri kendi beslemeleri HTŞ ve Colani eli ile Suriye, soykırımcı İsrail’in ikmal üssüne döndürülmüştür. Kukla Suriye rejiminin tek yaptığı, bir kısmı siyonistlerin işgali altındaki Suriye topraklarında Alevilere, Dürzilere, Hristiyanlara karşı katliamlar düzenlemek, efendileri emperyalistler ve siyonistlerin bir dediğini iki etmemektir.

Dünya genelinde emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşılması dalaşı yaşanmaktadır. Ortadoğu da bu yeniden paylaşım dalaşının arenasıdır.

Bölgemiz, işçi-emekçi, yoksul Ortadoğu halklarının kanı ve gözyaşı üzerinden merkezinde ırkçı, soykırımcı, siyonist İsrail’in güvenliği olmak üzere Batılı emperyalist planlar doğrultusunda yeniden şekillendirilmek istenmektedir.

Soykırımcı işgal devletinin Gazze’de gıda dağıtım kuyruğunda çoluk çocuk adeta “avladığı” bir yaşamı tüm bölgemize yaymak istemektedirler.

Kapitalist-emperyalist sistem, sermaye sınıfı, kendi çıkarları için bölgemizi kan gölüne çevirmektedir. Bu savaşların tek kazananı vardır. İşçi-emekçilerin işyerlerinde alınterini sömürenler, bir vampir gibi kanını emenler, bu savaşlarda yine işçi-emekçilerin kanı-canı üzerinden kârlarına kâr katmaktadır.

İşçi sınıfının önünde iki yol vardır. Ya bir avuç kan emici sermaye sınıfı için işyerlerinde sömürülmek ve onların savaşlarında onlar adına kendi gibi işçi-emekçileri öldürmek ve ölmek. Ya da kendi çıkarları için “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı ile kendi egemenlerine, sermaye sınıfına karşı sınıf kavgasını yükseltmek. Hiçbir kapitalist devletin ve hiçbir emperyalist gücün işçilere, emekçilere, halklara, kadınlara ölüm dışında bir vaadi yoktur.

Bugün yüzlerce işçiyi işinden kovmanın planlarını yapan, sendikasızlaştırmayla her türlü güvencesiz çalıştırmayla fazla mesailerle kârına katan Zorlu Holding patronları, Siyonist İsrail’i beslemektedir. Sabancı’ya bağlı çimento şirketleri soykırımcı İsrail’i beslemektedir. Sadece bu iki şirket de değildir, işçilerin ümüğüne çökerken birlik olan patronlar, siyonizme, emperyalizme hizmet ederken de tam bir birlik içindedir. Biz işçi-emekçilerin yaşadığı koşulların bekçisi sermaye devleti, Türkiye, lafta Gazze’ye ağlarken Kürecik’ten İncirlik’e NATO üsleriyle, siyonist işgale, emperyalist saldırganlığa hizmet etmektedir. Biz işçilerin bu riyakarlığa, bu hamasete dökecek kanı yoktur. ”Hepimiz aynı gemideyiz” yalanıyla her krizi üstümüze yıkmaya çalışanlar, bölgemizdeki savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını da üzerimize yıkacaktır. Savaşları yaratan ve büyüten emperyalizmin ve siyonizmin bölgemizden sökülüp atılması en çok da bu sebeplerle biz işçi-emekçilerin görevidir.

NATO’nun, IMF’nin ekonomi programlarıyla, savaş tetikçiliğiyle her geçen gün yoksulluğu artan, örgütlülüğü dağıtılmaya çalışılan, her grevi yasaklanma tehdidi altında yaşayan biz işçi-emekçiler, Batılı emperyalistlerin, siyonistlerin Ortadoğu’yu çıkarları doğrultusunda kan deryasına dönüştürmelerine karşıyız. İran’a yönelik saldırıya karşı çıkmak, İran devletini desteklemek anlamına gelmez. İşçilerin alınteri, halkların kanı, doğanın yağması üzerine yükselen tüm kapitalist devletler gibi İran devletinin de gericiliği açıktır. İran’daki baskı ve gericiliği yıkacak güç de İran’ın örgütlü işçi sınıfıdır, yolu da tıpkı bu topraklardaki gibi sosyalizmdir. Bu saldırılara herhangi bir gerekçe ile suskun kalmak, bölgemizde sürdürülen emperyalist, siyonist saldırganlığa, savaş politikalarına onay vermek, bir avuç kan emici adına ölümlerden ölüm beğenmek anlamına gelecektir.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına karşı tek kurtuluş yolu, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı ile kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi büyütmekten, bu savaş politikalarına karşı net olarak karşı çıkmaktan geçmektedir. Emperyalizm ve siyonizm bölgemizden sökülüp atılmadan bu kan durmayacaktır.

İşçilerin-emekçilerin iktidarı, sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı yaratacak olan sosyalizm, bölgemizin kan deryasından çıkmasının, dünyada savaşların son bulmasının tek gerçek yoludur.

Emperyalizmin ve siyonizmin saldırılarına geçit vermeyelim, bulunduğumuz her yerde sesimizi yükseltelim!

NATO’dan çıkılsın, emperyalist üsler kapatılsın!

Emperyalist savaşa hayır!

Yaşasın İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği!

21.06.2025

İşçi Emekçi Birliği
BAĞIMSIZ DEVRİMCİ SINIF PLATFORMU – DOSTLUK VE KÜLTÜR DERNEĞİ – İŞÇİ BİRLİKLERİ SENDİKASI – KALDIRAÇ HAREKETİ – KÖZ – PARTİZAN – PROLETER DEVRİMCİ DURUŞ – SÖZ VE EYLEM – YENİ DÜNYA İÇİN ÇAĞRI

Merhaba Kaldıraç Emekçileri;

Selam ve sevgilerimizi iletiyor, iyi olduğunuzu umuyoruz. Bizler de devrimci tutsaklar olarak her daim iyi olmaya çalışıyor, dayatılan tecrit koşullarına rağmen umudumuzu, coşkumuzu diri tutuyoruz…

Elbette bu çaba içinde devrimci-sosyalist yayınların payının, emeğinin ayrı bir önem arz ettiğine değinmeye gerek yoktur herhalde. Sizleri de bu yöndeki çabanızdan dolayı tebrik ediyorum.

…………

Ortak idealler doğrultusunda sürdürdüğümüz mücadelede başarıya ulaşacağımıza dair inancımızla çalışmalarınızda başarılar ve kolaylıklar diliyoruz. Dirençle kalın…

Selam ve sevgilerimle…

28.05.25
Onur Kara | Tekirdağ 2 No’lu F Tipi C-70