Ana Sayfa Blog Sayfa 33

III. dünya savaşı güzergâhında…

“İnsan bazı şeyleri unutabilir,
hayat bu,
bazı şeyleri de hatırlar.”[1]

Kanımca, “Serius est quam cogitas/ Vakit sandığından da geç” diye betimlenmesi gereken bir eşikteyiz; “Cennete giden yol cehennemden başlar,” vurgusundaki üzere Dante Alighieri’nin…

Karanlıklardan çıkmayı karanlıklarda öğrenmek gerektiren bu koordinatlarda gerçeklik, ona inanmayı bıraktığınızda ortadan kaybolmayan şeydir ve farkında olunmasa da karşımızdadır; “Gerçek, kasabanın fahişesine benzer. Onu herkes tanır ama yine de sokakta karşılaşmaktan utanç duyar,” ifadesindeki üzere Bertolt Brecht’in…

Hayır, bir şeyleri abarttığım yok!

Hatırlayın: 6 Şubat 2024’te BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde dünyanın “kaos çağına” girdiğine dikkat çekmişti.

Kısa süreli tek kutupluluk, 11 Eylül sonrasında ABD emperyalizminin jeostratejik hamleleriyle, küresel kaosun başlangıcı olmuştu.

Afganistan’dan Libya’ya kadar uzanan coğrafyada ve geniş Ortadoğu’da askeri gücünü kullanan ABD, Avrupa’da NATO’yu doğuya doğru genişletirken istikrarsızlıklar oluşturup yerküreyi kaosa soktu.

Küresel kaosun genişlemesi ile başta Çin ve Rusya olmak üzere yükselen güçler, ABD’nin korumaya çalıştığı düzene ve bu düzenin liderliğine karşı çıkarken; “yeni” bir durum boy verdi.

“Yeni” durumu bir dönem hem Alman Silahlı Kuvvetleri’nin hem de NATO’un en tepesinde yer alan emekli Orgeneral Harald Kujat, “Savaşın ne Rusya ne de batı tarafından siyasi olarak kontrol altına alınamayacağı bir aşamaya evrilmesi riski var,”[2] diye tarif ediyordu ki; bu da dünya savaşı uyarısı!

Kabul ya da reddedin, hiçbir önemi yok; yarı çapı giderek genişleyen bir kaosla yüz yüzeyiz.

Kaos, bir düzenin, uyumun, mantığın çöküşünü simgelerken; ‘The New York Times’, ‘The Financial Times’ gibi Batı’nın ekonomik, siyasi arzularını, kaygılarını yansıtan yayınlar bu durumu, “kurala dayalı düzenin dağılması”[3] olarak algılıyorlar.

Artık soru(n)lar yılı olarak sunulan 2023’de neler olduğundan çok, 2024’de neler olacağına kafa yorulması gereken noktadayız.

Yerkürenin farklı bölgelerinde işler çığırından çıkmışken; 2023’ü iki farklı cephede (Rusya-Ukrayna ile İsrail-Filistin) savaş sürerken bitirmiş olsak da; 2024’de farklı kaos noktaları uç veriyor.

Emperyalist saldırganlık ile krizlerin gölgesinde siyasetin sağa kayması, süreç olarak faşizm(ler), ekolojik yıkım 2024’e damgasını vururken; insanlık Filistin’deki gibi, sivillerin hedef olduğu enkaz altındadır.

Ve söz konusu hâl daha da ağırlaşacaktır. “Nasıl” mı?

2024’de toplam 40 ülkede, genel seçimler, başkanlık seçimleri ve yerel seçimlerde, 4.2 milyar insan, tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası, oy kullanacakken; “liberal (denilen!) demokrasi” küresel çapta, açmazlarıyla yüzleşerek geriliyor.

Örneğin Hindistan’da faşist Modi rejimi var, Pakistan’da rejim, iki büyük feodal aile ve ordu arasında debeleniyor.

Endonezya da siyasete hâlâ Suharto’nun otoriter yönetiminin 32 yılı boyunca servetlerini inşa eden bir avuç asker sivil seçkin egemen.

Meksika’da nüfusun yüzde 10’u toplam servetin yüzde 80’ini elinde tutuyor; en alttaki yüzde 50’lik kısmın payı ise yüzde (-0.2) ile negatif. Bu grubun varlıklardan daha fazla borcu var. Chatham House’un yayımladığı araştırmada, “ülke otokrasi ile demokrasi arasında” seçim yapacak deniyordu.

ABD’de Trump’ın artık Hitler ve Mussolini’nin konuşmalarından alınmış “Haşerat” (vermin), “Ulusun kanını kirletiyorlar” (polluting the nations blood) gibi rakiplerini insan kategorisinin dışına itmeyi (dehumanise) amaçlayan propaganda kalıplarını kullanmaya başladığını, hiç çekinmeden “Evet diktatör olmak istiyorum” dediğini, rakiplerini ezmekten, basını susturmaktan söz ettiğini, devleti ele geçirmek için daha şimdiden kadrolaşmaya başladığını görüyoruz.

Haziran’daki AB Parlamentosu seçimlerinde, faşist özellikler sergileyen partilerin, etkilerinin daha da artması bekleniyor.

Arjantin’de yeni seçilen Milei’nin hızla inşa etmeye başladığı rejim de liberal demokrasiyle, haklar ve özgürlükler arasındaki uçurumu sergilemesi açısından iyi bir örnek.

Özetle: Liberal demokrasi hızla tükeniyor, hayalete dönüşüyor. Faşizm ABD ve Avrupa’da, hatta küresel çapta güncel ve yakın bir tehlikeyken;[4] 2024’e birçok küresel sorunun çözülmek bir yana derinleştiği bir atmosferde girdik.

İsrail Filistin’deki katliamlarını sürdürüyor. Ukrayna-Rusya savaşı emperyalizmin yeni küresel hegemonya mücadelesinin sahnesi olmaya devam ediyor. Göç krizleri ve onun üzerinden yükselen neo-faşizmin yükselişine temel oluşturan din ve etnisite temelli bölünmeler yoksulluğa sürüklenmiş milyonlarca emekçiyi birbirine düşman edip parçalıyor.

Neo-liberal kapitalizmin küresel egemenliği her gün tüm dünyada insanlığın yaşam ve çalışma şartlarını geriye götürüyor. Barınma, sağlık, eğitim, emeklilik gibi on yılların mücadelesi ile kazanılmış haklar, kürenin tamamında finansallaşıyor. En zengin yüzde bir, yüzde doksan dokuzun sahip olduğunun neredeyse iki katı daha zengin. Hızlı finansallaşma, pandemi yönetimi ve emperyalizmin yaydığı siyasal istikrarsızlıklar, zenginliğin bölüşümünü giderek daha adaletsiz hâle getirdi.

İsrail-Filistin krizi, Gazze’de soykırıma dönüştü. Netanyahu liderliğinin Nazileri aratmayan uygulamaları, İran’a Lübnan’a da sıçrayarak Ortadoğu’da yeni bir gerilime kapı aralıyor. ABD emperyalizminin Rusya ve Çin’e yönelik saldırganlığı, kendisini hem ticaret yasaklarıyla hem de bu ülkelerin kendi bölgelerindeki jeopolitik krizlerin derinleştirilmesi ile sürüyor. Rusya-Ukrayna Savaşı sonlanma sinyali vermezken, Çin’e karşı Pasifik’te askerî tahkimat sürüyor, Çin-Tayland gerilimi yükseliyor.

Ağırlığı Ortadoğu’da ABD güdümünde çıkan iç savaş ve işgallere dayanan göç dalgası, Batı siyasetinin ana gündemi hâline geldi. İtalya’da, Hollanda’da, Macaristan’da iktidarlar göçmen düşmanlığından besleniyor, Avrupa Birliği (AB) ise başından itibaren parçası olduğu zorunlu göç dalgalarından, insanlık dışı yasa ve uygulamalarla devasa bir köle pazarı yaratmaya doğru gidiyor.

Batıda, güneyde, kuzeyde ve doğuda siyasal olarak geriletilemeyen emperyalist kapitalizm ancak daha fazla yıkım ve barbarlığı besliyor. İnsanlık her yıl daha geriye gidiyor. Tüm dünyada halkların, kültürlerin birlikte yaşam dinamikleri parçalanırken, tüm toplulukların birbirine düşman, tüm insanlığın ucuz işgücü olduğu bir dünyaya ilerliyoruz.

İklim krizi, yeşil kapitalizm ve şirket aktivizminin ufkunda büyümeye, derinleşmeye devam ediyor. Gezegen giderek yaşanmaz hâline gelirken, iklim göçleri, uluslararası boyuta sıçrayan gıda krizi gibi yan sorunları da beraberinde gidiyor.[5]

 

ULUSLARARASI DURUM

 

“Non omnia possumus omnes/ Hiç kimse, her şeyi yapacak güçte değil”ken belirleyici bir tarihsel güzergâhtayız…

Norman Lock’un, “Tarih bir ses çıkaracak olsaydı, bir çığlık, bir inilti, bir haykırış, bir bağırtı, bir böğürtü, bir homurtu, bir haykırış olurdu bu. Neyse ki, tarih konuşamaz; ağzına tıka basa ölüler, küller, çamur, kan, kemikler, ölüler tıkıştırılmıştır”;[6] Albert Camus’nün, “Bana öyle geliyor ki, tarih beni haklı çıkardı; bugün kim daha fazla öldürürse o en büyük,”[7] sapmalarıyla betimlenmesi mümkün hâle ilişkin olarak Avusturya eski Dışişleri Bakanı Karin Kneissl, “Dünyanın ağırlık merkezi değişiyor,”[8] derken; dünya benzeri en son yüz yıl önce görülen bir değişim sancısı içerisinde. Güç dağılımının yeniden belirlenmeye çalışıldığı, pazarların yeniden kapışıldığı denklemde yaşanan kapışma büyük jeopolitik kırılmanın enerjisini biriktiriyor. Her aktör oluşacak yeni dönemde pozisyon alma, güç devşirme, oyun kurmak için hamleler yaparken, sürecin hızlandığı, her alanda büyük bir yığılmanın oluştuğu görülebilir.

Sözünü ettiğim değişim sancısı yankısını Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Moskova ziyaretinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e söylediği “100 yıldır olmayan bir değişim geliyor,” sözlerinde buluyor.

ABD, dış politika çevrelerinde “kurala dayalı uluslararası düzenin” dağılmaya başladığı, Ukrayna’da “siper savaşlarının” yaşandığı, Çin’in yükseldiği, devlet dışı güçlerin etkinliklerinin arttığı, vekâlet savaşlarının sıklaştığı bir dönemde, yeni savunma stratejileri arayışlarını yoğunlaştırdı. ABD istihbarat yapılanmasından ‘RAND Corporation’ın yayımladığı rapor, ABD ile Çin arasındaki süper güç rekabetinin içerdiği riskleri anlamak için, bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı da anlamak gerekir diyor.[9]

“Yeni ortaçağ” kavramı yeterince tutarlı olmayabilir ama, bir “zeitenwende” (yeni dönem/vakitler), içinde olduğumuza ilişkin savlar oldukça güçlü. 16 Şubat 2024’deki Münih Güvenlik Konferansı’nın (MGK), teması “Soğuk Savaş sonrasının ‘kazan-kazan’ dünyasından ‘kaybet-kaybet’ dünyasına mı geçtik” sorusu etrafında şekillenmişti.

Konferans için hazırlanmış “Lose-Lose?” başlıklı rapora göre “Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan ‘zeitenwende’, bir başarı öyküsüydü. Büyük güç savaşı riski uzak görünüyordu, çok taraflı işbirliği gelişiyordu, demokrasi, insan hakları yayılıyordu, küresel yoksulluk azalıyordu… Şimdi, yeni ‘zeitenwende’ farklı bir yöne işaret ediyor (…) Artan jeopolitik gerilimler ve ekonomik yavaşlama, belirsizlik ortamında, her yönetim artık küresel işbirliğinin faydalarına odaklanmaktan vazgeçiyor, diğerlerine göre daha az kazandığını düşünerek daha fazla kaygılanıyor. Göreli kazançları önceliklendirmek, işbirliğini tehlikeye atarak (…) ‘kaybet-kaybet’ dinamiklerini güçlendirebilir”.

Rapora göre, transatlantik ittifakı, şimdi zorlu bir dengeleme göreviyle karşı karşıya: Bir yandan göreli kazanç düşüncesinin kaçınılmaz olduğu çok daha rekabetçi bir jeopolitik ortama hazırlanmak zorunda. Diğer yandan, daha kapsayıcı küresel büyümeye, acil küresel sorunlara çözüm bulmanın “olmazsa olmazı” küresel işbirliğini canlandırmak zorunda. Rapor bu saptamadan sonra, transatlantik ittifakı, “güçlü otokrasiler” ve “Küresel Güney” gibi farklı perspektiflerden bakınca oluşan hoşnutsuzlukları değerlendirmeye başlıyor.[10]

Denilebilir ki ABD emperyalizminin hegemonyası gerilerken;[11] tarihte ilk kez, ABD merkezli Batı medyasında, “Küresel Güney” olarak nitelenen nüfuz alanlarının kaybedilmekte olduğu konuşuluyor. Kazanan hanesindeyse Çin görülüyor. Yani emperyalist sistem, içinde yeni bir hegemonya alanının şekillenmekte olduğuna işaret ediyor.

Tam da bunun için ABD, bir süredir BM’yi “Küresel Güney”in hâkim olduğu bir yapı olarak nitelemeye ve eleştirmeye başladı. İsrail’in BM Genel Sekreteri Antonio Guterres dönemini “dünya barışı için tehdit dönemi” diye suçlamaya kalkması da bundandı.

Konuya ilişkin olarak ‘Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS) raporuna göre “Küresel Güney” olarak nitelendirilen 127 ülkenin Ukrayna Savaşı’ndaki pozisyonları, liberal uluslararası düzendeki çatlağın daha da büyüyeceğine işaret ediyordu.[12]

Ayrıca “Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri eğilimi, 2023 ‘de Fransız Devlet Başkanı Emmanuel  Macron’a “Küresel Güney’i kaybediyoruz,”[13] dedirtecek kadar belirginleşiyordu!

Kadir Has Üniversitesi Öğretim Görevlisi Soli Özel’in satırlarıyla toparlarsak: “Asimetrik çok kutuplu dünya bu. Yani iki büyük güç Çin ve Amerika’nın eline kimsenin su dökmesi mümkün değil ama bir takım bölgesel güçler de kendi kafalarına göre, kendi çıkarlarına göre olayların akışını engelleme ya da onları etkileme imkânına sahipler… Ama bu biraz kaplumbağayla tavşan hikâyesi gibi. Çin zaten almış başını gitmiş. Siz şimdi yeniden koşmaya başlıyorsunuz.”[14]

‘The Financial Times’dan Martin Wolf Wolf, ‘ABD-Çin İlişkileri Korkutucu Bir Döneme Girdi” başlıklı yazısında ABD liderliğinde Batı bloğuyla Çin’in kapasitelerini karşılaştırıp, Batı’nın üstünlüklerine, ancak aranın da kapanmakta olduğuna dikkat çekip; ‘The New Statesman’dan John Gray ve Robert Kaplan, “dönemi”, “liberal düzenin” dağılmaya başlamasına atıfla “yeni teknolojilerle ve kaynak kıtlığı sıkıntısıyla, yırtılmış küresel Weimar” olarak tanımlıyorlarken;[15] Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Moskova’da ABD liderliğindeki ittifaka meydan okuyarak, “Dünya Batı’dan ibaret değil,”[16] mesajı veriyorlardı.

Görüp, kavramak gerek: ABD hegemonyası altında düzenlenmiş emperyalist sistem istikrarını kaybetmeye başladığından, ABD’nin hegemonya restorasyonu çabaları hızlandığından bu yana ABD hegemonyası gerilemeye devam ediyor.

Değişimin, altüst oluşun, yeni dönemin herkes farkındayken; şimdi ortadaki soru(n) “Yüzyıla kim yön verecek”?

Bu yüzyılın ABD ile Çin arasındaki rekabetle geçeceği ortada. Ekonomik, siyasi, askeri yığınak bu iki küresel aktörün çevresinde şekilleniyor.

Kavga, çekişme derin ve de uzun soluklu. Değişim sancısı hızlanırken “büyük kapışma” için adım adım oyunlar kuruluyor.

Uyuyan dev Çin’in yükselişinin önüne geçmek isteyen ABD, savaşın birinci cephesini Ukrayna’da açtı. İkincisi için de Hint-Pasifik’te yığınak yapıyor. Cephe hattını yeniden tahkim ediyor, ittifak hattını güçlendiriyor, yeni ittifaklar geliştiriyor.

Bu noktada üç coğrafyada yaşanan hareketlilik dikkat çekici: ABD, Çin’in yanı başında Hint-Pasifik’te oyun kurarken, Pekin Washington’a Ortadoğu ve Afrika’da karşılık veriyor.

ABD geriliyor, Çin yükseliyor. ABD ile Çin arasındaki siyasi ve askeri çekişme tırmanırken; yeni bir jeopolitik gerçeklik oluşuyor ve güç-denge ilişkileri de yeniden tanımlanıyor. Tüm bunlar da yeni bir dünya düzeninin doğum sancılarını devreye sokuyor.[17]

Evet, evet artık kesinlikle Umberto Eco’nun, “Artık anlaşılacak hiçbir şey kalmadığında, her şey anlaşılır,” betimlemesindeki ufuktayız!

ÇOK KUTUPLU HÂL!

Dünyanın çivileri çıkarken; koşulları sürekli değişen çok kutuplu yeni bir dünyanın oluşmakta olduğuna tanık olduğumuz süreçteyiz.

Giderek sertleşen güzergâhta Japonya, Güney Kore, ABD Çin’e karşı Asya-Pasifik’te ittifak yaparken; Pekin’den Washington’a, “Suriye’nin kaynaklarını yağmalama” çıkışı geldi.

Çin hükümeti Washington’dan Suriye’nin kaynaklarını yağmalamayı bırakmasını ve ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duymasını talep etti. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Wang Wenbin, “ABD’yi tek taraflı yaptırımları kaldırmaya ve Suriye’nin ulusal kaynaklarının çalınmasına son vermeye çağırıyoruz,”[18] dedi.

Çin Shandong Üniversitesi’nden Oktay Değirmenci de şunlara dikkat çekti: “Çin Ortadoğu’daki ekonomik ve diplomatik varlığını, nüfuzunu ve etkinliğini arttırıyor. Özellikle kilit altyapı sektörlerinde stratejik yatırımlar yaparak Ortadoğu bölgesi için ana ekonomik partner hâline geldi. Çin petrol ithalatının yarısını Ortadoğu’dan yapmakta ve özellikle Suudi Arabistan ve İran’ın bir numaralı petrol ithalatçısı konumunda.

Ortadoğu ve hatta biraz daha geniş ifade edecek olursak Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi 2021 yılında Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamındaki yatırımların yaklaşık yüzde 28.5 gibi önemli bir kısmını çekti. Mısır, İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir Çin’in kapsamlı stratejik ortakları.

Türkiye, Irak, Ürdün, Kuveyt, Umman, Fas ve Katar stratejik ortaklar. 2005’den 2022’ye kadar Çin’in bölgedeki toplam yatırımlarının miktarı 273 milyar dolar oldu. Bölgedeki yatırımlarının yüzde 46’sı enerji sektöründe gerçekleşti.

Çin 2023 Ocak’ında Suriye hükümetiyle imzaladığı anlaşma neticesinde Suriye’nin yeniden inşasına yatırım yapmaya başladı. Irak’ta enerji sektöründe, Mısır’da ise altyapı alanında yatırımlarını arttırdı. Kuşak ve Yol girişimi kapsamında toplamda 21 Arap ülkesini projeye dâhil etmeyi başardı. Mallarının yaklaşık olarak 2/3’si Körfez ülkeleri tarafından yapılan altyapı projeleri vasıtasıyla Afrika ve Avrupa’ya taşınmakta.

Ayrıca, Ortadoğu bölgesi için güçlü ve önemli bir ekonomik partner, bölge krizlerinde başvurulabilecek dürüst bir aracı, askeri, güvenlik ve teknolojik alanda yararlanılması gereken bir partner rolünde.”[19]

Kolay mı?

Afrika’nın ardından Ortadoğu’da da etkisini artırma arayışındaki Çin’in lideri Devlet Başkanı Xi Jinping, ABD ile Riyad arasında petrol anlaşmazlığı yaşanırken Suudi Arabistan’a gitti. Xi, ABD’nin sadık müttefiki Riyad ile ilişkileri ilerletme peşindeydi…

İki taraf arasındaki ticaret hacmi, Çin-Arap İşbirliği Forumu’nun kurulduğu 2004’te 36.7 milyar dolar iken, 2021’de 330 milyar dolara yükseldi. Ekonomik verilere göre, Suudi Arabistan ile Çin arasındaki ticaret hacmi 2022’nin ilk 10 ayında 2021’in aynı dönemine göre yüzde 37.4 artarak 97 milyar doları aştı. Ayrıca bu dönemde Suudi Arabistan’ın Çin’e ihracatı yüzde 45 artışla 66 milyar doları, Çin’in Suudi Arabistan’a ihracatı ise yüzde 23.3 artışla 30 milyar doları aştı.[20]

Öte yandan Çin’in toplam küresel sınai katma-değer içindeki payı, 2004-2008 arasında yüzde 8-9’dan 2021’de yüzde 30 düzeyine çıkarak 4.9 trilyon dolarla ABD (2.5 triyon dolar) ve Avrupa’nın (2.5 triyon dolar) toplamına ulaşırken; Çin yeni ekonomik-diplomatik ilişki ağları, kapasiteler (örneğin dünyanın en büyük donanmasını) inşa ederken ABD, İngiltere, Avustralya liderleri, Çin’e karşı, Avustralya’ya nükleer denizaltı vermeyi de içeren AUKUS Anlaşması bağlamında Missouri zırhlısının güvertesinde bir araya geldiler.[21]

Ancak Violeta Stratan İlbasmış’ın, “Çok kutuplu bir dünya inşa etmeye çalışan Çin, Rusya’yı bir “yarı sömürge” hâline getirebilir. Ukrayna’daki savaş gelecekte bitse bile, Rus ekonomisinin toparlanması Çin’in desteğine ve yatırımına bağlı. Çin, yavaş ama emin adımlarla, askeri olduğu kadar siyasi olarak da gerçekten güçlü bir aktör hâline geliyor,”[22] notunu düştüğü tabloda, bu kadar da değil!

Çin ABD’nin Japonya’da NATO İrtibat Ofisi girişiminin bölgeyi istikrarsızlaştıracağına dikkat çekerek karşı çıkıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning, “Asya’nın jeopolitik bir savaş alanı olmaması gerektiğini” belirtip, şu uyarıları yaptı: “NATO’nun Asya-Pasifik’te sürekli doğuya doğru genişlemesi, bölgesel işlere müdahalesi, bölgesel barış ve istikrarı yok etme girişimleri ve blok çatışması için zorlaması, bölge ülkelerinin ihtiyatlı olmasını gerektiriyor.”[23]

“Neden” mi? Çünkü…

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve ABD Savunma Bakanı Lloyd  Austin, ABD’nin Çin’e kuşatma stratejisine uygun olarak Avustralya’dan Japonya’ya askeri bir “Hint-Pasifik NATO’su” hattı inşa etmeye çalışıyor.

Bu yolda ABD hem bu iki merkezi birbirine bağlamak ama hem de kendi bölgesinden desteklemek için iki anlaşmaya yöneldi:

1) Japonya’nın Ogasawara Adaları ile ABD’nin Guam bölgesini birbirini bağlayan zincirin güney ucundaki Papua Yeni Gine ile bir anlaşma imzaladı.

ABD’nin Papua Yeni Gine’yle yaptığı anlaşma şöyle: “ABD ordusuna deniz üssü, havaalanı ile limanlar da dahil olmak üzere altı bölgeye 15 yıl süreyle erişim izni verecek. Anlaşma, Amerikan kuvvetlerinin gemilere ve uçaklara yakıt ikmali yapmasına ve erzak stoklamasına izin verecek.

2) ABD diğer yandan eylülde sona erecek Marshall Adaları ile anlaşmayı yenilemeye çalışıyor. Zira ABD füze testlerini buradaki üste yapıyor. Marshall Adaları da Hawaii le Papua Yeni Gine arasında…

Japonya, bir süredir ABD’nin “onayıyla” silahlanıyor ve yeniden “gerçek ordu” kuruyor. Japonya başbakanı iki yıldır NATO zirvelerine davet ediliyor. NATO ayrıca Japonya’da ofis açıyor.

ABD öte yandan Avustralya ve İngiltere ile “AUKUS”u inşa etti. AUKUS özetle ABD-İngiltere’nin Avustralya’yı Çin’e karşı “nükleer üs” hâline getirme anlaşmasıydı.

Blinken Hint-Pasifik turu sırasında Yeni Zelanda’yı da AUKUS’a davet etti.

ABD işte bu tablo içerisinde AUKUS’u genişleterek ve Japonya-Güney Kore bölgesine uzatarak, ardından içinde Hindistan’ın da olduğu QUAD’la birleştirerek, bir nevi “Hint-Pasifik NATO’su” kurmak istiyor.[24]

Çok kutupluluk hâli böyleyken; “Çok kutuplu dünya düzeninin kutuplarını incelerken kanımızca dikkat etmemiz gereken, bu kutuplardan birisini oluşturan Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nu doğru değerlendirmektir. Bir kere Çin Halk Cumhuriyeti’ni sınırlı ve kontrol altında tuttuğu kapitalist üretim ilişkilerine rağmen, sosyalizm inşasına devam eden bir anti-emperyalist güç olarak tanımlamamız gerekmektedir. Rusya Federasyonu ise öncü emperyalist güçlerin baskısından kurtulmak için emperyalizm karşıtı stratejiler izleyen kapitalist bir devlettir,”[25] yanılgısına -kesinlikle- “Hayır” demeliyiz…

Blaise Pascal’ın, “Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz!”; Max Horkheimer’ın, “Siyasal bir zafer kazanmadıkları sürece, çoktan hazırlanmış bir ekonomik yenilgi onları beklemekteydi,” uyarılarını “es” geçmeden “çok kutuplu dünya düzeni”nin, ezilenler açısından asla çözüm ol(a)mayacağı unutulmamalıdır!

Bilinir: “ABD hegemonyası ve Batı üstünlüğü altında dünya adil, barışçıl ve eşitlikçi bir yer olmadı. ABD gücünün göreli olarak azalması, kısmen geriye çekilmesi, çevre ülkelere daha az müdahale etmesi tabii ki olumlu gelişmeler olurdu. Batı’nın hâkimiyetinden şikâyetçi olmak sağlıklı bir tepki, ABD’nin küresel siyasetteki alanının daralması iyi bir gelişme olabilir. Ama ABD hegemonyasının gerilediği ve çok kutupluluğa giden bir dünyanın otomatik olarak, kendiliğinden daha eşitlikçi ve adil olacağının garantisi yok. Kestirmeden ifade etmek gerekirse Rusya ve Çin kategorik olarak emperyalizme değil, ABD hegemonyasına karşılar. Bu noktada çok kutupluluk talebi küresel emperyalist düzenden daha fazla pay, küresel artı değerden daha fazla rant istemenin steril hâle getirilmiş adıdır.

ABD sistemi 30 yıldır Rusya ile bazı sınırlı pazarlıklar yapıyor, belli alanları Rusya’nın nüfuz alanı olarak tanıyordu. Örneğin, bazı Orta Asya cumhuriyetleri, Belarus gibi ülkelerin Rusya’ya yakın ve/veya bağımlı olmaları ya da Suriye’de üstü kapalı ABD-Rusya uzlaşısı gibi. Buralardan eşitlik, adil, barışçıl, demokratik düzenler çıkmadı. Bunun küresel düzeyde gerçekleşmesi, XIX. yüzyılın çok kutuplu sistemi içinde, 1884-1885 Berlin Kongresi’nde Afrika’nın masa başında paylaşılması gibi bir emperyalist uzlaşıya varılmasının faydası ne olacak?

ABD, çok kutuplu düzeni kabul etse ve AB, Rusya ve Çin’e Afrika’da nüfuz alanı paylaşımı önerse, bu ülkelerin tavrı ne olacak? Buradan adil, barışçıl ve eşitlikçi bir dünya düzeni çıkarabilecek miyiz?

Çok kutuplu sistem zaman içinde yerleşirse beraberinde kaçınılmaz olarak nüfuz siyaseti gelecektir. ABD şu anda dünyanın çok kutuplu olduğunu kabul etmiyor ama ABD’li yazarlar çok merkezliliğe gidiş olduğundan bahsediyorlar. Bu durumda belli bölgelerde nüfuz alanları, tampon bölgeler, karşılıklı olarak birbirinin alanlarına dokunmama, içişlerine saygıyla birlikte bir kutup başının alanına saygı göstermeleri gerekecek. Küresel bir hâkimiyetin yerini başka bir hâkimiyet alacak.

Çok kutupluluk arayışı kendi içinde bir amaç olamaz. Dünyanın şu anki adaletsiz düzeninin ilacı değildir. Dünya sisteminin altyapı olarak kapitalizm, bunun siyasal üstyapısı olarak güçlü devletlerin denge içinde bulunduğu, birbirinin ayağına basmadığı bir düzen insanlığın varacağı en üst nokta olmamalı. Bunu savunanlar buradan nereye varılacağına ya da varılması gerektiğine dair bir öneride bulunmuyorlar. Önce birçok kutuplu olsun, Çin ve Rusya güçlensin, Atlantik cephesi geriletilsin, gerisi kolay gibi bir anlayış var. Çin ve Rusya, tek kutupluluğa karşı çıkarken küreselleşmeye, neo-liberalizme açıktan itiraz etmiyor.[26]

“YÜKSELEN” BRICS FAKTÖRÜ

Malum: BRIC terimini ilk olarak 2001’de ekonomist Jim O’Neill ortaya attı. Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan’ın baş harflerinden türettiği BRIC kısaltmasını kullanan O’Neill, bu ülkelerin 2050’ye kadar dünyanın en büyük güçleri olabileceğini öne sürdü. 2011’de Güney Afrika birliğe üye olarak kabul edilirken örgütün ismi de ‘BRICS’ olarak değiştirildi.

Hayır; çok kutupluluk açısından “yükselen” BRICS faktörünü “es” geçmiyorum; ancak bunun konjonktürel bir hâl olduğunun altını özenle çiziyorum.

Dolar hâkimiyetini sonlandırma ve çok kutuplu bir sistem oluşturma gündemiyle toplanıp, dengeli bir düzen vurgusu yapılan BRICS ülkeleri Zirvesi dünya nüfusunun yüzde 41’ini, küresel ekonominin yüzde 26’sını oluşturuyor.

BRICS’in Johannesburg’daki Zirvesi’nde gündem genişleme, yeni para birimi ve çok kutuplu bir dünya inşasıydı.

ABD ve AB liderliğindeki Batı hegemonyasına karşı ortaya çıkan BRICS’in zirvesine Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Brezilya lideri Lula da Silva, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa katıldı.

Güney Afrika’nın ev sahipliğinde düzenlenen 15’inci zirveye Putin video konferansla dahil olurken yerine Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’u gönderdi.

40’tan fazla ülkenin birliğe üye olma niyetini ifade ettiği, 20’den fazla ülkeninse resmi başvuru yaptığı ve İran, Suudi Arabistan, Venezüella ve Cezayir gibi enerji zengini ülkelerin yanı sıra; Mısır, Endonezya ve Arjantin gibi bölgesel güçlerin de katıldığı toplantıda Bolivya, Senegal, Tayland, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kazakistan da BRICS’e üyelik için bazı adımlar attı. (Türkiye de üyelik isteğini defalarca dile getirmişti.)

BRICS üyeleri, küresel ticaretteki dolar hâkimiyetini sonlandırmayı amaçlıyorlarken; bunun için yeni bir BRICS para biriminin oluşturulması planlanıyor.

Brezilya lideri Lula da Silva, BRICS Bank’ın ABD öncülüğündeki IMF gibi kurumlardan daha etkili olması gerektiğini belirtmiş ve ülkelerin kendi para birimleriyle ticaret yapabileceğini açıklamıştı.

BRICS tarafından kurulan Yeni Kalkınma Bankası (NDB) da dolara olan bağımlılığı azaltma planının bir parçası olarak Güney Afrika ve Brezilya para birimlerinde kredi vermeye başlamayı planlıyor. NDB’nin başında bulunan Brezilya’nın eski lideri Dilma Rousseff, Şangay merkezli kredi kuruluşunun yaklaşık 15 ülkeden gelen üyelik başvurularını değerlendirdiğini ve muhtemelen 4 ya da 5 ülkenin kabulünü onaylayacağını söyledi. BRICS ülkeler grubu küresel hasılanın yüzde 31’inden fazlasını oluşturmakta.[27]

Genişleme gündemiyle düzenlenen zirve ardından BRICS, Suudi Arabistan ve İran dahil 6 ülkeyi birliğe dahil etti.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, “Genişleme, BRICS işbirliği için yeni bir başlangıç noktası olacak, işbirliği mekanizmasına yeni bir zindelik katacak, dünya barışını ve kalkınmayı daha fazla güçlendirecek,” derken; ülkesinin üye olarak davet edilmesinden memnuniyetini dile getiren Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal Bin Ferhan, Riyad’ın BRICS ülkeleriyle yatırım hacminin 2022’de 160 milyar doları aştığını aktardı ve İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ise, “büyük başarı” olarak nitelediği üyeliğe kabul edilmenin “çok taraflılığı güçlendireceğini” kaydetti.[28]

Tüm bunlar, nasıl olursa olsun ABD ve Batı yani emperyalizm için bir soru(n) teşkil ediyordu.

EMPERYALİZMİN NATO’SU

İrtifa kaybeden ABD emperyalizminin NATO’yu ihya etmek için gaza bastığı dünyayı militarize etme girişimleri, sultası altındaki öteki emperyalist ülkelerle birlikte dünyanın birçok bölgesinde (Orta Asya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, Somali’de, Sudan’da, Mali’de, Körfez bölgesinde, vb.) savaşlar peydahlaması, kapitalizm için vazgeçilmez enerji kaynaklarına, madenlere ve biyolojik çeşitliliğe ulaşma ve başkalarının ulaşmasını engelleme amacı taşıyor.

Fakat yeni savaşların bir özelliği var: Bu seferki savaşlara “önleyici savaş” deniyor… Bu amaçla artık yönetemez duruma gelen, kitlelerin tepkisini etkisizleştirmekte yetersiz kaldığı düşünülen devletler çökertiliyor, toplumların dokusu yırtılıyor ve sürekli bir kaos ortamına sürükleniyor.

Kolonyalist/ emperyalist devletler dünyanın geri kalanını doğrudan sömürgecilik döneminde “uygarlaştırdılar”, yeni sömürgecilik döneminde ‘kalkındırdılar, şimdilerde, Balkanlaşma ve kaos döneminde de oraları “demokrasi”, “barış”, “özgürlük”, “İnsan haklarıyla” donatıyorlar… Ne demeli, şu insanlık ve uygarlık timsali Batılıların “soylu hizmetlerinin”, ‘hayırlı işlerinin” sonu bir türlü gelmiyor![29]

Şiddetin dozajı ile yarıçapının genişletilmesinin emperyalizmin III. Büyük Bunalımı ile doğrudan ilişkisi varken; yeni savaş-çatışma cepheleri de ardı ardına açılmaya devam ediliyor. Bu şaşırtıcı değil, sistemin doğası böyle!

Emperyalist merkezlerin tüm güçleriyle hegemonyalarını perçinleştirmeye, yeni nüfuz alanları oluşturmaya çalıştığı reel-politik denklemde, yaşanan gelişmeleri tesadüflerle açıklamak, rastlantısal olarak değerlendirmek mümkün değil.

Tam da bundan dolayı son dönemlerde ne Batı Afrika’da, ne Ortadoğu’da, ne de Kafkasya’da yaşananlar birbirinden bağımsız ele alınamaz. Büyük güçler arasında şiddetlenen hegemonya, güç kavgasında patlak veren krizlerin, gerilimlerin, çatışmaların hepsi birbiriyle ilintili.

Ukrayna’da kuşatılan Rusya, Batı’ya Afrika’da karşılık verirken, ABD/Batı ise Moskova’nın arka bahçesine sızarak Kafkasya ve Orta Asya’dan yanıt veriyor. Son dönemlerde iki sıcak bölgede yaşananlar bu durumu teyit eder durumda.[30]

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın, “Ukrayna’nın geleceği NATO’dadır,”[31] vurgusu NATO’nun emperyalist askeri bir örgüt olması yanında siyasi bir örgüt olduğu ve bu işleviyle de ABD’nin üye ülkeleri denetim altında tutma aracı olduğunu ortaya koyuyor.

Kolay mı?

“NATO, küresel kapitalizmin dünya halklarını içinde tuttuğu ‘sürekli savaş’ rejiminin temel aktörü durumda”yken;[32] kuruluşunun 74. yıl dönümünde Finlandiya’ya da asker konuşlandırma peşindeyken; Rusya’ya karşı Ukrayna’ya her türlü desteği sağlayan örgütün genişleme hamlelerinin yeni gerilimlere yol açacağını “es” geçiyor.

11-12 Temmuz 2023 tarihinde Vilnius Zirvesi’nde NATO’nun savunma ve caydırma yeteneklerinin geliştirilmesi kararlaştırıldı. NATO’nun resmi ifadesine göre, ittifak, Soğuk Savaş’tan bu yana en tehlikeli ve önceden kestirilemeyen güvenlik ortamı ile yüz yüzedir.

NATO, yeni dünya düzeni için devam etmekte olan küresel güç mücadelesinde, ABD’nin korumaya çalıştığı dünya düzenine karşı çıkan Rusya’yı çevreleme aracına dönüşmüştür.

Rusya’yı kuşatan, Çin’i tehdit ilan eden NATO, Kremlin’in burnunun dibinde Litvanya’da Vilnius Zirvesi’ni düzenlerken; bir Atlantik örgütü olarak Pasifik ülkesi Japonya’yı da saflarına katması gündemdeydi…

SORU(N)LARIYLA ABD SALDIRGANLIĞI

Federico García Lorca’nın, “New York ürkütücü, hilkat garibesi bir şey. Sokaklarında yitip gitmeyi seviyorum, ama biliyorum ki New York dünyanın en büyük yalanı. O makinelerle dolu bir Senegal.” “Feci, soğuk, acımasız bir yerdir Wall Street. Dünyanın dört bucağından oraya altın nehirleri akar ve ölüm onu izler. Yalnızca orada toptan bir ruh yoksunluğu hissedersin: Üçten ötesini sayamayan bir sürü insan, altıdan fazla sayamayanları güdüyor, saf bilime burun kıvırıyor, ve şimdiki ana şeytansı bir saygı duyuyor. Ve feci olan şu ki, sokağı dolduran kalabalık, dünyanın hep aynı kalacağına inanıyor ve o dev makineyi gece gündüz, sonsuza dek işletmenin kendi görevleri olduğunu düşünüyorlar”…

“Bazı burjuva ülkelerde (ABD, İngiltere, Federal Almanya, vb.) sınıf mücadelesinin siyasal gelişiminin, seçime dayalı temsil eşiğini bir türlü aşamadığını görüyoruz: Dolayısıyla bu ülkelerde parlamento içinde yaşanan uzlaşmazlıklar, sınıflar arasındaki gerçek uzlaşmazlıkların çok uzak, hatta tamamen çarpıtılmış belirtileri olmaktan öteye geçmiyor”…[33]

Noam Chomsky’nin, “ABD’de herkes yasadışı göçmendir-yerli rezervasyonlarında yaşayanlar dışında herkes,” betimlemesindeki ABD’de bazıları demokrasiden söz ediyor; sanki ABD’de demokrasi varmış gibi…

Sanki ABD’deki en varlıklı kesimin tepesindeki yüzde 1’lik grubun toplam serveti, en yoksul kesimin yüzde 50’sinin toplam servetinin 15 katından fazla değilmiş gibi…

Sanki ülkede beyazlara oranla 6 kat daha fazla siyah, polis tarafından öldürmemiş gibi…

Herkesin malumu: ABD emperyalizminin dünya düzeni, kurumları ile birlikte Amerikan çıkarlarını öncelemiş, savaşları, yoksulluğu önleyememiş, küresel barışı, gelir dağılımında adaleti sağlayamamış, yüzyılın felâketi iklim krizine karşı çare üretememiştir. Dünyada, ABD militarizminin korumaya çalıştığı bu düzenin eskidiğine, değişmesi gereken bencil bir düzen olduğuna ilişkin genel bir kanaat oluşmuştur.

ABD, dünyanın en güçlü ordusuna sahip olsa da sorunlu bir ülkedir. ‘US National Dept Clock’a göre ABD’nin ulusal borcu 33.925, toplam borcu 103.788, federal bütçe açığı 1.765 trilyon dolardır. ABD’de yaşayanların 43 milyonu yoksul, 610 bini evsiz, 27 milyonu sigortasızdır; 41.3 milyon kişi gıda yardımı ile hayatını sürdürmektedir. Bu ülkede her yıl 120 bin kişi uyuşturucu nedeni ile ölmektedir. ABD’nin toplam dış ticaret açığı 1.04 trilyon, Çin ile dış ticaret açığı ise 181 milyar dolardır.

Bütün bu veriler ABD’nin iç cephesinin sorunlu ve istismara açık olduğunu göstermektedir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, ABD’de iç güvenliği giderek tehdit eden unsura dönüşmektedir. ‘Statista’nın verilerine göre, 2022 yılının üçüncü çeyreğinde bu ülkede tepedeki yüzde onluk kısım servetin yüzde 68’ine, alttaki yüzde ellilik kısım ise sadece yüzde 3.3’üne sahipti.

ABD’nin demografik yapısı da önemli bir güvenlik hassasiyetidir. Nüfusun yüzde 12.4’ünü siyahiler, 18.7’sini Hispanikler, yüzde 6’sını ise Asyalılar olmak üzere mutsuz azınlıklar oluşturmaktadır.

Amerika kötü yönetilmektedir ve bu ülkede liderlik sorunu vardır. Ülkenin geleceği konusunda karamsar olan Beyaz Anglo-Saksonların oluşturduğu terör örgütlerinin sayısı artmaktadır.

Onu “güçlü kılan” doların toplam küresel para rezervinin yüzde doksanını oluşturması ve küresel ticaretin büyük bir kısmının hâlâ ABD’nin kurduğu altyapı üzerinden ve onun kontrolünde yapılmasıdır.

ABD’nin küresel rolünü ve küresel jeopolitiği olumsuz etkileyen asıl unsur ise ekonomiktir, bu ülkenin üretim kapasitesi ile ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel üretimin yarısını gerçekleştiren ABD’nin küresel üretimdeki payı artık sadece dörtte biridir. ABD bu alanda Çin ile rekabette başarısız olmaktadır. IMF tahminlerine göre, daha çok hizmet üretimine dayalı ABD ekonomisi 2023’de yüzde 1.6, 2024’de 1.1 büyürken mal üretimine dayalı Çin ekonomisi ise 2023’de 5.2, 2024’de 4.5 büyüyecektir.

XXI. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken ABD, sözde kurallara dayalı düzeni askeri gücü, müttefikleri/ortakları ile askeri önlemlerle, Asya-Pasifik, Avrupa ve Ortadoğu coğrafyalarında sürdürmek çabasındadır.[34]

Ve bu çaba Başkan Joe Biden yönetiminin çılgın ve obsesif Neo-Con’larının çizdiği ABD dış politikasının (iç de dahil) kriz içinde debelenen oligarşik bir saldırganlığında somutlanmaktadır.

Şurası görülmeli: Kapitalist sistem yapısal bir krizin girdabında, emperyalist tahakkümde çatlaklar var. Bu duruma ilişkin ‘Monthly Review’ baş editör John Bellamy Foster Amerikan emperyalizminin rolünü sorgularken şöyle yazıyor; “1949’da Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında Soğuk Savaş vardı. McCarthycilik yaygındı, sendikalar saldırı altındaydı ve güneyin kurumsallaşmış ırkçılığı tüm iktidar sisteminin ayrılmaz bir parçasıydı. ABD’nin termonükleer denemeleri yeni bir ekolojist hareketin ortaya çıkmasına vesile olurken, kadınlar derin bir sömürü sistemi içerisinde ev içine itildi. Tüm bunlar olurken de ABD’nin emperyal rolü, ‘biçim olarak demokratik, içerik olarak plütokratik’ olan daha baskıcı bir devlet aygıtına yol açtı.”

ABD’nin emperyal rolü o tarihten bu yana değişmedi diyen Foster, şöyle devam eder: “Şu anda yeniden canlanan McCarthycilik ile birlikte Yeni Soğuk Savaş’ın ortasındayız. NATO’nun başındaki Washington, Ukrayna’da Rusya’yı istikrarsızlaştırmayı amaçlayan bir vekâlet savaşı yürütürken, Tayvan konusunda Çin’i geniş çaplı bir savaşla tehdit ediyor. Küresel nükleer imha hayaletinin küresel ekolojik imhada bir karşılığı var. İşçiler, kapitalist sınıfın sendikalara yönelik saldırılarıyla yüzleşirken, yaşam koşullarının kötüleşmesi karşısında yeniden canlanan bir sınıf mücadelesine girişmişlerdir. Black Lives Matter, ırkçılığın ABD sisteminin merkezinde yer almaya devam ettiğini gösterdi. Gerici güçlerin harekete geçmesiyle birlikte kadınların kürtaj hakları ellerinden alınırken, trans bireyler sürekli saldırı altında.”

Foster’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrası erken dönem ile günümüz arasında kesin paralellikler varsa da, bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikeler, sermayenin yapısal krizi ve bunun olası sonuçları nedeniyle çok daha büyük.

Foster şöyle aktarır: “Amerika Birleşik Devletleri’nin ve diğer çekirdek kapitalist devletlerin göreli ekonomik gerilemesi, tekelci kapitalizm altında birikimin durgunlaşmasına bağlanabilir. Bu durgunluk, birbirini izleyen finansal balonlarla birlikte ancak kısmen telafi edilebilmiştir. (Yaşananlar) artık hızla aşınmakta olan ABD hegemonyasına dayalı doların hâkimiyetinin devamını gerektirmektedir.”

Foster yazısında çarpıcı detaylara yer verir: “ABD ekonomisinin dünya GSYİH’sindeki payı 1950’de yüzde 50 iken 2021’de yüzde 23’e geriledi. Buna karşılık Çin’in dünya GSYİH’sindeki payı 1950’de yüzde 5 iken 2021’de yüzde 18’e yükseldi.”

Tüm mesele de esasında burada yatıyor. Bu gerçeklik ışığında emperyal düzeninin tehlikede olduğunu gören Washington, tek kutuplu bir dünya düzenini güvence altına almak için askeri saldırganlığına hız verdi. Dünyanın dört bir yanında üs açmaya devam eden ABD emperyalizmi, NATO’nun genişlemesiyle birlikte askeri müdahalelerinin temposunu arttırarak gerileyen hegemonyasını tahkim etme arayışında.

Ukrayna’da sürdürülen esasında bir “vekâlet savaşı” olan çatışma Amerikan emperyalizminin bir varoluşsal hamlesidir. Bu etkinlik, nüfuz mücadelesi Ukrayna ile de sınırlı kalmayacaktır. Çoktan “En büyük tehdit” ilan edilen Çin sırada bekliyor. Hint-Pasifik hattına yapılan yığınaktan da bunu pekâlâ görebiliyoruz.

Gerileyen hegemon gücün yarattığı boşluğu dolduran yeni hegemonik aktörlerin varlığı çok kutuplu bir sisteme kapı aralarken tüm bu yaşananlar büyük bir sancıya yol açıyor.

Foster’ın da vurguladığı gibi, aradan geçen 74 yılda değişen pek bir şey yok. Koşullar, yaşananlar aynı, mücadele baki.[35]

Bu yolda ABD, İngiltere ve Avustralya ortak nükleer denizaltı projesinin detaylarını paylaştı. İngiltere lideri Sunak AUKUS İttifakı’nda Avustralya’nın nükleer güç sahibi yapılacak olmasına tepki gösteren Çin’i hedef aldı.

ABD, İngiltere ve Avustralya arasında 2021’de nükleer denizaltı teknolojisi alanında işbirliğini öngören “AUKUS” anlaşması imzalandı. Üç ülkenin isimlerinin İngilizcedeki kısaltmasından oluşan “AUKUS” güvenlik anlaşması kapsamında Güney Avustralya eyaletinin başkenti Adelaide’deki tersanelerde en az 8 nükleer enerjiyle çalışan denizaltı inşa edilecek. Anlaşma uyarınca, Avustralya’nın sahip olacağı nükleer enerjili denizaltılar, Hint-Pasifik’te taraf ülkelerin çıkarlarını savunacak.

  • 2023’ten başlayarak Avustralya askeri, ABD ve İngiltere Donanması’nda eğitim alacak.
  • 2030’ların başlarında ABD, Avustralya’ya 3 adet Virginia sınıfı denizaltı verecek.
  • 2030’ların sonunda İngiltere ilk SSN-AUKUS’u Kraliyet Donanmasına teslim edecek.
  • 2040’ların başında Avustralya’da inşa edilen ilk SSN-AUKUS donanmaya verilecek.[36]

Evet Hint-Pasifik’te Çin’e karşı ittifak içinde cephe hattını sağlamlaştırmaya çalışan ABD, Japonya ile Güney Kore arasında 12 yıl sonra başkanlar düzeyinde ilk görüşmeyi örgütleyip, AUKUS’un yanına yeni üçlü ittifak eklendi; JAPHUS.

Tokyo’da buluşan Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol ve Japonya Başbakanı Kişida Fumio ‘hassas meseleler’e rağmen iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi için mutabık kaldı.

Çin’i küresel tehdit algılamasında “baş tehdit” ilan eden ABD, İngiltere ve Avustralya ile birlikte oluşturduğu AUKUS ittifakının liderleri Tokyo’daki zirveden hemen önce Kaliforniya’da bir araya gelmiş ve AUKUS Zirvesi’nde Avustralya’nın nükleer güç sahibi olması için yol haritası belirlenmişti.

Washington AUKUS’un yanında şimdi de “entegre caydırıcılık” stratejisi kapsamında ABD-Japonya-Filipinler’i kapsayan saha sonra buna Güney Kore’nin de eklemleneceği bir hat kuruyor.

Japonya-Filipinler-ABD (JAPHUS) üçlü ittifakı özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi’ndeki adalar sorununda aktif olacak. Washington’ın pasifik stratejisinde önemli bir işlen üstlenmesi JAPHUS, Çin’i Pasifik’te tamamen kuşatmayı hedefliyor.[37]

Bu amaçla ABD bir süredir askerileştirdiği ve NATO zirvelerine davet ettiği iki müttefikini, Japonya ve Güney Kore’yi, merkezinde kendisinin olduğu üçlü bir ittifakta bir araya getirmeye çalışıyor. Biden bu amaçla 18 Ağustos 2023’de Camp David’de Japonya ve Güney Kore liderlerini ağırladı.

Ortak bildiride Camp David’den “üçlü ittifak” değil, “üçlü ortaklık” çıktı.

Diğer yandan ABD Başkanı Joe Biden, Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol ve Japonya Başbakanı Kişida Fumio’nun anlaştığı üçlü ortaklık bildirisi, ABD’nin temel hedefini de açıkça ortaya koyuyor. Zira bildiri Çin’i, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni (Kuzey Kore) ve Rusya’yı hedef alıyor.

ABD, Çin’i “baş rakip” ilan ettiğinden beri Asya-Pasifik’te bu ülkeye karşı çevreleme uygulamaya çalışıyor. Bunun için de üçgenler, dörtgenler, beşgenler inşa ederek bunları birbirine zincirlemeye çalışıyor.

1) Beş Göz: Bölgede zaten Soğuk Savaş’tan kalma bir organizasyondu. ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın bu ortaklığı, esas olarak bir istihbarat ortaklığıdır.

2) QUAD (Dörtlü Güvenlik Ortaklığı): ABD’nin Hindistan, Japonya ve Avustralya’yla 2007’de oluşturduğu dörtlü ortaklık, “stratejik güvenlik diyalogu”ndan öteye pek geçemedi.

3) AUKUS: ABD, İngiltere ve Avustralya’nın bu ortaklığı, yapısı nedeniyle ABD açısından en ileri organizasyon. Zira üçlü birliktelik, bir nevi “pakt” özelliğinde. Temel hedefi Avustralya’yı Çin’e karşı nükleer üs hâline getirmek.

4) Ve ABD, Japonya, Güney Kore üçlü ortaklığı…

ABD, Hindistan’dan başlayarak Japonya’ya kadar uzanan geniş bir yay ile Çin’i kuşatmaya yönelirken; askeri cephe inşa etmeye çalışıyor.[38]

Bununla bağıntılı olarak ABD, Çin’i çevrelemeyi esas alan Asya-Pasifik stratejisinde Hindistan’dan sonra Vietnam’ı önemli bir faktör olarak görüyor. ABD bu nedenle Vietnam’la ilişkilerini geliştirmeyi hedefliyor. Biden bu amaçla 2023’ün Eylül ayında Vietnam’ı ziyaret etti ve ABD-Vietnam ilişkilerini “kapsamlı stratejik ortaklığa” yükseltti. Yine ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Japonya da 2023’ün Kasım ayında Vietnam’la ilişkilerini “kapsamlı stratejik ortaklığa” yükseltmişti.[39]

Özetle ABD emperyalizmi saldırgan yığınak oluştururken; Tayvan’daki askeri varlığını 4 katına çıkaran Washington, Ukrayna Savaşı’nın sonrasında yeni krizler yaratıyor.[40] Çin’i Tayvan üzerinden kışkırtmaya devam eden ABD, adadaki asker sayısını dört katına çıkaracağını duyurdu.

Ve atılan her adımın hedefinde Çin vardı!

“SARI EJDERHA” ÇİN

“Tempus fugit/ Zaman uçar” deyişindeki hızla uluslararası ilişkiler, tarihin sahnesine “Sarı Ejderha” Çin’i çıkartırken; Pekin’in artan etkinliği dikkat çekici belirleyicilikte oldu.

Bunun böyle olmasında belirleyici faktör Çin’in ekonomi-politik realitesiyken; Çin tartışmasız 40 yılın kalkınma şampiyonu, Japonya ve Güney Kore’den sonra Doğu Asya’nın üçüncü kalkınma mucizesiydi. 1978-2011 kesitinde yılda ortalama yüzde 10 büyüyen Çin’in, 2012-2021 döneminde ortalama büyüme hızı ise yüzde 6.7 oldu.[41]

Çin, pek çok alanı domine ederken; ‘Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü/ The Australian Strategic Policy Institute’nün araştırması ülkenin teknoloji alanındaki üstünlüğünü ortaya koyuyordu: 44 teknoloji alanının 37’sinde liderliği elinde bulunduran Çin, sadece 7 alanda ABD’nin gerisindeydi.[42]

Bir başka anlatımla: 2020’de Batı yüzde 5.4 oranında küçülürken Çin yüzde 2.3’lük büyüme gerçekleştirdi. 2020-2021’de Çin ekonomisi açık farkla ilk sıradaydı.

Birkaç ayrıntı ekleyelim: 2020’de Batı ekonomilerinde ihracat yüzde 7 oranında gerilerken Çin’in ihracatı yüzde 3.6 arttı; dünya ticaretinin yüzde 14’üne ulaştı. 1981 sonrasında tek bir ülkenin ulaşabildiği en yüksek oran… Dış ticaret fazlası, Trump’ın ticaret savaşına rağmen 535 milyar dolara ulaştı.

Bu gelişmeler, Çin’in ulusal parası RMB’yi dolara karşı yüzde 6 oranında değerlendirdi. Bu sayede Çin’in dış yatırımlarının alım gücü yükseldi.[43]

Dünya Bankası 2001 verilerine göre, Çin’in ekonomik büyüklüğü, ABD’nin tam sekizde biriydi. 2022’de ise piyasa fiyatları temelinde Çin’in GSYH’si, 19.9 trilyon dolara karşı 25.35 trilyon dolar hesabıyla ABD’nin yüzde 78.5’i civarında seyrediyordu.[44]

Kişi başına milli gelir bakımından dünya ortalaması 2020’de yüzde 4.3 oranında azalırken, Çin’de yüzde 2 arttı. 2021’de dünya ortalaması yüzde 4.8, Çin’de yüzde 8 oldu.[45]

Denilebilir ki 1.6 milyar insanla dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan Çin’in gelişmesi sadece bu ülkeyi değil tüm insanlığı ve uluslararası ilişkileri ilgilendirmektedir.

Bunlara istinaden ve hegemonik gerilemesinden ötürü ABD’nin Pekin’i hasım ilan ettiği tabloda Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, “Ulusun güvenliğinin giderek istikrarsız ve belirsiz hâle geldiğinden, Çin’in savaşa hazırlanmaya odaklanacağını”[46] belirtirken; Çin Savunma Bakanı Wei Fenghe de, ABD’li mevkidaşı Lloyd Austin’e Tayvan’ın bağımsızlığını ilan etmesi hâlinde “Savaş başlatmakta tereddüt etmeyeceklerini” açıkladı.[47]

ABD ile Çin arasındaki rekabetin mekânı Pasifik’te sular durulmazken; Washington’un Tayvan’a 500 milyon dolarlık askeri satışı onaylamasına tepki gösteren Çin’in orduyu Ada çevresine yönlendirmesi, tansiyonu tekrar yükseltti. Bölgede etkisini artırmak isteyen ABD ise Filipinler, Japonya ve Avustralya ile tatbikatlar düzenledi.[48]

Çin hava ve deniz kuvvetlerinin katıldığı askeri tatbikat, Tayvan tarafından kınanırken Tayvan Savunma Bakanlığı, Ada çevresinde Çin’e ait 45 askeri hava aracı ve 9 savaş gemisinin tespit edildiğini açıkladı;[49] bu gergin ortamda Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken ile görüşmesinde “İnsanlığın geleceği ve kaderi ABD ve Çin’in bir arada yaşamanın doğru yolunu bulup bulamayacağına bağlıdır,”[50] diyecekti.

Tayvan krizi tırmanırken, bu kadar da değil! Ukrayna Savaşı’nın jeopolitik kırılmalar yarattığı bir dönemde sadece ABD’nin değil, dünyanın gözü de Pekin’deydi.

Çünkü Ukrayna krizi, Rusya’yı tükettiği ve Batı’yı (özellikle Almanya ve Fransa üzerindeki olumsuz ekonomik etkilerini göz önünde bulundurursak daha çok AB’yi) toplumsal ve ekonomik anlamda tedirgin etmeye devam ettiği ölçüde, siyasal boşluğu doldurma girişimlerine kârlı bir alan açıyordu.

Denilebilir ki Xi Jinping liderliğinde Çin yeni dönemin startını verirken Washington da, Güney Kore ve Japonya arasındaki ittifak hattını güçlendirip, Seul ile Tokyo’yu önemli partneri ilan etti.

Asya-Pasifik’teki hareketlilik dikkat çekici gelişmelere sahne olurken; 2022’de “Tayvan için savaşı göze alacaklarını” açıklayan Beyaz Saray, kışkırtmalarını sürdürüyordu.

ABD emperyalizminin “küresel tehdit” algılamasında birinci sıraya oturtulan Çin bir yandan Washington’a karşı diplomatik hamleleri devreye sokuyor; bir yandan da Ortadoğu ve Güney Amerika’da Washington’ı kızdıracak manevralar yapıyor.

İran ile Suudi Arabistan arasında yedi yıl sonra Çin’in devreye girmesiyle diplomatik ilişkiler yeniden başlardı. Örneğin Bahreyn de sıraya girdi. Petrol zengini küçük Körfez ülkesi Bahreyn’le ekonomik ve siyasi ilişkilerini artıran Pekin’in hamleleri sonuç verdi. Bahreyn ile İran arasında, ilişkileri normalleştirme konusunda doğrudan ikili görüşmelerin başladığı belirtildi.

VE ORTADOĞU CEPHESİ

ABD emperyalizminin, Asya Pasifik’e hapsetmeye çalıştığı Çin’le mücadelesinde Ortadoğu artık kaçınılmaz bir cepheye dönüştü; bu arada Pekin, önemli bir diplomasi hamlesine daha sahne oldu. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, stratejik ortaklık ilan ederek “Çin Halk Cumhuriyeti ve Filistin Devleti Arasında Stratejik Ortak İlişkilerinin Kurulmasına İlişkin Ortak Açıklama”[51] yayımladılar.

ABD Başkanı Joe Biden’ın: “Bir İsrail olmasaydı, bir tane icat etmek zorunda kalırdık” sözü İsrail-Filistin meselesinin tarihsel bağlamı ve ABD’nin Ortadoğu politikasının anlamını ortaya koyarken; Çin’in Filistin konusundaki tavrı önemlidir. Çünkü ABD, AB, Rusya ve BM’den oluşan Ortadoğu Dörtlüsü, Putin’in de belirttiği gibi ABD tarafından çalıştırılmıyor; ABD ve AB’nin Ortadoğu Dörtlüsü’nden ayrı arabuluculukları ise zor, çünkü İsrail’in yanındalar. Bu durumda Çin (ve Rusya)’nın Filistin’e desteği, ABD ve AB’yi dengeleyebilecektir.

Öte yandan Afrika’nın ardından Ortadoğu’da da etkisini artırma arayışındaki Çin’in Devlet Başkanı Xi Jinping, ABD ile Riyad arasında petrol anlaşmazlığı yaşanırken Suudi Arabistan’a gitti. Xi, ABD’nin sadık müttefiki Riyad ile ilişkileri ilerletmeyi hedeflerken; iki taraf arasındaki ticaret hacmi, Çin-Arap İşbirliği Forumu’nun kurulduğu 2004’te 36.7 milyar dolardan, 2021’de 330 milyar dolara yükseldi.

Ekonomik verilere göre, Suudi Arabistan ile Çin arasındaki ticaret hacmi 2022’nin ilk 10 ayında 2021’in aynı dönemine göre yüzde 37.4 artarak 97 milyar doları aştı. Ayrıca bu dönemde Suudi Arabistan’ın Çin’e ihracatı yüzde 45 artışla 66 milyar doları, Çin’in Suudi Arabistan’a ihracatı ise yüzde 23.3 artışla 30 milyar doları aştı.[52]

Çin’in, ABD’nin Ortadoğu’da güç kaybetmesiyle öne çıkan siyaset boşluğuna talip olması; “Çin’in İran ile Suudi Arabistan’ı bir araya getirme girişimi, Pekin’e İngiliz ve Amerikan askeri varlığının ardından Körfez’de bir askeri üs kapısı aralayabilir.

Başkan Xi Jinping görevdeki üçüncü dönemine başlarken Çin’in bir zamanlar düşük profilli olan dış politikasını terk ettiği ve artık küresel çıkarlarını koruyan emperyal bir devlet olarak kendini göstermeye çalıştığı görülüyor.

Bu imajın nedeni, ülkenin iddialı yeni İpek Yolu girişimi olan Kuşak ve Yol İnisiyatifi (BRI) olarak da bilinen girişimdir. İran İpek Yolu’nun kara tarafında, Suudi Arabistan ve Körfez bölgesi de bu projenin deniz bağlantısında kritik bir role sahip. Xi’nin Riyad’a ziyaretinin nedeni, bu proje için İran ve Suudi Arabistan arasındaki uzun süreli çıkmazlara çözüm üretmekti. İlk önce, hem İran hem de Amerika Çin’in, Suudi Arabistan ile olan temaslarından ötürü endişeliydi. Ancak Xi’nin bu ziyareti, iki Ortadoğu ülkesinin 7 yıllık anlaşmazlıklarını iyileştiren, ‘oyun değiştiren’ hamleydi. Çin’in Ortadoğu’ya stratejik yatırımının altında ise enerji kaynaklarını ve marketi korumak isteği yatıyor. Çin, Suudi Arabistan’ın ürettiği ham petrolün en büyük alıcısı. 2021’de Arabistan’dan 81 milyon metrik ton değerinde ithalat yapıldı. Yaklaşık 43,93 milyar dolar.

Çin, ABD’nin Ortadoğu’daki rolünü baltalamaya çalışmıyor. Aksine Çin, son 3 başkanının değişmesiyle oluşan zayıflıktan dolayı ABD’nin, Ortadoğu’da güç kaybetmesinden yararlanıyor. Obama, Suudi ve Körfez’in çıkarlarını göz önünde bulundurarak İran ile nükleer anlaşma yapmayı önceledi. Obama’nın başkanlığında İran’ın müttefikleri Irak, Suriye ve Lübnan’a hâkim olmaya çalıştı. Dahası Yemen’deki Husi İsyanı, Babülmendeb’e doğru ilerledi.”[53]

BDT İLE AB’YE GELİNCE

Uluslararası ilişkiler tablosunda BDT (Rusya) ile AB’ye gelince; her ikisi de Jean de La Bruyere’nin ifadesindeki üzere “Gerçek, çoğu zaman, çoğunluğun inandığının tam tersidir,” diye betimlenmesi mümkün bir irtifa kaybından malûl ve “Medice cura te ipsum/ Doktor sen önce kendini iyileştir” dedirten pozisyondadırlar!

ABD emperyalizmi Rusya ile “Çin’e karşı benimsediği şahin politikanın Avrupalı müttefikleri tarafından da benimsenmesi için bastırıyor. Ancak AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Avrupa Parlamentosu’ndaki konuşmasında Çin ile işbirliği vurgusu yaptı.”[54]

Ayrıca Çin ziyaretinde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Çin’in Ukrayna’daki savaşta çözüme yardımcı olabileceğini” savunup, “Çin ile stratejik bir ortaklığı yeniden başlatmak istiyoruz,”[55] dedirtip; yine resmi ziyaret dönüşü ‘Politico’ya demecinde Macron, “ABD’nin takipçisi” olması yolundaki baskıya direnmesi gerektiğini söyleyip; Tayvan sorununa da atıfta bulunarak Çin ve ABD arasındaki gerilime Avrupa’nın taraf olmaktan kaçınması gerektiğini ifade etti.[56]

Başkanlığı döneminde bir NATO ülkesinin liderinin “Faturamızı ödeyemezsek ve Rusya bize saldırırsa ne yaparsınız?” diye sorduğunu, ona yanıt olarak “Sizi korumaya gelmeyiz. Hatta Rusya’nın dilediğini yapması için onları teşvik ederim” diyen Donald Trump’ın ifadesindeki ABD’siz bir AB, uluslararası planda belirleyici bir aktör olabilme kapasitesine sahip değil; Almanya, Fransa ve Polonya dışişleri bakanlarını bir araya getiren görüşmede Ukrayna’ya desteğin yanı sıra NATO ittifakının yararları, Rusya’nın bir AB ülkesini işgal olasılığı, özellikle de savunma konusunda Avrupa’nın alternatif bir mekanizmaya ihtiyaç duyması gibi mesajlar öne çıksa da ‘Weimar Üçgeni’nin ortak açıklamasındaki ifadeler, Avrupa’daki ruh hâlini iyi özetliyor: “Bu toplantı, uluslararası ilişkilerin muğlaklık, öngörülemezlik, belirsizlik ve istikrarsızlıkla nitelendiği bir dönemde gerçekleşiyor…”[57]

Ukrayna Savaşı ile Rusya’nın hâli de AB’den pek farklı değil!

70’lik Vladimir Putin’in çöküşe geçtiği ve bir Pandora kutusunun açıldığı da bir gerçek; kanayan yara Ukrayna, “Putin’in istikrar mitos”unu[58] sonlandırdı.

Yani, Ukrayna Savaşı ile Rusya’nın hâli de AB’den pek farklı değil!

Rusya her zaman uluslararası kamuoyunun ilgi alanı olmuşken ve Ukrayna-Rusya Savaşı söz konusu ilgi daha da arttırmışken; kanayan yara Ukrayna ile “Wagner İsyanı” “Putin’in istikrar mitos”unu[59] sonlandırdı.

Hatta dünyada nükleer çatışma olasılığının arttığı uyarısını dilendiren Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitriy Medvedev’in, “Gerekirse Rusya’nın nükleer silah kullanmakta tereddüt etmeyeceği” ifadesiyle, Soğuk Savaş’tan daha tehlikeli eşiğe ulaşıldığına dikkat çekmesi vaziyetin vahametini ortaya koyuyor![60]

NİHAYET!

Buraya dek ifadeye gayret ettiğim uluslararası ilişkiler ya da daha doğru bir deyişle yeniden paylaşım tablosunda ABD-Batı bloğu hegemonik gücünü kaybederken; verili düzen(sizliğ)ini koruyabilmek için şiddet kullanmaktan başka çaresinin kalmadığı bir güzergâhtadır. Bu da “III. Dünya Savaşı” korkusunu besleyip, reelleştiriyor.

Tam da bu koordinatlarda Bertolt Brecht’in, “Öyle şeyler vardır ki insanın susmaya, sessizce geçiştirmeye ya da eğretilemenin (istiarenin) örtüsü altına saklanmaya hakkı yoktur”; Søren Kierkegaard’ın, “Hayat yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir ama ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır,” uyarıları eşliğinde Özgen Acar’ın, “Bu gidişle yolumuz ‘III. Dünya Savaşı’!”[61] uyarısına kulak verip, ABD “Global Firepower”ın silahlanma verilerine göz atmakta yarar var.

DÜNYA SIRALAMASI (TÜRKİYE 8. SIRADA)
1. ABD 831 milyar dolarlık askeri bütçesiyle rakiplerine fark atan Washington, 1 milyon 400 bin askere sahip. 13 binden fazla savaş uçağı ve helikopteri olan ABD ordusunda 4 bin 600 tank, 360 bin de zırhlı aracı bulunuyor.

ABD Hava Kuvvetleri’nden sonra dünyanın en büyük hava gücüne sahip olan ABD donanmasında 11 uçak gemisi, 75 destroyer, 64 denizaltı, 5 devriye gemisi ve 8 adet mayın gemisi bulunuyor. Nükleer bir süper güç olan ABD’nin ayrıca binlerce nükleer silaha sahip olduğu da biliniyor.

2. RUSYA 2022’de Ukrayna’yı işgal eden Rus ordusu, aldığı onlarca yaptırıma rağmen hâlâ ikinci sıradaki yerini koruyor. 109 milyar dolarlık bütçesiyle 550 bin aktif askeri bulunan Rusya’nın 4 bin 200’den fazla savaş uçağı ve helikopteri bulunuyor. 15 bine yakın tankı olan Rusların 162 bin zırhlı aracı ve envanterinde sayısız nükleer bomba bulunuyor. 1 adet uçak gemisine sahip olan Rus ordusu, yüzlerce savaş gemisi, 65 denizaltı, 112 devriye gemisi ve 47 mayın gemisine sahip.
3. ÇİN 227 milyar dolarlık askeri bütçesiyle süper güç konumunda olan Çin, nükleer, kara gücü, hava gücü ve donanma açısından listenin en ön sıralarında yer alıyor. 2.5 milyon aktif askeri bulunan Çin, 3 bin 300’den fazla savaş uçağı ve helikoptere sahip. 5 bin tankı olan Çin’in 200 bine yakın zırhlı aracı da bulunuyor. 2 uçak gemisi, 150 devriye gemisi, 49 savaş gemisi, 42 fırkateyn, 72 korvet, 61 denizaltı, 36 mayın gemisine sahip Çin donanmasında toplamda 790 gemi bulunuyor.
4. HİNDİSTAN 1 milyar 400 milyonluk nüfusuyla Hindistan, ordusuna 2023 yılın 74 milyar dolarlık bir bütçe ayırdı. 2 milyondan fazla aktif askeri olan Hindistan, 2 bin 296 uçak ve helikoptere, 4 bin 600’den fazla tanka, sahip. 2 adet devasa uçak gemisi de bulunan Hindistan’ın donanması 12 savaş gemisi, 12 firkateyn, 137 devriye gemisinden oluşuyor.
5. GÜNEY KORE 44 milyarlık bütçesiyle kendine 5. sırada yer bulan Güney Kore, 365 bin aktif askere, 1500 uçak ve helikoptere sahip. Envanterinde 2 bin 500’den fazla tank bulunan ülke toplamda 200 gemiye sahip. Bu gemiler arasında 17 firkateyn, 13 savaş gemisi, 22 denizaltı ve 35 devriye gemisi bulunuyor.
ORTADOĞU’DA
1. TÜRKİYE 2023’de askeri alandaki yatırımlarını geliştirmek için 40 milyar dolarlık bir bütçe ayıran Türkiye’nin yaklaşık 520 bin aktif askeri, 400 bine yakın da yedek askeri bulunuyor. Türkiye’nin topyekûn bir savaşta silah altına alabileceği insan sayısı ise 43 milyona yakın. 1069 adet uçak ve helikoptere sahip olan Türkiye, İHA ve SİHA alanında da ön plana çıkıyor. 2 bin 200’den fazla tank, 60 bine yakın zırhlı araç ve roket sistemi bulunan Türkiye, S-400 hava savunma sistemine de sahip.16 firkateyn, 9 korvet, 11 mayın gemisi, 34 devriye gemisi, bir hafif uçak gemisi dahil olmak üzere Türkiye’de toplamda 200’e yakın savaş ve saldırı gemisi bulunuyor.[62]
2. İRAN Yıllardır dünya ülkeleri tarafından ağır ambargo altında olan İran’ın 600 bin aktif askeri personeli bulunuyor. Bir savaş durumunda ülkenin silah altına alacağı erkeklerin sayısı ise yaklaşık 50 milyon. İran’ın toplamda 551 uçak ve helikopteri bulunuyor ve bunlar çoğunlukla Rus üretimi. Ülkenin ayrıca 2 bine yakın tankı, 19 denizaltısı ve 7 savaş gemisi bulunuyor.
3. MISIR 9 milyar dolarlık bütçesine rağmen 3. sırada kendine yer bulan Mısır, 685 bin kişilik bir orduya sahip. 238 savaş uçağı, 338 helikoptere sahip olan Kahire’nin envanterinde 5 binden fazla tank ve zırhlı araç bulunuyor. Donanmada 20 savaş gemisi, 8 denizaltı, 23 mayın gemisi var.

Bu tabloda Umberto Eco’nun, “Ne yani böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?” sorusunun altını bir kez daha çizerek; “… ‘Normal’ dediğimiz şey ancak onun karşıtı olan bir eylemle, yani ‘anormal’, ‘aşırı’, ya da devrimci bir eylemle karşı karşıya geldiği zaman tam olarak ortaya çıkar. Normal ‘normalliği’nden böylece sıyrılınca, insanın kuraldışı olduğu duygusu kendisini aşar ve içinde yaşadığı tarihsel ânın tümüne ulaşır,”[63] yanıtını toplumsallaştırmalıyız.

Ve elbette, “Non est ad astra mollis e terris via/ Dünyadan yıldızlara kolay bir yol yoktur” gerçeğini ve V. İ. Lenin’in, “Bizim ‘barış programımız’ emperyalist güçlerin ve emperyalist burjuvazinin demokratik bir barış sağlayamayacağını açıklamalıdır,”[64] uyarısını bir an dahi “es” geçmeden!

19 Şubat 2024, İstanbul.

N O T L A R

[1] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022.

[2] Gürsel Köksal, “Alman Generalinden Dünya Savaşı Uyarısı”, Birgün, 23 Aralık 2023, s.10.

[3] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşme, Kaos ve Soykırım”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2024, s.11.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “2024’e Girerken (4) Liberal Demokrasinin Son Baharı”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2023, s.11.

[5] Yusuf Tuna Koç, “Yıl Geçtikçe İnsanlık Daha Geriye Gidiyor”, Birgün Pazar, 7 Ocak 2024, s.10.

[6] Norman Lock, Boğuntulu Masallar, çev: Celal Üster, Notos Yay., 2013.

[7] Albert Camus, Veba, çev: Oktay Akbal, Varlık Yay., 1960, s.249.

[8] M. Birol Güger, “Kneissl: Dünyanın Ağırlık Merkezi Değişiyor”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2023, s.7.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni Ortaçağ’da Türkiye”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2024, s.9.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Kaybet-Kaybet Günleri”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2024, s.9.

[11] “Hegemonya” kavramı bir ülkenin, başka bir ülkenin iç ve dış ekonomik, siyasi hatta askeri tercihlerini zora başvurmaya gerek kalmadan yönlendirebilme kapasitesini betimler. Bu kapasite, liderliğine rıza almak ile şiddet uygulama potansiyeli arasındaki, özel bir ilişkiye dayanır. Liderlik, çekici bir örnek sunmaya, hegemonya alanındaki ekonomik, siyasi sorunlara uygun çözümler (kurallar, model, piyasa, kaynak) sunabilmeye, “hegemonya düzenini” meşrulaştırıcı bir söylem üretebilmeye dayanır. Şiddet uygulama potansiyeli de askeri alanda rakipsiz olmakla ilgilidir.

[12] Onur İşçi, “Uluslararası Adalet ve ‘Küresel Güney’…”, Birgün, 6 Ocak 2024, s.10.

[13] Ergin Yıldızoğlu, “2024’e girerken 3 ‘Büyük belirsizlik’…”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2023, s.9.

[14] Çevrim Çeviren, “Soli Özel: NATO Yeniden Yapılandırılıyor”, Birgün, 16 Temmuz 2023, s.4.

[15] Ergin Yıldızoğlu, “Her Şey, Her Yerde Aynı Zamanda”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2023, s.11.

[16] “Dünya Batı’dan İbaret Değil”, Birgün, 22 Mart 2023, s.11.

[17] İbrahim Varlı, “100 Yıllık Değişim”, Birgün, 29 Mart 2023, s.11.

[18] “Çin’den ABD’ye: Suriye’yi Artık Yağmalama”, Birgün, 24 Eylül 2022, s.11.

[19] Yaren Çolak, “Oktay Değirmenci: Satrancın Veziri: Pekin”, Birgün, 8 Nisan 2023, s.11.

[20] “Şi’nin Körfez Açılımı”, Birgün, 8 Aralık 2022, s.11.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Hamleler Hızlandı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2023, s.9.

[22] Violeta Stratan İlbasmış, “Asimetrik Rusya-Çin İlişkileri”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2023, s.2.

[23] Mehmet Ali Güller, “NATO’nun Genişlemesi, Savaşın Genişlemesidir”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2023, s.7.

[24] Mehmet Ali Güller, “ABD’nin Hedefi: Avustralya-Japonya Hattı”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2023, s.7.

[25] Murat Çakır, “Dünyanın Kutupları Oluşmakta Olan Yeni Jeopolitik Karakteristik Üzerine”, Politika Gazetesi, Yıl:9, No:86, 24 Nisan 2023, s.18-19.

[26] İlhan Uzgel, “Çok Kutuplu Dünya Düzeni Çözüm Değil”, Birgün, 5 Nisan 2023, s.10.

[27] “Çok Kutuplu Düzen”, Birgün, 23 Ağustos 2023, s.11.

[28] Umut Can Fırtına, “Stratejik Genişleme Hamlesi”, Birgün, 25 Ağustos 2023, s.11.

[29] Fikret Başkaya, “… ‘Birleşmemiş’ Milletler Örgütü…”, Yeni Yaşam, 5 Aralık 2023, s.10.

[30] İbrahim Varlı, “Emperyalizmin Bunalımı”, Birgün, 7 Eylül 2023, s.11.

[31] “NATO Avrupa Savaşını Başlatma Kararı Aldı”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2023, s.7.

[32] “Ahmet Murat Aytaç: NATO, Küresel Bir Savaş Makinesidir”, Evrensel, 10 Temmuz 2023, s.7.

[33] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006, s.19.

[34] Nejat Eslen, “2024 Yılı ve Sonrası: Küresel Kaos”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2023, s.2.

[35] İbrahim Varlı, “Tarihin Tekerrürü Değişimin Sancısı”, Birgün, 14 Haziran 2023, s.14.

[36] “Tehlikeli İttifak”, Birgün, 15 Mart 2023, s.11.

[37] “İttifak Sarmalı”, Birgün, 17 Mart 2023, s.11.

[38] Mehmet Ali Güller, “ABD’nin ‘Asya-NATO’su’ Çabası”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2023, s.7.

[39] Mehmet Ali Güller, “ABD Kışkırtmasına Karşı Sosyalist Dayanışma”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2023, s.7.

[40] “Sıra Asya’ya Geldi”, Birgün, 25 Şubat 2023, s.10.

[41] Selim Somçağ, “Çin Nereye Koşuyor?-2”, 11 Kasım 2022… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/selim-somcag/cin-nereye-kosuyor-2-2001605

[42] “Çin 44 Teknoloji Alanının 37’sinde ABD’nin Önünde Yer Alıyor”, 20 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/cin-44-teknoloji-alaninin-37sinde-abdnin-onunde-yer-aliyor/

[43] Korkut Boratav, “Çin Komünist Partisi ABD’ye Meydan Okuyor”, 23 Ocak 2021… https://odakdergisi.com/cin-komunist-partisi-abdye-meydan-okuyor/

[44] Hayri Kozanoğlu, “Çin’in ‘Ortak Refah’ Arayışı”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:805, 14 Ağustos 2022, s.8.

[45] Burak Gürel, “ÇKP 20. Kongresi, Kasım 2022 Eylem Dalgası ve Çin’in Geleceği (2): Xi’nin On Yıllık İcraatı”, 1 Aralık 2022… https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/ckp-20-kongresi-kasim-2022-eylem-dalgasi-ve-cinin-gelecegi-2-xinin-yillik-icraati

[46] “Çin: Savaşa Hazırlanmaya Odaklanacağız”, 8 Kasım 2022… https://www.dokuz8haber.net/cinden-dunyayi-korkutan-aciklama-savasa-hazirlanmaya-odaklanacagiz

[47] “Çin: Savaş Başlatmakta Tereddüt Etmeyeceğiz”, 11 Haziran 2022… https://rojnameyanewroz3.com/cin-savas-baslatmakta/

[48] “Pasifik’te Restleşme”, Birgün, 28 Ağustos 2023, s.11.

[49] “Ada Çevresinde Ziyaret Gerilimi”, Birgün, 21 Ağustos 2023, s.11.

[50] “İnsanlığın Geleceği ve Kaderi, ABD-Çin İlişkilerine Bağlı”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2023, s.7.

[51] Mehmet Ali Güller, “Filistin, Çin’in Stratejik Ortağı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2023, s.7.

[52] “Şi’nin Körfez Açılımı”, Birgün, 8 Aralık 2022, s.11.

[53] Wissam Sade, “Çin, Ortadoğu’ya Nasıl Şekil Veriyor?”, Birgün, 3 Ağustos 2023, s.11.

[54] Stefan Wolff, “Çin-AB İlişkisi Kritik Dönemde”, Birgün, 5 Aralık 2022, s.11.

[55] “Macron: Kendimizi Çin’den Ayıramamalıyız”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2023, s.7.

[56] Zeynep Çam, “Macron’un Çin Ziyaretinin İpuçları”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2023, s.7.

[57] Elçin Poyrazlar, “Avrupa’nın NATO’su”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2024, s.7.

[58] Nilgün Cerrahoğlu, “Moskova’daki Gölge Oyunu”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2023, s.2.

[59] Nilgün Cerrahoğlu, “Moskova’daki Gölge Oyunu”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2023, s.2.

[60] “Böyle Giderse Yeni Savaş Kaçınılmaz”, Birgün, 26 Nisan 2023, s.11.

[61] Özgen Acar, “… ‘3. Dünya Savaşı’na Doğru! (1)”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2024, s.8.

[62] Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI), 2022’de en çok silah ve askeri hizmet satışı yapan ilk 100 savunma sanayi şirketini açıkladı. Listede dört Türk şirketi yer alıyor. 60’ıncı sırada ASELSAN, 76’ncı sırada Baykar, 82’nci sırasında Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) ve 100’üncü sırasında da Roketsan yer alıyor. SIPRI raporuna göre ilk 100’de yer alan Avrupa’daki 26 şirketin silah satışları 2022’de yüzde 0.9 artarak 121 milyar dolara ulaştı. (“SIPRI 2022: Silahlar Ortadoğu’dan”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2023, s.8.)

[63] John Berger-Jean Mohr, Yedinci Adam-Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi, çev: Cevat Çapan, Metis Kitap, 2018.

[64] V. İ. Lenin, “Barış Programı”… https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/mar/25.htm

 

Hafize neden gitti? Fatih neden geldi?

Merkez Bankası Başkanı Hafize Hanım’ın “görevden affını” talep etmesi her ne kadar Türkiye’nin saygın (!) ekonomi çevrelerinde bomba etkisi yaratmış olsa da bu haber Kaldıraç dergisi okurlarının yaklaşık bir ay öncesinden bildiği bir gelişmenin ürünü idi. Onlar için hiç de sürpriz olmadı bu durum (Bkz. “Hafize Hanım ne yapmak istiyor?”, Kaldıraç, Sayı 270, s. 78-80, Ocak 2024, İstanbul). Ülke ekonomisinin saygın (!) çevreleri, muhalif (!) medya ve elbette kerameti kendinden menkul sosyal medyamız hanımefendinin Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmenine vermiş olduğu röportaj sonrası derhal durumdan vazife çıkartıp (!) Hafize Hanım’ın maaşı, serveti gibi son derece önemli (!) konuların derinliklerine dalmışken Kaldıraç röportajın şifrelerini çözmüş ve Hanımefendi’nin istifa hazırlığı içinde olduğunu yazmıştı.

Ocak ayının hemen başlarında Merkez Bankası başkanının görev tanımı dışında olmasına rağmen Türkiye’ye dolaylı sermaye yatırımcısı bulmak amacı ile yapılan ABD seyahati ve bu gezinin yirmi altı gün gibi hayli uzun bir süre devam etmesi “Hanımefendi acaba Türkiye’ye yatırım yapacak kuruluş mu yoksa kendisi için yeni bir iş mi arıyor?” sorusunu akla getirmiş olsa da bunun üzerinde de fazla durulmadı. Ne zaman ki Büşra Bozkurt isimli “başörtülü bacım”ın CİMER’e yaptığı yazılı şikâyet medyaya servis edildi Hafize Hanım yine gündemin üst sıralarında bir yere oturdu şikâyetçi taze ile birlikte.

Toplumca pek severiz mağdur/mağdurelere sahip çıkmayı. Bu kez de öyle oldu. Herkes birleşti işini kaybeden genç kadının etrafında. Yazılı ve görsel medya da sosyal medya da yeni bir konu bulmuştu kendine. Özellikle görsel medya ve YouTube kanalları coştu bir anda.

Pek prim vermem bu tür haber ve görsellere. Sorgulamadan, değerlendirme yapmadan atlamam habere. Bu kez de öyle yaptım ve medyanın üzerinde durmadığı bir ayrıntı benim gözümde önem kazandı. “Başörtülü bacım” ayrıntısı.

Başörtülü bacım fazla mesaiye kaldığı takdirde yuvasına karşı sorumluluklarını yerine getiremeyeceğini beyan ettiği için işten çıkarılmıştı. Bu insafsızlıktı.

Suçlamalar birbiri ardına gelirken hiç kimsenin aklına “iyi ya akşam mesaiye kaldığın zaman kocan gitsin çocuğunuzu okuldan almaya” demeyi düşünmedi. Ya da memleketteki yüzbinlerce işletmede benzer sorunu yaşayan çok sayıda kadın nasıl bir çözüm bulmuşlar acaba, diye sormadı nedense.

Mağdure hanım şöyle bir profil çiziyor:

Başörtülü, hanım hanımcık, çalışıyor ama yuvasına (!) karşı olan sorumluluklarının da bilincinde. Kocasına hizmette (!) kusur etmiyor besbelli. Tam da cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan şahsın ve onun da içinde bulunduğu ittifakın hayalindeki çalışan Türk kadını. Çalışıyor ama aynı zamanda müşfik bir anne ve fedakâr bir eş ve daha bir sürü şey.

En önemli şey ise daha modern bir görüntü veren, özgüveni yüksek tutumu ile astlarını rahatlıkla yönetebilen ve eşini işlerine bulaştırmayan bir profil çizen Hafize Gaye Erkan Hanım’la karşılaştırıldığında iki zıt kimliğin ortaya çıkması.

Şimdi filmi geriye saralım:

Kaldıraç’ın Temmuz 2023 sayısında yayınlanan “Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi” başlıklı yazıda sözü edilen bazı konuları hatırlatarak başlayalım.

Adına “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen ucubenin yerle bir ettiği ekonomik ortamda girdik 2023 seçimlerine. Küresel finans çevreleri cumhurbaşkanının göreve devam etmesinden yana idiler çünkü kendisini gerek bu çevreler gerekse bunlar tarafından yönlendirilen siyasi yapılar için çok kullanışlı bir hâle getirmişti. Lakin para ve maliye politikaları canını sıkmakta idi bu çevrelerin. Seçim öncesi bir mutabakata varıldı. Nas politikası terk edilecek ve gerçekçi bir ekonomi politikası izlenmesinin yolu açılacak. Bu mutabakatın ürünü olarak Mehmet Şimşek’in maliye bakanlığı önceden kararlaştırılmıştı. Merkez Bankası başkanının da bu politika tahtında atanması gerekiyordu. Hafize Hanım’ın isminde uzlaşma sağlandı. Cv’si düzgün, iyi eğitim görmüş, küresel finans çevrelerinin beklentilerinin ne olduğunu bilen ve bu beklentilere yanıt verebilecek yetenekleri olan biri idi. Tabii 2022 yılı başına kadar yöneticisi olduğu ve 2023 yılında iflas eden “First Republic Bank” müşterilerinin onun hakkında “bankacılık kurallarını ihlal etmek ve kamuoyuna yanıltıcı bilgi vermek” iddiası ile dava açıldığı gizlendi kamuoyundan.*

Üniversiteden mezun olduktan sonra Türkiye’den ayrılan ve nerede ise çeyrek yüzyıl boyunca buraları “arada bir ziyaret edilesi tatil ülkesi” olarak gören bu şahsın kamuoyuna tanıtılması için alelacele bir köşe açıldı Dünya gazetesinde.

İlk yazısı 8 Mart gününe denk gelmişti. Başlığı da hayli ilginç bulmuştum: “Finansta Kadının Adı Yok”. Hafifçe feminizm sosuna bulanmış, Kemalist çeşnilerle tatlandırılmış bir mesaj vermişti ilk yazısında. Muhalefetin seküler çevrelerine “merhaba” diyordu adeta. Sanırım 10 kadar yazısı yayınlandı bu gazetede. Sade suya tirit yazılar. Ama adının duyulmasına yetmişti işte. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu sonrası kesildi yazıların arkası.

Hafize Hanım, Merkez Bankası başkanı olarak atanınca kimse yadırgamadı. Muhaliflerin seküler kesiminden bile eleştiri gelmedi. Ne de olsa çağdaş görünümlü, derli toplu bir kadındı üstelik de liyakat sahibi idi. Daha ne olsun?

İşte tam burada bir parantez açmak gerekiyor. Nedir liyakat sahibi olmak? Ya da şöyle soralım soruyu: Ünlü okullarda başarılı bir öğrenim hayatı geçirmiş olmak liyakat sahibi olmak için yeterli midir?

Yanıt HAYIR.

Ünlü okullardan başarılı derecelerle mezun olmak insanın bir işe kabul edilmesini kolaylaştıracak nedenler olabilir. Liyakat ise başka bir şey. İnsanın herhangi bir konuda liyakat sahibi olabilmesi her şeyden önce o konuda yapmış olduğu çalışmalara ve bu çalışmalarındaki başarılarına bağlıdır ancak.

Merkez Bankası gibi bir ülkenin finans politikalarını yönlendirme ve ülke parasının değerini koruma konusunda birincil rol oynayan bir kurumun başındaki insanın öncelikle makro ekonomi alanında deneyim sahibi olması, devletin para ve maliye politikaları alanında bilgi ve deneyim birikimi yapmış olması gerekir. Dahası uzun yıllar kurumda değişik pozisyonlarda çalışmış ve üstlenmiş olduğu görevleri başarı ile tamamlayarak başkanlık görevine layık olduğunu kanıtlamış olması gerekir. Bir zamanlar bu kriterler göz önüne alınarak belirlenirdi Merkez Bankası başkanları. Söz gelimi Hafize Hanım ile eşdeğer bir öğrenim gördüğünü ifade edebileceğimiz Süreyya Serdengeçti (Galatasaray Lisesi, ODTÜ, ABD’de doktora) bu göreve atanana kadar tam otuz yıl görev yapmıştır Merkez Bankası bünyesinde.

Öğrenim yaşamı dışında, kurumdaki başarı ve yeterliğin daha önemli olduğunun canlı örneği ise Durmuş Yılmaz’dır. Tapu kadastro meslek lisesi mezunudur bu şahıs. Hayli mütevazı bir öğrenim yaşamı sonrasında istihdam edildiği bankada otuz altı yıllık bir deneyim sonrasında başkan olmuş ve 2009 yılında “Euromoney” dergisi tarafından “Yılın Merkez Bankası Başkanı” unvanına layık görülmüştür.

Bu örnekleri gördükten sonra bir kez daha bakalım şimdi. Üniversiteden mezun olduktan sonra Türkiye’yi terk etmiş, burayı yıllar boyu sadece bir tatil ülkesi olarak görmüş, Türkiye’de herhangi bir kuruluşta bir gün bile çalışmamış birisi Merkez Bankası başkanlığı görevi için “liyakat sahibi olabilir mi?” Üstelik hanımefendinin ABD’de de makro ekonomik politikalar, para maliye konuları ile ilgili bir deneyimi olmadığı gibi orada da kamu deneyimi yok. Özel bankalarda çalışmış, ünlü zenginlere yatırım danışmanlığı yapmış biri o. Merkez Bankası başkanlığı görevi için liyakat sahibi olabilir mi?**

Bu konular hiç sorgulanmadı muhalefet tarafından. Küresel finans çevrelerinin Türkiye’den beklentilerini karşılayacak biri olması ve cumhurbaşkanının koltuğunda bir süre daha rahat oturabilmesini sağlayacak uygulamaları gerçekleştirebilecek donanıma sahip olması yeterli idi bu göreve atanmasına. Dış görünümü ve kadın olması ile de muhalefetin seküler kesiminin sempatisini kazanmıştı. Daha ne olsun?

“Harika Türk Kızı” tanıtımı ile oturdu koltuğuna ve kendisinden beklenenleri yerine getirmeye başladı (Yedi ay zarfında TCMB politika faizi %8,5’ten %45’e çıktı, TL yabancı paralar karşısında değer yitirmeye devam etti ve enflasyonun önüne geçilemedi. Böylece küresel finans çevrelerinin Türkiye’de para kazanabilmeleri için uygun ortam yaratıldı).

İşler fena gitmiyordu gitmesine ama bir doku uyuşmazlığı vardı iktidar çevreleri ile Merkez Bankası Başkanı arasında. Her şeyden önce siyasi iktidar çevreleri ile hiçbir yakınlığı, iktidar partisi veya ortaklarından birinin etkili isimlerinden biri ile akrabalığı yoktu. Rahatsızlık verici bir durumdu bu ve iktidar çevrelerine güven telkin etmesinin önünde bir engel oluşturmakta idi. Öte yandan giyim kuşamı ve özgüvenli davranışları ile iktidar çevrelerinin yaratmak istediği “çalışan Türk kadını” imajına ters bir görünüm arz etmekte idi. Bu nedenle yerine uygun bir aday bulunması hâlinde gönderilmesi daha ilk günden düşünülmeye başlanmıştı.

Öte yandan Merkez Bankası Başkanı da pek mutlu değildi burada. Belki beklediği itibarı görememiş olmasından belki de siyasi çevrelerin işine sık sık burunlarını sokmak istemelerinden. Mutlu değildi ve anavatanını (yani ABD’yi) özlemekte idi. Üstelik son zamanlarda bir sorun daha çıkmıştı karşısına. OVP denilen belgede gerek $ gerekse enflasyon için konulan hedefler küresel finans çevrelerinin Türkiye’den bekledikleri ile çelişmekte idi. Yakın gelecekte seçim vardı ve siyaset faiz artışını bir süreliğine de olsa frenleme yanlısı idi. Küresel finans çevreleri ile siyasetin beklentileri arasında sıkışıp kalmış, açıkçası bunalmıştı.

Böyle bir ortamda ve ruh hâli içinde verdi Hürriyet gazetesine röportajı. Orada gerek küresel gerekse yerel finans çevrelerine mesajlar vermiş ve “elinizi çabuk tutun faizlerin bundan sonra yükselmesi çok zor olacak” demek istemişti.

Sonrasında Hazine ve Maliye Bakanı’nın gitmesi gereken “tanıtım toplantılarına” kendisinin gitmesi siyasi çevrelerle varılmış mutabakatın sonucu idi kanımca. Hanımefendi bu seyahat süresince bundan sonraki kariyerini ABD’de sürdürebilecek olanaklar yaratmaya çalıştı orada kaldığı 26 gün boyunca. Yoksa görülmüş şey değildi Merkez Bankası başkanının 26 gün boyunca makamından uzak kalması (TC’nin 100 yıllık tarihinde bir örneği daha yok).

Onun seyahatte bulunduğu süre zarfında da kazanlar kaynatıldı burada. Özel hayat üzerinden algı yaratılması da dâhil olmak üzere pek çok yöntem kullanılarak daha yedi ay önce “müthiş Türk kızı”, “en genç finans profesörü” gibi sloganlarla parlatıp Merkez Bankası başkanlığına paraşütle indirdikleri Hafize Hanım’a yönelik kampanya başlatıldı ve hanımefendi ABD’de bulunduğu süre zarfında büyük bir itibar kaybına uğradı.

Onun hakkında çıkarılan dedikodular ne kadar gerçeği yansıtıyor, bilmiyorum. Bunları sorgulamadım. Ancak işaret fişeğini yakmış olan Büşra Bozkurt’un anlattıkları bende bu hanımın özel olarak seçilmiş olduğu izlenimini yarattı.

Öncelikle belirtmem gerekir ki işin kaybeden biri eğer haksız işten çıkarmaya maruz kaldığını düşünüyorsa başvuracağı yer CİMER değil iş mahkemesidir Buraya başvurur ve işe iade davası açar.

CİMER, hizmet akdi feshedilen birinin işe iadesini sağlamaya yetkili makam değildir.

İşini yitiren hanımın iddialarının gerçek olup olmadığını bilmek olası değil. Ancak bazı olayların şüyuu vukuundan beterdir. Tam da öyle bir olay yaşanmıştır.

Kişisel kanım bu “başörtülü bacım”ın özellikle siyasiler tarafından seçilmiş olduğudur. Bu hanım vermiş olduğu görüntü ile bir yandan Merkez Bankası Başkanı’nın mütedeyyin çevrelerde hızla itibar kaybetmesini sağlamış, bir yandan da siyasi iktidarda olanların çizmiş olduğu “yerli ve milli” çalışan kadın modeline uyum gösterenlere sahip çıkılacağı kanısını kuvvetlendirmiştir. İşten çıkarma olayının ise Hafize Hanım’ın babasının talimatı ile gerçekleştiği konusunu pek inandırıcı bulmadığımı belirteyim.

Kaldı ki CİMER’in kendisine yapılan şikâyetleri saklı tutarak inceleme gibi bir sorumluluğu varken şikâyetin medyaya yansıtılmış olması da bu düşüncemi kuvvetlendiren bir bulgudur.

Ortaya atılan diğer iddialara gelince, kanıtı olamayan bir dizi suçlama sadece. Kanıt?

Peki Hafize Hanım ne yaptı ABD’de? Para bulabildi mi? Beklendiği kadar değil. Kariyerini orada devam ettirecek bir alan açabildi mi kendisine? Hayır.

Eğer açmış olsa idi Türkiye’ye döndüğünde cumhurbaşkanı ile görüşme talebinde bulunmaz aleyhine oluşan havayı görür görmez istifa ederdi.

Bir süre daha görevde kalmak ve bu süre zarfında kendisine uygun yeni bir iş olanağı yaratma fırsatlarını kollamak amacı ile döndü Türkiye’ye.

Ancak kısa zamanda durumun farkına vardı ve artık TCMB başkanı koltuğunda oturmasının kendisine bir yarar sağlamayacağını anlayıp istifasını açıkladı sosyal medya hesabından. İşin ilginç yanı ise nerede ise bu açıklama ile eş anlı olarak yayınlanan Resmî Gazete, hanımefendinin “görevden alındığını” yazmakta idi. Devlet ve bir bürokratı “seni işten çıkardım”, “hayır sen çıkarmadın ben istifa ettim” kavgası yaşamıştı. Bu da 100 yıllık TC tarihinde ilk kez rastlanan bir olay. Sanırım benzerlerine ancak Yeşilçam filmlerinde rastlanabilecek bir kavga idi yaşanan.

Bana kalırsa Hafize Hanım gelecekteki kariyerini olumsuz etkilememesi için istifa ettiğini duyurdu. Öyle ya TC Resmî Gazete’de yazan sadece dar bir çevre tarafından izlenirken onun sosyal medyadaki paylaşımı tüm dünyada izlenebilecekti.

Bundan sonra ne yapar Hafize Hanım?

Bir süre tatil yapar. Tebdil-i kıyafet yapmadan market fiyatlarını inceler, apartman görevlisi Sadık Abi’ye danışmadan olan biteni öğrenebilme olanağına da sahip artık.

Siyasi rüzgârlar yön değiştirmediği sürece kamuda iş verilmez ona. Özel sektörde de kimse ona iş vermeye cesaret edemez. Zaten buna ihtiyacı da yok. Yeni bir işe girmediği takdirde başkanlık yaptığı dönemde aldığı maaşı alma hakkına sahip iki yıl boyunca. Türkiye’de kaldığı sürece bol bol yeter bu maaş. Bu arada ABD’de hakkında açılmış olan dava sürecini izler. Kendisi için tehlikeli bir durum kalmadığı takdirde döner anavatanına.

Orada yeni bir işe başlar ve yeni bir yaşam kurar kendine. Burada yaşayanlar ise unutur giderler onu.

Küresel ekonominin kriterlerine uygun

“yerli ve milli” bir başkan Fatih

Hafize Hanım’ın görevden alınması sonrası boşalan koltuk için iki aday vardı: Osman Cevdet Akçay ve Fatih Karahan.

Devlet aklı Osman Cevdet Akçay’ın başkan olmasını gerektirirdi. Çünkü Osman Bey doktora sonrasında Türkiye’de öğretim üyeliği yapmış tam 17 yıl. Üstelik taşranın adı sanı bilinmeyen üniversitelerinde değil; önce Boğaziçi Üniversitesi’nde ardından da Koç Üniversitesi’nde. Daha sonra YKB bünyesinde baş ekonomist olarak görüyoruz onu. Ardından da kamuda görev üstlenmiş. Hazine ve Maliye Bakanlığında baş danışman olmuş. Ülkeyi biliyor, tanıyor, devleti tanıyor, sonuçta Maliye Bakanlığı bünyesinde çalışmış olduğu için Merkez Bankası hakkında da bilgisi var elbette. ABD doktoralı olduğu için küresel ekonominin de rahle-i tedrisinden geçmiş. Bu pozisyon için hayli uygun. Üstelik tüm yazılı çalışmaları da para ve maliye politikaları üzerine. Hayli makalesi var.

Fatih Karahan ise üniversiteyi bitirdikten sonra ABD’ye gitmiş ve doktora sonrasında orada çalışmış yıllarca. Bankacı olmasına bankacı da ABD’de görev yaptığı bankalarda işgücü piyasaları ve ürün piyasaları alanında*** deneyim sahibi olmuş. Para ve maliye politikaları ile ilgili bir deneyimi yok. Eğer oldu ise de Amazon bünyesinde sadece altı ay devam eden baş ekonomistlik görevi süresince olmuştur. O da dolaylı olarak. Ağustos 2023’te Merkez Bankası başkan yardımcılığı görevine atanıncaya kadar bir günlük çalışması bile yok burada. Ne ülke mevzuatını biliyor ne de bankayı tanıyor. Tıpkı Hafize Hanım gibi. Elbette o da küresel ekonominin kriterlerine uygun olarak yetişmiş biri. İngilizceyi ise Türkçeden daha iyi kullanıyor.

Akil bir karşılaştırma sonucu Cevdet Bey’in atanması gerekirken ve tüm piyasalar bu kararı beklerken yine siyaset girdi devreye. Cevdet Bey’in en önemli eksiğini ortaya çıkardı. Beyefendi yıllardır Türkiye’de çalışmasına üstelik bir dönem kamuda görev yapmış olmasına karşın siyasilerle içli dışlı olmamış, her daim mesafeli kalmıştı. Üstelik iktidar partisi ya da ortaklarından birinde çalışan, yöneticilik yapan bir yakını da yoktu. Onun bu özelliği bir sakınca olarak görüldü siyaset tarafından. Başkanlık görevine atanacak kişinin AK Partili olması gerektiğini düşündü siyaset.

Fatih Karahan bu nedenle seçildi.

Daha atama kararnamesinin mürekkebi kurumadan hakkında söylentiler başlamıştı “FG Cemaati mensubu” diye, muhalefeti destekleyen medya organlarında. Elbette sosyal medya köpürdü bu bilgi (!) ile. Ne de olsa Pennsylvania’da doktora yapmıştı. Haberi duyuran Halk TV sunucusunun öyle bir anlatımı ve bu anlatımı destekleyen öyle bir beden dili vardı ki, “dilini de bedenini de eşek arısı soksun” dedirtti bana.

Muhalif medya Merkez Bankası yeni başkanının cemaat mensubu olduğu bilgisini verirken onun Pennsylvania’da doktora yapmış olmasının yanında Today’s Zaman adlı gazetenin, bu kuruma devlet tarafından el konulmadan önceki son genel yayın yönetmeni olan Sevgi Akarçeşme ile yine cemaatin yazarlarından Fuat Baran’ın tvitlerine dayandırdılar yorumlarını. Her iki tvit de Can Dündar tarafından RT edilmişti. Ancak konuya böyle bir yaklaşım getirenler Fatih Karahan eğer gerçekten cemaat mensubu ise neden kendi yol arkadaşları tarafından deşifre edildi, sorusunu sormadılar kendilerine.

Cemaat mensubu balonu çabuk söndü. Çünkü Karahan’ın 16 Temmuz 2016 sabahı saat 06’da attığı tvit çıktı ortaya:

“Bugün Türk Milleti destan yazdı. Çanakkale geçilmez dedi”

Bir günde taraf değiştirmez insan, demek cemaat mensubu değilmiş. Ya da çok zayıf olan cemaat ilişkisini önceden kesmiş besbelli.

Bu durum ortaya çıkınca birden ağız değiştirdi muhalif medyanın her ay banka hesaplarına bol sıfırlı meblağlar yatırılan meşhurları. Derhal Merkez Bankası yeni başkanının AK Partili olduğunu, bu değişimin faiz konusunda politika değişimine işaret ettiğini, kısa bir süre içerisinde faiz indirimine gidileceğini “Nas” politikasına dönüleceğini söylemeye başladılar. Zaten Hafize Hanım da bu politika değişimine karşı çıktığı, yerel seçimler öncesinde kesenin ağzını açmak zorunda olan iktidarın para basma yönündeki baskılarına boyun eğmediği için görevden alınmıştı. Biraz daha gayret etseler “kahraman” ilan edeceklerdi kadını. Saçmalamanın bu kadarına pes demeden önce bir fikir geldi aklıma şu muhalefetin ünlü medya mensuplarını istihdam edip gazetelerde, TV kanallarında ve YouTube’da saçmalamasını sağlayanlara bir önerim olacak. Beni işe alsınlar. O anlı şanlı medya mensuplarına ödedikleri paranın yarısına çalışır ve onlardan çok daha iyi saçmalarım isterlerse ☺

Şakayı bir kenara bırakacak olursak Bir gün içerisinde iki farklı yorum geliştiren anlı şanlı medya mensuplarının iddialarının aksine Fatih Karahan ne cemaat mensubu idi ne de bu atama faiz politikasının değişeceğinin işareti. Buyurun işin aslını birlikte izleyelim:

Fatih Bey cemaat ile tanışmış olabilir. Henüz çok genç yaşlarda bir lise öğrencisi iken. Beyefendinin üniversiteye hazırlanmış olduğu yıllarda henüz Kartal İmam Hatip Lisesi dünyanın en saygın eğitim kurumu (!) olmamışken bu FG cemaatinin kurmuş olduğu FEM Dersanesi lise birinci ve ikinci sınıf öğrencileri arasında yaptığı deneme sınavlarında yüksek başarı gösteren öğrencileri tam burslu olarak kuruma kabul eder, onları özel bir sınıfta toplar ve özel olarak eğitirdi. Amaç ise bu gençlerin yüksek puanla öğrenci kabul eden üniversitelere girişini sağlamak ve öğrenimleri sonrası devlet kadrolarına intikallerini gerçekleştirmekti. Bu yolla pek çok öğrenci yetiştirildi ve BOUN, ODTÜ gibi gözde üniversitelerin öğrencisi olmaları sağlandı. Hayır, o yıllarda daha AK Parti kurulmamıştı, cemaat ise sınav sorularını önceden elde edecek kadar güçlü değildi devlet içinde. Yani bu gençler gerçekten başarılı insanlardı ve aldıkları özel eğitim sayesinde başarılı oluyorlardı üniversite giriş sınavlarında.

Özel eğitime gelince, bu iş biraz karışık. Sadece sınav konuları değildi bu gençlere verilen. Söz gelimi 31 Aralık’ta “yeni yıl kutlaması” için bir araya geliyorlar ve Mekke’nin fethini kutluyorlardı. Sömestr tatilinde ise ülkenin dört bucağından seçilen en başarılı öğrenciler ödül olarak cemaatin İstanbul ve Ankara’da kurulu kamp merkezlerine alınmakta, burada ders ve şehir gezileri ile birlikte dinî sohbetlere ve toplu namaz seanslarına katılmakta idiler.

Merkez Bankası yeni başkanının lise son sınıfta iken böyle bir süreci yaşamış olması olası. Olası çünkü aile yapısı gencin böyle bir süreci yaşamasına izin verecek nitelikte.

Babası Dr. Servet Rüştü Karahan’ın poligam olduğu da biliniyor, yaşamını paylaştığı partnerlerinin bu durumdan şikâyetçi olmadıkları ve birbirlerini kabullenmiş oldukları da. Niyetim özel yaşamları kurcalamak değil elbette. Ancak bu yapı Fatih Bey’in nasıl bir aile ortamında yetiştiğini göstermesi bakımından önemli.

Mecliste çoğunluğa sahip partinin kuruluş aşamasında öne çıkan isimlerden biri de Hasan Murat Mercan. Önemli katkılar yapıyor kuruluş aşamasında, bu çabalarının karşılığında ise iki dönem milletvekili oluyor sonrasında ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı. Ardından Tokyo’da TC büyükelçisi. Diplomatlık pek hoşuna gitmiş olmalı, Tokyo sonrasında Washington’da büyükelçi oldu. Bu görevi 12 Ocak 2024’te sona erdi. Görevi sona erdi ama parti içindeki saygınlığı devam etmekte. Damadı Alpaslan Bayraktar’ı armağan etti tek adam kabinesine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak.

Neden mi yazdım bunları? Hasan Murat Mercan, Merkez Bankası’nın çiçeği burnunda başkanının dayısıdır da ondan.

Tekrar babaya dönelim. Dr. Servet Bey de partinin sadık bendelerinden. Hayli emeği var partide. O da milletvekili olmak istemiş ancak özel yaşamındaki durum nedeni ile bu talebi kabul görmemiş. Partinin henüz gerçek kimliğini açığa çıkarmadığı ilk yılları. Bu aile yaşamının açığa çıkması partiye zarar verebilir diye düşünmüş olmalılar.

Lakin Reis Bey’in huyudur; hiçbir hizmeti karşılıksız bırakmaz. Servet Bey de aldı hizmetlerinin (!) karşılığını. Önce SSK Okmeydanı Hastanesi’nin başhekimi bir yıl sonra da SSK Sağlık İşleri Genel Müdürü oluverdi. Bu görevde iken bir yandan da Kızılay başkanvekili idi.

2006 yılında Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğü oldu Baba Karahan’ın genel müdür olduğu kuruluşun adı. Yetkileri genişledi. Sadece SSK değil, BAĞ-KUR ve memur emeklilerinin de sağlık hizmetlerini yönetti. Bu hizmetlere yönelik ihaleleri gerçekleştirdi milyarlarca liraya hükmetti. Milletvekilliğini ne yapsın?

2021’de emekli oldu baba Karahan. Bugünlerde Bakırköy’de bir muayenehanesi var. Ayrıca Küçükçekmece’de faaliyet gösteren BHT Clinic İstanbul Tema Hastanesi kadrosunda görev yapıyor. Bunlara ek olarak bir de Uşak’ta kurulu Kanyon Koleji başkanlığını üstlenmiş. Yetmişine gelmiş biri için hayli yoğun bir yaşamı var ☺

Babası, dayısı ve dayısının damadı böylesine AK Parti ile iç içe geçmiş biri Fatih Karahan.

Şimdi bir düşünün. Aileden Ak Partili üstelik yıllarca ABD’de yaşayıp çalışmış, dolayısı ile küresel finans çevrelerinin eğitimini almış biri varken başka aday aranır mı TCMB Başkanlığına?

Peki, bundan sonra nasıl bir politika izleyecek Merkez Bankası?

Muhalif gazetecilerin ve bir kısım muhalif ekonomistin (!) iddia ettikleri gibi “Nas” uygulamalarına dönülmeyecek. Böyle bir uygulama siyasi iktidarın sonu olur. Ancak yakında seçimler var, kesenin ağzı biraz açılıp seçmene bir parmak bal vermek gerek. Bu durumda yapılacak iş belli. Şubat ve mart aylarında TCMB faiz artırımına gitmeyecek. Kredi kartı faizleri de sabit kalacak. Bir ihtimal nisan ayında da devam edecek bu politika. Bu arada yabancı paraların TL karşısındaki değerlenmeleri de kontrol altında tutulacak. Bu durum elbette küresel finans çevrelerinin Türkiye’den beklentileri ile çelişkili. Onların beklentilerinde meydana gelecek kayıplar mayıs ayından itibaren telafi edilecek. Dolayısı ile Mayıs 2024’ten itibaren yeni bir faiz arttırma, yabancı paraların değerinde yükselme, kredi kartı kullanımında yeni sınırlamalar gelecek. Bu gelişmeler OVP’de revizyon yapılmasını gerektirecek. Temmuz 2024’ten itibaren bekleyebiliriz bu revizyonu. Elbette revize hedefler de tutmayacak. Gerçekte neler olabileceğini görebilmek için IMF, World Bank Group, Morgan Stanley, JP Morgan Chase gibi kuruluşların 2024 yılı analizlerine göz atmak gerek.

Sözünü ettiğim kuruluşların raporlarından yola çıkarak yaptığım tahmin ise 2024 yılı sonunda Amerikan Doları’nın 45-50 TL, politika faizinin ise %55-60 arası bir yerde olacağı.

Fatih Karahan ne kadar kalır bu koltukta, diye soracak olursanız, 2025 yılını göreceğini rahatlıkla ifade edebilirim. Sonrası ise ülkede yaşanacak olan gelişmelere bağlı.

* First Republic Bank, ABD’de faaliyet gösteren en büyük bankalardan biri idi. 1 Mayıs 2023 tarihinde iflası açıklandı. Banka JP Morgan’a satıldı. İflasın açıklanmasından bir hafta önce 24 Nisan 2023’te ABD’de polislerin emeklilik planlarını yöneten bir kurum olan City of Hollywood Police Officers’ Retirement System tarafından bankanın eski sekiz yöneticisi hakkında dava açıldı. Davalılar arasında Hafize Gaye Erkan da var. İflas sonrasında bankanın pek çok müşterisi de davacı oldu. Aralarında Hafize Gaye Erkan’ın da bulunduğu kişilere yöneltilen suçlama ise “Periyodik olarak yayınlanan raporlarda yanlış bilgiler vererek yatırımcıları yanlış yönlendirmek, bankacılık yasalarını ihlal etmek” olarak özetlenebilir. Davanın görülmesine eylül ayında başlanacak.

** Adı geçen şahsın bu makama gelmesinde kuşkusuz siyasi duruşunun da önemli bir rolü olmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta şahsın uzun yıllar süren bir görev sürecinin ardından Merkez Bankası başkanı koltuğuna oturduğu, bir başka anlatımla paraşütle indirilmediğidir.

*** Fatih Karahan, ağırlıklı olarak farklı sektörlerdeki istihdam ve ücret verilerini inceleyerek yatırım yapacak gelir düzeyinde olanları tespit edip bu kesimlere yönelik bankacılık ürünleri (yatırım fonu, yüksek faiz getirisi, ek avantajlar sağlayan kredi kartları vb.) geliştirmekte idi.

Ciddi olalım lütfen! Ekonomi konuşuyoruz

Ekonomi ciddi bir konudur. Öyle gözlerini kapatınca varlığını unutacağınız “şey” değildir. Siz her ne kadar “ben düşünmüyorum, demek ki sen de yoksun” deseniz de, ekonomi, gelir size çarpar ve acıtır. Demek ki ekonomi, ciddi bir konudur ve öyle konuşulması gerekir. Mesela ekonomi konuşurken gülmek, sizin kredi notunuzu düşürür. Ya da ekonomi konuşurken yanlış bir pozisyonda oturuyorsanız, bu sizin “piyasa değerinizi” etkiler. Damat’tan hatırlayın lütfen, ekonomi konuşurken Damat Berat, son derece kavisli el hareketlerine boyun ve baş hareketleri ekliyordu. Peki ne oldu? İşte olmadı. Ciddi iştir ekonomi. Mesela asgarî ücret konusunda konuşmak “ekonomi” konuşmaktır. Türk-İş Başkanı, asgarî ücretin açıklanacağı toplantıya, “katılmak istemez ama fotoğraf karesinde olmaktan da mutluluk duyar” gibi tarif edilebilecek çelişkili hâllerin vereceği “kıvraklıkla” katılınca, piyasa değeri düşmüştür. Artık onun işi zor.

Hele ki borsa ve finansal oyunlar alanı ne denli gelişmiş ise, ekonominin hapşırmaya olan duyarlılığı çok ama çok artıyor. Diyelim siz dedikodu yapıyorsunuz ve komşu kızını çekemiyorsunuz, eğer borsa çok gelişmiş ise, eğer komşu kızı baştan aşağıya iyi CV’li bir “ekonomik varlık” ise, onun geleceğini çok ama çok ciddi bir şekilde etkiliyorsunuz demektir. Borsa ve kumarhane kapitalizminin dedikoduya duyarlılığına “kıskançlık katsayısı” diyebilir miyiz? Sakın bunu burjuva iktisatçılarımız duymasın, hemen böyle bir katsayı keşfederler.

Aslında buraya kadar söylediklerimiz size şaka gibi gelebilir ama elbette değil. Biz Kaldıraç Hareketi’yiz ve onun bir neferi olarak, böylesi ciddi konularda, ayda bir kere yazı yazacaksak, tabii ki ciddi yazarız. Size şaka gibi gelmiş ise, bu durumun trajikomik olmasından kaynaklanmaktadır, yoksa bizim tutumumuz bu değil.

Denilir ki, “savaş, siyasal çıkarların yoğunlaştırılmış hâlidir”, “savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir.” Ve yine derler ki, siyaset ya da size daha hoş geliyorsa politika, ekonomik çıkarların özlü biçimde ifadesidir. Yani eninde sonunda iş gelir ekonomiye dayanır. İnsan kendi yaşamını sürdürmek için çalışmak zorundadır ve bu çalışma, sınıflı toplumlarda zorunlu (meta zoru veya kırbaç zoru fark etmez) çalışmadır. İşçi ve emekçiler, içinde yaşadığımız kapitalist toplumda, çalıştıkları hâlde yaşayamaz, insanca yaşayamaz hâldedirler. Hayatı üreten işçi ve emekçilerdir ama onlar bu “hayat”ın kırıntılarına mahkûm yaşarlar. Ve gözlerini kapatarak, bu ekonomik gerçeklikten, toplumun sınıflara bölünmüş hâlinden, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet gerçeğinden kurtulmak mümkün değildir.

Konu “ülke ekonomisi” olduğunda, durum biraz olsun komik hâle gelir. Mesela devlet, burjuvaların kasalarını dolduran paraları, tekellerin, holdinglerin kârlarını “ülke ekonomisi” olarak ilan ederler. Derler ki, her kişiye yıllık mesela 11 bin USD gelir kaydedilmektedir. İstatistik, her bilim alanında önemlidir. Ama istatistikî yalan, sadece ve en etkili şekilde ekonomi alanında vardır.

Yalanın tür ve dereceleri vardır: pembe yalan derler ya da düz yalan. Kuyruklu yalan daha kötüsüdür ve gelişmişidir. Ve en gelişmişi, istatistikî yalandır ve rakamlara dayalı olduğu varsayıldığı için, işçi ve emekçiler için en büyük yalandır.

11 bin USD yıllık gelir, elbette 4 kişilik bir aile için 44 bin USD demektir, bu da 1.300.000 TL’den fazla gelir demektir. Oysa gerçek, ocak sonu alınan maaşla, 17.000 x 12 = 204.000 TL yıllık gelirdir. Eğer aileden 2 kişi çalışıyorsa, bu durumda 408.000 TL yıllık gelir anlamına gelir. İşte size gurur kaynağı olan fert başına düşen milli gelir.

Mesela bize “ulusal çıkar” denildi mi, biz, dünyanın tüm işçileri biliriz ki, bu koskoca bir yalandır ve yalanın çerçevelenmiş hâli olarak, devletin her kurumuna asılıdır. Hiçbir burjuva devletin, çerçevelenmiş yalan olarak “ulusal çıkar”dan daha önemli bir fotoğrafı yoktur ki devlet ofislerini süslesin.

Bizim gibi bir ülkede, bu durum biraz daha çıplak hâle geliyor.

İki nedeni vardır: İlki Türkiye sömürge bir ülkedir ve sömürge bir ülkede “ulusal ekonomi” çok daha komik hâle gelmektedir. Mesela tarım politikalarını belirlemek için Cargill firmasının, bu uluslararası tröstün, Erdoğan’ın koltuğunun altına 4 kere “yasa paketi” koymuş olması bu durumdur. Cargill, kendi ülkesinde kendi çıkarlarını “ulusal çıkar” diye yutturabilir. Bunu her kapitalist ülkedeki tekeller zaten yapıyorlar. Ama sömürge bir ülkede, Amerikalı Cargill’in “ulusal çıkar” adına yasalar çıkartması, daha özel bir durumdur. İşte bu durumda “yerli-milli ekonomi” dediklerinde, gerçekten Cem Yılmaz’ın iş bulması mümkün olmaktan çıkar. İş bulabilir ama işini hakkı ile yapacak olsa kodese doğru yola çıkmış demek olur. Demek ki, ilki sömürge ülke olmaktan kaynaklı bir özel hâl vardır. İkincisi, ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizdir. Dünya kapitalist sisteminin krizlerini de ithal eden Türkiye ekonomisi, aslında iflas etmiştir. Mesela Arjantin’in yeni Neonazi başbakanı, artık Merkez Bankası’na (MB) ihtiyaç yoktur derken, sadece açık davranmaktadır. Para birimini de ABD Doları hâline getirmek istemesi, Arjantin “ulusal ekonomisi” için, son derece faydalıdır. Ne diyelim? Yine iş komikleşti, trajikomik hâldir bu.

Bizde bu trajikomik durum, her alanda farklı etkilere neden olmaktadır. Mesela birileri dolarları nerelerine sokacağını şaşırdığı için YouTuber hâline gelirken, milyonlarca insan açlıkla boğuşmaktadır ve buna “ülke ekonomisi” denilmektedir. Utanmazca cümbüşler yapanlar, araçlarda pudra şekeri çekenler sesleri çıkanlardır, zira para onlardadır. Milyonlarca insan, nüfusun belki %85’i ise açlıkla, işsizlikle boğuşmaktadır ve sessizdirler. Az sayıda zenginin kahkahaları, on milyonlarca yoksulun sessizliğini bastırmaktadır. Az sayıda kişi parayı ne yapacağını bilemez hâlde iken, on milyonlarca insan onlara hayranlıkla bakarak kırıntılar toplamaya çalışmaktadır. Onlar her şeyi çalıp yağmalarken, ekmek çalan çocuklar yargılanmakta, dövülmektedir. İşte size “ulusal birlik” ve büyük “ülke ekonomisi” kavramı.

Biz bunu, Kaldıraç Hareketi olarak yazdık. Dedik ki, ülke ekonomisi iflas etmiştir ve bu nedenle, alacaklılar bir “uluslararası konsorsiyum” oluşturmuştur. Bunun anlaşması, Mart 2023’te yapılmış olmalıdır, seçimlerden önce olduğu kesin. Bu uluslararası konsorsiyum, bazı gelirlere el koymuş, ilave vergiler ve haraçlar devreye sokmuştur. Ve bu işi yapmak için, yeni Erdoğanlı kabineye güvenmediklerinden, iki memur atamışlardır. Biri Mehmet Şimşek’tir. Kendisi birkaç vatandaşlığı olan birisidir ve daha önce görevinden alınmıştır. İkincisi ise yeni bir isimdir. Kadındır. Ve anne olduğunu yeni öğreniyoruz. Hafize Gaye Erkan’dır ve MB’nin başına getirilmiştir.

Baş ekonomist, her şeyin başı Erdoğan, MB için bir “bayan” bulduğunu söylemiştir. Ama doğru olduğu konusunda şüpheler var. Onu acaba, o mu bulmuştur? Kendisine “önerilmiş” midir? Efendilerin “önerileri” acaba emir denilen şeyin daha sert hâli midir?

Biz söyledik, bu iki isim, uluslararası konsorsiyumun elemanlarıdır. Öyle olduğu anlaşılıyor.

CHP, Kemalist devlet kadroları olduklarını ilan etmiş olanlar, birçok gazeteci, Saray Rejimi’ni “liyakatsizlik” ile suçlamaktaydı. Ama bu iki ismi, “liyakatli” olarak ilan ettiler. Koskocaman CV’leri vardı.

Hırsız için en layık kişi, hırsızlık konusunda deneyimli kişidir. Yalancı için en layık kişi, yalanı efendisinin çıkarına söyleyebilendir. Saray Rejimi’nin her kadro atamasının liyakatsizlikle suçlanmasını yanlış buluyoruz, dahası “ucuz”dur da. Ucuz espri cinsinden ucuz değerlendirmedir. Çünkü Saray için en uygun kadrolar, bugün zaten var olanlardır.

Ama CHP ve Kemalist kadrolar, onların etrafındaki uzmanlar, aslında Gaye Hanım ve Şimşek Efendi’yi liyakatli ilan ederken, kendilerinin de bağlı olduğu uluslararası sermaye cephesinden işe bakmaktadırlar.

Ama ne yazık ki Gaye Hanım ile ilgili dosya erken patladı. Kim bilir, belki de Saray’a alternatif olacağı düşünülmüş olabilir. Kim bilir, belki de birilerine dokunmuştur. Ama sonuçta durum ortada. Bu bir “ulusal ekonomi” yaklaşımı olarak komik bir filmdir. Artık trajedi bölümünün önemi yok, ne de olsa “acıların çocuğu” olma hâli yaygındır. Ve izninizle, konuyu son derece ciddi bir tarzda ele almaktan yanayız.

Ahmet Hakan, Saray’ın prestiji için çalışmaktadır. Bu nedenle Emine Erdoğan ile, “harem” üzerine röportaj yapmıştı. Emine Hanım, bu röportajda, “Harem, bir eğitim kurumudur” demişti. Ahmet Hakan, elbette, bu durumda “efendim harem bir eğitim kurumu ise baş öğretmeni kimdir” diye sormamıştır. Uygundur, Ahmet Hakan tarzı gazetecilik budur.

Ama Ahmet Hakan, Gaye Hanım’la bir röportaj yapmıştır. Gaye Hanım, bu röportajda, aslında devlet memuru gibi konuşmamıştır. Öyle ya, MB Başkanı bir devlet memurudur ve doğrusu sadece MB kararları hakkında konuşur. Ama Gaye Hanım, bu röportajda, apartman yöneticisi hakkında konuşmuştur. MB Başkanı, TÜİK’e karşı apartman yöneticisinin bakış açısı ile konuşmayı seçmiştir. Halkçı diyecektik ama olmadı. Apartman yöneticisi yerine, apartmanın kapıcısı seçilmiş olsaydı, belki olurdu. Gaye Hanım, İstanbul’da kiraların Manhattan’dan pahalı olmasını saçma bulduğunu söylemiştir. Ve Gaye Hanım, Manhattan’da yaşama hayaline karşılık, burada, İstanbul’da evsiz olduğu için babasının evinde kaldığını ilan etmiştir. Gazeteci kılıklı kişi sormamıştır, şu adresteki ev sizin değil mi, dememiştir. Ama Ahmet Hakan, hâlâ yazmaya devam etmekte iken, Gaye Hanım’ın evi olduğu ortaya çıkmıştır.

Bununla kalmamıştır.

Gaye Erkan, annesi ve babasını “makam odası” ile onurlandırmıştır. Öyle ya, biricik kızları MB Başkanı olmuş iken, onlara bir “makam odası” vermesin mi? Vermiştir. Babası, bir kişiyi, Büşra Hanım’ı işten çıkartmıştır. Demek babası etkindir. Büşra Hanım da demek ki devlet memuru değildir. Taşeron firmada çalışmaktadır. Demek ki Merkez Bankası’nda taşeron firma elemanları çalışmaktadır.

Gaye Hanım’ın bir bebeği olduğu ortaya çıkmıştır. Bebek 15 aylık veya 3 yıllık gibi konuşulmaktadır. Bebeğin bakıma ihtiyacı vardır. Emzirme sorunu da var mı henüz net değil. Ama Uğur Dündar, Hafize Gaye Erkan’a sahip çıkarken, bir anne olduğunu vurgulamıştır. Gören de der ki, Uğur Dündar, her annenin emzirme hakkı için, çocuklarını işyerine getirmesini savunmaktadır. Oysa kreş diye bir şey var. Bir tekstil fabrikasında çalışan annenin, kreşe verecek parası olmayabilir. Ama Gaye Hanım’ın böylesi bir parası olma ihtimali vardır. Diyelim ki devletten aldığı para yetmiyor, aylık 160 bin TL imiş, peki ama acaba uluslararası konsorsiyumdan aldığı para da mı yetmiyor?

Gördünüz mü durum ne kadar ciddidir.

Hafize Hanım zor durumdadır.

Mesela ekonomist Zelyut, istikrar adına Hafize Hanım’ın uyarılmasını, görevden alınmamasını savunmaktadır. Çünkü liyakat sistemine uygundur diyecek ama olmuyor. İkaz ile yetinilmeli yoksa ülke ekonomisi mahvolur, diyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu görüşü Dündar da paylaşıyor. Yani, uluslararası konsorsiyum devrededir.

Hafize Gaye Erkan, bu sırada ABD’deymiş. Söylentilere göre, kendisi orada para arıyordu. 23 Aralık 2023’te gitmiş Amerika’ya ve o tarihler, Christmas tatilidir ve 2 Ocak’a kadar her yer kapalıdır. Yani, para bulma görüşmeleri olsa olsa 2 Ocak 2024’te başlayabilir. Ülkeye 1 ay sonra dönmesi söz konusudur. Herhâlde bebeği de yanındadır ve herhâlde Uğur Dündar’ın anne Gaye Hanım vurgusuna uygun olarak, annesi ve babası da onunla birliktedir. Bunları henüz bilmiyoruz.

Şimdi, Hafize Hanım, acaba, adına çalıştığı uluslararası konsorsiyumun kendisine sahip çıkmasını mı bekleyecektir? Çünkü “yasal haklarımı arayacağım” demiştir. Yasal haklar, muhtemelen sözleşmeyle belirlenmiştir. Acaba Hafize Gaye Erkan’ın sözleşmesinde hangi haklar vardır? Mesela kreş hakkı var mıdır? Mesela emzirme izni var mıdır? Gaye Hanım, babası ve annesi ile birlikte sendikalı olacak mıdır?

Öyle anlaşılıyor ki Hafize Hanım, bir kişiyi görevden almış ama bu kişi Kartal İmam Hatip mezunu imiş. Bu nedenle onu tekrar göreve iade etmiştir. Bilal Oğlan baskın çıkmıştır. Acaba Hafize Hanım, haklarını almak için gideceği mahkemede bu konuyu da gündeme getirecek midir?

Acaba anayasa mahkemesi konusunda konuşurken Bahçeli, AYM kapatılsın diyebildiğine göre, MB kapatılsın da diyebilecek midir? Öyle ya, Arjantin örneği oradadır. Öyle ya, kara para ekonomisi, MB’nin büyüklüğünün kaç katı hâline gelmiş durumdadır. Ülkenin GSMH’sinden daha fazla kara para ortadadır.

Saray Rejimi, artık biliyoruz, parlamentonun süs, dekor hâline gelmesi hâlidir. Saray Rejimi, tüm burjuva partileri gereksiz hâle getirmiş, hepsi tek bir partinin şebekesi hâline getirilmiştir. Saray Rejimi, iç savaş hukukunu uygulamaktadır. Dışarıda ve içeride savaş hâli, son kabine ile daha da geliştirilmiştir. Saray Rejimi yeni kabinesi ile tam bir savaş kabinesi hâline gelmiştir.

Saray Rejimi, son seçimlerden sonra, ekonomiyi uluslararası konsorsiyuma teslim etmiştir. Bu uluslararası konsorsiyum için önde olan şey, borçların tahsili ve buna bağlı işlerdir. Savaş için tetikçi bir devlet ile, ekonominin uluslararası konsorsiyumun denetimine alınması hâli birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. ABD’nin Filistin savaşı ile Ortadoğu planları daha da hızlanmış, birçok güçlük oluşmuştur. Bu durum, TC devletini de etkilemektedir. İran’a savaş konusunda görevlerini yerine getirmesi, dün kadar kolay değildir. Bu durum, birçok şeyi de etkilemektedir. MB’deki durum da bunun içindedir. ABD’nin yeni zenginler yaratma, bu doğrultuda yağma politikalarının bir yan ürünü, Erdoğan ailesinin kasalarını doldurmasıdır. Buna, katlanılması gereken maliyet diyebilirsiniz. Bu durum, tüm yönetim kademelerinde bir çürüme, yağma ve rant politikalarına, savaş politikalarına uygun olarak pay alma sürecini beraberinde getirmiştir. Demek, Gaye Hanım da bu sürece erkenden alışmıştır.

Şimdi, bazı uzmanların, anlaşmalara uygun olarak Gaye-Şimşek ikilisinin görevde kalmasını istemesi anlaşılırdır. CHP tayfası ve onun ardındaki Kemalist diye anılan kadroların bu anlaşmalara uygun davranması, “ulusal ekonomi” vurgusunun ardına saklanılması boşuna değildir. Görevleri ve işleri budur. Bunun için, bu kadroları “liyakatli” diye adlandırıyorlar. Uluslararası sermayenin her kararını kabul ederek, bir çeşit ulusal ekonomi yaratılamaz, yalandır.

Bu çürüme hâlidir.

Bu çürüme hâli, başka alanlarda da kendini açık biçimde ortaya koyacaktır. Tarikatlar, uluslararası uyuşturucu şebekeleri vb. her alanda etkilerini göstermektedir. Bunun daha azalması değil, artması söz konusu olacaktır. Egemenin bunalımı, tüm toplumu sarmaktadır, sadece devlet kurumlarını değil, yaşamın her alanını bu çürüme kirletmektedir.

Tekrar söylemek gerekir: Saray Rejimi’nin niteliğini doğru kavramadan, olup biteni anlamak da mümkün değildir. Nüfusun %85’i ile bir avuç, para sahibi, mülk sahibi arasında sürmekte olan sınıf savaşımı, üzerini neyle örtmek isteseler istesinler, kendini daha açık biçimlerde ortaya koyacaktır. Gerçek, işçi ve emekçilerin yaşamlarının içindedir. Bu yaşamı, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin yaşamını yokmuş gibi kabul ederek, havada bir ekonomi üzerine tartışma, hiçbir açıdan ciddi değildir, komiktir.

Egemenin kendi içindeki kavgaları sürecektir. Ama bizim, biz devrimci sosyalistlerin gözü direnişte olmalıdır. İşçi sınıfının, kadınların ve gençlerin, dünyanın her yerinde direnenlerin, Kürt hareketinin direnişidir belirleyici olan. Çıkış, işçi sınıfının önderliğinde gelişecek direnişlerdedir. Bu direnişler, geleceği kazanmanın tek yoludur. Saray Rejimi’ni yerle bir etmeden, bu baskı ve zulme, bu çürümeye son vermek mümkün değildir.

Saray Rejimi, restorasyon ve devrimci mücadele

Yerel seçimlerin öncesindeyiz. Ve bu nedenle, başlığı şöyle atmış olsak, “Saray Rejimi seçimle gitmez” desek, doğru bir söz olduğu hâlde, yanlış bir sonuç algılanabilirdi. Bu nedenle, başlığı böyle koymadık.

Koymadık çünkü yerel seçimleri, bu yerel seçimleri, boykot etmenin bir anlamı yoktur. Evet, özellikle Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanlarının yerine “kayyum” politikası artık neredeyse yerleşik hâle geldi. Soylu öyle diyordu; “bir beş yıl daha kayyum olsa, halk alışır” anlamına gelen sözler söylemişti. Böyle düşünüyorlar. Ama buna rağmen, yerel seçimler, genel seçimlerden çok daha farklıdır ve işçi sınıfı ve devrimci cephe açısından, abartmamak üzere, sonuçlar elde etmek çok da olanaklıdır.

Abartmamak üzere diyoruz çünkü “belediyeler üzerinden” bir kurtuluş yolu da yoktur. Tarihte benzer arayışlar olmuştur, bir çeşit “belediye sosyalizmi” hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ama ne Türkiye öyle bir ülkedir, ne de devir o devirdir.

Yerel seçimler, kitlelerin sisteme karşı daha örgütlü bir mücadeleye hazırlanması için büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle de, küçümsenemezdir.

Ama bizim esas tartışma konumuz Saray Rejimi, 28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Saray Rejimi’nin “güçlendirilmesi” yani “restorasyonu”, bu sisteme karşı mücadeledir.

* * *

28 Mayıs 2023 seçimleri, gerçek anlamı ile bir ilkokul müsameresiydi. Yani, bir seçim olmaması bir yana, bir “tiyatro” düzeyinde anılamayacak kadar düzeysiz, pervasız, hileli bir seçim idi. Bugün, iktidarda, bu “pervasızlık” her alanda görülmektedir.

Mesela asgarî ücret meselesini ele alın. Çok pervasızcadır ve işçi sınıfından korkmadıklarının ilanı gibidir. Mesela emekli maaşı tartışması, tam bir pervasızlık ve işçi ve emekçilerden korkmadıklarının göstergesidir.

Mesela Erdoğan, şubat başında, yani depremin 1. yıldönümüne birkaç gün kala, Hatay’a gidip, yerel adaylarını açıklama etkinliğinde, aynı pervasızlıkla konuştu. “Merkezî yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma hâlinde olmazsa, o şehre herhangi bir şey gelmez.” Özetle, yerel seçimlerde bize oy vermediğiniz için, yerel yöneticilerinizi bizden seçmediğiniz için, şehrinize yardım gelmedi, gelmez, dedi. Soruyor Erdoğan, “Hatay’a yardım geldi mi” yanıt dinleyenlerden “hayır.” Buna itiraf diyebilirsiniz. Öyledir de. Tehdit de etmektedir. Eğer yardım istiyorsanız, bizim adayımızı seçin, diyor. Doğrudur da, tehdittir. Ama bu pervasız tutumun göstergesidir.

Şöyle sorabiliriz: Acaba iktidar, muhalefetten, kitlelerden, işçi sınıfı ve emekçilerden hiç mi korkmuyor, yoksa artık hiçbir konuda frenleri mi tutmuyor?

Sorudur ve yanıtı gereklidir.

Ama önce bu pervasızlığı biraz daha açalım.

Can Atalay davasını ele alalım. Kendisi TİP’ten seçilmiş bir milletvekilidir. Can Atalay, Gezi Direnişi’nin katılımcılarındandır ve bu hattı savunduğu için içeri alınmıştır. Ama o içeride iken, yasal bir parti olan TİP’ten milletvekili adayı olmuştur. Seçilmiştir. Milletvekili olmuştur. Bu durumda, doğal olarak hapisten çıkması gerekiyordu. Yoksa zaten adaylığının kabul edilmemiş olması beklenirdi. Seçilmiş bir milletvekili, hapiste olunca, durum çetrefilleşmeye başladı. Anayasa Mahkemesi (AYM), Atalay davasında “hak ihlali” kararı vermiştir. Anayasaya göre, en yüksek yargı organı AYM’dir. Ama alt mahkemeler, AYM’yi tanımamıştır. Erdoğan ve Bahçeli başta olmak üzere saray erkânı, hep birlikte, AYM aleyhinde kampanyalara başlamıştır. O kadar ki, birçok kişi, acaba yeni bir Danıştay saldırısı mı gündeme gelecek diye sosyal medyadan yazmaya başlamıştır. Saray’ın tutumu “pervasızca”dır. Biz iktidarız, istediğimizi yaparız tutumunun daha ilerisidir bu.

AYM, ikinci kere aynı kararı vermiştir. Ve bu kez, iktidar, daha kestirme bir yol bulmuştur. “Pervasızca”, Can’ın milletvekilliği düşürülmüştür. Atalay bu durumu önceden karşılamıştır: Burada kalıcı olduğumu biliyorum ve öyle mücadele edeceğim, demiştir. Devlet de, o hâlde “milletvekilliği düşürülsün” demiştir. Ama bu durumda ortaya bir sorun çıkıyor: Can Atalay’ın milletvekilliği düşürüldüğüne göre, demek ki milletvekili imiş. Öyle ya olmamış olsa, düşürmezlerdi. Demek ki, milletvekili ve hapiste olmak konusundaki yasalar da önemsizmiş. İşte size bir pervasız tutum daha.

Saray erkânı, eski dünyada, mesela 1700’lerin öncesinde, ülkenin gerçek durumunu kraldan saklamak için görevlendirilmiş insan topluluğu olarak tarif edilebilirdi. Elbette, kralın da bu gerçekliği görme konusunda ısrarcı olduğu hiç söylenemezdi.

Ama modern dünyamızda, mesela bizim ülkemizde, başındaki tacı “soy”dan gelmeyip de ABD tarafından giydirilmiş olan kolpacı padişahın sarayındaki saray erkânı, böyle tarif edilemez. Onların işleri biraz daha kapsamlı ve daha çok yönlü. Saray erkânı, bir yandan ABD ile pazarlık etmek, ABD adına tetikçilik ederken pazarlıktan geri durmamak, bu arada “elemtere fiş kem gözlere şiş” metodu ile ceplerini doldurmak, tüm bunları Reis’ten saklamak, sürekli takdir alacak yazılar yazarak Saray’ın gözüne girmek, her açıdan yeni rant alanları yaratmak, ABD tarafından belirlenmiş muhalefet yapacak olanları her ihtimale karşı kontrol etmek, koruma ve hafiye alayları oluşturmak, Reis’in sürekli orada olmasını sağlayacak önlemler almak, onun her açıklamasını düzeltmek ve her düzeltilmiş olanını ertesi gün yeniden düzeltmek, medyayı tam olarak denetlemek, tüm bunları yaparken Saray’a bağlı muhalefetin “hukuk devletiyiz” teranesini tekrarlamasını sağlamak vb.

Yani bizde saray erkânı, biraz daha farklıdır.

Öyle ya, yüzlerce yıl sonra, modern kapitalizmin tepe noktasında, sermayenin uluslararası kontrolünün en ileri düzeye gelmiş olduğu bir kapitalist dünyada, Saray Rejimi oluştu mu, artık ulakların krala ne ulaştıracaklarının önemi kalmaz, tersine Saray’ın ulaklarının her an ve saniye halka ne anlattıklarının önemi var.

Artık Saray, karanlık yerdir ve tekellerin kasalarına bağlıdır. Bu tekeller, konu Türkiye ise, aynı zamanda uluslararası tekellerdir.

Yani, bizdeki devlet, sömürge bir devlettir ve ABD tetikçisi olarak, son yıllarda, açık bir görev üstlenmiştir. Bu tetikçilik görevi sürsün diye, 28 Mayıs seçimleri bir müsamere biçiminde Erdoğan’ı tekrar tahtına çıkartmıştır. O kadar ki, Erdoğan’ın sevinecek hâli kalmamıştır. Kendisini oraya taşıyan Kemal ve Meral, biri önce ve daha az acılı, diğeri ardından ve acılı bir biçimde maskelerini indirmek zorunda kaldılar.

Anlaşıldı ki, burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin bir parçası imiş. Biz de yıllardır bunu söylüyorduk.

28 Mayıs’tan başlayarak, aslında Mart 2023’ten başlayarak, bazı düzenlemeler devreye sokulmuştur. Egemen, yani uluslararası sermaye ve onların yerli ortakları, yani ABD-AB ve İngiltere, kendi aralarında yeni bir süreç üzerinde anlaştılar.

Güçlendirilmiş Saray Rejimi ya da Saray Rejimi’nin restorasyonu, tam da bu anlaşmalarla bağlıdır.

İlki ekonomik alandadır. Türkiye ekonomik olarak AB’ye, daha çok da Almanya’ya bağlıdır. Ve elbette ABD-İngiltere-AB, bu alanda anlaşmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası bir konsorsiyum kurulmuştur. Bu konsorsiyumun başında kimin olduğunu bilmiyor olsak da, alacaklılardan oluştuğu açıktır. MB Başkanı’nın, yani Hafize Hanım’ın, Maliye Bakanı Şimşek’in sık sık gidip rapor verdikleri fon yönetim toplantılarının bununla bağlı olduğu açık olmalıdır. Anlaşılan şudur: Tıpkı Düyûn-ı Umûmiye gibi, uluslararası sermaye, borçları yeniden yapılandıracaktır. Vadesi gelen borçlar, eski faiz oranları olan %8 veya 11 yerine, yeni faiz oranı olarak %25 ile uzatılacaktır. Bu yeterli değil, bu arada, artan faiz ödemelerinin garantisi için bazı kamu gelirleri konsorsiyuma devredilecek, ilave vergiler vb. konulacak, bazı doğal kaynaklar satılacak vb. Tüm detaylarını henüz bilmiyoruz. Ama öğrenmek uzun sürmeyecektir. Anlaşmanın bir maddesinde, konsorsiyumun iki memuru da vardır. Biri Şimşek’tir ve diğeri Hafize Hanım’dır. Hafize Hanım, ülkeye kolay adapte olmuş ve kolaylıkla da ekarte edilmiştir. Uğur Dündar’ın “bebeğini emzirme” savunusu ya da bazı “muhalif” iktisatçıların “biraz ülkeyi düşünün, dolar kaça çıkar” diyenlerin açıklamaları havada kaldı. Hafize Hanım, görevden affını istemiştir. Adettir, Saray Rejimi’nde istifa yok, affını istemek var. Bu nedenle, Damat Berat’ın istifa etmiş olmasının kıymetini unutmamak gerekir.

Demek ki ekonomi, Saray tarafından artık yönetilmiyor. Saray’ın hazinesi ayrılmış olmalıdır. Ve bu konuda taraflar pek de o kadar anlaşmaya uyma heveslisi değildir. Erdoğan’ın seçim için talep ettiği bazı adımları atmasına engel olmuşlardır ve karşılığında Hafize Hanım, iki memurdan biri gitmiştir. Ama anlaşma hâlâ durmaktadır. Yoksa döviz kurunu kimse tutamazdı. O nedenle, Hafize Hanım’ın götürülme biçimi kayda değerdir. Saray ne de olsa, entrika yeridir. Öyle anlaşılıyor, bu anlaşmanın bir bölümü, Mart 2024’e kadar geçerlidir. Demek oluyor ki, anlaşma maksimum iki yıllık gibidir. Şimşek, 2025’in sonunda rahatlayacağız dediğine göre, bu durumu teyit etmektedir.

Bu aynı zamanda, savaş için gelişmelerin de hız kazanacağı tarih anlamına geliyor ya da geliyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, İngiltere ve İsrail, ortaklaşa bir plan yapmıştır. Bu plan, İran’a saldırı planı olsa gerek. Zira ABD çeşitli açıklamalarla bunu neredeyse açık hâle getirmektedir. Ama bu plan, istenildiği gibi gitmemiş gibidir.

Hamas’ın İsrail’e saldırısı, Filistin direnişine yeniden dikkati çekmekle kalmadı, aynı zamanda, bu saldırı, ABD-İsrail-İngiltere ortak planı olan İran’a saldırı planlarını da gözden geçirmelerine neden olmuş olmalıdır. Öyle anlaşılıyor, İsrail bu planlara devam etmekten yanadır, ABD ise, bir kere daha düşünmekten yanadır. Görünen budur.

Bu savaş planının içinde TC devletinin de savaşa dâhil olması vardır. Bu durum, Irak Kürdistan bölgesindeki TC devletinin yerleşim çalışmaları tarafından da doğrulanmaktadır. Aynı zamanda, Azerbaycan-Kafkaslar bölgesinde TC pasaportu verilerek gönderilen IŞİD çeteleri de bunun bir parçası olsa gerek.

Öyle anlaşılıyor ki, 28 Mayıs müsameresi ile seçilmiş olan Erdoğan’ın, yüzündeki çeyrek gülümsemenin nedeni bu savaş planlarıdır. Zira İran ile savaşın sonuçları herkes için açıktır. Bu savaştan bir tek, savaşa uzak ABD ve İngiltere kârlı çıkabilir. Ne İran, ne Türkiye, ne İsrail bu savaştan kârlı çıkmazlar. Ama ABD, kendisine gerekli olan tetikçiyi böylece sahaya sürme hevesindedir. Bunu görmek mümkündür.

Buna bağlı olarak, Saray’ın içinde ama Saray’ın denetiminde olduğu çok tartışılır olan ikinci bir organizasyon daha yapılmıştır: Savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi NATO’ya bağlıdır.

Demek oluyor ki, ekonomi Saray’dan daha az yönetiliyor. Ekonomi, uluslararası konsorsiyumun denetimindedir. Ve elbette savaş kabinesi de doğrudan NATO’nun denetimindedir.

Tüm bu süreci bir yana bırakarak, son dönemde ortaya çıkan pervasızlığı açıklamak mümkün değildir.

Soruyu tekrarlayalım: Acaba iktidar, muhalefetten, kitlelerden, işçi sınıfı ve emekçilerden hiç mi korkmuyor, yoksa artık hiçbir konuda frenleri mi tutmuyor?

Aslında burada, iki kesim sayılmaktadır. Biri “muhalefet” dediğimiz ama tırnak içinde aldığımız burjuva muhalefettir.

İkincisi, işçi sınıfı ve emekçilerdir. Kitleler, mücadele eden herkesi birlikte ele almak üzere, işçi sınıfı ve emekçiler kavramının yerine kullandığımız bir başka vurgudur.

Bunlardan birincisi, yani burjuva muhalefet, Saray için korkulacak yer değildir. Değildir, çünkü Saray Rejimi dediğimiz bu rejim, aslında onların açık desteği ile vardır. Yani Saray’ın mevcut burjuva muhalif partilerden hiçbir korkusu olmaz. Ancak efendi, yani sandıktan önce seçimi yapan ABD-NATO mekanizması, ihtiyaç duyarsa bu burjuva partilerine yeni roller verebilirler. Onlar da buna hazırlanmaktadır.

Öyle ise sorunun bir bölümü yanıtlanmıştır. Zaten, onlardan korkmalarına gerek yoktur. Aynı devlet partisinin değişik yüzleridirler. Elbette her birinin içinde de kaynamalar olmaktadır. Bu da doğaldır. Mesela CHP için, daha çok sağa yaslanıp, daha çok AK Parti gibi olarak iş yapma şansı kalmış mıdır? Zaten yeni meclis, İsveç’in NATO oylamasında görüldüğü üzere, tümden AK Parti meclisi gibidir. İşte bu şartlar altında elbette partilerde bazı kaynamalar olacaktır. Bunun da en çok CHP’de olması anlaşılırdır.

Peki, Saray Rejimi, işçi ve emekçilerden, kitlelerden hiç mi korkmuyor da bu kadar pervasızdır, yoksa artık çareleri mi tükenmektedir?

Her ikisi de doğrudur. Yani hem işçi sınıfından, emekçilerden, kitlelerden korkmuyorlar hem de zaten başka da çareleri yoktur. Yani hem güçlü oldukları için böylesine pervasızlar hem de güçsüz oldukları için bu denli pervasızlar.

Unutmamak gerekir ki Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Yani olağan örgütlenmiş bir devlet, tüm yüzünü böylesine çıplak olarak ortaya koymaz, gerek duymaz, maskelerini taşır. Adı üstünde, olağanüstü koşullarda olağanüstü bir burjuva devlet örgütlenmesi ortaya çıkıyor. Ve elbette bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, kendiliğinden ortadan kalkmıyor. Olağanüstü örgütlenme ne kadar uzun sürerse, “olağanüstü” koşullar o kadar olağan hâle gelir. Uzağa gitmeye gerek yok. İçinde yaşıyoruz. Kürt halkına dayatılan savaş koşulları, dün olağanüstü idi, bugün ise sıradanlaştı, olağan hâle geldi. Elbette koşullar değişmedi, olağanüstü öncesine dönülmedi ama içinde yaşayanlar için o koşullar, “normal”in bir parçası hâline geldi, getirildi.

Şimdi, Saray Rejimi’nin “kurumsallaşması” ya da “faşizmin kurumlaşması” gibi analizlere yönelmek, egemen sınıfın devletini doğru anlamamak olur. Egemen sınıf, bir devlet şeklinde örgütlüdür ve Saray Rejimi’nden önce de öyle idi. Onun da, bugünkünün de kurumları vardır. Ve akılda tutulsun lütfen, “kurumsal eksiklik” diye gördükleriniz acaba emperyalist efendilerin “kurumlarını” yok saymanızdan kaynaklanıyor olmasın?

“En kötüsüne gelmedik, daha kurumsallaşacak, burası son çıkıştır, haydi sandığa” vurguları hafızalardadır. Sandığa gitmeyi savunmak ayrıdır ama devletin ne olduğunu saklayıp, “en kötüsü henüz gelmedi, seçim son çıkıştır” demek ayrıdır. İlkinde olsa olsa taktik bir hata olur, ikincisinde ise, devletin kuyruğu hâline gelirsiniz.

Devlet sınıf savaşımına göre şekil alır. Elbette, eğer işçi sınıfı boyun eğerse, eğer kitleler hareket etmezse, eğer mücadele edenler olmazsa, sistem kendini daha rahat hissedecektir. Devletin, sınıf savaşımına göre örgütlenmesinin en yakın örneğini, Kürdistan devrimine karşı savaşımında da görebiliriz. Uzağa gitmeye gerek yok. Eğer biz durursak, eğer biz seyredersek, devlet kendini daha iyi hissedecektir. Değil mi? Elbette. Öyle ise ne yapmalıyız, sandıktan sandığa, o da sandık önümüze ne zaman konur ise o zaman, oy vermekle mi yetinelim? Bu mudur?

Öyle ise, Saray Rejimi’nin kendiliğinden gideceğini söylemek devlet ve sınıf savaşımı konusunda hiçbir şey bilmemek demek olur. Eğer uluslararası koşullar bize büyük bir yardımda bulunmazsa, Saray Rejimi, seçimle gitmez.

Saray Rejimi seçimle gitmez.

Diyeceksiniz ki, ortada böylesi bir seçim yok ki! Evet haklısınız. Ortada, yasalara göre, 4 yılı aşkın bir süre sonra seçim var. Olsun, biz şimdiden söyleyelim ki, seçim havası içinde söylediklerimiz ortada kaynamasın, başka gözle okunmasın. Ortada bir genel seçimler yok, ama Saray Rejimi seçimle gitmez.

Devlet, egemen sınıfın, diğer sınıfları baskı altında tutmak, egemen sınıfın çıkarlarını savunmak, onları tüm toplumun çıkarı imiş gibi sunmak üzere organize ettiği makinadır. İster olağan olsun, ister olağanüstü örgütlenmiş olsun, devletin bu aslî işlevi değişmez. Sadece bunu yerine getirmek için kullandığı araçlar, yollar vb. değişir.

Ülkemizde burjuva devlet, çok uzun süreler boyunca, sürekli olağanüstü örgütlenmelere yönelmiştir ve seçimle “darbe”ler ortadan kaldırılmış değildir. 12 Eylül bunun en somut kanıtıdır. İkincisi, ülkemizdeki burjuva devlet, aynı zamanda bir sömürge devlettir, ABD emperyalizmine bağlıdır. TC devletinin tarihi, görmek isteyen her göz için açık ve nettir. Bu nedenle, “Saray Rejimi seçimle gitmez” önemlidir.

Saray Rejimi, evet Gezi Direnişi nedeni ile, kimyası bozulmuş hâldedir. Ve bu durum, hâlâ Saray’ın duvarlarını titreten bir korkudur. Ama egemen, devleti aracılığı ile çok iyi biliyor ki, eğer işçi sınıfı devrimci bir örgütlenmeye sahip değilse, ondan korkulacak bir şey de yoktur.

Burjuvazi, egemen, Saray Rejimi, Gezi Direnişi’nden öğreniyor. Bu nedenle, ne kadar örgütsüz olursa olsun, hiçbir yasa dinlemeden, her türlü hak arayışına karşı copu ile, TOMA’sı ile, askeri ile, polisi ile, mahkemeleri ile, basını ile saldırıya geçmektedir. Baskı ve şiddet, amansızca bir saldırı, sürekli devrede tutulmaktadır. Sürekli gençleri, hakkını arayan işçileri, kadınları tehdit etmekte, polislik teklifi ile yıldırmaya çalışmakta, ailelerini tehdit etmektedir. Öğrendikleri budur. Dahası, egemen, solun sağa kaymasını sağlamak istemektedir. Bu nedenle, Erdoğan’a karşı ittifak numarası ile, solu CHP’nin kuyruğuna takmayı başardılar. Ve o CHP kuyruğunun, Erdoğan’a çıktığı da açığa çıkmıştır.

Bunlar Saray Rejimi’nin bitmez entrikalarından birkaçıdır.

Ve artık biliyoruz ki, sadece seçimlerle, sisteme karşı mücadele edilemez. Saray Rejimi seçimle gitmez. Saray Rejimi’ni korkutan şey açıktır: Kürt halkının direnişinden korkuyor, Gezi Direnişi’nden korkuyor. Ya ikisinin birleşik hareket etme ihtimali? Hele hele, örgütsüz olan kitle eylemlerinin yarın örgütlü hâle gelme ihtimalinden korkuyor. Bu nedenle, kitlesel hareketlere, daha küçük iken saldırıyor. Bu yolla, umutsuzluk, bıkkınlık yaratmak istiyorlar.

Ama bu arada, ülkenin %80’i için yaşam sürdürülemez hâle gelmektedir. Artan vergiler, haraçlar, geniş kitlelerin yaşamını tehdit etmektedir.

Ve bu koşullarda, Gezi ile başlayan direniş hattı sürmektedir. Tüm örgütsüzlüğe rağmen bu direnişin gelişmesi, büyümesi ve kök salması tek çıkış yoludur.

Saray Rejimi korku içinde yaşamaktadır.

Ve onun korkularını gerçekleştirecek şey, kitlesel, devrimci bir direniştir. Kitlesel devrimci direniş hattı, açık ve nettir. Bu hattın dışında bir çıkış yolu yoktur.

Birleşik emek cephesi, doğrudan çıkışı gösterecek bir rota olmakla kalmaz; aynı zamanda, direnişin, birleşik ve koordineli gelişiminin de garantisidir.

Birleşik emek cephesi, gelişmekte olan, tüm saldırılara rağmen durdurulamayan direniş hattının, kökleşmesi, yaygınlaşması, örgütlü hâle gelmesinin de yoludur.

Devrimci hareketin önündeki görev budur.

Sosyalist kadın hareketi tarihi ve kadın hareketindeki ideolojik ayrımların tarihsel kökenleri

Tarih, sınıf savaşımları tarihidir. Sınıf savaşımları sadece belirli bir andaki toplumsal çatışmayı ifade etmez, aynı zamanda tarihsel gelişmenin dayanağıdır. İdeolojilerse, sınıfların çıkarlarının özlü ifadeleridir. Dolayısıyla kadın hareketi içerisindeki ideolojik ayrımların nedenleri tarihe bakmadan tam olarak kavranamaz.

Feminizmin burjuva ideolojiyle ilişkisi tarihsel bir sonuçtur. Feminizmin bir hareket olarak açığa çıkışı burjuva devrimler sonucu olmuştur. Bu, tarihsel olarak son derece anlaşılırdır. Feminizm, iktidarı ele geçiren burjuvazinin kadınlarının, erkekleriyle eşitlik talebinin bir sonucu olarak açığa çıkmıştır. İktidarı ele geçirmiş bir sınıfın üyeleri olarak, önüne koyduğu ana çelişkisi, sınıf çelişkisi değil; cinsler arası çelişki olmuştur. Bu sebeple, burjuva kadınların oy hakkı talebi üzerinden şekillenen bu görüş, içinden çıktığı burjuva sınıfının çıkarlarıyla uyumlu olacak, burjuva ideolojinin bir parçası olacaktır. Oy hakkı mücadelesinin kendisi dahi bunu özetler niteliktedir. Aynı dönem işçi erkekler de oy hakkından mahrumdur; ancak burjuva kadınları eşitlik sorununu sınıflar arası değil, cinsler arası görmeye iten, ait olduğu ve benimsediği egemen sınıfın çıkarlarıdır. Dünyayı sınıflar üzerinden değil, cinsler üzerinden okumanın ardındaki tarihsel sebep budur. Ve buna bağlı olarak da bu hareketin talepleri, hiçbir zaman işçi kadınların çıkarlarıyla tam anlamıyla örtüşememiştir. Burjuva kadınlar için, kadın-erkek eşitliği eşit ayrıcalıkları ifade ederken, işçi kadınların payına düşense eşit sömürüdür.

1789 FRANSIZ DEVRİMİ’NDE KADIN HAREKETLERİ

Fransız Devrimi’nin ikili karakteri vardır. Devrim sürecinde, iki sınıfın -burjuvazinin ve işçi sınıfının- mücadelesi aynı anda gerçekleşmiş ve burjuva devrimin zaferiyle sonuçlanmıştır. Kadın hareketinin tarihindeki üç uzlaşmaz kampın kökenleri de Fransız Devrimi’ne dayanır. Bu unsurlar, soylu kadınlar, burjuva feministler ve işçi kadınlardı. Aristokrasinin ayrıcalıklarını paylaşan soylu kadınlar; bu süreçte eski rejimin destekçisiydiler ve pasif kaldılar.

İktidar hiyerarşisindeki değişimden etkilenen burjuva kadınların, devrimle birlikte ana çelişkisi sınıfının erkekleriyle eşit haklara sahip olmak mücadelesi olarak karşılık buldu. Burjuva kadınlar, eşit haklar talep ettikleri dilekçeler (cahiers) düzenliyorlar ve meclise sunuyorlardı. Bu dilekçeler oy hakkı, boşanmayla ilgili düzenlemeler, seçilme hakkı, eğitim düzeyinin iyileştirilmesi gibi talepleri içeriyordu. Burjuva feministler ilk kez bu dönemde tarih sahnesine çıkmıştı. Öncüleri Olympe de Gouges başta fanatik bir monarşistti, ancak kralın kaçışının ardından cumhuriyetçi olmuştu. Hem yasalar önünde hem de kamusal ve özel yaşamda kadınlar için eşit haklar talep ediyordu. İnsan Hakları Bildirgesi’nin erkekleri işaret etmesini eleştirerek bir Kadın Hakları Bildirgesi kaleme aldı. Burjuva feministler, burjuva devrimin sonuçları olarak çeşitli kazanımlar elde etmeyi başardılar; ancak bu kazanımlar işçi kadınların sorunlarını çözüme kavuşturmadığı gibi temsil de etmiyordu. Kadınlar, kısa bir süre sonra Napolyon yasalarıyla elde ettikleri bu kazanımları da kaybettiler. Ancak burjuva feministlerin bu dönemde kadın hareketine en büyük katkısı “Sosyal Çevre” örneğinin öncülüğünde onlarca kadın grubunun ve derneğin kurulmasını sağlaması olmuştu.

İşçi kadınlar, burjuva feministlerin savundukları haklara karşı değillerdi; ancak kadın haklarının kazanımının işçi haklarının tanınmasına bağlı olduğunu savunuyorlardı. İşsizlik, enflasyon, açlık gibi sorunlar boşanma, eğitim ve yasal statüden daha acil sorunlardı onlar için. 1788-1789 yılları arasında ortalama bir ücret alan bir işçi, maaşının %58’ini sadece ekmek için harcıyordu. 1789’daki kıtlık aylarında ise bu oran %88’e çıkmıştı. Ekmek ayaklanmalarının ardındaki kriz tablosu bu olduğu gibi, aynı zamanda bu durum; kitlelerin politik örgütlenmeler hakkındaki düşüncelerini de açlık ve kıtlık konusundaki tutumlarına göre şekillendiriyordu.

Devrimden önce gerçekleşen 300 küsur ayaklanmanın hepsinde kadınlar öndeydi. Kadınların bulunmadığı herhangi bir ekmek ayaklanmasından söz etmek imkânsızdı. 5 Ekim 1789’daki ünlü Versailles Sarayı yürüyüşüne tüm sınıflardan 6-7 bin kadın katılmıştı. Kadınların “Fırıncıyı, karısını ve çırağını bulalım”[1] sloganlarıyla başlattığı yürüyüşü George Rudé şöyle anlatıyor:

“Ayaklanma, 5 Ekim sabahı Saint-Antoine ile merkezî pazar yerlerinde aynı anda başladı, her ikisinde de kadınlar ayaklanmanın temel unsuruydu. Gelen çeşitli ve çok sayıda habere göre, ayaklanmaya tüm sınıflardan kadınlar katılmıştı: Balıkçı karıları ve pazarcı kadınlar, faubourg’lu işçi kadınlar, şık giyimli burjuvalar ve ‘şapkalı kadınlar.’ Pazaryerlerinde eylem, Saint-Eustache ilçesinden yola çıkan ve davul çalarak ekmek kıtlığını protesto eden küçük bir kız tarafundan başlatıldı; sayıları hızla artan büyük bir kadın kalabalığını peşinden sürüklemişti… Akşamüstü Versailles’a varan yürüyüşçüler doğruca toplantı halindeki Meclis’e giderek, ürkmüş temsilcilerin yanına sıralara doluştular, eteklerinden sallanan av bıçakları ve kılıçlarıyla, dilekçelerinin kabul edilmesini beklediler.”

Ekimdeki kadın eylemlerinin asıl nedeni ekonomik taleplerdi; ancak burjuva partilerin yönlendirdiği ve Paris Ulusal Muhafız birliklerinin desteklediği ayaklanmalarla birleşti. 1789 sonu ve 1791 arasında ekonomi düzelir gibi oldu ve bunun üzerine ekmek eylemleri duruldu. Bu süreçte birçok işçi kadın, monarşiyi devirme hareketinin güçlenmesiyle politik bilinç ve deneyim kazanmış, politik grup ve derneklere üye olmuştu.

1791 sonuna doğru fiyatlar tekrar tırmandı, 1792’de Avusturya ve Prusya’yla başlayan savaşın etkisiyle şehre gelen erzakın -özellikle sütün- kesilmesiyle işçi kadınların öfkesi arttı. Yıl boyunca üye sayısı hızla artmış olan yerel kadın kulüplerinin (clup de femmes) girişimleri sayesinde fiyatlar donduruldu. 25 Şubat 1793’te işçiler eyleme geçti ve dükkânları basarak, dükkân sahiplerini yiyecekleri kendi belirledikleri fiyattan satmaya zorladılar. Burjuvazinin yağmacı olarak adlandırdığı bu işçilerin arasında çok sayıda kadın yer alıyordu -özellikle de sabun fiyatlarından şikâyetçi olan çamaşırcı kadınlar-. Kadınların bu konudaki eylemleri sürdü; aynı zamanda fiyat kontrolünün sağlanması için belediyeye delegeler gönderiyorlardı. Jakobenler, mülkiyetin tehdit altında olduğunu söyleyerek dükkâncıları hedef alan bu eylemleri eleştiriyorlardı. Jakobenlerin rolü, köylü ve işçi hareketlerini Fransa’nın savunulması adına kullanmak ve bu sayede devrimi, mülk sahibi burjuvazi adına koruyabilmekti.

Fransa’nın batı ve güneydoğusunda karşı devrimin yayılması, 1973’te İngiltere ve Hollanda ile de başlayan savaş, Jirondenlerin hizibinin Meclis’i etki altına alması, savaş yenilgileri ve halk hareketinin güç kazanması, Jakobenleri halk hareketine yakınlaşmaya zorluyordu. Bu süreçte kadınların çabaları sonuç verdi ve 4 Mayıs 1793’te ilk Azamî Fiyat Yasası çıktı. Ancak yasada boşluklar vardı ve fiilî olarak uygulanmıyordu; bunun üzerine dükkân basma eylemleri devam etti. Bu ayaklanmalar Paris’in rutini hâline gelmişti ve 4-5 Eylül 1793’teki eylemlerle doruk noktasına ulaşmıştı. İşçi hareketinin etki alanının güçlenmesi üzerine Jakobenler onlara yönelmeye başladı ve devrim sağa kaymaya başladı.

Hareketin asıl gücü halk komitelerinden geliyordu. Bu komitelerin içerisinde çok sayıda kadın komitesi de vardı ve bunların en önemlisi de Societe de Republicaines Revolutionnaires (Cuhuriyetçi Devrimciler Derneği) idi. Liderleri Claire Lecombe’du, 13 Mayıs 1793’te kurulmuştu ve halk hareketinin gelişiminde etkin bir rol oynamıştı. Societe, devrimin en aşırı sol kanadı olan enrageslere yakınlaşmıştı. Enrages liderleri yayınlarında Societe üyesi kadınları, halk hareketinin başına geçmeye davet ediyordu. Ancak Jirondenleri yenen ve kadınların desteğine ihtiyacı kalmayan Jakobenler, Societe’ye karşı propaganda yapmaya başlamıştı ve bu amaçla eylemlere karşı çıkan dükkâncı kadınları örgütlediler ve 28 Ekim’de 6 bin civarı dükkâncı kadın Societe’nin merkezini bastı. Kara propaganda farklı biçimlerde sürdü ve kulüpler yasadışı ilan edilerek kapatıldı. Jakoben liderler, Claire Lacombe ve arkadaşlarına sadece enrage oldukları için değil, aynı zamanda kadınlık rollerini reddederek ayaklanan kadınlar oldukları için de saldırıyorlar ve Olympe de Gouges gibi “yerini bilmeyen kadınlar”ın giyotinle sonuçlanan akıbetlerini onlara hatırlatıyorlardı. Öte yandan kadın derneklerine karşı başlattıkları bu saldırıyla asıl hedefleri tüm halk dernekleriydi ve 1794 Mayısı’nda tüm halk dernekleri kapatıldı, Azamî  Fiyat Yasası önce gevşetildi, nihayetinde de iptal edildi.

1795’te kadınların ekmek ayaklanmaları tekrar açığa çıktıysa da liderlikten ve kesin bir amaçtan yoksundu. Ulusal Muhafızlara karşı direniş gösteremediler. 20 Mayıs’ta halkın “Ya ekmek ya ölüm” yazan rozetler ve silahlarla gerçekleştirdiği kitlesel ayaklanma sert biçimde bastırıldı. Hükümet, 1789’dan beri ilk kez bir eylemi dağıtmak için silah kullanmıştı. Bu eylemin ardından Paris halkı bozguna uğradı ve 1830’a kadar etkili bir güç olarak tarih sahnesine çıkmadı. Parisli kadınlar bir tür ev hapsine mahkûm edildiler; kadınlara dönük sokağa çıkma yasağı ve beş kişiden fazla gruplar hâlinde bir araya gelme yasağı ilan edildi.

Jakoben dönemde kiliseden uzaklaşmış olan kadınlar, bu dönemde kiliseyle yakınlaştı. Bu eylemler, bu tarihten itibaren Fransa’da hareket içerisinde kadınlara dönük önyargıların zeminini oluşturacaktı. Olwen Hufton, 1795’te açığa çıkan bu eğilimi, dönemin sıkıntıları, açlık, kıtlık, hastalık ve ölümlerin bilhassa kadınların üzerindeki ağır etkilerine ve halk hareketinin yenilgisinin yarattığı başarısızlık ve çaresizlik duygularıyla ilişkilendirmiş, bunun politik bir kayma olmadığını vurgulamıştır. İşçi kadınlara ihanet eden burjuvazi, ayaklanmalara öncülük eden işçi kadınları gericiliğin ana unsuru hâline getirmeye çabaladı ve bu çabaları karşılık buldu.

Fransız Devrimi’nde kadın hareketlerinin bize gösterdiği, kadınların devrimin hemen tüm süreçlerinde tekrar tekrar ve erkeklerden daha dirençli şekilde direnişe geçtiğidir. Ve kadınlar Fransız Devrimi’nin lokomotif güçlerinden olmuştur. Feminizmin kökleri ve işçi kadınlar ile feministler arasında açığa çıkan sınıfsal kökenli çıkar çatışmalarına bağlı ideolojik tartışmalar bu dönemden itibaren başlamıştır. İşçi kadınlar ile burjuva feministler arasındaki taleplerin farklılığının sınıfsal çıkarlara bağlı olduğu bu dönemde dahi apaçıktır. Elbette tarihsel koşulları içerisinde burjuva feministlerin başlattığı hareketin ilerici niteliği vardır; tıpkı burjuva devrimlerin tarihsel gelişim içindeki anlamı gibi. Burada ana tarihsel tartışma, feminizmin işçi kadınların kurtuluş mücadelesini temsil etmesinin ideolojik olanaksızlığıdır. 1871 Paris Komünü’nde de yıkıcı şekilde açığa çıkacak olan, kadın düşmanlığı, işçi kadınlara güvensizlik ve anti-feminizmin kökenleri bu dönemde burjuvazinin işçi kadınları mahkûm etmeye çalıştığı gericiliğin bir yansımasıdır. Bu dönemde açığa çıkan ekmek ayaklanmaları, tarih boyunca örneklerini göreceğimiz -ve yine kadınların önde olduğu- örnek bir eylem biçimi olmuş ve kadınların militanlığına dair yeni ve güçlü bir algı yaratmıştır.

1871 PARİS KOMÜNÜ’NDE KADINLAR

İşçi kadınların savaşım tarihinin en önemlilerinden birisi Paris Komünü’dür. 1848’te yine Paris’te başlayan ve 1848 devrimlerini yaratan süreçler ve etkileri Fransa halk hareketlerini dolayısıyla işçi kadınları yeniden hareketlendirmişti.

1870 yazı, Almanya’yla başlayan savaşın yıkımıyla geçmişti. Fransız ordusu 3 Eylül’de Sedan’da kuşatılmış ve III. Napolyon Prusyalılara tutsak düşmüştü. Yeni bir cumhuriyet ilan edildi ve 28 Ocak 1871’de imzalanan mütarekenin ardından yeni bir Ulusal Meclis oluşturmak için seçimler yapıldı. Seçimler monarşist sağın ezici üstünlüğüyle sonuçlandı ve hükümetin başına Adolphe Thiers geçti. Eylülden ocaktaki mütarekeye kadar süren 4 aylık Prusya kuşatması Paris halkını radikalleştirmişti. Bununla birlikte ciddi bir ekonomik çöküş ve sert bir kış yaşanıyordu; açlık, kıtlık ve işsizlik ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. Şubatta ekmek ayaklanmaları başladı. Başlangıçta Paris’teki ayaklanmalarla baş etme yolunu, halkı düşman ordularına ezdirerek bulmaya çalışan ancak otoritesi sarsılan Thiers, 18 Mart 1871 günü, Paris’i kontrol altına almak için birliklerini Ulusal Muhafızlara ait topları ele geçirmek üzere Paris’e yönlendirdi. Ve bu saldırıya karşı gelişen yanıt, Paris Komünü’nü doğurdu. Saldırı püskürtüldü, sağın temsilcileri şehirden kaçtı ve işçiler Paris Komünü’nü kurdu.

Daha Komün’ün ilk günü, kadınlar Thiers’in birliklerinin etkisiz hâle getirilmesinde önemli rol oynadılar. Kadınların oluşturduğu kalabalıklar, askerlerin etrafını sarıyor, atları durduruyor, dizginleri kesiyor ve askerleri ateş etmemeleri yönünde ikna ediyorlardı. Kadınların Komün’de oynadığı rol ve yarattığı korku, gerici yazarların şu tanıklıklarında görülmektedir:

“Zayıf cins, bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. Komün’e katılanlar -ki böyleleri çoktu- tek bir amaca sahipti: erkeklerin kusurlarını abartarak kendilerini onlardan üstün göstermek… Her yerdeydiler, cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar… centilmenin tersizi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni… her türden hizmetçiler. Bu kadınların, bu yoksullarevi kaçkınlarının Jeanne d’Arc’a öykünmeleri ve kendilerini onunla kıyaslamaları son derece komikti… Komün’ün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.”

Proudhonculuk sorunu

Kadınlara dair bu gerici düşünceler bu dönemde yalnızca sağın liderleri arasında sirayet etmemişti. İşçi sınıfı içinde de egemen olan kadınlarla ilgili gerici düşüncelerin kökeni Proudhon’un küçük burjuva radikalizmiyle bağdaşıktı. Sınıf işbirliğini sınıf mücadelesine yeğ gören Proudhon’un kadınlarla ilgili düşünceleri de küçük burjuva dünya görüşüyle uyumluydu.

Proudhon’a göre “kadın erkeğe kıyasla üçte iki oranda fiziksel olarak daha güçsüzdü ve buna bağlı olarak potansiyelleri ve öğrenme becerisi de kısıtlıydı; kadının fiziksel güçsüzlüğü, cinsel ilişkide pasif olması, doğal zayıflığının bir kanıtıydı; bedeni çocuk doğurmak üzere yaratılmış ve beyninin görece küçüklüğü entelektüel yetersizliğinin kanıtıydı; dehâ sadece erkeklere özgü bir nitelikti ve kadınlar ve çocuklar dehâya sahip değildi; kadının varlığı yaşam boyu erkeğin fedakârlığına bağlıydı ve kadınlara uygun iki meslek vardı: ev kadınlığı ve fahişelik…” Proudhon’a göre “doğa kadını sadece bir yeniden üretim aracı olarak seçmişti.” Ve Proudhon kendi de tanıklık ettiği Fransız isyan tarihine rağmen, “Erkek eylem, kadın cazibedir” diyebilme gafletinde bulunmuştu.

Parisli emekçilerin %42’si sanayide; ancak bunların büyük bölümü de 10 işçiden az işçi çalıştıran küçük atölyelerde çalışıyordu. Erkek işçilerin kadınlara bakışı, küçük işletmelerin dar ufkuyla sınırlı kaldı ve bu bakış, Proudhon’un fikirlerinden ve Fransız Devrimi’nden kalma “anti-feminist” gelenekten besleniyordu. Proudhon’un fikirleriyse hem bu tablonun nedeni hem de sonucuydu, tıpkı kooperatifçilikle ilgili fikirleri gibi, kadınlara dair bakışı da küçük burjuva radikalizminin bir yansımasıydı.

Proudhon’un fikri etkisi Fransa işçi sınıfı içerisinde azımsanamayacak ölçüdeydi, bu durum kadınlarla ilgili tutumlara da aynı etkiyle yansıyordu. Örneğin; 1864’te I. Enternasyonal’de kadınların üyeliğinin de kabul edilmesi onaylanmış; ancak Fransız delegasyonu bu karar için karşı oy kullanmıştı. Aynı zamanda kadınların çalışmasına da son verilmesini istemişlerdi.

Ancak 1871’de, I. Enternasyonal’in Fransız bölümünün kadın üyelerinin örgütü, nisan ayında Komün’ün en önemli kadın örgütlerinden biri olan Paris’i Savunma ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği’ni (Union des Femmes) kurdu. Marx’la ilişkileri iyi olan, Rusya’dan kaçan Elizabeth Dimitrieff tarafından kurulmuştu ve merkez komitesi tüm meslekleri temsil ediyordu. 11 Nisan’da yayınladığı bildiriyle sosyalist ve enternasyonalist niteliğini açıklamıştı. Dimitrieff sosyalist üretim için terk edilmiş işletmelere el koyulması ve kooperatif üretime geçilmesini savunuyordu. Birlikteki kadınlar, yaralılara yardım, Komün’ün savunulması, eğitim reformunun planlanması, seyyar mutfaklar, kızların okuması, kilise baskısından çıkarılması, fabrikalarda gündüz kreşleri kurulması gibi birçok görevde yer aldı ve örgütledi.

Kadınların çoğunun fahişelere karşı düşmanca bir tutumu vardı; ancak Komün içerisinde farklı tutum sergileyen çok sayıda kadın da vardı. Komün için savaşmak istediğini açıklayan fahişelerin sayısı da azımsanacak ölçüde değildi. Bazıları, Komün’ün fahişelerden oluşan özel bir tabur kurmasını öneriyordu. Komün’ün kadın liderlerinden Louise Michel, fahişeleri ahlâksızlıkla suçlayanlara karşı çıktı ve onları Birlik’in bir kadınlar komitesine yönlendirdi. Komün’de aynı zamanda yeni bir cinsel ahlâk tartışması açığa çıkıyor, evlilik kurumu tartışılıyor, meşru-gayrimeşru çocuk ayrımı da ortadan kaldırılıyordu.

Komün üyelerinin de çoğunluğu Proudhon taraftarıydı. Aynı zamanda Fransız Devrimi’nden kalma anti-feminist cumhuriyetçi geleneğin ve Proudhonculuğun bir sonucu olarak kadınlara politik açıdan güvensizlik sürüyordu ve Komün, kadınlara oy hakkı vermeyi düşünmedi bile. Ancak kadınlar Komün’ü savunmak için son ana kadar olağanüstü şekilde direndi ve barikatlarda ya da mahkemelerde -1051 kadın- yargılanarak öldürüldü. Kadınlar askerleri öldürmekle suçlandıkları mahkemelerde bile “Tanrı beni daha fazlasını öldürmediğim için cezalandırsın” diyerek ya da Louis Michel gibi “Komün’ün kurucularından biri olmakla onurlandırıldım” diyerek ölüme gittiler.

Ve yine Fransız Devrimi’ndeki akıbetine benzer şekilde kadınlar, karşı-devrimciler tarafından şeytanlaştırıldı ve Versailles’ın gerçekleştirdiği bombalamalardan kaynaklı çıkan yangınların dahi kadınların kundakçılığıyla açıklanmaya çalışıldığı bir toplu histeri açığa çıktı. Sokaklarda adeta bir cadı avı vardı, kadınlar potansiyel kundakçı olmakla suçlanıp linç ediliyorlardı.

Komün düştüğünde gazeteler “Versailles’lı neşeli ve zarif bayanların en büyük eğlencesinin cesetler arasında zevkli bir gezi yapmak, şemsiyelerinin ucuyla cesetleri örten örtüleri kaldırıp ölünün yüz ifadesinde kahramanca bir ölümün işaretlerini bulmaktan haz duymak” olduğunu yazmıştı. Bu çarpıcı tablo, kadınların ancak sınıf birliği ve sınıf mücadelesi içerisinde eşitlenebileceğini bir kez daha yüze vuruyordu.

Komün’de de yine kadınlar, hem direnişin başlangıcında hem de Komün’ün savunulmasında canla başla savaşmıştır. Burjuva eğilimler ve küçük burjuva radikalizmi kadınların kazanımlarının da önünü kesmekte etken rol oynamıştır. Komün’ün yenilgisinin de, kadınları örgütlemekte yeterince başarılı olamayışının da kökeninde bu vardır. Bu bağlamlarıyla Komün, aynı zamanda Marksizmin ve işçi sınıfının iktidarının gerekliliğini daha net şekilde ortaya koymuştur. Komün’ün bir çelişkisi olarak; tıpkı Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, kadınlar başlangıcında lokomotifi oldukları ve canla başla savundukları bir devrimin içinde, bir anlamda yok sayılmış, talepleri yeterince karşılık bulmamıştır.

20. yüzyılın başlarında Fransa’da sendikal hareketin genel zayıflığına paralel olarak kadın işçilerin örgütlülüğü de zayıftı. Fransa’ya ideolojik ve örgütsel dağınıklık hâkim olmuştu. 1905’te II. Enternasyonal, Fransa’daki tüm sosyalist parti ve grupları birleştirmeye çalıştı (SFIO – Birleşik Sosyalist Parti) ancak bu parti reformist bir çizgideydi. Kadın düşmanı gelenek sürdü; bunun sonucu olarak kadınlar yalnızca kadınlardan oluşan sendikalarda örgütlenmeye yönelmişti. Partiler arası hizipler, kadınlar arası örgütlenmeleri iyice engelliyordu ve dağılmasına sebebiyet veriyordu. Proudhon’un fikirleri etkisini sürdürüyordu. Ekim 1876’da Birinci Fransız İşçi Kongresi toplandığında gündemin ilk maddesi “kadın işçi sorunu”ydu ve kadınların fabrikalarda çalışmasının “ahlâkî değerlerin, işçilerin gerçek dininin tahribi” anlamına geldiğine karar verildi. Şubat 1878’deki İkinci Fransız İşçi Kongresinde aynı kararlar alınmış ve kadının “ev kadınlığı”na vurgu yapılmıştı. Sendikalar Ulusal Federasyonu – CGT kurulduktan sonra dahi 1898’deki kongresinde “kadınlar, erkeklerin bakımını üstlenmek zorundadır” ilkesi onaylandı ve CGT ancak 1935’te tam eşitlik ilkesini benimsedi.

ALMANYA’DA SOSYALİST KADIN HAREKETİ

Komün’ün yenilgisinden sonra uluslararası işçi hareketinin merkezi Almanya’ya kaymıştı. I. Dünya Savaşı’na kadar Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) uluslararası sosyalist hareketin başlıca gücü ve Alman işçi hareketinin öncüsüydü. Almanya’da kapitalizmin hızla gelişmesi ve işçilerin yaşam koşullarının artması, partinin içerisinde pasif tutumlar açığa çıkmasına, yönetimindeki sendikalar ve yöneticilerinin bürokratlaşmasına ve savrulmalara neden olmuştu. SPD içerisinde bir süre Marksizm ve reformizm aynı anda ilerlemişti. 1905 Rus Devrimi sonrası açığa çıkan tartışmalarda bu karmaşa daha net gözlemlenebiliyordu. Genel grevi sosyalist devrimin silahı olarak kullanma perspektifi 1905’teki SPD kongresinde desteklenmiş; ancak bir yıl sonra sendika liderlerinin ısrarı üzerine kaldırılmıştı. Babel ve Kautsky gibi parti liderleri reformcu bir çizgiye geçerken, Rosa Luxemburg reformizme şiddetle karşı çıkıyordu. SPD içinde Kautsky’ye karşı çıkanların Rosa Luxemburg etrafında oluşturduğu küçük bir grup açığa çıktı; ancak bağımsız bir örgüt olarak eyleme geçmediler, SPD içinde bir eğilim olarak kaldılar. Nihayetinde SPD içerisinde üç eğilim gözlemlenmekteydi: Bernstein çevresindeki aşırı sağ revizyonist kanat, Rosa Luxemburg çevresindeki aşırı sol kanat, Babel ve Kautsky çevresindeki merkez.

Clara Zetkin ve feministlerle işbirliği tartışmaları

SPD’nin kadınların örgütlenmesi alanında elde ettiği çokça kazanımdan ilki, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesidir. Halberstadt Kongresinde işkolu düzeyindeki sendikalara karma sendikalara dönüşme emri verildi. 1890 sonrası, hareketin politik ve sendikal alanlarında kadın sorunlarıyla ilgilenecek komiteler oluşturdular.

Almanya’da sosyalist kadın hareketi, Clara Zetkin’le özdeşleşmiştir. Zetkin, kadınlarla erkekleri birleştiren bir sendikanın gerekliliğini vurgulamış ve mücadelesinin ana eksenini de bu oluşturmuştur. Bununla birlikte mücadelesinde ikinci önemli nokta, burjuva feministlere karşı tutumundaki keskinliktir. Zetkin’e göre kadınları sosyalist harekete katmak isteyen biri, feminizme karşı olmalıdır. Zetkin:

“Tek başına ‘kadın hareketi’ diye bir şey yoktur… Bir kadın hareketi sadece tarihsel gelişim bağlamında var olur… Bu yüzden burjuva ve işçi sınıfı kadın hareketleri oluşmuştur ve işçi kadın hareketi, burjuva bir toplumda Sosyal Demokrasi’nin yaptığından farklı hiçbir şey yapamaz (…) Sonuç olarak, işçi kadının kurtuluş mücadelesi -tıpkı burjuva kadınınki gibi- kendi sınıfının erkeğine karşı bir mücadele olamaz… Onun mücadelesinin amacına ulaşması erkeğe karşı özgür rekabet olanağını elde etmesi değil, işçi sınıfının politik iktidara ulaşması anlamına gelir. İşçi kadın, kendi sınıfının erkekleriyle el ele kapitalist topluma karşı savaşır.” der.

Bu süreçte radikal feministler de sendikal faaliyetlere katılmışlardı. İşkollarına göre ayrı kadın örgütlenmeleri oluşturuyorlardı. Ev hizmetçilerini de örgütlemişlerdi. Alman İşçi Kadın Gazetesi adlı bir yayın çıkarıyorlardı ve işçi kadınlar için konferanslar düzenlediler. Sendikal çalışmanın dışında serbest aşk tartışmaları, doğum kontrolü ve kürtaj kampanyaları öne çıkan faaliyet alanlarıydı. SPD’nin Bernstein çevresindeki revizyonist kanadı radikal feministlerle işbirliği yapıyor, ortak yayın çıkarıyordu.

Radikal feministlerin kitlesel örgütlenme sağlayabilecek eylem biçimleri ve kazanımları olsa da Zetkin, radikal feministlerle eylem ittifakına karşıydı. Bunun sosyalist politikanın keskin hatlarını körelteceğini düşünüyordu. Radikal feministlerin Dernekler Yasası’nın kaldırılması üzerine yürüttüğü kitlesel kampanya sırasında, radikal feministlerle bir SPD üyesi tarafından kaleme alınan dilekçe, SPD’nin ana yayın organında (Vorwarts) yayınlanmış ve desteklenmişti. Zetkin de dilekçeyi kendi yayın organı olan Gleichheit’ta yayınlayarak “biz, işçi sınıfının sınıf bilincine sahip her üyesine bu dilekçeye kesinlikle karşı çıkmak gerektiğini hatırlatırız” diye not düşmüştü. Bu, Zetkin’le, radikal feministlerle işbirliğini destekleme eğiliminde olan Liebknecht arasında sert bir polemik doğurmuştu.

Zetkin’in sosyalist kadınlar üzerinde uluslararası bir etkisi vardı. 1907’de Stuttgart’ta düzenlenen, 15 ülkeden gelen 59 kadının katıldığı I. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinin toplanmasına öncülük etti. Burjuva feministlere karşı fikirlerinde güçlü destekçilerinden biri de Alexandra Kollontay idi. Kongrede “sosyalist kadınlar, burjuva feministlerle ortak hareket etmemeli, sosyalist erkeklerle omuz omuza mücadele etmeli” ilkeleri benimsendi. Zetkin, Uluslararası Sosyalist Kadınlar örgütünün sekreteri seçilirken, Gleichheit da merkezî yayın organı kabul edildi. 1910 yılında Kopenhag’da yapılan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi’nde ise genel oy hakkı talebi tekrar onaylandı ve ABD’li sosyalist kadınların 8 Mart 1908’deki gösterisine atıfta bulunarak 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü olarak kabul edildi.

Savaş sonrası baskınlaşan sağ eğilimler

SPD içinde baskın olan sağ eğilim, I. Dünya Savaşı ile birlikte daha belirgin hâle geldi. Savaşın başlamasından birkaç gün sonra Zetkin, Gleichheit’ta “İşçi Kadınlar Hazırlanın!” başlıklı savaş karşıtı ve devrim çağrısı yapan bir makale yayınladı. Ancak SPD’de parti liderlerinin çoğu adeta bir gecede enternasyonalizmden vazgeçmiş ve vatanperverlikle donanmıştı ve savaşa destek veriyordu. Almanya kadın hareketinin genelinde de durum benzerdi ve savaş karşıtı mücadelelerinde Zetkin ve Luxemburg yalnız kalmıştı. Az sayıda kadın Zetkin ve Luxemburg’la birlikte önce Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye, ardından Rosa Luxemburg tarafından kurulan Alman Komünist Partisi’ne yöneldi. SPD’li kadınlar milliyetçi bir çizgiye kaydı ve burjuva feministlerle yakınlaştılar. Savaş sonrası politikalar en çok kadınlar için yakıcıydı: kadınların işten çıkarılmasını buyuran kararnameler, savaşın yarattığı ölümlerin ardından kadınları çocuk doğurmaya ve çocuk bakımından sorumlu olarak evlere çekilmeye zorlayan politikalar… SPDli kadın liderler, bu “önlemlerin” gerekli olduğunu savundular. Bu süreçte feminist hareket de aşırı sağcıların eline geçti ve son derece ırkçı bir biçime büründü.

Bu dönem, bize bazı tarihsel tartışmaları açmıştır. Bunlardan ilki, kadın hareketinin sendikalarda örgütlenmesi gerekliliği ve sendikal örgütlenmelerde kadın sendikaları ya da karma sendikalar içerisinde mücadele etme tartışmasını gündeme getirmesidir. Bir diğer önemli tartışma, burjuva feministlerle işbirliği konusu ve özellikle kadın işçilerin örgütlenmesi faaliyetlerinde burjuva feministlerle işbirliğinin sağ eğilimleri açığa çıkaracağı fikridir. Bunlarla birlikte, yine aynı dönem, savaş politikalarının işçi hareketi ve dahi sosyalist hareket üzerinde milliyetçiliği körüklemesi ve sağa kayışı hızlandırması dikkat çekicidir. Bu durum, sadece Almanya’da açığa çıkmamıştır. Ancak birkaç yıl sonra, tıpkı Zetkin’in çağrısında olduğu gibi Rusya’da işçi sınıfı, savaşa devrimle yanıt verecektir.

19. YÜZYILDA ABD’DE KADIN HAREKETLERİ

Şu ana kadar, Fransa ve Almanya’da burjuva devrimler sonrası açığa çıkan kadın hareketlerinden ve bu hareketlerin burjuva devrimlerle bağlantılı sınıfsal sebeplerle kadın hareketi içerisinde iki uzlaşmaz kampı açığa çıkardığından bahsettik. Şimdi de yine kadın hareketi içerisinde iki ana perspektifin keskin şekilde açığa çıktığı ABD’ye bakalım.

Amerikan feminizmi Avrupa’dakinden farklı olarak, köleliğin kaldırılması hareketi içinden doğmuştu. Hareketin fikri öncüsü Elizabeth Cady Staton, örgütleyici lideri de Susan B. Anthony’di. Feminizmin bir hareket olarak ilk toplantısı 14-15 Temmuz 1848’de gerçekleşen Seneca Falls Kongresiydi. Kongrenin amaçları Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’yle çok uyumluydu ve ülkedeki kadınların görevini “kutsal seçme haklarını güvence altına almak” olarak tanımlıyordu.

Burjuva feministler içerisinde ırkçı kopuşlar

1866’da, Amerikan İç Savaşı sonrası, kadın hareketi ile köleliğin kaldırılması hareketi arasında bölünme yaşandı. Siyah erkeklere oy hakkı tanınırken, kadınların oy hakkına sahip olmaması, hareket içerisindeki ırkçı eğilimleri açığa çıkarmış; Staton ve Anthony bu karara “Kadınlar yerine negrolara oy hakkı verilmesini talep edeceğime sağ kolumu keserim daha iyi” vb. ağır ırkçı söylemlerle karşı çıkarak ve “sağ koluyla” bağını kuvvetlendirerek “beyaz burjuva kadınların, sambolar, Afrikalı, Çinli ya da bütün diğer cahil yabancılara üstünlüğünü” vurguladılar.

Bu ateşli çıkışlara karşın, 19. yüzyıl sonlarında kadın hareketi ve oy hakkı mücadelesi daha uysal ve tutucu bir hâle gelmişti. Irkçı, göçmen karşıtı, işçi karşıtı söylemleri de kitlesel karşılık buluyordu. Burjuva kadınların, oy hakkı dışında tüm konularda erkekleriyle aynı görüşleri paylaşmasının yanı sıra, sağa kayışı güçlendiren diğer faktörler; 1877’deki Büyük Demiryolu Grevi gibi eylemler düzenleyen militan işçi sınıfının varlığının burjuvazi üzerinde yarattığı korku, kadın hareketinin güneye yayılması ve ırkçı güneyli burjuvaziyle iç içeliğiydi.

İşçi kadın örgütleri ve kitlesel grevler

İşçi kadınlarsa bu hareketin dışında kaldılar. ABD’de bu dönemlerde emek hareketi; siyah-beyaz/kadın-erkek tüm işçileri kapsayan sendikalar dönemi, ardından sadece beyaz erkek ve nitelikli işçileri kapsayan sendikalar dönemi, devrimci nitelikler taşıyan örgütsüz işçi ayaklanmaları ve kitlesel geri çekilme döngüsüyle ilerliyordu. Göçmen dalgalarının merkezîleşmeyi engellemesi sendikalaşmayı zorlaştıran etkenlerdendi. Ancak işçi hareketi, kadınların da öne çıktığı etkili grevler açığa çıkarıyordu. 15 Eylül 1845’te Batı Pensilvanya’da çalışma gününü 6 güne, çalışma saatlerini 15 saatten 10 saate düşürmek için iplik fabrikası işçisi 1500 kadının grevi, bunların en önemlilerindendir. Grev sonuçsuz kalsa da 1866’da Ulusal Emek Birliği’nin kurulmasına yol açtı. Bu birlik, kadınlar ve erkeklerin eşit ücret talebini ilk ortaya atan örgütlerden biri olmuştu dünyada ve yönetim kadrolarını kadınlara ve siyahlara açmıştı. 1873’te dağılmasının ardından, mücadeleyi, kökeni 1869’da kurulmuş bir gizli kardeşlik derneği olan Emek Şövalyeleri devraldı ve hızla büyüdü. Güneyde siyahileri örgütlemek için yoğun çalıştılar. Karma kitlesel sokak eylemleri yaptılar, siyahi liderlerini konuşmacı yaparak ırkçılığa dair önyargı duvarlarını aştılar. Üye sayılarının en yüksek olduğu dönem kadınların oranı %8-9 idi. ABD kadın hareketinin en önemli ve militan figürlerinden, maden grevleri başta olmak üzere onlarca grev örgütleyen ve hemen hepsinde tutuklanan Mother Jones bu hareketin içinden çıkmıştı. Yirmi yıl ceza yediği bir tutuklamadan sonra işçilerin tepkileri sonucu Virginia valisinin kendisini serbest bırakmak zorunda kalması, Mother Jones’un işçi hareketi üzerindeki etkisini oldukça iyi anlatır.

Emek Şövalyeleri, salt işçi örgütü değildi, içerisine işverenleri de dâhil etmişti. Bu üyeler zamanla kongrede politik üstünlük sağlamaya başladılar ve mücadele, grevler yerine üretici kooperatifler örgütleme hattına kaydı. Emek Şövalyesi işçiler işten atıldı; ancak liderler buna karşı mücadele etmediler. Üye sayısı oldukça düştü.

Oluşan boşluğu 1881’de kurulan Amerikan Emek Federasyonu (AFL) doldurdu; ancak kadınları, niteliksiz işçileri ve siyahileri dışarıda bırakarak. AFL kısa sürede, rüşvet, grev kırıcılık, tekellere katılmayan rakip firmalara karşı para karşılığında greve çıkma gibi her türlü yolsuzluğun döndüğü bir örgüt hâline geldi ve özetle ABD’nin klasik mafya sendikacılığının temellerini attı.

1905 Rus Devrimi’nin etkisi ve AFL’den dışlanan işçilerin uyanışıyla devrimci genel grev silahını kullanacak tek bir büyük sendika ihtiyacının karşılığı olarak, önde gelen üyelerinin tamamı Sosyalist Parti’nin (SPA) sol kanadından, lideri “Koca Bill” Haywood ve kurucuları arasında Mother Jones olan Dünya İşçi Birliği – IWW (Wooblies) kuruldu. Güneyin en ırkçı bölgelerinde dahi siyahileri örgütlemişti; doğuda niteliksiz veya yarı nitelikli işçiler içinde kadınlar çoğunluktaydı. 13 ayrı dilde yayınladıkları yayınlarında kadın işçilerin etkinliklerine özel önem verdiler. Kadın liderlerinden Elizabeth Gurley Flynn “IWW’nin Kadınlara Çağrısı” başlıklı makalesinde:

“Toplum bizi sınıf çıkarlarına göre etkiler, cinsiyete göre değil. Cinsiyet farklılıkları bizi ekonomik farklılıklardan daha az etkiler ve etkileyecektir. IWW işçi kadınlara ya da işçi karılarına sesleniyor. Feminist dayanışma için hiçbir temel, doğada ‘cinsler arasındaki çatışma’ için hiçbir kanıt, sadece kadınlar arasında bir dayanışmayı olanaklı -ya da arzu edilir- görmüyoruz… Salondaki kraliçe ile mutfaktaki hizmetçiyi birleştiren hiçbir ortak çıkar yoktur; bir büyük mağaza sahibinin karısı sadece vücudunu satarak haftada 5 dolar ücretle bir tezgâhtarlık bulan 17 yaşındaki kız için hiçbir kardeşçe ilgi duymaz. Kadınların kardeşliği, tıpkı erkeklerin kardeşliği gibi boş bir yalandır. Bütün bu kendini beğenmişliğin, ikiyüzlülüğün ve hastalıklı duygusallığın ardında sınıf savaşının ürkütücü gölgesi seçilir” demiştir.

IWW ile birlikte örgütlenen Nisan 1907’deki New Orleans grevi tarihte fahişelerin bir sendika tarafından greve çıktığı ilk örnekti. 1912’de ocak ve mart ayları arasında örgütlenen ve zaferle sonuçlanan meşhur “Ekmek ve Gül” Lawrence tekstil işçilerinin grevi en öne çıkan grevlerindendi. Ancak grevin zaferle sonuçlanmasının ardından üye sayısı düşmüştü. Birliğin grev zamanları kitleselliği artan; ancak sonrasında düşen bir döngüsü vardı. Mevsimlik işçiler arasında kalıcı bir sendika kurmak da güçtü; IWW bir devrimci örgüt gibi işliyor, kitlesel bir güç hâline gelemiyordu. Flynn bunu “çoğumuz harika ajitatörlerdik; ancak kötü örgütçülerdik” diyerek açıklıyordu.

Öte yandan Sosyalist Parti içinde de sağ kanat yükseliyordu ve partinin sendikal faaliyet yürütmemesi gerektiğini düşünenlerin sayısı artıyordu; sol kanat tasfiye edilmiş, Haywood sendikadan uzaklaştırılmıştı. Bu durum, sol kanattan binlerce üyenin ayrılmasına sebep oldu. Böylece parti gücünü de yitirmeye başladı. Oy hakları olmadığı için Parti, kadınları örgütlemekle ilgilenmeyi bıraktı ve IWW yerine AFL’ye yöneldi. Kadın üyelerinin toplantıları, burjuva kadınlarla bir araya geldikleri kadın kulüplerine; yayınlarıysa popüler kadın dergilerine dönmüştü. I. Uluslararası Sosyalist Kadın Kongresinin kararlarına da uymayarak burjuva feministlerle birlikte oy hakkı mücadelesini ana mücadele hattı belirlediler.

ABD’de 19. yüzyıldaki kadın hareketlerinin seyri, ırkçılığın sınıfsal kökenlerini ortaya koyan ve buna bağlı olarak burjuva feministlerle işçi kadınlar arasında keskin bir çizgi çeken bir işlev gördüğünü göstermektedir. Köleliğin kaldırılması hareketinden doğan feminist hareket hızlıca burjuva köklerine gerilemiştir. Dünyayı sınıf temelli değil, cins temelli bölen görüşün sorunları, oy hakkı mücadelesinde dahi açığa çıkan kadın-erkek eşitsizliğinin, siyah erkek-beyaz kadın eşitsizliğine dönüşmesinde de görülmüştür. Bununla beraber burjuva feministlerle yakınlaşmanın sonuçları da deneyimlenmiş ve işçi hareketine olan ilgisizlik kadın hareketinin de sönümlenmesine yol açmıştır. Öte yandan parti ve sendikalar içerisinde sağ eğilimlerle sert şekilde mücadele edememenin sonuçları da yıkıcı olmuştur. Yine bu dönem, kadınların sendikalarda örgütlenmesinin gerekliliği ve kadın grevlerinin önemi açığa çıkmakla birlikte, kadınların karma sendikalarda örgütlenmesi fikri baskın çıkmıştır. Eşit ücret talebi ve fahişelerin örgütlenmesi konusunda ilk büyük adımlar da yine bu dönemde atılmıştır.

İNGİLTERE’DE KADIN HAREKETLERİ

Esasen köylü ve işçi kadınların tarih sahnesine çıkışı 17. yüzyıl İngiliz Devrimi’yle başlamıştı. Devrim sürecinde açığa çıkan devrimci kamplar içerisinde digger’lar ve ranter’lar, kadın özgürlüğünü, yeni bir yaşam ufku üzerinden tartışmış; monogami, serbest aşk, özel mülkiyet ve aile arasındaki ilişkileri irdeleyerek bunların yeniden inşasını tartışmışlardı. Ancak burjuva devrim içerisinde ezilen bu kampların tartışmaları bu kadarla sınırlı kalmıştı. Almanya ve ABD’dekinden farklı olarak İngiltere’de feministler ve işçi kadınlar arasında keskin çizgiler yoktu. Bunun önemli belirleyicilerinden biri, İngiltere’de İşçi Partisi’nin sendikalar tarafından kurulmuş olmasıdır.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle dokuma bölgelerindeki kadınlar, illegal sendikal harekete katıldılar. 1837-48 yılları arasında Chartist hareketin yarattığı işçi hareketinde önemli roller oynadılar. İşçi ve ev kadınlarının sorunlarıyla ilgilenen Kadınları Destekleme ve Koruma Birliği kurucularından Emma Patterson, sadece kadınlardan oluşan sendikalar kurulmasını savunuyordu; ancak bu çabası pek başarılı olmayınca erkek sendikalarıyla işbirliğinin yollarını aradı. 1847’de kadın ve çocukların iş gününün sınırlandırılmasına dair yasal güvence talepleri, erkek işçilerin de desteğini aldı[2] ve tüm işçilerin çalışma günlerinin sınırlandırıldığı bir kazanımla sonuçlandı.

1888-89 yılları arasındaki yeni sanayileşme dalgası sendikal örgütlenmelerde patlamalara neden oldu ve niteliksiz kadın ve erkek işçileri de barındırıyordu. 1889’da Londra’da 700 kibritçi kızın grevi “sendikalaşma alevini başlatan kıvılcım” olarak nitelendirildi. Gaz işçilerinin ve dok işçilerinin militanlığı sendikalaşmayı hızlandırdı. Küçük işletmelerdeki örgütsüz kadınları hedefleyen Ulusal Kadın İşçiler Federasyonu 1906-1914 yılları arası on binlerce kadın işçiyi greve çıkardı; bu grevler erkek işçileri de cesaretlendirmişti. Kadın işçileri kapsayan bir federasyon olsa da; kadın ve erkek işçilerin ayrılmasına karşıydı, ortak örgütlenme politikasını destekledi. 1910-14 yılları arasında sendikalı kadın işçi sayısı iki katına çıkmıştı.

WSPU içinde bir yanda anti-komünizm bir yanda Bolşevizm

Genel oy hakkı talebi 19. yüzyıl sonlarından itibaren kadın işçiler arasında da yayılmaya başladı; Lancashire’lı dokuma işçileri genel oy hakkı kampanyasında öncü konumdaydı. Buna ek olarak nitelikli eğitim, kreş ve bakımevi talepleri de açığa çıkmıştı. Emmeline Pankhurst ve kızlarının kurduğu Sosyal ve Politik Kadınlar Birliği (WSPU)[3] 1903 yılına kadar oy hakkından çok İşçi Partisi’nin gelişmesiyle ilgilendi. Ancak bir süre sonra tamamen oy hakkı mücadelesine yöneldi ve kızı Christabel Pankhurst’un açıklamasındaki ifadelerle “mücadelede en zayıf olanı kullanmak kesinlikle yanlıştır! Biz seçkin kadınları, en zeki ve güçlü olanları istiyoruz” diyerek hat değiştirdi ve işçi kadınların taleplerini örgütlemekten vazgeçti. Kendileri hareketi “bizimki hiçbir şekilde bir sınıf hareketi değildir” diyerek tanımlasalar da, işçi kadınlar “Kadınlara Oy Hakkı” sloganını “Hanımefendilere Oy Hakkı” diyerek eleştirecek kadar hareketin burjuva eğilimlerinin farkındaydılar. WSPU kısa sürede, vurulan erkek grevcilerin direnişini erkeklerin oy hakkı olduğu için ayaklanma hakları olmadığı, greve başvurmaksızın durumlarını iyileştirebilecekleri gerekçeleriyle şiddetle eleştirecek kadar işçi düşmanı bir çizgiye kaydı. Aynı zamanda ülkenin en milliyetçi örgütü hâline gelmişti. İngiltere, Almanya’yla savaşa girdiğinde kadınların cephane yapımında istihdam edilmesi için bir kampanya başlattılar ve yayınları Suffragette’in adını Britannia olarak, altbaşlığını da “Kral, vatan, özgürlük için!” olarak değiştirdiler. Pankhurst’un anti-komünist çabaları, 1 Haziran 1917’de Başbakan Lloyd George’dan kendisini Rusya’ya göndermesini rica etmesi ve Kerensky ile görüşerek kendisini Bolşeviklere karşı kararlı bir tutum alması konusunda uyarmasına ve Rus kadınlarını Rusya’nın her yanında sovyetlere karşı saldırıya çağırmaya kadar vardı.

Kendisinin bu anti-komünist tavrına karşı Emmeline’nin bir başka kızı Sylvia Pankhurst ise faaliyetlerini işçi sınıfı içerisinde sürdürmeye devam ediyordu ve WSPU’dan ihraç edilmişti. Ekim Devrimi’ne kadar oy hakkı mücadelesine odaklansa da devrimden oldukça etkilenmişti ve kendisini Bolşevik olarak tanımlıyordu. 1912’de kurduğu Doğu Londra Sufrajet Federasyonu’nu 1918’de İşçilerin Sosyalist Federasyonu’na dönüştürmüştü. Dergisinin adını Workers Dreadrought olarak değiştirdi, altbaşlığı ise “Sosyalizm, Enternasyonalizm, Herkese Oy” idi. Zamanla oy hakkı dergiden kayboldu ve işçi gündemi öne çıktı. Dergi İngiltere’de grev haberlerini en iyi veren yayın haline dönüşmüştü. Sylvia, Komintern’in yayını The Communist International’ın da İngiliz muhabirliğine atanmıştı. Ekim Devrimi’nden oldukça etkilense de yazılarında ideolojik bulanıklık açığa çıkıyordu ve feminist taleplerin egemenliğinden uzaklaşamamıştı. Örneğin; fuhuş sorununun nedenlerini düşük ücretler ve yoksulluğa dayandırdığı bir yazısını oy hakkı talebi önerisiyle tamamlıyordu. Lenin’le, parlamentarizm ve seçimlere katılımı eş gördüğü bir tartışmada ters düştü ve anarşist çizgiye yöneldi.

1918’de 30 yaşına basan tüm kadınlar oy hakkı kazandılar -1928’de bu sınır erkeklerde olduğu gibi 21 yaşa düşürülecekti-. Her ne kadar sufrajetler yıllarca militan eylemler gerçekleştirmiş olsalar da oy hakkı mücadelesinin bu tarihte kazanılmış olmasında, Ekim Devrimi’nin yarattığı komünizmin yayılması tehdidi büyük etken olmuştur.

Burjuvalarla işçilerin yakınlığı, işçi hareketi içinde burjuva ideolojinin hegemonik hâle gelmesine sebep olmuştur. Sadece kadınlara ait sendikalar ya da karma sendikalar kurulması tartışması İngiltere’de de açığa çıkmış; ancak burjuva feminizminin etkisiyle ayrı kadın sendikaları kurmak fikri çok daha önde olmuştur. Kadın işçilerin eylemleri işçi hareketine yön vermiş, hatta sufrajet hareketin militan eylem biçimlerine de önayak olmuş; ancak ideolojik olarak eksik kalmış ve feminist hareket işçi hareketine yön vermiştir. İngiltere’deki kadın hareketlerinin çıkışındaki burjuvaziyle sıkı bağın doğal bir sonucu olarak hareket içerisinde anti-komünist tutum açıkça ortaya serilmiştir.

RUSYA’DA KADIN HAREKETLERİ

Çarlık Rusyası’ndaki feminist hareketler soylu kadınlar tarafından başlatılmış ve Avrupa’dakine göre ömürleri çok daha kısa ömürlü olmuştu. 1905 Devrimi’ne kadar bazı feminist gruplara rastlanmış; ancak bir hareket olarak açığa çıkmamıştı. 1859’da bir grup soylu kadın, Rusya’daki ilk feminist grubu oluşturuyordu; Rozvet isimli, “kadınların eğitim düzeylerini yükseltmek amacıyla ‘Hıristiyan ruhuna uygun’ bir mücadele yürütmeyi amaçlayan” bir yayınları vardı ve aynı yıl kadınlara dönük bir yardım derneği kurmuşlardı. Dernek, kadınlar için konfeksiyon atölyeleri kurmak, ortak mutfaklar ve işçi anneler için bir okul açmak gibi işlerle ilgilendi. Bunu, daha başka ve daha büyük yardım dernekleri izledi. Bu kulüpler arasında başkanlığını prenseslerin yaptığı fuhuşa karşı dernekler de vardı. Rus feminist tarihi çalışan Shites bu dönemi şöyle tanımlar: “Rus bayanları arasındaki geleneksel ‘hayırseverlik’, çar eşlerinin, dul imparatoriçelerin ve prenseslerin liderlikleriyle süslendi. Etkinlikleri de genellikle sınırlı, rafine ve anonimdi.”

1905 Rus Devrimi sonrası kadınların uyanışı

1905 Devrimi, işçi sınıfından ve burjuvaziden binlerce kadını uyandırdı. Kollontay’ın deyimiyle “1905’te bir kadının kendisi hakkında konuştuğunun ya da yeni haklar talep ettiğinin işitilmediği tek bir sokak köşesi yoktu.” Birçok şehirde ilk kez kadın hakları mitingleri düzenlendi. İşçi kadınların talepleriyle burjuva feministlerin talepleri arasındaki çatışmalar da bu dönemde açığa çıkmaya başladı. Çoğunluğunu burjuva kadınların oluşturduğu Kadınlara Eşit Haklar Birliği’nin kongresinde, işçi ve köylü kadınların eşit ücret ve anne-çocuk sağlığı gibi taleplerini içeren tasarı reddedildi; geri kalan öneriler bir dizi burjuva reform içeriyordu. Ekim 1905’teki ikinci kongrede ise tıpkı Bolşevikler ve Menşevikler gibi parlamento seçimlerini boykot kararı aldılar ve sosyalist partilerin amaçlarının kadınlarınkine en yakın amaçlar olduğuna dikkat çektiler. Bu dönemde özellikle Moskova’da militan eylem biçimleri geliştirdiler; ancak birliğin genelinde aynı tutum yoktu ve boykot kararı da bir sonraki kongrede kaldırılmıştı.

20. yüzyıl başları Rusya’sı nüfusun %85’i serflikten yeni kurtulmuş köylülerdi. Feodal aile ilişkileri toplumda son derece baskındı. Özellikle kırsalda kadın okuryazarlığı hemen hiç yoktu. Kadın, ailesinin kocasının malı olarak görülüyordu. 20. yüzyılın ortalarından itibaren şehirlerde sanayinin ilerlemesiyle birlikte bu tablo biraz dönüştü. İşçi sınıfının yeni yeni boy gösterdiği 19. yüzyıl sonlarından itibaren kadın işçiler erkeklerle beraber grevlerde, eylemlerde ön saflardaydı. Çarlık, bu eylemler sonrasında kadın ve çocukların gece çalıştırılmasını yasaklamıştı. 1878’deki Novaya Pryadil fabrikası grevi, 1895’teki Nisan Ayaklanması, 1894-1896 arası dokuma işçilerinin ağırlıkta olduğu tarihsel grevler öne çıkan grevlerdi. Bu döneme dair Kollontay “emek hareketine katılmak, kadınları sadece emek güçlerini satan insanlar olarak değil, birer kadın, eş, anne ve ev kadını olarak da özgürlüğe yaklaştırdı (…) grev dalgası geçer geçmez ve işçiler zafer kazanmış ya da kaybetmiş olarak işlerinin başına döner dönmez kadınlar dağılacak ve eski soyutlanmış konumlarına geri döneceklerdi” der.

Devrimci hareketin içinde de kadınların, erkeklere kıyasla büyük çoğunluğu soylular arasından geliyordu. Burada en öne çıkan hareketlerden biri, terörist eylemleriyle tanınan Narodnik hareket ve hareket içinde öne çıkmış olan kadın devrimcilerdir. Narodnik kadınlar, özellikle entelijansiyadan olan Rus kadınları ve Rus devrimcileri üzerinde güçlü bir etki bırakmışlardır.

Bolşevikler, Menşevikler ve feministler arası tartışmalar

20. yüzyılın başında açığa çıkan hareketlenmeyle birlikte Sosyal Demokrat Parti’nin iki kanadı (Menşevikler ve Bolşevikler) ve tüm sosyalist devrimciler kadınları sendikalara çekmek için çabaladı. Almanya ve İngiltere’den farklı olarak baştan beri sendikaların kapıları kadınlara açıktı; ancak düşük ücretler ve düşük eğitim seviyeleri sendikalaşmayı zorlaştırıyordu. Genel olarak sendikalaşma düşüktü ve bu oran kadınlar arasında daha da azdı. 1905’te kurulan soyvetlerde kadınlar çok az temsil ediliyorlardı; Petersburg işçilerinin yaklaşık beşte ikisini oluşturmalarına rağmen sovyetlere gelen 562 delegeden sadece 6’sı kadındı.

Marksistler ve feministler keskin bir rekabet içindeydiler. Erkek işçiler Kadet Partisi’nden pek etkilenmese de kadın işçiler, Kadınların Eşitliği için Birlik gibi burjuva kadın örgütlerinin etkisinde kaldılar. Sosyal Demokrat Parti kadroları bir dönem feministlerle birlikte çalıştılarsa da Kollontay’ın bu çalışmalara ideolojik eleştirileri bulunuyordu. Menşevikler, sosyalist ve liberal kadınları içeren geniş tabanlı bir ittifakı önerirken, Bolşevikler bunu eleştiriyorlardı. Bu dönemde Bolşeviklere yeni katılmış olan Kollontay, sağlam bir sınıf çizgisinin sürdürülmesi gerektiğini savunuyor ve feminist akımlara karşı çıkıyordu ve 1905 yılında bu eleştirileri yöneltmek amacıyla birçok feminist toplantıya katıldı. 1908’e kadar geçen süreç, ayrı işçi kadın kulüpleri kurmak ya da karma örgütlerde örgütlenmek tartışmaları ve fraksiyonel kopuşlarla geçti ve hemen tüm işçi kadın kulüpleri dağıldı.

Aralık 1908’de örgütlenen Birinci Tüm Rusya Kadın Kongresi kadın hareketini yeniden canlandırmak için önemli bir adımdı. Bu kongrenin seyri, burjuva feministler ve sosyalistlerin ilişkisini net şekilde ortaya koymaktadır. Yeni bir birleşik kadın örgütü kurulmasını amaçlayan kongre çağrısı “kadın hareketi ne proleter ne de burjuvadır; o tüm kadınların ortak hareketi olmalıdır” şeklinde yapılmıştı. 1905’teki tutumla aynı şekilde Bolşevikler bu görüşü desteklemiyorlardı; ancak işçilerin kongreye olan yoğun ilgisi üzerine kongreye katılmak ve tartışmalarını yürütmek üzere karar aldılar. Kongrede üç unsur açığa çıkmıştı: ilki feministlerle işbirliği yapılmamasını savunan ve asgarî katılımla kongrede bulunan Bolşevikler, ikincisi demokratik unsurlardan kopmayı reddeden ve ittifak kurmayı savunan Menşevikler ve üçüncüsü sosyalistler ve feministler arasındaki çelişkileri açığa çıkarmak üzere tartışan Kollontay.

Nihayetinde kongrenin son günü, işçi grubu içerisinde “burjuva kadınlar işçi kadınların sömürüsü sürerken, sadece onları sakatlayan yasal prangaları çıkartmakla yetiniyorlar, Marksistler ise ‘çağdaş yaşamın tek hâkimi olan sermayeyi” ortadan kaldırmaya çabalıyorlardı” diyen Bolşevikler, işçilerle kapitalistler arasında hiçbir işbirliğini olanaklı görmediklerini açıklayarak salonu terk ettiler. Kongre sonrası örgütlenme komitesinin verdiği lüks daveti basarak protesto ettiler. Menşeviklerse kongreye katılımını sürdürmüş ve kongre sonrasında işçi grubunun ekonomik sorunları öne çıkarmadaki ısrarının kadınların işçi kadınlara duyduğu sempatiyi engellediğini öne sürmüştü. Bu tutumun, kendilerinin bütün kadın hareketine karşı olduğu izlenimi yarattığını söylerek Bolşevikleri eleştirmişlerdi.

Kadın işçilerin devrimi ateşleyen grevleri

1910-1914 yılları arasında sınıf hareketinin de tekrar yükselmesiyle birlikte kadın işçilerin grevleri de arttı ve bir dizi iyi örgütlenmiş, militan eylem açığa çıktı. Bu süreçte kadınların işçi kadın olarak taleplerini ortaya koymaktaki başarısı ve gelişimi, kadın olarak gereksinimlerinin ve taleplerinin de ortaya çıkmasına olanak verdi. Fabrikalardaki cinsel sömürüye karşı eylemler ve hamilelik sorunları ve işçi kadınların çocuk bakımı ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili talepler de eylemlerin parçası oldu. 8 Mart, Rusya’da ilk kez 1913’te kutlandı. Menşevikler eyleme sadece kadınların katılımını önerirken, Bolşevikler karma katılımı savunuyorlardı. Feministler ise kutlamalarda kadınların eşleri karşısındaki konumuna değil, işçi kadınların sermaye karşısındaki konumuna değinilmesini eleştirirken, ekonomik çıkarların değil kişisel olanın öne çıkarılmamasını eleştiriyorlardı.

Bolşeviklerin yayını Pravda’da ilk 8 Mart kutlamaları öncesi “Emek ve İşçi Kadının Yaşamı” adlı özel bir ek yayınlanmaya başlanmıştı, bu ekin yarattığı etki ve gelen onlarca mektup sonucu Lenin’in önerisiyle sadece işçi kadınlara yönelik ayrı bir gazete çıkarılmasına (Rabotnitsa) karar verildi. İlk sayı 1914’ün 8 Mart kutlamalarına denk gelecek şekilde 12 bin adet basıldı ve 7 sayı yayınlandı. Ancak I. Dünya Savaşı’yla birlikte yayın sekteye uğradı.

Savaş, burjuva feministlerle sosyalistleri milliyetçi tutumları üzerinden daha keskin çizgilerle ayırmıştı. Feministlerin önde gelenlerinden Pokrovskaya “böylesine büyük bir vatanseverlik anında gereksinimlerimizi asgarîye indirmeli, lüksü terk etmeli ve hepsini toplumun sunağında feda etmeliyiz. Bu çok önemlidir; çünkü kadınların eşitlik mücadelesinin dünya çapında başarı kazanması buna bağlıdır” diyerek tıpkı Pankhurst’un İngiltere’de yaptığı gibi Rus kadınlarını seferberliğe çağırmıştır.

Savaş, kadın istihdamını ciddi oranda artırmıştı. Sanayi kollarındaki erkek işçi sayısı %12 oranında azalırken, kadın işçilerin oranı %19 oranında artmıştı. 1917’de kadınlar işgücünün %50’sini oluşturuyorlardı. Savaş, başlangıçta işçi hareketinde dağınıklığa sebep olmuş; ancak dokuz ay sonra kadınlar ekmek ayaklanmalarıyla fitili ateşlemişlerdi ve ekonomik taleplerle başlayan grevler hızlıca politik nitelik kazanıyordu. Örneğin; 1915’te kadınların başlattığı un grevi, bir ay sonra savaş karşıtı militan bir karakter kazandı. Ordunun bu eylemlere kanlı saldırıları, politik grevleri daha da artırmıştı.

Ekim Devrimi’nin fitilini ateşleyen de Petrograd Bolşevik kadın liderlerin de katıldığı toplantıydı. 22 Şubat gecesi ertesi gün yapılacak olan 8 Mart kutlamaları hazırlıkları için Bolşeviklerin güçlü etkisi olan Viborg’da bir araya gelen kadınlar, hareketi daha ileri götürme ve gösterileri büyütme kararı aldılar ve onların insiyatifiyle bir genel grev çağrısı yapıldı.

Pravda başyazısında “Selâm kadınlara! Selâm Enternasyonal! Kadınlar, Kadınlar Günü’nde ilk kez Petrograd sokaklarına çıktılar. Moskovalı kadınlar silah ve malzeme buldular, kışlalara gittiler, askerleri devrim saflarına geçmeye ikna ettiler. Selâm kadınlara!” diye yazmıştı.

1905 Devrimi’nden sonra asgarî ücret görüşmelerinde çoğunlukla kadınlar erkeklerden daha az ücretlendiriliyordu. Bu durum Şubat Devrimi sonrası da pek değişmemişti. Bolşevikler bu farklı ücret sistemine karşı mücadele ettiler. Kollontay, Pravda’da yayınlanan “Ciddi Bir Uçurum” adlı makalesinde bunu sertçe eleştirdi. Kadınların sovyetlerdeki temsiliyeti de hâlâ düşüktü. 1917 Nisanı’nda Petrograd’a dönen Lenin’in ilk işi, “kadınlar sadece genel olarak politik yaşama değil, herkesin zorunlu olarak katılması gereken gündelik faaliyetlerde görev almaya ikna edimedikçe değil sosyalizmden tam ve kalıcı bir demokrasiden bile söz etmek boş ve anlamsız olur” diyerek, kadınlar arasında politik çalışma örgütlenmesi için merkez komitenin desteğini istedi. Petrograd komitesine bağlı bir kadın bürosu kuruldu ve Rabotnitsa yeniden yayın faaliyetine geçti; 10 Mayıs tarihinde haftalık elli bine yakın tiraja sahipti. Ekimde Bolşevikler iktidara geldiğinde partili olmayan kadınlar arasında çalışmanın örgütlenmesi yine güncel bir konu olacaktı.

1917 EKİM DEVRİMİ

Ekim Devrimi, kadınların politik, ekonomik ve cinsel açıdan tam eşitliğinin sağlanması yolunda atılmış ilk gerçek adımdı. İşçilerin iktidarı, kadınların yeniden üretim sürecindeki rolleri sorununu da gündeme getirmiş, toplumsal yaşamın yeni üretim ilişkilerine göre şekillenişi içerisinde kadınların devrimci kazanımları gerçekleşmişti.

1919’un temmuz ayında Lenin, “kadınların durumuna gelince: Bu alanda dünyada değil tek bir demokratik parti, en gelişmiş burjuva cumhuriyet bile bizim iktidarımızın daha birinci yılında yaptıklarının yüzde birini on yıllardır yapamadı” diyerek devrimin kazanımlarını vurgulamıştı.

Kadınlara tam oy hakkı verildi. Evliliği gönüllü bir ilişki hâline getiren, meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki ayrımı kaldıran, eşit iş imkânlarını, eşit ücreti ve ücretli annelik izni uygulamasını başlatan yeni boşanma ve medeni kanunları çıkardı. Zina, ensest ve homoseksüellik ceza yasasından çıkarıldı. Devrimden altı hafta sonra dinî nikâhın yerini medenî nikâh aldı. 19 Aralık 1917 kararnamesi ile boşanmak kolaylaştırıldı. Evli çiftlerin eşlerden herhangi birinin soyadını ortak soyadı olarak seçebilmesi sağlandı. Kürtaj yasallaştırıldı. Çocuk bakımı ve ev işleri kadının sorumluluğundan çıkarılıp komünal olarak örgütlenmeye çalışıldı. Kollontay “evlilikle mutfağın ayrılması, kadının tarihinde kilise ve devletin ayrılmasından daha önemsiz bir reform değildir” diyerek bunun önemini vurgulamıştı. Lenin, kadının nihaî kurtuluşunun geleneksel ailenin ekonomik temellerine saldırıyla ve aile kurumunun ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğunu da ortaya koyuyordu. Bolşevikler, kadının gerçek kurtuluşunun komünizmle mümkün olduğunun farkındalardı ve kadınları komünizm ufkuyla örgütleme çalışmasını etkin sürdürebilmek için Bolşevik Parti Kadınlar Seksiyonu (Zhenotdel) üzerinden faaliyetlerini sürdürüyorlardı. “Nasıl kadının kurtuluşu komünizm olmadan düşünülemezse, komünizm de kadının kurtuluşu olmadan düşünülemez” diyen İnessa Armand bu çalışmanın önderlerindi. Kadınların devrimin savunulması hattıyla iç savaşa katılımı ve okuma-yazma oranını artırmak gibi önemli çalışmalar yapıldı.

İç savaş, NEP dönemi ve kadınlar üzerindeki etkileri

İç savaşla birlikte askerî mücadele öne çıkmış ve bu daha çok erkekleri kapsarken, kadınlar mücadelede bir ölçüde geri düşmüştü. Ancak yine de kadınlar Zhenotdel’in de çabalarıyla Kızıl Ordu içinde önemli görevler üstlendiler. 1918-1920 yılları arasında savaş, açlık, salgın hastalıklar ve zor geçen kışlar sonucunda 9 milyon kişi ölmüştü; bu sayı I. Dünya Savaşı’nda tüm dünyada ölenlerin sayısından bile 5 milyon daha fazlaydı. İç savaştan ciddi bir ekonomik ve toplumsal çöküntüyle çıkıldı.

1921-1928 yılları arasındaki NEP dönemi politikaları geniş çapta işsizliğe yol açtı. Niteliksiz işçiler işsizlikten ilk nasibini alanlar olmuştu ve bunların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Bu durum kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığını artırmıştı, evlilik tekrar rağbet görmeye başladı. Boşanmanın kolaylaştırılmış olması aynı şekilde karşılanmamaya başladı. Değişen ekonomik koşullar altında yeni yasaların tanıdığı cinsel özgürlükler kadınların ve çocukların suistimaline ve sömürüsüne yol açmıştı. Nüfusun beşte dördünden fazlasını oluşturan köylülük, geleneksel aile yapısının korunması konusunda baskı yaratıyordu. Ailenin mülkün devamı olması, NEP politikalarının yarattığı tabloda aileyi “sığınak” hâline getirmişti. İşsizlikle birlikte, savaşın yarattığı ölümlerin ardından kadınların doğuma ve anneliğe teşvik edilmesi de kadınları eve çeken etkenlerden biriydi.

Gelinen noktada; neredeyse tamamen çözülmüş olan fuhuş sorunu tekrar açığa çıktı ve devrim öncesi boyuta ulaştı. 1934’te eşcinsellik hapisle cezalandırılan bir suç sayılmaya başlandı; zinaya, kolay evliliğe ve cinsel özgürlüğe karşı kampanyalar yürütülmeye başlandı. Annelik teşvik edildi ve onurlandırıldı. 1936’da sağlık tehlikesi olmadığı sürece kürtaj yasaklandı. 1935-1936 arası boşanmaya karşı yaptırımlar getirildi. Gayrimeşru çocuklar tekrar miras hakkından çıkarıldı, aile kutsallaştırıldı. 1943’te karma eğitim yasaklandı. Kadın sorununa özel bir ideolojik ve politik sorun olarak değinmek yasaklandı.

Radikal feministler, Sovyetlerin kadın konusundaki bu gerilemesini, cinsel baskı ve aileyi ortadan kaldırma konusundaki gönülsüzlüğü olarak yorumlasa da, başarısızlığın ardında Rus işçi sınıfının sayısal azlığı, eğitim seviyesinin düşüklüğü, iç savaşın neden olduğu endüstriyel kayıplar ve ölümler ve Avrupa devriminin başarısızlığı daha belirleyici etmenlerdi. Bununla birlikte yine de Wilhelm Reich’ın “Sovyetler aile kurumunu dönüştürme ve cinsel özgürlük konusundaki ilk planlarını başarıyla sonuçlandırsalardı sosyalizm yenilmezdi” tespiti kayda değerdir.

Devrimin çözülüşü, bize kadının kurtuluşunun sosyalizmle mümkün olmadığını kanıtlamaz, aksine tek gerçek kazanımlar bu dönemde elde edilmiş ancak sosyalizmin komünizm ufkuyla örgütlenmesinde yaşanan başarısızlık ve enternasyonalizm önündeki engeller, devrimi olduğu gibi, devrim içinde kadınların konumunu da geriletmiştir. Yıllar sonra Küba, Sovyetler’in bu gerileyişinden ders çıkararak, ekonomizme saplanmayı reddederek yeni insanın örgütlenmesine yönelecek ve ekonomik dönüşümle toplumsal dönüşümü başa baş ilerletecektir. Keza Küba Devrimi’nin kadınlara ilişkin kazanımları ve örgütlenmeleri de buna en net örnektir.

1. Dünya Savaşı dünyada kadın hareketini geri çekmiş; ancak Ekim Devrimi’nin etkisiyle kadınlar tekrar harekete geçmişti; fakat sosyalizmin yayılması tehdidine karşı burjuvazinin hamleleri ve II. Dünya Savaşı, kadın hareketini zayıflatan bir rol üstlendi. Bununla birlikte Komintern’in dağılması, Avrupa’ya yayılan nasyonalizm ve faşizm, Sovyetler’in çözülüşü ve savaşın yıkıcı etkileri uluslararası emek hareketine ve sosyalist harekete olumsuz yönde etki etmiş, dağınıklıklara sevk etmişti. Kadın sorunu tekrar gündeme geldiğindeyse bu tablonun bir sonucu olarak kadın hareketi, burjuva feminizmin hegemonyasında ilerleyecekti.

60’LARDA KADIN HAREKETİ

Sovyetler’in çözülüşüne karşı gelişen tepki, dünya çapındaki ekonomik krizler ve etkilerinin derinleşmesi, kadınların artan eğitim düzeyi ve etkin doğum kontrolü ile güçlenmesi ve hizmet sektörünün de gelişimine bağlı olarak kapitalizmin ucuz kadın emeğini sömürü çarkına eskisine göre daha fazla dâhil etmesiyle kadın mücadelesi tekrar bir hareket olarak açığa çıktı. 60’larda açığa çıkan kadın kurtuluş hareketlerinde, özellikle ABD ve İngiltere’de büyüyen hareketler burjuva feminist ideolojiden beslenmiştir. ABD ve İngiltere’de kadın hareketi ve kadın işçi hareketinde burjuva feministlerin 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında da etkili olması açısından bu tablo çok da şaşırtıcı değil. Keza feminist akımlar başlıca bu hareketlerin içerisinden çıkmıştır. Ancak 60’larda ABD’de Sivil Haklar Hareketi ve Black Power Hareketi içinden doğan yeni kadın hareketinde açığa çıkan tartışmalar ve kopuşlar öğreticidir. Bu hareketlerin örgütlenme alanlarının getirdiği çelişkilere de bağlı olarak lider kadrolarına kadar sirayet eden machismo kültürü (maçoizm) hareket içerisinde kadın hareketini ayrıştıran ve bölen en önemli etkenlerden biri olmuştur ve sınıfsal değil cinsel sorunların öne çıkmasında büyük rol oynamıştır. Böylece hızla feminizme kayan hareketler, kişisel olanın küçük burjuva bireyciliği politikliğinde beslenen tartışmaları içerisinde farklı akımlarla bölündükçe bölünmüştür ve işçi hareketinden uzaklaşmıştır.

Öte yandan, Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında açığa çıkan gerilla mücadeleleri içerisinde kadın devrimcilerin üstlendiği rol son derece önemlidir. Bunlar, kadın hareketi olarak açığa çıkmasa da bu hareketler içerisinde kadınların dönüşümü ve gerçekleştirdiği devrimlerde açığa çıkan kazanımlar ve kadın özgürlüğü konusundaki adımlar tüm dünyada kadın hareketleri üzerinde güçlü bir etki bırakmıştır ve bırakmaktadır.

DİKKAT ÇEKEN NOKTALAR

Bir bütün olarak kadın hareketi tarihinin seyrine baktığımızda çıkarabileceğimiz sonuçları şöyle bir toparlamak gerekirse;

  • İşçi kadınların eylemleri burjuva devrimler dâhil, tüm devrimlerde lokomotif güçlerden biri olmuştur. Özellikle tarihin hemen her kritik dönemecinde birçok coğrafyasında açığa çıkan ekmek ayaklanmalarında kadınlar en direnişçi unsurlar olarak yer almışlardır.
  • İşçi kadınların talepleri, burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşen hareketler içerisinde geri düşürülmüştür.
  • Burjuva devrimler ve ulus devlet politikalarının tezahürü olarak ırkçılık, milliyetçilik, militarizm kadın hareketine karşı da bir saldırı aracına dönüşmüş, hareket içerisinde buna karşı geliştirilen tutumlar ve politikalar, sınıf çıkarlarına göre farklılık göstermiştir. Kadın hareketinin sınıf birliğine sahip olmayışı bu çelişkileri ve sorunları daha fazla açığa çıkarmış ve bu saldırıyı güçlendirmiştir.
  • Sosyalist hareketin burjuva feministlerle işbirliği tarih boyunca pek sonuç vermemiştir.
  • İşçi hareketiyle burjuva feminist hareket hiçbir zaman tam anlamıyla ortak talepler etrafında hareket edememiştir.
  • Feministler, işçi kadınları örgütlemek konusunda kalıcı başarılar gösterememişlerdir.
  • Fuhuş sorunu işçi sınıfı kadınları içerisinde de önemli bir tartışma konusu olmuş, fahişelere karşı ahlâkçı, ayrımcı tutumlar hareketler içerisinde ideolojik kaymalara sebep olmuştur.
  • “Machismo” ve benzeri eğilimlerin örgüt içerisinde açığa çıkması, kesinlikle önüne geçilmesi gereken önemli bir sorundur.
  • Emek hareketi içerisinde de cinsel mücadelenin bir yeri vardır, bu es geçilmemelidir. Ancak işçi kadının nihaî kurtuluşu için sınıf çelişkilerinin ortadan kaldırılması perspektifli bir hareketin içerisinde bu mücadele hattı örülmelidir.
  • Feminizmin sınıfsal kökenleri kavranmalı ve ideolojik yaklaşımlar bu kökenler üzerinden tartışılmalı ve anlaşılmalıdır.
  • Kapitalizmin krizlerinden ve savaşların yarattığı tablodan ilk etkilenenler hep kadınlar olmuştur. Bu dönemlerde kadınları örgütlemek daha kritik önem taşımaktadır, aksi takdirde kapitalizm, kadınları, krizi aşmada bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bu dönemlerde kadınları ev içine ve toplumsal kadınlık rollerine hapseden hareketlerden ve faaliyetlerden uzak durulması gerekmektedir.
  • Kapitalizmin krizlerinde olduğu gibi sosyalizmin krizlerinden de ilk önce kadınlar etkilenmiştir. Sovyetler’de NEP politikalarının ilk etkileri kadınların kazanımlarının geri çekilmesiyle görülmüştür.
  • Tarihin akışı içerisinde burjuva feminist hareketler içerisindeki tartışmalar ve akımlar, burjuva devrimler ve kriz sonrası kapitalist politikalara paralel şekilde dönüşümler geçirirken, sosyalist kadın hareketleri de sosyalist devrimler ve yenilgilere göre dönüşmüştür.

Şubat 2024

KAYNAKLAR

(Temel kaynak) Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, Tony Cliff, Ataol Yayıncılık.

Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek, Paul Mason, Yordam Kitap.

Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek, David Parker, Dost Yayınevi.

1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi Tarihi, Albert Nenarakov, Kaldıraç Yayınevi.

1871 Paris Komünü Tarihi, Prosper-Olivier Lissagaray, Nota Bene Yayınları.

Ek okuma önerileri:

Yakın Çağlar Tarihi, N. V. Yeliseyeva, Yordam Kitap.

Fransa’da Sınıf Savaşımları, Karl Marx.

“Küba’nın Kadın Devrimcileri”, İdil Özkurşun.

Beş Kızkardeş “Beş Narodnik Kadının Anıları”, B. A. Engel, C. N. Rosenthall, Kaldıraç Yayınevi.

[1]    Fırıncı 14. Louis; karısı Marie Antoinette ve çırak da tahtın varisi Dauphin’i temsil ediyordu.

[2]    Erkek işçilerin bu desteğinin başlangıçtaki sebebi, kadınların düşen çalışma saatlerinden kaynaklı oluşacak boşluğun istihdam yaratacağı beklentisiydi.

[3]    İngiltere’deki sufrajet hareket.

 

Savaşmaktan zevk almak – Ege Can Özgür

“Muzaffer savaşçılar önce kazanır sonra savaşa girerler, mağlup savaşçılar önce savaşa girer sonra kazanmaya çalışır.”[1]

Bu yazıyı okumadan önce okuyucudan başlık üzerine biraz düşünmesini, savaşmaktan zevk almak denince aklında canlananları irdelemesini istiyorum. Keza bu yazıyı okuduktan sonra aklında canlandırdığı ilk fikirler ile karşılaştırma yapmanın, konuyu derinleştireceğini umuyorum.

Giriş

“Hayat denilen kavgaya girdik” diye başlar Avusturya İşçi Marşı. Yani savaş, yaşama içkin. Tabii bir de diyalektiğin yasalarından biliyoruz karşıtların birliği ve savaşımını. Öyleyse savaş yaşamın olağan bir parçası. İlla harp meydanlarındaki gibi savaşlardan bahsetmiyorum. İnsanın doğa ile olan savaşımı gibi mikroplarla olan savaşından, üretirken madde ile olan savaşından, oyun oynarken birbirine karşı savaşından, sınıfın sınıfa karşı savaşından bahsediyorum. Harekete müdahale eden, onu yönetmeyi öğrenen insanın madde ile olan savaşından.

Bu yazının kaynağını, sanat özgürleşmesi serisinde bahsettiğim bir konseptten alıyorum. Bir ürünün içeriği, ürünün hammaddesi ile onu şekillendiren bilincin savaşıdır. Yani içerik aslında bilinç ve madde çelişkisidir. Bilinç ile maddenin savaşı sonucunda da biçim oluşur. Yapı ustası, taşın ve harcın direncine karşın bir yapı kurabilendir. Kısacası insanın madde üzerindeki özgürlüğü, onun savaşmayı öğrenmesinden geçmektedir.

Savaş

Savaşı anlamaya çalışırken karşımıza çeşitli kavramlar çıkar. Mücadele, kavga, çatışma, sıkıntı, çaba ve uğraş gibi kelimelerin eşlik ettiği savaş, kendisini çelişki ile var eder. Yani savaş, birbirleri ile çelişki hâlindeki olguların hareketidir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasasında da tarif edilen bu durum, her türlü maddeye içkindir. Bu konuda Adalı’ya bir göz atalım.

Nesnelerin dış görüntüsünden iç yapısına doğru indiğimizde karşıt kutup ve eğilimlerle karşılaşırız. (…) Nesne bu karşıt taraflardan ne biri ne de diğeridir. Bu karşıt tarafların bir birliği ve bütünlüğüdür. Örneğin atomu ele alalım. Atom (-) yüklü elektronlarla (+) yüklü protonların birliğidir. Tek başına ne elektron ne de proton bir atom değildir.

Bu örnekten de anlaşılacağı gibi karşıtların birliği çelişkili bir birliktir. Karşıt yanlar hem birbirini içerir, hem de reddeder.[2]

Karşıtların birliği diyalektik çelişki anlayışının özgül özelliklerinden yalnızca biridir. Karşıtlar nesne ve süreçlerde yalnızca karşılıklı birlik içinde bulunmazlar, aynı zamanda birbirlerini karşılıklı olarak dıştalar ve iterler. (…) Bu diyalektik çelişki anlayışının diğer bir özgül özelliğidir ve ifadesini karşıtların birbirleriyle savaşımı kavramında bulur.

Lenin karşıtların bu savaşımını gelişmenin kaynağı ve itici gücü olarak görür ve bu nedenle “gelişme karşıtların birbiriyle savaşımıdır” der.[3]

Nesne ve süreçlerde karşıtlar arasındaki savaşıma bağlı olarak, karşıt yanlardan biri diğerini dıştalar. Bu dıştalamayla birlikte karşıtların birliği de son bulur. Yani, karşıtların yeni özgül birliğine son vermek için yeni bir nitelik oluşur.

Bu yeni nitelik içinde yeni karşıtların savaşımına tanık oluruz. Böylece gelişme, karşıtların savaşımı olarak sürer. O hâlde karşıtların birliği sınırlı, geçici ve görelidir. Ama onlar arasındaki savaşım ise mutlaktır. Demek ki hareket ve gelişme bir dış dürtüyle değil karşıtların savaşımı olarak gerçekleşir. Burası son derece önemlidir. Hareket, öncelikle dışsal bir şey değil, maddenin kendi varlığı ile bağlı bir gerçekliktir. Madde hareketsiz var olamaz demek budur.[4]

Yani savaş her daim nesneye içkin olup yapısı değişse bile farklı çehrelerle daima sürer. Öyleyse sorun savaşın varlığı değil, izlediği yoldur. Onun hangi süreçlerle hangi şeyler arasında geliştiği, hareketi nasıl etkileyip nasıl bir seyir izlediği önemlidir. Böylece savaşın seyrini belirleyen çelişkilerin çeşitliliği önem kazanır. En genel hâliyle iç ve dış çelişkiler, ana, tâli ve baş çelişkiler, uzlaşmaz ve uzlaşmaz olmayan çelişkiler bulunur.

Savaş her çelişki biçiminde farklı işler. Uzlaşmaz bir çelişkide (işçi ve patron gibi) savaş kaçınılmazken uzlaşmaz olmayan bir çelişkide (işçi ve köylü gibi) kendini göstermeyebilir. İç çelişki (acıkmak gibi) sürekli bir savaş hâlindeyken dış çelişki (iklim gibi) koşulların değişmesiyle savaşı da bitirebilir. Ana çelişkiyi (sınıf çelişkisi gibi) çözerken verilen büyük bir savaş, tâli çelişkileri (ırkçılık gibi) çözerken verilen savaşlardan daha işlevsel olabilirken, baş çelişkinin (ulus sorunu gibi) çözümü, ana çelişkideki savaşa ortam hazırlayabilir.

İnsan, tarihin öznesi olarak doğayı değiştirip dönüştürürken kendisi de değişip dönüşür. Burada savaş, insanın doğayla olan çelişkisiyle başlar. Sınıflı toplumlarda doğa ile savaşım sürerken, ana çelişki sınıf savaşı olur. Sınıfsız topluma geçince artık çok daha gelişmiş biçimiyle doğayla olan savaşı ana çelişki hâline döner. Yani insan daima savaşır ve gelişir. Kimi zaman savaşıp savaşmayacağını seçebilirken kimi zaman savaşta bir saf tutmak zorundadır. Savaşın seyrini belirleyen onun tuttuğu saflar ve savaşı yönlendirdiği yollardır.

Savaşçı olmak

Öğrenmelisin denizin dilini,
kayalıkların yeri
ve hangi rüzgârın seni nereye götüreceği
önemli
elbette akıntıları da muhakkak öğrenmeli,

ayrıca tüm bunları yaparken
gemi tıkır tıkır işlemeli
demem o ki sevdalı çocuk
güverteyi yıkamak,
yelkenleri onarmak
ve mutfakta yemek hazırlamak
sandığından da önemli işlerdir;
muntazam işleyen bir gemi
zaferi ellerinde bilmeli.[5]

Savaşçılık, savaşı ve savaş alanını bilmekle, büyüklü küçüklü pek çok çelişkiyi çözmekle, eylemden öğrenip, hareketi yönetmekle alakalıdır. Hayata yönelik başka bir yaklaşımın, savaştan kaçmanın değil savaşı yönetmenin bir tarifidir. Çalışmanın, dinlenmenin, eğlenmenin, nereye vurulacağının, neyden kaçılacağının, ne yapılıp yapılmayacağının kararını verebilendir savaşçı. Yani savaşçı, emeğini savaşmaya veren, çelişkiyi emeğiyle çözendir.

Savaşta sıkça iki eğilim göze çarpar. Bir yanda çok çalışan fedailer bulunur. Sürekli eyleyen, durmak bilmeyen, dinlenmeyi unutup kendini paralayanlar. Bir yandaysa çalışmaktan kaçan aylaklar bulunur, eylemden çekinen, savaştan irkinen, çalışırken eziyet çekenler. İki eğilim de savaşı bir çile olarak görmenin sonucudur. Çile çekmenin yüceltilmesiyle feda kültürü beslenir, savaştansa çekilen acılar, yapılan işkenceler, ödenen bedeller tartışılır. Öte yandan çile çekmekten korkulduğunda engeller gözde büyür, savaştan kaçmak için bahaneler uydurulur, işe girişmemek için yalanlar söylenir. Bir taraf çalışmanın, bir tarafsa çalışamamanın kurbanı olur kısacası.

Oysa savaşmak yaşamın bir parçasıdır. Savaşmayı çileyle özdeşleştirmeye gerek yoktur. Çelişki hareketin kaynağı olduğundan savaş gelişimin temelinde bulunur. Savaşı çilenin değil gelişimin anahtarı olarak gören savaşçı, ondan zevk de alabilir. Keza savaşmak, çalışmak kadar dinlenmeyi, odaklanmak kadar eğlenmeyi, üretim kadar yeniden üretimi de barındırır.

Gelişim

Savaşı gelişimin anahtarı olarak gören savaşçı için her çözülen çelişki, başka bir çelişkiyi doğurur. Çelişkiler çözüldükçe başka çelişkilere yol açar, artık geçmişin aşılan sorunları yerine daha nitelikli, daha karmaşık problemler karşısına çıkar. Bu durum bir yandan tarihi ilerletirken bir yandan da savaşçıyı geliştirir. Geçmişi yıkan savaşçı yeniyi kurma mücadelesinde çözdüğü her çelişkiden güç alır.

Gelişim hayatın her yerindedir. Vücut geliştirmekten sendika kurmaya, müzik aleti çalmaktan konuşma yapmaya, doğrusu ve yanlışından öğrenilen her eylem savaşçıyı bir adım ileriye taşır. Ancak gelişimin yönü çelişkinin nasıl çözüldüğü ile ilgilidir. Öldürmeyen şey güçlendirse de, sakat da bırakabilir. Doğada her türlü bilgiye kanıt bulunabildiğinden, çelişkiyi doğru çözmek kadar bundan doğru şeyleri öğrenmek de önemlidir.

Öyleyse savaşçı, sıkıntıyı aşılmaz bir engel olarak görmektense hareketi büyütebileceği, ondan öğrenebileceği ve çözmesi gereken bir çelişki olarak görmelidir. Çelişkiyi çözemezse yanlışını bulabilir, çözebilirse doğrusundan öğrenebilir ve çelişkiyle kurduğu ilişki sonucunda gelecekte daha nitelikli işler çıkarabilir. O zaman “sıkıntı yoksa sıkıntı vardır” sözü, savaşçı için daha da önem kazanır.

Ancak sıkıntı ile fazla haşır neşir olmak, sıkıntının fetişleşme tehlikesini barındırır. Kişi sıkıntıyı çözmeye yönelik araçları amaçlaştırabilir, sıkıntı üzerinden kendini tanımlayabilir veya sadece sıkıntıya bakıp ilerisini unutabilir. Bazı devrimcilerin faşizmi geriletme derdiyle yola çıkıp devrimden kopma durumu buna iyi bir örnektir. Ya da kendini bir şeyin karşıtı olarak (antifaşist, antikapitalist, antiemperyalist vs.) tanımlarken yerine yeni bir şey inşa etme fikrini kuramamak da bununla alakalıdır. Önündekine fazla odaklanmak, sorunun büyüğünü görememeye neden olabilir.

Bunun bir yanında ise derdini sevme hâli bulunur. Devrime inanmadığı hâlde devrimci olmak veya sorumlu hissettiği için çile çekmek bunun örnekleridir. Tanrılara karşı geldiği için bir kayayı sonsuza dek tepeye yuvarlayan Sisifos’u düşünelim. Camus, Sisifos’un çilesi olan kayayı sahiplenip mutlu olacağını iddia eder. Oysa Sisifos hep aynı işi yaparak bir şey geliştiremediği sürece mutlu olamayacaktır. Ancak kayayı yuvarlamayı öğrenen, bununla bir değişim yaratan veya bu işten kurtulan bir Sisifos mutlu olabilir.

Gelişim, savaşın bir parçası olduğundan savaşçı gelişimi örgütleyebilir. Böylece sorun savaşçının buraya harcadığı emek hâline gelir. Bazen çelişkilerin çözümü çok yoğun bir emek istediğinden kişinin gözüne korkutucu gelebilir. Dolayısıyla da savaş sanatını tartışmak önem kazanır.

Savaş sanatı

Lao Tzu, Tao Te Ching isimli kitabında eforsuz eylemden bahseder. Taoizmde önemli bir yeri olan bu ilke en özet hâliyle en az eforu sarf ederek en çok etkiyi almayı öğütler. Örneğin karşıdakini devirmek isteyenin var gücüyle saldırmaktansa rakibin ayağını kaydırarak dengesini bozması çok daha kolaydır. Sun Tzu da, Savaş Sanatı’nda bu ilkeyi kullanır. Taoizm başka bir yazının konusu olsa da Savaş Sanatı’nın okunmasını önemli buluyorum.

Savaş sanatı, eforsuz eylem ilkesinden hareketle savaşçının kaybını azaltıp kazancını artırmayı hedefler. Öyle ki en iyi komutan daha savaş başlamadan masada kazanandır. Elbette Sun Tzu, savaşı şimdi ele aldığımız gibi değil, harp meydanındaki anlamıyla kullanır. Savaş başladığında yapılacak en iyi şey zararı olabildiğince azaltarak düşmanı yenmektir. Savaşın getirisi olduğu kadar götürüsü de çok olduğundan ya savaş hiç başlamamalı ya da hızlıca sonlanmalıdır.

Aynı bakışla savaşçı, en az eforla en çok etkiyi almayı hedefleyerek önceden yapamadıklarını yapabilir. Oduncu damarların arasından tek vuruşta odunu keser, kasap kasların arasından tek bıçak darbesiyle eti soyar, Eylemci tek sloganla kitleyi yönlendirir, ressam tek çizgi ile kuş çizer. Savaşçının işi sadece işiyle boğuşmak değildir. İyi savaşçı, işini yaparken en az dirençli yolları arar, uygun araçları ve teknikleri bulur, emeğinden alacağı verimi artırarak savaşı bir sanata çevirir.

Savaş sanatını bilmek, savaşmayı sonsuz bir çaba yumağından çıkarıp elle tutulabilir hâle sokar, umutsuz görünen bir uğraşa yol yordam verir. Teknolojinin gelişmesi de bununla ilgilidir. Zor bir işi elle yapmak için savaşçı bazen diretebilse de buna uygun araç geliştirmek savaşın parçasıdır. Savaşta önemli olan işe ne kadar çaba verildiği değil, çelişkinin çözülmesidir. Üç karpuzu taşımak için üç kollu olmaya gerek yoktur. Minimum çaba ile maksimum etkiyi yaratan eforsuz eylem bakışı, savaşçının daha çok işi daha kolay yapmasına olanak sağlar.

Odak

Eforsuz eylemin bir diğer yönü, yapılan iş üzerinde bütünlüklü bir anlayış ve kontrol sahibi olmaktır. Hedefi iyi tanıyan, ona nereden vuracağını da iyi bilir. Bu durum, iş üzerinde odaklanmayı gerektirir. Odak, bir hareketin merkezi veya ona yönelik bakıştır. Odak, neyle savaşmaktan nasıl savaşmaya, nereye vurmaktan ne zaman kaçmaya, işe dair her tür veriyi etkiler.

Odak, fotoğraf makinasının çalışma prensibi gibi düşünülebilir. Öndeki nesne netlendikçe geridekiler buğulanır. Yani odak nereye koyulursa gördüğü ve görmediği yerler olacaktır. Dolayısıyla işe bağlı olarak odak değişmelidir. Odak kimi zaman bir fabrikanın aylık sürecindeyken kimi zaman 150 yıllık emperyalizm tarihindedir. Somut duruma uygun somut tahlil, ona uygun odağı şart koşar.

“Tek bir yaprakla meşgul olursan, ağacı görmezsin. Tek bir ağaçla meşgul olursan da, tüm ormanı kaçırırsın.”[6] der eskiler. Kısacası odak sabit kalırsa bütün kavranamaz. Odak, hedefe uygun biçimde değişmezse göz önündeki gerçek kaçabilir. Devrimci için neyle savaştığını, nereye vuracağını bilmek hayatî önem taşır. Ancak odağı sadece vuracağı yere koymak sistemin bütününü kaçırmaya neden olur. Örneğin taktiksel olarak seçimleri kullanmak ile bir sömürgede seçimlerin emperyalizmden bağımsız yapılacağını düşünmek bambaşka iki duruştur. Bu, parçaya bakarken bütünü kaçırmaktır.

Öte yandan odaklanmak, aktif olarak odağı belirli bir noktaya çevirmektir. Yani kişinin sadece bakışını değil, emeğini de o odakta yoğunlaştırmasıdır. Bu durum dikkatini işine veren birini niteleyebildiği gibi, belirli bir enerjinin yoğunlaşmasını da ifade edebilir. Örneğin duvardaki çatlağa odaklanan küçük bir güç, onu yıkabilir. Harekete hâkim kişi, bütünün içinde parçanın yerini anlamakta zorluk çekmezken aynı zamanda parçaların bütünü nasıl yarattığını da görür. Eforsuz eylemin peşinden giden savaşçı, böylece az miktarda bile olsa emeğini odaklayarak büyük işler başarabilir.

Yani savaşçı sadece elindekiyle değil bütünle de ilgili olmalıdır. Çalgıcının çalarken kendinden geçmesi, yazılımcının tek oturuşta kodunu bitirmesi, konuşmacının salondaki herkesin kalbine hitap etmesi gibi örnekler işine odaklanarak nitelikli işler çıkartan savaşçıları betimler. Ancak bunların devrimcileşmesi, bu işlerin işlevlerini ve bütündeki yerlerini irdeleyerek mümkün olur.

Fakat bütün ile ilgili olmak, odağın sürekli kaydığı, pek çok işin aynı anda yapıldığı bir durum değildir. Her iş, ayrı odaklar gerektirir. Eğer ki her işe, o işin gerektirdiği gibi odaklanılmazsa ortaya yarım yapılan ürünler çıkar. Aynı anda iki iş birden yapmak ikisine de düzgünce odaklanamamaya neden olur. Vakitten kazanmak isterken üzerine düşünülmemiş iki iş yapılır. Aynı anda tek bir işe odaklanıldığındaysa niteliği artırmak çok daha mümkündür.

Odak, monoton ve rutin işlerin daha verimli ve çekici olması için de kullanılabilir. Bu işler uyarıcıların azlığı nedeniyle sıkıcıdır. İşe oyunsuluk katmak veya işin estetiğiyle uğraşmak odaklanmayı kolaylaştırır. Örneğin bulaşık dizerken kendini puanlamak, belli bir sürede veya biçimde dizmek kişinin işiyle ilişkisini değiştirir. Plan yaparken, ders çalışırken veya benzeri rutin işlerle uğraşırken yapay zorluklar eklemek, işi çekici kılar.

Benzer şekilde belirli bir fikre odaklanılması isteniyorsa, o fikrin hangi estetik yollar ile verildiği kritik önem taşır. En önemli fikir bile olsa eğer sıkıcı ve monoton bir tavırda, izleklikten uzak ve yavansa odaklanmak zor olacaktır. Dolayısıyla ürüne odaklanmayı sağlayabilecek bir estetik kurulmalı, odağı kendine çeken biçimler kullanılmalıdır.

Saldırı psikolojisi

Buraya kadar savaşın hayata içkinliğini ve gelişimin anahtarı olduğunu, eforsuz eylemi, savaşçının savaşı nasıl yönetip sanata dönüştüreceğini ve odağın önemini ortaya koyduk. Bunlar savaşa yönelik yeni bir kavrayış kurmak içindi. Tabii hayata dair radikal bir kavrayış, radikal eylemleri de beraberinde getirir. Konumuz sadece savaşçılık değil, devrimcinin savaşçılığıdır. Her daim çelişkiler çıkacaksa, devrimci olan bunları kökten çözmektir. Bu da ancak saldırı psikolojisi ile mümkündür.

Saldırı psikolojisi ile örgütlemek, önemli bir ayrım noktasıdır. Sınıf savaşımında, önemli netlik ve berraklığı yansıtıyor. Sosyalizm savaşının kabulünü ve uzlaşmazlığını anlatıyor. Savaşın taraflarının ayrılmasını gerektiriyor. Sosyalist devrimci hedefi ve aynı anlama gelmek üzere, zafer için hareket edenlerin basacakları moral zemin budur. Aynı yolda yürüyen devrimci dostlarımızla beraberlik çizgisini ve dost-düşman ayrımının netleşmesini sağlıyor. Bizim açımızdan, bu düzende hedeflenebilecek hiçbir ileri noktanın olmadığını gösteriyor, sosyalist devrim perspektifini koyulaştırıyor. Burjuvazinin bizi savaşa davet ettiği türünden, içi boş, anlamsız tekerlemelerden kurtarıyor; çünkü burjuvazinin varlığı savaşa davet etmesine gerek bırakmıyor. Her gün, yaşamın her anında savaşın varlığının nedeni oluyor.[7]

Sınıf savaşımı, içi boşaltılmamış olarak kavrarsak, savaşı anlatır. Savaş, klasik tanımlama ile politikanın devamı ise, burjuvaziye karşı savaş, sıcak karşılaşmaları anlatmakla beraber, ona indirgenemez. Zaman zaman sıcak karşılaşmalar savaş olmuyor, savaşın bir anı belki de şiddetin en fazla açığa çıktığı an oluyor. O an yaşanan çarpışma savaşın tümü içinde bir noktayı ve bir alanını yansıtıyor. Savaşın tüm boyutlarını yansıtmıyor. Fakat örgütlenmenin her aşamasında, günlük çalışmanın her noktası ve her alanında (ajitasyon, ideolojik çalışma, örgütlenme vb.) o sıcak çarpışma psikolojisi ile hareket etmek bir zorunluluktur. Sadece sıcak karşılaşmaları savaş olarak düşünmek, savaşımın, günlük yürütülen alanlarda aynı psikoloji ile davranmamayı beraberinde getiriyor, yaptığımız işleri küçümsememize neden oluyor. İnsanlar ve yoldaşlarımızla ilişkilerimizde, uzlaşmaya, yumuşamaya, kof bir hümanizmin gelişmesine yol açıyor. Biz bu nedenle “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” sloganını, sadece sıcak karşılaşmaların sloganı olarak değil, günlük çalışmalarımızın yol gösterici bir belgesi olarak da kullanıyoruz.[8]

Adalı ve Soydan, devrimciye sadece savunmada kalmamayı, sisteme yönelik her açıdan saldırmayı anlatır. Devrimci sadece o anki koşullarla savaşmaz, sistemin bütünüyle savaşır. Dolayısıyla da mevzilerini her an ileriye taşımaya uğraşmalı, savunmada kalarak kendisini tüketmemelidir. On iki bin yıllık sınıflı toplumlar tarihi, sadece savunmada kalarak aşılamaz. Ancak saldırı psikolojisiyle örgütlenen teorik ve pratik savaşımlar yolu ile sınıfsız bir toplum kurulabilir. Bekir’in de dediği gibi, “Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar başkalarının idealleri için ölür.”[9]

Savaşmaktan zevk almak

Tüm bunlardan sonra, ana tezimize geri dönüyoruz. Savaşmaktan zevk almak. Şimdi tüm bu bilgilerle karşısına çıkan sorunları emeğiyle çözen, neyle savaştığını seçip taraf tutan, işine istediği gibi odaklanıp hedefi doğrultusunda az eforla çok iş yapan ve en önemlisi hayatın her alanında daha ileriye gidip bu sistemi yıkmaya çabalayan bir emekçiyi hayal edelim. Bu emekçinin savaşını sevmemesi, bunu bir çile olarak görmesi, bundan kaçması pek de olası görünmüyor benim gözüme.

Biraz daha somutlayalım. Köy köy gezen tiyatrocuyu, balkona asmak için Filistin bayrağı ören nineyi, okulunda yaşadıklarını duvarlara yazmaya çıkan genci, kortejde kullanmak için yürüyen sahne kuran devrimciyi, asılacak pankarta Denizleri çizen öğrenciyi, toplantı verimli geçsin diye hem güldürüp hem düşündüren sendikacıyı düşünelim. Her birinin ayrı zorluğu olan ve sistemin farklı çehreleriyle savaşmayı gerektiren bu örneklerin ortak yanı, sisteme bir taş attığını bilen, onu devirmek için savaşan, bu mücadeleye kendinden bir şey katan ve bunu yaparken kendini ve işini geliştiren emekçileri barındırması. Yani devrimci savaşçıları, savaşmaktan zevk alanları gözler önüne sermesi.

Tabii bu yazının kapsamını sınırlı tutmak gereğinden ötürü yaratıcılık ve hayal gücünü, heves ve tutkuyu, savaşım içerisinde alınan farklı duyguları ve zevk almanın psikolojik ve fizyolojik kökenlerini irdelemeye pek giremedim. Onlar da artık başka bir yazının konusu olacak.

Sonuç olarak demem o ki, savaşçı olmak için savaşmaktan zevk almaya illa gerek yoktur. Ancak samimi her devrimcinin savaşından zevk alabilmesi için büyük nedenleri vardır. Mücadeleyi büyütürken kendini geliştirmenin, kitlelerin kalbini kazanırken sistemi daha da deşmenin, eskiyi yıkarken yeniyi kurmanın yolu bu işi sevmekten, savaşmaktan zevk almaktan geçmektedir.

Öyleyse tekrarlayalım, savaşmadan kurulacak yeni bir dünya yoktur!

[1]    Sun Tzu.

[2]    Deniz Adalı, Diyalektik Materyalizm Tarihsel Materyalizm, III. Baskı, s. 84, Kaldıraç Yay. İstanbul, 2011.

[3]    A.g.e., s. 85.

[4]    A.g.e., s. 85-86.

[5]    Bekir Kilerci, “Gemi-Denizciler”, Savaşçının Türküsü, Kaldıraç Y.

[6]    Takuan Soho.

[7]    Deniz Adalı, Fikret Soydan, Devrimci Yaşam, s. 85, Kaldıraç Y.

[8]    A.g.e., s. 85-86

[9]    Bekir Kilerci, “Kenardakilere”, Savaşçının Türküsü, Kaldıraç Y.

Sömürge olmak ya da “İliç altın madeni”

İliç’te altın madeni, Şubat 2024 ortasında, bir cinayete, taammüden bir cinayete sahne oldu. Anagold, maden işletmesini işleten firmadır. Çalık Holding, onun yerli ortağıdır ve öyle anlaşılıyor, Binali Yıldırım orada görevlidir.

“Kaza”da, ölen ya da kayıp olan insan sayısı 9 olarak söyleniyor. Doğru mu bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki, doğru olmama ihtimali çok daha fazladır. Saray Rejimi, her konuda yalan söylemektedir. İçişleri Bakanlığının Ankara’daki yerine PKK bir saldırı düzenlediğinde de ölen sayısını bilmiyoruz. İki yaralanmadan söz ettiklerinde, kameraların kaydettiği görüntülerde, 5’ten fazla ambulans vardı. Irak sınırında, 12 asker kaybettik dediklerinde PKK kaynakları, açık olarak 95 askerin ölmesinden söz ediyordu. Ya da pandemideki ölü sayısı doğru muydu? Peki, 6 Şubat depreminde ölenlerin sayısı doğru mudur? Elbette değildir. Demek Saray Rejimi, her konuda yalan söylüyor. Enflasyon rakamları da yalandır, işsizlik rakamları da yalandır. Yalan, karanlık ölçüsünde artmaktadır. Saray Rejimi de dâhil, modern kapitalist devletlerin tümünde, karanlık ve yalan doğru orantılı hareket etmektedir. Ne kadar karanlığa ihtiyaç duyuyorlarsa, o denli yalan söylemektedirler.

Demek ki onların iş kazası dedikleri, bizim planlı (hukukçular “taammüden” diyorlar) bir cinayet ve katliam dediğimiz bu İliç madenlerinde ölen sayısının baştan aşağıya yalan olduğundan emin olabiliriz.

Bu olay bize sömürge bir ülke olmak nedir konusunda güzel bir ders veriyor. Bizim sol ya da “aydın” geçinen kesimlerimiz için bu nokta önemlidir. Çünkü onlara göre, biz bağımsız bir ülkeyiz. Bunu söylediklerinde, efendiler, perde arkasında gülmektedirler. “Biz, 1920’de bağımsız bir ülke olarak kurulduk” dediklerinde ise, hem gülmektedirler hem de bunu diyenlere “aferin” demekten geri durmamaktadırlar. Bu hâli ile sol ve “aydın”lar, aslında onların sömürgeciliğe dayanan egemenliklerini örtme konusunda özel bir çaba sarf eder durumdadır. Elbette buna “aferin” denir. Hele hele, “TC, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyenleri gördüklerinde, bu gülmelere ses karışmakta, kahkahalar atmaktan kendilerini alamamaktadırlar.

Onun için, sol, “aydın”lar ve bazı “uzmanlar” bu konuyu iyice dinlemeli, incelemelidir.

Biz, Türkiye bir sömürge ülkedir, diyoruz. Oysa siyasal iktidar ve ortakları (yani AK Parti, MHP değil sadece, CHP ve diğerleri de dâhil), yani Saray Rejimi (Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP demek değildir; İYİ Parti de, CHP de, diğer burjuva partiler de içindedir), “biz bölgesel bir gücüz” diyorlar.

Bu konu üzerinde biraz duralım.

1

Türkiye bir sömürge ülkedir. Sömürge ülke olmak, sadece ekonomik bir olay değildir. Bu konuya sonra döneceğiz. Türkiye, en başından beri, sömürge bir ülke olarak örgütlenmiştir. Ekim Devrimi’nin etkilerini silmek için, iki yönde hareket etmiştir: Birincisi, halkların özgürleşmesini önlemek için, halkların hapishanesini organize etmek için, ırkçı bir Türkçülük geliştirmişlerdir. “Bu devlete bir millet lazım”, egemenin hiç sevmediği “imalat” işini millet imalatında kullanması demektir. İkincisi, TC devleti, giderek Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiştir. “Batı medeniyeti” hedefi ile Türkiye, Batı emperyalizminin ortak sömürgesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. 10. yıldan sonra bu değişimi çok net görmek mümkündür. Bu, aynı zamanda işçi sınıfının varlığının da reddedilmesi demektir.

Cumhuriyetin 10. yılı, Hitler faşizminin, Ekim Devrimi’ni boğmak üzere, emperyalist sermayece, tekelci sermayece yükseltilmeye başladığı dönemdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1946’da başlayan ABD egemenliğine tam teslimiyet, NATO’ya 1952’de girilmesi ile tamamlanmıştır.

O günden bu yana, bu ülkede “ortaklaşa sömürgecilik” sürmektedir. “Ortaklaşa sömürge” olma hâli yaygın değildir. Bir ülke, eğer iki veya daha fazla emperyalist güç tarafından sömürgeleşmekte ise, zaten ona uygun, iki parça olarak örgütlenir. Genel eğilim budur. Ama İkinci Dünya Savaşı, faşizmin Kızıl Ordu eli ile, insanlık tarafından yenilgisi de demektir. Bu durum, umutları artırmış, emperyalizme karşı direnişi geliştirmiştir. ABD emperyalizmi liderliğinde Batı emperyalizmi, buna karşı bir cephe oluşturmuştur. Bu karşı-devrim cephesinin askerî gücü NATO’dur ve NATO, üye ülkelerin hepsinde, adına “Gladio” vb. denilen özel örgütlenmeler yaratmıştır.

Türkiye, ekonomik olarak Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlı iken, siyasal olarak NATO mekanizmaları ile ABD’ye bağlıdır. “Ortaklaşa sömürge” olma durumu budur.

Nitelik olarak “ortaklaşa sömürge” ile “sömürge” ülke arasında büyük fark yoktur. Her iki hâlde de sömürgedirler.

Ekim Devrimi, 1990’da yenildiğinde, SSCB çözüldüğünde, emperyalist Batı içinde var olan çelişkiler su üstüne çıkmaya başlamıştır. Çok değil, 3 yıl öncesinde, Batılı tekeller, uluslararası sermaye, birbiri ile açık bir savaş hâlinde idi. ABD, Alman otomotiv devi Volkswagen’e cezalar keserken, Almanya da, Google’a cezalar kesmekteydi. Bugün, Ukrayna savaşı sonrasında, ABD yeniden Batı emperyalist cephesini kendi kontrolüne almaya başladıktan sonra, bu savaş görünmez hâle gelmiştir. Ama hâlâ vardır.

Ve Türkiye, Batı güçlerinin savaş alanı hâline gelmektedir. Unutmayınız, Susurluk operasyonu, Almanya’nın operasyonu idi ve ABD kadrolarının odaklandığı “Gladio” tarzı örgütlenmeyi hedef almıştı. Tıpkı İtalya’daki gibi. Ama Türkiye’de başarılı olamamıştır.

2

Bu süre içinde, ABD emperyalizmi, 1990’lardan başlayarak, tehdit altında olan hegemonyasını sürdürebilmek için, Türkiye’yi bir tetikçi hâline getirmek üzere harekete geçmiştir. Balyoz-Ergenekon operasyonları, egemenlerin (Batı emperyalist güçlerinin) Türkiye’de kadrolar üzerinde yürüttüğü mücadeledir. Gülen Hareketi, tamı tamına budur. AK Parti projesi başlı başına budur.

ABD, kendi siyasal egemenliği altında, iki şey yapmaya başlamıştır:

– Bir yandan, ekonomik alanda, yeni sektörler üzerinden (enerji, sağlık sektörü, inşaat, eğitim vb.) Arap sermayesini de devreye sokarak, yeni bir ekonomik elit yaratmaya başlamıştır.

– İkincisi, TC devletini bir tetikçi hâline getirmek üzere, Suriye, Irak, İran, Libya, Balkanlar ve Kafkaslarda etkili hâle getirmeye başlamıştır.

İşte buna, “bölgesel güç” olmak diyorlar.

Bu bölgesel güç olma hâli; (a) sömürge olmaktan çıkmak değil, daha da derinleşen sömürgecilik ilişkisi demektir, (b) emperyalist egemene (buna egemen, efendi de diyebiliriz) rağmen bir güç olma hâli değildir.

Kore’ye asker gönderirken, Kore iç savaşında taraf olurken, aynı tetikçiliği yapmıştır ve o dönemin devrimcileri “Kore nire, Türkiye nire” diye sloganlar atmaktaydı. Menderes iktidarını, “Kerkük ve Musul” üzerine sürerken, Irak’taki Baas iktidarını etkisiz kılmak için uğraşırken, sonunda bir darbe ile Saddam’ı iktidara getirene kadar bu politikayı sürdürürken, aynı tetikçiliği organize ediyorlardı.

Bugün var olan “dışarıda savaş, içeride savaş” durumu, Saray Rejimi’nin politikası, aslında bu tetikçilik ile yakından bağlantılıdır.

Türkiye, bölgenin ekonomik açıdan gelişmiş belli başlı ülkelerinden biridir. Bölgemizde, ekonomik-sosyal-kültürel açıdan, İran, Mısır, Türkiye, Suriye önemli ülkelerindendir. Bu durum sadece Türkiye’ye ait bir durum değildir. Ama ABD politikaları açısından, ABD egemenliği açısından Türkiye-İsrail işbirliği oldukça önemli görünmektedir, en azından bugün böyledir.

Demek ki “bölgesel güç” tarifleri, emperyalizme rağmen değildir.

Evet, dünyada yeni güç dengeleri de oluşmaktadır. Bu yeni güç dengeleri içinde Rusya, Çin vb. ülkelerin, bölgemizde de, dünyada da, ülkemizde de etkileri olur. Bu durum, farklı görüntülerin ortaya çıkmasına neden olabilir, olabilmektedir de. Ama TC devleti, Batı emperyalizminin, ABD’nin sömürgesidir.

Türkiye, bugün, ekonomik olarak hâlâ dünyanın 23. ülkesidir ve içine kara para da konulursa daha da büyük bir ekonomiye sahiptir. Ama bu durum sömürge olma hâlini ortadan kaldırmaz. Zira kara para ekonomisi, yine efendilere, Batı emperyalizmine bağlıdır.

Şimdi, tüm bu gerçekliğin, İliç maden katliamı ile nasıl bir bağı olduğu sorulabilir.

Bazı bilgiler bize yardımcı olabilir.

– Hesaplamalara göre, bunu kesin bilemiyoruz, İliç madeninin sahipleri, aslında ABD’li ama Kanada borsasına bağlı firma, köylüleri bulundukları alandan taşıyıp, onlara evler yapmak da dâhil, 20 milyon USD para harcamıştır. Ve elde ettiği gelir 8.5 milyar USD’dir. Bu oldukça yüksek bir getiridir.

– Anagold şirketi, bulunulan alanı elde etmek için, diğer altın şirketleri ile birlikte, 9 kere meclisten yasa çıkartmıştır. Bu yasa çıkartma işini, sadece altın arama işinde görmüyoruz. Bu durum mesela Cargill ile tarımsal alanda da geçerlidir. Yasada sürekli değişiklik yapılması, mesela ÇED raporlarını aşabilmek için ya da yasal ayarlamalarla kârı artırmak için vb. yapılmaktadır.

– Anagold, köylülerle, ağır hükümler içeren bir anlaşma yapmıştır ve ortaya çıkan hiçbir sorun için dava bile açamayacakları garanti altına alınmıştır. Bu, işgalci bir gücün, işgal ettiği bir alandaki faaliyetine benzemektedir.

– Dünyada çıkarılan tüm altının ancak %1’i süper iletken olarak kullanılmaktadır. Bu süper iletken için kullanılan altının dışında kalan %99’u, para yerine altın, ziynet eşyası olarak altın biçiminde spekülatif amaçlarla kullanılmaktadır. Bilindiği gibi, artık dünyada para basma işi altına bağlı değildir. ABD yıllarca bu nedenle karşılıksız dolar basmıştır. Ve son yıllarda, tüm ülkeler bunu yapmaktadır. Öte yandan süper iletken olarak pek çok yeni madde üretilebilmektedir.

– Siyanürle altın üretme işi, doğanın açık ve net bir yağması, yok edilmesidir. Ve üstelik, gerçek anlamı ile dünyada kimse altına ihtiyaç duymamaktadır. Hiçbir biçimde insanî bir gereksinim değildir. Bu kadar tahripkâr bir maddenin, siyanürle üretilmesi, ancak açgözlülükle, yüksek kâr hırsı ile ve hepsinden önemlisi sömürgecilikle açıklanabilir. Birçok ülke, siyanürle altın elde edilmesini yasaklamıştır.

Bu bilgiler ışığında şu sorulabilir: Bir ülke, neden böylesi bir tahribe, böylesi bir yağmaya müsaade eder? Yanıtı sömürgeciliktedir.

Altın madeni işleten tüm firmalar Türkiye’de, çok küçük bir oranını devlete ödemektedir. Ve bu da, beyan ettikleri miktara bağlıdır. Çünkü beyan etmedikleri miktar oldukça yüksektir.

Altın madenleri, Türkiye’de, oldukça ciddi ayrıcalıklar da elde etmiştir. Bir bölgeyi boşaltma, basit bir ayrıcalık değildir. Ama dahası var, bu firmaların tümü, devletten çok ciddi teşvik ve ayrıcalıklar elde ederek işe başlamaktadır. Öylesine vergi avantajları, öylesine bedava krediler vb. elde etmişlerdir ki, gerçekte hiçbir yatırım yapmamışlardır dense, yeridir. Demek siyanürle altın madeni işleten firmalar, madeni aldıklarında, daha ilk gün, ceplerine para koymaktadırlar. Sadece AK Parti döneminde elde edilen bu ayrıcalıklar, yağma ekonomisine çok güzel örneklerdir.

İşte bunlar sömürgeciliktir.

Sömürge olma hâli, salt ekonomik bir hâl değildir. Egemen, kendine bağlı memurlar, yöneticiler “seçer”ken ya da “seçtirirken”, aynı zamanda uluslararası sermaye ile ortaklık kurarak kasalarını dolduran yerli ortaklar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, ülkemizdeki tekeller, holdingler, aslında uluslararası sermayeye bağlıdır, onların ajanlarıdır.

Sömürgecilik, hukuk sistemini, devlet yönetimini, yerel yönetimleri etkilemektedir. Kurdukları, rüşvet de içinde, kontrol mekanizmaları ile her şeye çökmektedirler.

Ve bu aynı zamanda sosyal, aynı zamanda kültürel bir değişim de demektir. Kendini, geleceğini, havasını, toprağını, doğasını, suyunu satan, bunu yok ederek kullananlara izin veren devlet çarkı, aslında insanı da kirletmektedir.

Sömürge ülkelerde, sömürgeci bir kişilik ortaya çıkmaktadır. Efendiye, yabancı tekellere, para babalarına hayranlık duyan, onlardan bir kırıntı alabilmek için onlara yaltaklanan, bireysel çıkarı için, ailesini, köyünü, toplumunu feda eden bir kişiliktir bu.

Buna, Batı, “medeniyet taşıma” adını vermektedir. Efendinin köpekliğini, kâhyalığını yapan egemenler ise, “medeniyet taşıma” işini her gün propaganda etmekte, bunu bir kültür ve politik hedef hâline getirmektedir. Amerikalının dilini, Amerikalının giyim biçimini, Amerikalının kendini aşağılamasını baş tacı yapmaktadır. Saray Rejimi “buyruk” veren bir sultan gibi, başında bir taç varmış gibi davranmaktadır. Bu taç, aslında efendinin boynuna taktığı yuların süslenmiş hâlidir. Egemeni, devleti böyle olan bir ülkede, bu rejime, bu devlete karşı direnmeyen halk kitlelerinde de yalaka, aşağılanmaya boyun eğen, efendinin alaylarına tebessüm eden, yalaka bir kişilik ortaya çıkmaktadır.

Sömürge kişilik, aslında üzerinde uzun uzun konuşulacak bir alandır. Ve egemenler, devleti elinde tutanlar, hayranlık içinde efendiye her türlü hizmeti sunarlarken, kitlelere de bunu “gelişme”, “kalkınma”, “modernleşme”, “vatanın çıkarları” olarak sunmaktadırlar. Bunun için, uzmanlar ordusu, bunun için “aydın”lar organize etmektedirler.

Demek ki, sadece topraklarımız, havamız, tarımımız zehirlenmiyor, aynı zamanda insanımız da zehirlenmektedir. Sömürge kişilik, tüm bunlar karşısında susan, boyun eğen bir kişiliktir. Tarikat şeyhlerinin bu denli fazla olmasının nedeni budur. Tarikat şeyleri, kendi ayakkabılarını yalatırken, “abdest suyunu” müridlerine içtirirken aslında bu efendilerin halkı kirletme planının bir parçası olarak hareket etmektedirler. Çocuklarını Epstein gibilere peşkeş çekme işinin ardında bu vardır. Tarikatlarda erkek ya da kız çocuklarına tecavüz edildiğinde buna, dinî bir kurumda olduğu için “bir kereden bir şey olmaz” diyebilen kadın bakanların varlığı, bu sömürgeci kişilikle anlaşılabilir. Erdoğan’ın, benim görevim rant üretmektir, demesinin, diyebilmesinin, ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek istiyorum, diyebilmesinin temelinde bu vardır. Ülkeyi bir çiftlik olarak ele alan efendi, ABD ve Batı emperyalizmi, burayı asla vatanı olarak görmeyen yöneticileri, bu nedenle son derece kolaylıkla bulabilmektedir.

Özetle altın madeni katliamı, aslında içinde efendinin, onun halkına karşı tetikçi olarak kullandığı devletin, şirketlerin, yasal mevzuatı hazırlayanların, bilerek, planlayarak hazırladıkları bir katliamdır.

İliç madeninde meydana gelen olayların tümü, ülkedeki tüm madenler için geçerlidir. Sadece oralarda bu sürecin hangi gün ortaya çıkacağı bilinmemektedir. Ama mutlaka bir gün olacaktır.

Binali’nin, utanmadan, her şeyin kontrol altında olduğunu söyleyebilmesi, bu fütursuzluğun ifadesidir.

Ve tüm bunları önlemenin yolunun, isyan, örgütlü mücadele olduğu açıktır. Bu, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişi ile durdurulabilir. Ve asla lokal olamaz. Yani, tüm iktidarı işçi sınıfının bir devrimle alması olamadan, bu süreç durdurulamaz. İşçi sınıfı, halklar, kendi kaderlerini kendi ellerine almakla görevlidir.

Yerel seçimler ve tutumumuz

31 Mart’ta, yerel seçimler yapılacak. Öyle görünüyor. “Görünüyor” diyoruz, çünkü burası Türkiye ve dünya çapında gelişmekte olan bir savaş var. Bu nedenle ihtiyatlı konuşmak faydalıdır. Yine de yerel seçimlere çok az zaman kaldı.

Yerel seçimler, sınıf savaşımının sertleşme eğilimleri gösterdiği bir dönemde yapılacak. Sadece depremin yıldönümü nedeniyle ortaya çıkan durum bile, TC devletinin ne denli katliamlarla beslendiğini göstermektedir. “Yağma, rant ve savaş ekonomisi”, elbette katliam ve cinayetleri de beraberinde getiriyor. Yani egemenler, para babaları, en küçük bir kâr için katliam politikalarına başvurmakta tereddüt etmiyorlar.

İliç’teki altın madeninde yaşananlara, cinayet, bilerek isteyerek katliam demek, sanırız kimse için abartılı olmaz. İçinde uluslararası sermaye, içinde onların yerli ortakları, içinde TC devleti, içinde çeteler-mafyalar var. İşte, bunlar bir arada ise, mutlaka katliam vardır.

Deprem olur olmaz, hemen enkaz kaldırma rantını, hemen yeni konut projeleri kârını, hemen çevrenin yağmalanmasını, ölülerin bile soyulmasını organize etmeye başlayan tam da bunlardır; çeteler (şimdi daha fazla İslamî bir sos ile tarikatları da içine alan), mafya organizasyonları, tekeller, onların uluslararası ortakları ve TC devleti.

Açlık, yoksuzluk, barınma sorunları, işsizlik her biri birer çıyan gibi işçi ve emekçilerin, halkın üstüne yürürken, yerel seçimlere gidiliyor.

Sağlık Bakanlığı -ya da Menzil tarikatı (teşkilâtı) diyebilirsiniz-, yeni bir yasa ile, artık yeni çıkan ilaçların gerçekten ne işe yaradığını ölçmek için testler yapılması zorunluluğunu kaldırdı. Yani ilaç tekelleri, ülkemizde istedikleri ilacı sahaya sürer ve herkes, halk bir kobay olarak kullanılabilir. Madem ölüm Allah’tan gelir, madem hastalık Allah’tan gelir, o hâlde, önlem ve kontrollere ne gerek var, değil mi?

İşte “yağma, rant ve savaş ekonomisi” denildi mi, bu örneklerin sadece birer örnek olduğu, daha pek çok örneğin sayılabileceği anlaşılır, anlaşılmalıdır.

Yerel seçimler, bu ortamda yapılmaktadır.

İster deprem ve üzerinden geçmiş bir yıllık TC devleti pratiği, ister İliç katliamı, ister sağlıkla ilgili yeni yasa, işçi ve emekçilerin, kitlelerin TC devletinin gerçek karakterini görüp sokağa taşması için yeterli örneklerdir.

Bu koşullarda seçime gidilmektedir.

Bir yandan, can çok ucuzlamıştır, diğer yandan hayat çok pahalılaşmıştır. Ucuzdur can, çünkü maden ocaklarında, depremlerde, iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, çocuk cinayetlerinde çoktur ölüm. Çoktur ölüm ve ucuzdur.

Ama yaşamak çok pahalıdır. Yaşam pahalıdır, o kadar ki maaşlar kiralara yetmiyor, o kadar ki seçimlerde adaylar, utanmadan, ne sadaka vereceklerini ilan ederek oy istiyorlar. Rüşvet, seçim sistemi de dâhil hayatın her alanındadır. Pahalıdır yaşamak.

İşte bu koşullarda, tüm örgütsüzlüğüne rağmen, satılmış sendikaların varlığına rağmen, mücadele sertleşmektedir, daha da sertleşecektir.

Peki, seçimleri boş mu vermeliyiz?

Elbette değil.

Seçimler konusunda tutumumuz nedir?

Elbette yerel seçimleri abartıp, bir çeşit belediye sosyalizmi umudu ekmeyeceğiz. Böyle bir şey yok. TC devleti, belediyelere seçilmiş olanların yerine kayyum atamayı bir alışkanlık hâline getirmiştir. Biliyoruz, Saray Rejimi, sandığı, seçimi sadece ve sadece bir çeşit “rıza” almak için kullanıyor. Eğer kendileri, devletin adayları kazanırsa, o zaman “bak kazandık, demek halk bizi seçiyor” yalanlarını pompalıyorlar. Eğer seçimleri, gerçek anlamda muhalif bir anlayış kazanmış ise, o zaman kayyum politikasını devreye sokuyorlar. Öyle ise, belediye sosyalizmi gibi hayallere kapılmak kendini kandırmaktır.

Ama buradan hareketle, yerel seçimler önemsizdir, denilemez. Yerel seçimler, halkı örgütlemenin, sorunları bölge sakinlerinin gündemine taşımanın, “yağma-rant-savaş ekonomisi” deşifre etmenin, TC devletinin gerçek karakterini kavramanın ve kavratmanın aracı olabilir, olmalıdır. Bu nedenle, yerel seçimlere aktif bir katılım gereklidir.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, tutumumuzu genel hatları ile açıkladık. Ama bugün, seçimlere çok kısa bir süre var iken, bugün, tutumumuzu daha detayları ile ortaya koymalıyız.

1- Elbette bir yerde adayımız varsa, bu aday için çalışacağız. Adayımız, solun ortak adayı hâline getirilememiş ise dahi biz bu tutumu alacağız. Ve elbette solu, “dostlarımızı”, adayımızı desteklemeye çağıracağız.

2- Eğer bizim bir yerde adayımız yoksa ve orada, bir il ya da ilçede, eğer DEM Parti adayı varsa, onu destekliyoruz, destekleyeceğiz. Bizim oylarımızın hangi ölçüde etkin ve etkili olduğuna bakmaksızın, bu tutumu alacağız.

3- Eğer, DEM Parti adayı ve başka bir devrimci aday varsa ve bunları bir araya getirmek mümkün olmamış ise, oradaki koşullara uygun olarak karar almak gereklidir. Bu kararı o alanda bulunan yoldaşlar vermelidirler.

4- Bir il ya da ilçede, eğer solun bir adayı varsa, onu destekleyeceğiz. Bu noktada o sol hareketin bize ne denli yakın ya da uzak olduğuna çok büyük bir değer vermeyeceğiz.

5- Eğer bir il ya da ilçede, dürüst, namuslu bir aday varsa, onu destekleyeceğiz. İster mahalle olsun, ister köy, ister ilçe olsun, bu namuslu adayı desteklemek, onunla çalışmak gereklidir.

Tüm bunlar, bir alanda, çok farklı bir biçimde, bizim burada sıraladığımız detayların da ötesinde bir hâlde gündeme gelebilir. Böylesi durumlarda, elbette, somut duruma uygun olarak karar vermek gereklidir.

Ve en önemlisi, biz, bulunulan her yerde, örgütlenmenin, daha ileri bir örgütlü çalışmanın temellerini atmaya çalışacağız. Hem sistemi, Saray Rejimi’ni deşifre etmek gerekir hem de bu propaganda yapılırken, mutlaka örgütlü direnişi öne çıkartacağız. Yerel seçimlerin önemi buradadır.

Dikkat etmek gerekir. Saray Rejimi, oturtulmak, daha da güçlendirilmek isteniyor. Bu nedenle artık birçok alanda yasaları tanımama işini daha da ileri taşımaktadırlar. Hiçbir yasayı tanımayan, kendisi gayrimeşru olan Saray Rejimi koşullarında yaşıyorsak, seçimlerin sonuçlarının önemi çok abartılmamalıdır. Çünkü kayyum yaklaşımını biliyoruz ve Saray Rejimi, asla halkın kararına rıza göstermeyecektir. Bundan şüphe etmeye gerek yok. Hem 28 Mayıs seçimlerinin baştan aşağıya hileli olduğunu biliyoruz hem de kayyum politikasını biliyoruz.

Öyle ise seçilmek, bir il ya da ilçede seçimi almak önemlidir. Biz alalım ve onlar tanımasın. Mücadele, elbette böyle sürecek ve gerçek anlamı ile sağlam bir sınıf örgütlenmesi yaratılmadan, Saray Rejimi’ni alaşağı etmek mümkün olmayacak.

Biliyoruz, Saray Rejimi seçimle gitmez. Ama buna rağmen yerel seçimler önemlidir.

Önümüzdeki yerel seçimlerin hemen ardından, çok hızlı bir zam, vergi, haraç vb. dalgası gündeme gelecektir. Bu durum, hayatı daha da pahalı hâle getirecek ve elbette can daha da ucuz hâle gelecektir. Saray Rejimi, halka ölümü, kanının emilmesini, daha vahşi bir sömürüyü, evsiz yaşamı, işsizliği, açlığı ve yokluğu dayatmaktadır. Çünkü egemenlerin cenneti işçi sınıfı ve emekçilerin cehenneminin üzerinde yükselir. Halkın fakirliği, onların zenginliği nedeniyledir.

Ve seçimlerden sonra mücadele daha da sertleşecektir.

Ve önümüzde 1 Mayıs 2024 var. 1 Mayıs, her zaman işçi sınıfının kendi iradesini ortaya koyduğu günlerden biridir. Bir yandan AYM kararı ile Taksim’in işçi sınıfına kapatılamayacağı söylenmiştir. Öte yandan, İstanbul kent uzlaşısından söz edilmektedir. Dahası DİSK, 1 Mayıs 2023’te Taksim alanına çıkmaya vurgu yapmıştır. Tüm bunlar, Taksim’de 1 Mayıs için kararlı olmak gerektiğini göstermektedir. Birçokları, Taksim yerine başka bir alana adım adım razı olma eğiliminde olacaktır. Önceki yıllardan bunu biliyoruz. Yerel seçimlerin sonrasında, artan kriz koşullarında 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için, şimdiden tüm kitle örgütlerini, tüm devrimcileri, tüm solu harekete geçmeye davet ediyoruz.

Dönem safları sıkılaştırmanın dönemidir.

Dönem, işçi sınıfının, tüm kitle örgütlerinin, direniş hareketinin kararlılık göstermesini dayatmaktadır. Bunun gereğini bilmek, buna uygun çalışmak gerekir.

Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda savaş politikası, iç savaş hukuku uygulamaları biliniyor. Öyle ise, kararlılıkla örgütlü direnişi geliştirmenin önemi de açık hâle gelmektedir.

Evet yerel seçimler gündemdedir. Ancak yerel seçimlerde devrimci propaganda en önemli meseledir. İster kazanalım, ister desteklediğimiz adaylar kazansın, isterse kazanmasın, daha geniş kitlelere, ranta dayalı belediyecilik anlayışına karşı mücadelenin önemini anlatmak için tüm olanaklar değerlendirilmelidir. Elbette kazanmak önemlidir ama bu propaganda, bu örgütlenme çalışması daha az önemli değildir.

The Palestinian resistance and its impacts

Two fronts have emerged in the world. Those who support the Palestinian resistance and those who support the genocidal attacks of Israel. And these two fronts are at the same time the fronts of the imperialist centres and those who resist them. If one goes deeper, this reflects, though not exactly, the fronts of the struggle between the working class and the bourgeoisie in the world.

Fikret Soydan

December 2023 – Kaldıraç Issue 269

Nearly two months have passed since the attack that pierced Israel’s “iron cage” on 6-7 October 2023. In the 268th issue of Kaldıraç, Adalı’s assessment was published. This article, written immediately in the first days of this new phase of the war, or this continuous war, put the matter quite clearly. In those days, it was emphasized that this attack was a joint action of the entire Palestinian resistance. Therefore, despite the historical background of Hamas, the meaning of sincere resistance against the sovereign was clearly emphasized.

Today, nearly two months have passed.

Using Hamas attacks as a pretext, Israel has launched attacks against Gaza and the West Bank, and even against Syria and Lebanon, violating all the rules of war. These attacks and the Palestinian resistance against them are creating many new consequences or situations.

Therefore, it is necessary to take another look at all these developments.

1

Some of our “experts” shamelessly declare that Israel is attacking because Hamas is attacking. This must be a shy support for Israel. These “experts” understand their own stupidity as the stupidity of the public and they are very confident that no one will remember the past. I wonder how many times Israel attacked before this attack took place?

If I remember correctly, the year must have been 2009 and Erdogan, Syria and Israel were to meet and an agreement was to be signed. It was to be organised in such a way that the Palestinian state would be recognised by Israel. But when the date of the meeting was about to be decided, (It is possible to say that Hüsnü Mahalli has comprehensive information on this subject. In fact, everyone has this information, but it is possible to say that Mahalli would have expressed it directly without bending or twisting it.)  Israel suddenly started attacks and around 3 thousand Palestinians were killed.

Was there a Hamas attack at that time?

Two things are wrong: One, it is false to say that Israel attacked because Hamas attacked. It is not only wrong, it is the work of “expert” supporters of Israel. Every year, for how many times, Israel attacks continuously. Some of these attacks had started not to be reported in the news, as if they were ordinary news. Therefore, it is possible to say that the 6-7 October attack became so valuable as a result of the resistance making an important move.

The second mistake is to condemn the resistance against Israel in the name of opposing the killing of civilians. This is to put the issue wrong from top to bottom, to distort the issue knowingly or unknowingly. Because Israel is an occupier there. Just like the Turkish state is an occupier in Syrian territory.

Israel has imprisoned the people in an open prison in a land where it is the occupier itself, and resistance against this occupier is a right and an obligation. If this is the case, to speak of “Israel’s right to self-defence” is to enter the war on behalf of Israel. Every occupier will face resistance against itself. To treat this not as resistance, but as a kind of terrorist attack, is to turn the facts upside down.

If, for example, the German state, the French state, the British state, the US makes these assessments, there is nothing incomprehensible about it. But when people with the title of “expert” start to express these assessments in a “humanitarian” tone, it means that there is a serious obfuscation. Their side, whether they like it or not, is the side of the dark forces, the side of the imperialist centres.

2

We are not in favour of calling it a Hamas-Israel war. We will continue to call it Palestinian resistance. This is not to deny the role of Hamas in the attack, but to say that this is a Palestinian resistance.

Those who wish can describe it as genocide at the hands of Israel. And it is. Israel is clearly carrying out a genocide against the Palestinian people. To date, 14-15 thousand Palestinians have died in Gaza alone, 6-7 thousand of them children.

The Jewish people (the state of Israel did not exist at that time and Jews lived in many countries of the world) faced Nazi persecution and was subjected to genocide during the Second World War. Today, the state of Israel is openly committing a more advanced version of this genocide against the Palestinian people. This is also a tragedy for the Israeli people. The rulers of a people who suffered genocide, the Israeli monopoly capital, are carrying out a racist attack against the Palestinian people in the region, as the triggerman of the US. This is not new either. This attack, this genocide is happening before the eyes of the world.

And today, there is a more developed resistance against this genocide, this attack, this attack that has been going on for 75 years. “Free Palestine from river to sea” became the slogan of this resistance.

3

And supporters of the Palestinian people in this resistance are on the streets in every country of the world. The police attacks on those who support the Palestinian resistance in America, England, Germany and France are actually a reflection of this genocidal war within these countries. These states treat their own people with hostility because they oppose the genocide against the Palestinian people.

There are millions of people supporting the Palestinian resistance all over the world and in every country. And these millions include most of the Israeli people. The response of the Israeli people to the attacks of the State of Israel is extremely honorable.

Of course, on the other hand, it is the entire West, including the five imperialist powers, the US, Germany, France, England, Japan, and almost all NATO countries, that support Israeli attacks against Palestine.

Two fronts have emerged in the world. Those who support the Palestinian resistance and those who support the genocidal attacks of Israel. And these two fronts are at the same time the fronts of the imperialist centres and those who resist them. If one goes deeper, this reflects, though not exactly, the fronts of the struggle between the working class and the bourgeoisie in the world.

4

The Turkish state, the Palace Regime, declares, through various statements, that it is on the side of the Palestinian people. But the truth is not like that.

The Palestinian resistance has revealed the hypocritical policy of the Turkish state on this issue and has taken off the masks.

The Turkish state does not refrain from making high-toned statements as if it is in favor of Palestine and against Israeli attacks. But it doesn’t take even a single precaution. For example, economic and military relations with Israel are not interrupted. It does not prevent the flights of Israeli planes conducting flight tests in the skies of Turkey. No economic measures are put into effect regarding steel, food and oil shipments. The Houthis seized a Turkish cargo ship, and on this occasion, the support flowing from Turkey to Israel was once again revealed.

Whereas, without any disquisition, if all economic and military relations were suspended, it alone would already mean a heavy blow to Israel and serious support would be given to the Palestinian people regarding the war.

Turkey, along with Israel, is a US hitman in our region, and no matter how hard they try to hide this situation, it is no longer a secret.

5

The Arab League is a superfluous, dysfunctional union. This situation has arisen. In mid-November, while Islamic countries and Arab countries, including Iran and Turkey, were at the meeting in Syria, they did not actually make any positive, meaningful or worthwhile decisions. For example, even precautions such as oil shipment, steel shipment etc. have not been taken.

While Israel cut off the electricity and energy of the people in Gaza, Islamic countries could not cut off the shipment of oil, etc.

57 countries attended the meeting, and both the Arab League and the Organization of Islamic Cooperation met together. For example, none of these countries decided to close or temporarily close the US bases in their countries. Among the countries with US bases are Turkey, Iraq, UAE, Saudi Arabia, Qatar, Bahrain, Oman and Jordan. None of them have ever shown such a tendency.

For example, 57 countries have not decided to cut their diplomatic, military and economic relations with Israel or to cut them off after a certain period of time.

It seems that, apart from Syria and Iran, not even a significant raising of voice has taken place.

For example, Arab countries did not say, “We are now suspending the Abraham Accords, we are canceling the agreements made with Israel until the Israeli attacks stop, and the Palestinian state is established within the 1967 borders” (we say this because the 1967 borders are a UN decision).

Syria and Iran offered to go beyond words and condemnations, but these were not even taken into consideration. Words of aid were added to words of massacre, and by not going beyond this framework, a blind eye was actually turned to Israeli attacks.

And on the occasion of this incident, the Arab and Islamic unions declared that they were dysfunctional and that they had no possibility of making a decision on any issue.

6

This issue is extremely important. Because, as Deniz Adalı stated in issue 268, the Palestinian resistance actually upset the US’s plans to attack Iran with the help of Israel.

In other words, this war is a front of the third world war, which continues worldwide, started as a war of sharing between imperialist powers, and today has turned into the West’s war against Russia and China under the dominance of the US.

Active and passive war fronts are being formed.

Ukraine is an active war front. The Balkans are a passive war front.

The developments occurring in the Caucasus are, on the one hand, a part of the war against Russia and China, and on the other hand, a part of the planned attack against Iran.

The war against Iran is being organized to be launched through Azerbaijan from above and through Turkey and Israel simultaneously. This is what it looks like. And the resistance of the Palestinian people affects this process. The US has to postpone or reconsider the war it is planning with the help of Israel and Turkey.

Israel’s attack is also linked to the war in Syria and Lebanon. It is not limited to Iran. Even though the target is Iran, this war is actually a war to change all borders in the region. Between the options of leaving the region and settling further in the region, the US is of course pushing the option of settling in the region. Arab and Islamic troops do not intend to deviate from the US route. This is also a lack of will and a clear indication of being a colonial country.

Even though Israeli attacks have turned into a genocide (this genocide already always exists), it is debatable whether Israel will achieve victory. This situation is a sign that the war process in the region will prolong further and a constant state of war is developing.

Military investments and armament will increase throughout the region. It is already increasing.

But there is more; This time, the US seems to be in a hurry to open the Taiwan front in order to re-establish its disintegrating hegemony. Of course, the Caucasus may warm up again in this regard. Even though Armenia and Azerbaijan made an agreement, it is known that the US is very prepared to disrupt the Caucasus. There is also the possibility of a new movement in the Balkans. The Balkans are also one of the passive fronts.

Thus, the US continues its plan to continue the war in distant areas on its own territory. The US, which was able to wage two world wars outside its own territory, is trying to do the same today. But it is not possible for the third world war to continue outside US territory. However, it seems that the US will launch the war in areas as far away from its own territory as possible.

7

Of course, the Palestinian resistance has also influenced the mobilization of the left in our country and the masses around the world. This is quite valuable. The ongoing crisis of the capitalist system worldwide was already leading to the emergence of mass actions in various forms. Demonstrations aimed at supporting the Palestinian resistance and opposing Israeli attacks have created significant activity, especially in Western metropolises.

These mass actions have the potential to grow even further. This situation allows each country to decipher the attitudes of its own states. The masses taking an open stance towards their own state’s policies will not be limited to the Palestine issue. How deep it will become will, of course, depend on the attitudes of the revolutionary forces in those countries.

However, in this respect, the process is connected with the ongoing war around the world. The worldwide war is emerging as a civil war in all NATO countries that provoked the war. How developed this is in which country is a separate issue. However, actions in support of the Palestinian resistance and the aggressive reactions of the West’s “democracies” to these actions will also affect this civil war process.

8

Of course, it is also possible to consider the entire Middle East. This, of course, means a very comprehensive study. But what is more important is to see that, due to the fact that the balances in the region are constantly changing, this analysis must be made dynamically and addressed every time.

Due to the importance of the region, the US will neither accept defeat in Syria and withdraw, nor will it cancel its war plans against Iran. Yes, it looks like it will be postponed. But no matter what, the coming months are likely to show interesting developments.

War plans are also the basis of the shape the Turkish state took after the May elections. The Palace Regime, with the war cabinet, is mostly engaged in war plans. In this respect, the development that emerged in Palestine surprised the Turkish state too.

The Palace Regime, just like Israel, is a US hitman. And two hitmen in the region are preparing to operate very effectively. But developments in the region change these plans, at least temporally.

With the Israeli attack, the military buildup of all major powers in the region has reached a very high level. US warships, Chinese warships, British warships etc. are all in the region. Moreover, the US is massing soldiers and aircraft at all bases in the region. Incirlik Base is constantly being reinforced. While the US supports Israel on the one hand, it is also holding backdoor negotiations to prevent the war from spreading in the region. But now this is a trick no one will swallow. Every power is preparing itself for war. The US takes it as an advantage that the opposing forces are not as willing to fight war as it is. Neither Russia nor China are keen on war. They do not want war. But the US’s attacks are bringing the war closer. And for the US, concentrating the war in an area far from itself is a strategic game.

9

We always say: The only force that can prevent war is a new wave of socialist revolution. Just like the October Revolution that stopped the First World War, it is not possible to stop this war without a new wave of revolution breaking the capitalist chain.

This means the resistance of the people.

This means the rise up of the world working class.

This means that the revolutionary organization keeps its own path and route intact.

Gaza as an Open Prison, Iron Dome, endless resistance

Thus, the right question is not: “How did the Mossad get it wrong?” or “How was the Iron Dome pierced?” No, these are not the right questions. The right question is: How did the Palestinians manage to do it?

Deniz Adalı

November 2023 – Kaldıraç Issue 268

On the night of 6 October to 7 October in the year 2023, Israel witnessed the breach of its defence systems, called the Iron Dome, with a devastating attack from Gaza, which it had turned into an open prison.

The Hamas-affiliated Izz ad-Din al-Qassam Brigades have launched an attack they call “The Al-Aqsa Flood”. The al-Qassam Brigades have carried out a very comprehensive attack. And of course, the attack is likely to have serious consequences. The attack, which will have multidimensional consequences, brings along very interesting discussions starting from the very first moments.

Of course, even though we are at the very beginning of this attack, while it is not known whether Israel is limited to air strikes, we would like to address the issue from the point of view of our country, from the point of view of the revolutionary movement in our region.

But first, for our young readers and for those who have forgotten the reality of all kinds of resistance with the effect of “social Alzheimer’s”, for our liberal leftists, for our statist leftists, in order to intervene in the influence of young revolutionaries through them, we should start with brief explanations on the Palestinian question, which will be a summary of the summary. I think that by the time this article reaches the reader through the magazine Kaldıraç, we will have comrades writing for the same magazine on the comprehensive history of the Palestinian question (we will also probably have seen new pages on the Israeli attacks and massacres). Thus, we can accept the comprehensive historical information of those articles as if they already exist. In any case, if the opposite situation arises and the history of the Palestinian struggle is incomplete, I think the reader has the means to access this history.

It is known that the state of Israel was established in 1948, after the Second World War. There is no prior history. There is a claim that the state of Israel was there 3 thousand years ago. There are even Jews who adhere to this claim, who believe that the new state of Israel will be established only after the arrival of the “messiah”, and who do not accept the current state of Israel. These are those whose religious beliefs are very prominent. According to this claim, the establishment of the State of Israel before the arrival of the “messiah” is a mistake. However, this is the claim of some religious (Jewish religious) groups. Jordan, which was established in the same region, emerged in 1921 as an emirate, presumably under the British rule, but it was not until 1946 that it became an “independent country”. Independent country is deliberately in quotation marks.

However, the establishment of the State of Israel was a step that was easily accepted because of the “Holocaust” in the Second World War. Jerusalem and its surroundings were chosen as the area, otherwise perhaps there were more Jews living in any other country at the same time. But “we were there 3,000 years ago” also provides a founding ideology.

A people who were themselves subjected to genocide, after the establishment of the state of Israel – and of course by the sovereigns of that state – have been committing a systematic genocide against the Palestinian people. If there is such a thing as emulating your executioner, the Israeli rulers, the state of Israel, are realising it by emulating Hitler.

Therefore, the actions of the people of Israel against the government in the last months, and even in the period of more than a year, are extremely interesting and valuable. In short, it is very valuable that it has become clear that the Israeli people are not in favour of this Zionist policy. Thus, it is understood that the people also do not agree with the idea of becoming like their executioner, like Hitler. (As a matter of fact, the Jews massacred by German fascism started to be massacred because they were communists. In other words, there is no problem when the dead are communists, there is no need to talk about the massacre. And moreover, regardless of the race and religion of the murdered communists and resistance fighters, it is necessary to note the presence of Jewish rich informers among the murderers. In other words, the sovereign is behind the fascist state as a whole and the resistance is against it as a whole. Then the process came to the hunt for Jews. And starting immediately after the war, the Israeli rulers attacked the Palestinian people with the same methods.)

There have been many wars waged in Palestine. And in 1967, borders were drawn with an agreement. The Palestine Liberation Organisation (PLO) is made up of many organisations and is waging a struggle for the independence and freedom of the Palestinian people. In other words, it is wrong to look at Hamas today and think that the Palestinian resistance has always been led by organisations with Islamic tendencies. While our front supported the resistance of the Palestinian people in 1968, the Islamic movements affiliated to the state took a more pro-Israeli stance.

Arafat’s betrayal ( which had never had a Marxist line), his fall, made the process more favourable for Israel. Hamas was founded in the 1990s. Its creation was both indicative of the weakness of the organisation within the PLO and had a further weakening effect on it. Hamas was part of the Muslim Brothers/Muslim Brotherhood organisation. In fact, Hamas was one of the interventions planned to break the influence of the PLO and to divide the left and socialist independenceist approach. Nevertheless, over time, it began to play different roles in the Palestinian struggle. While at the beginning it fought against the Palestinian left and shed blood in this regard, today it has taken a very different course. In fact, the pro-Iranian assessment is not accurate, since it is not based on the Shiite faith like Hezbollah. Nevertheless, it would not be an exaggeration to say that Hamas today is different from what it was at the beginning. Indeed, the Palestinian resistance has also influenced Hamas. In other words, it is never correct to establish a link between Hamas and Al-Qaeda or ISIS with a liberal leftist or Kemalist leftist mindset. If there is sincerity in a movement’s struggle against the sovereign, it has a value. Of course, this ideology affects the process of liberation and victory, that is, one cannot lead the struggle for the liberation of a people by remaining limited to an Islamic ideology, because today, no independence and freedom can be won without turning towards socialism, without rejecting the capitalist world, without fighting against capitalism. This fact cannot be turned into a privilege to ignore the actions of those who show a sincere struggle and resistance against the capitalist system and the sovereign. For this reason, the fact that Hamas’ action is an attack against the sovereign, against the state that commits genocide should not be overshadowed.

On the one hand, if a Marxist-Leninist organisation, not Hamas, had been active in this development, of course the struggle would have been very different. On the other hand, it is known that not only Hamas is involved in this struggle, but all Palestinian organisations and revolutionary organisations are also involved in this struggle now as they have always been.

Nevertheless, Hamas’s action was seriously planned, had consequences, and was undoubtedly a technical success.

The entire territory of Palestine + Israel, if I am not mistaken, is 27,000 square kilometres, of which 340 square kilometres is Gaza. It is like a rectangle with a length of 45 kilometres and a depth of about 8 kilometres. It is not a complete rectangle, of course. The Palestinian territory also includes the West Bank. A total of 6 million Palestinians live there (partly in Israel). The population of Gaza is estimated at 2.5 million.

This brief summary of history is, of course, inadequate. But the reader will find more anyway. Let us look at the Hamas attack that started on the night of 6-7 October, “the Aqsa Flood” movement and some of its consequences.

1

The attack on Israel is carried out from this 340 square kilometre Gaza.

Gaza is an open prison, an open prison where 2.5 million people live. This “prison” analogy is not a far-fetched analogy. I mean, it is not an exaggerated analogy, it is a real open prison.

Israel has been committing an explicit genocide against the Palestinian people for years.

This prison is surrounded by walls, protected by barbed wire and equipped with camera systems. In other words, it is a real open prison.

It was from this prison that an attack was organised.

According to the information we have received, almost all organisations in Palestine are waging a common struggle. Revolutionaries are also a part of it. For about 2 years, these organisations have themselves executed informers who leaked information to Israel about their movements, resistance and actions. This has created a “solidity”. In a place called Palestine, a child is trained naturally, that is, it is almost “automatic” that he/she becomes a fighter. But it would be incomplete to look at their upbringing in this war as simply not being able to live their childhood. As the struggle brings with it something else, a life of resistance.

But at the very first moment of the attack, “experts” said in unison, “How can Israeli intelligence, Mossad, be defeated?”. This question immediately brought up absurd reasoning by some “leftists”, such as “I wonder if Israel authorised this attack on purpose”.

This is absolutely untrue, and after the first details, this view was quickly discredited. For the Palestinian side has published videos of the attack. Hamas and others had planned a successful multi-pronged attack, from parachuting in ground-based vehicles to firing faked missiles to fool Israel’s proud defence system, the so-called “Iron Dome”.

Thus, the right question is not: “How did the Mossad get it wrong?” or “How was the Iron Dome pierced?” No, these are not the right questions. The right question is: How did the Palestinians manage to do it?

Because it is the Palestinians who did it. Even if Hamas did it, this is the case and this is resistance against oppression. In the first reports, the “naked woman” is a lie, and the image of the “child whose throat was cut” is fake. This is Israeli propaganda and news organised by the US press, without the need for the Israeli state. The entire Western press already does this in every situation. They have been doing the same thing about this war for years. It is as if Israel is the “humanitarian side and the representative of the truth” and the other side is the criminal, and this image is constantly pumped and created.

There is an important conclusion that emerges from this; under all circumstances and conditions, there is a way of resistance of the oppressed against the sovereign, and it can be developed.

Only those who have lost hope, only those who refuse to fight against the sovereign, only those who worship the power of the sovereign and look for a “saviour”, cannot understand this action. The determination of the Palestinian organisations to purge Israeli informers is a big step in this respect. But those who constantly look for excuses not to fight against the sovereign cannot understand all this.

In our country, the CHP’s (Republican People’s Party) pre-election approach of “don’t go out on the streets, there will be provocations” does not want to understand any successful action against the sovereign, the “powerful”.

2

In our country, one of the first reactions is that “the death of civilians must be condemned, no matter who does it”. This “polite foolish” attitude is presented to us as humanitarianism. Time will show us what lies the Israeli state, which is very skilful in war propaganda, and the West behind it are telling. But these “humanist” people, those who defend it, have turned a blind eye to the massacres in Gaza, which has been turned into an open prison for years. Where were the “humanists” when Israel’s unimaginable cruelty, massacre policies and terrorism were clearly evident, had been going on for years, and even when the people of Israel had started an explicit struggle against this policy, where were the “humanists”, why did they not mention the issue of the deaths of “civilians”? How many children have died in Palestine and how many times were you content with keeping silent?

This appalling silence is very meaningful.

It is not a positive state of affairs when you now mention the killing of civilians by both sides.

Of course, no one defends the killing of civilians. But it is extremely unreasonable to call this action in response to Israel’s actions “the killing of civilians”. We would never defend the killing of civilians, but how does it make you “human” to pretend to oppose the “killing of civilians” and to repeat a general truth as a refrain as a way of keeping silent about the genocidal war waged by the Israeli state?

It should be noted that these people are also very silent about, for example, Kurds being killed, Kurdish women and children being massacred, etc. Besides, the Kurdish movement has no line of action against civilians.

One might think that they have a similar sensitivity about, for example, the railway station massacre, the Suruç massacre, Roboski, Saturday Mothers, women being dragged on the ground during protests against murders, students’ and workers’ protests for their rights. Where is it? This is nothing but hypocrisy. This hypocrisy is nothing more than praising and justifying Israel’s actions.

They think they will be “exalted” by immediately taking a neutral stance. However, the shame of your utter silence is enough to sink you to the ground. And you are well, very well, perfectly aware of this.

3

The Hamas-led attack from the Palestinian front caught Israel by surprise to such an extent that Israel seems to have lost hundreds of its soldiers as prisoners. The Iron Dome was breached, Hamas forces came out of prison and carried out actions on the Israeli territory. They returned to their prisons with Israeli soldiers and civilian prisoners.

For this reason, many believe that a great power, such as Russia or Iran, was behind the action.

However, Blinken himself has said that we have no evidence that Iran was behind the action. This is the case even though Iran has openly declared its support for the action.

Whereas Russia has called for a ceasefire on both sides.

And what is more, Israel’s biggest press organs have openly stated that “Netanyahu himself is the cause of this attack”. The press openly criticised the Israeli leadership and its policies.

First question: What does the Israeli press see that our “experts” do not see and look for forces like Iran and Russia behind the action? Why do they ignore the policies of massacre and terror that Israel has been implementing for years? Why can’t they say “in the face of so much pressure, a counter-attack will eventually come”?

Second question: Why is it that not only the Palace press, but even the “opposition” press cannot take the same stance as the Israeli press, for example, in the face of the attacks and actions of the Kurdish movement, for example, in the face of the recent action against the interior ministry? For example, why can’t they say: If you deny the Kurds the opportunity to live, if you use chemical weapons, etc., you will eventually face an attack. They could ask this question, since there are no civilians killed. On the contrary, as seen in incidents such as the railway station massacre, the Suruç massacre, etc., it was the state itself that attacked civilians.

The Communist Party of Israel has openly stated that the state of Israel is responsible for the war.

Imagine, when Turkey, the regime of the Palace, intervenes in another country, our leftists cannot even take a position that openly accuses the state. Of course, we are not talking about all of them.

4

Hamas has carried out an extremely effective action at a critical moment in time. This action is capable of changing the general perception that the Palestinian people are dead and have not been buried.

Of course, this attack alone will not solve the problem. Moreover, the struggle for freedom cannot be conducted properly with a Hamas-style ideology.

In defiance of the whole world, Israel has cut off Gaza’s electricity and water supply.

From the words of its highest officials, Israel has characterised the Palestinian people in Nazi terms as “animals”. This is the proof of what more they will do.

How surprising it is, dear humanitarians, that the state of Israel, which claims to act on behalf of a genocided people, is so eager to emulate the Nazis who massacred its own people.

We would like to emphasise again that we are not talking about the people of Israel, but about its sovereigns, its state. The sovereign is very, very similar in every capitalist country. The imperialist centres that cherish the Nazis all over the world do not hesitate to use every opportunity to massacre those who resist them.

For this reason, it is legitimate and necessary to fight against the sovereign everywhere in the world, by any means and by any means. Resistance without a vision that will lead to victory has an important place in this struggle.

5

It is understood that this attack has actually revealed a preparation of the Israel-US front. It seems that Iran’s influence must have come into play at this point.

So it looks like this:

  • The US front, through the state of Israel, which exists as an extension of itself, was planning a comprehensive attack against Iran, having suffered a clear defeat in Ukraine, in accordance with its worldwide war policies.

This is already known, they are constantly planning it, and it is known that the Netanyahu government is very keen on this. It is known that they are waiting for an opportunity to do this despite the protests of the Israeli people. The United States seems to have planned a comprehensive attack to open a war front against Iran.

  • It seems that Iran has this information. Even if we have just realised this, or even if our knowledge is the expression of a general desire to attack Iran, it seems that Iran has sensed the preparation for a more comprehensive attack. And it seems that Iran has gathered all the organisations it calls the resistance front and asked them to prepare for a more comprehensive attack. This information is now in the press.
  • Hamas’ action disrupted these plans. Israel could not carry out the attack, which it had eagerly wanted to carry out on behalf of the US, in the way and at the time it had planned and had to reset to an earlier date. It seems that the attack plan of Israel and the US front within the framework of the world war has been disrupted. This action seems to have spoilt this plan.

Statements like “the whole Middle East will change” are a kind of confession of this more comprehensive attack plan. The fact that Israel and the US jointly put into effect the policies of massacre must be a confession of this secret and great plan of attack. Perhaps what misleads the US and Israel is their infinite confidence in this “grand plan of attack”.

On the other hand, Hamas has explained that for their technical and military preparations, it was an advantage to obtain Western weapons sent to Ukraine at a very cheap price.

6

The EU, the USA, the whole West, all together, are talking about cutting off all aid to Palestine in support of Israel. Within the EU, only Spain has spoken out against this. What happened to Western values? What happened to the killing of civilians, what happened to condemning genocidal practices?

The US immediately dispatched its aircraft carrier to the region. In every case, the US is making moves that will further fuel the war. Now Israel is talking about imposing an “unprecedented punishment”. And this should be seen as a step that will further escalate the war in the region.

Israel is eager to repair its tarnished image by slaughtering more Palestinians and likening its genocidal policies to the Nazi style. This situation mobilises those who are shouting for war against Iran even faster.

Now “experts” are talking about the possibility of Hezbollah’s mobilisation in the face of possible Israeli ground attacks. In fact, Israel itself is preparing and attacking both Syria and Lebanon.

However, the solution is very clear. In exchange for recognising the state of Israel, Palestine has accepted the establishment of a Palestinian state with East Jerusalem as its capital. It is Israel itself that does not even recognise this agreement on a two-state solution.

Peace in the real sense passes through the resistance of the Israeli people against their own state.

The US, which is shouting war cries all over the world, is acting to fuel bigger wars in the region. This is a fact. Of course, it is unthinkable that Britain and NATO do not participate in this.

The resistance of the Israeli people has a great meaning in this respect. We are sure that the revolutionaries of Palestine will not hesitate to put forward a solid and healthy approach on this issue.

This means that without the end of capitalism, there will be no end to war. This means that without capitalism, without the sovereigns, peoples will live in peace in an unlimited world.

7

The Turkish state, which has always been a US triggerman, has a registered history in this regard, and has considered it a marvellous feat since the Korean War, will not refrain from being under the command of the US in this war as well. Of course, their task is difficult, but doing so is like their first duty.

The Palace Regime will not refrain from openly or secretly supporting the state of Israel, which it sees as its brother. The Palace Regime, which is already rubbing its hands for a war against Iran on US orders, will take this as a new opportunity. If the war grows, it will be eager to join the war from the US front.

8

While the “experts” are discussing the prospects for war against Iran, and to some extent they are right, the possibility of the United States taking action against China via Taiwan has become even more likely.

Those who have provided unimaginable open support for the war in Ukraine, those who have seised the opportunity to turn Ukraine into a battlefield, will now reveal their focus on Taiwan. This possibility is more likely than one might think.

War against Iran will mean great destruction for neighbouring countries like us. However, the Palace Regime, the Turkish state has long since broken away from the reality to calculate this. Being a US triggerman is above everything for them.

The West, NATO and the US, which are trying to evaluate all kinds of war preparations, treat every development in the Middle East as a new opportunity for their own purposes. The Palace Regime will also hurry to take steps accordingly.

Hitting China over Taiwan becomes an important move for the US in this context.

9

The left movement in our country has to evaluate this situation correctly.

Firstly, every force fighting against the sovereign is valuable, wherever it is in the world, whether or not it is involved in the struggle of the working class itself.

Secondly, the war against the sovereign is possible, feasible and moreover necessary under all circumstances.

Thirdly, the only thing that can prevent war, that can prevent World War III, is the wave of socialist revolution. Without this, socialist revolution peace is impossible. Therefore, revolutionaries, workers and labourers, women and youth on all fronts of the war cannot defend the war against the people in another country. On the contrary, they have to put the war against the sovereign in their own country at the forefront. This is the road to revolution. Every worker who supports his own bourgeoisie, his own rulers in the face of war is a traitor to the cause of the working class. This happened in the First World War, and the correct attitude was laid down in the attitude of the Third International under the leadership of Lenin. This is still the case. Therefore, the aspiration of the working class for a world without war and exploitation, without private property, can only be realised through the revolutionary organisation of the working class.