Ana Sayfa Blog Sayfa 31

Büyüme değil, büyümeme [küçülme…]

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır.”
Kenneth Boulding

Ekonomik büyüme, burjuva iktisatçılarının, burjuva politikacılarının, yüksek devlet ricalinin “amentüsü” hâline gelmiş bulunuyor… Slogan şöyle: “ekonomi büyüyecek, tüm sorunlar çözülecek”… Ekonomi yüz yıldır büyüyor lâkin bütün gösterge ışıkları kırmızıda, değilse sarıya dönmüş bulunuyor… Bir ekonomi yılda ortalama %3 büyürse 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda milli gelir ikiye katlanır… Dönemin sonunda aynı oranda bir “refah artışı” olur mu? Olmazsa neden olmaz? Türkiye ekonomisi geride kalan yüz yılda ortalama %5 civarında büyüdü… Bu zaman zarfında ortalama refahın yaklaşık 7 kat arttığı demeye geliyor mu?

Aslında sorunu hangi zemin üzerinde tartıştığınız önemlidir… Zira kapitalizm dâhilinde ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki yoktur… Orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir… Sermaye de işsizliği artırmadan, sosyal eşitsizleri derinleştirmeden, ekolojik yıkım (doğa tahribatı) yaratmadan büyüyemez… Şimdilerde durum ortada olduğuna göre…

Büyümenin ölçüsü sayılan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH), (İngilizce GDP, Fransızca PIB) 1930’ların “Büyük Buhran” yıllarında iktisatçı Simon Kuznets tarafından ortaya atıldı. Kuznets, krizden çıkış için ekonomik faaliyetin nasıl olması gerektiğine odaklanmıştı. Hangi faaliyetlerin toplumsal refah yarattığını anlamaya çalışmıştı… İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında da ABD, yaptığı ekonomik yardımların sonuçlarını ölçmek için GSYH artışını bir ölçü saymıştı…

Gerçi Simon Kuznets, 1962’de “büyüme”nin otomatik olarak “refah artışı” demeye gelmediği konusunda uyarmıştı ama GSYH hâlâ tüm sorunların çözümünün anahtarı sayılıyor… Büyüme retoriği sömürüyü, yağma ve talanı meşrulaştırma, kabullendirme işlevi görüyor… Aslında iktisatçı Joseph Stiglist, GSYH’nin bir fetiş hâline geldiğini söylerken gerçek dünyada yaşanana gönderme yapıyordu…

Neyin, nasıl, ne pahasına üretildiği, üretilenin nasıl bölüşüldüğü de son derecede önemlidir… Bir yere kurulan bir kapitalist işletme, toprağı suyu, havayı kirletir, kâr eder, sermayesini büyütür… O yörede yaşayan insanlar “hastalanır”… Başka bir kapitalist de onları tedavi ederek kâr eder ve sermayesini büyütür. Tabii bu arada ekonomi büyümüş, GSYH de artmış olur…

Tabii kişi başına düşmeyen milli gelir de artar… Esasen aritmetik ortalamanın hiçbir değeri yoktur… Toplam gelirin %90’ına nüfusun %5’’i el koyuyorsa, kişi başına düşen milli gelir denilenin bir karşılığı olur mu? Nitekim 2023 yılında kişi başına düştüğü söylenen (ama düşmeyen) gelirin 13 bin 110 dolar olduğu söylendi. Bu, 4 kişilik bir aileye yılda 52 bin 440 TL dolar düşüyor demektir … Bugünkü dolar kuruna göre 1 milyon 625 bin 640 TL. Türkiye’de bu kadar yıllık geliri olan kaç aile var? Bugün emeklilerin çoğunluğunun aylığı 10 bin TL [322 dolar…]. Yılda 3.864 dolar… Dolayısıyla kişi başına düştüğü rivayet edilen gelir asla bir refah ölçüsü değildir… Şilili şair, matematikçi, fizikçi Nicanor Parra… Kişi başına düştüğü rivayet edilen gelirle ilgili olarak şöyle demişti: “İki ekmek var. İkisini de siz yediniz, ben hiç. Ortalama tüketim her birimize bir ekmek”… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…

Kapitalizm dâhilinde büyüme paranın izini sürer… Para her el değiştirdiğinde milli gelir (GSYH) büyümüş görünür… Mesela bir adam “hizmetçisiyle evlenirse” GSYH büyümez… Artık yeni eşine ücret ödemeyeceğine göre… GSYH aile içinde gerçekleşen etkinliği hesaba dâhil etmez… Neyin ne pahasına üretildiği, insana ve doğaya (ekosisteme) verilen zarar, üretimin kimin için ne anlama geldiği sorun edilmez… Mesela uyuşturucu üretimi/kullanımı üç kat, zehirli gaz üretimi beş kat, kimyasal silah üretimi on kat, siyanür üretimi, insanları alıklaştıran/ahmaklaştıran reklam harcamaları 15 kat artsa, GSYH de o oranda artar…

GSYH hesapları bedava sunulan mal ve hizmetleri içermez… Üretim ve tüketimin neden olduğu doğal çevre tahribatını, işte biyolojik çeşitliliğin, canlı türlerinin yok olmasını, havanın, suyun ve toprağın kirlenmesini, atmosferin ısınmasını, gürültü kirliliğini dikkate almaz… Trafik sıkışıklığı ne kadar büyükse GSYH de o oranda büyümüş olur… Fuhuş sektörü ne kadar büyükse GSYH de o kadar büyüktür… Öğrenciler yaşadıkları yere yakın okula yürüyerek giderse, milli gelir artmaz ama 30 kilometre uzaklıktaki okula servis aracıyla veya özel arabayla gider-gelirse milli gelir (GSYH) büyür… Aslında örnekleri çoğaltmak mümkündür…

Durum böyleyken, GSYH büyüklüğünün, metalaşma düzeyinin, ithalat ve ihracatın çok yüksek olduğu, karbon gazı salınımının birinci sırada olduğu, gelirin aşırı adaletsiz dağıtıldığı, ulusal gelirin %90’ına nüfusun %5’inin el koyduğu, evsizlerin, kira ödemekte zorlananların sayısının sürekli olarak arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokaklarda yürümenin mümkün olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından “işgal edildiği”, hava karardığında sokağa çıkmanın cesaret istediği, her türden şiddetin istisna değil, kural olduğu, artık insanlar arasındaki ilişkinin bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiçbir şeyin muteber sayılmadığı, müştereklerin (ortak yaşam alanları ve kaynakları) yok olduğu, başta kadın cinayetleri olmak üzere cinayetlerin, iş kazası denilip geçiştirilen işçi katliamının vaka-i adiyeden sayıldığı, her şeyin paralı hâle geldiği, kamu hizmeti kavramının defterden silindiği, yabancı düşmanlığının arttığı “zengin bir ülkede mi”, yoksa mütevazı bir milli geliri (GSYH) olan, metalaşma/şeyleşme/paralılaşma düzeyinin düşük olduğu, üretim ve tüketim etkinliğinin doğal çevreye, insanlara ve öteki canlılara olabildiğince az zarar verecek şekilde örgütlendiği, ithalat ve ihracatın düşük, ortak kullanım alanlarının ve kaynaklarının [müştereklerin] geniş, dayanışma ve yardımlaşma duygusunun derin, sokaklarında rahatça yürünebilen ve karşılaşılan insanlarla selâmlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam, çocuklara sevgi gösterilen, başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilinci taşıyan, sosyal risklere ve “doğal felaket” denilenlere topluca karşılık vermesini bilen, işsiz, aç, evsiz ve gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, uyuşturucu kullanımının istisna, toplumsal eşitsizliğin “tolere edilebilir” düzeyde olduğu, yenilen ve içilenle zehirlenilmediği, temiz hava soluyup, temiz su içen, hırsızlığın istisna olduğu, evlerin kapısında üç-dört kilit, pencerelerinde demir parmaklık olmadığı [benim çocukluğumda bizim evin kapısında kilit yoktu], bölüşmeyi, paylaşmayı bilen, “farklı bir zenginlik ve refah anlayışına sahip”, asıl zenginliğin maddi olanın ötesinde olduğunu bilen, yöneticilerin bir “koruma duvarının arkasına gizlenmeden” insanlar arasında rahatça dolaşabildiği… pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanı olduğu, sanatın, edebiyatın, estetik yaratıcılığın ve etkinliğin önemsendiği, “fakir bir ülkede” mi yaşamak isterdiniz? Ya da bu iki ülkenin hangisi “daha zengindir”?

Aslında yapılması gereken bir sır değil. Planlı büyümemeyi (küçülmeyi) vakitlice hayata geçirmek… Onca zararlı değilse insan yaşamı için gerekli olmayan şeylerin üretimine son vermek… Gerekli olanı, gerektiği kadar üretmek ve tüketmek… Kapitalizm dâhilinde asla bir gelecek olmadığını, eğer vakitlice bu sefil duruma müdahale edilemez ise, sonucun hüsran olacağını bilmek… İyi de bu saçmalığa, bu akılsızlığa, bu kepazeliğe müdahale etmeye bir engel var mı? Eller daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?

Alaturka “çitleme”…

“Çitleme” İngilizce “enclosure”un karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil… İngiltere’de XVI’ncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan tarlalar, otlaklar, su kaynakları, yaylalar, ormanlar, parklar, ortak yaşam alanları… yeni yetme kapitalistler, büyük tüccarlar tarafından çitlerle çevrilerek, özel mülk kategorisine indirgeniyor, oralarda yaşayan insanlar yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan kovuluyor, mülksüzleşiyor, proleterleşiyor, yaşam alanlarından ve kaynaklarından koparılıyordu… Aslında bu süreç, kapitalizmin şafağı demeye de geliyordu… Mülksüzleştirilmiş, proleterleştirilmiş geniş kitleler ileride kurulacak sanayi için hazır, ucuz işgücü demekti… Aslında kapitalist mantığın ve işleyişin bir gereği olarak, XVI. yüzyılda başlayan “çitleme” farklı yoğunluklarda ve görüntülerde, özellikle de sömürgelerde olmak üzere, bugüne kadar devam etti… Neoliberal küreselleşme çağının “özelleştirmeleri” çitlemenin yeni versiyonundan başkası değildir… Sorun, müştereklere, kamusal olana sermaye sahipleri tarafından el koymakla ilgili olduğuna göre…

İngiltere’de yaşanan vahşetin canlı tanığı olarak, Thomas More, Ütopya adlı klasik eserinde (1516) şöyle yazmıştı: “Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi… Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini türlü yollarla tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk çocukları, dulları yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraklardan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlara da ne kalır yapacak: çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları hâlde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmak için bir tek çoban yeter.”

Elbette bu saldırı karşısında insanlar sessiz ve tepkisiz kalamazdı. Kadınların ön saflarda olduğu isyanlar birbirini izledi… En çok bilinen isyan 1549’da 16 bin köylünün Norfolk’taki Kett İsyanı’ydı (Robert Kett). İngiltere’nin ikinci büyük kenti olan Norwich’i ele geçirmişlerdi. 3500 isyancı katledilmiş, Robert ve Williams kardeşler asılarak idam edilmişlerdi… “Kaptan Dorothy” liderliğinde 37 kadın isyancı da Yorkshire’daki Thorpe Moor komünlerini geri almayı başarmıştı…

Kapitalizm her krize girdiğinde, her tökezlediğinde, müştereklere saldırı derinleşiyor… Doğa yağma ve talanının insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşması, kapitalizmin “yeni değer”, “fazla değer”, “artı-değer” yaratmakta zorlanmasındandır… Şimdilik bu saçmalığı “büyüme”, “kalkınma” adına meşrulaştırıp-dayatabiliyorlar…

Oldum olası Türkiye’de siyaset bütçenin, hazinenin ve müştereklerin yağma ve talanıyla yol alıyor ama dinci AKP’nin 22 yıllık iktidarında tüm rekorlar kırılmış görünüyor… “Yerli ve milli” AKP iktidarında sanayileşme, kentleşme adına doğal varlıkların gözden çıkarılması sıradan, yaygın bir uygulama hâline geldi. Yeraltı zenginliklerini çıkarmak öncelikli kabul edilince yer üstü zenginlikler önemsiz sayılır oldu. Ormanlık alanlar, yaylalar, meralar, aktif tarım yapılan topraklar, vadiler, koylar madencilik, enerji, turizm, sanayi tesisi, konut, otoyol inşaatı için şirketlere tahsis edildi…

Irmaklar, çaylar HES projeleri için şirketlere veriliyor. Yazın suyu çok azalan ya da kuruyan derelere bile HES’ler kuruldu… Şirketlere avantajlı destekler sağlandığı için… Yıllık tahmini kilovat için garanti veriliyor. Öngörülen miktarda elektrik üretilmemişse, aradaki fark kamu kaynaklarınca telafi ediliyor. Yani AKP yandaşı “ayrıcalıklı müteşebbisin” zarar etme riski yok. Sadece özel yeni HES’ler kurulmakla kalmadı. Önceden tümüyle kamu tarafından inşa edilen barajlar, barajlarda kurulan hidroelektrik santrallar da sembolik bedellerle şirketlere peşkeş çekildi… Şehirler arası yüksek gerilim hatları zaten hazırdı. Elektriği bütün hanelere, işletmelere ve işyerlerine ulaştırmak için gerekli altyapı hazırdı.

Üretilen enerjinin yaklaşık beşte biri gerekli yıpranan iletim sisteminde kaybediliyor. Bundan doğan maddi kayıp kolayca telafi edildi. Elektrik faturalarına kayıp-kaçak bedeli adıyla bir kalem eklenerek sorun çözüldü. Kayıpları önlemek için kaynak harcamaktansa ortaya çıkan zararı halka ödetmek ekonomik akla daha uygundu. Sayaç okuma bedeli de faturada yer alıyor. Yani sahadaki personelin giderlerini de şirketin üstüne yüklenmiyor…

Bir akarsuyun üstünde bir HES kurulurken, genellikle yeterli debide olmayan suyun yatakta toprağa karışarak kısmen kaybolmasını önlemek için beton kanallar oluşturuluyor. Gereken yerlerde su tünellerin içinden geçiriliyor. Akarsuyun çevre bitki örtüsüyle ilişkisi kesiliyor. Hayvanlar sulanamıyor. Suyun sahibi şirket oluyor. Irmağın katettiği vadinin iki yakası da şirketin malı kabul ediliyor…

Bir alan bir şirkete veya kişiye tahsis edilecekse ve söz konusu alanın bir bölümü özel mülkse, acil kamulaştırma kararı alınıyor. Bu bedel de kamu tarafından, bütçeden ödeniyor. Şirkete ek yük getirilmiyor. Mülk sahibinin de özelleştirmeye itiraz etmesi çoğu kez sonuç vermiyor. Artık yasal yollardan sonuç almak mümkün olmadığı için…

Alaturka özelleştirmenin adı kamulaştırma, kamulaştırma da “acil kamulaştırma” oldu.

Büyük şehir kavramından sonra bir de bütün şehir kavramı ortaya çıktı. Artık ülke nüfusunun büyük bölümü bütün şehir sınırları içinde yaşıyor. Bütün şehir yasası il sınırları içindeki her yeri kentsel alan olarak tanımlıyor. Köy kavramı ortadan kalktı. Köyler şehrin mahallesi ilan edildi. Ortada köy kalmayınca doğal olarak köyün ortak malları da olmayacaktı… Bütün varlıklar merkeze bağlandı. İçme ve sulama suyu paralı oldu. Otlaklar, meralar, yaylalar köylünün yaşam ve üretim alanları olmaktan çıkarıldı. Meraların çoğu zaten özelleştirilmişti. Artık hiç gitmeden, hiç görmeden bir merayı, bir ağaç kesim sahasını internet üzerinden satın almak da mümkün…

Köylüler yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar… Şehirlerin çeperlerine sığındılar… Gıda üreticisiyken gıda tüketicisi oldular… Meraların satılmasının asıl amacı gezici, sürü hayvancılığı yok etmekti… Endüstriyel hayvancılığa geçilecekti… Çünkü ulus-ötesi şirketler genetik modifiye büyükbaş hayvanlar, ihraç etmek için, formül yemler, yemlere ekledikleri antibiyotikler üretiyorlardı. Pazarı genişletmeliydiler… Bunun için de Çevre Ülkelerin hayvancılık yöntemleri değiştirilmeli, dönüştürülmeli, neoliberalizmin gereği yapılmalıydı… Endüstriyel hayvancılık yaygınlaştırılmalıydı…

Geleneksel hayvancılıkta koyunlar, keçiler, sığırlar sürüler hâlinde, meralarda, otlaklarda sayısız çeşitlilikte otlarla besleniyor, gün ışığı altında, sosyal varlıklar olarak dolaşıyorlardı…

Endüstriyel hayvancılığa geçildi. Süt inekleri ve eti için beslenen danalar adım atamadıkları, uzanıp yatamadıkları güçlükle sığdıkları daracık bölmelere hapsedildi… İthal formül yemlerle beslenen ineklere süt verimini arttırmak için sığır büyüme hormonu da uygulanıyor. Beş yılda vücutları tükendiği, aşırı süt üretirken kemiklerindeki kalsiyumu kullandıkları için kemikleri kendiliğinden kırılıyor. Buna topal inek hastalığı deniyor… Tabii hemen mezbahaya gönderiliyorlar. Et için beslenen danalar da bir yaş civarında kesiliyor. Ekonomik akıl neyi gerektiriyorsa o yapılıyor. Şehir Hastaneleri de çitleme uygulamasının örnekleri arasında…

Eğer bu yıkım, bu akıl almaz saçmalık vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacağının bilinmesi gerekiyor…

Futbolun “golsüzlüğü”nde yayıncının VARlığı

textured soccer game field with neon fog - center, midfield

“Gol, futbolun orgazmıdır. Orgazm gibi gol de modern yaşamda gitgide daha az görülmektedir.” diyor Eduardo Galeano*. Bana göre bu söz, sadece futbolun değil, kültür endüstrisinin içinde dönüşmek zorunda kalan tüm sportif ve sanatsal uğraşların hazin sonunu son derece güzel özetlemektedir. Sportif faaliyet, onu izleyenle buluştuğunda, belki de izleyene vaad ettiği en belirgin şey; yaratacağı öngörülemez, kestirilemez duygulardır ve anılaşacak büyük anlara canlı tanıklık etme şansıdır. Ancak kapitalist anlayış içinde spor, endüstriyelleştiği andan itibaren, bu duygular etrafında kurduğu alınıp satılabilir her şeyi, tüm bu duyguları da rekabete sokarak açığa çıkarmaktadır. Tıpkı zevkin alınıp satılabilir bir şey hâline geldiği bir toplumda, hazla bağlantılı tüm deneyimlerin birbiriyle kıyas hâlinde olması gibi. Tüm deneyimler ve dahi duygular kapitalist ekonominin değerleriyle -kapitalist rekabet, performans, maksimum verimlilik, kazanç- ölçülür hâle geldiğinden beri haz, ulaşılması daha zor olan ve fakat ulaşılması şart olan bir şey hâline gelmiş ve hazzın açığa çıktığı hemen her alanda “oyunun kuralları değişmiştir.” Ve oyunun kuralları değiştikçe oyun gitgide kaybetmemeye yönelik, keyifsiz, sası, öngörülebilir bir hâl alır. Kendi özgünlüklerinden daha çok, kapitalizmin değerlerine bağlı başka her şeyle temsil edilmeye daha çok yakınlaşır.

Bu “golsüzlük” artık futbolun kitleler üzerindeki etkisine de oldukça ket vurur hâlde. “Futbol A.Ş.” adlı kitabında Athiers “Küreselleşme akıntısına katılan, bütün sınırları (fiziksel, zihinsel ve ahlâkî) yıkan futbol, evrenselliğini yitirip akılcılaştırılmış ve sıradanlaştırılmış basit bir eğlence endüstrisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu endüstrinin tek amacı azamî mali verimliliktir… Küreselleşmiş futbol bir emperyalizm biçimidir ve imparatorluklar er veya geç çökmeye mahkûmdur.” diyor. Bunun sonuçlarını, bugün futbolun dünya genelinde izlenirliğinin düşüşünde de görmek mümkün. Endüstriyel futbol hiçbir zaman sadece sahada olandan ibaret olmadı elbette; ancak oyunun -aslen rekabetin- heyecan üretebilmesi futbolu seyredilebilir -sürdürülebilir- kılan birincil şeydi. Ancak bugün endüstriyel futbolun kendisini getirdiği noktada, kulüpler arasındaki fark finansal açıdan her geçen gün daha da artıyor. Bu da hem büyük liglerle diğerleri arasındaki farkı hem de büyük liglerdeki büyük kulüplerle diğerleri arasındaki uçurumu artırarak liglerin rekabetçiliğini oldukça düşürüyor. Dolayısıyla gelirlerin çok büyük kısmı belli başlı birkaç kulüp üzerinden elde edilirken, diğerleri adeta yük olur hâle geliyor. Ve hâl böyle olunca tekelleşme başlıyor. Bu rekabetçiliği artırma meselesi temelde kulüplerin finansal gücüyle orantılı olarak “kalitelerinin” dengeleneceği organizasyonlar ve ortaklıklarla çözülmeye çalışılıyor. Bugün daha yoğun şekilde Avrupa Süper Ligi gibi organizasyonların tartışılıyor oluşu da bu olası çöküşü engellemenin bir parçası olarak açığa çıkıyor.

Futbolun kuşkusuz en keyif veren tarafı öngörülemezliğinde ve bu da oyunun hatalara, kendiliğindenliğe, şansa açık oluşundan geliyor. Futbol tarihinde en büyülü anlar, bu öngörülemezliklerin yarattığı heyecanlardan açığa çıkıyor. Ve futbolu canlı izlemeyi anlamlı ve hatta gerekli kılan da bu öngörülemezliğin ta kendisi. Ancak endüstriyelleşmenin kendisi, futbolun bu özelliğini de tahrip etmeyi neredeyse zorunlu kılıyor ve oyunun biçimini de sürekli olarak değiştiriyor.

Futbolun seyir açısından kitleler üzerindeki etkisinde oyunun biçimsel özelliklerinin, “top küçüldükçe sınıfsal konum yükselir ilkesi” gereğince sportif etkinlikler içerisindeki yeri açısından çok daha geniş bir kitleyi kapsamasının vb. payı oldukça yüksek elbette. Ancak futbolun ciddi bir seyirci kitlesi yaratmasındaki en temel unsur, onu kültür endüstrisinin en güçlü parçalarından biri hâline getiren ana araç medya, özellikle de televizyon yayıncılığıydı. Televizyonu ise, yaygınlaştığı günden bugüne dek, hâlâ geçerli olmak üzere hayatta tutan temel unsur, canlı yayındır. Televizyonun kitleler üzerindeki en büyük etkisi, “sahici zamana” bağlı oluşu, canlı yayın imkânının yarattığı, herkesle birlikte orada olma hissidir. Bugün aslında dijital yayıncılığın da en büyük kozlarından biri canlı yayın (livestreaming) olanağıdır. Bu açıdan, dijital yayıncılıkla birlikte bant yayınlar üzerinden eski cazibesini yitiren televizyon yayıncılığı için de hâlâ büyük sportif müsabakalar, seyirciyi tekrar canlı yayın büyüsüyle ekrana çekmek açısından değerlidir. Ve medya-futbol ilişkisi futbol pazarının en güçlü dinamiğidir. Dolayısıyla gelişimi itibariyle endüstriyel futbol yayıncılıktan bağımsız düşünülemez. Bugünse televizyon futbolunun yerini, içine dijital yayıncılığı da katan bir yayıncılık futbolunun aldığını söylemek mümkün.

Serbest piyasa ekonomisinin sektörde yarattığı uçurum bir yana, endüstriyel futbolun belkemiği olan yayıncılık yönü, kitleleri futbola bağlamakta ciddi başarılar elde ettiği gibi, zamanla oyunun kurallarının ve öngörülemezliğinin de değişmesine sebebiyet vermeye başlıyor. Ve bu da oyunu daha durağan ve heyecansız hâle getirerek reytingini düşürüyor.

Gittikçe daha fazla futbol medyası yaratma isteği, oyunu seyirlik olmaktan çıkarıp, bir tartışma, bir analiz malzemesi olarak ekrana taşımaya başlıyor. Bu daha fazla futbol medyası yaratma isteğinin ana reytingi -bilhassa spor kültürü olmayan ülkelerde- spor üzerine söz söyleme kültürü yaratılarak ilerliyor. Doksan dakika seyirciyi ekrana bağlamakla sınırlı kalmama isteği, maç önü, maç sonu tartışmaları, özetler vs. derken futbol medyası üretme “maratonu” magazin “vole”siyle de voliyi vuruyor.

Oyunun “kalitesi” -esasen sportif niteliği- düştükçe, futbol üzerinden tartışma ve gündem yaratma isteği, oyunun içeriğinden çıkıp, oyunun sonucuna odaklanıyor. Her ne kadar spor medyası, kendisine çalışan yorumcuları, yazarları ve bugün sosyal medya aktörleriyle yayınlanan oyunu müthiş bir şey gibi sunmaya çalışsa da, bugün artık çoğu ligde izlenenin genel niteliğinin seyircinin gözünden kaçamayacak kadar vasat oluşu, futboldaki nitelik sorununu, sürdürülebilirliğin önünde ciddi bir engel olarak ortaya koyuyor. Nitelik düştükçe de maç yayınının ötesinde yaratılan futbol medyası, saha dışı tartışmalar, spekülasyonlar ve “maçın kaderini değiştiren hatalar” üzerine daha çok odaklanmaya başlıyor, bu da yine niteliğin gelişimi önünde engel hâline geliyor ve bu dehliz derinleşiyor.

Futbolun yarattığı pazarı ve reytingleri her geçen gün daha da büyütmek üzere, futbol yayınının da merceğinin büyümesi -statlarda dahi dev ekranlarla ölçeğin büyütülmesi- oyunu daha da içinden izleme deneyiminin kendisi, futbolun içerisinde olan hata payını da ekrana daha büyük taşıyor. Hakemin ve oyuncunun açısıyla, seyircinin açısı arasındaki uçurum açıldıkça, elbette bu tartışmaların başrolü ve günah keçisi spor medyasının da çabasıyla hakemler oluyor. Eski hakemlerin hakem taşlama yarışına dayanan sonlanmaz “maraton”, her geçen gün adeta oyunun saha içinden yönetilmesine karşı çıkan bir biçim kazanıyor. Bahisti, reytingdi, yayıncı gelirleriydi, kulüplerin hisseleriydi, müşteri memnuniyetiydi derken, oyunun kaderinin saha içinde belirlenmesinin yarattığı huzursuzluk, kendisine yeni biçimler bulmaya başlıyor. Futbola VAR (video yardımcı hakem) sisteminin getirilmesinde bu tablonun etkisi azımsanamaz.

Sporu egemen ideolojilerin meşrulaştırılması ve rıza üretiminde bir araç olarak kullanmanın vazgeçilmez etkisi ve futbol gündemi üzerinden elde edilen gelirlerin baş döndürücülüğü, bir noktadan sonra futbolun kitleler üzerindeki etkisinde oyunun biçimi ve niteliğinin de tuttuğu yeri unutup, oyunu futboldan adeta dışlayarak ve dahi oyunu bozarak, sermayenin kendi kalesine de gol atmaya başlıyor.

Bana göre keyfî bir çeviri sonucu açığa çıkan “futbol, sadece futbol değildir” sözünde olduğu gibi, futbol kendinden -oyundan- başka hemen her şeyleştirildikçe, futbol olmaktan daha çok uzaklaşıyor ve futbola dair olmayan tüm değerlerin de içine sıkıştırıldığı ve seyirciye verebileceklerinden çok daha fazlası beklenen bir başka “şey” hâline geliyor. Futbol kendinden uzaklaştıkça, ona dair olmayan her kavram da içine rahatlıkla entegre edilebilmeye başlanıyor. Mükemmeliyetçilik ve hatasızlık fikri futbolun odak noktalarından biri hâline getirilebiliyor. Oyunun aktörleri saha içinden saha dışına kaydıkça, sektörleştikçe; asıl otoriteleri yöneticiler, yayıncılar, bahisçiler, müşteriler hâline geldikçe, oyunu oyun kılan bu öngörülemezlik, sektörün istikrarını bozan bir unsura dönüşüyor. Ve fakat bunun engellenmesi çabası da artık izlenen şeyi futbol olmaktan ve heyecanından uzaklaştırıyor. Skor ve puan odaklılık ve buna bağlı futbolda hatasızlık arayışının bir sonucu olarak VAR sistemleri devreye giriyor. Üstelik VAR oyunun heyecanını da alıp götüren, gol sevinçlerinin dahi şüpheyle ve gecikmeyle yaşandığı bir aksak seyir yaratarak ve dahi oyunun hatalarını telafi etmek yerine, orta hakem kararlarıyla gecikmeli VAR müdahalelerinin yarattığı boşlukta daha da hatalar açığa çıkararak, oyunun seyrini bozup reytingini de düşürüyor.

Bu paradoks, derinleşerek sürüyor. Bir yanda yıllardır, futbol yayınlarını, canlı yayın sınırlarının ötesine taşımak isteyerek futbol üzerine kurulmuş yorumcu yayıncılık anlayışının bir sonucu olarak türemiş “hakem taşlama” kültürü, bir yanda futbolun büyüsünü, cezbediciliğini en iyi gösteren “Tanrı’nın eli” fenomeni kol kola ilerliyor. Futbolun endüstriyelleşmesiyle açığa çıkan, kapitalizmin krizleriyle örtüşen bu paradokslar birçok yerden açığa çıkıyor. Tıpkı beklenenin aksine televizyon izlenirliğinin yayın sayısına ve çeşitliliğine bağlı olarak artması yerine azaldığının araştırmalarda görüldüğü gibi, futbol yayıncılığında da bu fazlalığının ve çeşitliliğinin yarattığı bir durgunluk olduğundan söz etmek mümkün. Üstelik liglere hatta paketlere göre bin parçaya bölünmüş futbol yayıncılığının içindeki yayıncı kuruluş ve ücretli platform çokluğunun yarattığı tercih ve pahalılık sorunu, kaçak yayın izleme alışkanlığını da artırıyor. Sunulanın “kalitesi”nin düşük olduğu, buna bağlı olarak sunuma yapılan yatırımın da düşük olduğu Türkiye Süper Ligi gibi liglerde, izleme deneyiminin “kalitesi” de artık genel seyirci için eski gerekliliği taşımıyor. Ve bu konforsuz izleme deneyiminin kendisi de futbol izleme alışkanlığının daha da düşmesine sebep oluyor. Keza futbol camiasında maç sürelerinin kısaltılması üzerinden yapılan tartışmalar da yine reytinglerin düşüklüğüyle bağlantılı bir tartışma olarak karşımıza çıkıyor ve yayıncılık-futbol ilişkisinin oyunun kuralları üzerinde belirleyiciliğini ortaya koyuyor.

Elbette bugün futbolla ilgili hiçbir şey bahisten bağımsız tartışılamaz. Futbolda artan bu öngörülebilirlik isteğinin, skor -artık sonuç değil, skor- odaklılığın ve hatalara tahammülsüzlüğün en büyük etkenlerinden biri bahistir. Tıpkı yayıncılık gibi bahis de oyunun kurallarını değiştirmiştir. Metin Kurt ve Veysel Atayman modern sporun ilkelerinin kökenini açıklarken boksun kurallaştırılması eğiliminden yola çıkarak “sportif oyunları kesin kurallar içinde belirleme eğiliminin ‘dürüstlük’ (fairplay) ya da herhangi ‘haksızlık’ kaygılarından beslenen motiflerle değil de bahse girenlerin parasal angajmanlarını koruyabilmek amacıyla ortaya çıkmış olduğu unutulmamalıdır” diyerek oyunun biçiminin bahis üzerinden şekillenişine vurgu yapmıştır. Bugün de bahisin oyun içi kararlar üzerindeki denetimin artırılması konusunda yarattığı baskı apaçık ortadadır. Ve üstelik bu denetim, artık saha içindeki hakem otoritesinden yayıncının tarafından sağlanan VAR sistemine kaymaktadır. VAR’ın kullandığı görüntüler yayıncı kuruluşun kameraları üzerinden sağlanan görüntüler olduğundan, beklenen denetim de yayıncının lige yapmak istediği yatırımla sınırlı kalmaktadır. Ne kadar kâr, o kadar denetim. Öte yandan, ligin rekabetçiliğinin reytingin ana unsuru olduğu gerçeğini düşünürsek, denetimin VAR sistemi üzerinden yayıncıyla ilişkisi, yayıncıya rekabete müdahale edebilme olanağı da sağlamaktadır. Esasen kâğıt üzerinde orta hakem sahanın asıl otoritesiyken, hakemlerin futbol medyası üzerinden baskı ve şiddetle kıskaca alınışı arttıkça, hakemler de otoriteyi VAR’a bırakmak konusunda oldukça isteklidir. Bu açıdan, hakem taşlamaların ve spekülasyonların önde koşturanlarının da yine yayıncı kuruluşların programları olması şaşırtıcı değildir. Yayıncı kuruluşların, oyunun değil, hakem kararlarının tartışmasını ana reyting malzemesi yapmaya çalışmasına rağmen, yayına daha çok yatırım yapma gereği görmemesi de. Üstelik, yayın haklarını elinde bulundurmayan kanallarda dahi tekrarı gösterilemeyen pozisyonlar üzerinden saatlerce pozisyon tartışılabildiğini düşünürsek, görüntüye sahiden de ne gerek vardır? Öte yandan, VAR sisteminin futbola dâhil edilmesiyle, tüm maçların yayınlanması zorunluluğunun doğması özellikle rekabetçi olmayan liglerde gelirlerin de yüksek olmamasıyla birlikte yatırımı daha da azaltmaktadır.

Futbolun kitleler üzerindeki cazibesini yitirmesinin sadece ekonomik değil, politik sonuçları da azımsanamayacak ölçüde. Bu noktada parantez açıp şunu belirtmekte fayda var; son yıllarda popülerleşen “sportswashing” tarifi de esasen modern futboldan da önce var olan futbol-siyaset ilişkisinin ta kendisi. Sporla aklanma denen bu hadise sporun, özellikle milli müsabakalar düzeyinden beri ezelî bir hadisedir. Bugünlerde “sportswashing” kavramının popülerleşmesi bana kalırsa daha çok Ortadoğu sermayesinin futbola girişine verilen bir garip tepkidir. Daimi olan futbol-sermaye-siyaset ilişkisinde Batı’yla Doğu arasına çizgi çekmeye çalışan, kullanılan bir kavram, futbolun “soylulaştırılması” içinde Arap sermayesinin -ve belki Araplığın- “soylulaştırılmasına” karşı verilen alerjik bir reaksiyon gibidir. Zira uzun yıllardır futbolun lokomotifi olan ülkelerin tarihleri son derece kirli ve kanlı olduğu gibi, futbolun en büyük kulüplerinin ve örgütlerinin içi de uzun yıllardır yolsuzlukla var olmaktadır. Belki de bugün “sportswashing” kavramı üzerinden yalnızca Arap sermayesi tartışmak, futbol üzerinden siyaset yapmanın bir başka küresel biçimidir. Arap sermayesinin futboldaki atılımlarını kapitalist-emperyalist sistemden ve sermaye transferlerinden bağımsız tartışmak büyük hatadır.

İlginçtir, futbolun geldiği bu noktada, bir garip örnek açığa çıkmış ve siyaseti mi sporla aklasak, sporu mu siyasetle saklasak denilen bir hadise yaşanmış ve son dönem Avrupa trendine uyarak Suudi Arabistan’da yapılmasına karar verilen Türkiye Süper Kupası finalinde yaşanan organizasyonel kriz, bir anda millî marş, Atatürk tişörtü falan filan derken “hamını da mamını da” millî duygular ve millîleşmiş Arap düşmanlığıyla tek hizaya çekip “sol” baştan başlamak üzere saydırmıştır.

Futbol siyasi gündeme müdahale edecek gücü eskisi kadar elinde tutamadığından olsa gerek, beceriksizlik ve iş bilmezliğin üstüne millî birlik beraberlik örtüsü atılıp geçilmiş, üretilen söylemler bizzat aktörleri tarafından çabucak unutulmuş, futbolla yeni milliyetçilikte ortaklaşmanın yerini kısa sürede takım üzerinden taraf olmak siyaseti almıştır. Aslında izletilen üzerinden siyaset yapabilme gücünü kazanmak için, önce eldeki malzemeyi izletebilmek gerekliliği hatırlanmış, bu uğurda rekabet ve reytingi artırmak daha önemli hâle gelmiştir; ancak oyunun futbol içinde böylesine dışlanmışlığı, artık o niteliği geri getirmeden oyunu izletmek konusunda pek başarı elde edemiyor gibi görünmektedir. Gittikçe daha da sirayet eden çürüme; yöneticilerin hakem dövdüğü ve hakem linçlemeyi salık verdiği, futbolcuların taraftar dövdüğü bir biçimle doğrudan saha sınırları içerisine yayılmıştır. Böylesi bir ortamda ligin niteliksizliğini deşifre etmek pahasına da olsa kulüp yöneticilerinin yaptığı açıklamalar, rekabeti saha dışında taraflar arası tartışmalarla kızıştırmak çabasının bir sonucu gibidir. Üstelik yıllardır ligin yayın haklarının adeta yalvar yakar “üç kuruş” az olsun ille de yabancı sermaye olsun denilerek BEIN Sports’a satılmasıyla, siyasi ilişkiler üzerinden yaratılmış yayın garantisi de nitelik üzerine tartışmanın ötelenebildiği kadar ötelenmesine fırsat vermektedir. Bir yandan borçlar birikip bir yandan gelirler daralırken, yapılan açıklamalarla yaratılan atmosfer, ürünü iyisiyle kötüsüyle tükettirecek takım-taraftar bağını en kesin en kutuplaştırıcı dille uyandırma çabasının bir sonucudur.

Adeta reyting için ligdeki şampiyonluk yarışının yayıncı eliyle -VAR dahliyle olması önemlidir- göze parmak sokarcasına manipüle edildiği bir tabloda dahi günah keçisi hakemler ilan edilerek işin içinden çıkılmaktadır. Öyle ki daha önce skandal bir kararla VAR odası kayıtlarının kamuoyuyla paylaşılması ve akabinde geleneksel hâle gelmesi gibi, bu kez de esasen eğitim semineri olması sebebiyle ciddiye alınmaması gereken tartışmaları ve sözleri barındıran yayınlar servis edilmiştir. Bu, bir bütünde saha hakemlerinin otoritesinden huzursuzluk duyulduğunun, eğitim alanlarında dahi kendilerini ifşa ederek, ne gelişimlerine ne de karar yetkilerine izin vermek istemeyerek, kesinkes hakemleri abluka altına almak isteğinin bariz göstergesidir. Bu tabloda, birkaç ay önce saha içinde kulüp yöneticisi tarafından dayak yemiş bir hakemin tekrar ligin en gergin deplasmanlarından birinde görevlendirilmesi de adeta bir gözdağı gibidir.

Bu söylemlerin üretilmesi ve algı yönetiminde kendiliğinden mi bilinmez büyük rol üstlenen Ali Koç’un ligden çekiliriz tehditleri de kamuoyunu futbol gündemiyle meşgul eden birçok tartışma gibi içi boş ve havada kalmaktadır. Transfer sözleşmelerinin, sponsorluk ve yayıncı anlaşmalarının, borsadaki kulüp hisselerinin, bahis gelirlerinin futbolu işgal ettiği bir tabloda Ali Koç’un “dedesinin çiftliğinde” at koşturmaya alışkın üslubu, 2018 genel seçimlerine denk gelen Fenerbahçe başkanlık seçimlerinden beri özel olarak oynadığı kitlede “zaferde değilse mağduriyette birleşiriz” yaklaşımının tutacağına olan inançla taraftarı takıma bağlamaya çalışan bir dil üretmeye çalışmaktan öteye geçemez. Tıpkı kendi rızasıyla oturmadığı koltukta kendi istifasını verme yetkisi de olmadığı apaçık bilindiği hâlde, ortaklaşa bir şekilde TFF başkanının istifasını vermediği üzerinden yapılan boş ve samimiyetsiz tartışmalardaki gibi.

Özetle, futbol, kültür endüstrisinin tamamında olduğu gibi, ideolojik hegemonya için güçlü bir araçtır. Yalnızca kapitalistler değil, sosyalist devletler de sporun kitlesel gücünü önemseyerek sportif başarı ile sosyalist değerleri birleştirmeye çalışarak ideolojik bir hegemonya yaratmak istemiştir. Futbolun eskisi kadar rağbet görmemesi, hâliyle bu etkisini de yitirmesine sebep olmaktadır. Kapitalizmin krizlerinden elbette futbol da payını almaktadır ve buna göre dönüşmektedir. Futbol ekonomisinin çevresinde biriken toplumsal etkileri de buna göre şekillenmektedir. Endüstriyel hâliyle futbol imparatorluğu Athiers’in sözündeki gibi çökmeye mahkûmdur.

Son yıllarda futbol, daha çok sermaye ihraçları, yolsuzlukları, skandallarının ikincil kazançları ve endüstriyelleşmeden yediği tüm darbelere rağmen hâlâ içinde barınan büyülü anları ve cambaz futbolcularıyla, oyuna dair hâlâ barındırdığı detaylarla hayata tutunuyor. Galeano’nun dediği gibi “futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür.” Peki bu öyküde oyunun ve oyuncunun payına düşen nedir? Futbolun “golünü” nerede yitirmeye başladığını daha iyi anlamak için, bu öyküye bir başka yazıda detaylıca değinmek üzere…

* Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Çev. Ertuğrul Önalp-Mehmet Necati Kutlu, Can Y.

Egemen medya ve Hıfzı Topuz örneği

“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!”[1]

Atilla Özsever’in, “Ömrünü aydınlanmaya, gazetecilerin ve iletişim dünyasının sorunlarına adayan, çözümler üretmeye çalışan… Gençliğinden itibaren savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız dünya özlemine sadık, sosyalizm sevdalısı bir devrimciydi,”[2] diye betimlediği Hıfzı Topuz, Nâzım Hikmet’in çok yakın dostuydu. Nâzım Kültür Sanat Vakfı’nın kurucularındandı.

İstanbul’da 1923’te dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi.

1947-1958 kesitinde Akşam Gazetesi’nde muhabir, istihbarat şefi, yazı işleri müdürü ve genel yayın müdürü olarak çalıştı, İstanbul Gazeteciler Sendikası başkanlığı yaptı.

Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans (1957-59) ve yine Strasbourg Hukuk Fakültesi’nde gazetecilik doktorası yaptı (1960).

Paris’te UNESCO Genel Merkezi’nde, İletişim Sektöründe Özgür Haber Dolaşımı Şefi olarak çalıştı (1959-1983). Uluslararası gazeteci örgütleri arasında işbirliği, basın ahlâkı ve gazetecilerin korunması projelerini yönetti, Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Filipinler’de gazetecilik eğitimi seminerleri düzenledi.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onur Kurulu başkanı oldu, muhtelif gazetelerde çalışıp, çok sayıda kitaba imza attı.[3]

Kaleme aldığı romanlar ‘Meyyale’, ‘Taif’te Ölüm’, ‘Paris’te Son Osmanlılar’, ‘Gazi ve Fikriye’, ‘Milli Mücadelede Çamlıca’nın Üç Gülü’, ‘Devrim Yılları’, ‘Tavcan’, ‘Özgürlüğe Kurşun’, ‘Kara Çığlık’, ‘Abdülmecit; İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl’, ‘Hava Kurşun Gibi Ağır’ Nâzım Romanı, ‘Elbet Sabah Olacaktır’ Tevfik Fikret Romanı, ‘Vatanı Sattık Bir Pula’ Namık Kemal Romanı, ‘Çılgın ve Özgür’ Neyzen Tevfik Romanı, Şanlı Kanlı Yıllar’, ‘Nevbahar’, ‘Paris Sürgünü.’
İnceleme ve araştırma eserleri ‘Fransa’da Gazetecilerin Statüsü ve Asgari Ücret’, ‘Information Internationale dans la Presse Turque’, ‘Basın Sözlüğü’, ‘Kara Afrika’, ‘100 Soruda Basın Tarihi’, ‘Seçim Savaşları’, ‘Uluslararası İletişim’, ‘İletişimde Karikatür ve Toplum’, ‘Lumumba’, ‘Kara Afrika’da İletişim’, ‘Basında Tekelleşmeler’, ‘Yarının Radyo TV Düzeni’, ‘Türkiye’de Seçim Kampanyaları’, ‘Siyasal Reklamcılık’, ‘Kara Afrika Sanatı’, ‘Hoşgörü’, ‘Başlangıcından Bugüne Kadar Dünya Karikatürü’, ‘Dünyada ve Türkiye’de Kültür Politikaları’, ‘Türk Basın Tarihi’, ‘Büyülü Afrika.’
Anı türünde kaleme aldığı eserler ‘Konuklar Geçiyor’, ‘Parisli Yıllar’, ‘Eski Dostlar’, ‘Elveda Afrika, Hoşça Kal Paris’, ‘Fikret Mualla’, ‘Başın Öne Eğilmesin’, ‘Paris 68, Bir Devrim Denemesi’, ‘Nişantaşı Anıları’, ‘Bana Atatürk’ü Anlattılar’, ‘Gülümseyen Anılar’, ‘Ardından Yıllar Geçti’, ‘Paris’te Bir Türk Ressamı, Fikret Mualla’, ‘Atatürk Sesleniyor’, ‘Bir Zamanlar Nişantaşı’nda’, ‘Anı ve Mektuplarla Melih Cevdet Anday.’

Hayatı hep “ilk”ler üzerinden ilerledi. Hıfzı Topuz, 1952’de İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer aldı ve başkanlık görevinde de bulundu.

1960 sonrası Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ismini alacak olan İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın tüzüğünü üç kişi hazırlamıştı: Hıfzı Topuz, İhsan Ada ve Burhan Arpad… Bu üç kişi de Marksist kökenliydi.

Hıfzı Topuz Paris’te yüksek lisans ve doktora yaptığı yıllarda Unesco’ya girmişti. Özgür Haber Dolaşım Şefi olarak Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleki işbirliği, basın ahlâkı, gazetecilik eğitimi ve gazetecilerin korunması projelerini yönetmişti. Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Filipinler’de eğitim seminerleri düzenlemişti. Kara Afrika’da kırsal basın projesini oluşturmuştu. Afrikalılar onun bu hizmetlerini unutmadılar. 23 Kasım 2013’te Kongo Demokratik Cumhuriyeti Lubumbashi Üniversitesi “Fahri Doktora” unvanı verdiler.

Hıfzı Topuz’un meslek kariyeri bir gazeteci için olabilecek en heyecanlı çalışmalarla doludur. Hıfzı Topuz uzun ve velüt yaşamın sırrını Atilla Özsever’e açıklamıştı:

“Daima gençlerle birlikte olup onlarla arkadaşlık yapmak, onların görüşlerine önem vermek, sevgi ve aşkın kıymetini bilmek, sürekli üretmek, etkin bir çaba içinde bulunmak ve entelektüel kapasiteyi geliştirmek, okumak!”[4]

* * * * *

“Asırlık Bilge”[5] diye anılan Hıfzı Topuz için “Anıt Adam”, “Derya gibi bir adam”[6] tanımları da kullanılırdı; “Hıfzı Topuz aslına entelektüel manada bir sürgündü,”[7] tespiti eşliğinde.

“Hıfzı Topuz’un anlattığı insan Neyzen Tevfik ya da Nâzım Hikmet olsun; anlattığı olay Kurtuluş Savaşı ya da Lumumba’nın direnişi olsun; anlattığı dönem Osmanlı’nın son günleri, Paris ya da Afrika mevsimleri olsun, hep tutkulu, heyecanlı”ydı,[8] taraflıydı.

“Yorulup, korkarak kaçanlara, iktidar yandaşlığını seçmiş, çoğunluk gazetecinin utanmazlıklarına inat, onurlu duruş simgesiydi, her an.”[9]

Onun duruşu kapitalist egemen medya karşısında, önemli addedilebileceklerdendi.

Hem de “Basın özgürlüğünün, ahlâksal olarak çökmüş ya da baskıcı bir yönetime karşı bir güvence olarak savunulmasını gerektirecek günler geride kaldı.”[10]

“Medyayı tekeline alan oligarşi tüm başarısızlıklarını tekrar tekrar başkalarının üzerine atıp dikkati hayali ya da gerçekdışı mihraklar üzerine çeker.”[11]

“Korkutabildiğin kadar korkut, bütün burjuva basının sloganı bu. Her çareye başvurarak korku saç! Yalan söyle, kara çal, ama yeter ki korkut!”[12] diye betimlenmesi mümkün verili tabloda.

Bilmeyen var mı?[13]

Louis Althusser’in deyişiyle söylersek; medya da devletin birçok kurumu gibi “ideolojik aygıtlar”dandır. “Dördüncü Kuvvet” diye de tanımlanan medya, geçen zaman zarfında diğer aygıtların da önüne geçerek artık yöneten konumuna geldi.

Gelinen noktada medya artık yalanla, çarpıtılmış haberlerle, ayrıştırıcı ve ötekileştirici yapısıyla bir canavara dönüşmüş durumda. TV’lerin haber sunuş biçimlerine, gazetelerin manşetlerine bakıldığında medyanın azgınlaşmış hâlini görmek mümkün.

Anthony Pratkanis ile Elliot Aronson’un, “Her gün birbiri ardına ikna edici mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Medya dünyasından gelen bu çağrılar, argümanın haklı ve tutarlı olmasından değil, sembollerin ve en temel insani hislerimizin manipülasyonu vasıtasıyla ikna edici oluyor. İyisiyle, kötüsüyle, içinde yaşadığımız çağ bir propaganda çağı”[14] diye betimledikleri hâl medyatik propagandayı despotik bir yöntem olarak öne çıkarır.

Siz bakmayın, “Medya,… hiçbir siyasi gücün, hiçbir çıkar grubunun ve hiçbir finansal güç odağının emrinde olmamalıdır,”[15] söylencelerine!

Dünyadaki güç odakları bunu çok iyi bildikleri için, medyayı her zaman kontrol etmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışırlar.

Televizyonlarda hangi konuklara ve yorumculara yer verileceği; gazetelerde, haber portallarında hangi köşe yazarlarının köşe yazısı yazacağı; televizyonlarda, gazetelerde, haber portallarında hangi haberlere, hangi oranda ve genişlikte yer verileceği; hangi siyasetçilere ne kadar sıklıkta ve genişlikte ekranların ve sayfaların açılacağı gibi konular, genellikle nesnel ve bağımsız hareket eden medya yöneticileri tarafından değil, bu güç odaklarının kontrolündeki piyonlar tarafından karara bağlanır.

Dünyada bu bozuk düzene direnebilen az sayıda medya organı bulunmaktadır…

Noam Chomsky’nin ve Edward Herman’ın ‘Manufacturing Consent/ Rızanın Üretimi’ başlıklı yapıtı bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyan ve kanıtlayan eserlerin arasında yer alır.

Orson Welles’ın ‘Citizen Kane/ Yurttaş Kane’, Sidney Lumet’ın ‘Network/ Şebeke’, Oliver Stone’un ‘Salvador/ Salvador’ filmleri de, bu konuyu işleyen çarpıcı eserlerin arasında sayılırlar.

Dünyadaki emperyalizm ve kapitalizm sorunu kökten çözülmeden, bu sorunun tamamıyla çözülmesi olanaksızdır.[16] Tıpkı Türk(iye) örneğinin kanıtladığı üzere…

‘Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF), ‘2021 Dünya Basın Özgürlüğü’ endeksinde 180 ülke arasında 153. sıradaki Türkiye’nin,[17] gazetecilerin hapsedilme riski, adli kontrole tabi tutulma veya pasaportun elinden alınma korkusunun bulunduğu vurgulandı.[18]

Bir örnek bile yeter: Gazetecilik meslek örgütlerinin “sansür yasası” olarak adlandırdığı, “dezenformasyonla mücadele yasası”, seçimlere giden süreçte, rejiminin “evriminin” yönünün, toplumu susturma arzusunun dışavurumudur.

Maddeleri medyada yaygın biçimde tartışılan, yasanın kapsamına ilişkin şu ifadeleri aktarmakla yetineyim: “Halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kişiler.” Sormalı: “Ya bu yasayı eleştirmek de yasanın kapsamına giriyorsa?”

Dezenformasyonla mücadele yasası” bu olanağı ortadan kaldırıyor.

Bu “sınırlardan” söz edince akla Aristoteles geliyor. Aristoteles, insanların, adalete ilişkin sorunlarını ortaklaştıran bir konuşma gücüne, lisana sahip olduklarını buna karşılık, hayvanların sadece zevk veya acıyı ifade edecek sesler çıkarabildiklerini söylüyordu: İnsan biyolojik varlığına ek politik bir varlıktı, hayvanlar ise sadece biyolojik varlıklardı.

Öyleyse adalete ilişkin sorunları konuşmaya izin veren ortak bir dilin sınırları, siyaset olarak kabul edilebilecek etkinliklerin (hakların ve özgürlüklerin) verili toplumdaki sınırlarını sergiler. “Siyaset” de bu sınırları genişleten ya da daraltan mücadelelere ilişkindir. Çünkü sınırların dışında kalanların adalete ilişkin kaygılarını dile getiren sözleri, toplumda anlamlı kabul edilen sözlerin dışında kalırlar hatta sık sık suç ve ceza kategorisine girerler.

Bu sınırları rejimin diline kadar daraltan “Dezenformasyonla mücadele yasası”, rejimin ve onun destekçilerinin, siyasi ekonomik pratiklerine, topluma dayattıkları “hakikat rejimine” (doğruyla yanlışı saptamakta kullanılan kavramlar, değerler, duyarlılıklar) yönelik her türlü eleştiriyi suçlaştırıyor, bunların kaderini de iktidarın, cezalandırma ya da görmezden gelme yetkisine bağlıyor. Rejim “konuşulabilen” üzerinde totaliter bir kontrol amaçlıyor.[19]

* * * * *

Özetle baskıcı kapitalist medya algı yönetimiyle, kitleyi çıkarları doğrultusunda manipüle eder ve onları hedefledikleri amaçlar uğruna kullanılan bir nesneye dönüştürür.[20] Bir tür psikolojik, politik savaş verir ezilenlere karşı.

Hızla sıralayalım: Olması gereken habercilik, ezenlerin yayınlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; kapitalistler için ise, çıkarları doğrultusunda tam tersi ve halkla manipülatif ilişkidir.

Sözünü ettiğim mesele, Wilhelm Reich’ın, “Ama ister anla, ister anlama, gazeteler ne yazarsa inanıyorsun!” ifadesindeki üzere, gazetelerin gerçeği yaymaya değil, örtmeye yaradığı ve ezilenleri körleştirdiğidir.

“Gazetecilik aslında, gücün ve güç merkezlerinin üzerinden gözü ayırmamakla ilgili bir iştir.”

Ancak “Savaşların, aklı başında insanları amigolara, rasyonel gazetecileri ise küçük, haylaz, göğsü kabarık fantezi albaylarına dönüştürmek gibi bir alışkanlığı var”ken;[21] aslında “basın” dedikleri de, bastırıp örtbas edenlerdir!

Evet, haberlere boğuluyoruz, ancak ezilenlerin hayatına dair “çıt” çıkmıyorken; Medyayı kontrol eden halkın aklını da kontrol edip biçimlendiriyor. Bu hâliyle de insan(lık)ı toplumsal gerçeklerden, ilişkilerinden uzak tutarak sürüleştiriyor.

Bu kadar da değil! Kapitalist medyanın propaganda meselesi sadece yanlış haber vermek ya da bir gündem dayatmak değil aynı zamanda, eleştirel düşünmenizi tüketmek, hakikâti yok etmektir.

Kolay mı? Kapitalizm lehine haber(ler) imal edilen bir yalanın ortasındayız.

Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, “Artık toplumsallaşmayı belirleyen şey kuramsal sınırlar değil, haber miktarıyla iletişim araçlarının karşısında geçirilen saatler”ken; egemenler düşünmenizi istemiyorlar. Bu yüzden dünyada eğlenceyle, medyayla, televizyon programlarıyla, lunaparklarla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hâle geldi, insanların zihnini meşgul tutmak için. Yani düşünmeniz, egemenlerin işine gelmiyor.

* * * * *

Burada Andy Warhol’un, “İlk televizyonumu aldığım zaman, insanlarla yakın ilişkilere sahip olmayı önemsemeyi bitirdim”; Thomas Stearns Eliot’un, “Televizyon, milyonlarca insanın aynı şakaya aynı anda gülmesini sağlayan, ama yine de yalnız olmasını sağlayan tek eğlence aracıdır,” vurguları eşliğinde bir parantez açarak ekleyeyim:

“Hegemonya, sizin koltuğunuzda gevşeyip ekran başında aptallaşmanızdan yanadır.”[22]

“Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.”[23]

“Televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın başköşesine kuruldu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi sanki. ‘Eğlenceli”, ‘renkli’ bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün ‘giz’leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. ‘Reality show’larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi. Tek sesli devlet televizyonunun ardından gelen bu denli çok seçenek karşısında nihayet ‘demokratikleştiğimize’ inandık, uzaktan kumanda aletini ‘özgürce’ kullanma hazzıyla kendi ‘gücümüzün’ farkına vardık.”[24]

TV’den basına yalanla bezeli kapitalist propaganda insanlara güçsüzlük, yalıtılmışlık, yabancılaşmışlık hissini verirken; sormadan geçmemeli: Nasıl oluyor da bu kadar çok “malumat”, “haber” sahibi olup da, bu kadar az biliyor ve gerçeklerden bu denli habersiz?!

Yanıt V. İ. Lenin’in, “Bütün dünyada, nerede kapitalist varsa orada basın özgürlüğü gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet, halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü anlamına gelir,” satırlarında!

Hıfzı Topuz tam da bunlar için önemliydi, örnekti.

13 Mart 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] Füruğ Ferruhzad.

[2] “Basın Tarihinin Asırlık Çınarı Unutulamaz”, Birgün, 27 Eylül 2023, s.9.

[3] Nagihan Yılkın, “Basın Dünyasının Duayeniydi”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2023, s.6.

[4] Nazım Alpman, “En Büyük Gazeteci!”, Birgün, 27 Eylül 2023, s.9.

[5] “Asırlık Bilgeye Veda”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2023, s.11.

[6] Emre Kongar, “Hıfzı Topuz: Bir Anıt Adamı Daha Kaybettik!”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2023, s.2.

[7] Nilgün Cerrahoğlu, “Son Eylül: Metin Münir ve Hıfzı Topuz”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2023, s.7.

[8] Zeynep Oral, “Hıfzı Topuz: Coşkusunu Hiç Yitirmedi”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2023, s.11.

[9] Şükran Soner, “Sendikacı Büyüğüm Hıfzı Topuz”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2023, s.9.

[10] John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine, çev: Berkay Tartıcı, Kutu Yay., 2019.

[11] Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, çev: Selin Siral, Kolektif Kitap, 2018.

[12] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.

[13] Bkz: Temel Demirer, “Egemen Medyaya İtiraz ve Alternatif”, 17 Şubat 2019… https://temeldemirer.blogspot.com/2019/03/egemen-medyaya-itiraz-ve-alternatif.html

[14] Anthony Pratkanis-Elliot Aronson, Propaganda Çağı, çev: Nagihan Haliloğlu, Paradigma Yay., 2008.

[15] Zafer Arapkirli, “Dördüncü Kuvvetin Kuvveti”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2021, s.6.

[16] Örsan K. Öymen, “Dünya Düzeni ve Medya”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.7.

[17] “Basın Özgürlüğü Raporu”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2022, s.4.

[18] “Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2021, s.7.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “Susturma Arzusu”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2022, s.11.

[20] Hicri İzgören, “Yalanla Besliyorlar Bizi”, Yeni Yaşam, 25 Mart 2021, s.11.

[21] Robert Fisk, Büyük Medeniyet Savaşı – Ortadoğu’nun Fethi, çev: Murat Uyurkulak, İthaki Yay., 2011.

[22] Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders, çev: Zeynep Erez, Olvido Yay., 2017.

[23] Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü, çev: Elif Özsavar, Ayrıntı Yay., 2001.

[24] Neil Postman, Televizyon; Öldüren Eğlence, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 2004.

Paylaşım savaşını durduracak tek güç halkların ortak mücadelesidir

1 Nisan günü siyonist İsrail Devleti Şam’daki İran Konsolosluğuna hava saldırısı düzenlemiş, bu saldırı sırasında 7 İranlı yetkili hayatını kaybetmişti.

Bugün İran’ın hamlesinin kınanması için İsrail’in çağrısıyla hızlıca toplanacak olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İran’ın uluslararası dokunulmazlığı bulunan konsolosluk binasına gerçekleşen İsrail saldırısını ise kınamamıştı.

Irak’ın işgalcileri, Vietnam’ın kasapları, Afganistan’ın failleri, Ukraynalı faşist sürüsünün, IŞİD’in yaratıcıları, terör örgütü NATO’nun efendileri, bugün birbiri ardına İran’ı kınama yarışına girmiştir.

Filistin halkının soykırımını gün gün dünyaya “izleten”, işgal devleti İsrail ve Batı Emperyalizmi bölgede dökülen tüm kanın sorumlusudur.

TC bir NATO ülkesidir. Yıllardır bölgede ABD’nin savaş politikalarını uygulayan bir sömürgedir. Seçimlerden önce ve hemen sonra dile getirilen, İran’a yönelik kuşatmanın artması için bir ABD projesi olan “Kuzey Irak” operasyonunun da tetikçisi pozisyonundadır.

Kürecik üssü İsrail’e çalışmaktadır, İncirlik üssü İran’a karşı çalışmaktadır, emperyalistlerin Libya saldırısı Şirinyer’deki NATO üssünden yönetilmiştir.

Çöküşü gittikçe hızlanan kapitalist-emperyalizm, daha önce de olduğu gibi çıkışını bir kere daha paylaşım savaşını büyütmekte görüyor. Milyonlarca insana yoksulluk, zulüm, ölüm demek olan emperyalist paylaşım savaşını durduracak tek güç bölge halkının ortak mücadelesidir.

Bölgede emperyalist savaşa karşı barış isteyen herkes; NATO’nun bölgemizden kovulması, Kürecik, İncirlik ve tüm diğer emperyalist üslerin kapatılması, İsrail’le tüm ilişkilere son verilmesi talepleri etrafında mücadeleyi büyütmelidir.

Emperyalizm yenilecek, halkların ortak mücadelesi kazanacak!

14 Nisan 2024
Kaldıraç

Hatay-Samandağ seçim sürecine dair… – Kaldıraç Antakya

31 Mart Pazar günü gerçekleşen yerel seçimler sonrası solun içerisinde bir dizi tartışma ve değerlendirmeler gündeme gelmeye başladı. Biz Hatay/Antakya ve özelde de Samandağ’da yaşanan süreci aktarmak istiyoruz. Yaşananları, yapılan, yapılmayan ve yapılamayanları ortaya koymak, önümüzdeki mücadelelerde bizlere katkı sunacaktır.

Antakya onlarca yıldır, solun, “sol kamuoyu”nun yakından bildiği, takip ettiği, özellikle merkez ilçe Defne ve Samandağ’da solun, devrimcilerin güçlü olduğu, sol kültürün hâkim olduğu bir şehir. 70’lerden bu yana devrimci mücadelenin inişli çıkışlı da olsa sürekliliğini devam ettirdiği bir coğrafya.

Egemenler cephesinden ise Türkiye Cumhuriyeti’ne sonradan “katılan” sınır şehri olması hem de Suriye Savaşı’nda olduğu gibi bir “savaş bölgesi” olarak görülmesi nedeniyle, devletin hep özel ilgi alanında olmuştur. Özellikle Arap Alevilerin kimliğini korumaktaki ısrarı, muhalif duruşu ve devrimcilere, devrimci mücadeleye olan yakınlığı hep büyük bir problem olarak görülmüştür. Bu nedenle, Hatay/Antakya egemenler için hep göz önünde tutulması gereken bir coğrafyadır.

Antakya’daki mücadelenin son 15 yılına baktığımızda, üç “eşik”te solun, devrimcilerin mücadeleyi güçlendirici bir tutum ortaya koyduğunu ve bu sayede güçlendiğini söyleyebiliriz. Birincisi, Suriye’ye dönük emperyalist müdahale ile başlayan Suriye Savaşı sürecidir. Antakya halkı, savaşı durdurmak, yaşamlarını savunmak adına devrimcilerle birlikte önemli bir direniş ortaya koymuştur. Suriye savaşında, devrimcilerin, solun halkla birlikte geliştirdiği direniş, egemenlerin savaş politikalarının teşhirinde önemli bir işlev görmüş ve halk nezdinde prestijini arttırmıştır. İkincisi, egemenlerin kimyasını bozan Gezi Direnişi’dir. İstanbul’dan başlayan Gezi Direnişi, en güçlü karşılıklarından birini Antakya’da bulmuş, Gezi Direnişi süreci boyunca ve sonrasında bu direniş ruhu varlığını korumuştur. Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan’ın bu toprakların evladı olması tesadüf değildir. Arkasından HDP listelerinden Barış Atay’ı meclise taşıyarak, Kürt halkının mücadelesi ile de daha yakın bir bağ geliştirmiştir. Üçüncüsü ise deprem sürecidir. 6 Şubat’ta 11 ili etkileyen ve devletin bir katliama dönüştürdüğü depremde en büyük yıkıma uğrayan Antakya’da, devrimciler çok hızlı bir refleks göstermiş, depremin yarattığı yıkımın içinde Antakya halkı ve dışarıdan gelen binlerce gönüllü ile birlikte şehri terk etmeme ve “yaşamı yeniden kurma” iradesini ortaya koymuştu. Yıkımın içindeki bu mücadele devrimci, sosyalist hareket ile halkın arasındaki bağın daha da güçlenmesini sağlamıştır.

Depremin ardından gelen 14-28 Mayıs seçimleri deprem bölgelerinde oluşan yıkımı ve bu yıkıma karşı gelişen dayanışmanın ikinci plana atılıp, deprem bölgelerine kör kalınmasına neden olmuştur. Sol örgütler de deprem bölgelerinde çalışma yürütmelerine rağmen mart ayı itibari ile deprem “gündemi”ni kapatmış odak noktalarına seçimleri almıştır. Depremin 40. gününde Samandağ’da yapılan “Hüznümüz İsyanımızdır” eylemi, oluşan seçim havasını dağıtmak ve asıl soruna odaklanabilmek için bir adım olmuştur.

14-28 Mayıs genel seçimlerinden Saray Rejimi güçlenerek çıkmış; seçimlerde AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi vb. birlikte hareket ederek aslında meşru olmayan seçimleri halka kabul ettirmiştir. Sol örgütler “1 oy Kılıçdaroğlu’na” kampanyası yürüterek bu müsamerenin bir parçası hâline gelmiştir. “Aslolan devrimin gündemidir” yaklaşımı yerini solda bir sağa kayışa bırakmıştır. Halk umutsuzluğa, yılgınlığa sürüklenmiştir. Solun aldığı tutum bu umutsuzluk, yılgınlık havasını büyütmüştür.

Tüm bu tabloya rağmen Antakya halkı hâlâ çadırlarda kaldıkları için, rezerv alanlarla yaşamları gasbedilmek istendiği için, havası, suyu, doğası zehirlendiği için direnişiyle depremi, sorumlulardan hesap sormayı gündemde tutmuştur.

Antakya’da henüz temel ihtiyaçların bile tam olarak karşılanmadığı 1 senenin ardından yerel seçimler gündeme gelmiştir. Antakya’nın yeniden inşası, yeni bir yaşamın kurulması için ve depremi katliama dönüştüren devlet politikalarına karşı mücadeleyi büyütmenin bir aracı olarak yerel seçimleri genel seçimlerden farklı ele aldık. Depremde seferber olanlar yönetmeli diyerek ortak devrimci ittifakı, yönetim anlayışını ve bağımsız bir aday etrafında ilkeli, devrimci, eşit temsiliyete dayalı bir biçimi temel yaklaşımımız olarak önerdik. Halkın örgütlülüğüne dayalı devrimci, halkçı bir yönetim anlayışını ancak bu şekilde çıkarabileceğimizi, Antakya için bu süreçte ihtiyacın bu olduğunu tarif ettik.

Yerel seçimler sürecinde Antakya için sol, ağırlıklı olarak kazanma ihtimali daha yüksek olan Defne ve Samandağ üzerinde yoğunlaştı. Büyükşehir seçimleri arada konuşulsa da çok fazla gündeme alınmadı, odak noktası hiçbir zaman olmadı.

Defne seçim sürecinde TKP eylül ayı ile birlikte kendi sürecini başlatmış ve sol ile bir ilişki geliştirmeden kendi çalışmasını yürütmeye başlamıştır. TKP dışında kalan sol örgütler ise aynı süreçte Defne’de ortak hareket etmek için girişimlere başlamıştır.

Halkevleri, TÖP, EMEP, TİP, Kaldıraç, SMF, Sol Parti, DEM Parti’nin (o zamanki ismiyle HEDEP), siyasi kurumların imzaladığı, birçok DKÖ’nün ve kişinin de katıldığı 104 kişinin imzasıyla 20 Ekim’de “Defne Biziz, Biz Defne’yiz” şiarı ile bir çalıştay çağrısı yapılmıştır. Çağrı sonrası tüm kurumların ve DKÖ’lerin olduğu çalıştay hazırlık toplantıları gerçekleştirilmiş, sonucunda, 9-10 Aralık tarihlerinde iki günlük bir çalıştay gerçekleştirilmiştir. Bu çalıştayda nasıl bir belediyecilik ve nasıl bir yönetim konusunda ortak metinler çıkarılmıştır.

Çalıştay sonrası siyasi örgütlerin olduğu toplantılarda nasıl bir aday sorusu üzerinden ilke ve “çatı parti” tartışmaları yürütülmeye başlanmış, aday kriterlerine ilişkin 10 maddeli bir metin çıkartılmıştır. Kriterlerde deprem sürecinde Antakya’yı terk etmemiş olması, Defneli olması, bir başkasının emeği üzerinden kazanç elde etmemesi vb. şeklinde ilkeler ortaya çıkmıştır. Bu toplantılarda TİP’in “çatı parti” olması genel kabul görmüştür. DEM Parti bu toplantılara düzenli katılmamış bu nedenle “çatı parti” kararı alınırken dâhil olmamışlardır. Sonrasında katıldıkları toplantıda bu konu gündeme gelmiş ve kendi iç tartışmalarını bitirebilmek için ek süre talep etmişlerdir. Ek sürenin bitmesine iki gün kala “çatı parti” olarak TİP’in açıklanması nedeniyle DEM Parti imzacı olmak istememiştir. Bu durumun bir yandan da DEM Parti’nin, Defne seçim sürecine mesafeli yaklaşımı ve tartışmalara dâhiliyetinin az olması nedeniyle yaşandığını düşünüyoruz.

Sol Parti ise DEM Parti’nin imzacı olmamasını kendisi için “yeterli bir neden” olarak görüp imzacı olmak istememiştir.

“Çatı parti” belirlendikten sonra aday tartışmaları yoğunlaşmıştır. TİP aday olarak Mehmet Güzelyurt’u gündeme getirmiş fakat ortaklaşılan aday kriterlerine uygun olmaması nedeniyle itiraz edilmiştir. Önerilen diğer adaylar ise TİP tarafından çeşitli gerekçelerle reddedilmiştir.

Ahmet Şık, Sözcü TV’deki konuşmasında Mehmet Güzelyurt’u 2 ay boyunca ikna etmeye çalıştık sözleri ile aslında Defne’de TİP’in en baştan beri kendi adayını tüm sol kurumlara kabul ettirmeye çalıştığını göstermektedir. TİP önerdiği adayı dayatmış fakat kurumların kabul etmemesi nedeniyle TİP ayrılarak kendi adayını ilan etmiştir. Bu durum “ortak çalışma”nın ancak kendi adayları kabul edildiği sürece ortak olabileceğini göstermiştir.

* * *

Defne’nin yanı sıra Samandağ’daki yerel seçim sürecinin de özel olarak ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Uzun yıllardır CHP’li belediyelerce yönetilen Samandağ’da halkın ihtiyaçlarına yönelik neredeyse hiçbir adım atılmamıştır, özellikle deprem sürecinde belediye başkanın halkın yanında olmaması ve sorunlara dair bir çözüm geliştirmemesi nedeniyle Samandağ halkının yıllardır biriken öfkesi CHP’yi ‘”cezalandırma” fikrini geliştirmiştir.

Halkın CHP’ye olan bu tepkisi solun çıkartacağı ortak bir aday etrafında birleşme ve halkın örgütlülüğüne dayalı devrimci, halkçı bir yönetim anlayışını hayata geçirme imkânını da doğurmuştur.

Defne’nin ardından Samandağ’da da TİP çalıştay yapılmasını önermiş ve sol, sosyalist örgütlerin ortak aday ve ortak yönetim tartışmaları “nasıl yöneteceğiz” fikrinin somutlaşması için bu süreç başlamıştır. Bu olumlu bir adım olmasına rağmen çalıştay daha yapılmadan “çatı parti”nin ve adayın kim olacağı tartışmaları yerel yönetime dair ilke ve işleyiş tartışmalarının önüne geçmiştir.

Çalıştay tarihi TİP tarafından hazırlıklar tamamlanmadan öne çekilmeye çalışılmış fakat itirazlar nedeniyle 23-24 Aralık olarak belirlenmiştir. Çalıştay öncesi son planlama toplantısında TİP kendi aday başvurularının son tarihinin 24 Aralık olduğunu, genel merkezlerinin listelerini beklediğini ve TİP’e başvuru yapmayan adayların kabul edilmeyeceğini ifade etmiştir. Henüz ilke ve işleyiş tartışılmadan ortaya konan bu tutum nedeni ile ortaklaşılan masa dağılmıştır.

Sol güçlerin çıkartacağı ortak adayı önemli görmemiz nedeniyle masanın tekrar kurulması yönünde adımlar atarak kurumlarla görüşmeler yapılmıştır. TİP tarafından da verilen özeleştiri ile birlikte masanın yeniden toplanması sağlanmıştır. “Nasıl yöneteceğiz” sorusunu somutlaştırmak için önerilen çalıştay, seçim çalışmalarına başlamakta geç kalma gerekçesi ve aday belirlemenin daha önemli görülmesi nedeniyle niteliksizleştirilmiş, yerel yönetimde ilke ve işleyişi önemli gören bizlerin tartışmaları ayak bağı olarak görülmüştür. TİP dışındaki kurumlar ise tartışmalarımıza hak vermekle birlikte sürecin tıkanmaması için ilke ve işleyiş tartışmalarını es geçerek dayatmaları kabul etmemiz gerektiğini söylemişlerdir.

Israrcı olduğumuz ilke ve işleyiş önerilerine dair örnekler vermek isteriz.

İlkeler ve çalışma biçimine birlikte karar verdikten sonra ortak perspektife uygun olan adayın zaten öne çıkacağını ve bunda mutabık olacağımızı belirtmiştik. Henüz aday tartışılması yapılmadan TİP Emrah Karaçay’ı kendi adayı olarak basına tanıtmaya başlamıştır. Bu henüz bir araya gelen kurumların başka aday önerileri de olmasına rağmen henüz ortak işleyiş tartışıldığı için kendi adaylarını önermediği süreçte yaşanmıştır. TİP tarafından önden yapılan bu açıklama bu nedenle güven kaybına neden olmuştur.

Sonrasında işleyişe dair önerdiğimiz mahalle meclislerinin temsilcilerinin belediye meclisinde yer alması, yönetme ve denetleme yetkisi olması ilkemiz TİP tarafından “Kimse seçilmiş arkadaşlarımızı denetleyemez” denerek reddedilmiştir.

Solun ortak aday çıkartması yönündeki tutumumuz “aday netleşmezse kendi yolumuza bakarız” ifadeleri ile TİP tarafından boşa çıkartılmıştır.

Bu tartışmalarımızla süreci tıkamakla itham edildiğimiz ve fikrimizi paylaşamadığımız için süreci ve fikirlerimizi yazılı bir metinle anlatarak kurumlarla paylaştık. Sonrasında bazı kurumlar bizimle görüşme talebinde bulunmuştur. TÖP, SMF ve Partizan’la yaptığımız görüşmelerde tartışmalarımız karşılık bulmuş fakat TİP’in ısrarcı olacağı ve masanın korunması adına tartışmalarımızı göz ardı ederek devam etmemiz gerektiği söylenmiştir. DEM Parti de tartışmalarımızı desteklemiş fakat bu konuyu masaya taşımamışlardır. Halkevleri ise Samandağ seçim sürecinde olmamalarına rağmen ortak hukukumuz nedeniyle Samandağ’daki ittifakın içinde olmamız için benzer önerileri yapmış, belediye meclislerinde de benzer bir dayatma olması durumunda Defne İttifakı’ndan çekileceklerini söylemişlerdir.

Bu görüşmelerden tekrar gördüğümüz, tartışmalarımıza hak verilmekle birlikte TİP’in basıncı ve dayatmalarına karşı yeterli ortak akıl ve eleştiri geliştirilememiş olmasıdır.

Hem solun ortak adayındaki ısrarımız hem de ilke ve işleyişi tartışmadaki ısrarımızla sürecin devam eden toplantısına katıldık. Bu toplantıda aday belirleme konusu gündeme geldiğinde metnin sonunda okuyabileceğiniz ilkeleri toplantıya önerdik. Bu önerimiz kadın aday dışında tartışılmadan kabul edildi. Biz de sürecin işleyişi açısından kadın aday konusundaki önerimizi geri çektik. Fakat tartışılmadan kabul ettik denen bu ilkelerin aday belirleme sürecinde işletilmediğini gördük. Bu konudaki tartışmamıza yine hak verilmesine rağmen yine masanın devamı için tartışmamamız istendi. Bu nedenle süreci tekrar analiz ederek yaşanan güven kayıpları ve konuların ele alınış şekli nedeniyle süreçten çekilme kararı aldık. Samandağ’daki sürecin işletilme şekli nedeniyle Defne İttifakı’ndan da çekilme kararı aldık.

Bunun üzerine yerelde yürüttüğümüz tartışma sonucu 4 Şubat tarihinde Bağımsız Devrimci Aday Platformu’nun adayını kamuoyu ile paylaşmış olduk. Aday tartışmalarımız Samandağ yerel seçimlerinde devrimcilerin, gönüllülerin, emekçilerin, öğrencilerin, kadınların, halkların bilfiil depremde seferber olanların iradesinin temsil edilmesi gerekliliği üzerine şekillenmiştir.

Kadın aday önerimiz TÖP ve TİP tarafından “Samandağ’da karşılık bulmaz” denerek reddedilmişti. Dünyada yükselen kadın hareketinin etkisi ve deprem sürecinde kadınların yeni bir yaşamı örmek için gösterdikleri iradenin yönetim mekanizmalarında da olması gerektiğini, bu durumun başta Samandağlı kadınlar olmak üzere tüm kadınlara bir güç olacağını düşünerek yaptığımız bir öneriydi. Bu nedenle Çağla Cemali’yi Bağımsız Devrimci Aday Platformu olarak aday gösterdik.

Seçim çalışmalarının başlangıcında Emrah Karaçay, çalıştaya ve sürece çok emek verdiğimizi, halka şeffaf olmak adına ilkeleri daha fazla tartışalım dediğimizi fakat kendilerinin hemen sahaya inmek istediklerini bizim de bu nedenle ittifaktan ayrıldığımızı söylemiştir. Sonrasında bu ifadeler seçim günü yaklaştıkça “Kadın aday kabul edilmediği için ayrıldılar”, “Başkan adayları kabul edilmediği için ayrıldılar”, “13 başkan yardımcılığı talep ettiler”, “Başkan yardımcılığı önerdik, kabul etmediler”e dönüşmüştür.

Büyükşehir seçimleri ise yukarıda da bahsettiğimiz tabloda sol tarafından odak noktası hâline hiçbir zaman gelmemiştir. TİP büyükşehir ile ilgili Lütfü Savaş’ın adaylığı netleşene kadar harekete geçmemiş, Barış Atay’ın ortak, desteklenebilecek aday olabileceği önerilerine ise yeterli bir karşılık vermemiştir.

Lütfü Savaş’ın adaylığının netleşmesi ve halkta ortaya çıkan tepki sonrası büyükşehir tartışmaları yükselmiştir. TİP, adına “Hatay İttifakı” dediği tam olarak kimlerden, ne zaman oluşturulduğu bilinmeyen bir ittifakla Gökhan Zan’ın adaylığını açıklamıştır. TİP büyükşehir seçimleri için sol ile ortaklaşma zemini arayışına hiçbir zaman girmemiştir.

Lütfü Savaş’ın adaylığının ardından, büyükşehir seçimleri için önceden de önerdiğimiz “bağımsız, ortak, ilkeli, eşit temsiliyete dayalı” bir aday etrafında solun bir araya geldiği bir biçimi önerdik. Fakat bu önerilerimize de olumsuz geri dönüşler aldık. TKH, Lütfü Savaş’ın karşısında solun ortak adayı olursa destekleyeceklerini fakat sadece 2 kurumdan oluşan bir ortaklaşmanın yetersiz olacağını söyleyerek kendi adayları ile yollarına devam etti.

Antakya yerel seçimleri için sol ile yapılan görüşmeler ve ortaya koyduğumuz Bağımsız Devrimci Aday çalışmamız göstermiştir ki:

1) Sol, Antakya’da ortaklaşma sağlayamamıştır.

2) “Aslolan devrimin gündemidir” yaklaşımı yerel seçim çalışmalarını belirlemeliyken aynı 14-28 Mayıs seçimlerinde olduğu gibi, yerel seçim çalışmaları ve ortaya konan anlayışlar solu seçimleri bir araç olarak kullanmaktan öteye düşürmüştür. Seçimler amaç hâlini almış ve durum “taktik-strateji” denklemiyle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

3) Solun sadece altı boş kazanma ufkuyla ortaya koyduğu çalışmalar düzen dışı politik bir söylem yaratmaktan uzak, devrimci bir ajitasyon-propaganda hattından uzaklaşılmasına sebep olmuştur.

4) Solun “kayyum atanır” korkusuyla söylemini “yumuşatması”, yerel dinamikleri gözettiğini iddia ederek propaganda hattı örgütlemeye çalışması, söylemin sosyal demokrat bir anlayışın ötesine geçememesine neden olmuştur.

5) Halkın yönetime katılımı veya “birlikte yönetim” ifadesi seçim çalışmalarında somutlanmadığı takdirde, seçim sonrasına bırakıldığı takdirde yönetim anlayışına yönelik yeni bir şeyi tarif etmemiş olur.

6) Mahalle meclislerinin seçim çalışmaları içerisinde kurulmaya başlanması ve bütçenin mahalle meclisleriyle birlikte planlanacağının seçim çalışmaları kapsamında halka ilan edilmesi, ortaya koymak istediğimiz devrimci-halkçı yerel yönetimler anlayışının asıl referans noktalarıdır.

7) Yaptığımız seçim çalışmasında mahalle meclislerinin insanlar tarafından sahiplenildiğini, pandemi, “doğal afetler”, deprem sürecinde dayanışmalarla yönetmeye başlamış olan halkın ortaya koyduğu iradenin mahalle meclislerinde ifadesini bulabildiğini görebildik. İnsanlar kurulan mahalle meclislerinde -seçimlerde bize oy vermeyeceğini söyleyenler de vardı- sorumluluk aldı.

8) İlkelere dayalı siyasetin, halka açık bir biçimde yapılan siyasetin devrimci-halkçı bir zemini oluşturabildiğini gördük.

9) Kadınların hem deprem öncesinde bütün dünya da ortaya koydukları mücadele hem de depremle birlikte geliştirmiş oldukları ve sürecin yönetilmesinde ifadesini bulan özneleşme hâli, ortaya konan seçim çalışmasıyla kendisini mahalle meclisleri temsilciliğinde, “Kadınlar Yerel Yönetimlere” kampanyasıyla muhtarlık çalışmalarında var etmiştir. Samandağ özelinde ve bütün Antakya’da ezberler bozulmuştur.

10) Samandağ’da yıllardır alışılagelmiş siyasi yaklaşımı -seçim listelerinin sermaye grupları tarafından belirlenmesi, belediye meclis üyelerinin zengin ve geniş ailelerden isimler ile doldurulması, başkan adaylarının benzer tipolojilerde (zengin, erkek, büyük aile çocuğu vb.) olması gibi- tam tersine bir yaklaşımla ele alarak Samandağ halkının bilincinde bir kırılma yaratabildik.

Halkın kendi sorunlarını ve çözümlerini tartışacağı, yerel yönetimi denetleyeceği, gücünü kendinden ve yanıbaşındakinden alacağı mahalle meclislerinde örgütlenmeye çağırıyoruz.

Sürecin bütününde yönetim anlayışını, yönetim mekanizmalarının bileşenlerinin belirlenmesi için bizim ele alıp tartıştırmak istediğimiz ilkelerimiz aşağıdaki gibidir:

1) Mahalle meclislerinin temsilcilerinin toplamından çıkacak iradenin seçilmiş belediye meclisi üyelerimizce tanınması, kabul edilmesi ve hayata geçmesi için mücadele etmesi

2) Çalıştay masasının devamı niteliğinde yasal zemini aşan fiilî meşru mücadeleyi esas alan bir yaklaşımla belediye başkanının ve ortak ittifak bileşenlerinin seçtiği kişilerin eşit temsiliyeti sağlanarak bir yönetici meclisin kurulması ve halka ilan edilmesi

3) Başkan adayının devrimci sosyalist kadın aday olması

4) Şeffaflığın her açıdan mekanizmalarının geliştirilmesi (belediye meclis toplantılarının halka açık olması, halkın katılımını ve denetimini sağlayacak her aracın geliştirilmesi, mali açıdan halka açıklık vb.)

5) Adayımızın ve yönetim mekanizmamızın halka karşı suç işlememiş olması, kadına dönük suç işlememiş olması, halklara ve inançlara dönük suç işlememiş olması, emek sömürüsü üzerinden sermaye birikimi yapmamış olması

6) Gerek deprem öncesi gerekse de deprem sürecinde toplumsal mücadelenin içerisinde bilfiil olmak, devrimci mücadelenin parçası olmak.

Çok seyretmek, çok konuşmak, çok “bilmek”, çok tüketmek

a pyramid of puppets that starts from the workers and climbs to the managers up to a mysterious hand everything is controlled by an unknown person

Toplumsal bunalım, gerçekte, egemenin bunalımı olarak başlar ve tüm topluma yayılır, siner. Egemenin her krizi toplumsal bunalım olarak adlandırılmaz. Ama krizler ne denli uzun sürerse, toplumsal bunalım o denli ortaya çıkar.

Ömrünü fazladan sürdüren kapitalist sistem, varlığını devam ettirirken, her şeyi, doğayı, toplumu, en çok da insani kirletiyor ve öyle ayakta kalıyor. Bu durum, uzun süredir böyledir. Ama SSCB çözüldükten sonra, sosyalizm hayalleri işçi sınıfının gövdesinden uzaklaşmaya başladıktan sonra, bu kirlenme ve tükenme, çürüme, çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır.

Çürüme, egemenin içinde bulunduğu bunalımdan kaynaklıdır ve bu bunalım, tüm topluma, dalga dalga, ama süreklilik içinde yayılmaktadır. Kendisi çürümüş olan bu sistem, her şeyi çürüterek yaşamını sürdürebilir.

Deriz ki, bir toplumsa egemen düşünce, egemenin düşüncesidir, egemen ahlâk anlayışı, egemenin ahlâk anlayışıdır. Ta ki bir toplumsal devrime kadar bu böyle sürer. Egemen, sadece baskı ve şiddetle iktidarını, egemenliğini devam ettirmez. Bunun yanında ve asla daha az önemli olmayan şekilde, “rıza” üretmesi gerekir. Bu da egemenin çıkarlarının toplumsal çıkarlar hâline getirilmesi ile mümkündür. İnsanlara verilen “vatan, millet, din” vb. düşünceler, egemenin iktidarını sürdürmesi için büyük ölçüde işlevseldirler. Egemenin ideolojisi, tüm toplumu sarar ve egemenin bilinci, karşımıza ortalama toplumsal bilinç olarak çıkar. Mesela mülkiyetin kutsallığı tam da bunu anlatır. Hiçbir mülkü olmayanlar, mülkiyet kutsaldır fikrini savunabilirler. Mesela çıkar birisi, sayılarak bitirilemeyecek mülklerin sahibi olarak “mülk Allah’ındır” der ve pişkince sırıtır. Kimse ona, bu Allah’ın olan mülkün emanetini, Allah, neden sana verdi, diye sormaz. Bu sorulunca, soran dinsiz ilan edilir. Toplumsal ahlâk kuralları ile linç edilebilen bir kadın, bir çocuk ile kıyaslanmayacak suçlar işleyenler, toplum tarafından “becerikli, başarılı” ilan edilir.

Egemenin ideolojisi, her dönem, on yıllarca yaşamakta olan köhne alışkanlıklara, kör inançlara, hurafelere vb. de dayanarak etkili kılınır. Yeri geldiğinde bu kör inançlar, yeri geldiğinde hurafeler, yeri geldiğinde din, yeri geldiğinde vatan ve ulus vb. kullanılır.

Bugün, tekeller dünyasında bu ideoloji, aileden, okuldan başlayarak, sistematik cahillik üretilerek verilmektedir.

Bunun etkisini pekiştirmek ve yeni komutlarla kitleleri denetim altında tutmak için, temeli tekelci reklam sektörüne dayanan, medya aracılığı ile burjuva ideolojisi sabitleştirilmektedir.

Ve elbette, egemen bunalım içinde ise, toplumun her kademesine, yaşamın her alanına, bu bunalım kendini yansıtmaya başlar.

Bugün, tüm toplumu sarmış olan “hastalıklı” hâl, tam da bu yüzdendir, bu nedenle bu denli etkilidir.

Sanki tüm toplumda bir çeşit alzheimer var. Bu artık, yaşlı olanları saran bireysel bir hastalık değil, tüm toplumu saran bir toplumsal hastalık gibidir. Sanki tüm hastalıklarımız artık toplumsaldır. Unutkanlığımız toplumsaldır, dinlememe tutumumuz toplumsaldır, çok konuşmamız toplumsaldır ve boş konuşmamız toplumsaldır, uyuşukluğumuz toplumsaldır, her şeyi bilme ve her şeyin uzmanı olma hâlimiz toplumsaldır, her şeyden yakınma hâlimiz toplumsaldır, “bu halktan bir şey olmaz” ile biten cümlelerimiz birbirinin kopyası ve toplumsaldır.

Bizim adına “okur yazar takımı” (OYT) dediğimiz, kendileri kendilerine “entelektüel”, “aydın”, “uzman” gibi kavramları uygun gören kesim, bu hastalıkların en yaygın görüldüğü ve de hepsinin birden, hepsinin aynı kişide görülebildiği kesimdir.

OYT ya da “entel” ve “ay” diyerek günlük argomuza ekleyebileceğimiz bu kesim, adeta tüm toplumsal bunalımın özelliklerini yansıtır durumdadır. Çürüme ve tükenişim en net görülebildiği kesimdir bu.

Entelektüel, kendini nesnel gerçekliğin, bilimin savunusuna adamış, egemenle mücadeleye koyulmuş olandır. İşçi sınıfının bu entelektüellere ihtiyacı vardır. Zira süreci, somut durumun somut hâlini bunlar görür, görebilir. Bu bilimsel bir iştir. Ama elbette “masa başı” işi değildir. Bilim hiçbir zaman masa başı işi olmamıştır, olmaz da.

İşte işçi sınıfının devrimci mücadelesinde aklı ve bilimi öne çıkartmak üzere bu entelektüel kadrolar çok büyük öneme sahiptir.

Entelektüel olmak, hem etik hem de estetik değerlere de sahip olmak demektir. Ve anlaşılacağı üzere, etik ve estetik, eylemli insanlar söz konusu ise anlam kazanır. Eylemsiz insanların etik ve estetik ile de ilişkisi derin olmaz. Eylemsiz “düşünce”, aslında derinlikten yoksundur.

Görünüşte çok şey bilen, kendini entelektüel olarak “pazarlayan”, eylemsiz, değersiz, ciddiyetsiz bir kesim var ve bunlara OYT’nin bir parçası olarak “entel” demek mümkündür. Biz OYT demeyi tercih ederiz ama onlar, ne zaman birbirlerini övecek veya daha çok suçlayacak olsalar, “entel” adını kullanırlar. Uygundur, kabul edilebilirdir.

Sütten ağzı yanmış olduğu için, yoğurdu üfleyerek yiyen bir grup çok bilmiş, çok konuşan, çok seyreden ve çok tüketen bir kesim vardır ki, “aydın” olarak adlandırılmaktan çok hoşlanırlar. Ama ne zaman sınıf mücadelesi sertleşse, yanı başlarında kavga sesleri yükselse, salonlarının ortasına bir bilinmedik cisim düşmüş gibi “ay” derler ve kendilerini tanımlamaya bu “ay”, aydından çok daha uygundur. Zira onların yansıttıkları, egemenin düşünceleridir ve bu konuda “ay” rolü de görebilmektedirler; yetenekleri ölçüsünde.

İşte biz, bunun tümüne, iyisi ve kötüsü ile, burjuvaziden yana olan ile işçi sınıfından yana olma niyetine sahipleri ile, düzenden yana olan ile düzene karşı savaşmadan ona karşı imiş gibi olanları ile, yani iyisi ve kötüsü ile hepsine birden OYT diyoruz.

Bunlar çok bilirler, çok konuşurlar, çok seyrederler, çok tüketirler. Böylece varlıklarını sürdürürler. Canlı olarak karakterleri böyle oluşmaya başlamıştır ve bunalım, elbette bunları da çok etkiler. Kendileri bunu kabul etmezler. Zira bunalım toplumsaldır, bunu bilirler, toplumsal olanın herkesi etkilediğini de bilirler ama kendileri “birey”dirler ve bu konuda da çok ölçüsüne ulaşmış, “çok birey” hâline gelmiştirler. Çok birey, tabii ki toplumsal etkilerin de dışında kalır. Birey olarak doğduk, öyle öleceğiz, öyle ise birey olarak yaşayalım, derler. Ne kadar bilmiş laf varsa, kalabalık şeklinde bunlardadır.

İş sadece burada kalsa iyi idi. Ama burada kalmaz. Tüm toplumsal sınıf ve grupları saran toplumsal bunalım, her kesimde farklı etkilerle de olsa birçok hastalığı ortaya çıkartır.

Biz, elbette daha çok bize yakın, kendini şöyle ya da böyle solcu diye tanımlayan, “dostlarımızı” konu almak istiyoruz. İsteyen elbette kendi üstüne de alınabilir.

Sürmekte olan bir sınıf mücadelesi var. Ve bu sınıf mücadelesinde tribünde bir yer edinip, oradan seyrederek, hiçbir etik ve estetik kaygı taşımadan, sadece bilmiş tespitler yapanlar, bu bunalımlı dönemlerde, olduklarından çok etkili olabilmektedir. Mesela “bu halktan bir şey olmaz” o kadar etkilidir ki, halk denilen kesim ile bir mücadeleye girmek, mücadeleye atılmak için hiçbir şey yapmamış olanlar, bu tespite büyük bir kuvvetle sarılmaktadırlar.

Seçimler hilelidir, derler ya da bunu diyenlere hak verirler ama sonra, toplumsal alzheimer nedeni ile unuturlar ve sanki seçimlere hile katılmamış gibi, “nasıl yine gidip bunlara oy verdiler” derler.

Kendisi dışında herkesi suçlu ilan ederler.

Mücadele eden işçilerin eylemlerini seyrederler, öğrencilerin eylemlerini, kadınların eylemlerini, deprem bölgesindekilerin eylemlerini seyrederler ve sonra, “bu böyle olmaz” der ve gözlerini kapayıp normal hayata dönerler. O kadar ki, bir film seyrettiklerinde günlerce etkisinde kaldıkları hâlde, gerçek yaşamda süren bu eylemlere, bu mücadeleye bakıp, hiçbir şey olmazmış gibi, “bu saçma” der ve yaşamlarına dönerler. Döndükleri yaşamları konusunda kendilerinden olan, kendileri gibi düşünen birisine öylesine yakınırlar ki, sanırsınız ki böyle yaşamaktan gerçekten bıkmışlardır. Ama hayır, sadece ve çokça yakınırlar.

Emeksiz, daha da genişletelim eylemsiz hayat, ancak egemenin varlığını direkt ya da dolaylı onaylayacak düşünceler üretmeye olanak verir. Yaşamın çelişkilerini ve sorunlarını gördüklerini sanırlar ve onlardan çokça yakınırlar.

Bilgileri, başka durum ve hâllerde dinlediklerinden gelmektedir. Sadece onlardan değil. Mesela YouTube ve Instagram videoları ile bilgileri oluşur. Videolar seyrederler ve gerçeği oradan öğrendiklerini sanırlar. Çok olan bilgilerinin kaynağı, bu videolardır. Seyrederek bilgi edinirler. Çok seyrettikçe, aslında sosyalleştiklerini düşünürler. Ama bu gerçek değildir. Sosyalleşmek için, çok içmek, çok oturmak ve çok konuşmak zorundadırlar. Konuşmaları, anlamak üzerine değildir, değiştirmek üzerine hiç. Sadece tüketmek üzerinedir. En güzel yemekleri, en güzel içkileri tüketmek ne ise, konuşmaları da öyledir.

Çok “bilgili”dirler. Çok olduğu için, bilmedikleri şeyleri hiç bilmezler. Hep bildikleri vardır ve her zaman bildikleri ile çok konuşmayı, “birey” olmak olarak sunarlar. Bir genç kendilerine eylemden söz etti mi, bilirler ve eyleme gitmemek için, eylemlerin sonuç vermeyeceğini önceden bilen birer uzman olarak konuşmaya başlarlar. Eylem ile ne değişti ki şimdi değişecek, derler. Peki, değiştirmeyeceklerse, o hâlde niye yakınırlar, “mutsuzluklarının” kaynağı nedir öyle ise? Bu soruyu hiç sevmezler. Eylem, yemek yemek, dağıtmak, günü akşama devirmek, mümkünse sevişmek, yani bu berbat dünyada biraz haz almak demektir. O kadar. Biraz düşünebilseler, belki de kendilerinin de eleştirdikleri şeyi yaptıklarını, yani bir şey yapmadıklarını anlayacaklar. Ama düşünmezler. Zira düşünmelerine neden olacak bir ciddiyetten, emekten uzaktırlar.

Bilgi kaynakları, sosyal medyadaki videolardır. Burada “zekice” yapılmış her vurgu onlar için önemlidir ve bu vurgular ne kadar etkili olsa da, onlardaki etkisi, birisine anlatana kadar sürer. Sonra, döngü yine başlar. Tüketmek üzerine kurulu bir yaşamdır bu.

Egemen, eylemi yasaklar ve şöyle der: Düşünce özgürlüğü var ama eylem yasak. Bunu kabul ettiniz mi hapı da yutmuş olursunuz. Sıra düşünmeye şekil verme işine gelir, düşünmek serbest ama aşırı düşüncelerden uzak durmak kaydıyla. Böylece düşünceyi besleyecek eylem yoksa, düşünmeyi şekillendirmek, egemen için kolaylaşır. Şimdi, egemenin oluşturduğu gündem üzerinden düşünebilirsiniz. Egemen, size 3 yaşındaki çocuğun ırzına geçmiş bir kişinin onu öldürmesi yerine, onunla evlenmesini tartışmayı dayatır. Siz, özgür “birey” olarak, çok birey olmanın gereği içinde, ister “uygundur, onaylıyorum” diyen kişi olun, isterse buna karşı çıkan kişi, artık ne düşüneceği belirlenmiş kişi olursunuz. Hayır, 3 yaşındaki çocuk evlenemez, dersiniz ve doğruyu savunduğunuzu sanırsınız, oysa bu tartışmanın tümünü reddetmeniz gerekirdi.

Egemen size, eylemin yasak olduğunu söyler. Ama düşünebilirsiniz, der. Siz buna karşı çıkıp, eylemcilerle birlikte hareket etmezseniz, eylemin “aşırılıkları” üzerine tartışmaya başlarsınız. Ondan sonrası otomatiktir. Aşırılık mı, neye göre, hangi zamana göre, kime göre aşırılık, demezsiniz. Ve sonunda, düşünemez olursunuz.

Değil mi ki siz okuma yazma biliyorsunuz ve bilgilerinizin kaynağı YouTube videolarıdır, öyle ise egemenin verdiği mesajı anlarsınız. Kendinizi ona göre ayarlarsınız. O zaman “aşırı düşünce”lerinizi, en yakınlarınıza içki sofralarında, evinizin salonunda açarsınız. Bu durumda kendinizi “aşırılıklardan” korumaya başlarsınız. Sonra da “aşırı” düşünmezsiniz ve sadece uygun olan düşünceleri tekrarlarsınız. Sürekli bunları tekrarlarsanız, sonuçta öyle düşünmeye başlarsınız. Böylece egemenin istediği kıvama gelmiş olursunuz. Artık kendinizi ifade edebileceğiniz tek şey kalır, o da tüketmek. Aşkı da tüketirsiniz, ilişkilerinizi de, yaşamınızı da, sözleri de, değerleri de vb. Her şeyi tüketen bir çeşit obur hâline gelirsiniz. Ki sistem, kapitalizm, her şeyi tüketen bir canavar değil mi?

Şimdi siz “çok birey” hâlinizle, aslında toplumsal bunalım denilen şeyin şekillendirdiği bir varlığa, daha çok da bir nesneye dönüşmüş olmadınız mı? Artık sizin için en önemli nesnel gerçeklik, kendi bunalımlarınız değil mi? Bu durumda, daha düşük düzeyli videolar seyretmek zorunda bulursunuz kendinizi. Zira kendi durumunuzu “normal”leştirmeniz gerekir. Öyle ya, yaşamaya devam edeceksiniz.

Eylemsiz kişi, değersiz bir kişi hâline gelir. Yanlış anlaşılmasın, pazardaki değerinden söz etmiyoruz, hiçbir değeri kalmamış bir insan olmaktan söz ediyoruz. Bu durumda, sizin için bir değer anlamına geliyor idiyse arkadaşlık, artık önemsiz olur. Bir dava için, haksızlığa karşı, yalana, egemenin manipülasyonlarına karşı direnmek artık sizin için anlamını kaybeder. Birisi ya da bir şey, sizin yolunuzu kesene kadar, “birey” olarak kendinizi kurtarmanın peşine düşersiniz. Buna bunalım dersek, olmaz mı?

Egemeni biliyorsunuz. Ona karşı mücadele etmiyorsanız, sizin en yakınınızdakinin size yapalım dediği her şeyi, egemenlik kurmak olarak algılarsınız. Size birisi bir şey yapmalıyız derse, siz onda bir diktatör görürsünüz. Çünkü toplumda egemen olan egemenin iktidarını görmekten vazgeçmişsinizdir. Egemenin manipülasyonlarını bilirsiniz ve artık siz dostunuzun size müdahalesini “manipülasyon” olarak ele alırsınız.

Bu düşünceler, sol içinde de egemen olmaya başlamıştır.

Yanlış olmasın, solun her kesiminin böyle düşündüğünü söylemiyoruz. Ama bir yerde bir mücadele gelişmeye başladığında, o mücadeleden uzak durmak üzere, önce en yakın çevre, mücadelenin engeli olarak ortaya çıkmaya başlar. Egemenin düşünce yapısı, tüm toplumun düşüncesi imiş gibi ortaya çıktığından, ona karşı mücadeleye, önce bu OYT karşı durmaya başlar. Şöyle derler, “bu iş böyle olmaz.” Belki de doğrudur. Bu durumda, dürüst bir yaklaşım, “şöyle olur” demek üzere saf tutmayı gerektirir. Oysa bunun yerine, “böyle olmaz” demekle yetinilir ve farkında olunsun olunmasın, “aşırılıklar” önlenmeye başlanır. Çok birey olma hâli, kendinden başkasını dinlememe hâline dönüşür.

Kolaycılıktır bu. Zor olanı sevmeme hâlidir. Zorluktan uzak durup, bir anda mistik bir gücün etkisi ile, aydınlanma bekleme hâlidir bu.

Egemenin güçlü hâline bakıp, oradan hareketle bir karşı güç örgütleme işine girmek yerine, emekle, eylemli bir örgütlenme geliştirmek yerine, çok birey olma hâline sığınıp, bir kurtarıcı bekleme hâline girmek bu olmasın?

Örgüt kaçkınlığı işte böyle hayat buluyor. Küçük adımlarla, sabır ve emekle bir direniş örgütlenmesi, bir devrimci araç yaratma yerine, güce tapınanlar gibi, bir gücü beklemek, zahmetsiz zafer istemektir. Bu isteğin kendisi “böyle olmaz” değildir öyle mi? Güçlü bir örgüt olsun, ondan sonra mücadele edeceğim demek, daha gerçekçi bir yoldur öyle mi? Emeksiz, eylemsiz ilerlemek ve kurtuluşa ulaşmak hayal değil de, eyleme geçmek ve örgütlenmek, sistemi bu yolla yıkmak hayaldir, öyle mi?

Çelişkiler, bizim kafamızda değildir, yaşamın bizzat içindedir, hareketin, nesnel gerçekliğin bizzat içindedir. Sınıflar ve sınıf savaşımı, bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak vardır. Biz, bunun bilgisini edinebiliriz, bunu değiştirebiliriz.

Bunun için, egemen sınıfa karşı hangi bilinç düzeyinde olursa olsun mücadele eden bir sınıf vardır, işçi sınıfı. Bu bizim, sizin vb. uydurmanız değildir. Bu vardır. Eğer, işçi sınıfının, sizin deyiminizle halkın, bu bilinç düzeyinde olmadığını tespit ediyorsanız, öyle ise, işiniz, bu bilinç düzeyine ulaşacak adımları atmaktır. Bunun kolay olmadığını biliyoruz. Zaten kolay olanı, sisteme ayak uydurup ömür tüketmektir, buna yaşamak denirse. Bunu da zaten yapıyorsunuz. Çoğunluğun yaptığı zaten budur. Siz okumuş ve yazmış bir kişi olarak, “bu halktan bir şey olmaz” konusunda ciddi iseniz, bunun tarihsel ve toplumsal nedenlerini de ortaya koyarsınız ve değiştirmek için gerekeni yaparsınız. Yoksa sizin bu tespitiniz, çok bilmişlik ve kibirden başka bir şey değildir.

Bunalım ve kibir, sanıldığının tersine, birbirine çok yakışan hâllerdir. Çok bildiğiniz için, çok konuştuğunuz için, çok seyrettiğiniz için, sizden daha az bilse de eyleme geçmiş gençlerin, kadınların ve işçilerin eylemlerinden öğrenmeyi de reddediyorsunuz. O kadar çok biliyorsunuz ki, işçilerin eylemlerinin ne demek olduğu, kadınların eylemlerinin ne demek olduğunu düşünmeyi bile reddediyorsunuz. Kendi günlük yaşamınızın alışkanlıkları ile örülmüş kısır döngünüz içinde, rahatsız ama mutlu bir hayat sürmeyi yeğliyorsunuz.

Bu nedenle siz, sadece egemenin izin verdiği ölçüde öne çıkan meşhur tiplerin “uzman”ca, “yetenek” dolu videolarını izlemeyi, yaralarınıza merhem sanıyorsunuz. Bu yolla, öğrenme duygularınızı tatmin ediyorsunuz. Bu da sizin öğrenme konusundaki eylemsizliğinize çok uygun düşmektedir.

Üstelik egemen, az muhalif soslu videolar üretmekte de ustadır. Ne de olsa, eylemsiz, aktif bir tutum alamadan gerçekleşen öğrenme, sağlam ve sağlıklı bir öğrenme değildir. Her tarafı dökülen, insanı yok eden, kirleten bu sistemi azıcık eleştiren bir video, öğrenme aracı değildir. Öğrenmek, insanın aktif eylemi ile olanaklıdır.

Bunalımdan kurulmak için, çok seyreden pozisyonundan çıkıp, eylemlere, o eylemlerin tek tek her biri kurtuluş demek olmadığı hâlde, eylemlere katılmak gerekir. O zaman, aklınız da berraklaşacaktır. Uyuşukluk üzerinizden kalkacak, beyninize oksijen gidecek, ayaklarınızdaki paslar silinecek ve yaşam belirtileriniz artacaktır. Bu, bitkisel hayattan çıkmanın yoludur, tek yoludur. Bu konuda cesaret göstermeyenin, bu koma hâlinden çıkması da mümkün olmaz.

Tek ve en uzmanca çözümü söyleyen kişi değilsiniz ve böylesi de yoktur. Bunun yerine, kolektif, örgütlü mücadeleye girmeniz gerekir. Evet örgütlü mücadelede pek çok sorunla karşılaşacaksınız, bir kibirli kişi ile, bir korkakla, bir bencille karşılaşacaksınız. Çünkü örgütlü mücadeleye siz de girseniz, zaten kapitalizmde yaşayan bir kişi olarak, bu toplumda yaşayan bir kişi olarak, birçok pisliği üzerinde taşıyan bir kişi olarak gireceksiniz. O dikkat ve “eleştirel” çabanızı, örgütlü mücadele içinde harcayın. Çünkü burada en azından, herkes mücadele etmek üzere, tüm eksikliklerine rağmen mücadele etmek üzere bir aradadır. Burada vereceğiniz emek, karşılığını bulacaktır. Belki sizin yetenekleriniz ve emeğiniz, daha çok emeğiniz, bir şeyi değiştirme konusunda iş görecekse, bu örgütlü mücadele içinde iş görme şansı çok daha yüksektir.

Evet, rahatınız kaçacaktır. Korkularınızla yüzleşeceksiniz. Evet, çok farklı zorluklarla karşılaşacaksınız. Ve en kıymetlisi, devleti, egemeni, onunla mücadele ederken, bizzat bu işin içinde iken tanıyacaksınız. O zaman, kelimeler ve kavramlar farklı anlamlar kazanacaktır. Size benzemeyen, sizinle aynı yerden gelmeyen, sizin gibi alışkanlıklardan farklı alışkanlıklara sahip olan birileri ile aynı amaç için mücadele etmek, farklı bir toplumsal gerçeklikle yüz yüze gelmektir.

Eylemsiz kişinin ahlâkı da olmaz derler, doğrudur.

Mücadele içinde yeniden ve yeniden sınava girmeyen düşüncelerin değerleri olmaz derler, doğrudur.

Fikirler, düşünceler, ancak kitlelere ulaştıklarında, eyleme dönüştüklerinde maddî hâle gelirler. Bu maddî hâle gelmenin en zor ama en kalıcı yolu, örgütlenmedir. Örgütlenme, kolektif bir emekle bir irade oluşturma demektir. Düşmana, egemene karşı, gerçek bir mücadele yolu demektir. Ve bu yolda zafer elbette çok önemlidir, ama bu yolun kendisi de büyük bir kazançtır, insanlık adına, devrim ve özgürlük adına, sosyalizm adına bir kazançtır.

Kimseye, sorunsuz, pirüpak bir yürüyüş önerme şansımız yok. Böylesi bir yol da yoktur. Ama ortaklaşa dövüşmek, yolu birlikte geliştirmek, zorlukları güzelliğe dönüştürür, bunu biliyoruz.

Artık ciddi olmak gerekir.

Bu hastalıklı hâle son vermek mümkündür. Bunun tek yolu, devrim saflarına katılmaktır. Örgütlü mücadele, sisteme karşı gerçek bir mücadele yoludur. Ve burada, okumuş yazmış olmasa da bir işçiden, bir öğrenciden, bir kadından öğrenilecek olanı, başka hiçbir şey size öğretemez. Başka hiçbir şey, sizi bu denli insan yapamaz.

Emperyalist-kapitalist vahşetin yeni görünümleri ya da çürüme

Birçok durumda kapitalist dünyanın iğrenç uygulamalarına bakarken, sistemin çürümesinin farklı görünümlerini görürüz. Çağımızın burjuva egemenliği, sadece Orta Çağ karanlığını geride bırakmış değildir. Elbette modern kapitalist dünyanın karanlığı, içinde yaşadığımız bu karanlık süreç, Orta Çağ karanlığını çoktan geride bırakmıştır. Bunu, sadece ve sadece bilim karşısında dinin yüceltilme biçimlerinde, felsefe adı altında anti-komünist propaganda için kurulan sistemlerin oluşturduğu modern tarikatlarda, kadına şiddette, çocuklara karşı işlenen suçlarda, sonu gelmez tecavüz vakalarında bile anlamak mümkündür. Bizdeki tarikat uygulamalarının cinsel uygulamaları, Adnan Hoca uygulamaları, ABD’deki Epstein dosyası aslında modern köleliğin farklı biçimlerini karşımıza çıkartmaktadır.

Çürümedir bu.

Çürüme, sistemin kokuşmuş hâlidir. Fazladan ömür süren kapitalist sistemin işçi sınıfının önderliğindeki bir devrimle yıkılmamış olmasının yol açtığı bu çürüme, aslında, insanı da kirletmektedir.

Ama çürüme, en başta, en şiddetli biçimde egemen sınıfta başlar. Çağımızın egemenleri burjuvalar, tekelci kapitalizmle birlikte, insanı yok ederek, doğayı yağmalayarak ayakta durma, egemenliklerini sürdürme hevesindedir. Doğaları budur. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin en gelişmiş biçimi olarak kapitalist egemenliği sürdürmek, doğayı, onun bir parçası olarak insanı yok etmek ile aynı anlamdadır.

1870’lerden beri tekelci egemenlik, kapitalist-emperyalizm, her defasında, vahşetinin yeni biçimlerini ortaya koyuyor. Emperyalist sömürgecilik, kendinden önceki tüm vahşet biçimlerini her seferinde bir kere daha “aşarak” sürüyor.

Hafızalarımızda İkinci Dünya Savaşı döneminde emperyalist tekellerce desteklenen Hitler faşizminin vahşeti var. Öyle ki, bu vahşeti anlayanlar, hissedenler, bir kere daha kimsenin böylesi bir durum yaratmayacak kadar “ders” aldığını düşünürler. Çok naifçedir. Sanılıyor ki, bu “insanî” bir hatadır. Öyle değildir. İnsana ait olsa da, bu vahşet ve elbette diğerleri, insan olma hâlinin sonucu değil, kapitalist sistemin, burjuva egemenliğin karakteri gereğidir. Herkes, toplama kamplarındaki vahşeti dinlediğinde kulaklarına, gördüğü resimlere vb. inanmakta zorluk çeker. Ve tüm bunları, bir grup “kötü ruhlu” insanın sapkınlıkları olarak ele almayı yeğleyenler, eğer gözlerini bugüne çevirirlerse, aynı uygulamaları, daha da fazlasını görebileceklerdir.

Uzağa gitmeye gerek yok. Irak işgalini düşünelim. Adı “demokrasi götürmek” olarak adlandırılmıştır. Amerikan patentli, NATO etiketlidir. 2,5 milyon insanı öldürdüler, milyonlarcasını evlerinden ettiler, çocukların ve kadınların nasıl katledildiği hafızalardadır. Ve adı, tekrar vurgulayalım “demokrasi taşımak”tır.

IŞİD’i ele alın. ABD ve NATO patentlidir ve anti-komünist uygulamaların sonucudur. Boğazı kesilen insanlar, köle olarak, savaş ganimeti olarak alıkonulan kadın ve çocuklar, yakılan insanlar, bu görüntünün bir parçasıdır ve Nazi uygulamalarını çoktan aşmış gibidir. Ya da onun modern biçimidir. 21. yüzyılda dine dayalı bir uygulama olarak sunulan bu vahşet, gerçekte ABD ve NATO ya da küresel Batı patentlidir.

1900’lerin başında, papazın öncülüğünde Kışlık Saray’a yürüyen kalabalıkların üzerine Çar’ın emri ile açılan ateş, o dönem vahşetin bir başka boyunu gösteriyordu. Peki ya 1 Mayıs 1977? 1 Mayıs 1977’de, kalabalığın üzerine ateş eden NATO kontrollü TC devleti idi. Başka birçok örnek de verilebilir.

Ankara Garı katliamını ya da Kürtlere karşı uygulamaları ele alın. Roboski’yi mi sayalım yoksa Suruç’u mu, yoksa Diyarbakır’ı mı sayalım ya da kimyasal silah kullanımını mı? Yugoslavya’nın parçalanması sırasındaki bombardımanları, seyreltilmiş uranyum kullanımı tazedir.

Şimdi, karşımızda Gazze katliamı, Filistin soykırımı var.

En son, Rusya’da bir konser salonunu basarak, çocuk, kadın demeden öldüren, herkese ateş açan, bıçakla insanların boğazlarını kesen organizasyon var.

ABD, NATO, küresel Batı, tüm sevimli “insan hakları” söylemleriyle Avrupa, bu saldırıdan zevk almaktan kendini alıkoyamamıştır. Sevinçleri, eylemlerini üstlenme biçimleri hâline gelmiştir.

Ukrayna’da süren savaş, oldukça düşündürücüdür. Hegemonyasını kaybetmekte olan ABD, Ukrayna sahasını savaş sahası hâline getirmiştir. 2014’teki Neonazi darbe ile, vahşet yeniden sahne almıştır. İnsanları yakmak, katletmek, ırkçı uygulamalar, çocukları ve kadınları öldürmek, insanları direklere strech ile bağlamak vb. gibi uygulamalar, Batı için “insan hakları” uygulamaları olarak alkışlanmıştır.

Rusya’nın başlattığı özel askerî operasyon ile bu uygulamalar durmamıştır. Tersine, tüm NATO, ABD bayrağı altında yeniden birleşen Batı, Ukrayna’yı tam bir savaş meydanı, sahası hâline getirmiştir. Bu yolla, Rusya’yı çökertmek, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirmek hedeflerini açıktan ilan etmişlerdir.

2008’de patlayan uluslararası ekonomik kriz, emperyalist Batı’nın kendi arasında öne çıkan yeniden paylaşım savaşımı ile birleşmiştir. ABD, kaybetmekte olduğu hegemonyasını sürdürmek için, dünyanın her alanını savaşa boğmak istemektedir. Ukrayna savaşı ile, Batılı rakiplerini yeniden kontrole aldılar ve ardından, Rusya ve Çin’e karşı sınır tanımaz bir saldırganlık ortaya koydular.

ABD, bir yandan, AB’yi kendi kontrolüne almakta başarılı olurken, diğer yandan Rusya’ya boyun eğdirmeyi, Çin’i durdurmayı başaramadı. Bu durum, savaşı daha da artıracak politikalara sarılmaları ile sonuçlandı. Ortadoğu’da İsrail eli ile, Filistin halkına karşı soykırım uygulamalarını devreye soktular. Suriye’den sonra İran’a saldırmayı hedefliyorlardı. Ama Suriye’de amaçlarına ulaşamadılar ve bu kez, İran’a saldırı için yeni planlar yapmaya başladılar. İsrail’in Filistin soykırımı, tam da bunun içindir.

Ne garip, Hitler tarafından soykırıma uğrayan Yahudi halkı adına bir devlet olarak ABD ve İngiltere tarafından örgütlenen İsrail, şimdi daha vahşi bir soykırımı devreye sokmuştur.

SSCB’nin dağılmasından bu yana, dünya emperyalist güçlerinin, ABD, NATO ve Batı’nın ortaya koyduğu uygulamalar, Hitler eli ile ortaya konan vahşeti kat be kat aşmıştır.

Nazi subaylarının, mesela rüşvet yemekte maharetli olmadıkları biliniyor. Yani, bir durma noktaları vardı. Oysa bugün, IŞİD; ABD güçleri, İsrail, İngiltere, Fransa vb. tarafından ortaya konan uygulamalar çok daha sınır tanımazdır. Ölüm, işkence, katliam politikaları dünyanın her yerinde sınır tanımaz bir biçimde sahneye konmaktadır.

Ukrayna’nın başına, bir narko-soytarı oturtulmuştur. Kendisine tiyatrocu deniliyordu. Ama anlaşılan, soytarı imiş. Ve bu soytarılık, biraz narkotik maddelerle birleştirilerek, tuhaf bir karakter yaratılmıştır. Ukrayna tarihi, soytarının böylesini görmemiştir.

Hangi vahşeti ele alırsak alalım, hiçbir insanî değer taşımaksızın sahneye konduğunu, emperyalist egemenlik adına hiçbir kural tanımadıklarını görmek mümkündür.

Tüm maskeler indirilmiştir. Arjantin’deki yeni komedyeni ele alın. Hiçbir değer taşımadığını anlamak mümkündür. Arjantin bu kadar değersizini görmemiştir.

Ve bu durum sadece adı geçen ülkeler için geçerli değildir. Bizde Saray Rejimi ve onun başında bulunan Erdoğan ne ise, Macron, Üçüncü Napolyon olma hevesinde aynıdır. Bizdeki Abdülhamid olmak istiyor, diğeri Napolyon. Bizdeki bazan halife olmak istiyor, bazan peygamber olma hevesi ile öne çıkıyor. Ama efendileri ABD yetkilileri karşısında tam bir kul-köle hâlindedir.

Moskova’da sahneye konan katliam, 143 kişinin öldürülmesi, sıradan bir olay değildir. IŞİD ile ilişkilendirilse de, öyle olmadığı anlaşılıyor. IŞİD, her durumda kendini feda edecek kişiler bulmakta hâlâ zorlanmamaktadır. Oysa Moskova’daki saldırganlar kaçmaya çalışmıştır.

ABD, büyük bir hızla, belki dakikalar içinde olayın Ukrayna, İngiltere ve ABD ile ilişkili olmadığını duyurmuştur. Bu telâş, aslında saldırganların yakalanması ile başlamıştır.

Elbette olayın planlayıcıları, destekçileri vb. ortaya çıkacaktır. Ama bizim konumuz bu değil. Bizim konumuz, Ukrayna savaşının aldığı biçim ve bunun sonuçlarıdır. Ukrayna savaşı, artık Rusya’nın “özel askerî operasyonu” olmaktan çıkmış, Rusya’nın kendi açıklamalarına göre de savaş olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bu değerlendirmeyi takip eden günler içinde Moskova’da bu saldırı ortaya konmuştur. Fransız yetkililerin, “Moskova’da halk rahat yaşıyor, savaşı hissetmiyor” tarzındaki değerlendirmelerinin hemen ardından gündeme geliyor.

Demek ki artık savaş, bilinen cephe savaşları biçiminde sürmeyecektir.

Uzun süredir, ABD ve NATO güçleri savaşı kundaklarken, kendileri her zaman arkada kalmayı başarıyor, bunu seçiyor. Savaş, farklı halklar arasında bir savaş olarak ortaya çıkıyor ve ABD, açıktan savaşın içinde olsa da, kendi güçlerini, askerlerini sahaya sürmüyor. Böylece ilan edilmemiş bir dünya savaşı ortaya konuyor.

Moskova saldırısı ile birlikte, ABD, Ukrayna’da ortaya çıkan savaşı kaybetme hâlini kabul etmiş de oluyor. Ama bu durum durması, savaş ve gerilimi azaltması anlamına gelmiyor. ABD, NATO hiçbir kural vb. gözetmeksizin saldırmakta kararlılığını ortaya koyuyor.

Ne Rusya ve ne de Çin, aynı yöntemlerle savaşı yürütmekten yana değildir. Yani, Moskova saldırısına karşılık olarak, ABD’de ya da İngiltere’de benzer bir saldırı planlamaları, ne amaçlarına uygundur, ne de istedikleri bir şeydir. Bu durum, ABD ve Batı’nın benzer katliamları devreye sokacağının da kanıtıdır. Yani, bunu yaparak bir sonuç elde etsinler etmesinler, savaşı bu yolla sürdürmekten geri durmayacaklardır. Bunun açık olduğu kanısındayım.

Öte yandan, Rusya ve Çin, ABD ve Batı’nın bu savaşına karşı, kendilerinin bugün bağımsız birer güç olmalarını borçlu oldukları eski sosyalist geçmişlerinin ideolojilerine de sahip değildirler. Yani, bu emperyalist yağmaya, bu sonu gelmez saldırılara, bu kuralsız vahşete karşı bir ideolojik cepheleri yoktur.

Sadece daha iyi anlaşılması için şöyle diyebiliriz: Eski SSCB var olmuş olsa idi, bu saldırganlık, dünyanın birçok ülkesinde zincirleme eylemlere neden olurdu. Buradan, eski SSCB’nin ya da Çin’in sosyalist sistemlerinin sorunsuz olduğu sonucu çıkmasın. Bu konudaki değerlendirmemiz biliniyor. SSCB, öncelikle içeriden tıkanmıştır, çöküşün kaynağı sadece emperyalist saldırganlık değildir. Statükocu bir anlayış, SSCB’nin devrim ve sosyalizm hedefi konusunda muğlak tutumu ile örtüşmüştür. Bu nedenle, SSCB’nin sosyalizm deneyiminin sorunsuz olduğunu söylemiyoruz. Tüm eksiklerine rağmen, SSCB ve dünyanın herhangi bir yerindeki sosyalizm deneyimini kendi tarihimiz olarak görürüz. Yenilginin, çözülüşün nedenlerine bu nedenle daha farklı yaklaşırız.

Ama vurgulamak istediğimiz şey, ABD ve Batı’nın bu savaşına karşı, Rusya ve Çin’in sosyalist bir ideolojiye sahip olmadıklarıdır. Bu elbette güçsüzlük demektir. Rusya ve Çin, Batı’nın bu saldırganlığı karşısında, terk ettikleri sosyalist geçmişlerine daha dazla dönmek zorunda kalacaklardır.

Bugün ise, emperyalist Batı’nın saldırganlığına, sürmekte olan savaşa karşı bir sosyalist ideoloji ile karşı durulmamaktadır. Bunun yol açtığı duruma dikkat çekmek niyetindeyiz.

Bu nedenle, tüm Batı’da anti-emperyalist kamuoyu, savaş karşıtı cephe, son derece zayıftır. Avrupa’yı son dönemde birbirine katan çiftçi eylemleri, son derece gelişmiş bir pratik ortaya koymalarına rağmen, anti-kapitalist bir nitelikte değildir, ondan da uzaktır.

Dünya işçi sınıfı, kitlesel gücüne rağmen, büyük gövdesi ile dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, devrimci önderlikten yoksundur. Bu durum, tüm kapitalist dünyada kitlesel ve anti-kapitalist temelde bir örgütlenmenin gelişiminin eksikliğini açıklamaktadır. Mesele, dünya işçi sınıfının devrimci sosyalizm temelinde, yeni bir sosyalist devrimler çağını başlatacak biçimde öznel örgütlenmesinin eksikliğindedir.

Çürüme, vahşet biçimleri, her seferinde daha aşırı hâller almaktadır. Çürüme, sistemin her yanını sarmıştır. Yakın bir dönemde, uluslararası tekeller, egemenlikleri için, “demokrasi” maskesini parçalayacaktır. Buna başlamışlardır bile. Ama bu çürüme ancak devrimci bir kalkışma ile, işçi sınıfının devrimci ideoloji ile silahlanması ile kapitalist sistemin yıkılmasına dönüştürülebilir. Yoksa, her geçen gün, Nazi uygulamalarının çok daha kötülerini Neonazilere yaslanan uluslararası tekellerin eylemlerinde daha fazla göreceğiz.

Dünya, bir yandan ilan edilmemiş bir üçüncü dünya savaşının daha yeni uygulamaları ile açık savaşa doğru gitmektedir. Ama aynı zamanda, diğer yandan dünyanın her yerinde bir sosyalist devrim, kapitalist sisteme mahkûm değiliz düşüncesi temelinde mayalanmaktadır. Savaş ve devrim, iki karşıt sınıfın iki farklı ihtiyacı olarak daha da fazla öne çıkacaktır.

Ve devrim cephesini örgütlemek, dünya devrimci hareketinin, dünya devrimci işçilerinin acil, en başta gelen görevidir. Bunun dışında bir barış yolu yoktur.

Savaş ve iç savaş

Police officers take away a person during a pro-Palestinian demonstration as the conflict between Israel and Hamas continues, in Frankfurt, Germany, October 18, 2023. REUTERS/Kai Pfaffenbach

Öyle anlaşılıyor ki, dünya giderek daha yaygın bir biçimde savaş ile yüz yüze gelmeye başladı ve bu sürecek. Evet, savaş, Ukrayna’da, Ortadoğu’da tüm sıcaklığı ile sürüyor. Buna, zaman zaman Kafkaslar katılıyor. Balkanlar, Yugoslavya’nın parçalanması döneminde içine girdiği savaş girdabından kurtulmuş olmasa da, daha sıcak biçimlerde bir savaşa sahne olmuyor. Ama gelişmelere bakılırsa, Tayvan’dan Akdeniz’e, Afrika’dan Balkanlara, Kafkaslardan Avrupa’ya, Latin Amerika’dan Yemen’e kadar savaş, her bölgede ısınmaktadır.

Yani, savaşın yayılma olasılığı giderek daha da artıyor.

“Isınmaktadır” diyoruz ama aslında savaşı isteyenler tarafından savaş kundaklanmaktadır.

Sanırım, ileride, nasıl İkinci Dünya Savaşı’nın bazı muharebeleri yenen veya yenilen orduların okullarında bir eğitim konusu hâline getirilmiş ise, aynı biçimde Ukrayna savaşı da ya da Rusların adlandırması ile “özel askerî operasyon” da, böylesi bir öneme sahip olacak. Ukrayna’da önce, 2014’te, tuhaf bir darbe ile iktidarı alan Neonaziler, Banderas, hızla katliam politikaları ortaya koymaya başladı. Bizim, Türkiye’de yaşayanların IŞİD sürecinde gördüklerinin bir benzeridir. Neonaziler katliamlara başladılar ve bu katliamlara 2022 yılına kadar ciddi bir müdahale olmaması ilgiye değerdir. 2023’te Rusya’nın yeter artık demesi ile başlattığı özel askerî operasyonun en başında, hemen tüm Batı cephesi, Rusya’nın yakın dönem çöküşü üzerine yoğunlaşmıştı. Rusya maksimum 3 ay, hadi 6 ay dayanabilirdi. Oysa işler öyle yürümedi. Birçok Batılı “uzman”, Rusya’nın Ukrayna’yı yerle bir edecek gücü olmadığını dile getirmeye başladı. Onlara göre Rusya çok zorlanıyordu. Savaşın başında Kiev’e yürüyen tanklar bile farklı düşünmek için bir itki yaratmamıştı. Ruslar tankları geri çekmişti, demek korkuyorlardı. Onlar, Batılı “uzman”lar, ABD’nin Irak savaşında her şeyi yerle bir etmesi, milyonlarca insanı katletmesi gibi bir süreç bekliyorlardı. Oysa Rusya, sanki savaşmak istemezmiş gibi hareket ediyordu. Zaman, bu görüşleri ortadan kaldırdı. Demek Rusya en başından beri, ABD ve NATO ile savaştığının farkındaydı ve Ukrayna’daki narko-yönetime rağmen Ukrayna’da sivilleri öldürmek istemiyordu.

Sonunda, Ukrayna rejimi, Batı’nın kuklası, ABD’lilerin deyimi ile, “bizim adımıza Rus öldüren” kişiler demek oluyordu. Ve Batı, NATO, büyük bir hevesle, destek vermeye yöneldi.

2024 Mart ayının sonuna gelindiğinde, yani savaşın ikinci yılı geri bırakılmış olduğunda, Rusya, savaşta olduğunu kabul etmeye başladı. Sanırım bunun anlamı, özel askerî operasyondan savaş durumuna geçiş anlamındadır. Demek oluyor ki, leopar tankları, abraham tankları yakmaktan daha ileri gidecekler. Rusya topraklarına dönük Ukrayna ve NATO saldırıları durumu değiştiriyor. Macron, Bonapartlara özenmiş hâlde, asker göndermekten söz ediyor ve zaten İngiliz ve ABD askerleri, Ukrayna rejiminin zaten içindedir. Demek ki artık Ukraynalı erkek ve kadınlar, Neonazi rejiminin emrinde ABD ve NATO adına adam öldürmenin sınırına gelmiştir ve artık “efendiler”, ABD ve AB, savaşa daha direkt dâhil olmaya heveslidir.

Mart 2024 sonu itibarı ile Ukrayna savaşı, artık başka bir aşamaya evrilmektedir.

Suriye savaşı devam ediyor.

Filistin’de İsrail soykırımı, içinde ABD’li askerlerin de varlığı ile devam ediyor.

Ve madem Rusya ekonomik olarak çökmedi, madem dünyadan izole edilemedi, o hâlde, savaşı bir üst düzeye çıkartmak için ABD ve NATO harekete geçmiş demektir.

Şimdi, bir uçta Balkanlarda, bir uçta Kafkaslarda, bir yandan Transdinyeper’de ve daha uzakta Tayvan civarında yeni savaş kundaklama işleri devreye sokulacaktır.

Savaş artık sadece vekillerle sürdürülemez.

Biden, İsrail’in Filistin katliamları devreye sokulduğunda, açıkça “iki cephede savaşabiliriz” diyerek, Ukrayna’da savaşta olduklarını kabul etmişti.

ABD, hegemonyasını kaybetmemek için, denetimi altındaki her ülkeyi, her gücü devreye sokmaktan geri durmayacaktır.

Bu nedenle, İran’a karşı savaş hazırlıkları da devrededir. İran’a karşı savaş için yapılan planlar, öyle anlaşılıyor, Hamas’ın eylemleri ile zaman olarak ertelenmiştir. Ve yine öyle anlaşılıyor ki bu erteleme, birkaç aylıktır. Mart 2024 yerine, belki, önümüzdeki aylara ertelenmiştir.

Ve tüm bu süreç, kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği ekonomik kriz ile birlikte yaşanmaktadır. 2008’de başlayan kriz, savaş ile aşılmaya çalışılmaktadır. Ve dahası, Çin gibi bir ekonomik gücün yükselişini tehdit olarak ortaya koyan emperyalist Batı, Çin ve Rusya arasına kamayı sokmayı başaramamıştır.

Tüm savaş planlarına rağmen, katliamlara rağmen, ABD artık tek kutuplu dünyanın efendisi değildir. Evet, Avrupa’yı tamamen denetimi altına almış gibidir. Bunun avantajı ile ABD, savaşı, kendi topraklarından uzak bir alanda sürdürmek istiyor. Macron, bu konuda epeyce heveskârdır. Almanya’nın hevesi ise dillere destandır.

Ve bu süreç, tüm kapitalist dünyada, devletin tüm baskı aygıtları ile kendini açık bir diktatörlükle ortaya koyduğu bir süreçtir de.

Dünya kapitalist sisteminde, özellikle NATO ülkelerinde, devlet yeniden şekillenmektedir. Aslında devletin niteliğinde bir değişimden söz etmiyoruz. Devlet yine kapitalist devlettir. Ama kendi yasalarını hiçe sayan, açık baskı aygıtları ile devreye giren ve savaşa hazırlanan bir devletten söz ediyoruz. İngiltere’de devlet, “demokrasi” diye tanımlanan tüm özelliklerini bir yana bırakmakta, dişlilerini ortaya çıkartmaktadır. Almanya’da da. Alman devleti, paralı askerlikten “zorunlu” askerliğe geçiş hazırlıkları yapmaktadır. İlkokullara kadar, Alman sermayesi, savaş propagandası yapmaya başlamıştır.

Her savaş, bir iç savaştır derler.

Bunun tüm göstergeleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu sadece NATO’nun açık olarak çağrı yaptığı askerî sanayinin geliştirilmesi noktasında ortaya çıkmıyor. Evet savaş sanayii için olağanüstü bütçeler devreye sokulmuştur. Silah, ilaç, enerji sektörlerinin akıl almaz kârları ile sınırlı bir durum değildir bu.

Bu aynı zamanda, her Batılı ülkede, tüm Batı cephesinde, Avrupa ve ABD’de, Kanada ve Japonya’da devletin işçi sınıfına karşı açık bir savaşı devreye sokmaya başladığı bir dönemdir. Savaş, tekellerin kasasını dolduruyor, savaş yağmayı beraberinde getiriyor, savaş sömürge ülkeler üzerinde büyük bir baskıyı gündeme getiriyor ve bu arada, dünya nüfusunun çoğunluğu, giderek daha da yoksullaşıyor. Savaş, kan ve gözyaşı olmakla kalmıyor, açlık ve işsizlik olarak da devreye giriyor.

Devlet, hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde ama daha çok emperyalist Batı ülkelerinde, baskı aygıtlarını ortaya çıkartıyor ve kara propaganda konusunda Goebbels’i geride bırakacak bir pratik sergiliyor.

Savaş, tekellerin egemenliği altında şekillenmiş olan, savaş öncesinde de var olan karanlık çağı, daha da ileriye taşıyor.

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler üzerinde baskı artıyor.

Sadece Filistin meselesini ele alın. Dünyanın “örnek” “demokrasileri”, Filistin için yapılan destek eylemlerini yasaklıyor, Filistin bayraklarını yasaklıyor. Anayasal haklar ayaklar altına alınıyor. Bizim ülkemiz için, bu çoktandır “normal” bir uygulamadır. Ama AB ve ABD, İngiltere ve Japonya, bu konuda farklı değildir.

Burjuva liberallere, liberal solculara bir baş tacı olarak oturmuş olan “Batı değerleri”, şimdi, üzerindeki kabuğu atıyor ve altından burjuva diktatörlüğün, tekellerin devletinin gerçek yüzü görünüyor.

Burjuvazi, tekeller, savaşı körüklerken, aynı zamanda içeride de savaş için konum alıyorlar. Oluşabilecek her türlü tepkinin isyana dönüşmesini önlemek için baskı ve yalanı, ideolojiyi birlikte devreye sokuyorlar. Milliyetçilik her yolla körükleniyor. Tüm bu yollarla, işçi sınıfının örgütlenmesini önlemeye çalışıyorlar.

Ukrayna rejimi, bir çeşit narko-devlet hâline gelmiştir. Onu destekleyenler, benzerini kendi ülkelerine ithal etmektedirler. Batı’nın devletleri, birer Ukrayna devleti hâline gelmeye yönelmiştir. Alman tekelleri, Neonazileri diriltmek ile çıkış yolu arıyorlar. Sadece Kanada parlamentosunda Nazi artıklarını elleri patlarcasına alkışlamıyorlar, bu yolla, mesela Kanada’da Neonazilerin önünü açıyorlar. Çıkış yolunu burada buluyorlar.

Savaş, nihayetinde, bir iç savaş hâline gelir ve geliyor. Hemen her Batı ülkesinde, savaş seviciliği geliştiriliyor.

Elbette buna karşı, yeniden bir direniş de gelişiyor, gelişecek. Ve ne önlem alırlarsa alsınlar, işçi sınıfı ve emekçiler, bu cendereyi kıracaklardır. Tüm Batı’da ortaya konan protesto gösterileri, bunun ilk adımlarıdır. Avrupa, İngiltere ve ABD de dâhil, tüm kapitalist dünyada işçi ve emekçiler, emekten yana olanlar, sokaklara çıkmayı yeniden öğreniyor.

Burjuvazinin baskı makinası, elbette karşısında direnci de geliştirmektedir, geliştirecektir. Burjuvazi bunu biliyor ve devlet tüm olanakları ile, toplumsal bilinci, din ve milliyetçilik ile bağlamaya, sabitlemeye çalışıyor.

Tekeller, emperyalist Batı, tüm güçleri ile savaşı ve savaş sanayiini geliştirmeye çalışıyor. Akıl almaz bütçeler, karşılıksız basılan paralar ile savaşı desteklemeye çalışıyorlar. Bu durum, artan vergiler, artan yoksulluk da demektir.

Savaş, sadece savaşın yaşandığı coğrafyada, mesela Filistin’de, Yemen’de, Suriye’de, Ukrayna’da kan ve gözyaşı demekle sınırlı değildir. Savaş, aynı zamanda, savaşı yürüten, destekleyen ülkelerde artan yoksulluk, açlık da demektir.

Emperyalist cephe, savaştan vazgeçemeyecek noktadadır. ABD ve NATO, savaş dışında bir yaşama yoluna artık sahip değildir. Bu nedenle savaşı her yolla tırmandırıyorlar ve bu açıdan güvenli toprak parçası kalmamıştır. ABD ve NATO, her türlü yolla, kendilerinin denetimindeki her ülkeyi savaşa sürüklemek konusunda ustalaşmıştır. Ukrayna ve Rusya arasında İstanbul’da varılan anlaşmayı nasıl engellediklerini, şimdi, tüm Batı medyası itiraf etmektedir. Ukrayna’daki gibi kukla rejimler, dünyanın her kapitalist sömürgesinde bulunabilecek durumdadır. Türkiye’de devlet nasıl ABD ve NATO tetikçisi hâline getirilmiştir? Örnektir ve Ukrayna’ya benzer hâldedir. Elbette benzerlik kadar farklılıklar da vardır. Ama hep birlikte, Doğu Avrupa’daki, Ortadoğu’daki rejimlerin nasıl organize edildiğini görebiliyoruz. Her biri narko-devletler hâline getiriliyor, her birinde çeteler, Neonaziler, mafyatik organizasyonlar devlet desteği ile yükseltilmektedir.

Ve elbette işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, tüm bu kan ve gözyaşı arasında, kendi örgütlenmeleri ile, kendi ülkelerindeki devletlere karşı örgütlenme ve mücadeleyi geliştireceklerdir. Savaşın yarattığı yoksulluk, işsizlik, kan ve gözyaşı arasında, devrimci direniş gelişmektedir, gelişecektir.

Elbette bu kolay bir süreç değildir. Ha deyince gerçekleşmeyecektir. Ancak dünya işçi sınıfı tarihinin zengin mücadele deneyimleri, yeniden yükselecek olan direniş için büyük derslerle doludur.

İşçiler, savaş naraları atan tekellere, onların devletine karşı açık ve net bir mücadele için saf tutmalıdırlar. Savaşta, “ulusal çıkar”, “vatan” vb. adı altında, kendi burjuvazisini, kendi ülkesindeki devleti destekleyen bir sol hareket, asla sol hareket değildir, tersine işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarıdır.

İşçi sınıfı silahını, tekellere, burjuva egemenliğe çevirmek zorundadır. Savaşı önlemenin tek yolu, egemenleri alaşağı etmektir. Egemene karşı mücadele etmeden, devrimcilikten söz edilemez. Ne kadar güçsüz ve ne kadar zayıf olursa olsun, işçi hareketinin, güçsüzlük bahanesi ile sessiz kalması, seyirci kalması savunulamaz. Sadece bizim gibi sömürge ülkelerde değil, Batı’nın metropollerinde de, işçi sınıfının örgütlenmesi acil bir konudur ve devrimci temelde gelişmediği sürece işçi hareketi, bağımsız bir güç olarak tarihsel görevini yerine getiremez.

Savaş ve kaosun içinde, işçi sınıfının devrimci yükselişi mayalanmaktadır. Bu, mayalanmakta olan sosyalist devrimlerin temeli olacaktır. Burjuva egemenlik çürümüştür ve tarihin sahnesinden temelli çekilmesi için, devrimci işçi sınıfının bayrağını yeniden açmasının dönemidir. İçinden geçtiğimiz bu dönem, savaşların egemen olduğu bir dönem olsa da, yarını getirecek olan sosyalist devrimlerin yükselişinin de dönemi olacaktır.

İsrail’in soykırımı ve İslamcı görüşlerin sınavı

6 Ekim’i 7 Ekim’e bağlayan gece, Gazze Şeridi’ni aşarak, Hamas, İsrail’e kapsamlı bir saldırı düzenledi. Bu saldırının üzerinden, 6 ay zaman geçmiş bulunuyor. Ramazan Bayramı, tamı tamına 6 ayın dolduğu gün başlayacak. Ve bu altı aylık süre içinde, birçok kesimin gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı.

Savaş, mücadele ne zaman şiddetlenirse, cepheler ne zaman netleşirse, işte o zaman, “ortada olma” hâli işe yaramaz hâle gelir. Maskeler düşer. Saf tutmak gerekir. Ortada kalma hâlinin artık bir “yetenek” değil de bir utanılası hâl olmaya başladığı duruma geçilir. Onun için, az ya da çok herkes cephesini göstermeye başlar. Beklenecek hâl kalmaz.

İsrail eli ile, tüm dünyanın gözü önünde, ABD, İngiltere, Türkiye, Almanya, Fransa, Suudi Arabistan gibi ülkelerin “özel” ve NATO’nun genel desteği ile bir soykırım yapılmaktadır. İşte bu soykırım uzadıkça, herkesin tavrı, tüm detayları ile ortaya çıkmaktadır.

ABD’li bir asker, kendi ülkesinin askerlerinin bizzat bu savaşa katılarak soykırım uygulamasının bir parçası olduğunu bildiğini, bunu protesto etmek istediğini söyleyerek, kendini yakmıştır. Belki ABD’de değil de başka bir ülkede olsaydı, belki derisi beyaz olmamış olsaydı, daha büyük yankılara neden olacaktı. Ama neredeyse, tüm Batı basını için, görülmeye gerek olmayan bir haber olarak kaldı.

Biliyoruz ki, BM’deki tüm çabalara rağmen, ABD, İngiltere, Fransa, NATO’nun tümü, soykırım için ellerinden gelen desteği gösterdiler. Kendilerini “insan hakları”, “uygarlığın temsilcileri”, “medeniyet taşıyıcıları”, “demokrasinin beşiği” olarak ilan eden bu ülkelerin tümü, İsrail’in soykırımının açık destekçileridir. Elbette hâlâ kendilerini “demokrasinin beşiği” olarak sunmaktan, hâlâ “insan haklarının savunucuları” olduklarını ilan etmekten geri durmayacaklar. Tüm Batı, yüzyıllarca zaten hep bunu yapmadı mı? Amerika kıtasını keşfettik dediler ve milyonlarca insanı katlettiler. Afrika’yı, Hindistan’ı, saymaya gerek var mı, yeryüzünün her metrekare toprağını, kana buladılar, açlığı ektiler, ölümü ektiler, karanlığa boğmaya kalktılar. Sömürgecilik siyaseti budur. Bizim gibi sömürge ülkelerin yönetici elitinin Batı hayranlığı nedeni ile her zaman destekledikleri bu propaganda, hâlâ etkisini sürdürmektedir.

Avrupa, ABD, Japonya, kendi ülkelerinde Filistin’i destekleyen, İsrail’i lanetleyen gösterileri yasaklamakta tereddüt etmediler, Filistin bayraklarını yasakladılar. Ülkemizde de Filistin bayraklarına tahammülü olmayanlar biliniyor. Demokrasi denildi mi, kendilerini şampiyon ilan edenler, en sıradan anayasal hak olan gösteri hakkına azgınca saldırdılar.

Efendiler, kendilerinin çıkarlarına uyan her katliamı, alkışladılar ve savunma hakkı ilan ettiler. Aynı sürece daha farklı bakan, dünyanın birçok ülkesi, Rusya, Çin, Güney Afrika, Küba, Venezuela ve daha başkaları, toprakları işgal edilen bir halkın direnişinin terör eylemi sayılamayacağını ilan ettiler. Dünyanın çok farklı ülkelerinde halklar, sokaklara çıktılar ve karşılarında, o ana kadar “demokrasi” diye düşündükleri kendi ülkelerindeki rejimin azgın saldırıları ile karşı karşıya kaldılar.

Bunların ötesinde ise, özellikle Müslüman ülkelerin tutumu ilgiye değer bir hâl aldı. Suriye, İran, Yemen hariç, halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu hemen hiçbir ülke, İsrail’e karşı tutum almadı, İsrail’e dur demek için bir tek adım atmadı. Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan en başta olmak üzere, çoğu İslam ülkesi, açık olarak İsrail’in yanında yer aldılar.

Ülkemizin çakma sultanı, heves ettiği halifeliğin İsrail onayından geçtiğini düşünüyor olmalıdır ki, tam bir ikiyüzlülük ile Filistin halkını satmakta ustalık göstermiştir. Bir yandan, Saray Rejimi, Erdoğan ağzından İsrail’e köpürürken, diğer yandan her türlü desteği sürdürdüler. Ünlü karikatürü hatırlayalım, Erdoğan bir elinde mikrofon İsrail’e karşı nutuk atıyor, diğer eli ile, IŞİD, Suudi Arabistan, Katar vb. desteği ile petrolü İsrail tanklarına dolduruyor. Durum tam da budur.

TC devleti, Saray Rejimi, İsrail ile ekonomik, ticari ve askerî ilişkileri kesmek bir yana, daha da artırdı. Patlayıcı madde yapımında kullanılan her türlü madde, yiyecek, giyecek, askerî giyim eşyaları, silah, çelik, petrol vb. sevkiyatları katlandı. Birçok limandan kalkan gemi sayısı 5 kata kadar çıktı. Türkiye, İsrail için hayatî ne varsa tedarik etmekte tereddüt dahi etmedi. Kendi emrindeki IŞİD vb. güçlerini İsrail ile dostluk çizgisinde tuttu.

Ama öte yandan, günlük olarak İslamî hareketlerin gazını alacak her türlü söylemi de devreye sokmaktan geri durmadı. Bir İslamî hareket üyesi, P&G’nin Gebze tesislerini basarak rehineler aldığında, aslında İslamî kesimler içindeki rahatsızlığın ne denli derin olduğunu da göstermiş oldu. Birçok kişi, kesim ve grup, aslında Filistin halkının yanında olmak için, İslamî bir temelde de olsa, harekete geçme eğilimini ortaya koydu. Ama Saray Rejimi ve NATO güçleri, İslamî hareket içinde sanıldığından çok daha etkilidir. P&G’yi basan kişiler gibi “kontrollerinden çıkan” unsurları dahi denetim altında tutacak araçlar geliştirmiş durumdadırlar.

İslamî hareket içinde, sadece Ortadoğu’da değil, sadece El-Kaide, IŞİD, HTŞ gibi örgütler özelinde değil, ülkemizde de emperyalist ideoloji son derece etkindir. Gülen Hareketi, hem NATO’cudur, hem Batıcıdır, hem de İsrail yandaşıdır. İsrail yandaşı olma hâli, sanıldığından da daha güçlüdür. Diyanet İşleri de dâhil, tüm tarikatların içinde, ABD, İngiltere ve İsrail, diğer Batı güçlerine göre çok daha etkindir.

TC devleti bir Batı sömürgesidir, ABD ve AB sömürgesidir. Siyasal alanı tümü ile ABD kontrol etmektedir. Kendini, AK Parti ile birlikte, iktidarın parçası olarak ilan eden, kendini öyle sanan İslamî kesimler, elbette aynı mekanizma içinde emperyalist efendilerin çıkar bekçiliğini yapmaktadır. Bu nedenle, tabanda var olan İsrail’in soykırımına karşı tepki, bu hareketlerin lider kadrolarını aşamamaktadır. Zira bu lider kadrolar, efendilerin ve devletin kontrolündedir.

Şöyle bir şey söylemek abartı olmaz: İsrail, Türkiye’de, İsrail’de olduğundan daha güçlüdür. Bu sadece İsrail istihbaratı için geçerli değildir. Bir bütün olarak İsrail etkinliğinden söz etmek gerekir. Adnan Hoca’sından tarikatlarına, Melih Gökçek’inden parlamenterlerine, askerlerinden polisine kadar, hem ideolojik alanda hem de devlet yapısı içinde güçlü oldukları anlaşılmaktadır.

Bu teze tersinden de yaklaşmak mümkün. İsrail’in Neonazi iktidarı demek olan Netanyahu iktidarı, İsrail halkının büyük tepkisine rağmen, meşruluğu tartışılır bir iktidardır. Netanyahu, İsrail’in Hitleri sayılır.

Neonazi örgütlenmesi, tüm Batı dünyasında öylesine etkilidir ki, kendisi soykırıma uğramış İsrail halkının iradesine rağmen, Neonazi bir iktidar İsrail’i yönetmektedir. Filistinli çocuklara, kadınlara, halka karşı tutumları, bu son soykırım süreci ile birlikte tümü ile açığa çıkmıştır. İsrail’in uygulamalarını savunmak, açıktan bir devlet terörünü savunmak durumundadır.

Ülkemizdeki İslamî hareket içinde tüm bu süreçten rahatsız olan, buna tepkili olan bir taban vardır. Ancak bu taban, binbir yolla, Saray Rejimi’ne biat edecek şekilde hareket ettirilmektedir. Saray Rejimi, ortaya çıkan ticari, ekonomik ve askerî ilişkileri, artık çuvala sığmayan yalanlarla savunmayı denemektedir. Bu durum tabandan gelen tepkiye rağmen yapılmaktadır. Tabandan gelen tepki ise oldukça zayıf kalmaktadır. Tüm samimiyeti ile Filistin halkının yanında yer almaya çalışan İslamî kesimler, bu konuda da oldukça zayıf bir pratik ortaya koymaktadır. Adeta, eylemleri yok denecek kadar sınırlıdır.

Bu bir açıdan bir yol ayrımıdır.

Bu yol ayrımında, ilk mesele, İslamî hareketin, Batı ve emperyalizmden kopması gereğidir. Yani İslamî hareketin en samimi unsurları dahi, eğer Batı emperyalizminden kopmazlarsa, asla kendileri olamayacaklardır. Bu elbette, onları, komünist hareketin, devrimci sosyalistlerin safına sempati ile bakmaya yöneltecektir. Ancak, başka da seçenek yoktur.

İkincisi, İslamî kesimler, gerçekten samimi iseler, devlet ile aralarına açık bir çizgi çekmek zorundadırlar. Devlet, her zaman halklara karşı, işçi ve emekçilere, emeği ile geçinenlere karşı olmuştur. TC devletinin, bunu aşarak, emperyalist efendilerini dinlemeye son vererek İsrail’e karşı tutum alması mümkün değildir.

Şu anda, 6 aylık bir pratik geçmiş ortadadır. Saray Rejimi, hiçbir biçimde İsrail ile ekonomik, ticari, askerî ilişkilerini kesmemiştir. Bu ilişkileri kesmek şöyle dursun, tersine, ticari, askerî ilişkileri daha da geliştirmiştir. En son, barut satılıp satılmadığı tartışılmaktadır. Ama tek tek ne sattıklarının bir anlamı ve önemi yoktur. Filistin halkına herhangi bir yardım, ilaç, yiyecek ve insanî yardım ulaşmasını önleyen İsrail’e, hangi malın ne miktarda ulaştırıldığı bir tartışma konusu bile değildir. İsrail, halka “yardım kamyonu geldi” diyerek halkı bir yere toplamakta, sonra da halkın üzerine bombalar atmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Hastahaneleri bombalamaktadır, bunu bilmeyen yoktur. Tüm bunlar ortada iken, Saray Rejimi’nin, “silah satmıyoruz” demesi ne anlama gelir? Amonyum nitrat satıyorlar, çelik satıyorlar, petrol satıyorlar, askerî teçhizat satıyorlar. Ne olacak; barut ya da el bombası satıyorlar ya da satmıyorlar? Bunun ne önemi vardır? Sayıları bine yaklaşan gemi ile mal taşıdıkları biliniyor. Oysa Filistin’e tek bir yolla bile yardım yapmadıkları biliniyor.

Tüm bu tartışmalar, aslında İslamî hareketlerin tabanındaki rahatsızlıkları bastırmak için yürütülmektedir. TC devleti, sanki “doğal” bir iş yapıyor, sanki herhangi bir ülkeye mal satmak gibi bir iş yapıyor, sanki bir Filistin soykırımı yokmuş gibi konuşuyor.

Elbette ABD ve Avrupa, NATO ülkeleri İsrail’e her türlü desteği sağlamaktadır. Ancak onlar bunu gizlemiyorlar. Bizde söz konusu olan, söze sıra geldiğinde İsrail’e karşı ağzı köpükler saçan bir iktidar varken aynı zamanda bitmez tükenmez bir enerji ile ticari ve askerî işbirliğinin sürmesi meselesidir.

Derler ki, bir katliamı, bir haksızlığı seyreden de kirlenir. İslamî hareket, ülkemizde ABD ve Batı emperyalizmiyle işbirliği ile zaten kirlenmiştir. Bu kirlilik, bugün kat be kat artmaktadır.

İnsanın dinî inançları nedeni ile değil, egemene karşı, adil ve özgür bir dünya için saf tutması gereklidir. Çoğunluğu yoksul işçi, köylülerden, küçük mülk sahiplerinden oluşan İslamî tabanın, inanç nedeni ile değil, haksızlığa karşı, egemene karşı, işçi sınıfının, emekçilerin yanında mücadele etmek adına saf tutması gerekir. Mesele dinî inanç olursa, İsrail’de de dinî inançların ve milliyetçiliğin nasıl kullanıldığını, en açık Netanyahu hükümetinde görmekteyiz. Bu, dinî inançların savaşı değildir. Bu, egemene karşı, sömürgeciliğe karşı, emperyalizme karşı, halkların savaşımıdır. Bu, özgürlük ve sosyalizm savaşımıdır. Bu, her türlü haksızlığa karşı savaşımın temeli olan, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı savaştır. Filistinlilerin çoğu, İsrail’de köle-işçi durumundadır. Bu durum savaş zamanlarında olduğu kadar, barış zamanlarında da geçerlidir.

Ülkemizdeki İslamî hareket, Saray Rejimi’ne bağlanmış olduğu için, emperyalist ideolojiye bağlanmış olduğu için Filistin’deki somut durumu da doğru görememektedir. Sanılıyor ki, İsrail’in egemenleri, Batı’nın egemenlerinden çok uzak ve farklıdırlar. Değildirler. Bu nedenle, Batı’nın, NATO’nun ve onların bir parçası olarak Saray Rejimi’nin İsrail’e desteği sürmektedir, sürecektir.

Ülkemizdeki İslamî hareket içinde bu süreci, sadece bugün değil, öncesinden de gören, anti-kapitalist olmayı ilke edinenler vardır. İktidarın bu kesimlere karşı tavrı da biliniyor.

Bilinen bir sözdür: Mazluma dini sorulmaz.