Ana Sayfa Blog Sayfa 32

Bunalım, siyaseti sardı ya da ne kadar “yüksek” ise o kadar “alçak”tır

Siz bu satırları okuyacağınız zaman, yerel seçimler bitmiş, sonuçlar açıklanmış, peş peşe zamlar ortaya çıkmaya başlamış, muhtemelen dolar 38 TL’yi aşmış, yeni vergi paketleri açıklanmış vb. olacak.

Bu nedenle, belki de burada konu edineceğimiz hâl ve durumlara ilişkin örnekler, az ya da çok eskimiş olacak.

Bir yerel seçim süreci yaşanıyor. Daha sonuna gelmedik. Belki daha farklı “inciler” de dinleyeceğiz. Ama hepsi hepsi bir yerel seçim de olmuş olsa, seçim sürecinde Saray Rejimi’nin bunalımının siyaset sahnesine yansımalarına tanık olduk, oluyoruz.

Belki siz, bizim burada konu edineceğimiz örneklerden çok daha farklı örneklere dikkat etmiş, belki de boş ver demiş olabilirsiniz. Biz de birkaçını seçtik. Mesela Murat Kurum’un örneklerini konu bile edinmiyoruz. Sanki tüm kapitalist ülkelerde ya da çoğunda, NATO ülkelerinin hemen hepsinde, tekelci sermaye, egemenler, kendi çürümüş hâllerini yansıtmak üzere “özel tip”ler ile siyasal sahneyi dolduruyorlar. Biden hava ile el sıkışıyor. Diyelim ki alzheimer olsun, demek ki yerine aday yok. Ya da rakibi Trump, bizim Erdoğan’ın umudu, her açıklaması bir itiraf. Macron için ne diyebiliriz? Hegel, tarihte büyük olaylar ve kişiler iki kere oynar demişti. Marx buna ekleme yaptı, “ilkinde trajedi, ikincisinde komedi” diye. Napolyon Bonapart trajedi idi, Louis Bonaparte bir komedi oldu. Öyle anlaşılıyor Macron trajikomiktir. Demek, tarihte büyük kişiler üçüncü kere oynayacakları zaman, trajikomik oluyorlar. Peki Almanya’nın mimiksiz şansölyesi için ne diyeceğiz; her açıklaması, öncekini yalanlar niteliktedir. Sanki Neonazilere teslim olmuş Almanya, Hitler’in komiğini bulamamış da, öne Scholz’u sürmüş arkasına Nazi kıtalarını, böylece iki beyinli bir yaratık ortaya çıkmış ve bir o kafa konuşuyor bir diğeri.

Hepsi, tüm Batı siyasal yaşamının önünde bulunan liderler, yükseldikçe alçalan bir durumu yansıtıyorlar.

Kimisi katildir, kimisi narkotik, kimisi alzheimerdir, kimisi tarikatçıdır ve istisnası yok hepsi hırsızdır. Sermayenin gözdesi olmanın yolu, en başından “hırsızlık”tan geçer. Zira üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ya da sermaye, gerçekte büyük çaplı hırsızlığa dayanır. Bu nedenle hırsızlık, anormalite değildir.

Mesela İsrail’in Filistin’deki soykırım saldırıları karşısındaki Batı ve NATO ülkelerinin tutumunu ele alın, dediğimizi anlamakta zorluk çekmeyeceksiniz. Bunun “normal” bir hâl olmadığını biliyoruz, anormaldir ve siyasal alanda anormal, olağanüstü döneme denk gelir. Bir farkla ki, bu olağanüstü dönemde ortaya çıkan liderler, cahiliye devrinin numuneleri gibidirler. Sanki tekeller, kendi yarattıkları karanlıkta, ellerine ilk gelen “moloz”u, kendi iktidarlarının yapı taşı hâline getiriyorlar.

Bu nedenle Murat Kurum bir örnek teşkil eder mi, bilemiyoruz. Korkudan mı bilinmez, protesto edilirken alkışlandığını sanıyor. Karşı tarafa kötü bir şey söylemek isterken, kendini kötü hâllere sokuyor.

1

İlki, Erdoğan’ın ağzından döküldü. “Bu benim son seçimim” dedi. İsa’nın son akşam yemeği meşhurdur ve sanatçıların fırçalarından ünlü tablolara aktarılmıştır. Hele Rembrandt’ınki. Ama İsa’nın, hiçbir yerde “bu benim son akşam yemeğim” dediği kayıt altına alınmamıştır.

Ama Sultan Abdülhamid’in üçüncü derece kopyası, çakma padişah Erdoğan, bunun kendisinin son seçimi olduğunu söylemiştir. Eğer Abdülhamid trajedi ise, Erdoğan’ın onun komiği olduğu söylenebilir. O nedenle sözlerinde bu “komik” hâlin yansıması vardır.

Acaba ne demek istemiştir? Ya da Bahçeli’nin konuşma tarzına uygun olarak söylersek, “böyle söyleyerek ne demek istemiştir”?

Şıklar şöyle: (a) bundan sonra zaten seçim olmayacak, bu da son seçimdir mi demek istemiştir (b) ben siyaseti bırakacağım mı demek istemiştir (c) yoksa benim istediklerimi seçmezseniz, küserim mi demek istemiştir. (d) efendileri olan ABD ve NATO yetkililerine “tamam bunu da bana verin, başka istemeyeceğim” mi demek istemiştir?

Henüz bilmiyoruz.

Öncelikle, Erdoğan seçimlere girmiyor. Çünkü o bir belediye başkanı adayı değil. Zaten kendisi başkan-çoban ya da cumhurbaşkanı. Ama diyeceksiniz ki, aynı zaman da AK Parti başkanıdır ve bu durumda “benim son seçimim” derken, AK Parti’nin son seçimi demek istemiş olabilir. Hatta bir görüşe göre, artık bu seçimden sonra AK Parti başkanlığını bırakacaktır, bu nedenle son seçimim demek istemiştir. Doğru mu?

Henüz bilmiyoruz.

Belki de kendini İstanbul belediye başkan adayı olarak görüyor olabilir. Öyle ya, hava ile tokalaşmak mümkün ise, kendini belediye başkan adayı sanmak çok daha mümkündür, hiç değilse kendini hava sanmıyor.

İyi ama, Erdoğan eklemiş: “en azından yasal olarak böyle.” Yasal olarak böyle denildi mi, demek ki, cumhurbaşkanlığı seçiminden söz ediyor. Aslında 14-28 Mayıs seçimlerinde de durum yasal olarak öyle idi, Erdoğan aday olamıyordu. Ama Kılıçdaroğlu’nun gönlü buna razı değildi ve yasal olsun olmasın, onu sandıkta yenmek “dürüst” siyaset gereği idi. Hani babasının çiftliği ya burası, öyle ise, Erdoğan’ı mı incitecekti? İncitmedi. Böylece yasal olmasa da Erdoğan aday olabildi. Bununla kalmadı, elbette Kılıçdaroğlu’nun omuzları üstünden “seçilmiştir”. Ve CHP dâhil tüm burjuva partiler, seçimi meşru ilan etmiştir.

Demek Erdoğan, bir sonraki, 2028’deki seçim için hazırlık yapıyor diyebilir misiniz?

Henüz bilmiyoruz.

Ama hemen eski ve yeni Adalet Bakanları, bir sonraki sefer de, seçim bir ay erken yapılırsa mesela, aday olabileceğini söylemeye başladılar. Demek, onlar, şöyle anlamışlar: Erdoğan, bir daha cumhurbaşkanı adayı olmayacak. Bu durumda, “son akşam yemeği” gibi bir durumdan söz ediyor olabilir.

Peki Erdoğan, yerel seçimler öncesinde, neden “bu benim son seçimim” deme gereği duydu? Değil mi ki genel seçimlere daha zaman var. Acaba Erdoğan, İmamoğlu kazanırsa, yarın kendi karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkacağını mı ifade etmek istiyor? Bu durumda İmamoğlu seçilmesin, bunu önleyin mi demek istiyor?

Maalesef henüz bilemiyoruz.

Hem sonra böyle veda olur mu?

Yoksa Erdoğan, kendi cephesinin harekete geçmesini mi istiyor?

Henüz bilemiyoruz.

2

Hepsi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. CHP’nin de, MHP’nin de, Akşener’in de, Özdağ’ın da, Babacan’ın da, Davutoğlu’nun da, hepsinin Saray Rejimi’nin bir parçası olduğu biliniyor. 14-28 Mayıs seçimleri öncesinde bunu vurguluyorduk. Bugün, hemen herkes bunu biraz daha kavramış durumdadır.

Kılıçdaroğlu ile CHP, Erdoğan için çalışmıştır. Kılıçdaroğlu oyunu kime vermiştir bilmiyoruz ama Erdoğan’ı çok ama çok desteklemiştir. Ne kadar yüksek ise o kadar alçaktır tutumuna uygundur. Danışmanlarını bizzat Erdoğan atamamış ise, gerek olmadığındadır. Danışmanlarını Erdoğan çevresinden seçmekte müthiş başarılıdır.

Şöyle diyordu: “Alevi’yim, maalesef insan ailesini seçemiyor.” Ne kadar müthiş değil mi? Kılıçdaroğlu’na, öncelikle insan hakları bildirgesine uygun olarak, önce ailesini seçme hakkı verilmelidir.

Bugüne dönelim.

Bugün CHP, yeni bir slogana sahiptir “işimiz belediye”.

Siz CHP’yi iktidarı almaya aday bir parti mi sanıyorsunuz?

Demek yanlış sanıyorsunuz.

CHP’nin işi belediyedir.

Yani, Saray Rejimi’nde işler paylaşılmıştır. Birisinin işi iktidar, devlet vb. Diğerinin işi belediye. Kendilerini buna göre ayarlıyorlar. Mesela, bundan sonra CHP, zaten önemi kalmamış olan parlamento seçimlerine katılmasın, hele hele cumhurbaşkanlığı seçimlerine hiç katılmasın. (Acaba Erdoğan, bu nedenle mi, bakın bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi olmayacak, benim dediğimi yapın da bir kere daha kazanmış olayım mı demek istemiş?) Böylece, cumhurbaşkanı, sultan niyetine ABD tarafından açık olarak atansın. Ama belediye işleri CHP’nin işi olarak kalsın.

Demek CHP’nin işi belediye imiş.

Belki de bu nedenle, belediye seçimlerinde “vaatler” bölümü oluşmaktadır. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde vaat yok. Ama belediye seçimlerinde vaatler ortaya çıkıyor.

İşte bu nedenle olmalı, Erdoğan, “buyruğunu” veriyor ve “eğer belediye bizden olmazsa, yardım alamazsınız” diyor. Hem de bunu Hatay’da, deprem yaraları içindeki hayalet şehirde söylüyor. Yüksekte olunca, para ile oy satın almak yetmiyor, tehdit de devreye sokuluyor.

İşte bu koşullar altında CHP, “işimiz belediye” diyerek, acaba Saray’a, yanlış anlama sana karşı değiliz mi demek istiyor?

Peki işimiz belediye, tamam ama ya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sizin elinizdeki her şeyi Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile alırsa ne olacak? Ya Erdoğan, kalkar da bu ne arkadaş, devlet varken, vali varken, ben varken belediye başkanına ne ihtiyaç var derse? Tamam, demokrasi var, biz zaten laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz, ama ya derse ne olacak?

Belli ki bu nedenle İmamoğlu, seçim kampanyasını Cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyası gibi yürütüyor.

Belediyeler, güçlendirilmiş Saray Rejimi’nde, çöp toplama, sokak temizleme, kaldırım düzenleme vb. işleri ile meşgul olacaktır. Kalanı, yani belediyelerin birçok işi, iktidara devredilecektir. Kanımca, bir “Belediye Bakanlığı” kurulması yerinde olur; böylece, tüm belediyeler, Saray’a doğrudan bağlanabilir. Bu durumda, kayyum falan atamaya da gerek kalmaz, zaten hepsi birden kayyum yönetiminde olur.

3

Devlettir ve mutlaka bahçesi vardır. Bahçesiz devlet olmayacağı için, Devlet Bahçeli olmadan, Saray siyaseti olmaz.

Devlet Bahçeli, MHP tarikatının 11. kere başkanı seçildi. Tüm delegelerin oyunu aldı ve demokrasi zaten bunu gerektirir.

Ve Bahçeli, Erdoğan’a olan aşkını gürleyerek ilan etti. Erdoğan’a sesleniyorum, dedi. Bizi bırakamazsın, dedi. Demek Bahçeli, ya Erdoğan’ın bu benim son seçimim sözlerini “aha adam gidiyor” diye yorumladı ve aşkını ilan ederek onu durdurmak istedi ya da onun sözlerini “devreye girin, bir şey yapın” olarak anladı ve harekete geçti. Harekete geçerken, bir aşkın ilan edilmesi, elbette işe kutsiyet katmaktadır.

Bir görüşe göre, Bahçeli, bizi bırakıp da mesela DEM Parti ile hareket etme, demek istemiştir. Doğrusu, böylesi bir durum, olası yeni barış görüşmeleri yapılsa da yapılmasa da, pek olanaklı değildir. Elbette, Kürtler içinde var olan Barzanici grup, zaten ABD ve NATO şemsiyesi altında Erdoğan ile iyi ilişkilere sahiptir ve bu yeni değildir. Ama Bahçeli, bunu kastediyor olamaz.

Bahçeli’nin “bizi bırakamazsın” sözleri, Erdoğan’ın Gülen’e, “bitsin bu hasret gel” demesine benzemektedir.

4

Yerel seçimdir bu. Belediye başkanları seçilecek. Ama sistem çürümektedir. Bu nedenle olsa gerek, bu seçimleri AK Parti, eğer kaybederse, “Filistin’de cesetlerin yanında kala kala çirkinleşen Filistinli kız çocuklarının ağlayacağını” ilan ediyor.

Ne kadar yüksektendir ve ne kadar alçakçadır.

Filistin’le ticareti ve askerî ilişkileri kesmeyen bir iktidar, işe ancak böyle bakabilir. Filistin’de katledilenleri, soykırım kurbanlarını ceset, onların yanında ağlayan kız çocuklarını da çirkin gören bir göz, dilini ancak böyle kullanabilir.

Filistin’de ölülerinin yanında duran kız çocuklarının çirkin olduğunu nereden çıkartıyorsunuz? Sizin gözünüzde güzel, paradan başka, efendilerinizin yaladığınız ayakkabılarından başka bir şey değildir. Bunu biliyoruz. Ama, siz, soykırımda henüz ölmemiş olan çocukları nasıl çirkin ilan ediyorsunuz? Onlara hangi gözle bakıyorsunuz?

Çirkin sizsiniz, tüm şürekânızla.

Başka örneklere gerek var mı? Acaba atladığımız daha nice inciler içinde ele alınması gereken başka bir inci var mı?

Saray Rejimi’nin, egemenin, dünya kapitalist sisteminin, tekellerin karanlık çağının bunalımı, siyaset alanını tümden sarmıştır. Burjuva siyaset, artık, hiçbir çirkinliğini gizleme gereği duymamaktadır. Tüm pislikleri yüzlerindedir ve açık hâle gelmiştir. Maskeleri inmiştir.

Artık burjuva egemenlik çürümüştür. Ömrünü fazladan yaşayan bir canlı, bir canavar olarak her şeyi yok ederek, her şeyi kirleterek yaşamaya devam etmektedir. Çirkindir ve çirkinliklerine yakışır “lider”ler bulup çıkartmaktadırlar. Döneme uygundur. Hepsi Neonazi artıkları gibidir.

Kapitalist sistem ömrünü doldurmuştur. Ve elbette kendi kendine tarih sahnesinden çekilmeyecektir. İşçi sınıfının devrimci vuruşunu beklemektedir. Dünyayı kurtaracak olan şey, işçi sınıfının devrim isteği ile yeniden ayağa kalkmasıdır. İnsan olarak kalmak, ancak bu sisteme karşı açık ve net bir cephede yer almakla mümkündür.

Şimdi saf tutmanın, kafamızı nida ve sual işaretlerinden kurtararak mücadeleye katılmanın zamanıdır.

Sömürüye, baskıya, savaş politikalarına karşı 1 Mayıs’ta Taksim’deyiz! | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

1 Mayıs 2011 | Taksim Meydanı

2024 1 Mayıs’ı yaklaşırken, bugün tüm dünyada emperyalist kapitalizm, işçi ve emekçilere, ezilenlere, halklara savaş politikalarıyla ölmeyi ve daha fazla sömürülmeyi dayatıyor. Sermayedarlar her geçen gün servetlerine servet katarken, diğer kutupta sefalet birikiyor.  Bu uçuruma karşı tüm dünyada ezilenler, büyük oranda örgütsüz bir biçimde de olsa direnişi sürdürüyor. Bu direnişler, umudunu ve rotasını arıyor.

İşte 1 Mayıs, bu iki dünyanın, bu iki sınıfın çarpıştığı, iradelerinin karşı karşıya geldiği gündür.

Ülkemizde de geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bu yana öğrenci gençliğin kendisine dayatılan geleceksizliğe karşı öfkeyle sokakları kuşattığı, kadınların yaşamlarına sahip çıkma mücadelesinden vazgeçmediği, Kürt halkının her türlü çöktürme, inkâr ve imha saldırılarına karşı baş eğmediği, yaşadığımız toprakların hemen her havzasında irili ufaklı işçi direnişlerinin yaşandığı bir yıl yaşanmıştır.

2024 1 Mayıs’ını tüm bu mücadelelerden güç alarak karşılıyoruz. Arkamıza aldığımız bu gücün devrimci dayanışmayla daha da pekişmesi ve 1 Mayıs’ın toplumsal mücadelenin önünü açacak bir iradenin ortaya konduğu bir güne dönüşmesi ellerimizdedir.

2024 1 Mayıs’ı, İstanbul’un her havzasının, her mahallesinin, her meydanının, her okulunun, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününün gündemleriyle donatıldığı; yoksulluk dayatmalarına, güvencesizliğe, geleceksizliğe karşı milyonlarca insanın kendi geleceklerine sahip çıkmasının gününe dönüştürülmelidir.

Biz, 2024 1 Mayıs Taksim Platformu’nu oluşturan örgütler olarak bu 1 Mayıs gününü ve ona giden süreci beraber örgütleyerek, 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun olarak kutlanması ve sömürü, baskı, savaş politikalarına karşı direnişin günü olması için bir araya geliyoruz.

İşçi sınıfı ve emekçilerden, kadınlardan, halklardan, gençlerden, yok sayılanlardan ve ezilenlerden yana mücadele yürüten tüm güçleri de, 2024 Taksim 1 Mayıs’ı için gücümüze güç katmaya çağırıyoruz!

Sömürüye, baskıya, savaş politikalarına son;
1 Mayıs’ta Taksim’deyiz!

“Bizlerin ellerindedir, gelen ışıklı günler”

2024 1 Mayıs Taksim Platformu
Alınteri
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
Birleşik İşçi Hareketi
Devrimci Çözüm
Devrimci Parti
Dostluk ve Kültür Derneği
Ezilenlerin Sosyalist Partisi
İşçi Birlikleri Sendikası
Kaldıraç Hareketi
Komün
Mücadele Birliği Platformu
Proleter Devrimci Duruş
SOLDER
Söz ve Eylem
Yeni Dünya için Çağrı

“Kaybedeni olmayan seçim”!

31 Mart 2024’te, yerel seçimler yapıldı. Sonuçları, birçok açıdan artık ortadadır.

AK Parti, büyük kayıplarla seçimden çıkmış, CHP, hem üç büyük şehri yeniden almış hem de Bursa ve Manisa gibi, Adıyaman ve Afyon gibi iller Cumhur İttifakı’ndan CHP’ye geçmiştir.

Bu durumun neyi gösterdiği üzerine durmak istiyoruz.

1

AK Parti seçimlerde büyük kayba uğramıştır. Ortaya konan sonuçlara göre, CHP %37,74 oy oranı ile birinci parti olmuştur ve AK Parti’nin oy oranı %52’den %35,49’a düştü. YRP, üçüncü parti olarak görünmektedir ve oranı %6,19’dur. Elbette oranlar, bildiğiniz gibi, gerçek oy gücünü göstermez. DEM Parti %5,68, MHP %4,98 ve İYİ Parti %3,77 oy oranına sahiptir.

Oy oranları, tam olarak partilerin gücünü göstermeyebilir. Mesela DEM Parti seçmeni, birçok yerde “kent uzlaşısı” çerçevesinde CHP adaylarına oy vermiş gibi görünmektedir.

Ama önce bir noktanın altını çizmeliyiz.

Seçimler hilesiz değildir.

Bu seçimlerde de hile vardır. Mesela Şırnak’ta, bize gelen bilgilere göre 5500 taşıma oy vardır ve bu sayı Kars’ta 7000’i geçmektedir. Toplamda 48 bin taşıma oy olduğu söylenmektedir ki bizce baştan aşağıya hatalıdır.

Hatalıdır derken, seçimdeki hile miktarını yansıtmaz.

Mesela Diyarbakır’da, eğer hile olmamış olsa DEM Parti, çok daha yüksek bir oy oranına sahip olacaktır. Ya da bunun gibi, seçilen başkanı değiştirmese de, oy oranlarını değiştiren çok hile vardır. Elbette başkanları değiştirenler de vardır.

Tahminlere göre, %15 civarında hile olduğu, bu hileli oyların ise, AK Parti ve MHP’ye (HÜDA PAR ve BBP’ye de elbette) gittiği biliniyor.

Bu durumda, “uzmanlar” ne der bilmeyiz ama AK Parti’nin oy oranı %20’nin altında, Cumhur İttifakı’nın toplam oy oranı da %25’in altındadır. Bunu söylemek mümkündür.

Ama, eğer seçimlerde hiç hile olmamış olsaydı, %20-25 arasındaki bir oy oranı ile AK Parti ve MHP’li, Cumhur İttifaklı Saray Rejimi’ni kısır bir döngüye sokmuş olurlardı.

Oysa şimdi, ciddi bir oy kaybı var olsa da, kritik eşiklerin altına inilmediği fikri “uzmanlarca” savunulabilir ve böylece, “siyasal istikrar” korunabilir. Fikir budur.

Demek ki egemen, daha büyük hilelere yönelmemiştir.

2

Hile dediğimiz zaman, lütfen dikkatle dinleyiniz. Hile, eğer efendi, ABD, NATO tarafından yapılıyorsa, mesela tüm NATO güçleri buna tamam diyorsa, o durumda sonuçlar, çok daha farklı olabiliyor. Mesela, AK Parti İstanbul’u Saray’dır. Saray Rejimi’nde hilesiz iş olmaz.

Bu seçim sonuçları, 10 ay önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında kararlaştırılmıştır.

Kanıtımız mı ne?

Mesela CHP; “işimiz belediye” derken tam da buna yatmaktadır.

Mesela CHP, seçimden zaferle çıksak bile erken seçim çağrısı yapmayacağız, derken, bu anlaşmaya uyacaklarını ifade etmiş olmaktadır.

Mesela Erdoğan’ın, seçim sonuçlarını kabul ediyoruz, demesi bunun işaretidir.

Erdoğan’ın söylediklerine dikkat edelim:

“Demokrasimize yaraşır bir olgunlukla tamamladık. … Seçimler demokrasilerin en kritik günleridir. Milletin iradesi sandıkta tecelli eder. Millet siyasetçilere mesajını sandık vasıtasıyla iletir.”

Ne kadar ilginç değil mi? Mesela 10 ay önce hileler ayyuka çıkmışken neredeydi bu “sandık ve milli irade” vurgusu? Mesela “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü kime aittir?

İşin ilginci CHP de aynı sözleri söylemektedir. “Kaybedeni olmayan seçim”, ilgiye değerdir. Oysa biz burada Cumhur İttifakı’nın kaybettiğini söylüyoruz.

Ne ilginç! MHP başarılıdır, YRP başarılıdır, CHP başarılıdır, yani herkes başarılıdır. Peki kim kaybetmektedir? CHP diyor ki, “kaybeden yoktur.”

3

Dahası var. CHP özellikle, fazla sevinmeyin, sevinirken dikkatli olun, gibi tuhaf açıklamalar yapmaktadır. Şöyle bir manzara düşünün, sevinen CHP’liler yüzleri gülerken, ağızlarını sımsıkı kapatıyorlar. Soruyorsunuz, niye ağzınız kapalı, yanıt, “fazla sevinmemeliyiz.” İşte manzara budur. Yıllardır oyunu yükseltemeyen bir parti, yıllardır %25’i geçemeyen bir parti, birinci parti oluyor ve “sakın sevinmeyin” diyor. Sakın çok sevinip de, AK Partilileri üzmeyin, diyor. Ne kadar ince bir politikadır bu!

Bize göre bu, efendilerin anlaşmasının sonucudur.

Efendiler, Mayıs 2023’te genel seçimlerin hile ile AK Parti’ye verilmesinin karşılığında, yerel seçimlerde AK Parti’ye, tam saha hileli destek vermeyecekleri konusunda anlaşmışlardır. Böylece, hileler sadece Saray’ın eline kalınca, tüm hilelere rağmen, sandıklarda AK Parti oylarındaki düşüş ortaya çıkmıştır.

İyi de, bu anlaşmalar, sadece bununla sınırlı olmaz. ABD ve AB, sadece bu kapsamda bir anlaşma yapmazlar.

Öyle ise şimdi ne olacak?

4

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan’ı İran’a saldırı konusunda teşvik edecek bir durumu ortaya koymuşlardır. Erdoğan, aslında meşru olmayan, ne yasal ne de seçim sonuçları itibari ile kazanamadığı bir iktidarı sürdürecektir. Nihayetinde Erdoğan, “kullanışlı”dır. Ama aynı Erdoğan, şimdi efendilere hile yapmakta daha fazla zorlanacak, onların taleplerine evet demek için birçok nedene sahip olacaktır. Eğer Erdoğan, efendilerin isteklerini sorunsuz yerine getirmezse, sonu bellidir. Bu sıradan bir talep değildir. Öyle sıradan bir talep için bu denli anlaşmalara gerek olmaz. TC devleti, İran’a karşı savaş için teşvik edilmektedir.

Hem zaten Saray Rejimi, uzun süredir bir ABD ve NATO tetikçisidir. Mesele Suriye olunca, oraya dalmak, savaş naraları atmak kolaydır. Mesele Libya olunca, orada da hevesler kabarmaktadır. Ama mesele İran ise, eğer öyle ise, iş zordur ve heveslere korkular karışmaktadır.

Tümü bu değildir ama önemlisi budur.

Buna bağlı olarak, Saray Rejimi’nin “içeride ve dışarıda savaş” politikası, bu hedeflere bağlı olarak, dünya çapında hızlanan savaş planlarına bağlı olarak, içeride egemenlerin etrafında bazı düzenlemelere ihtiyaç duydukları açıktır. Bunun için, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi üzerinden, bir çeşit “uyum”a ihtiyaç duydukları açıktır.

Eğer, CHP ve DEM Parti’nin, hiç hilesiz bir seçimle sandığa yansıyan güçleri ortaya çıksaydı, bu durumda Cumhur İttifakı %25’lerde kalırdı ve bu sefer de planları riske girerdi.

Demek oluyor ki, efendiler için CHP, yerel seçimlerde iş görebilecek ama iktidarda iş göremeyecek bir durumdadır.

Bu nedenle CHP, “işimiz belediye” demekten geri durmamıştır.

Şimdi, Erdoğan, hem karşısına çıkan bir alternatif aday olarak İmamoğlu ile tehdit edilebilir, hem de daha kullanışlı hâle getirilebilir.

5

Demek oluyor ki, seçim sonuçları Cumhur İttifakı’nın büyük kaybına işaret ediyor ama aslında bu kayıp, hâlâ hilelidir ve daha şiddetlidir.

Bu durumda, 10 ay önce halka “bunlara nasıl oy verirsin” diyenler, şimdi “bravo” derken, aslında seçimlerin hileli olma hâlini hâlâ anlayamıyorlar demektir.

Sorun halkta değil. Halkın pirüpak olduğunu söylemiyoruz ama sorun her zaman seçimleri bir hileli düzenek hâline getirmiş olan Saray Rejimi’ndedir.

Bu nedenle, halka, “fazla sevinme” deniyor. Çünkü sevinir de sokaklara taşar, iş kontrolden çıkar diye korkuyorlar.

6

Elbette, belediyeler ile Saray Rejimi dengelenemez.

Bazı “uzmanlar”, Saray Rejimi’nin kural ve yasa tanımaz hâlinin, bu yolla, yerel yönetimlerle dengeleneceği fikrindedirler. Hiçbir biçimde doğru değildir ve gerçekçi hiç değildir.

Saray Rejimi, mesela DEM Parti’nin yeniden kazandığı yerlerde kayyum politikasına da gerek duymayacaktır. Bunun yerine, mesela belediyelerin zaten kısıtladıkları yetkilerini daha da fazla kısıtlayacaklardır.

Mesela İmamoğlu artık belediye meclisinden taksi sorununu çözmek için kararları çıkartmakta zorlanmayacaktır. Ama yeni Cumhurbaşkanlığı kararları ile, tüm ülkede belediyecilik, baştan aşağıya daraltılacaktır. Bunu zaten yapıyorlar. Ama daha fazlasını da göreceğiz.

Belediyecilik ne mi olacak?

Belediyeler, çöp toplayacak, su paralarını toplayacak, lokanta açacak, bazı insanlara iş bulacak, sosyal yardımlar yapacak vb. Bunun ötesi olmayacak.

Saray Rejimi orada durmaktadır.

Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Yerel seçimlerde alınan belediyelerle, Saray Rejimi dengelenemez.

7

Bu vesile ile tüm sola ya da solun bazı kesimleri de dâhil DEM Parti için sürekli olarak “AK Parti ile işbirliği yapacak” diyenlere sormak gerekir: Şimdi ikna oldunuz mu? Sanmıyoruz. İkna olmazlar. Onlar, her zaman Kürt hareketine, egemenin bakış açısına bir miktar “insanî sos” ekleyerek bakmaktadırlar.

Saray Rejimi’nin savaş politikaları değişmeyecektir. Tersine, daha da savaş politikalarına dayalı politikalar ortaya çıkacaktır. İçeride bazı düzenlemeler ile gelişmekte olan tepkinin sisteme karşı tepkiye dönüşmesini önlemek, o tepkiyi hafifletmek, düdüklü tencerenin kapağını biraz aralamak yolu ile patlamayı önlemek istedikleri açıktır.

8

Elbette yerel seçim sonuçları, her şeye rağmen, kitlelerde bir umut olacaktır. Önemli olan, bu umudun, AK Parti’nin kaybının, 4 yıl sonrasındaki seçimleri beklemek için kullanılmasını önlemektir.

İşçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere, sisteme muhalif olan herkese gerekli olan, örgütlü mücadeleyi geliştirmektir. Yerel seçimlere en başından böyle yaklaşmak gerekir ve bu bugün de geçerlidir. Yerel seçim sonuçları, yapılan çalışmaların tümü, daha ileri bir örgütlülüğü geliştirmek için ele alınmalıdır. Bize gerekli olan budur.

Saray Rejimi, ancak ve ancak, halkın gelişen tepkisini örgütleme ile yıkılabilir. Gelişen tepkinin hedefi, yönelmesi gereken yer, bizzat sistemin kendisi ve onun sivri ucu olan Saray Rejimi’dir. Görev budur ve bu görev örgütlülük ile geliştirilebilir.

9

Yerel seçimler, içinde yer aldığımız ekonomik krizi ortadan kaldırmayacaktır. Ne emeklilerin maaşları artacak, ne işçilere daha iyi çalışma koşulları sunulacak, ne sağlık sistemi, ne eğitim sistemi kâr ve ranta dayalı olmaktan çıkartılacaktır.

Bunu biliyoruz.

16 milyon emeklinin yaklaşık 10 milyonu, 10 bin lira ve altında maaş almaktadır. Bu durum, yaşamı çoktan çekilmez hâle getirmiştir ve bu durumun değişmesine ilişkin hiçbir belirti yoktur.

Ülke ekonomisi, açık olarak uluslararası tekellerin denetiminde bir konsorsiyuma devredilmiştir. Bu, modern Düyûn-ı Umûmiye’dir. Bu modern IMF anlaşmalarının yeni hâlidir. Artık uluslararası tekeller ekonomiye el koymuştur. Bu durum, açık olarak işçilerin, emekçilerin yaşamını daha da kötüleştirecek bir süreç demektir. Sömürü daha da katlanacaktır, işsizlik daha da artacaktır, açlık daha da yaygınlaşacaktır. Tüm bunlara karşı mücadele etmek demek, hayale kapılmadan, kendi örgütlenmemize dört elle sarılmamız demektir. Yerel seçim sonuçlarının, hileli olsa da, getirdiği “moral”, bu açıdan bir zemin hâline getirilebilir. Herkesin bir parçası da olduğu halkı suçlaması dönemi geride bırakılabilir. Ayağa kalkmak için, örgütlenme ve direniş hattına sahip çıkmak için, bu durum bir basamak olabilir.

Bu açıdan, önümüzde 1 Mayıs 2024 var.

Hem Anayasa Mahkemesi’nin kararı düşünülürse, hem geçen yıl Maltepe’de yapılan kutlamalardan sonra herkesin hemfikir olduğu hatırlanırsa, 1 Mayıs’ın kitlesel bir 1 Mayıs olarak Taksim’de kutlanması, bu açıdan büyük bir öneme sahiptir. Sendikalar, bu konuda yan çizmekten vazgeçmelidir. Her sendika, bizzat sendikacıların, bir yıl önce Maltepe kutlamalarından sonra, “gelecek 1 Mayıs Taksim’de olmalıdır” yollu açıklamalarını hatırlamalıdır. İşçiler, sendikacılara bunu hatırlatmalıdırlar.

Kitlesel direniş, ancak örgütlenme ile ilerletilebilir.

Saray Rejimi, ancak örgütlü direniş ile alaşağı edilebilir.

Bölgemizde ve dünyada barış, ancak Saray Rejimi’nin devrilmesi ile sağlanabilir. Her ülkedeki işçi ve emekçiler, kendi egemenlerine karşı mücadele etmeyi öncelikli mesele hâline getirmelidirler.

“İlkesiz bir ittifaktan devrimci siyaset çıkmayacağı, halkın yararına bir tutum sergilenemeyeceği açıktı, nihayetinde böyle bir sonuç doğurdu” | Evrensel Gazetesi’ne verilen röportaj

18 Mart 2024 günü Evrensel Gazetesi’nden Dilek Omalıların hazırladığı röportaj/haberde;
* Gökhan Zan’ın adaylığının çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
* Hatay’da tutumunuz ne olacak? sorularını yanıtladık.

Sorulara verdiğimiz cevapların tamamını yayınlıyoruz.

1- Gökhan Zan adaylığının çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz yerel seçimler süreci ilk başladığında tüm dostlarımıza bir çağrı yaptık. Bu çağrıyla ortak, ilkeli, devrimci bir ittifak ve mümkünse bağımsız bir aday etrafında şekillenecek bir birlikteliği önerdik. Kentimiz halkı geçmişten bu yana devlet tarafından imhaya, inkar ve asimilasyon politikalarına uğruyordu, 6 Şubat’tan sonra depremin bir katliama çevrilmesiyle ve sonrasındaki uygulamalarla devam ettirildi. İşte böylesi bir süreçte ortak, ilkeli, eşit temsiliyete dayanan devrimci bir ittifak için yaratılacak birlikteliğin önemi büyüktü. Bu yaklaşımla yaptığımız görüşmeler maalesef sol güçler tarafından kabul görmedi.

Buna karşın Hatay Büyükşehir Belediyesi’ni mahalle meclislerine dayanan özyönetimi önceleyen, bütçesi ve işleyişi şeffaf bir şekilde, ilkeli devrimci bir belediyecilik anlayışıyla yönetmek için gerekli olan bu birliktelik yerine halkımız “aday siyaseti popülizmi”ne kurban edilmiştir.

Hangi zeminde yan yana gelindiği belli olmayan, ilkesi, kurumları bilinmeyen “Hatay İttifakı”nın karşısına ortak bir tutum geliştirilememiştir. İlkesiz bir ittifaktan devrimci siyaset çıkmayacağı, halkın yararına bir tutum sergilenemeyeceği açıktı, nihayetinde böyle bir sonuç doğurdu.

2- Hatay’da tutumunuz ne olacak ?

Öncelikle şu konu bizim açımızdan çok net; deprem suçlarına bulaşmış, halkımızın katliamına sebebiyet veren hiçbir adayı desteklemeyeceğiz.

Lütfü Savaş’ın adaylığının netleşme sürecinde Halkevleri, TÖP, EMEP, SOL Parti, DEM Parti bu adaylığa karşı açıklamalar yapmıştı. Bu açıklamaların ardından adı geçen tüm kurumlarla ciddiyetle görüşmeler gerçekleştirdik. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin deprem suçlularıyla değil, halkla beraber yönetilmesi iradesinin ortaya çıkabilmesi için irade koymamız gerektiği üzerine adımlar atmaya davet ettik. Bu kapsamda ortaya çıkabilecek ittifakın ilkeleri için de somut aday tartışmalarında da ciddi bir yol alınamamış, ortak bir tutum örgütlemekten kaçınılmış, sorumluluk almaktan uzak durulmuştur. Dolayısıyla TİP’in “siyaset”ine mahkum, irade koymayan, sorumluluk almayan bir tablo yaratılarak büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Aynı sürecin benzeri hem Defne’de hem Arsuz’da hem Samandağ’da yaşanmıştır.

Bugün bu şehir için alınacak tutum; 6 Şubat’tan sonra dayanışmayı büyütmek, bu kenti ayağa kaldırmak, yeni bir yaşam inşa etmek için çaba harcamış herkesi, seferber olanları, işçileri, kadınları, öğrencileri, yönetmek için bir araya gelen örgütlenmeleri yaratan, mahalle meclislerini kuran canlı bir çalışmayı örgütlemek zorundayız.

Sol güçlerin böylesi bir süreci ilkelere dayanan, halkla beraber, devrimci ve ortak bir şekilde yürütmesi Antakya’nın en büyük kazanımı olacaktır. Aksi her tutum depremden sonra büyük bir dayanışmayla girişilen yeni bir yaşamın ilmek ilmek örülmesi çabasına zarar verecektir.

Sınıf savaşımı keskinleşirken; cephe net, akıl berrak, saflar sağlam olmalı

Biliniyor, biz Marksistler için, sınıf mücadelesinde her zaman somut durumun somut analizi önemli bir yere sahiptir. Zorluklarını, en azından teorik olarak saptamak mümkündür. Bugünü, bugün süren sınıf savaşımını, sınıfların durumunu, egemenin ve işçi sınıfının ruh hâlini vb. saptamak, mesela 10 yıl sonrasından bakınca, daha kolaydır. Oysa yaşanılan andan bakılınca, işin birçok zorluğu var. Bir de elbette analizi yapan bir taraftır ve doğrusu objektiflik adına bu taraf olma hâlinden vazgeçmek diye bir şey de yoktur. Tüm bunlar yanılgıları beraberinde getirebilir. Ama yine de “somut durumun somut analizi” büyük bir öneme sahiptir.

Ekonomistler ve tarihçiler için mesela, istatistikler sonradan gelir. Bu nedenle, birçok durumda, eğilimleri saptamak büyük önem arz eder.

Yaşanan ânın analizi, her zaman kendine has zorluklar içerir ve doğrusu, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfı için bir devrimci örgüt olmazsa, bu çok daha zor hâle gelir. Bu nedenle, aslında “somut durumun somut analizi”, bir bireysel çaba olarak ele alınamaz, alınmamalı.

Mayıs 2023 “seçimleri”nden sonra, ortaya çıkan durumu analiz etmek, egemen sınıfta, TC devletinde, Saray Rejimi’nde meydana gelen değişimleri anlamak, işçi sınıfı cephesinde, sol kesimlerde ortaya çıkan eğilimleri doğru anlamak büyük öneme sahiptir.

Yeni, yerel seçimlerin öncesinde, bu açıdan bazı saptamaları yapmak gerektiği kanısındayız.

1

Mayıs 2023 seçimleri, bir müsamere idi. Egemen, bu konuda bir anlaşma yapmıştır ve anlaşmanın sonuçlara kadar detaylı bir anlaşma olduğu artık söylenebilir. Yani birkaç gazetecinin seçimin akşamında daha ilk sonuçlar yayınlanır yayınlanmaz, seçim sonucunun %52-48 olduğunu “bilmeleri”, öyle yüksek olasılıkla gerçekleşen tahminlerden değildi. Bu onlara fısıldanmıştı. Çünkü egemen, aslında sonuçların “meşru görülmesi”ni istiyordu. Sadece sonuçları açıklamak değil, o sonuçlara “halkın inandırılması” da meselenin bir parçasıydı. Yoksa seçim yapılmadan da bu sonuçlar açıklanabilirdi. Halkın inandırılması, elbette, bir reklam çalışması, bir ajans çalışması, bir propaganda çalışması, bir karartma çalışması demektir. Bunu yaptılar.

CHP ve diğer burjuva siyasal partiler, yani devlet partisinin diğer şebekeleri (tüm partiler bir tek devlet partisinin kollarıdır) seçim sonuçlarını hemen “meşru” ilan ettiler.

Zavallıdır. Zavallıdır çünkü TC devleti, Saray Rejimi, tüm kadrolarını o pozisyona itmek zorundadır. Kişisel almamalıdır. İnce’dir. Kalın’ın yanında rol almak istemiştir. Ama ufku dardır ve Kalın’ın yanında İnce tel olmak, ancak sazlı çalgıların bir bölümünde vardır, TC devleti, öyle işlemez. Ve mayıs seçimlerinin sonrasında, “Muharrem İnce haklıymış” gibi stampalarla yazılamalar yaptırmaktadır. Oysa Kılıçdaroğlu da bu yolu izlemelidir. Hemen ve daha üst düzeyden sahne almalıdır.

İnce, önceki seçimleri “meşru” ilan etti. Ondan önce referandum “meşru” ilan edildi. Ve şimdi de Mayıs 2023 seçimleri meşru ilan edildi.

Buna rağmen, kimse Erdoğan’a seçilmiş gibi bakmıyor. En çok da seçilmediğinin kendisi farkındadır. Zira kendisini seçen egemen, kendisini sandıktan çıkartma karşılığında ona görevler vermiştir ve görevler, oldukça ağırdır. İstese de, yapabileceği tartışma konusudur.

2

Egemen seçim süreci ile birkaç şeyi hâlletmek, yoluna koymak, sistemi sağlamlaştırmak istemiştir. Buna, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi diyelim. Onlar da öyle diyorlar. Başaracakları için değil ama istekleri ve ihtiyaçları budur. Yani onların cephesinden, somut durum bunu gerektirmektedir.

İlki, Erdoğan’ı seçenlerin kendisine verdiği göreve hazırlıktır. Görev, tetikçiliğin ileri götürülmesidir. Tetikçiliğin “kurumsallaşması” da diyebilirsiniz. Her ne demekse bu “kurumsallaşma”, çok tuhaf anlamlarda da kullanılmaktadır. Faşizmin kurumsallaşması gibi. Bunu sonraya bırakalım.

Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için bazı adımlar attılar. Artık diğer partiler, muhalefet rolünü bırakıp, Saray için, “devlet için” hizmet etmeye yöneldiler. Akşener yetmezdi, Kılıçdaroğlu da bunu yaptı. Tek başına da yapmadı.

Bir devlet partisi, birden fazla parti görünümüne bürünmüştür. Uzun zamandır böyledir. Egemen bunu yapmak için, her birinin başına bir devlet memuru koymuştur. Hepsi öyledir. Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken, İnce’yi eleştirirken, Akşener’i eleştirirken vb. her birinin devlet memuru olduğunu unutmamak gerekir. Bizim ülkemizde, ticaret yapanlar, “devlet memuru kafası” diye bir deyim kullanırlar ve anlamı, ufukları dar anlamına da gelebilmektedir. Sadece ticaretten anlamazlar demek değildir bu ama aynı zamanda rüşvet almakla yetinmek anlamına da gelmektedir. Oysa tüccar, sadece rüşvetle yetinmez. Kâr diye bir konusu vardır ve rüşvet ile adam satın almayı, en çok devlet ile ilişkilerinde kullanırlar.

İşte, bu partilerin hepsi, hep birlikte, zaten bir parçası oldukları Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, seçim sürecinde rol almışlardır.

Rolün büyüğü CHP’ye düşmüştür. Solu “demokrasi” vaadi ile sistemin partilerinden biri olan CHP’nin kuyruğuna takmayı başardıklarını kabul etmek gerekir. Bu, onların başarısından çok, bizdeki solun başarısıdır. Sol hareket, bu “başarısını” en çok Kemalist sol ve liberal sola borçludur. Bugün büyütülmeye çalışılan UluSol, bu sürecin yeni dönemdeki gerekleri için hazırlanmaktadır.

Böylece Saray Rejimi, TC devleti, egemen, sisteme karşı bir tehdit olarak düşünülecek direniş eylemlerini yalnızlaştırmayı hedeflemektedir.

İkincisi, seçim sürecinde, muhtemelen Mart 2023’te, TC devletinin alacaklıları için bir çözüm üretilmiştir. Kurulan bir uluslararası konsorsiyum, ekonomiye el koymuştur. Bunu bir çeşit “Düyûn-ı Umûmiye” olarak algılamak mümkündür. Borçlar, bu konsorsiyumun denetiminde, daha yüksek faizlerle “ödenir” hâle gelmiştir. %8-11 ile alınan borçlar, %25 faizle yenilenmiştir. Bu yüksek faizin ödenebilmesi için ilave vergiler konulmuş ve ekonominin denetimi, konsorsiyumun iki memuruna devredilmiştir, Gaye Hanım ve Şimşek Efendi bu konsorsiyumun memurlarıdır. Bu elbette, Erdoğan’ı savaş için çalışmak koşulu ile seçen efendilerin anlaşmasının sonucudur.

Üçüncüsü buna bağlıdır. Savaş kabinesi oluşturulmuştur. Kabinenin Fidan, Kalın, yeni Savunma Bakanı, propaganda için Altun ve İçişleri Bakanı’ndan oluştuğunu ya da onların bu konuda görev aldıklarını söylemek mümkündür. Bu NATO’ya, bu yolla ABD’ye bağlı bir kabinedir. Savaş kabinesi, elbette Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi de demektir.

Bunun için, eskisinden daha fazla “yasa tanımama” devreye girmiştir. Atalay’ın davasındaki tutumlar bunun kanıtıdır. Aslında yeni de değildir. Sadece daha açık oynanan bir oyundur bu. Artık maskelere gerek yoktur. Vergiler için nasıl yasalar önemli değil ise, nasıl parlamento diye bir şey süs ise, şimdi bu yolda daha ileri gitmeleri de öylesine beklenendir.

3

İçişleri Bakanı’nın açıklamaları ile öğrendiğimiz, mafya çetelerine karşı operasyonlar, kara para konusunda efendilerin AB bölümünün isteklerinin gereğidir ve elbette Ağar ve çeteleri, bu durumdan memnundur. Zira kara para cennetine dönmüş olan Türkiye’de, Ağar’ın yaptığı işin yönetilmesi için bazı önlemler gereklidir.

Bu aslında eski bir uygulamadır. Çok fazla eroin kaçırmak için biraz “biti kanlanmış” olan bazı gruplar feda edilir. Buna benzerdir. Bu yolla, kara para trafiğinin kontrol altında olduğu hissi, egemenlerin ortak adımları için gereklidir.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi, tam da sistemin tüm dişlilerinin ortaya çıktığı bu durumun “normal” ilan edilmesi demektir.

Bu bir “kurumsallaşma” değildir.

“Faşizmin kurumsallaşması” yanlış bir vurgudur. Saray Rejimi, gitmek için gelmemiştir. Böylesi bir şey, yani gitmek için gelmek, devlet makinasına aykırıdır.

Saray Rejimi’ni ortaya çıkartan üç etken vardır. Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bunun üç dayanağı vardır. İlki, emperyalistler arasında süren paylaşım savaşımıdır. Türkiye, sömürgesi olduğu Batı emperyalizminin ortak alanıdır. Burada siyasal alan, NATO mekanizması ile ABD tarafından kontrol edilmektedir. Ekonomik alan ise, AB ekonomisine bağlıdır. ABD ve AB arasındaki savaş, Ukrayna savaşına kadar daha önde idi. Ukrayna savaşı, ABD’nin yeniden AB’yi “teslim alması” sonucunu doğurmuştur. Bu belki aşırı bir vurgu da olabilir. Ama en azından bugün görünen budur. Bu vurgu ile, artık bu güçlerin, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı güçlerin kendi aralarında savaşmadıklarını söylemiyoruz. Ama Ukrayna savaşı ile, ABD önderliği altında bu güçler, Rusya ve Çin’i sömürgeleştirmek için birlikte davranmaya başlamışlardır. Çözülen ABD hegemonyası düşünülürse, bu adım, ABD’nin cephe gerisinde ilk zaferi olarak ele alınabilir. Bu süreç, TC devletini çözmekteydi ve hâlâ bu süreç devam etmektedir. Öyle ise Saray Rejimi kendi kendine niye gitsin? İkinci etken, Kürt devrimidir. Kürt devriminin TC devletini nasıl çözdüğünü zaten biliyoruz. Kürt devrimi içinde, biri Barzani kanadı, diğeri ise devrimci kanat olmak üzere iki eğilimin varlığı, en başından beri vardır. Bu, konunun bir başka boyutudur. Üçüncü etken ise Gezi Direnişi ile başlayan, bizim direniş hattı diye tanımladığımız etkendir. Gezi Direnişi, TC devletini çok korkutmuştur. Gezi’nin içinde yer alan güçlerin kendilerini aşan bir etkidir bu. Kürt devrimi ile uğraşan TC devleti, Gezi ile birlikte, derinden korku hissetmiştir. Üstelik Gezi, bir örgütlü kalkışma değildir.

Bu üç etkende çeşitli farklılıklar, gelişmeler yaşanmaktadır. Ama bu etkenler hâlâ varlıklarını sürdürmektedir.

Üstelik, TC devleti, Saray Rejimi ile, ABD tetikçisi olarak bölgede bazı hamleler yapmıştır ve bu durum, bir zaferle sonuçlanmadığı sürece, çözücü etkiyi daha da artırmaktadır.

TC devleti, bu olağanüstü örgütlenmesini, Saray Rejimi’ni sürdürmektedir. Üstelik, emperyalist cephe adına, ileri bölgesel roller üstlenmek niyetindedir. Irak Kürdistanı’nda ortaya çıkan yerleşme planları, son dönemde ortaya çıkan asker kayıpları ile yeniden gündem olmuştur. TC devleti için, Kürtlere karşı her türlü katliam fırsatı, kaçırılmayacak fırsat olarak görülmektedir. ABD, TC devletini, sadece Kürtlere karşı savaş için Irak Kürdistanı’na sokmuyor. TC devleti, Saray Rejimi, Kerkük-Musul hayalleri kursa da, Kürtleri imha etmek için fırsatlar arasa da, ABD açısından bu planlar İran ve Ortadoğu ile de ilgilidir. Bir Amerikalı yetkili, Ukraynalı askerlerin kendileri için Rus öldürdüğünü söylemektedir. Bu bir gerçektir. İşte aynı amaçla İran’a karşı savaş için de bir ucu İsrail, bir ucu Kafkaslar, bir ucu da Türkiye olan bir çevreleme hareketi yaptıkları da açıktır. Hamas’ın saldırısı, bu planları en azından zamanlama açısından bozmuştur. Ve bu durum TC devleti için de ABD ile daha ince bir pazarlık için bir olanak sağlamış olabilir.

Tüm bunlar, içeride, zaten bir gerçek olan hukuksuzlukları artırıyor diye, bu duruma “faşizmin kurumsallaşması” denilemez. “Faşizmin kurumsallaşması” denildiğinde, “demokrasinin tamamen kaybolduğu” söylenmek isteniyorsa, zaten hatalı olan da budur. “Demokrasi” öncesinde de yoktu. Bu nedenle vurguluyorduk ve vurguluyoruz, Saray Rejimi seçimle gitmez.

Erdoğan’ın rolünün daha göstermelik hâle geldiğini söylemek mümkün. Bu durumda, “Erdoğan’ın gitmesi önceliklidir” diyenler için, amaçlarına ulaştılar denilebilir mi? Mesele Saray Rejimi’dir. Saray Rejimi’nin devrilmesi, elbette, kitlesel bir direnişi gerektirmektedir. Öyle gidecektir. Ve eğer bu başarılırsa, “demokrasi”ye dönülsün yeter mantığı ile burjuva egemenliğe razı olmak, büyük hata olur.

Kaldı ki tüm kapitalist dünyada var olan Neonazileşme eğilimi, aslında devletin üzerini örttüğü dişlilerinin ortaya çıkması demektir. Avrupa’da, Mussolini, Franco, Hitler örneklerinde gelişmiş olan faşizmin tüm makinaları-devlet yapısı, daha sonrasında, burjuva devlet tarafından içselleştirilmiştir. Bize demokrasi olarak sunulan tüm Batı sistemi, budur. Biz buna, burjuva devletin yeni örgütlenmesi diyoruz ve adına Tekelci Polis Devleti diyoruz. Burada “tekelcilik”, kapitalizmin tekelci aşamasının egemeni olan tekelleri anlatmak üzere kullanılmaktadır. Günümüz burjuva devleti, tekellerin devletidir. Sosyalist blokun olduğu, devrimlerin geliştiği bir dünyada, egemenler, kendi devletlerini iç savaş için yeniden organize etmişlerdir.

4

Bugün, Saray Rejimi ile, devlet eli ile yeni elitler yaratılmaktadır. Bu yeni elitler, yeni zenginleri de içermektedir. Bu yeni zenginlerin yaratılması sürecinde, devlet eli ile sermaye transferi büyük bir rol oynamaktadır. Bu, ABD çıkarlarına da uygundur. Siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanda, kendine bağlı yeni elitler yaratmaktadır. Bunun belli alanlarda, sektörlerde gelişmesi gayet anlaşılırdır. Bu sektörlerin başında inşaat, enerji, sağlık, silah sanayii vb. gelmektedir. Nerede boşluk varsa orada. Ama bu durum, Erdoğan’ın iktidar döneminde, daha önceden var olan tekellerin zarara uğradığı vb. gibi yorumlanamaz. Koç Holding, dünyanın ilk 500 büyük şirketi içine girmektedir ve bunda petrol işinin büyük katkısı vardır. Petrol şirketi, Koç’a hediye edilmiştir.

Anlaşılacağı üzere, yeni zenginlerin yaratılması, kısa süreli bir iş değildir.

Kimdir egemen?

Egemen, Türkiye söz konusu olduğunda, uluslararası sermayeden bağımsız ele alınamaz. Çünkü Türkiye sömürge bir ülkedir. Onun için, uluslararası şirketlerden bağımsız olarak, ülke içinde “yerli” egemen aramak hatalı olur. Elbette ülkemizdeki tekeller de bu egemenin bir parçasıdır. Başkası da mümkün değildir.

Ülke içindeki sermaye, bağlı olduğu uluslararası sermaye ile birlikte hareket etmektedir.

Egemen, elbette tam olarak homojen değildir. Yani kendi içinde birçok grubu vardır.

Ülke içinde sermaye transferi ile zengin yaratma süreci hakkında konuşulduğunda, kara para ekonomisinin de bunun bir parçası olduğu unutulmamalıdır. AK Parti iktidarı döneminde, Türkiye’nin uyuşturucu baronlarında değişikliklerin ortaya çıktığını tespit etmek mümkündür. Devlet örgütlenmesinden bağımsız bir uyuşturucu ağı olamaz. Bu nedenle, Saray Rejimi, son derece etkili bir biçimde, baronları ya yeni tarzda örgütlemiş ya da bir bölümünü tasfiye etmiştir. Örnek olsun Aksu grubu, anlaşıldığı kadarı ile devre dışıdır. Ağar önemli bir rol üstlenir durumdadır. Bu ABD adına sürece müdahaledir. Bu konuda uluslararası örgütlenmeler olduğu konusunda da şüphe olmamalıdır. Mesela çocuk kaçırmalarının boyutları konusunda Epstein dosyasının bize gösterdiği boyutlar, ciddi boyutlardır. Ve bu durum, basına bile yansımamaktadır. Her türlü kaçakçılık, her türlü kara para trafiği için Türkiye önemli bir rol üstlenmektedir.

Egemen, tüm bunlardan birlikte oluşmaktadır.

TC’nin eski Ergenekoncu örgütlenmesi ile, yeni İslamcı çete-elitlerin, tarikatların vb. egemen içinde yeri vardır. Bu nedenle, zaman zaman bazı kadroların, mesela Kürt’e karşı savaş konusunda birleşen grupların, kendi aralarında çelişkili tutumları ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlar egemenin tanımının içindedir. İster tarikat olsun, ister devlet içinde etkin kadrolar, hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, her birinin kendi içinde uluslararası grupların kendilerine bağlı örgütlenmeleri vardır. Her biri, kendini, “ulusal”, “yerli ve milli” diye sunabilir. Bu durumu değiştirmez. Zaten başka nasıl kendi çıkarlarını ifade edecekler? Halka karşı, “ulusal”, “milli” gibi etiketler dışında ne demeleri beklenebilir ki?

Devlet içinde örgütlü bir tarikat düşünelim. Bu tarikatın içinde ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi örgütlenmeler mutlaka vardır. Bu eğilimleri bizim detayları ile bilmemiz, çıplak gözle görmemiz olanaklı olmayabilir. Ama akıl ile bunları bilmek olanaklıdır.

5

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında, bir yandan tarikatların, yeni elitlerin ataklar yapması, hilafet ve şeriat istemeleri ve bunun karşısında “ulusal” ve “laik” bir tepkinin oluşması, aslında, egemene karşı sınıf mücadelesinin üstünü örtme işlevini görmektedir.

Burada tereddüde yer yoktur.

Egemen içindeki çatışmalar, aslında onların arkadan ortak tutum almalarını engeller durumda değildir. İşçi eylemleri, gençlerin istemleri, kadınların direnişleri, Kürtlerin direnişi söz konusu olduğunda, hepsi tekmili birden bir araya gelebilmekte zorluk çekmiyorlar.

Egemen içindeki güçler, kendi güçlerini artırmak için, birçok hamle yapmaktadırlar. Burada işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri, “ulusalcılık” ve “laiklik” ile devlete bağlama girişimleri konusunda çok ama çok uyanık olunması gereklidir.

Ülkede her gün yüzlerce insan ölmektedir. Ama bu, gündem dahi olmamaktadır. İş cinayetlerinde bilinen her gün 4-5 kişinin öldüğüdür. Her gün 3-4 kadın öldürülmektedir. Her gün, Kürt veya asker kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Ülkemizde her gün 100 civarında çocuğun kaybolduğu artık Epstein dosyası ile biliniyor. Her gün açlık veya ekonomik sorunlar nedeni ile intiharlar yaşanmaktadır.

Deprem, öylesine gündem dışına itilmektedir ki, milyonlarca insan temel ihtiyaçlarını sağlayamazken, bu durum gündem hâline bile getirilmemektedir.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçiler için, yoksullar için hayatı çekilmez hâle getirmektedir. Hayat pahalı hâle gelirken, ölüm ucuzlamaktadır. Ve bunlar gündem hâline gelmiyor. Bunun yerine bir şeriatçı, tarikatçı tutum ve açıklama ve karşısında “laikliğin” savunusu gündem hâline getirilmektedir. Her iki uç da egemene yaramaktadır.

Böylece, sınıf çelişkileri, artan sömürü, ucuz hâle gelen ölümler, artan pahalılık, soygunlar, derinleşen yoksulluk, işsizlik vb. örtülmektedir.

Dini, çeşitli saldırılarla “öne çıkartarak”, karşısında hiçbir zaman var olmayan laiklik üzerinden, işçi ve emekçilerin laikliği savunması talep edilmektedir. Oysa Saray Rejimi yıkılırsa ve bu kitlesel direniş Saray Rejimi’ni alaşağı ederek burjuva egemenliğe son verirse, zaten gerçek anlamı ile sosyalist bir cumhuriyet kurulursa laiklik diye bir sorun da ortadan kalkacaktır.

6

Saray Rejimi nasıl bir devlet örgütlenmesidir? Bu soruyu yeniden sormalı ve netleştirmeliyiz.

Saray Rejimi, burjuva parlamentonun devre dışı bırakılmasıdır. Parlamento işlevsizdir ve bu yeni değildir. Mayıs 2023 seçimlerinden sonra daha da fazla işlevsizliği ortaya çıkmaktadır, çıkacaktır. Can Atalay kararı, aslında Kavala ve Demirtaş kararlarının devamı demektir.

Demirtaş esir olarak tutulmaktadır. Saray Rejimi’nde hukuk, aslında doğrudan ve çıplak şekli ile kolluk kuvvetinin bir devamıdır. Bu durum, “hukuksuzluk” olarak ele alınamaz. Elbette durumun olumsuzluğunu anlatmak için “hukuksuzluk” denmesi anlaşılırdır ama yanlıştır. Ortada var olan şey, iç savaş hukukudur.

Örneğimiz açıktır; yeni adı ile DEM’in, eski adı ile HDP’nin kazandığı tüm -ya da tümüne yakın- belediyeler, kayyumla yönetilmektedir. Bu, seçim sisteminin göstermelik olduğunun en açık kanıtıdır. Demek ki genel seçimler meşru değildir. Referandum, seçimin çalınmasıdır. Önceki seçim çalınmıştır. Bizzat Erdoğan, “atı alan Üsküdar’ı geçti” demiştir. Bu itiraftır. Mayıs 2023 seçimi bir müsameredir, meşru değildir. Mevcut iktidar, ABD ve emperyalist ortakları tarafından seçilmiştir. Mevcut kabine, açık olarak bir savaş kabinesidir. Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi’nde siyasal partilerin bir önemi yoktur. Her biri, resmî devlet partisinin bir şebekesidir. MHP, AK Parti vb. birer parti değildir. Yerel seçimler için dahi, DEM Parti dışında önseçim yapan hiçbir parti yoktur.

Yerel seçimler, daha çok, rant paylaşımını belirlemek için ele alınmaktadır.

Saray Rejimi’nde tarikatlar, “sivil toplum” örgütleri olarak tarif edilmektedir. Bu yolla, egemen içinde bir kanat, kendine kadrolar hazırlamaktadır. Futbol da bu alanın içindedir. Yakında tüm uyuşturucu şebekeleri de “sivil toplum” örgütleri olarak tanımlanırsa şaşmamak gerekir. Bizim liberal solcularımıza, sivil toplum örgütlenmeleri adı altında tüm demokratik kitle örgütlerini (DKÖ) yok etmeye çalışan ideolojik saldırıları organize edenlere, bunları savunmak düşecektir.

Saray Rejimi budur.

Daha başka örnekler de sayılabilir.

Ancak gerekli değildir. Artık her gün “uzman” sıfatı ile karşımıza çıkan ve “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” tekerlemesini bir dua gibi tekrarlayanların gerçek yüzünü, niyetleri ne olursa olsun, görmek gerekir. Özetle bize, halka, şunu söylüyorlar, “bu yönetim kötü, eski devleti savunalım.” Kendilerine teşekkür ediyoruz ama bu masallarını, gitsinler efendilerine anlatsınlar.

Biz, “efendi” dediğimiz zaman, uluslararası egemenleri kastediyoruz. Onlar adına iş görenler, daha çok kâhyalardır. Onlar, ceplerini doldurmakla meşguldürler. Biliyoruz, kâhya ne kadar cebini doldurursa doldursun, efendiler paranın sahibidirler ve sahipler, sonunda parayı geri almasını bilirler. Örnek mi, Saddam’a bakın. Onun için, efendiler-sahipler açısından “Bay Yüzde On”un serveti sorun değildir. Parayı alıp uzaya ya da öbür dünyaya götürecek değiller ya!

Sınıf savaşımı sertleşmektedir.

Egemen, Saray Rejimi, sınıf mücadelesini her yolla örtmekte, karartmaktadır. Ama sıra saldırılarına geldiğinde, tüm devlet çarkı ile, iktidarı ve muhalefeti ile, uzmanları ve basını ile, polisi, ordusu ve hukuk sistemi ile, topu, TOMA’sı ve copu ile direnişlerin karşısına çıkmaktadırlar. Bir yandan baskı ve şiddeti artırmaktadırlar, bir yandan iç savaş hukukunu devreye sokmaktadırlar ve diğer yandan ise her türlü karartma ile gerçekleri saklamaktadırlar.

Sınıf mücadelesi daha da sertleşecektir.

Bu koşullarda işçi sınıfının, emekçilerin, direnen herkesin, kadınların ve gençlerin aklının berrak olması gereklidir. Devletin, egemenin, para babalarının, uluslararası ve yerli tekellerin devleti, onların örgütü olduğunu bilincimize kazımamız gerekir. Devlet içinde iyi ve kötü yetkili, iyi ve kötü paşa vb. yoktur. Olur da böylesi ortaya çıkarsa onlara bağlı olarak bir çözüme ulaşılamaz. Tersine, işçi sınıfına, kendi örgütleri lazımdır. Bu mücadelede işçi sınıfı örgütsüz olduğu için, Saray Rejimi bu denli güçlüdür. İşçi ve emekçiler, kendi örgütlerini geliştirmek zorundadırlar. Devrimci örgütlenme yoksa, işçi sınıfı devrimci değil ise, bir sonuca ulaşması mümkün değildir.

Gezi Direnişi’nden bu yana sürekli olarak, küçük veya büyük direnişler devam etmektedir. Devlet, işçi sınıfını denetim altında tutmak için sendika mafyasını, çeşitli “uzman”larını, basınını, polisini vb. devreye sokmaktadır. Bu denetimi, bu ablukayı yarmak için, işçi sınıfı kendi örgütlenmelerini geliştirmek zorundadır. Bu konuda aklımızın berrak olması gereklidir.

Ve nihayetinde, devrimci mücadele, sertleşen sınıf savaşımına uygun olarak, saflarını daha sıkı tutmak zorundadır. Burjuva ajanlarının, her türden ve her boydan burjuva uzantılarının devrimci saflarda yeri yoktur.

Bu, sınıf savaşımıdır. Egemene karşı, kapitalizme karşı, sömürüye ve aşağılanmaya karşı, özgürlük ve sosyalizm savaşımıdır. Bu savaşta, aklımızın berrak, saflarımızın sıkı olması gereklidir.

İkinci yılında, NATO ve Rusya savaşı

Rusya’nın “özel askerî operasyon” olarak adlandırdığı, Ukrayna’da, NATO güçleri tarafından organize edilen Neonazi örgütlenmeye karşı harekete geçmesi, sanırım tarih olarak 22 Şubat 2022’dir. Yani, üzerinden iki yıl geçmiş demektir. Demek ki Ukrayna, 2 yıldır, Rusya ile NATO arasındaki savaşın arenası hâlindedir.

Bu savaşın ilgiye değer bir “özel” savaş olduğunu söylemek mümkündür. Burada “özel”, kendine has anlamında da ele alınabilir. Zira mesela Moskova’da yaşayan birisi için savaş durumu, çok da günlük yaşamının bir parçası değildir. Aynı şey, Kiev için de söylenebilir. Kiev’de günlük yaşamın Moskova’daki kadar rahat olmadığını söylemek mümkün elbette. Ama yine de bilindik savaş sahnelerinden uzak olduğunu söylemek de çok zor olmasa gerek.

Oysa Kiev’den çok, Moskova ile Washington’daki savaş yansımalarını karşılaştırmak daha doğru olurdu. Bunu düşünüyorsanız, bence de haklısınız.

Ama savaşın bu özel hâli de bu sonuca yol açıyor. Savaş, aslında Ukrayna’da yaşanıyor. Savaşın iki cephesi olan NATO-ABD ile, Rusya ve Çin sanki savaştan çok uzakmış gibi bir gündelik yaşama sahne olmaktadır. Ama ABD, savaşı Ukrayna eli ile yürütüyor ve Ukrayna, eşine az rastlanır bir “salaklıkla”, kendi kıymetini, kendini kukla olarak kullanan efendilerinin hizmetine daha fazla girmekle artıracağını sanıyor.

Sömürgeleşmek, çağımızda yeni “özel” biçimler alıyor; sömürgeleşmek, aynı anda kukla olmak anlamına da geliyor.

Bizim ülkemizde kuklalaşma sürecini, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yakinen biliriz. Ama Ukrayna’daki süreç, sömürgeleşmenin modern biçimi, bir çeşit “varlığın içinin boşalması” şeklinde ilerliyor. Sanki önceleri daha uzun süre alan bu süreç, şimdi, önce “ruh”un emilmesi ile çok daha hızlı hâle getiriliyor. Tıpkı IŞİD’in bir anda, kafa kesme operasyonları ile reklamını yapan Batı medyasının, onun “devlet” ilanını gizli veya açık tanımasındaki hız gibi. Her ikisi de, emperyalizmin, modern tekelci kapitalizmin ne kadar çürümüş ve elini değdirdiği şeyi de ne denli hızla çürütmekte olduğunu göstermektedir.

Çürümedir bu.

Ukrayna, Neonazilerin ellerine, son derece hızla geçti ve kuklalaştı. NATO ve onun yerli ortakları, katliamlara başladılar ve bu yolla, Rusya’yı “hırpalamak” pahasına, kendi ülkelerini savaş alanı hâline getirmekten çekinmediler.

ABD-İngiltere ve NATO’nun, dünyanın efendilerinin bunu istemesi anlaşılmaz değildir. Ama bir ülkenin kendini bu noktaya getirmesi, kendi topraklarını savaş alanı, kendi halkını da savaş hedefi hâline getirmesi, büyük ölçüde “özel” olarak adlandırılabilir.

Oysa Rusya’nın “özel askerî operasyon” demesi, daha farklı nedenlere dayanıyor. Muhtemelen, Ukrayna savaşı denilmesini kabul etmiyor ve Rusya ve Ukrayna arasında bir savaşı düşünmüyor. Ve yakın zamana kadar, Batı medyası, Rusya-Ukrayna savaşı demeyi sürdürdü. İsrail’e dönük Hamas saldırısı ve ardından, Biden, “iki cephede savaşı götürebilecek kapasitede olduklarını” ifade etti. Yani Biden, savaşın yeni cephesi, Ortadoğu’da, planladıklarından önce patlatılınca, savaşın eski cephesine, “Ukrayna-Rusya savaşı” demek yerine, onun kendi savaşları olduğunu kabul etti.

Artık savaşın adı konulmuş oldu ve bu yaklaşık 1,5 yıl sürdü. 1,5 yıl sonra, ABD, Rusya ile NATO üzerinden savaşta olduğunu kabul etmek durumunda kaldı.

Rusya, hâlâ, Ukrayna’daki müdahaleye, “özel askerî operasyon” demeyi sürdürüyor. Bu Ukrayna halkına karşı topyekûn bir savaş yürütmeme iradesini de göstermektedir. Ama artık savaş daha kapsamlı bir savaştır ve öyle anlaşılıyor ki Rusya, bu savaşı belli ölçülerde kontrol edebilir durumdadır.

Buraya kadar bile, açıktır ki, sadece Ukrayna üzerinden konuşarak, savaşı anlama, durumu kavrama noktasından çok uzaktayız.

Sadece, açık hâle gelmiştir ki, savaşın Ukrayna sahasında bile lokalize edilmesi (Ukrayna’nın her yerinden bu savaşı hissetmek günlük yaşamda izlerini görmek mümkün değildir. Bazı yerlerde savaşı günlük yaşamın içinde hissetmek olanaklı değildir demek abartı olmaz.) gerçekte savaşın dünya çapında sürdüğü gerçeğini örtmemelidir. Ukrayna’daki savaşın bu açıdan özel bir hâli vardır ve Rusya, savaşı tüm Ukrayna’ya yaymamak için dikkat harcamaktadır.

1

Savaş, gerçekte, başta beş emperyalist ülke olmak üzere, Batılı emperyalist güçler arasında başlamıştır. Bu beş emperyalist ülke, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Diğerleri daha az önemli idi. Hep öyle olacağı anlamına gelmez.

Bu Batılı emperyalist dünya, dünyanın yeniden paylaşılması için, ABD hegemonyasının bitişini hedef alarak, kendi konumlarını güçlendirmeye, SSCB çözülür çözülmez başlamışlardır. SSCB yoksa, artık, emperyalist dünyanın başında ABD gibi bir “hoyrat şef”e ihtiyaç olmadığı fikri, elbette sır değildi. Ve bu savaş, ekonomik alanda başladı. Volkswagen’e karşı ABD’nin kestiği cezalara karşı, Google’a Almanya’nın kestiği cezalar devreye giriyordu. Bu konuda hafızasını tazelemekte zorluk çekenler, biraz olsun eski gazete haberleri arasında dolaşırlarsa, epeyce veriye ulaşacaklardır.

Avustralya ile Fransa arasındaki askerî denizaltı anlaşmasının nasıl İngiltere ve ABD hamleleriyle ortadan kaldırıldığını bulun ve okuyun.

Ama sanırım, Merkel’in dinlenmesi sürecinin bizzat Alman istihbaratınca patlatılması ya da Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” şeklindeki tarihe geçecek sözlerini ya da benzer politik olayları herkes hatırlayacaktır.

Bu süreç, sadece masa başında, gizli odalarda, istihbarat teşkilâtları arasında yaşanmadı. Aynı anda, savaş bölgesel savaşlar biçiminde de sürdü. ABD, Irak, Afganistan işgali ile işe başladı. NATO, Afganistan’da tam teşekküllü ama Irak’ta daha az istekli üyelerle arkasındaydı. Her iki savaş da ABD için yeni mevziler tutmak, rakipleri olan Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’ya karşı avantajlı olduğu askerî alandan engellemeler gerçekleştirmek istiyordu. Paylaşılacak alanların çevrelenmesi için mevzi tutuyordu. Ama her ikisi de, tam istenen sonuçları vermedi. Evet, ABD, aslında tam anlamı ile kaybetti denilemez ama kazandı da denilemez hâldeydi. Irak, birçok uzman tarafından, giderek İran etkisine açık bir alan olarak ele alınmaya başlanmıştı. O kadar ki, ABD zaferi İran’a mı yaradı soruları dahi soruluyordu. İran’ın artan etkisi bir gerçek olmasına rağmen bu görüşe katılmıyor olsak da, bu hamlelerin ABD’nin derdine ilaç olmadığını söylemek mümkündür. Nihayetinde, savaşın sonu gelmeden, kimin ne kazandığına karar vermek acelecilik olur. Ve öyle anlaşılıyor ki, savaşın başındayız.

Bu savaşın başı ile sonu arasındaki süre, eğer savaşın başlamış olduğunu kabul etmezsek, görünen o ki, çok uzun olmayacaktır. Savaşın zaten başladığını söylemek mümkündür. Sakıncası da yoktur. Bu durumda, İkinci Dünya Savaşı’ndan uzun süreceğini söylemek mümkündür. Bu açıdan, savaşın, tam bir dünya savaşı hâline gelmiş olmadığını görmek doğru olur. Diğeri, savaş zaten başlamıştır, elbette bir vurgudur.

ABD, Afganistan ve Irak savaşları ile derdine çare bulamadı. Neydi derdi? Derdi, hegemonyasını sürdürmek, ABD hegemonyasının çözülmesini önlemek. İyi ama Batı, eski ortakları, neden bu hegemonyayı, eskisi gibi, SSCB varmış gibi kabul etsinler? Etmek istemezlerdi elbette. Bu nedenle, Libya dosyası açıldı ve AB, ağzına çalınan bu bir parmak bal ile, ABD’nin planlarına tekrar rıza göstermeye yöneldi. Bu noktada, en çok siyasal olarak Fransa’nın, ekonomik olarak ise Almanya’nın hamleleri vardı.

Libya’nın ardından, sıra Suriye’ye geldi.

Suriye, “pandoranın kutusu” oldu.

Suriye savaşı, 2011’de patlatıldı. Ortak NATO operasyonu idi. Bu kez öne çıkan ülkeler, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar oldu. Suriye, kolay lokma sanıldı. Ama hayat kimseye, bir cuma sabahı yola çıkıp, öğlen namazını Emevi camiinde kılma hayalini bu denli kusar gibi söyletmemiştir. Davutoğlu ve Erdoğan ikilisi, ağızlarının salyaları akarak, ABD planlarına balıklama daldılar ve TC devleti, bir ABD tetikçisi olarak, NATO’da da özel bir rol almaya başladı. Artık AB ile ABD arasındaki farklılıklar daha net hâle gelmekteydi. Ekonomisi AB’ye bağlı olan Türkiye, siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin tetikçisi olarak, aslında kendi ekonomisini tahrip etmekte örnekler yarattı. Savaş ve ganimet, Türkiye egemenlerinin çok ilgisini çekti. Kanlı kârlar, soslu et hesabı daha iştah açıcı göründü tekellere. Zaten efendileri de bunu istiyordu. Bugün, Epstein dosyasında ortaya çıkan çocuk ticareti, organ ticareti ve köle yetiştirme programında yer alan 48 bin Türkiyeli çocuğun varlığı, işte bu siyasete, bu yağma-rant ve savaş ekonomisine bağlıdır.

2

Suriye savaşı, nihayetinde Rusya’nın sahaya indiği an oldu. Ve o tarihten başlayarak, ABD savaşın rotasını değiştirmeye yöneldi.

ABD, eski ortakları olan AB ve Japonya’yı yeniden kendi denetimine almak için, NATO’yu finansal açıdan desteklemeyeceğini Trump ağzından kükreyerek söyledi. Ama fazla işe yaramadı. ABD, bu arada, yükselmekte ve dünya pazarına kendi markaları ile girmekte olan Çin’e karşı önlemler almaya, “America First” sloganını yükseltmeye başladı. Trump’ın, meşhur Meksika sınırına duvar örmesi girişimi de bunun bir parçasıdır. Zira ABD, kendi içinden, mesela Teksas’ın ayrılmak isteği gibi bir sürecin yaşanabileceği ihtimaline önlem alıyordu. Doğru ya da yanlış, duvarın, bunu nasıl önleyeceğini kimse bilemedi. Ve duvar, Meksika’dan gelen göçmen akınını önleyemedi. Şimdi, hava ile tokalaşma uzmanı Biden, duvarın yerine bir kanal öneriyor ve kanalda timsahların yüzdürülmesini planladığını söylüyor. Böylece, sınırı geçeni timsahlar yesin, diyor. Bunu ciddiye almalıyız, zira TC devleti, bu tip projeleri duyar duymaz harekete geçer. ABD’den gelen her fikir, onlar için kutsaldır ve hemen harekete geçiricidir. Mesela Suriye sınırına kanal yapıp, içine timsah atmaya kalkarlar. Meksikalılar, timsahların kolay avlanabileceğini söylüyorlar.

Suriye savaşı ile birlikte, ABD kendine yeni bir yol daha çizmeye başladı.

Eski ortaklarını kendi denetiminde tutmak istiyordu.

Önce, radikal İslam’ı kullanmak istediler. Avrupa’da, başta Fransa olmak üzere çeşitli eylemler organize edildi ve doğrusu IŞİD eli ile yapılmış bu eylemlerin CIA eylemleri olduğunu bilmeyen yoktur. Ama radikal İslam, Avrupa’da bir korku yaratsa da, ABD’nin eski ortaklarının ABD hegemonyasını eskisi gibi kabul etmelerine olanak tanımadı. Yani demek ki zayıf kaldı.

İşte Ukrayna hazırlığı o zaman başladı.

Ukrayna, 2014’te darbe ile ele geçirildi ve ardından, azgınca katliamlar, çocuk öldürmeler, insan yakmalar devreye sokuldu. AB, bunu önlemek, buna dur demek yerine sessizliği seçti ve ABD’nin yardımcısı oldu. İngiltere açık olarak devreydi.

Rusya, 2022’nin şubatında, Ukrayna askerî operasyonunu başlatınca, Avrupa’nın, ABD tarafından teslim alınması, birkaç ay bile almadı. Avrupa, Biden’ı “welcome” haykırışları ile karşıladı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” teşhisini koyan doktor olmaktan çıktı ve süt dökmüş kedi gibi boynunu bükmüştür. Almanya, her nasıl korkutulmuş ise, büyük bir istekle savunduğu Kuzey Akım 2 projesinin ABD tarafından sabotaja uğratılmasına neredeyse sevinmiştir. Japonya, aynı biçimde kontrol altına girmiştir. Ve ABD, “eski lider”liğine kavuşmuş edasıyla, Ukrayna savaşında, her yolla Ukrayna’ya silah yığmaya başlamıştır. Ve nihayetinde, bugün, İsrail’e gerçekleşen Hamas saldırısı sonrasında, Ukrayna’da cephede olduklarını açıkça kabul etmiştir.

Savaş, bu aşamadan sonra, ABD önderliğinde NATO ile Rusya ve Çin ittifakı arasında bir savaş hâline geldi.

3

Savaş, gerçekten de ABD-NATO güçleri ile, Rusya ve Çin arasındaki bir savaş hâline gelmeye başladı. Ama burada duracağı kesin değildir. Değildir, çünkü hayat akmaya devam ediyor ve her gün yeni gelişmeler cepheleri farklılaştırıyor.

ABD neden savaşı Rusya ve Çin’e karşı savaşa çevirdi?

Bunun başlıca iki nedeni var.

İlki şudur: ABD, kendi hegemonyasını sürdürebilmek için, tek yol olarak ancak ve ancak diğer emperyalist rakiplerini eskisi gibi kendi denetimi altında tutacak bir araç bulmak istiyordu. Ukrayna süreci, tüm Avrupa’yı teslim alması için büyük bir olanak sağladı. Yine Amerikalı, Avrupa’nın kurtarıcısı oldu. Hem de Normandiya’dan havalı bir çıkış da yapmadan. Onun yerine, Ukrayna topraklarında Naziler eli ile kan dökerek. Kendilerini ABD için feda etmesi beklenen Norveçliler ve Danimarkalar, Hollandalılar yerine, rolü Ukraynalılar aldı ve kendilerini feda etmek için histerik bir istekle, çocuk kanı dökmekte tereddüt etmediler. Ve Avrupa, kendi topraklarını savaş alanına çevirmek için Ukrayna’nın kukla yöneticilerinin oynadığı oyundan çok etkilendi, yerlere kadar eğildiler ve bir daha başlarını kaldırmak istediklerinde, ABD’nin ellerini başlarının üzerinde hissettiler. ABD, daha savaşın ilk gününde bir zafer elde etmişti. Avrupa’nın her yeri Amerikan askerleri ile dolduruldu. Avrupa, işgal edilerek, daha güvenli hâle mi geldi?

Böylece, ABD hegemonyası, “mecburen” AB tarafından, “gönüllüce” ve “kendi güvenlikleri için” kabul edilmiş oldu. Artık bu beş emperyalist güç arasındaki savaş, bu yeni durum altında, üstü örtülü olarak sürmek zorundadır.

Bunun bir de kendisi kadar önemli bir sonucu da var. ABD, bu yolla, savaşı, tıpkı ilk iki dünya savaşında olduğu gibi, kendi topraklarından uzak bir alanda yürütmek istiyor. Birinci Dünya Savaşı ABD topraklarında olmadı. İkincisi de. Bunun faydasını çok gördüğünü söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki ABD, Ukrayna savaşı yolu ile, AB’de örtülü bir işgale varan bir yerleşim gerçekleştirmeyi başarabildiği ölçüde, savaşı da Avrupa’da kabul edebileceğini düşünmektedir. Hayatın böyle akıp akmayacağı ayrı bir konudur. Zira kıtalararası füzeler vb. artık var. Yani bu savaş, nükleer bombaların olmadığı bir dünyada yaşanmayacak.

Bu gerçeğe rağmen, ABD’nin buna hazırlık yaptığı, Avrupa’da Rusya’ya karşı bir duvar diktiği söylenebilir.

İkincisi, ABD, savaşı, Rusya ve Çin’e karşı bir savaşa çevirdi. Bunun için, emperyalist Batılı ortaklarını sadece tehdit etmedi, onlara bir de “havuç” hayali verdi. Bu hayal, Rusya ve Çin’in yenilerek sömürgeleştirilmesi. Bu öyle bir hayal ki, ekonomik kriz içindeki emperyalist dünya için bu, altına hücum, Hindistan’ın “keşfi”, Amerika kıtasının “keşfi”, sınırsız sömürgecilik ve yağma dönemi anlamına geliyordu. Ve hâlâ da bu hayali canlı tutmaya çalışıyorlar.

Çalışıyorlar diyoruz ama şimdiden Alman burjuvazisi, ABD bizi “deindustrializasyon” sürecine soktu, keşke Putin konuşulabilecek birisi olsa, gibi yakınmalara başlamıştır bile.

4

Bu süre içinde, ABD, İngiltere ve NATO, Rusya’nın çoktan yenileceğini öngörüyordu. Rus ekonomisinin yaptırımlar karşısında diz çökeceğini öngörüyordu.

Dahası, Çin ile Rusya’nın birbirinden uzaklaşacağı fikrine sahiptiler.

Her ikisi de gerçekleşmedi.

Anlaşılan, karşı taraf, efendilerin bu öngörülerini önceden hesaba katmış gibidir. ABD Doları’nın rezerv para olması durumunun yaratacağı tehlikeleri öngörmüş ve kendi önlemlerini almakta tereddüt etmemişlerdir.

Rusya, muhtemelen birkaç aylık bir yaptırım etkisinin ardından, hem hazinesini daha da güçlendirerek hem de ekonomik olarak büyüyerek sürece karşılık verebildi. Dahası, IMF, Rusya’nın, 2024 büyüme tahminini, 1,3’ten 2,6’ya çıkartmıştır. Ve yine bildiğimiz kadarı ile, Avrupa’nın, işsizliği en düşük ülkelerinden biridir.

Üstelik Batı, topluca Rusya’nın Batı’daki varlıklarına el koymaktadır ve Rusya henüz böylesi bir yanıt vermiş dahi değildir.

Öte yandan Çin, Davos’ta, tüm yalıtlama ve Rusya’ya karşı tutum alma süreçlerini reddetmiş ve net tutum almıştır.

Demek ki savaş, ABD ve NATO tarafından öngörüldüğü gibi sürmüyor.

Ukrayna’daki sivil kayıpların azlığı, Gazze’deki soykırım düşünülürse, Rusya’nın hanesine yazılacak bir artı olarak ortada duruyor.

Rusya ve Çin, sömürge olmayı kabul etmiyor.

Elbette bu durum, her iki ülkenin de eski sosyalist geçmişlerine gönderme yapmak zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Rusya ve Çin, kuşkusuz sosyalist değildirler. Ama bu süreç nedeni ile zorunlu olarak da olsa sosyalist geçmişlerine yaptıkları her vurgu, emperyalizme karşı direniş tarihini yeniden canlı hâle getirmekte iş görmektedir, kıymetlidir.

5

Gazze savaşı, İsrail’in Filistin’de ortaya koyduğu soykırımının bir yeni aşamasıdır.

Öyle anlaşılıyor, ABD-İngiltere-İsrail, ortaklaşa, İran’a bir saldırı planı yapmışlardı. Yapmışlardı diyoruz, çünkü en azından bunun tarihinin değiştiği, planın ortaya çıktığı açıktır. Bu nedenle, planın tümü ile rafa kalktığını söylemek mümkün olmasa da, bazı değişikliklere uğradığını düşünüyoruz, bu nedenle “yapmışlardı” diyoruz. Yoksa hâlâ bu planları devrededir.

Öyle anlaşılıyor, 2024 yılının baharında, İsrail, bir bahane ile İran’a saldıracaktı. Bu plan, Hamas’ın, İsrail’e saldırısı ile bir anlamda, erken patladı. Durumun ne kadar değiştiğini söylemek o kadar kolay değil. Savaş daha sürmektedir.

Ama eğer bu plan işleseydi, ABD ve İngiltere devreye girmeden önce, muhtemelen, Azerbaycan üzerinden ya da Kafkaslardan İran’a bir saldırı daha gerçekleşeceği düşünülmüş olmalıdır. Nereden çıkartıyoruz? Elbette bilemeyiz ama TC devletinin, IŞİD’li, Afganistanlı bazı savaşçılara, ayda 2 bin dolar maaşla, TC yeşil pasaportunu vererek, çeşitli ülkelere gönderdiğini biliyoruz. Bu süreç, bir emekli asker tarafından, sanırım YouTube’da açık olarak detayları ile anlatılmaktadır. Buradan biliyoruz ki, Avrupa’ya da gönderilen böyle “çeteler” var ama en çoğu, Gürcistan üzerinden çıkış yapmıştır. Sayılarının binlerce kişiyi bulduğu söyleniyor. İşte Azerbaycan üzerinden saldırı görüşü, bu sürece dayanıyor. Azerbaycan üzerinden İran’a bir saldırı ortaya çıktığında, bu durum TC’nin de savaşa (İran’a karşı) girmesi için bir kolaylaştırıcı olacaktır. İşte, Erdoğan’ın yeniden “görevlendirilmesi”nin nedeni, bu savaş planlarıdır. Mesela TC devletinin, bugün, Gazze’de soykırım yaşanırken, ekonomik ve askerî ilişkileri kestiğini düşünün ve ardından, Erdoğan’ın neden “seçilmiş” olduğunu tekrar düşünün.

İşte Gazze’den Hamas eli ile yapılmış olan saldırı, gelişen direniş, sürmekte olan soykırım, bu savaş senaryolarında bazı değişikliklere yol açmış olabilir. Bunu elbette biz bilmiyoruz, bilmemiz de mümkün değil.

Ama Ukrayna bir cephe ise, Ortadoğu, ABD’nin hava ile el sıkışan marifetli lideri Biden tarafından, ikinci cephe olarak adlandırılmıştır.

Ve bu ikinci cephe, daha zorlu bir cephedir.

Bugün, bu ikinci cephede, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Kürdistan’da, Yemen’de, Türkiye’de, İran’da, Lübnan’da, İsrail’de savaş etkisini göstermektedir. Yani aslında savaş bölgeyi sarmaktadır.

Tam da bu noktada, BRICS’in genişlemesinden söz etmenin yeridir. BRICS, İran, Etiyopya, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar’ı alarak genişlemiştir. Evet, BRICS bir askerî pakt değildir. Ancak bu durum, ABD hegemonyası, hatta onunla birlikte Batı hegemonyası dışına çıkmaya başlamış olan bir dünyanın oluşmakta olduğunu göstermektedir. BRICS ekonomisi, şimdiden G7 ekonomilerini geride bırakmış durumdadır.

Ve Çin’in Ortadoğu pazarında geliştirdiği ilişkiler, ABD dışında bir dünyanın oluşmakta olduğunun da kanıtıdır. Bu durumu, detaylıca ele alacak değiliz ama şu sonuca varabiliriz: Tek kutuplu Batı dünyası artık bitmiştir, elbette Batı dünyası orada duruyor ama artık tek kutuplu değildir dünya. Bu nedenle, süreç, tüm bu savaş hamlelerine rağmen, ABD aleyhinde işlemektedir.

İşte ABD’nin, NATO şemsiyesine sarılmasının bir nedeni de budur.

Elbette bu durumda ABD’nin saldırganlığı durmayacaktır. Bundan emin olunabilir. ABD, hegemonyasını kaybetmektedir ve bu durum, öyle sindirerek kabul edeceği bir durum değildir. Tersine, efendi, kendi hegemonyasını, kendi cenneti olarak görür.

6

ABD saldırganlığı, bugün, başlıca 5 noktada ortaya çıkmıştır, çıkacaktır. Elbette, bu 5 nokta, ABD için bir sınır değil. Değil çünkü ABD’nin, saldırmak söz konusu olduğunda, denemeyeceği hiçbir yer ve nokta yoktur.

Bu noktalardan biri Ukrayna’dır. Biliyoruz. Ve Ukrayna topraklarında savaş, aslında NATO’nun yenilgisi ile sonuçlanmıştır. Ukrayna en son, Ukraynalı esirlerin olduğu uçağı düşürmüştür, pazar yerlerini bombalamıştır vb. Aslında bu Ukrayna’da NATO’nun, ABD’nin, işinin bitmediğinin de kanıtıdır. Yenilmişlerdir ama Rusları oylamak için kaç Ukraynalının öleceğinin bir önemi de yoktur. Ve savaşa devam edeceklerdir.

İkinci cephe zaten açıktır, Ortadoğu’dur. Ortadoğu’da, savaşın elinin değmediği yer kalmamış gibidir. Türkiye ve İsrail’in saldırmadığı, ABD ve İngiltere’nin kundaklanmadığı yer yoktur Ortadoğu’da. Ve öyle anlaşılıyor ki, ABD-İsrail-İngiltere, İran’a karşı savaş için yollar aramaktadır. ABD, bölgeye savaş gemilerini yığmıştır.

Ancak buna karşılık, iki gelişme ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, İran, Rusya ve Çin ortak tatbikatıdır. Bu tatbikat, belli ki, İran’a karşı saldırı ihtimalini önlemek için devrededir. Caydırıcı olması beklenendir.

İkinci gelişme ise, Rusya ile İran arasında bir askerî anlaşmanın, kapsamlı bir askerî anlaşmanın imzalanması için oldukça yol alınmış olmasıdır.

Öte yandan ise, İsrail, tüm şiddeti ile Filistin soykırımını sürdürmekte, Lübnan’a saldırmakta, Suriye’ye saldırmaktadır. Aynı konularda, TC devleti ile gelişmiş bir işbirliği vardır. Türkiye, kürsüden İsrail’e sayıp söverken, aslında arka tarafından İsrail ile her türlü işbirliğini sürdürüyor.

Üçüncü saldırı noktası, henüz açılmamış cephelerdendir, Tayvan’dır. Tayvan, özellikle Çin’e karşı ABD’nin saldırı alanı olarak düşünülmektedir. Çin’in bu konudaki tutumu ya da Tayvan sorununun gerçekte ne olduğunun bir önemi yoktur. Vardır ama ABD açısından tüm bunlar birer bahanedir.

Dördüncü cephe, Kafkaslar gibi görünmektedir. Kafkaslarda sürekli olarak ABD’nin bir arayışı olduğunu zaten biliyoruz. Kaldı ki Kafkaslar, İran’a karşı saldırı için, kuzeyden kullanılabilecek bir alan olarak da görünmektedir.

Beşincisi, Karadeniz’dir. ABD, Ukrayna’da kaybettikçe, İngiltere ile birlikte, Karadeniz üzerinden askerî hamleler yapmaya yönelecek gibidir. Bunun belirtileri, Boğazlar ile ilgili hukuku delme girişimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Elbette ABD, dünyanın her alanında, her yerde, sorun ve gerilim çıkartmakta bir beis görmez, her türlü gerginlik ve savaş kundakçılığını yapmaktan kârları vardır. Bu nedenle, bugün öne çıkan bu beş nokta, yarın bir başka nokta ile beslenir.

7

Öyle anlaşılıyor ki ABD, hegemonyasını kaybetmemek için, her türlü hamleyi göze alacaktır. Bu da savaşın daha da büyümesi demek olacaktır.

2024 yılının kasım ayında ABD seçimleri var. Bu seçimlerin öncesinde, eğer bir şey yapacaklarsa, muhtemelen bunu kısa zaman içinde yapacakları beklenmelidir.

Biliyoruz, sonuçta savaş, emperyalist efendilerin her zaman çıkarınadır.

Savaşı önleyecek tek şey, aslında, dünya çapında işçi sınıfı hareketinin ayağa kalkması, dünya halklarının kendi kaderlerini kendi ellerine alma girişimidir. Savaşı, savaşan her ülke için iç savaşa çevirme devrimci taktiği, bugün, savaşı önlemenin, bu savaş sürecinden bir sosyalist devrim çıkışı yaratmanın tek yoludur.

Krizin “kadın hâli” ve kadın mücadelesi

“Kadınların emeğini kapitalistler için çekici kılan,
Yalnızca daha düşük ücretli olması değil, aynı zamanda
Kadınların daha itaatkâr olmalarıdır.”[2]

Farkında mısınız, biz kadınlar, son zamanlarda krizden daha az söz eder olduk… Arşivleri bir karıştırın, 2001, 2009 ve en son da pandemi dönemi 2020’de krizin kadınlar üzerindeki etkisi üzerine tartışmalar dolduruyordu gazete-dergi sayfalarını, ekranları, sosyal medyayı ve salonları. Sendikaların, kadın örgütlerinin başlıca gündem konusu buydu… Covid-19 pandemisinin sonu ilan edildikten sonra bu tartışmalar duruldu, kriz adeta gündemden düştü.

Peki, bitti mi? Bu sorunun yanıtını vermek için ekonomi uzmanı, borsa simsarı, yatırım danışmanı filan olmanıza gerek yok. Geçen hafta gittiğiniz marketteki ya da çıktığınız pazardaki fiyatlarla bu haftakileri kıyaslamanız, geçen aya kadar satın alıp da bu ay almaktan vazgeçtiğiniz gereksinimlerinizi hatırlamanız yeterli…

Hayır, kriz bitmedi. Kronikleşti… 2000’li yılların başından bu yana, kapitalist metropollerin 1970’lerin krizini atlatabilmek için giriştikleri “model değişikliği”nin, yani neoliberal ekonominin onmaz, geri dönüşsüz krizinin içinde yaşıyoruz. Bu nedenle belki alıştık, belki “krizsiz günler”in neye benzediğini unuttuk… Ya da korku filmi bağımlıları gibi, korkmak için bir öncekinden daha dehşetli, daha ürkütücü sahneyi bekliyoruz…

“Geri dönüşsüz” dedim, gerçekten de içinde debelendiğimiz kriz, artık sistemin kendini restore edebileceği boyutları aştı. Bunun en önemli nedeni, yalnızca iktisadî/malî olmaması. Neoliberal ekonominin frensiz talan mantığının itimiyle mevcut hâl,  yaşamımızın farklı veçhelerindeki krizleri tetikleyip onlarla örtüşerek bir “uygarlık krizi”ne dönüştü. Artık “normalleşme” mümkün gözükmüyor. Ve üst üste düşen iktisadî/malî, sosyal/beşeri, siyasal ve ekolojik -krizler kapitalist sistemin kendini onarma yetisini dumura uğratıp daha da saldırganlaşmasına yol açarken, kadınların yaşamlarını da derinden sarsıyor.

O zaman gelin,  bu dört veçheli krizin coğrafyamızda kadınların yaşamlarında ne gibi etkilere yol açtığını kısaca da olsa, irdeleyelim.

İKTİSADÎ/MALÎ KRİZ

 İktisadî/malî krizlerin kadın emekçiler üzerinde (Janus heykeli misali) çifte etkisi olduğu yıllardır söyleniyor. Bunlardan ilki, kadınların kitlesel olarak hane-dışı üretime çekildiği “sanayi devrimi”nden bu yana geçerli: “yedek işgücü” olarak görülen kadınlar, kriz zamanlarında evin esas “ekmek getiricisi”ne yol verip, yeniden üretim maliyetlerini düşürmek üzere yine işten çıkartılıyorlar.

Ancak son dönemlerde bunun tersi bir eğilimin devreye girdiğini gözlemliyoruz. Kadın emekçilerin daha ucuza, daha uzun süreler çalışmaya razı olup aynı zamanda yeniden üretim “işlerini” de bedelsiz olarak üstlenmeye yatkın olduğunu sezinleyen patronlar, kriz dönemlerinde kadın işçi istihdamına yönelmeyi tercih eder gözüküyor. Nitekim Türkiye’nin en “güvenilir” (?!!) kurumlarından biri olan TÜİK’in verileri de bütün ihtiyat payına rağmen, bu eğilimi doğruluyor. Bu verilere göre Türkiye’de erkek işsizliği oranı Aralık 2022’de % 8.2 iken Aralık 2023’de % 7.1’e düşmüş gözüküyor. Erkek işsizliğinde 1 yıllık gerileme oranı: % 1.1. Buna karşılık Aralık 2022’de % 14.4 olan kadın işsizliği, Aralık 2023’de yüzde 12’ye gerilemiş. Gerileme oranı: % 2.4. Bir başka deyişle patronlar, işe almada kadınları tercih etmiş…[3]

Sizce neden? Patronlar kadınların “güçlendirilmesi” gerektiğine inanıp buna katkıda mı bulunmak istiyorlar? Yoksa tarihsel işbölümü içinde kadınların itaatkâr, uysal, konsantrasyon yetisi yüksek, dikkatli ve de en önemlisi, talepkârlık düzeyi düşük olması nedeniyle mi, yani kâr marjlarını korumak ya da yükseltmek için mi tercih ediyorlar onları? Öyle ya, geleneksel işbölümü kadınlara, çalışıyor da olsalar, esas görevlerinin eve, çoluğa-çocuğa bakmak olduğunu belletmiştir. Bu nedenle de kendilerini genellikle esas ekmek getiren olarak görmezler. Zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlardır, güçlükler atlatıldığında eve dönme hayaliyle… Kendilerini “geçici işçi” olarak algılamaktan vazgeçemezler bir türlü.

Bildiğimiz bir şey daha var: Pandemi sürecinde hizmet sektöründe yaygınlaşan “evden çalışma modelini” patronlar çok sevdi. (Hemen ekleyelim; “evde çalışma” özellikle taşra KOBİ’lerinin tercih ettiği bir model olarak pandemiden önce üretim sektöründe yaygın olarak uygulanıyordu: özellikle tekstil sektöründe, parça başı çalışma olarak…) Sevmekte kendi açılarından haklılar da: personelin yemek, ulaşım, aydınlatma, ısınma, hatta tuvalet giderlerini kendisine yükleyip tasarruf edebiliyor, üstelik de böylelikle işyerindeki örgütlenme, grev, iş yavaşlatma, protesto gibi “nifak unsurlarından kaçınabiliyorsunuz. TÜSİAD’ın, TÜRKONFED’in, TİSK’in, MÜSİAD’ın evde(n) çalışmaya, ya da bir diğer adıyla “esnek çalışma”ya övgüler yağdırması boşuna değil.

Peki “evde(n) çalışma”yı en çok kimler gerçekleştiriyor? Doğru tahmin ettiniz, yine kadınlar… Öyle ki, resmi kaynaklar “esnek çalışma” [yani part time, geçici, evde(n)… bir başka deyişle düşük ücretli, güvencesiz, izole…] modelleri sayesinde kadın istihdamının arttığını bildiriyor; Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş da (düşünün, Çalışma bakanı bile değil!)  “kadınların ev ve iş hayatı arasında tercih yapmak durumunda kalmaması için” esnek ve uzaktan çalışma, hibrit çalışma modelleri üzerinde durduklarını müjdeliyor!

Bu “müjde” bizi iktisadi krizin kadınlar üzerindeki ikinci yüküne getiriyor. Ev işleri, yani yeniden üretim faaliyetlerinin hemen tümüyle kadınların sırtına yıkılması… Krizde işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, dar gelirlilerin alım güçleri daha da düşer. Daralan bütçeyle evi idare etmek, indirimli ürünleri, pazarın ucuz saatlerini kollamak, belki çöpleri karıştırmak, sökükleri dikmek, eski giysileri bollaştırıp onarmak, evdeki yaşlılara, hastalara bakmak, makarna, yumurta, tarhanayla mucizeler yaratmak, Halk Ekmeklerde kuyruk beklemek, evde yalnızken ısıtıcıyı kapatmak, ek gelir için evlere temizliğe gitmek, çorap, bere, atkı örmek… onlara düşer. Bir işte çalışsalar da çalışmasalar da…

Yani kadınlar kapitalizm için çalışsalar da çalışmasalar da “üretim maliyetini düşürücü unsurlardır”… Ucuz, örgütsüz işçilikleri ve bilabedel gördükleri ev işleriyle…[4]

Bu durum kadınlara değer katmaz. Tam tersine, değersizleştirir. Bu “değersizlik”in temelinde kadınlarla erkekler arasındaki tarihsel “hiyerarşi” vardır, hiç kuşkusuz. Erkek çocuk doğduğunda bayram eden, kız doğduğunda yasa bürünen, kız çocukları “babaya itaat, kocaya hizmet” zihniyetiyle yetiştiren, bu coğrafyada yaşayan kadınların yarıya yakınının koca eline bakıyor olmasından beslenen, bekâret zarı takıntılı bir hiyerarşi…

SOSYAL/BEŞERÎ KRİZ

 Ancak kadınların yaşadığı ve giderek bir korku filmini çağrıştıran kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet sarmalı, yalnızca bu “geleneksel” hiyerarşiyle ilgili değil. Aynı zamanda, genel bir değer yitimine yol açan “sosyal/beşerî kriz”in bir sonucu… Kabul etmeli ki 1980’li yıllardaki neoliberal birikim rejimine geçiş, bu ülkede kapsamlı bir “değer altüstlüğü”nü tetikledi. “İyilik yap, denize at…”, “Ne verirsen elinle, o gider seninle”, “alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar”, vb. atasözlerinde tezahür eden alçakgönüllülük, paylaşımcılık ethosu, kısa sürede “kafayı kullan, köşeyi dön”, “altta kalanın canı çıksın”, “gemisini kurtaran kaptan”cılığa dönüştü.

Ülke içi gelir bölüşümündeki uçurum açıldıkça ve birilerinin servetine servet katmasının ancak yığınların yoksullaşmasıyla mümkün olacağının bilince çıkmasıyla birlikte, yeni bireyci ethos, bir insanî çürüme/yozlaşmaya tahvil olacaktı. Empati yerini kibirli bir benmerkezciliğe, acıma duygusu sadizme, okumaya, ilme duyulan saygı hoyrat bir cehalet güzellemesine dönüşürken, toplumun yeni rol modelleri, ne idüğü belirsiz “tiktok fenomenleri” olacaktı…

Bu sosyal/beşerî krizden kadınların payına düşen ise, giderek ağırlaşan, önü alın(a)mayan ve her gün en az bir kadının hayatına mal olan şiddet oldu.  Ve tabii kadınların bedenlerini metalaştıran fuhuş ve porno sektörlerinin vardığı boyut… Eğer bugün depremzede kız çocuklarının Jeffery Epstein’ın pornografik adasında milyarderlere, politikacılara, ünlülere ikram edilmek üzere kaçırılmış olma ihtimalini konuşuyor isek eğer ve dünya yıkılmıyorsa, bu, değersizleşmenin vardığı boyutları bize göstermektedir.

SİYASAL KRİZ

“Sosyal/beşerî kriz”, bir yönüyle malî/iktisadî krizin getirisiyse, bir yanıyla da siyasal krizle bağlantılı. Küresel kapitalist sistemde parlamenter demokrasilerin bir simülasyona dönüşmesi ve yeni-faşizmin yükselişiyle tezahür eden siyasal krize, Türkiye’de egemen sınıfın “kabuk değiştirmesi” eklemleniyor. Taşra kökenli Anadolu Kaplanları’nın “laik” Marmara Baronları’nı tahtta indirmek için giriştikleri kıran kırana mücadeleden söz ediyorum. Akit yazarı Sinan Burhan’ın, sermayenin el değiştirme sürecine değgin “itiraf”ından okuyalım:

“Şöyle 20 yıl geriye doğru bir gidelim…

Türkiye ne hâldeydi ne hâle geldi… Kendini dindar hisseden, mağdur hisseden insanımız bugün özgürlüğe ve konfora kavuştu.

28 Şubat sürecinde Refah Partisi kapatıldı, hükümet devrildi, başörtüsü yasaklandı, imam hatip okulları kapatıldı, devlet daireleri dindarlara kapatıldı. Dindarlar öksüz, dindarlar yetim; dindarlar Necip Fazıl’ın deyimiyle paryaydı. Ekonomik olarak Beyaz Türkler ülkeyi idare ediyordu. Boğaz’da yaşayanların ülkesiydi, bir elleri yağda bir elleri baldaydı, garip guraba umurlarında değildi.  (…)

Bu ülkede Beyaz Türklerin çocukları diplomat oldu, vali oldu, emniyet müdürü oldu, büyükelçi oldu, gazeteci oldu; Anadolu çocukları işe işçi oldu, şoför oldu, ırgat oldu… Ne zaman ki Erdoğan iktidara geldi; insanın kaderi değişti, fakir fukaranın kaderi değişti, Boğaz’daki bir avuç elite karşı doğru insanın önü açıldı. Anadolu insanı bakan oldu, milletvekili oldu, büyükelçi oldu.. Anadolu insanının cebi para gördü, Anadolu insanı tatil yapmaya başladı. Bunları kim yaptı!? Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Başörtülü öğrenciler üniversiteye giremedi, Erdoğan önlerini açtı. Başörtülü polis var, başörtülü asker var. Bunlar hayaldi gerçek oldu.

Nankörlük yapmayın gerçekleri görün. Daha düne kadar adam yerine konulmayan insanlar bugün Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Erdoğan Anadolu insanının zincirlerini kırdı, Anadolu insanlarını mahkûmiyetten, esaretten kurtardı. Siz de yapabilirsiniz, ayağa kalkın dedi. Başörtülü kardeşlerimiz askeri tesislere giremezdi daha düne kadar. Cumhurbaşkanının eşi GATA’ya giremiyordu.

Erdoğan bu engellerin hepsini kaldırdı, Türkiye’yi demokratikleştirdi, Türkiye’yi bir avuç azınlıktan kurtardı, Türkiye’yi diktatörlerden, zalimlerden kurtardı. Erdoğan’ın kıymetini bilmek lazım.

Efendim hırsızlık yapanlar varmış, yolsuzluk yapanlar varmış! Hırsızlık yapar, yolsuzluk yapar suçlu Erdoğan!

Ne yapacak adam günah dinlemiyorsa, hukuk dinlemiyorsa? Herkesin vebali kendi boynuna. Erdoğan her birinin vicdan bekçisi olacak değil ya!”[5]

Çok açık, değil mi? Sinan Burhan “Tayyip Erdoğan Boğaz’dan ülkeyi idare eden (seküler/Batıcı) elitlerin yerine Anadolu insanını (İslâmcıları) geçirdi; bununla da kalmadı, kamu görevlerini İslâmcılara açtı; yeni biçimlenen siyasal İslâmcı egemen sınıfa payanda olacak bir İslâmcı orta sınıf yarattı. (Kamu görevlerinin AKP üyeleri, cemaatler ve İmam-Hatip çıkışlılar arasında pay edildiği unutulmamalı!) Bunlar olurken bir miktar yolsuzluk, hırsızlık da olmuş, e o kadarını da idare ediverin artık…” diyor.

Şöyle söyleyeyim, 2002’den bu yana hükümet olan AKP eliyle sürdürülen bu mücadele, toplumda muhafazakârlaşma/İslâmcılaşma yönelimli bir dönüşümü gerçekleştirme uğraşıyla atbaşı gidiyor. Toplum, İslâm referanslı bir iktidar eliyle, Batıya dönük seküler bir yönelimden, Ortadoğu’ya dönük İslâmi bir yönelime geçişi hedefleyen bir “toplum mühendisliği”ne zorlanıyor.

Bu “toplum mühendisliği”nin kadınlar açısından ağır bir bedeli var. “İslâmcılaşma” esas olarak kadınların bedenleri ve yaşamları üzerinden yürütülüyor. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, boşanmanın güçleştirilmesi, nafakanın sınırlandırılması hedefli tartışmalar, kürtajın fiilen olanaksızlaştırılması, toplum üzerindeki “ahlâk cenderesi” daraltılırken kadınların giysilerini, kamusal alanda boy göstermelerini, özel yaşamlarını hedef alan bir “namus bekçiliği”nin devreye sokulması, özgürlük peşindeki, mücadeleci kadınlara karşı “misogyn” (=kadın düşmanı) bir nefret dilinin kışkırtılması… bu bedele içkin…

EKOLOJİK KRİZ

 Ve nihayet, günümüz kapitalizminin, yeryüzü kaynaklarını büyük bir hızla ve geri dönüşsüz biçimde tüketmesi, mevcut kriz dinamiklerine ciddi bir ekolojik boyutun da eklenmesine yol açtı. Tarımda, örneğin, iklim değişikliğinden kaynaklanan büyük verim kaybı yaşanıyor. 2021 yılı için yalnızca buğday rekoltesinde % 50’ye varan bir düşüşten söz ediliyor. Bu, bir yönüyle kırsal çöküş,  diğer yönüyle ise açlık anlamına gelmekte… BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün 2023 tarihli raporuna göre dünya nüfusunun üçte bire yakını, iklim değişikliği, çatışmalar ve salgın hastalıklar yüzünden gıda erişiminden mahrum kaldı. 691 ila 783 milyon insanın açlıkla karşı karşıya… FAO, gıda krizine bağlı olarak, her gün 1,6 milyon kişinin güvenli olmayan gıdalar sonucu hastalandığını ifade ediyor. Aynı rapora göre, 3.1 milyardan fazla insan da yeterli beslenememekte…[6]

Ülkemizde 2 milyona yakın kadının tarımda çalıştığı düşünüldüğünde, kırsal çöküşün; beslenmenin geleneksel olarak bir kadın işi olduğu düşünüldüğündeyse, açlık tehlikesinin doğrudan birer kadın sorunu olduğu, görülecektir. Kadınlar, kırsalın çöküşünün de, açlık tehdidinin de, ekolojik felaketlerin yol açtığı göçlerin de birinci elden mağdurlarıdır.

NİHAYET

Tüm bunlar neyi mi anlatıyor? Öncelikle kadınların yaşadıklarının ve çektiklerinin iktisadi-siyasal ve toplumsal sistemden yalıtarak ele almanın mümkün olmadığını… Kadınlık durumunun sistemdeki kırılmalardan etkilendiğini… Dahası, aynı zamanda ataerkil işbölümünün kendilerini yerleştirdiği kırılgan konum nedeniyle kadınların erkeklerden farklı biçimlerde ve fazlasıyla etkilendiklerini… Yani kapitalizmin ve onun krizinin bir “kadın hâli”nden söz etmek gerektiğini… Ve nihayet, çürüyen ve çürüten bir sistem (kapitalizm) içerisinde kadın mücadelelerinin kadim hedefi eşitliğe ulaşmanın mümkün olmadığını…

Bu nedenledir ki, kadınların eşitlik savaşımları, artık baştan başa bir kriz rejimine dönüşen kapitalist sistemi hedef almadıkça, ancak kısmî, geçici ve palyatif başarılara ulaşabilecektir. Kadınlar mevzi kaybettikçe daha geri konumlara razı oluyor, daha azla yetinmeye alış(tırıl)ıyorlar. Örneğin, çalışma hayatının yanı sıra ev işlerini de tek başına yüklenmek zorunda olan bir kadın, zamanını dilediği gibi kullanabileceği yanılsamasıyla, “evde(n) çalışma” seçeneğini bir kurtuluş olarak görebiliyor… Aile bütçesini denkleştirebilmek için çırpınan bir kadına verilen sadaka mahiyetindeki destekler (evde bakım ödeneği, evlenme ödeneği, doğum yardımı, “cep harçlığı”, dulluk yardımı…) karşılığını “Allah devlete zeval vermesin” minnettarlığında buluyor… Yoksulluk ve kör şiddet sokağa hâkim olduğunda, başını sokacak bir yuva ve içkisi-kumarı olmayan bir koca, “bulunmaz Hint kumaşı” oluveriyor… Böylesi bir zeminde biçimlenen asgari beklenti düzlemi, kadınların elde ettiği her türlü kazanımı kırılganlaştırıp, geri alınabilir kılmakta.

O zaman, kadın mücadelesi, kendini asla sınıf mücadelesinden ayırmaksızın, çalışıyor olsun-olmasın emekçi kadınları saflarına katmayı hedefleyerek sürdürülmelidir. Örgütlenme alanları fabrikalarda, atölyelerde, bürolarda, tarlalarda çalışan, evlere temizliğe giden, evde(n) çalışan, işsiz kadınlar, küçük dükkânlarını çevirmeye çalışan esnaf kadınlar, ev kadınları, okuyan, iş arayan genç kadınlar… yani yaşayabilmek, geçinebilmek için uğraş vermek zorunda olan tüm kadınlardır.

Ve hedef, kadınların sorunlarını çözmek değil, bu sorunları dile getirmek, taleplere dönüştürmek ve kadınları kendi sorunlarını çözme konusunda kararlı, ısrarlı, kolektif davranmayı ve paylaşmayı bilen mücadele öznelerine dönüştürebilmektir…

15 Şubat 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] Sosyalist Kadın Hareketi’nin 25 Şubat 2024 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Kadınlar: Yetti Artık!” başlıklı forumda yapılan sunum.

[2] Clara Zetkin.

[3] Belirtmeden geçmeyeyim, TÜİK’in açıkladığı, “dar tanımlı” işsizlik oranları… Bir başka deyişle TÜİK, iş bulmaktan umudunu keserek iş aramayı bırakmış olanları, ya da geçici, eksik zamanlı çalışanları, mevsimlik işçileri vb. “işsiz” saymıyor. Bunlar da katıldığında, geniş tanımlı işsiz oranının % 24.7’yi bulduğunu görüyoruz. Bu oran erkeklerde % 19.7’de seyrederken, kadınlarda yüzde 33.2’ye çıkıyor. (“Gerçek TÜİK rakamlarının üç katı: Bir ayda bir milyon kişi işsiz kaldı”, Birgün, https://www.birgun.net/haber/gercek-tuik-rakamlarinin-uc-kati-bir-ayda-1-milyon-kisi-issiz-kaldi-506138)

[4] Unutmayalım, bu ülkede 33 milyon küsur 15 yaş üstü kadının 14.7 milyonu, yani yarıya yakını “ev kadını” (işsizlik istatistiklerinde adı olmayan) “ev kadını”dır.

[5] Sinan Burhan, “Erdoğan Daha Ne Yapsın Nankörler!”, Yeni Akit, 11 Şubat 2024. https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sinan-burhan/erdogan-daha-ne-yapsin-nankorler-44523.html

[6] Aslı Atakan, “Büyük Gıda Krizi Kapıda: İklim Değişikliği ve Savaşlar Milyonlarca Kişiyi Aç Bırakacak”, İklim Haber, 14 Ağustos 2023, https://www.iklimhaber.org/buyuk-gida-krizi-kapida-iklim-degisikligi-ve-savaslar-milyonlarca-kisiyi-ac-birakacak/.

Narkopolitik ve beşerî sonuçları

“Nihil est ut videtur”[1]

Uyuşturucu meselesinin ya da daha doğru bir deyişle narkopolitiğin devreye soktuğu yıkım tüm vahametiyle yerküreden coğrafyamıza karşımızda…

Kapitalizm için bir sermaye birikimi (sömürü) sektörü olarak uyuşturucu “ticareti”nin ne demek olduğu İngiltere’nin 1832’de Çin’e karşı afyon savaşları gerçeğiyle tarihin belleğine kayıtlıdır ve bu bağlamda kapitalizmin “uyuşturucu ile mücadelesi”(?), kocaman bir yalandır.

Geçerken ekleyeyim: ‘Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) raporuna göre, 2020’de yeryüzünde haşhaştan elde edilen afyonun yüzde 85’inden fazlası Afganistan’da üretiliyor. Aynı rapora göre; 2021’de sadece 1 yıl içinde Afganistan’da, tüm dünyadaki kullanıcılara yaklaşık 320 ton saf eroin sağlanıyor.

Afganistan’dan Türkiye’ye doğru akan yoğun göç ile birlikte burada üretilen haşhaş menşeili uyuşturucular da, hızla Türkiye’ye giriyor. Zira Afgan göçmenlerle birlikte uyuşturucu rotası da yeniden düzenlendi. Giriş çıkışlarda hiçbir denetimin olmaması, Afganistan’dan göç eden pek çok kişinin bu yeni oluşturulan rotada birer taşıyıcı olmasına yol açıyor.

Bunun da ötesinde, ülkeye esas uyuşturucu Latin Amerika kartelleri üzerinden giriyor. Bir süredir Latin Amerikalı uyuşturucu kartelleri, Avrupa ve Ortadoğu’ya uyuşturucuyu Türkiye üzerinden sokuyor. Bu uğurda pek çok kartelle ve kimi Latin Amerika hükümetleriyle çeşitli ilişkiler kuruldu. Mersin Limanı bu işler için tahsis edilmiş bir alana çevrildi.[2]

Bunlar böyle olunca uyuşturucu ticareti, tüm yıkıcılığıyla sınırsızlaşıyor!

Örneğin ‘Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi’nin (EMCDDA) ‘2023 Avrupa Uyuşturucu Raporu’na göre, AB içerisinde 2011-2021’de ele geçirilen uyuşturucudaki en büyük artış yüzde 416 ile kokainde, yüzde 260 ile bitkisel kenevirde, yüzde 135 ile metamfetaminde, yüzde 126 ile eroinde, yüzde 123 ile MDMA’da, yüzde 77 ile kenevir reçinesinde ve yüzde 42 ile amfetaminde tespit edilirken;[3] BM’nin bağlı UNODC’un 2023 raporunda, 2021’de dünyada her 17 kişiden biri, toplamda 296 milyon kişi uyuşturucu kullandı: Yani 2021’de dünyanın yüzde 4’ü esrar kullandı, 1 yılda uyuşturucu kullanma oranı yüzde 18, uyuşturucudan ölenlerin sayısı yüzde 17.5 arttı.

Yine UNODC’un raporunda, dünyada kokain tüketiminde ciddi bir artış yaşandığı, buna bağlı olarak arzın da arttığı bilgisi yer aldı. Verilere göre, kokain üretimi, 2021’de 2020’ye oranla yüzde 35 arttı. Kokain pazarının ABD’de ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde oldukça yoğunlaştığı, ancak Asya, Afrika ve Avrupa’da 2020’deki tahmini 21.5 milyon olan kokain kullanıcısı sayısının 55 milyona çıkabileceğine dikkat çekildi.[4]

Dünya genelindeki en yaygın uyuşturucu maddesi eroin ve 12 ila 21 milyon arasında kişi afyon ve türevi madde kullanıcısı durumundayken; afyon ve türevleri arasında en çok kullanılan uyuşturucu madde sıralamasında yüzde 75’le eroin birinci sırada yer alıyor.[5]

Bunlarla birlikte ABD’de eroin benzeri madde kullanımı patlaması yaşanıyor. 2018’den 70 binden fazla kişi aşırı dozdan yaşamını yitirdi. Söz konusu maddelerden kaynaklanan ölümlerin sayısı, aynı yıl trafik kazalarıyla gerçekleşen ölümleri geçiyorken; her yıl giderek artan rakamlara göre günde 130 Amerikalı eroin benzeri madde kullanımına bağlı hayatını kaybediyor.[6]

Öte yandan ‘ABD Ulusal Sağlık İstatistikleri Merkezi’ açıklamasında, 2021’in Nisan’ında sona eren bir yıllık dönemde 100 binden fazla kişinin aşırı doz nedeniyle öldüğü bildirildi. 2020’de de söz konusu nedenden ölümlerin 78 bin civarında olduğu anımsatılarak, yüzde 30 yükseliş görüldüğü ifade edildi.[7]

* * * * *

Gelelim bu meselenin coğrafyamız ile bağıntısına!

Türkiye’de uyuşturucu, büyük bir toplumsal problem hâline geliyor. Çünkü uyuşturucu tüketimi burada artık bireysel değil toplumsal bir karakter kazanmaya başladı. Uyuşturucu baronları ve karteller için paha biçilmez bir yer artık Türkiye. Bunun belli başlı birkaç nedeni var:

Belirttiğim gibi Afganistan’dan Türkiye’ye insan kaçakçılığı işi yapan pek çok çete bir süre sonra daha kârlı olduğu anlaşılan afyon kaçakçılığı işine giriyor. Afganistan’dan çıkan herhangi çeşit bir uyuşturucu çok rahat şekilde insan kaçakçılığı yapan bu çeteler eliyle ülkeye sokuluyor.

Ama ülkeye esas uyuşturucu Latin Amerika’dan giriyor. Meksika’nın en tehlikeli uyuşturucu çetesi Sinaloa kartelinin, fonda mehter marşıyla bozkurt işareti yapan çete üyelerinin Türkiye’deki ortaklarına selam yolladığını gösteren videoları çok konuşuldu. Bu selamlaşma, aslında uyuşturucu trafiğinde oluşan yeni rotayı ifade ediyor.

Kolombiyalı uyuşturucu çetesi Cali kartelinin organize ettiği uyuşturucu sevkıyatının son durağı ise yine Mersin Limanı. Uyuşturucular Kolombiya’dan; çiçek, muz ve kahve kolileri arasında uçakla ABD ve Hollanda rotasını izleyerek İtalya üzerinden Mersin Limanı’na ulaşıyor.

Kolombiya’dan gelen uyuşturucunun bir kısmı Mart 2021’de ele geçirilmişti. Ayrıca Tarım Bakanlığı’nın “Venezüella’dan beyaz peynir ithal edebilir” onayından sonra, Venezüella’dan Türkiye’ye gelen ve Ekram Yıldırım’a ait olduğu söylenen bir gemide, tonlarca kokain yakalanmıştı

Ağustos 2021’de ise Brezilya polisince yakalanan ve son durağı Türkiye olan özel Türk jetinde, 1300 kilo kokain ele geçirildi. İşin ilginç yanı adı geçen uçak, uzun yıllar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılmış TC-ATA tescilli Gulfstream 4 tipi özel jetti.

Balkan mafyasının önde gelen isimlerinin Türkiye’yi üs seçtiği biliniyor. Mafya lideri Vukotiç geçtiğimiz günlerde İstanbul’da öldürüldü. Sırp mafyasının önemli ismi Milan Vujotiç ise İstanbul’da yakalandı. (Peki, Balkan mafyasını bir mıknatıs gibi Türkiye’ye çeken şey neydi?)

Balkan mafyası uyuşturucu ticareti ile hayatta kalan bir organizasyon. Balkan çeteleri uyuşturucunun Avrupa’ya çıkarılması işinde uzmanlaşmış durumda. Anlaşılıyor ki Türkiye’deki varlıkları da uyuşturucu rotasının Türkiye merkezli şekilde yeniden düzenlenmesiyle alâkâlı.

Uyuşturucunun Türkiye merkezli şekilde yeniden organizasyonu kaçınılmaz olarak coğrafyamızda uyuşturucuya ulaşmayı kolaylaştıran bir etki yarattı. Ulaşımın kolaylaşması beraberinde kullanımının da artması demek. Bunun ne kadar büyük bir tehlike olduğu yakında anlaşılacak.

Uyuşturucu probleminin açtığı derin yaralarla yüzleşiyoruz. Çünkü uyuşmuş beyinler bireysel trajedileri de beraberinde getiriyor. Bağcılar’da kafa kesmeyle sonlanan vahşet, bunun bir prototipiydi. Bu prototip salgına dönüşüyor.

Türkiye’de bugün her sınıftan ve ekonomik gelir grubundan insana göre uyuşturucu bulunabiliyor. İsteyen herkes kendi bütçesine uygun uyuşturucuya çok hızlı ve rahat biçimde ulaşabiliyor. Bir ülkede en hızlı ulaşılabilir şeyin uyuşturucu olması korkunç değil mi?[8]

* * * * *

Elbette ve daha da fazlası söz konusu!

Emniyet Genel Müdürlüğü, eroin ile eroinden sonra en tehlikeli narkotik madde olan sentetik metamfetaminin üretiminde kullanılan hammaddenin trafiğinde de Türkiye’nin güzergâh olduğunu açıkladı. Güney Amerika ve Güney Asya’dan gelen uyuşturucunun ara durağı olan Türkiye aynı zamanda, çift yönlü olarak Afganistan’a hammadde geçirilmesinde de kullanılıyor. Ülkede 2021’in Nisan ayında 4.5 ton eroin üretmeye yetecek miktarda 9 ton sıvı asetik anhidrit ele geçirilmesi trafiğin hacmini gösteriyor.

‘Narkotik Suçlarla Mücadele Dairesi’nin hazırladığı ‘2020 Uyuşturucu Raporu’na göre, Türkiye coğrafi konumu ve genç nüfusu sebebiyle uyuşturucudan doğrudan etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Raporda, Türkiye’nin Asya’da üretilen ve Avrupa’ya transfer edilen başta eroin olmak üzere, afyon türevleri kaçakçılığında hedef ülke olduğu bildirildi.

Aynı zamanda Avrupa’da üretilen ve Asya’ya sevkıyatı yapılan sentetik uyuşturucu ve ara kimyasal kaçakçılığında Türkiye’nin transit ülke olduğu kaydedildi.[9]

Evet, Türkiye onlarca yıldır Avrupa’yı hedefleyen eroin kaçakçılığının kilit noktasında yer alıyor. En çok kullanılan yol; Afganistan-İran-Türkiye-Balkanlar güzergâhı. Buna “Balkan Rotası” deniyor. Afganistan hariç dünyada yakalanan eroinin yüzde 60’ı bu rotada ele geçiriliyor. Avrupa Birliği ülkelerinin tümünde yılda 5 ton eroin yakalanırken Türkiye’de bir senede ele geçirilen eroin 20 tondan fazla. Yani tüm AB’nin 4 katı.[10]

Yine ‘BM Uluslararası Narkotik Kontrol Kurulu’nun (INCB) 2022 raporuna göre Türkiye’nin, uyuşturucuların Orta Doğu ve Avrupa’ya ulaştırılmasında köprü vazifesini görüldüğü teyit edilirken; ülkede 2022’de ele geçirilen kokain, 2021’e kıyasla yüzde 42 artışla 2.8 tona ulaşarak rekor düzeye ulaştığına dikkat çekildi ve 2014-2021 arasındaki 7 yıllık sürede toplam ele geçirilen kokain miktarının tam 7 kat arttığı ifade edildi.[11]

* * * * *

Söz konusu narkopolitiğin yol açtığı beşeri sonuçlara gelince; o da şöyle!

i) Türkiye’de uyuşturucu kullanımını hızla artıyor. Ve daha da acısı bu ülkenin sorunlar yumağının içine bir gündem maddesi olarak bile giremiyor. ‘2022 Türkiye Uyuşturucu Raporu’nda tüm rakamlar mevcut. Uyuşturucu kaçakçılığında Türkiye tarihinin rekorları kırılıyor. Türkiye artık transit ülke olmanın ötesinde büyük bir pazar. 2019’da yakalanan metamfetamin (kısa adıyla met) 1 ton 42 kilo iken bu rakam 2020’de 4 kat artmış, 2021’de de 5.5 tona ulaşmış. 81 ilin tamamında satılıyor.[12]

ii) ‘Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi’nin (EMCDDA) ‘2023 Uyuşturucu Raporu’na göre, Türkiye en çok eroinin yakalandığı ülke. Rapora göre, AB ülkelerinde 2021 yılında 9.5 ton eroin ele geçirildi. Sadece Türkiye’de ele geçirilen eroin miktarı ise 22.5 ton.[13]

iii) Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ‘2022 Uyuşturucu Raporu’na göre, kokainin Avrupa’ya girdiği kapılardan biri olan Türkiye’de yakalanan kokain miktarında yüzde 44.9, şüpheli sayısında ise yüzde 6 oranında artış kaydedildi.[14]

iv) Ülkede her 5 hükümlüden biri uyuşturucu suçlusu! Ceza infaz kurumlarında 2022 sonu itibarıyla 340 bini aşan nüfusun 60 bin 258’i uyuşturucu suçlularından oluşuyor.[15]

v) ‘Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi’ (TUBİM) başta olmak üzere bazı araştırma ve rapor sonuçlarına göre 10 yılda madde kullanmaya başlama yaşının düştüğü ve yaygınlaştığı ortaya çıktı. 10 yılda uyuşturucu madde bağlantılı suçlardan ceza infaz kurumlarında bulunanların sayısı yüzde 401, tedavi merkezlerine ayakta başvuruda yüzde 674, yatan hasta sayısında ise yüzde 381 artış meydana geldir. Alkol ve madde bağımlılığı tedavi ve eğitim merkezlerinin sayı ve yatak kapasitelerinin artırılmasına rağmen artan hasta talebini karşılayamıyor.[16]

vi) Bütün dünyanın kâbusu olan bir şey metamfetamin. Türkiye’de de sokak aralarında satıldığını, internetten bile ulaşıldığını duyuyoruz. Çok tehlikeli bir uyuşturucu, eroin kadar tehlikeli ve bağımlılığa yol açıyor.[17]

vii) Sentetik uyuşturucu metamfetamin kullanımı uyuşturucu kaynaklı her iki ölümden birinin nedeni olacak şekilde büyüdü. 2009’da İstanbul, 2015’de ise 54 ilin sokaklarında görülen metamfetamin 81 ile yayılmış durumda.[18]

viii) Uyuşturucu ticaretinin geçiş noktası olan Türkiye’de uyuşturucu satışları da sosyal medyaya yansımış durumda. WhatsApp, Telegram gibi haberleşme uygulamaları üzerinden kurulan gruplarda zehir tacirleri insanlara ulaşıyor. Özellikle ‘Metin Amca’ diye tabir edilen metamfetamin satışları oldukça fazla. Gruplarda anlaşan alıcı ve satıcılar alışveriş yapıyor. Bunun dışında diğer uyuşturucu ürünleri de satılıyor. Ayrıca silah ve sahte para satışları da bu gruplarda yapılıyor.[19]

ix) Türkiye, metamfetamine bağlı ölümlerde Avrupa’da ikinci sırada yer alırken; madde kullanma yaşı 14’e kadar düştü.[20]

x) Sentetik uyuşturucu kullanımı kaynaklı ölümlerde Avrupa ülkeleri arasında ilk sırada yer alan Türkiye’de, “Bağımlılıkla Mücadele” için belirlenen hedefler tutturulamadı. Gençlik ve Spor Bakanlığı, hedefteki gençlerin yalnızca yüzde 27’sine ulaşabildi. 2020’de Bağımlılıkla Mücadele eğitimi verilmesi planlanan 171 bin 525 gencin yalnızca 46 bin 500’üne ulaşıldı.

xi) ‘BM Uyuşturucu ve Suç ile Mücadele Dairesi’ (UNODC) verilerine göre, 2019 istatistikleri, sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye’nin Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer aldığını ortaya koydu. Türkiye’de büyük ölçüde dini vakıf ve cemaatlere bırakılan, “Uyuşturucu ile mücadele” konusunda Gençlik ve Spor Bakanlığı, belirlediği hedeflere ulaşamadı.[21]

xii) Türkiye’de 2.5 milyon kişi en az bir kez uyuşturucu kullanıyor. Bağımlıların ailelerini ve yakınlarını hesaba kattığımızda, en az 10 milyon kişinin uyuşturucu sorununun etkilerini yakından hissettiği görülür. 2021’de güvenlik birimleri uyuşturucuyla mücadele kapsamında 215 bin 228 operasyon yapmış, 293 bin 905 kişi gözaltına alınmış. Uyuşturucu kullanımı, hızla yayılarak 81 ili sardı.[22]

xiii) Türkiye’de uyuşturucu kullanımının ulaştığı dramatik boyutta; ‘Uyuşturucu ile Mücadele Danışma Hattı’nın (ALO 191) verilerine göre yapılan başvuru sayısında 2022’de adeta patlama yaşadı. Veriler, Türkiye’deki dramatik tabloyu açığa çıkardı: 7 yılda 12 kat artan başvuru sayısı 2022’de 730 bine ulaştı.[23]

xiv) Tedavi gören madde bağımlısı hastaların yüzde 54’ünü işsizler oluştururken son yıllarda merkezlere ayakta başvuruda yüzde 674, yatan hastada yüzde 381, madde bağlantılı ölümde de yüzde 220 artış oldu. Bir türlü çözülemeyen işsizlik sorununun madde bağımlılığının artmasında önemli bir etken olduğu, madde bağımlılığı sorunundan işsiz ve yoksulların çok daha fazla etkilendiği ortaya çıktı. Tedavi gören hastaların yüzde 53.9’u işsiz, yüzde 10.4’ünün düzenli işi yok, yüzde 28.9’unun düzenli işi var ve yüzde 2.7’si ise öğrenci.[24]

xv) Türkiye’de 2022 “uyuşturucuda rekor yılı” olarak kayıtlara geçerken; uyuşturucu ile mücadele çalışmaları kapsamında 2022’de, yalnızca Ticaret Bakanlığı’na bağlı birimlerin 555 adet yakalama gerçekleştirdiği öğrenildi. 2022’de ele geçirilen uyuşturucu maddenin büyüklüğünün 2021’e oranla yüzde 33 daha fazla olduğu bildiriliyor.

Ticaret Bakanlığı’nın 2022 faaliyetlerine ilişkin verilere göre, 2022’de toplam 14 bin 2 ton uyuşturucu madde ele geçirildi. 2022’de Ambarlı Limanı’nda 2.1 ton captagon hap yakalandığı ve bu tutarın, “Türkiye’de tek seferde ele geçirilen en yüksek miktarlı captagon yakalama olayı olduğu” kaydedildi.

Uyuşturucu maddenin yanı sıra uyuşturucu yapımında kullanılan ara kimyasal maddeler de uyuşturucu ile mücadele faaliyetlerine takıldı. Bu kapsamda 2022’de 58 bin 351 kilogram ara kimyasal madde yakalanırken, yakalama oranında 2021’de göre yüzde 30 artış yaşandı.[25]

xvi) Avrupa’daki şehirlerin atık sularında en çok metamfetamine rastlanan ülke Çekya oldu. Bunu Litvanya, Türkiye ve Kıbrıs izledi. EMCDDA’ın 2022 verileri, ülkenin uyuşturucu batağına saplandığını gözler önüne serdi: İstanbul ve Adana, metamfetamin kullanımının yükseldiği kentler arasında.[26]

xvii) Önemli bir örnek! Antalya Adliyesi’nde memurların uyuşturucu ticareti: Emanetten çalıp satıyorlarmış! Antalya’da evinde 117 gram kokain ele geçirilen şahıs, kokaini Antalya Adliyesi Adli Emanet Memurluğu’nda görevli zabıt katibi Gençay H.A.’dan aldığını söyledi. Bunun üzerine başlatılan soruşturmada, adliyenin emanetinde kontrol yapıldı ve 6 kilo kokainin eksik olduğu tespit edildi. Memurlar ile şahıslar arasında geneli milyonlarca lirayı bulan yoğun ve düzenli para akışının olduğu belirlendi.[27]

xviii) Türkiye’de yoksul ve eğitimsiz kesim arasında uyuşturucu kullanımı çok yüksek oranda. Emniyetin istatistiklerine göre uyuşturucu kullananların sadece yüzde 7’si yükseköğrenim görenlerden oluşuyor.[28]

xix) Uyuşturucu kullanımı artarken ‘Emniyet Genel Müdürlüğü 2022 Yılı Faaliyet Raporu’na göre bağımlılıkla mücadele için ayrılan bütçenin sadece üçte birini kullanarak 310.6 milyon TL harcadığı ortaya çıktı.[29]

* * * * *

Ve beşeri yıkım: Küresel çapta artış gösteren uyuşturucu madde sorunu, toplumların geleceğini tehdit etmektedir. Uyuşturucuyla bağlantılı suç ve asayiş olaylarında patlama yaşanmaktadır. Örneğin, Türkiye’de, ceza infaz kurumlarında uyuşturucu madde bağlantılı suçlardan dolayı 100 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Yapılan araştırmalar 12-18 yaş arası gençlerin büyük risk altında olduğunu, bağımlıların büyük kısmının 25-35 yaş grubunda olduğunu göstermektedir.[30]

Uzmanlar, “Bir toplumun yüzde 4’ü uyuşturucu illetinin kurbanı olduktan sonra o toplumun kendi kendini sağlıklı bir şekilde idame ettirmesi mümkün değil” diyorlar![31]

Ayrıca eklemeden geçmeyelim: Uyuşturucu coğrafyamızın en derin yaralarından. En tepedekilerin yani uyuşturucu baronlarının Türkiye’de at koşturmasına izin verildiği sürece bitmeyecek.

Farkında mısınız? AB’nin ‘Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi’nin 2019 raporu, (üstelik Türkçe olarak da açıklansa da) her nedense(?) insanlığın, çağımızdaki bu önemli sorununun 98 sayfalık raporu, özetle de olsa, basınımızda yer almadı!

Bir başka önemli sorun da “narkotik olayların” tümü basınımıza ve TV’lere, hatta “uyarıcılar (sitümilan)” bile “uyuşturucu (depresan)” olarak yansıtılıyor olmasıydı ki bu da tesadüf değildi![32]

* * * * *

“İyi de bunlar neden mi”?

“Kapitalizm yasal mafyadır; mafya da yasa dışı kapitalizm” biçiminde ifade edilen diyalektikten!

Bilmem duydunuz mu?

‘Küresel Organize Suç Endeksi’nde Türkiye, 193 ülke arasında 12. sırada.

BM Raporu’nda ise dehşet verici bir tespit var… Rapor’da, “Türkiye’de devletin suç örgütleriyle arasına yeterince mesafe koymadığı” belirtiliyor.

Ve şu ürpertici teşhis konuyor: “Türkiye’de mafyatik yapılar her zamankinden daha fazla devlet içerisinde yer alıyor.

Türk hükümeti, altın ve petrol ticareti, insan kaçakçılığı ve silah kaçakçılığı gibi belirli suçları sık sık kendi ikbali ve siyasi amaçları için kullanıyor.”

Raporun Türkiye bölümünde şunlar deniyor: “Eroin, Türkiye’deki uyuşturucu ticaretinde açık ara birinci sıradadır.

Türkiye’nin, en önemli eroin üreticisi Afganistan’a yakın olması, ayrıca Avrupa ile Ortadoğu’daki önemli tüketici pazarlarına yakınlığı, Türkiye’yi eroin ticaret zincirinde önemli bir geçiş noktası hâline getirmiştir.

Türk organize suç çeteleri, Avrupa’ya toptan eroin ithalatını büyük oranda kontrol ediyor.”[33]

Yine ‘Insight Crime’ yetkililerine göre Türkiye’de uyuşturucuya bulaşmış suç örgütlerinin, Asya’dan Avrupa’ya yapılan eroin sevkıyatından ve kaçakçılıktan edindiği deneyim, Asya ve Avrupa’daki organize suç örgütleriyle bağlantıları, kokain ticareti için de önemli olanaklar sunuyor![34]

Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır ile Antalya Milletvekili Rafet Zeybek’in hazırladığı kapağında “Mafya-Siyaset-Ticaret İlişkileri” yazan raporda, Türkiye’deki mafyanın siyaset için mi yoksa siyasetin mafya için mi olduğunu sorgulanan, “narkopolitik” tespiti yapılıyor:

“Başta Meksika, Kolombiya olmak üzere Güney Amerika ülkelerinde uyuşturucu kartellerinin kazançlarını korumak, uyuşturucu ticaretini sorunsuz yapabilmek için kendi ülkelerinde kendi işlerine yardımcı olan siyasilere verdikleri destek üzerine oluşan narkopolitik kavramı ile uyuşturucu kartelleri uyuşturucu ticareti için yasal ve politik koruma sağlayacak siyasilere yerel ve genel destek vermektedirler. Karteller oy satın alma ve baskı ile seçmen üzerinde etki etmekte, destek verdikleri siyasilerde yasal koruma ile yargı ve kolluk garantisi vermektedir. (…)

Sedat Peker’in iddiaları uyuşturucu, rant, “FETÖ” borsası, şantaj üzerine kurulan mafya, ticaret, siyaset üçgeninin Türkiye’de siyasi iktidar mensupları ve onlara yakın patronlar üzerinden işlendiğini göstermiştir.

Tüm süreç içinde Panama’da ele geçen ve Mersin Limanı’na gelecek olan gemide 616 paket kokain yakalanması üzerine yeni uyuşturucu rotalarının belirlenmesi iddialarında eski Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ın deniz ticareti iş sahasında olması, Venezüella ziyaretinde bulunması, Kıbrıslı iş insanı Halil Falyalı ile yakınlığı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın Bodrum’daki marina yönetiminde olması ve bu marina üzerinden dağıtımın organize edilmek istendiği iddiaları, narkopolitik konusunun ülkemizdeki etkinlik düzeyini göstermektedir.”[35]

Denilebilir ki devlet-mafya-siyaset üçgeni bataklığına gömülmüş Türkiye’de artık mafya yeraltında değil. Aksine yer üstünde şov yapıyor.[36]

Türkiye dünyanın kirli ve kanlı parasının temizlendiği çamaşırhaneye dönüştürüldü. Bunun sonucunda Türkiye, OECD’ye bağlı Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine Yönelik Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından gri listeye alındı.

İstanbul Fatih’teki bir döviz bürosunun merkezinde yer aldığı dolandırıcılık davasında kara para itirafları yağdığı gibi: “Varlık barışı adı altında Türkiye’ye TIR’larla para getiriyorduk… İki yılda ticaret hacmimiz 100 milyon avrodur… Bu para kayıt dışıdır.”[37]

* * * * *

Daha fazla söze hacet var mı?

Bu kadarı yeter de artar değil mi?

16 Şubat 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] “Hiçbir şey göründüğü gibi değil”

[2] Cem Serhat Halis, “Uyuşturucu Cehennemine Hoş Geldiniz”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:812, 2 Ekim 2022, s.3.

[3] Ayça Söylemez, “Son 10 Yılda Yakalanan Kokain Yüzde 416 Arttı”, Birgün, 20 Haziran 2023, s.9.

[4] Ayça Söylemez, “Meksika’nın Hayaletleri”, Birgün, 4 Nisan 2023, s.7.

[5] “Terörün Para Kaynağına Darbe”, Türkiye, 17 Ekim 2013, s.9.

[6] “Eroin Benzeri Madde Kullanımında Patlama: 2018 Yılında 70 Binden Fazla Kişi Öldü”, 5 Mart 2019… http://haber.sol.org.tr/bilim/eroin-benzeri-madde-kullaniminda-patlama-gecen-yil-70-binden-fazla-kisi-oldu-257888

[7] “ABD’de Aşırı Doz Uyuşturucudan Ölenlerin Sayısı Bir Yılda 100 Bini Aştı”, 17 Kasım 2021… https://www.indyturk.com/node/436896

[8] 3 Ekim 2022… https://twitter.com/CanSerhat_Halis/status/1576990038524833792

[9] Nurcan Gökdemir, “Uyuşturucuda Kilit Rota Türkiye”, Birgün, 25 Mayıs 2021, s.5.

[10] Timur Soykan, “Kokainin Yeni Rotası: Türkiye”, Birgün, 10 Mayıs 2021, s.7.

[11] “Türkiye Uyuşturucunun Merkezi: 7 Yılda Ele Geçirilen Kokain Miktarı 7 Kat Arttı”, 29 Haziran 2023… https://odakdergisi2.com/bm-raporuna-gore-turkiye-uyusturucunun-merkezi-7-yilda-ele-gecirilen-kokain-miktari-7-kat-artti-2022-yilinda-ele-gecirilen-kokainde-bir-onceki-yila-gore-yuzde-42-artis-var/

[12] Özlem Yüzak, “Uyuşturucu… 6’lı Masa Neden ‘Tek Ses’ Olmuyor?”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2022, s.11.

[13] Ayça Söylemez, “Son 10 Yılda Yakalanan Kokain Yüzde 416 Arttı”, Birgün, 20 Haziran 2023, s.9.

[14] Nurcan Gökdemir, “Türkiye Kokainde Pazar ve Rota”, 17 Temmuz 2022, s.8.

[15] “Ülkede Her 5 Hükümlüden Biri Uyuşturucu Suçlusu”, Birgün, 20 Haziran 2023, s.9.

[16] Sibel Bahçetepe, “Madde Kullanımı Korkutuyor”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2017, s.12.

[17] Timur Soykan, “Uyuşturucu Trafiği ve Metamfetamin”, Birgün Pazar, 26 Kasım 2023, s.11.

[18] Nurcan Gökdemir, “İki Ölümden Biri Metamfetamin”, Birgün, 26 Ağustos 2022, s.10.

[19] Mustafa Kömüş, “Sohbet Gruplarında Uyuşturucu Satışı”, Birgün, 20 Haziran 2023, s.9.

[20] Dilan Ayırkan, “Ölümlerde Avrupa’da İkinci Sırada”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2022, s.6.

[21] Mustafa M. Bildircin, “… ‘Bağımlılıkla Mücadele’ Hedefi Tutturulamadı”, Birgün, 24 Ekim 2020, s.6.

[22] Yüksel Mansur Kılınç, “Uyuşturucu ve Toplum Huzuru”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2022, s.2.

[23] Mustafa Bildircin, “Bir Yılda 730 Bin ‘İmdat’ Çağrısı”, Birgün, 23 Mart 2023, s.7.

[24] Olcay Büyüktaş, “İşsizlik Madde Bağımlısı Yapıyor”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2018, s.2.

[25] Mustafa Bildircin, “Uyuşturucuda Her Yıl Yeni Rekor”, Birgün, 16 Mart 2023, s.6.

[26] “Bu ‘Gurur’ AKP’nin”, Birgün, 30 Mayıs 2023, s.9.

[27] “Antalya Adliyesi’nde Memurların Uyuşturucu Ticareti”, Birgün, 29 Eylül 2023, s.9.

[28] Nurcan Gökdemir, “Suç Ülkesinde ‘Ucuz’ Ölümler: Uyuşturucu Kullanımı ‘İşsiz ve Eğitimsiz’ Kesim Arasında Daha Yaygın”, Birgün, 16 Temmuz 2022, s.6.

[29] Mustafa Kömüş, “Uyuşturucu Bütçesinin Sadece 3’te 1’i Harcandı”, Birgün, 8 Mart 2023, s.9.

[30] Özkan Yıldız, “Uyuşturucunun Politik, Ekonomik ve Sosyal Etkileri”, Birgün Pazar, 26 Kasım 2023, s.10.

[31] Mehmet Altan, “Gözleri Çıkarılmış Bir Ama Gibi…”, 28 Ağustos 2023… https://artigercek.com/makale/gozleri-cikarilmis-bir-ama-gibi-263112#google_vignette

[32] Özgen Acar, “Uyuşturucular, Uyarıcılar… (2)”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2019, s.12.

[33] Mehmet Altan, “Gözleri Çıkarılmış Bir Ama Gibi…”, 28 Ağustos 2023… https://artigercek.com/makale/gozleri-cikarilmis-bir-ama-gibi-263112#google_vignette

[34] “Uyuşturucunun Merkezi Olduk”, 29 Haziran 2023… https://www.birgun.net/haber/uyusturucunun-merkezi-olduk-449065

[35] Barış Terkoğlu, “Mafya İçin Siyaset, Siyaset İçin Mafya: Narkopolitik İktidar Kuruldu”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2022, s.6.

[36] Timur Soykan, “Mafya Yapım Sunar”, Birgün, 26 Aralık 2022, s.7.

[37] Timur Soykan, “Kara Para İtirafları”, Birgün, 28 Aralık 2022, s.10.

2024 yılında Türkiye ekonomisinde yaşanacak olanlar

Dört yıllık üniversite öğrenimi görüp görmediği tartışma konusu olan biri kendisini ekonomist ilan ettiğinden beri sokakta yürürken kolunuzun değdiği her insan kendisini ekonomist olarak görmeye başladı. Böylelikle ekonomist sayımız da rekor kırdı. Muhtemelen dünyada en fazla ekonomist barındıran ülke hâline geldik.

Hâl böyle olunca, ekonomi ile ilgili yorumlar da tekdüzeleşti. Gerçekte hayli karmaşık bir bilim olan ve bir yorum yapabilmek için derin bilgi birikimi ve yoğun analizler gerektiren ekonomi oyuncak hâline geldi insanların dilinde.

Misal enflasyon; adeta tekerleme oldu enflasyon yüksek mi? O hâlde faizleri yükseltmek gerek. Faizleri yükseltirsin hoop enflasyon düşüverir aşağıya. Ne kadar basit değil mi?

Gerçeğin görünenden farklı olduğunu anlayabilmek için ülke ekonomisinin kayyuma devredilmesi ve kayyum Mehmet Şimşek’in ekonominin dümenine geçmesi gerekiyormuş demek.

Öyle ya beyefendi makamına oturduğu günden bu yana henüz bir yıl bile dolmadığı hâlde TCMB politika faizi %8,5’ten %45’e yükseldi.

Beyefendinin makamına oturduğu tarihte aylık bazda %3,92, yıllık ise %38,1 olan enflasyon Ocak 2024 itibarı ile aylık bazda %6,70 yıllık olarak ise %64,86 olarak gerçekleşti.

Burada referans olarak alınan rakamlar TÜİK verileridir. Elbette gerçeği yansıtmamaktadırlar. Ancak yazının kapsamı açısından bunun bir önemi yok. Çünkü TÜİK verileri de bu gerçeği gizleyemiyor:

Faizlerin yükselmesi enflasyonu düşüremedi.

Peki neden?

Şu soruyu yanıtlayarak başlayalım işe:

Faizin yükselmesi enflasyonu neden etkiler?

Yanıt açık. Yüksek faiz insanların harcanabilir gelirlerinden tasarruf yaparak gerçekleştirdikleri birikimleri değerlendirmeye ve böylece birikimleri ile para kazanmaya yönlendirir. Bir de borçlanarak harcama yapılmasının önüne geçer. Her iki durumda da talep azalır. Azalan talep nedeni ile ürün ve hizmetlerin fiyat artış hızı düşer, bunun sonucunda da enflasyon frenlenir.

Ancak bunların gerçekleşebilmesi için öncelikle insanların temel gereksinmelerini (yeme, içme, giyinme, barınma) karşılayacak bir gelir düzeyine sahip olmaları, ayrıca borçlanmaktan korkmayacak bir iş güvencesine sahip olmaları gerekir. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) 2022 yılı verilerine göre nüfusunun yaklaşık %20’sinin yeterli gıda tüketemediği, yine Birleşmiş Milletler tarafından 2023 yılında hazırlanmış olan “Sürdürülebilir Kalkınma Raporu”na göre nüfusunun %70’ten fazlasının açlık (ve yoksulluk) sınırı altında bir gelir ile yaşamaya mahkûm olduğu bir ülkede faiz oranlarını yükselterek enflasyon oranındaki artışın kontrol altına alınabilmesi olası değildir. Bu verilerin de açıkça gösterdiği gibi insanların önemli bir kısmının temel gereksinmelerini karşılayabilecek bir gelire sahip olamadığı bir ülkede yaşamaktayız. Bu ülkede insanlar yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek için gerekli olan gıda vb. harcamalarını gerçekleştirebilmek amacı ile kredi kartı kullanıp borçlanmaktalar. Bu kesimden talep kısmalarını beklemek onların kendilerini açlığa mahkûm etmelerini beklemek olur. Bu da insan aklı ile alay etmek demek.

Şunu ifade etmek istiyorum; insanların yaşamalarını sürdürebilmek için borçlanmak zorunda oldukları ekonomik koşullarda faiz oranlarını yükselterek talebin kısılmasını sağlamak mümkün değildir çünkü talebin ağırlığı yaşamın devam etmesi için gerekli olan temel mal ve hizmetlere yöneliktir. Çok basit bir örnekle; faizleri yükselterek ekmek talebi kısılmaz diyebiliriz söz gelimi.

Bu şartlar altında faiz oranlarını arttırmaya devam edip kredi kartlarına uygulanan faizleri yükselttiğiniz takdirde talebi kısayım derken insanları açlığa mahkûm eder, toplumsal patlamalara neden olabilirsiniz.

İçinde bulunduğumuz ekonomik koşullarda faiz yükseltmenin enflasyonu kontrol altına almak için yetersiz olduğunu çünkü enflasyonun esas olarak talep fazlalığından kaynaklanmadığını açıklamaya çalıştım buraya kadar. Peki, hiç mi yararı olmaz bu önlemin?

Hayli kısıtlı bir yararı olur elbette.

Temel gereksinmelerini karşıladıktan sonra artan geliri olan kesimin içinden bilgisayar, telefon, ev eşyası, tatil gibi kalemlere harcama yapabilecek ancak bu harcamaları bir seferde karşılayamadıkları için taksitlendirmeyi tercih edenler etkilenirler bu durumdan. Bu kesimin güncel korkusu “işini yitirme” olasılığı da işin içine girince bu tür harcamaları daha dikkatli yapacaklar kuşkusuz.[1]

Bu kesimin yukarıda sözü edilen harcama kalemlerinde daha dikkatli davranması, talebi bir miktar aşağı çekse de enflasyonu aşağı çekecek bir ağırlığı olmaz.

Şu hâlde talebi aşağı çekerek enflasyonu indiremezsiniz Çünkü enflasyonun nedeni talep fazlalığı değil.

Peki ne? Biraz derinleştirelim analizimizi.

Enflasyona neden olan faktörlerin en önemlilerinden biri kamu harcamalarıdır. Eğer kamu harcamaları kamu gelirlerinden fazla ise enflasyon kaçınılmaz olur.

Bu mekanizmanın işleyişi şöyle olur:

Kamu, harcamalarını karşılayabilmek için borçlanmak zorunda kalır. Piyasaya tahvil çıkartır bu amaçla. Tahvillerin alıcı bulabilmesi için mevduat faizi üzerinde bir faiz ödemesi gerekir.

Söz gelimi TCMB politika faizinin %8,5 olduğu dönemlerde devlet tahvilleri ancak %37,5 faiz oranı ile alıcı bulmakta idi (https://www.bloomberght.com). İş bu kadarla kalırsa enflasyon kontrol edilebilir. Ancak borçlanma yolu ile de kamu harcamaları ve kamu giderleri arasında denge kurulamazsa o zaman bütçe açığı meydana gelir. Bütçe açığının oluşması ise enflasyonun dizginlerini boşaltır.

Burada Türkiye’nin bütçe açıklarına bakmak gerekiyor.

Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin son beş yıllık bütçe açıkları aşağıdaki gibi:

YIL BÜTÇE AÇIĞI (MİLYAR TL)
2019   85,8
2020 140,6
2021   61,9
2022   45,6
2023 512,6

Kaynak: Hazine ve Maliye Bakanlığı.

Gerçi bütçenin açık vermediği yıl yok ama 2022-2023 yılları arasındaki fark ilgi çekici. Aradaki fark tam 11.2 kat.

Peki bütçe açığı nasıl etkiliyor ekonomiyi?

Kamu para basıyor açığı kapamak amacı ile.

Karşılığı olmaksızın basılan para ise ürün ve hizmetler karşısında paranın değer yitirmesine yol açıyor. İşte enflasyon.

Peki önüne geçilemez mi bu açıkların?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için bütçe açıklarının nereden kaynaklandığına bakmak gerek.

Buyurun:

– Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre 2023 yılında faiz giderleri 470,9 lira olarak gerçekleşmiş. Bir önceki yıl aynı gider kalemindeki rakam 207,7 milyar idi. Bir yıl içerisinde gerçekleşen artış 263,2 milyar, oransal olarak ise %127.

– Kur korumalı mevduat gideri 60 milyar olarak gerçekleşmiş 2023 yılında. Eğer yılın ikinci yarısında bu politikadan geri dönüş için adımlar atılmış olmasa idi kuşkusuz daha büyük bir tutar ile karşılaşacaktık.

– KÖİ (Kamu Özel İşbirliği) aktörlerini de unutmamak gerek. USD garantisi verilerek inşaatı gerçekleştirilen otoyol, köprü, tünel müteahhitlerine 53,6 milyar, şehir hastaneleri müteahhitlerine ise 46,6 milyar lira ödendi 2023 zarfında. Toplam ödeme 100,2 milyar lira. Adamın biri “bu yatırımlar için devletin kesesinden beş kuruş çıkmıyor” tadında bir cümle sarf etmişti. Hatırlıyor musunuz?

Rantiyelere yapılan faiz ödemeleri, müteahhitlere yapılan USD garantili ödemeler ve KKM uygulamasının maliyeti, işte enflasyonu oluşturan ana nedenler. Şimdi bir de şunu ekleyelim:

Bütçe açığını kapatmak amacı ile basılan karşılıksız paranın ülkede gerçekleştirilen ürün ve hizmetlerin fiyatını yükselttiğinden söz etmiştik yukarıda. Ancak bu uygulama sadece ürün ve hizmet fiyatlarını yükseltmekle kalmaz yabancı paraların da ülke parası karşısında değerinin yükselmesine yol açar. TL’nin yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybetmesinin pek çok nedeni olmakla birlikte ana nedenlerinden biri de budur. TL’nin yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybetmesi de enflasyonu kontrol edilebilir olmaktan uzaklaştırmakta, şöyle ki:

Ülke sanayisi esas olarak yurtdışından elde edilen hammadde ve yarı mamullerin burada ucuz işgücü kullanılarak montajından ibaret. Yabancı paralar değer kazandıkça üretim daha pahalıya gerçekleşiyor bu durumda. Daha pahalıya gerçekleşen ürün doğal olarak daha yüksek fiyatla piyasaya sürülür. İşte enflasyonu oluşturan bir neden daha. Buna “maliyet enflasyonu” adı verilir literatürde. Bu tür ürünlerde iç pazarda gerçekleşen fiyat artışları yabancı paradaki değer artışının da üzerinde olur. Bunun nedenini de şöyle açıklayabiliriz. Artan maliyetler uluslararası piyasadaki rekabet nedeni ile ihraç edilen ürünlerin fiyatlarına yansıtılamaz. İhracatta oluşan gelir kaybını telafi etmek için iç pazara sürdüğü ürünlerin fiyatını bir miktar daha arttırır üretici firmalar. Böylelikle montajı ülkede gerçekleşen ürünleri yurtdışında yaşayıp aynı ürünleri kullananlara göre daha yüksek bir bedel ödeyerek elde eder ülke insanları.

İş sadece sınai ürünlerde kalsa yine iyi diyeceğim ancak maalesef öyle değil. Tarım ürünlerinde de benzer durum söz konusu. Toprağa ektiğimiz tohumların önemli bir kısmı ithal. “Türkiye Tohumcular Birliği” adlı kuruluşun raporuna göre 2023 yılında 190 milyon USD seviyesinde tohum ithali gerçekleştirilmiş. Rapora göre bu rakam bir başarının ifadesi çünkü geçmiş yıllarda ithalat miktarı daha yüksek. Yine de kaba bir hesapla yıllık tohum tüketiminin %10 kadarının ithalat yolu ile karşılanmış olduğu düşünülebilir. Bu oran da piyasada oluşan tarımsal ürün fiyatları üzerinde hayli önemli bir etki yapar. Bununla da kalmıyor iş. Tarımda kullanılan gübre de ithal ağırlıklı. Yılda yaklaşık 2,5 milyar USD dolayında gübre ithalatı gerçekleşiyor ortalama. Yerli gübrenin ise hammaddesi ithal. Devam edecek olursak eğer üretim süreçlerinde kullanılan enerji yabancı paraya bağımlı. Nakliye dâhil tüm lojistik süreçlerde kullanılan akaryakıt da ithal. Bu durumda yerli üretim denilen tarım ürünlerinin bile önemli ölçüde yabancı paralara bağımlı olduğu ortaya çıkıyor. Bu paralar TL karşısında değer kazandıkça tarım ürünlerinin fiyatı da yükseliyor hâli ile. İthal tarım ürünlerinden söz etmeye bile gerek yok onlar zaten yabancı para. İşte enflasyonun bir nedeni daha.

Bu maliyetler içinde ücretlerin payı nedir? Asgarî ücrette meydana gelen artışlar ürün fiyatlarını nasıl etkiliyor acaba diye düşünebilir insan bir an için. Düşünmeye gerek yok bu konuda. Emek yoğun teknoloji kullanımı ile gerçekleştirilen ürünlerde bile işçilik maliyetinin toplam maliyet içindeki payı %9’un altında (SGK inşaat işlerinde kullanılan işçilik oranlarını esas alarak ulaştım bu rakama). Endüstriyel tarım uygulamalarında ve sınai ürünler içindeki işçilik maliyetlerinde bu oran daha düşük doğal olarak.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda faiz arttırarak, ücretlere baskı yapılarak enflasyonun kontrol altına alınamayacağını açıklamaya çalıştım dilim döndüğünce. Peki, talebi kısmak için aldıkları önlemleri sürdürürlerse ne olur?

Temel mal ve hizmetlerde talebin daha düşük seviyelere çekilebilmesini mümkün görmüyorum. İnsanlar zaten minimumda sürdürmekteler yaşamlarını. Ülkenin yaklaşık %5’lik bir bölümünü oluşturan ve aylık ortalama geliri 10 bin D seviyesinin üzerinde olan[2] kesimin harcama kalemlerinde de ürün taleplerinde de bir değişiklik meydana gelmez. Aylık ortalama geliri ile yoksulluk sınırının üzerinde bir yerlerde olan kesimin tüketim tercihlerinde ve talep miktarlarında bir değişim yaşanır. Bu kesim toplumun yaklaşık %20-25’lik bir dilimini oluşturmakta. Bu kesim ekonomik canlılığın sürdürülebilmesini sağlıyor. Bunların talebinde meydana gelecek bir azalma piyasaları olumsuz etkiler ve durgunluğa yol açar. Öte yandan yukarıda izahına çalışılan nedenlerle fiyat artışları durmaz.

Ortaya çıkacak olan tabloyu özetlemeye çalışalım:

Halkın %70’i borçlanarak yaşamını sürdürmeye çalışmakta, temel mal ve hizmetlerden minimum düzeyde yararlanmasına karşın borç batağından kurtulamamakta.

Ekonomik canlılığın sürdürülmesinde hayatî rol oynayan %25’lik kesim yükselen faiz oranları nedeni ile harcamalarını kısmış ve bu nedenle azalan talep ekonomik durgunluğa yol açmış.

Yaşanan gelişmelerin hiçbir şekilde etkilemediği %5’lik bir kesim ise yaşananları umursamaksızın hayatına devam ediyor.

Her gün artan borçlarını ödeyemeyen milyonların varlığı, ekonomik durgunluk ve bunlardan etkilenmeyen küçük bir azınlık.

Yakın gelecekte Türkiye’yi bekleyen budur işte.

Peki benim görebildiklerimi ekonomiyi yönetenler görmüyorlar mı?

Görürler elbet. Görürler görmesine de bu gidişi değiştirecek politikalar üretemezler. Çünkü kendilerinin makama gelmesine vesile olan küresel finansal güçler daha yüksek faiz ve daha düşük TL beklemekteler. Aksi takdirde burada yatırmış oldukları paradan bekledikleri kârı elde edemezler.

Bu nedenle; faizler bir miktar daha yükselecek, ekonomik durgunluk baş gösterecek, işten çıkarmalar yoğunlaşıp işsizlik artacak, enflasyon hız kesmeyecek ama küresel finans kuruluşları beklediklerini alacaklar.

İşte 2024 yılında Türkiye ekonomisi.

[1]    Burada sözü edilenler ağırlıkla bankacılık sektöründe ve/veya teknoloji şirketlerinde çalışmakta olan “beyaz yakalılar”. Geride bıraktığımız 2023 yılında bu sektörlerde yoğun işten çıkarmalar yaşandı. Tahminler önümüzdeki beş yıl zarfında bu eğilimin devam edeceği yönünde.

[2]    Dünya Eşitsizlik Raporu 2022 verilerinden yola çıkarak yapmış olduğum tahminin sonucudur.

Eleştirel düşüncenin vazgeçilmezliği…

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Herhâlde ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin!”
Santiago Rámon y Cagal

Eğer düşünce gerçek düşünceyse onu alt etmek, etkisizleştirmek, engellemek mümkün değildir. Zira düşünce ifade edilip muhatabına ulaştığında, insanlar tarafından duyulup-içselleştirildiğinde artık “gerçekleşmiştir.” Bu yüzden neyin düşünce olduğu, düşüncenin gerçekleşmesinden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek gerekir. İnsanın kafasında bir şeyi tasarlaması ya da “aklından bir şeyler” geçmesi düşünce değildir. Aynı şekilde akıldan öylesine geçen şeyler de düşünce değildir. Eğer düşünce bir amaç için tasarlanmış ve söylenmişse ve muhatabı olan insanlara-kitleye ulaşmış, onlar tarafından duyulup-içselleştirilmişse, düşünce sayılabilir, ancak bu durumda gerçek anlamada düşünceden ve düşüncenin gerçekleşmesinden söz edilebilir.

Bu yüzden düşünceler, fikirler kitleler tarafından içselleştirildiğinde, “kitlelere mâl olduğunda maddî birer güç hâline gelirler” denmiştir. Bu niteliğinden ötürü de düşünce baştan sona “soyut” bir şey değildir. Düşünce özgürlüğü de doğrudan sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir…

Tarih boyunca egemen olan sınıflar, yeni, orijinal, aykırı düşüncelerin ortaya çıkıp geçerli egemen ideolojiyi aşındırmasını, hâkim paradigmada gedik açmasını engellemek istemişlerdir. Yeni ve aykırı düşüncelerin egemen-resmî ideolojide açtığı gediğin büyümesinden korkmuşlardır ve bu yerinde bir korkudur. Bu durum bir başka açıdan da önemlidir. Her türlü sömürü, baskı ve zulüm düzenini ayakta tutan, esas itibariyle kaba kuvvet ya da çıplak şiddet değildir. Egemenliği asıl ayakta tutan ideolojik egemenliktir, ideolojik köleliktir, gönüllü kulluktur… Buna “gönüllü kölelik” veya “gönüllü kabullenme” de diyebilirsiniz. İşte, gönüllü köleliği sağlayan da “ideolojik yabancılaşma”dır. Başka türlü ifade etmek istersek “yanlış bilinç”tir. Yanlış bilinç, ezilen ve sömürülen kitlelere, geçerli egemenlik ilişkilerini kabullendirmek ve onların kendilerini ezen sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri bütününü sorgulamasını ve kavramasını engellemek üzere oluşturulmuştur.

Eğer düşünceyi engellemek mümkün değilse, ki değildir, o zaman egemen sınıf için düşüncenin gerçekleşmesini engellemekten başka seçenek yoktur. Buradaki amaç, “civcivi yumurtadayken ezmektir.” Nasıl çocuk doğmadan çocuk sayılmazsa, düşünce de ifade edilip hedefine ulaşmadan düşünce sayılamaz. İşte, düşünce yasakları, her türlü baskı ve sansür bu aşamada devreye sokuluyor.

Amaç, düşüncenin, muhatabı olan kitleye ulaşmasını, düşüncenin gerçekleşmesini, realize olmasını engellemektir. Düşüncenin gerçekleşmesinin engellenmesi için de söylenenin duyulmasını, yazılanın okunmasını, resmedilenin görülmesini engellemek esastır. Yasaklar, sansür ve baskı, düşünceyle düşüncenin hedefi olan kitle arasında bağ kurulmasını engellemeyi amaçlar. İşte, gerçek düşünce adamlarının-kadınlarının, sanat adamlarının ve kadınlarının bilim adamlarının ve kadınlarının, duruma göre “zındık”, “yıkıcı”, “bölücü”, “vatan haini”, katli vacip terörist vb. sayılıp suçlanmasının, baskıya maruz kalmasının, cezalandırılmasının nedeni budur.

Her tarihsel dönemde egemen veya resmî ideolojiye karşı görüş ortaya atanlar, egemen düzenin ve onun adamlarının hışmına uğramışlardır. Fakat toplumsal dinamik her zaman egemen ya da resmî ideolojinin oluşturduğu ideolojik-kurumsal çerçeveyi kırma, onu aşma istidadına ve dinamiğine sahiptir. Aksi hâlde tarih diye bir şey de olmazdı. Aynı şekilde, insanlığın bir geleceğinden söz etmek de mümkün olmazdı. Bilindiği gibi, tarihi yapanlar, direnen, başkaldıran, isyan eden insanlardır. Eğer başkaldırı yoksa, mücadele yoksa, tarih de yoktur.

İşte entelektüelin işlevi ve misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor (Bizde diplomalı kesime aydın deniyor, diploma uzmanlığın belgesidir ki bir diploma sahibi olmakla ya da mektepli olmakla “entelektüel’ olmak arasında bağ kurmak abestir…).

Entelektüel, şeylerin, olguların, toplumsal süreçlerin ne olduğunu, nasıl olduğunu, neden ve sonuçlarını, bunların kimin için ne anlama geldiğini eleştirel bir yaklaşımla teşhir eden, ortaya koyan, bilince çıkarandır. Entelektüelin misyonu ve varlık nedeni mistifiye edilmiş olanı demistifiye etmektir. Başka türlü söylenirse, yalanın ve tahrifatın üzerine gitmektir. Entelektüel, sorunları bir bütün olarak kavramaya çalışır [zira gerçek bütündedir, hakikat bütündedir…], eleştireldir ve eleştirip aşmak istediğiyle “olması gereken” arasında, başka bir ifadeyle ütopyayla bağ kurandır. Bu yüzden gerçek anlamda entelektüelden yoksun hiçbir toplumsal muhalefetin ya da başkaldırının başarı şansı yoktur. Zira ütopyayı formüle eden entelektüellerdir (Burada söylediklerimden entelektüeli ve onun misyonunu yücelttiğim gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Zaten entelektüelin varlık nedeni de onun bizzat her türlü yüceltmeye karşı olmasıdır).

Sansür, baskı ve yasaklar sadece aykırı, muhalif, yeni ve orijinal fikirleri ortaya atanlara yönelse de, kapsam ve etkinlik alanı sanıldığından daha geniştir. Birilerine yönelik baskı, egemenler tarafından başkalarını “ehlîleştirmenin” bir aracı olarak görülür. Düşüncelerinden dolayı birilerini cezalandırmak, başkalarına gözdağı vermeye yarar. İnsanlar, şunu yazar, bunu söyler veya resmedersem başıma bir iş gelir mi, sorusunu sormaya başladıklarında artık sansür “içselleşmiştir.” Sansürün “içselleştiği” bir toplum, bilimsel, estetik, entelektüel yaratıcılığı ve dinamizmi dumura uğramış bir toplumdur. Böyle bir rejimin sorunları çözme yeteneği de kaçınılmaz olarak zaafa uğramıştır. Bağnaz resmî ideolojinin kıskacındaki bugünkü Türkiye’de olduğu gibi…

Elbette entelektüel işlev sadece bazı fikirler ortaya atmaktan ibaret değildir. Entelektüelin gerçek anlamda entelektüel sıfatını hak edebilmesi için söylediğinin gereği olan bir “duruş” da ortaya koyması gerekir. Velhasıl, “sözünün eri” olmayan birinin entelektüel sayılması mümkün değildir.

Sömürü ve baskı düzeninin hışmına uğrayan entelektüel ya da aynı anlama gelmek üzere, gerçek fikir adamı-kadını sonuna kadar söylediklerinin arkasında duramıyorsa, asla entelektüel sayılmayacaktır. O, hiçbir düşünce yasağına, hiçbir resmî veya egemen ideoloji kategorisine, hiçbir tabuya itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Julien Benda’nın zarif bir şekilde ifade ettiği gibi: “Entelektüel, tüm dünya yalan karşısında secde ederken bile insanlık vicdanını savunabilendir.” Eğer baskı ve yasaklar onun bilincini hapsetmeyi amaçlıyorsa, ki öyledir, buna mutlaka itiraz etmelidir. Bilincini hapisten kurtarmak için vücudunun hapsedilmesini göze almalıdır. Elbette gerektiğinde daha fazlasını da…

Baskı ve yasaklara karşı mücadele, diyalektik bir bütünlük oluşturur. Bunun anlamı, daha özgür, daha demokratik, daha eşitlikçi, velhasıl daha insanî bir toplum ve dünya düzeni için mücadelenin kaldığı yerden yoluna devam edeceğidir. Unutulmamalıdır ki özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur. İlk adımda özgürleşmeye başlarsın ve öylece sürüp gider… Özgürlük mücadelesi her anı, her aşaması mutlaka kazanılan bir mücadeledir. İnsanlık erdemini sürekli besleyip büyüten bir mücadeledir…