Ana Sayfa Blog Sayfa 36

Kürt halkını kayyumlarla yönetemediniz, yönetemeyeceksiniz. Halkların ortak mücadelesi kazanacak!

31 Mart yerel seçimlerinde, Saray Rejimi özellikle Şırnak ve Hakkâri’ye binlerce asker-polis “seçmen” getirerek seçimleri açık bir hile ile almaya, Kürt halkının iradesini bu yolla en başından gasbetmeye çalışmıştı. Tüm bu “çabalar” Şırnak’ta sonuç vermiş ancak Hakkari’de taşıma “seçmenlere” rağmen halkın iradesi gasbedilememişti.

Seçimlerin hemen ertesinde, Van’da denenen gasp girişimi Kürt halkının direnişi ve dostlarının dayanışması ile geri püskürtülmüştü. O günden bu yana kayyumlar için yol arayan Saray Rejimi, en sonunda 10 yıldır süren bir davayı iki gün içinde bitirerek Hakkâri Belediye Eşbaşkanı Sıddık Akış’a 19,5 yıl ceza verip “hukuksal zemine” kavuşturmuş oldu!

Gezi ve Kobanȇ Davalarından bildiğimiz “hukuk”un ilk örneklerinden olan, 2010’lu yıllardaki KCK davalarından verilen ceza, Saray’ın bir iç savaş hukuku işlettiğinin açık kanıtıdır.

2023 Mayıs seçimlerinde emperyalist efendilerin eliyle kurulan savaş hükümetinin “normalleşen” icraatlarıdır yaşananlar. Saray Rejimi, içeride-dışarıda savaş ilan etmiştir.

İçeride İngiliz vatandaşı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek eliyle oluşturulan modern Düyûn-ı Umûmiye ile ekonomik krizin tüm yükünü işçi-emekçilere yıkıyorlar. Buna karşı gelişecek her itirazı, direnişi de 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’ne kurdukları barikatta, 1 Mayıs direnişçilerini tutuklamalarında gördüğümüz gibi bastırmaya çalışacaklar. 

Dışarda ise, ABD emperyalizminin bölgemizdeki savaş politikalarının tetikçisi olarak kendisine verilen her görevi hayata geçirmek için büyük bir heves içindedir. Soykırımcı, işgal devleti İsrail ile her türlü ilişkiyi sürdürürken, ABD’nin İran’a dönük savaş politikalarına uygun olarak Irak’ta yeni operasyonların hazırlıklarını yapmaktadır. Tam da bu dönemde, Hakkari’de taşıma seçmenle yapamadıklarını, bildikleri ve her defasında geri tepen kayyuma başvurarak yaptılar.

Elbette tüm bunlar, ”beka” için, elbette “milli menfaatler” için! Efendilerin kâhyalarının “bekası”,  emperyalist efendilerin çıkarlarıdır. “Milli menfaatler”, ABD emperyalizminin menfaatleridir. Bilinir, çiftliğin kâhyası, efendinin kırbacını elinde tutandır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine inşa edilen Saray Rejimi, kıramadıkları Kürt halkının direnişinden korkmaktadır. İşçi-emekçilere dayatılan sefil yaşama karşı gelişecek isyan ve direnişten korkmaktadır. Saldırıları gücün değil güçsüzlüğün göstergesidir. 

Sömürüye, baskıya ve savaş politikalarına karşı işçilerin, halkların örgütlü mücadelesini büyütmek tek çıkış yoludur.

Kurutuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz! 

Kaldıraç

6 Haziran 2024

Filistin soykırımı: Her savaş bir iç savaştır ya da savaş ve sınıf savaşımı

Sokrates, ölüm cezasına çarptırılır ve ölüme gitmektedir. İdam, sıradan bir ceza değildir. Eşi bağırmaktadır: “Sokrat, seni suçsuz yere idam edecekler.” Sokrat yanıt verir, “İyi ya, suçlu olarak mı idam edilseydim?”

Gerçek böyledir.

İşçi ve emekçiler, halklar masumdur ve suçsuzdur.

İşçi ve emekçiler için savaşan onların devrimci öncüleri, sistem onlara hangi suçları yüklerse yüklesin, suçsuzdurlar. İşte bu nedenle idam edilirler. Amaç, sömürülenin ayaklanmasını önlemektir. Çoğunluk olan işçi sınıfını, bir avuç burjuvanın kontrol altında tutması için, hem zor (yani şiddet) hem de her türlü yolla akıllarını karıştırma (rıza üretme), her türlü önyargı ve inancı kullanma metotları devreye sokulur.

Devrimciler, en önde öldüklerinde, arkasındaki en yakınlarının ilk aklına gelen, “suçsuz yere öldürüldü” olur. Çünkü bu “yakınlar”, düzenin kurallarını, yasaları burjuvaları koruyan şeyler olarak değil de, başkaldırılmayacak kutsal şeyler olarak görürler. O nedenle, sistemin genel düşünüş tarzına uygun düşünürler ve devrimci yakınlarını tanıdıkları için, onların suçsuz olduklarına yemin etmek isterler.

Sorun yok.

Ama onlar, tarihin hiçbir döneminde, suçlu oldukları için öldürülmezler. Tersine, öldürülmeleri için, onlar, suçlu ilan edilirler. Ve egemenin yasalarını tanımadıkları için, asla kendilerini suçlu vb. hissetmezler. Hissetmezler, çünkü egemene isyan suç ise, bunu bilerek, bilinçle, gönüllüce yaparlar. Çünkü egemen, insanın insan tarafından sömürülmesi suçunu zaten işlemiştir ve onlar da buna karşı isyan etmektedirler.

Belki Filistin meselesi söz konusu olunca ya da daha yakınımızda Kürt meselesi söz konusu olunca, kimin suçlu olduğunu, bu çerçeveden görmek, anlamak mümkündür. Suçlu olan, insanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sistemin egemenleridir. Suçlu olan emperyalist merkezlerdir. Suçlu olan hiçbir insanlık değerini tanımadığı hâlde, “insan hakları” nutukları atanlardır.

Filistin soykırımı, 7. ayını doldurdu. Tüm dünyanın gözü önünde, bir halka açık bir soykırım uygulanıyor. Kürt halkına karşı yöneltilen savaş, kirli bir savaş olarak, zaman zaman soykırım politikalarına varıyor. Ve yine, tüm dünyanın gözü önünde.

Hamas 6-7 Ekim’de İsrail’e karşı bir saldırı eylemi başlattığında, hemen liberallerimiz, “Hamas-İsrail savaşı” demeye başladılar. Hamas’ın sizin ile aynı ideolojide olmaması, Hamas’ın sağlam bir geçmişinin olmaması, aslında onun egemene, zalime karşı eylemini sıfırlamaz.

İşte o zaman biz, aslında İsrail’in soykırımı ve Filistin’deki direnişi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının bir parçası, son tahlilde sınıf savaşımının bir biçimi olarak görmek gerektiğini söylemiştik. Ve bazı dostlarımız, bu vurguda biraz abartı bulmuşlardı.

Bugün, Mayıs 2024’te, dünyanın her yerinden Filistin direniş haberleri geliyor. ABD’de öğrenciler, direnişi destekleme eylemlerini ortaya koyarken, devlet saldırıları ile, bunun nasıl bir biçimde sınıf savaşımının bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

Ve bu daha başlangıçtır.

İsrail, ardında ABD, İngiltere, onların bir arka sırasında neredeyse tüm Avrupa ve yanlarında başta Türkiye, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan ve diğerleri. Hepsi birlikte, Filistin halkına karşı açık bir soykırım savaşını yürütüyor.

Kürt halkına karşı savaşanlar da bunlardır.

Savaşı İsrail yürütüyor olabilir ama arkasındaki bu tekmili birden tüm NATO’yu, tüm Batı’yı görmeden, durumu anlamak mümkün değildir. Aynı biçimde, Kürt özgürlük hareketinin karşısında da tüm Batı ve tüm NATO mekanizması vardır.

Elbette, halklardan söz etmiyoruz Batı derken. Batı derken, egemenlerden, devletlerden, tekellerden, yağmacılardan, emperyalist efendilerden söz ediyoruz.

7 aydır, İsrail bir soykırım yürütmektedir.

7 aydır, TC devleti, İsrail ile ne ekonomik ne de askerî ilişkilerini kesmemiştir.

Ve utanmadan bugün, Saray Rejimi, aslında artık bir ticaret yapmıyoruz, durdurduk, diyorlar. Yalandır.

Birincisi, askerî ilişkiler sürmektedir. Kürecik kapatılmadıkça, TC devleti İsrail’e karşı tutum almış olmaz. Türkiye hava sahasını İsrail’e kapatmazsa, eğitimlerini burada yapmalarını sonlandırmazsa, İsrail’e karşı tutum almış olmaz.

İkincisi, ticari ilişkiler sürmektedir. Sadece rota değişmiştir. TC devleti, ticareti Azerbaycan üzerinden mi yapıyor? Saray Rejimi, ticareti Ürdün üzerinden mi yapıyor? Saray Rejimi, ticareti çok sevmiştir ve olduğu gibi sürdürmektedir. Her alanda oldukları gibi, bu alanda da kolpacıdırlar.

Tarzıdır Erdoğan’ın.

ABD’ye eleştiriler getirir. İyi ama ABD ne derse yapar.

İsrail’e terörist der ama kendisi İsrail’i desteklemek için, ticari, askerî her yolu dener, bulur ve çalıştırır.

Herhangi bir konuyu ele alın, inceleyin, Erdoğan’ın sadece sözlerine bakmayın (zaten sözlerine bakmak mümkün değildir. Hemen hemen her sözünün ama her sözünün tam tersi sözü de vardır. Dolayısıyla bunlara bakmak mümkün de değildir.) onun davranışlarına da bakın. Göreceksiniz ki, Erdoğan, NATO’ya bağlıdır İslam’dan çok daha fazla, dolara bağlıdır yaradandan daha fazla, ABD’ye bağlıdır ülkesinden çok daha fazla ve İsrail’e bağlıdır ailesinden de fazla. Sadece İsrail karşıtı eylemlere davranışlarına bakın, göreceksiniz.

Bugün, İsrail, TC devleti içinde, İsrail’de olduğundan daha da güçlüdür. İsrail’in kendi ülkesinde bu denli rahat olduğunu söylemek mümkün değildir.

Filistin halkına karşı soykırım, açık, gözler önünde bir prosedürdür. Toplama kampları, Nazi işkencehaneleri sadece farklı biçimde tezahür etmektedir. “Çocukları öldürün” diye bağırıyorlar İsrail’in egemenleri. Dinci ve faşist çeteleri ile, bir çocuğun yarın büyüyünce savaşçı olacağını ilan ediyorlar. Öte yandan, onların efendileri, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, İtalya, Japonya hiç utanmadan insan haklarından söz ediyorlar.

Ve Türkiye de içinde tüm Batı, İsrail’i protesto eden eylemlere vahşice saldırıyor, saldırmaya da devam edecek.

İsrail polisi, İsrail halkının direnişine, protestolarına, aynı vahşilikle saldırıyor. İsrail’de yüz binlerce insan, İsrail saldırılarını protesto ediyor. İsrail, soykırım ile suçladığı Nazi artıklarına benzemekte hiç tereddüt etmiyor.

Bu savaş, elbette İsrail’de de bir iç savaştır, öyle gelişecektir, öyle gelişmektedir, sadece bu daha uzun bir yol alacak gibidir.

Ve elbette, Filistin halkının direnişi, daha da gelişecek ve dinî örtüden kurtularak, siyasal bir yol olarak sosyalizm mücadelesine evrilecektir.

Ve elbette, bugün dahi, Filistin direnişi, tüm kapitalist-emperyalist dünyayı, metropolleri sarsmaktadır. Evet, bu çok şiddetli bir deprem sarsıntısı değildir. Ama tüm emperyalist efendilerin maskelerini düşürmeye yetecek kadar da etkilidir.

Tüm kapitalist dünyadaki Filistin yanlısı gösteriler, elbette o ülkelerde işçi ve emekçileri, öğrencileri ve kadınları daha da örgütlü bir mücadele için eğitecektir.

Filistin’de çocukları, kadınları, erkekleri, tüm halkı hedef alan bu saldırı, İsrail eli ile yürütülen, NATO ve Batı emperyalizminin ortak saldırısıdır. Ve bu savaş, onların içinde de iç savaş olarak ortaya çıkacaktır.

On binlerce insanı, binlerce kadını, binlerce çocuğu katleden İsrail, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın desteğine güvenerek hareket etmektedir. Ama İsrail’in savunulması artık daha da zor hâle gelecektir. Netanyahu rejimi, açık olarak İsrail halkından da korkmaktadır. Ve dünya gençliği, üniversiteleri, bu soykırıma karşı haykırışlarla doldurmaktadır. Onurlu insanların ne yapması gerektiğini, üniversite öğrencileri açık olarak göstermektedir. ABD’de başlayan öğrenci tutuklamaları, aslında bunu önlemek içindir.

Öğrencilere bakıp, “bunlar suçlu değil” demeye gerek yok. Zaten suçlu olamazlar. Suçlu, emperyalist efendilerdir. BM kararlarına rağmen, Filistin halkına karşı girişilen bu soykırımı destekleyenlerdir suçlular. Tek başına Netanyahu’nun yargılanması yeterli değildir, elbette ABD ve diğer Batılı ve NATO güçlerinin de yargılanması gereklidir.

Görüldüğü gibi, Filistin’e karşı soykırım ve buna direniş, iki sınıfın ve iki cephenin varlığını ortaya koymaktadır. Eğer denizi, sadece denizin üzerine bakarak anlamayı alışkanlık hâline getirmişseniz, derindeki yaşamı anlayamazsınız. Kuşkusuz bu bir soykırımdır. Kuşkusuz, savaşlar iki devlet arasında ortaya çıktıklarında, onların da savaşıdırlar. Ama derinde, sınıflar arasındaki savaşım vardır.

Filistin soykırımını seyreden, İsrail’i destekleyen güçler, sıra “insan hakları” konusunda ders vermeye gelince kimseye söz bırakmıyorlar. Sanki insan hakları denilen şey onların tekelinde gibidir. Ama biliyoruz ki, onların “insan hakları” dedikleri şey, elbette emperyalist egemenlikleri ve uluslararası tekellerin çıkarlarıdır.

Yeryüzünde hiçbir zaman emperyalist Batı, bir halka, bir insan topluluğuna yardım etmez. Ancak onu egemenliği altına almak için, müthiş yalanları ile maskesini takınır. Kürt halkına karşı bugüne kadar NATO mekanizması, her zaman devrede olmuştur. Bu sadece Saray Rejimi’nin savaşı değildir.

Her savaş, şu ya da bu düzeyde bir iç savaştır. Ve her iç savaşta, sonuçta sınıflar arası savaşımın izlerini, ister açıkta, ister derinde bulmak mümkündür.

Bu nedenle, tüm yeryüzünde, emperyalist egemenliğe, kapitalist sisteme, sömürüye karşı ortak bir savaş, enternasyonalist bir savaş yürütmek gerekir. Bu bir zorunluluktur.

Saray Rejimi’ne savaş düzeni ayarı

22 Mayıs 2024 tarihli Resmî Gazete’de, 52 sayfalık, “savaş hâli yönetmeliği” yayınlandı. Elbette beklenendir. Ama yine de öyle geçiştirilecek, beklenen olduğu için üzerinde durmaya gerek yok denecek bir gelişme değildir.

Yönetmelik 52 sayfadır.

Dördüncü bölümü, “Seferberlik ve Savaş Hâli” başlığını taşıyor. Aktarıyoruz:

“Madde 24 – (1) Cumhurbaşkanı, aşağıda belirtilen hâllerde genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir:

a) Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi.

b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.

(2) Seferberlik ilanı kararında, seferberliğin genel veya kısmi oluşu, kısmi seferberlikte kapsayacağı yerler, seferberliğin yürürlüğe gireceği tarih ve saat belirtilir.”

Burjuva medyamız, doğrudan Saray beslemesi olsun, dolaylı olarak devlet destekli (CHP kontrolünde) medya olsun, bu haberi, seferberlik kararının, Bakanlar Kurulundan alınarak Cumhurbaşkanı’na bağlanması yönü ile verdiler. Yani, onlara göre, Bakanlar Kurulunda bu seferberlik ilan yetkisi olsa, Cumhurbaşkanı’nda olmasından daha iyidir.

Oysa bu tümü ile işin üstünü örtmeye yönelik, CHP’nin üstlendiği göreve uygun olarak, meseleyi karartmanın bir yoludur, “yalan”dır.

Demek, gerçeğin bir bölümünü yanlış olarak öne çıkartmak, aslında o şeyin gerçek karakterini örtmek anlamına geldiği için, yalan olarak adlandırılabilir.

Bu olaya bakalım.

Eğer, seferberlik yetkisinin Bakanlar Kurulunda olması hâli olsaydı, ne fark ederdi? Hiçbir şey. Çünkü, Bakanlar Kurulu diye bir şey, gerçekte yoktur. Mesela Milli Eğitim Bakanı diye bir Bakan, aslında kâğıt üstünde vardır, MEB, Saray’a bağlıdır ve Saray’da Bilal tarafından yönetilmektedir. İster Bilal tarafından yönetilsin, isterse Bakan tarafından, zaten Saray’dan bağımsız hiçbir şey yapamaz. Bunu herkes biliyor. Biz de, bilerek Milli Eğitim Bakanlığını (MEB) örnek veriyoruz. Çünkü bugünlerde “yeni müfredat” çalışması tartışılıyormuş gibi yapılıyor. CHP, Milli Eğitim Bakanı’na karşı konuşuyor. Oysa, Bakan, bir kukladan daha alttadır. Kukla olan Erdoğan’dır ve Bakan, onun da kuklasıdır. Kuklanın kuklasıdır. Bu durumda, sözüm ona muhalefet, Bakan’a karşı sözler ederse, havaya konuşmuş olur, ki amaçları da budur. Oysa en yüksek merci Saray’dır ve ona karşı konuşmak gerekir.

Seferberlik yetkisi, Bakanlar Kurulunda olsa, yine, Saray’da olmuş demektir. Yani, aslında bir şey fark etmez. Dolayısıyla haberin ilgi çekici yönü burası değildir.

Saray’a verilmesi de önemsiz değildir. Ama bu, haber olacaksa, şöyle sorulmalıdır: Hayırdır, Erdoğan bir yere mi gidiyor, yeni gelecek olan için yönetmelik mi çıkartılıyor? Sorudur.

Ve dahası, Cumhurbaşkanı’na verilmesi, seferberlik meselesinin bir çeşit güncellenmesidir.

Şimdi, yasaya bakalım.

“Madde 24 – (1) Cumhurbaşkanı, aşağıda belirtilen hâllerde genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir:

a) Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi.

b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

“Savaşı gerektirecek durumun baş göstermesi” ne demektir? Savaş hâli değil de, bu yönde bir durumun baş göstermesi yeterlidir. “Baş göstermek”, aslında bir eğilimi gösterir ve birileri “baş gösterdi” diyebilir. Demek ki, savaş hâli olması şart değil, “baş göstermesi” yeterlidir.

“b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

Ve bu ikinci bölüm, daha da ilgi çekicidir. Burada durumlar var: İlki ayaklanma olması durumudur. Bozuk Türkçedir, zira Saray artık dille ilgili değildir. Ayaklanma durumunda denilebilirdi.

“vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”

Demek, “kuvvetli ve eylemli bir kalkışma” önemli.

Neye karşı? Vatan veya Cumhuriyete karşı. Devlete karşı ayaklanma biliniyor, “vatan”a karşı ayaklanma, tuhaf bir dil olmalı. Tümü ile subjektif değerlendirmelere bağlıdır. Devamında, “içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışlar” denilmektedir, tümü ile yoruma bağlıdır.

Aslında burjuva basın, rahatlıkla bu konuyu ele alabilir ve tartışabilir. Çünkü şu ana kadar söylediklerimizde, burjuva basının kapsamını aşan bir şey yok.

Ama mesele de tam da burada başlıyor. Ele alamazlar, zira bu yönetmeliğin yenilenmesi, bizzat, savaş hâli ilanı anlamına gelmektedir. Ve burjuva basın, muhalifleri de dâhil, bunu hemen hisseder. Hissetmişlerdir. Bu nedenle, konuyu ele almak istemezler. Sadece haber olsun diye, halk ayağını denk alsın diye, seferberlik yetkisi Erdoğan’a verildi, demekle yetinirler. Böylece, Saray’ın beklentisini yerine getirmiş olurlar. Yoksa korku nasıl yayılacak?

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ardından, Saray Rejimi’nde değişen yönleri vurgulamaya başladık. İlki, ekonominin bir konsorsiyuma devredilmesiydi. Bu konsorsiyum, alacaklılardan oluşmaktadır ve bizim anladığımız kadarı ile anlaşma, Mart 2023’te yapılmıştır. Anlaşmanın içinde yerel seçimler de vardır. Bu nedenle CHP, “işimiz belediye” sloganını atmaktadır. Bir diğer önemli nokta olarak, seçimlerle birlikte oluşan yeni “kabine”nin, “savaş kabinesi” olduğunu söyledik.

Demek ki, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi diye adlandırdığımız sürecin detaylarını anlatmaya çalışıyoruz. Şimdi belki biraz daha nettir. Anlamak istemeyen için elbette anlamak mümkün olmaz. Ama Saray Rejimi’ni kavramak isteyen için, bizim Kaldıraç dergisinde, 1 yıldır yazdıklarımızı okumalarını önermemizi fazla bulmamalısınız.

Saray Rejimi’ne savaş düzenlemesi yapılmaktadır.

Savaş düzenlenmesinin gerekleri vardır.

Önce “yerel seçimler” yapılmış, anlaşmanın bu bölümü de hayata geçirilmiştir. Ardından Saray “yumuşama” adı altında, 1 Mayıs ablukasının ardından, Özgür Özel’i kucaklamıştır. Kucaklanmış olan CHP, “yumuşama” yerine “normalleşme” sözünü öne çıkartmıştır. Bu arada, yeni anayasa tartışmaları devreye sokulmuştur.

Tüm hamleler, aslında %50’yi bir arada tutma politikaları ile, savaşa gidilmesinin mümkün olmaması nedeniyledir. Savaş, %50’nin karşı çıktığı bir süreçte, sürdürülemez, kaldı ki %50 yalandır, Saray’a ve savaşa karşı olanların oranları %50’yi çok geçmektedir. Böylece Saray, adına “gerilim politikaları” denilen uygulamalardan “yumuşamaya” geçeceğini ilan eder gibi yaptı. Ama bu arada savaş yasaları, yönetmelikleri çıkmaya başladı.

Yumuşama, Kobanȇ Davası’nda, 1 Mayıs Taksim kutlamaları girişiminde devreye girmedi. Yumuşama, CHP ile görüşme, Özel’i kucaklama ile sınırlıdır.

Ve bu süreç son derece hızla savaş hazırlıklarının artırılması ile devam etmektedir. Savaş kabinesi, aslında Saray Rejimi’nde bir değişim değildir. Ama savaş kabinesi, Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda savaşı sürdürme politikalarının, Almanya ve ABD arasındaki anlaşmaların gereğidir.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarından bir dirhem geri adım atmıyor. Tersine, savaş daha da sıcak hâle geliyor. Hem emperyalist efendiler, NATO tetikçilik rolünün devamını sağlama isteğindedir hem de Türkiye burjuvazisi kanlı parayı çok sevmişe benzemektedir. Bu nedenle bölgenin her noktasında savaşı körüklemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. İşte bu yeni yönetmelik, bu savaş hazırlıklarının, hem fiilî hem yasal hem de psikolojik hazırlığı için devrededir.

Egemen, en çok, bir toplumsal ayaklanmadan korkmaktadır. Dikkat edilsin, genel anlamı ile “toplumsal tepki”den söz etmiyoruz. Yönetmelik de öyle demiyor, doğrudan ayaklanma diyor.

Dikkat edilsin, egemen, Saray Rejimi, içeride bir devrimi, bir ayaklanma riskini görüyor ve buna karşı önlemler alıyor.

İçeride ve dışarıda savaş politikası dememizin nedeni budur.

Bizim liberal solcularımıza duyurulur; devlet, bir toplumsal ayaklanmadan korkuyor. Otoriter şeyleri sevmeyen ve bu nedenle de örgütlü mücadeleyi hiç ama hiç sevmeyen, yürekleri kurumuş, kafaları kurtlu liberal solcularımız bilirler ki, ayaklanma, son derece otoriter bir şeydir.

Belki de Saray, bu solcularımızı, bir toplumsal ayaklanma durumunu önlemek üzere göreve çağıracaktır ya da çağırmıştır.

Gezi Direnişi’nin 11. yıldönümünde, 15-16 Haziran’ın 54. yıldönümünde, egemen, ayaklanma olasılığından söz eden yönetmelikler çıkartmaktadır.

Mesele açıktır.

Gelişmeler, maskeleri indirmektedir.

Kimse artık maskeli baloyu sürdürebilecek hâlde değildir. Egemen kendi gerçek yüzünü hiçbir engel tanımadan ortaya koymakta, kendine bağlı liberalleri, sözüm ona sol aydınları, liberal solcuları da maskesiz bırakmaktadır.

1 Mayıs barikatından Kobanȇ Davası’na Saray Rejimi seçimle gitmez

Belki 5 yıldır, belki daha çok zamandır, sürekli olarak vurguluyoruz: Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve seçimle gitmez.

Bu bizim “seçim sevmez” olmamız ya da parlamenter mücadeleyi küçümsememiz nedeni ile vurguladığımız bir şey değildir. Tersine, sistem, bizzat kendisi sandıkları gömmüştür. 2015’ten bu yana, hiçbir seçim, sandıklara bağlı olarak sonuçlanmamıştır. Hepsi hilelidir. Bu nedenle, seçim bir meşruluk aracı ise, hiçbiri meşru değildir, burjuva sistem açısından bile meşru değildir. Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Ortada burjuva sistem açısından, kurallara uygun bir parlamento yoktur.

Ülkemizde, “demokrasi severlik”, bir çeşit karşılıksız aşk gibidir. Daha çok platonik bir aşka benzemektedir. Geniş bir kesim, “demokrasi” adına, ellerinde kalan tek şey olduğunu söyledikleri seçimlere, büyük değer atfetmektedir. CHP, elbette böyle davranacak. İYİ Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi vb. elbette böyle davranacak. Onlar, MHP gibi iktidar olanaklarının ortakları olmasalar da, iktidarın ortağıdırlar. Saray adına, sistemi meşrulaştırma görevi yapmaktadırlar. Muhalif olmaları gerçek değildir.

Ama bizim sol hareketlerin de seçimlere verdiği bu abartılı önem, bu nedenle CHP kuyruğuna takılmaları, abartılı bir “iyimserlik”tir. Oysa onlar da her seçimden sonra, seçimlerin hileli olduğunu söylerler. Ama bir sonraki seçim gündeme geldi mi, yine aynı tutumu alırlar. Şaşırtıcı derecede bir iyimserliktir bu, hem de en hafif deyimi ile.

“Demokrasi” sevenler, aslında demokrasinin sadece seçim ve belli aralıklarla sandığa gitmek demek olmadığını da söylerler. Ama yine de, elimizde kalan tek şey seçimdir tekerlemesini sürekli söylerler.

Hem derler ki, parlamento gerçek bir parlamento değildir. Kabul. Ama öyle davranmazlar. Parlamento sadece önemsiz değildir, aynı zamanda mevcut Saray Rejimi’nde en üst organ da değildir. Mesela parlamentoya gidip, “baroların bölünmesi yanlıştır” demek işe yaramaz. Çünkü, doğru adres parlamento değil, Saray’ın kendisidir.

Hem derler ki, hukuk yok. Hem de her davada “Türk hukuk sistemine güveniyoruz” derler. Sanki onlar, “bak biz senin anladığın gibi, sisteme, devlete karşı değiliz” demek isterler. Ve bu yolla, aslında Saray Rejimi’ne destek verirler.

Oysa ülkemizde hukuk vardır. Bu hukuk, bazı hukukçuların söylediği gibi, “düşman hukuku”dur. Bizim tarifimizle bu iç savaş hukukudur. Bu nedenle yasalar, kişilere göre, duruma göre uygulanırlar. Sen, suçlusun, ama aynı yasaya göre başka birisi de suçsuzdur.

Hem derler ki, Saray anayasayı çiğniyor. Elbette doğrudur. Ama aynı Saray ile, yeni bir sivil anayasa yapalım görüşmeleri yaparlar. Umutları şudur; artık Saray da hukukun gereğini anlamıştır. Her zaman, gel barışalım, biz senin suçlarını unutalım ama sen de “normal”leş.

İyi ama bu rejim, bir olağanüstü rejimdir.

Taksim 1 Mayıs kutlamalarına karşı devletin aldığı tutum, olağan tutum mudur? Beklenendir ama olağan değildir.

Peki Kobanȇ Davası? Dava, siyasal bir davadır ve kararı önceden verilmiştir. Ve şimdi, Adalet Bakanı, temyiz yolunun açık olduğunu söylemektedir. Al sana yeni bir “umut çubuğu” daha. Umut, çubukla tutulacak bir şey değildir. İktidarın, sistemin uzattığı çubuğa tutunan, her zaman aldatılacaktır.

Davanın kararı açıklandı. Yüzlerce yıllık cezalar ortaya konmuştur. IŞİD bu davanın diğer ucundadır ve IŞİD’e karşı mücadele edenler, mahkûm edilmişlerdir. Sistemin ne yaptığı son derece açıktır. IŞİD’i, Ankara Gar katliamında, Suruç katliamında kullananlar, mahkeme salonunda da IŞİD’e karşı mücadele edenleri cezalandırmaya karar verdiler. Özeti şudur, “sen kimsin ki, egemenin işine çomak sokuyorsun!”

Saray Rejimi’ne karşı mücadele eden Kürtler ve Batı’da devrimciler, aynı sonuçlarla karşı karşıya kaldılar, kalacaklar da. Bundan, onurlu olan kimsenin “merhamet” dileyecek bir tutuma yöneleceği sonucu çıkmaz. Ama herkese, ayağınızı denk alın, bir kere daha, denilmiştir. Sadece Kürtlere değil, direnen işçilere, direnen kadınlara, direnen gençlere karşı da tehditlerini savurmuş, kılıçlarını bir kere daha göstermişlerdir.

Burada biraz duralım. Duralım ve 1 Mayıs barikatı ile Kobanȇ Davası arasında bir bağ kurmaya çalışalım. Çünkü 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nde barikat kuranlar, kemerin zirvesine keskin nişancılar yerleştirenler ile, Kobanȇ Davası’nda cezalar açıklayanlar, aynı Saray Rejimi ve onun destekçileridir.

Şöyle sorabilir miyiz: 1 Mayıs’ta o barikat aşılsaydı ve Taksim on binlerce işçi ve direnişçi tarafından geri alınmış olsa idi, acaba Kobanȇ Davası’nda bu cezalar, böyle verilebilir miydi? Sorudur.

Diyelim ki siz, bu soruyu çok abartılı buluyorsunuz. Olsun. Yine de düşünmeye değer bir sorudur.

1 Mayıs’ta Taksim’e karşı kurulan barikatlar aşılsaydı, Kobanȇ Davası’nda bu denli rahat olamazlardı.

Saray Rejimi, Kürt hareketine karşı savaşı, Batı’da devrimci harekete karşı savaş ile birlikte yürütüyor. Ve dikkat noktaları, her iki tarafta mücadele edenlerin, pratikte ortak bir anlayışla mücadele etmelerinin önlenmesidir. Bu konuda dün milliyetçilik ve dini daha etkili kullanıyorlardı. Bugün, bu etki, eskisi kadar güçlü değildir. Kullanıla kullanıla etkisi de azalmaya başlamıştır. Gar katliamı ve Suruç katliamı, başkaları da içinde, aslında dinin ve milliyetçiliği ideolojik etkisinin aşınması nedeni ile, şiddetin devreye sokulmasıdır. Böylece, mücadeleyi durdurma, yavaşlatma, korkuyu yeniden egemen kılma olanakları elde ettiler. Ve elbette, bir süreliğine.

Sadece durumu hayal edin. 1 Mayıs’ta İstanbul’da barikatlar aşılmış, on binler Taksim’e çıkmış olsun. Bu durumda, Saray’ın Kobanȇ Davası’ndaki tutumu nasıl etkilenir?

Mesele, en genel anlamı ile, Saray’a karşı mücadelenin genişletilmesi ve daha etkili hâle getirilmesidir. Yoksa, mesele mutlaka, kapsamlı bir ortak mücadele meselesi de değildir. Her iki alandaki mücadelenin her kazanımı, aslında ortak kazanımdır. Bunun kavranması gereklidir.

Elbette Saray’ın hem Kobanȇ Davası’ndaki cezaları hem de Taksim’i kapatmak için kurduğu barikatlar, bugün Saray için kazanım olarak görülse de, gerçekte, Saray’ın artan korkularının ürünüdürler. Bu ayrı bir konudur. Yel eken fırtına biçer. Bu noktada bir sorun yok. Ama kimin ne denli güvenilir ve ne denli sağlam olduğuna bakmaksızın, pratikte mücadeleyi geliştirmek, doğru bir politikadır.

Saray, tam da 1 Mayıs öncesinde, 2 Mayıs’ta Özgür Özel ile görüşeceğini ilan etmiştir. Tam da Kobanȇ Davası öncesinde, parti ziyaretleri ile yeni anayasa tartışmalarını açmıştır. Ve şimdi, Kobanȇ Davası sonuçları ortaya çıkınca, adına “yumuşama” dedikleri şeyin ne olduğu ortaya çıkmıştır. Oysa bu zaten önceden de belli idi.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını, artan ekonomik kriz içinde, eskisi gibi, “%50’yi gerilim politikaları ile manipüle” ederek, yürütemez. Savaş politikaları, salt gerilim politikaları ile yürütülemez. Bu nedenle “yumuşama” ya da “normalleşme”den söz ediyorlar.

Nasıl bir yumuşamadır bu?

Bu nasıl bir “normal”dir? İstanbul’u ablukaya almak, nasıl bir normalliktir? İşçilere Taksim’i yasaklamak nasıl bir “normalleşme”dir? Kobanȇ Davası nasıl bir “normal”dir?

Saray Rejimi, olağan yöntemlerle yönetememenin, olağanüstü bir devlet örgütlenmesinin kendisidir. Olağanüstü rejimin “olağan” politikaları tam da bunlardır. Bu egemenin (yani emperyalist efendiler, NATO diyelim ve onların yerli uşaklarının) bir çeşit geçici çaresi değildir. Bu kalıcıdır ve olağanüstü devlet örgütlenmesidir.

Çürüme-fakirleşme-zihinsel fukaralaşma

Çürüme üzerine birçok şey söyleniyor. Kimisi çürüme denildi mi, sistemin otomatik yıkılacağının kastedildiğini sanıyor. Kimisi, bunun bir ahlâkî değerler alanında yozlaşma olduğunu, sadece bu olduğunu varsayıyor. Ama giderek, daha fazla, kapitalist sistem ve çürüme üzerine yazıldığını görüyoruz.

Çürüme sadece bizim toplumumuza ya da sadece herhangi bir toplumun belli bir anına özgü değildir. Çürüme kendi içinde bir süreklilik taşıyor. Tekeller çağı çürüme çağıdır.

Bizim, az okumuş-hiç anlamamış, devrimci saflarda emaneten yer almış solcularımız, “çok okumuş adamlar”ı, bu çok okumuş olanlardan da en çok burjuva yalakası olan “aydın”ları, çok ama çok dinlerler. Onlar da söylerler, “Marksizm, tekeller çağı çürüme çağıdır, der. Der ama hani nerde? Kapitalizm ayakta duruyor işte.” Bizim saflarda emaneten duran, geçici bir sosyal medya pozu vermek için kareye giren az okumuş-hiç anlamamış solcularımız, bunun üzerine atlarlar. Çünkü onlara, mücadele etmemelerine temel olacak açıklamalar gerekir ve bu yöndeki her açıklamanın üzerine atlarlar. Sibel Hoca’nın, Temel Hoca’nın ve Deniz Adalı’nın üzerinde durdukları post modernizm de dâhil, devrim için mücadele etmeyi önermeyen, yani işlerine yarayan ne varsa, hemen alıverirler.

Tıpkı, “hani devrim olacaktı” diyen samimi ya da gayrisamimi insanların sorularına benzer bir hâldir bu. Hani, tekeller çağı çürüme demek idi, o hâlde niye yıkılmadı?

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, 10 yılı aşkın zamandır bir savaştan, üçüncü dünya savaşından vb. söz ediyoruz. Bize, bugünlerde gelip, “hani savaş diyordunuz, savaş nerede” diye soranlar oluyor. Çünkü, onlara göre savaş, ancak kendi evlerine bomba düştüğü zaman savaştır. Öyle ya, biraz başlarını dikleştirip, gözlerini çevreye çevirseler, “savaş nerede” diye sormaktan utanırlar.

Bir sistem çürüyorsa, onu yıkmak için bir özne gerekir. Yoksa sistemin çürümesi, kendi kendine yıkılacağı anlamına gelmez. Tamam, mücadele etmek istemiyorsunuz ve söylenenleri hep öyle anlıyorsunuz. Ama çürümeyi otomatik yıkıma götürecek bir şey yoktur, ona mutlaka bir özne gerekir. Bazan çok güçlü, bazan son derece sıradan bir özne. Devrim olacaksa, kendi kendine olmaz. Otomatik kuluçka makinası değildir toplum. Devrim, mutlaka bir özneye ihtiyaç duyar ve eğer bir insan devrimci ise, dürüst ise, “devrim olmuyor, acaba neyi hatalı yapıyoruz” diye sorar. Yoksa, başkalarının devrim yapmasını bekleyerek “devrim olmuyor işte” demez. Deneyeceksin, soyunacaksın, işe koyulacaksın, bu yolda yanacaksın, yoksa devrim olsa bile sana ne ki?

Tekelci kapitalizm, çürüme ile birlikte vardır. Tekelci egemenlik çürüme de demektir. Artık çürüme süreklidir. Artık sürekliliği olan bir çürüme tüm toplumu, tüm kapitalist dünyayı sarmıştır, sarmaktadır.

Eğer siz çürümeyi, belli bir dönem görmüyorsanız, bunun nedeni, çürüme hâline alışmanız, çürüme hâlinin “normalleşmesi”dir. Sürekli lağım kenarında yaşayan bir insan, orasının kokusuna alışır ve eğer koku yeniden yükselip yeni bir zirve yapmamış ise, durumun normal olduğu sanılır. Bir gün bölgeden dışarı çıkıp tekrar geri gelirseniz, o zaman kokuyu fark edersiniz.

Demek ki artık çürüme olağan hâldir.

Buna rağmen, bugün bizim ülkemizde yaşanan çürüme, yeni bir zirvedir ve buna alışana kadar çürümeyi fark edenlerin sayısı artacaktır.

Çürüme sadece krize ait değildir. Kriz, onu daha da artırmaktadır. Mesela Kürtlere karşı sürdürülen kirli savaş, çürümenin bir dönem zirvesidir. Kriz, çürümeye yeni zirveler yaptırır. Ama savaş, bu konuda daha ağır katkılar yapar.

Dünyada ve bölgemizde sürmekte olan savaş, çürümeyi daha da artıracaktır, artırmaktadır.

Egemenin bunalımı, tüm toplumu sarmaktadır.

Egemenin ve sistemin çürümesi, tüm toplumsal kesimleri de etkisi altına almaktadır.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin fakirleşmesine yol açmaktadır. Yaşamak pahalı hâle gelirken, ölüm ucuzlamaktadır. İnsanlar, yaşamak için satabilecekleri her şeyi satmakta, düşebilecekleri en ağır durumlara razı olmakta, en olmadık çalışma koşullarında çalışmaya mahkûm hâle gelmektedir. Bu sadece fakirleşme değildir, bu aynı zamanda bir uçta değerlerde bir çürümeye de neden olmaktadır.

Saray çalıp çırptıkça, sokaktaki herkes, bu yağmadan pay alabileceği koşullar, “şanslı hâller” arama işine girişmektedir. Saray, her çeşit lümpen için bir sığınak, her çeşit tecavüzcü için bir korunak, her çeşit katil için ekmek kapısı, her çeşit müptela için askerlik yeri hâline gelmektedir. Ve çürüme, tüm bu tablonun içinde, her yönü ile, zirveler yapmaktadır.

Bu koşullarda, akıl sağlığını korumak, özel bir öneme sahiptir.

Ülkemizde, Saray Rejimi, öyle bir siyasal pratik göstermektedir ki, hiçbir komedi bu kadar rezil bir şan elde edememektedir. İşte artan itibar bu olmalıdır.

Bahçeli’nin Yeşilçam’ın en çapsız ve arabesk şarkıcıların en pespaye kliplerini birleştirerek elde ettiği, bahçede yürüyen yalnız adam klibi bir örnektir.

Bir başkası ise, Özgür Özel ile Erdoğan görüşmesinde, “boş koltuk” fotoğrafıdır.

Mehmet Uçum’un açıklamaları, Selvi’nin yazıları, Diyanet İşleri Başkanı’nın araba merakı Saray’ın “uzmanları” ile, Saray’ın soytarıları arasındaki farkın ne denli ortadan kalktığını göstermektedir. Soytarı uzman olurken, uzman soytarı hâline gelmektedir.

İşte bu koşullarda akıl sağlığını korumak önemli.

Şimdi, bizim liberal solcularımız, eylemsizliği eylem hâline getirmiş her şeyi bilen solcularımız, aydın adı takılan cehaletin temsilcisi hâline gelmiş korkak yazarlarımız, iktidarın yalaka uzmanları, dolara biat eden profesörlerimiz, sözüm ona muhalif gazetecilerimiz, hepsi ama hepsi, bu sahneler üzerine beyin egzersizi yapıyorlar.

Ne yapalım, onların egzersizleri de bu. Gerçeği örtmek için ya da tersine bir bulmaca çözer gibi uzmanlıklarını sergilemek için sürekli konuşuyorlar.

Efendim, acaba, Bahçeli bu video klipte kime sesleniyormuş, Erdoğan’a mı, sevgilisine mi, yoksa başka birisine mi? Mesela kime, Şenkal Atasagun’a mı? İşte size büyük tartışma. Konu yok ya! Başka konuşacak bir şey yok ya, sahneye konan bu saray imalatı video klip, esas gündem olmalıdır. Kime mesaj göndermiş?

Beyinlerini çalıştırmak mı istiyorlar? Bilemiyoruz. Ama başlıyorlar, “efendim, elbette bu video klip Erdoğan’ı hedefliyor.” Öyle mi, sahi mi?

Ama şöyle bir soru yok; arkadaş bu ne, bu nasıl bir mesaj, bu nasıl bir siyasal tutum, bu nasıl bir komedi? Kime ise bu mesaj, neden kendisine legal ya da illegal yollarla iletilmiyor da, bir Yeşilçam bozması video klip devreye sokuluyor? Hepsi, kameraların arkasında gülüyorlar, kimisi masanın başında, kimisi bir köşede ağzını kapatarak, kimisi bir tuvalette kameralara görünmemeye çalışarak gülüyorlar. Ama sonra TV kameralarının karşısına çıkıp, büyük bir ciddiyetle, video klibi tartışıyorlar.

Ne diyelim, egzersiz iyidir ama bu kimsenin akıl sağlığını korumaz. Tersine, varsa biraz akıl, onu da alıp götürür.

Mesela şöyle sorabilirsiniz; acaba, bu video klip ile, Sinan Ateş dosyası (o da ayrı bir tiyatrodur) arasında bir bağlantı var mı? Eğer öyle ise, Bahçeli’nin video klip denemesi, çok zayıf bir yanıttır. Sinan Ateş dosyasının, Atasagun ve Bahçeli için bir tehdit olduğunu bilmeyen yoktur. Ama bunun karşısında ne istendiği, henüz açıklanmamıştır.

Bu bir olay, başkaları da var.

Özgür Özel, Erdoğan ile 2 Mayıs’ta görüştü.

1 Mayıs’ta Saraçhane’ye gelip, 10 dakika kalıp, tuhaf açıklamalar yaparak giden Özel, Erdoğan ile görüşmeye gitti. Koşarak. Video klibi çekilse, Bahçeli burada hangi şarkı ile yürürdü?

Efendim, görüşmede “boş koltuk” varmış. Fotoğraf böyle verilmiş. Başlıyorlar; acaba bu boş koltuk niye var? Boş koltuk ile Erdoğan ne mesaj vermek istemiş? İşte size büyük tartışma. Özel’i nezaketsiz bir biçimde mi ağırlamış?

İyi ama, Özel, görüşmenin içeriğini niye açıklamıyor? Özel “gizli bir görüşme” mi yapıyor? Bu sorular yok. Öyle ya, Özel, birinci parti olarak çıkmıştır seçimlerden ve Erdoğan’a “sizi tanıyorum” ziyareti mi yapıyor? Böylece, 28 Mayıs seçimleri, gayrimeşru seçimler, tüm sonuçları ile meşrulaştırılıyor mu?

Ama bunu konuşmak yok.

Acaba o koltuk niye boş? Efendim, koltuk boş, çünkü Erdoğan, böylece Özel’e nezaketsiz davranmış oluyor. Neden ki, mesela koltukta bir saksı olsa, nezaket kurallarına uymuş mu olurdu? Tutmadı mı, egzersize devam. Koltuk niye boş, acaba, o koltuk, hep boş mudur? Öyle ya, başkaları ile de görüşürken Erdoğan, o koltuğu hep boş tutuyor. Peki, mesajı ne bu koltuğun?

Peki, acaba Özgür Özel’in yanındaki kişi, Tan, neden oradadır? Tan, dün AK Partili mi idi? Peki bugün Tan, CHP’li midir? Acaba Tan ile Özgür Özel arkadaş mıdır? Dahası, Özel ile Tan acaba ne zaman ve kaç kere kahve içmiştir de, şimdi birlikte Erdoğan’ın karşısına çıkmaktadırlar? Yoksa Tan, Özel olur da görüşmeye gelmekten vazgeçer diye, bir korucu olarak mı devrededir? Ve acaba Tan, boş koltuktan daha mı “değersiz”dir? Tan, yerine boş koltuğun tartışılması, çok mu anlamlıdır?

Acaba koltuk fotoğraf verilirken mi boş? Fotoğraftan sonra koltuğu birisi mi dolduruyor? Öyle ya, koltuğun hep boş olduğundan emin miyiz? Bunlar da bizim sorularımız olsun. Neden Erdoğan ne mesaj veriyorsa, bunu şifre ile veriyor? Tartışma olsun ve “uzmanlar” bunu tartışsın diye mi? İyi ama mesaj kime? Kimse mesajı anlamıyorsa, bu nasıl bir mesaj? Acaba o koltuk öylesine mi boş kalıyor? Her görüşmede bir boş koltuk olması yeni diplomasi midir? Acaba Özgür Özel, bir o koltuğa bir de öbürüne mi oturuyor? Yoksa Erdoğan, Cumhurbaşkanı şapkası ile başka, başka şapkası ile başka koltuğa mı oturuyor? İyi ama bu durumda, AK Parti başkanı koltuğu, Varlık Fonu başkanı koltuğu, BOP eş başkanlığı koltuğu vb. de gerekli değil mi? Yoksa boş koltukta bir ruh mu oturuyor? Eğer öyle ise, kimin ruhudur bu? Yoksa o koltuk Sultan Abdülhamid döneminden mi geliyor? Koltuğun, dinî bir anlamı var mı?

Demek ki sorular çoğaltılabiliyor.

Peki görüşme ve onun içeriği ne oldu? Arada mı kaynadı?

Özgür Özel, Saray Rejimi’nin doğal parçası olan CHP’nin yeni başkanı olarak, Saray Rejimi’ne güç vermek istiyor olmasın?

CHP, mayıs seçimlerinden bu yana, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diye bir vurguyu yapmaz hâle geldi. Böylece, güçlendirilmiş Saray Rejimi için hazırlıklar başladı. Olamaz mı? Acaba Özel, yeni kazandıkları belediyelerle birlikte, sadaka dağıtım sistemini yürütme görevini yerine getirmek için, Saray’dan ek bütçe ve destek mi istedi? Tan, acaba orada, savaş hazırlıkları ve İran’a karşı operasyonlar konusunda bir görüş birliği oluşturmak için mi vardı?

Anayasa tartışmaları da bir başka örnektir.

Yeni anayasa tartışmaları gündeme geldi. Ve CHP, “mevcut anayasaya uymuyorlar, yenisini mi yapacaklar” dedi. Dedi ama, Taksim’e yürümek için toplanan kitlelerin önüne kurulan barikatlara şöyle karşıdan bir bakış bile atmadı. Sarnıcın tepesine yerleştirilmiş dürbünleri, keskin nişancıları görmemek için gözlerini yumdu. Ve ardından, soluğu Erdoğan’la görüşmede aldı. Oysa Özel, Bozdoğan Kemeri’nin en üstündeki keskin nişancıları görseydi, hiç değilse Erdoğan’a, “efendim çok korktum” diyebilme olanağına kavuşurdu.

Olaylar son derece açıktır.

Saray Rejimi, çürümenin yeni zirvelerini ortaya koymaktadır.

Fakirleşmek, sadece ekonomik bir olgu değildir. Aynı zamanda zihinsel bir fakirleşme ile birlikte yürümektedir. Saray Rejimi’nin çürümesi, tüm toplumu sarmaktadır.

1 Mayıs 2024’te ortaya konan devlet ablukası ve OHAL sahnesi, aslında gerçeğin dışa vurumudur. Bu sahne, ancak ve ancak, kriz ve savaş politikaları ile anlamlıdır. Savaş politikaları, içeride ve dışarıda tüm hızı ile devam etmektedir. Krizle birleşmiş bu savaş politikaları, sadece emperyalist efendilerin TC devletine biçtiği tetikçi rolünün ifadesi değildir, aynı zamanda burjuvazinin, tekellerin çıkış yoludur. Onlar, tıpkı efendileri olan emperyalist Batı güçleri gibi, savaş dışında bir yol görmüyorlar. Savaş müptelalığının geçici olduğunu düşünmek büyük hatadır. Savaş, hem sistemin hem de efendilerinin çıkış yolu hâline gelmiştir.

Tüm bu sahne, aslında bu savaş politikalarının ve krizin yarattığı çürüme hâlinin ifadeleridir.

Aklı temiz tutmak gerekir.

Bunun yolu, direnmekten, devrimci pratikten, örgütlenmekten geçmektedir. Örgütlenmeden kaçarak, direniş hattına girmekten uzak durarak, bir çeşit egzersiz ile akıl sağlığını korumak mümkün değildir.

Akan su, eninde sonunda berraklaşır. Akmak gerekir. Yürümek, yola koyulmak gerekir. Yol ise, devrime giden yoldur. Devrime giden yol, bugün, kitlesel direniş ve örgütlenme yoludur. Basitçe, sadece bir mücadeleci olarak saf tutmadan, temiz kalmak, insan olarak kalmak mümkün değildir.

Sistemi baştan ayağa saran devrim korkusu, 1 Mayıs alanında kurulan barikatta kendini açığa vurmuştur. Egemen korktukça, korkutma politikalarına daha fazla başvuracaktır. Güç gösterilerinin arkasındaki bu korkuyu görebilmek için, barikatın bizim tarafımızdaki saflarında yer tutmak gereklidir.

1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nin önünde TOMA’lar, polisler, keskin nişancılar ile, tüm İstanbul’da ortaya konan olağanüstü hâl ve abluka görüntüleri, evet bu tablo, devletin güç gösterisidir ve komiktir. En ucuz malzeme ile, yamalı bohça gibi hazırlanmış sahne dekoruna benzemektedir. Ve 1 Mayıs 2024’te devletin ortaya koyduğu şey, kendi korkusudur. Çürümenin bir başka görünümüdür bu.

Ne diyelim. Korkuyorlar ve bu konuda haklıdırlar. Ülkemizin her yanında bir devrim, komünizm hayaleti dolaşıyor. Saray’ın odalarına girip çıkıyor. Şimdi mesele, bu hayaleti, bir canlı vücut ile ortaya koymaktır.

İşte örgütlenme ve direniş hattı burada çözücüdür.

Devrimci hareketin birliği ve birlikte hareket edebilme kabiliyeti, bu açıdan yol açıcı olacaktır.

Bugün, bize gerekli olan, birleşik emek cephesidir.

Gezi’nin 11. yıldönümü, yaşasın direniş, yaşasın Birleşik Emek Cephesi

Gezi’nin 11. yıldönümündeyiz. Bu, aynı zamanda 15-16 Haziran’ın 54. yıldönümüdür.

Bu topraklarda, 15-16 Haziran ve Gezi Direnişi, kitlesel hareketin kendiliğinden patlamasının iki zirvesidir. Her ikisinin de kendine özgü özellikleri var. Her ikisi de umut olmuştur. Her ikisi de iktidara korku salmıştır. Her ikisi de egemenin kâbusu olmuştur.

Ve öyle görünüyor, her ikisini de birleştirmek gerekir. Bunun tek yolu vardır, o da örgütlü bir ayaklanmadır.

22 Mayıs 2024’te, Saray Rejimi, savaş düzenlemelerine bir yenisini ekleyecek bir yönetmelik yayınlamıştır. Bu yönetmelikte, “ayaklanma”dan söz ediyorlar.

Gezi Direnişi yargılanmıştır.

Kendiliğinden bir sosyal patlama, Saray Rejimi tarafından yargılanmıştır.

Kime ceza vereceklerini bilemediklerinden, öne çıkan tanınmış aydınlara cezalar yağdırmışlardır. Bu, hem yargı sistemlerinin artık iç savaş hukukuna göre şekillendiğinin ilanıdır, hem de bu yolla kitleleri, aydınları değil, kitleleri korkutmayı amaçlamışlardır.

11 yıl geçti aradan. O günlerde ilkokula başlamış olan bir çocuk, şimdi delikanlıdır ve muhtemelen üniversite öğrencisidir. O günlerde babasının omuzunda alana gelen çocuk, şimdi üniversite harcını, ev kirasını ödeyemez hâldedir.

Aradan 11 yıl geçti.

Bizim liberal solcularımız, “bak Gezi Direnişi oldu da ne oldu, devrim mi oldu” demekten geri durmuyorlar. Oysa Saray, egemen, devlet, hâlâ Gezi Direnişi’ne cezalar basma peşindedir. Hâlâ Saray’ın koridorlarında Gezi hayaleti dolaşmaktadır. Hâlâ çıkarttıkları yasa ve yönetmeliklerde toplumsal ayaklanmadan söz etmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti.

Gezi Davası’ndan içeride yatanlar, tüm olgunlukları, tüm ciddiyetleri ile insan gibi yatmaktadırlar ve Gezi Direnişi’nin onuruna uygun davranmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen kitleleri durdurmak için, Saray, evlere şenlik bir trajikomiklikle barikatlar kurmaktadır. Kemerin üzerine keskin nişancılar, kemerin yola basan ayaklarının arasına TOMA’lar vb. yerleştirerek, kendi korkularının tarifsiz hâlini trajikomik biçimde dışa vurmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıl sonra, sendikalarımız, işçi sendikası hâline gelmek yerine, daha çok devletin kontrolüne girmeye meylettiler. CHP kuyruğunda, devlete sığındılar. Devletin barikatlarının önünde, işçi sınıfını ve direnişi durdurmak için, barikatlar kurmaya başladılar. İşçi sınıfından korkmak yerine, devletten korkmayı daha uygun bulmaktadırlar.

Aradan 11 yıl geçti.

11 yıldır, ülkede direniş, hiçbir biçimde durdurulamadı. TOMA’lar, hapisler, coplar, tutuklamalar, mahkemeler, okuldan ve işten atmalar, gazlar vb. insanların direnişi sürdürmelerini engelleyemedi. Ve bu süre içinde birçok olumlu direniş örneği ortaya çıktı.

Direniş, parça parça, yerel alanlarda, fabrikalarda, işyerlerinde, sokaklarda, okullarda, meydanlarda, daha az sayıda kitlelerle birlikte olsa da, sürekliliğini kaybetmedi.

Bugün, 11 yıl sonra, maskeler daha fazla düşmüştür ve herkes kendi yüzünü daha net ortaya koymaya başlamıştır.

Bugün, Gezi’nin 11. yılında, ülkede ekonomik kriz, toplumsal bunalım daha da derinleşmiştir. Egemen, ekonomik krizin faturasını, elbette, karakterine uygun olarak, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere yıkmak istemektedir. Ve buna karşılık, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, direnişlerini sürdürmektedirler.

Aradan 11 yıl geçti ve bugün egemen, toplumsal ayaklanmadan söz etmektedir.

Egemen, devrimin hayaletini görmekte, ondan korkmaktadır.

İşçi sınıfı ise, devrimci hareket ise, bu devrim hayaletini yeryüzüne, toprağın üzerine, eti ve kanı ile indirme, gerçek bir güce çevirme görevi ile karşı karşıyadır.

İşçi sınıfı, devrimcileşme, devrimci örgütlenmesini geliştirme görevi ile karşı karşıyadır. Başka türlü işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin, devrimin öncüsü hâline gelemez.

Kadınlar ve gençler, tüm toplumsal muhalefet, direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak ve bunları yaparken örgütlenmek ve örgütlenmek zorundadır.

Gezi’nin 11. yılında, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını tüm gücü ile devreye sokmuş durumdadır.

İçeride ve dışarıda savaş politikaları, devrimcileri hedef almaktadır.

Devrimci hareketler, ortaklaşa mücadeleyi geliştirmek, kendilerini daha örgütlü hâle getirmek zorundadır. Kendini örgütlemek ile, ortaklaşa, birlikte mücadele etme yeteneğini geliştirmek, çelişkili değildir.

Devrimci hareket direniş hattını geliştirmek, direnişi yaymak zorundadır.

Bunun biricik yolu Birleşik Emek Cephesi’dir.

Devrimci hareket, her türden milliyetçiliği aşarak, savaşa karşı durmak zorundadır. Devrimci hareket, en yakınından en uzağına kadar, dünyadaki tüm devrimci hareketlere, enternasyonalist bir ruhla yaklaşmak zorundadır.

Yaşasın direniş.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi.

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi.

The Palestinian genocide: Every war is a civil war or war and class struggle

Deniz Adalı

June 2024 – Kaldıraç Issue 275

Socrates is sentenced to death and he faces death. Execution is not an ordinary punishment. His wife shouts: “Socrates, they will execute you for nothing.” Socrates replies, “Oh well, would I rather be executed as a criminal?

This is the truth.

Workers and laborers, peoples are innocent and guiltless.

Workers and laborers, their revolutionary pioneers who fight for them, are innocent, no matter what crimes the system attributes to them. That is why they are being executed. The aim is to prevent the exploited from rising up. In order to keep the working class, which is the majority, under the control of a bunch of bourgeois, both methods of force (i.e. violence) and of confusing their minds in all kinds of ways (generating consent), using all kinds of prejudices and beliefs are put into play.

When revolutionaries die in the front line, the first thing that comes to the minds of those closest to them is “he/she was killed without a crime”. Because these “close ones” consider the rules of the order, the laws, not as something that protects the bourgeois, but as sacred matters that cannot be rebelled against. Therefore, they think in accordance with the general way of thinking of the system and since they know their revolutionary kin, they want to swear he/she was innocent.

No problem.

However, in no period of history have they ever been killed because they were guilty. On the contrary, they are declared guilty in order to be killed. And as they do not recognize the laws of the sovereign, they never feel guilty, etc. They don’t feel guilty because if rebellion against the sovereign is a crime, they do it knowingly, consciously, voluntarily. Because the sovereign has already committed the crime of exploitation of man by man, and they are rebelling against it.

Perhaps when it comes to the Palestinian issue or, more closely, the Kurdish issue, it is possible to see and understand who is guilty from this perspective. The guilty are the rulers of the system which is based on the exploitation of man by man. The guilty are the imperialist centers. The guilty ones are those who talk about “human rights” even though they do not recognize any human values.

The Palestinian genocide is in its 7th month. In front of the eyes of the whole world, an open genocide is being practiced against a people. The war against the Kurdish people, as a dirty war, from time to time reaches genocidal policies. And again, in front of the eyes of the whole world.

When Hamas launched an attack against Israel on October 6-7, our liberals immediately started naming it “Hamas-Israel war“. The fact that Hamas does not share the same ideology as you, the fact that Hamas does not have a solid background does not cancel its action against the ruler, against the oppressor.

Thus, at that time we said that, in fact, the Israeli genocide and the resistance in Palestine should be seen as part of the class struggle between the working class and the bourgeoisie, as a form of class struggle in the ultimate outcome. And some of our friends found some exaggeration in this emphasis.

Today, in May 2024, news of Palestinian resistance is coming from all over the world. In the US, while students are demonstrating their support for the resistance, the state, with its attacks, is demonstrating how this is part of the class struggle.

And this is just the beginning.

Israel, followed by the US, England, with almost all of Europe in line behind them, and primarily Turkey, Jordan, Qatar, Saudi Arabia and others alongside them. All together, they are waging an open genocidal war against the Palestinian people.

These are also the ones fighting against the Kurdish people.

Israel may be waging the war, but it is impossible to understand the situation without seeing the entire NATO, the entire West behind it. In the same way, opposing to the Kurdish freedom movement is the entire West and the entire NATO mechanism.

Of course, when we say the West, we are not talking about the peoples. When we say the West, we are talking about the rulers, the states, the monopolies, the looters, the imperialist masters.

For 7 months, Israel has been carrying out a genocide.

For 7 months, the Turkish state has not ceased either economic or military relations with Israel.

And today, shamelessly, the Palace Regime is claiming that, in fact, we are no longer doing a trade, we have stopped it. This is a lie.

First, military relations continue. Unless Kürecik is closed, the Turkish state cannot be considered to have taken a stand against Israel. If Turkey does not block its airspace to Israel, if it does not end their training here, it will have no stance against Israel.

Secondly, trade relations continue. The only change is the route. Does the Turkish state trade through Azerbaijan? Does the Palace Regime conduct trade through Jordan? The Palace Regime loves trade and continues it as it is. As in every other field, they are also collusive in this one.

This is Erdoğan’s style.

He criticizes the US. Fine, but he does whatever the US says.

He calls Israel a terrorist state, but he tries, finds and employs every commercial and military means to support Israel.

Take any issue, analyze it, don’t just depend on Erdoğan’s words (it is impossible to look at his words anyway. He has said the opposite of almost everything he has ever stated. Therefore, it is not possible to consider them), but also look at his behavior. You will see that Erdoğan is more loyal to NATO than to Islam, more loyal to the dollar than to the Creator, much more loyal to the US than to his country, and more loyal to Israel than to his family. Just look at his behavior towards anti-Israel actions and you will see.

Today, Israel is even more powerful in the Turkish state than it is in Israel. It is not possible to suggest that Israel is as comfortable in its own country.

The genocide against the Palestinian people is an open, blatant procedure. The concentration camps, the Nazi torture chambers are only manifested in a different form. “Kill the children“, shout the rulers of Israel. With their religious and fascist gangs, they declare that tomorrow a child will grow up to be a warrior. On the other hand, their masters, the USA, England, Germany, France, Canada, Italy, Japan, shamelessly talk about human rights.

And the entire West, including Turkey, is brutally attacking the protests against Israel and will continue to do so.

Israeli police are attacking the resistance and protests of the Israeli people with the same brutality. Hundreds of thousands of people in Israel are protesting against Israeli attacks. Israel does not hesitate to resemble the Nazi remnants, which it accuses of genocide.

This war, of course, is a civil war in Israel too, it will develop as such, it is developing as such, only it seems to take a longer road.

And of course, the resistance of the Palestinian people will develop further and evolve into a political struggle for socialism, shedding its religious cover.

And of course, even today, the Palestinian resistance is shaking the entire capitalist-imperialist world, the metropolises. Yes, it is not a very strong earthquake shaking. But it is effective enough to unmask all the imperialist masters.

The pro-Palestinian demonstrations all over the capitalist world will, of course, train the workers and laborers, students and women in those countries for an even more organized struggle.

This attack in Palestine, targeting children, women, men, the entire population, is a joint attack by NATO and Western imperialism, waged by Israel. And this war will emerge as a civil war within them.

Israel, which has slaughtered tens of thousands of men, thousands of women, thousands of children, is counting on the support of the entire West, especially the US and England. But Israel will become even more difficult to defend. The Netanyahu regime is clearly afraid of the Israeli people as well. And the youth of the world are filling the universities with outcries against this genocide. University students are clearly showing what honorable people should do. The student arrests that have started in the US are actually to prevent this.

There is no need to have a look at the students and declare “they are not guilty”. They cannot be guilty anyway. The criminals are the imperialist masters. The criminals are those who support this genocide against the Palestinian people despite UN resolutions. It is not enough to prosecute Netanyahu alone, the US and other Western and NATO powers must also be prosecuted.

As seen, the genocide against Palestine and the resistance to it reveals the existence of two classes and two fronts. If you have the habit of perceiving the sea only by looking at the surface, you cannot recognize the life that lies beneath. Undoubtedly, this is genocide. Undoubtedly, when wars are fought between two states, it is their war too. But deep down, there lies the struggle between classes.

The powers that watch the genocide in Palestine and support Israel leave no words to anyone when it comes to lecturing about “human rights”. As if it is their monopoly on what is called human rights. But we know that what they call “human rights” are, for sure, the interests of their imperialist domination and international monopolies.

Never on the face of the earth the imperialist West helps a people, a human community. It only puts on its mask with great lies in order to bring the people under its sovereignty. So far, the NATO mechanism has always been in action against the Kurdish people. This is not just the war of the Palace Regime.

Every war is a civil war at one level or another. And in every civil war, it is possible to find traces of inter-class warfare, either explicitly or deeply.

Therefore, it is necessary to wage a common war, an internationalist war all over the face of the earth, against imperialist domination, the capitalist system and exploitation. This is a must.

Demagoji değil, ezilenlerin anayasası

“Yasama, yürütme ve yargı
iç içe geçmişse,
özgürlükler garantide değilse,
anayasa yok demektir.
Kuvvet kimdeyse o hâkimdir.”[1]

Durmadan, anayasa tartışılır coğrafyamızda, ulu orta ve konjonktürel dalgalanmalara bağıntılı olarak. Anayasa tartışması “İyi” midir? Halkın ihtiyaçlarına yanıt verdiği sürece; “kötü” müdür, nafile özellikler yüklenilip, içeriği boşaltıldıkça!

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz’un, “Putinvari rejimin taşları döşeniyor”[2] notunu düştüğü ya da Doğan Soyaslan’ın, “Anayasayı ihlâl edenler”den,[3] Önder Tekin’in, “Anayasayı tanımayan yargı”dan[4] söz ettiği veya İbrahim Ö. Kaboğlu’nun, “Anayasal düzen mi, çeteleşme mi?”[5] sorusuyla “Sözde anayasacılık” tanımlamasıyla, “Pseudo (Grekçe pseudés “yalancı”) sıfatını kullanarak, anayasacılık ve ‘yalancı’ anayasacılık ayrımı”[6] yaptığı güzergâhta, “Nasıl” mı?!

“Yargıtay açılışında Diyanet İşleri Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yan yana fotoğraf vermesi boşuna değildi,”[7] notunun düşüldüğü tabloya ilişkin olarak, “Anayasayı tartışmaktan kurtulamadık gitti”[8] saptaması boşuna değildir. Çünkü coğrafyamızda anayasa hiçbir zaman anayasa olmadı…

Bununla bağıntılı olarak, Cumhuriyet döneminde siyasal İslâmın pratiklerini bir “mevzi savaşı” olarak görebiliriz. Bu, önceleri “yeraltında”, ama muhafazakâr partilerin kanatları altında ilerleyen bir süreçti. 12 Eylül darbesinin, solu/işçi hareketini bastırarak açtığı meşruiyet alanında, liberal “yararlı salakların” desteğiyle ilerleyen açık bir sürece dönüştü. Siyasal İslâm, 1990’larda İstanbul ve Ankara belediyelerini (kaynaklarını) ele geçirdi, ardından 28 Şubat’ın (burada NATO ordusu ve BOP bağlantısını kurabiliriz) açtığı alanda partileşti; ilk genel seçimlerde, hükümet kurarak devleti dönüştürmeye başladı. Böylece, “mevzi savaşı”, bir “pasif karşıdevrim” sürecine, o da ilerledikçe “süreç olarak faşizme” dönüştü.

Siyasal İslâm, bu “mevzi savaşı” tarihi içinde biriktirdiği deneylerle, CHP’yi, (onun devleti “yüce nesne” olarak algılayan, “devlet aklı” gibi fantezileri sayesinde) “pasif karşıdevrimin” meşrulaştırıcısı konumuna hapsetmeyi de başardı. Bu kısa tarih siyasal İslâmın, rejimini/devletini yönetenlerin “işlerini bildiklerini” gösteriyor.

Ne yazık ki devleti “yüce nesne” olarak algılama hastalığı, “devlet aklı” fantezisi etkilerini hâlâ sürdürmeye, siyasal İslâm da yeni mevziler kazanmaya devam ediyor.

Eğitimde laiklik tasfiye ediliyor: Devlet okullarında, “Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum” (ÇEDES) Projesi hayata geçirildi; “manevi danışman” tanımı altında imam, vaiz kadroları okullarda “beyin yıkamaya” (pardon, eğitim vermeye diyecektim) başladı.

Tarikatlar meşrulaştı: Milli eğitim bakanı, tarikat ve cemaatleri STK olarak niteledi, bunlarla yapılan protokolleri savundu; bu yapılarla işbirliğinin süreceğini söyledi. Böylece siyasal İslâmın egemen sınıfının unsurlarını, ideolojisini üreten yapılar fiilen meşrulaştılar.

Anayasa ve hukuk devleti kadükleşti: Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay ile ilgili kararının “hukuki değeri olmadığına ve uyulmamasına” karar vererek AYM’nin otoritesini fiilen ilga etti. Böylece: 1) Yasal düzen anayasa güvencesini kaybetti. 2) Rejim kendi yaptığı yasalara dahi uymuyor. Bu ikincisi, artık bir “açık diktatörlüğe” geçildiğini söylüyor.

Halifelik talebi meşrulaştı: İsrail ile ticaret bütün hızıyla devam ederken Filistin’i savunmak bahanesiyle, İstanbul’un en işlek noktasında hayatı durduran bir miting yapıldı, hilafet bayrakları açıldı, halifelik talebi dile getirildi. “Seküler hilafet” tartışması canlandı, “hilafet talebi” konuşulabilir oldu. Yararlı salaklar yine “ütüleyici” (“aslında istemiyorlar” filan) olarak görev başında.

Rejim yeni mevziler kazanmaya devam ediyorken;[9] ‘Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’ (TÜSİAD) Başkanı Orhan Turan, Cumhuriyetin 100’üncü yılına özel kutlama etkinliğinde konuştu. “Toplumsal ittifak için kutuplaşmaya son vermeli ve toplumun her kesimini harekete geçirmeliyiz,” vurgusuyla, “Cumhuriyeti cumhuriyet yapan değerleri yeniden parlatma”[10] çağrısı yaptı.

Söz konusu hâllerde, herkes çubuğu kendine göre bükerken emeğin hakları, Kürtler ve kadınlar, laiklik ve özgürlük “es” geçiliyor.

Öne çıktığı hâliyle “yeni anayasa”dan önce; olsa olsa bu ceberut iktidardan kurtulmaya, başta mevcut Anayasa olmak üzere yasalarca (uluslararası da dâhil) güvence altına alınmış haklara ve özgürlüklere saygı duyan, demokratik halkçı bir yönetime ihtiyaç varken; altını çizmeden geçmeyelim!

“Daha kötüsünü görmeyiz” dediğimiz an, daha beterini göreceğimiz kaygısına kapılıp gittiğimiz bir dönemdeyiz. Küresel çapta adaletin zaten hiç var olmadığını bilmemize karşın günümüz dünyasındaki eşitsizliğin, vahşetin, acımasızlığın boyutu hepimizin içini yakıp geçiyor. Bununla birlikte faşist söylemler de tırmanışta. Coğrafyamızda, uluslararası sistemin çürümüş yapısına karşı Edward Munch’un “Çığlık” tablosundaki hissiyat hangimizde yok ki…

“Nasıl” mı?

1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde, “Bir ülkede temel hak ve özgürlükler güvenceye alınmamışsa ve kuvvetler ayrılığına yer verilmemişse o ülkenin anayasası yoktur” denmekteyken; anayasadan söz eden Cumhur İttifakı’nın siyasal yelpazede yerini belirlemek için faşizmin özelliklerine göz atmak gerekir. Çünkü “Cumhur İttifakı, faşizmin çoğu özelliğiyle örtüşür. Lider altında hiyerarşik örgütlenme, yasama organının ve parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargının, yürütmenin güdümünde olması, medyanın baskı altında tekelleşmesi, karşıt görüşlerin cezalandırılması ve tasfiyesi, milli ve manevi değerler söylemi ile totaliter/ataerkil bir toplumsal düzene yönelme, sermaye ile karşılıklı destek devlet denetiminde kapitalist düzen oluşturma yönlerinden dolayı Cumhur İttifakı, faşizm ile örtüşür. Aynı şekilde faşizm, otokrasi ile benzer özellikler taşır,”[11] der Öztin Akgüç..

O hâlde örgütlü bir emek özgürlük hareketi olmadan anayasa sihirli değnek olarak görülmemelidir.[12]

ANAYASA KRİZİ

“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki” sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik “bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.

Anayasa, kapitalist sınıflarla, kapitalizmin eklemlendiği üretim tarzlarının sınıflıları arasındaki, temel ekonomik siyasi çelişkilerin (egemenlik ve sömürü ilişkilerinin) yeniden üretiminin yasal güvencesini sunar, olan rejimlerin sürekliliğini korumayı amaçlayan, “güçler ayrılığı” sisteminin yasal çerçevesini oluşturur. Kısacası anayasa kapitalizmin ekonomik siyasi kültürel yeniden üretim sürecinin çok önemli bir parçasıdır. Ve anayasalar da miadını doldurup, krizle yüzleşebilir; bizde olduğu gibi!

Orta yerde farklı yorumlarla da olsa, hemen herkes bir anayasa krizinden söz ediyorken; bunun iki yönü var: İlki, kırılgan dengelerini sağlam zemine oturtmak. İkincisi de Cumhur İttifakı’nın tepeden tırnağa dikensiz gül bahçesini yaratmak.

Hatırlatalım: Carl Schmitt’e göre anayasa bir dizi hukuk normu değil, bir siyasi topluluğun biçimini, kimliğini belirleyen bir siyasi karardır. Anayasa, normal hukuk düzeninin askıya alınmasını gerektiren kriz veya acil durum hâli kararını verebilen en yüksek otorite anlamına gelen egemenlik ilkesine dayanır… Egemen, “istisna kararı” verme, bu karar mevcut yasalarla çelişse bile, ortak iyiliğin adına hareket etme gücüne sahip olandır. Schmitt, egemenin herhangi bir rasyonel veya ahlâki kriterle bağlı olmadığını savunur.

Tıpkı Almanya’daki tek adam Adolf Hitler’in, “Alman halkının en yüksek yargıcı (Oberster Gerichtsherr) ben oldum. Gelecekte herkes şunu iyi bilmeli, devlete el kaldıracak olan kimsenin payına düşecek şey ölümdür!”[13] ifadesinde ya da Adalet müşaviri ve Alman hukuk lideri Dr. Hans Frank’ın, 1936’da yargı mensuplarına Nazi döneminde yargının nasıl işlediğini ve yargıçların görevlerini, “Nasyonal sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: ‘Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi?’…”[14] ifadesiyle açıkladığı gibi.

“Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin ayaklar altına alındığı söz konusu hâl coğrafyamız açısından sizlere bir şeyler anlatmıyor mu?!

NEDİR?

“Kuvvetler Ayrılığı”nın bilimsel temellerini Montesquieu atarak, “İktidarın kötüye kullanılması vatandaş özgürlüğünü ortadan kaldırır. Siyasi kuvveti elinde bulunduran güç, onu kötüye kullanmak eğiliminde olacaktır. Bu nedenle, kuvvetin kuvveti denetlemesi gerekir,”[15] demişti.

Bu bağlamda anayasalar egemenlik haklarının kullanımını belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Bu bakımdan devletin temel örgütsel yapısı, kurumları ve bu kurumlarının işleyişleri, temel hakların, özgürlüklerin sınırları anayasalarla belirlenir.

Anayasalar toplumların egemenlik hakkının ve bunun hangi koşullar altında devlet tarafından kullanılabileceğinin belirlendiği ilkelerin başında temel hak ve özgürlükler, topluma karşı yükümlülükler, kuvvetler ayrılığı gelir. Kuvvetler ayrılılığının yok sayılması, anayasaların kâğıt üzerinde kalması demektir.

Çağdaş anayasacılığın tarihini XVIII. yüzyıldan başlatmak mümkündür. Yükselen burjuvazi sahip olduğu hakları güvenceye alabilmek için tek adam olan kralın gücünü sınırlayacak, hak ve özgürlükleri güvence altına alacak düşünce ve düşünceyi gerçekleştirebilecek eylemler içinde yerini alır, mutlak gücü sınırlamak için yazılı ana metinler oluşturur. Bu metinler süreç içerisinde gelişir ve zenginleşir. MÖ XXIV. yüzyılda Lagaş Kralı Urukagina’nın emirnamesi ile başlayan süreçte, Hammurabi Kanunları, Solon Anayasası, Roma hukukunun temel kaynağı olan 12 Levha Kanunları, 1215’te kabul edilen ve ilk kez kralın yetkilerinin sınırlandığı Magna Carta, 1628 Haklar Dilekçesi, 1689 Haklar Beyannamesi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile anayasalcı düzenin ilkeleri şekillenecektir.

Osmanlı’da durum biraz karışıktır. 1808 tarihli Sened-i İttifak tam bir anayasal metin olarak kabul edilmemesine karşın, Tanzimat sürecindeki beyanname ve fermanlar anayasalaşmaya giden yolun başlangıcı olarak düşünülebilir. I. Meşrutiyet’le birlikte 1876’da kabul edilen Kânûn-ı Esâsî padişaha geniş yetkiler tanır ve 1878’de II. Abdülhamit tarafından askıya alınır. İttihatçıların müdahalesiyle 1908’de II. Meşrutiyet’le yeniden yürürlüğe girer.[16]

Anayasal gelişme açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda beş önemli hareket vardır. Bunlar tarih sırasına göre: 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu), 1856’da Islahat Fermanı idi. İlk anayasa 1876 tarihli Kânûn-ı Esâsî’yken; 1909’da II. Meşrutiyet’te, Kânûn-ı Esâsî’de değişiklikler yapılmış ve 1909 değişikliklerle de Osmanlı Devleti meşruti (sınırlı) anayasal monarşi durumuna dönüşmüştü.

Açarak ilerlersek: Osmanlı’da 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 “Islahat Fermanı” ile devleti yeniden yapılandırma süreci başlarken, kişisel hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemeler de yapılmış, can ve mal teminatı getirilmiş, 1876 Anayasası’nın hazırlanması süreci başlamıştı.

1876 Anayasası’nın özü, zayıf parlamentoya karşı padişah kişiliğinde toplanan güçlü yürütme erkidir. Padişah, meclisi feshetmeye dağıtmaya yetkilidir. Heyeti Vükela’yı (Bakanlar Kurulu) atar. Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur. Bakanlar Kurulu kararı padişahın onayı ile uygulanır. Padişah, yasa gücünde kararnameler, yönetmeliklerle düzenlemeler yapmaya yetkilidir. 1909’da yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlanmış, sürgüne gönderme yetkisi kaldırılmış; Bakanlar Kurulu’nu oluşturma yetkisi başbakana verilmiş; padişahın yetkisi onay düzeyine indirilmiş; Bakanlar Kurulu’nun parlamentoya karşı sorumluluğu esası getirilmiş, bir anlamda başkanlıktan parlamenter sistem geçilmiştir.

1876 Anayasası (Kânûn-ı Esâsî) yargı bağımsızlığı konusunda da düzenlemeler yapmıştır. Bunlar yargıç güvencesi açısından, hâkimlerin azledilememesi, olağanüstü yargı mercilerinin kurulamaması, yargılamanın açık olması, herkesin her tür hukuki olanaklardan yararlanmalarına yönelik düzenlemelerdi.[17]

Cumhuriyet döneminde başlıca anayasal hareketler 1921 Anayasası, 1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş olarak özetlenebilir.

Unutulmamalıdır ki, anayasalar birer yapboz değildir; onlar toplumun bir arada yaşam koşullarını belirleyen, toplumsal hak ve özgürlükleri tanımlayarak güvence altına alan, kurumların ve hukuk rejiminin demokratik işleyiş ilkelerini belirleyen toplumsal sözleşmelerdir. Demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlarının en geniş olduğu bir anayasal rejim kurma amacı toplumsal mücadelelerin en önemli taleplerinden birisidir.

Anayasanın ruhunu ve içeriğini belirleyen anayasa yapım süreçleri, topluma egemen olan sınıf çatışmalarından, sömürü ilişkilerinden, demokratik işleyişten ve toplumsal muhalefetin örgütsel gücünden bağımsız değildir. Toplumsal muhalefetin örgütlü ve güçlü olmadığı, anayasa tartışmalarının yürütülebileceği özgürlükçü ve demokratik ortamların oluşmadığı, baskı ve zorbalığın topluma egemen olduğu ortamlarda yürütülen anayasa tartışmaları mevcut hak ve özgürlükleri geriye götüren, iktidarın gücünü pekiştiren sonuçlar yaratır.

Fransızca’da “kuruluş” anlamına gelen “la constitution” sözcüğünün kökü “constituer” fiilinden yani “meydana getirmek, oluşturmak, kurmak”tan gelir. Fransızca ifadesiyle, “bir devletin ‘constitution’u devleti kuran siyasal sözleşmedir”. Yani “Kurucu Sözleşme”…

Bu kurucu sözleşme devletin varlık ve hayatında savaş yenilgisi, ihtilal, hükümet darbesi olmadığı sürece ölmez, toptan bozulmaz ve devam eder. Örneğin 1789’daki Fransa anayasası, türlü şekilde devletin yapısı değiştiği için her olaydan sonra değişikliğe uğradı.

13 Mayıs 1958’de Cezayir başkaldırısı ile IV. Cumhuriyeti sona erdi. 1 Haziran’da IV. Cumhuriyet’in son hükümeti komünistlerin oyu ile çoğunluk sağlamasına karşın meclis ordunun baskısı altında hükümet başkanlığını General de Gaulle’e devretti ve ona yeni bir anayasa yaptırmak yetkisi verdi. Hazırlanan anayasa, 28 Eylül 1958’de halkoyu ile onaylandı ve 4 Ekim 1958’de yürürlüğe girdi. Bu suretle V. Fransa Cumhuriyeti doğdu.[18]

Özetle Karl Marx’ın da altını ısrarla çizdiği gibi tümüyle sınıfsal özellikler taşıyan anayasa, politik (ve hukuki) değişimi, dolayısıyla toplumsal dönüşümü, ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğinde gerçekleşirken; bir toplumun iktisadi, sosyal ve siyasal tüm alanlarına yön veren ve yasal normlar hiyerarşisinde piramidin tepesinde yer alan düzenleyici bir sözleşme olmakla birlikte, temelde yasal bir düzenlemeden ibarettir. Bu anlamda iktisadi bakış açısıyla tüm düzenlemeler veya regülasyonlarda olduğu gibi anayasa değişikliği de, mülkiyet haklarını yeniden tanımlamaktan ve refahı yeniden dağıtmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Tam da bunun için nihai kertede anayasa(lar), devletin bahşettiği ve bu nedenle “gerek duyduğunda” geri alabildiği haklar ve bu sistemi sürdüren bir yapı öngörmekten öteye gitmedi; Aysel Çelikel’in, “Anayasa, devletin temel kuruluşunu, işleyişini, kişilerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ana kanun olarak, bir toplum sözleşmesi niteliği taşır. Bu açıdan bakıldığında anayasanın toplumda yer alan her siyasi örgütlenmenin, her kesimin, grubun, kişinin benimseyebileceği bir metin olmalıdır,”[19] satırlarındaki sanrıya rağmen!

1921 İLE 1961 ANAYASI DİKOTOMİSİ

Bilinir ama tekrarda fayda var: Dikotomi bize ikililik durumunu anlatır. Yani bir bütünün iki eşit parçaya bölünmesi durumudur da diyebiliriz. Bir başka şekilde açıklayacak olursak dikotomi, büyümesi için bir bütünün parçalanması ya da dallanması olayıdır.

Malum üzere coğrafyamızda anayasa deyince ya 1921’e ya da (1924’ü unutmadan) 1961’e atıf yapılır. Bunlar birbirinden nitel olarak farklı mıdır? Zannetmiyorum! Her ikisi de coğrafyamıza hükmedenlerin iktidar belgesidir…

Bilmeyen var mı? Hâlâ varsa çok yazık!

İlk anayasa Kânûn-ı Esâsî, 1914-1918 arasında 6 kez değiştirildi. Abdülhamit’ten İttihat ve Terakki’ye Osmanlı’yı yönetenler, anayasaya uymak yerine hep anayasayı kendilerine uydurmaya çalıştılar; Cumhuriyet dönemi de bundan farklı değildi.

Ya o, ya bu kıskacından kurtularak Andrew Vincent’in, “Anayasacıların öncelikle önemsedikleri şey, otorite ve gücün sınırlandırılması ve dağıtılmasıdır. Bu sınırlamalar felsefe ve ahlâki tartışmaların geniş alanından beslenir…”[20] uyarısı ile “Bolivya’nın Anayasa Dersleri”ne[21] kafa yormakta yarar var

1921 diyenler “Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.”[22] “Yeni anayasayı “1921 Anayasası ruhuyla” hazırlamaktan söz edenlerin bilinçaltlarında aslında 1921 Anayasası’nın da gerisinde bir düzen yattığı anlaşılıyor,”[23] “gerekçe”sine sığınırlar.

Buna -haklı olarak- itiraz edenler de, “Mevcut Anayasa 1924 Anayasanın devamı, tekrarı ve güncellenmiş hâlidir. Dolayısıyla 1924 anlayışı (resmi ideolojiye dayalı ulus devlet) ve yasası esas alınacaksa bu anayasa yeni ve sivil olmayacaktır. Tarihsel olgular bu tespitimi tamamen haklı kılmaktadır. O hâlde 1921 Anayasası’nın anlayışı ve yasası esas alınarak cumhuriyetin ikinci yüzyılında Demokratik Cumhuriyet kurulabilir… Türkiye yeni sivil ve demokratik anayasa ile girmek istediği AB’ye tam üye olarak girebilir,”[24] diyen yanlış sonuçlara ulaşırlar.

Tıpkı 1961 örneği gibi…

“Türkiye’de anayasa hukukçularına sorduğunuzda, ezici çoğunluğunun söyleyeceği ilk şey, ‘1961 Anayasası’nın, çoğulcu, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğü ilkesine dayalı, demokrasi yönünde, bugüne kadar yapılmış en iyi anayasa olduğudur.’ 1961 Anayasası, güvenceli ve çağdaşları ile kıyaslandığında ileri bir anayasadır,”[25] ya da “1961 Anayasası, Osmanlı-Türk anayasa tarihinin en liberal-demokratik anayasasıdır,”[26] diyenlere hatırlatayım: Deniz Gezmiş’lerin idamı 1961 Anayasası yürürlükteyken oldu ve Milli Güvenlik Kurulu (vesayeti de) yine 1961 Anayasası ile uygulamaya konuldu!

“YENİ” ANAYASA MI?

Kapitalist coğrafyamızda derin ve yaygın mıntıka temizliği yapılmadan “yeni” anayasayı konuşmak, olsa olsa, havanda su dövmektir.

Kimileri, “Türkiye’nin elbette ulusal egemenlik esasına dayalı, parlamentosuyla, siyasal partileriyle, yerel ve merkezi yönetim sistemleriyle, sivil toplumuyla özgürlükçü, demokratik bir anayasaya gereksinimi vardır… Türkiye, en geniş katılımla, demokratik bir biçimde oluşturulmuş bir kurucu Meclis eliyle yeni bir anayasa hazırlamanın ve bu anayasayı halkoyuna sunmanın yolunu bulmalı ve bunun yasal, anayasal altyapısını oluşturabilmelidir,”[27] temennisiyle mevcut hâl(imiz)i “es” geçerken İklim Öngel ekliyor:

“İktidar ve Muhalefet, yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu noktasında buluşuyor. Ancak yeni anayasa sürecinin nasıl işleyeceği ve yol haritasının ne olacağı Türk anayasa tarihi açısından önemli.”[28]

Ancak unutulan iki benzemezden bir şey çıkmayacağıdır.

Çünkü “Muhalefet cephesinin şu anki önceliği halka ulaşması kolay olmayan bir Anayasa değişikliği önerisi”[29] olduğundan söz edenlerin itirazları da, aşağı yukarı şöyle:

– “Yürürlükteki anayasa 1982’nin metni değil; 1987’den bugüne -2017’de yapılan hariç- 19 kez, çoğu daha özgürlükçü anlayışı yansıtan 184 değişikliğe uğradı. Şimdi yapılmak istenen, 2017’de getirilen ‘kişisel yönetim’ sistemini tahkim etmek. Muhalefet bu tartışmaya kesin nokta koymalı.”[30]

– “Anayasa değişikliği yapmak üzere seçilmiş bir Meclis olmadığından (asli kurucu iktidar), anayasa hukuku anlamında, Meclis’in yeni bir anayasa yapmak konusunda yetkisi bulunmamaktadır.”[31]

– “Şimdi bir de, ‘anayasayı yeniden değiştirme’ merakı başladı AKP yönetiminde.”[32]

– “Öncelikle mevcut Anayasaya uyma konusunda ciddi sorunların yaşandığı herkesin malumudur… Burada özellikle Erdoğan’ın günlük ihtiyaçlarına göre yapılacak değişikliklerin de ülkeye yarar getirmediğini biliyoruz. Erdoğan’ın derdi yeni Anayasa değil, kendi geleceğini sağlama almaktır. Bunun bir parçası olmayacağız.”[33]

– “Mevcut Anayasa’yı Erdoğan/ AKP iktidarı, ‘kendisine özel’ yaptı. Şimdi gücünü yitirdiği iyice ortaya çıkınca, bu duruma uygun yeni bir ‘kendine özel’ Anayasa yapmak istiyor; amaç, iktidarını sürdürebilmek!”[34]

– “Şahsım anayasası tehlikesi.”[35]

– “Bugünkü şartlarda yapılacak anayasa, olsa olsa özgürlükleri kaldıran, daha otoriter bir siyasal yapıyı besleyen bir anayasa olur.”[36]

– “AKP’nin Anayasa değişikliği hazırlığının hiçbir hukuki geçerliliği yok… Bir partinin hazırlayıp diğerlerini ziyaret etmesiyle Anayasa yapılamaz, Anayasa beraber yapılır.”[37]

– “Yeni anayasa tuzağı… karşıdevrimcilerle anayasa yapılmaz.”[38]

– “Yeni anayasayı yaptırmamak, birinci yüzyılını tamamlayan Cumhuriyet’in artık varlık yokluk sorunudur. Bu gerçeğe göre konumlanmak, hepimiz açısından bütün mesele bu.”[39]

Tartışma bu düzeyde yürütülürken; ne AKP’de ne de “muhalefet”te anayasaya ilişkin temel “insan hakları”nın bir parçası olarak sosyal haklar var mı?

Yeni anayasa yapılması tartışmalarında, sosyal devlet ve sosyal haklardan söz ediliyor mu?

Sosyal hakları yok sayan yahut geçiştiren taslaklar hazırlanırken/ hazırlattırılırken “ekonomik anayasa” önerileri sunulurken, emek örgütlerinin iktidardan bağımsız kesimleri ne yapıyor?

Özellikle, sendikaların kamuoyuna sunduğu somut önerileri var mı?

“Ne gezer!” değil mi

YA AKP Mİ?!

Hatırlayın: Yürürlükteki anayasaya aykırı olarak 3. kez cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın yemin töreninden sonraki ilk mesajı, “yeni anayasa”ydı ve “Demokrasimizi darbe ürünü mevcut anayasadan kurtararak özgürlükçü, sivil ve kuşatıcı bir anayasayla güçlendireceğiz,”[40] diyordu!

Yine o, adli yılı açış konuşmasında, “2011’den beri bir hayalimiz var” deyip, “Bu hayal, Türkiye’yi darbe Anayasasından kurtararak yarını kucaklayan, Türkiye Yüzyılına yakışır anayasaya kavuşturmaktır… Vaadimiz birinci sınıf demokrasi, ekonomi ve özgürlüklerin tamamlayıcısı, birinci sınıf anayasa olacaktır… Siyasi partiler, yüksek mahkemeler, üniversiteler, devlet kurumları, barolar ve milletimizin her ferdini sürece katkı vermeye davet ediyorum,”[41] şeklinde konuşuyordu.

Yine AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Yargıtay Başkanlığı’nda düzenlenen 2023-2024 Adli Yıl Açılış Töreni’ndeki konuşmasında, “Bu hayal, Türkiye’yi darbe anayasası ayıbından kurtararak yeni, sivil, dili ve içeriğiyle bugünü ve yarını kucaklayan, Türkiye Yüzyılı’na yakışır bir anayasaya kavuşturmaktır. Darbe anayasasının gölgesinde Türkiye Yüzyılı’nı konuşmayı, ülkemiz ve demokrasimiz için zül addediyoruz. Milletimize vaadimiz olan birinci sınıf demokrasi, birinci sınıf ekonomi ve birinci sınıf özgürlüklerin tamamlayıcısı, birinci sınıf anayasa olacaktır. Türkiye Yüzyılı vizyonumuz, böyle bir anayasayla daha güçlenecektir. Bunun için 85 milyonun tamamının sahipleneceği ve ‘İşte benim anayasam’ diyerek baş tacı edeceği bir metni, artık milletin takdirine sunmamız gerekiyor,”[42] demeyi de ihmal etmiyordu.

Oysa AKP’nin anayasa değişikliği arzusu, “tek adam rejimi”ne uygun tek adam anayasası, “Bakanlardan il, ilçe müdürlerine kadar bürokratların atanması ile politikanın belirlenme yetkisinin sadece cumhurbaşkanına ait olması da Erdoğan’ın hayallerinin ya da yapılmak istenenin bir ifadesidir.”[43]

Bu eksende kapitalist toplum düzeninde hem burjuvazinin çıkarlarını, hem de kendi iktidarının bekâsını korumak için otokratik bir rejim inşa eden AKP/ MHP’li Cumhur İttifakı, totalitarizmini kalıcılaştırmak için anayasayı yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir.

Ancak “Yetmez Ama Evet”çi liberallerden Ahmet Altan’ın itirafındaki üzere, “AKP bu anayasa meselesinde ‘sabıkalı’ bir parti. 2007’de de ‘anayasayı değiştirme’ vaadiyle iktidara gelmiş ve herkesin özgürlüğünü birarada sağlayacak bir anayasayı Profesör Özbudun’la arkadaşlarına hazırlattıktan sonra bu anayasayı hayata geçirmek yerine ‘başörtüsü özgürlüğünü’ sağlayan bir yasaya abanmış, o zamanki asker ve yargı vesayetinin ortaklaşa karşı çıkması üzerine de hem başörtüsü yasası, hem de yeni anayasa rafa kalkmıştı.”[44]

Burada durup bir parantez açarsak: “Cumhuriyet”in bu ufka ulaşmasını AKP ile açıklamaya kalkışmak, tek yanlı bir yanılgıdır; Cumhuriyet”in bu ufka ulaşmasının aslî müsebbibi yine “Cumhuriyet”tir…

Bir tartışmadır sürüyor: “AKP’nin gizli ajandası var.” AKP, Türkiye’yi açıklamadığı bir “ufka” doğru sürüklüyor. Buna, eskiden “şeriat” denirdi, şimdiyse “otoriter rejim” deniyor…

Kimileri de tam tersi, AKP Türkiye’yi “demokratikleştiriyor”; öyle olağan bir demokrasi de değil, “ileri demokrasi” inşa etmektedir!

Yani rivayet muhtelif… Ancak bu tür rivayetlerin, gerçeklerle ilişkisi yok…

Muhammed Nureddin’in, “İktidara geldiği günden beri reformun tek motoru”[45] diye betimlediği AKP, liberallerin en İslâmcısı, İslâmcıların da en liberali olan ve Müslümanlığa sıkıca sarılmış bir muhafazakâr serbest piyasa partisidir… Ya da “AKP, kültürel olarak muhafazakâr, iktisadi planda aşırı piyasacı, siyasal olarak da içinde güçlü totaliter eğilimler barındıran bir partidir.

Aslı sorulursa piyasacılıklarını, yayınladıkları, ‘İş Hayatında İslâm İnsanı’ başlıklı broşürde Hazreti Muhammed’e atıfla, “Fiyatları belirleyen Allah’tır” diyecek kadar ileriye götüren AKP’nin MÜSİAD’ının “demokrat” olduğu veya “demokrasi getireceği” türünden ucuz liberal yanılgılara da sapmamak gerek,[46] anayasa meselesinde de!

“ÇÖZÜM” MÜ?

Toparlarsak: “Türkiye Cumhuriyeti, güçler ayrılığını ilke edinmiş bir devlettir,”[47] sözleri gerçeği yansıtmıyor!

Tıpkı Diyarbakır Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi, Doçent Doktor İlhan Kaya’nın, -Dicle Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (DÜSAMER) araştırmasına atıfla-, “Yeni anayasanın tüm inanç ve etnik gruplara eşit mesafede ve ideolojisiz bir temelde olması bekleniyor,”[48] demesi gibi…

Her iki asılsız “iddia”yı “Anayasa ideolojisiz olur mu?” sorusunu İzzettin Önder, “Bu sorunun en yalın yanıtı ‘Hayır’dır,”[49] diye yanıtlıyor.

Özetin özeti; ideolojisiz anayasa talebi şu anlama geliyor: Siz fikir silahlarınızı teslim edin, fikir adamlarınızı terhis edin. İnsani haklara, egemenliğe, özgürlüğe ihtiyacınız yok. Gerekirse resmi ideoloji kullanırsınız!

“İyi de ne yapmalı” mı?

Adına “Etsi bu les, Riga Feraio,” diye şarkı yapılan Velestinli Rigas hatırlanmalı.

Teselya/ Velestino Köyü’nde 1757’de doğdu Rigas…

1789 Fransız İhtilali döneminde Viyana’daydı. Devrimci siyasal atmosferden etkilendi. Monarşiye karşı cumhuriyetçilerin yanında yer aldı.

“Bosna’dan Arabistan’a” kadar Osmanlı’nın tüm tebaasının özgürleşmesi için harekete geçti. 1797’de yeni ülkenin/rejimin anayasasını da hazırlayıp bastırdı. “Rigas Anayasası”, 1793 Fransız anayasası benzeri idi.

Rigas’ın anayasası iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölüm 35 maddelik “İnsan Hakları.” İkinci bölüm ise 124 maddelik “Anayasa İlkeleri.”

Ona göre i) “Bir tek ferdin ezildiği yerde toplumun bütünü ezilmektedir”; ii) “Devlet, mutsuz yurttaşlarına geçim araçları sağlar”; iii) “Meclis toplantıları halka açıktır”; iv) “Memuriyet ancak yeteneğe göre verilmelidir; soylu oldukları için değil”; v) “Tüm yurttaşlar kanun yapma, seçme, seçilme hakkına sahiptir”; vi) “Kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz”; vii) “Dinler engellenmemelidir”; “Kölelik yasaktır.” Vs.

Sonuçta Rigas ile yedi yoldaşı fermanla boğularak öldürülüp, cesetleri Tuna Nehri’ne atılsa da ilkeleri ve duruşu unutulmadı.

Yeni bir anayasadan söz ederken Rigas unutulmamalı.

Yani hak ve özgürlük alanının genişletilmesi, bağımsız yargı düzeninin oluşturulması, katılımcılığın güçlendirilmesi, anayasanın şoven/ milliyetçi imalardan arındırılması, çoğulculuğun esas alınması, güçlü bir ademi merkeziyetçilikle merkezi gücün yerel organlarla paylaşılması…

Diğer bir deyişle “Anayasal Yurttaşlık” esas alınmalıdır. Anayasa, aynı zamanda kolektif/ kamucu kimlik belgesi niteliği de taşımalıdır…

Malum Roma hukukundan beri yorumda en önemli ilke şudur: “Anlam açıksa yorum yapılmaz” ya da “açıklık durumunda yorum yapılmaz”…

Anayasa ezilenler için bu ilkeye yaslanmalıdır.

Son olarak da Edward Said’in, “Tarih kazananlar ve hükmedenler tarafından yazılır,” uyarısı hiç mi hiç unutulmamalıdır!

17 Nisan 2024 17:38:24, İstanbul.

N O T L A R

[1] Jean-Jacques Rousseau.

[2] “Putinvari Rejimin Taşları Döşeniyor”, Birgün, 16 Şubat 2024, s.8.

[3] Doğan Soyaslan, “Anayasayı İhlâl Edenler”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2024, s.2.

[4] Önder Tekin, “Anayasayı Tanımayan Yargı”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2023, s.2.

[5] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Anayasal Düzen mi, Çeteleşme mi?”, Birgün, 4 Ocak 2024, s.8.

[6] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Sözde-Anayasacılık”, Birgün, 23 Kasım 2023, s.5.

[7] Dilek Bulut, “Medeni Yasayı Sil Baştan Yazacaklarmış!”, Birgün Pazar, 28 Ocak 2024, s.9.

[8] Şükran Soner, “Anayasamızı Tartışmaktan Kurtulamadık Gitti”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2023, s.9.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘İş Bilmezler’ ve ‘Mevzi Savaşı’…”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2024, s.9.

[10] “TÜSİAD: Cumhuriyetin Değerlerini Yeniden Parlatalım”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2023, s.11.

[11] Öztin Akgüç, “Faşizm Tanımında Cumhur İttifakı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2024, s.9.

[12] i) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Yeni Anayasa’ya Eski(meyen) Dersler!”, Devrim Yolunda Kurtuluş, No:3, Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:120, 8-16 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:121, 23-31 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:122, 10-16 Kasım 2007… Atılım, Yıl:2, No:2007 42 (179), 20 Ekim 2007… Mücadele (Almanya), No:198, Ekim 2007… ii) Temel Demirer, “… ‘Anayasa’ Söylencelerinin Aslı Astarı”, Kaldıraç, No:128, Ocak 2012… İpek Yolu Gazetesi (Van), 14 Ocak 2012; İpek Yolu Gazetesi (Van), 16 Ocak 2012; İpek Yolu Gazetesi (Van), 17 Ocak 2012… Mali Müşavirler Muhasebeciler Derneği Ankara Şube Bülteni, Yıl:35, No:66, Ekim-Aralık 2011…

[13] William Shirer-Nazi İmparatorluğu Cilt: 1, çev: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, s.360.

[14] yage, 1970, s.426.

[15] Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev: Berna Günen, İş Bankası Kültür Yay., 2020.

[16] Halit Payza, “Anayasalar Yapboz Değildir”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2023, s.2.

[17] Öztin Akgüç, “Yeni Anayasa”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.9.

[18] Özdemir İnce, “Yeni Anayasa Yapmak (2)”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2021, s.3.

[19] Aysel Çelikel, “Anayasanın Hazırlanma Süreci ve Öncelikler”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2011, s.2.

[20] Andrew Vincent, Theories of State/ Devlet Teorileri… https://www.amazon.com.tr/Theories-State-Andrew-Vincent-1991-01-08/dp/B01JXTSYXI

[21] Sibel Özbudun, “… ‘Özerklikçi’ Anayasa Sonrasında Bolivya Dersleri”, Bolivya Anayasası, Hukuk, Demokrasi, Özerklik, Der.: M. Fevzi Özlüer-I. Özkaya Özlüer-T. Şirin-N. Sinan Odabaşı, Phoenix Yay., 2012, ss.41-62… başlıklı kitapta yayınlandı… Kaldıraç, No:151, Ocak 2014…

[22] Sinan Meydan, “1921 Anayasası Tuzağı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2024, s.6.

[23] Sinan Meydan, “… ‘Şahsım Anayasası’nın Tarihi!”, Sözcü, 22 Şubat 2021, s.2.

[24] Öztürk Türkdoğan, “Yeni, Sivil ve Demokratik Anayasa”, Yeni Yaşam, 3 Ekim 2023, s.10.

[25] İklim Öngel, “Prof. Dr. Süheyl Batum: En Demokratik Anayasa 1961 Anayasası’dır”, Cumhuriyet, 30 Mart 2022, s.8.

[26] İklim Öngel, “Prof. Dr. Ergun Özbudun: En Demokratik Anayasa 1961 Anayasası’dır”, Cumhuriyet, 30 Mart 2022, s.8.

[27] İbrahim Berksoy, “Saray’ın Anayasa Çıkmazı”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2024, s.2.

[28] İklim Öngel, “Yeni Anayasa İçin Kurucu Meclis Koşulu”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2022, s.9.

[29] Oğuz Oyan, “Anayasa Değişikliği Ne Yönde?”, Birgün Pazar, No:821, 4 Aralık 2022, s.4.

[30] Ertuğrul Günay, “Anayasa Tartışmasına Nokta Koyalım!”, 23 Kasım 2023… https://www.otekileringundemi.com/anayasa-tartismasina-nokta-koyalim

[31] Murat Fatih Ülkü, “Anayasa Değişikliği Kıskacı”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2023, s.2.

[32] Altan Öymen, “Yeni Anayasa?”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.3.

[33] “Ankara Milletvekili Murat Emir: Tuzaklara Düşmeyin”, Birgün, 21 Kasım 2023, s.6.

[34] Emre Kongar, “Yeni Anayasa Tuzağı”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2024, s.3.

[35] İklim Öngel, “Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz: ‘Şahsım Anayasası’ Tehlikesi”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.6.

[36] Sefa Uyar, “Eski Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan Risk Erdoğan İçin Artıyor”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2023, s.6.

[37] Ruhat Mengi, “Süheyl Batum: Anayasa Toplum Sözleşmesidir Parti Ziyaretleriyle Yapılamaz”, Sözcü, 5 Kasım 2022, s.10.

[38] Zülal Kalkandelen, “2. Yetmez Ama Evet Cephesi”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2023, s.6.

[39] Mehmet Ali Güller, “… ‘Anayasaya Aykırı Ama Evet’ Çizgisi”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2023, s.7.

[40] tccb.gov.tr, 3 Haziran 2023.

[41] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Anayasal Totalitarizme Hayır!”, Birgün, 7 Eylül 2023, s.5.

[42] aktaran: Özdemir İnce, “Sivil Anayasa, Sefil Anayasa”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2023, s.7.

[43] Mustafa Karadağ, “AKP’nin Yeni Anayasa İsteği”, Birgün Pazar, 19 Kasım 2023, s.10.

[44] Ahmet Altan, “Anayasa ve Vicdan”, Taraf, http://www.taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-anayasa-ve-vicdan.htm

[45] Muhammed Nureddin, “AKP Sekiz Yıldır Reformun Tek Motoru”, Haliç, 24 Eylül 2010.

[46] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Sürdürülemez (ve Geleceksiz) Cumhuriyet”, Kaldıraç, No:127, Aralık 2011.

[47] Özdemir İnce, “Anarşi”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2023, s.3.

[48] İlhan Kaya, “Kürtler Etnik Temelli Anayasa İstemiyor”, Radikal, 19 Kasım 2011, s.20.

[49] İzzettin Önder, “Anayasa İdeolojisiz Olur mu?”, Evrensel, 19 Aralık 2011, s.5.

Şeylerin gerçeğiyle yüzleşebilmek!

“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
Daniel de Feo

Bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu uzmanları dinleyerek, bu dünyanın gerçeğiyle yüzleşmek mümkün değil… Boşuna “neden söz ettiğini bilmek önemlidir” denmemiştir… Şeylerin gerçeğiyle, şeylere dair anlayış-kavrayış arasında derin bir uyumsuzluk var.

Paradigmayı radikal olarak değiştirmek gerekiyor zira bu aracın bu rotada yol alması artık mümkün değil… Başka türlü söylersek, radikal bir ideolojik-entelektüel kopuşa, zihinsel bir devrime, silkinmeye ihtiyaç var. Geç kalınırsa da geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

İnsanlar geleceğin güzel günleriyle oyalanıyor, aldatılıyor… Ekonomi büyüyecek tüm sorunlar çözülecek diyorlar… Oysa, “ilerleme”, “kalkınma” retoriğinin bu dünyada reel bir varlığı ve karşılığı yok! Ekonomi büyüdükçe sorunlar da büyüyor. Kapitalizm dâhilinde başka türlü olması mümkün olmadığı için… Velhasıl, vaad edilen güzel günler bir türlü gelmiyor, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Kapitalizm dâhilinde ekonomik büyüme (GSYH artışı) çözüm değil, sorundur… Ekonomik büyüme denilenle birlikte sosyal ve ekolojik sorunlar da büyüyor… Sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, aşağılanma, etik yozlaşma…) ekolojik yıkım (ekosit-canlı türlerin yok olması) ve iklim krizi eşlik ediyor. Bu ikisi birbirlerini yeniden ve yeniden üretiyor… Başka türlü söylersek, kapitalizm insana, tüm canlılara ve doğaya zarar vermeden, yaşamın temelini aşındırmadan yol alamıyor… Her geçen gün yaşamın temeli aşınıyor, güzel dünyamız kirleniyor, çirkinleşiyor, yaşam anlamsız, çekilmez hâle geliyor… Velhasıl vaad edilenle gerçekleşen, retorikle realite arasında derin bir uyumsuzluk var…

Bu yıkım tablosundan çıkmak da kapitalizm dâhilinde mümkün değil. Dolayısıyla ya vakitlice şu lânet olası kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecek… Başka türlü söylersek, bu “kör gidişi” durdurmadan, aracın rotasını insandan ve doğadan, canlılardan yana çevirmeden, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil… İrade sahibi insanların bu kör gidişe müdahale etmesine bir engel var mı? Evet var: İdeolojik kölelik… O hâlde zihinleri özgürleştirmek, ideolojik kölelikten kurtulmak, ayağa kalkmak gerekiyor…

Bu çelişkiyi aşmak, paradigmayı değiştirmeden mümkün değil… Bunun için de radikal bir “bilinç devrimine” ve entelektüel kopuşa ihtiyaç var…

“Batı Medeniyeti” de denilen kapitalist sömürü-yağma ve talan sisteminin eni-sonu beş yüz yıllık bir geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık ve uygarlıklar tarihinde küçük bir parantez ama bu kadarcık zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini riske atmış bulunuyor… İnsanlığın varlığı ve bekası o kısa parantezi kapatmaya bağlı…

Eğer bir sonraki gün bir öncekinden daha kötüyse, yaşam anlamını yitirmişse, insan-insan ilişkisinin yerini insan-meta ilişkisi almışsa ve dönemin sloganı da “tüketiyorum o hâlde varım”a indirgenmişse, insan bunun neresinde denmeyecek midir?

Yüzleşmek durumunda olduğumuz sorunlar (açlık-yoksulluk, sefalet vb.) yeteri kadar üretememekten değil, yanlış şeylerin yanlış ve çok üretilmesinden kaynaklanıyor… Nitekim, yüzlerce, binlerce, on binlerce zararlı, değilse gereksiz şey üretiliyor, satılıyor, tüketiliyor… Gerçek ihtiyaç olmayan onca lüzumsuz şey üretiliyor. Bu durum kapitalizm dâhilinde üretimin ihtiyaçlara yabancılaşmasının sonucudur… Bir tarafta milyonlarca, milyarlarca insan temel ihtiyaçları asgarî düzeyde bile karşılanamazken, bir sürü zararlı, gereksiz saçma şey üretilip-satılıyor…

Kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme, derinleşme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem. Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı, sonlu… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi, sınırsız üretim kaynakların sınırına dayanıyor… Bir şey üretmek, doğadan bir şeyler çekmek (azaltmak-eksiltmek) demektir. Fakat üretirken de tüketirken de kirletmek kaçınılmazdır… Şimdilerde mütevazı evler bile birer çöp fabrikasına dönüştü? Benim çocukluğumda çöp, atık diye bir şey yoktu… Gereksiz-yanlış-zararlı şeyler üretilip-tüketilmiyordu… Maalesef şimdilerde insanların tüketim tercihlerini ve alışkanlıklarını rezil reklamlar, moda ve marka belirliyor… Lânet olası reklamlar, moda ve marka saçmalığı dünyayı yok etmenin, kirletmenin bir aracına dönüşmüş bulunuyor… Küresel kapitalizm çağının “ortalama” insanı “tüketiyorum, kirletiyorum, yok ediyorum o hâlde varım” diyor…

Bu aracın bu rotada yol alması artık mümkün değil… Burjuva uygarlığı yolun sonuna geldi… Koşar adım uçuruma yaklaşırken imdat frenine basmakta gecikilirse, iş işten geçmiş olabilir…

Yaşanabilir bir dünya, bir toplumsal yaşam nasıl mı olabilir? İnsanın insanı sömürmediği, sosyal eşitliğin bir söylem değil bir gerçeklik olduğu, doğuştan ölüme insan yaşamının güvence altında olduğu, hiçbir zaman aç kalma kaygısı olmadan yaşandığı, sağlığa uygun gıdalarla beslendiği, temiz su içip temiz hava soluduğu, mütevazı bir konuta sahip olduğu, sağlıkla ilgili bir kaygının olmadığı, kirlenmemiş bir doğal çevrede yaşadığı, herkesin eğitim olanağına sahip olduğu, insanlar arasında ayrımcılığın ve rekabetin olmadığı, herkesin bir iş sahibi olduğu, yaptığı işten tatmin olduğu, ailesi ve dostlarıyla doğada gezinti yapabildiği, rahatlıkla politik, kültürel-estetik, bilimsel, sportif etkinlerine katılabildiği, toplu taşıma araçlarını kullanabildiği, doğaya özenle yaklaştığı, demokrasi pratiğinin sahte bir retorik değil, reel bir karşılığı olduğu, bir toplumda, bir dünyada insanca yaşamaya bir engel var mı?..

Fikret Başkaya’nın yeni kitabı üzerine: Kapitalizm emeği sömürüyor, yaşamı yok ediyor…

“Doğa ile hep savaş hâlindeyiz.
Eğer kazanırsak,
asıl o zaman kaybedeceğiz.”[1]

Yalana ne hacet, “eski”yi mumla arar olduk! Hani kapitalizmin yalnızca kârın, yani artı değerin azamileştirilmesi, bir başka deyişle işgücü sömürüsüyle, emperyalizmin ise salt metropollerden çeper ülkelere sermaye ihracı, çeper ülkelerden de metropollere kaynak transferiyle sınırlı olduğunu sandığımız günleri… Kapitalizm bir sömürü düzeniydi, metropollerde işçi sınıfının ve emekçilerin işgücünü, çeper ülkelerdeyse kaynakları sömürerek varlığını sürdürebilirdi.

Pek azımız, o günlerde kapitalist sömürünün aynı zamanda “Bios”un, yani yeryüzü yaşamının talanı olduğunu, bunun ise antikapitalist mücadelenin yalnızca emeğin sömürüsüne karşı değil, aynı zamanda yeryüzünde yaşamın sürebilmesi için bir mücadele anlamına geldiğinin ayırdındaydı.

Oysa Karl Marx, yüz yılı aşkın bir zaman önce işaret etmişti bu duruma… Uzunca bir alıntıyla aktarayım: “… ‘Doğa,’ demişti Karl Marx, ‘İnsanın inorganik bedenidir.’ ‘İnsan, doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında, işte bu nedenle, onunla etkileşimini sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalabilsin.’…

Karl Marx’ın çok önceleri belirttiği üzere; kapitalizm, doğası gereği karşı koyamadığı kâr ve varlık birikimi dürtüsünü, insan(lık) ve doğadan daha önemli sayar. Böylelikle de ‘İnsan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimi altüst eder’ken; ‘Toplumsal metabolizmanın, yani yaşamın doğa yasalarınca bizzat salık verilen metabolizmanın birbirine bağlı süreçlerinde onarılamaz bir uçurum’ yaratır.

Metabolik yarılma, bütünlüklü bir ekolojik sistemin metabolizmasındaki parçalanmayı ifade eder; kapitalizmin neden olduğu çevresel bozulmaya/ metamorfoza yol açar. Bir başka deyişle, kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser.

‘Biricik kurtuluş kaynağı doğaya dönüştür,’ vurgusuyla, ‘Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir,’[2] diyen Karl Marx’a göre, kapitalizmin gelişimiyle doğanın talan edilmesi ilerleyecek ve ‘Toplumsal ve doğal, toprağın doğal yasaları tarafından sınırlandırılmış metabolizmada devasız bir yarılma ortaya çıkacaktır; bunun sonucunda toprağın gücü tahrip edilecek ve ticaret yoluyla bu tahribat o ülkenin sınırlarının ötesine taşınacaktır.’

‘İnsanın doğadan ve kendinden her türlü öz-yabancılaşması, onun doğa, kendisi ve öteki insanlarla kurduğu ilişkide açığa çıkar.’ ‘İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.’ ‘İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür,’ notunu düşen Karl Marx, çözümün ‘komün mülkiyeti’nde[3] olduğu vurgusuyla ekler:

‘Komünizm insanla doğa arasındaki ve insanla insan arasındaki uyuşmazlığın/çelişkinin gerçek çözülüşüdür; var oluşla özün, nesneleşmeyle öz-olumlamanın (özneleşmenin), özgürlükle zorunluluğun, bireyle türün arasındaki çekişmenin doğru bir biçimde çözülüşüdür. Komünizm tarih bilmecesinin çözümüdür ve bu çözümün kendisi olduğunu bilir.’

‘İnsanın öz-yabancılaşmasının, özel mülkiyetin olumlu aşkınlığı/aşılması; böylece insanın özünün kendine ve kendisi için gerçek uygunluğu olarak komünizm… İnsanın sosyal bir varlık(insan) olarak kendine eksiksiz dönüşü olarak komünizm… (Bu dönüş bilinçli olarak ve kendinden önceki gelişmenin bütün zenginliğini kucaklar.) İşte bu komünizm tamamen gelişmiş natüralizm olarak hümanizme eşittir ve tamamen gelişmiş hümanizm olarak natüralizme eşittir/eşdeğerdir’…”

Ve…  “ ‘İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir’ (…) ‘Hele var oluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır.’ (…) ‘Su ve toprağın alınır, satılır bir mal hâlinde getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlâksızlıktan başka bir şey doğurmaz,’[4] der Friedrich Engels.”[5]

Kapitalizmin yalnızca insan emeği üzerinde değil, aynı zamanda onun kopartılamaz bir parçası olduğu doğa üzerinde de bir sömürü ve talan sistemi olduğu ve bu hâliyle yeryüzü yaşamını tehdit ettiği gerçeğini Marksist öğretinin kurucuları, daha dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devrimi öncesinin 1.1 santigrad derece üzerine çıkmamışken, deniz seviyesi 21-24 cm. yükselmemişken, yolcu güvercinleri, berberi aslanları,  Meksika boz ayıları, altın kurbağalar, Franklinia ağaçları, Fransisken manzanitaları, iri çiçekli Barbara düğmeleri…  henüz yeryüzünden silinip gitmemişken, yeryüzünün hâlâ yüzde 48’i ormanlarla kaplıyken (bugün bu oran: yüzde 38!) dile getirmişlerdi…

Çevresel bozulma (küresel ısınma, hava, su, toprak kirliliği, ormansızlaşma, biyolojik çeşitliliğin seyrelmesi…) Sanayi Devrimi’nden bu yana hızlandı, ivme her geçen gün daha artıyor… 19. yüzyıl “çevreciler”i (ve 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan çevre hareketlerinin büyük bölümü)  sorunu sanayi/teknoloji ile ilişkilendirme eğilimindeyken, Bios’un tahribatının kapitalizm ile ilişkilerini ilk ortaya koyan, Karl Marx olmuştur…

*   *   *

Fikret Başkaya, uzun süredir, kendi deyişiyle “kapitalizmden nasıl çıkılabilir, insan soyuna yaraşır, insanın insanla, doğayla, kadının erkekle uyumlu olduğu bir uygarlığa giden yol nasıl aralanabilir?” (ss.11-12) sorusunun yanıtını aradığını vurguluyor, Paradigmanın İflası, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Başka bir Uygarlık İçin Manifesto, Çöküş, Eko-sosyalist Paradigma, İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım, Çıkış Buradan gibi yapıtlarında… Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek,[6] bu “arayış”ın (şimdilik) son durağı.

Fikret Hoca, Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek başlıklı yapıtına, insanlık ve uygarlığın kritik bir eşiğe ulaşmış olduğu saptamasıyla başlıyor. Bilim insanlarının, yeryüzünün değişimlerinde insan faaliyetinin başat olduğu ve bu değişimlerin geri dönüşsüz bir noktaya ulaştığı görüşünden hareketle,  Antroposen (anthropocene) adını vermekte neredeyse ittifaka vardığı jeolojik “çağ”a derin bir uygarlık krizinin damga vurduğu saptamasıyla, bu “kriz”i anla(mlandır)ma çabasına girişiyor.

Ekonomik, siyasal, toplumsal ve ekolojik boyutlarıyla mevcut hâlin bir “uygarlık krizi”ne dönüştüğünü söyleyen Başkaya için krizin yerkürede canlı yaşamını tehdit eden ekolojik boyutu teknolojik ilerlemeden değil, kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanıyor. Batılı bilim çevreleri tarafından “rasyonel”, “ilerlemeci”, “zenginleştirici” bir “bolluk-bereket rejimi olarak sunulan kapitalizm, doğası gereği irrasyoneldir. Temel güdüsü “ihtiyaçların karşılanması” “refah yaratmak”, “insani gelişim” vb. değil, “kârın azamîleştirilmesi” olduğu içindir ki, üretim ile gereksinimler arasındaki bağ, kopmuş durumdadır. Kapitalist, kapitalist olarak varlığını sürdürebilmek için, sürekli olarak ve daha fazla üretmek, piyasaya sürekli olarak yeni ürünler sürmek zorundadır. “(…) Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlıdır – sonludur. Bir zaman geliyor -şimdilerde olduğu gibi- sınırsız büyüme kaynakların sınırına dayanıyor. Bu niteliğinden dolayı da etik kaygılara yabancılaşmış bir sistemdir. Oysa etik, sınır demektir.” (s.16) “Kapitalist ileriye doğru kaçmak zorunda olan biridir, dolayısıyla onun kişisel iradesinin bir değeri yoktur. Hiçbir zaman burada durayım, bana bu kadarı yeter, diyemez. Esasen kapitalistler sermayenin insan suretindeki tezahürüdür!” (s.17)

Bu “sınır tanımazlığı”dır ki kapitalist sistemi, yalnızca (artı-değere el koymak yoluyla) işçileri/ emekçileri sömüren[7] bir sistem kılmakla kalmaz, aynı zamanda onun (doğa üzerindeki) sonsuz talanının önünü açar. Sınırsız üretim, yeryüzünün sınırlı kaynaklarının yağması anlamına gelir; hem maden, toprak, ağaç, canlı türleri, temiz su vb.nin tüketilmesi bakımından hem de üretim ve tüketim evrelerinde oluşan atıkların (sera gazı dahil) doğaya salınarak geri dönüşsüz bir kirliliğe yol açması bakımından. “Büyüme” güdüsü, “yokoluş”a çağrı çıkartmaktadır. Kapitalist “büyüme”nin motoru savaşlar, bunun en önemli göstergesi… (ss.22-23)

Fikret Başkaya, kapitalist sistemin kendi yarattığı sorunları çözme kapasitesinden yoksun olduğunu, mevcut sömürü ve talan düzeninin kendisini onaramayacağını, yeryüzünde yaşamın sürdürülebilmesinin ancak, özelliklerini kitabının sonunda açımlayacağı yeni bir sistemin kurulmasıyla mümkün olabileceği kanısında. Bir başka deyişle, “Bu durumdan çıkmak, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak, ancak yeni bir uygarlık paradigmasını ete-kemiğe büründürmekle mümkün olabilir; tabii geç kalmamak kaydıyla… Aksi hâlde geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir.” (s.25)

Ancak bu, “insan’a, toplum’a, doğa’ya, ekonomiye, politikaya, bilgi edinme tarzımıza, teknik bilime ve teknolojiye dair yeni bir bakış ve anlayış” gerektirmektedir (s.25). Yeni bir paradigma…

“Yeni” bir paradigmayı formüle edebilmek için Başkaya, kapitalist paradigmayı eleştirmek/ yapıbozumuna uğratmak gereğini vurguluyor. Her vaadinin yeryüzüne ve insanlara daha fazla sömürü, daha fazla yoksullaşma, daha fazla acı, daha fazla ölüm getireceğini gözler önüne sermek. Bunun için de öncelikle başta üniversiteler olmak üzere sistemin “bilim” kurumları ve bilim insanlarıyla hesaplaşmaya girer. (ss.25-28) Onların “Avrupa-merkezci” mantıklarını teşhir eder (ss.28-54). Avrupa/Batı-merkezci bilim, kapitalist Batı’yı dünyanın geri kalanına örnek, “en ileri”, “en demokratik”, “en müreffeh” coğrafyası, tüm kalkınma/gelişme çabalarının hedef alması gereken bir “model” bir “çağdaş uygarlık zirvesi” olarak sunmaktadır.

Başkaya’nın önerdiği ikinci adım, “teknoloji fetişizminden çıkmak”tır (ss.55-82). Bu başlık altında “teknolojinin “tarafsız olduğu” söylemiyle hesaplaşır öncelikle: “(…) Modern teknolojiler oldum olası toplumsal eşitsizlikleri, sömürüyü, mülksüzleşmeyi ve doğa tahribatını derinleştirdi. İşçinin üzerindeki baskı arttı, üretim sürecine sokulan her yeni teknoloji proleterleşmeyi büyüttü, insanları yaşam için vazgeçilmez olan üretim araçlarından mahrum etti. Bu durumun sonucu olarak, her ileri aşamada yoksulluk, sefalet ve toplumsal kutuplaşma derinleşti.” (s.58) Modern çağda teknoloji, kapitalist sistemin hizmetindedir, amacı insanların yaşamını kolaylaştırmak, yaşam süresini uzatmak, açlığın, kıtlığın önüne geçmek vb. değil, kapitalist kâr(lılığ)ı arttırmaktır. Başkaya bu bölümde “ileri” teknolojilerin yeryüzündeki gelir uçurumunu derinleştirme yönündeki etkilerini de -çarpıcı örneklerle-  gözler önüne serer: “Teknoloji devi şirketlerin sahipleri eşi görülmemiş servetlere sahip oldular. Bu servetler her dakika artarak büyüyor. Tesla ve SpaceX’in CEO’su Elon Musk  saatte 684 bin dolar kazanıyor. Google kurucularından Larry Page, her saat 924 bin doları servetine ekliyor. Sosyal medya devi Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg her saatte 1.7 milyon dolar kazanıyor…” (s.70)   Bu teknolojilerin (çevresel zararları bir yana[8] insan zihnini biçimlendirme ve küresel ölçekte tekil bir kültürü oluşturarak kültürel çeşitliliği yok etme yönündeki etkinlikleri de cabası.

Kapitalist paradigmanın yapıbozumunda “teknoloji eleştirisi” kaçınılmaz olarak, sisteme içkin “kalkınma/büyüme” takıntısının eleştirisine yol açacaktır. Başkaya’nın “ ‘İlerlemecilik’ ve ‘Ekonomik Büyüme’ Saplantısı” (ss.83-105) başlıklı bölümde giriştiği, tam da bu. Kapitalizmin ideologlarının ışıltılı “İlerleme”, “büyüme”, “zenginleşme” vaatlerini deşifre ederken, sorar: “(…) ilerleme, modernleşme, muasır medeniyet seviyesini yakalama, kalkınma söyleminin derin çekirdeğini ekonomik büyüme oluşturuyor. Bir ülkenin kalkınması, ilerlemesi, modernleşmesi için ekonomik büyümenin vaz geçilmezliğinden şüphe edilmiyor. Büyüyor, ilerliyor, modernleşiyor, o hâlde kalkınıyor, velhasıl işler yolunda şeklinde genel geçer bir anlayış hâkim. (…) Eğer öyleyse neden onca büyümeden sonra işsizlik oranları dünyanın her yerinde artmaya devam ediyor? Eğer ekonomik büyüme yoksulluğun panzehiriyse, onca ‘zenginleşmeye’ rağmen neden yoksulluk ve sefalet çığ gibi büyüyor? Ekonomik büyüme eşittir kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Ekonomik büyüme birilerini (küresel oligarşi) hızla zenginleştirir, başkalarını da (çoğunluk) hızla yoksullaştırırken, neden doğal çevre tahribatı da büyüyor?” (ss.94-95)

Ve de: “Kapitalizm dâhilinde ‘bilimsel ve teknik ilerleme’ (teknik-bilim) kapitalistlerin daha çok üretmesinin, daha çok kâr etmelerinin hizmetindedir. Üretimin, ekonomik büyüme denilenin -ki biz Marx’ın öğrencileri ona sermaye birikimi diyoruz- yegâne amacı kâr ise, her üretim artışı otomatik olarak toplumsal refah artışı demeye gelir miydi? Yegâne amacı ve varlık nedeni dar bir kapitalist sınıfı zenginleştirmek, onun egemenliğini güçlendirmek olan bir ‘teknik-bilim’ insanlığın yüz yüze geldiği hangi sorunun çözümü olabilir?” (s.88)

Bu soruların yanıtı açıktır: “Kapitalizm büyüme ve zenginlik üretiyor, ama onun sonucunda sorunların çözülmesi gerekmiyor. Zira orada söz konusu olan, sermayenin büyümesidir. Başka türlü ifade edersek, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir ki, her ileri aşamada sosyal ve ekolojik kötülüklerin de büyümesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır.” (s.96)

Başkaya buraya dek, bizlere önümüze sürülen ışıltılı reklamlara, parlak vaatlere farklı bir gözlükle bakmamızı önermekte: Kapitalist sistemin, yoksulluğu ortadan kaldıracağı, insanlığı refaha eriştireceği, teknolojik gelişmelerin yaşamlarımızı kolaylaştırmaya yönelik olduğu, uzayı fethe çıktığımız vb. söylemler, sistemin temel (ve yegâne) mantığının kapitalistin kârının maksimizasyonu olduğunu perdelemeye yönelik yalanlardır. Bu nedenle, kişi sürekli olarak “Kimin için ilerleme? Kimin için refah? Kimin için kolaylaştırma?” vb. sorularını sormak ve yanıtlarını aramak durumundadır…

Fikret Hoca, bu kapitalist paradigmanın bu “yapıbozumu”nun ardından doğayla barışık, yaşam yanlısı, eşitlikçi ve özgürleştirici “yeni” bir paradigmaya dair ipuçları vermeye girişiyor.

“İnsanın İnsanla, Toplumun Doğayla, Kadının Erkekle Uyumlu (Barışık) Olduğu Bir Dünya Mümkün” başlığı altında (ss.123-143) böyle bir dünyanın ancak kapitalizmden kopmakla mümkün olduğu görüşünü işliyor. Bu değişimin öznesinin işçi sınıfı olduğunu vurgulayıp, ancak bunun bir başına yeterli olmadığını (işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadele yetisi neoliberalizmin dayatmaları neticesinde aşınmıştır. (s.124) anti-kapitalist nitelikli kadın ve çevre hareketleriyle ortak eylemi gerektirdiğini vurguluyor.

Başkaya için yeni bir dünyanın inşası, kimi “eski alışkanlıklar”ı değiştirmeyi, kapitalizmin pompaladığı tüketim kalıplarından vaz geçmeyi de gerektiriyor: “Uygarlık paradigmasını değiştirmek, yeni bir uygarlığa giden yolu aralamak, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı fazla geç kalmadan ve radikal olarak değiştirebilmeye bağlı.” (s.129)

Peki nasıl olacak bu “radikal değişiklik”? “Bu amaçla da iddialı bir kamu hizmetleri programını hayata geçirmek, yenilenebilir enerji kapasitesini büyütmek, konutları yalıtmak (daha az enerjiyle ısınır hâle getirmek), ekosistemi korumak, sosyal ve ekolojik amaçlara hizmet eden teknolojilere odaklanmak, kolektif projelere halkın katılımını sağlamak, kamu ulaşımını öncelemek gerekiyor. Bunları gerçekleştirmek hem ekolojik hem de sosyal hedeflere ulaşmayı kolaylaştırabilir, işsizliği de sorun olmaktan çıkarabilir – tabii ekonomik güvensizliği de.” (s.130)

Bu hedeflere ulaşmak için atılabilecek kimi somut adımları da Başkaya şöyle açımlıyor: Büyük şirketlerin sosyalleştirilmesi ve işçilerin denetiminde demokratik yönetime kavuşturulması, fosil yakıt tüketiminin azaltılması, özel kullanım amaçlı otomobil üretiminin ve hava ulaşımının sınırlandırılması, çok katlı bina yapımının durdurulması,  et üretiminin agro- endüstri şirketlerinin elinden alınması, silah ve uyuşturucu üretiminin yasaklanması, reklamların kamusal alandan kovulması, tüketim mallarının uzun ömürlü olarak tasarlanması…

Böylesi bir uygarlığın hayata geçmesi, bir yandan bir avuç para babasının elinde yeryüzü halklarının tüm varlığından büyük servetlerin toplanmasının önüne geçecek, bir yandan insan ile doğanın barışık bir yaşam sürmesine yol verecek, bir yandan da eşitlikçi bir yaşamın önünü açacaktır…

*   *   *

Freni patlamış kapitalist sistemin doğayı ve (onun kopartılmaz bir parçası olan) insanlığı sürüklemekte olduğu kıyamet eşiğinde, Fikret Hoca, haklı: yeni bir uygarlık anlayışına, yeni bir yaşam tarzına ve onu biçimlendirecek “yeni bir paradigma”ya ihtiyaç, çok acil, çok yakıcı. Yeryüzü yaşamı konusunda kaygılanan herkes okumalı Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek’i… Buna şek ve şüphe yok.

Belki de yapıtın tek tartışmaya açık yönü: Başkaya’nın formüle ettiği alternatif paradigmanın ne kadar “yeni” olduğu. Yazının başında da vurgulamaya çalıştığım gibi, yeryüzü ve insanlığın mevcut sistem içerisinde yöneldiği yıkımı Marx (ve Engels) yıllar öncesinde, daha “ekoloji” sözcüğü yalnızca birkaç bilim insanının kavram dağarcığındayken sezinlemiş, bu konuda uyarılarda bulunmuş, komünizmi insanın insana kulluktan, sömürü boyunduruğundan kurtuluşunun olduğu kadar doğanın ve yeryüzü yaşamının da sürdürülebilmesinin tek yolu olduğuna işaret etmişlerdi. Marx’ın şu sözleri, onun emek ile doğa arasındaki ilişkinin kapitalist sistem tarafından nasıl tersyüz edildiğinin ve bunun emeğin sömürüsünde (dolayısıyla da toplumsal eşitsizliklerde) nasıl işlevselleştiğinin ne ölçüde bilincinde olduğunu gösterir:

“Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, tıpkı, bir doğa gücünün, insan emek-gücünün deyimlenmesinden başka bir şey olmayan emek gibi kullanım-değerlerinin (ve kuşkusuz maddi zenginlik de bu değerlerden meydana gelir!) kaynağıdır. Bu tümce, çocukların tüm okuma kitaplarında vardır ve emeğin ilgili nesnelerle ve araçlarla işlev gördüğünü kastetmesi ölçüsünde doğrudur. Ama bir sosyalist program, onlara anlam verebilecek koşulları sessizce geçiştiren bu tür burjuva tümcelerine yer veremez. Ve insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olan doğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir ki, onun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yanlış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pekiyi temellere sahiptir; çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi hâline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.”[9]

Kendilerinden sonra gelenlerin Marksizm’in bu vurgusunu göz ardı etmiş olmaları, onun kurucularının hakkını vermeye engel olmamalı, diye düşünüyorum.

Bu, “post-“ söylemlerinin ortalığı kasıp kavurduğu bir yolunu yitirmişlik çağında, “yeni/neo-” takısının aldatıcı pırıltısından ağzı yanmış bir “dinozor”un “yoğurdu üfleyerek yeme” uyarısı sadece…

7 Mayıs 2024 15:50:17, İstanbul.

N O T L A R

[1] Hubert Reeves.

[2] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.480-482.

[3] Karl Marx, Formen-Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997, s.20-21.

[4] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.

[5] Temel Demirer, “Kapitalist Ekolojik Yıkımın Panzehiri Marksizm”, Rojnameya Newroz, 01.05.2024, https://rojnameyanewroz3.com/kapitalist-ekolojik-yikimin-panzehiri-marksizm/

[6] Fikret Başkaya, Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek, Yordam Kitap, 2024.

[7] “Oxfam’ın son raporu (Ocak 2024), en zengin yüzde 1’lik kesim iki yılda dünyanın geri kalanının toplamından neredeyse iki kat daha fazla servete sahip!” (s.19)

[8] “Google veri merkezlerinin soğutulması için günde 4 milyon litre su kullanılıyor. Merkezlerin sürekli genişletilmesi zorunlu. Projeler tamamlandığında, kullanılan günlük su miktarının 16 milyon litreye çıkacağı hesaplanıyor.” (ss.69-70)

[9] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s.14.