Ana Sayfa Blog Sayfa 36

Kaldıraç Akademi dersleri başlıyor

Kapitalist-emperyalist sistem varlığını devam ettirebilmek için her gün akılları daha fazla ele geçiriyor. Yarattıkları ideolojik bulanıklık hem toplumsal çürümeye hem de eylemsizliğe neden oluyor.

İsyan edenlerin ise ayakları ile birlikte akılları da açılıyor.

Ne yapmalı ve nasıl yapmalı sorularına cevap verebilmek için gerçeğin bilgisine ve sınırsız ve sömürüsüz bir dünya ufkuna ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Bu amaçla yapacağımız derslerin direnenlere, işçilere, kadınlara, öğrencilere, mücadeleye katkı sunmasını umuyoruz.

Kaldıraç Hareketi

Ocak – Şubat programımızı aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓

 

Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi | Bülent Bilgin
18 Ocak’tan itibaren her Perşembe | 19.30 | 6 hafta sürecek

Emperyalizmin dünü ve bugünü | Hakkı Taşdemir
20 Ocak’tan itibaren her Cumartesi | 15.00 | 4 hafta sürecek

Dersler Caferağa Mah. Serasker Cad. No:35’teki Kaldıraç büroda olacak olup kayıt ve bilgi için [email protected]‘la iletişim kurulabilir.

 

Bülent Bilgin’in sunumuyla gerçekleşecek “Taş devrinden yeni binyıla insanlık tarihi” başlıklı dersliğin 6 haftalık programını aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓           


Hakkı Taşdemir‘in sunumuyla gerçekleşecek “Emperyalizmin dünü ve bugünü” başlıklı dersliğin 4 haftalık programını aşağıdaki görsellerden inceleyebilirsiniz ↓

 

Pizzagate, Wayfair veya bir diğeri, gerçek olan; kapitalizmin istismar kültürü

Geçtiğimiz ay, kapitalizmin çürümüşlüğünü tekrar tekrar yüzümüze vuran bir gündem daha hızla geldi geçti. Hızla gelip geçmesi bile bu çürümüşlüğün bir göstergesiydi. Neden bahsediyorum? “Wayfair skandalından”. Skandaldı, komploydu derken, bu gündem üzerinden tekrar açığa çıkan kapitalizmin pedofilik kültürünün üzerine de tekrar toprak atıldı. Herkes “Bu kadar da olur mu?”sunu tartışırken, “Herkese açık internet sitesi üzerinden çocuk ticareti yapılır mı?” derken görmüş olduk ki, çocuk ticaretinin kendisini değil lojistiğini tartıştığımız ve buna göre tepki verdiğimiz bir noktaya geçmişiz. Asıl sorunun, sorulan bu sorularda gizli olduğu kısmına değinmeden önce, bilmeyenler için bahsi geçen “skandal”ın detaylarından kısaca bahsedelim.

Temmuz ayında ilk olarak internette bir forum sitesinde, bir kullanıcının Wayfair adlı online alışveriş sitesindeki sıradışı ürün yüklemelerini paylaşmasıyla açığa çıktı bu mevzu. ABD’nin en çok tıklanan beş sitesinden biri olan ve daha çok ev eşyası ve mobilya üzerine online satış yapan bu sitede, bazı fahiş fiyatlı ürünler bulunduğu ve bu ürünlerin isimlerinin son aylarda ABD’de kaybolan 18 yaş altı kız ya da erkek çocuklarla eşleştiği açıklandı. Bunun site üzerinden çocuk ticareti yapıldığına dair kanıt olarak sunulmasına asıl sebepse, öncelikle aynı ürünlerin adında çocukların ismi bulunmayan versiyonlarının standart fiyatlarda olması; ancak çocuklara ait isimler eklendiğinde bu ürünlerin mümkün olamayacak derecede fahiş fiyatlara çıkması ve bahsi geçen isimlerin çoğunun ABD’de kullanım yüzdesinin çok düşük olmasıydı.

Bununla birlikte iddialar, bahsi geçen ürünlerin stok kodlarının ABD menşeili olmayan Yandex gibi bir arama motorunda aratıldığında çocuk görselleri ve çocuk pornografisine dair fotoğraflar çıktıması, ürünlerin detaylarında belirtilen bilgilerde, -fahiş fiyatlı olmayan ürünlerdeki ölçülerden farklı olarak- kayıp çocukların uyruklarının, yaşlarının, kayıp olarak kaydedildikleri tarih ve konumların kodlanmış olduğu gibi verilerle desteklendi. Ardından Etsy ve benzeri başka sitelerde de benzer ürünler olduğu; örneğin alelade çizilmiş suluboya çocuk çizimlerinin 30.000 dolara varan fiyatlarda satılması da konuya dahil edildi. Türkiye’den de Trendyol’un sitesinde benzer durumlar olduğu fahiş fiyatlı bazı ürünlerin detayında, örneğin bir kilimin ölçülerine tıklandığında çocuk bedenleri tablosunun açıldığı söylenerek “skandal” daha da çetrefillendi.

Wayfair’ın beklenenden uzun süre sonra yaptığı açıklamaysa iddiaları güçlendirmişti yalnızca. Wayfair, bahsi geçen ürünlerin piyasa değerlerine göre fiyatlarda anormallik olmadığını iddia etmekle yetindi. Ancak hemen ardından “tedarikçi firmanın yeterli bilgi vermeyerek ürünü siteye koyduğu” gerekçesiyle bahsi geçen tüm ilanları kaldırdı.

Tüm bunların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı sorusu bir yana, Wayfair “skandal”ı patlak verdiği andan itibaren hem sosyal medyada hem de ana akım medyada, sözkonusu olayın içinde çocuk ticaretinden söz edilmiyormuşcasına bir gevşeklikle mevzu, anında “komplo teorisi” dedektifliğine dönüştürüldü. Günümüz dünyasındaki çocuk istismarı ve çocuk ticareti gerçeği kenara itilerek, “internetten de yapmazlar canım” tartışmaları, iddialaşmaları baş gösterdi. Bir teoriye göre tüm bunlar pandemi sebebiyle lojistik sorunlar yaşanan çocuk ticareti trafiğine bir çözüm olarak ortaya çıkmış, “ünlülerin gençlik iksiri”, “zenginlerin süper uyuşturucusu” olduğu iddia edilen adrenochrome kimyasalının tedariğiyle ilgili çıkan sorunlar nedeniyle bu uygulamaya başvurulmuştu. Bu teori yakın zamanda ABD’de çok ünlü bir talk showda oyuncu Sandra Bullock’un yüzüne çocuk derisi enjekte ettirerek genç kaldığı açıklamasıyla da desteklendi.

Hazır bahsi geçmişken, yıllardır bir şehir efsanesi gibi dolaşan adrenochrome kimyasalı meselesine değinmeden olmaz. Merak edenler, hakkındaki sayılı makaleden yararlanıp konuyu inceleyebilir. Ancak Wayfair’la da ilişkilendirilen iddiaki biçimiyle bu madde, 12 yaş altı çocuklardan elde ediliyor, çocuklara işkence edip korku duymaları sağlanarak bu maddenin vücutta salınımına sebebiyet veriliyordu.

Bakın, gerçek veya değil, bir biçimde birilerinin ortalıkta Kanlı Kontes gibi gezdiği iddia ediliyor, televizyonda birileri çıkıp çocukların derilerini -masumlaştırarak sünnet derilerini- yüzlerine enjekte ettiğini anlatıyor. Bu düşüncenin kendisi bile kapitalizmin kan emiciliğini bizzat gösteriyor. Tüm bunları tartışırken olanın kendisinin tam olarak nasıl gerçekleştiği sorularından çok, şu yeryüzünde vicdanlı ve aklı selim kimsenin gönül rahatlığıyla bunların “mümkün olamaz” olduğunu söyleyememesi önemlidir.

Bir kesim de Pizzagate skandalını hatırlatarak, Wayfair gündemini de seçim öncesi komplo olarak değerlendirdi. Trump, Wayfair üzerinden pedofili ağını deşifre etmekle tehdit ediyor, kendisini desteklemeleri için gözdağı veriyordu. Ancak bunu iddia ederken bile, çocukları içeren böylesi bir konuyu bile gevşek gevşek sırıtarak tartışabilen Cüneyt Özdemir ve türevleri, “yaa bu safsatalara inanmayın, bunlar seçim öncesi oyunlar” diyorlardı ağızlarını yaya yaya. Yani bu pedofili ağının varlığı onları ilgilendirmiyordu, ilgilendikleri konu bunun internet üzerinden alenen işletilip işletilmediğiydi. Tıpkı Pizzagate’te olduğu gibi…

Ve yine Pizzagate her ne kadar şaibeli olursa olsun, bir seçim öncesi karalama kampanyası olsun ya da olmasın, tüm bunlar, Bill Clinton’ın Epstein davası sürecinde açığa çıkan “Lolita Express” seyahatlerini gölgeleyemiyordu nihayetinde.

Wayfair’le birlikte zaten bildiklerimize kanıt mı bulmaya çalışıyoruz, yoksa gördüklerimize duyduklarımıza inanmak mı istemiyoruz ikilemi açığa çıkmışken, sınıflı toplumların tümünde egemenlerin para ve itaat kültürü adına devlet mekanizmalarına entegre ettiği pedofilik kültürün devamlılığını ve çocuk ticaretinin kapitalizmdeki yerini gözler önüne seren Epstein davasından da kısaca söz edelim. Epstein davası, bildiğimiz çürümüşlüğün resmidir. Bir “sapığın” imparatorluğu gibi gösterilmeye çalışılan; ancak burjuva düzenin ta kendisini gösteren bir resim.

Servetinin kaynağı resmileştirilemediği için Forbes listelerinde yer alamayan bu ünlü milyarder, sözde finansçı, devlet başkanlarının, bürokratların, İngiltere kraliyet ailesinin, Nobelli akademisyenlerin, savcıların ve dahasının gözdesi, biricik dostu Jeffrey Epstein’in çocuk istismarı üzerine kurduğu saadet zincirini detaylarıyla öğrenmek isteyenlerin bugüne kadar süren davaları takip etmelerini öneririm. Epstein’i ve onun tüm ilişkileriyle açığa çıkan burjuvazinin pedofili kültürünü ve ‘kült’ünü anlamak içinse Ümit Kıvanç’ın “Bir Erkeklik ve Zenginlik Öyküsü” isimli yazı dizisini okumalarını. Her ne kadar olayı münferit bir örneğe indirgeyen yönleri olsa da Netflix’in bu yıl yayınladığı “Filthy Rich: Jeffrey Epstein” belgeseli de bazı detayları görebilmek açısından ilgi çekici.

2005’te soruşturması başlayan; fakat kendisine kurduğu, Harvardlı ‘seçkin’ profesörlerin ve Trump’ın başkanlığında görevlendirdiği çalışma bakanının da aralarında olduğu avukat ordusuyla birlikte, onlarca tanığa ve delile rağmen çocuk istismarından yargılanmayan ve fuhuşa teşvikten hafif cezalar ultra konforlu bir ev hapsiyle paçayı sıyıran ve fakat 2019’da “Me Too”nun da etkisiyle tekrar karşılaştığı davada hapse atılmaya mecbur bırakılan ve cezaevinde davası henüz başlayamadan şüpheli şekilde intihar eden -ölü bulunan- bu adamın hikayesinin bize gösterdiği çok şey var.

Hiçbir akademik yeterliliği, lisans eğitimi olmadığı halde New York’un en ‘seçkin’ liselerinden birinde matematik öğretmeni olarak başlayan ‘kariyeri’nden mi bahsetsek önce yoksa Victoria’s Secret’ın sahibi Les Wexner’in ‘finansçı’sı olmasından mı? Dünyanın farklı farklı yerlerinden 18 yaşın altında yüzlerce kız çocuğunu istismar ettiği, para karşılığında kendisine başka kızlar bulmaları için kullandığı ve bu kızları başkalarıyla ilişkiye girmeye de zorladığı apaçık ortada olan bu adamın kaynağı belli olmayan kariyerinin başlangıcının Victoria’s Secret’ın sahibine dayanması bile olayın münferit bir mesele olmadığının ne kadar da açık kanıtı, öyle değil mi?

Palm Beach’te, Batı Palm Beach’in yoksul kesimlerindeki kızları kullanabileceği koca bir malikane, Manhattan’da, tüm yetkilerini devraldığı Wexner’in kendisine dayalı döşeli haliyle hediye ettiği ultralüks bir apartman, Virginia Adaları’nda kendi aralarında “Pedofili Adası” olarak da bilinen bir ada. İşte bu adamın sahip olduğu ve bu pedofili ağını işlettiği mekanlardan birkaçı. Tabii bir de Bill Clinton’ın da sürekli seyahat ettiği, camianın “Lolita Express” olarak dillendirdiği bir Boeing 727 – ki bu uçak da Epstein’e Wexner’den küçük bir hediyeydi-.

Dava sürecinde hiçbir şey bilmediklerini iddia edenler “Lolita Express”, “Pedofili Adası” gibi tanımlar kullanıyorlardı. Hani tanıkların ifadelerine göre Prens Andrew’un 13, 14 yaşında kızlarla havuzda ilişkiye girdiği ada. 2008’de kendilerine de çocuk tedarik eden Epstein’i canla başla savunarak ceza almaktan kurtaran ve işbirliği içinde olduğu öne sürülen kişilerin soruşturulmaması anlaşmasını bağlayan avukatlar, konuyu en ılımlı haliyle Epstein’in kendi çarpık yaşantısına ve yoldan çıkmış, kötü aile mağduru kızlara indirgemeye çalışsa da 2019 sonrası bunun ne Epstein’le ne de sadece ABD’nin ‘elit’ tabakasıyla sınırlı olmadığının ortaya çıkışını engellemek mümkün değildi. Epstein’in ifade veremeden ölmesi tek tesellileri olabildi (!)

Detaylarda boğulmanın ve bunalmanın mümkün olduğu bir dava örneği bu. Prens Andrew ve Harvardlı hukuk profesörü Alan Dershowitz hakkında bu ifadeleri veren genç kız, Trump’ın Mar-a-Lago tesislerinde çalışırken Epstein’in ve iş ortağı Ghislaine Maxwell’in ‘keşfettiği’ kızlardan biriydi. Epstein hakkında “Jeff’i on beş senedir tanırım. Şahane adam. Birlikte çok eğlenirsiniz. O da tıpkı benim gibi güzel kadınlardan hoşlanır, çoğunlukla da daha genç olanlarından” diyen Trump’ın tesisinde.

Maxwell demiştik, babasının istibarat örgütleriyle ilişkileri bile bir başka konu olan bu kadın, Jeffrey Epstein’in sağ koluydu. Küçük kızların bulunması ve Epstein’e getirilmesi bu kadının göreviydi. Kendisi de istismarcıydı aynı zamanda. Bir anlamda Epstein’in sosyeteyle ilişkisiydi Maxwell. İngiltere kraliyet ailesiyle de sıkı dosttu. 2008 davasından sonra yapılan anlaşmayla soruşturmadan kurtulan ve fakat alenen içinde bulunduğu ilişki ağı ortada olan bu kadın, ilişkilerini kaybetmemişti. İşler hala tıkırında ilerliyordu onlar için. Trump’la golf oynamaya devam ediyor, Clintonlar’ın aile davetlerine katılıyor, Elon Musk’la davetlerde görünüyordu. “Me Too” sürecinde Hollywood’da yüzlerce kadına taciz ve tecavüzde bulunduğu ortaya çıkan yapımcı Harvey Weinstein’le de elbette. Sözde çevreci bir örgüt kurdu ve Birleşmiş Milletler’de konuşma bile yaptı. Yani görüldüğü üzere, hepsi birbirlerine bağlıydı.

İşin detaylarına indikçe girdap artıyor. Eski İsrail başbakanı Ehud Barak’tan, ‘Epstein’in’ ağına tedarikçilik yapan manken ajansı sahibi Jean Luc Brunel’e, yine bir mankenlik ajansı bulunduğu da unutulmaması gereken Trump’tan Clintonlar’a, ünlü Hollywood siması Peggy Siegal’dan sihirbaz David Copperfield’a varan bir ilişkiler ağı. Bir illüzyon değil, düpedüz gerçek, düpedüz çürümüş kapitalizm! Bir hücredeki şüpheli bir intiharla üstüne toprak atılmaya çalışılan ve çeşitli siyasi atmoserlere göre yaratılan ‘komplo teorileriyle’ aba altından sopa göstermek için kullanılan bir pislik çukuru!

Epstein’in kara kaplı telefon defterinde, ABD başkanları, ulusal güvenlik danışmanları, senatörler, valiler, farklı ülkelerden milyoner işadamları, sosyete mensupları, kraliyet ailesi üyeleri, kontlar-kontesler, CEO’lar, gece kulübü sahipleri, medya patronları, sultanlar, bilimadamları, moda yazarları ve dahasının adı çıktı. Bu pislik hepsinin ortak pisliğiydi. Ve bu pisliğin altında çaresizlik ve geleceksizlik duygularıyla kalan çocuklar…

Epstein Üçlü Komisyon ve Dış İlişkiler Konseyi üyesiydi. Milyonluk bağışlar yaptığı Harvard’daki profesörler tarafından bir bilim aşığı ilan ediliyordu. Ve bu adamlar, onun tutuklanması üzerine “bir bilimadamı olarak ampirik kanıtlarla hareket ettiklerini” iddia ederek olan bitenle ilgili ne haberleri ne de ilişkileri olduğunu iddia ettiler. Bilimadamı kimliklerine sığındılar. İşte onların bilimi! Yine onu davalardan kurtaran adamlar “14-15 yaşında kızların bugün artık 60 yaşındaki kadınlar gibi olduklarını” söyleyerek kendilerini savundular. Tüm bunlara bulaşan insanlar, azınlık öğrencilerine destek vermek amaçlı kurulduğunu iddia ettikleri dernekleri yürütüyordu. Tüm bu kurumların da arka planı araştırılmaya muhtaçtır.

İşte Wayfair’ı tartıştığımız, konuştuğumuz gün böyle bir gün, bunların bahsedildiği düzen böyle bir düzen. Elini kolunu sallayarak gezen, lüks villasında ‘yakalanan’ Epstein’in sağ kolu Maxwell hakkında birkaç ay önce soruşturma açılmasıyla Wayfair gündeminin ilişkisiz olduğu düşünülebilir mi?

Yılda en az 3 milyon çocuğun kayıp olarak bildirildiği -ki bunlar yalnızca kayda geçenler-, eski CIA ajanlarının çeşiti alanlarda kullanılmak üzere kayda geçmeyen çocuklar doğurtulduğu ve ötesine dair açıklamalar yapabildiği bir dünyada, çocukların kozmetik uğruna işkenceye maruz bırakıldığına, organ ticareti ve fuhuş için kullanıldığına kesinlikle inanmamak mümkün mü?

Sorun apaçık ortadayken komplo teorileri tartışmak bu işin neresinde? Onlar komplo teorileri tartışmalarıyla tekrar gün yüzüne çıkacak pedofili gerçeğini örtmeye çalışırken, sosyal medyada da kullanıcılar tarafından “Wayfair’den dolap aldım, içinden Ortadoğulu bir kız çocuğu çıktı” ‘mizahları’ yapılıyordu. Komplolara kanmayacak kadar akıllı olduğunu kanıtlamaya çalışan insanlar, pedofili gerçeğini inkar edecek, bununla alay edecek, nasıl bir dünyada yaşadığımızdan habersiz olan bir aptal olma noktasına geldiğini ortaya koyuyordu. Bu ülkede de konuyu aynı biçimde tartışanlar, değil milyarderlerin, devlet yardımlarıyla geçinenlerin bile söz konusu çocuk istismarı ya da kadına şiddet olduğunda nasıl paçayı kolayca sıyırdığını bile unutmuş, es geçmiş gibilerdi.

Tüm bunlara dair söylenecek sözler bitmez, bitmemeli de. Burada çok azına değinebildiğim detaylar için bahsettiğimiz kaynaklara bakılabilir. Hatta bana kalırsa, herkesin Epstein davasını incelemesi gerekir.

İşin özü, alaycı “bu kadarı da olur mu?” sorularının altında yatan bir “Olur; ama olmaz olsun!” cevabı var. Bu cevabın da hemen herkes farkında. Asıl yanıt “Olmaz olsun” deyip geçmek ya da oldurmamak için mücadele etmek arasındaki farkta gizli. Gerçeklerin detaylarında boğularak, gerçekleri inkar etmek belki mümkün; ancak içinde bulunduğumuz çürümüş düzeni değiştirecek olan, çocuklarımızı ve bizi bu girdaptan çıkaracak olan yine bizim sesimiz.

Kaldıraç dergisinin Ocak 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ocak sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“2024 yılı, sınıf savaşımının daha da şiddetlendiği bir yıl olacaktır.
Olacaktır, çünkü biz işçi ve emekçiler, seyretmeye son vereceğiz ve zaten gelişmekte olan onurlu direniş hattına katılacağız. Başka da çare, başka da yol, başka da bir çıkış yolu yoktur.”
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
İsyan ve örgütlenme yılı

“Bu bunalım, ideolojik, kültürel, sosyal değerler vb. de dâhil her alanda yaşanmaktadır. Organ kaçakçılığı (ülkemizde her gün 30 civarında çocuk kaybolmaktadır), insan kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı, tarikatlar, sınır tanımaz sömürünün sonucu demek olan iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocukların ırzına geçme ve köleleştirme uygulamaları, devletin devreye soktuğu iç savaş hukuku, katliamlar, sınır tanımaz bir devlet terörü, baskı, yalan, yağmalama, rant uygulamaları konusunda akıl almaz örnekler, çöken sağlık sistemi, çöken eğitim sistemi vb. bu çürümenin görüntüleridir.”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Çürüme ve direniş

“Bize göre, yerel seçimler, devrimci hareketin kendi içinde bir rekabete girişecekleri bir alan değildir. Tersine, rekabet böler eylem birleştirir ilkesine uygun olarak, kazanacak adayın desteklenmesi için net tutum almak doğru tutumdur.
Diyelim ki bir alanda, hiçbir sol ve devrimci grup ya da partinin kazanma olanağı olmasın. Yine de bu alanlarda solun kendi adaylarını açıklaması önemlidir. Bu alanlarda da, her hareket, büyük küçük demeden, kendi gücünü, o adayın desteklenmesi için seferber etmelidir.”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Yerel seçimler ve tutumumuz

“Sonuç olarak görülmektedir ki işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, sendikal örgütlenme, ekonomik haklar için mücadele o denli kazanımlar elde edecektir. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, göçmen işçiler meselesi o denli birleştirici olacaktır. İşçilerin sloganı, rekabet değildir. İşçilerin sloganı “rekabet böler, eylem birleştirir”dir.
Önümüzde son derece sert bir sınıf mücadelesi dönemi vardır.”
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
2024 yılına girerken işçi sınıfının durumu üzerine

“Yeryüzünde, kapitalist sistem var oldu olalı, kapitalist-emperyalizm dünyanın ana sistemi oldu olalı, yeryüzü hiç görmediği vahşilikleri gördü. Bu vahşilikler bize “medeniyet” olarak sunuldu. Yeryüzünde insanın insan tarafından sömürülmesinin en vahşi, en kanlı biçimlerini bize, bu emperyalist efendiler, “demokrasi” olarak anlattılar.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Emperyalist egemenlik, kapitalist yağma, savaş ve direniş

Bu sayı ayrıca Sibel Özbudun’un Laiklik… Ama nasıl?, Temel Demirer’in Devrimci siyasetin önemi ve Zorbaya karşı ayağa kalkma özgürlüğü, Hakkı Taşdemir’in Hafize Hanım ne yapmak istiyor? ve Emperyalizmin projesi İsrail, Fikret Başkaya’nın “Birleşmemiş” Milletler Örgütü… ve Üniversiteye dair tevatür ve gerçek!, Tuğgen Gümüşay’ın Hepimiz için mümkün: Dijital mecralarda ajitasyon propaganda başlıklı yazıları ve DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu İş Sözleşmesi Uzmanı İrfan Kaygısız ile yaptığımız röportaj da bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 270 / Ocak 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Hepimiz için mümkün: Dijital mecralarda ajitasyon propaganda – Tuğgen Gümüşay

Propagandacı, birçok düşünceyi bir-iki kişiye verir; ajitatör ise bir-iki düşünceyi geniş yığınlara verir[1]

Ajitasyon ve propaganda yapma üzerine bir tanımlamaya kalkıştığımızda genelde birçoklarımız için başvuru kaynağı bellidir ve “Propagandacı ‘birçok düşünceyi’ vermelidir, o kadar çok ki bu düşünceler birbirleriyle bağlantılı bir bütün olarak ancak az sayıda kimseler tarafından anlaşılabilir olacaktır. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise en çağrıcı ve en çok bilinen bir olguyu, diyelim ki işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesini, artan yoksullaşmayı vb. örnek olarak ele alacak ve herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak ‘yığınlara’ tek bir düşünceyi, örneğin, servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkinin saçmalığı düşüncesini iletme yolunda çaba harcayacaktır; ve bu çelişkinin daha tam bir açıklamasını propagandacıya bırakarak, bu göze batan haksızlığa karşı yığınlar arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır”[2]. Bu ayrımın bir yansıması olarak da gündelik hayatta ve pratikte ajitasyonu kitlelere, propagandayı ise daha yakın ilişkili olduklarımıza yapmaya doğal bir eğilimimiz mevcuttur.

Yine de eğer ajitasyon-propagandayı sadece iki kelimeyle ifade etmek istesek fikrin yaygınlaştırılması diyebiliriz. Fikrin yaygınlaştırılması için yapılan çalışmalar olarak düşündüğümüzde hızlıca sayabileceğimiz araçlar da mevcut. Gazete, dergi, kitap, bildiri, afiş, broşür ve yazılama aklımıza gelen biçimlerdendir. Güncel bir biçim olarak dijital mecraları da eklemeyi atlamayacağızdır. Araçlar ve biçimler olarak düşündüğümüzde aklımıza gelenlere ek olarak düşünülmeye muhtaç bir konu daha vardır: Ajitasyon ve propagandayı yapan bizatihi bireyin kendisidir.

Faaliyeti gerçekleştirenin birey olduğunu aklımızda tutmaya devam ettiğimizde gündelik hayatımızın bir parçası olarak farklı içerikleri, farklı biçimlerle, farklı kitlelere sürekli ve devamlı anlatma gereğini görmemiz, ajitasyon-propagandayı hayatın her anında ve her alanındaki bir çalışma alanı olarak var etmemiz gerekir. Her bir içeriğin farklı biçimlerle yeniden üretilebileceğini ve her bir yöntemin farklı işleyişe sahip olduğunu akılda tutarak sonuçlarına öngören şekilde çalışmak gerekir.

Lenin,  Iskra’dan bahsederken “güçlü siyasal örgütleri eğitebilmek için, bütün Rusya’yı kapsayan bir gazeteden başka bir araç yoktur”[3] ifadelerini kullanır ve “Örgütlenme çalışmalarının kapsamı hemen genişler, ve bir yörede sağlanan başarı, öteki yörelerin daha iyi çalışmasına örnek olurdu… [H]er kaynaşma, her gösteri, bütün yönleriyle, rusyanın her yerinde değerlendirilir ve tartışılırdı”[4] vurgusunu da ekler. Ayrıca dağıtımın bağ kurma işlevinden[5] de bahseder.

Lenin “Ne Yapmalı” çalışmasında detaylı bir şekilde İdeolojik birliği sağlayan bir yayının olmasının öneminden ve devrimde tuttuğu yerin öneminden bahsetmektedir. Yayın, ideolojik bütünlüğü sağlarken fikri takibi de kolaylaştırmaktadır. Örneğin, yerel seçimlere dair nasıl tutum almak gerektiği de belirlenmiş asgari ücrete dair grev çağrısını yükseltmek de devrimci için gerçeği görmenin önemi de perspektifin bir parçasıdır ve ajitasyon propaganda çalışmaları için kaynak alınabilir, alınmalıdır da.

Günlük hayatın koşuşturmacı ve yoğunluğu içerisinde sokak temaslarında her birimiz ajitasyon ve propaganda çalışmasını yürütürken, kitleyle doğrudan temas etmediğimiz anlarda nasıl ajitasyon ve propaganda yapabileceğimizi planlamakta zorlanıyor olabilir. Bununla beraber içeriği düşünürken aklımıza takılan bazı sorular olabilir ya da bazen içerik üretmek de aklımıza gelmiyor olabilir. Tam bu noktada yayınlar ve eylemlilik ajitasyon ve propagandanın kaynağı olarak yeniden üretilmeye açık bir şekilde aslında önümüzdedir.

Yine basitçe örnekleyelim; Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nu anma çalışmaları için afiş, bildiri, sokak eylemleri ajitasyon ve propaganda çalışmalarıdır. Ayrıca hem Bekir’in hem de Ali Serkan’ın kitapları hepimiz için erişilebilir durumda. Bekir’in öykülerinden birini tiyatro oyunu olarak oynamak, Ali Serkan için Gazeteduvar’a yazı yazmak, Bekir ve Ali Serkan’ın şiirlerini sosyal medya mecralarında paylaşmak yeniden üretimin yöntemlerindendir. Bekir Kilerci’nin şiirlerini sokaklara yazdığımız gibi whatsapptan arkadaşlarımıza atmanın yahut her gün instagramda paylaşmanın önünde fiili nasıl bir engel olabilir?

Yeniden üretimin yolları üzerine biraz kafa yormaya davet ederek yazının odağına doğru devam edelim.

Ajitasyon-Propaganda ve Dijital Mecraların Olanakları

Kullanım alışkanlarımız ve kullanma yoğunluğumuz değişse dahi bugün hemen hemen hepimizin içinde olduğu bir sosyal medya mecrası mevcut. Sosyal ağlar dışında ise whatsapp ve telegram gibi dijital mecraları da çok yoğun bir şekilde hepimiz kullanıyoruz. Pratikleri özleştirmek ve genellemek için daha geniş bir perspektiften bakmak gerekirken[6] gündelik hayatımızda dijital mecralar çok büyük bir yer tutarken ajitasyon-propaganda için yarattığı olanakları ve nasıl kullanmamız gerektiği üzerine ne kadar düşünüyoruz?

Dijital mecralar elbette kitlenin ruh halini, düşünüş biçimini ve hareket etme tarzını anlamak için asıl yöntem değildir ve olamaz. Fakat 21. yüzyılda, egemenlerin, ideolojik saldırı örgütlemek için çok yoğun kullandığı bir alan olduğu gerçeğini yadsımak mümkün değildir. Bunu bilirken, egemenlerin oyun alanın neden bizler de karşı-saldırı hattı olarak değerlendirmeyelim ki? Bolşevikler mektuplardan parlamentoya, gazeteden bildirilere; dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak her türlü yöntemi ajitasyon ve propaganda aracı olarak değerlendirmişken biz neden kitlelerin ilgili olduğu dijital mecraları egemenlere bırakalım ki?

Tam bu noktada dijitalleşmenin bize yaratacağı olanakları düşünebilmek adına; çok da detayına inmeden ya da sosyal medyanın önemine dahi girmeden; dijital mecraların geleneksel kitle iletişim araçlarından (TV, radyo, gazete vb.) ayırt edici niteliklerinden bahsedelim: interaktiflik, kitlesizleştirme, çoklu medya biçimleri ve hipermetinsellik. Bu nitelikleri kısaca tanımlamak gerekirse:

1-İnteraktiflik (etkileşim): Geleneksel kitle iletişimi tek yönlüyken dijital araçlar geribildirime açıktır.

2-Kitlesizleştirme (Birebir/Kitle İletişimi): Geleneksel kitle iletişim araçlarında hedef kitle belirlidir ve sapma payı azdır; oysa dijital mecralarda kitleler hem çok çeşitlidir hem de mesajın hedeflenenin dışında kitlelere dağılma potansiyeli de yüksektir.

3-Çoklu medya biçimleri ve hipermetinsellik: Geleneksel iletişim biçimlerinde, örneğin gazetede görsel ve yazı biçimi haricinde kullanamazken; dijital mecralarda, fotoğraf, video, metin, link ve ses farklı korelasyonlarla kullanılabilir.

Bu niteliklerin yarattığı imkanların bir kısmını somutlamaya çalışalım basitçe. Örneğin; İkinci İntifada sırasında televizyonda İsrail propagandası yapılırken, bunu izleyen bizler bu haberi yapan kanala ‘doğrudan’ karşılık veremiyorduk. Bugün İsrail propagandası yapan bir tweeti deşifre edip yine Twitter aracılığıyla bilginin yanlış olduğunu kitlelere duyurabiliyoruz. Bu interaktifliğin bir getirisi olarak düşünülebilir.

Kitlesizleştirme için bir örnek düşünürsek, mesela TV dizileri A- B-C gibi kitlelere ayrıştırılır, üretilirken de farklı kitleler ya da en geniş kitle göz önünde bulundurulur. Ya da eskiden müzik kanallarında rock müzik sabahları 7’de, pop müzikler ise akşam yedide yayınlanırdı. Oysa bugün Whatsapp’ta bir mesajı, bir kişiye de toplu gruplara da göndermek çok kolaydır. Yahut sadece devrimci kitapların pdf olarak paylaşıldığı bir Telegram kanalı kurabilirsiniz fakat bu kanala katılanların sadece devrimci olacağı anlamına gelmez. İnşaat işçilerinin yoğun olarak Tiktok kullanması ya da okur yazar takımının çoğu vaktini Twitter’da geçirmesi de yine ulaşabilecek kitlenin hem ne kadar detaylı hem de aynı zamanda ne kadar geniş bir toplamı dahil ettiğini gösterebilir.

Çoklu medya biçimleri belki de en alışkın olduğumuz nitelik olabilir, yıllar önce yazılmış bir yazıyı gündemle bağlantılı şekilde sosyal medyada paylaşmak da, öğrenci hareketini anlatmak için arşivden görselleri yaygınlaştırmak da, güncel bir eyleme ilişkin video röportaj yapmak da çoklu medya biçimleri için örneklerdir.

Dijital medyanın başka özelliklerinden de bahsetmek elbette mümkün. Yine de diğer özelliklerini bir kenara bırakarak bu üç maddenin yarattığı olanakları ajitasyon-propaganda çalışmaları bağlamında değerlendirmek ufuk açıcı olacaktır.

Peki gazete/siyasal yayın eğitim ve ideolojik birlik işlevini görürken; günlük hayatta iletişime geçebildiğimiz insan sayısına göre çok daha kapsayıcı olan ve Anadolu’da neredeyse herkesin kullandığı sosyal ağları kullanmak “bütün Anadolu’da görünür olmak” için iyi bir araç değil midir? Bu aracı kullanmadığımızda gitmediğimiz ve olmadığımız birçok mahallede yaşayan insanların elinden “toplumsal hareketin ileri eylemlerini” görme imkanını almış olmaz mıyız?

Bir deneyimin, önemli sonuçlar doğuran bir eylemin, gerçekleştirilmiş bir etkinliğin “daha görünür olması”, birçok insanın bu eylemleri değerlendirmesi, tartışması ve yeniden üretmesi için bir yöntem olamaz mı? KYK için Bayburt’ta bile eylem yapılmasında, başka bir ildeki eylemi görmenin yarattığı heyecan etkisiz midir ya da tek olmadığını görmek belki de hayatında solla hiç ilişkilenmemiş bir insanı hareket etmeye teşvik etmemiş midir?

Bunlar üzerine bi düşüneduralım.

Lenin’in ısrarla belirttiği üzere ajitasyon ve propaganda “proleteryayı uyandırmak için en güvenilir ve biricik yoldur. Sosyalizmin ve sınıflar mücadelesinin kent işçileri arasında genişlemesi ve yayılması, bu fikirlerin az da olsa dallandırıp budaklandıracak kanalları açmada, vageçilmez yoldur”[7] . Kitleleri harekete geçirecek gücün ajitasyon propaganda[8] olduğuna sıklıkla vurgu yapıldığı gibi kitle içindeki çalışmayı ve etkiyi şiddetlendirme[9] gereği de belirtilmiştir. Ajitatörlerin örgütçülüğü propaganda etmeye dikkat etmesi[10] ifadeleri, görevin “kitlelerin her adımda komünist partisinin özel çıkarı olmadığını, onun proleteryanın tüm halkın çıkarların koruduğunu duymalarından ibaret”[11] olduğunu açıkça belirtmiş; Bolşevik ajitasyonun insanların kafasına yaşanılan gerçeği soktuğunu ve ajitasyonun gücünün gerçeklerden geldiğini[12] de vurgulamıştır.

Gündelik hayatta kitlenin gündemini anlamak için diyaloglar geliştirmek ve fikirlerini dikkatli bir biçimde dinlemeye çalışıyoruz. Bunu yapabilmemiz için tabii ki kitleyle temas etmek gerekiyor ve birçoğumuz da temas etmek için çeşitli yöntemler geliştiriyoruz. Peki dijital mecralarda gözümüzün önünde duran ve kendini anlatan kitle? Tabii ki bu kitlenin şişirilmiş, gerçek hayattan kopuk gündemleri olduğunu düşünerek ilgisiz kalabiliyoruz. Yine de dijital mecralarda birbirinden farklı konulara ve niteliklere sahip bireyler olduğunu göz ardı etmeden edinebileceğimiz bilginin ne kadar farkındayız?

Ya da hadi hepsinin gerçek hayattan kopuk olduğunu varsayalım. O zaman gerçeği söyleme görevimizle önümüze baksak, gerçek hayatın gündemlerini bundan kaçmaya çalışan ve gerçeklere direnen toplama her an gerçeği tekrar söylemekten biz neden kaçınalım? Neden yalanları yüzlerine vurmayalım? Neden gerçeğe dair arayışı olanları; yalan söyleyenleri gerçeği söyleyenlerden daha fazla gördüğü bir mecraya mahkûm edelim? Arayışı olanların bakabileceği bir kullanıcı olma imkanını neden göz ardı edelim?

Ajitasyon propagandanın imkanları üzerine konuşurken Kalinin kitleyle bağlantıların çok çeşitli olabileceğini[13] ama kitleyi sürükleyebilmek için kitleyle birlikte yanıp tutuşmanın gerekliliğinden bahseder[14] ve “insanları fikir alışverişine alıştırmaya, onları tartışmaya doğru itmeye çaba göstermeniz gerekir”[15] ifadelerini kullanır.

Örneğin, diyelim ki dijital mecrada belki bize o kadar da önemli gelmeyen ama insanların konuştuğu bir gündem var. Bunu göz ardı etmek bi eğilimken, neden kendi gündemleri olarak ilan ettikleri konuya dair onları hareket etmeye yönlendirecek bir konum almayalım? Kitleyle yanıp tutuşmak kitlenin gündemiyle ilgili olmak anlamını da içerirken neden onların gündemlerine tepkisiz kalalım? Neden yapabilecekleri eylemlere ilişkin eski eylemleri onlara işaret etmeyelim? Eylemleri işaret ederek neden yığınların önünü fikirlerle açmayalım? Kitleye gelen saldırılar da kitlenin verdiği tepkiler de her daim sistemle bağlantılıysa neden sistemi ifşa etmeyelim veya başka bir yaşamın mümkünlüğünü anlatmayalım? Ajitasyon-propagandada gündelik yaşamdan örnekler bulmak ve bağdaştırmak önemli bir yer tutarken, sürekli farklı örneklerin önümüzde düştüğü mecralarda bu örnekleri neden kullanarak hattımızı ve perspektifimizi yeniden üretmeyelim?

Bütün bunları belirli bir süreklilikte yapmaya başladığımızda kitlelerle ve bireylerle kuracağımız bağın gelişeceği açıkça önümüzdedir. Dijital mecranın geleneksel medyadan farklarının her biri ise geliştirebileceğimiz yöntemlere dair fikir verebilir.

Sonuç Yerine

Derya Yarıcı’nın Kaldıraç[16] adlı yazısında “Dergimizi okumak, okunurluğunu arttırmak, içeriğini tartışarak kavramak, dergiyi makale şiir, öykü, mektupla beslemek kendini Kaldıraç hareketinin bir parçası olarak gören herkesin görevidir” dediği ve birçok yöntem önerisi sunduğu gibi dijital mecralarda ajitasyon-propaganda çalışmalarını geliştirmek için birçok olanak mevcuttur. Bu yazıda verdiğimiz örnekler, bir sınırlılık tarif etmenin ötesinde yeni fikirlere zemin oluşturma çabasını daha fazla içermektedir.

Elbette dijital mecraların bilinçsiz tüketim alışkanlıklarını geliştirmesi ve ideolojik bulanıklığın yoğun olduğu bir alan olduğu doğrudur. Dijital mecraların gerçek bağlar gibi bağlar kurmak anlamında zayıf olması gerçeğiyle beraber fikrin yaygınlaşması ve kitleselleşmesini mümkün kıldığını unutmamak gerekir. Bu sebeple dijital mecraların   sunduğu imkanları devrimciler için kitle çalışması olanağına döndürmek gayet olanaklıdır. Tam da bu sebeple kitlelerin önünü açmaya çalışırken kitlelere adres olarak kendimizi daha da sık göstermekten kaçınmayalım.

Dijital mecralara sadece bi “duyuru” alanı gibi bakmanın ötesinde çok fazla içeriğin (hem düşünsel hem biçimsel) üretildiği , fikrin örgütlenebildiği, farklı kitlelerle temas imkanı yaratan bir alan olarak bakmaya başlamalıyız. Bizim üreteceğimiz içeriğin ise gerçeği göstermekten, hareket etmeye çağırmaktan, sistemi ifşa etmekten ve örgütlenme propagandası yapmaktan güç aldığını; yani aslında her gün sokakta yaptığımız ajitasyon propaganda ile benzer olduğunu tekrar göz önüne alırsak hem elimizdeki olanakları büyütmek hem de farklı kitlelerle ve bireylerle temasımızı arttırmanın ne kadar mümkün olduğunu belki daha da açık görebilir, somut sonuçlarla konuşabilir hale gelebiliriz.

Kaynakça

Kalinin, M. (1992). Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak. İstanbul: Sorun Yayınları.

Kalinin, M., & Kalaşkinov, K. (1991). Bolşevik Ajitasyon Üzerine. Ankara: Yurt Yayın-Kitap.

Lenin, V. (1977). Kitle İçinde Parti Çalışmaları. Ankara: Ekim Yayınları.

Lenin, V. (2019). Ne Yapmalı. Ankara: Sol Yayınları.

Yarıcı, D. (2021, Ekim 8). Kaldıraç. Retrieved from kaldirac4.org: https://kaldirac4.org/kaldirac-derya-yarici/


[1] (Lenin, 2019, s. 76)

[2] (Lenin, 2019, s. 77)

[3] (Lenin, 2019, s. 174)

[4] (Lenin, 2019, s. 183)

[5] (Lenin, 2019, s. 182)

[6] (Kalinin M. , 1992, s. 203)

[7] (Kalinin & Kalaşkinov, 1991, s. 61)

[8] (Lenin, 1977, s. 77)

[9] (Lenin, 1977, s. 34)

[10] (Kalinin M. , 1992, s. 170)

[11] (Kalinin M. , 1992, s. 95)

[12] (Kalinin & Kalaşkinov, 1991, s. 83)

[13] (Kalinin M. , 1992, s. 89)

[14] (Kalinin M. , 1992, s. 20)

[15] (Kalinin M. , 1992, s. 166)

[16] (Yarıcı, 2021)

“Birleşmemiş” Milletler Örgütü…

Birleşmiş Milletler Örgütü, Birinci Emperyalistler Arası Savaş’ın galipleri tarafından 10 Ocak 1920’de kurulan Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) yerine, 24 Ekim 1945 yılında kuruldu. Başta tartışmasız hegemonik bir güç hâline gelen ABD olma üzere, İkinci Emperyalistler Arası Savaş’ın galiplerinin örgütüydü… Aslında “Birleşmiş Milletlerin” değil, emperyalist devletlerin örgütüydü. Misyonu ve varlık nedeni İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde neokolonyalizmi (yeni-sömürgeciliği) meşrulaştırmak ve dayatmaktı…

BM bünyesinde iki türlü örgüt var: Münhasıran emperyalist çıkarları gözeten örgütler: BM Güvenlik Konseyi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Dünya Ticaret Örgütü (WTO). Bir de seyirciyi oyalamak amacıyla oluşturulmuş, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne “meşruiyet” kazandıran örgütler var: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) vb.

BM ilk sınavını siyonist İsrail’in kurulması sürecinde vermişti ve tabii sınıfta kalmıştı. Siyonist devletin kurulmasından iki yıl önce (1946) Filistin’in nüfusunun 1.846.000 olduğu, bunun 1.203.000’inin, yani %65’inin Arap, 608.000’inin, %33’ünün de Yahudi olduğu biliniyordu. Fakat Yahudi nüfusun çoğu da “doğal nüfus artışının” sonucu değildi. 2 Kasım 1917’de (emperyalist savaş devam ederken) dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından ilan edilen ünlü “Balfour Deklarasyonu”ndan sonra Filistin’e göç hızlandırılmıştı…

Dolayısıyla Yahudi nüfus daha çok o göçlerin sonucuydu… Fakat hepsi bu kadar değildi. 1945 yılı istatistiklerine göre, Filistin’in her yerinde Araplar Yahudilerden daha çok toprağa sahipti. Bir bütün olarak alındığında Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu’na (UNSCOP) göre, Araplar toprakların %85’ine, Yahudiler de %15’ine sahipti… Buna rağmen Özel Komisyon, toprakların %55,5’inin Yahudilere ve %44,5’inin de Araplara ait olmasını önermişti. İkincisi, Özel Komisyon, “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının” Filistin Arapları için geçerli olmamasını da öneriyordu… Başka türlü ifade edilirse, Filistin-Arap halkına self determinasyon hakkı veya aynı anlama gelmek üzere, bağımsızlık hakkı tanınmayacak, Filistin toprağında bir Yahudi devleti kurulacaktı… Bu öneri dönemin kolonyalist/emperyalist devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından desteklendi. Ve Ortadoğu’nun göbeğinde, 16 Şubat 1948’de Siyonist İsrail Devleti resmen kuruldu. Onu ilk tanıyan Müslüman ülkenin Türkiye olduğunu hatırlamak önemlidir… Esasen bir NATO üyesi olan Türkiye’nin Filistin konusunda “düzgün” bir politika izlemesi mümkün değildi…

İyi de, Birleşmiş Milletler Örgütü Şartı’nın birinci maddesinde ne deniyordu: ”uluslararası barışı ve güvenliği korumak ve bu amaçla barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek”…

Oysa siyonist devlet Ortadoğu’da barışı engellemek, bölgenin sürekli bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenmesi için kurulmuştu. Asla bir bölge devleti değildi ve bir tür “doku uyuşmazlığı”, “doku transplantasyonu” söz konusuydu… Başka türlü söylersek, emperyalizmin Ortadoğu’ya taşmış hâliydi… Birleşmiş Milletler Örgütü, geride kalan 78 yılda, istikrarlı bir şekilde Birleşmiş Milletler Örgütü Şartı’nda yazılanların tam tersini yaptı… Zira, yukarıda da söylediğimiz gibi, misyonu ve varlık nedeni, kolonyalist-emperyalist ırkçı Batılı devletler hesabına “yeni sömürgeciliği” meşrulaştırmak, emperyalist statükoyu sürdürmekti… Aslında insanlığın “kaderi”, Kristof Kolomb’un adamlarının Amerikan toprağına ayak basmasıyla radikal olarak değişiyordu. Ondan sonraki tarih, jenositlerin, kitle katliamlarının, saldırı savaşlarının, sömürgeciliğin, yarı-sömürgeciliğin, yeni sömürgeciliğin tarihi olacaktı. Şimdilerde de sıra “Balkanlaşmaya” gelmiş görünüyor!

Avrupa-merkezli bir tarih versiyonu oluşturuldu ve Avrupa-dışı toplumlar/halklar “tarih dışı” ilan edildiler. Avrupa dışında kalan hakların, kültürlerin, dinlerin vb. “uygarlık yaratma” yeteneği olmadığı, dolayısıyla “eksik” oldukları, bu “eksikliğin” sömürgecilikle (kolonyalizmle) aşılacağı söylendi. Uygarlık yoksunu halkları uygarlığa taşımanın “Beyaz Adam”ın vazgeçilmez misyonu olduğu, dönemin hâkim görüşüydü… Uygarlıkların birbirlerinden iktibas yaparak ilerlediği gerçeği inkâr edildi. Kapitalizmin gelişmesinde dünyanın geri kalanından taşınan zenginliğin önemi yok sayıldı. Başka türlü söylersek, Batı Avrupalıların zenginliğinin (kapitalizmin gelişmesinin) dünyanın geri kalanının köleleştirilmesine, sömürüsüne, yağma ve talanına dayandığı gerçeği yok sayıldı. Veya aynı anlama gelmek üzere, birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu arasındaki ilişkinin mahiyeti inkâr edildi. Şimdilerde de değişen bir şey yok… Ve geride kalan tüm bu zaman zarfında, ırkçılık, dünya ölçüsündeki hiyerarşiyi meşrulaştırma işlevi gördü. Her dönemde de ekonomik temeldeki değişime (mutasyona) uygun düşen bir politik egemenlik biçimi ve onu meşrulaştıran bir ırkçılık versiyonu geçerli oldu.

Doğrudan sömürgecilik döneminde biyolojik ırkçılık esastı ki XIX. yüzyıl Avrupası’nda zirve yapmıştı… Irkçılık insanlığın hiyerarşileştirilmesine imkân veriyordu. Fransız hekim ve antropolog Paul Broca, insan beyinlerini karşılaştırarak şu sonuca varıyordu: “Afrikalı Zencilerin beyinsel kapasitesi, Avrupalının beyinsel kapasitesiyle Avusturalyalınınki arasında bir düzeyde bulunuyor.” Broca demek istiyor ki, her ne kadar Afrikalı Siyah’ın beyinsel kapasitesi Avusturalya Aborjinlerininkinden üstün olsa da, Avrupalı tartışmasız üstünlüğe sahiptir… Her tür egemenlik de mutlaka bir meşrulaştırmaya ihtiyaç duyduğuna göre, geri halkların köleleştirilmesi, sömürgeleştirilmesi, egemenlik altına alınması böylece haklılık kazanıyordu…

Kapitalizmin tekeller (monopoller) öncesi döneminde doğrudan sömürgecilik ve biyolojik ırkçılık geçerli oldu. İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde sömürge ve yarı-sömürge halkları “biz de varız” deyip tarih sahnesine çıkma iradesini ortaya koydukları koşullarda, artık biyolojik ırkçılık işe yaramazdı… Kültürel ırkçılık devreye sokuldu. Yeni durumda Avrupa-dışı halkların “geriliği”, “azgelişmişliği” beyinsel kapasite zaafıyla açıklanamayacağına göre, o zaman gerilik ve az gelişmişlik, onların kültüründen kaynaklanabilirdi…

Fakat doğrudan sömürgeciliğe başkaldırı, güdük kaldı ve doğrudan sömürgeciliğin yerini, yeni-sömürgecilik aldı. Sömürge halkları biçimsel bir bağımsızlığa kavuşmuşlardı sadece… Dolayısıyla “bağımsızlık” teorik düzeyde kaldı. Zira bir bayrağa, bir devlet başkanına, bir başkanlık sarayına, bir milli marşa, bir uluslararası hava limanına… sahip olmak bağımsızlık için yeterli olmazdı. Bağımsızlığın tüm şekil şartları mevcut olsa da söz konusu ülkeler genel bir çerçevede ekonomik ve politik olarak, kolonyalist/emperyalist ülkelere eskide olduğu gibi bağımlı olmaya devam ettiler. Velhasıl “dışardan belirlenme” durumundan kurtulamadılar… Bu yeni egemenlik tarzı da elbette yeni bir ırkçılık versiyonuna ihtiyaç duyacaktı. Artık sömürgeci yöneticinin (kolonların) yerini Batılı uzman ve “danışman” alabilirdi… Geri kalmış ülkelerin kalkınmasına, “uygarlığa dâhil olmasına” engel olan, beyinsel kapasite zaafı değil, “kültürel farklılıklar”, “yetersizliklerdi”… Aslında garp cephesinde değişen fazla bir şey yoktu. Bu sefer de biyolojik zaafın yerini “kültürel zaaf” alıyordu… Eğer “geri ülkelerde” açlık ve yoksulluk varsa, oralarda kalkınma gerçekleşmiyorsa, bunun sebebi onların kültürleridir… İşte, aşiretçiliğe, etnisiteye, kimliğe hapsolma, şatafat merakı, müsriflik, velhasıl sosyo-kültürel nedenler… Neoliberal küreselleşme denilenle birlikte, artık kolonyalizmin tarihinde yeni eşik daha açılmış görünüyor: Sıra Balkanlaşmayı ve kaosu dayatmaya gelmiş bulunuyor.

Küreselleşme döneminde eski sanayileşmiş ve yeni “yükselen ülkeler” denilenler arasında derinleşen rekabet, artık asgarî bir istikrara izin vermiyor. Krizler birbirini izliyor. Ve genel bir “sürdürülemezlik” durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Aşırı üretim krizi almış başını gidiyor… Kaotik, öngörülemez bir manzara söz konusu. Böylesi bir ortamda ne yapıp-edip aşırı kârı garantileme çabası öne çıkıyor ve çığırından çıkmış bir rekabet ortamında, giderek kıtlaşan enerji kaynaklarına ve stratejik madenlere, doğal kaynaklara ulaşma gereği artık eskisinden daha büyük önem taşıyor. Fakat şöyle bir sorun var: Mesele sadece kıtlaşan kaynaklara sahip olmak değil, aynı zamanda başkalarının (yeni yetme kapitalist ülkelerin, Çin, Hindistan, Brezilya vb.) sahip olmasını da engellemek… İşte XXI’inci yüzyılın ilk on yıllarında sürdürülen savaşların asıl nedeni bu…

ABD’nin dünyayı militarize etme girişimleri, sultası altındaki öteki emperyalist ülkelerle birlikte dünyanın birçok bölgesinde (Orta Asya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, Somali’de, Sudan’da, Mali’de, Körfez bölgesinde vb.) savaşlar peydahlaması, kapitalizm için vazgeçilmez enerji kaynaklarına, madenlere ve biyolojik çeşitliliğe ulaşma ve başkalarının ulaşmasını engelleme amacı taşıyor… Fakat yeni savaşların bir özelliği var: Bu seferki savaşlara “önleyici savaş” deniyor… Bu amaçla artık yönetemez duruma gelen, kitlelerin tepkisini etkisizleştirmekte yetersiz kaldığı düşünülen devletler çökertiliyor, toplumların dokusu yırtılıyor ve sürekli bir kaos ortamına sürükleniyor.

Kolonyalist/emperyalist devletler dünyanın geri kalanını doğrudan sömürgecilik döneminde “uygarlaştırdılar”, yeni sömürgecilik döneminde “kalkındırdılar”, şimdilerde, Balkanlaşma ve kaos döneminde de oraları “demokrasi”, “barış”, “özgürlük”, “İnsan haklarıyla” donatıyorlar… Ne demeli, şu insanlık ve uygarlık timsali Batılıların “soylu hizmetlerinin”, “hayırlı işlerinin” sonu bir türlü gelmiyor… Ama artık mutlaka gelmesi gerekiyor…

Şimdilerde 1648 “Westfalya Barışı”ndan beri oluşturulan uluslararası hukuk ve temayüllerin bir değeri yok. Artık hiçbir kuralın, hiçbir teamülün esâmesi bile okunmuyor. Ve bu durum, misyonu ve varlık nedeni sözde dünya barışını tesis etmek ve korumak olan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün açık ve gizli onanıyla gerçekleşiyor. Boşuna, neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir…

Zorbaya karşı ayağa kalkma özgürlüğü

“Uğrunda yaşama mücadelesi vereceğim
hiçbir şeyim kalmadıktan sonra
bilgi, bilim, felsefe neye yarar?
Onursuz bir hayatın ne anlamı olur.”[1]

i) Yaşamı, insan(lık)ın karşılıklı sorumluluk duygusu/ dayanışmasının biçimlendirmesi için, devrim(ciler) açısından sınıflı sömürücü iktidarın dayatmalarıyla asla uzlaşıl(a)maz.

ii) Devrim yaşamın meselesidir; o, insanın ufkunu açıp toplumsallaşmış mücadeleyi yaratan eşitlik hedefidir. “11. Tez”deki üzere “Gerçek”i değiştirmenin, sadece teorinin değil, cüretkâr eylemin, yani hayatın meselesi olduğu bir an olsun akıldan çıkartılmamalıdır.

iii) Bu uğurda mücadele veren “son insan”a dek başkaldırı asla yok olmayacaktır. Çünkü insan(lar) katledilse de, uğruna ölmeyi bildikleri sürece özgürlük hep gündemde kalacaktır. Yani despotların zulmüne inat, hiçbir şey kalıcı değildir; bilinçli, örgütlü, cüretkâr bir mücadele “olmazsa olmaz”ken.

iv) Elbette kıran kırana özellikleriyle sınıf(lar) mücadelesinde her şey mümkündür ve gerçek, bir örnekle açıklanamaz; “İyi şeylerin bozulması en kötü şeylerin ortaya çıkmasına neden olur,” notundaki üzere David Hume’in.

Ayrıca zayıflık, korku, melankoli, cehalet zayıflığın; bilinç, umut, öfke, coşku, itiraz güçlülüğün kaynaklarıdır; “Reddetme özgürlüğü olmadığı sürece seçme özgürlüğü diye bir şey yoktur,” diye uyarır David Hume.

Ancak örgütlü mücadelenin hayalleri/ hedefleri asla olanaksız değildir; hiçbir şey insan(lık)ın dünyayı değiştirmeye taraf olan hayal gücü kadar özgür olamaz.

v) Bir şey daha: Dünyayı değiştirme mücadelesinde dogma(lar) özgürlüğün düşmanları; insanları toptan “sevmek” yollu hümanizm ise imkânsızdır.

Sınıflı-sömürücü yerkürede sınıf gerçeğini konuşmak kadar zor, “sınıflar üstü” yalakalığı kadar kolay bir şey yokken; zenginlikleri ezilenlerin yoksulluğunu büyüten egemen sınıfın insan(cık)larını sevmek, anlamak, bağışlamak mümkün olabilir mi? Elbette asla!

Ayrıca çoğunluk açken, azınlığın her şeye sahip olması caniliği karşısında devreye giren ezilenlerin şiddetini, sömürücü devletin örgütlü şiddetinin doğurduğu da unutulmamalı.

vi) Malum: Ordular, polisler, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz biçimde insan(lar)ın sömürü düzenine uyumlaştırılması içindir.

Yasa(lar), egemen(lik) iradesinin dışavurumu; özel mülkiyet de olanaksız bir yanılgıdır. Bunun karşısında sadece eylemin önünü açıp, “yasalara” boyun eğmeyen düşüncelerin, değeri olmuştur; Friedrich Nietzsche’nin, “Yasa koyucu olmak daha yüceltilmiş bir tiranlık biçimidir,” sözündeki üzere…

Söz konusu düzen(sizlik)de emeğin kurtuluşu mümkün değilken; davranışı devrimcileştirmeyen “bilgi” de nafiledir. Ve de tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiği hakikâti olduğu içindir ki, sınıf/ sömürü zorbalığı karşısında eşitlik, ancak burjuvalara rağmen sağlanabilir.

vii) Bu uğurda hayal kurmak ölümsüzleştirir kişiyi; toplumsallaştırılması gereken özgürleşme, sınıflı sömürücü dayatmalara itirazın cüretkâr bilinciyle başlar.

Kolay mı? İfade, ezenlerin duymak istemediklerini söylemek cüreti anlamına gelmiyorsa, hiçbir şey değilken; “Zorbalık karşısında duyarsız kalan bir toplum zehirlenmiş demektir,” diye ekler Fyodor Dostoyevski.

Bu noktada unutulmaması gerekiyor: Sınıflı sömürücü iktidar koyun sürüsü gibi tekdüze, itaatkâr, itiraz etmeyen bir halka ihtiyaç duyar duymasına; oysa yerkürede tek bir köle kalmayana dek özgürlük/ eşitlik ol(a)maz.

Elbette emekçi insanların dayanışması, kapitalist yıkımın kanlı çizgilerini dünyanın ufkunda silecektir; Emma Goldman’ın, “El ele verin ve bu bozuk, hastalıklı sistemin yıkılmasına katkıda bulunun,” ifadesindeki duruşla.

viii) Bunların kolay ve “kendiliğinden” olacağını zannetmek, elbette mümkün değil.

Devrim(cilik) bir yaşam biçimidir ve başkaldırının acıda/ cürette saklı olduğu bilinciyle hakikâte tutkuyla bağlanmayı, en önemlisi de, sadece yanıtları bulunabilen sorular sormakla yetinmemeyi gerektirir.

Onun içinde gemileri yakarak geri dönemeyenlerin; ölmeyi göze alabilenlerin düşünce ve davranışlarına muhtacız.

John Steinbeck’in, “İnsanlar ikiye ayrılırlar: Başkaları için yaşayanlar, başkaları sayesinde yaşayanlar,” biçiminde formüle ettiği bir dünyaya dair, “İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!” notunu eklediği tabloda diktatör(ler), yönettiklerinden korkarlar; bu nedenledir ki insan(lık)ın, eşit ve özgür yaşayabilmesine yönelik umut tükenmemeli, aksine durmadan çoğaltılmalıdır…

ix) Kapitalist devletin, insan(lık)ı köleleştiren zorbalığı karanlıklarla el eleyken; eşitlikçi-özgürlük elzemdir; “Meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir,” uyarısındaki üzere Jean-Jacques Rousseau’nun.

Özetle: Sömürücü iktidar, emeğin köleliğiyle oluşturulur; köleliğe itiraz ise toplumsal özgürlüğün de yolunu açar. Boyun eğmenin bittiği yerde sömürü de, zorbalık da sona erecektir; itaat sona erdiğinde iktidarın da sona erme sürecine gireceği gibi.

Söz konusu perspektifte, hangi nedenle olursa olsun, hiçbir şey kutsallaştırılmamalıdır. Çünkü “kutsal” insan(lık) için bir boyunduruktur; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk, bireyinkine ise ‘suç’ adını verir,” tanımındaki üzere.

Hayır, reformistlerin mucidi olduğu “kısmi özgürlük”, özgürlük değildir, olamaz da. Hakikât emeğin özgürlüğüdür, hakikâtin ötesi yalandır ya da hiç…

x) Şikâyetçi bir dil, “iyilikten anlamaz ve iyilikbilmez”likle malûl nankör zihin yapısıyla, hayal gücünü devreye sokmadan yorumlayıp/ sunmak hiçbir şeye yaramaz.

Şüphe yok: İnsan(lık)ı köleleştirmek, onu katletmektir; “büyük” denilenler/ sanılanlar, ezilenler diz çöktüğü için böyledirler.

Ayağa kalmak gerek. Zorbalığı yenmektir özgürlük.

Ya zafer kazanacağız ya da sefalet çukurunda boğulacağız. Başka seçenek yoktur.

xi) Son söz de Sigmund Freud’dan: “Bir gün geriye dönüp baktığınızda, mücadele yıllarınız, sizin en güzel zamanlarınız olarak hatırlanacaktır.”

30 Kasım 2023, Paris.

N O T L A R

[1] August Strindberg.

Devrimci siyasetin önemi

“Politikacılar, konuşur ama
hiçbir şey söylemezler.
Seçmenler, oy kullanır
ama seçemezler.”[1]

Doğru zamanda, doğru yerde saf tutmak için bilmek çok önemlidir; insan(lık)ın özgürleşmesi, kapitalist saçmanın farkına varıp devrimci siyaseti hayata geçirmesine bağlıdır…

* * * * *

Dürüstlük ve ilkeli olmak devrimci politikanın vazgeçilemezi; burjuva politikası ile reel-politiker pragmatizmiyse şarlatanlıktır.

Carl Von Clausewitz’ın, “Savaş siyasetin başka yollardan devamıdır”; Mao Zedong’un, “Politika kansız bir savaş; savaş ise kanlı bir politikadır,” uyarılarını “es” geçmeyen devrimci siyaset, doğruyu görme, söyleme ve hayata geçirmenin “Ama”sız/ “Fakat”sızlığıdır.

Hakikât için yapılması gereken siyaset tarafsız ol(a)maz; devrimci politika yanıt verdiği kadar soru sormak için de vardır.

Kamusal sorumlulukla bezeli eylemler bütünü olma özelliğiyle o; imkânsız görünen şeyi mümkün kılar.

Devrimci politikanın, yalancılara/ “yalakalara” ihtiyacı yoktur; onuruna sahip çıkan ezilenlerle hayata geçirilir o; “Yukarıda ne olduğu bizi hiç ilgilendirmiyor. Dert ettiğimiz, aşağıdan yükselecek olandır. Bu başkaldırıyı hayata geçirdiğimiz zaman, bütün politikacılar sınıfını defedeceğiz, kendilerini parlamenter solcu diye adlandıranlar dahil,” ifadesindeki üzere Komutan Yardımcısı Marcos’un…

Aksini, egemen sınıfın siyaseti sürdürüyor zaten; reel-politikerliği seçenlerin siyasal dürüstlüğünden söz edilemez, edilmemelidir de. Çünkü reel-politikerlik için ahlâki hiç bir şey yoktur, olamaz da…

Leo Huberman’ın, “Kuruluş ilkesi ne olursa olsun, hükümetin politikasını her zaman egemen sınıfın çıkarlarına ve amaçlarına uyarlaması eşyanın tabiatı gereğidir”; Arundhati Roy’un, “Siyasi menfaatler uğruna dini duyguları ateşleyerek sömürmek de, hükümetlerin ya da politikacıların -kendi halkları da dahil- her halka bırakabileceği en tehlikeli mirastır”; Louis Althusser’in, “İdealist filozofların inandıklarının aksine, bilim ve bilgi siyasete değil, siyaset bilim ve bilginin gelişmesine kumanda eder”; Max Horkheimer’ın, “Tecrübelerimiz, ahlâk ve politikanın hemen bütün sorularının akılla değil, güçle belirlendiğini göstermektedir,” tanımlarına mündemiç sınıflı-sömürücü iktidar, çıkarlarına hizmet eden politikacıları parlatıp, ön plana çıkarır; burjuva politikacının amacı sürekli iktidarda olmaktır ki, bu da onun sorun çözme görevini imkânsızlaştırır.

Fidel Castro’nun, “Politikacılar, halkın cehalet içinde kalmasıyla ilgileniyorlar, çünkü cahil bir halk; fanatizm ve önyargı ekicilerinin, kapitalizmden çıkarı olanların en iyi müttefiki ve ilerlemenin en büyük düşmanıdır,” diye tanımladığı çerçevede “Politikanın dışında kalmak” diye bir şey yoktur; her şey politiktir.

Bu bağlamda insan(lar)ı kandırma aleti olmaması gereken siyaset için toplumsal “iyileşme” ya da değişim tabandan gelir; yukarıdan değil. Çünkü toplumsal değişimler politikaların değişmesiyle ilgili değil, zihinlerin de değişmesine mündemiçtir.

George Bernard Shaw’ın, “Barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter, halklar birbirleriyle anlaşır,” tarifi üzere, burjuva politikacıların hiçbir problemi çözme yetisi kalmamıştır. Bu nedenledir ki, tavizsiz ve reforme edilemeyecek olanı devrimle dönüştürebileceğimiz radikal politika biçimine ihtiyacımız vardır; “Siyaset boşluktan nefret eder; eğer o boşluk umutla doldurulmazsa, birileri korkuyla doldurur,” notundaki gibi Naomi Klein’in…

Toparlarsak: Kapitalist barbarlığın kollarında siyaset popülist bir kasaba dedikodusundan öteye geçmediği herkesin malumuyken; milliyetçi siyasalar da insan(lık)ın mahvına yol açıyor; “Bütün dünya çürüyor. Su zehirli, hava kirlenmiş, siyaset çirkinleşmiş, toprağın bağırsakları dışarı uğramış, orman yağmalanmış, sahiller yok edilmiş, kasabalar yakılmış, insanların yaşamları mahvedilmiş,” diyen Howard Zinn haksız mı?

Elbette değil!

İnsan(lar) hâlâ açlıktan ölüyorsa, bunun nedeni; ezilenlerin başka bir dünya için burjuva politikacılardan medet ummayı bırakıp siyaseti kendi ellerine almamasıdır.

* * * * *

Devrimci siyasetle -ne pahasına olursa olsun!- dünyayı mutlaka değiştireceğiz. Bu yolda yaşamı bilinçle kavrayan eylem irademiz dışında hiç bir şeyimiz yok.

Özgürlük kurtuluş mücadelesiyle mümkündür ancak; değiştirilemeyen dünya çürüyüp, yıkılandır.

Bu kapsamda kurtuluş mücadelesi, insan(lık) onurumuzdan başka bir şey değilken; sınıf mücadelesinin temeli parlamento dışı muhalefettir.

Sokak gösterilerinde slogan atıp, pankart açmanın işe yaramadığı zamanların da olduğunu göz ardı etmeden devrimci siyaseti inşa etmek, her adımda kapitalizm ile çelişkiyi derinleştirip/ yaygınlaştırarak reformizmi ortaya çıkartmak/ deşifre etmektir. (Malum: Sınıf mücadelesinde ya sorunun ya da çözümün bir parçasısındır; ikisinin ortasında, üçüncü bir şey (“yol”) yoktur. “Ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideoloji yaratmamıştır ve sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir,”[2] formülündeki üzere V. İ. Lenin’in.

* * * * *

Kapitalist sistemde taleplerimiz ancak radikal olabilirse, hayatı değiştirme olanağını bulacaktır; nihayetinde özgürleşmeden devrim ol(a)maz, devrim olmadan da özgürleş(il)emez.

Özgürlükte etik bir boyut vardır; zira özgürlük insanın sadece kendisi için istediği bir “iyi” olamaz; başkalarının da özgür olmasını istemeyi içerir. Tek başına değil, ancak hep beraber özgür olabiliriz.

Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en şaşmaz güvencesini oluştururken; ezilenlerin bir dünyası olması için, öncelikle o dünyada yer alıp isyankârın safında olmak gerek.

Bu güzergâhta hepimiz, her şeyden, herkese ya da yaşa(t)ma mücadelesine karşı sorumluyuz.

O hâlde karanlıklara teslim olmamak için tekrar tekrar yeniden başlamasını bilmeli. Mücadelenin devrimci siyasetini, kimlik üzerinden değil, sınıf üzerinden yürütmek gerek. Malum: kimlikler toplumu dikey böler, “böl ve yönet” politikaları uyarınca egemenlerin.

Devamla: Korkunun hâkim olduğu yerde özgürlükler boy hedefidir; katletmekle susturulamayıp/ bastırılamayan gerçeğe mündemiç özgürlük ise, yalanlara boyun eğmeden yaşamaktır.

27 Kasım 2023, Paris.

N O T L A R

[1] Eduardo Galeano.

[2] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

Emperyalist egemenlik, kapitalist yağma, savaş ve direniş

Filistin’de, İsrail eli ile, arkasında ABD, AB, yani “Batı medeniyeti”nin emperyalist güçleri tarafından, açık bir soykırım sahneye konulmuştur.

Kürt halkına, onun örgütlü direnişine karşı saldıranlar, nasıl ki sadece TC devleti değil ise, kimyasal silahların kullanılmasından nasıl ki tüm NATO, başta ABD ve Almanya sorumlu ise, aynı biçimde, Filistin halkına yağan bombaların arkasında da bu emperyalist güçler vardır.

Açık ve nettir; Batı medeniyeti diye bize sunulan, Batı demokrasisi olarak göklere çıkartılan şey, gerçekte, Kürt halkına atılan kimyasal silahlardır, Filistin halkına sıkılan kurşunlardır, Gazze’de gökten yağan bombalardır.

Yeryüzünde, kapitalist sistem var oldu olalı, kapitalist-emperyalizm dünyanın ana sistemi oldu olalı, yeryüzü hiç görmediği vahşilikleri gördü. Bu vahşilikler bize “medeniyet” olarak sunuldu. Yeryüzünde insanın insan tarafından sömürülmesinin en vahşi, en kanlı biçimlerini bize, bu emperyalist efendiler, “demokrasi” olarak anlattılar.

Böylece, katiller, aynı zamanda “insan hakları” savunucu postuna büründüler.

Yeryüzünü kana boyayanlar, insan emeği emerek yaşayan vampirler, bize kendilerini “demokrasi” cennetleri olarak sunuyorlar.

Kimdir Kızılderili yerlileri, Amerika’nın yerlilerini soykırıma uğratan? Bugünden beş yüz yıldan daha fazla önce gerçekleşen katliamın, soykırımın mimarları kimlerdir? Batı güçleri, ABD egemenleri değil midir?

Sömürgeciliğin “destanını yazan” ve bunu bize medeniyet taşımak olarak sunanlar kimlerdir, bu emperyalist soyguncular değil mi?

Kimdir yeryüzünü yağmalayan, yeryüzünün yok olmasına neden olacak hâle gelmesine neden olanlar, kapitalist yağmacılar değil mi?

Vietnam’ı hatırlayın. Kimdir Vietnam halkını imhaya tabi tutmaya kalkan?

Cezayir’de işgalci olan, binlerce insanın ölümüne, sömürülmesine, toprağın ve doğanın yağmalanmasına neden olan kimlerdir? Fransız “zarafeti” bu sömürgeciliğin üzerine kurulu olmasın?

Kimdir Hindistan’da “bir İngiliz kurşunu ile bir tek Hintli öldürmek masraftır” diyerek, sopalarla halkın kafasını patlatan işkenceciler, katiller kimlerdir? İngiliz “zekâsı”, bu sömürgecilik deneylerine dayanıyor olmasın?

Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı, yani hemen yakın dönemi hatırlayın. Buraları kana bulayan kimlerdir?

Irak’ta 2 milyon insanı öldüren, yerinden eden, sakat bırakan kimdir? Irak’ta kadınların ırzına geçenler kimlerdir? Demokrasinin beşiği, kendisine hayranlık besleyen liberallerimizin Amerikası değil midir? Bize din pazarlayanlar, efendilerinin karşısında öldürülen her Müslüman’ın kanı için bir miktar dolar mı istemektedirler?

Kimdir pandemi gibi saldırıları organize edenler?

Kimdir Ukrayna’da, halkın iradesine rağmen “Neonazileri” devreye sokarak, halkı katletmeye başlayanlar? Bugün, utanmadan, biz Ukrayna’da Rusya’yı oyalamaya çalışıyoruz diyenler kimdir? Kimdir bu katiller?

Nazi Almanyası’nın arkasına dizilip, 30 milyon insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya Savaşı’nın kundaklayıcıları kimdir? Hitler yenilene kadar arkasında duranlar, sonuçta yenilince, ona karşı propaganda kampanyaları yaparak “demokrasi” postuna bürünenler kimlerdir?

Kimdir Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını atanlar? Savaş bitmiş iken bunu yapanlar kimdir? Bugün bizim karşımıza geçip, “sivil ölümlerden” söz ediyorlar.

Bu, kapitalist-emperyalist sistemin kendisidir.

Bu, insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan kapitalist egemenliğin bizzat kendisidir.

İşte şimdi, bugün, Filistin halkına dayatılan bu soykırım, yeryüzü için yeni değildir. Bilinmez değildir. Yani tüm dünya, bu soykırımları, tüm dünya bu katliam politikalarını biliyor. Emperyalist egemenler, bugün hep birlikte, İsrail’in arkasında sıradadır.

Hiçbir emperyalist Batı gücü, hiçbiri, İsrail’i durdurmak için kılını dahi kıpırdatmayacaktır. Çünkü bizzat onların isteği ve politikası budur.

Biz bunları mesela Irak’tan tanıyoruz. Irak’a demokrasi götürüyorlardı. Başardık, dediler. Ama Irak artık eski Irak değil, demokrasisi de yok, dahası 2 milyon ölüsü var. Ve içinde Amerikan güçleri, Amerikan üsleri var.

Biz, Afrika’dan bunları tanıyoruz. Her Afrikalının vücudunda bıçaklarının izleri var.

Yani nerede bir katliam varsa, ardında bunlar vardır. Nerede bir hak ihlali varsa, arkasında bunlar vardır.

Öyle ise, Filistin’de, asla ve asla Hamas ve İsrail çarpışmıyor. Bu zaten gerçek de değil. Filistin halkı, tüm güçleri ile, tüm varlıkları ile İsrail’in saldırılarına karşı direniyor. Bu, Filistin direnişidir.

Ama bu kadar da değil.

Filistin halkının direnişi, gerçekte, dünyanın tüm ezilen halklarının direnişidir. Dünya tarihi boyunca halkların egemene karşı direnişinin bir parçasıdır. Bugün de, Filistin direnişi, emperyalist egemenliğe karşı bir direniştir, sömürgeciliğe karşı bir direniştir.

Bu nedenle Filistin direnişi, dünya halklarının, dünya proletaryasının, emperyalizme ve kapitalizme karşı direnişi olarak ele alınmalıdır.

ABD, İsrail’i korumak için, tüm güçlerini bölgeye yığmıştır. ABD, Filistin direnişini boğmak için İsrail’e her türlü desteği vermektedir. Ve öldürülen hiçbir Filistinli, çocuk, kadın, bebek, erkek, sivil olarak ele alınmamaktadır. Filistinlilerin çıplak soyulması söz konusu olunca “bu normaldir” ama bir İsrailli, bir Batılı soyulmuş ise, bu işkencedir, insanlık suçudur, öyle değil mi?

Bu aşağılık saldırı, Batı’nın egemenliği altında insanlık suçu olarak ele alınmamaktadır.

Bölgedeki tüm Arap devletleri, Suriye ve İran hariç, Filistin’e karşı saldırıyı durdurmak için kıllarını bile kıpırdatmamaktadır. Bölgedeki Arap ve İslam ülkeleri, sessizce İsrail ile ilişkilerini sürdürmektedir.

TC devleti de bunun içindedir.

Kendine işgal edilecek yer arayan, ABD adına tetikçilik yapmakta sınır tanımayan TC devleti, sahnenin önünde “Gazze kasabı” nutuklarını atarken, gerçekte İsrail’in politikalarını eleştirmiyor. Bu sahtekâr tutum, sahnenin arkasından İsrail’e petrol dâhil tüm gerekli malzemenin taşınması ile sürüyor. TC devleti, öylesine ikiyüzlü bir politika izliyor ki, tüm ikiyüzlü Arap devletleri ile aynı yerde duruyor.

Bu açık saldırganlık, “barışı sağlama”, “İsrail’in güvenliği” olarak gösterilirken, TC devleti de, “biz ticari anlaşmalar imzaladık, önceden, bunlara uymak zorundayız” diyor. Hem İsrail hiçbir savaş ve uluslararası hukuk kurallarına uymuyor hem de ona destek verenler “ama biz anlaşmalara uymak zorundayız” demekten geri durmuyor. Arap devletleri ile TC, bu tutumu ile İsrail’i açıktan desteklemekte, katliamlara ortak olmaktadır.

Batı, “İsrail’in savunma hakkı”ndan söz ediyor. İşgalci bir güç, işgale karşı direnenlerin karşısında “saldırıya uğrayan” muamelesi görüyor. Ne güzel bir çifte standart!

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, bu saldırganlığı, bu katliamcı elleri iyi tanımak zorundadırlar.

Sizin geleceğinizi çalanlar ile, Filistin halkına ölüm yağdıranlar aynı cinstendir.

Sizin emeğinizi, kanınızı fabrikalarda emerek, sizi açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, hastalıklara mahkûm edenler, Filistin halkına kurşun sıktıranlarla aynı soydan gelmektedir.

Sizin eğitim hakkınızı yok edenler, sizi vahşi bir sistemin içinde yaşamaya mahkûm ettiklerini sananlar ile, Filistin’e bombalar yağdıranlar aynı soydandır.

Sizin her hak arama eyleminizin karşısına TOMA ile, cop ile, birer gazı ile, kurşunlarla, hapishanelerle, işkencelerle çıkanlar, gerçekte, Filistin halkına saldıranlarla aynı ailedendir, kardeştirler.

Bunları iyi tanımak gerekir.

Bize insan hakları nutukları atanlar, bize demokrasi değerleri diye söylevler çekenler, bize medeniyet taşımaktan söz edenler, bize Batı değerlerinden dem vuranlar, gerçekte bu savaş baronlarıdır, uluslararası tekellerdir, dünya burjuvazisidir, emperyalist efendilerdir.

Zalime karşı, her yol ve araçla direnmek, hem meşrudur hem de zorunludur.

Bu nedenle, Filistin’de direnen halk, her Filistinli, aslında büyük insanlığın, açlık ve sömürü altında inleyen dünya proletaryasının bir parçasıdır.

Yeryüzünde insana ait ne varsa tümünü üreten işçi ve emekçilerdir. Biz işçi ve emekçiler, emeğimizin ürünlerine ulaşamaz hâldeyiz. Ürettiğimiz her şey efendilerin sofrasındadır. Ve bunun binlerce yıllık tarihi vardır. İşte, bu mücadele binlerce yıldır direnenlerin ortak mücadelesidir.

Meşin Kaplı Kitap

Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı,
Ay altında dün gece
Deli bir derviş gibi,
Mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi,
Okudum saatlerce…

Yaldızlı meşin kabın
Parçalanmış koynunda uyuklıyan kitabın,
Çevirdikçe küf kokan her sarı yaprağını,
Sandım ki eşiyorum bir mezar toprağını.

İnce el yazıları canlandı birer birer
Masallarda çizilen yüzleri gösterdiler:
İblis bir yılan oldu, Âdem Havva’ya kandı,
Kardeşini öldüren lânetli ruhu gördüm.
Koca tahta bir gemi ummanlarda çalkandı,
Ufuklardan güvercin bekleyen Nuh’u gördüm.
İsmail’in topuğu kumdan çıkardı zemzem.
Turu Sina’da Musa kaldırdı kollarını,
Asasını vurunca yarıldı Bahri Kulzem
Buldu Beni İsrail Kudüs’ün yollarını.
Zekeriya zikrini
Bir sonsuz aha verdi,
doğdu İsa, bikrini
Meryem Allaha verdi,
Kureyşi Muhammed’e kucak açtı Medine.
Bir ateş mezar oldu Kerbela Hüseyin’e…

Sayfalar döndükçe bunlar hep birer birer
Doğrulup devrildiler.
Ay battı güneş doğdu,
Kalbimde ateş doğdu.
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedî uykuya
attım kör bir kuyuya…

Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!..
Karanlıkta çizilen izleri görmek için,
Görüp yüz sürmek için,
Yazık yazık bize ki bir çırağ gibi yandık…
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet.
Çalışan esirlere İsa, Musa, Muhammet,
Sade bir satır dua, bir tütsü, buhur verdi,
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Ne beş vaktin ezanı, ne Anjelüs çanları
Zincirden kurtarmadı yoksul çalışanları.
Yine biz köleleriz, efendilerimiz var,
Yine her mel’un taşı yosunlanmış bir duvar,
Esir – efendi diye koymuş da adlarını,
İki bahta ayırmış arzın evlâtlarını.
Efendi işletiyor, esir işliyor yine.
Yine efendilerin gümüşlü sofrasından,
Kar gibi ekmeğinden, şarap dolu tasından
Kırıntı, artık bile düşmüyor işliyene.
Yine biz esir geçen her günün akşamında
Eve sade bir lokma ekmek götürüyoruz.
Gece yağmur inlerken evimizin damında,
Isınabilmek için güneşi bekler gibi
Birbirine sokulan hasta köpekler gibi
Yırtık yorganımızın altında titriyoruz.
Çiftimiz, balyozumuz, sonsuz çalışmamızla,
Asırlardır bağrında inliyen kazmamızla
Heyecana geldi de kara toprağın kalbi,
Kendini teslim eden taze bir kadın gibi,
Çiçeklerle donandı dünya isimli ağaç.
Biz bu ağacın dibinde ölürken aç,
Efendiler gösterip sırıtan dişlerini
Birer birer topluyor bütün yemişlerini…

Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler
Ebedî karanlığın boğulsun kollarında.
Artık temiz ruhların aydınlık yollarında
Sade bir din, bir kanun, bir hak:
İşliyen – dişler…

Nâzım Hikmet

Bu mücadele, ezen ile ezilen mücadelesidir. Bu mücadele egemen ile halkların mücadelesidir. Bu mücadele işçi ve emekçilerin sömürene karşı mücadelesidir. Din ve dil ayrımı, ırk ve cins ayrımı, yaşlı ve genç ayrımı gözetmeksizin, bu bir özgürlük ve sömürüsüz dünya mücadelesidir.

Saflar buna göre belirlenmektedir.

Laiklik… Ama nasıl?

“Tanrı’yı toplumun merkezinden uzaklaştırmaya çalışan seküler gündemli
küresel bir çaba da var. Tanrı bir kez merkezden uzaklaştırılırsa,
insanlar kendi efendileri hâline gelir… Sekülarizme karşı direnmeliyiz.”
(Ugandalı pastör Julius Rwotlonyo, 2020)

20. yüzyılın son onyılları, Batı düşüncesi için deyim yerindeyse derin “düşkırıklıkları” çağı oldu. “Modernizm” kendisine atfedilen sonuçları vermemiş; “ilerleme” vaadleri dünyayı iki kez devasa çaplı savaşa sürüklenmekten alakoyamamış; “akılcılık” başta Holokost olmak üzere bir dizi soykırımın gölgesinde paramparça olmuş; insanların yaşam kalitesini yükselteceği varsayılan teknoloji, insan faaliyetinin yaşam boyu bir vidayı sıkıştırmaya indirgendiği bir yabancılaşmaya ya da milyonlarca kişiyi bir anda yok edebilecek dehşetli bir savaş aygıtına malzeme olmuştu.

“Düşkırıklığı”na konu olan bir başka “modernist” tahayyül de, bilimsel gelişmenin ilerleyen bir biçmde “doğaüstü”ne bağlanan korku ve kaygıları gidereceği, bunun ise aklın imanı altetmesi, dolayısıyla da dinin en azından kamusal alandan çekilerek bireysel vicdanla ilgili bir konuya indirgenmesine, yani “laikleşme/ sekülerleşme”ye yol açacağı yönündeki iyimser beklentiydi.

Olmadı… “Laikleşme/ sekülerleşme” ya da, daha doğru bir deyişle bunların ulus-devlet politikalarına uygulanması anlamında laisizm/ sekülarizm yönetimde bir “aklileşme”ye, barışçılığa, hoşgörüye vb. yol açmadığı gibi, imanı bireysel vicdanın konusu kılmada da başarılı olamadı. Dahası, laisizm/ sekülarizm politikalarının “despotik/otokratik” uygulamalara yol açtığı ve genellikle Batı’nın kültür emperyalizmiyle özdeşleştirildiği Batı-dışı coğrafyalarda fundamentalist “diriliş” 20. Yüzyılın son çeyreğine damgasını vuracaktı.

Tabii yalnız Batı-dışı coğrafyalarda ve artık bir yorum alışkanlığına dönüştüğü hâliyle yalnızca Müslüman ülkelerde değil… İsrail’de Likud partisinin yükselişi (1977), Vatikan’da “fundamentalist” bir Papa’nın göreve seçilmesi (1978), SSCB’yi “Yeşil Kuşak”la kuşatma stratejisi, reel sosyalizmin çöküşü sonrası eski sosyalist coğrafyada tırmanışa geçen dindarlık, neoliberal politikaların varlık temellerini sarstığı Batılı “orta sınıflar”ın tepkilerine yoksul Güney ülkelerinden Kuzey’e yönelen göçlerin de eklenmesiyle yükselen Hıristiyan fundamentalizmi… Gilles Kepel’in “Tanrı’nın İntikamı”[1] dediği görüngüye yol açtı.

Modernite ve Sekülarizm/ Laikliğe yönelik “düşkırıklığı”nın entelektüel tercümesi ise “postmodernizm/ postsekülarizm” olacaktı. “Suçlu”yu failde değil de fiilin sonuçlarında arayan, “Aydınlanma”, “Akılcılık”, “Modernizm”, “Laiklik” gibi hayali suçlular üretirken bunları şekillendiren ve damgasını vuranın küresel(leşen) ve dizginlerinden boşalmış kapitalist ilişkiler, frensiz bir sömürü ve kâr güdüsü olabileceğini aklına getirmeyen, dolayısıyla da asli faili “aklayan” bir entelektüel yanılsama…

“Sekülarizm/laiklik”e son onyıllarda yönelen eleştiri bombardmanı, böylelikle yalnızca Müslüman-Hıristiyan-Yahudi-Hindu vb. fundamentalizm(ler)den değil, aynı zamanda sol/ liberal/ postmodern entelektüellerden de kaynaklanmaktadır. “Post-seküler söylem”e göre bir Batı/ Aydınlanma mamûlatı olan sekülarizm/ laiklik, Batılı güçlerin “dünyayı biçimlendirme” misyonlarının bir unsuru görevini görmüş, devlet(ler)in dindar yurttaşları bastırmasına yol açmış, onların yaşam ve düşünce tarzlarını şekillendirme girişimlerini meşrulaştırmış, böylelikle kendisine içkin özgürleş(tir)me vaadinin tam tersi sonuçlara yol açmıştır, vb. vb.

Fundamentalistlerin sekülarizm/laikliğe yönelik saldırılarına entelektüel payanda teşkil eden[2] “postseküler söylem”in sihrine kapılmanın, en azından iktidar partisiyle “iltisaklı” fundamentalistlerin de itimleriyle dinsel etkilerin gündelik yaşamın her alanına, özellikle de kamusal alana günbegün daha fazla nüfuz ettiği bir ülkede, bir “aymazlık” olduğu ortaya yeterince çıktı.

Bu çerçevede “Laiklik/sekülarizm nedir?”, ve “nasıl bir laiklik//sekülarizm?” sorularına bu coğrafyanın sosyalistleri olarak yanıt aramak bir zorunluluk hâline geldi…

Dilerseniz önce “Laiklik/sekülarizm nedir?” sorusuyla başlayalım… Önce sekülarizm…

Sekülarizm Nedir?

“Sekülarizm” konusunda temel kitaplardan birinin yazarı Jacques Berlinerblau, terimin anlamı konusunda ortaklaşılmadığı “itiraf”ıyla başlıyor sözlerine.[3]

Berlinerblau da “sekülarizm’in tanımını Hıristiyanlığın köklerine, Romalılara vergi vermenin doğru olup olmadığını soran erken Hıristiyanlara İsa Peygamber’in verdiği “Sezar’a ait olanı Sezar’a, Tanrı’ya ait olanı Tanrı’ya verin” (Matta 22: 21; Markus 12: 17) yanıtına dayandırıyor. Bu sözlerin Hıristiyan düşüncesine iki bin yılı aşkın süredir damgasını vuran bir ikiliğe (Hükümdarın alanı ile Tanrı’nın alanı) işaret ettiğini vurgulayan Berlinerblau, bu ikiliğin, Hıristiyanlığın hâkim din olarak neredeyse tüm Avrupa’ya yayıldığı Aziz Augustinus’un çağında, bizzat Augustinus tarafından yeniden yoruma tabi tutulduğuna işaret etmekte. Bu kez, ayırım Augustinus’un Saeculum adını verdiği, mümin-günahkâr tüm hıristiyanların (Adem’in sürüldüğü) şu düşkün dünyada İsa Peygamber’in dönüşüne dek geçirmek zorunda olduğu zaman dilimi içerisinde, erdemli ve dindar gerçek Hıristiyanların yaşadığı, Tanrısal alemin yeryüzündeki izdüşümü olan “Tanrı Kenti” ile günah, kötülük, inançsızlık ve bencillikle yüklü, yönetici yetkelerin ülkesi “İnsan Kenti” arasına yerleştirilmiştir. “İnsan Kenti”nin yöneticilerinden beklenen, alanlarını Hıristiyanlık iman ve erdemine uygun yönetmeleridir. Bir başka deyişle krallar, prensler Papa’nın yolundan sapmamalıdır[4]

Görülebileceği üzere, din ile devlet arasında, iman/ibadet ya da genel olarak uhreviyat ile gündelik/dünyevi işlerin yönetilmesi arasında, ne Hıristiyanlığın ne de İslâm’ın kaçınabileceği bir ayırım, “kitaplı” dinlerin kurumsallaşmasından itibaren vardır ve dinler neredeyse başından itibaren bu ayırımla baş etmek durumunda kalmıştır. Din “uhrevi olan”la ilintilendirildiği ölçüde (İslâm’da şer’i ve örfi hukuk ayırımıyla çözümlenmeye çalışılan) bu ayırım, ruhban olsun-olmasın tüm yöneticilerin ayağına takılacaktır. İşte seküler terimi, ikiliğin dünyevî ucuna işaret etmektedir. Ya da “eski Fransızca’daki seculer (ki bu da Latince saecularis teriminden türemiştir) teriminden Orta İngilizce’ye aktarılan ‘secular’ sözcüğü başlangıçta bir manastır tarikatının dinsel kurallarıyla bağlı olmayan ruhbana işaret ediyordu. Orta İngilizce’de ise Batı Avrupa’da tarihsel olarak Roman Katolik Kilise’nin tekelinde olan ilahi-kutsal ya da “uhrevi” alana karşı ‘bu dünyaya ait/ dünyevi’ alana da işaret edebilmektedir. Gerçekten de ‘secular’a dayalı sözcüklerin kullanımının evrimi, başka şeylerin yanında uzun ve çekişmeli bir tarihi yansıtır; ‘sekülarizm’ve militan Latin kardeşi ‘laisizm’ Batı Avrupa’da hâlen ya da bir zamanlar Roma Katolisizmi’nin hükmettiği Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmıştır. ‘Seküler’ sözcüğünün bir dinsel kurum ve değerlerin ulus-devletin dünyevi işlerinde rol oynamaması gereğini vurgulayan ‘sekülarizm’ doktrinini savunan ‘sekülarist’lerle ilişkilendirilmesi ise ancak ondokuzuncu yüzyılda gerçekleşir.”[5]

Sekülarizm kavramının “Batı (Hıristiyan) dünyası”nın tarihsel gelişmeleri çerçevesinde biçimlendiği doğrudur, ama kavramın işaret ettiği sorun, Batı uygarlığını ya da Hıristiyan dünyasını aşarak özgül bir insan topluluğuna bir “nizam” verme iddiasındaki tüm inanç sistemlerine taalluk eder. İnanç sisteminin bağlandığı doğaüstü alan ile bu alan tüm insan ve toplum yaşamını kapsayamayacağına ve ilerleyen zamanın köken öğretide karşılığı olmayan yeni soru(n)lar çıkartacağına göre, iman etmeleri beklenen insanların “iman” sınırları dışında kalan (“dünyevi”) yaşamlarının nasıl düzenleneceği sorunu… 19. Yüzyıl sonlarında tanımlanan “Sekülarizm”, 20. Yüzyıl başlarında neredeyse “evrensel” bir model niteliği kazanan ulus-devletlerin bu “sorun”a getirdikleri yanıt olmuştur.

Kavramını imal eden, 19. Yüzyılda mensubu olduğu “özgür düşünceliler” hareketi için “ateist”, “kâfir”, “özgür düşünür”, “imansız” vb. nitelemelerden daha uygun bir isim arayan İngiliz sendikacı ve gazeteci George Jacon Holyoake (1817-1906) idi. “Sekülarizm” Holyoake’a göre siyasetten, azınlık dinlerin mensuplarından ya da başka ilkelerdense, kişisel etik ile ilgiliydi. “Dinsel değerlere hakaret”in hapisle cezalandırıldığı bir dönemde, Holyoake ve çevresi “düşünce ve ifade özgürlüğü”nü ve bunların ayrılmaz bütünlüğünü savunuyordu. Holyoake’a göre “devlet hiçbir dini yasaklamamalı, hiçbir dini dayatmamalı, hiçbir dine maddi destek sağlamamalı”ydı.[6] Bir başka deyişle, Holyoake’un “sekülarizm”i, dine karşı kayıtsızlık, dinsel ilke, kural vb. ile kayıtlanmamış bir yaşamı sürdürebilme hakkı/olanağıydı.

Holyoake’un izleyicisi ve muarızı, bir başka İngiliz özgür düşünürü, militan ateist Charles Bradlaugh (1833-1891) ise öncelinin tersine, “sekülarizm”in ancak ateizm olabileceğini öne sürmekteydi.

Her ne kadar kavramı formüle edenler Holyoake ve Bradlaugh olsa da, “seküler”lik düşüncesi Batı dünyasında uzun ve çekişmeli bir tarihsel süreç içerisinde biçimlenmiştir. Berlinerblau bu meyanda Papa’nın plenitudo potestatis’ine (mutlak iktidar) itiraz eden Fransız kralı Güzel Philippe’i (1268-1314), Romalı piskoposların “sapkın yönetme arzularını” topa tutan Padualı Marsilius’u (yakl. 1275-1342), Papa’yı “kirli ellerini başkalarına ait olana uzat”makla eleştiren Ockham’lı William’ı, yolsuzluğa, açgözlülüğe boğulmuş (Katolik) Kilise’ye karşı seküler prenslerin yönetimini evla gören Martin Luther’i (1483-1546), yüz yıllık din savaşlarından harap olmuş Avrupa’da “hoşgörü” ilkesini savunan ve bunun ancak din ile yönetimin ayrılması ile sağlanabileceğini savunan Aydınlanma filozofu John Locke’u (1632-1704), Locke’un ilkelerini ABD Anayasası’na geçirmeye çalışan iki “Kurucu Baba”, James Madison (1751-1836) ile Thomas Jefferson’u (1743-1426) sayar. Başkaları başka isimleri de ekler.[7] Ancak seküler düşüncenin tarihine ilişkin neredeyse tüm anlatıların ortak ihmali, Ortaçağ boyunca hem İslâm hem de Hıristiyan dünyasında patlak veren alt sınıf “rafızi/heterodoks” ayaklanmalarının bu alandaki yabana atılamayacak katkısıdır.

Gerek İslâm gerekse Hıristiyan coğrafyasında köylüler, serfler, köleler, kent yoksulları tüm bir ortaçağ boyunca dinin egemenlerin elinde bir tahakküm ve (özellikle Hıristiyan dünyada Kilise’nin) muazzam servetleri kontrol eden bir sömürü aygıtına dönüşmesine şiddetle karşı çıkar, bu yolda imparatorlukların güçlükle bastırdığı ayaklanmalar çıkartırken bunların bir kısmı, kendi “seküler” komünlerini oluşturmuştır.[8] (Örneğin 10. Yüzyılda Bahreyn’de seküler bir cumhuriyet kuran Karmatiler[9]…)

Bu uzun bir tarihsel kesite ve geniş bir coğrafyaya yayılan sekülarizm kavramının ve ondan farklı, ancak onunla bağlantılı olan seküler, sekülerleşme kavramlarının birbirinden oldukça farklı anlamlar yüklenmiş olması, doğaldır.

Hemen belirteyim, benim burada üzerinde durduğum, bireysel bir tutum ya da toplumsal kültürel görüngülere işaret eden seküler/sekülerleşme kavramı değil[10], münhasıran devletin din ve dinsel kurumlar karşısındaki politikalarına/pratiklerine işaret eden sekülarizm (ya da laisizm/laiklik)dir.

Tanım(lar) konusunda bir uzlaşı sağlanmış olmasa da, sekülarizm/laikliğin birkaç ilkesini saymak, mümkün. Berlinerblau’nun oldukça kullanışlı ilkeler sıralamasını izeleyecek olursak;

1. Eşitlikçilik: Seküler bir devlet, yurttaşlarının yasalar önündeki eşitliğini varsayar.

2. Din(sel kurumlar) ile Devletin ayrılığı.

3. Devletin (dinsel kurumlar karşısındaki) üstünlüğü.

4. Yönetim erkini kısıtlayan içsel mekanizmaların varlığı.

5. Vicdan (inanç) özgürlüğü.

6. Kamu düzeninin korunması.

7. Dinsel inanç ve pratiklerin çoğulluğunu varsayan ve kabullenen hoşgörü.

8. İnanç-eylem ayırımı. (“devlet size neye inanacağınızı söyleyemese de, nasıl davranıp davranamayacağınızı söyleyebilir.”[11])

9. Tarafsızlık: Devletin iman temelli tüm topluluklara (ve de inancı olmayanlara) eşit mesafede durması, herhangi bir din ya da inanç sistemine diğerleri karşısında herhangi bir ayrıcalık atfetmemesi.

10. Akılcılık: Devletin kendi politikalarını çizerken doğaüstü açıklamalar ya da “kutsal” sayılan buyrultulardansa akılcılık, bilimsellik ilkelerini rehber edinmesi.

Bu ilkeler, bir arada bir devletin temel yöneliminin seküler olup olmadığını tayin eder. Kuşkusuz her devletin ne ölçüde ve nasıl “seküler/laik” olduğunu belirleyen, bu ilkelerin özgül bileşimini biçimlendiren tarihsel koşulları ve hayata geçiriliş tarzlarını koşullayan aktüaliteleridir. Bu özgüllükler ise ele aldığımız konuda karşılaştığımız tanım çoğulluğunu karşımıza çıkartan temel etkendir.

Sekülarizmin/Laikliğin Biçimlenişi: Fransız Usulü Laiklik

Bir devlet siyaseti olarak “sekülarizm”, denilebilir ki bir potansiyel olarak hem Hıristiyan hem de İslâm dünyalarında görülen, dinsel-dünyevi yetkeler arasındaki gerilimlerde mevcuttur. Batı dünyasında bu gerilim prens/krallar ile Papa arasındaki çatışmalarda açığa çıkarken, kurumsal bir ruhbanın bulunmadığı İslâm’da sultanların dinsel yetkeleri de ellerinde toplamaları ya da dinsel temsilcileri kendilerine tabi kılmalarıyla çözümlenmiştir.

Öte yandan, yukarıda da belirttiğim gibi, Ortaçağ boyunca gerek İslâm, gerekse Hıristiyan dünyalarında patlak veren “baldırıçıplak ayaklanmaları” dinin, ama daha çok ruhbanın egemen sınıflarla bütünleşmesinin köklü bir eleştirisini getirmekle, hiçbir kurumun dokunulmaz olmadığı fikrine zemin hazırlayacaktır.

Ancak sekülarizm politikalarının biçimlenişi, Batı dünyasında derin siyasal altüstlüklerin yaşandığı 18. yüzyıla tarihlenmektedir. Bu gelişimin, ülkelerin özgüllükleri bir yana, Katolik ve Protestan coğrafyalarda benim burada Laiklik ve Sekülarizm olarak adlandıracağım iki farklı modele yol açtığı söylenebilir. Bu modeller, en tipik hâlleriyle Fransız laisizmi ve ABD sekülarizminde tezahür ettiğinden, bu iki hattı izlemek, bize daha net bir fikir verecektir.

Fransız Aydınlanması’na hükmeden iki ana düşünce, ruhban-karşıtlığı ya da antiklerikalizm ile maddeciliktir. Bu fikirler Aydınlanma filozoflarının yazılarında sık sık su yüzüne çıkar. Dini (özellikle Hıristiyanlığı) akla karşı olmakla, insanlığın mutluluğunu engellemekle ve siyasal zorbalığa zemin hazırlamakla eleştiren, bilgisizlik ve korku zemininde hayat bulduğunu ve zenginlerin, yöneticilerin çıkarlarını koruduğunu söyleyen “militan maddeci” Baron d’Holbach’ın görüşleri, Aydınlanma filozoflarının belki fazlaca vurgulanmış genel kanaatlerini özetlemektedir.

Fransız Aydınlanmasının ruhban karşıtı fikirleri, 1789 Fransız İhtilali’nde en ikircimsiz ifadesini bulacaktır. Kuşkusuz Fransız devriminin radikal antiklerikalizmi, Aydınlanma’nın fikirlerinden çok, Devrim öncesinde hâkim olan Eski Rejim’de (Ancien Régime) Kilise ile soylular arasındaki -halka karşı oluşmuş- sıkı ittifaktı. Kilise elinde toplanan muazzam topraklarda serf ve köylüleri zorla çalıştırıyor, gırtlaklarına dek yolsuzluğa belenmiş ruhban mensupları yoksul halkı soyuyor, alt sınıflar açlık ve yoksulluktan kırılırken soyluların yanısıra yüksek ruhban bolluk ve sefahat içinde yüzüyordu.

1789 yılında Kilise’nin geliri devasaydı. Tüm Fransa’da toprakların yüzde altısı kilise mülküydü; bu topraklardan elde ettiği gelirin yanısıra, tüm tarımsal üretimin yüzde onuna denk bir aşar vergisi alırken, tüm gelirleri vergi kapsamı dışındaydı. Mayıs 1789’da Kral XVI. Louis’nin çağrısıyla toplanan Etats Generaux’nun gündeminde, ülkenin dört bir tarafından yağan ruhban suiistimallerine ilişkin şikâyetler yüklü bir kalem oluşturmaktaydı.[12]

Bu nedenledir ki Fransız devrimi patlak verdiğinde, Saray’ı olduğu kadar Kilise’yi de hedef aldı. Kilise mülklerine el konuldu, ruhban tüm ayrıcalıklarından soyularak göreve başlarken devlete bağlılık yemini etmesi gereken maaşlı devlet memurlarına dönüştürüldü, yasalar Hıristiyan ahlâksal ilkelerinden ve her türlü dinsel atıftan arındırıldı, boşanma yasalaştırıldı, doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarının tutulması görevi sivil kuruluşlara devredildi, Hıristiyan takvimi lağvedildi. Hatta Hıristiyan inanç ve ayinlerini ikame etmek üzere Akıl Kültü, deist Yüce Varlık kültü gibi kültler tesis edilip bunlara ilişkin ayinler, festivaller düzenlense de bu girişim kısa ömürlü olacaktı. Ancak kamusal ibadetler büyük ölçüde sınırlandırılacak, devlete bağlılık yemini etmeyi reddeden onbinlerce din adamı sürgüne gönderilecek, 2-3 000 kadarı idam edilecek, hatta Napoleon önderliğindeki devrimci hükümet Vatikan’ı istila ederek papa VI. Pius’u tutuklayıp hapsedecekti. Papa tutukluluğu sırasında yaşamını yitirdi.

Fransız İhtilali’nin ruhban karşıtı şiddeti Napoleon Bonaparte’ın dizginleri ele geçirmesiyle tedricen sönümlenecekti. Napoleon Papa VII. Pius’la Katolisizmi Fransız halkının çoğunluğunun dini olarak kabul eden bir anlaşma (Concordat) imzaladı (1801), devrim sırasında yitirdiği ayrıcalıkların bir kısmı Kilise’ye iade edildi. Ama hepsi değil. İhtilal Devletle Kilise arasındaki dengeyi, tersine döndürmüştü, Kilise bundan böyle devlete tabi olacaktı. Ruhbanın maaşlı memur statüsü ve bağlılık yemini etme yükümlülüğü sürecek, dinsel cemaatler devlete kayıt yaptıracak ve sözcüleri aracılığıyla devlet nezdinde temsil edilecekti. Kilise mülklerini sonsuza dek yitirmişti, rahipler ibadethanelerinde dinsel görevlerini ifay etme olanağına yeniden kavuşmuş olsa da, ibadetlerin kamu düzenini ihlâl edip etmediğini denetleme yetkisi, valilere verilmişti. Benzer anlaşmalar Protestan (Lutherci ve Calvinci) (1802) ve Yahudi cemaatiyle (1806) de imzalandı. Devrim Fransası Yahudileri gettolardan çıkartarak inanç ve ibadet özgürlüklerini tanıyan ilk Avrupa ülkesi olmuştu. Piskoposların atanması, rahiplerin eğitimi ve maaşları, devletin görev alanı olmuştu. Aynı dönemde devlet örgütünde din işleriyle ilgilenecek özel bir birim oluşturuldu.

Din-devlet ilişkilerinin “laiklik” versiyonu, yani dinin devletin kontrolü altına girmesi, böylelikle ilk kez Devrim Fransası’nda gerçekleşecekti.

Ne ki, bu da bir anda olmadı. Napoleon’un ardından Kralcılar, muhafazakârlar ve geleneksel Katoliklerin oluşturduğu eski Fransa ile liberal Katolikler, sosyalistler, radikal demokratlar, anarşistler, Protestan azınlıklar, Masaonlar ve Yahudileri saflarında toplayan Cumhuriyetçiler[13] arasındaki mücadele, özellikle okullarda okutulacak müfredat, dinsel simgelerin kullanımı, aile hukuku (1792’de yasallaştırılan boşanma 1816’da yasaklanmış, 1884’te ise yeniden yasal hâle getirilmişti) vb. konularda bütün şiddetiyle, yüz yıl kadar sürecek ve 1905’te laiklerin nihaî zaferini temsil eden “Kilise ile Devletin Ayrılması Yasası” ile sonuçlanacaktı. Yasa inanç ve “düzeni bozmaması” kaydıyla ibadet özgürlüğünü tüm yurttaşlarına tanıyor, devletin herhangi bir dinsel cemaati tanımayacağını, finanse ya da sübvanse etmeyeceğini belirtiyordu. Böylelikle Napoleon Bonaparte’ın Papa VII. Pius’la imzaladığı Concordat lağvedilmiş, Katolisizm devletin resmi dini olmaktan çıkartılmış, devletin ruhbanı finanse etme uygulamasına son verilmişti. El konulan kilise malları devletin uhdesinde olmakla, devlet bunların bakım ve onarımını taahhüt etmekteydi. Dinsel simgelerin kamusal alanda kullanımı yasaktı.

Sekülarizmin Fransa’daki bu tikel şekillenişi, terim konusunda bir uzlaşı sağlanmış olmasa da, Laisizm olarak adlandırılır. Bu, olasıdır ki Fransız İhtilali’nin tanımlayıcı vasıflarından biri, belki de en önemlisi olan “ruhban-karşıtı” (anticlerical) niteliğinden kaynaklanmaktadır. Kavramın kökenini oluşturan laicus terimi Ortaçağ’da ruhban olmayan, yani herhangi bir dinsel görev ya da mevkii olmayan (sıradan) Katolik mümini tanımlamaktaydı.[14] Ve Fransız İhtilali, ateistlerin, deistlerin, agnostiklerin vb. “din karşıtı” tepkilerinin değil, “laicus”ların, “ruhban karşıtı” tepkilerinin damgasını taşımaktaydı. “Laicus”, yani “sıradan insanlar”ın devleti, Kilise’yi denetimi altına almıştı! Bu nedenledir ki, yukarıda Berlinerblau’dan aktararak sıraladığım tanımlayıcı ilkeler arasında “Devletin (dinsel kurumlar karşısındaki) üstünlüğü” ilkesi, bir başka deyişle dinin devlete tabi olması hâli, Fransız laikliğinin ayırt edici özelliğini oluşturur.

Sekülarizmin/Laikliğin Biçimlenişi: ABD’nin Sekülarizmi

Modern çağda din-(ulus-) devlet ilişkileri (Katolik) Fransa’da dinsel kurumların devletin denetimi altına alındığı “laik” yönelişi izlerken, Protestan ABD’de durum oldukça farklıdır.

Kuzey Amerika’nın doğu kıyısındaki Britanyalı yerleşimciler 1776’da yayınladıkları “Bağımsızlık Bildirgesi”yle Britanya’dan ayrıldıklarını ilan ettiler. Yeni cumhuriyetin tüm eyaletlerince kabul edilen Federal Anayasa, ABD’de “herhangi bir kamu görevine atamada dinsel aidiyetin sorgulanmayacağını” hükme bağlıyordu. (Oysa İngiltere’de tüm kamu görevlilerinin İngiltere Kilisesi mensubu olması zorunluydu.)

Bu Anayasa’da 1791’de yapılan değişiklikler, yasama organının bir dinin kurulmasını düzenleyen ve din özgürlüğünü sınırlayan bir yasa yapamayacağını kayda bağlıyordu. Kilise ile devlet birbirinden ayrılmıştı. ABD’nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un mimarı olduğu bu düzenlemeler[15] devleti her türlü dinsel vasıftan ayırırken, yurttaşların inanç özgürlüğünü de güvence altına alıyordu. Öyle ki ABD’nin Trablus’daki Müslüman hükümetle imzaladığı anlaşmada “ABD Hükümeti’nin hiçbir şekilde Hıristiyanlık üzerine temellenmediği” belirtilecekti.[16]

Nüfusun büyük çoğunluğunun tekil ve hegemonik bir dinsel sistemin (Katolisizm) etkisi altında olduğu Devrim öncesi Fransa’nın aksine, ABD nüfusu başta Avrupa’daki dinsel kovuşturmalardan kaçan tarikat ve cemaatler olmak üzere, dünyanın her köşesinden gelen farklı din, mezhep, tarikat ve inanç mensuplarından oluşmaktaydı. Bunların büyük çoğunluğu için sekülarizm, dinsel tahakkümden korunmaktansa, dinini özgürce yaşayabilmek anlamına gelmekteydi; yani dinin devletin kontrolü altında olmasındansa, vicdan özgürlüğü…

Ancak ABD Anayasası’nın kendilerine tanıdığı özgürlüklerden bolca yararlanan cemaatler, bu sınırları genişletme konusundaki girişimlerden geri durmayacaklardı. ABD mahkemelerinin tarihi, şu ya da bu cemaatin, “kendi” inanç sistemlerine tanınan özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi ya da devletin tarafsızlığının getirdiği Anayasal kısıtlamaların vicdan özgürlükleriyle çeliştiği savıyla açılmış davalarla doludur. 1860’lı yıllardan itibaren ABD’nin “Hıristiyan” bir ulus olduğunun Anayasa’ya kaydedilmesi konusunda uğraş veren Ulusal Reform Derneği’nden (bunu gerçekleştiremeseler de para birimine “Tanrı’ya güveniyoruz” yazdırmayı başaracaklardır), dinlerinin bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine cevaz verdiği, bu nedenle bir çokeşliliği yasaklayan yasaların vicdan özgürlüğünü ihlâl ettiğini savlayan Mormonlara, dinsel ayinlerinde halisünojen bitkiler kullanan ve uyuşturucu yasağının kendileri için geçerli olmamasını savunan yerli cemaatlerine, her gün yeni bir dava çıkmaktadır ABD mahkemelerinin karşısına…

Görüldüğü üzere, yukarıda da belirttiğim gibi, sekülarizm/ laiklik tanım ve uygulamaları hem tarihsel süreç içerisinde, hem de ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiği, vurgu sekülarizm/ laiklik görüngüsünü biçimlendiren ilkelerden kâh birine, kâh diğerine yöneldiği için tanım üerinde uzlaşma sağlanamamakta. Örneğin kimi sekülarizm araştırıcıları, devletin başı aynı zamanda İngiltere Kilisesi’nin de başı olan, Lordlar Kamarası’nda 26 koltuğun piskoposlara tahsis edildiği, Hıristiyanlığın kamusal alanda bolca boy gösterdiği, çok sayıda kamu okulunun başta İngiltere Kilisesi ve Katolik Kilise olmak üzere (ancak buna Müslüman, Yahudi, Sih, Hindu gibi azınlık dinleri de katılmaktadır) dinsel cemaatlerce yönetildiği İngiltere’yi “seküler” bir ülke saymamaktadır. (Örneğin Berlinerblau). Ama bazılarına göre de, İngiltere benim bu yazıda “sekülarizm” olarak tanımladığım görüngünün yetkin bir örneğidir …

Yine de konuyla ilgili yazıp çizenlerin tanımları genel hatlarıyla iki model (Fransız-Anglosakson/ ABD) arasında gidip gelir. (Rowan Williams ilkini “programatik”, ikinciyi ise “süreçsel” sekülarizm olarak tanımlarken, Charles Taylor da “kapalı” ve “açık” sekülarizmlerden söz ediyor.[17] Brett G. Scharffs ise”sekülerlik” işe “sekülarizm” ayrımını yapıyor.)

Türkiye’nin “Laikliği”

Türkiye, sekülarizm/laikliğe ilişkin literatürün en “ilginç” vakalarından birini oluşturuyor, kuşkusuz…

Bu “nev’i şahsına münhasır” laikliği kavrayabilmek için tarihine bakmak gerek. Osmanlı İmparatorluğu, hiç kuşkusuz ki “seküler” ya da “laik” olarak tanımlanamaz. Ama “teokratik” olarak da tanımlanması mümkün değil. Osmanlı’da aslî, mutlak ve birincil olan, Sultan’da tecessüm eden “devlet”ti, “devlet-i âliyye” ya da “devlet-i ebed müddet”… Geri kalan herşey, devletin “bekâsı”na tabiydi, bu anlamda din görevlileri dahil hiç kimsenin, hiçbir mevki ya da mercinin dokunulmazlığı yoktu. Sultanın kardeşleri, vezir-i azamlar, komutanlar şeyhülİslâmlar[18] dahil olmak üzere her kişi her an “devlet aklı” (?) gereği “hâl edilme” ya da mevkiinden edilme riskiyle karşı karşıyaydı.

Devletten özerk bir dinsel kurumun bulunmayışı, din adamlarını (ulema) devletin hizmetine koşmaktaydı, “Osmanlı’da öncelikli olan devlet gerekleridir, din tamamıyla devletin otoritesinin emrinde bir kurumdur,” diyor Gül Tuba Dağcı ve Adnan Dal.[19]

Merkezi devletin dinsel çevreler karşısındaki gücü, Tanzimat fermanıyla birlikte, daha da artacaktır. Tanzimat, Osmanlı’nın Batılı devletlerin de baskısıyla dinsel alanı da kapsayan bir dizi reformuna sahne oldu; vakıfların devlet denetimi altına alınması, gayrımüslim uyruklara Müslüman utyruklarla eşit haklar tanınması ve kendi anayasaları dâhil bir çeşit özerklik tanınması, Şer’i mahkemelerin yanısıra karma ticari mahkemelerin kurulması ve Batı tipi okulların açılması, bu meyanda sayılabilir.

Ancak Cumhuriyet’le birlikte çok daha radikal adımlar atılacaktır. Anımsayalım:

1924: Hilafein ilgası, Şeriyye ve Evkaf vekaletlerinin kapatılması.

1924: Dinsel eğitim sisteminin kaldırılması, Tevhid-i tedrisat kanunu.

1924-37: Şer’i mahkemelerin kaldırılması, hukuk sisteminin laikleştirilmesi

1926: Türk Medeni Kanunu’nun kabulü ile birlikte, aile hukukunda çokeşliliğin ilgası, evlilik yaşı düzenlemesi, medeni nikâh, miras payları vb. düzenlemelerin getirilmesi.

1925: Şapka ve kıyafet kanunu

1925: Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şeyh, dede, baba vb. unvanların kullanımının yasaklanması. (“Türk büyükleri”ne ait türbeler 1950’de yeniden ziyarete açılacaktı.)

1928: Latin alfabesine geçiş

1928: 1924 Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslâm olduğunu hükme bağlayan maddesinin iptali.

1926-31: Uluslararası saat, ölçü ve takvim sistemlerine geçiş

1931-34: Kadınların yerel yöntimlerde ve genel seçimlerde seçme ve seçilme haklarının kabulü

1934: Soyadı kanunu

1937: Laiklik ilkesinin Anayasal düzlemde kabulü, Laikliğin Cunhuriyet devletinin temel özelliği olarak ihdası.

1949: Şeyhlik, babalık, halifelik gibi gelenekse mevkilerde bulunanlara hapis, sürügün ya da ağır para cezası verilmesi. (Sürgün cezası 1965’te kaldırılacaktı.)

Bu yasa ve önlemler çerçevesinde, 15-20 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, toplumun çehresi değişecekti. Kentlerin (tabii bu dönemde kentlerin nüfusun ancak yüzde 25’ini barındırdığı akıldan çıkmamalı) sokakları şapkalı, pantolonlu erkekler, etekleri dizaltı boylu, başı açık ya da saçları görünecek bir örtüyle kapatılmış, serbestçe gezinen kadınlarla dolmuş, erkan ve rical eşleriyle birlikte Cumhuriyet balolarında ellerinde içki kadehleriyle boy göstermeye başlamış, okullarda kız ve erkek öğrenciler aynı sıralarda ders görür, ulusal bayramlarda atlet ve şortlarıyla birlikte jimnastik yapar hâle gelmişti. “Muasırlaşma” dinin etkisini ve görünürlüğünü silip süpürmüştü adeta…

İslâm coğrafyasına dâhil ülkeler açısından, kabul edilmeli ki oldukça radikal bir dönüşüm. “Türk laikliği”, yerli-yabancı pek çok yazar tarafından Fransız laisizminin uç bir uygulaması, Jakoben/tepeden inme bir dayatmacılık vb. olarak yorumlanmıştır.

Ama neresinden baksanız, “garip” bir laikliktir bu. Fransız olsun, Anglosakson olsun Laiklik/sekülarizmin pek az unsurunu barındırmaktadır.

Örneğin din ile devletin ayrılması ve birbirinden özerkleşmesi, Laiklik/sekülarizm için bir “olmazsa olmaz” iken, Türkiye’de Hilafetin ilga edildiği gün, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli” Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tesis edilecektir.

Bir devlet kurumu olarak DİB, münhasıran İslâm’ın Sünnî yorumuna dayanan bir kurumdur. Bütçesi Müslüman-gayrımüslim, Alevî-Sünnî, dinci-seküler, inanan-inanmayan t,m yurttaşların vergilerinden alınan paydan oluşmasına karşın, sadece Sünnîliğe hizmet vermektedir.

Bir başka deyişle, Cumhuriyet Laikliği, aksi yönde bir talepte bulunmadıkları sürece daha doğuştan kimliklerinin “din hanesi”ne “İslâm” yazdırdığı yurttaşlarının (din hanesi yeni kimliklerde kaldırılmış olsa da, yurttaşların dinine ilişkin bilgi çiplerde kayıtlı olmayı sürdürmektedir) iman ve ibadetlerini, maaşlı memurları aracılığıyla biçimlendirmektedir.

Bu durum, siyasal altüstlüklerle yüklü 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarının gayrımüslim nüfusunu savaş ve soykırımlarla yitirmesi ve Osmanlı’dan kopan Müslüman nüfusun Osmanlı topraklarına göç etmesiyle açıklanabilir. Bir göçler coğrafyasında ulus-devlet inşa etmek zordur. Haydi “devlet”i kurdunuz, “ulus” kimlerden teşkil olacak? 20. yüzyıl başlarında, Laz, Çerkez, Kürt, Arap, Boşnak, Türkmen vb. etnik çeşitlilikte Türk’ün karşılığı, ancak ve ancak İslâm’dı. Cumhuriyet rejimi de bunu olduğu gibi kabul etmişti…

“Ulusal kimliğin oluşumu, elitler arasında çok uzun süredir ‘Türk’ün açık bir tanımı olmadığından, bir hayli sorunluydu,” diyor Gülce Tarhan. “Osmanlı mirası, Cumhuriyetçi elitlerin tüm çabalarına karşın, ulusal kimliğin oluşumunda etkisini sürdürdü. Osmanlı döneminde uyruklar dinsel bağlantılarına göre tanımlanmaktaydı. Bu sisteme millet sistemi deniyordu. Bu sistemde “Türk” herhangi bir etnik kategoriye değil, İmparatorluğun Müslüman tebasına gönderme yapmaktaydı. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, Kemalist elit dinsel içerikten arındırılmış yeni bir Türk ulusal kimliği formüle edebilmek için uğraştı. Ancak yurttaşlığın siyasal bir tanımını yaratma çabalarına karşın din, Türk olmanın önemli bir imleyicisi olarak kaldı. Kemalist söylem ve yasal çerçeveye karşın ulusal kimlik İslâm’la bağlantılı olmayı sürdürmüştür.”[20]

Ancak İslâm’ın Türk kimliğinin ortak paydası olarak kurgulanması ve bu yapılırken de örneğin Kemalizm’le pek çok motifi paylaşan Alevîliğin değil de, Sünnî İslâm’ın tercih edilmesi, sadece etnik çeşitlilikten bir ulus imal etme çabası ya da (Gülce Tarhan’ın ifadelerindeki gibi) Osmanlı “millet sisteminin” süregiden etkisiyle açıklanamaz.

Bunda Alevîliğin o dönemlerde bir “kırsal kesim dini” olması, sözlü geleneklere dayalı büyük bir yerel çeşitlilik sergilemesi bir etken olmuştur mutlaka. Ama daha da önemlisi, Osmanlı dönemi boyunca devlete başkaldıran, yoksul köylülerin dünya görüşleriyle bütünleşen Alevîliktense, en kötü devleti devletsizliğe tercih eden, “ulul emre itaat”i düstur edinmiş ve yaygın bit kentsel örgütlenme ağına sahip Sünnî İslâm daha uygun bir seçim gibi gözükmüş olmalı kurucu kadroların gözünde.

Çünkü Cumhuriyet’in kurucu elitleri, DİB eliyle “millileştirilmiş” bir İslâm’ı bu yolla yalnız devletin kontrolü altında tutmakla kalmamış, aynı zamanda onu kitlelerin denetim altında tutulmasında da işlevselleştirmişlerdir. Bir başka deyişle genç Cumhuriyet rejiminin elinde İslâm, kontrol altında tutulan bir kontrol aracıdır

Böylelikle, günümzde yurtiçi ve yurtdışında dev boyutlara ulaşan maaşlı kadrosu, gün geçtikçe arttırılan etki alanı ve yetkileriyle DİB, T. C. Devletinin Türkiyeli Müslümanların dinlerini nasıl yaşayacakları, gündelik yaşamlarını nasıl düzenleyecekleri, giderek nasıl düşünüp davranacaklarını dikte eden bir aygıtına dönüşmüştür. Merkezi iktidar laiklik iddialarından vaz geçtiğinde son derece tehlikeli olabilecek bir aygıt!

Bu gelişmeler ışığında, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun laiklik konusundaki tutumunun, ilkeselden çok pragmatik ve konjonktürel olduğunu öne sürebiliriz. Din-devlet ayrılığı, devletin din(ler) karşısındaki tarafsızlığı, hoşgörü, vicdan özgürlüğü gibi sekülarizm/ laiklik’in “olmazsa olmaz”ı sayılan ilkeler, Cumhuriyet’in “laikliği”nde kâğıt üzerinde kalmıştır.

Yurttaşların dinsel inanç ve davranışlarını devlet adına biçimlendiren ve İslâm’ın yalnızca Sünnî versiyonuna taalluk eden DİB’in varlık ve etkinliği bir yana, imamları yetiştiren İmam-Hatip okulları ya da okullardaki din eğitimi konusundaki gelgitler bu pragmatizmi açık biçimde gözler önüne sermektedir.

1924 yılında, kapatılan medreselerin yerine “Kemalizm’e bağlı, “modern” din kadrolarını yetiştirmek üzere, meslek okulları statüsünde İmam Hatip Okulları açılmıştı. Bu okullar 1932’de kapatıldı. Çok partili rejime geçişle birlikte yeniden açılan İHO’ların sayısı 1970-80 arasında düzenli olarak arttı. 1997’de, o güne dek yalnızca İlahiyat Fakültelerine devam edebilen mezunların tüm üniversitelere girebilmeleri sağlandı. Böylelikle İHO’lar meslek lisesi statüsünden çıkartılmış, dinsel (Sünnî İslâm) ağırlıklı eğitim veren normal orta dereceli okullara dönüştürülmüştü.[21]

DİB’in eğitime müdahalesi İmam-Hatip’lerden ibaret değildi. Çocuklara okul-öncesi çağlardan başlamak üzere din eğitiminin verilmesi için aynı kurumun gözetiminde Kur’an kursları uygulaması da 1965’den itibaren yoğunlaşacaktır.

Ve eğitim kurumlarında din dersi uygulaması: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünü izleyen yıllarda, din dersleri kentlerdeki okullardan tümüyle kaldırılmıştı (Köy okullarında ise din dersleri 1940’ların başlarına dek sürecektir). Ancak 1940’lı yılların sonlarına doğru ilk, 50’li yıllarda ise orta dereceli okullarda yeniden din dersleri uygulaması başlatıldı. 1980’e dek okullarda din dersleri seçmeliydi; önceleri velinin isteği üzerine alınan, sonrasında ise velinin isteği üzerine muaf tutulunan dersler… 12 Eylül 1980 darbesi generalleri, akıl hocalıklarını üstlenen Türk-İslâm sentezcilerinin delaletiyle, din derslerini (“Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” adı altında) ancak gayrımüslim öğrencilerinin velilerinin bir dilekçeyle çocuklarını muaf tutabilecekleri, tüm öğrenciler için zorunlu ders hâline getirdi.[22] Bu yoldan ilerleyen AKP iktidarı ise din derslerini hem ders saati, hem içerik (orta öğretimde müfredata “seçmeli” Kur’an ve Hz. Muhammed’in hayatı derslerinin eklenmesi) olarak katlarken, TEOG ve Üniversite sınav sorularında bu derslerin ağırlığını arttıracaktır.[23]

Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1937 yılından bu yana Anayasası’na yerleştirdiği “Laiklik” ilkesini kendi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle ihlâl etmektedir.

Bu “ihlâller” din eğitimiyle sınırlı değildir. “Azınlık dinleri” bahsini ele alalım. Türkiye’de “dinsel azınlıklar”ın hakları Lozan Anlaşması’yla güvence altına alınmış olmasına karşın, (anlaşmada bu azınlıkların hangileri olduğazınlık dinleru belirtilmez), T.C. devleti, Osmanlı’da geçerli teamüllere uyarak bu statüyü yalnızca Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi azınlıklara tanımıştır. Bu “güvence”nin ne denli geçerli olduğu ise, Cumhuriyet rejiminin Ermeni soykırımı suçlarını cezasız bırakmasından, Varlık Vergisi’nden ve 6-7 Eylül olaylarından çıkarsanabilecektir!

Dahası, anılan azınlık dinlerine tanınan hakların uygulaması, son derece keyfidir. Örneğin Lozan Anlaşması’nda belirtilenin tersine, gayrımüslim T.C. yurttaşlarının üst düzey memuriyetlere getirilmeleri, mümkün değildir. Parlamentodaki temsilleri de öteden beri “sorunlu” olagelmiştir. Örneğin 1965-2011 yılları arasındaki 12 yasama dönemi boyunca Meclis’e sadece bir gayrımüslim parlamenter girebilmiştir (Cefi Kamhi, 20. Dönem)![24] Cemaatler hukuki kimlikten yoksundur. Bazı dinsel gruplar resmen tanınmamakla birlikte, göz yumulmaktadır. Daha da beteri, devlet “meşru” ve “gayrımeşru” dinler arasında ayırım yapmakta, bunu yaparken de DİB’den görüş almaktadır! Örneğin, 1960’ların başlarında mahkeme, kendilerini “bağımsız bir din” olarak kabul eden Baha’ilerin böyle olup olmadıkları konusunda DİB’den “görüş” istemişti[25]… Bir başka deyişle, “sekülarizm/laiklik ilkesi gereği her dine eşit mesafede durması ve sınırları içerisinde mevcut farklı dinsel gruplar arasında tarafsız bir hakem rolü üstlenmesi gereken T. C. Devleti, bu “hakemlik” görevini, Sünnî İslâm kurumu olan DİB’e devretmiştir!

Diyanet’in bütçesi, yukarıda da belirttiğim gibi, inanç ya da inançsızlığı ne olursa olsun, yurttaşların ödediği vergilerden sağlanır. Ama ne Diyanet’in ısrarla kendilerini nasıl tanımladıklarına bakmaksızın “İslâm içi/tasavvufi bir oluşum” olarak tanımladığı (böylelikle de cemevlerine “ibadethane” statüsü vermekten uzak durduğu) Alevîler, ne de gayrımüslim azınlıklar bu kurumdan herhangi bir hizmet görmezler. Sünnî Müslümanlar dışındaki tüm dinsel gruplar giderlerini kendileri karşılamak durumundadır. Ermeni ya da Rum Patrikliği ya da Hahambaşılık mülk edinemez, personel istihdam edemez, mahkemede taraf olamaz. Cemaatin işleri, dernekler aracılığıyla yürütülür.

Devletin azınlık vakıfların mallarına keyfi olarak el koyduğu durumlar geçmişte yaşanmış, vakıflar mülklerini ancak AİHM kararıyla geri alabilmişlerdir.[26]

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, T.C.’nin kurucu ilkeleri arasında sayılan “Laiklik”in, gerçekten laiklik olup olmadığı, ciddi bir tartışma konusudur. Nitekim aralarında Haldun Gülalp ile Taha Parla ve Andrew Davison’un da bulunduğu pek çok yazar, farklı sonuçlara varsalar da, Türkiye’yi “laik” bir ülke saymamaktadır.

Teokrasi-Laiklik/sekülarizm dikotomisine teslim olmaksızın düşündüğümüzde, yalnız AKP Türkiyesi’ni değil, AKP-öncesi T.C. politikaları da “Laiklik” olarak tanımlamak, bir hayli zordur. Olsa olsa Devlet’in dini kontrol altında tutabilmek için DİB’i, nüfusu kontrol altında tutabilmek için dini (İslâm’ı) kullandığı bir grotesk’den söz edebiliriz. (“Atatürkçü” olduklarını her fırsatta vurgulayan 12 Eylül generallerinin toplumsal muhalefeti, özellikle de gençliği “ıslah” etmek amacıyla dine nasıl sarıldıklarını, “Türk-İslâm Sentezi”ni nasıl devletin resmi görüşü kıldıklarını, ya da 90’lı yılların Kürt hareketini bastırmada dinden nasıl yararlanıldığını anımsamak yetecektir!)

AKP Türkiyesi’nde Durum

T.C. “Laikliği” postmodernizmin akademia’da başatlık kazandığı, kimlik eksenli tartışmaların gündemi tümüyle işgal ettiği 1990’lı yıllarda apansız entelektüel eleştirinin hedef tahtasına yerleştirildi. Liberalleri, postmodernleri, siyasal İslâmcıları infaz mangasında birleştiren bu furyada “Kemalist (ya da ‘vesayetçi’) Laiklik” “tepeden inmeci”, radikal”, “jakoben”, “aşırı katı” vb. olmakla eleştiriliyor, yerine daha “ılımlı”, Anglosakson (daha doğru bir deyimle “ABD tipi” sekülarizm modeli öneriliyordu. Bu yıllarda “post-seküler” Batı dünyasında da “Türkiye vak’ası” ameliyat masasına yatırılıyor, Türkiye Laikliği’niirdeleyen makale, kitap, konferans ve panellerde ülkenin daha “ılımlı” bir modele geçmesi öneriliyordu.[27]

Şöyle söylenebilir: Uluslararası arenada “postseküler”rüzgarlar esiyor, sekülarizmin özellikle Fransız modeliyle ilişkilendirilen örnekler topa tutuluyor, buna karşılık”gevşek” ve son yıllarda Evanjelizmin yönetim kademeleri üzerinde etkisini artan ölçülerde hissettirdiği ABD’nin giderek gevşeyen “light” sekülarizm modeli göklere çıkartılıyordu.[28]

Bu, postseküler rüzgârlarla yelkenlerini şişiren köktendinciler, bu ‘trend’den yararlanmazlık etmediler. Liberal, postmodernist ve İslâmcı entelijensiyakolkola, AKP “sekülarizmi”nin yolunu döşemeye koyulmuştu.

2002 seçimleriyle iktidara gelen ve bir daha da gitmeyen AKP’nin “laikliği”ni (ya da “sekülarizmi”ni…) tarife gerek var mı? Türkiye’de ”Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. (…) Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman. Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. (…) Ben Müslümanım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı olan Allah kesin hâkimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan koskoca bir yalan” (1994)[29] ya da “Ben İstanbul’un imamıyım”dan (Belediye başkanlığı dönemi, 8 Ocak 1995) “Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. (…) laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın,” (Eylül 2011, Mısır)’a, oradan da “Faizleri düşürüyormuşuz! Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğiz. Onu yapmaya devam edeceğiz. Hüküm bu!” (Aralık 2021) na… salınan bir Başkanın yönetiminde, Türkiye Laiklik ya da Sekülarizm’den hepten uzaklaşmıştır.

Erdoğanîn lafları bir yana, AKP’nin iktidarda olduğu 21 yıl boyunca ülke, başta bir çok bakanlığı katlayan bütçesi, 2023 itibariyle sayısı 211 bini aşan personeli, boşanmaların önlenmesinden trafiğin düzenlenmesine, mahkûmların infazını etkileyecek “iyi hâl” tespitinden faiz politikalarına, okul kıran öğrencilerden kadınların giyim kuşamına, her konuya müdahale etmesine olanak sağlayan yetki alanıyla dev bir fetva merciine dönüştü. Bakanlıklar cemaatler arasında bölüşülürken, çeşitli teşvik, kayırma ve ihale oyunlarıyla İslâmi sermaye pastadaki payını büyük bir hızla arttırdı. Personel atamalarında imam-hatipli olmayan, filanca cemaate mensup olmayan, parti teşkilatlarından referans getiremeyen ya da en azından mülakatta dini bilgileri zayıf olanlar elenirken, memurlar amirlerinin gözüne girmek için Cuma g,nleri camileri doldurmaya özen gösterir oldu. Mahalle baskısı, partililerin sokakta ve sosyal medyada “ahlâk polisi” gibi davranması, içki kullanımına getirilen kısıtlamalar, “halkın kutsal değerlerine hakaret” suçlamasıyla açılan davaların bir terbiye aracı olarak kullanılması, vb. vb… Yalnız devleti değil, toplumsal dokuyu da İslâmileştirme niyetini açığa çıkarmakta…

Soru şu: AKP bunları nasıl yapabildi?

Bu sorunun yanıtı kısmen, Cumhuriyet rejimi boyunca zigzaglarla sürdürülegelen “laiklik”politikalarında yatıyor. Türkiye’de iktidar sahipleri nev’i şahsına münhasır laiklik yorumları aracılığıyla dini, ama aynı zamanda toplumu denetim altında tutmaya çabalarken, laikliğin (ya da “modernite”nin hiçbir gereğinin: özgürlük(ler), kadın-erkek eşitliği, işçi hakları, demokratik katılım vb.) topluma/tabana yayılmasına olanak vermemiş, iktidarı sürekli olarak ve ellerindengeldiğince temerküz etmeye çabalamışlardır. Türkiye’nin içinden çıkmayı başaramadığı 12 Eylül rejimi bu yolda zirveyi oluşturur: her türlü demokratikleşme, katılım girişimini tank paletleri altında ezip geçen askeri rejim, ABD’nin ‘Yeşil Kuşak’ politikasının da sağladığı ortamla, İslâm dinini (ve tabii onun Sünnî yorumunu) toplum üzerindeki denetimini pekiştirmek üzere bolca kullanırken (Kenan Evren’in Kur’anlı, namazlı, ayetli konuşmaları o günleri yaşayanların belleklerindedir. Darbe yıllarında din dersleri zorunlu hâle getirilmiş, Kur’an kursları hızla yayılmış, tarikat ve cemaatlerin devlete nüfuzları hız kazanmıştır…) bir yandan da din üzerindeki denetimini yitirmemek için “kontrol dışı” unsurlar üzerinde baskı uygular. (MSP’nin Konya’da gerçekleştirdiği Kudüs Mitingi’nin darbenin gerekçeleri arasında sayılması, partiye yönelik kovuşturmalar…) Diyanet’in etki alanı 12 Eylül rejimiyle birlikte hızla genişler, yetkileri arttırılır. Toplum devletin tekelindeki bir mekanizma aracılığıyla “İslâmileştirilmekte”, ancak aynı süreç içerisinde cemaat ve tarikatlar devlet mekanızması içine hızla”sızmakta”dır.

AKP 2002’de iktidara geldiğinde (“rejim güçleri” tarafından işlevsel bulunan Fethullah Gülen cemaati başta olmak üzere) cemaatler tarafından istila edilmiş bir devlet mekanizması ve din konusunda diledikleri tasarrufta bulunabilecekleri işlerlikte bir Diyanet örgütlenmesini hazır bulacaktı. Aşırı merkezileşmiş bir iktidar yapılanması el değiştirip Kemalizm’in üç sacayağı, TSK, Yargı ve Yükseköğretim de kendini Kemalist laiklik anlayışıyla bağlı saymayan bir rövanş hareketinin eline geçtiğinde, bu hareketin yapması gereken tek şey, sistemi olduğu gibi, ancak bu kez kendi ideolojisi (burada, İslâmcılık) uyarınca sürdürmektir. AKP tam da bunu yapmıştır.

Bu işin bu denli kolay olmasının bir başka (ve bağlantılı) nedeni ise, ülkede “vesayet rejimi”ne yönelik birikmiş tepkinin toplumun duyarlı kesimlerini dumura uğratmışlığıdır. 2000’lerin başlarında “demokratikleşme”, “vesayet rejiminden kurtulma”, “AB’ye girme” söylemleri, “ancien régime”i kendilerine yönelik bir sopa olarak deneyimleyen savaş yorgunu Kürtlerin, art arda gelen ve katillerin her seferinde cezasız kaldığı katliamların tükettiği Alevîlerin, örgütsüzleştirilmiş, taşeronlaştırılmış işçilerin, içeride 12 Eylül rejimini, dışarıda sosyalist sistemin dağılmasını yaşamış devrimcilerin kulağına hoş gelmişti. Üstüne üstlük “sınıf”ı terk etmiş postmodern ve/ veya liberal intelligentsia, o güne dek kabullenilen tüm kavramları topa tutmakta ağız ve elbirliği etmişti. O günlerde AKP’nin (Reisi ağzından geçinmeye hiç de gönlü olmadığını her vesileyle ilan ettiği) “laiklik” için bir tehdit olduğunu düşünmek, bu konuda kaygılanmak “Vesayet rejimi”nin yancısı, “darbeci” vb. ilan edilmek için yeterli nedendi. Kemalist laiklik zaten “Jakoben”di,”tepeden inmeci”ydi, terk edilerek yerine ABD tipi,”özgürlükçü” bir sekülarizme geçilmeliydi…

Sonuç, ortada…

Laiklik… Ama Nasıl? 

AKP iktidarının laiklik karşıtı uygulamaları, siyasal İslâmcı kadroların devlet kademelerine her geçen gün daha fazla nüfuz ediyor oluşu, eğitim başta olmak üzere toplumsal yaşamın bütün alanlarını dinsel referanslarla yeniden biçimlendirme çabaları, iktidar partisi desteğindeki İslâmi sermayenin başat pozisyona gelmiş olması (Türkiye’de siyasal İslâm, ağırlıklı olarak İran’da olduğu üzere “bazaar” esnafına değil, neoliberal kapitalizm koşullarında oyunun kurallarını kavramış, gözükara bir sermaye kesimine, Anadolu Kaplanları’na dayanıyor) vb. koşullar, bu coğrafyanın sosyalistlerini Laiklik üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

Kimi sosyalist/komünist çevrelerin yaptığı üzere “Türkiye laiktir, laik kalacak!” sloganını terennüm etmenin çok anlam ifade etmediğini düşünenlerdenim. Sosyalistlerin, devrimcilerin yönetimde, işçi sınıfının, emekçilerin iktidarda olduğu bir ülke, laik olacaktır elbette, ama bu, Cumhuriyet laikliğinden farklı olmalı.

Örneğin, dini kontrol etmek üzere ve toplumda tek tip bir dindarlığı yaygınlaştırmak için dinsel işlevleri uhdesinde toplayan Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri bir kurumun olmadığı bir laiklik…

Dinsel grupların kendi inanç ve ibadetlerinin gereklerini yasalarda belirtilen şekilde kendi olanaklarıyla karşıladıkları, hiçbir dinsel kurum ya da oluşumun kamu kaynaklarından finanse edilmediği bir laiklik…

Okullarında hiçbir ayırım gözetilmeksizin, tüm çocuk ve gençler için zorunlu, tümüyle laik, bilimsel bir müfredatın izlendiği, din(ler)in, herhangi birine ayrıcalık tanınmaksızın, toplumsal görüngüler olarak ancak beşeri-sosyal bilimler kapsamında (felsefe, dinler tarihi, din sosyolojisi, din antropolojisi vb.) ele alınacağı bir eğitim sistemini hayata geçiren bir laiklik…

Kişilerin inanç ve ibadet özgürlüklerini herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmaksızın yaşadıkları, cemaatlerin kendilerini kaydettirme koşuluyla serbestçe faaliyet gösterebildiği, ancak kendi inançlarını başkalarına dayatma, kendi üyeleri dahil kimseyi dinin gereklerini uymaya zorlama hakkına sahip olmadıkları, faaliyetlerini şeffaf bir biçimde sürdürmelerinin norm hâline getirildiği, başta çocuklar olmak üzere dinsel gerekçelerle baskı kuramadıkları bir laiklik…

Devletin tüm dinsel inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede durduğu, çoğunluk-azınlık dini gibi bir ayırım yapmadığı, dine kamusal (ahlâki, düzenleyici, denetleyici vb.) hiçbir anlam atfetmediği, ancak birey ve cemaatler arasında yaşanabilecek sorunlarda hakemlik ettiği, tüm yurttaşlarına doğum, evlilik, cenaze gibi geçiş momentlerinde uygulanacak din-dışı, nötr işlemleri sağlayacak, dileyenlerin bu geçiş momentlerinde inançlarının gereklerini de ifa edebilecekleri bir laiklik…

Kamusal alanın dinsel etkilerden tümüyle arındırıldığı, kamu görevlilerinin istihdam ve terfi süreçlerinde yalnızca liyakatın göz önünde bulundurulduğu, ama hiçbir kamu görevlisinin dinsel gerekçelerle yükümlü olduğu hizmeti görmekten bağışık tutulamayacağı bir laiklik…

İnsanın genetik ve kültürel çeşitliliğini bir zenginlik kaynağı olarak gören, dinsel gruplar/ kültürler arasındaki temasları teşvik eden bir laiklik…

Ve nihayet, kişilere dinsel bilgi, yetke, karizma, soy kütüğü ya da başka bir avantajla dindar bireyleri sömürme, cezalandırma, onlar üzerinde tahakküm kurma, kısacası sosyalizmin temelini oluşturan eşitlik ve paylaşımcılık ilkesini ihlâl etme yetkisi tanımayan bir laiklik…

“Postseküler” çağda, dinin geri dönüşü toplumlara acı deneyimler yaşattı. İş başına geçen köktendinci demagoglar (Bolsonaro, Trump, Modi, Orban ve şürekâsı) ülkelerinin rejimlerini belki “teokrasi”ye dönüştür(e)mediler, ama bağnazlığı bir toplumsal değere dönüştürerek kadınları, etnik-dinsel azınlıkları, göçmenleri, LGBTI + bireyleri, yoksulları yığınların hedef tahtasına yerleştirip eşitsizlikleri, sömürü ve tahakkümü, yolsuzluklara belenmiş yönetimlerini meşrulaştırmanın aracı kılabildiler.

Laikliğe, ama çerçevesini yukarıda çizmeye çalıştığım tarzda “toplumsallaştırılmış” bir laikliğe bu nedenle fazlasıyla ihtiyacımız var.

11 Aralık 2023 14:19:23, İstanbul

N O T L A R

[1] Gilles Kepel, The Revenge od God. The Resurgence of Islam, Christianity and Judaism in the Modern World. Penn State University Press, 1994.

[2] Yalnızca AKP iktidarının hemen öncesi ve ilk yıllarında Türkiye’nin entelektüel iklimini kaplayan Kemalizm eleştirilerinin ana gövdesini laikliğe yönelik eleştirilerin oluşturduğu ve dinin kamusal yaşamda boy göstermesine tolere eden “Anglosakson tipi” daha ılımlı bir sekülarizm modeline yönelinmesi gerektiğine değgin, AKP ideologlarının da sahip çıktığı tartışmaları hatırlamak, yetecektir.

[3] Jacques Berlinerblau, Secularism, The Basics, Routledge, 2022, s. 1.

[4] Berlinerblau, agy. ss. 21-22.

[5] Nikki R. Keddie, “Secularism and its Discontents”, Daedalus, Yaz 2003, s. 14.

[6] Berlinerblau, a.y. s. 94.

[7] Örneğin, Andrew Copson, Secularism, A Very Short Introduction (Oxford University Press, 2019)’da Montesquieu, Voltaire, David Hume, Adam Smith, Denis Diderot, Baron d’Holbach’ı katar “seküler düşüncenin oluşmasına katkıda bulunanlar” listesine…

[8] Sibel Özbudun, “Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar”, Bedreddin vr Börklüce, Osmanlı’da Sınıf Mücadeleleri ve 1416 İhtilali. Der.: Sinan Araman, Hasan Ateş, Erdem Çevik. Kor Yayınları, 2021, ss. 56-91.

[9] Bkz. Mahjoub, Nadeem (2008). “The Qarmatians (Al-Qaramita)”, http://middleeastpanorama.blogspot.com/2014/03/the-qarmatians-al-qaramita.html

[10] Bu, yersiz bir akademik titizlik değil, kişiyi –son yıllarda yayınlanan kamuoyu araştırmalarında sıkça rastlanan “Türkiye’de dindarlık azalıyor, ibadetleri yerine getirenlerin oranında düşüş var, kadın-erkek eşitliği daha fazla kabul görüyor, LGBTI bireylere tepki oranı düşüyor, vb. o halde Türkiye’de sekülarizm hakim” yollu yargılardan koruyan temel bir ayırım. (Bir örnek için bkz. Volkan Ertit, “God İs Dying in Turkey as Well: Application of Secularization Theory to a Non-Christian Society”, Open Theology, 2018, 4: 192-211.) Bir ülke, bir halk duyuş, düşünce ve davranış olarak sekülerleşirken devlet sekülarizmden uzaklaşabilir.

[11] Berlinerblau, a.y. s. 43.

[12] Gemma Betros, “The French Revolution and the Catholic Church”, History Today, sayı 68, Aralık 2010. https://www.historytoday.com/archive/french-revolution-and-catholic-church

[13] Berlinerblau, a.y. s. 69.

[14] Marco Respinti, “Why Secularism is Dangerous: Frencl ‘Laicité’ as a Source of Major Injustice”, https://bitterwinter.org/why-secularism-is-dangerous-2-french-laicite-as-a-source-of-major-injustice/

[15] Jefferson başkanlığından önce, 1777’de Virginia eyaleti Dinsel Özgürlükler Bildirgesi’ni kaleme almıştı.

[16] Bkz. Copson, s. 136.

[17] Jeremy Rodell, “What do secularists mean by ‘secularism’?” 9 Ocak 20189. https://blogs.lse.ac.uk/religionglobalsociety/2019/01/what-do-secularists-mean-by-secularism/

[18] Bkz. Osman Okumuş, “Osmanlı Tarihinde Katledilen Şeyhülislamlar”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, c. 5, sayı 1, 2013. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/117370

[19] Gül Tuba Dağcı ve Adnan Dal, “Osmanlı’dan Günümüze Din-Devlet ve Laiklik Tartışmaları”, Barış Araştırmaları Ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 2(1), 37-47. https://doi.org/10.16954/bacad.67502

[20] Gülce Tarhan, “Roots of the Headscarf Debate: Laicism and Secularism in France and Turkey”, Journal of Political Inquiry, IV, 2011.

[21] Gülce Tarhan, a.y.

[22] Taha Parla ve Andrew Davison, “Secularism and Laicism in Turkey”, Secularisms, Janet R. Jacobsen ve Ann Pelegrini (der.), Duke University Press, 2008, s. 65.

[23] İbrahim Aşlamacı, “Din Eğitimi Politika ve Uygulamalarında Ak Parti’nin 15 yılı”, Ak Parti’nin 15 Ak Parti’nin 15 Yılı, Toplum. İsmail Çağlar, Ali Aslan (der.). SETA, 2017, ss.184-190.

[24] Vikipedi, “Türkiye’de azınlık milletvekilleri listesi https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_az%C4%B1nl%C4%B1k_milletvekilleri_listesi

[25] Haldun Gülalp, “Secularism as a Project of Free and Equal Citizenship: Reflections on the Turkish Case”, Frontiers of Sociology, Haziran 2022, doi: 10.3389/fsoc.2022.902734

[26] Gülalp, a.y.

[27] Tipik bir örnek için bkz. Brett G. Scharffs,”Secularity or Secularism: Two Competing Visions for the Relationship between Religion and theState in the New Turkish Constitution”, Anayasa Hukuku Uluslararası Kongresi’ne sunulan tebliğ,International Congress on Constitutional Law, Book of Papers, c.3, Anayasa Hukukçular Derneği, İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları, 2013, İngilizce ve Türkçe versiyonlar, ss. 362-403.

[28] ABD’de Amerikan Seküler Birliği ve Özgür Düşünce Federasyonu, ABD sekülarizmini “Kilise ile Devlet”in ayrılmamış olmasıyla eleştiriyor ve şu talepleri öne sürüyor: 1. Kiliseler ve diğer mülklerin vergiden muaf tutulmaması; 2. Kongre, eyalet yasama organları, ordu, donanma, cezaevleri, akıl hastaneleri ve kamu tarafından finanse edilen tüm kurumlardaki papazların görevlerine son verilmesi, ulusal, eyalet ve belediye yönetimlerinde verilen dinsel hizmetlerin durdurulması; 3. Kamu kaynaklarının tarikat karakterli her türlü eğitim ve hayır kurumuna kullandırılmasına son verilmesi; 4. Kamu okullarında dinsel amaçlı İncil kullanımına son verilmesi; 5. ABD başkanı ve eyalet valilerinin dinsel festival, perhiz, dua ve şükran günleri ayinlerinde varlık göstermesinin son bulması; 6. Mahkeme ve diğer devlet kurumlarında teolojik yemin uygulaması lağvedilmesi; 7. Pazar ya da Şebat ayinlerine ilişkin her türlü dinsel ve teolojik dogmayı dolalylı ya da dolaysız yoldan dayatan tüm yasalar ilga edilmesi; 8. Hıristiyan ahlakının güçlendirilmesini öngören tüm yasalar ilga edilmesi; tüm yasaların doğal ahlak, eşit haklar vetarafsız adalet gerekleriyle uyumlu kılınması; 9. ABD ve eyalet anayasaları uyarınca ne Hıristiyanlık ne de başka bir dine herhangi bir ayrıcalık ya da avantaj tanınmaması, siyasal sistemin bütününün salt seküler temelde yürütülmeli ve yönetilmesi. (New Advent, Catholic Encyclopedia, “Secularism” maddesi, https://www.newadvent.org/cathen/13676a.htm)

[29] Tarihunutmaz.org, https://www.youtube.com/watch?v=zJC-nUV4WrQ

İsyan ve örgütlenme yılı

2024 yılına girdik. Ve açık ki, 2024, toplumun çoğunluğu için, ezici çoğunluğu için önceki seneyi aratacak kadar yoksulluk, acı, savaş naraları, gözyaşı, açlık, işsizlik olarak gelmektedir.

İşçi ve emekçiler, toplumun %85’ini oluşturmaktadır. İster göçmen olsun ister yerleşik, ister Kürt olsun ister Laz, ister Ermeni olsun ister Çerkes, ister Roman olsun ister Pomak, ister Türk olsun ister Arap, hangi halktan olursa olsun işçi sınıfı ve emekçiler için, 2024 daha ağır bir yıl olacak.

Eğer işçi ve emekçiler bir şey yapmazsak…

İşçi ve emekçiler eğer bir şey yapmazsa, ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, tüm işçi ve emekçiler için, yaşam daha da ağırlaşacak.

Ev kiraları daha da artacak. İşçi ve emekçiler, daha çok evlerinden kovulacak.

Asgarî ücret ne olursa olsun, Şubat 2024 başından başlayarak, zamlar karşısında eriyecek. Nisan 2024’e geldiğimizde, fakirleşme çok daha fazla artacak.

İşçi ve emekçiler için, daha fazla vergi, daha fazla haraç, daha fazla zam, daha çok işsizlik, daha küçük pazar çantaları demek olacak.

Eğer bir şey yapmazsak, eğitim daha da kötüye gidecek. Eğitim daha fazla paralı hâle gelecek, normal devlet okullarında eğitim daha da kötüleşecek.

Eğer işçi ve emekçiler bir şey yapmazsa, sağlık daha da fazla çökecek, çürüyen sistemin tüm verileri sağlık alanında kendini gösterecek.

Ama 2024 yılı, bankalar için kâr rekorları yılı olacak.

2024 yılı, holdingler için daha büyük kârlar demek olacak.

İnşaat ve enerji firmaları başta olmak üzere, tüm uluslararası sermaye, ülkenin doğasını, insanını, emeğini yok pahasına kullanıp yağmalamaya devam edecek.

2024 yılında rant ve faize doymayan para babaları, daha çok semirecek.

Sermaye, daha çok canlı emek emmek için her türlü yasal ve yasadışı yolları kullanacak. Ve 2024 yılının ortaları geldiğinde, bugün yaşanan her sorunumuz daha da büyüyecek.

2024 yılı, 2023 yılına göre, daha çok kadın cinayeti demek olacak. Bunun yolunu siyasal iktidar, Saray Rejimi daha fazla açacak.

2024 yılında, işçi cinayetleri devam edecek, artacak. Güvencesiz çalışma daha fazla yaygınlaşacak. Daha çok işçi işini kaybedecek, daha çok insan sokaklarda yaşamaya başlayacak.

2024 yılında, daha fazla çocuk cinsel saldırıya uğrayacak, çocuk tecavüzleri artacak ve daha fazla sayıda suçlu, mahkemelerce affedilir gibi “yargılanacak”.

2024 yılında, daha çok genç okula gidemez olacak. Daha çok üniversiteli okuyamaz hâle gelecek. Barınma sorunu daha fazla büyüyecek.

2024 yılında, ülkede dolaşan kara para daha da artacak. Mafya ve uyuşturucuya bağlı organizasyonlar, tarikatlarla birlikte daha fazla hâkimiyetlerini geliştirecek.

Eğer biz bir şey yapmazsak.

Eğer işçi ve emekçiler, sokaklara daha fazla çıkarsa, daha şiddetli bir sınıf savaşımı ortaya çıkacaktır. Ve eğer direnenler boyun eğmezlerse, işte o zaman, intiharların yerini onurlu direniş almaya başlayacak.

İşçi ve emekçiler, öğrenciler ve kadınlar, var olan direniş çizgisini daha da ileri taşımayı başarırsa, ki başaracak, işte o zaman, 2024 yılı daha iyi bir yıl, umudun filizlendiği, nefes almanın olanaklarının oluştuğu, insan onurunun geliştiği bir yıl olacaktır.

2024 yılı, sınıf savaşımının daha da şiddetlendiği bir yıl olacaktır.

Olacaktır, çünkü biz işçi ve emekçiler, seyretmeye son vereceğiz ve zaten gelişmekte olan onurlu direniş hattına katılacağız. Başka da çare, başka da yol, başka da bir çıkış yolu yoktur.

2024 yılında direniş çizgisi, daha örgütlü hâle gelmek zorundadır.

2024 yılı, birleşik emek cephesinin geliştirilmesi için büyük karar yılı olacaktır. Birleşik emek cephesi, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini daha da büyütecektir.

Sözün, konuşmanın, yakınmanın, sıkılmış limon gibi yaşamanın, seyretmenin, çaresiz hâle gelmenin sonu buradadır. 2024 yılı, işçi sınıfı ve müttefikleri için, isyana doğru gidişin, isyanı örgütlemenin yılı olacaktır.

2024 yılı, grevlerin boy gösterdiği, işçilerin kölece yaşama hayır dediği bir yıl olmalıdır ve bu bizim ellerimizdedir.

2024 yılında, TC devleti, daha fazla savaş naraları atacak, NATO’nun ve ABD’nin tetikçisi olarak daha fazla savaş çizgisi izleyecektir. Seçim sonrasında Saray Rejimi’nin yeni kabinesi, bir savaş kabinesidir. Bu savaş kabinesi, 2024’te, hem içeride hem de dışarıda büyük saldırılar devreye sokacaktır.

2024 yılı, işte bu savaş planlarına, içeride ve dışarıda geliştirilen savaş politikalarına, işçi ve emekçilerin net itirazlarının yılı olmaya adaydır, olacaktır.

Ancak biliniyor, bir iş yapmaya niyetiniz varsa, gerçekten bir şey yapmak istiyorsanız, gerçekten böyle yaşanmaz diyorsanız, işe koyulmanız gerekir. Kişinin işine bakılır, eylemine, yaptığına bakılır, sadece sözüne bakılmaz. İşte bu nedenle, bugün, 2024 yılının en başından başlayarak, genel grevi örmek için, gereken örgütlenmeyi geliştirmek üzere yola çıkmak gerekir.

Beklemek, seyretmek, insanı kirletmektedir.

Eylem, hem öğretmendir hem de zihni açacak, elleri ve ayakları işler hâle getirecek bir süreçtir. Eylemsiz bir örgütlenme hattı olmaz, olamaz. Bu nedenle, işçi ve emekçiler, kendi cephelerini net olarak seçmelidir.

Burada bir sınıf savaşımı yürümektedir.

Bu savaşımın iki ana sınıfı karşı karşıyadır. Burjuvazi silahlıdır, devlet denilen örgütüne sahiptir, pek çok mekanizma ile toplumsal mücadelede baskın olmaya, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini kırmaya çalışmaktadır. Peki, biz işçilerin tutumu ne olmalıdır?