Ana Sayfa Blog Sayfa 35

Doğmatizm: Cehaleti sınır(sızlığ)ı

“Cehennemin kapısına
güzel resimler çiziyorsunuz!”[1]

 “Cehalete hoşgörü göstermek, yangına göz yummaktır.” “Cehalet gelirken bedava gelir, giderken her şeyi götürür!” vurgusuyla, “Cahil olmanın en kolay yolu merak etmeyi bırakmaktır,” diye uyaran Anooshirvan Miandji haksız değil: Kanıt, bütün yerküre ile burnumuzun dibindeki coğrafyamız…

Hayır, hayır “Ötekileri hep cahil olarak damgalıyorsam ve kendi cehaletimi hiç fark etmiyorsam nasıl diyalog kurabilirim?”[2]

Hareket noktam Fidel Castro’nun, “Bugün politikacılar, halkın cehalet içinde kalmasıyla ilgileniyorlar, çünkü cahil bir halk; fanatizm ve önyargı ekicilerinin, kapitalizmden çıkarı olanların en iyi müttefiki ve ilerlemenin en büyük düşmanıdır,” vurgusuyla; Mihail Bakunin’in eklediği üzeredir: “Halk cahildir ve hükümetin sistematik çabalarıyla cehalet içinde tutulmaya devam edilmektedir.”

Çok net ifade edilmeli: Cehalet, birçok toplumsal hastalığın köküdür.

Korku, cehaletten kaynaklanır; her kötülük de, cehalet ile ilintilidir. Cehalet nihai kertede suçu besler. O, şüphe etmezken; burjuva iktidara itaat, cahil aptallığına dayanır.

Cehalet engeldir; bilginin inşa ettiğini, yerle bir eder. Dayatılana boyun eğen cehalet, sadece daha katmerli bir cehaleti doğururken; korku, kin ve öteki(leştirile)ne şiddete yol açar.

Cehalet sorgulamaz, yargılar. Cehalet öğrenmez, inanır. Cehalet okumaz, hatmeder. Cehalet hoş görmez, katleder. Cehalet ilkeldir, sosyalleşmez.

Cahile, her zaman her şeyi bildiğini zannettiren “Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın ustaca kullandığı bir silahtır,” der Karl Marx. Çünkü egemen eğitim, bir cehalet sistemidir.[3]

Ayrıca asla soru sormayan cehalet, doğmaların çığ gibi büyüyüp, toplumsallaşmasıdır. Yani cehalet yol açtığı tüm suçlardan sorumludur. Onun hiçbir sınırı yoktur; insan(lık)ın ilerlemesini engelleyen direnç hattıdır. Ve nihayetinde cahil, kendini her şeyin ölçüsü sanırken; cehalet gerçeği aramaz; kötülüğü burada tam da yatar.

Şunları da eklemeden geçmemeli: Cehaletin korkusu, sorudur, öğrenmektir. Onun için bilen/ düşünen insan tehlikelidir.

Oysa bilgi cehaletin sınırında ilerler. İlerledikçe cehalet geriler. Bilmemekten korkulmamalı. Bunda utanılacak bir şey yok. Utanılması gereken tüm yanıtları biliyormuş yalanına sarılmaktır.

Dinlerin kökeni cehalet ve korkuyken; dinin var olabilmesi için gerekli koşul, onu yaşatacak araçtır. Çünkü dinler cehaletin çocuklarıdır.

Evet, evet cehalet ile batıl inanç bir madalyonun iki yüzüdür. O, anlayamadığı şeye “tanrı” der; Paul Henri Theiry d’Holbach’ın, “Bilinmeyen, gizli, hayali, efsanevi, mucizevi, inanılmaz ve hatta korkunç olan şeyi açık, basit ve sağlıklı olana tercih etmek, cehaletin özelliğindendir; Percy Bysshe Shelley’nin, “İnsan, cehaletinin çözmesine mani olduğu bilinmeyen sebeplere, şaşırtıcı etkilere daima saygı duymuştur”; Baruch Spinoza’nın, “İnananlar, açıklayamadıkları bir şey olduğunda derhâl tanrının iradesine sığınan kimselerdir ve cehaletlerini açığa vurma biçimleri gerçekten çok gülünçtür,” diye hatırlattığı üzere!

İdealizm, insan(lık)ı cehaletten, dogmatizmden ve aptallıktan korumaz; aklı/ mantığı terk etmek, aldanmaya inanıp, cehalete sarılmak; cehaletin panzehiri ise sorgulamaktır. Cehaletinin sınırlarını görüp/ gösterebilmek de eleştiren bilginin başlangıcıdır.

Malûm eleştiriye kapalı her düşünce cehaletle ilintilidir. Çünkü cehalet fanatizm ile el eledir; onun özgüveni felaketlere sebep olur. Ya da onu kutsallaştıran, zorbalığa davetiye çıkarır; o ne kadar köklüyse, değişime karşı direnci de o kadar direngendir; “Eğer bir nesil cehaletin mutluluk olduğunu sanarak yetişirse, bir sonraki nesil cehaletini bile fark edemeyecektir. Çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecektir,” saptamasıyla Ursula K. Le Guin’in altını çizdiği üzere!

* * * * *

Din, tüm zamanların en katmerli yalanıdır; dogmatik zırvalıklarla, ezilenlere diz çöktüren hikâyesidir; eleştiri ve itirazın “sonu”dur. Çünkü din, eleştirel düşünen insan(lık) istemez. Aksine ezilenlere “Hakkınız yok. Seçim hakkınız yok. Tanrı sizin sahibinizdir. O her şeye sahiptir,” diye haykırır!

Düşünmemek, düşünmekten daha kolayken; cehalet hayal gücünden yoksundur onun gücü küçümsenmemelidir. Çünkü cahiller için doğmalar çok aydınlatıcıdır; elbette onu anlamayanlar için![4]

Lakin dogmatik zırvalıklara aklını kontrol ettirmeyenler, iktidarın söylediği hiçbir şeye, vaazlarına inanmazlarken; “Sorgulamayı öğrenin, her şeyi sorgulamayı öğretin,” derler.

Hiç bir şeyin insan(lık) dışı olmamasının, doğmanın umurunda olmadığı bilinciyle, cahillerden oluşan büyük grupların gücünü asla hafife almazlarken Turan Dursun’un, “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” saptamasının altını özenle çizerler.

Şüphe yok: Adnan Yücel’in, “Ah o güzellikleri yok eden dinler/ insanlığın çocukluk çağına/ zulmün kılıcını sokan cinler/ tanrı adına halkları kullaştıran/ ve kralları tanrılaştıran kinler/ yeryüzünü sınır sınır/ gökyüzünü yıldız yıldız böldüler/ her kralın tanrılaşma töreninde/ bölük bölük insan yediler,”[5] dizeleriyle betimlediği din(ler) insan(lar)a, “Benim kurallarıma göre yaşayacaksınız,” der!

Din ham hayaldir; cahilleri mucizeyle kandırır; safdillik üzerine kurulmuştur; kaynağı vahşettir; tahakküm isteğinden doğmuştur. Oysa ahlâk ve erdem için din hiç mi hiç gerekli değildir; felsefe aracılığıyla edinilen ahlâk, erdem için yeterlidir.

Oysa her din, akılsızca korkma duygusu vermeye çalışır. O, sözde “erdem”leriyle insanları aldatmaktan başka bir şey yapmamıştır; tek hedefi, iktidarın zorbalıklarını güçlendirmektir.

Dinin önem verdiği şey akıl yoksulluğudur; çelişkiler zincirinden başka bir şey değildir. Cahiller ile barbarlar olmasaydı din olmazdı. Çünkü tüm dinler hoşgörüsüzdür, vicdan özgürlüğünü kabul etmezler.

Kolay mı?

Robert Heinlein’in, “Tarihte hiçbir din, hiçbir dönemde rasyonel bir temele sahip olmadı. Din, yardım olmadan bilinmeyenle başa çıkamayacak kadar zayıf insanların koltuk değneğidir”…

Richard Dawkins’in, “Din, irdelenmemiş inançları, kurumların gücü ve geçen zaman aracılığıyla sarsılmaz hakikâtlere çevirme işidir”…

Baruch Spinoza’nın, “Her ne olursa olsun, kendi var oluşunun bir nedeni bulunmayan şey var değildir”…

Jean Meslier’nin, “Dinin en çok önem verdiği yoksulluk, akıl yoksulluğudur.” “Her din, tanrısallıktan alçakça ve akılsızca korkma duygusu vermeye çalışır.” “Dinin gereksizliğini kanıtlayan şey, anlaşılmasının olanaksız olmasıdır.” “Din, ahlâkı felce uğratır.” “Din, kan dökücülüğü meşrulaştırarak acımasızlık dizginini gevşetir ve ilahi amaçlar için gerekli olabileceğini öğreterek cinayeti mubah kılar.” “Dini ilkelerin tek hedefi, hükümdarların zorbalıklarını güçlendirmek ve milletleri bunlara kurban etmektir.” “Bütün dinler hoşgörüsüzdür, vicdan özgürlüğünü kabul etmez ve dolayısıyla iyiliğin ve güzelliğin yıkıcısıdır.” “Bir din, ne kadar çok karanlık olursa, o oranda tanrısal olur.” “Dini geleneklerin tümünde ahmaklık ya da barbarlık ziyafeti vardır.” “Ahmak ve barbar büyükler olmasaydı din olmazdı.” “Din pandora kutusudur ve bu uğursuz kutu açılmıştır.” “Din aracılığıyla, şarlatanlar, insanların deliliklerinden yararlanırlar”…

Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “İnsan dinin başlangıcı, insan dinin ortası ve insan dinin sonudur”…

André Gide’in, “Din, insanları daha iyi yapmaz”…

Whoopi Goldberg’in, “Dinler, insanlığı yıkma noktasında diğer yıkım nedenlerinden daha fazlasını yapmıştır”…

Thomas Paine’in, “En büyük kötülükleri yapabilmek için ya çok vicdansız ya da çok dindar olmak gerekir”…

İbnü’r Ravendi’nin, “İnançsızlarla savaşmak için inen melekleri sık sık okuruz ama açlara yiyecek dağıtmak için inen melekleri hiç okumayız”…

Maksim Gorki’nin, “Yalan kölelerin ve patronların dinidir… Doğruluk özgür insanın tanrısıdır”…

Voltaire’in, “Para söz konusu olduğunda herkesin dini aynıdır”…

Gilles Deleuze’ün, “Zalim bir yönetimin üstünlüğü ve sırrı köleleri aldatmak, onları sindiren korkuyu özel din kılığı altında maskelemekte yatar”…

Krzysztof Kieslowski’nin, “Din açık bir şekilde köleleştirmedir. İradi olarak, hatta arzuyla seçtiğiniz bir köleleşmedir”…

Arthur C. Clarke’ın, “İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri din tarafından vicdanlarının yoldan çıkarılmasıdır”…

Jack Huberman’ın, “Bir ülkede görülebilecek en tehlikeli salgın, ahlâktan bağımsız din fanatikliğidir”…

Amin Maalouf’un, “Bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar”…[6]

Ludwig Feuerbach’ın, “Ahlâkın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılırsa, halklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hâle getirilirse, en ahlâksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir”…

Gore Vidal’ın, “İnsanlık düşmanı üç din ortaya çıktı: Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm. Bunlar gök-tanrı dinleri. Tamamen ataerkiller (tanrı her şeye gücü yeten baba) ve bu yüzden gök-tanrı ve onun dünyalı delegelerinin etkisinde kalan ülkelerde 2000 yıldır kadın düşmanlığı var”…

Aziz Nesin’in, “Dünyadaki en kârlı ticaret din tüccarlığıdır. Sermayesi yalan müşterisi cahildir!”

George Carlin’in, “Din milyar dolarlarla oynar, hiç vergi ödemez ve hep daha fazlasını ister”…

Emma Goldman’ın, “Din, insan aklının hâkimi mülkiyet, insan ihtiyaçlarının hâkimi hükümet de, insan davranışlarının hâkimi olarak, insanın köleliğinin kalesini ve onun getirdiği her tür korkuyu temsil eder”…

Wilhelm Reich’ın, “Kendi dininden başka din olmasın istiyorsun. Kendi dinine karşı hoşgörülüsün, ama başkalarının dinine karşı hiç de hoşgörülü değilsin,”[7] teşhislerindeki üzere!

* * * * *

Özetin özeti: İnsan(lık) egemenlerin tutsağıdır; kurtuluşuysa zincirlerini kırıp, hiç kimsenin tutsağı olmamaktan geçer. Çünkü akıl/ mantık zorbalığa boyun etmez, eğemez.

Ancak yabancılaşmanın seri üretimi sıradan insan(lık)a, yabancılaşmanın dayattığı amaçsızlık, toplumu sürüleştirmişken;[8] öne sürülmesi gereken aslî talep; “Düşüneceksin!” olmalıdır. Çünkü düşünce/ davranış akılla/ mantıkla seçilendir, zorlanan, itaat edilen değildir; “İmkânsız” denilenin cüretkârlığıdır. Söz konusu cüret ile meğin hak ettiği dünyayı kazanabiliriz ve o dünya mevcuttur, gerçektir, mümkündür…

Lakin unutmalıdır ki Ayn Rand’ın, “Kapitalizm, mülkiyet hakkı dahil, bütün birey haklarını tanıyan, bütün mülkiyetin özel bireylerce sahiplenildiği bir sosyal sistemdir,” zırvasına “Evet” diyebilmek mümkün değildir. Çünkü insan(lık) ilişkilerinin arasındaki eşitlik/ kardeşlik ülkülerini yok edince efendi-köle ya da kurban-cellat ilişkisinin önünü açmış olursunuz!

Böylece insan(lık)ın özsaygısını katledince, içindeki kahramanlığı; akıntıya karşı kürek çekmek cüretini yok edersiniz!

Olması gereken de tam bu cürettir: Yani sınıfsız-sınırsız-sömürüsüz özgür bir dünyanın kurulabilmesi için tabuların yıkılmasından yana saf bağlayan tavırdır![9]

Söz konusu tavrı Richard Dawkins’in, “Dine karşıyım, çünkü dünyayı anlamayarak tatmin olmayı öğretiyor bize”…

Charles Darwin’in, “Ben doğa kanunlarıyla uğraşan bir bilginim. Olayları araştırır ve bilimsel gerçekleri keşfetmeye çalışırım; Fakat bunu yaparken İncil’e bakmam ve dayanmam ve bu tür kitaplarda söylenenlere aldırmam”…

George Carlin’in, “Bir elma yendiği için cennetten kovarken bunca can kıyımlarına rağmen dünyada var oluşa müsaade eden garip bir tanrıya inanıyorsunuz”…

Mark Twain’in, “Kutsal kitaplarda canımı sıkan şey anlamadığım kısımlar değil, anladığım kısımlar”…

Yuval Noah Harari’nin, “Bir maymunu, ölümden sonra gideceği maymun cennetindeki sınırsız muzla kandırarak elindeki muzu vermeye asla ikna edemezsiniz”…

Charlie Chaplin’in, “Aklım başımda olduğu için Tanrı’ya inanmıyorum”…

Emma Goldman’ın, “Peki, bütün bu dehşeti, bu hataları, insana karşı işlenen bu insafsızca suçları sona erdirecek tanrılar nerede? Hayır, büyük öfkesiyle ayaklanması gereken tanrılar değildir, insandır,” ifadeleri çok net formüle ederken; dogmatik cehaletin sınırsızlığı olduğu da kulaklara küpe edilmelidir.

12 Ocak 2024, İstanbul

N O T L A R

[1] Stanislaw Lem, Gelecekbilim Kongresi, çev: Fatoş Taşkent, İletişim Yay., 1997, s.185.

[2] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.109.

[3] “Eğitim, empoze edilen bir cehalet sistemidir.” (Noam Chomsky.)

“Aydınlık ile karanlık arasındaki, bilim ile cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım.” “Cehaletin babaları olan resmî akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” (Giordano Bruno.)

[4] “Yanlış olduğuna inandığımda başkalarının görüşlerine saygı duymam gerektiğine dair bu aptalca ifadeye asla katılmıyorum.” (Chapman Cohen.)

[5] Adnan Yücel, Ateşin ve Güneşin Çocukları, Yurt Yay., 2012.

[6] “Bir insanın ahlâki davranışları anlayışa, eğitime ve sosyal bağlara dayanmalıdır; hiçbir dini temel gerekmez. İnsan, eğer ölümden sonra ceza korkusuyla ve ödül umuduyla kontrol altına alınmak zorundaysa, şüphesiz kötü bir yoldadır.” (Albert Einstein.)

[7] “İslâmın bütün hükümleri, İslâm dışındakilerin öldürülmesini emrediyor.” (Sami Aldeeb.)

[8] “Özgürlüğünden vazgeçmek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından vazgeçmek demektir. Böyle bir vazgeçme insan doğasıyla uzlaşmaz. İnsanın özgürlüğünü yitirmesi, davranışlarında her türlü ahlâk düşüncesini yitirmesi demektir.” (Jean Jacques Rousseau.)

[9] “Ateizm, insanları, dışadönük bir ahlâki erdem sağlamada yol gösterebilecek olan sezgiye, felsefeye, doğaya saygıya, yasalara ve saygınlığa yöneltirken, din bunu yapmaz. Batıl inanç bütün bunları parçalarına ayırıp insanlığın zihninde mutlak bir monarşi kurar.” (Francis Bacon.)

“Ateist, arkasında kendini destekleyecek görünmez güçler olmayan kişidir.” (Jack Huberman.)

“Ben bir ateistim ve eğer bir gün tanrıya inandığımı söylediğimi duyarsanız ciddiye almayın. Bunamışımdır.” (Aziz Nesin.)

“Biz materyalist ve ateistleriz ve gerçeklerle övünürüz.” (Mihail Bakunin.)

Gözün aydın Bay Şimşek! Big Mac 6,60 Amerikan Doları oldu

“ABD’de Big Mac fiyatı 5,06 iken Türkiye’de 2,75, Big Mac endeksine göre TL dolar karşısında daha değerli.”

Mehmet Şimşek adlı şahıs 2017’de atmıştı bu tweeti. O tarihlerde başbakan yardımcısı idi ve “Devletin makam araçları için harcadığı para Türkiye’nin milli geliri içerisinde çerez parası bile değil” söylemi ile dillere düşmüş olduğundan bu tweet pek de dikkat çekmemişti. Bana gelince ilk kez söz edildiğini gördüğüm “Big Mac endeksi” ifadesini adı geçen şahsın bir fantezisi olarak değerlendirmiş ve pek de üzerinde durmamıştım. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş.

Gerçekten mevcutmuş Big Mac endeksi kavramı. 1986 yılında yaratılmış The Economist dergisi tarafından (Şu kapitalizm nelere kadir yahu!). Süratle benimsenmiş dünyada ve uygulamada kullanılmaya başlanmış. Benim yeni haberim oldu. Cahillik işte ☺

Endeks, Amerikan Doları üzerinden bir ülkede tek bir Big Mac almak için ödenmesi gereken parayı hesaplamakta. Yani hangi ülkenin parasının satın alma gücünü hesaplayacaksanız o ülkenin para birimini önce Amerikan Dolarına çeviriyor ardından da bir Big Mac almak için ödenmesi gereken parayı hesaplıyorsunuz.

Yukarıdaki tweet 2017’de atılmış. O tarihte memlekette Big Mac fiyatının ne olduğunu bilemem. Zaten hiçbir zaman bilemedim. Ben hiç Big Mac yemedim ki… Bu nesnenin ABD’deki fiyatını ise hiç bilemem. Eh tweeti atan koskoca devlet büyüğü yalan yazacak değil ya diyerek mesajdaki rakamları esas alıp hesabı yapıverdim.

1 – 2,75/5,06) = 0,456 yani TL %45,6 daha değerli imiş Amerikan Dolarından. Satın alma gücü açısından. Bu hesabı yapınca kahrolmuştur muhterem.

Yazıya konu olan beyefendi yukarıdaki tweeti attıktan bir yıl sonra ayrılmak zorunda kaldı Türkiye’den. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan şahıs ile arası açılmış ve 2018 yılında gerçekleşen seçimler sonucunda oluşan kabinede yer almamıştı.

Onu görevden azleden şahıs da önce kendisini “ekonomist” ilan edip bir de “faiz sebep enflasyon sonuç” katkısını (!) yapınca ekonomi bilimine, ülke altüst oluverdi kısa zamanda. Her ne kadar Bay Ekonomist’in hazine ve maliye bakamayanı olarak görevlendirdiği bay bitkisel, gözlerindeki ışıltı eşliğinde bu politikayı “neoklasik ekonomi teorisinden epistemolojik kopuş” tadında (ve aslında kendisine ait olmadığı açıkça belli olan) cümlelerle savunmaya kalksa da, Bay Ekonomist “Nas var Nas” diye dinî referanslar verip düşük faiz politikasını desteklemeleri için mütedeyyin çevrelere mesaj verse de, kapitalist ekonominin kuralları dikkate almadı bu söylemleri. TL süratle değer kaybetti yabancı paralar karşısında. Piyasada oluşan faiz oranları ise Bay Ekonomist’in ilan ettiğinin çok üzerinde seyretmeye başladı. Bu arada enflasyon her gün yeni rekorlar kırarak yükselmeye geçmişti.

Aslında Bay Ekonomist’in niyetini şöyle özetleyebiliriz:

Düşük faiz sayesinde kolay kredi bulunacak ve bu krediler yatırıma yönelecek. Türk Lirasının değerinin düşmesi ile yurtdışında TM damgalı ürünlere talep artacak artan ihracat sayesinde yabancı para bollaşacak…

Ancak öyle olmadı. Üretim zor iş. Para ile para kazanmak daha kolay. Kolay ve ucuz temin edilen krediler yabancı paranın değerlenmesini engellemek için getirilmiş bir önlem olan devlet garantili KKM (kur korumalı mevduat) hesaplarına yöneldi, yabancı para gerçek değerinin altında olduğu için ihracat yolu ile elde edilen döviz ülkeye girmeden yurt dışında değerlendirildi. Bu arada parasının gerçek değerinin altında kaldığını gören yabancı sermaye de ülkeden elini eteğini çekince geriye rezervleri tükenmiş bir merkez bankası, yüksek enflasyonun belini büktüğü emekçi yığınlar, acil gereksinmeleri karşılamak için yurt dışından yüksek faizle borç arayan bir maliye teşkilâtı ve KKM gibi uygulamalar sonucu parasına para katan küçük bir azınlık kaldı memlekette.

Böyle bir ekonomi manzarasına sahiptik Mayıs 2023 seçimlerine girerken. Normal şartlarda iktidar partisinin yine birinci parti olarak ipi göğüslemesi de, Bay Ekonomist’in tekrar cumhurbaşkanı olması da beklenemezdi bu durumda. Ancak ülkenin dinamikleri çok farklı. Seçmen davranışları sosyologlar için ciddi bir araştırma konusu burada. Tabii bunlar benim yorum yapabileceğim şeyler değil. Ben bildiğim konuya döneyim. Gerek ABD, gerekse AB’de siyasi çevreler son derece memnundular sonuçtan. Farklı bir sonuç elde edilmiş olsa idi gerek AB çevrelerini endişelendiren ve Türkiye’de adeta açık hava hapishanesinde tutulan “mülteciler” euro bölgesi için sorun yaratacak, kim bilir belki yeni gelen yönetim Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir başlık açmak isteyecek, belki de NATO-Ukrayna savaşının kaderini değiştirebilecek farklı bir politika izlemeye kalkacaktı. Hoş bunların hepsini bertaraf edip mevcut düzeni devam ettirecek güce sahiptiler ama durup dururken ne diye uğraşsınlar? Hazır her şey istedikleri gibi gitmekte iken.

Ortada tek sorun vardı AB ve ABD açısından. Bay Ekonomist’in izlediği ekonomi politikalarını hiç beğenmiyorlardı. Ülke ekonomisini yönetecek bir “kayyum” gerekli idi.

Bu durumu seçim sonrası yapılan bir analizde “The Telegraph” gazetesi şöyle formüle etmiş:

“Erdoğan’ın iktidarda kalmasıyla Avrupa derin nefes aldı.”

Analizin devamında ise şöyle çarpıcı bir cümle var:

“Erdoğan’ı sevmek imkânsız olabilir. Ancak kendisini çok kullanışlı hâle getirdi.”

Küresel sistemin önde gelen aktörleri için çok önemli idi bu “kullanışlı” olma hâli. Rahatlıkla bir kayyum atanabilirdi ekonomi yönetimine. Kayyum hazırdı. 2018’de Bay Ekonomist’in ağır hakaretlerle kovduğu Mehmet Şimşek.

Böylece ne Nas kaldı ortada ne de “epistemolojik kopuş.”

Adına cumhur ittifakı denilen yapının bilmem kaçıncı ortağı olarak kabineye girdi, “Hazine ve Maliye Bakanı” olarak yerini aldı orada.

Görevi belli idi. “Küresel finans çevrelerinin Türkiye’den beklentilerini karşılayacak ekonomi politikalarını üretmek.”

Ekonomide rasyonel adımlar olarak sunuldu izlenecek politika.

Neydi bu beklentiler:

– Yabancı paraların ülke içerisinde gerçek değerinden işlem görmesi.

– Yatırımcının kâr beklentilerini karşılayacak biçimde faiz oranlarının güncellenmesi.

Bay Şimşek’in göreve gelmesini takiben yazdığım bir yazıda Amerikan Dolarının 2023 sonunda 30 TL olacağını, Merkez Bankası politika faizinin ise %40’ın üzerine çıkacağını ifade etmiştim (Bkz. “Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi”, Kaldıraç, Temmuz 2023). Bu yazının yazıdaki öngörülerin tümü gerçekleşti. Tabii bunların gerçekleşmesi yazıyı yazandan daha çok bir Anglo-Amerikan co prodüksiyonu olan Bay Şimşek’in başarısıdır.

Ne yaptı Bay Şimşek?

Yabancı paraların gerçek değerine kavuşabilmesi için önce KKM uygulamasını kaldırdı tedricen. Mevduat sahiplerinin mağdur (!) olmaması için de faiz oranlarını yükseltti.

Ülkede faaliyette bulunan finans kuruluşlarını da mutlu etmek gerekiyordu. Kredi kartları faizleri bu nedenle yükseltildi. Tüketici kredisi faizleri de aynı nedenle yukarı çekildi.

Kredi kartları faiz oranlarının yükseltilmesi “enflasyonla mücadele” diye sunuldu. Gerçi bu oranların yükselmesi tüketimin bir miktar kısılmasına neden olabilirdi ancak işsizliğin tavan yaptığı, ücret gelirlerinin ise dibe vurduğu ekonomi koşullarında kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan “enflasyonu dizginleme” etkisini yaratamayacağı açıktı. Çünkü insanlar keyfî harcamaları için değil zorunlu tüketim gereksinmelerini karşılayabilmek için başvurmakta idiler kredi kartlarına. Bu durum elbette banka kârlarını arttıracaktı.

Nitekim öyle oldu, BDDK verilerine göre Bay Şimşek göreve geldiğinde 446 milyar olan kredi kartı toplam borcu yıl sonu itibarı ile 1,1 trilyon liraya ulaştı.

Bundan sonrası hayli riskli. Geri ödenmesi çok güç bir noktaya ulaşan krediler bankaların “takipteki alacaklar” kalemini artıracak ve icralar ile hacizler birbirini kovalayacaktı. İşte bu noktada durduruldu kredi kartı ve tüketici kredisi faiz oranları.

Bu gelişme tüketimi biraz daha frenleyebilir belki. O zaman da ekonomik durgunluk başlayacak üstelik enflasyon da frenlenemediği için “stagflasyon” dönemine girilecek. Belirtiler başladı bile.

Ancak şimdilik bankaların keyfi tıkırında. Nasıl öyle olmasın? Yine BDDK verilerine göre 2023 yılının ilk 10 aylık döneminde 486 milyar TL olarak gerçekleşmiş kârları. Aktif büyüklükleri ise 21,76 trilyon olmuş. Daha ne olsun?

Tabii sanayicileri de ihmal etmemek gerek. Yükselen faizler nedeni ile mağdur olmasınlar. Onların kredi ihtiyaçlarını da devlet teşviki ile karşılarsın olur biter.

İyi ama teşvik vermek için para gerek, nereden bulacak devlet parayı?

Ondan kolay ne var? Vergi politikası ne güne duruyor!

Bir Mehmet Şimşek klasiğidir “verginin tabana yayılması” fikri.

Daha önceki bakanlık döneminde de ağzından düşmezdi bu cümle. Şimdi de düşmüyor.

Peki ne demek “verginin tabana yayılması”? “Gelir ve kurumlar vergilerini arttırırsak dostlarımızı küstürürüz iyisi mi dolaylı vergileri arttıralım” demek. Böylece toplumda yer alan tüm sınıf ve tabakalar vergi ödemiş olurlar. KDV ve ÖTV bu nedenle yaratılmış vergilerdir. Bu sayede tüm zorunlu gereksinmelerimiz için yapmış olduğumuz harcamalardan vergi öderiz. Türkiye toplumunun olmazsa olmaz gıdası ekmek alırken bile öderiz bu vergiyi. Uzun bir liste yapmanın anlamı yok. İğneden ipliğe satın aldığımız her şey için ödenir dolaylı vergiler Günümüz Türkiye’sinde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı %70 seviyelerindedir ve bu durum Bay Şimşek’in geçmişteki başarılı (!) çalışmalarının ürünüdür (öncesinde %48,2 idi). Beyefendi eserinden gurur duymakla birlikte bunun da yeterli olmayacağını düşünmekte ve dolaylı vergi gelirlerini arttırmanın yollarını aramakta bugünlerde. Hedefi belli:

İşçisi emekçisi, emeklisi ve işsizi ile toplumun gelir açısından en dezavantajlı kesimlerinin daha yüksek vergi ödemesini sağlamak. Buradan elde edeceği gelirle sanayiciyi mutlu edecek teşvikler oluşturmak.

Peki ya yabancı sermaye?

Doğrudan yatırım listesinden çıkalı çok oldu Türkiye yabancı sermaye için. Burası borsa yolu ile dolaylı yatırım yapılacak bir ülke uzun zamandan beri.

Bay Şimşek yeniden göreve geldiği andan itibaren bu yolla ülkeye tekrar yabancı para girişini sağlamanın peşinde. Peki başarılı oldu mu?

Kısmen evet. Merkez Bankası rezervleri negatiften pozitife döndü. Sınırlı da olsa para girişi sağlandı ülkeye. Bunu elbette yabancı paraların gerçek değeri üzerinden işlem görmesini sağlayacak politikaları üretmekle başardı. Dolaylı yabancı sermayenin beklentisi olan yüksek faiz politikası da devreye girince yavaş yavaş da olsa para gelmeye başladı. Ancak bu durum, yetersiz yabancı sermaye, daha yüksek faiz ve daha düşük TL beklemekte ondan. Onu da yapacak kuşkusuz. Politika faizi %45’i bulacak yerel seçim öncesinde. Sonrasında ne olacağını da o zaman düşünür. ☺

TL’nin değerinin de biraz daha düşmesi gerekecek. O da yerel seçim sonrasında. Şimdilik yüksek enflasyonun getirdiği kâr ile yetinsin yabancı sermaye. ☺

Peki enflasyonla mücadele? Peki işsizlik sorununun çözümü için atılacak adımlar?

Onlar OVP’de açıklandı zaten.

Enflasyon 2026’dan önce düşmeyecek denildi.

İşsizlik 2024 yılında artacak denildi.

Daha ne desin?

Özetleyecek olursak eğer; içeride banka ve sanayi kesiminin, dışarıda ise dolaylı yatırım yaparak kâr elde etme düşüncesindeki finans kesimlerinin istediği Türkiye ekonomisini yaratmak için elinden geleni yaptı ve yapmaya devam ediyor Bay Şimşek. Bu tabloda işçi ve emekçilerin payı ise sefalet sadece.

Yazıyı tamamlamadan önce çarşıya çıkıp McDonald’s’a uğradım, hamburger yemek için değil menüye bakıp fiyatları incelemek için.

Big Mac 200 lira olmuş.

Yani 6,60 Amerikan Doları.

Google’dan baktım bu nesnenin ABD fiyatına 5,68 $.

Big Mac endeksi hesabı yaptım yeniden.

Eksi 0,144 çıktı. Yani satın alma gücü açısından TL, Amerikan dolarından %14,4 daha az değerli.

Gözün aydın Bay Şimşek!

Bunu da başarmışsın.

Siz dine karışırsanız, din de size karışır…

Bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, “sizin tarikat-cemaat dediğinize biz STK diyoruz” demesiyle, laiklik tartışma gündemine gelir gibi oldu… Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin yerini aldı. 1924 Anayasasının 2. maddesinde: “Türkiye Devletinin dini, dîni İslam’dır” deniyordu. 1928 yılında yapılan değişiklikle “Devletin dini İslam’dır” maddesi anayasadan çıkarıldı… İlerleyen dönemin anayasalarında da (1961, 1982) laiklik maddesi yer almaya devam etti…

Bir ilkenin, bir şeyin anayasada ve yasalarda yer alması, onun gerçek dünyada reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez… Nitekim, 1982 cunta anayasanın ikinci maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Geride kalan dönemde bunların her birinin gerçek yaşamda ne kadar karşılığı vardı?.. Eğer tevatür edildiği gibi “hukuk devleti” olsaydı devlet onca zamandır bu kadar katliam yapabilir miydi? Eğer “demokratik” olsaydı Türkiye bugünkü sefil hâllerde olur muydu? En temel insan hakları ayaklar altına alınır mıydı? Düşünce suçu diye bir şey olur muydu? “Soysal olsaydı” insanlar açlık, yoksulluk ve işsizlikle, çaresizlikle cebelleşir miydi?

Laikliğin bir tanımı var: “Devlet hiçbir dinî işlev görmeyecek, din de siyaset alanının dışında kalacak, politika alanına burnunu sokmayacak”… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yerini almışken, hâlâ laiklikten söz edilebilir mi?.. Aslında söz konusu olan da “başkanlık” değil, “bakanlık”… Din Bakanlığı… Örgüt yapısı bakanlıklarınkinden farklı değil… 1924 Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasının reel bir karşılığı yoktu… Benim ilk nüfus cüzdanımda “Dini İslam, mezhebi Hanefi” yazılıydı… Laik bir rejimin insanların diniyle-imanıyla, inancıyla ne ilgisi olabilir? Türkiye’de geçerli olan “Türk-İslam sentezi” denilendir… Din her zaman politikaya karışmaya devam etti… Tabii politika da dine… En büyük tarikat/cemaat Diyanet İşleri Başkanlığıdır…

Laiklik sadece devletin, siyasi otoritenin tüm dinler ve inançlar karşısında “eşit mesafede durması” değil, ne surette olursa olsun dine bulaşmamak, “karışmamak”, müdahale etmemeyi varsayar…

O hâlde sadede gelebiliriz… Türkiye’de laikliğin neden hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadı? Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıflar, sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Dinin devlet aygıtına daha çok nüfuz etmesinin bir nedeni de ABD faktörüydü… ABD-NATO cephesinin dini, toplumsal uyanışın, demokrasinin ve sosyalizmin önünü kesmenin aracına dönüştürmek gibi bir planı vardı… Türkiye 1945 sonrasında ama asıl 1952’de emperyalist bir askerî saldırı paktı olan NATO’ya üye olmasıyla din devlet aygıtına daha çok sokuldu… Süreç 1980 NATO’cu darbe sonrasında daha da hızlandı… 2002’de politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zirve yaptı… AKP iktidarı bidayette şimdilerde FETÖ denilenle bir ittifaktı… 2010’dan sonra aralarında sürtüşme başladı, 2016’da da FETÖ’cü darbe girişimi denilenle de son buldu ama AKP darbe girişimini bir fırsata çevirerek devlet aygıtını baştan sona dizayn etmeyi başardı… Elbette FETÖ’den boşalan yer de başka tarikat ve cemaatler tarafından doldurulmak kaydıyla… Şimdilerde Türkiye’deki rejim İslam soslu faşizm manzarası arz ediyor… Siz anayasada yazılana bakmayın…

Geride kalan dönemde Türkiye’de din, burjuva partilerinin seçimi kazanma araçlarından biriydi… Ama asıl amaç sosyal uyanışın, demokratikleşmenin, sosyalist mücadelenin önünü kesmekti… Din onun için araçlaştırıldı… Tarikatların ve Cemaatlerin devlete sızdığı bir vakıa ama hep sızan sorun ediliyor da sızdıranın dahli hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu yapılmıyor…

Diyanet İşleri Başkanlığının 2024 yılı bütçesinden aldığı pay 79 milyar 557 milyon 847 bin TL… 6 Bakanlığınkinden fazla… Geçen yıla göre %151 artış var… İstediğinde daha çok kaynağı kullanmanın önü açık olmak kaydıyla… 211 bin 164 personeli var… Devlet aygıtı içinde bir din ordusu…

“Laik demokratik” dedikleri Türkiye’de 87 bin 806 cami var… Nüfusu yaklaşık aynı olan İran İslam Cumhuriyetinde 48 bin cami var… Ve cami inşaatları hız kesmeden devam ediyor… Okul sayısı da 70 bin 393… Bu rakamlar size bir şey ifade ediyor mu?

Öyle laik bir ülke ki, bir mezhebin finansmanı için 85 milyondan vergi alınıyor… Ve sadece Sünnî Müslümanlara “hizmet veriyor”… Bu ülkede herkes Sünnî Müslüman mı? Farklı inançlar yok mu, dini farklı yorumlayanlar, Aleviler, ateistler, bir dinî inancı olmayanlar yok mu?

Devlet aygıtının tüm gözeneklerine “sızdırılan” cemaat-tarikat denilenlere gelince, bu yapılanmalar, dini servete el koymanın aracına dönüştürüyorlar… Tarikat ve cemaat liderleri müritlerini köleleştiriyor… Düşünme yeteneklerini dumura uğratıyor… Yurttaş olmalarının önünü kapatıyor… Söylemleri başka olsa da asıl yapılan dini özel çıkarlar için araçlaştırmak, din kisvesi altında zenginleşmek… Tarikattan-cemaatten çok, büyük kapitalist holdinglere dönüşüyorlar… Büyük servetlere sahipler… En önemli kozları Batılı düşünce ve yaşam tarzlarına yönelik itirazları ama Batı karşıtlıkları da bir ikiyüzlülükten ibaret… Elbette Batı düşüncesi ve yaşam tarzı da eleştiriyi hak ediyor ama onu bir zenginleşme aracına dönüştürmemek kaydıyla! Retorik öyle olsa da Batı’nın ürettiği ne varsa kullanmakta acele ediyorlar ve asla bir sakınca görmüyorlar… Velhasıl ikiyüzlülük istisna değil, kural…

O hâlde laikliği tartışmaya var mısınız?

Barış (mı dediniz?!)

“Bizim tercihimiz
savaş ve barış arasında değil,
haysiyetli veya haksız
bir yaşam arasında.”[1]

Herkes kendinde eksik olanı arar; tıpkı ezilenlerin eşitlik, kardeşlik ve barışı aradığı gibi…

Bu elbette sınıflı-sömürücü zorbalık koşullarında “Et pium desiderium” ya da Türkçesi ile “Gerçekleşmesi olası olmayan gelecek veya geçmiş bir şeye duyulan derin hasret” hâlidir.

Ki bu da ezen/ ezilen ilişkileri sürdükçe eşitlik, kardeşlik ve barışın imkânsızlığına işaret eder.

* * * * *

Barış hakikât için yazgımızı kendi avucuna alabilmek iken; bunun mümkün olmadığı hâlde ezen ile ezilen mücadelesinde akan kan durmaz; ezilenlerin demokrasisi gerçekleşmez. Çünkü eşitliği sağlamadan barışı gerçekleştireceğini “iddia” eden her şey nafiledir.

Hızla ifade edelim: İyi dilekler, temennilerle barış sağla(na)maz ve “Otoriteyle barış yaptığınızda otorite olursunuz,” diye ekler Jim Morrison.

Barış yanlısı olmak barış getirmez. O, davet edildiği her yere gitmez. Gerçek biz(ler)e, barışı ya da mutluluğu değil; onun için mücadeleyi vaat eder. Mücadele dışında barışı sağlayacak sihirli değnek yoktur.

Eşitlik olmadan barış olmaz, sağlanamazken; barışı ona muhtaç olanlardan başka kimse getir(e)mez.

Din(ler)in/ ve sınıflı sömürücü iktidarların amacı barış değil; imkânları dahilinde tahakküm arayan siyasi fetihtir; bizim ihtiyacımız ise, barış için devrimci mücadeledir. Çünkü o, görüşme masasında anlaşmalarla değil, insanların kardeşliğiyle ve eşitlikçi empatiye mümkündür.

Barış ancak adaletle gelir ve nihai kertede dünyada barış, ancak sınırların ortadan kalkması ile mümkündür.

Bu bağlamda Tupac Amaru Shakur’un, “Adalet yoksa barış da yok”…

Emiliano Zapata’nın, “Halk için adalet yoksa hükümet için barış olmamalıdır”…

Jacque Fresco’nun, “Dinlerin, ulusların, bayrakların, sınırların olduğu yerde asla barış olmayacaktır”…

  1. İ. Lenin’in, “Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, dar kafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir”…

Thomas Jefferson’un, “Barış içinde köle olmaktansa, tehlike içinde özgür olmayı yeğlerim,” uyarıları kulaklara küpe edilmelidir.

Çünkü ezilenlerin barışı, insandan yana olan tüm çabaların temelidir; ancak kimi zaman “Barış” diye sunulan şey üst sınıfın sömürü düzenine hizmet eden zulmün ayakta kalması için ücretli köleliği sürdürmenin kılıfı da olabilir.

Bu açıdan Fidel Castro’nun, “Adalete, eşitliğe ve barışa dayalı yeni bir dünya düzeni oluşturmalıyız,” vurgusunu “es” geçmeden Bertolt Brecht’in, “Bir tabiat kanunu değildir savaş,/ Barışsa bir armağan gibi verilmez insana:/ Savaşa karşı/ Barış için/ Katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘Hayır yaşayacağız!’ demek./ İndirin yumruğunuzu suratlarına!/ Böylece mümkün olacak savaşı önlemek,” dizeleri barışın aslî mottosu olmalıdır.

* * * * *

Olmalıdır çünkü, hâlâ ve ne yazık ki, emperyalist-kapitalist talanın dünyasında yaş(atıl)ıyoruz!

Söz konusu tabloyu José Mujica’nın, “Dünyada bu kadar savaş varken, hangi yüzle Nobel Barış Ödülü veriyorlar”…

Eduardo Galeano’nun, “Dünya barışı silah ticaretinden en büyük payı alan beş gücün ellerinde”…

Albert Einstein’ın, “Silahlanmak insanların barış için değil, savaş için sesini yükseltmesi ve savaş için hazırlık yapmasıdır”…

Lucy Parsons’un, “Mülk sahibi sınıf barışçıl bir değişimin gerçekleşmesine izin vermeyecektir,” saptamalarının altını çizerek, silahlanmaya doymayan NATO’ları[2] Ukrayna’dan Filistin’e uzanan vahşet tablosunda Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un,[3] ordunun mühimmat ihtiyacı için 8 yılda 20 milyar euroluk yatırım yapmayı hedeflediklerini açıklamasını[4] hatırlamak yeter de artar bile!

Söz konusu hâl Thedor Adorno ile Max Horkheimer’ın, “Tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felâket âlâmetleriyle parlıyor,” diye tarif ettikleriyken; Malcolm X, “Bana bir kapitalist gösterin, ben de size bir kan emici göstereyim”; Gerry Spence, “Bugün doyumsuz kâr arayışı, yeni köleliği teşvik ediyor”; John Steinbeck, “Kavga ancak insanlar kendi kendilerini yönettiği ve emeğinin karşılığını aldığı zaman sona erer,” diye eklerler.

* * * * *

“İyi de ne olacak”  mı?

Gayet basit: Barış sadece savaş olmaması hâli değil; savaşın mantık dışı hâle gelmesine vesile olan ekonomi-politika ile mümkünken; Maximilien Robespierre’in, “Yöneldiğimiz amaç nedir? Eşitlik ve özgürlükten barış içinde faydalanmaktır,” formülüne kafa yorulmalıdır.

Savaşların olmadığı, halkların ve kültürel kimliklerin saygı gördüğü, gerçekten barışçı bir dünya kurulabilir mi?

Bu anti-emperyalist, anti-kapitalist bir mücadele ile elbette mümkün;  tıpkı Yannis Ritsos’un, “Barış, yarın yeni bir dünya kuracağız dememizdir. Ve kurmamızdır”…

John Lennon’un, “Savaşlar, hükümetler, din, aç gözlülük ve hatta ülkelerin olmadığı barış ve özgürlük kokan yepyeni bir dünya kuralım.” “Ölmek ve öldürmek için bir nedenin olmadığını, dinlerin de olmadığını, tüm insanların barış içinde yaşadığını düşle”…

Albert Einstein’ın, “İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?” ifadelerindeki üzere…

“Bu imkânsız bir ütopya” mı dediniz?!

Eduardo Galeano’nun, “Tarih asla elveda demez, görüşmek üzere der,” uyarısı eşliğinde tarihin merdivenlerinden inen iskarpinlerin, çıkmakta olanların ayak seslerine kulak verin…

Gelmekte olan ezilenlerin eşitlikçi barışıdır…

4 Ocak 2024, İstanbul

N O T L A R

[1] Komutan Yardımcısı Marcos.

[2]  “NATO Silaha Doymuyor”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2023, s.7.

[3] Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, İsrail’den Arrow 3 hava ve füze savunma sistemini tedarik etme projesinin Almanya’yı balistik füze saldırılarına karşı korumak için önemli olduğunu söyledi; ABD yönetiminin İsrail’e Arrow 3 füze savunma sistemini Almanya’ya satması için onay vermesini memnuniyetle karşıladığını belirterek, şimdi Arrow 3 sisteminin tedarik etme işlemlerini başlatabileceklerini ifade etti. (“Silahlanma Çılgınlığı”, 22 Ağustos 2023… https://www.avrupademokrat3.com/silahlanma-cilginligi-balistik-fuze-saldirilari-ve-arrow-3-projesi)

[4] “Silahlanma Çılgınlığı Sürüyor”, 28 Temmuz 2023… https://www.avrupademokrat2.com/silahlanma-cilginligi-suruyor-almanya-gelecek-8-yilda-20-milyar-euro-yatirim-yapacak/

Fransa parlamentosunda kabul edilen yeni Göç Yasası’nın düşündürdükleri

Geride bıraktığımız aralık ayı içerisinde Fransa Meclisi önemli bir yasa teklifini onayladı: “Göçmen Yasası”. Mecliste oy çokluğu ile kabul edilen yasa, Resmî Gazete’de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girecek.

Fransa’da yaşamakta olanlarla birlikte yasa yürürlüğe girdikten sonra bu ülkeye gelecek olacak yabancıların buradaki yaşama ve barınma koşularını ağırlaştıran aile birleşimi koşullarını zorlaştırarak nerede ise imkânsız hâle getiren yasa, ırkçı lider Marine Le Pen ve partisi Rassemblement National/Ulusal Birlik (yazıda kısaltması RN kullanılacak) tarafından elde edilmiş bir zafer gibi yorumlanabilir. Nitekim Marine Hanım’ın yasa mecliste geçtikten sonra “ideolojik zafer” ifadesini kullanmış olması bu yorumun gerçekçi olduğunu kanıtlamakta.

Kabul edilen düzenleme yürürlüğe girdikten sonra:

• Çalışan yabancılar Fransa’ya geldikten 3 ay sonra, çalışmayanlar ise 5 yıl sonra kira desteğinden faydalanabilecek.

• Çalışan yabancılar ülkeye geldikten 30 ay sonra, işi olmayanlar ise 5 yıl sonra aile yardımlarına erişebilecek.

• Güvenlik güçlerine karşı suç işleyen çifte vatandaşlar, Fransız vatandaşlığından çıkarılabilecek.

• Fransa’da doğan yabancı ailelerin çocuklarının Fransız vatandaşlığını 16-18 yaşları arasında talep etmeleri ve vatandaş olmaları için daha önce suç işlememiş olmaları gerekecek (Yani doğdukları ülkenin vatandaşı olabilmeleri için talepte bulunmaları gerekecek gençlerin. Önceden doğrudan vatandaş olmakta idiler).

• Aile birleşimi koşulları zorlaştırılacak.

• Eğitim için Fransa’ya gelen yabancı öğrencilerden depozito alınacak. Böylece gerektiğinde Fransa’dan uzaklaştırma kararı alındığında öğrencinin geri dönüş masraflarının karşılanması sağlanmış olacak.

Bunun dışında yasada yer almamakla birlikte Macron’un sözünü tuttuğu takdirde 2024 yılı zarfında gerçekleştireceği bir reform sayesinde ülkede kayıt dışı olarak bulunan yabancılara yapılacak sağlık yardımları da önemli ölçüde kısıtlanacak.

Bunlardan daha vahimi de var. Yasada yer alan bir madde sığınma talebinde bulunanlar dışında kalan göçmenlere yönelik olarak önümüzdeki üç yıl boyunca bir göçmen kotası oluşturulmasını hükme bağlamış durumda (Üç yıl sonra yeni seçimin yapılacağını hatırlatayım). Fransa Anayasası’na aykırı olan bu madde, yasa yürürlüğe girer girmez sol muhalefet tarafından anayasa mahkemesine götürülecek. Fransa’da yönetimler henüz anayasa mahkemesi kararlarını tanımama cüretini göstermediklerinden bu madde büyük olasılıkla mahkeme kararı ile yasa metninden çıkarılacak. Ancak bu madde Fransa yönetiminin göçmenlere yönelik nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu göstermekte. Tabii göçmenleri nasıl bir geleceğin beklediğini de.

Yürürlüğe girmesi için sadece Resmî Gazete’de yayınlanmayı bekleyen yasaya karşı şimdiden eleştiri, tepki ve muhalefet başladı ancak bütün bunlar geri adım atılmasını sağlayacak düzeyde değil. Nüfusunun %10’dan fazlası göçmenlerden ya da göçmen kökenli ailelerden oluşan Fransa’nın önemli bir değişikliğin arifesinde olduğunu söylemek olası.

Peki bu duruma nasıl gelindi?

2022 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ikinci dönem seçilmek için aday olan Macron’un iki vaadi vardı; daha açık bir ifade ile iki reform vaadi.

Birincisi emeklilik reformu, ikincisi ise göç.

Fransa Anayasası uyarınca üçüncü kez seçilme şansı olamayan Macron’dan beklenen de buydu onu iktidara taşıyan küresel güçler tarafından. Plan ise çok açık:

Sosyal güvenlik ve emeklilik harcamalarını mümkün olduğu kadar aşağıya çekmek ve böylelikle yaratılacak tasarrufu (!) sermaye kesiminin hizmetine tahsis etmek. İzlenen politikaya karşı gelişecek halk muhalefetini ise “göçmenler” üzerine yönlendirip hedef şaşırtması yapmak.

Her iki konuda da gerekli altyapı önceden hazırlanmıştı. Macron daha ilk döneminde “Fransızların daha fazla çalışması gerektiği” konusunda fikir beyan ediyor ve bu fikir bazı Fransız akademisyenler tarafından da desteklendiği gibi teorik bir biçim alması için de çaba sarf ediliyordu. Örneğin Paris’te kurulu “Sciences Po” üniversitesi öğretim görevlilerinden Bruno Cautres “Daha uzun yaşadığımız takdirde daha uzun süre çalışmamız gerektiği gerçeğini anlatmamız gerek” cümlesini sarf ederken konu ile ilgili düşüncesini açıkça ilan etmişti.

Covid 19 pandemisinin yaratmış olduğu ekonomik daralma da bir fırsat oldu Fransa egemenleri için. Sosyal yardımların azalması erken emekliliğin yarattığı sorunlarla ilişkilendirildi. Oysa gerçek elbette farklı idi. Pandemi sürecinde sermaye kesimi ülkede elde ettiği kârların azalmaması için ekonomik daralmanın yaratmış olduğu sıkıntıların faturasını emekçi yığınlara yüklemişti. Fransa solu bu gerçeği yeterince anlatamadı yığınlara. Bu açıdan bakıldığında sınıfta kaldıklarını ifade etmek mümkün. Macron ikinci kez göreve geldiği takdirde emeklilik yaşını yükselten ve emekli olabilmek için gereken çalışma süresini uzatacak olan yasal düzenlemeyi yapacağını ilan etmişti. Bu düzenlemeyi engellemenin tek yolu Macron’un seçimi kazanmasının önüne geçebilmek ve solun ortak adayının cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamaktan geçiyordu. Bunun yolu Fransa solunda birliğin sağlanmasından geçmekte idi. Dünyanın her yanında olduğu gibi Fransa’da da birbirleri ile mücadele etmekte olan solcular bu gerçeği kavrayıp da bir araya gelinceye kadar iş işten geçmiş ve seçim tarihi yaklaşmıştı. Fransa solunun önde gelen siyasi partileri LFI, PCF, PS ve EELV kurdukları ittifak (NUPES) sayesinde Macron’un Ulusal Meclis içinde mutlak çoğunluğa ulaşmasını engellediler, kendileri de toplam 133 milletvekili ile meclisin ikinci büyük grubunu oluşturdular. Ne var ki bütün bunlar Macron’un cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyemedi. İttifak doğru zamanda kurulmuş olsa ve sol cumhurbaşkanlığı seçimine de ortak adayla katılmış olsa idi ortaya farklı bir sonuç çıkabilirdi. Tabii aradan bir buçuk yıldan fazla süre geçtikten sonra bunun üzerinde durmanın pek bir anlamı da yok. Zaten ittifak da dağılma tehlikesi yaşamakta.

Sol cephede bunlar yaşanmakta iken Fransız ırkçı partisi RN de imaj değişikliği için önemli hamleler yapmıştı. Partinin adının (eski adı Front National/Ulusal Cephe FN) ve başkanının değişimi ile başlayan süreç özellikle kurucu başkan Jean Marie Le Pen’in partiden tasfiye edilmesi sonrası büyük hız kazandı. Parti anti-semitist politikaları terk ettiği gibi kürtaj, eşcinsel beraberlikler gibi konulardaki katı tavrını da yumuşattı. Böylelikle yığınların gözüne daha sempatik görünen bir çehreye büründü. Bu süreçte partinin kurucu başkanının kendi öz kızı tarafından tasfiye edilmesi baba ile kız arasında gerginliğe yol açtı. Tasfiye edilen kurucu başkan Jean Marie le Pen tasfiye sonrasında kızı ile ilgili olarak “umarım kısa zamanda evlenir ve artık benim soyadımı taşımaz” dedi. Baba ile kızı o günden beri dargınlar.

Partinin imajını değiştirmek için yapılan değişiklikler onun ırkçı niteliğini değiştirmemiş, sadece güncellemiş ve Fransa’nın güncel durumuna daha uygun bir biçim almasını sağlamıştı. Şöyle ki;

Avrupa’da yaşayan en büyük Yahudi topluluğu olmasına karşın yaklaşık 500 bin nüfusu ile ülkede varlığını sürdüren yabancılar arasında önemli bir grup olma niteliğini yitirmişti. Üstelik bunların büyük bir kısmı da kuşaklar boyu Fransa’da yaşamakta idiler ve topluma entegre olmuşlardı. Oysa yaklaşık 6 milyonluk ve çoğunluğu Müslüman olan bir “Afrika kökenli” göçmen topluluğu kendi gettolarında yaşamakta ve Fransa toplumuna uyum sağlama konusunda isteksiz davranmakta idiler. Bu kesime yönelik nefret politikalarının üretilmesi ırkçı partiye daha fazla taraftar sağlayabilecekti. RN’nin eğilimi de bu doğrultuda oldu. Partinin yeni başkanı Marine Le Pen “sokaklarda dua eden Müslümanların göründüğü yerler İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi işgaline benziyor” diyerek, Fransa vatandaşlığının “hak edilmiş bir ayrıcalık” olması gerektiğini savunarak, düzensiz göçmenler ile ilgili olarak “Fransa’da kalmaları için hiçbir neden yok” diyerek partisinin ırkçı çizgisinin yeni boyutunu açıkça ilan etmişti.

Beklenenden daha büyük bir süratle gelişti RN hareketi. 2017 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda kullanılan oyların %21,3’ünü alıp ikinci tura kaldı. İkinci turda ise oy oranı 33,9 olmuştu.

2022 yılında yapılan seçimde ise ilk turdaki 23,15’lik oy oranını ikinci turda 41,46’ya yükseltmeyi başardı.

2022 seçiminin ikinci turunu Marine Le Pen de alabilirdi. Fransa solu ortak bir aday etrafında örgütlenip seçime girebilmiş olsa idi ilk turda da elenebilirdi. Solda yer alan tüm partiler ayrı birer adayla seçime girince Le Pen ikinci tura kaldı.

Kamuoyu yoklamaları ikinci tur için Macron’un şansının düşük olduğunu göstermekte idi. Durum Fransa solunun reaksiyonu sonrasında değişti. Cumhurbaşkanı seçimi için bir araya gelip ortak aday belirleyemeyen Fransa solu Le Pen’in seçilmemesi için birleşti ve bir blok hâlinde Macron’u destekledi. Seçim sonrasında yapılan analizler Macron’un ikinci turda gerçekleştirdiği oy artışının %96’sının sol seçmenlerden geldiğini işaret etmekte idi. Eğer sol böyle bir refleks göstermiş olmasa idi Le Pen cumhurbaşkanı olacaktı büyük olasılıkla.

Bu durumun bilincinde olan Macron seçim sonuçları belli olduktan sonra yaptığı konuşmada “Bana oy veren herkese saygım var” cümlesini kullanarak kendisini iktidara taşıyan sol oylara teşekkür etmişti bir bakıma.

Evet kendisine oy veren herkese saygısı vardı ama küresel güçlere de borcu vardı bu şahsın. O borcu ödemek için de gerek emeklilik gerekse göç reformunu (!) hayata geçirmesi gerekmekte idi. Görev süresinin daha ikinci yılı dolmadan her iki konuda da gerekeni yaptı ve kendisine oy veren insanlara ne kadar saygılı (!) olduğunu kanıtladı.

Seçim sürecinde böyle bir öykü yaşanırken ırkçı RN partisi de bazı görüşlerini revizyona tabi tutmuş, örneğin Avrupa Birliğinden ayrılma hedefini terk etmiş, “yalnızca Fransız olanların yaşayacağı Fransa” idealini de bir kenara bırakmıştı. Böylelikle hedef tahtasında sadece büyük çoğunluğu Müslüman olan Afrika kökenli göçmenler kalmıştı.

Bugün gelinen noktada küresel güçlerin taleplerine yanıt verebilmek için iyice sağa yanaşmış bir Macron ile imaj değiştirerek popülerlik kazanmış ve kitleselleşmiş bir RN görmekteyiz Fransa’da. Bu durumun bir sonucu olarak da artık daha düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda olan, emekli olabilmek için daha uzun süre çalışması ve daha ileri bir yaşa ulaşması gereken bir Fransız halkı var. Üstelik bu halk bilinçli yönlendirmeler sonucu bu durumun çoğu Müslüman olan Afrikalı göçmenlerden kaynaklandığını düşünmekte ve onlardan nefret etmekte.

Macron görevini başarı (!) ile yerine getirdi, artık siyasi yaşamdan çekilecek görev süresi sonunda. 2027’de yapılacak seçimlerde ise bugüne kadar hayli yıpranmış ve gözden düşmüş olan partisinin göstereceği adayın cumhurbaşkanı seçilebilmesi kuşkulu. Irkçı RN hareketi ise onursal başkanı Marine Le Pen önderliğinde (Eylül 2021’de parti liderliğine Jordan Bardella geldi ancak partide Marine Le Pen hâlâ en etkili isim) iktidara hazırlanıyor ve gelecek seçimde iktidara gelmesi hiç de sürpriz olmayacak.

Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi hâlinde Fransa’daki yaşamları şimdiden çok zor olan göçmenler için bugünkünden de daha zorlu bir süreç başlayacak.

Bütün bu gelişmeler karşısında Fransa solunun nasıl bir reaksiyon göstereceği ise şimdiden merak konusu.

Konu ile ilgili olarak soldaki gelişmeler ise şimdilik pek umut verici değil. Her ne kadar NUPES ittifakı konuyu tartışmak amacı ile toplantı üzerine toplantı yapsa da, sendikalar ve demokratik kitle örgütleri halkı yasaya karşı direnişe davet etse de ortada henüz somut bir gelişme görülmüyor. Görünen o ki Fransa solu yazıya konu olan yasayı engelleyebilecek güce sahip değil. Öte yandan giderek yükselen ırkçı RN partisi ilk genel seçimde mecliste çoğunluğu ele geçirme ve onursal başkanı Marine Le Pen’i cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma hedefine her gün biraz daha yaklaşmakta.

Demokrasi ve insan hakları konusunda Fransa’nın geleceği pek de aydınlık değil bu durumda.

Asgarî ücret: Egemen, işçi sınıfını ciddiye almıyor

Asgarî ücret tartışmaları, açık ve net olarak, egemenin işçi sınıfını, emekçileri ciddiye almadığını gösteriyor.

Kimdir egemen? Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Öyle ise Saray Rejimi’nde egemen olan tekelci sermayedir, para babalarıdır, finans sermayesidir, rantçılardır. Ve bunların bağlı olduğu uluslararası sermayedir. Çünkü TC bir sömürgedir. Bir sömürge ülkenin büyük holdingleri de uluslararası sermayenin uzantıları olarak var olurlar. Öyledir. Bir de işin, kadro örgütlenmesi var. Bu, aynı zamanda, siyasal, ideolojik, kültürel bir örgütlenme de demektir. Siyasal dedik mi, hemen, siyasi partiler, ordu, polis, yargı vb. aklımıza aynı anda gelmelidir. İşte, dün NATO çerçevesinde ortaklaşa sömürge olan (ki hâlâ öyle olmaya devam ediyor ama paylaşım masasındadır) TC devleti, eski ve yeni elitleri ile Saray Rejimi’nde birliktedir. Eski elitler, özetle Ergenekon olsun ve yeni elitlere de İslamcı kadrolar diyelim (Aslında böyle ele almak yanlıştır, hatalıdır. Ama bize eski ve yeni eliti gösterir). İşte hepsi birliktedir.

Egemen, bir iktidar bloku demektir. Kendi içlerinde de çarpışmaktadırlar ama iktidarda ortaktırlar.

İşte bu egemenler, işçi ve emekçileri ciddiye almıyor.

Sen, işçi sınıfı olarak, 12 Eylül’de yenilmişsin ve kendi örgütlerine bile sahip çıkmadan, sahada çarpışmaya çıkmadan, boynunu bükerek, sanki hiç savaşmıyormuşsun gibi yaparak sessizliğe bürünmüşsün.

Sen, SSCB çözülünce, hızla sosyalizme küfretmeye başlayanlara şüphe ile dahi bakmamışsın.

Sen, Kürt devrimi bayrak açıp direnişe başladığında, aman bana bir şey olmasın deyip, devlete şirin görünmek için, “Kürt milliyetçiliği” gibi laflarla kendini milliyetçi kesime yakın göstermişsin.

Sen, özelleştirmeler ortaya çıkınca, seni işten atmadıkları sürece, ancak en yakınındakilere yakınmışsın.

Değil devrimci sosyalist olmak, işçi sınıfının birlikte ve ortak mücadelesini savunanlara bile kuşku ile, devletin gözlerinden bakmışsın.

Sen, sendikalarını elinden alan, sermaye-devlet destekli sendika mafyasına sendikalarını bırakmışsın.

İşte tüm bunlardan dolayı, egemen, işçi sınıfından korkmuyor.

Yanlış olmasın, biz, işçi sınıfının tutumunu eleştirirken, devrimci hareketin çok da sağlıklı bir duruş sergilediğini söylemiyoruz. Ama konumuz asgarî ücrettir ve egemen, devlet, onun ardındaki sermaye, işçi sınıfından korkmamaktadır.

Bunun en açık kanıtı, Türk-İş Başkanı’nın, asgarî ücret açıklama anında, mikrofonların karşısında konuşma cesareti bulmasıdır. Ne cesaret! Türk-İş Başkanı, bu komik asgarî ücret açıklamasında, sözüm ona rahatsızlıkları varmış gibi, gaz çıkartmaya hazır bir vaziyette oturabilmiştir.

Asgarî ücret, toplumun %80’inin ücreti hâline gelmiştir.

Bizim uzmanlarımız, asgarî ücretin, mesela bugün, yani daha işçilerin eline ücret geçmemiş iken, 500 doları geçtiğini söylemektedirler. Bu nedenle, süreci eleştirme cesareti dahi göstermemektedirler.

Asgarî ücret, neredeyse, toplumun toplu sözleşmesi hâline gelmiştir. Sendikalar, kendi isteyecekleri zamları, aslında asgarî ücrete göre ayarlamaktadır.

Aslında, herkes, mesela nisan ayında, asgarî ücretin 500 doların altına düşeceğini biliyor. Aslında herkes, mesela eylül ayında, asgarî ücretin yaşanamaz ücret olduğunu herkesin göreceğini biliyor. Buna rağmen, aslında, gizli bir kabul süreci var.

Herkes, bir biçimde asgarî ücrete razıdır. Ve asgarî ücretten daha kötü durumdaki emekliler dışında sesini çıkartan yoktur dersek, biraz abartmış oluruz. Evet, abartmış oluruz ama, asgarî ücret etrafında sendikaların devletle uzlaşması, son derece tiksindiricidir. Sendikacı, işçi sınıfının en azından ekonomik, demokratik haklarını savunur.

Gelin simit hesabını herkesin yaptığını kabul edelim.

Kira meselesini bilmeyen var mı?

Acaba seçimlerden sonra doğalgaz ve elektrik faturaları ne olacak?

Acaba ulaşım masrafları ne olacak?

Ya işsizlik?

Açlık, yoksulluk, daha fazla çalışma, yaşamı çekilmez hâle getirmektedir. Haraçlar, vergiler bunun üzerine binmektedir.

İşte tüm bunları yapabiliyorlarsa, demek ki işçi sınıfından hiç korkmuyorlar.

Size başka bir hesap gösterelim.

Resmî verilere göre, Türkiye dünyanın en büyük 22. ekonomisidir. Aslında, eskiden 17. ekonomisi idi. Ama, Türkiye aynı zamanda, ekonomisi kadar ya da ekonomisinden daha fazla bir kara para ekonomisine sahiptir.

Türkiye’de kişi başına milli gelir, 10.659 dolardır. Doları, 30 TL olarak kabul ederseniz, 317.770 TL demek olur.

Kişi başınadır.

Yani 4 kişilik bir ailede, 1.279.000 TL eder.

Öyle ise, biz, işçilere, her aileye, 1.279.000 TL yıllık. Oysa asgarî ücretin %50 artmış hâli ile, 4 kişilik bir ailenin tümü çalışırsa, 816.000 TL (4 kişi x 17.000 aylık x 12 ay). Demek, kişi başına düşen milli gelirin, ancak %64’ünü, eğer ailedeki 4 kişi de çalışırsa alabiliyoruz.

Ailede 4 kişi çalışmıyor.

Türkiye’de, 2022’de, 26.075.365 aile var. Aile başına, 3,26 kişi düşüyor. Yani 3 kişiden fazla, 4 kişiden az. Yoksullar için, ailede 4 kişi var diye kabul etmek mümkündür.

Anne-baba-iki çocuk bir aile ise, çocuklar okuyorsa, anne ev işlerini yapıyorsa, aileye, 1 ücret giriyor demektir.

Anne de çalışıyor olsun. Büyük bir olasılıkla, anne, asgarî ücretin altında ücret alacaktır. Ama ikisinin 34.000 TL, yani 2 asgarî ücret aldıklarını düşünelim. Böylece, 12 ayda 408 bin TL ellerine geçecektir. Yani, yıllık, kişi başına milli gelir hesabı ile ulaştığımız 1.279.000 TL’nin %32’si demek oluyor.

Yani bu yoksul ailede, kişi başına milli gelir 3400 dolardır.

Demek bu yoksul ailenin 7300 dolarını birileri alıyor.

Yoksul aileler, yaklaşık %80’dir. Bu da 20.860.292 aile eder.

Demek, bir bölüm insan, bu yoksul ailelerden her yıl 152 milyar dolar, nüfusun küçük bir azınlığına gidiyor.

Şimdi işçiler, yoksullar, kişi başına düşen milli geliri talep etmelidir.

Kaldı ki, gerçekte Türkiye’deki kara para, ekonominin kendisinden de büyüktür ve bu durumda, en az 21.000-30.000 dolar arasında kişi başına gerçek milli gelir var demektir.

İşte, birilerinin akıl almaz biçimde zenginleşirken, nüfusun %80’inin sürekli açlık, yoksulluk içinde yaşaması, bu gerçeklere dayanıyor.

Peki, bu milli geliri kim üretiyor? İşçiler üretiyor, emekçiler üretiyor, yani milyonlar üretiyor. Onlara ise kırıntı bile düşmüyor.

Siz, yine de simit hesabını yapabilirsiniz.

Bizce sakıncası yoktur.

Ama işçi sınıfının anlaması gereken şudur:

Bu devlet, bizim devletimiz değildir. Bu devlet, “baba devlet” değildir. Bu devlet, tersine, egemenlerin devletidir. Para babalarının, zenginlerin, uluslararası tekellerin, holdinglerin, rantçıların vb. devletidir. Onlara hizmet etmekte olan devlet kadroları, askeri, polisi, hâkimi, yargıcı, bürokratı, parlamenteri, basını, “uzman”ları vb. onların adamlarıdır.

Bu devlet, bu halkın, işçi ve emekçilerin, burada yaşayan insanların devleti değildir. Tersine, onları bastırmak, onları yönetmek, onları susturmak, onları sürekli olarak gütmek için vardır. Devletin görevi budur. TC devleti, işçi ve emekçileri, bu topraklarda yaşayan halkları, kendi düşmanı olarak görmektedir. Onun için sürekli “iç ve dış düşman”lardan söz etmektedir. Kendilerine boyun eğmeyen, hakkını aramak isteyen herkesi, bu nedenle ve açık olarak düşman olarak görmektedir.

Artık yalanları beş para etmez hâle gelmiştir ve onlar da, korkmadan, yalan söylemeye bile tenezzül etmeyecek noktaya geliyorlar.

Bizim uymamızı istedikleri kanunlara, kendileri açıkça uymuyorlar. Can Atalay örneğini alın. Ya da Kürt halkına karşı katliam politikalarını ele alın ya da bir işçi eylemine, hakkını almak isteyen bir işçiye karşı tutumlarını ele alın. İşçiye, emekçiye, kadına, öğrenciye TOMA’larla, hapis tehditleri ile, ajanlık teklifleri ile, baskı ve şiddet uygulamaları ile, copla saldırmalarına bakın. Devletin, işçi ve emekçilerin, çoğunluğun devleti olmadığını göreceksiniz.

Devlet, egemen sınıfın, burjuvaların devletidir. İslamcı ya da Türkçü-ırkçı ideolojileri, toplumu yönetmek, yanıltmak, manipüle etmek içindir. Bize anlatılan “ulusal çıkar” masalları, bize anlatılan din ve cennet masalları, bize anlatılan Kemalist cumhuriyet masalları, hep kendi egemenliklerini sürdürebilmek içindir.

Egemen, devlet, burjuvazi, işçi sınıfını kaale almıyor, işçi sınıfından, kitlelerden korkmuyor.

Gezi Direnişi ile yaşamlarının en büyük korkusunu yaşadılar. Cennetlerini, biz işçi ve emekçilerin cehennemi üzerine kurulu cennetlerini kaybetme korkusunu, Gezi günlerinde, yüreklerinde hissettiler. İşte bu nedenle, Gezi Direnişi’ne saldırıyorlar. İnsana ait olan ne varsa, güzel olan ne varsa, onurlu olan ne varsa, tümüne saldırıyorlar. Karanlıkları, baskı aygıtları, din ve milliyetçilik ideolojileri ile, tüm toplumu denetim altına almaya çalışıyorlar.

İşte asgarî ücret pazarlıkları, bu nedenle, bu denli rezilce işlemektedir.

İşçi sınıfının kendi sendikaları aracılığı ile toplu sözleşme yapmamaları nedeni ile, bu güce sahip olmamaları nedeni ile, asgarî ücret bu denli önemli hâle gelmektedir. Onlar da, bir el ile vermiş görünürken, beş el ile almakta oldukları bir sistemi, işçi ve emekçilere, “iyilik” olarak sunuyorlar.

Önce biz, işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendimizi ciddiye alacağız. Egemene karşı her yol ve araçla mücadele etmeyi öne koyacağız. Biliyoruz ki bu mücadele örgütlü bir mücadeledir, örgütle olur. Bu nedenle, mücadeleyi ciddiye almak, durumu ciddiye almak, örgütlenmek demektir.

Egemen, hangi yalanla, ne denli koyu bir karanlıkla bu gerçeği örtmeye çalışırsa çalışsın, gerçek budur ve bu durum, tüm ağırlığını, her gün daha fazla hissettirmektedir. Bu, sınıf savaşımının daha da öne çıkacağı, daha da sertleşeceği anlamına geliyor. Yani mesele bizim tutumumuzdadır, mesele kitlesel direniş hattını örmektedir. Bu nedenle, bugün, en küçük bir direniş büyük bir öneme sahiptir. Direniş, bizim gerçeği görmemize aracılık edecektir. Biz, kendi direnişimizden, kardeşlerimizin direnişinden öğreneceğiz. Ama mücadele etmeyen, seyreden öğrenemez.

Antakya yerel seçim sürecine dair açıklama

Yağma, rant, savaş ekonomisine dayalı bir rejim olan Saray Rejimi; içeride-dışarıda savaşı büyütmektedir. İşçilerin-emekçilerin, kadınların, öğrencilerin, başta Kürt halkı olmak üzere halkların büyüttüğü direnişi bastırmak, devletin çözülüşünü durdurmak için her türlü baskı, şiddet aygıtını ortaya koymaktadır. Meydana gelen depremlerde devlet, kuruluş ayaklarında saklı olan imha, inkâr ve asimilasyon politikalarını, Saray Rejimi eliyle, özellikle halklar mozaiği olan başta Antakya olmak üzere bütün deprem bölgesinde uygulamıştır.

Deprem sürecinde halka savaş açılmış yüz binler katledilmiştir. Daha ilk günlerde bizler kendi ellerimizle enkazdan ölülerimizi çıkarırken inşaat çeteleri deprem bölgesindeki rantın peşine, projeler çizmenin derdine düşmüşlerdir. Kızılay, çadırlarımızı satmış, “Burada devlet yok” diyen milyonların dayanışma çabalarını bastırmak için TV ekranlarındaki bir şovla toplanan 115 milyardan ise hâlâ haber yok. Antakya’da bu daha özel bir şekilde gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Dikmece ve Gülderen’de zeytinliklerimiz, suyumuz, toprağımız talan edilmekte; tarihimiz, kültürümüz, inançlarımız rezerv alan ilan edilerek yok edilmeye çalışılmaktadır. Bunun karşısında ise Antakya halkı, devrimciler, sosyalistler, gönüllüler deprem sırasında seferber olmuş, kendi dayanışmalarını kurmuş, yaralarını kendi sarmıştır. Kurulan dayanışmalar yeni bir yaşamı örmenin iradesi hâline gelmiştir. Depremi seçim gündemi ile unutturmaya çalışanlara karşı kadınlar, 40. Gün eylemi ile cevap vermiş depremi, sorumlulardan hesap sormayı ve insanların yaşadığı sorunları tekrar gündeme getirmiştir. Depremde seferber olanlar aslında süreci yönetmiş ve yönetebileceklerini ortaya koymuşlardır. Deprem öncesinde de yağma ve ranta dayalı bir yönetim altında ele alınan belediyeler depremde de öyle ele alınmıştır. Kimi belediye başkanı para dolu kasalarını, bavullarını kurtarmanın peşine düşmüş, kimisi kendi derdine düşmüş halkın çağrılarına yanıt vermemiştir. Var olan altyapı ve üstyapı sorunları daha da büyümüş, şehir yaşanılamaz hâle gelmiştir.

Bu koşullar altında yerel seçimlere doğru gitmekteyiz. Yerel seçimler bütünde genel seçimlerden farklı ele alınmalıdır. Bizler yerel seçimleri direnişi büyütmenin ve Birleşik Emek Cephesi’ni örme yolunun bir parçası olarak ele alıyoruz. Birleşik Emek Cephesi, Antakya’nın ezilenlerinin, işçilerinin, halklarının, kadınlarının, öğrencilerinin sorunlarını hep beraber çözmenin, hep beraber yönetmenin de bir aracıdır ve derdi bu olan herkesin içinde kendini ifade edebileceği, kendi rengiyle mücadeleyi büyütebileceği bir ortaklaşmadır. Bunun için,  ortak devrimci ittifakı, ortak yönetim anlayışını ve ortak adayı temel yaklaşımımız olarak ele alıyoruz. Halkın örgütlülüğüne dayalı devrimci, halkçı bir yönetim anlayışını ortaya çıkarmayı  -her zaman olacağı gibi- bir sorumluluk olarak görüyoruz.

Böyle bir yönetim anlayışını oluşturabilmek için sol, sosyalist örgütlerle birlikte yola çıktık ve çalıştaylar örgütledik. Defne’de bu çalıştay masası seçim ittifakına dönüştü. Bütünde yürütülen tartışmaların özellikle Samandağ üstünde yoğunlaşan kısmında, devrimci-halkçı bir yönetim için ilkelerin ve ortak-eşit iradenin ortaya çıkmasında çaba sarf ettik. Bu tartışmaları hem sözlü hem de yazılı olarak bir metinle de Samandağ çalıştay masasına sunduk. Buna rağmen Samandağ’da kurulan masanın ‘’Nasıl yöneteceğiz?’’ sorusuna yönelik ortaya bir protokol koymamış olması, bu soruya verilen cevapların bulanık olması, tartıştırmak ve karara bağlamak istediğimiz ‘’masa bileşenlerinin eşit temsiliyeti’’ ilkesinin -ilke açık olmasına rağmen- ele alınış biçimi, bizleri çalıştay masasından ayrılmak durumunda bırakmıştır. Bizim için Samandağ’ın, Antakya’nın ve tüm ülkenin nasıl yönetileceği sorusu önem arz etmektedir. Dolayısıyla “kimin yöneteceği” ile ilgili bir ortaklaşmadan ziyade bütün bu süreç boyunca “nasıl hep beraber yöneteceğiz” sorusuyla ilgili olduk.

Bu tartışmaların içerisinde Defne ilçesinde kurulmuş olan seçim ittifakı bileşenleri de bir biçimde yerini almıştır. Samandağ’da ortak iradenin ortaya çıkabilmesi için net tutum alınmamış olması, yukarıda tarif ettiğimiz yönetim anlayışının ortaya çıkabilmesi adına bizleri endişeye düşürmektedir. Bu nedenle şu an seçim ittifakı içinde olduğumuz Defne ilçesinde de ittifaktan ayrıldığımızı ve yerel seçimlere yönelik tutumumuzu tekrar değerlendirmeye aldığımızı Antakya halkının ve dostlarımızın bilgisine sunarız.

Antakya genelinde örgütlü olduğumuz yerlerde yerel seçimlere yönelik tutumumuzu bağımsız devrimci adaylar da dâhil olmak üzere her türlü seçeneği değerlendirerek belirleyeceğiz. Bununla birlikte büyükşehir belediyesinde depremin faillerini halkımızın önüne seçenek olarak çıkaranlara karşı yapılan birlik çağrılarını değerli buluyoruz, bu konuda ortak devrimci ilkelere dayalı bir seçim ittifakı kurmak adına çalışmalarımızı sürdüreceğiz.

25 Ocak 2024
Kaldıraç Antakya

 

Kaldıraç Akademi ilk hafta derslerini tamamladı

Kaldıraç’ın Kadıköy bürosunda 18 Ocak’tan itibariyle başlayan derslerin ilk haftası geride kaldı. Derslere kayıt için [email protected]‘a mail atabilirsiniz.

  • Bülent Bilgin: “Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi”

18 Ocak’tan itibaren altı hafta boyunca perşembe günleri devam edecek olan Bülent Bilgin’in “Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi” dersinin ilk haftası “Tarih kavramına genel bakış / Sınıflı toplumların doğuşu” başlığıyla gerçekleştirildi.

25 Ocak Perşembe günü 19.30’da gerçekleşecek ikinci derste ise “Antik Dünya (MÖ 1000 – MS 600 yılları” başlığı altında; “Demir ve imparatorluklar”, “Eski Hindistan”, “İlk Çin imparatorlukları”, “Ege’de şehir devletleri”, “Roma’nın yükselişi”, “Hristiyanlığın yükselişi” konuları işlenecek.

İlk dersin tamamını YouTube hesabımızdan izleyebilirsiniz↓

  • Hakkı Taşdemir: “Emperyalizmin dünü, bugünü”

20 Ocak’tan itibaren dört hafta boyunca cumartesi günleri devam edecek olan Hakkı Taşdemir’in “Emperyalizmin dünü, bugünü” dersinin ilk haftası “Kapitalist üretim biçimi” başlığıyla gerçekleştirildi.

25 Ocak Cumartesi günü 15.00’da gerçekleşecek ikinci derste ise “Emperyalizm” başlığı altında; “Kapitalizmin kaçınılmaz sonucu; Tekeller”, “Bankaların işlevleri ve Mali Oligarşi”, “Sermaye ihracı”, “Dünyanın paylaşılması (Osmanlı örneği üzerinden bir açıklama)”, “Emperyalizmin siyasal ve askeri boyutları”, “Krizler ve çözüm için gerçekleştirilen uygulamalar” konuları işlenecek.

İlk dersin tamamını YouTube hesabımızdan izleyebilirsiniz↓

Kaldıraç Akademi dersleri başlıyor

Kapitalist-emperyalist sistem varlığını devam ettirebilmek için her gün akılları daha fazla ele geçiriyor. Yarattıkları ideolojik bulanıklık hem toplumsal çürümeye hem de eylemsizliğe neden oluyor.

İsyan edenlerin ise ayakları ile birlikte akılları da açılıyor.

Ne yapmalı ve nasıl yapmalı sorularına cevap verebilmek için gerçeğin bilgisine ve sınırsız ve sömürüsüz bir dünya ufkuna ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Bu amaçla yapacağımız derslerin direnenlere, işçilere, kadınlara, öğrencilere, mücadeleye katkı sunmasını umuyoruz.

Kaldıraç Hareketi

Ocak – Şubat programımızı aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓

 

Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi | Bülent Bilgin
18 Ocak’tan itibaren her Perşembe | 19.30 | 6 hafta sürecek

Emperyalizmin dünü ve bugünü | Hakkı Taşdemir
20 Ocak’tan itibaren her Cumartesi | 15.00 | 4 hafta sürecek

Dersler Caferağa Mah. Serasker Cad. No:35’teki Kaldıraç büroda olacak olup kayıt ve bilgi için [email protected]‘la iletişim kurulabilir.

 

Bülent Bilgin’in sunumuyla gerçekleşecek “Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi” başlıklı dersliğin 6 haftalık programını aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓           


Hakkı Taşdemir‘in sunumuyla gerçekleşecek “Emperyalizmin dünü ve bugünü” başlıklı dersliğin 4 haftalık programını aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓

 

Pizzagate, Wayfair veya bir diğeri, gerçek olan; kapitalizmin istismar kültürü

Geçtiğimiz ay, kapitalizmin çürümüşlüğünü tekrar tekrar yüzümüze vuran bir gündem daha hızla geldi geçti. Hızla gelip geçmesi bile bu çürümüşlüğün bir göstergesiydi. Neden bahsediyorum? “Wayfair skandalından”. Skandaldı, komploydu derken, bu gündem üzerinden tekrar açığa çıkan kapitalizmin pedofilik kültürünün üzerine de tekrar toprak atıldı. Herkes “Bu kadar da olur mu?”sunu tartışırken, “Herkese açık internet sitesi üzerinden çocuk ticareti yapılır mı?” derken görmüş olduk ki, çocuk ticaretinin kendisini değil lojistiğini tartıştığımız ve buna göre tepki verdiğimiz bir noktaya geçmişiz. Asıl sorunun, sorulan bu sorularda gizli olduğu kısmına değinmeden önce, bilmeyenler için bahsi geçen “skandal”ın detaylarından kısaca bahsedelim.

Temmuz ayında ilk olarak internette bir forum sitesinde, bir kullanıcının Wayfair adlı online alışveriş sitesindeki sıradışı ürün yüklemelerini paylaşmasıyla açığa çıktı bu mevzu. ABD’nin en çok tıklanan beş sitesinden biri olan ve daha çok ev eşyası ve mobilya üzerine online satış yapan bu sitede, bazı fahiş fiyatlı ürünler bulunduğu ve bu ürünlerin isimlerinin son aylarda ABD’de kaybolan 18 yaş altı kız ya da erkek çocuklarla eşleştiği açıklandı. Bunun site üzerinden çocuk ticareti yapıldığına dair kanıt olarak sunulmasına asıl sebepse, öncelikle aynı ürünlerin adında çocukların ismi bulunmayan versiyonlarının standart fiyatlarda olması; ancak çocuklara ait isimler eklendiğinde bu ürünlerin mümkün olamayacak derecede fahiş fiyatlara çıkması ve bahsi geçen isimlerin çoğunun ABD’de kullanım yüzdesinin çok düşük olmasıydı.

Bununla birlikte iddialar, bahsi geçen ürünlerin stok kodlarının ABD menşeili olmayan Yandex gibi bir arama motorunda aratıldığında çocuk görselleri ve çocuk pornografisine dair fotoğraflar çıktıması, ürünlerin detaylarında belirtilen bilgilerde, -fahiş fiyatlı olmayan ürünlerdeki ölçülerden farklı olarak- kayıp çocukların uyruklarının, yaşlarının, kayıp olarak kaydedildikleri tarih ve konumların kodlanmış olduğu gibi verilerle desteklendi. Ardından Etsy ve benzeri başka sitelerde de benzer ürünler olduğu; örneğin alelade çizilmiş suluboya çocuk çizimlerinin 30.000 dolara varan fiyatlarda satılması da konuya dahil edildi. Türkiye’den de Trendyol’un sitesinde benzer durumlar olduğu fahiş fiyatlı bazı ürünlerin detayında, örneğin bir kilimin ölçülerine tıklandığında çocuk bedenleri tablosunun açıldığı söylenerek “skandal” daha da çetrefillendi.

Wayfair’ın beklenenden uzun süre sonra yaptığı açıklamaysa iddiaları güçlendirmişti yalnızca. Wayfair, bahsi geçen ürünlerin piyasa değerlerine göre fiyatlarda anormallik olmadığını iddia etmekle yetindi. Ancak hemen ardından “tedarikçi firmanın yeterli bilgi vermeyerek ürünü siteye koyduğu” gerekçesiyle bahsi geçen tüm ilanları kaldırdı.

Tüm bunların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı sorusu bir yana, Wayfair “skandal”ı patlak verdiği andan itibaren hem sosyal medyada hem de ana akım medyada, sözkonusu olayın içinde çocuk ticaretinden söz edilmiyormuşcasına bir gevşeklikle mevzu, anında “komplo teorisi” dedektifliğine dönüştürüldü. Günümüz dünyasındaki çocuk istismarı ve çocuk ticareti gerçeği kenara itilerek, “internetten de yapmazlar canım” tartışmaları, iddialaşmaları baş gösterdi. Bir teoriye göre tüm bunlar pandemi sebebiyle lojistik sorunlar yaşanan çocuk ticareti trafiğine bir çözüm olarak ortaya çıkmış, “ünlülerin gençlik iksiri”, “zenginlerin süper uyuşturucusu” olduğu iddia edilen adrenochrome kimyasalının tedariğiyle ilgili çıkan sorunlar nedeniyle bu uygulamaya başvurulmuştu. Bu teori yakın zamanda ABD’de çok ünlü bir talk showda oyuncu Sandra Bullock’un yüzüne çocuk derisi enjekte ettirerek genç kaldığı açıklamasıyla da desteklendi.

Hazır bahsi geçmişken, yıllardır bir şehir efsanesi gibi dolaşan adrenochrome kimyasalı meselesine değinmeden olmaz. Merak edenler, hakkındaki sayılı makaleden yararlanıp konuyu inceleyebilir. Ancak Wayfair’la da ilişkilendirilen iddiaki biçimiyle bu madde, 12 yaş altı çocuklardan elde ediliyor, çocuklara işkence edip korku duymaları sağlanarak bu maddenin vücutta salınımına sebebiyet veriliyordu.

Bakın, gerçek veya değil, bir biçimde birilerinin ortalıkta Kanlı Kontes gibi gezdiği iddia ediliyor, televizyonda birileri çıkıp çocukların derilerini -masumlaştırarak sünnet derilerini- yüzlerine enjekte ettiğini anlatıyor. Bu düşüncenin kendisi bile kapitalizmin kan emiciliğini bizzat gösteriyor. Tüm bunları tartışırken olanın kendisinin tam olarak nasıl gerçekleştiği sorularından çok, şu yeryüzünde vicdanlı ve aklı selim kimsenin gönül rahatlığıyla bunların “mümkün olamaz” olduğunu söyleyememesi önemlidir.

Bir kesim de Pizzagate skandalını hatırlatarak, Wayfair gündemini de seçim öncesi komplo olarak değerlendirdi. Trump, Wayfair üzerinden pedofili ağını deşifre etmekle tehdit ediyor, kendisini desteklemeleri için gözdağı veriyordu. Ancak bunu iddia ederken bile, çocukları içeren böylesi bir konuyu bile gevşek gevşek sırıtarak tartışabilen Cüneyt Özdemir ve türevleri, “yaa bu safsatalara inanmayın, bunlar seçim öncesi oyunlar” diyorlardı ağızlarını yaya yaya. Yani bu pedofili ağının varlığı onları ilgilendirmiyordu, ilgilendikleri konu bunun internet üzerinden alenen işletilip işletilmediğiydi. Tıpkı Pizzagate’te olduğu gibi…

Ve yine Pizzagate her ne kadar şaibeli olursa olsun, bir seçim öncesi karalama kampanyası olsun ya da olmasın, tüm bunlar, Bill Clinton’ın Epstein davası sürecinde açığa çıkan “Lolita Express” seyahatlerini gölgeleyemiyordu nihayetinde.

Wayfair’le birlikte zaten bildiklerimize kanıt mı bulmaya çalışıyoruz, yoksa gördüklerimize duyduklarımıza inanmak mı istemiyoruz ikilemi açığa çıkmışken, sınıflı toplumların tümünde egemenlerin para ve itaat kültürü adına devlet mekanizmalarına entegre ettiği pedofilik kültürün devamlılığını ve çocuk ticaretinin kapitalizmdeki yerini gözler önüne seren Epstein davasından da kısaca söz edelim. Epstein davası, bildiğimiz çürümüşlüğün resmidir. Bir “sapığın” imparatorluğu gibi gösterilmeye çalışılan; ancak burjuva düzenin ta kendisini gösteren bir resim.

Servetinin kaynağı resmileştirilemediği için Forbes listelerinde yer alamayan bu ünlü milyarder, sözde finansçı, devlet başkanlarının, bürokratların, İngiltere kraliyet ailesinin, Nobelli akademisyenlerin, savcıların ve dahasının gözdesi, biricik dostu Jeffrey Epstein’in çocuk istismarı üzerine kurduğu saadet zincirini detaylarıyla öğrenmek isteyenlerin bugüne kadar süren davaları takip etmelerini öneririm. Epstein’i ve onun tüm ilişkileriyle açığa çıkan burjuvazinin pedofili kültürünü ve ‘kült’ünü anlamak içinse Ümit Kıvanç’ın “Bir Erkeklik ve Zenginlik Öyküsü” isimli yazı dizisini okumalarını. Her ne kadar olayı münferit bir örneğe indirgeyen yönleri olsa da Netflix’in bu yıl yayınladığı “Filthy Rich: Jeffrey Epstein” belgeseli de bazı detayları görebilmek açısından ilgi çekici.

2005’te soruşturması başlayan; fakat kendisine kurduğu, Harvardlı ‘seçkin’ profesörlerin ve Trump’ın başkanlığında görevlendirdiği çalışma bakanının da aralarında olduğu avukat ordusuyla birlikte, onlarca tanığa ve delile rağmen çocuk istismarından yargılanmayan ve fuhuşa teşvikten hafif cezalar ultra konforlu bir ev hapsiyle paçayı sıyıran ve fakat 2019’da “Me Too”nun da etkisiyle tekrar karşılaştığı davada hapse atılmaya mecbur bırakılan ve cezaevinde davası henüz başlayamadan şüpheli şekilde intihar eden -ölü bulunan- bu adamın hikayesinin bize gösterdiği çok şey var.

Hiçbir akademik yeterliliği, lisans eğitimi olmadığı halde New York’un en ‘seçkin’ liselerinden birinde matematik öğretmeni olarak başlayan ‘kariyeri’nden mi bahsetsek önce yoksa Victoria’s Secret’ın sahibi Les Wexner’in ‘finansçı’sı olmasından mı? Dünyanın farklı farklı yerlerinden 18 yaşın altında yüzlerce kız çocuğunu istismar ettiği, para karşılığında kendisine başka kızlar bulmaları için kullandığı ve bu kızları başkalarıyla ilişkiye girmeye de zorladığı apaçık ortada olan bu adamın kaynağı belli olmayan kariyerinin başlangıcının Victoria’s Secret’ın sahibine dayanması bile olayın münferit bir mesele olmadığının ne kadar da açık kanıtı, öyle değil mi?

Palm Beach’te, Batı Palm Beach’in yoksul kesimlerindeki kızları kullanabileceği koca bir malikane, Manhattan’da, tüm yetkilerini devraldığı Wexner’in kendisine dayalı döşeli haliyle hediye ettiği ultralüks bir apartman, Virginia Adaları’nda kendi aralarında “Pedofili Adası” olarak da bilinen bir ada. İşte bu adamın sahip olduğu ve bu pedofili ağını işlettiği mekanlardan birkaçı. Tabii bir de Bill Clinton’ın da sürekli seyahat ettiği, camianın “Lolita Express” olarak dillendirdiği bir Boeing 727 – ki bu uçak da Epstein’e Wexner’den küçük bir hediyeydi-.

Dava sürecinde hiçbir şey bilmediklerini iddia edenler “Lolita Express”, “Pedofili Adası” gibi tanımlar kullanıyorlardı. Hani tanıkların ifadelerine göre Prens Andrew’un 13, 14 yaşında kızlarla havuzda ilişkiye girdiği ada. 2008’de kendilerine de çocuk tedarik eden Epstein’i canla başla savunarak ceza almaktan kurtaran ve işbirliği içinde olduğu öne sürülen kişilerin soruşturulmaması anlaşmasını bağlayan avukatlar, konuyu en ılımlı haliyle Epstein’in kendi çarpık yaşantısına ve yoldan çıkmış, kötü aile mağduru kızlara indirgemeye çalışsa da 2019 sonrası bunun ne Epstein’le ne de sadece ABD’nin ‘elit’ tabakasıyla sınırlı olmadığının ortaya çıkışını engellemek mümkün değildi. Epstein’in ifade veremeden ölmesi tek tesellileri olabildi (!)

Detaylarda boğulmanın ve bunalmanın mümkün olduğu bir dava örneği bu. Prens Andrew ve Harvardlı hukuk profesörü Alan Dershowitz hakkında bu ifadeleri veren genç kız, Trump’ın Mar-a-Lago tesislerinde çalışırken Epstein’in ve iş ortağı Ghislaine Maxwell’in ‘keşfettiği’ kızlardan biriydi. Epstein hakkında “Jeff’i on beş senedir tanırım. Şahane adam. Birlikte çok eğlenirsiniz. O da tıpkı benim gibi güzel kadınlardan hoşlanır, çoğunlukla da daha genç olanlarından” diyen Trump’ın tesisinde.

Maxwell demiştik, babasının istibarat örgütleriyle ilişkileri bile bir başka konu olan bu kadın, Jeffrey Epstein’in sağ koluydu. Küçük kızların bulunması ve Epstein’e getirilmesi bu kadının göreviydi. Kendisi de istismarcıydı aynı zamanda. Bir anlamda Epstein’in sosyeteyle ilişkisiydi Maxwell. İngiltere kraliyet ailesiyle de sıkı dosttu. 2008 davasından sonra yapılan anlaşmayla soruşturmadan kurtulan ve fakat alenen içinde bulunduğu ilişki ağı ortada olan bu kadın, ilişkilerini kaybetmemişti. İşler hala tıkırında ilerliyordu onlar için. Trump’la golf oynamaya devam ediyor, Clintonlar’ın aile davetlerine katılıyor, Elon Musk’la davetlerde görünüyordu. “Me Too” sürecinde Hollywood’da yüzlerce kadına taciz ve tecavüzde bulunduğu ortaya çıkan yapımcı Harvey Weinstein’le de elbette. Sözde çevreci bir örgüt kurdu ve Birleşmiş Milletler’de konuşma bile yaptı. Yani görüldüğü üzere, hepsi birbirlerine bağlıydı.

İşin detaylarına indikçe girdap artıyor. Eski İsrail başbakanı Ehud Barak’tan, ‘Epstein’in’ ağına tedarikçilik yapan manken ajansı sahibi Jean Luc Brunel’e, yine bir mankenlik ajansı bulunduğu da unutulmaması gereken Trump’tan Clintonlar’a, ünlü Hollywood siması Peggy Siegal’dan sihirbaz David Copperfield’a varan bir ilişkiler ağı. Bir illüzyon değil, düpedüz gerçek, düpedüz çürümüş kapitalizm! Bir hücredeki şüpheli bir intiharla üstüne toprak atılmaya çalışılan ve çeşitli siyasi atmoserlere göre yaratılan ‘komplo teorileriyle’ aba altından sopa göstermek için kullanılan bir pislik çukuru!

Epstein’in kara kaplı telefon defterinde, ABD başkanları, ulusal güvenlik danışmanları, senatörler, valiler, farklı ülkelerden milyoner işadamları, sosyete mensupları, kraliyet ailesi üyeleri, kontlar-kontesler, CEO’lar, gece kulübü sahipleri, medya patronları, sultanlar, bilimadamları, moda yazarları ve dahasının adı çıktı. Bu pislik hepsinin ortak pisliğiydi. Ve bu pisliğin altında çaresizlik ve geleceksizlik duygularıyla kalan çocuklar…

Epstein Üçlü Komisyon ve Dış İlişkiler Konseyi üyesiydi. Milyonluk bağışlar yaptığı Harvard’daki profesörler tarafından bir bilim aşığı ilan ediliyordu. Ve bu adamlar, onun tutuklanması üzerine “bir bilimadamı olarak ampirik kanıtlarla hareket ettiklerini” iddia ederek olan bitenle ilgili ne haberleri ne de ilişkileri olduğunu iddia ettiler. Bilimadamı kimliklerine sığındılar. İşte onların bilimi! Yine onu davalardan kurtaran adamlar “14-15 yaşında kızların bugün artık 60 yaşındaki kadınlar gibi olduklarını” söyleyerek kendilerini savundular. Tüm bunlara bulaşan insanlar, azınlık öğrencilerine destek vermek amaçlı kurulduğunu iddia ettikleri dernekleri yürütüyordu. Tüm bu kurumların da arka planı araştırılmaya muhtaçtır.

İşte Wayfair’ı tartıştığımız, konuştuğumuz gün böyle bir gün, bunların bahsedildiği düzen böyle bir düzen. Elini kolunu sallayarak gezen, lüks villasında ‘yakalanan’ Epstein’in sağ kolu Maxwell hakkında birkaç ay önce soruşturma açılmasıyla Wayfair gündeminin ilişkisiz olduğu düşünülebilir mi?

Yılda en az 3 milyon çocuğun kayıp olarak bildirildiği -ki bunlar yalnızca kayda geçenler-, eski CIA ajanlarının çeşiti alanlarda kullanılmak üzere kayda geçmeyen çocuklar doğurtulduğu ve ötesine dair açıklamalar yapabildiği bir dünyada, çocukların kozmetik uğruna işkenceye maruz bırakıldığına, organ ticareti ve fuhuş için kullanıldığına kesinlikle inanmamak mümkün mü?

Sorun apaçık ortadayken komplo teorileri tartışmak bu işin neresinde? Onlar komplo teorileri tartışmalarıyla tekrar gün yüzüne çıkacak pedofili gerçeğini örtmeye çalışırken, sosyal medyada da kullanıcılar tarafından “Wayfair’den dolap aldım, içinden Ortadoğulu bir kız çocuğu çıktı” ‘mizahları’ yapılıyordu. Komplolara kanmayacak kadar akıllı olduğunu kanıtlamaya çalışan insanlar, pedofili gerçeğini inkar edecek, bununla alay edecek, nasıl bir dünyada yaşadığımızdan habersiz olan bir aptal olma noktasına geldiğini ortaya koyuyordu. Bu ülkede de konuyu aynı biçimde tartışanlar, değil milyarderlerin, devlet yardımlarıyla geçinenlerin bile söz konusu çocuk istismarı ya da kadına şiddet olduğunda nasıl paçayı kolayca sıyırdığını bile unutmuş, es geçmiş gibilerdi.

Tüm bunlara dair söylenecek sözler bitmez, bitmemeli de. Burada çok azına değinebildiğim detaylar için bahsettiğimiz kaynaklara bakılabilir. Hatta bana kalırsa, herkesin Epstein davasını incelemesi gerekir.

İşin özü, alaycı “bu kadarı da olur mu?” sorularının altında yatan bir “Olur; ama olmaz olsun!” cevabı var. Bu cevabın da hemen herkes farkında. Asıl yanıt “Olmaz olsun” deyip geçmek ya da oldurmamak için mücadele etmek arasındaki farkta gizli. Gerçeklerin detaylarında boğularak, gerçekleri inkar etmek belki mümkün; ancak içinde bulunduğumuz çürümüş düzeni değiştirecek olan, çocuklarımızı ve bizi bu girdaptan çıkaracak olan yine bizim sesimiz.