Ana Sayfa Blog Sayfa 32

Çöküş tablosundan çıkmak!

“Kötülüğün zaferi için gerekli tek koşul, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır”…
Edmund Burke

İçinde bulunduğumuz durum kriz değil, çöküş… Çöküş, verili paradigma dâhilinde bir çözümün olmadığı durumdur… Başka türlü söylersek, artık verili zemin dâhilinde bir gelecek yok… Kapitalizm mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir… Her ileri aşaması daha çok mülksüzleşme, daha çok proleterleşme demektir… Geniş kitlelerin üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmesidir… Kapitalizmin her ileri aşamasında doğa tahribatı (ekolojik yıkımın) da derinleşiyor, yaşamın temeli aşınıyor. Sosyal kötülüklere (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma…) doğa tahribatı, ekolojik yıkım eşlik ediyor… Velhasıl, insana, tüm canlılara ve bir bütün olarak ekosisteme zarar vermeden yol alamıyor… İşte tüm bu lânet olası eğilimler kapitalizmde mündemiçtir… Kapitalizm reforme edilemez, insafa gelmez… Esasen hiçbir üretim tarzı (uygarlık modeli densin) reforme edilemez… Belirli bir mantığa göre işler ve o mantığın dışına çıkıldığında da sistem olmaktan çıkar… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…

Neden bu kadar kolay sömürüyorlar, ülkenin varını-yoğunu yağmalıyorlar, talan ediyorlar, yaşamın temelini aşındırıyorlar, devlet terör rejimini dayatabiliyorlar? Bu kepazeliğe itiraz etmemek suç ortaklığı değil midir? Sorun örgütlülük, bilinç, mücadele, perspektif ve ütopya zaafından kaynaklanıyor… Zira örgütsüz toplum köledir. Oysa, işçi sınıfı tüm zenginliklerin yaratıcısı yegâne sınıftır, toplumu sırtında taşıyandır.

Lâkin işçi sınıfı ve bir bütün olarak mülksüzler, emekçi sınıflar cephesinde iki temel zaaf söz konusu: Birincisi, örgütlülük ve sınıf bilinci zaafı söz konusu ve ikincisi mevcut sınırlı örgütlerin büyük çoğunluğu da amaca yabancılaşmış, yozlaşmış durumdalar… 2023 istatistiklerine göre Türkiye’de 16 milyon 395 bin 275 işçi var. Sendikalaşma oranı sadece %15… Sendika konfederasyonlarının çoğu da söylemleri ne olursa olsun sömürü düzeninin bileşenleri durumunda… Fakat işçi sınıfı sadece çalışanlar ve işsizlerden ibaret değildir. Bu rakamlara pasif işçi sınıfını (emeklileri) da dâhil etmek gerekir… Aslında kamu sektöründe çalışanlar da işçi sınıfına dahildir… Resmî statü ayrımının reel bir önemi yoktur… Gerçi devlet bürokrasisinin üst katmanları ayrıcalıklı bir durumdadırlar ama kamu çalışanları da işçi sınıfına dahildir… Neoliberal küreselleşmeyle esnaf kitlesi (küçük üreticiler) ve küçük çiftçiler de hızla mülksüzleşiyor, proleterleşiyor işçi sınıfına dahil oluyorlar… Dolayısıyla toplum çoğunluğunun kahir ekseriyeti işçi sınıfına dâhildir, proleterdir… Proleter emeğini satamadığı zaman açtır ve emeğini satabilmesi de kesin değildir… Artık şimdilerde küçük bir “mutlu azınlık” dışında hepimiz proleteriz. Gerçek durum böyle ama bu devasa kesimin siyaset sahnesinde bir görünürlüğü ve etkinliği yok, esâmesi okunmuyor, itilip-kakılıyor, aşağılanıyor… Bundan büyük çelişki olur mu? Siyaset oyunu emekçi halk çoğunluğunun gıyabında sahneleniyor…

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) genel kurul salonunda başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılı… O hâlde iki şey: Birincisi, TBMM tevatür edildiği gibi büyük değil ve ikincisi, hâkimiyet sayısız kayıt ve şart altına alınmış bulunuyor ve bu bidayetten beri hep öyleydi… Milletvekilleri birkaç sınırlı istisna dışında halkın değil, kutsal devletin ve sermayenin hizmetindedir… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Eğer seçenle seçilen arasında tevatür edildiği gibi “reel bir temsiliyet ilişkisi” olsaydı bugünkü sefil tablo söz konusu olur muydu?

Artık sömürü-yağma ve talanın hizmetindeki siyaset tarzıyla, siyasi partiler (aktörler) ve örgütlerle çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil… Bu yıkımın, bu çöküşün faillerinden hâlâ çözüm beklemek kendini aldatmak, abesle iştigal etmektir… Yeniyi oluşturmak, başka şeyi, başka türlü yapmak da insan iradesini aşan bir şey değildir…

Politik İslamcı AKP rejimi toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış bulunuyor… Esasen politik İslam’ın bir toplum projesi yoktur. Yönetme özürlüdür… Bir anekdot şöyle: İşgalci ABD çekildikten, Taliban iktidara el koyduktan sonra bir Fransız gazeteci Afganistan’a gidiyor, temaslar, gözlemler yapıyor. Ülkeden ayrılmadan bir dinî liderden zar-zor bir randevu alıyor. “Ülkeniz harap hâlde, bunca sorunla nasıl başa çıkacaksınız, planınız-programınız, perspektifiniz nedir” diyor, molla, “Biz insanları öteki dünyaya hazırlıyoruz” diyor… Türkiye’de Diyanet’in rejimin başat kurumu hâline gelmesi bir tesadüf değil…

Ülke tam bir çöküş tablosuna hapsolmuşken, artık mevcut siyaset tarzıyla sorunları çözmek mümkün değil. Vakitlice siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor. Başka türlü söylersek radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Yönetenleri değil, yönetimi (sistemi) değiştirmek gerekiyor. Artık ülkenin-toplumun kaderinin kaşarlanmış profesyonel politikacıların oyuncağı olmasına izin vermemek gerekiyor… Eğer duruma vakitlice müdahale edilmezse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz olacak ve geriye kurtarılacak pek bir şey kaymayacak… Zira sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlarda… Bunun için de siyaseti, bütünüyle işlevsizleşmiş Meclis (TBMM) dışına taşımak gerekiyor…

Tüm sorun odaklarını kapsayan, işçilerin, işsizlerin, çiftçilerin, emeklilerin, ekolojistlerin, sosyalistlerin, sadece sömürü ve baskıya değil etnik ayrımcılığa da maruz Kürtlerin, kadın örgütlerinin, Alevilerin, küçük esnafların, öğrencilerin, LGBT’lerin, tüm kesimlerin ve sorun odaklarının katılacağı geniş kapsamlı bir kongre toplamak gerekiyor. Çeşitlilik içinde birlikteliği sağlamak bizim irademizi aşan bir şey değildir… Böyle kapsamlı bir eylemliliğin başlatılması siyasetin ufkunu ve zeminini değiştirecektir… Yeni paradigmaya giden yolu aralayacaktır…

Emekçi kitleler kendi kaderlerine sahip çıktığı anda her şey hızla değişecek, toplumun önünde yeni ufuklar açılacaktır… Bütün mesele ideolojik köleliği aşıp-aşmamakla ilgilidir… Zira başka şeyi başka türlü yapmaya bir engel yok. İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre… Fakat mutlaka akıldan çıkarılmaması gereken bir şey var: kapitalizm dâhilinde ezilen, sömürülen, horlanan sınıflar ve doğa (ekosistem) lehine bir şeyler yapmak, ekolojik yıkımı durdurmak mümkün değildir… Vakitlice insanı ve doğayı önceleyen bir rotaya girmek, zararlı veya gereksiz üretime son vermek, üretimin yönünü temel ihtiyaçlara döndürmek gerekiyor ki, böyle bir şey de kapitalizm dâhilinde asla mümkün değildir…

Bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu uzmanları dinleyerek yeni bir şey yapmak, aracın rotasını değiştirmek mümkün değildir… Birkaç gazete ve televizyon dışında medyanın kahir ekseriyeti yalanın ve manipülasyonun hizmetinde, misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış durumda… Oysa gazeteci namussuz olamaz, namussuzsa gazeteci değildir… Gazeteci gerçeğin haberini verendir…

ABD’nin ortadoğu’daki maşası siyonist İsrail

 “Bir şeyi gerçekten bilmek,
onu anlatmakla olur.”[1]

Ortadoğu’nun pimi çekildi…

7 Ekim 2024 ile başlayan süreç Siyonist İsrail’in soykırımcı saldırıları ile sürüyor.

Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Gazze faciası Filistin’i haritadan silmeye, Lübnan’dan İran’a uzanan coğrafyaya saldırıya yöneliyor (yöneldi mi desek)!

ABD yine ve ısrarla İsrail’den yana olduğunu açıkladı… “Bölgesel savaş, bir dünya savaşına dönüşür mü?” sorusuyla yüz yüzeyiz…

Gazze’deki “savaş” denilen (?!) katliam hâlinin kuzeye, Lübnan’a sıçraması artık gündemde. İsrail’in bu yönde ciddi hazırlık içinde olduğu görülüyor. Hizbullah-İsrail çatışması, çok geçmeden Suriye ve Irak’taki İran destekli güçlerin katılımıyla kuzey-doğuya, İran topraklarına doğru yayılabilir. İran ve İsrail zaten yakın geçmişte karşılıklı olarak balistik füzelerinin menzillerini test etmişlerdi. Bunların toplamda bir Orta Doğu savaşı provası olduğu, aşikâr. Bu toplama Hamas lideri İsmail Haniye’nin 31 Temmuz 2024’de İran’da suikasta kurban gitmesini de katabiliriz…

Aslında bugünü anlamak, İsrail’in saldırganlığını kavrayabilmek için 1967’den günümüze uzanan süreçte ABD-İsrail ilişkilerine iyice analiz etmek gerekiyor.

Konuya ilişkin olarak Noam Chomsky, “İsrail, laik Arap milliyetçiliğini yıkarak ABD’ye çok yararlı bir hizmet yaptı. Böylelikle ABD Ortadoğu üzerindeki hegemonyayı İngiltere’den devralmış oldu. O dönem radikal İslâm’ın merkezi Suudi Arabistan ile laik milliyetçiliğin merkezi Mısır arasındaki süren mücadelede İsrail, radikal İslâm’a destek çıkarak laik milliyetçiliği tahrip etti. Böylece ABD’yi kalıcı biçimde yanına aldı. O güne kadar İsrail, ABD’de yaşayan Yahudi cemaatinin bile çok umurunda değildi. 1970’lerin başında İsrail bir seçimle karşı karşıya kaldı: Yayılmacılık ya da güvenlik. O, ABD’nin desteğini arkasına alarak yayılmacılığı seçti. ABD de İsrail’in yayılmacı politikalarının her aşamasında ona destek verdi. Tüm bunlar uluslararası hukuka rağmen ve BM Güvenlik Konseyi’nin ilkelerine ters düşerek yapıldı. Golan Tepeleri’nin işgalinin meşrulaştırılması, Trump döneminde ABD’nin Kudüs’ü ‘bölünmemiş şekilde İsrail’in başkenti’ olarak tanıması,”[2] derken; daha büyük İsrail için zaten çoktandır düğmeye basılmıştı!

Noam Chomsky’ye göre sadece ve sadece ABD eğer İsrail’e “Oyun bitti”, “Buraya kadar” derse çözüm olur. Peki der mi? Yanıt ufukta görünmüyor!

Ancak şöyle bir gerçek var: Siyonist İsrail durdurulmazsa bölgenin büyük bir felâkete sürükleneceği aşikâr; ve ana hatlarıyla tarih buna tanık ve taraf…

İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ[3]
14 Mayıs 1948 İsrail kuruldu. Karar, ertesi gün yürürlüğe girdi. Filistinliler, 15 Mayıs’ı “El Nakba” diye anarlar, yani “Felâket” günü.
1964 İsrail’in işgali başlarken Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1964’te Kudüs’te kuruldu. Yaser Arafat liderliğindeki örgüt direnişi yükseltti.
1967 İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları’na yol açtı. İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı aldı.
1987 İsrail işgaline karşı ilk intifada, yani kitlesel ayaklanma 1987’de Gazze Şeridi’nde başladı. 93’te ise Batı Şeria’da ikinci intifada başladı.
1993 İsrail İşçi Partisi lideri ve Başbakan Yitzak Rabin ile Yaser Arafat Norveç’in başkenti Oslo’da el sıkıştı.
2000 Likud Partisi’nin Binyamin Netanyahu’dan sonraki lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyareti yeni bir ayaklanmaya neden oldu.
2014 7 Temmuz’da İsrail Gazze’ye yönelik 51 gün sürecek saldırılarını başlattı. Saldırılarda 530’u çocuk 302’si kadın 2 bin 100’den fazla Filistinli öldü.

SİYONİST SALDIRGANLIK

ABD Başkanı Joe Biden’ın 1986’daki, “Eğer İsrail olmasaydı, ABD bölgede kendi çıkarlarını korumak için bir İsrail yaratmak zorunda kalacaktı. Tekrar söylüyorum, ABD, bölgede bir İsrail üretmek zorunda kalacaktı!” ifadesinin açıkça dile getirdiği üzere, Siyonist İsrail emperyalizmin ileri karakoludur!

Sadece ABD için değil; emperyalist çıkarların savunulmasında Batı emperyalizmi için “ileri karakol” olarak inşa edilmişti.[4]

Hatırlayın: İngiltere Başbakanı Lloyd George, İngiliz çıkarları için Filistin topraklarında bir Yahudi devleti olması gerektiğini savunuyordu

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour da, Siyonizmin finansörlerinden Walter Rothschild’e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektupta, İngiltere’nin tutumunu, “Majestelerinin hükümeti Yahudi halkı için Filistin’de ulusal bir vatan oluşturulmasını olumlu görmekte olup, bu amacın gerçekleşmesi için elindeki tüm imkânları kullanacaktır,”[5] biçiminde formüle etmişti.

Kaldı ki İsrail’in “kurucu babası” Theodor Herzl, daha yola çıkarken ‘Der Judenstaat/ Yahudi Devleti’ başlıklı yapıtında misyonlarını “ileri karakol” ilan edip, “Avrupa için biz, orada (Filistin) Asya’ya karşı korunma duvarının bir parçası, barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olabiliriz,”[6] demişti!

Kimsenin kuşkusu olmasın: Siyonist İsrail Ortadoğu’da emperyalizmin aygıtı, terörist bir gericilik kalesidir.

SİYONİZM GAZETECİLERİ GÖREVLERİ BAŞINDA KATLETTİ[7]
İsrail’in Gazze saldırılarında gazeteciler hedef alınıyor. New York’taki CPJ Program Direktörü, gazetecilerin gerçeği ortaya çıkarmak uğruna en büyük büyük bedeli, yani hayatlarını ödediklerini söyledi.

14 Mart 2024’de Filistinli Serbest Fotoğrafçı El-Reefi, Gazze’nin güneydoğusundaki insani yardım teslimatından un almaya çalışırken İsrail ordusunun açtığı ateş sonucu vurularak hayatını kaybetti. Aynı gün teknoloji haberlerine odaklanan Arapça medya kuruluşu Raqami TV’nin Filistinli Foto Muhabiri Saima, Bureij Mülteci Kampına düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.

5 Mart’ta Hamas’a bağlı El Aksa TV kanalında sunuculuk yapan Filistinli Gazeteci Muhammad Salama, Deir al-Balah’taki evine düzenlenen hava saldırısında ailesiyle birlikte öldürüldü. Bölgedeki bir görgü tanığı, ailenin öldürüldüğü sırada akşam yemeği yediğini söyledi.
23 Şubat’ta El Cezire de dahil olmak üzere çok sayıda medya kuruluşu için çalışan 30 yaşındaki serbest Foto Muhabiri Mohamed Yaghi, Deir el-Balah’taki Az-Zawayda kasabasına düzenlenen hava saldırısında, ailesinin 36 üyesiyle birlikte öldürüldü.
15 Şubat’ta Gazze İslâm Üniversitesine ait yerel Kur’an Radyo kanalının 35 yaşındaki Yöneticisi Zayd Abu Zayed, Al-Nuseirat Kampına düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
12 Şubat’ta Libya televizyon kanalında çalışan Filistinli Gazeteci Edwan, Cebeliye kentindeki evine düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
11 Şubat’ta İslâmi Cihad’a bağlı Kan’an haber ajansının 40 yaşındaki Gazetecisi Mamdouh El-Fady, Han Yunus’taki Nasır Hastanesinde İsrailli bir keskin nişancı tarafından öldürüldü.
8 Şubat’ta Resmi Filistin Televizyonu kanalı Filistin TV’nin Filistinli Yöneticisi Abdel Jawad, Deir al-Balah’ta kaldıkları eve düzenlenen füze saldırısında oğluyla birlikte öldürüldü. Ayrıca füze 5’i çocuk 14 kişiyi öldürdü.
6 Şubat’ta Hamas’a bağlı Filistin Bilgi Merkezinin 40 yaşındaki Yöneticisi Rizq Al-Gharabli, İsrail’in Han Yunus’taki evine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
29 Ocak’ta Yerel Al-Resalah haber sitesinin 24 yaşındaki Filistinli editörü ve bölgesel bağımsız web sitesi Raseef22’nin yazarı olan Mohammed Atallah, Beach Mülteci Kampına düzenlenen hava saldırısında ailesiyle birlikte öldürüldü.
25 Ocak’ta Hamas’a bağlı El Aksa Ses Radyosunda sunucu olarak çalışan Filistinli Gazeteci Iyad El-Ruwagh, Nuseyrat Kampına düzenlenen hava saldırısında dört çocuğuyla birlikte öldürüldü.
14 Ocak’ta Filistinli gazeteci ve Kahire merkezli özel yayın kuruluşu Al-Ghad’ın Kamera Operatörü Yazan al-Zuweidi, İsrail’in Beyt Hanun’a düzenlediği hava saldırısında kardeşi ve kuzeni ile birlikte öldürüldü.
11 Ocak’ta El Kudüs El Yûm yayın kuruluşunda çalışan Filistinli Gazeteci Mohamed Jamal Sobhi Al-Thalathini, İsrail’in güney Gazze’deki evine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
10 Ocak’ta Yerel haber sitesi Bawabat el-Hadaf’ta çalışan Filistinli Gazeteci Ahmed Bdeir, İsrail’in Aksa Şehitleri Hastanesi yakınındaki Han Yunus’ta düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. Bdeir, hastane kapısındaki gazeteci çadırının önünde duruyordu ve şarapnel isabeti sonucu hayatını kaybetti.
9 Ocak’ta Gazze’deki El Ezher Üniversitesine ait yerel El Ezher radyo istasyonunun sunucusu ve Filistin Sosyal Medya Kulübünün kurucu ortağı olan 30 yaşındaki Gazeteci Heba Al-Abadla, kızıyla birlikte öldürüldü.
8 Ocak’ta Hamas hükümetinin eğitim bakanlığına ait olan Rawafed eğitim kanalının fotoğrafçılık bölümünü yöneten 26 yaşındaki Gazeteci Abdullah İyad Breis, Han Yunus’taki evine düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
7 Ocak’ta Filistinli Gazeteci ve El Cezire Kamera Operatörü ve El Cezire Gazze Bürosu Şefi Wael Al Dahdouh’un oğlu Hamza Al Dahdouh ve Agence France-Presse (AFP) için çalışan Filistinli serbest kameraman Mustafa Thuraya ile birlikte İsrail’in insansız hava aracı saldırısında öldürüldü.
5 Ocak’ta Filistin haber ajansı Safa’da muhabir ve editör olarak çalışan Filistinli Gazeteci Akram El Shafie, 30 Ekim’de İsrail kurşunuyla aldığı yaralardan sonra hayatını kaybetti.

Malum: İsrail 1948’de kurulurken devlet aygıtı ve mekanizmaları, Haganah ve Irgun terör örgütlerinin üzerinde inşa olmuştu. Bu iki terör örgütü, sadece ordunun, güvenlik ve istihbarat mekanizmalarının kökü değil, sonrasında İsrail’de hükümetleri kuran iki partinin de kökü durumundaydı.

Birkaç örnek verecek olursak: İzak Rabin, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler Haganah üyesiydi. Bugün Gazze’de soykırım uygulayan resmi “İsrail Savunma Kuvvetleri”, Haganah’ın devamıdır. Haganah’dan ayrılanların kurduğu Irgun ise Kral David Oteli’nin bombalanması ve Deir Yassin katliamı gibi terör eylemlerine imza atmış bir örgüttü. İsrail siyasetinin önde gelen partilerinden Likud’un çekirdeğini oluşturan Herut, Irgun’un devamıydı.

O günden bugüne değişen bir şey olmadı!

Örneğin dünyanın dört yanında “Gazze’de ateşkes” için milyonlar sokakları doldururken; Netanyahu “Kimse bizi durduramaz”;[8] İsrail Ordusu sözcüsü Daniel Hagari de, “Savaşın hedefleri uzun süreli mücadele gerektiriyor ve buna göre hazırlanıyoruz,”[9] diyordu…

Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’i Filistinlilerin kısmen dahi yok olmasına yol açabilecek yaşam koşullarına sebep veren askeri saldırılarını ve tüm eylemleri derhâl durdurması talimatını verse de; İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, X’teki paylaşımında, “Lahey’deki antisemitik mahkemenin kararının tek bir cevabı olmalıdır: Refah’ın işgali, askeri baskının arttırılması ve savaşta tam zafer elde edilene kadar Hamas’ın ezilmesi,”[10] diye haykırıyordu…

Ayrıca İsrail Maliye Bakanı, yerleşimcilerin lideri faşist Bezalel Smotrich, “Hamas’a acımasızca vurun, tutsaklar meselesini fazla dikkate almayın,” derken ‘Haaretz’de Gideon Levy de, “Filistinlileri kim koruyacak?” başlıklı yorumunda, Filistinlilere, askerlerin rasgele ateş açması, yerleşimci faşistlerin gittikçe artan programları karşısında, kendilerini korumak için, “terörizm olarak adlandırılan yöntemlerden başka bir şey kalmadığını”[11] anlatıyordu…

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ise, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket edeceğiz,” diyebiliyordu…[12]

Kimse inkâra kalkışmasın: İsrail, işgalci Siyonist ırkçılıktır. Filistin, bir açık hava hapishanesine, toplama kampına dönüştürülmüştür…

Kolay mı?

İsrail’in Ulusal Misyonlar Bakanı Orit Strook, işgal altındaki Filistin topraklarının tamamen İsrail’e ait olduğunu ve Filistin halkı diye bir halk olmadığı vurgusuyla, Filistin devletinin tanınmasına karşı olduklarını belirtir ve “İsraillilerin birçoğu Filistin devletinin kurulması fikrini yalnızca tarihsel temelden yoksun olduğu için değil, aynı zamanda İsrail devletine varoluşsal tehdit oluşturduğu için reddediyor,”[13] derken; İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen de, “Kimse Kudüs’te Filistin için temsilcilik açamaz,” ifadelerini kullanıyordu.[14]

Evet, Siyonizm ırkçılıktır!

Siyonizm kavramının kökü olan ‘Siyon’, Musevilik tarihinde Kudüs ile eşanlamlıdır. Musevi tapınağı Babilliler tarafından yıkılınca ‘Siyon’ kelimesi yeni bir anlam daha kazanmış ve Yahudilerin Filistin’e dönme arzusunun ifadesine dönüşmüştür.

Siyonizm, bu anlamın üzerinde şekillenerek XIX. yüzyılda modern siyasal bir kavram hâlini alacaktı. Nathan Birnbaum, ‘Kendi Kendine Kurtuluş’ dergisinin 1 Nisan 1890 tarihli nüshasında Siyonizmi, Musevilerin kutsal topraklara dönüşü için bir Yahudi siyasi partisi kurmayı hedeflemek anlamında kullanmıştı. O parti, kısa bir süre sonra, 1897’de Theodor Herzl’in liderliğinde “Dünya Siyonist Teşkilâtı” olarak ete kemiğe bürünecekti.

Özetle “… ‘Siyonizm’ XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir ideolojidir. Buna göre, tanrı Yehova’nın seçilmiş kulları olan Yahudiler, bir gün Siyon Tepesi’nde Süleyman’ın tapınağını yeniden inşa edecek ve dünyaya hâkim olacaklardır. Yahudilerin diğer tüm insanlardan daha üstün olduğu inancından yola çıkan ve bu uğurda Siyonizm ordularına diğer tüm halkları yok etme emri veren ırkçı ve dinci bir ideolojidir Siyonizm.”[15]

Ve nihayetinde Siyonizm hareketinin kurucusu Theodor Herzl’in, 1948’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul kararıyla gerçekleşen İsrail devleti hayali de uzun sürecek bir savaşın başlangıcı oldu…

Burada bir parantez açarak nakledelim: Mayıs 2018’de İsrail’in tanınmış hastanelerinden birinin reklamında, “Her bebek daha doğmadan İsrail askeridir!” mesajı kullanılmıştı. Hastanenin doğumhanesi için hazırlanmış bu reklamda, kafasında asker beresi olan ve selam veren bir cenin imgesi bulunuyordu. Reklamın aşırı sağcı ‘Makor Rishon’ gazetesinde yayımlanması da elbette rastlantı değildi.

Reklamla ilgili haberinin hemen başında, ‘Militarizm Ana Rahminde mi Başlıyor?’ diye soran Mairav Zonszein şöyle diyordu: “Filistin yönetimini ve toplumunu sürekli olarak “terörist” doğurmak ve çocukları nefretle eğitmekle suçlayan İsrail, kendi toplumunun derin militarist ve şiddet yanlısı köklerini unutmuş görünüyor. Bu reklam bunun sadece bir göstergesidir”![16]

Geçerken anımsatalım: İsrail Başbakanı İzak Rabin’i 1995’te katleden suikastçı Filistinli bir militan değildi; Oslo Anlaşma’sına karşı çıkan, “Kutsal Topraklar”daki Yahudi egemenliğinin tartışılamaz olduğunu düşünen İsrailli bir Siyonist idi!

YAYILMACI-SÖMÜRGECİ REJİM

Not edin: “İsrail’in Filistin topraklarıyla sınırlı kalacağını kanıtlayan bir gösterge yok… İsrail’in yayılması durmaz”![17]

Çünkü… İsrailli siyasetçi Yohanah Ramati’nin, “İsrail, bir tür parya devletidir. İnsanlar bizden bir şey istediklerinde, onlara ideolojik sorular sorma lüksümüz yok. Destekleyemeyeceğimiz tek bir ideoloji var, o da Amerikan karşıtlığı. ABD’nin yardım etmekten çekineceği bir devleti desteklersek, farkına varmadan kendimize zarar vermiş oluruz,” sözleriyle tarif ettiği[18] İsrail “süreç olarak faşizm” ile bir soykırım noktasına ulaştı.

İsrail, Yahudiler açısından, geniş hak ve özgürlüklere sahip liberal demokratik rejimle yönetiliyordu. Ancak bu, Filistin halkı açısından ırk ayrımına dayalı bir “apartheid” rejimiydi. Yeni hükümet, hemen “süreç olarak faşizmin” önündeki engelleri kaldırmaya girişti; yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeleri yürütmeden yana bozmaya, dengeleme-denetleme kurumlarını etkisizleştirmeye başladı. Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yerleşimcilerin Filistinlileri hedef alan saldırıları, konut ve arazi gaspları hızlandı.

İsrail deneyimi de faşist hareket bir kez devlete ulaştıktan sonra, parlamentarizmin, genel seçimlerin rejime meşruiyet kazandırmaktan, süreci ilerletmekten başka bir işe yaramadığını; faşizmin, savaşlarla, provokasyonlarla, artan baskıyla, şiddetle muhalefeti yıldırarak yoluna devam edeceğini gösteriyor. ‘Haaretz’de bir yorumcu sürecin ilerleme hızına bakarak uyarıyordu: “İsrailli demokratlar bir iç savaşa hazır olmalıdır!”[19]

İçeriye ve dışarıya yönelik müthiş bir tehdit olarak sömürgeci rejim yarattığı felâketin içinden kolay kolay çıkamayacak.

Öncelikle, Hamas’ı yok etme, Gazze’yi “temizleyerek” yerleşimlere açma, Batı Şeria’yı da bu sürecin ucuna ekleme fantezileri ile yıllardır güçlenen Ben Gvir, Smotrich ve yerleşimcilerden oluşan faşist hareket, Netanyahu’nun zaaflarından yararlanarak devletin güç merkezlerini ele geçirdi.

Onlar orada durdukça Gazze’den, Filistin halkının, Arap rejimlerinin hatta genel olarak dünyanın kabul edeceği bir “çıkış” olanaksız. İsrail toplumu da silahlı, fanatik bir tabana dayanan bu faşist politikacıları tasfiye edecek, hatta cezalandıracak bir şekillenmeyi kısa sürede geliştirecek durumda değilken; Irkçı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, Batı Şeria’da Yahudilerin hareket özgürlüğünün Arapların hareket özgürlüğünden daha önemli olduğunu, “Benim, eşimin ve çocuklarımın Yahuda ve Samiriye’de (fanatik Yahudilerin Batı Şeria’ya verdikleri isim) seyahat etme hakkı Arapların seyahat etme hakkından daha önemli. Üzgünüm Muhammed, ama gerçek bu,” sözleriyle savunuyor![20]

Tam da bu doğrultuda Netanyahu, savaş kabinesi toplantısından sonra iki hedef açıkladı: Birincisi, Gazze’nin yönetimini kesinlikle Ramallah’taki Filistin yönetimine bırakmayacaklarını; ikincisi de, Gazze’yi silahsızlandıracaklarını, ama bunu bir uluslararası gücün değil, bizzat İsrail ordusunun yapacağını açıkladı.[21]

Bundan başka İsrail’in Gazze’deki Filistinlileri Mısır çölüne sürme planı olduğu da dile getiriliyordu. Kaldı ki İsrail’in bu planı aslında yeni değildi. 90’larda İsrail’in böyle bir tasarısı olduğu biliniyordu. 7 Ekim 2023’den sonra o tasarı raftan inmiş, güncellenerek uygulama olasılığı yeniden araştırılmıştı. Nitekim İsrail İstihbarat Bakanlığı’nın hazırladığı 13 Ekim 2023 tarihli raporun sızmasıyla, sürgün planının İsrail hükümetinin önünde olduğu kesinleşti.[22]

Ve nihayet Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e, “savaşın ardından Gazze’de derin bir tampon bölge kurma” planından bahsetti![23]

“DURUM”

İsrailliler ruh hâllerini, “İç savaşa gidiyoruz,” diye ifade ederken; “Yargı Reformu” adı verilen düzenlemenin arka planında: i) Yüksek Mahkeme’yi işlevsizleştirmek; ii) Yargıdan kurtulmak; iii) Otoriter rejim inşa etmek; iv) Yahudi şeriat devleti özlemi; v) Sınırsız güç devşirmek amacı vardı.

Yüksek Mahkeme’nin gücünü kısmaya çalışan Netanyahu’nun söz konusu hamlesi İsrail’i ikiye böldü. Anayasa Hukuku uzmanı Doç. Dr. Meital Pinto, “Kamplaşma derinleşecek”; Doç. Dr. Salih Bıçakcı da, “Bibi bu hamle ile kontrolsüz bir güce erişmek istiyor,”[24] derken; “yargıyı ele geçirme” planına karşı on binlerce İsrailli, ülke çapında sokakla çıktı. Protestolarda halk “Diktatörlüğe teslim olmayacağız,” dedi.

Yüksek Mahkeme’nin yürütme üzerindeki denetimini kaldıracak tartışmalı yasa tasarısını 2. ve 3. oylamada onayladı.

Hükümetin yargının yürütme üzerindeki denge ve denetleme yetkilerini aşındırma amacı taşıyan reformu parlamentodan geçirmesi sonrası protestolar artarak sürdü. Yüksek Mahkeme’nin “akla yatkınlık” gerekçesiyle yürütmenin uygulamalarını durdurmasını iptal eden ve yargıya darbe olarak tepki gösterilen tasarının parlamentoda kabul edilmesiyle Kudüs’teki meclis önünde çadır kuran binlerce protestocu ile polis arasındaki gerilim arttı.

Aralarında hava kuvvetleri pilotlarının da bulunduğu yüzlerce yedek asker, askere gitmeyi reddetme tehdidinde bulundu. Ayrıca İsrail Hava Kuvvetlerinde görevli 106 yedek asker, hükümetin tartışmalı yargı düzenlemesini protesto etmek için gönüllü askerlik hizmetlerini sonlandırdıklarını duyurdu.[25]

Daha sonra Yüksek Mahkeme, ülkede Netanyahu hükümetine karşı aylarca büyük protestolara neden olan yargı reformunun bir parçası konumundaki tartışmalı yasayı iptal etti. Yüksek Mahkeme’den yapılan açıklamada, alınan iptal kararının sekize karşı yedi oyla alındığı belirtildi ve yasanın “demokratik bir devlet olarak İsrail Devleti’nin temel özelliklerine ciddi ve benzeri görülmemiş bir zarar” vereceği ifade edildi.[26]

Bunlarla devreye giren Aksa Tufanı Harekâtı çok şeyi sarsıp, savurdu.

Netanyahu’nun, “İsrail tarihinin kara günü” ve “fiyasko” olarak nitelediği;[27] eski İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Eran Etzion’un, “İsrail’e stratejik ve tarihi düzeyde acı bir darbe” olarak değerlendirdiği;[28] ‘Haaretz’in, “İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu düşüncesi çöktü” diye yorumladığı;[29] İsrail Askeri İstihbarat Şefi Aharon Haliva’nın, “Hamas’ın saldırısı konusunda uyarıda bulunmakta başarısız olduklarını” söylediği;[30] ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi Martin Indyk’ın, “İsrail kibri yüzünden Hamas’a gafil avlandı,”[31] notunu düştüğü tabloda, Gazze’nin dümdüz edilmesine ya da Gazze’de ölen Filistinlilerin sayısına bakarak İsrail’in kazandığını sanabilirsiniz, ama gerçekte kazanan Filistin, kaybeden ise Siyonist İsrail’dir.

Bu gerçeği İsrail’de de görenler var: Örneğin Emekli General Yitzhak Brick, “Gazze’de giderek çamura batıyoruz”;[32] İsrail İç İstihbarat Servisi Şin Bet’in eski Başkanı Ami Ayalon, “Gazze’nin kumdan tepelerindeki bataklığa doğru ilerliyoruz”;[33] eski İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz da, “Hamas’a karşı savaşı kaybettik,”[34] diyor…

Bu kadar da değil!

“Netanyahu’nun zehirli dezenformasyon politikası askeri zafiyetin ordu içindeki ‘solcu komutanlardan’ kaynaklandığı türünden komplo teorilerini yayıyor”ken;[35] ‘İsrail’deki ‘Diyalog Merkezi/ Dialog Center’nin anketine katılanların yüzde 86’sı Gazze’deki Filistinli grupların saldırısından ülke yönetimini sorumlu tutuyor. Vatandaşların yüzde 94’ü de güvenlik zafiyetinin hükümetten kaynaklandığını ifade ederken, yüzde 56’sı İsrail ordusunun Gazze’ye başlattığı savaşın ardından Netanyahu’nun istifa etmesi gerektiği görüşünde.[36]

Bir de Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail’in 7 Ekim 2023’den beri Gazze’de işlediği fiillerle 1948 tarihli ‘BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlâl ettiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanında (ICJ) dava açarak geçici tedbir kararı alınmasını talep etti…

GAZZE: İNSANLIK SUÇU

Tel Aviv dünyanın gözünün önünde XXI. yüzyılın en büyük tehcirine imza atıyorken; BM’ye göre 14 Ekim 2023’in 24 saatinde 400 bin kişi evini terk etti.

Oxford Üniversitesi’nden Emeritus Profesör Vaughan Lowe, Refah saldırısını “Gazze ile Filistinlilerin yok edilmesinin son adımı”[37] olarak nitelerken; İsrailli gazeteciler Efraim Inbar ve Eitan Şamir, 2014 Gazze Savaşı analizlerinde, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını “çim biçme taktiği” olarak tarif ediyorlardı.[38]

Söz konusu hâle birkaç örnek verilmesi gerekirse: Aksa Tufanı harekâtı ardından İsrail, aç ve susuz bıraktığı Gazze’de savaş suçlarını sürdürüyor. Tel Aviv’in “tam abluka” uyguladığı Gazze’de insani kriz büyüyor.

Gazze’deki Nablusi Kavşağı yakınında insani yardım almayı bekleyen siviller Siyonistler tarafından vuruldu. Saldırıda tespit edilebildiği kadarıyla 104 kişi hayatını kaybetti, 760 kişi yaralandı.[39]

10 Mayıs 2024 Cuma günü Gazze’nin Refah kentindeki hastane bombalanırken;[40] ‘Uluslararası Af Örgütü’, İsrail’in Gazze’de yoğun nüfuslu sivil bölgelerde kullandığı beyaz fosfora dair kanıtları paylaştı.

Uluslararası hukuka göre yoğun sivil nüfusun bulunduğu bölgelerde kullanımı yasak olan beyaz fosforun dumanı, teneffüs edildiğinde ciğerlerde ani yaraların oluşmasına ve nefessiz kalarak boğulmaya yol açabiliyor. BM ‘Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi’ (CCW) uyarınca sivil bölgelerde havadan yangın çıkarıcı silah saldırıları yasakken[41] oluyordu bunlar!

Kuzeyi ve doğusunda İsrail, güneyinde Mısır ve batısında da Akdeniz’in bulunduğu Gazze Şeridi, 2007’den beri havadan, karadan ve denizden İsrail’in kuşatması altında.

İsrail, Gazze için “topyekûn abluka” kararı aldı, elektrik, gıda ve akaryakıt tedarikinin kesileceğini de açıkladı. Enerji ve Altyapı Bakanı Israel Katz, İsrail’den Gazze Şeridi’ne giden su kaynaklarının da derhâl kesilmesi emrini verdiğini söyledi.

BM kuruluşları ve insan hakları örgütleri, insanlar için günlük hayatın hâlihazırda zor olduğu Gazze’de İsrail’in aldığı yeni kararın tehlikeli olduğunu vurguluyor, “son derece vahim” insani durumun “katlanarak kötüleşeceğini” söylüyor.

2.3 milyon kişinin yaşadığı Gazze Şeridi, dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu yerler arasında.

BM’ye göre Gazze’deki nüfusun yaklaşık yüzde 80’i uluslararası yardımlara muhtaç.

BM’ye göre İsrail’in hava saldırıları nedeniyle neredeyse 200 bin kişi Gazze’de yerinden edildi.

BM ‘İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’ (OCHA), 130 binden fazla kişinin BM tarafından kurulan okullarda barındığını söyledi, ancak bunların bir kısmının İsrail tarafından hedef alındığı bildirildi.[42]

Tüm bunlar ABD ile Siyonist İsrail’in kolektif insanlık suçu değilse, nedir ki?!

EMPERYALİST BARBARLAR

Önce birkaç soru(n): Filistinlilere devlet kurma hakkı neden tanınmıyor?

Kudüs neden İsrail’in tacizi ve işgali altında?

İsrail neden yerleşimcilerini sürekli olarak işgal edilmiş Filistin topraklarında yayıyor?

BM’nin kararlarına rağmen Batı Şeria işgali ve yayılma politikası neden sona erdirilmiyor?

Gazze, her zaman İsrail’in saldırısı ve işgaline uğrayıp durdu. İsrail neden yıllardır Gazze’yi abluka altında tutuyor?

Bu soru(n)ların yanıtlarının tümü Ortadoğu’ya emperyalist (ABD ve AB) müdahaleyle doğrudan ilintili…

Görülmemesi mümkün değil!

BM ve ‘Uluslararası Af Örgütü’ karar ve raporlarının saptadığı üzere: İsrail’in bölge içinde ve dışında mal ve insan hareketliliğini sınırlandırması Gazze’deki insani krizi derinleştiriyor. Gazzelilerin çoğu mülteci kamplarında BM’nin yardımlarıyla hayatını sürdürebiliyor. Batı Şeria’ya 500 binden fazla Yahudi yayılmış ve yerleşmiş. Sayıları giderek artıyor. Bu uluslararası hukuka göre suçken; emperyalist güçler (ABD ve AB), Batı Şeria işgal bölgesinde neden İsrail askeri yönetimine göz yumuyor?

İsrail’in, Filistinlilere ayrımcılık, ırk ayrımcılığı (apartheid) uyguladığı artık kabul ediliyor. Uluslararası Af Örgütü, 2022 tarihli bir raporunda, “Bölgesel parçalanma; ayırma ve kontrol; arazi ve mülkün mülksüzleştirilmesi ve ekonomik ve sosyal hakların reddedilmesi: Bu apartheid’tir,” diyor!

Her şey apaçık ortadayken ABD ve başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere AB, her zaman İsrail’in yanındadır. ABD kuruluşundan beri İsrail’e her yıl ortalama 3 milyar dolar hibe etmektedir (toplam 146 milyar dolardan fazla). 2019’daki askeri yardımın miktarı 3.8 milyar dolar. ABD, BM’de 1991 ile 2011 arasında İsrail’i korumak için toplam 24 karardan 15’inde veto yetkisini kullandı.[43]

Siz bakmayın AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in, Gazze’nin Mısır sınırındaki Refah kentinde 1.7 milyon Filistinlinin kaçacak yeri olmadığını ve İsrail’e baskı yapmaya devam edilmesi gerektiği söylemesine;[44] emperyalist güçler, Gazze’de ölüm yağdıran İsrail’e destek için sıraya girdi. Alman Şansölye Olaf Scholz ve ABD Başkanı Joe Biden’ın ardından İsrail’e giden Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak “İsrail’in sivillere zarar vermemek için her türlü önlemi aldığını” söyledi.

Evet, Siyonist İsrail’e destek için sıraya giren emperyalist katiller, soykırımın dolaysız ortaklarıdır.

Hayır, abartmıyoruz: emperyalistler katildir!

Örneğin Uluç Özülker, ABD’nin bölgeye dâhil olmasına ilişkin olarak, “ABD’nin orada ne işi var?” sorusuyla, hava kuvvetlerinde Hamas’ın gücünün olmadığına, dolayısıyla İsrail’in Akdeniz’e gönderdiği ABD’nin uçak gemisine de ihtiyacı olmadığına[45] dikkat çekmesi boşuna değil!

Siz bakmayın Amerikan Başkan Yardımcısı Kamala Haris’in, “ABD, Filistinlilerin Gazze veya Batı Şeria’dan zorla tehcir edilmesine, Gazze’nin kuşatılmasına veya Gazze sınırlarının yeniden çizilmesine hiçbir koşulda izin vermeyecektir,”[46] palavrasına…

Duymamış olamazsınız: ABD Başkanı Joe Biden, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yok. Ben bir Siyonistim,”[47] derken; Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e açılan soykırım davasında ABD, İsrail’in Gazze işgalini “güvenlik endişeleri” gerekçesiyle aklamaya çalıştı.[48]

Kaldı ki İsrail ziyaretinde ABD’nin Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in, “Bir Yahudi olarak da buradayım,”[49] açıklaması ABD emperyalizminin, Siyonist İsrail’in en güçlü garantörü konumunda olduğunu teyit ediyordu…

Bu kadar da değil! Ateşkese karşı çıkıp, Siyonist İsrail’in Gazze’ye yönelik “etnik temizlik”ine göz yuman Antony Blinken bir taraftan İsrail’e koşulsuz desteğini yinelerken;[50] ABD Başkanı Joe Biden yönetimindeki hükümet, “acil durum” gerekçesiyle Kongre üyelerinin onayını almadan, ikinci kez Gazze’ye yönelik saldırılarına devam eden İsrail’e silah satma kararı aldı.[51]

Tam da bu noktada Noam Chomsky’nin, “ABD doktrinal sistemi içinde, ki bu sistemin dünya genelinde oldukça büyük bir etkisi var -bizatihi bu, oldukça ilginç bir gerçek- bu doktrinal sistem içinde, ‘barış süreci’ teriminin çok net ve özgül bir anlamı vardır. Bu (terim), ABD hükümetinin ne yapıyor olduğuna atıfta bulunur: yani çoğu zaman barışı sağlama çabalarını engellemek… Bu, oldukça kolay bir şekilde gösterilebilir; bununla ilgili çeşitli alanlarda birçok yazılı kanıt bulunmaktadır,” saptamasını anımsamamak mümkün mü?

Elbette değil! Çünkü Siyonist İsrail’in 75 yıl öncesinden başlayan işgali giderek Filistin topraklarını ilhaka doğru ilerliyor. Nihai hedefin, halkı anayurtlarından kopararak Mısır ve Ürdün’e sürmek olduğu anlaşılıyor. İsrail’in faşist yönetiminin büyük bir gaddarlıkla sürdürdüğü harekât her gün, her an vicdanları sızlatıyor. Üstelik bu vahşetin başta ABD ile Batı dünyasının onayıyla ve desteğiyle gerçekleşmesi öfkeyi katmerlendiriyor!

TEPKİLER, DESTEK VE “ARAP ÂLEMİ”

Emperyalizmin Ortadoğu’daki maşası Siyonist İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı inkârı mümkün olmayan bir hakikâtken; “Arap Âlemi” denilen işbirlikçi güruh ihanete devam ediyor.

Birkaç yıldır İsrail kaynaklı haberlerde “İsrail’le Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra Bahreyn’in de ilişkileri geliştirdi”ğinden; “Suudi Arabistan’ın usul usul İsrail’le normalleşmeye gideceği”nden; “İsrail’in, Arap ülkeleriyle turizm, bankacılık ve benzer alanlarda işbirliğini geliştireceği”nden söz edilmesi boşuna değildi!

Çünkü “Suudi Arabistan-İsrail ilişkileri resmiyette normalleşmemiş olsa da taraflar ticaretten savunmaya yıllardır birbirleri ile düzenli görüşme içerisinde. Suudiler ile İsrail arasında yapılan son birkaç görüşme, ortak düşmanları İran üzerineydi.”[52]

Bu kadar da değil! “İsrail’in Gazze’ye yönelik insanlık dışı planlarına başta Tel Aviv’in sınır polisliğini yapan Mısır olmak üzere petrol zengini Arap devletleri çanak tutuyor. Faturasını Biden yönetiminin ödediği savaşı Arap devletleri de destekliyor.”[53]

Bu arada “İslâmcıların İsrail tutarsızlığı”ndan[54] ya da “İsrail’in Kürecik’ten nasıl yararlandığı”ndan[55] söz etmek gerekir mi?

Ama başka bir şey daha var ki, o da Nikaragua’nın, İsrail’in Gazze’deki eylemlerine siyasi, mali ve askeri destek sağlayarak “soykırım işlemesini kolaylaştırdığı” gerekçesiyle Almanya aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açarak geçici tedbir kararı alınmasını talep etmesi…[56]

ABD’li Senatör Bernie Sanders’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Gazze’de etnik temizlik yaptığını belirterek, “Amerikan halkının çoğu Netanyahu’nun savaş makinesinden iğreniyor ve ABD’nin buna destek olmasına karşı çıkıyor… Netanyahu’nun Gazze’de etnik temizlik yaptığı tartışma götürmez bir konu. Gazze halkının yüzde 80’ini yerinden etti. Şimdi de güvenli diye insanların sığındığı Refah’a saldırı tehdidinde bulunuyor. Bu kabul edilemez… Netanyahu bunun hesabını vermeli,” demesi…[57]

İspanya Komünist Partisi (PCE) ve İspanya Genç Komünistler Birliği (UJCE) Filistin halkına ve direnme hakkına olan desteklerini açıklaması…

İsrail Komünist Partisi (MAKİ) ile sol partilerin oluşturduğu ‘Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe’nin (Hadash), “Netanyahu hükümetinin canice işgal politikasının bölgede yaşananlardan sorumlu olduğu”nun belirtilmesi…[58]

Katalan Komünistleri’nin Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Paula Relaño’nun, “İsrail’in Filistin’de yaptığının adı soykırımdır. Sosyalistler doğru bir tavır alsa da Avrupa solunun tavrı yetersiz,”[59] diye haykırması gibi…

Tüm bunlar, “din kardeşliği” söyleminin nafileliğini gözler önüne sermeye yetmiyor mu?

Yine farklı bir şey daha var ki, o da yazar Azra Kohen, İsrail’in ağır saldırıları altında yaşam savaşı veren Filistinlileri “Çocukları bomba bölgesine videolarını çekmek için koyuyorlar,” demesi gibi…[60]

Ya da ‘Dissent’ dergisinden Hans Kundani’nin (15 Mart 2024) Hamas’ın Almanya’da oluşan iklimi analiz eden yazısında, büyük uluslararası medya grubu Axel Sprinef SE’nin CEO’su Mathias Döpfner’in bir toplantıda konuşmasını “Zionism Über Alles” diyerek bitirdiğini aktarmasında olduğu gibi. “Deutschland über Alles” ünlü bir Nazi dönemi şarkısıdır. Kundani, “Anlaşılan, Alman müesses nizamı, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediğine ilişkin inancını, ‘Sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklemiştir’ ile değiştirmiştir,”[61] diyor…

Veya Sosyal medya platformu X’in sahibi Elon Musk, 16 Kasım 2023’de “Evet, sömürgecilikten kurtulma (dekolonizasyon) zorunlu bir Yahudi soykırımını ima eder, bu nedenle kullanımı doğru değildir,” diyerek savunması gibi…[62]

Artık herkes kendi cephesindedir; bu da çok önemli, velut bir saflaşmadır!

“ÇÖZÜM” (MÜ?)!

Tarihin belirleyici önemdeki bir kavşağındayız.

Bu koordinatlarda Leon Trotsky’nin, “Burjuvazi, dünyayı açık bir hapishaneye çevirmeyi başardı. Fakat çürüyen kapitalizmin krizi, emekçiler için kitlesel mücadeleden başka şans bırakmıyor,” sözlerini ya da Paul Éluard’ın, “Her acının sonunda açık bir pencere vardır/ Aydınlık bir pencere,” dizelerini hatırlamak müthiş önem arz ediyor.

Filistin şimdi, her türlü abes mülahazadan uzak, Ortadoğu’nun iç savaş İspanya’sıdır!

Hatırlayın: “Eğer burada kazanırsak her yerde kazanırız” diyordu Ernest Hemingway, İspanya İç Savaşı’nı anlattığı, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da, “Eğer burada kaybedersek, her yerde kaybederiz.”

İsrail’i Netanyahu’dan ve Siyonizmden, Gazze’yi Hamas’tan ve radikal İslâm’dan kurtarmak perspektifiyle Filistin’de kazanmalıyız; başka çaremiz yok!

Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin (FDKC), “Filistin topraklarındaki İsrail işgali bitmeden barış gelebileceğini düşünenler yanılgı içinde” açıklamasındaki[63] devrimci çizgide Siyonist İsrail’i soykırımcı politikadan caydıracak tek güç, eşitlikçi kardeşleşmeyi savunan İsraillilerin sayısının artmasıdır. Bir başka deyişle, İsrail’de de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi…

Ötesi en azından Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama protesto etmeyi başaramadığımız bir zaman asla olmamalıdır,” deyişindeki kararlılıkla ve Pablo Neruda’nın, “Yüreğim bu kavganın içinde/ Kazanacak halkım,/ Bütün halklar kazanacak bir bir…” dizelerindeki mücadele sorunudur…

17 Ağustos 2024 20:33:56, Muğla.

N O T L A R

[1] Sokrates.

[2] Aktaran: Özlem Yüzak, “İsrail’e Kim ‘Oyun Bitti’ Diyecek?”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2023, s.11.

[3] “İşgalciye Karşı ‘Tufan’…”, Birgün, 8 Ekim 2023, s.4.

[4] Mehmet Ali Güller, “ABD İçin İsrail’in Anlamı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.7.

[5] Jonatthan Schneer, Balfour Deklarasyonu, çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Kırmızı Kedi Yay., 2011, s.356.

[6] Walter Hollstein, Filistin Sorunu, çev: Cemal A. Ertuğ, Yücel Yay., 1975, s.69.

[7] “CPJ: Gerçeğin Büyük Kısmını Kaybediyoruz”, Evrensel, 30 Nisan 2024, s.11.

[8] “Acı Dolu 100 Gün”, Birgün, 15 Ocak 2024, s.11.

[9] “İsrail Yıkıma Devam Etme Sinyali Verdi”, Birgün, 2 Ocak 2024, s.11.

[10] “UAD’den Tarihi Karar”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2024, s.7.

[11] Ergin Yıldızoğlu, “İsrail’de Devlet Krizi ve Dinci Faşizm”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2023, s.9.

[12] Zülal Kalkandelen, “Irkçılığın Kaynağına Dair İbretlik Bir Kanıt”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.6.

[13] “Uluslararası Hukuk Alakart Menü Değil”, Birgün, 22 Şubat 2024, s.11.

[14] “Normalleşme Krizi”, Birgün, 14 Ağustos 2023, s.11.

[15] Uğur Kutay, “Molekist Siyonizm”, Birgün, 19 Şubat 2024, s.15.

[16] Serdar M. Değirmencioğlu, “Türkiye’den İsrail’e Militarizm”, Evrensel, 10 Aralık 2023, s.9.

[17] İklim Öngel, “Onur Öymen: İsrail’in Yayılması Durmaz”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2023, s.9.

[18] Anthony Loewenstein, “İstila Teknolojisinin Deneme Tahtası”, Birgün, 31 Ekim 2023, s.10.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “İsrail’de Faşizm-Gazze’de Soykırım”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2024, s.10.

[20] “İsrailli Bakan Ben-Gvir’in Filistinlilere Yönelik Irkçı Sözleri Kınandı”, 7 Eylül 2023… https://www.avrupademokrat3.com/israilli-bakan-ben-gvirin-filistinlilere-yonelik-irkci-sozleri-kinandi/

[21] Mehmet Ali Güller, “Tampon Bölge, Yine Savaş Demektir”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2023, s.7.

[22] Mehmet Ali Güller, “İsrail’in Gazzelileri Sürgün Planı”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2023, s.7.

[23] “İsrail’den Tampon Bölge Planı”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2023, s.7.

[24] Umut Can Fırtına, “Otoriter Rejim İnşası”, Birgün, 27 Temmuz 2023, s.11.

[25] “İsrail’de 106 Yedek Asker Gönüllü Askerliği Bıraktı”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2023, s.7.

[26] “Netanyahu’ya Kötü Haber”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2024, s.7.

[27] cumhuriyet.com.tr, 25 Ekim 2023.

[28] yenisafak.com, 7 Ekim 2023.

[29] haber.sol.org.tr, 7 Ekim 2023.

[30] AA, 17 Ekim 2023.

[31] harici.com.tr, 8 Ekim 2023.

[32] AA, 1 Ocak 2024.

[33] cumhuriyet.com.tr, 11 Ocak 2024.

[34] Sputnik, 26 Aralık 2023.

[35] Şlomo Ben Ami, “Kibir ve Vahşet Savaşı”, Birgün, 16 Ekim 2023, s.8.

[36] Umut Can Fırtına, “Her Şeyin Sorumlusu Hükümet”, Birgün, 13 Ekim 2023, s.4.

[37] Mert Cengiz, “Refah Saldırısı Soykırımın Son Adımı”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2024, s.7.

[38] Ian Parmeter, “Savaşı Bitirecek Seçenekler”, Birgün, 31 Ekim 2023, s.10.

[39] “İsrail, Gazze’de Yardım Bekleyenleri Vurdu”, Birgün, 1 Mart 2024, s.11.

[40] “ABD: İsrail Uluslararası Hukuku İhlâl Etmiş Olabilir”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2024, s.7.

[41] “İsrail’in Beyaz Fosfor Bombası Kullandığının Kanıtı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.7.

[42] “Gazze Ablukası ‘Savaş Suçu’ mu?”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.7.

[43] Orhan Bursalı, “İsrail ve Filistin: Üç Taraflı İnsanlık Vahşeti”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2023, s.6.

[44] “AB’den İsrail’e Uyarı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2024, s.7.

[45] “ABD’nin Bölgede İşi Ne?”, Birgün, 13 Ekim 2023, s.4.

[46] “Harris: Filistinlilerin Zorla Tehciri”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2023, s.7.

[47] Mehmet Ali Güller, “Siyonist Biden, Anti-Siyonist Bushnell”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2024, s.7.

[48] “Uluslararası Hukuk Alakart Menü Değil”, Birgün, 22 Şubat 2024, s.11.

[49] Elçin Poyrazlar, “Garantör”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2023, s.7.

[50] “Emperyalist Riyakârlık”, Birgün, 5 Kasım 2023, s.2.

[51] “ABD’den İsrail’e Acil Silah Satışı Kararı”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2023, s.7.

[52] Rayhan Udin, “Yakınlaşmanın İşaretleri”, Birgün, 2 Ekim 2023, s.10.

[53] Jean Shaoul, “İsrail’in Suç Ortakları”, Birgün, 19 Şubat 2024, s.10.

[54] Ozan Gündoğdu, “İslâmcıların İsrail Tutarsızlığı”, Birgün, 2 Kasım 2023, s.4.

[55] Mehmet Ali Güller, “İsrail Kürecik’ten Nasıl Yararlandı?”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2024, s.7.

[56] “Nikaragua, Almanya Aleyhine Dava Açtı”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2024, s.7.

[57] “Sanders: Netanyahu Gazze’de Etnik Temizlik Yapıyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2024, s.7.

[58] “Doç. Dr. Ali Faik Demir: Ortadoğu İyice Karışacak”, Birgün, 9 Ekim 2023, s.6.

[59] Mert Taş, “Katalan Komünistler: İsrail’in Filistin’de Yaptığı Soykırım”, Birgün, 15 Ekim 2023, s.4.

[60] “Yazar Azra Kohen, Filistin Halkını Hedef Aldı”, 30 Mayıs 2024… https://www.dokuz8haber.net/yazar-azra-kohen-filistin-halkini-hedef-aldi

[61] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Süreç Olarak Faşizm’den Son Görüntüler”, Cumhuriyet, 21 Mart 2024, s.9.

[62] Mehmet Ali Güller, “İsrail’in Soykırım Rantı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.7.

[63] “Kan ve Şiddetten Besleniyorlar”, Birgün, 9 Ekim 2023, s.6.

“Farklı yüzlerle aynı sistemi istemiyoruz. Farklı bir sistem istiyoruz.” – Kenya Ulusal Öğrenciler Kurultayı ile röportaj

Bu röportaj Kenya’daki bir öğrenci hareketi olan National Students’s Caucus’dan (Ulusal Öğrenciler Kurultayı) Jared Oyie ile yapılmıştır.

Kaldıraç International: Konuşmamıza koalisyonunuzla gerçekleştireceğiniz protesto ile başlayalım. Bu protestonun ana hedefi nedir? Protestoda yaklaşık 50 siyasi örgüt olduğunu söylediniz. Bu protestonun ana sloganı ve ana siyasi amacı nedir?

Ulusal Öğrenciler Kurultayı: Ana sloganımız Tunakata. Tunakata, reddediyoruz, kabul etmiyoruz anlamına geliyor. Yani Amerikan kuklası Ruto ile aynı fikirde değiliz. Kabineyi kovduktan sonraki yeni atamaları da kabul etmiyoruz. Ruto’nun kendisine Tunakata! Ruto’nun kendisinin ve merkez hükümetinin defolmasını istiyoruz. Yeni bir hükümet sistemi istiyoruz. Tunakata, sokaktaki vahşi saldırıları reddediyoruz, iki aydır sokaklardayız.

Yaklaşık bir haftadır sokaklarda değildik, bir ara vermiştik. Ruto’ya verdiğimiz bu süre zarfında adam, beyefendi, hiçbir şey yapmadı. İşte bu yüzden ona Tunakata, gitmesini söylüyoruz. Muhalefeti hükümete katılmaya davet ettiğinde, ideolojileri veya geniş kapsamlı hükümeti konusunda onunla aynı fikirde değiliz ya da reddediyoruz.

Ruto’nun iktidara geldiğinde planı yoktu. Kumar oynuyordu. Son iki yıldır kumar oynuyor, hiçbir şey göremiyoruz.

Ondan ve hükümetinden elle tutulur bir şey göremiyoruz. Biz Kenyalılar bunu gururla söyleyebiliriz. Bizim için yapmayı planladığı şey, bütçe olmadan, istişare olmadan, teknokratlar olmadan, uzmanlar olmadan bize vaatler vermeye devam etmek. Dolayısıyla ana sloganımız “reddediyoruz, kabul etmiyoruz.”

Dünyanın dört bir yanında pek çok kişi mücadelelerinizle ilgileniyor ve sizinle dayanışmak, mesajınızı, ruhunuzu kendi coğrafyalarına iletmek istiyor. Okuyucularımıza örgütünüzü ve tarihini tanıtabilir misiniz? Kenya’daki öğrenci hareketinin şu anki durumunu genel olarak anlatabilir misiniz?

Öncelikle, Ulusal Öğrenciler Kurultayı ileri sol bir öğrenci örgütüdür ve kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütüdür. Örgüt, Kenya hükümetinin hibrit bir hükümet sistemi uygulamaya çalıştığı ve üniversitelerimizi bu hükümetin laboratuvarı olarak kullanmak istediği 2018 yılında kuruldu. Bu hükümet sistemi şimdi liderlerimizin seçiminde, hükümet çapında uygulamaya konuldu. Üniversiteye Amerikan delege yönetim sistemini getiriyorlardı. Bunu üniversitelere getirdiler ve Öğrenci Kurultayı olarak bu sistemin yürürlükten kaldırılması için Parlamento’da dilekçe verdiğimiz bir yasa tasarısı da var. Ancak bugüne kadar yasama organlarımız bu tasarı üzerinde harekete geçme ve onu yürürlükten kaldırma konusunda çok isteksiz davrandılar.

Bu yasa tasarısını getirdiklerinde, bu durum üniversite siyasetinin ve liderliğinin momentumunu öldürdü. Getirilen değişiklikle, üniversite ve kolej yönetimi, manipüle edebilecekleri öğrenci liderlerini, öğrenciler adına konuşamayan öğrenci liderlerini seçme ve belirleme konusunda üstünlük elde ettiler. Getirilen öğrenci liderleri harçlara gelen zamları bile dile getiremiyorlar. Bugün, Öğrenci Kurultayı olarak bizi protestolara katılmaya iten şeylerden biri de bu. Okul ücreti çok yüksek ve bazı yoldaşlar, öğrenciler intihar ediyor, bazıları eğitimlerini donduruyor, bazıları okulu bırakıyor, bazıları uyuşturucu bağımlısı oluyor çünkü ücretleri karşılayamıyorlar, yemek yiyemiyorlar, düzgün yaşayamıyorlar, giyinemiyorlar. Yani sokakta olmamızın nedenlerinden biri de bu.

Dolayısıyla yasa tasarısı, öğrenci liderliğinin başına geçmeleri için popüler olmayan öğrencileri öğrenci lideri olarak seçme konusunda yönetime üstünlük sağladı. Bu öğrenci liderliğini öldürüyor. İlk nokta bu.

İkincisi ise -sanırım ayrıntılı olarak ele almaya karar verdiğimiz iki alan bunlar- harç ücretlerinin artırılması. Artan eğitim maliyeti. Ticarîleşme diyoruz, eğitimimiz ticarîleşti. Uygun fiyatlı değil. Ticarîleştirildi. Bir iş bu. İş dünyasındalar. Hükümet iş dünyasında. Ücretler, ana paydaşlara, öğrencilere ve velilerine danışılmadan arttırıldı. İşte bu yüzden bugün size söyleyebilirim ki, bazı öğrenciler üniversiteye gitmek yerine meslekî eğitim enstitülerine gitmeyi tercih ediyorlar çünkü ücretler çok yüksek.

Biz öğrenci liderleri olarak, sanırım size geçen gün de söyledim, kitlesel bir kampanya yürütüyoruz. Kitlesel bir kampanya düzenliyoruz ve bunu üniversitelerimizde yapıyoruz, öğrencilere harçların düşmesi gerektiğini söylüyoruz. Harçların düşmesini istiyoruz. Uygun fiyatlı eğitim istiyoruz. Eğitim eşitlik sağlar. Eğitim sistemini ticarîleştirmek veya şirketleştirmek, bir ulusu öldürmenin bir yoludur. Bir ulusu öldürmek için eğitim sistemini öldürün.

Bay Ruto, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle Tarım Bakanlığından kovulduktan sonra 2009 yılında Yüksek Eğitim Bakanı oldu. İşte sorun burada başladı, çünkü eğitim bakanı iken eğitim sektörünü mahvetmeye başladı. Aslında size Kenya’daki prestijli üniversitelerden birinin Nairobi Üniversitesi olduğunu söyleyebilirim. Burayı siyasi bir merkez hâline getirmek için VC’nin (Rektör Yardımcısı) siyasi hizalanma ve bağlılıkla kabile çizgisinde seçilmesini sağladılar. Sadece Nairobi Üniversitesi değil, Kenya’daki pek çok üniversitede rektörler siyasi eğilimlerine göre atanmaktadır.

Biz aynı zamanda üniversite rektörlerimizin ve rektör yardımcılarımızın siyasi müdahalelerden bağımsız olmalarını istiyoruz.

Son protestolar ve malî yasadan biraz bahsedebilir misiniz? Devletin tepkisi, attığı adımlar ve verdiği tavizler nasıl oldu? Şu anda neler oluyor, protestoları bu kadar yaygınlaştıran neydi ve gelecekte neler olacağını öngörüyorsunuz?

Öncelikle, malî tasarı yalnızca bir tetikleyici. Uzun süredir aç olan Kenyalıları tetikleyen bir unsur olduğunu düşünüyorum. Açlık çok yaygın. Malî tasarı sadece bir tetikleyiciydi.

Hiç ele alınmamış bir dizi sorunumuz vardı ve bunlardan biri de şu anki tartışmaların merkezinde yer alan kötü yönetim, yolsuzluk ve beceriksizlik. Genel olarak sokaktaki durumdan, elde ettiğimiz kazanımlardan, çıkardığımız derslerden ve hatta sokağın kendisinin nasıl hata yaptığından ve bu yüzden çekilip kendimizi düzgün bir şekilde yeniden organize etmek zorunda kaldığımızdan bahsetmek istiyorum.

İlk olarak, yola çıktığımızda oldukça yerinde bir online sansasyonumuz vardı, oldukça organik şekilde online bir bilinçlenme ve eğitim gerçekleşti. Hiç kimse tarafından yönlendirilmedi. STK’lar veya hiçbir sivil toplum kuruluşu tarafından yönlendirilmiyordu. Devletten veya muhalefet partilerinden de kimse yönlendirmiyordu. Yani bu eğitimin merkezinde yer alan Kenya’nın gençlerinden, insanlarından ortaya çıkan organik bir şeydi. Tik Tok ve Twitter’da yer aldı ve hâlâ da bu ikisinden besleniyor, ayrıca Instagram ve Facebook da var ama bu ikisi çok kritik roller üstlendi; Tik Tok ve Twitter.

Hükümet gafil avlandı çünkü biz gençlerin sokakta önemli bir eylem yapmadan sadece internet üzerinden atıp tutabileceğimizi düşünüyorlardı. Bu yüzden herhangi bir önlem alma ve bize karşı koymayı planlama konusunda çok isteksiz davrandılar. Greve başladığımızda halk yanlısıydık, sadece halk için.

Başarısız olduğumuz birkaç alan olduğunu düşünüyorum. Devletin içimize sızmak ve ajanlar yerleştirmek, bize bizim gibi olduklarını empoze etmek için çok uğraşmasından da üzüntü duyuyoruz. İçimize sızmaya ve aynı zamanda bize karşı koymaya, ilerlememizi engellemeye çalıştılar.

Çok açık bir şekilde ifade etmek gerekirse; devlet bizi sabote etmek için üç aşama denedi. Üç değil, dört. İlk aşama, Kenya’da 42’den fazla kabile var. Bu yüzden kabile kartını devreye soktular, siz bu kabiledensiniz, biz bu kabiledeniz, şimdi bu kabilenin savaşma zamanı, bu kabilenin değil. Bu başarısız oldu.

Dini öne sürdüler. Devlete karşı gelenlerin İlluminati tarafından finanse edildiğini söylediler. Bu da başarısız oldu, amaç Hıristiyanları ya da Hıristiyan kökenli çocukların geri çekilmesini sağlamaktı. Bu da başarısız oldu. Sonra başka bir söylem geldi ve Rusya’dan finanse edildiğimizi söylendi. Bu da başarısız oldu. Ayrıca bazı STK’lar tarafından finanse edildiğimize dair başka bir söylemi de gündeme getirdiler, Ford Vakfı tarafından. Bu da başarısız oldu.

Yani tüm bu rivayetler başarısız oldu ve ardından eski başkanın bölgesiyle ilgili son bir rivayet gündeme getirdiler. Biz oraya Kenya Dağı bölgesi diyoruz. Güya eski başkan Kenyatta ve yandaşları, Ruto’yu görevden almamız ve başkan yardımcısı Gachagua’ya başkan olma şansı vermemiz için bizi finanse ediyorlardı. Elbette bazılarımız, başkan yardımcısı da dâhil olmak üzere tüm Ruto hükümetinin, Gachagua dâhil, toplanıp gitmesinden bahsediyor. Dolayısıyla biz hâlâ ikisini de desteklemiyoruz.

Sonuçta hükümetin, devletin tüm söylemleri başarısız oldu. Tüm söylemler başarısız olduktan sonra kaçırma, öldürme ve tehdit yöntemlerine başvurdular. Ve bu da başarısız oldu. Başarısız olmaya devam ediyorlar. Denemeye devam ediyorlar. Dün farklı bölgelerde halk meclislerimiz vardı ve sanırım bundan daha sonra bahsedeceğim. Bize saldırdılar. Dün bazı yoldaşlarımızı kaçırdılar. Bizler halk meclisleriyiz. Bu da başarısız oldu. Bugün biz konuşurken, hükümet panik modunda. Yani hükümetin denediği genel hatlarıyla bunlar.

Ayrıca dayatmaya çalıştıkları başka bir şey. Ruto, yeni kabineyi getireceğini söyleyerek, gençlerin psikolojisiyle oynadı. Eski kabine 21 kişiydi. Bazılarımız Ruto’ya diyor ki, bu sayıyı azaltın. Çok büyük. Kabinedeki 21 bakan ne yapıyor? Ruto ne yaptı peki? Onları kovdu. İki hafta sonra da kovulanların yarısını işe aldı. Onları beceriksiz oldukları gerekçesiyle kovdu. İki hafta sonra, şimdi tekrar yetkin mi oldular?

Bugün hâlâ malî yasa tasarısını konuşuyoruz. Bunlar hâlâ bize vergi yüklemek için getirilen tasarılar. Malî yasa tasarısı kapatıldı ama aynı yasa tasarılarını arka kapıdan gizlice meclise sokuyor. Tasarıyı meclise gizlice sokuyor. Parlamentoyu kontrol ediyor. Bu adam parlamentoyu satın aldı. Milletvekilleri iki milyon Kenya Şilini karşılığında satın alınıyor. Onlardan, devletten tek umudumuz mahkemelerde; yargı biraz daha bağımsız olmaya çalışıyor. Yani, yasa tasarısını arka kapıdan yeniden parlamentoya sokuyor.

Parlamentoya 25 Temmuz’da gittiğimizde bu bizim için büyük bir başarıydı. Bu başarıya rağmen eve geri dönmemeliydik. Eve dönmek bir hataydı. Ve bundan ders çıkardık. Hata, Parlamentoya ulaştıktan sonra eve geri dönmemizdi. Ne yapıp edip, onu yıkmalıydık. Parlamentoyu yıkmalıydık. Bu bir hataydı.

Ertesi gün geri dönmek bir hataydı çünkü Ruto’ya kendisini ve cephaneliğini yeniden organize etmesi için zaman vermiştik. Parlamentoya ulaştık ama yapmak istediğimizi yapamadık. Burkina Faso usulü yapmak istemiştik. Yıkalım, yenisini kuralım, yeniden başlayalım. Ve aynı gün devlet binasına gitmeliydik.

Yani bu bir hataydı, çünkü bugün yarın eyalet meclisine gideceğimizi söylüyoruz. Ayın 25’inde devlet binasına gidecektik. Bence bu yaptığımız bir hataydı çünkü ayrıldık, iptal ettik, devrimi yarıda bıraktık, bu talihsiz bir durumdu çünkü işi tamamladığımızı hissettik. Hâlbuki işi yarıda bırakmıştık. Ruto’ya, saldırmak için kendini yeniden organize edebileceği bir alan verdik. Şimdi top tekrar bize döndü. Bu yüzden geri çekilmek, yeniden örgütlenmek, yeniden strateji belirlemek ve sonra saldırmak zorunda kaldık.

Bunlar hata yaptığımızı öğrendiğimiz şeylerden bazıları. İşi tamamen bitiremedik. O zaman bitirecektik, şimdi bitirmek çok zor. Yeniden örgütleniyoruz, yeniden strateji belirliyoruz, içimize derinlemesine sızdılar, artık kimin kim olduğunu bilmiyoruz. Yanınızdaki yoldaşınıza bile tam olarak güvenemiyorsunuz çünkü bilmiyorsunuz. İşte bu durumdayız. Ama biz diyoruz ki mücadele devam etmeli.

Meclise gittikten sonra eve dönmemeniz gerektiğini söylediniz. Bu hataya yol açan dinamikler nelerdi? İrade eksikliği mi yoksa planlama eksikliği mi vardı? İşin yarım kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitleler hazır olmadığı için mi yoksa önderlik hazır olmadığı için mi bu yaşandı?

Evet, eylemlerimizi, kitlesel ayaklanmayı, sokaktaki eylem günlerini takip ettiğinizde, insanlar partisizdi, lidersizdi, kabilesizdi, korkusuzdu. Ama iki alanda da başarısızız. Liderler olmadan başarılı bir devrim yapamayız.

Başarısız olduk çünkü sokağa çıktığımız andan itibaren lidersiz ve partisiz olduğumuzu biliyorduk. Liderlik olmadan başarılı bir devrim yapamazdık. Bu yüzden bazı internet fenomenleri eve gitme zamanı diye tweet attılar. Devlet gençlere olağanüstü hâl ilan edileceği korkusunu yaydı. Bu gündeme geldiğinde, ki bu yine bir yalandı -Kongre olağanüstü hâl varmış gibi davrandığında bize yalan söylüyorlardı- bazıları artık çekilip eve gitmenin zamanı olduğunu söyledi. Ve o zaman eylemlere, bundan sonra ne yapılacağına dair yön verecek yeterli bir liderlik yoktu. İşte bu nedenle bugün 48 ilerici güçle birlikte bir lider, yapılandırılmış bir devrim sunmak üzere yeniden bir araya geldik.

Burada bir aktivist var. Aktivistlerden biri, şu anda liderliğe getirmeye çalıştığımız organizasyonumuzun bir parçası. Devletin olağanüstü hâl ilan edeceğine dair bir tweet attı. Tabii ki istediler ama ordu bunu reddetti çünkü o zaman bunu yapmak anayasal değildi. Bu yüzden tweet attığında bazı yoldaşlar olağanüstü hâlin bizim için tehlikeli olduğu, vahşi bir müdahaleyle karşılaşacakları, vurulacakları, öldürülecekleri ve benzeri korkulara kapıldılar.

Bu yüzden bazıları sokaktan çekildi ve evlerine gitti. Ve yoldaşlar parlamentoya ulaştıktan sonra bir sonraki eylem konusunda yön verecek bir liderliğe sahip değildi. Parlamentoda ne yapacağız? Parlamentoya girdikten sonra, parlamentoda ne yapmamız gerekiyor, sonra ne yapacağız? Bundan sonra ne yapacağız? Yani bir boşluk vardı. Lidersizdi. İşte bu noktada biz de başarısız olduk.

Tüm bunlar olurken Komünist Parti, Ulusal Öğrenciler Kurultayı, devrimde liderlerin olması gerektiği görüşünü destekliyorlardı. Sizce o dönemde partinin liderlik edebileceği geniş bir koalisyon yok muydu? Şimdi gerçekleştirmeye çalıştığınız şey bu mu? Partinin o andaki çizgisi neydi? Liderlik etmeye ya da lider olmaya çalışıyordu ama yeterince insana ulaşamadı mı? Artık daha net bir vizyona sahip olduğunuza göre stratejinizi nasıl değiştirirsiniz?

Yoldaş kardeşim ve diğer yoldaşlar, ileriye giden yolu tartışmak ve kendimizi bu kitlesel ayaklanmaya liderlik etmek için sunmak ve neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağı konusunda yönlendirme merkezinde olmak için 30’dan fazla halk toplantısı yaptık. Ve biz sokağa çıktığımızda, sanırım biz sokağa çıkmadan önce de Kenya Komünist Partisi ve diğer ilerici örgütler örgütlenmede, kitleleri sokağa çıkmaları için harekete geçirmede ön plandaydı.

Ancak o zamanlar liderlik için kendilerini öne sürmediler, çünkü sokağa çıkanların bir kısmı, Kenya Komünist Partisi’nin ya da bu ülkedeki diğer ilerici kanatların farkında değillerdi, bir parçası değillerdi. İşte sebeplerden biri de bu.

Liderlik için, şehirden, devrimci olan ancak herhangi bir ilerici örgüte bağlı olmayanları da belirledik. Dolayısıyla Kenya Komünist Parti’si olsun, sosyal adalet merkezleri olsun, Ulusal Öğrenciler Kurultayı olsun, bu kişilerin de hareketin bir parçası olmalarına ihtiyacımız var. Sokaktaki en iyileri seçmeye ve aynı zamanda kitlelerin içine sızmaya çalıştık. Yapabileceğimizi, onlara yön verebileceğimizi bilmelerini sağladık. Kenya’daki ana medya kanallarımızda da basın açıklamamızı paylaşıyoruz.

Şu anda direnişte, öğrenciler, işçiler, belki meslek örgütleri, doktorlar, sağlık çalışanları, diğer koalisyonlar, çiftçiler, kadın örgütleri gibi farklı gruplar ve bunlar arasındaki dinamikler nelerdir?

Bu koalisyonda sadece ilerici güçler yer almıyor, artık meslek örgütlerini bile bir araya getiren bir koalisyonumuz var. KHD’miz var, Kenya Hukuk Derneği. Öğretmenler örgütümüz var. Genç mühendisler var, çiftçiler var. Aslında parlamentoda GDO’lu tohumların bize dayatılmasıyla ilgili bizim ön planda olduğumuz ve çiftçilerin de desteklediği bir yasa tasarısı var. Çiftliklerimizdeki üretimin merkezinde GDO’lu tohumların değil, yerel Afrika tohumlarının yer almasını istiyoruz. Yani çiftçiler bile bizimle birlikte. Ayrıca meslek örgütümüz de var, grevde olan hemşireler ve doktorlar da var. Onlar da bizimle birlikte. Ayrıca iş dünyası örgütleri de bizimle. Onlar da bizimle. Yani 48’i geniş koalisyon yapan şey bu.

İlerici güçlerle de bir ittifakımız var: PASA, İlerici İttifak. Yani biz, Öğrenci Kurultayı, CPK, RSL (Devrimci Sosyalist Birlik), Tüm Afrika Halkları Partisi, Değişim Koalisyonu. Yani iki kadememiz var. Bir ittifakımız var ve bir de koalisyonumuz var.

Son 10 yıldır Lübnan’da, Sri Lanka’da, şimdi de Bangladeş’te farklı protestolar ve ayaklanmalar görüyoruz, bu da hükümetlerin ya da bazen başkanların değişmesine neden oluyor. Ama sonuçta aynı sistem farklı bir aşamayla devam ediyor, aynı kapitalist sistem devam ediyor. Hükümetin tamamının toparlanıp gitmesini istediğinizi de söylediniz. Bunun olasılığını nasıl görüyorsunuz? Ne tür bir değişimi destekliyorsunuz, daha sistemik bir değişimi mi destekliyorsunuz?

Kenya’nın biraz karmaşık ve ilginç bir ülke olduğu konusunda çok açık olmam gerektiğini düşünüyorum. Kenya, Afrika’da emperyalistlerin dayanağı olan dört ülke arasında yer alıyor: Güney Afrika, Kenya, Mısır ve Nijerya. Dolayısıyla Kenya, emperyalistlerin ve onların sempatizanlarının giriş kapısı olduğu için çok ilginç çünkü bu ülkede çok büyük çıkarları var. Kongo madenlerini elde edebilmelerinin tek yolu bu. Kenya olmadan Kongo madenlerine ulaşamazlar. Uganda’ya erişebilmelerinin, Sudan’a erişebilmelerinin tek yolu bu.

Gördüğünüz gibi, Kenya istikrarsızlaşırsa, emperyalistler, yeni sömürgeciler sarsılır. Çünkü onlar için Etiyopya’yı, Somali’yi sarsmak, Doğu ve Orta Afrika’nın bazı bölgelerinde bu istikrarsızlık, bunun sonu Kenya’dır. Kenya’daki ileri sol örgütlerin her zaman bastırılmış olmasının nedeni budur.

İşte bu yüzden, daha önce Rusya’yı finansmanımızın bir parçası olarak gösterdiklerini söyledim. Hayır! Bizde bu yok. Size söyleyeyim, eğer bu fonlara sahip olabilseydik, Kenya’da harikalar yaratabilirdik, inanılmaz bir iş çıkarabilirdik. Eğer Rusya bize sponsor olup destek olsaydı, her şey çok daha farklı olabilirdi.

Bu yüzden Doğulu güçlerin adını bu işe karıştırmaya çalışıyorlar, onlar bu işin bir parçasıymış gibi. Ama bir daha eskisi gibi olmayacağı konusunda çok iyimseriz. Ve merkezin artık dayanamayacağını söylüyoruz. Onlar da bunu biliyor. Kitleler uyandı, kitleler kendi bağımsız eğitimlerini yapıyorlar ve ülkelerini geri istiyorlar.

Farklı yüzlerle aynı sistemi istemiyoruz. Farklı bir sistem istiyoruz. Onu tamamen çökertmek istiyoruz. Bence bu sistemi çökertmenin son aşamasındayız. Kenya’da korkunun yok olduğunu söylüyoruz. Biz korkusuzuz. İki ya da üçümüzü öldürseler bile hepimizi öldüremezler. Bu yüzden yürüyoruz, yarın kazanamasak bile yürümeye devam edeceğiz. Yakın zamanda pes etmeyeceğiz.

Bu yeni sistem, sizce nasıl?

Bugün size söyleyeceğim, bu sorduğunuz en zor sorulardan biri. Bugün siyasi elitler kendilerini geri çağırdılar. Onlar bir taraftalar. Kenya’daki siyasi gelişmeleri çok yakından takip ediyorsanız, muhalefet ve hükümet tek bir oluşumdur.

Yapmaya çalıştığımız şey ya da onu nasıl ezebileceğimiz bir anda olmayabilir, belki parça parça olabilir. İşi bitirmenin ne zaman ya da ne kadar süreceğini bilemeyebiliriz. Biz Kenya halkı olarak düşmanımızı tanıyoruz. Bize havlayan köpeğin kim olduğunu ve sahibini biliyoruz. Toplumsal eğitim alıyoruz. Bence bu ilk anahtar şey. Kitlelerin düşmanın kim olduğunu ve onunla nasıl yüzleşeceklerini bilmelerini sağlamak.

Ve kitleler bu gerçeğe uyandılar. Amerika’nın düşman olduğunu ve kuklalarının da düşman olduğunu biliyorlar. Kenyalılara kimin düşman olduğunu biliyorlar. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Amerikalıların kuklalarının Kenya’nın düşmanları olduğunu biliyorlar. Bu nedenle biz Kenya halkı olarak, 2027’deki adaylık için, yani 3 yıl sonra, bizden kimin aday olması gerektiğini ya da Amerika’nın kukla çevresinden, yıllarca çevirip önümüze getirdikleri adayın kim olacağı konusunda aramızda samimi tartışmalar gerçekleştiriyoruz.

Bence işin en önemli kısmı, bugün halkımızın, Kenya halkının bu işi kendi ellerine almış olmasıdır. Kimse onları itmiyor. Kimse onları zorlamıyor. Bunu nasıl yapabileceğimizi öğrenmek için geliyorlar. Yani düşmanı ezmek bir yıllık bir şey olmayacak. Belki iki yıl, belki 10 yıl, biz çok ilerici ve çok iyimseriz, ama bu yavaş yavaş yapılacak.

Ve bunun en iyi yanı, en güzel yanı, kitleleri düşmanın kim olduğunu bilmeleri için uyandırıyor olmamız. Ayrıca onların gelip bizim için ülkemizdeki liderleri seçmelerini istemediğimizi bilmelerini sağlıyoruz. Biz kendi liderlerimize sahip olmak istiyoruz. Peki kendi liderlerimizi seçtikten sonra, eğer başarısız bir isyan yaşarsak, o zaman ne yapacağız? Bunu sandık yoluyla yapacağız, doğru bir şekilde.

Bu seçim kısmı, bugün Kenya halkı olarak kendi aramızda samimi bir konuşma yaptığımızı söylediğim alan. Eğer yarın ya da önümüzdeki günlerde kitlesel ayaklanmaya devam ederken sonuca doğru bir şekilde ulaşamazsak, o zaman üç yıl sonraki seçimlerde bunu doğru bir şekilde yapacağız. Amerikalılar ve yandaşları tarafından bize dayatılmayan kendi adayımızı çıkaracağız.

Rusya ve Çin’in bölgenize ilgisi hakkında bir bütün olarak ne düşünüyorsunuz? Burkina Faso’dan da bahsettiniz, Çin ve Rusya’nın bölgede daha fazla ilişki geliştirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu iyi bir şey mi?

Biz organizasyon olarak ilerici güçlerden ortaklık ve destek arıyoruz. Ve bence bunu başarabilirsek, dünyaya artık küçük tanrıların çocukları olmadığımızı, eşit olduğumuzu göstereceğiz. Kenya’da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ülkede bulunduğunu düşünüyorum, CPK, Kenya Komünist Partisi içinde bir etkileri var. Rusya hakkında fazla bir şey söyleyemem. Daha fazlasını söyleyemem. Sadece sokakta Kenya bayraklarını gördük. Ama size samimi, içten düşüncelerimi söyleyeyim, bir şeyler arıyoruz.

Aslında, bana sistemi sorduğunuzda, sadece iki sistemimiz var. Evet, sosyalizm, komünizm ya da ileri sol sistemler var ve bir de kapitalizm var; ülkede var olan kapitalizm. Dolayısıyla sistemi çözebilmemizin tek yolu onu başka bir sistemle değiştirmektir. Evet, ülkemizi yönetmek için hibrit bir sisteme ya da uydurulmuş bir sisteme sahip olamayız.

Evet, elbette sosyalizmle değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Kesinlikle, kesinlikle. Mesele de bu. Bugün ülke olarak nerede olduğumuzu düşünene kadar, kapitalizm sistemini nasıl kırabileceğimiz zor çünkü bizi destekleyecek doğru düzgün bir sosyalizm sistemimiz yok.

Size söylüyorum, yoldaşım, Türkiyeli yoldaşlarım, mücadele ediyoruz. Materyallere sahip olmak için bile mücadele ediyoruz. Bu hiç kolay değil. Çok basit malzemeler bile, vuvuzela, düdük, Kenya bayrağı, tişört basmak, bizim için kolay değil. Size söyledim, bazılarımızın banka hesaplarını bile dondurdular, şüphelendikleri kişiler etkili kişiler. Eğer düzgün bir şekilde destek alabilirsek, hiç şüpheniz olmasın, bugün silah almayacağız, ama gerekirse (ileride) belki milis olmak zorunda kalacağız. Ama o zamana kadar, bugün, hâlâ barışçıl bir protesto, eğer başarılı olursa barışçıl bir yürüyüş yapmak istiyoruz. Ama mesele bu, eğer başarılı olursa. Bu çok önemli ve yakın bir soru. Aynı sisteme farklı kişilerle mi sahip olacağız? Bunu sorgulayacağız.

Buradan sizinle nasıl dayanışma gösterebiliriz? Mücadelenize nasıl destek olabiliriz?

Amerikan medyası diyor ki, orada bizden biri var, Larry Madowo, ve o bizim için bir lütuf oldu. Protestomuz dünya çapında duyuldu ve kitlelere karşı işlenen zulümler görüldü.

İşin dayanışma kısmının bizim için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bizimle paylaşacağınız bir dayanışma mesajı kitleler için büyük bir heyecan olacaktır. Türkiye halkının dayanışma içinde olduğunu ve yaptıklarımızı desteklediğini bilecekler. Ayrıca CPK başkan yardımcısının arabasının elinden alındığının da çok açık bir şekilde ortaya çıkması gerektiğini düşünüyorum. Yani çok fazla gözdağı ile karşı karşıyayız. Bazı banka hesaplarımız donduruldu. Faaliyet gösteremiyoruz. Dolayısıyla mümkünse lojistik destek ve kitlelerle paylaşılabilecek dayanışma mesajı bizim için büyük bir artı olacaktır.

Avrupa’nın ilk devrimci gerilla hareketi İç Makedonya Devrimci Örgütü

On dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlangıç dönemi Osmanlı Devleti açısından son derece hareketli geçmişti. Bir yandan birbiri ardına gelişen ulusal isyanlar diğer yandan devletin Batı topraklarında ve İstanbul’da güçlenen sol hareketler sürekli olarak Osmanlı Devleti’ni uğraştırmakta idi. Özellikle Makedonya’daki hareketlilik gerçek anlamda bir sorun yumağı idi Osmanlı için.

Makedonya, sınırları kesin olarak bugün bile belirlenmemiş olan bir toprak parçası. Adı nedeni ile iki ülke arasında yıllar süren diplomatik gerginliğe neden olan coğrafya.

Yukarıdaki iki cümle Makedonya’nın etnik yapısını açıklamaya yeterli kanımca, Balkan yarımadasında yerleşmiş her ulustan insanın kendine yaşam alanı bulduğu bir yer burası. Hâl böyle olunca bölgede egemenlik kurmak isteyen de çok olur elbette. Nitekim Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan bölgeye egemen olabilmek için çeşitli manevralar yapmakta ve Batılı büyük devletlerin desteğini alarak bölgede egemen olma çabasında idiler.

Etnik açıdan homojen bir yer değildi bölge. Türkler, Bulgarlar, Romenler, Yunanlılar, Yahudiler, Sırplar ve daha pek çok milliyetten insanlar yaşam olanağı bulmuşlardı burada kendilerine.

Değişik etnik aidiyetlere sahip insanların bir arada yaşayabilmeleri özellikle milliyetçilik akımlarının yükseldiği dönemlerde hayli güçlükler arz eder. Bununla birlikte farklı ulusal kimliklerin bir arada mücadele verebileceği örgütsel yapılarınoluşması için gerekli ortamı da sağlayabilir kimi zaman. Kaldıraç dergisinin geçen sayısında sözü edilen “Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu” bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu yazının konusu olan İç Makedonya Devrimci Örgütü de yine Makedonya’da kurulmuş enternasyonalist örgütlerin bir başka örneğidir. Her ne kadar bu örgüt kendi iç çatışmaları nedeni ile zaman zaman enternasyonal kimliğinden uzaklaşmış olsa da örgütün tüm yaşamını objektif bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda enternasyonalist sıfatını hak ettiğini ifade edebiliriz.

İşe iki örgüt arasındaki farklılıkları irdeleyerek başlayalım:

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu yığın örgütlenmesini temel alan demokratik mücadeleyi benimsemiş bir yapılanma iken İç Makedonya Devrimci Örgütü hücre örgütlenmesini ve silahlı mücadeleyi temel alan bir gerilla hareketi idi. Bunun doğal bir sonucu olarak Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu daha geniş bir tabana sahipti. Bununla birlikte İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün de Osmanlı zulmünden olumsuz etkilenmiş köylü yığınlar arasında hayli sempatizan ve destekçi bulduğunu söylemek mümkün. Ne var ki bu destek örgüte maddî ve lojistik destek sağlamakla sınırlı kalmakta örgüte militan desteği sağlama konusunda pek yeterli olamamakta idi.

Kıyaslama konusu iki örgütün kilitlenmiş oldukları hedefler arasında da büyük farklılıklar mevcuttu. Selanik Sosyalist İşçi fFederasyonu tüm Osmanlı coğrafyası içinde yaşamakta olan tüm halkların birlikte mücadele etmelerini ve Osmanlı coğrafyasında sosyalizmin egemen olacağı bir sistemin kurulmasını hedeflerken İç Makedonya Devrimci Örgütü mücadelesini “Makedonya” olarak tanımladığı toprak parçasının “özerk” bir yapıya ulaşması ile sınırlandırmıştı.

Son olarak Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu bünyesinde herhangi bir etnik grubun ağırlığının olmaması, örgüt içindeki tüm milliyetlerin bir yandan sosyalizm için mücadele verirken bir yandan da kendi dillerini ve kültürlerini geliştirmek için çalışabileceği bir ortam yaratılmış iken İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Bulgar ağırlıklı bir yapı olduğunu belirtmek gerekiyor.

Kuzey Makedonya ülkesinin önemli tarih bilgini, bu ülkenin “Ulusal Tarih Enstitüsü” müdürlüğü görevini yıllarca sürdürmüş olan İvan Katardziev (1926-2018) örgütün ilk hedefini şu şekilde tanımlıyor:

“Makedonya’nın coğrafî ve etnografik sınırlarını belirlemek.” Katardziev’e göre örgütün adını belirlemiş olan da bu hedefti.[1]

Örgütün kurucularından Tatarçev ise anılarında örgütün kuruluş amacı ile ilgili olarak şunu ifade ediyor:

“Örgütün amaçları üzerine uzun uzun tartıştık. Sonra Bulgarların baskın olduğu özerk bir Makedonya’da karar kıldık.”[2]

Bu cümleden hareketle örgütün Bulgar ağırlıklı olduğunu ancak içindeki Bulgar olmayan unsurların varlığı ve bölgenin çok değişik etnik bileşenli yapısı nedeni ile doğrudan Bulgaristan’a bağlanmak gibi bir hedefinin olmadığını düşünebiliriz. Bağımsızlık hedeflerinin olmaması ise dönemin politik konjonktürü ile ilişkili olmalı.

Ne var ki örgütteki Bulgarların tümü sosyalist değil. İçlerinde milliyetçi olanlar da var. Bunlar Eksarlık[3] tarafından yönlendiriliyorlar. Örgütün sağ kanadı bunlardan oluşmakta.

Millet-sınıf ikilemi örgütün uzun süre başının ağrımasına neden olmuş. Bu ikilem örgütün ilk yıllarında Goçe Dalçev’in örgüte katılması sonucu sol kanadın etkinliğinin artması ile sınıf mücadelesinin ağırlık kazanmasına yol açtı. Balkan savaşı yıllarında örgütte sağ ve milliyetçi çizgi iyice egemen oldu ve tüm etkinlikler Bulgaristan devleti ile koordineli ve Bulgaristan politikaları ile uyum içerisinde gerçekleşti.

Örgütün kuruluş tarihi kesin olarak belirlenemedi henüz. Ancak 23 Ekim/6 Kasım 1893 tarihinde Selanik’te kurulduğu genel kabul gören bir tarihtir.[4] Tarihçilerin bir başka kabulü ise İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Avrupa’da bilinçli olarak kurulmuş ilk “Devrimci Gerilla Örgütü” olduğudur.

Örgüt ilk kuruluş yıllarında çok etkili değildi. Bu durumun pek çok nedeni var kuşkusuz. Öncelikli neden insanları gerilla savaşına ikna etmenin güçlüğü olmalı kanımca. Yine örgütün yönetim tarzını belirleyecek bir tüzüğün başlangıçta hazırlanmamış olması da her kafadan bir ses çıkmasına neden olmakta ve ses getirecek eylemlerin yapılmasına engel teşkil etmekte idi. Bir başka sorun da derhal akla gelebileceği gibi maddî yetersizlikler idi. Örgüte dışarıdan destek olan ahalinin sağlamış olduğu yardımlar Osmanlı Devleti ile savaşabilmek için gerekli olan silah ve mühimmatın sağlanmasına yetecek düzeyde değildi. Bu nedenle örgüt ilk yıllarında kendine taban yaratmak, örgütsel bağları sıkılaştırmak gibi faaliyetler sürdürdü arada gerçekleşen birkaç gerilla hareketi ise başarısızlıkla sonuçlandı.

İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün etkinliğinin artması 21 Ağustos 1901 tarihinde gerçekleşen bir “insan kaçırma olayı” ile hız kanadı. Bu tarihte Amerikalı misyonerler Ellen Maria Stone ile Katerina Stefanova fidye elde etmek amacı ile örgüt tarafından kaçırıldılar.

Tarihte Bayan Stone olayı olarak bilinen bu kaçırma eylemi batı dünyasında büyük etki yarattı. Misyonerlerin kurtarılması için Amerika’da yardım kampanyaları açıldı. Altı ay devam eden bu sürecin sonunda örgütün istediği para temin edildi ve misyonerler kurtarıldılar. Böylelikle örgüt eylemlerini gerçekleştirebilecek mali kaynağa kavuşmuş oldu. Bunun yanında Batı dünyasının dikkati de Makedonya sorunu üzerinde yoğunlaştı. Dolayısı ile Bayan Stone olayı sadece bir fidye amaçlı insan kaçırma olarak değerlendirilmemeli “politik gerçeklerin silah yolu ile duyurulması” olarak formüle edilen “silahlı propaganda” etkinliklerinin ilk örneklerinden biri olarak düşünülmelidir kanaatime göre.

Yukarıda örgütün sol kanadının önemli isimlerinden biri olan Goçe Dalçev’den söz etmiştim. Sanırım yaşadığı dönemde örgüt politikalarına yöne veren isimdir bu şahıs. Bu nedenle onunla ilgili birkaç cümle kurmak gerekli.

1872 yılında Selanik yakınlarında bir kasabada dünyaya gelmiş Galçev, temel eğitimini Selanik okullarında aldıktan sonra Bulgaristan’a geçip burada askerî okulda öğrenci oldu. Burada geçen yıllarında devrimci fikirlerle tanıştı ve bunları benimsedi. Devrimci fikirleri benimsemekle kalmayıp etkinliklere de katılınca askerî okulla ilişkisi kesildi ve doğduğu topraklara geri döndü. Bu süreçte Makedonya’nın özgürlüğü için bir örgüt kurulması gerektiği düşüncesi yer etmişti kafasında. İştip yakınlarında Novo Selo (Yeni Köy) adlı kasabada öğretmenlik yaparken tanıştığı Dame Gruev’in yönlendirmesi ile İç Makedonya Devrimci Örgütü’ne katıldı. Kısa zamanda örgüt içinde önemli bir pozisyona geldi. Özellikle kırsal bölgelerde yaptığı çalışmalar ile halkın kendisine ve örgüte güven duymasını sağladı. Örgütün sol kanadının önderleri arasındaki yerini aldı. Sol kanadın örgüte hâkimiyeti ele geçirmesinde ve politikalarının belirlenmesinde önemli bir figür olarak göze çarpmakta idi.

Mayıs 1903’te Serez’de yapılacak olan kongreye katılmak üzere yola çıktı. Serez yakınlarındaki Banice köyünde konaklayacak oradan da yola devam ederek kongreye katılacaktı. Ancak bu plan gerçekleşemedi. Bir ihbarı değerlendiren Osmanlı birlikleri 4 Mayıs 1903 sabahı köyü kuşattılar. Çıkan çatışmada Galçev öldürüldü. Kendisi ile aynı sonu paylaşan 21 militan daha vardı.[5]

Galçev’in ölümü örgüt üst kadrolarında bir travma yarattı. Bu travmanın tabana yayılmaması için olayın üzeri kapatılmak istendi. Bu amaçla çatılmada “ölü ele geçen” Galçev’in sıradan bir örgüt militanı olduğu, Goçe Galçev ile sadece bir isim benzerliğinin bulunduğunu yayma teşebbüsünde bulundular ancak başarılı olamadılar. Örgütün önderlerinden Goçe Galçev henüz otuz bir yaşında iken Osmanlı askerlerinin kurşunlarına hedef olmuş ve dünyayı terk etmişti. Bu olay uzun vadede örgütün politikalarının değişmesinde rol oynayacak mahiyettedir kanaatime göre.[6]

Galçev ve çevresi Makedonya’da başlatılacak büyük bir isyanın hazırlıkları ile meşgul idiler. Onun ölümü isyanın başlamasını engellemedi ancak yeterli hazırlıklar gerçekleşmeden başlatılan isyan örgüt açısından büyük bir yenilgi ile sonuçlandı.

Aslında 1903 yılında Makedonya’nın patlamaya hazır bir barut fıçısı hâline geldiği bilinmekte idi. Bölgede görevli yabancı konsoloslar kendi ülkelerine vermiş oldukları bilgilerle bu durumu açıkça belirlemişlerdir. İyi bir koordinasyon sonucu başarılı olabilecek bir isyan gerçekleşebilirdi. Lakin Galçev’in ölümü koordinasyon güçlüğü yarattı. Bu arada örgütün Bulgar milliyetçisi sağ kanadı ortaya çıkan boşluktan yararlanarak inisiyatifi geçici bir süre için de olsa eline geçirmişti. Mayıs ayı ortalarında örgütün gerçekleştirdiği kongrede sol kanada mensup üyeler isyan için yeterli hazırlıkların henüz tamamlanmadığını bu nedenle harekete geçmek için henüz erken olduğunu ifade etseler de Eksarlık tarafından yönlendirilen sağ kanadın görüşü baskın çıktı ve isyanın başlatılmasına karar verildi.

Örgüt, dağ kadrolarının bir an önce şehirleri terk etmeleri, dağa çıkamayacak kadrolara köylülerin isyana destek vermeleri için propaganda çalışmaları yapmaları talimatını verdi. Eksarlığın etkisi ile isyana dinsel bir görünüm kazandırılmaya çalışıldı.

Ancak burada Makedonya’nın çok milliyetli yapısı dikkate alınmamıştı. Dinsel bir anlam verilerek başlatılacak isyanda Hıristiyan olan ancak Bulgar olmayan Makedonya ahalisinin de isyana destek vereceği varsayım olarak kabul edilmişti. Kanımca örgütün isyanı planlarken yaptığı en büyük hata buradadır. İsyan süresince farklı milliyetlere mensup (Yunan, Romen, Sırp, Hırvat vd.) Makedonya ahalisi isyana kayıtsız kaldılar hattâ yer yer Osmanlı’ya destek verdiler.

İsyan 20 Temmuz 1903’te başladı. Bu tarihin seçilmesinde de dinsel bir amaç gözetilmiştir. 20 Temmuz, Hıristiyan inancına göre İlyas Peygamber’e atanmış olan gündür. Yine Hıristiyan inancına göre İlyas Peygamber İsa’nın habercisidir. İsa’nın müjdecisi olan şahsa atanmış günde isyanı başlatmak önemli bir dinsel motivasyondu ancak yukarıda da belirtildiği gibi Bulgarlar dışındaki Hıristiyan ahalide bir etki yaratmadı. Her ne kadar isyan geniş bir bölgede Bulgarlar tarafından kabul edilmiş olsa ve çatışmalar yaklaşık üç ay kadar sürmüş olsa da daha ağustos ortalarında işin rengi belli olmuş ve örgütün kaybedeceği ortaya çıkmıştı. Ekim başlarında silah sesleri tamamen kesildiğinde geride kalan, örgütün harabesinden başka bir şey değildi. Örgüt bini aşkın militanını kaybetmiş, bu arada isyana destek veren köyler yakılmış ve köylüler de Osmanlı güçleri tarafından infaz edilmişlerdi.

1903 yılında yaşanmış olan bu ayaklanma “İlinden İsyanı” olarak tarihteki yerini almıştır.

İlinden İsyanı her ne kadar örgütün hezimeti ile sonuçlanmış olsa da tarihe miras olarak kısa ömürlü iki sosyalist cumhuriyet bırakmıştır. Bunlardan biri Mihail Gercikov önderliğindeki Istranca Sosyalist Cumhuriyeti’dir. Tırnova çevresinde kurulmuş ve Ağustos-Eylül 1903 tarihleri arasında yaklaşık bir buçuk aylık süre boyunca varlığını sürdürmüştür. Diğeri ise 3-13 Ağustos tarihleri arasında sadece 10 gün yaşamayı başarabilmiş olan Kuruşevo Cumhuriyeti’dir. Bahse konu cumhuriyetlerin kısa ömürlü olmaları elbette üzücü. Ancak Paris Komünü deneyiminin de sadece yetmiş bir gün devam ettiğini düşünecek olursak bahse konu cumhuriyetlerin kazandırmış olduğu deneyimleri de hafife almamak gerektiğini anlarız. Ne var ki Paris Komünü hakkında ciltler dolusu kitap yazılmışken yukarıda sözü edilen iki cumhuriyet ile ilgili tartışmaların sadece çok dar bir akademik çevrede sıkışmış olmasına anlam vermek çok güç. Bu eksikliği bir nebze olsun giderebilmek amacı ile bahse konu cumhuriyetlerin ortak özellikleri ve kısa ömürleri boyunca gerçekleştirdikleri işlere yönelik bir inceleme yapılmasının gerekli olduğunu düşündüğümden söz konusu çalışmayı gerçekleştirdim elde ettiğim sonuçları dikkatlerinize sunuyorum:

– Her iki cumhuriyet de İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün sol kanadının egemen olduğu bölgelerde kurulmuş, dolayısı ile cumhuriyetin önderleri sosyalistlerdir.

– İlinden İsyanı dinsel bir karakter taşımasına karşın her iki cumhuriyette de dinsel karakterden de, isyandaki Bulgar etkisinden de söz etmek olası değil.

– Her iki cumhuriyet de bölgedeki popülasyonun çok değişik bileşenleri olduğunun bilincinde olarak popülasyonun tüm unsurlarını bir arada tutmaya özen göstermişler. O kadar ki bölgedeki Türk nüfusun bile bu isyan hareketinin dışında kalmaması hiç değilse tarafsız bir konuma gelmesi için çaba sarf etmişler. Kısa süren ömürleri boyunca yayınladıkları tüm bildirilerde hareketlerinin halklar değil Osmanlı devletine karşı olduğu vurgusunu yapmışlar Kuruşevo Cumhuriyeti yönetim konseyi tarafından hazırlanmış olan bildiriler de bu konuya güzel bir örnek teşkil etmekte. Bu nedenle bahse konu bildirileri yazının ekinde dikkatlerinize sunmaktayım

– Her iki cumhuriyette de kasaba yönetimini halkın gerçekleştirebilmesi için birer meclis kurulmuş, meclisin kasabada yaşamakta olan tüm halkların temsiline olanak sağlayacak bir yapıda olmasına özen gösterilmiştir.

– Kasabalarda güvenliğin sağlanması için gerekli önlemler alınmış ve yerli halktan da güvenlik ekibine katılım sağlanması teşvik edilmiştir.

– Kurulan halk mahkemeleri Osmanlı ajanı olarak belirlenen şahısları süratle yargılamış ve infazlarını derhal gerçekleştirmiştir.

– Halkın beslenme sorununa çözüm bulabilmek için fırınlar derhal faaliyete geçirilmiş, çevre köylerden kasabaya sebze meyve nakliyesi için güvenli bir sistem kurulmuştur.

– Gerek gerillanın gerekse halkın sağlık sorununa çözüm üretebilmek amacı ile küçük sahra hastaneleri kurulmuştur.

Çok kısa bir zaman diliminde bu kadar işin altından kalkmayı başarabilen sosyalist cumhuriyetleri daha uzun bir ömre sahip olsalardı çok güzel işlere imza atacakları kuşkusuz. Osmanlı da bunun farkında idi, bu nedenle isyanın bastırılması konusundaki ağırlıklı faaliyetlerini bu iki küçük cumhuriyetin sona erdirilmesine ayırdı. Bu cumhuriyetler sona erdikten sonra geri kalan bölgelerde isyancıları rahatça yenebileceğinden emindi Osmanlı.

Açıkça ifade etmek gerekirse uluslararası sol güçlerden de destek gelmedi buralara. İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün sol kanadı Osmanlı ile baş başa bırakıldı adeta.

Osmanlı ordusu kasabaları kuşatınca direnmeyi denediler ancak Osmanlı ordusunun düzenli birlikleri karşısında askerî üstünlüğü, Osmanlı’nın sahip olduğu teçhizat karşısında da psikolojik üstünlüğü yitirdiler kısa sürede. Sivil halkın zarar görmemesi için çekilme kararı alındı. Bu karara karşı çıkanlar direnmeye devam ettiler ancak çok da etkili bir direniş gerçekleşemedi ve her iki cumhuriyet de kısa sürede silindi haritalardan. Geriye ise Paris Komünü sonrasında Avrupa’da kurulmuş iki sosyalist cumhuriyetin adları kaldı. Dolayısı ile Paris Komünü sonrasında Avrupa’da kurulan ilk sosyalist cumhuriyetler Osmanlı topraklarında, İç Makedonya Devrimci Örgütü tarafından başlatılmış olan İlinden İsyanı esnasında ortaya çıkmış oldu.

Yukarıda sözü edilen cumhuriyetler son derece kısa ömürlü idiler ve Osmanlı’ya karşı kaybettiler ancak siyasi sonuçları açısından hayli önemlidir. 1903 yılında yaşanan olaylar sonucunda Osmanlı Devleti Balkan yarımadasında bir reform gerçekleştirme gerekliliğinin farkına vardı. Bunun sonucunda da Mürzteg Programı olarak bilinen reform programı kaleme alındı.(6) Bu nedenle yukarıda sözü edilen iki cumhuriyeti nostaljik veya mitolojik birer figür olarak görmekten ziyade Makedonya’da yaşayan halkların özgürlük ateşinin parladığı tarihsel momentler olarak düşünmek gerekir.

İlinden İsyanı’nın başarısızlıkla sonuçlanmış olması örgüt içinde daha kuruluş aşamasından beri mevcut olan sağ kanat/sol kanat çekişmesinin alevlenmesine yol açtı. Sol kanat, sağ kanadı “yeterince hazır olmadan, halkın yeterli desteğini almadan” isyanın başlamasına neden olmakla suçlarken, sağ kanat da sol kanadı Makedonya’nın özgürleşmesi için gerekli olan Bulgaristan yardımını reddetmekle suçlamakta idi. Sağ kanat önderlerine göre Makedonya’nın özgürleşmesi ancak bölgenin Bulgaristan’a katılması ile mümkün olabilirdi. Bölgenin çok milliyetli yapısını dikkate almayan ve Bulgar milliyetçisi olarak değerlendirebileceğimiz bu görüş ise sol kanat tarafından tamamen reddediliyordu.

Bunun yanında örgüt içinde federatif bir Yugoslavya savunucuları ve Bolşevik yandaşları gibi farklı düşünceler de taraftar bulmaya başlamış ve bu düşüncelerin sözcüleri de görüşlerini dile getirmeye başlamışlardı. Yine de örgüt içindeki asıl çekişme sağ kanat ve sol kanat arsında idi.

Bu iki kanat arasında uzlaşma hiçbir şekilde sağlanamadı. Bu dönemde sol kanadın önde gelen isimlerinden Yane Sandanski sağ kanadın temsilcilerine yönelik sert eleştiriler yöneltmesi ile dikkat çekmekte idi.

“Biz Türklerin ve Türk sultanlarının zulmüne karşı mücadele ederken onların yerini Bulgarların ve Bulgar Prensi’nin zulmünün almasını istemiyoruz. Biz Makedonya’nın özerk ve özgür bir ülke olması için savaşıyoruz. Makedonya Makedonyalılarındır. Bizim için asıl amaç Makedonya’nın özerkliği ve özgürlüğüdür.”[7]

Yukarıdaki cümleler Yane Sandinski’ye ait ve örgütün sol kanadının görüşlerini dile getirmekte. Sağ kanat bu görüşler karşısında onu susturmanın yollarını aradı yıllar boyu. Defalarca suikast düzenlendi ona yönelik. Her birinden kurtulmayı başardı.[8]

İlinden yenilgisi sonrasında sağlayacak ilkeleri belirlemek amacı ile bir komisyon kuruldu. Komisyonda sol kanat mensupları görev aldılar ve aşağıda özeti verilen çalışmayı hazırladılar:

“İleride düzenlenecek olan bir isyan kararı kişilerin inisiyatifine bırakılmayacağı gibi hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya doğru örgüt üyelerine tebliğ edilmemelidir. Herhangi bir karar öncesinde örgütün bütün teşkilâtlarının görüşü alınmalıdır. Gerilla faaliyetleri tamamen bırakılmaksızın öncelikli amaç, mevcut güçlerle örgütün teşkilâtlanmasını sağlamak olmalıdır. Örgütün güçlendirilmesine çalışılırken şu hususlar kesinlikle göz ardı edilmemelidir:

a) Halka, Bulgaristan başta olmak üzere başka bir devletin kendilerine yardım edeceği aldatmacası yapılmamalıdır.

b) Bulgarlar başta olmak üzere örgütün iletişim hâlinde olduğu diğer halklarla işbirliği yapmak için gayret gösterilmelidir.

c) Şimdiye kadar önemsiz olarak kabul edilen propagandaya önem verilmelidir. Ancak güçlü bir propaganda sayesinde bilinçli devrimciler yetiştirilebilir.

d) Her yerleşim yeri kendi silahlı gücünü oluşturmalıdır. Bu silahlı birlikler bölgelerindeki asayişi sağladıktan sonra eğitim ve denetleme görevini yürütmelidir.

e) Örgüt üyelerinin aydınlatılmasını sağlayacak devrimci basın-yayın organlarına sahip olunmalıdır.

f) Örgüt bir Balkan Konfederasyonu kurulması için çaba göstermeli, kurulacak olan bu konfederasyona Makedonya ve Edirne bağımsız birer üye olarak katılmalıdır.”[9]

Bu çalışma sağ kanat tarafından bütünü ile reddedildi sol kanat federatif bir Balkan devleti kurulması ve bu doğrultuda Osmanlı devleti içinde yaşamakta olan tüm halklarla ilişki kurma çabası içine girerken sağ kanat Bulgaristan’a bağlanacak bir Makedonya için faaliyet göstermeye devam etti. Örgüt fiilen ikiye bölünmüş ancak bu bölünme resmiyete kavuşmamıştı. Aynı çatı altında faaliyet gösteren iki farklı örgüt oluşmuştu adeta. Merkezî otorite kalmamış, iki başlı bir yapılanma örgüte egemen olmuştu.

Her iki taraf da bu gelişmeden rahatsız olduğu için durum değiştirme çabasına girdi. 1905 yılında gerçekleşecek olan genel kongrede üstünlük elde edip merkez yönetimi ele geçirme hedefine kilitlendiler.

Kongre 1905 Eylül ayında toplandı. Alına kararlara göre:

Etnik kökenine ve dinlerine bakılmaksızın Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında yaşayan herkes örgüte üye olabilecekti

Uzun zamandan beri sol kanadın savunduğu bu görüşün kongrede resmiyet kazanmasıyla örgüt, uluslararası bir kimlik kazandı ve devrimci bir temele oturtulmuş oldu.

Yine kongrede alınan karar doğrultusunda Makedonya’nın özerkliği için Osmanlı’ya karşı mücadele eden örgüt, Balkanlarda herhangi bir devletten yardım almayı reddetmiş ayrıca Makedonya ve Edirne üzerinde de, her türlü yabancı işgale karşı çıkılacağını ilan etmişti.

Kongrede alınan bir diğer karar da bölgede faaliyet gösteren milliyetçi Sırp ve Rum örgütleri ile silahlı mücadele kararıdır.

Bunun dışında örgüt bir yayın organı çıkarmaya karar vermiş ve Revolutsionen List (Devrimci Gazete) adı verilen yayın organının editörlüğüne sol kanat mensubu Dimo Hadzidimov getirilmiştir. Söz konusu yayın organının faaliyete geçip geçmediği, eğer faaliyete geçti ise kaç sayı yayınlandığı hakkında herhangi bir bilgiye henüz ulaşılamamıştır.

Kongre sonuçları sol kanadın zaferi olarak yorumlanabilir. Ancak gerek örgütün sağ kanadının gerekse Bulgaristan’ın Makedonya üzerindeki düşüncelerinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek sözcüğün tam anlamı ile bir saflık olur. Sol kanat da bunun farkındadır ve kongre kararlarının uygulanabilmesi için gerekli önlemleri alma çabasına girmiştir. Sol kanat sözcülerinden Georgi Petrov 1905 yılında “Biz kasıtlı olarak Bulgaristan’la resmî ilişkilerimizde itinalı ve dikkatli olmalıyız. Çünkü Bulgaristan bizim kendi problemlerimizle ve mücadelemizle ilgilenen herkesin baş belasıdır ve hepsinden önemlisi yuvamıza giren bir kurttur,” diyerek hem Bulgaristan’la ilgili düşüncelerini ifade etmiş hem de Makedon halkını Bulgar propagandasına karşı uyarmıştır.[10]

Nitekim kongre sonrasında sular durulmadı, iki kanat arasında mücadele sertleşti ve zaman zaman tarafların birbirlerinin mensuplarını öldürmesi ile sonuçlanan silahlı mücadeleler başladı. Örgütün bu iç çatışmalar sonucu zayıflamasından yararlanan milliyetçi Sırp ve Rum örgütlerin de işin içine girmesi ile 1905 yılı Makedonya’sı adeta bir kan gölüne döndü. Makedonya, Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın etki alanlarını arttırmak Osmanlı’nın ise bölgedeki nüfuzunu yitirmemek için mücadele verdiği bir alan hâline dönüştü. Farklı hedeflere sahip gruplar arasındaki çatışmalar günden güne büyümeye ve bölgenin sivil halkını sık sık tedirgin etmeye başlamıştı. Bu çatışmalar Balkan harbine kadar devam etti. Bu konjonktürde bir kongre daha topladı örgüt. 1906 yılındaki kongre bu kez sağ kanadın zaferi ile sonuçlandı. Örgüt artık tamamen Bulgarlaşmıştı sol kanat kongre sonuçlarını tümü ile reddetti. Örgütsel birliği sağlamak amacı ile gerçekleştirilen her kongre örgütü daha da kaotik bir ortama sürüklemekte idi.

Bu süreçte örgütün sol kanadı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile dirsek temasına geçti. Cemiyetin Paris’te düzenlemiş olduğu jön Türk kongresine katılmamakla birlikte kongre kararlarını tanıdıklarını ve uyacaklarını ilan ettiler.[11]

Meşrutiyetin ilanı sonrasında gerçekleşen seçimlerde örgütün sol kanadı Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile işbirliği yaptı ve bu işbirliğinin bir ürünü olarak Makedonya’dan iki sosyalist aday (Vlahov ve Delçef) milletvekili olarak meclise girmeye hak kazandılar.

Örgütün sol kanadının bir diğer eylemi de siyasi tarihimizde 31 Mart Vakası olarak bilinen isyanın bastırılması için “hareket ordusu” ile birlikte İstanbul’a geldikleri ve isyanın bastırılıp Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde önemli bir rol oynamış olmasıdır.

1909 yılında Bulgar Federatif Halk Partisi adı ile bir siyasi parti kuran sol kanat, İç Makedonya Devrimci Örgütü adını kullanmamaya başladı. Sağ kanat ise bir süre daha aynı adla faaliyet gösterdikten sonra doğrudan Bulgaristan adına hareket eden milliyetçi bir yapı oluşturdu, giderek Bulgaristan ile bütünleşti. Böylece İç Makedonya Devrimci Örgütü de sonlanmış oldu.

EK 1

İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Kuruşevo’ya girmeden önce halka dağıttığı bildiri:

Kardeşlerim, yurttaşlarım ve sevgili komşular, biz temel amacı bizi ve değerli ülkemizi zayıf düşürmek olan Türklerin zorbalıkları ve hunharca tavırları altında acı çekmek istemeyen, inanç ve ulusçuluk konusunda önyargıya sahip olmayan, bir zamanlar zengin şimdiyse çöle dönmüş güzel Kuruşevo ve onun köylerinde yaşayan, başkaldırmış ve ülkemizi özgürleştirmek için sizin ve bizim düşmanlarımıza karşı silahlanmış ve savaşmaya karar vermiş olan eski komşularınızız. Çok iyi biliyorsunuz ki, bizler namuslu insanlarız ve bu adımı büyük eziyetler gördükten sonra attık. Bu yüzden de isteğimiz ve niyetimiz ya insan gibi yaşamak ya da kahramanca ölmektir.

Bu topraklarda atalarımızdan beri barış içinde kardeş gibi yaşıyoruz ve sizi kendimizden biriymiş gibi görüyoruz bu şekilde de devam etmesini istiyoruz. Size silah kaldırmadık. Bu bizim ayıbımız olurdu. Silahımızı geleceği inşa edecek huzurla çalışan insanlara doğrultmuyoruz. Katliam yapmaya, zorbalık etmeye, çalmaya ve yağmalamaya gelmedik. Zarar görmüş ve fakir Makedonya’mızda yeterince terör var. Annelerinizi, kızlarınızı ve karılarınızı vaftiz etme veya zorla Hıristiyan yapma niyetinde değiliz. Biz adalet ve özgürlük için kılıç kuşanmış devrimcileriz. Biz zorbalığa ve köleliğe, feodal toprak sahiplerine, onurumuzu gasbeden ve çalışmalarımızı istismar edenlere karşı savaşıyoruz. Bizden korkmayın. Kimseye zarar vermek istemiyoruz.

Sizi kardeşimiz olarak görmek istiyoruz çünkü siz de bizim gibi kölesiniz: Efendilerin ve paşaların, zengin insanların, despotların ve zorbaların, dün bizi bu faaliyete zorlayanların kölelerisiniz. Biz adalete, özgürlüğe ve insan gibi yaşamak için ilerliyoruz ve sizi bu kavgada bize katılmaya davet ediyoruz. Gelin Müslüman kardeşlerim, gelin ve yüzlerce yıllık düşmana karşı savaşın. Gelin ve özerk Makedonya bayrağı altındaki kuvvetlere katılın. Makedonya bizim anamızdır ve bizi yardıma çağırıyor. Gelin ve köleliğin zincirlerini kırmaya ve kendimizi acı çekmekten muaf kılmaya yardım edin. Kardeşlerim bize gelin ki ruhlarımız ve kalplerimizi birleştirelim, çocuklarımızı kurtaralım belki böylece huzur içinde yaşayıp çalışabiliriz. Sevgili komşularım Türkler, Arnavutlar ve Müslümanlar sizin inancınızı anlıyoruz; Türk İmparatorluğu sizin imparatorluğunuzdur ve bayrağınız bir haç değil de bir hilal taşıdığı sürece sizler köle değilsiniz. Yakın zamanda bunun böyle olmadığını göreceksiniz ve sizin için savaşıyor ve savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü son nefere kadar savaşmak bir gerekliliktir. Ölüm ya da özgürlük! Bu kelimeler aklımıza kazınmış ve kanımız bayrağımızı boyamıştır. Bu yolun dönüşü yoktur.

Eğer bize iyi davranırsanız, bizi iyi görmek istiyorsanız, bizimle yaşayabileceğinizi düşünüyorsanız ve eğer ana Makedonya’nın evlatlarıysanız düşmanla iş birliği yapmayarak ve bize karşı savaşmayarak bize yardım edebilirsiniz.

Belki de kutsal savaşımız kutsanacaktır. Belki de Tanrı adalet ve özgürlük için savaşan askerlerimizi ve bütün onurlu Makedonya evlatlarını kutsayacaktır!

Çok yaşa özerk Makedonya!”[12]

EK 2

İç Makedonya Devrimci Örgütü sol kanadının Kuruşevo Sosyalist Cumhuriyeti ilanı sonrası halka dağıttığı bildiri:

“Kardeşlerim,

Ayaklanmaya bir an önce merhaba diyelim! Bugün tüm Makedonya’yla birlikte bütün Kuruşevo bölgesi şu haykırışlarla ayaklanıyorlar: Kahrolsun zorbalık! Yaşasın tüm Makedonya halklarının özgürlük ve eşitliği! Her yerde çanlar çalsın! İnsanlar özgürlük bayrağının altında toplansın! Kadınlar ve kızlar başlarını çiçeklerle ve erkeklerinin silahlarıyla süslesinler! Her yer şarkılarla, neşe ve sevinçle dolsun. Sabırsızlığı yakıyoruz ve Kuruşevo’yu alabilelim diye yıkım için geceyi bekleyelim ve sonra Makedonya’nın tüm insanlarıyla birlikte zafer çığlıkları atalım!”[13]

1- Aktaran Erdal Serkan, Osmanlı Devletinde Sosyalist Faaliyetler Üzerine Bazı Örnek İncelemeler, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2014.

2- Aktaran Erdal Serkan, age.

3- Eksarlık Bulgar Ortodoks kilisesinin resmî adıdır. 1870 yılında İstanbul’da kurulmuş, 1913 yılına kadar faaliyetlerini İstanbul’da sürdürmüştür. Bu tarihte Sofya’ya taşınmış olan eksarlık uzun süre ekümenik patrikhane tarafından tanınmamıştır. 1945 yılında tanınma gerçekleştikten sonra eksarlık Bulgar Patrikhanesi adını almıştır.

4- Erdal Serkan, age.

5- Galçev’in ölümü örgütün önder kadrolarında önemli bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğun kısa sürede doldurulamaması kuruluş aşamasından beri örgütün içinde bulunan Bulgar milliyetçilerinin durumdan yararlanarak ortaya çıkmalarına ve zaman zaman örgüt politikalarını belirleyen sağ kanadı kurmalarına neden olmuştur. Örgütün bundan sonraki tarihi adeta bir sağ kanat sol kanat çekişmesine dönüşmüş sonuçta bu çekişme örgütün sonunun gelmesine neden olmuştur.

6- Mürtzeg Programı Rus Çarlığı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından hazırlanmış olan ve Osmanlı devletinde gerek gayrimüslim halkın vatandaşlık haklarını gerekse Osmanlı devletinin güvenlik teşkilâtını yeniden yapılandırma amacını taşıyan bir metin. Avusturya’da bulunan Mürtzeg av köşkünde hazırlanmış olduğu için bu adla anılır.

7- Macdermott Mercia, For Freedom and Perfection, The Life of Yane Sandansky, Journeyman, London 1988. Sağ kanadın defalarca gerçekleştirdiği suikast girişimlerinden her seferinde kurtulmuş olan Sandanski daha sonra görüş değiştirmiş ve Bulgaristan politikalarının taraftarı ve uygulayıcısı olmuştur. Bulgaristan’a yerleşip devlet görevleri alan Sandanski, 1915 yılında yine siyasi muhaliflerinin düzenlediği bir suikast sonrası yaşama veda etti.

8- Aktaran Erdal Serkan age, Macdermott… age.

9- Hacısalihoğlu Mehmet, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu, 2. Baskı, Tarih Vakfı, İstanbul 2020.

10- Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı, İstanbul 2001.

11- Adanır, age.

12- Aktaran Erdal Serkan, age.

13- Aktaran Erdal Serkan, age.

Muktedire meydan okuyan sanat (tiyatro)

“Özgür olamayışın ortasında
özgürlük benzeri
bir şeyi dile getirir sanat.”[1]

“Muktedirler sanattan korkar,”[2] saptaması; sonuna kadar haklıdır, doğrudur.

Hassas bir terazinin duruşuyla o, bembeyazdır. Doğal olarak kirletilmeye de açıktır; “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,/ birinciliği beyaza verdiler,” dizelerindeki üzere Özdemir Asaf’ın. Onun kirletilmesine izin vermemek, bir mücadeledir başlı başına.

Yerkürenin dört yanında kirlenmeyen renklere olan ihtiyaç büyürken, sanatın kirletilmesine izin vermeyen gücü= duruşu + davranışı insan(lık)ın yabancılaşmaya karşı verdiği mücadelenin ateş hattıdır da.

Kirletilemeyen sanat, muktedirlerin dayattığı tercihler arasında sıkışıp kalmazken; merak eder, sorgular, karşı çıkar, özgürlüğün sesi soluğu olur. Verili olan hoş karşılamasa da akıntıya karşı kürek çekip, kitleleri uyarır.

Kapitalist yıkımın yaşamı çürütmeye mahkûm ettiği tabloda, baştan ayağa kan ve irin kokan sermaye saldırganlığı her şeyi metalaştırıp pazara sürerken, “Hayır” diyen yani devletin, sermayenin sofrasından beslenmeyen sanat(çılar)a muhtacız.

Tıpkı “Sanat, iyi sanat, özel olanla evrensel olanı birleştirmeyi muhteşem bir şekilde başarır. Farklı olanı -yabancı olanı da diyebilirsiniz- evrensel olarak anlamamızı sağlar. Sanat, bunu başararak diller, coğrafi bölgeler, ülkeler arasındaki sınırları aşar. (…) Savaş hepimizin içinde derinlerde yatan şeye, özgün olana karşı verilen bir mücadeledir. Bu aynı zamanda sanata karşı, tüm sanatların derinliklerinde yatan şeye karşı bir savaştır. (…) Aslında çok basit: Savaş ve barış birbirine ne kadar zıtsa, savaş ve sanat da o kadar zıttır. Sanat barıştır,”[3] ifadesindeki üzere Jon Fosse’un…

* * * * *

Ancak “Sanat yasakları, psikolojik harp gibi”yken,[4] böylesi sanat(çı) özellikleri taşımak büyük bedeller ödemekle mümkündür.

“Feshane’deki ‘Ortadan Başlamak’ sergisine yapılan saldırıyı ‘saf vandalizm’ olarak tanımlayamazsınız. Vandalizm, münferit bir olaydır. Aksine hayatı doğrudan hedef alan örgütlü bir kötülükle karşı karşıyayız,”[5] diyen Rahmi Öndül haksız mı?

Veya İktidar ülkede dört bir koldan gericilik faaliyetlerini sürdürmeye devam ederken sanat ve sanatçılar hedef gösteriliyor. Önce konserleri, festivalleri yasaklatan, toplumsal yaşamı tehdit eden gericilerin hedefi Matild Manukyan’ı konu alan oyun oldu. Bundan 24 yıl önce hayatını kaybeden Manukyan’ın hayatından kesitler tiyatro sahnesine uyarlanırken oyun, günlerdir ilçede gericiler tarafından hedef alındı, iptal ettirildi. Manukyan’a hayat veren Bahar Hacıbektaşoğlu, “Oyunu izlemeden hedef gösterdiler,”[6] diyordu ve olan tam da buydu…

Ya da sanatın “Yerli ve Milli” kavramlarıyla ele alınmaya kalkışılması, bu yönde dayatmalardaki üzere… Sözgelimi tiyatroda yerli ve milli oyunlar konusunda, genel müdürler ağzından “Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” söylemleri hafızalarda yerini koruyor.

Bütün bu “yerli ve milli” söylemi halk arasında trajikomik yansımalara da dönüştü. Hatırlayalım; İstanbul Çekmeköy’de ağaçlar kesilirken, kesim ekibinin başı olan kişinin, kesilen ağaçların ‘Amerika’nın bir oyunu, 40 yıl yaşayabilen ağaçlar’ olduğunu, yeni dikilenlerin ise ‘yerli ve milli’ ağaçlar olması gerektiğini söylediği basına da yansımıştı.

Bilim gibi sanat da evrenseldir. Sanat tekçi olamaz. Doğaldır ki “yerli ve milli”ci bir anlayış da gelenekteki yerel olanın evrenselle olan bağının ayrılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu göremeyecektir.

Goethe’nin şu sözleri bu konuda bize referans olabilir: “Milli sanat ve milli bilim yoktur, ikisi de tüm üstün ve yüksek değerler gibi, tüm dünyanın malıdır.”

Yerli, milli ya da herhangi bir adlandırmayla sanata yapılacak bir müdahale sanatı siyasetin dümen suyuna bırakma, onu siyasetin bir aracı hâline getirme anlamına gelir ki bu sanatı sanat olmaktan uzaklaştırır.[7]

Bun(lar)a bir de sanatın kâbusu “sansür”ü (ve “otosansür”ü) de eklemek gerek. Robert Bresson’un, “Sanat düşmanlığı aynı zamanda yeniye, öngörülemeyene düşmanlıktır,” uyarısı eşliğinde!

Sansür, totaliter rejimlerin “ifade özgürlüğü”nü hedef alan bir denetleme ve baskı zorbalığından başka nedir ki?

Sözünü etmeye gayret ettiğim soru(n)ların tümü muktedire meydan okuyan sanat(çı) ile aşılabilir; Maksim Gorki’nin, “Eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. Daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. Ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!”; Jean-Luc Godard’ın, “Biz diyoruz ki sanat, devrimci sanattır. Sanat hareket hissidir ve hareket bir Yunan vazosunda bulunmaz. Belirli hareketler ancak belirli durumlar içerisinde var olurlar. Yani devrimci sanat uçsuz bucaksız bir mekândır; sadece tek bir biçimi yoktur, yüzlerce, binlerce biçimi vardır. Siyasi devrimin kendisi gibi, asla durmaz,” ifadelerindeki düşünce ve davranışla…

* * * * *

“Yasak(lar), baskı(lar), sansür(ler)”den nasibini alan sanat dallarından biri de tiyatrodur.

William Shakespeare’in, “Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır.” “Dünya büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes bu sahnede rolünü oynar, rolü bitince de bu sahneyi sonsuza dek terk eder,” tanımıyla müsemma tiyatro için Müjdat Gezen, “İnsan psikolojisinin ve sosyolojisinin gelişimini sağlayan bir organdır” der. Yine Ona göre sanata, sanatçıya gelince: “Sanatçı, başkalarının tarifi üzerine sanat yapmaz”ken; “Sanat bir karşı çıkmadır.”[8]

Kolay mı?

Tiyatro her şeyden önce bir buluşmadır. Tiyatro seyircisi salona sadece seyretmek için değil, o oyuna katılmaya, onun gizli ya da açık bir parçası olmaya girer. Sahnedeki oyunculardan başka bir diğer oyuncu gibidir seyirci. Bu olağanüstü sessiz ve gizli işbirliğinin enerjisi aynı mekân içinde oldukça ancak sihire, büyüye dönüşür.

Theodoros Terzopoulos, “İnsanlara meta muamelesi yapıldığı günümüzün küreselleşmiş ortamında nefretin dilini deneyimliyoruz. Sürekli bir savunma ve saldırı hâlindeyiz. Kendimizi sürekli olarak ‘öteki’nden, ‘yabancı’dan, ‘farklı olan’dan koruyoruz. Onu ortadan kaldırmak, yaşamsal alanından yoksun bırakmak, yeryüzünden silmek istiyoruz!” vurgusuyla, verili hâli “barbarlık döngüsü” olarak tanımlayıp, “Tiyatro, XXI. yüzyılda şekillenen insanlık durumuna ilişkin kaygıları ifade etme potansiyeline sahip mi?”[9] sorusunu dillendirirken; belirtmeden geçmek ol(a)maz: Tiyatroda yeniyi arayan özgürleşme mücadelesi hiç sona ermez. Vsevolod Meyerhold, Bertolt Brecht bunun kanıtıdır.

Evet, evet tiyatro sürekli devinim ve yaratıcılık süreçlerinin toplamıdır.

Çünkü… Vasatlık, sıradanlık üzerine kurulu yapay seyirlik dünyasında; her tiyatro oyunu var oluş koşullarını, kendimizi, çevremizi, dünyayı sorgulamamıza yol açarak yüzümüze tutulan bir aynadır.

Belki bir “ayna” da değil, sahnesinde onunla yüzleştiğimiz bir dünyayı yaratır tiyatro; “Tiyatro hayatın aynası değildir. Ayna, aynısını aksettirir çünkü. Aynısını göstereni ben ne yapayım? Aynanın göstermediği şeyi ortaya koymaktır önemli olan. Tiyatro bunu yapar,” ifadesindeki üzere Haluk Bilginer’in…

* * * * *

Nâzım Hikmet’in, “İnsandan çok eşyaya benziyorlardı,” betimlemesindeki üzere “Günümüzde insanlar hiçbir şeye saygı göstermiyor. Eskiden erdem, onur, gerçek ve yasalardan oluşan bir dayanağımız vardı. Günümüz Amerikan yaşamında çürüme günden güne yayılıyor. Başka yasalara itaat edilmeyen yerde, çürüme tek yasa olur. Çürüme bu ülkenin altını oyuyor. Erdem, onur ve hukuk hayatımızdan buharlaşıp uçtu.”[10]

Tam da bunun için muktedire meydan okuyan sanat/ tiyatro umudun yaratılması için vazgeçilemezken; “Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür… Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hâle gelir.”[11]

3 Mayıs 2024 20:36:42, İstanbul.

N O T L A R

[1] Theodor W. Adorno.

[2] Vecdi Sayar, “Muktedirler Sanattan Korkar”, Birgün, 9 Temmuz 2023, s.19.

[3] Jon Fosse, aktaran: Ayşe Emel Meci, “Dünya Bir Sahnedir”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2024, s.11.

[4] Işıl Çalışkan, “Sanat Yasakları, Psikolojik Harp Gibi…”, BirGün Pazar, 20 Ağustos 2023, s.14.

[5] Rahmi Öğdül, “Örgütlü Kötülük”, Birgün, 14 Temmuz 2023, s.13.

[6] “Dinciler Oyunu İptal Ettirdi”, Birgün, 16 Şubat 2024, s.16.

[7] Hicri İzgören, “… ‘Yerli ve Milli’ Olmak”, Yeni Yaşam, 16 Kasım 2023, s.3.

[8] Müjdat Gezen, aktaran: Dikmen Gürün, “İnsan Biriktirmek”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2024, s.11.

[9] Theodoros Terzopoulos, aktaran: Dikmen Gürün, “Hâkikati Aramak…”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2023, s.10.

[10] Eduardo Galeano, Tepetaklak: Tersine Dünya, çev: Bülent Kale,Sel Yay., 2017.

[11] John Berger, O Ana Adanmış, çev: Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yay., 2007

Savaşı evinde görmediğin zaman, nihayetinde senin evine de gelmez mi sanıyorsun?

1 Eylül Dünya Barış Günü, yani Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün. İkinci Dünya Savaşı’yla yaşanan ölüm, yıkım, buhran ve çaresizlik, tam da içinde bulunduğumuz çağda unutulmasın diye başta Sovyetler Birliği olmak üzere dönemin sosyalist ülkelerinin aldığı kararla adının önüne “Dünya Barış” unvanını alan gün.

Ama bu unvanla kutlanışından neredeyse üç çeyrek asır sonra yine, yeni bir dünya savaşının, daha doğru ifadeyle paylaşım savaşının eşiğindeyiz.

Size dehşet verici ve abartılı mı geldi? O kadar da değil, diye mi düşündünüz? Dünya savaşı değildir, dünya olsa duramazdık mı dediniz?

Ama gerçeklik, ona inanmayı bıraktığınızda ortadan kaybolan bir şey mi ki?

Tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına açık ve vahşi bir soykırım uygulanıyor.

Avrupa’nın orta yerinde ABD kuklalığı uğruna Ukrayna savaşı sürüyor.

İran ile İsrail’in ilk kez birbirlerinin topraklarını doğrudan hedef alan saldırıları yanı başımızda yaşanıyor.

Ülkelerin silahlanmayı artırmasıyla şirketler de silah sanayii yatırımlarına başlıyor.

BM Genel Sekreteri dünyanın kaos çağına girdiğini ilan ediyor, ABD Başkanı ordusuna nükleer çatışmaya hazırlanma talimatı veriyor, Avrupa ülkeleri halklarına savaştan muaf olmadıklarını anımsatıyor.

Türkiye’de de Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarından, üçüncü paylaşım savaşının ciddi bir risk ve ihtimal olduğu açıklamaları yapılıyor. ABD emperyalizminin tetikçisi olarak roller hevesle üstleniliyor. Ekonomik kriz derinleştikçe, öfkemiz hak edene yönelmesin diye milliyetçilik üzerinden nefret körüklenmeye çalışılıyor. Sistem bunalımdan hem içeride işçi emekçilere savaş açarak hem de paylaşım savaşını körükleyerek çıkmaya çalışıyor. Buna her yerde, çalışma ve yaşam koşullarına isyan eşlik ediyor.

Ne dersiniz; belki hâlâ dehşet vericidir ama artık o kadar da abartılı gelmiyordur.

İşte biz, tüm bu gerçekler karşısında dehşete kapılıp yaşamımızı endişeyle, korkuyla, çaresizlikle sürdürmeyi, barıştan dualarla, ummalarla bahsetmeyi reddediyoruz.

Elimizden bir şey gelmeyeceğine dair kasıtlı olarak yaratılan yanılsamayı kabul etmiyoruz. Aksine değişmenin de değiştirmenin de yaşamı bilfiil yaratan, insanlığın sahip olduğu tüm zenginliği üreten bizlerin ellerinde olduğunu biliyoruz.

Sen de servetliler servetine servet katsın diye bile isteye çıkarılan savaşları yazgımız sanma istiyoruz.

İsyan ve direnişlerin savaş karşıtı toplu bir harekete dönmesi mümkünken Filistin’le dayanışma içinde olan halkların paylaşım savaşının da karşısında duracağını söylemek kehanet değildir.

Yaşadığımız topraklarda ve tüm dünyada sömürüye ve yayılmacılığa dayanan sermaye düzenine son vermenin zorunlu ve olanaklı olduğunu, yeni bir paylaşım savaşını önlemenin yolunun sadece sosyalizmden geçtiğini vazgeçmeden, usanmadan söylüyoruz.

Seni de her şeyi üretebildiğimiz, her şeye ortak olmak istediğimiz ve olabileceğimiz bu dünyada kapitalizmin savaş yıkıntılarına hayır demek, savaş karşıtı hareketi güçlendirmek için 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde sokaklara çağırıyoruz.

Gel, emperyalizm yenilsin, ortak mücadelemiz kazansın!

 KALDIRAÇ HAREKETİ

29 Ağustos 2024

Kenya Solidarity Statement

Kenyan people have been resisting and fighting against their bourgeois state for weeks that impoverished them and tried to increase their misery with the 2024 Finance Bill it introduced in May. The Bill sought to heavily increase taxes on the already impoverished Kenyan people, which served as a trigger that united students, workers, and many parts of society against the government. 

The IMF and the World Bank is behind the proposed measures, and through them, U.S. imperialism is the true master of the Kenyan government. Just as the bourgeois government in Turkey is ruled in collaboration with the imperialists, Kenyan people are subject the exploitation and oppression of collaborators of imperialists who kill, abduct, injure, torture their own people to secure profits for their masters. The same economic programs enforced on the Kenyan people are being enforced on the worker-laborers, peoples in the geography of Anatolia. Similar sets of taxes against the interests of the people, worker-laborers, tax cuts for corporations and plunder and rent policies that give international corporations free rein to exploit the land, natural resources, and workers of our geography are enforced. 

In all continents across the world, things that peoples are facing are the same and the wave of uprisings does not end. We salute with fervor the poor people, workers, students, women, doctors, farmers, in short, all those who live by their labor, who give voice to this wave of uprising from Bangladesh and Kenya. Your resistance gives us hope. 

It is the responsibility of us revolutionaries to crown these uprisings and resistances with the rule of the working class and laborers, of the people, to overthrow this capitalist-imperialist system that offers no future aside from hunger-poverty, exploitation and war. 

With these thoughts and feelings, we salute once again the resisting Kenyan people, workers, students and all those facing heavy attacks from the police. 

Especially, we offer at this moment our solidarity with members and leadership of the Communist Party of Kenya who have been kidnapped by the state. 

 

Long live proletarian internationalism!

Long live international solidarity! 

Forwards to the revolution! Either socialism or death!

Kaldıraç dergisinin Ağustos 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ağustos sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“Bir açıdan gelişme sayılır. Çünkü hepsi, en azından, en geri talepler konusunda bir araya gelmişlerdir. Ama öte yandan, en geri taleplerle bir araya gelmek ve hiçbir eylem açıklaması yapmamak, işi geçiştirme taktiğidir. Bu kez, gövde gösterisi ile, oyalama taktiği devreye sokulmuştur. Üç sendika konfederasyonu, aslında Saray’a, ‘artık işçileri tutmakta zorlanıyoruz’ demek istemiştir. Yine de taleplere bakmalıyız.
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kim kimi ne sanıyor?

“İster Trump seçilsin isterse Biden, ABD savaş politikalarına devam edecektir. Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş, Ukrayna üzerinden Rusya ile süren savaş ve Ortadoğu’da genişleyen savaş, ABD için gereklidir.

Bu çerçevede, Trump’a karşı suikast girişimi, biraz daha anlamını değiştirmektedir. Bu nedenle, acaba ABD devleti Trump’ı öldürmek mi istedi de başaramadı, yoksa bu bir Trump kazansın hamlesi mi idi tartışması, daha kapsamlı bir tartışmadır.”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
ABD seçimleri ve savaş politikaları

“Size de komik gelmiyor mu? Gelse de gelmese de, bir de bizim bu konudaki görüşlerimizi dinleyin. Bu konuyu tartışalım. Belki size, bizim ‘nefesi kuvvetli hoca’ rolündeki ‘uzman-danışman’lar ile Özel’in durumu arasında kurduğumuz bağı açıklama olanağını da yakalamış oluruz.”
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Saray Rejimi, CHP’nin rolü, savaş ve “seçim”

“Erdoğan, ne demişse, mesela siz bu yazıyı okuduğunuzda en son ne söylemiş ise, test edin, geçmişe bakın, onun tam tersini de söylemiştir. Demek ki, Erdoğan’ın söylemlerinin ciddiyet anlamında bir önemi yok. Sadece, bu söylediğini söylemesine neden olan etkenleri görmek açısından bir önemi var.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Savaş politikaları, Saray Rejimi ve Ortadoğu

“Sağın yükselişi dedikleri şey, NATO tedrisatlı aydınların, uzaktan, sol jargon kullanarak, seyirci edasıyla ‘bilimsel’ analiz yapma işinin (her canlı kendi karakterine göre, huyuna göre davranır) beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Neymiş, ‘sağ yükseliyormuş.'”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Sol”cu olmak, muhalif olmak, devrimci olmak

Bu sayı ayrıca Hakkı Taşdemir’in Osmanlı devletinde sosyalist bir işçi örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve Erken seçim sonrası Fransa, Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un ABD’nin -güncel- ahvali! başlıklı yazıları ile 1 Mayıs tutsaklarımız Tutku Kırcali ve İbrahim Erol‘un 17 Temmuz’daki mahkemedeki savunmaları ve Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliği’nde İsyanlar ve Devrimler Tarihi üst başlığında yapılan derslerdeki sunumların derlemesi bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 277 / Ağustos 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Kim kimi ne sanıyor?

Önce, 3 Temmuz’da TÜİK enflasyon rakamlarını açıkladı. Sanki, tüm açıklama komik sayılır niteliktedir.

Ardından, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, yani üç konfederasyon, ortak bir açıklama yaptılar. Bu açıklamanın daha ciddi olduğunu söylemek mümkün müdür?

Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, sanki tepki verir gibi, sanki “bu kadar da rezil olduk” der gibi, sanki bir işçi sendikasının üçkâğıtçı lideri değilmiş gibi, sanki bir anda ciddi bir tepki ile iktidarı uyaracakmış gibi ve daha çok da “ya arkadaş bizi ne hâllere soktunuz” der gibi konuştu. Kamuoyuna konuşmadı, aslında Saray’a, Saray’ın izni ile açık mektup yazdı.

Hangisi daha trajiktir ya da hangisi daha komiktir?

Sahi, kim kimdir, kim kimi kim sanıyor?

Gelin, önce enflasyon rakamlarından başlayalım.

Saray Rejimi, her konuda, her zaman, her yerde yalan söylemektedir. Bu konuda uzmandırlar ve Goebbels, yanlarında çocuk kalır.

Öyle ise, yalan söylemelerine asla şaşmamalı.

Ama çok yalan söylediler ve artık, her yalanlarının ömrü çok ama çok kısalmıştır. Öyle yatsıya kadar sürecek yalanları da kalmamıştır.

TÜİK’in yalan söylediği, tüm halk, işçi ve emekçiler tarafından biliniyor. Öğrencisi, ev kadını, pazarcısı, işçisi hepsi ama hepsi, bu yalanları biliyor. Kimse TÜİK’in enflasyon rakamını, 2 ile çarpmadan konu bile edinmiyor.

Sadece sendikalar, bu rakamları çok ama çok ciddiye alıyorlar. Efendim, temmuz ayında enflasyon farkı kadar zam yapılacak. Peki enflasyon ne kadardır? TÜİK, allahtan, “enflasyon sıfır” demiyor. Dese, sendikalar ne diyebilir ki? Değil mi? Herkesin eli kolu bağlı, hiç kimse bir şey yapamıyor. Bir tek Saray’ın eli kolu bağlı değil ve istediğini yapıyor. Öyle mi?

Sendikalar, “enflasyon şudur” dendiğinde, masadan kalkmadan iyi bir kahkaha atarak, toplantı masasından kalkıp, hemen kapının önünde, genel greve gidiyoruz, demeyi düşünmedikleri sürece, “bir şey yapamazlar.” Yani, bir şey yapmak istemeyenin, bir şey yapma olanağı olmaz.

Tersine, sendikalar, kapı arkasında, devletle masaya oturup, efendim işimiz zor, bize biraz destek verin, bir miktar para ile bu işinden üstesinden geliriz inşallah, demektedirler.

Yani, öyle kimsenin eli kolu bağlı değildir.

Devlet, işçi ve emekçilere “eller yukarı” diyor, sendikacılar işçilerin ellerini bağlıyor, yaptıkları tam da budur.

TÜİK, enflasyon rakamlarını, elbette, Saray’ın isteklerine göre açıkladı. Kaç yıldır bu böyledir. Yeni değildir. Bu TC devletinin tutumudur ve Saray Rejimi bunu tümden zıvanadan çıkartmıştır.

TÜİK’in enflasyon sepetindeki ürünlerin, malların, hizmetlerin geçerli, bugünkü fiyatlarının ne olduğu ortaya saçıldı.

Buna göre, Haziran 2024 itibarı ile, yumurta 2,47 TL’dir. Değildir mi diyeceksiniz? Evet, demelisiniz. Ama bunu sizinle dalga geçilmesi olarak algılamalısınız. İşçi sınıfı ile, kadınlarla, gençlerle, halkla dalga geçilmektedir.

Ev kirası 5.844 TL’dir. Demek ki, her kiracı, 5844 TL olan ev talebinde bulunmalıdır. Yani, 17.002 TL alan asgarî ücretli, ev kirasını verdikten sonra, 11.158 TL parası kalacak ki, harca harca bitmez. Nasılsa yumurta 2,47 TL.

Bebek bezi 3,59 TL’dir. Aslında eğer eski fanilalarınızı bebek bezi olarak kullanırsanız, bebek bezi bedava da olabilir.

Uzman doktor muayene ücreti ise 33,69 TL’dir. Zeytinyağı 113 TL, soğan 7,7 TL, beyaz peynir 147 TL. Okul defteri 38 TL’dir. Yurt ücreti 456 TL.

Aslında bu konuda bir tablo 100 kalem mal ve hizmetin son fiyatları şeklinde yayınlanmıştır. TÜİK aslında bunu pek yayınlamaz. Ama bir biçimde sızmıştır ve yalan aynı gün ortaya çıkmıştır.

TÜİK Başkanı, bu sızmayı düşünerek, bir anda basının önüne çıktı ve bu fiyatların doğru olduğunu anlatmaya başladı. “IMF Türkiye Masası Şefi geldi, hesaplamalarımıza baktılar. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki diğer ülkelerde de ÜFE’nin, TÜFE’nin üzerine çıkmış olduğunu fark ettiler ve ‘biz bunu araştıralım’ diye gittiler. Yakın zamanda derecelendirme kuruluşları da istatistikleri inceledi, onlar da tatmin edici yanıtlar alarak döndüler.”

Ne güzel değil mi?

İtiraftır ve kayda geçmelidir.

Demek, bu istatistik verileri “herkese” açık değil ama IMF ve uluslararası derecelendirme kuruluşlarına açıktır. Mesela DİSK, bu verileri inceleme hakkına sahip değildir. Ama bu veriler açıktır. Kime açık olduğunu anlamış oluyoruz.

IMF ve uluslararası sermayeyi ilgilendiren, halka söylenen yalanlar değildir. Tersine, kendilerine yalan söylenmesini istemezler ve rakamların gerçeğini onlardan alırlar. Mesela enflasyon rakamını buluyoruz ve sonra ikiye bölüyoruz gibi bir gerçeği bilmek isterler.

TÜİK’in söylediği yalanları ya da mesela Genelkurmay’ın yalanlarını ya da Saray’ın yalanlarını, az ya da çok halk biliyor. Belki, bu yalanları en az CHP biliyordur. Onlar da öğrenmiş oldular. Bu yalanlara en az tepkili olanlar, ekonomistlerdir ve sendikacılardır. Bunlara çalışan “uzman” sıfatlı olanlar, bu yalanlardan sokaktaki insan kadar bile haberdar değildir. Öyle ya, madem bu yalanları biliyorlar, neden her seferinde, enflasyon yüzde 60, yüzde 70 diyorlar? Neden bu açıklamaları doğru kabul ediyorlar?

Bakın, enflasyon rakamlarının açıklanmasının hemen ardından, 9 Temmuz 2024’te sendika konfederasyonlarının ortak açıklaması, bu durumu nasıl yansıtmaktadır.

Toplumdan gelen tepki, işçilerden gelen homurtular, yaşamın dayanılmaz hâle gelmesi, asgarî ücrete zam yok açıklamaları, sendika konfederasyonlarını bir araya gelerek açıklama yapmaya mecbur bırakmıştır.

Bir açıdan gelişme sayılır. Çünkü hepsi, en azından, en geri talepler konusunda bir araya gelmişlerdir. Ama öte yandan, en geri taleplerle bir araya gelmek ve hiçbir eylem açıklaması yapmamak, işi geçiştirme taktiğidir. Bu kez, gövde gösterisi ile, oyalama taktiği devreye sokulmuştur. Üç sendika konfederasyonu, aslında Saray’a, “artık işçileri tutmakta zorlanıyoruz” demek istemiştir. Yine de taleplere bakmalıyız.

10 madde var.

“1- Vergide adalet: Ücretlerin vergilendirilmesinde mevcut sistem ücretleri mağdur ediyor. Vergi sistemi yeniden yapılandırılmalıdır. Çalışanlar üzerindeki doğrudan ve dolaylı vergiler azaltılmalıdır.”

İlk madde budur. Mesela vergilerin ne kadarı işçi ve emekçilerden, ücretlerden geliyor? Bunu dile getirmediler. Mesela vergi dilimleri nasıl olmalıdır, bunu dile getirmediler. Mesela kamu kaynakları dediğimiz vergiler kime nasıl gidiyor, bunu açıklamadılar. Oysa sendikalar, bu verilere sahiptirler. Yani bunlar sır değildir.

Öyle ise, vergide adalet, doğru ama boş bir sözdür.

“2- Enflasyonla mücadele: Ücretleri düşük tutarak bunu sağlayamazsınız. İşçi, memur ve emekli maaşları TÜİK hesaplamalarına göre artırılıyor. Yaşanan enflasyonla, yaşanan (açıklanan olmalı) enflasyon arasında büyük bir fark var. Henüz zamlar ücretlere yansımadan elektriğe yüzde 38 zam yapıldı.”

Bu mudur? Uzmanların uzmanlıkları bu mudur? Ücretleri düşük tutmak ile enflasyon arasında hiçbir bağ yoktur. Ücretler, geçmişte olduğu varsayılan (TÜİK rakamlarına göre) enflasyona göre artırılmaktadır. Zaten bu nedenle, ücretlerdeki artış, enflasyonun gerisinde kalmaktadır. Ücretler enflasyonu artırmıyor, tersine, enflasyon ile, ücretliden işverene pay aktarılıyor, kaynak aktarılıyor.

Sendika bu ise, gerisini konuşmanın ne anlamı var? Sadece elektriğe mi zam yapılmıştır? Bu nasıl bir açıklamadır?

“3- Asgarî ücret acilen artırılmalıdır. Çalışanların neredeyse yarısı asgarî ücret seviyesinde ücret almaktadır. İstisna olması gereken asgarî ücret, artık ortalama ücret hâline geldi. Ülkedeki enflasyonun sebebi, sermayenin bitmek bilmeyen kâr hırsıdır, dar gelirli işçiler değildir. Enflasyonu düşürmek için işçilerden fedakârlık beklenemez. İşçiler enflasyonun sebebi değil, mağdurudur.”

İşte size 21. yüzyıl Türkiye’sinde, savaşın ortasında yaşayan bir ülkede, sendikalar, koskoca konfederasyonlar, enflasyon ve asgarî ücret konusunda bunları söylüyorlar.

Sendika konfederasyonları bir araya gelmiş iken, insan, bu olmazsa genel greve gideceğiz, denmesini bekliyor. Hani nerede? Eyleminiz nerede? Üretimden gelen güç nerede? Eyleminiz, ortak açıklama mıdır? Bu mudur? Evet, ülkemizde asgarî ücret ortalama ücret hâline gelmiştir. Bu durumda sendikalar ne yapar? Mesela sendikalar, dün genel greve gitmediler, hata yaptılar. İşte şimdi zamanı değil midir?

“4- Kamuda ücret dengesizliğine son verilmeli. Kamuda ücret farkı had safhada. Burada ücret dengesizliği sona erdirilmeli.”

Konfederasyonlar, bu denli cılız, bu denli korkakça açıklama yaparak, aslında kendi çaresizliklerini dile getirmektedirler.

Ücret dengesizliği had safhada imiş. Peki, bunun anlamı ne? Mesela kamuda sendikal örgütlenme, grevli toplu sözleşme hakkına mı dayanıyor?

“5- Emekliler: En düşük emekli aylığı asgarî ücret seviyesinde olmalı. Milyonlarca emekli, asgarî ücretin çok altında aylık alıyor. Emekli aylıkları hesaplanırken büyüme tümüyle hesaba katılmalıdır.”

Peki ya emeklilik sistemi? Peki ya ücretsiz sağlık hizmeti? Peki ya ücretsiz eğitim hakkı? Bunlar yok mu?

Ülke ekonomik olarak yangın yeri hâline gelmiştir. Ve üç konfederasyonun liderleri, bu açıklamayı yapmaktadır. Ne eylem önerileri var, ne kendi güçlerini harekete geçirme hazırlığı var. Sadece herkesin bildiklerinin bir bölümünü, o da bir bölümünü, açıklamaktadırlar.

Derler ki, gerçeğin tümünü söylememek, aslında bir çeşit yalan söylemektir. Son 20 yılda adım adım, emekli aylıkları düşürülmüştür. Devlet, sağlık, emeklilik sigortası, vergi vb. ile çalışanlardan para alırken bir zorba gibidir, ama iş emekli maaşlarına geldiğinde, açıkça emeklilere, yaşamayın, demektedir. Alırken zorbadır ve verirken daha fazla zorbadır. Bu durum, işçi sınıfının örgütsüzlüğünün kanıtıdır ve sendika konfederasyonlarının açıklamaları, bazı gerçekleri tekrarlayarak, kendi işbirlikçi hâllerini örtme girişimidir.

“6- Sendikal örgütlenmenin önündeki hakların (‘engellerin’ ya da ‘hak ihlallerinin’ demek istiyor olabilirler) kaldırılması: Mevzuatımızda yer alan düzenlemelere rağmen sendika üyesi olan işçilerin topluca işten çıkarılmasının önüne geçilmelidir. Toplu sözleşmeden faydalanma oranı giderek düşmekte ve özel sektörde bu oran yüzde 5’e kadar düşmektedir.”

Demek ki, sendika konfederasyonları, mevzuatı yeterli görmektedir. Konfederasyonlar, Saray’ı, yasalara uymaya davet etmek ister gibidir. Gibidir, çünkü bunu dahi açıkça söylememektedirler. Komiktir. Onlar da TÜİK gibi işçilerle alay etmektedir.

Oysa sendikalaşma hakkı, en başta sendikaların mücadelesini gerektirir. İşçilerin sendikal haklarının ihlal edilmesi, toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısının sürekli düşmesi, grevlerin neredeyse yasaklanması, sendika konfederasyonlarını topluca eylem yapmaya itmelidir. Konfederasyonlar, genel grev çağrısı yapmalıdır.

“7- 696 KHK’nin kapsamı dışındaki taşeron işçiler derhal kadroya alınmalıdır. Bu işçilerin sürekli kadroya geçirilmesi ve kamuda taşeron işçi statüsüne son verilmelidir.”

Sendika konfederasyonları, taşeron işçiler için, onların önünde grev çağrısı yapmalıdır. Başka bir yolu yoktur. Sendikalar, ricada bulunmak için var olmazlar. Mücadele etmek için var olurlar. Mücadele ettikleri oranda sendika olma sıfatını hak ederler.

Devlet sendikacılığının hâli budur.

“8- Tasarruf tedbirleri gerekçesiyle çalışanların hakları aşındırılmasın. Tasarruf adı altında işçinin emeğinin karşılığı olarak hak ettiği ücretten kesintiye gidilmesi ve sosyal hakların azaltılması kabul edilemez.”

Ne güzel değil mi? “Sosyal hakların gasbı” bile diyemiyorlar. Mesela MB Başkanının çocuğunun işyerinde bakılması uygun iken, işçilerin her türlü sosyal hakkı gasbedilmektedir. Ne güzel değil mi; yüzlerce araçlık konvoylar ortada cirit atarken, işçilerin servislerine göz dikilmektedir. Ve bizim güzide konfederasyonlarımız, “çalışanların hakları gasbedilmesin” demekle yetiniyor. Böylesi sendikayı, Saray Rejimi, başka nerede bulabilir?

“9- İnsan onuruna yakışan bir çalışma için meslekî hastalıkları azaltan ve çalışma şartlarını iyileştiren bir sistem yaratılmalıdır.”

Ne güzel, baştan aşağıya “iyi niyet” dolu istekler. Bunları, bir imam vaaz sırasında söylemez ama, eğer söylemiş olsa, alkışlarsınız. Ama bunları, ülkemizin üç büyük konfederasyonu birlikte açıklama yaparken söylemektedir.

Ve 10.

“10- Çalışma hayatında ayrımcılık son bulmalıdır.” (Bu 10 madde, Çerkezoğlu tarafından okunmuştur ve metnini T24’ten aldık).

 

İşte 10 madde budur.

Öyle anlaşılıyor, 10 madde, 10 rakamının yuvarlak olması nedeni ile sıralanmış. 11. madde diye bir madde bulunamamış olduğundan değil. Fazla da ileri gitmemek gerekir. Konfederasyonlar, ne de olsa, devletimizin güzide kurumlarıdır ve buna uygun davranmaları gerekir. Hem sonra, Saray’ı kızdırmamak gerekir.

Ergün Atalay, kendisi Türk-İş başkanıdır, ilgiye değer sözler söylemiştir. Birkaçını aktarmalıyız. Aktarımlar, 9 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesi internet sitesinden.

“Şu an bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Bu kriz ne 94 krizine, ne 2001 krizine, ne de 2008 krizine benzemiyor. Yaşanan ekonomik kriz öncekilere benzemiyor, asgarî ücretle 1 ay değil, 1 hafta geçinme şansımız yok, dayanma gücümüz kalmadı.”

Demek ki Bay Atalay, kriz yaşadığımızı kabul ediyor. Şükürler olsun. Hatta bu krizin öncekilerine benzemediğini söylüyor ve “dayanma gücümüz yok” diyor. Demek ki Atalay, Saray’a diyor ki, artık işçileri tutamayız.

Devam ediyor:

“TÜİK’in açıkladığı rakamları kamuoyu gerçekçi bulmuyor.” Yani, kendisi değil, kamuoyu gerçekçi bulmuyor. Kamuoyu gerçekçi bulsa sorun yok demek.

“Ülkemizde yüzde 20’lik kesim refah içinde yaşıyor, bedelini yüzde 80 ödüyor.”

Ne güzel değil mi? Demek, işçi sınıfının gerçekliğinin farkında. Yılların sendikacısı ne de olsa.

“Ama maalesef özel sektörde patronlar, kazandıkları para ve kârlar ortada. Ona rağmen 10 yıllık, 20 yıllık bir işçiye 10-15-20 bin lira parayı çok görüyorlar.”

“Bunlar bizi köle sanıyorlar. İşçiyi maraba zannediyorlar. Bizim üzerimizden ekonominin düzelmesi şansı yok. Bizim üzerimizden ellerini çeksinler.”

Demek Atalay sıkışık durumdadır.

“Bizi köle sanıyorlar,” diyor. Oysa köle değiliz, demek mi istiyor? Yani, arkadaş, bize bir görev verdiniz, bu işçilerin öfkesini biz bu biçimde durduramayız. Tamam idare ediyoruz ama, köle değiliz, diyor.

“İşçiyi maraba zannediyorlar.”

Kim bunlar? Patronlar, para babaları, Saray’ın yönetenleri, TC devleti mi? Öyle olmalı.

İşçiyi maraba hâline getiren, siz de içinde olmak üzere, bu sistemin kendisidir. Siz, bu maraba zannedenlerin içindesiniz.

İşte konfederasyonların, güzide üç kurumun, zar zor da olsa bir araya gelerek yaptığı açıklama budur.

Sendika denilen şey, işçilerin demokratik kitle örgütüdür. Tüm işçi sınıfının haklarını savunmakla görevlidir. Sendika denilen şey, işçilerin ekonomik haklarını, tüm toplumun sorunları dile getirmekle kalmaz. Bunları dile getirir ama bunun için eylemler yapar. İşçi sınıfının sendikalarının en önemli mücadele aracı, grevdir. Üretimden gelen güç budur. Üretimden gelen güç, bu 10 maddede sıralanan vahim durumun düzeltilmesi için, devreye sokulmak zorundadır. Sendikalar, grev yapmamaya yemin etmiş gibi davranarak, bu sorunları sahiplenemezler. Bu sorunlara gerçekten sahip çıkmak demek, bu sorunların çözümü için bir mücadele yürütmek demektir. Sendikalar, bu mücadeleyi, grevler ile sürdürürler. Üstelik bu grevler, sadece işçilerin hakları için değil, tüm toplumsal sorunların çözümü için de devreye sokulmalıdır. İşçi sınıfı grev silahını kullanmadan, sadece basın toplantıları ile talepte bulunarak, sokaklara çıkmadan, tüm toplumu kendi eylemlerine açıktan çağırmadan, bu sorunları ya da herhangi bir sorunu çözemez.

Ayrıca bu mücadele, tümü ile haktır. Sokaklara çıkmak, eylemler gerçekleştirmek, yürüyüş ve mitingler ortaya koymak, grev silahını kullanmak, işçilerin haklarıdır. Bu hak, Saray’dan izin alınarak kullanılamaz. Bunun için izin almaya gerek yoktur.

Üç konfederasyon, bu ekonomik kriz ile, uygulanmakta olan “içeride ve dışarıda savaş” politikasını açıkça birbiri ile bağlı görmeli ve bunu ilan etmelidir. İşçilerin sadece ücretleri düşük değildir, işçi sınıfı, insanlık dışı koşullarda çalışmaktadır ve işyeri cinayetleri ayyuka çıkmış durumdadır.

Tüm bunlar, sadece ekonomik kriz nedeni ile açıklanamaz. Bu ekonomik krize eşlik eden, “içeride ve dışarıda savaş” politikaları söz konusudur. Krizin öncekilerden en büyük farkı buradan gelmektedir.

Üç konfederasyon, gerçeğin sadece bir parçasını söylemekte, bu nedenle de yalan söylemektedir. Saray’ın yalanlarına ortak olmaktadır.

Üç konfederasyon, açıkça eylem hattı ortaya koymalıdır. “Bizim üzerimizden ekonominin düzelmesi şansı yok” demek yeterli değildir. Elbette yoktur. Çünkü kriz, aynı zamanda savaş politikaları ile birleşmiş durumdadır.

Sendikalar, toplumsal sorunlara duyarlı olmak zorundadır.

Sadece asgarî ücretten söz etmek yetmez. Aynı zamanda, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık vb. alanlardan da söz etmek gereklidir.

Ve elbette, tüm bunlar yetmez.

Sendika konfederasyonlarının bir araya gelmesi, bir adım sayılabilirdi. Şu koşulla; konfederasyonlar, eğer bu talepleri ile bağlantılı bir eylem hattı ortaya koyarsa. Sendika konfederasyonları, basın açıklamaları ile yetinemezler.

Bu durum, işçi sınıfının durumunu da ortaya koymaktadır.

CHP’nin ışık aç-kapa eylemi gibi son dakika eylemleri, aslında “eylem” yapıyoruz demek için bir yol gibidir. Bu yolla halkın, kitlelerin öfkesini boşaltmak istiyorlar. Ama artık burası geçilmiştir. Buradan bir şey çıkmayacağını, tıpkı enflasyon yalanlarını bildikleri gibi, kitleler bilmektedir.

Sendika konfederasyonları açıklama yapsın ve CHP de ışık aç-kapa yapsın; bunlar artık kitlelerin taleplerini yansıtmazlar. Başarı şansları da yoktur.

Kim kimi ne sanıyor?

Öyle anlaşılıyor, egemen, TC devleti, işçileri köle sanıyor ve köle hâline getirmek istiyor.

Ama sendika konfederasyonlar da işçileri salak sanıyor.

Sendikalar ve CHP muhalefeti, işçilerle oyun oynadıklarını sanıyorlar.

Hayat pahalı ve “can” ucuz hâle gelmiştir.

İşçi sınıfı örgütsüz ise hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı örgütlü mücadeleyi geliştirmek zorundadır.

İşçi sınıfı devrimci hareketle sıkı bağlar kurmak zorundadır. İşçilerin devrimcileşmesi, tüm sürecin ana halkasıdır. İşçi sınıfı devrimci ise, her şeydir.

İşçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanmak zorundadır. Önümüzde, bunu öğreneceği bir süreç durmaktadır.

“İşçinin alınteridir
bey paşa sarayları
Önümüz kavga yeridir
Yürü iş alayları”

ABD seçimleri ve savaş politikaları

Trump’a yapılan suikast, temmuz ayının ortasında gündemi doldurdu.

Hemen analizler, ilk akla gelen soru üzerinden yapılmaya başlandı; acaba bu ABD devletinin başarısız olan bir suikastı mı idi, yoksa Trump lehine seçimlere yön vermek için yapılmış bir sahte suikast mı idi? Öyle ya, eğer öldürmek için CIA tarafından yapılmış bir suikast ise, bu durumda, mutlaka yedek suikastçı olacağını artık biliyoruz. Öte yandan, eğer Trump lehine yapılmış bir operasyon ise, demek ki suikastçı oraya öldürmek için değil, ölmek için gelmiş olmalıdır, Hollywood, böylesi sahneleri rahatlıkla organize etmeye yetenekli olduğunu göstermiştir.

Aslında tartışmanın bu yönü, magazinel açıdan da ilgi çekicidir. Bu nedenle, tartışmanın bu nokta üzerine odaklanması anlaşılmaz değildir. Ama doğrusu, durumu doğru anlamak için esas nokta da burası değildir.

Öyle ya, Trump seçilse ya da Biden seçilse, ABD’nin ana politikaları değişecek mi? Ki bunu zaten yaşadık. Trump, Biden’a karşı, hileli olduğu söylenen bir seçimle kaybetti. Trump’ın yerine Biden kazandı. Trump, saçma sapan bir adamdı ve faşist olarak nitelendiriliyordu. “Kötü” olan o idi. Ve demokrat olan Biden kazandı. “İyi adam” kazandı ve liberal sol, bunu alkışladı. Oysa Biden, hiçbir açıdan, “olumlu” bir şey yapmadı.

Peki ne oldu?

ABD’nin Suriye politikası mı değişti? Ya da mesela Ukrayna konusundaki gelişmelere bakarak, Biden’ın daha az savaş politikası yanlısı olduğu mu ortaya çıktı? Her ikisinin de olumlu bir yanıtı yoktur. Biden, NATO’yu yeniden toparlamak üzere adımlar attı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir,” demişti Trump döneminde. Biden, Avrupa’daki NATO toplantısında “ABD geri geldi,” dedi ve Macron, “welcome Amerika,” dedi. Böylece “beyin ölümü” gerçekleşmiş olan NATO, yeniden beynine kavuştu.

Biraz daha uzağa gidelim ve süreci görmeye çalışalım.

ABD hegemonyası, I. Dünya Savaşı öncesinde gelişmeye başladı. İngiltere’nin hegemonyasını iki ülke açıktan tehdit ediyordu, biri Almanya idi, diğeri ABD. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya yenilen kampta oldu ve ABD, kendini korudu, geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, savaşa neredeyse en son anda giren ABD, Batı sisteminin hegemonyasını eline aldı. ABD hegemonyası, 1945 sonrası organize edilmeye başlandı. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods anlaşması ve NATO bu hegemonyanın simgeleridir. ABD parası altına, diğer paralar ise ABD Doları’na endekslendi.

ABD, bu avantajı ile yetinmedi. Ortaya çıkan krizleri aşmak için, karşılıksız dolar bastı. Ve 1971-73 krizinde Nixon, açıkça, karşılığı olmadan dolar bastıklarını kabul etti. Krizi ise petro-dolar sistemi ile aştılar. Bu dönemde ABD, birçok sömürgeyi kendine bağlamanın yollarını buldu; darbeler organize etti, savaşlar kundakladı.

SSCB çözülünce, Batı’nın zafer ilanı ortaya çıkar çıkmaz, ABD, dünya imparatorluğunu ilan etti. Negri gibi soldan destekler peş peşe geldi. Negri, tek bir dünya imparatorluğunun aslında savaşı da önleyeceğini ilan etti. Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye sordu. Çünkü, tüm dünya ABD’nin olmalı idi. Yani, dış diye bir yer kalmamıştı. İddiaları buydu. Bu dönem saldırgan politikada bir yükseliş ortaya çıktı.

Oysa bu savaş bulutları içinde ABD hegemonyası çözülüyordu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ABD hegemonyasından kurtuluş için her yolu denemeye başladılar. Zaten ekonomik açıdan Japonya ve Almanya, ciddi birer güç olmuştu. Ama her ikisi de İkinci Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçleri idi ve asker beslemeleri ve silah üretmeleri konusunda sınırlamalarla karşı karşıyaydılar. ABD, tüm bu arayışlara karşı, hegemonyasını korumak üzere, savaş politikalarına hız verdi. Afganistan ve Irak savaşları, tam da bu amacı gütmekteydi. ABD, her ikisinde de bir yandan zafer kazandı ama diğer yandan kaybetti. Askerî olarak kazandı. Ama siyasal olarak aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dahası ABD, hegemonyasının çözülüşünü durduramadı.

Obama, bu dönem, bir çeşit güçlerini toparlamak üzere, ABD’de başa geçirildi. Bir beyaz olmayan kişi, aslında ABD içinde sistemi güçlendirir diye düşünülmüş olmalıdır. Ama buna rağmen savaş politikaları durmadı. Zira hegemonyanın çözülüşünü önlemek, ana politika idi.

Ve bu, doğrusu, bir siyasal kayıp idi de. Çünkü, “dünya imparatorluğu” için savaştan hegemonyayı korumak için savaş noktasına evrilmişti. Bu bir yandan da savaş politikalarının da devamı demekti.

ABD, Libya ile, Avrupalı rakiplerine bir pasta sundu. Pastadan payını alanlar, ABD politikalarının ardına sıralanır sanıldı. Bunun hemen ardından ise, Suriye savaşı başladı. Ve Suriye savaşı ile birlikte, Rusya sahaya indi.

Bu arada, 2000’lerin başında, artık dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Uzak Doğu’nun devi Çin, artık kendi markaları ile pazara girme kararı verdi. Bu ise, aslında sistemi daha da zora sokmaya başladı.

2008 krizi, işte böyle gündeme geldi. Kriz, kendi başına zaten ağır bir kriz idi. Ama bu kriz, bir yandan savaş politikaları içinde gündeme geldi, diğer yandan Çin’in ekonomik hamleleri ile birleşti. Bunların üstüne, Suriye sahasında Rusya’nın devreye girmesi krizi daha da ağırlaştırdı.

Suriye savaşı, planlandığı gibi gelişmedi. Erdoğan ve şürekâsı, Emevi Camii’nde namaz kılamadı. Ve savaş sanılandan çok uzun sürdü. Bugün hâlâ sürmektedir.

Obama dönemi böylece kapandı. Çünkü ABD’de Suriye yenilgisini kabul edecek bir irade yoktu. Zira bu yenilgiyi kabul etmek, aslında hegemonyasının çok büyük yara alması da demek olurdu.

Trump dönemi böyle başladı.

Trump, Avrupa’ya, NATO’nun yükünü almayı dayattı. Böylece Avrupa aşağılanmaya başlandı. Çin’e karşı ekonomik ambargolar devreye sokuldu. Çin’deki şirketlere “ABD’ye dön” çağrısı yapıldı. Avrupa’da IŞİD eylemleri yükseldi. Bu yolla, Avrupa’nın ABD önünde boyun eğmesi istendi. Ama bu politika da sonuç vermekten uzak oldu. İki dönem Başkan olması beklenen Trump, hileli olduğu söylenen bir seçimle, Başkanlığı kaybetti. Hattâ parlamento baskını ortaya çıktı. ABD karıştı.

Biden dönemi, pandeminin ardından gündeme geldi.

Pandemi, gerçekte, savaşın bir başka cephesi idi.

Biden, demokrat idi ve herkes ondan savaşçı olmayan bir politika bekliyordu. Oysa, o dönemde bizim gibi birçok kişi, ABD politikasının değişmeyeceğini söylüyordu. Öyle oldu. ABD, pandemi döneminde yeni hazırlıklar da yapmıştı.

Biden, NATO’yu ayağa kaldırmaktan söz etti ve Macron, “beyin ölümü gerçeklemiş” dediği NATO toplantısında “welcome Amerika” demekten geri durmadı.

Bu kısa hazırlıklardan sonra, Rusya ve Çin’i düşman ilan eden Trump dönemi politikalarına uygun olarak adımlar atmaya başladı. Ukrayna hamlesi ile Biden, savaşı daha da ilerletti. Ukrayna savaşı, tüm AB’nin NATO yolu ile ABD şemsiyesi altına toplanması sonucu verdi. Savaşın ilk günlerinde, ABD Avrupa’yı kontrol altına alarak zafer kazanmış oldu.

Beklenen, Rusya’nın yalıtlanması, izole edilmesi ve bu yolla çökmesi idi. Beklenen, Çin’in yatırımlarla hizaya çekilmesi idi. Oysa öyle olmadı. Bir yandan Rusya ve Çin daha da büyüdü. Bir yandan Fransa Afrika’da bazı sömürgelerini kaybetti. Bir yandan Ukrayna savaşı ABD ve AB’yi daha da zora soktu. Ve Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS daha da büyüdü ve artık G7’leri ekonomik olarak geçen bir güç ortaya çıkmış oldu. Bugün dünyada sadece ABD ve Batı merkezli bir dünyanın var olduğuna inanmayan birçok ülke, BRICS etrafında toplanmaya başladı.

NATO, gerçekte, Ukrayna’daki savaşı kaybetti. ABD, hem Suriye’de hem de Ukrayna’da savaşı kaybetti. Ve bunu açıkça kabul etme eğiliminde değildirler. ABD açık olarak yenilgiyi kabul ederse, tutunması da mümkün olmayacak ve bedellerini de ödemek zorunda kalacak. Bu durumda ABD, savaş politikalarından geri çekilmeyecektir.

İster Trump seçilsin ister Biden, ABD savaş politikalarını sürdürecektir.

ABD tarafından yapılan İran’a karşı saldırı planları, son NATO toplantısında, açıkça kabul edilmiştir. Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İran, ismi anılarak hedefe konmuştur. Bu, savaş politikalarının devamı demektir.

Türkiye, İran’a karşı savaş politikalarının bir parçasıdır. Filistin sorunu nedeni ile İran’a karşı operasyon tarihinin ertelendiğini söylemek mümkündür. İsrail, Filistin halkını kıyımdan geçiren bir savaş politikasını devreye sokmuştur. İsrail kendi ülkesinde halkın protestolarına sahne olurken, ABD ve AB ülkelerinde Filistin’i destekleyen protestolara açıkça bir saldırı devreye çıkmaktadır. Bu, savaş hazırlığının tüm Avrupa’yı nasıl sardığını göstermektedir. Avrupa solu, İsrail halkının protestolarını bile görmezden gelmektedir. Bu, savaşın yakınlaştığının göstergesidir. Zaten var olan savaş, daha da büyüyecektir.

İsrail, İran’a karşı savaş öncesinde, Filistin, Hizbullah ve Husileri, yani kendisi için tehdit olan unsurları yok etmek istemektedir.

Aynı anda, Erdoğan, Esad ile görüşmelerden söz etmektedir.

Erdoğan, birdenbire, “Sayın Esed” demiştir. Henüz Esad dememiş olsa da, “katil” yerine “sayın” demeyi tercih etmiştir.

Anlaşılan odur ki, bu sadece sözü edilen bir şey değildir. TC devleti, işgalci olduğu Suriye topraklarından çekilmek zorunluluğunu hissetmektedir. Öyle anlaşılıyor, ABD, İran’ı kuşatmak üzere buna izin vermiş gibidir.

TC devletine, Kürtlere kıyım hakkı ve Kerkük-Musul gösterilirse, yapmayacağı şey yoktur. Suriye sahasındaki sıkışıklığını aşmak için, Irak Kürdistanı’na yerleşme hazırlıkları yapmaktadırlar. Şimdi, Irak topraklarında sınırdan 40 km ileriye gitmekten söz ediyorlar. Böylece, bir yandan PKK’ye karşı avantaj kazanmak peşindeler, diğer yandan ise, İran’ı kuşatma peşindedirler.

Bu elbette onların planıdır. Hayat hiçbir zaman düz bir çizgi değildir. Burada da ortaya neyin çıkacağı bilinmiyor. Sadece PKK’nin değil, mesela Talabani güçlerinin de bu işgal politikasına karşı duracağını varsaymak mümkündür.

Elbette ABD bu planı, İran’a karşı savaş temelinde kabul edebilir. Ama yine de İdlib’in boşatılması kolay bir konu değildir. Zira TC devleti, orada IŞİD güçleri ile çok yönlü ilişki içindedir. IŞİD aynı zamanda TC topraklarının içindedir. Suriye’de işgal altındaki topraklarda, bir ekonomi vardır. İnsan kaçakçılığı, organ kaçakçılığı, petrol kaçakçılığı ve daha başkaları, bu ekonomik faaliyetin içindedir. Ve bu sadece TC ekonomisi için değil, aynı zamanda IŞİD unsurları için de büyük bir kaynaktır.

Ama öte yandan, TC devleti için de bu sürdürülebilir değildir. ABD için ise, İran, giderek güncel hâle gelmektedir.

İster Trump seçilsin isterse Biden, ABD savaş politikalarına devam edecektir. Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş, Ukrayna üzerinden Rusya ile süren savaş ve Ortadoğu’da genişleyen savaş, ABD için gereklidir.

Bu çerçevede, Trump’a karşı suikast girişimi, biraz daha anlamını değiştirmektedir. Bu nedenle, acaba ABD devleti Trump’ı öldürmek mi istedi de başaramadı, yoksa bu bir Trump kazansın hamlesi mi idi tartışması, daha kapsamlı bir tartışmadır. ABD devleti, Trump’ı ortadan kaldırmak istedi ise, neden ikinci bir suikastçı devreye sokulmadı? Çünkü genellikle iki suikastçı iş yapmaktadır. Bu durumda ABD devleti yapmadı sonucu mu çıkar? İyi ama bu durumda, çatı için nasıl önlem alınmadı, o çatıya çıkmak çocuk işi midir? Öte yandan Trump kendine suikast düzenlemiş ise, nişancının sadece kulağa nişan almış olması çok yerinde midir? Zor görünüyor. Eğer Trump yapmış ise, demek ki, bu bir Hollywood sahnesi olmalıdır.

Kanımızca, tartışmayı böyle sürdürmek zordur. Çünkü elimizde veriler yok.

Bugün, bu hâli ile Trump kazanmış demektir. Görüntü budur ve biliriz ki, görüntü önemsiz olmasa da yanıltıcı olabilir.

İyi ama, acaba, seçimler yapılacak mı?

Seçimlere 4 ay gibi bir süre var. Bu dört ay, içinden geçilen savaş politikaları sürecinde, oldukça uzun bir zamandır.

Biden çekilecek mi? Yüksek ihtimaldir. Eğer çekilirse, Kamala Harris mi Başkan olacak? Bu da yüksek ihtimaldir. Eğer seçilirse Harris, demek ki ABD egemenleri, başlangıçta Biden ile gitmek istemiştir ama artık bunun olanaksız olduğuna karar vermişlerdir. Harris olabiliyorduysa, en başından onu gündeme getirmemeleri ilginç bulunmalıdır.

Ya da Trump’a başka bir suikast daha mı yapılacak?

Bunların hepsi sorudur.

Ama ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın, hem Çin’e karşı savaş planları devrede olacak, hem Ortadoğu’da savaş yayılacak, hem de Ukrayna’da NATO savaşı sürdürecek gibi görünmektedir. ABD, aynı politikayı sürdürmek için, yani hegemonyasını sürdürebilmek için, elindeki en önemli güç olan savaş politikalarını daha da körüklemek için elinden geleni yapacaktır. Trump ya da Biden, durumu değiştirmeyecektir.

ABD seçimlerine kadar olan süre, bugünkü koşullarda, uzun bir süredir. Ve doğrusu, bu açıdan ABD seçimleri, bir detay olarak kalmaktadır. ABD seçimleri Trump ile Biden arasında sıkışmış gibidir. Ve bir sömürge olarak Türkiye, bu seçimlere çok da büyük önem atfetmektedir. Efendim, Erdoğan’ın Trump ile ilişkisi daha iyi imiş. İyi de Trump’tan gelen tuhaf mektup, “iyi ilişki” mi demek?

Oysa bu seçimlere kadar daha uzun bir süre vardır ve bu koşullarda bu süre, çok şeye gebe bir süredir.

ABD’de, Avrupa’da, kitleler savaşa ve savaş politikalarına karşı sokağa çıkarsa, belki o zaman savaş politikaları bir adım geri çekilebilir.

Savaş, halkların kaderi değildir.

Savaş, ABD başta olmak üzere Batı emperyalist güçlerinin kundakladığı bir savaştır. Bu savaş, dünyanın yeniden paylaşılması savaşıdır. Bu savaş, Çin ve Rusya’nın bir güç olmaktan çıkartılması ve sömürgeleştirilmesini hedeflemektedir.

Savaş, emperyalist dünyanın krizi ile bütünleşmiştir. Ve bugün, bu emperyalist egemenliği yerle bir etmek üzere bir devrimci kalkışma mümkündür. Başka herhangi bir yolla, savaşı önlemek mümkün değildir. Savaşın yıkıntıları içinde kızıl bir güneş yükselmesi mümkündür. Barışın tek yolu, emperyalist egemenliği yıkmaktan geçmektedir. Bu nedenle gözümüzü, tüm yeryüzünde gelişmekte olan direnişlere çevirmemiz gerekir. Bu direnişler ne denli zayıf olursa olsun, güçlenme eğilimlerine sahiptir. Bu nedenle her direnişten, dünyanın neresinde olursa olsun, öğrenmeyi başarmak mümkün ve gereklidir.