Ana Sayfa Blog Sayfa 37

Çürüme ve direniş

İnorganik doğada, yani cansız doğada, “yaşam” organik doğadaki yaşamdan farklı işler. Bazan kendi hâlinde, doğanın bir parçası olarak sade bir yaşam süren bir ihtiyardan duyarsınız, “taşın da canı vardır.” Aslında taşın bir canı yok. Ama taş gibi, altın gibi, kömür gibi canlı olmayan doğada da bir hareket vardır ve hareket, değişim ile ölçülür. Öyle ya, hareketsiz, mekânsız, zamansız madde olmaz.

Bir taş, zamanla, dış etkenlerin de yardımı ile, rüzgâr, yağmur vb. ile ufalanır, kum veya toprak hâline gelir. Bu değişimdir. Ama buna çürüme diyemeyiz.

Çürüme de bir değişimdir elbette.

Çürüme, canlı, organik doğaya özgüdür. Öyle kullanılır. Çömlek yapılacak bir çamurun bozulması hâline “çürüme” denmez.

Ama mesela bitkiler, mesela çok sevdiğimiz ağaçlar, mesela otlar, mesela çiçekler, mesela hayvanlar bir çürüme hâli yaşarlar. Çürüme, genellikle, ölmüş olmanın sonrasına aittir. Ölürken ya da öldükten sonra çürüme ortaya çıkıyor.

Belki bir biyolog, tüm bu süreci, çok daha doğru kelimelerle anlatabilir. Ama bizim amacımız, canlı doğada çürüme üzerine durmak değil. Biz, oradan toplumsal yaşama geçmek istiyoruz.

Topluma diyoruz, insana demiyoruz. Çünkü aslında insan, ancak toplumsal bir varlık olarak insanlaşabiliyor. İnsana ulaşma süreci, toplumsal bir süreçtir ve yeri gelmişken belirtmek gerekir ki aslında bu süreç, doğanın insanlaşması sürecidir. Doğru bir kavramdır “doğanın insanlaşması süreci”. Çünkü bize, aslında doğal tarihin içinde insan toplumunun oluşumu ve insanlaşma süreci hakkında doğru bilgiyi verir.

Doğanın kendi bilincine varması, insan gibi canlıların oluşumu demektir. Bu ise toplumsal bir süreçtir.

Biz Marksistler için, ilkel komünal toplum denilen çok eski çağlardan başlayan, doğadan insanın kopması süreci, ardından sınıflı toplumlar, insanın insana kulluğu, sömürü sistemleri ve bunların en gelişmişi olan kapitalist toplum, henüz gerçek anlamı ile insanlaşmamış olmamız anlamına gelir. Yani biz, gerçek anlamı ile insanın tarihinin, komünizmle yani yeryüzünün tümünde ortakçı bir toplum kurulduğunda, yeryüzünün tümünde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ortadan kalktığında, insanın emeğinin toplumsal emeğin bir parçası olmakta bir zorlukla karşılaşmadığında, “herkesten emeği kadar herkese ihtiyacı kadar” sloganı bayraklara yazıldığı zaman, işte o zaman, sınıfsız toplumla birlikte başlayacağını söylüyoruz.

Bugün hâlâ insan öncesi aşamadayız. Kapitalizm, insanın insan tarafından sömürüldüğü en son, en gelişmiş, aynı anlamda en vahşi sosyo-ekonomik sistemdir. Kapitalizmin ortadan kalkması ile, insanlaşma süreci bir sıçrama yaşar. Evrim ve devrim ilişkisi için bu süreç, toplumun sınıflara bölünmüşlüğüne son verilmesi, insanın doğa ile yeniden ve üst düzeyde bütünleşmesi de demektir.

Bir canlının, bir canlı varlık olarak insanın fiziksel-biyolojik çürümesinden söz etmiyoruz.

İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplum içinde insanlaşan insan için, kişi olarak insan için, toplum bir bütün olarak bir varlıktır, onun bilincinin dışında vardır. Buna biz “toplumsal varlık” diyebiliriz. Bu toplumsal varlık, sadece ekonomik ilişkileri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini içermez. Bu toplumsal varlık egemen sınıfın egemenliği demek olan devleti, toplumsal değerleri, kültürü vb. de içerir. Bu toplumsal varlık, yani örneğin kapitalist toplum, çürümeye başladığında, bu çürüme bir biyolojik çürüme değildir.

İşte, bizim sözünü ettiğimiz şey, çürüme derken, bu toplumsal çürümedir.

Bir toplumda egemen düşünce, egemenin düşüncesidir.

Bir toplumda egemen ideoloji -sınıflı toplumlardan söz etmiyorsak ideoloji de olmaz-, egemen sınıfın ideolojisidir.

Bir toplumda egemen kültür, egemenin kültürüdür.

Bir toplumda oluşan ve tek tek bireylerin bilinçlerinden bağımsız, onların dışında, bir nesnel varlık olarak ortaya çıkan bilinç, egemenin bilincidir.

Bu demek değildir ki başka bir ideoloji, başka bir kültür, başka bir yaşam, başka bir bilinç yoktur. Hayır, vardır. Egemenin ideolojisi varsa, elbette işçi sınıfının da ideolojisi vardır. Ama egemen olan, egemenin bilincidir. Ortalama bilinç budur ve biz günlük yaşamımızda bu bilinci, mesela kadın-erkek ilişkilerinde, binlerce yıllık egemenlik altında şekillenmiş olan “ahlâk kuralları”nda görürüz. Ahlâkı kadının bacaklarının arasında gören anlayış, binlerce yıllık sömürü ve egemenlik tarihinden gelir ve kapitalist toplumda, kendine has, yaşanan toplumların bazı özgün yanlarını da içerecek biçimde şekillenir. Ve bu toplumda yaşayan her kadın ve erkeğin karşısına bir nesnellik olarak çıkar. Kadın ve erkek bunu aşabilir ama bu bireysel bir şey değildir. Bize bu meseleyi bir “eğitim meselesi” olarak sunan “modern” düşünceli, Batı değerleri ile yoğrulmuş, dıştan görünüşte çok efendi ve nazik görünen okur yazar takımı (OYT), bireyselleşmeyi çok ama çok sever. Her tür bağımlılık ve kölelik ilişkisinin uzantılarını kendi yaşamlarında “gizlice” yaşayanlar, toplumun önünde, aslında bu değerlerin kendileri tarafından aşıldığını söyleyip dururlar. Ama bu acınası bir tutumdur.

Aile de böyledir, evlilik de. Siz, aile ve evliliğe ilişkin toplumsal kuralları ve anlayışı, bireysel olarak reddetmekle, onların dışına çıkmış olmazsınız. Vardır böylesi küçük burjuvalar. Kendilerinin evliliğini herkesinkinden farklı ve özel ilan ederler. Kendi çocuklarını çok özel varlıklar olarak düşünürler. Sanırlar ki kendileri toplumsal bilinci yok saydıklarında, toplumsal bilinç de ortadan kalkıyor. Oysa mesela bir miras meselesi çıksın karşılarına, “reel-pratik” gereği, toplumsal kabulleri boyunlarını kırarak kabul ederler.

Anlatmak istediğimiz şey, o toplumda var olan egemenliği, insanın insana kulluğunu yok etmediğiniz sürece, aslında bu cendere sizi de sarar.

Bugünlerde bir modadır. Hele ki Mayıs 2023 seçimlerinden sonra bir hayli artmıştır. Diyorlar ki; bu halktan bir şey olmaz. Hatta daha ileri gidenler var, “halk ne zaman karşı çıkacak!” Demek kendilerini bu tepki göstermesi gereken halktan saymıyorlar. OYT’dendirler ve bu nedenle kendilerini, kendileri dışındaki herkesi aşağılamak hakkı ile kutsanmış sanıyorlar.

Gerçekliği görmeme hâli bu mudur?

İnsanın gerçeği görmesi, eğer toplumsal bir olaydan veya süreçten söz ediyorsak, biraz zordur. Diyelim ki güneşin “doğuşunu” seyreden birisi için, bu gerçeği kabul etmek o kadar zor değildir. Bunun nedenlerini yeterince anlamamış olsa da. Ama mesele bir toplumsal süreç/olay olduğunda, bu gerçeği görmek o kadar kolay değildir. Sevgilisi tarafından aldatılan kişi, bunu kabul etmekte zorlanır. Kabul ettiğinde, en yakınındaki, muhtemelen hemcinsine, karşı cinsin sadakatsizliğinden söz eder. Ama kendisi yaptığında, bu bir sorun değildir. Bu konuda gerçekçi bir tutum alması zordur. Bu zorluk, sınıf mücadelesi söz konusu ise daha da zordur. Evet bir terslik var, evet yaşam koşulları zorlaşıyor, evet egemene karşı direnmek gerekir ama bunu kendisinin yapması riskler içerir. Tutuklanmak, gözaltına alınmak, hapsedilmek vb. gibi. Oysa mesela “bu halk tüm bunları hak ediyor” demek, uygundur. Zira kendini kandırmak kolaydır.

Bir işçi, bir yoksul, bir evsiz, bir aç, bir işsiz, kendi yaşamını idame ettirecek hâlden çıkarsa, mücadele etmek yerine kendi canına kıymak cesaretini gösterebilir. Zira o, aslında yaşadığı sorunun, durumun, hâlin, gerçekte kendine has olduğuna inanır, çözüm bulamaz, bunun toplumsal bir durum olduğunu bilmez ve kavrayamaz. Değil mi ki her koyun kendi bacağından asılır. Değil mi ki birey olmak gerekir. İşte bu hâlde, çıkış yolu bulamayan kişi, dürüst ve onurlu ise, kendi canına kıyma alternatifi ile karşı karşıya kalır.

Mesela toplumsal yaşamın her alanını saran şiddet, kendisine yönelirse, mesela yaşamın her alanını saran aşağılanma kendisine yönelirse, kendini çıkışsız bulmaya başlar. Bu durumda, bu yaşamı niye sürdüreceği sorusu önüne çıkar. Bu, kendi dışındaki toplumsal gerçeği anlama eksikliği, onu kabul etme eksikliğidir.

Biz bu nedenle diyoruz ki, gerçeği görmek güçtür, yani güçlü olmak demektir, güçlü olmayı gerektirir. Gerçeği “kabul etmek” ise cesaret ister. Ve gerçeği değiştirmek için irade gerekir.

Güç denilen şey, örgütlü davranışla başlar. Eğer sadece bir “birey” olmayı seçmişseniz, aslında bu güce sahip olamazsınız.

Egemen, kendi devleti aracılığı ile egemenliğini sürdürür.

Kapitalizm, bugün, tüm yeryüzünde, çoktan miadını doldurmuş durumdadır. Bunun en temel kanıtı, sermaye sahiplerinin, üretimden çok “sermaye hareketlerine” yönelmelerindedir. Artık paradan para kazanma süreci, tüm kapitalist dünyayı bir kumarhaneye çevirmiştir ve bu kumarhane, artan artı-değer, sömürü oranları nedeni ile de olanaklıdır. Aslında bu çürümedir. Sermayenin insan hâline bürünmüş hâli demek olan kapitalist, artık daha büyük vurgunları elde edebilecek tekelci hâkimiyete erişmiştir.

Kapitalist-emperyalist sistem çürüdükçe, egemen olan onun kültürü ve bilinci olduğu için, tüm toplumu da çürütür.

Bu çürüme, bazı ülkelerde daha çok, bazılarında daha az, bazılarında daha açık, bazılarında daha derinden işler. Ve çürüme, tüm toplumu da çürütür.

  1. yılını yaşayan TC devleti, bugün bu çürümenin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. Cumhuriyet kutlamalarına bakın, bunu burada görmek de mümkündür. Ne devlet tüm herkesin devletidir, ne de cumhuriyet herkesin cumhuriyetidir (Bu konuda okuyucu, Sibel Özbudun’un, Kaldıraç dergisinin 269’uncu sayısında yer alan “‘Hiçkimsenin Cumhuriyeti’ … mi? Ya da 100. Yıl vesilesiyle Kadır Cangızbay’ı düşünmek” isimli makalesine bakabilir). Ama 100. yıl “kutlamaları” aslında bu çürümenin başka bir görüntüsüdür.

Sistemin bunalımı, bugün, sömürge bir ülke olan TC’de, bir toplumsal bunalıma dönüşmüştür. Toplumsal bunalım, artık bir çürüme hâlini almıştır. Her insanın yaşadığı bunalım, bu temele dayanmaktadır ya da bu temel ile bağlantılıdır. Bunu herkes farklı yaşayabilir, yaşıyor. Ama bu toplumsal çürüme, bu toplumsal bunalım anlaşılmadan, kimse kendi “hastalıklı” hâlini gerçekçi tarzda anlayamaz. Bu anlaşılmadığı için “bu halk bunları hak ediyor” analizleri yapılabilmektedir. Hastalıklı hâldir.

Toplumsal bunalım, egemenin bunalımıdır.

Egemenin bunalımının kaynağı, sadece kapitalist sistemin genel bunalımı ile sınırlı değildir. Sömürge bir ülke olmak, aslında bu bunalımı daha farklı yaşamak da demektir. Bu sadece bir ekonomik kriz ile sınırlı değildir.

2008’de başlayan sistemin bunalımı ya da 2008’de açığa çıkan bu kriz, aslında birçok farklı süreçle birleşmiştir. İlki, SSCB sonrası dönemde, komünizm korkusunu geride bırakan emperyalist efendiler, dünyayı yeniden paylaşmak için (zira paylaşılmamış noktası kalmamıştı, onun için yeniden paylaşım devrededir) kendi aralarında savaşa tutuşmuş olmalarıdır. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı, Ekim Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş olan ABD hegemonyasının çözülmekte olması ile bağlantılıdır. Bu nedenle, başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasında olmak üzere tüm emperyalist dünyada paylaşım savaşımı öne çıkmaya başlamıştır. Bu durum krizi daha da ağırlaştırmıştır, ağırlaştırmaktadır. İkincisi, geçmişi sosyalist olan Çin, kapitalist bir süreç içinde, dünyanın önemli bir ekonomik gücü hâline gelmiştir. Dünyanın fabrikası olan Çin, bir noktadan sonra, sömürge olmak yoluna girmemiş, tersine bir dev olarak efendilerin hâkimiyet dünyasına meydan okur hâle gelmiştir. 2003’te dünyanın 500 büyük dev şirketi arasında tek bir firması yer almayan Çin, bugün, bu 500 büyük firma arasında en çok şirketi bulunan bir ülkedir. Dahası, bu şirketlerin pek çoğu, hâlâ, kamu mülkiyetindedir. Bu karışık hâl ayrı bir konudur. Çin’i sosyalist yapmaz ama uluslararası tekellerin hâkimiyetini zorlayan bu durum, efendiler tarafından, “aaa yeni ortak geldi” şeklinde karşılanmamıştır. Buna Rusya’yı da eklemek gerekir. ABD, dünyayı yeniden askerî yollarla denetim altına almaya başlamıştı. Ama sıra Suriye’ye geldiğinde Rusya “dur” dedi ve sahaya indi. Bugünkü aşamada, emperyalist efendiler, geçmişleri sosyalist olan bu iki bağımsız gücü, sömürge hâline getirmek için savaş sürecini bu ülkelere dönük olarak yeniden hızlandırdılar. Üçüncüsü, bugün, dünyada, Rusya ve Çin etrafında, tek kutuplu dünyaya son veren bir süreç ortaya çıktı.

Tüm bunlar krizi daha da artırmaktadır.

Çürüme, ekonomik alanla sınırlı değildir, olamaz da. Bugün, iki yönlü ve birbirine bağlı süreç tüm kapitalist dünyada yaşanmaktadır. İlki, savaş sürecidir ve bunun beraberinde getirdiği şey, ekonominin militaristleşme sürecinin artmasıdır. Zaten militarist bir ekonomi olan ABD’nin hegemonyasını korumak için, Rusya ve Çin karşısında, eski ortaklarına yeniden boyun eğdirmesi, onların ekonomilerini de yeniden militaristleşmeye itti. Alman kimya sanayicilerinin başkanının, bu durumu “deindustrialization” olarak tanımlaması bu nedenledir. İkincisi ise, bununla paralel olarak, tüm kapitalist dünyada Neonazi tarzı örgütlenmenin öne çıkmasıdır. Bu sadece sivil bir Neonazileşme değildir. Ukrayna savaşı, kukla rejimlerin organizasyonu ile sınırlı değildir. Tüm kapitalist dünyada, “demokrasi” şalı ile örtülmüş tekelci polis devletinin gerçek yüzü ortaya çıkmaktadır. Tekelci polis devleti, çağımızın burjuva devleti, çağımızın burjuva demokrasisidir. Tekelci polis devleti, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olan faşizmin tüm dişlilerini içermiştir. Onları “demokrasi” şalı ile örtmüştür. İşte şimdi, günümüz burjuva demokrasisinin, faşizmi içermiş tüm dişlileri tek tek ortaya çıkmaktadır. Sadece Erdoğan’dan söz etmiyoruz. Sadece Arjantin’in yeni komik başbakanından söz etmiyoruz, sadece Zelenski’den söz etmiyoruz. Biden da içindedir, Yeşiller diye bir partinin liderlerinden de söz ediyoruz, İngiltere de içindedir, Fransa da.

Bu iki süreç birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Artık savaş naraları sadece Rusya’ya karşı atılmıyor. Her Batı demokrasisi, kendi ülkesinde savaş naralarını atmaktadır. Öyle ya her savaş, savaşın tarafları için bir iç savaştır. Ve artık iç savaş hukuku tüm kapitalist dünyada devrededir. Birinde biraz daha önde, birinde biraz daha arkada. Dünyada ortaya konan savaş hukuku da, Ukrayna’da olduğu gibi, Kürdistan’da olduğu gibi, Filistin’de olduğu gibi, artık uluslararası yasaları dinlemez durumdadır.

Ülkemizde bu süreç daha ağır bir hâldedir.

Bir sömürge olan TC devleti, sadece ekonomik krizle karşı karşıya değildir. Aynı zamanda paylaşım savaşımının içindedir. Hem emperyalist ortaklar, bizzat kendilerine bağımlı bir ülke istiyorlar. ABD, siyasal olarak kontrol ettiği Türkiye’yi kendi alanı hâline getirmek istiyorken, mesela AB, en çok da Almanya, ekonomiye hâkim olduğu için, ülkeyi kendi sömürgesi hâline getirmek istiyor. Bunların, diğerleri ile birlikte, kendi aralarındaki savaş, bizim ülkemizde her alanda yansımasını buluyor. Hem de mesela ABD, Türkiye’yi, kendi savaşımı için bir tetikçi olarak kullanmak istiyor. Bu nedenle, Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, bambaşka bir formatta, yeniden kullanılmaktadır.

Demek ki çürüme salt ekonomik bir olgu değildir.

Bu aynı zamanda toplumsal bir bunalımdır ve egemenin yukarıda tarif edilen bunalımı tüm toplumu sarmaktadır.

Egemen kendi bunalımını tüm topluma yaymaktadır.

Bu bunalım, ideolojik, kültürel, sosyal değerler vb. de dâhil her alanda yaşanmaktadır. Organ kaçakçılığı (ülkemizde her gün 30 civarında çocuk kaybolmaktadır), insan kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı, tarikatlar, sınır tanımaz sömürünün sonucu demek olan iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocukların ırzına geçme ve köleleştirme uygulamaları, devletin devreye soktuğu iç savaş hukuku, katliamlar, sınır tanımaz bir devlet terörü, baskı, yalan, yağmalama, rant uygulamaları konusunda akıl almaz örnekler, çöken sağlık sistemi, çöken eğitim sistemi vb. bu çürümenin görüntüleridir.

Birey olma konusundaki isterik çığlıklar, çöken değerler sistemi, soygundan pay almak için günlük çırpınmalar, kara paradan pay almak için hareket ederken soyulan insanlar, ırkçı saldırılarla kendini adam yerine koydurma uygulamaları, trol ordusu da dâhil sosyal medya uygulamaları, dini kullanmanın bireysel ve grupsal biçimleri, intiharlar, günlük yaşamak için kendini tüketim nesnesi hâline getiren tutumlar, tüketilen insan ilişkileri vb. bu toplumsal çürümenin yansımalarıdır.

Sokaklarda yatanlar, açlıktan çöp kutularını karıştırıp günlük gıda bulmaya çalışanlar, kendini satanlar, satacak herhangi bir şey için sınır tanımaz bir değersizliği seçenler, aslında bu toplumsal çürümenin ürünleridir.

Bu hastalıklı hâl, iyileşme çarelerini de dayatmaktadır.

Artık insan olarak kalmak isteyen, bireysel kendini kurtarmanın olanaksız olduğu bu ortamı kavramak zorundadır. Bunun da ipuçları oluşmaktadır.

İç savaş hukuku, insanların kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiği fikrini de beslemektedir.

Her direniş, karşısında TOMA’sı ile, copu ile, hapisi ile, işkencesi ile, basını ile, trolleri ile, polisi ve askeri ile, gazı ve her türlü şiddeti ile devleti bulmaktadır. En sıradan bir hak arama eyleminde gördüğümüz budur.

Kadınların, işçilerin, emekçilerin, gençlerin her direnişi, devleti tanımaları için bir vesile hâline gelmiştir.

Ve eğer bu gerçeği kabul eden bir cesaret gelişirse, direniş daha da büyüyecektir.

Direniş, içindeki her kişiyi, bir adım olsun kafasını çalışır hâle getirmekte, olayları anlamasını sağlamakta, kısacası eğitmektedir.

Kendini bu eğitime açık hâle getirmek demek, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halk bu yönetimi hak ediyor” gibi üstten, samimiyetten uzak, kendini aklamaya dönük akıl yürütmeleri bırakarak, bir baltaya sap olmak demektir. Mücadelenin içine girmek demektir.

Öyle ucuz yollu da değil.

Bizzat bir örgütlenmeye girişmek demektir.

Öyle kurtarıcı beklemek, sürekli yakınma içinde her seçimden sonra bir daha bunlara oy vermem demek, denenmiş ve çıkışsız yoldur. Bunu herkes ama herkes kendi deneyimlerinden bilir. Şimdi örgütlenme zamanıdır. Diyelim ki size uygun örgüt yok. Kabul. Öyle ise, buyurun siz bir örgüt kurun. Diyelim ki siz devrimci, devleti doğrudan karşısına alan bir örgütlenme içine girmek istemiyorsunuz. Öyle ise, içki masalarında yakınmaktan kurtulun ve siz, kendi çevrenizde, günlük mücadeleniz için bir örgütlenmeye girişin. İnsanların birlikte hareket etmemesinden mi yakınıyorsunuz, buyurun siz bir adım atın ve insanlarla birlikte hareket etmek için korkularınızı saklamak için kullandığınız “bilmişliğinizi”, “ben” tutumunuzu bir yana bırakın.

Bugün, ister toplumsal bir devrim için, ister kendi günlük haklarınız için, yaşamınız için mücadele etmezseniz, sadece siz kimseye güvenmemekle kalmazsınız, siz de güvenilmez bir kişi olursunuz.

Direniş direnişçiyi güzelleştirir. Ayaklarını açmakla kalmaz, aklını da açar.

Direniş öğretir.

Direniş güzelleştirir.

Direniş iyileştirir.

İnsan olarak kalabilmek için, yaşayabilmek için, mücadele ve direnişten başka bir yol yoktur. Gerçek budur.

“Bir ‘patlama’ potansiyeli var ama‘arafta’ kalmak da mümkün!” – İrfan Kaygısız ile röportaj

Metal işkolunda 150 bini aşkın işçiyi kapsayan MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi başladı. Sözleşmenin, uyuşmazlıkla sonuçlanması ve yıl sonunda açıklanacak asgarî ücret sonrası bağıtlanması öngörülüyor. Sözleşmeye 3 ayrı işçi konfederasyonundan sendikalar katılıyor. Sendikalar ve temsil ettikleri üye sayıları şöyle:

Türk-İş/Türk Metal: 195 işyeri, 140 bin kişi (işçilerin yüzde 91’i)…

DİSK/Birleşik Metal: 34 işyeri, 12.000 kişi (işçilerin yüzde 8’i)…

Hak-İş/Özçelik İş: 4 işyeri, 2 bin kişi (işçilerin yüzde 1’i)…

MESS sözleşmesi birçok açıdan kritik öneme sahip. Ülke sanayiinin ana omurgasını oluşturan 233 işyeri ve işletme bünyesinde yaklaşık 450 fabrikayı kapsıyor. TİS kapsamındaki 150 bini aşkın işçinin yanısıra bu fabrikaların tedarikçisi yüzlerce fabrikada da on binlerce işçi çalışıyor. Aileleriyle birlikte değerlendirildiğinde sayısı milyona ulaşan insanı etkileyen bir sözleşme. Ve dahası işkolunda olduğu kadar ülkedeki ücret politikalarını da etkileme gücüne sahip.

Sözleşme süreci hakkında, DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu İş Sözleşmesi Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk…

Merhaba… Metal işkolunda 150 bini aşkın işçiyi kapsayan MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi, özelde metal işkolu, genel manada işçi sınıfı ve sermaye sınıfı açısından nasıl bir önem taşıyor?

Metal işkolu sözleşmesi birkaç bakımdan önemli. Bir tanesi, özel sektörde aynı anda bu sayıda işçiyi kapsayan başka grup sözleşmesi yok. Sözleşme 3 sendikadan 154 bin işçiyi kapsıyor. Bu bakımdan büyük bir kitlesellik; aileleri ile de kabaca çarpsak neredeyse 500 bin kişiyi birinci derecede etkileyen bir sözleşme. Birinci önemi buradan kaynaklı; yani kalabalık bir işçi kitlesini etkiliyor.

İkincisi, büyük fabrikalar var işkolunda; diğer sektörlerden farklı olarak. Bünyesinde 5 bin, 10 bin, 12 bin kişi çalıştıran fabrikalar var; bin ve daha üzeri fabrikalar da çok sayıda. Bunun ne anlamı var? Bu işçilerin kolektif davranma yeteneğini sağlayabiliyor. Yani bir fabrika eyleme girdiğinde 10 bin, 15 bin işçi birden harekete geçiyor. Bu düzeydeki mücadele kapasitesi diğer sektörleri de etkileme potansiyeline sahip. 300 kişilik, 100 kişilik iş yerleri de elbette var ama nicelik olarak büyük fabrikaların da işin içinde olması işçilerin hem örgütlenmesini, mücadelesini kolaylaştıran sonuçlara yol açıyor…

Üçüncüsü, tarihsel önemi var; mücadele birikimi, deneyimleri var. 1980 öncesinden, Maden-İş’ten gelen ama 80 sonrasında da bir boyutta devam eden bir mücadele geleneği var. Bu, bir tür akıldan akıla, nesilden nesile aktarma… Sektörde ortalama 10-15 yılda bir patlama oluyor, o patlamalar bir kuşak üstünden bir sonraki kuşağa aktarılıyor. Dolayısıyla, işçinin kendisi yaşamasa da bir önceki dönemki eylemler ve mücadelelerden haberdar oluyor. 1996 eylemleri, metal fırtına dediğimiz 2015’teki örnekler gibi…

Bu birikme, patlama süreçlerini biraz açabilir miyiz?

Şöyle geliyor bana, bir birikim oluyor, işçiler biriktiriyorlar sorunları, “Artık bu kadar da yeter, tamam artık” diyorlar ve üstüne başkaldırı oluyor. Onu tetikleyen nedenler de ücret zammı ya da başka bir şey oluyor. Bu arada her başkaldırıdan sonra sermaye bir önlem alıyor. Önderleri, aktivistleri, kadroları bir tırpanlıyor, onları işten atıyor, sonra o biraz unutuluyor, yeni kadrolar ortaya çıkıyor. Kendi mücadele dinamiklerini yaratıyor. Sorunlar büyüyüp, yeni kadrolar da riskleri, atılmayı göze aldığı zaman da (ortalama 10-15 yılda), yeni bir başkaldırı oluyor. Dinmeyen bir öfke açığa çıkıyor ki bu öfkenin açığa çıkmasının en temel nedeni doğal olarak toplu sözleşme ve para oluyor.

Metal sektöründeki örgütlülük, özel sektör içerisinde en yüksek oranda. İşçi sınıfının örgütlülüğü bakımından ortalamanın daha üzerinde. Ayrıca, metal sözleşmesinin sonuçları diğer sektörleri de etkiliyor elbette. Bu nedenle, devletin müdahalesi de oluyor. Mesela ben Çalışma Bakanlığının TİS’e müdahale ettiğini biliyorum. “Ücret ortalamasını yükseltmeyin, rekabeti engeller, emsal olur” diye müdahale ettiklerini biliyoruz…

Diğer sektörlerde (etkileme kapasitesi bakımından) TİS dönemindeki aylarda, “Metalde şu kadar zam oldu” diye konuşulur her zaman. Çok sayıda işçiyi etkilediği için de kamuoyuna yansıyan sonuçları oluyor.

Bir başka önemli faktör; MESS, hem tarihsel olarak hem de günümüz bakımından sermayenin en önemli, güçlü sendikalarından. 80 darbecilerine iki tane bakan verdi, birisi Özal; başbakan yardımcısıydı, Şahap Kocatopçu bakan oldu. Devletle olan ilişkileri ve büyük bir sermaye grubunu temsil etmesi bakımından önemli. TİS’in başkanı hep MESS’in başkanıdır. Onun devlet ile olan ilişkileri görünür ortada zaten, özel bir bilgiye gerek yok.

Ülkedeki toplam üretimin üçte biri metal sektöründe. Dolayısıyla ekonomi içerisindeki payı büyük, büyük iş yerleri ve sermaye grupları sürecin parçası. MESS dediğimizde aklımıza Koç geliyor, Koç grubu yönetiyor aslında… Emek ve sermaye çatışması dediğimiz şey, bütün taraflar, güç ilişkileri itibarıyla bu TİS sürecinde gözlemlenebilir. Devlet/sermaye bir tarafta, işçiler ve sendikaları diğer tarafta. Bu bakımdan önemli.

Ülke ekonomisi içindeki yerini bir ölçüde anlatmış oldun… Bu fabrikaların üretim ve kârlılık oranları bir önceki dönemle (2021-2023) kıyaslarsak 2023’te nasıl bir seyir izledi? Ücretlerin tablosu nasıl oldu?

MESS toplu sözleşmelerinin ilk toplantılarında, bazen daha sonrasında da karşılıklı olarak sunuşlar yapıyoruz. Sermaye cephesi kendi cephesinden bir sunuş yapıyor. MESS, “rekabeti engelleyici bir ücret politikasına girilmemesi” üzerinden yürüyor. Ücretler çok fazla yükseldiğinde ülkeye yatırımın olmayacağını, aynı zamanda buradaki yatırımcıların da çeşitli rakip ülkelere; Batı Avrupa, Doğu Avrupa, işte Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerine kayacağına dair sunuşlar yapılıyor. Temel vurguları burası üzerine kurulu…

Biz de her toplantıda sunuş yapıyoruz. Sunuşlarımızda, senin de sorduğun birkaç şeye önem veriyoruz. Hemen her sunuşumuz için kârlılık oranları bizim ilk baktığımız şeylerden birisi.

Bu sene sadece metale değil, aynı zamanda genel olarak emek ve sermaye arasında gelir bölüşümüne de baktık. Yurtiçi hasılanın işçi ve sermaye arasındaki dağılımı ne düzeyde? Sonra sermaye yatırımları var mı ülkede? Evet, baktık ki var; önemli ölçüde bir kaynak aktarımı var. İşçiler verimli çalışmış mı? Çalışmışlar. Verimlilik rakamlarına baktık; hem makro ölçekte hem de sektörel olarak bakıyoruz bunlara. Metal sektörünün alt sektörleri de dahil, işçiler daha yoğun, daha fazla çalışmışlar. Elbette teknolojinin etkisi var ama aynı zamanda işçilerin daha yoğun çalışmasının da etkisiyle verimlilik artmış… Son 2 senedeki üretimde ciddi artışlar olmuş.

Bakıyoruz, ihracat artışları var. Peki, “kârlar, cirolar ne durumda?” diye bakıyoruz; bunların hepsi kullandığımız kaynaklar. Gerisi zaten devlet ve sermaye kaynaklarında. TÜİK, Cumhurbaşkanlığı verileri, ISO 500, Fortuna 500 vs. gibi yerlerden bakıyoruz ve yüksek oranda kârlar olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla, bizim sektörümüz açısından bakıldığında 2002 yılında sektörde; otomotiv yüzde 121, elektrik malzemeleri yüzde 158.7, makina üretimi yüzde 146, dayanıklı tüketim yüzde 52.4 kâr etmiş.

Şimdi 2023’ün ilk 6 ay ve 3. çeyreklerinde bakıyoruz, bu kârlılık oranı sürüyor.

Ücretler ne durumda? Bir de buna bakıyoruz. Ücretlerde, reel ücretler açısından bakıldığında aşağıya doğru iniş var. Giderler artmış, ücretler gerilemiş ama üretim ve kârlılık da gayet iyi.

Kendilerine de söylüyoruz, toplantılarda anlattım; “İşçiye biz ne anlatacağız? işler kötü mü diyeceğiz, az kâr ediyoruz mu diyeceğiz bu veriler elimizdeyken? Niye az para istesinlerin bir gerekçesini söylememiz lazım.” Yanıt yok tabii.

Oysa tablo açık. Sektörde durum iyi, üretim artmış, patronlar kâr etmişler, işçiler de yoksullaşmış. Dolayısıyla talebin kendi nesnelliği var zaten; işçiler reel ücret kaybına uğramışlar.

Böyle, iki taraf için de durumun açıkça ortada olduğu koşullarda sözleşmeye giriyoruz…

Belirttiğiniz gibi, ücretlerin yüksek enflasyon etkisiyle hızla eridiği koşullarda TİS sürecine girildi. Uygulanan sermaye politikaları ücretli emekçileri büyük oranda açlık sınırında eşitler hâle geldi… İşçilerin beklentileri ile MESS’e önerilen teklifler ne ölçüde örtüşüyor? Nasıl bir süreç öngörüyorsunuz? Sert bir kavga (örneğin, 2015’te Bursa/Renault’tan başlayan patlama gibi) yaşanabilir mi?

Teklif hazırlık sürecimizden başlayayım… Biz teklifi şöyle hazırlıyoruz: MESS Grup Sözleşmesi kapsamında bizde 36 fabrika var, işletme var daha doğrusu, çünkü bazılarının birden fazla fabrikası var.

Ben 40 fabrikadaki işçilerle toplantı yaptım, işyeri komiteleri ile. İşyeri komiteleri yaklaşık olarak işyerinde çalışanların yüzde 10’una tekabül ediyor sayısal olarak. Toplantıları bu komitelerle yapıyoruz. İşçilerin talepleri bu toplantılarda alıyoruz. Sonra Merkez TİS Komisyonu’na çağırıyoruz. Merkez TİS Komisyonu, MESS’e bağlı fabrikaların bütün temsilcilerinden oluşuyor

Ben orada tablonun bütününe dair bir sunuş yapıyorum. O sunuşla diyoruz ki -örnek olarak söylüyorum- “20 fabrikadan 3.000 işçi yüzde şu kadar istedi, 10 fabrikadan 5.000 işçi yüzde bu kadar istedi” deyip bütün o verileri paylaşıyoruz işçilerle. Yani bir fabrikanın işçileri kendileri için şu kadar istemiş de peki diğer fabrikaların işçileri ne istemiş? Çünkü grup sözleşmesi dediğimiz şeyin farkı bu; tek tek fabrikalara ilişkin talepte bulunmuyorsun. Tamamına; 36 fabrikaya ilişkin bir tek talepte bulunuyorsun… Grup sözleşmesinin mantığı bu; kaç fabrika olursa olsun, bütününü kapsayan tek bir sözleşme yapıyorsun. Dolayısıyla talebi tekleştirmen, mücadeleyi de ortaklaştırman lazım…

Bu verileri paylaşıyoruz temsilcilerle. Orada herkes bakıyor ki ağırlıkla talepler bir yerde yoğunlaşmış, burası üzerinden söz alıyor, görüşünü bildiriyor.

Bu dönemdeki talepler yüzde 140 ekseninde yoğunlaşmıştı. Bu oranın üzerinde isteyen iş yeri de vardı, altında isteyen iş yeri de vardı. Üstünde ya da altında isteyen iş yerlerindeki işçi sayısı da önemli. O nedenle iki şeye birden bakıyoruz; sadece fabrika sayısına değil, aynı zamanda işçi sayısına da bakıyoruz. 10 fabrika olur ama üyelerin de yüzde 80’ine tekabül edebilir. Dolayısıyla, ağırlık açısından ikisine birlikte bakarak ve işçilerin ağırlıklı olarak en çok neyi talep ettiğini de gözeterek talepleri netleştirme yoluna gidiyoruz.

Çıkan tablo üzerinden temsilciler son görüşlerini söylüyor, sonra Başkanlar Kurulu toplanıyor, oradaki tartışmaların ışığında da teklif son hâlini almış oluyor.

Yüzde 140 teklifimiz, bir ortalama kesişim noktasıydı ve işçilerin bu anlamda gerçek talebini yansıtan bir orandı… Bu, talebin sahiplenilmesi bakımından da önemli oluyor. Çünkü işçilerin iradesi dışında bir şey olursa sahiplenilmiyor.

Türk Metal’i hatırlayalım; anket yaptılar, ankete en yüksek talep kategorisi koymuşlar; yüzde 50 artı idi. Yani, “yüzde 50’den fazla isteme” diyordu aslında. İşyerlerinde yüzde 50-60 propagandası yaptılar. Benim fabrikalarda dolaştığım dönemlerdi, aynen bu bilgileri aldım. Yüzde 80 aralığında bir teklif vermeye çabalıyorlardı, bizim hamlelerimiz oldu; bilerek teklifimizi erken açıkladık. Onlarda mecburen daha yüksek bir rakam açıklamak zorunda kaldılar.

Sermaye/devlet ile iç içe olan Türk Metal’in, temsil ettiği üye çoğunluğu açısından bariz ağırlığı var. Nasıl etkiliyor süreci?

Sözleşmede 3 sendikayla ayrı ayrı masaya oturuluyor ama belirttiğin gibi Türk Metal masadaki büyük aktör. Onunla bir rakam imzalandıktan sonra, onun ötesine geçmenin de ciddi zorlukları var. Bu gerçeklik nedeniyle, sadece kendi üyelerimizi sözleşmeye hazırlamak yetmiyor, biz aynı zamanda sektördeki tüm işçilerin taleplerinin yükseltilmesi çabası içerisinde oluyoruz.

Bizim sürecimiz, talebimiz böyle şekilleniyor. Talebimiz yüksek gibi gözüküyor normalde, ancak şiddetli bir yoksullaşma söz konusu. İşçiler günlük yaşamlarını idame edecek durumda değiller. Nitekim böyle olduğu için bu dönem bir ön zam istedik.

Toplu sözleşmeler bizde genelde ocakta bitiyor. MESS, gerçek ücret pazarlığını yapmak, gerçek teklifini vermek için asgarî ücretin açıklanmasını bekliyor. O da aralık sonu, ocak başı gibi oluyor. Yani, eylülden ocağa kadar 4-5 aylık dönemde, işçilerin yaşamı daha da zorlaşıyor. Okullar açılıyor, kışa giriliyor, vergi dilimine girdiği için eve giren para azalıyor vb. Bu nedenle bu sene ön zam istedik ve mücadele erken başladı.

Yukarıda sorduğun; “yeni dönemde ne ile karşılaşabiliriz, yeni bir patlama yaşanabilir mi” açısından bakıldığında, net bir şey söylemek şimdilik zor açıkçası.

Patlama olması için birkaç faktörün bir arada olması lazım… İlk başta söylediğim, işçi kadroları yeni tasfiye edildiyse (bir önceki patlama sürecinden dolayı) önderlik edecek dinamiği yok etmiş oluyor ki bu kritik bir faktör. Sonra, biraz birikimin olması lazım; yani sorunların birikmiş, işin ve yaşamın çekilmez hâle gelmiş olması lazım. Dediğim gibi, kadroların olması lazım; eylemi, mücadeleyi sürdürecek, harekete geçirecek, biraz deneyimli biraz gözü kara kadroların olması lazım.

Diğer bir husus (genelde tersi anlaşılır ama öyle değil), sektörde işlerin iyi olması lazım, genel olarak işlerin çok kötü olmaması lazım. Yani işçinin işten atılma riskini göze alabileceği, “nasıl olsa işsiz kalmam” diyebileceği iş bulma koşullarının oluşması lazım.

Şimdi buraya bakıldığında, bu sene bunlar var açıkçası. Ama bunların varlığı tek başına yeterli bir şey değil. Sözleşmede ortaya çıkacak olan zam oranının tatmin etmeyecek bir rakam olması lazım ki bu dinamikleri harekete geçirsin.

Şimdilik bunu bilmiyoruz, süreç devam ediyor. Bu bakımdan bir potansiyel söz konusu mu; evet, potansiyel var ama “mutlak olur” diye kimse söyleyemez. Bir patlamanın, öfkenin ortaya çıktığının şimdiden eğilimleri ufak ufak görülüyor çeşitli yerlerde, ancak sermaye de bunu görüyor. Bunu engelleyecek bir zam oranı ortaya çıkabilir.

Şöyle bir durum oluyor, kritik mesele şu: Patronlar bu durumu görüyorlar, süreci izliyorlar. Sözleşmede işçinin çok içine sinmeyen bir rakam ortaya çıkabiliyor ama aynı zamanda da bir kalkışmayı, greve çıkmayı engelleyici bir rakam; yani “arafta” dediğimiz bir rakam ortaya çıkınca en zor ve yönetilmesi çok sıkıntılı bir tablo oluşuyor.

Çok düşük verse iş kolay; “haydi başlıyoruz” diyorsunuz. Ama hani örnek olarak söylüyorum, 10 bekliyorsa işçi, 8-9 veriyorsa, işçi tereddütte kalıyor. Oradaki küçük bir puan aralığı için değer mi değmez mi; bunun için bir mücadele, risk vs.

Patronlar da çoklukla maalesef o aralıkta bir rakama oynuyorlar. Bazen bunu taraflar kestiremeyebiliyor. İşçi patlıyor ya da “Allah kahretsin, neyse” deyip içine sinmese de kabullenmek durumunda kalıyor.

Bu TİS sürecini de yaşayıp göreceğiz. Şu an belli eğilimlerden bahsedebiliriz, kesin yargıda bulunmak için erken…

Sendikanızın sınıf araştırmaları merkezi BİSAM, Ekim 2023 dönemi açlık yoksulluk sınırı verilerini açıkladı. Verilere göre açlık sınırı 13 bine, yoksulluk sınırı 45 bine dayandı. İşkolunda şu an ortalama ücretler ne durumda?

Ortalama ücretler 15 bin, 16 bin TL dolayında. Tabii şimdi açlık ve yoksulluk 4 kişilik aile üzerinden hesaplanıyor. Diyelim ki, ailede çift kişi çalışıyor mu çalışmıyor mu, haneye giren para miktarı filan, bunlar genel ülke tablosunun bir parçası. Haneye giren para neyse, yüksek diye söylemiyorum, hani 4 kişi asgarî ücret alsa yoksulluk sınırında hâlâ!

Bizim sözleşme gerçekliğimizde, alınabilirlik meselesi önemli açıkçası. Yoksa her şey işçilerin hakkı. Öyle tartışmaya bakarsak, biz niye açlık ve yoksulluk sınırına razı olalım ki! Açlık ve yoksulluk işçilerin kaderi mi? Diyelim 45.000 lira mı yoksulluk sınırı, bizim çok daha fazla almamız lazım ki insanca yaşayabilelim.

Bu rakamlar önemli ama aynı zamanda da alınabilirliğe, işçilerin mücadele kapasitesine vb. bakmak zorundayız; gerçekçilik diye bir ilkeden bahsediyoruz. Gerçekçilik dediğimiz şey, “Bu koşullarda şu alınabilir, bunu almanın koşulları ve potansiyeli var. İşçiler buna inanırlar; bunun için mücadele ederler” gibi elle tutulur olmalıdır.

İşçilerin ne için, hangi talepler için sonuna kadar mücadele edeceği, riskleri ne kadar göze alabileceği ve işyerlerinin, sektörün durumunun ne olduğu, MESS toplu sözleşmesinin nasıl sonuçlanacağını belirleyecek…

2024 yılına girerken işçi sınıfının durumu üzerine

Mayıs 2023 “seçimleri”nin üzerinden 7 ay geçti.

Tam bir müsameredir. Başrolünde Kılıçdaroğlu ve CHP, en az AK Parti ve MHP kadar etkilidir. Saray tarafından organize edilen bu hokus-pokus oyunu, gerçekte NATO merkezi tarafından sahnelenmiştir.

Adına seçim denilmiştir.

Bir açıdan seçimdir, zira efendiler, NATO, sandıktan önce seçtiklerini, sandıktan çıkartmıştır. Seçim, öncesindedir, sandık ve sandık sayımı, hokus-pokustur. Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener, Davutoğlu, Babacan, Özdağ ve diğerleri, bu hokus-pokusun aktörleridir.

Ama bu seçim, bu gayrimeşru müsamere, bu hokus-pokus oyunu öncesinde CHP eli ile, sol ve kitleler, muhalif kitleler, CHP kuyruğuna takılarak, devlete bağlanmaya çalışılmıştır. Ve hokus-pokus sonuçları, seçim sonuçları açıklanınca, sisteme muhalif ve çıkış yolu arayan, çıkış yolu olarak “en maliyetsiz, en risksiz çözüm” olarak CHP kuyruğuna takılmayı seçen kitlelerde bir moral çöküşü ortaya çıktı.

Bir yanda bu var.

Öte yanda ise, içeride Gezi’den bu yana sürekli olarak sürmekte olan, küçük veya büyük çaplı direnişlerle devam etmekte ısrar eden direnişler ve dışarıda da dünyanın birçok ülkesinde kitlesel eylemlerde, direnişlerde bir gelişme var. Bu dışarıda ve içeride var olan, küçük ya da büyük direnişler ise, pozitif, olumlu bir etki yaratıyor.

Hemen hemen bu ülkede her işçi emekçiyi, her direnişçiyi, her öğrenciyi, her kadını, kısacası mücadele eden herkesi, bu iki ters kuvvet etkilemektedir.

2024 yılına, işçi ve emekçi hareketi, bu iki kuvvetin etkilerini hissederek girmektedir.

1

İşçi sınıfını, emekçileri, kadınları ve gençleri CHP’nin arkasına takma ve oradan devletin kucağına itme girişimi, büyük bir operasyondur ve doğrusu ülkemiz burjuvazisinin, Saray Rejimi’nin gerçek sahiplerinin sınıf bilincini göstermektedir.

Yani burjuvazi, egemenler, efendiler son derece zor bir işi başarmak üzere, Kılıçdaroğlu gibi çapsız bir kuklayı devreye sokarak, toplumsal muhalefeti CHP’nin kuyruğuna takmayı başarmışlardır. Bu başarı sadece Kılıçdaroğlu’na ait değil elbette. Bizim liberal solcularımızın bu konuda payı büyüktür.

Bu liberal solcularımızı, bu Avrupacı solcularımızı, bu Kemalist solcularımızı, bu devletçi solcularımızı hafife almamak gerekir; işçi hareketini satmakta, ihanette, egemene hizmet etmekte çok marifetlidirler.

İşçi ve emekçilerin karşısında, kendi yoldaşlarının karşısında, sosyalizm sözünü kimseye bırakmazlar. Ama aynı anda arkada, efendilerine “bana güven, bu işi çözerim” demeyi başarırlar. Ağızlarını sosyalizm diye açtıkları her zaman, gözleri ile en kaypak unsurları seçerler. Her işçi ve emekçiye, kadın ve gence “haklısınız” diye konuşmaya başlarlar, onları anladıkları mesajını verirler “ama” insanî değerler, iyilik vb. diye mistik bir kalabalık laf topluluğu ile konuşmayı söndürür, heyecanı öldürür ve kaş ile göz arasında umudun cenazesini kaldırırlar. Temizlik diye lafa başlarlar. Siz de onları temiz sanırsınız. Efendileri adına bir çeşit “temizlik” yaparlar. TC devleti nasıl ABD adına tetikçi ise, onlar da ortaya dökülen kan ve çirkefin temizlenmesinde görevlidirler. Siz de onları temiz sanırsınız. Oysa temizlikçilerin temiz olması diye bir kural yoktur. Hele devletlerinin, ABD ve AB’nin kirli işlerini temizleyenlerin efendilerine bağlılığı ve efendilerinden korkuları bir karışım şeklinde bilince çıkar. Bu nedenle, hep efendilerinin katliamlarını alkışlayan kollarının bir tetikçi olması hayali ile büyük bir para vursam da bu işten kurtulsam düşüncesi, aynı anda kafalarında vardır. Efendileri, onları ihanetleri ölçüsünde ödüllendirir ve onlar da hem efendilerine ihanet etmenin olasılığı hem de onlara hizmet etmenin alışkanlığı ile yoğrulurlar. Ve elbette, işçi sınıfına ihanet etmenin cezasız, tersine düşman tarafından ödüllendiriliyor olması rahatlığını bildikleri gibi, yeni siperlerinde ihanetin ağır bedeli olacağını bilirler. Yani şimdilik onlar, işçi sınıfına ihanet etmenin cezasız ama efendiye ihanet etmenin cezalı olduğu bilgisi ile hareket ederler.

İşte seçimlerde bunların rolü, Kılıçdaroğlu’nu “umut” hâline getirmek idi. Bu “solcu”ların bu işteki maharetini unutmamak gerekir.

Devleti çok severler ve devlet projelerinde, elbette dolar karşılığı, tüm yaratıcılıklarını ortaya koyarlar.

Sonuçta, başarılı oldukları söylenebilir.

Sol hareketi CHP’nin kuyruğuna takmayı başardılar. Hem de, en sağ söylemleri dile getiren CHP’nin! Yani efendi, CHP’ye “sol söyleme geç” deme gereği bile duymadı. Erdoğan o denli korku kaynağı hâline getirildi ki Erdoğan’ın söylemlerinin aynısını kopyalayan Kılıçdaroğlu, bir çeşit “umut” olmaya başladı. Bunu başardılar.

Sol, sağa kaydı ve dahası, artık bir bölümü, “sağ”da yerleşik olmaya karar verdi. Kimisi bunu “Kemalistlerle komünizmi birleştireceğiz” diyerek yapmaya gönül koydu, kimileri “laik” cumhuriyeti korumak adı altında yerleşik olmaya yöneldi, kimileri “demokratik ve sosyal bir hukuk devleti”yiz yazan anayasayı savunmak yolu ile bunu yapmaya karar verdi. Bu, sağa yerleşme, orada kazık çakma hâlidir.

Ama Mayıs 2023’te, egemenin istediği ikinci bir şey daha vardı. Evet, solu CHP’nin kuyruğuna taktılar. Ama bu tek başına yeterli değildi. Evet, solu CHP kuyruğunda devletin ahırında tutarak, bu solun kitlelere önderlik yapmasını önlemiş, dahası, ideolojik açıdan önemli avantajlar elde etmiş oldu devlet. Ama bu yeterli değildi. Saray Rejimi, TC devleti, aynı zamanda kitlelerdeki direniş ruhunu kırmayı da istiyordu. Değil mi ki Saray Rejimi, TC devleti, Gezi Direnişi’nden bu yana, kimyası bozulmuş bir organizma gibi, sürekli Gezi Direnişi kâbusu ile yatıp kalkmaktadır. Bir söylentiye göre, Beştepe Sarayı’nda Erdoğan, olası bir halk isyanı nedeni ile sadece hazır uçak bulundurmuyor, aynı zamanda Bizans saraylarındaki gibi, bilinmeyen-gizli çıkış kapıları da bulunduruyor. Doğru mu bilmiyoruz. Ama Gezi Direnişi kâbusunun pek çok semptomunu biliyoruz. Egemen, direnişleri tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Cumartesi Annelerininkini de, öğrenci eylemlerini de, kadın eylemlerini de, fabrikalardan yükselen işçi eylemlerini de, sokak gösterilerini de. Hepsini susturmak istiyorlar. İşte onların “uzman” hizmetçileri, bu direnişlerin de duracağını söylemiş olabilir. İşte bunu başaramadılar.

Bu durum, solun sağa kayması, kitlelerin ise sola ve direnişe “sol”suz yürümeye devam etmesi hâlidir.

“Sol”suz derken, bilinen bu liberal, bu Kemalist soldan söz ediyoruz. Yoksa işçilerin, kitlelerin, kadınların ve gençlerin direnişi, elbette daha ileriye, devrimci harekete, devrimci sola yönelecektir. Bu, ha deyince olacak bir şey değildir.

Ama durum budur. 2024 yılı, bunun birçok göstergesini göreceğimiz bir yıl olacaktır.

2

İşçi sınıfı, 12 Eylül karşı-devrimi baz alınırsa, o günden bu yana, 43 yıldır, büyük ölçüde sendikal örgütlenmeden de yoksundur.

43 yıl, dile kolay.

İşçi sınıfı, kendi sendikal örgütlenmesini ortaya koyamamıştır. 2022 sonunda, Deniz Adalı’nın “işçi sınıfının durumu” üzerine yazdığı makalede (Deniz Adalı, “2022 sonunda işçi sınıfının durumu üzerine”, Kaldıraç, Sayı 257, Aralık 2022. Aynı yazı, bakınız, Aslolan Devrimin Gündemidir VIII, s. 462, Kaldıraç Yayınevi, 2023), günümüzde sendikalaşma oranının yüzde 8-10 arası olduğunu söylüyor. Ayrıca toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısının da bunun yarısından da az olduğunu biliyoruz. Bu, durumdur.

Diyelim ki siz, dürüst bir işçi sendika liderisiniz, dürüst bir sendikacısınız, bu durumu biliyorsunuzdur. Bu durumun ağırlığını hissetmek gerekir. Bu durumda, bunun nedenleri üzerinde de akıl yürütürsünüz.

Kanımızca, bunun bir nedeni, 12 Eylül karşı-devriminin yol açtığı yeni sendikal düzenlemedir. Buna bir diyelim. Sendikacılar buna hemen evet diyecektir.

Ama ondan daha da etkili olan ikinci etken, aslında işçi hareketinin sendika liderlerinin, yasaları aşacak şekilde sendikal hareketi geliştirme konusunda çaba göstermemeleridir. İster bunu korkudan yapsınlar, ister ufuksuzluktan, ister “iyi vatandaş” olarak yasalara uyma aşklarından, fark etmez.

Üçüncü etken, 12 Eylül ile devrimci hareketin yenilmesi, SSCB yenilgisi sonrasında ise tam bir erozyona uğraması, çözülmesidir. Devrimci hareket erozyona uğrayınca, sosyalizm umutları rafa kalkınca, işçi hareketinin güçlü sendikalarının oluşumunun ardında yer tutan devrimci hareketin etkisi ortadan kalkınca, çözülme işçi hareketini de sardı. İşçi sınıfı siyasi bir varlık olmaktan çıktı.

Dördüncüsü, var olan sendikalar sendika mafyası şeklinde kontrol altına alınırken, bunun dışında kalan sendikaların da, gerçek bir işçi sendikacılığı pratiğini ortaya koymamış olmalıdır. Gerçek bir işçi sendikacılığı yapmak için, ilke olarak, teorik olarak, mutlaka devrimci olmak şart değil. Sendikacılar sadece işçi sendikacılığını kararlılıkla yapabilirler. Mesela işçileri sendika şubelerine sokarlar, onları sürekli eğitime alırlar, onlara sendikanın kendilerinin olduğunu her yolla hissettirirler. Mesela onlara, bir sendika şubesinin, Ankara’da Türk Metal binasının olduğu gibi bir holding binası hâline sokulmasının ne gibi bir yüzsüzlük olduğunu anlatabilirler. Mesela işçilere kendi haklarını korumak için nasıl mücadele edileceğini anlatabilirler. Mesela işçilere, nerede bir işçi direnişi, grev vb. varsa oraya destek ziyaretleri yapmayı öğretebilirler.

Bu olmayınca, hem sendika mafyasının işi kolaylaştı hem de işçilerin kendi enerjileri ile sendikalaşmak gerektiği fikrini geliştirmeleri için nedenler azaldı.

Sendika mafyası işçileri her sattığında, bizim dürüst sendikacılarca yönetilen küçük sendikalarımızdaki işçiler de “sendikalara güvenilmeyeceğini” öğrenmeye devam ettiler. İşçilerin denetimine açık olmayan bir sendikacılık, bu “malı kapanın götürdüğü” ortamda, sendikalara olan güveni daha da dibe çekti. İşçiler için sendikalı olmak ve olmamak arasındaki fark silindi. Ve buna devletin baskılarını, sendika mafyasının numaralarını da eklemek gerekir.

İşte 43 yıldır sendikal hareketin gelişmesini tıkayan süreçlerin bir bölümü bunlardır.

3

Buna rağmen, son yıllarda, daha çok da Gezi Direnişi’nden bu yana, hem içteki direnişlerin hem de uluslararası alanda kapitalizme karşı toplumsal muhalefetin gelişmesinin ülkemizdeki işçi hareketi, işçi direnişleri üzerinde olumlu bir etkisi var. 2024 yılına girerken bu bir gerçekliktir. Bu durum, yakın dönemde sendikal hareketi olumlu etkilemektedir.

Hem az ya da çok bazı işçi sendikacılığı örnekleri ortaya çıkmakta hem de çeşitli direnişlerle bazı hakların alınmasında örgütlülüğün önemi kendini göstermektedir. Bu abartılacak bir hâlde değildir ama küçümsenmesi için de bir neden yoktur. Bunu küçümsemek, gerçekte işçi hareketini hiç dert etmemek demektir.

Açıktır ki işçi hareketi içinde bir arayış, bir yol bulma çabası vardır. Bu, son derece değerli bir çabadır ve bazı sonuçları da ortaya çıkmaktadır.

Ancak yine de bu arayış, kendini büyük sendikalarda ortaya bir etkin kuvvet olarak koyabilmiş değildir. Sendika mafyasının etkinliğinin ne demek olduğunu, bu 2024 yılında daha iyi öğreneceğiz. Sendika mafyası, kendi etkisini ve gücünü daha fazla sahaya sürecektir. Zira sendika mafyası, kendisi için bir gelecek görmemektedir. Bu durum, bu alanda da egemenin içindeki gibi dağılma örneklerinin ortaya çıkması ihtimalini güçlendirecektir.

Genel olarak mücadele, sınıf savaşımı sertleşmektedir. Bu durum, herkesin maskelerini indirmesine de yol açmaktadır. Dün işçi “dostu” olarak davranıp arkadan işçileri satanlar, bugün bu maskelerini indireceklerdir. Ukrayna savaşında nasıl maskeler indiriliyorsa, Filistin’e karşı İsrail’in soykırım savaşında nasıl maskeler düşüyorsa, dünyanın her ülkesinde derinleşen iç savaşa bağlı olarak, işçi sınıfının sahte dostları da maskelerini indirecektir.

Elbette bu, işçi sınıfının kendi sendikalarını sendika mafyasının elinden geri alarak, sendikaları birer işçi sendikasına çevirmesi için olanakları artırmaktadır. Bu nedenle, özellikle dürüst sendikacılara, gerçek işçi sendikacılarına büyük görevler düşmektedir.

4

İşçi sınıfının egemene, burjuvaziye karşı mücadelesinde sadece tek mücadele yoktur. İşçi sınıfının egemene karşı savaşımı, sınıf savaşımı, başlıca üç biçimde sürer. Bu biçimler, ekonomik, siyasal ve ideolojik savaş olarak ayrılabilir.

Biliniyor, sınıf mücadelesinin günlük işleyişinde ekonomik mücadele önemli bir yere sahiptir.

İşçi sınıfının ekonomik hakları için mücadelesi bütünsel olarak, yoğunlaştırılmış biçimde ifade edildiğinde, aslında siyasal mücadeleye geçilmiş olur. Bu nedenle, her ekonomik mücadele, direkt ya da dolaylı bir siyasal yön taşır. Siyasal mücadele, işçi sınıfının devrimci partisi aracılığı ile, nihaî çıkarlarını savunacak bir hatta kavuşması, sınıf bilincine ulaşması da demektir. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinin nihaî hedefi, siyasal iktidarı almaktır. Bu bir “seçim” meselesi değildir, bir devrimsel sıçrama meselesidir. Sadece iktidarı ele almaz, mevcut burjuva devlet yapısını parçalar ve yerine proletarya diktatörlüğünü kurar. İktidarı kaybetmiş burjuva sınıfın direnişini kırmanın başka yolu yoktur.

Ve biliniyor, nasıl ki ekonomik çıkarların özlü ifadesi siyasal mücadele ise, siyasal mücadelenin yoğunlaşarak, başka araçlarla sürdürülmesi de savaştır. Konu sınıf mücadelesi olduğunda bu iç savaştır.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı, egemene karşı bu mücadelesinde yer alan ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadelenin herhangi biri ihmal edilemez. Bu üç biçim, birbirinden kopuk şeyler de değildir, iç içedirler. En gelişmiş hâlinde siyasal mücadele sürerken bile ekonomik mücadele sürer. Bu mücadele biçimleri birbirini dışlamaz, tersine besler.

İşçi sınıfı, tarihin bir döneminde sürdürdüğü ekonomik mücadeleyi geliştirerek, sendika denilen bir örgütlemeye yükseltmiştir. Bu sendikal mücadele sürerken, ağır ağır siyasal mücadelenin önemi ortaya çıkmış ve kavranmıştır.

Ama bu, tarihsel süreç olarak böyledir.

Bugün, yeryüzü, sınıf savaşımının bu tarihine sahiptir. Yani hem burjuvazi, egemen sınıf bu tarihî deneyime sahiptir hem de işçi sınıfı. Burjuvazi bu deneyime, en gelişmiş siyasal örgütü olan devlet eli ile sahiptir. Birçok başka örgütleri de vardır; siyasal partileri, dernekleri, birlikleri vb. Ama devlet, egemenin, burjuva sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Devlet, toplumun devleti falan değildir, toplumun üstünde bir hakem falan da değildir. Devlet, burjuvazinin devletidir, onun örgütüdür. İşçi sınıfı ise, bu deneyime, birçok örgütü ile sahip olmaktan uzaktır. İşçi sınıfının mücadele deneyimlerini biriktirecek örgütü, devrimci örgütüdür, siyasal öncü örgütüdür.

Bugün, sendikal çalışma yapmak, neredeyse yarı-illegal bir örgütlenme olarak görülmektedir. Gerçekte yasal bir haktır sendikal örgütlenme. “Yasal”, yani yasalara uygundur. Ama bir fabrikada işçiler, ister sendika değiştirmek için, mesela Hak-İş’ten başka bir sendikaya geçmek için, ister bir fabrikada sıfırdan sendikal çalışma başlatmak için harekete geçsinler, bizzat sendikalar tarafından (tüm sendikalar böyle değil ama çoğu böyle) patrona ve devlete ihbar edilmektedirler ve işten atılma tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Doğal olarak işçiler, bu yolu birkaç kere denedikten sonra, kendi çözümlerini geliştirmek zorundadırlar. Bu arada, bazı ara örgütlenmelerin, Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmelerin, önemli bir rolü ortaya çıkmaktadır. İşçiler, sendikalaşma toplantılarını açıktan fabrikada yapmak yerine, farklı biçimde organize etmektedirler. Doğrusu da budur. Onların yasalarını, onlardan daha fazla ciddiye alacak değiller ya.

İşçiler yasal hakları olan sendikal çalışmayı dahi, belli bir gizlilik içinde yürütmek zorundadırlar.

Bu durum bize, sendika mafyasının da etkinliğini düşünerek, ülkede hiçbir konuda yasalarını dinlemeyen Saray Rejimi’nin varlığını da göz önüne alarak, sendikal örgütlenmenin geliştirilmesi için, siyasal bilinci önde olan işçilerin, siyasal faaliyetlerinin bir bölümünde sendikal çalışma yapmak zorunda olduklarını göstermektedir.

Egemen, işçilerin ne ekonomik haklarını almaları konusundaki haklarını kullanmalarını kabul ediyor, ne de siyasal bir faaliyet yürütmelerine izin veriyor. Bu durumda, işçi hareketinin sendikal mücadelesi, ister istemez siyasallaşmaktadır. Siyasal bilince sahip işçiler, sendikal çalışmayı yürütürken, elbette başarılı olduklarında sendikalarını gerçek bir işçi sendikası yapma konusundaki tutumlarını korumalıdırlar. Yani gerçek işçi sendikacılığı örnekleri gereklidir.

İşçileri sendika mafyasının kontrolünden çıkartmak, bu sendikal faaliyetin başarısına bağlıdır.

Sendikal çalışmanın başarısı ise, sınıf bilinçli, siyasal bilinçli devrimci işçilerin harekete geçmesini gerektirir.

Demek ki bugün, siyasal ve ideolojik mücadele daha önde durmaktadır.

Hatta sendika mafyasının dağıtılması, oldukça sert mücadeleleri gerektirmektedir dersek abartmış olmayız.

İşçilerin devrimcileşmesi, sınıf bilinci ile hareket etmesi, bu açıdan büyük bir öneme sahiptir.

5

Devrimci mücadele, sınıf savaşımı, çok renkli bir ilerleyiş sürecine sahip olacaktır, olmaktadır. Bu açıdan, çok farklı gelişmeler ortaya çıkabilir diye düşünmek gerekir. İşçilerin geliştirdikleri ara örgütlenme biçimleri, bu açıdan hafife alınmamalıdır.

Bu ara örgütlenme biçimleri, işçiler için bir alan yaratacaktır.

İşçiler, kendi yollarını ararken, sendikal alanda faaliyet gösterirken, gerçekte bu ara örgütlenmelere bakarak, onlarla bağ kurarak, alacakları yol için daha güçlü olanaklar elde edebilirler.

Öte yandan, işçi sınıfının sınıf bilincine varması, mücadelesini geliştirmesi için, “birey” olmaktan çıkıp bir sınıfın parçası olduğunu görmesi gerekir. Bu açıdan, iki şey çok önemlidir. Sadece işçilerin direnişleri onları eğitmez. Ama işçiler, kendi kardeşlerinin mücadelelerinden de öğrenirler. İlk önemli nokta burasıdır. Bunun için her işçi, her işçi direnişine, kendi sektöründe olsun olmasın, ilgi göstermelidir. Dayanışma eylemleri (grevdeki bir fabrika işçilerini ziyaret etmekten bir greve destek vermek için grev yapmaya kadar) işçilerin bir sınıf olduklarını anlamaları için önemli bir adımdır.

İkincisi, işçiler sadece kendi kardeşleri, kendi sınıflarının bir parçası olan işçilerin eylemlerine ilgi göstermekle yetinemez. İşçiler, her türlü direnişe, kadın direnişlerine, öğrenci eylemlerine, doğanın yağmalanmasına karşı gelişen direnişlere ilgi göstermek zorundadırlar. Bu, işçi sınıfının, içinde yaşanılan toplumu tanımalarının da yoludur. İşçiler, her destek eyleminde, her direnişe gösterdikleri ilgide, yalnız olmadıklarını da kavrarlar.

2024 yılı bu konuda olanaklar sunacaktır.

6

İşçi sınıfı ağır koşullarda bir yaşam sürmektedir. İşçi sınıfına dayatılan şey, açlık, işsizlik, baskı ve örgütsüzlüktür. Egemen, Saray Rejimi, içinde bulunduğu toplumsal bunalımı, işçi sınıfını her açıdan bastırarak aşma planları yapmaktadır.

Bir yandan her işçi eyleminin, her öğrenci eyleminin, her kadın eyleminin karşısına tüm güçleri ile devlet çıkmaktadır. Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin hiçbir hakkını tanımamaktadır. Sık sık bize “biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz” diye nakarat okuyan CHP, liberal sol ve Kemalist sol, devletin anayasayı ve yasaları çiğnemesini, sadece “medyatik” davalar ve konular konusunda hatırlamaktadırlar. Oysa her işçi eyleminde, her hak arama eyleminde zaten TC devleti yasalarını tanımamaktadır.

Öte yandan ise, sürekli olarak “seçimler” ve “demokrasi”den söz etmektedir. İşçi sınıfını, sürekli kendi yedeğine almak istemektedir.

İşçi sınıfı, kendisine dayatılan bu cendereye karşı, kendi yasalarını sokakta, direnişlerde yapmak durumundadır.

İşçi sınıfının yaşam koşulları zorlaşmaktadır.

İşçilerin çalışma koşulları, insanî koşullar değildir ve işyeri cinayetleri, tıpkı kadın cinayetleri gibi politiktir.

Tüm bunlara ek olarak, savaş ekonomisi için vergiler, harçlar devreye sokulmaktadır.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD ve NATO’nun tetikçisi olarak, savaş planlarını canlı tutmaktadır. Her alanda savaş için hazırlıklar yapmaktadır. İçeride ve dışarıda savaş politikası, işçi sınıfı için, daha fazla açlık, daha fazla işsizlik, daha fazla sefalet, daha fazla ölüm demektir.

Ama bu kadar da değil.

İşçi ve emekçilerin çocuklarını savaş meydanlarına sürmek için, işçi sınıfı, din ve milliyetçilik ile esir alınmak istenmektedir. İşçilerin kanını fabrikalarda emenler, şimdi devletleri eli ile, işçi ve emekçi çocuklarının kanlarını savaş meydanlarına dökmektedirler.

Bu nedenle, işçi sınıfının dinci ve ırkçı, milliyetçi ideolojiye karşı, dünyanın tüm işçileri kardeştir, dünyanın tüm halkları kardeştir düşüncesi etrafında enternasyonalist örgütlenmeler geliştirmeleri gereklidir.

Savaş politikaları, göç meselesinin de en önemli kaynağıdır.

Göç politikalarını TC devleti, egemen, Saray Rejimi, iki yönde kullanmaktadır. Bir yandan göçmen işçileri ucuz işgücü olarak kullanarak kârlarına kâr katıyorlar, diğer yandan ise, göçmenler üzerinden bir çeşit milliyetçilik kotararak işçi sınıfını bölmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının örgütsüzlüğüdür esas sorun. Yoksa göçmen işçiler değil. Göçmen işçiler, örgütlü bir işçi sınıfı varsa, işçi sınıfı için bir iş ve ücret kaybı kaynağı değildir. Bunu organize eden TC devletidir, Saray Rejimi’dir. Bunun üzerinden milliyetçilik kotarmaları, bunun üzerinden dinî söylemler geliştirmeleri, tam da işçi sınıfının örgütsüzlüğünü kullanmalarındandır.

Bu nedenle, işçi sınıfının enternasyonalist ve devrimci çizgisi çok önemlidir.

Sonuç olarak görülmektedir ki işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, sendikal örgütlenme, ekonomik haklar için mücadele o denli kazanımlar elde edecektir. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesi ne denli gelişmiş ise, göçmen işçiler meselesi o denli birleştirici olacaktır. İşçilerin sloganı, rekabet değildir. İşçilerin sloganı “rekabet böler, eylem birleştirir”dir.

Önümüzde son derece sert bir sınıf mücadelesi dönemi vardır.

İşçiler, devrimci işçiler, bu bilinçle, zorlu ve çetin bir mücadeleye, tüm organları ile hazırlanmak zorundadırlar.

Örgüt özgürlüktür.

Mücadele öğretmendir.

Hafize Hanım ne yapmak istiyor?

TCMB Başkanı Hafize Gaye Erkan geçenlerde havuz medyasında görev yapan bir şahsın (ben onlara gazeteci diyemiyorum) önerisini kabul ederek uzun bir röportaj verdi.

Röportajın hemen ardından da bir dizi eleştiri geldi. Sade suya tirit eleştirilerdi bunlar. Kimileri kalkıp hanımefendinin “İstanbul’da ev kiraları çok pahalı” demesini eleştirdi örneğin. Yıllık geliri ve geçmiş yıllardaki kazançları döküldü ortaya ve bu gelir düzeyindeki bir kişinin ev kiralarının yüksekliğinden şikâyet etmesi alay konusu oldu ya da daha ciddi eleştirilerde “ülkedeki gelir dağılımı eşitsizliği”ne gönderme yapıldı hanımefendinin geliri üzerinden.

Yukarıda da belirttiğim gibi sade suya tirit bu eleştiriler. Hatta magazin eleştirisi bile denilebilir. Bir parça okuma yazması olup da dünyada olup biteni izleme merakı olan herkes dünyanın her yerinde “Merkez Bankası Başkanı” unvanına sahip olan kişinin bulunduğu ülkede en yüksek geliri olan bürokratlardan biri olduğunu bilir ve bunu bir tartışma konusu yapmaz. Öte yandan hanımefendinin ABD’de bulunduğu süre zarfında elde ettiği iddia edilen gelirlerin de abartılı olduğunu düşünüyorum. Bahse konu ülkede onun pozisyonunda görev yapanlar sosyal medyada ifade edilen gelirlerin dörtte birine çalışırlar çünkü.

Her neyse, yazının amacı Hafize Hanım’ın gelirini tartışmak değil, işgal ettiği koltuğun gerektirdiğini yapıp yapmadığını irdelemek. Röportajı ben bu açıdan değerlendirdim.

Şuradan başlayalım öncelikle:

Bir Merkez Bankası Başkanı her şeyden önce görüşlerini ve yakın gelecekte izleyeceği yol haritasını tüm ilgililerin aynı anda bilgileneceği bir yol izleyerek açıklamak zorundadır. Bunun yolu da basın toplantısı yapmak ya da basın bildirisi yayınlamaktan geçer. Hanımefendi sermaye gruplarından birinin sahibi olduğu bir gazetede görüşlerini ve izleyeceği yol haritasını açıklamış ve beyan ettiği bilgiler bu sermaye grubunun yönetici ve hissedarlarının eline ülkenin geri kalan kısmından en az bir gün önce geçmiştir. Borsa işlemlerinde dakikaların hatta saniyelerin insanları zengin ettiği ya da batırdığı bir dönemde röportaj verdiği sermaye grubuna haksız bir avantaj sağlamıştır Hafize Hanım.

Sermaye grupları arasındaki bir iş bu, bizi de ilgilendirmez, diye düşünenler yanılırlar bence borsada hiç de küçümsenmeyecek sayıda küçük yatırımcı var. Hanımefendinin röportaj verdiği sermaye grubuna önceden vermiş olduğu bilgiler bunlardan pek çoğunun silinmesine yol açabilir.

İkinci olarak şunu ifade edebilirim:

Ülkenin ekonomi politikalarına yönelik fikir beyan etmek Merkez Bankası Başkanı’nın görevi değildir. Artık daha fazla kemer sıkılamayacağını ifade etmek kulağa hoş gelen bir cümle oluşturabilir. Ancak bu çok tehlikeli bir popülist yaklaşımdır. Hafize Hanım’ın ağzından çıkan bu sözler, asgarî ücrette, memur/emekli maaşı tespitinde, kredi kartı kullanımında bir dizi beklentiye yol açacak özellikte. Bir adım daha ileri gideyim, şu anda izlenmekte olan ekonomi politikaları ile çelişki hâlinde bu ifade. Onun kemer sıkma ile ilgili olarak kullandığı cümleyi söz gelimi ben kullanmış olsam “yine muhalif damarı kabarmış adamın” der insanlar ama Merkez Bankası Başkanı unvanına sahip biri kullanınca bu cümleyi, beklenti oluşur ve oluşan beklenti de izlenmekte olan ekonomi politikalarına olumsuz etki olarak yansıma yapar. Daha da kötüsü siyaset Hafize Hanım’ın ifade ettiği cümlenin tersine adımlar atarsa (ki muhtemelen öyle olacak) büyük ölçüde prestij kaybeder ve koltuğu sallanmaya başlar.

Merkez Bankası Başkanı olarak onun görevi izlenen ekonomi politikaları hakkında fikir beyan etmek değil, enflasyonla mücadele etmek ve ülke parasının değerini korumak için gerekli önlemleri almaktır. Söz gelimi bugün karşılığında sadece 7 $ alınabilen en büyük TC banknotunun daha anlamlı bir değere ulaşabilmesini sağlamak için çaba sarf etmektir örneğin.

Üçüncü olarak Merkez Bankası Başkanı fonlara danışmanlık yapmaz. Bu göreve atanmadan önce yapmış olduğu işlerden kalan alışkanlıkla yatırım danışmanı gibi davranmış kimi zaman ve bu yaptığını da açıkça ilan etmiş röportajında. Bana öyle geliyor ki hanımefendi bu cümle ile Wall Street’e bir mesaj verip “unutmayın, burada sizden biri var” demek istemiş.

“Yabancı yatırımcı girecekse şimdi girecek. Daha sonra çok daha düşük bir getiriden gireceği belli” cümlesini başka türlü yorumlayamıyorum.

Bunun dışında bir cümlesi daha dikkatimi çekti Hafize Hanım’ın “Biz çıkarın dediğimiz için bankalar mevduata verilen faizleri artırdı” deyiverdi durup dururken. Beni hiç ilgilendiren bir konu değil bu. Banka hesabımda emekli maaşımdan başka bir şey yok. Neden ilgileneyim ki? Ancak bir ekonomist gözü ile baktığımda bu cümleyi “biz bankaları kendi komutamız altına aldık” diye okuyorum. Elbette benim sorunum değil ama “serbest piyasa ekonomisi” denilen şeyi savunan bir yönetimde böyle bir cümle kullanılması çok abes olmuş. Hafize Hanım’dan beklemezdim doğrusu.

Devleti tek başına yönetme iddiasında olan adama gidip de kendisini yönlendirmesini istemesi de üstlenmiş olduğu görev ile bağdaşmayan bir davranış gerçi ama bu konudan söz etmeye gerek yok sanırım. Sadece kendisi değil ülkenin tüm bürokratları ve kabine üyeleri de öyle yapıyorlar. Tek adam yönetiminin doğal sonucu. Yine de şunu ifade etmekte yarar görmekteyim:

“Nasıl savunma sanayiinde önümüzü açtıysanız, bize üç alan söyleyin şahlandıralım” demiş devlet aygıtının tepesinde oturan kişiye. Bu cümleyi okur okumaz “Yahu” dedim kendi kendime “Kabinenin gelecek stratejisini yansıtan beş yıllık plan ilan edilmiş ve bu plan tahtında hazırlanmış olan orta vadeli program kamuoyu ile paylaşılmışken bu diyalog ne demek oluyor?” Demek ki devlet aygıtının başında oturmakta olan şahsın ağzından çıkacak sihirli (!) sözcükler ülke ekonomisini şahlandırmak için ilham verecek Hafize Hanım’a. Komik ötesi bir durum var ortada.

Bir yandan da tüm küresel ekonomi ideologlarının cansiperane biçimde savundukları ve gerek merkez sağ gerekse merkez sol partilerin dillerinden düşürmedikleri “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” kavramının gerçekte basit bir söylence olduğunun kanıtı bu diyalog.

Bunun dışında röportaj içinde söyledikleri ise daha çok magazinsel kanaatime göre. Apartman görevlisi Sadık Efendi ile tanışmamız hoş bir fantezi örneğin. “Bir insanın on evi olmamalı” tadındaki söyleminde ise bir eleştiri var, var olmasına da kimi aklı evvellerin sandıkları gibi gelir dağılımındaki dengesizliğe yönelik bir eleştiri değil bu yaptığı. Hanımefendi parasını gayrimenkule yatıranları eleştiriyor. Yeni konut almaktan vazgeçmelerini ve ihtiyaç fazlası konutlarını satıp banka/borsa/yatırım fonu gibi araçlara yönelmelerini önermekte birden fazla ev sahibi olan insanlara. Türkiye koşullarında bu öneri ilgi görür mü? Bilemeyeceğim.

Her neyse, bu röportaj, devlet yönetiminin son derece ciddiyetsiz bir biçimde gerçekleştiğini kanıtlamakta ise de bence başka anlamlar da içermekte. Hafize Hanım hayata yeni atılmış genç bir doktora öğrencisi değil hayli deneyimli bir insan. Nerede nasıl davranması gerektiğini de bilmekte olduğunu sanıyorum. Bu nedenle hanımefendinin saçını at kuyruğu yapıp eşofmanlarını giyerek marketlerde fiyat kontrolüne çıktığını inandırıcı bulmadığım gibi (bütün maketlerin bütün fiyatlarını istenirse karşılaştırmalı olarak Internet ortamında görebileceğini bilecek kadar yatkın bir teknolojiye), bu röportajı da spontane bir biçimde vermiş olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Bana kalırsa bu röportaj istifa mektubudur Hafize Hanım’ın.

Küresel sermaye aktörlerinin kendisine vermiş olduğu “yardımcı kayyumluk” görevinde pek de başarılı olamadığı, sermayenin beklentileri ile siyasetin beklentileri arasında uyum sağlayamadığı, bütün bunlardan daha önemlisi yerel seçimler sonrasında ülkede yaşanmakta olan toplumsal krizin derinleşeceğini gördüğü için koltuğunu terk etmeye hazırlanmakta hanımefendi. Biraz meraklı olan herkesin gördüğü bir durum bu. Örneğin kendisinin başında bulunduğu kurum 2024 yılı enflasyon beklentisini %36-%40 arasında çıpaladı. Bunun tercümesi ise 2024 yılında TCMB politika faizinde önemli bir artış olmayacak demek. Hatta düşük bir olasılık bile olsa sembolik bir faiz indirimi de yapılabilir 2024 yılında (PPK’nin almış olduğu son karar yani politika faizinin %42,5 seviyesine çıkarılması bu olasılığı güçlendirdi. Ocak ayında piyasalar pek hareketli olmazlar bu yüzden bir değişim beklenmez ancak şubat sonunda tekrar %40’a çekileceğini ve bir süre yatay seyir izleyeceğini düşünüyorum faiz oranlarının. Kaldı ki kredi kartı faizlerinin sabit tutulması da bu öngörümü güçlendiren bir karar). Oysa yabancı piyasaların beklentisi farklı. Söz gelimi IMF %46, OECD ise %47,4 enflasyon öngörmüş 2024 Türkiyesi için. Arada en az 6 en çok da 11,4 puanlık bir fark var. Bunun anlamı açık. Eğer faiz oranları bu seviyelerde belirlenmezse son zamanlarda yavaş da olsa gelmeye başlayan yabancı yatırım (Burada söz konusu olan dolaylı yatırım yani borsada hisse senedi veya bankalardan devlet tahvili alımı. Doğrudan yatırım için uygun değil ülkenin şartları) tekrar geri döner. Toparlanmaya başlayan döviz rezervleri tekrar erime sürecine girer. Ekonominin ayakta durabilmesi için gerekli olan yabancı paranın tedariki güçleşmeye başlar yeniden. Böyle olunca da yabancı paralar karşısında yine değer kaybetmeye başlayan TL ile karşılaşılır. Yabancı sermaye beklentilerinin karşılanması için yerel seçimlere kadar sabreder. Sonrasında ise adım adım uygulanır yukarıda açıklamaya çalıştığım senaryo. Bu senaryonun hayata geçirilmesi sermayeyi değil ama emekçi yığınları çok olumsuz etkiler doğal olarak. Siyasi iktidar yine prestij kaybeder emekçi yığınlar nezdinde. Böyle bir durumda yönetimin başındaki adamın yapacağı iş belli. Parayı yöneten bürokratı görevden alır ve onu günah keçisi ilan eder. Yaşanmış ve yaşanacak hiçbir olumsuzlukta onun suçu yoktur (!) ne de olsa. Yerel seçimler sonrasında ülkede yaşanması olası “kara tablo”nun mimarları arasında adının yer almasını istemiyor Hafize Hanım. Böyle bir olasılık hanımefendinin vatandaşı olduğu ülkedeki piyasasını olumsuz etkileyip cazip bir iş olanağı bulma fırsatlarını engelleyebilir. Oysa kendisi kariyer planının bundan sonraki aşamasını yine vatanında (yani ABD’de) yatırım danışmanı olarak sürdürmek istiyor. Yukarıdaki senaryo onun Merkez Bankası Başkanı olduğu dönemde gerçekleşir bir de üstüne görevden alınırsa siyasi otorite tarafından CV’si lekelenir. Böyle bir durumun gerçekleşmesinden çok korkmakta. Yukarıdaki senaryo yürürlüğe girmeden önce terk edecek koltuğunu. Şimdiden hazırlık yapmış. Büyük yankı uyandıran röportaj onun niyetinin ilanı gerçekte. 2024 bitmeden vatanına (!) kavuşmayı ve burada yaşadığı dönemi mümkün olan en az hasarla atlatmayı koymuş kafasına.

Dolayısı ile, annesinin evine yerleşmiş olması İstanbul’daki ev kiralarının yüksekliğinden daha çok buralarda kalıcı olmayı düşünmemesinden kaynaklanıyor kanaatime göre.

Hanımefendi önümüzdeki yaz aylarında vatanına dönmeyi planlıyor besbelli.

Yoksa siz hanımefendinin gerçekten pahalı olduğu için mi ev kiralayamadığını düşünüyordunuz?

Egemenler iç savaş hukukunu işletiyor… Yargıtay Can Atalay kararında ısrar ediyor!

14-28 Mayıs seçim müsameresi ile kurulan savaş hükümeti, içeride işçi-emekçilere, kadınlara, öğrencilere, halklara savaş açmışken, dışarıda ABD adına savaş çığırtkanlığı yapıyor.

Kadın cinayetlerinin, işçi cinayetlerinin, çocuk istismarının, öğrencilere dayatılan ölüm-kalım ikileminin ve geleceksizliğin, intiharların, açlığın ve yoksulluğun, yağmanın ve talanın katlanarak arttığı ve daha da artacağı ortada iken, egemenlerin kimyasını bozan Gezi Direnişi nedeniyle cezalandırılan dostumuz, Hatay Milletvekili Can Atalay’ın serbest bırakılmaması bizi şaşırtmadı.

Evet, egemenler 12 Eylül darbe anayasasına dahi uygun davranamayacak kadar acizdirler. Bir o kadar da pervasız görünmekteler. Ortada bir “hukuksuzluk var” demek, hiçbir şey dememektir. Fiilen hayata geçirilen bir iç savaş hukukudur bu. Yeni bir hukuk, fiilî ve meşru bir mücadele ile oluşur. Mücadele kendi hukukunu oluşturur. Gerçek budur.

Bu toprakların tüm direniş odaklarının işçilerin, kadınların, öğrencilerin, halkların, doğasını-yaşamını savunanların örgütlülüğünü birleşik bir emek cephesinde toplaması, kendi hattında direnişi büyütmesi Can’ın da, tüm tutsakların da, kurtuluşun da tek yoludur.

Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

Nasıl bir 2024 yılı?

Umutsuzluğun büyütüldüğü bir yılı daha geride bırakıyoruz. Evet, büyütüldüğü diyoruz; adım adım örülmüş ve toplumun geneline yayılması için “mücadele” edilmiş.

Bu nesnellikten güç olan Saray Rejimi ise 2024 yılına dair yeni planlar yapmaya devam ediyor.

Uluslararası konsorsiyumun maliye bakanı Mehmet Şimşek yaptığı açıklamada, “verginin tabana yayılması konusunda hummalı bir reform çalışmamız var” diye buyuruyor. 2024 bütçe tekliflerindeki vergi artışlarından bu durum açıkça da görülüyor. Halkın üzerine basıldıkça, yayılma artıyor.

“Kamuda tasarruf kaynaklarını doğru alanlara yönlendireceğiz” diyor; iç savaşta kullandığı polisten, dışarıda savaşı büyüteceği ordudan, ideolojik savaşında önemli rol oynadığı Diyanet İşleri’nden başka taraflara kaydıracağını düşünmüyoruz tabii ki.

Gırtlağına kadar çöktüğü halkın harcama yapamayacağını öngören Şimşek, burjuvaziye de önerilerde bulunmaktan geri durmuyor; “Eski alışkanlıklar ile devam ederlerse müşteri bulamayacaklar. Sanayicilerimiz mutlaka dış pazar arayışına girsinler, biz iş alemine her türlü desteği vereceğiz… Hizmet ihracatına konu alanlarda dışarıdan getirilen kazanca yüzde 80 vergi muafiyeti sağlıyoruz.”

Bu durumu da yönetim bütçesinde rahatlıkla görülebiliyoruz: “Vergi indirimi, muafiyeti, istisnası” adı altında sermaye kesiminden toplamda 2 trilyon 210 milyar TL’lik vergi alınmayacak.

Bütçe giderlerinin 11 trilyon 89 milyar lira, bütçe gelirlerinin ise 8 trilyon 437 milyar lira olacağının tahmin edildiği bir matematikte, neredeyse ülkenin yıllık açığı kadar teşvik verildiği de ortada.

Örgütsüz bir toplumdan güç olan iktidar, çok rahat açıklıyor rakamları.

Üretilen değerlerin nasıl bölüştürüleceğine dair bir örneğe bakalım.

Koç Holding ve İtalyan sermayeli Türk Traktör; bu yılın ilk 9 ayında üretim yoluyla elde ettiği kârını 3,1 milyar liradan 7,2 milyar liraya yükseltmiş. Ortalama 2 bin 883 işçinin çalıştığı şirkette, basit bir hesap yaparsak, bir işçi 9 ayda 2 buçuk milyon lira kâr ettirmiş şirkete.

4 bin 145 işçinin çalıştığı TOFAŞ fabrikasında ise, işçi başına net kâr 3 milyon 7 bin lira.

İşte böyle bir tabloda girildi asgarî ücret görüşmelerine. İnternet sayfalarında milyarlarca lira kâr açıklayanlar, işçilere pervasızca açlık sınırının altında ücretler önerdiler.

Gerçekten kimden alıyorlar bu gücü?

Tüm gerçeklikler bunlar iken genel seçimlerde tüm toplumu büyük bir “seçimsizliğe” sürükleyenlerden olabilir mi?

Veya iç savaşın bu kadar ayyuka çıktığı, meclisin uzun zamandır işlevsiz olduğu, kendi hukuklarına bile uymayan şekilde hapishanelerde binlerce siyasinin bulunduğu bu dönemde, ellerinde 1982 Anayasası’nı tutup adalet bekleyenlerden mi? Kenan Evren, solcuların kendi anayasasını savunduğunu görse mutlu olurdu herhâlde!

Bunları yapıp hiç ders almayanlar, bu sefer de yerel seçimlerle mi insanları boş umutlara bağlamaya devam edecekler, bu yüzden mi rahat burjuvazi bu kadar?

Şimdi de Özgür Özel’li CHP mi kurtaracak onları?

Mesela yeni CHP, kamulaştırma politikalarını mı savunacak? Tüm sağlık sektörü, tüm ulaşım, tüm eğitim vb. kamulaştırılacak mı? AK Parti halkı sadakacı yaptı, CHP buna son verip herkese iş mi yaratacak?

Mesela CHP, savaşa karşı mı duracak? Suriye’deki işgale son mu verecek? NATO’dan mı çıkacak? İsrail’e karşı hamleler yapıp tüm askerî, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini mi kesecek? İncirlik Üssü’nü mü kapatacak?

Mesela bankaların, tekellerin kârlarını halka mı dağıtacak? İşçi ve emekçilerden alınan vergileri mi azaltacak?

Tüm bunlara hayır diyorsak, niye hala CHP’nin kuyruğuna takılmakta ısrar ediyorsunuz? Başka bir yol mümkün değil mi?

Son birkaç ay içinde on binlerce KYK öğrencisinin sokağa dökülmesi, binlerce işçi emekçinin ülkenin birçok yerinde mitinglerde taleplerini haykırması, fabrikalarda direnişe devam etmesi, kadınların kadına karşı şiddete, cinayetlere karşı sokakları doldurması, halkların meydanlarda taleplerini haykırması bir yol değil midir?

Eminiz ki dünyayı değiştirmek isteyenler, bir başkasını seçme denkleminden çıkıp kendi sınıfının direnişini büyütmeye çalıştıklarında görecekler ki başka bir gelecek mümkün.

Atılacak her adım, kendisinin ve çevresinin önünü açacaktır. Yeni bir gerçeklik ancak bu şekilde yaratılabilecektir.

2024’ün nasıl geçeceği bizim elimizde.

Ya açlık ya grev!

Asgari ücret 17.002 TL olarak açıklandı. Bir müsamere ile karşı karşıya kaldık. Pazarlık masası diye tezgahlanan kurgunun bir tarafında patronlar, bir tarafında devlet diğer tarafında ise sözde işçileri temsilen orada bulunan Türk-İş var. Oysa kişileri hiç tanımayan biri baksa masaya kim işçi, kim patron, kim devlet ayırt edemez. Gerçekten de öyledir. Devlet sermayenin devletidir. TÜRK-İŞ başkanı sermayenin adamıdır.

Bu müsamere mide bulandırmaktadır. Hatırlarsınız geçen sene TÜRK-İŞ başkanı, kendini rolüne iyice kaptırmış ve masadan kalkmıştır. Neticede sefalet ücreti, yine de “ona rağmen” açıklanmıştır. Halbuki masadan kalkmanın bir sonucu, ağırlığı olmalıdır. İşçi sınıfının bir ağırlığı vardır. Mademki masadan kalkılıyor, kalkışın hakkı verilmelidir. Oysa bu sene TÜRK-İŞ başkanı, hatasını anlamış olacak ki, muhalefet şerhi koymakla yetinmiştir.

DİSK dahil birçok emek örgütü asgari ücret sürecinin toplu iş sözleşmesi süreci gibi ele alınması gerektiğini vurguluyor. Doğrudur; asgari ücret, milyonlarca işçiyi ilgilendiren bir toplu iş sözleşmesidir. Özellikle son yıllarda asgari ücretli sayısı giderek artmakta, ücretlerin neredeyse tamamı asgari ücrete yaklaşmaktadır. Metal dahil tüm sektörlerde ücretler asgari ücret baz alınarak belirlenmektedir.

Evet bu sene de işçiler asgari ücret görüşmelerine dahil edilmemiştir. Sözde işçi temsilcisi olarak orada bulunan TÜRK-İŞ başkanı işçileri değil sermayeyi temsil etmektedir. Ama bu demek değildir ki işçiler bu pazarlığa kendi ağırlığını koyamaz. Asgari ücretin muhatabı milyonlarca işçi fabrikalardan inşaatlara, marketlerden altyapıya kadar hayatın her alanını bizzat var edenlerdir. Öyleyse hayatı var edenlerin hayatı durdurması da pekala mümkündür.

Asgari ücreti toplu iş sözleşmesi olarak kabul edeceksek bu kabulün hakkını da vermeliyiz. DİSK, açıklamasının arkasında durmalı, örgütlü olduğu her yerde asgari ücret grevleri örgütlemeye girişmelidir. “Ne yazık ki asgari ücret görüşmelerine alınmıyoruz”, geçerli bir bahane değildir. İşçi sınıfı, sözünü söylemek için kimsenin iznine ihtiyaç duymaz. Eğer açıklanan asgari ücreti sefalet ücretidir, kabul edemeyiz diyorsak sadece bunu sadece sözlerle ifade etmek yetmez. Sözümüzü eyleme dökmeliyiz.

Önümüzde sadece iki seçenek var; ya patronların bizlere reva gördüğü sefalet ücretini kabul edeceğiz ve açlığa mahkum olacağız ya da gücümüzü ortaya koyacak ve kaderimizi elimize alacağız. Çağrımız sendikalar ve emek örgütleri başta olmak üzere tüm işçilere, tüm emekçileredir. Herkes gücü oranında elini taşın altına koymalı; işçi sınıfının sözünü işyerlerine, sokaklara, meydanlara taşımalı, yoksulluk ve sefalete karşı adım adım genel grevi örgütlemelidir.

GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Birleşik İşçi Kurultayı

Sefalete mahkûm edenlere karşı; işgal, grev, direniş!

Asgari ücretin açıklanmasının ardından İstanbul/Kadıköy’de İEB’in gerçekleştirdiği eylemde okunan metindir.

3 perdelik tiyatronun sonunda asgari ücret 17002 TL olarak açıklandı. Kapalı kapılar ardında bir araya gelen sermaye temsilcileri, işçi ve emekçilere reva gördükleri sefalet ücretini bir lütuf gibi duyurdular. Oysa asgari ücret belirlenirken işçi ve emekçilere hiçbir söz hakkı tanınmamıştır. Sözde işçileri temsilen görüşmelere katılan TÜRK-İŞ başkanı ve bürokratları işçileri bir kez daha patronların insafına terk etmiştir. Bu oyunu bir kez daha kabul etmeyelim!

Geçinemiyoruz!

Hayatı, zenginliği yaratan bizlerin çalışma ve yaşama şartları giderek kötüye gidiyor. Ücretler erimeye, alım gücümüz düşmeye devam ediyor. Cebimize giren para miktar olarak artsa bile, enflasyon kısa süre içinde artışı alıp götürüyor. Yoksullaşıyoruz. Enflasyon, işsizlik artıyor.

Yeni asgari ücretin açıklanması ile birlikte gelecek zam dalgasını hepimiz biliyoruz. Temel tüketim maddelerine, elektrik, su, doğalgaz, iletişim, ulaşıma sürekli zam geliyor. Zam yağmuru altında kıt kanaat geçinmeye çalışıyoruz

Kriz sadece bizim için var. Sermayedarlar, holdingler, bankalar için kriz yok. Onlar kârlarını sürekli bizim sırtımızdan katlıyorlar. Yeni açıklanan bütçe ile birlikte sermaye lehine milyarlarca lira vergi affı öngörülürken; işçi ve emekçilere sefalet dayatılıyor.

Asgari ücret zamlı haliyle dahi yoksulluk sınırının kat be kat altındadır. Asgari ücret yoksulluk sınırının altında değil üstünde olmalıdır.

Holdinglerin, sermayedarların vergi borçları silinirken, onlara teşvik üzerine teşvik verilirken, işçiler, emekçiler söz konusu olunca bütçe dengesi, enflasyon, cari açık akıllarına geliyor. Çünkü sermaye yararına çalışıyorlar. Sermayenin çıkarlarını gözetiyorlar. Onlar için önemli olan hizmet ettikleri sermayenin çıkarlarıdır.

Bizim adımıza asgari ücretin belirlenmesi oyununa son vermeliyiz! Asgari ücreti belirleyen Asgari Ücret Tespit Komisyonu bizi temsil etmiyor. Birilerinin bizim adımıza karar vermesine, bizleri sefalete mahkûm etmesine izin vermeyelim, geleceğimize sahip çıkalım.

Kademizi elimize almak için mücadeleye!

Biliyoruz ki biz işçi ve emekçiler gücümüzü ortaya koymadıkça patronların bize reva gördüğü sefalete mahkum olacağız. İşçi sınıfının tarih boyunca sürdürdüğü mücadele göstermiştir ki, hak verilmez alınır.

Bizler hayatı bilfiil yaratanlarız. İnsanlığın sahip olduğu tüm zengiliniği üretenler; oturduğumuz binaları inşa edenler; sağlık, eğitim, altyapı ve daha nice hizmeti sağlayanlar bizleriz. Bizler hayatın her alanındayız. Gücümüz işte buradan gelmektedir. Öyleyse gücümüzü ortaya koymak, sözümüzü, taleplerimizi ortaklaştırarak büyütmek hiç de zor değil.

İşyerlerimizden başlayarak sokaklara, meydanlara işçi sınıfının sözünü taşıyalım! Bizlere açlık ücretini dayatanlara karşı her yol ve araçla direnmek meşrudur ve tek seçeneğimizdir. “İşgal, grev, direniş” şiarıyla hayatın her alanını bir direniş alanına çevirmek, kaderimizi elimize almak mümkün. Çağrımız tüm işçi ve emekçileredir; insanca yaşanacak ücret için, en temel hak ve özgürlüklerimiz için fabrikalarda, havzalarda, mahallelerde bir araya gelelim, ücretli kölelik düzenine karşı mücadeleyi büyütelim!

İşçi Emekçi Birliği

Asgarî ücret dosyası

2024 yılı için geçerli olacak asgarî ücret belli oldu. 17.002 lira. Rakam belirlenir belirlenmez ilk eleştiri KESK’ten geldi. “Asgarî ücret açlık sınırının altında.” Konfederasyonun araştırmasına göre güncel açlık sınırının 18.000 lira olduğu anlaşılıyor. Bu durumda yapılan eleştiri haklı elbette. Haklı olmasına haklı da artık alıştığımız her yerde ifade edilen beylik bir eleştiri bu. Eğer asgarî ücret daha yüksek bir rakam olarak belirlenmiş ve güncel açlık sınırının üzerine çıkarılmış olsa idi ne olacaktı? Birkaç ay zarfında tekrar açlık sınırının altında kalmayacak mı idi? Bu soru üzerinde biraz düşündükten sonra yeni belirlenmiş olan asgarî ücrete yönelik eleştirilerin daha farklı bir perspektiften yapılması gerektiği kanaati oluştu bende.

Öncelikle şunu belirteyim:

Her ne kadar adil bir komisyon olmasa da asgarî ücreti belirleme yetkisi “Asgarî Ücret Tespit Komisyonu” adındaki oluşuma aittir. Komisyonun aralık ayı zarfında yaptığı toplantılarda ücret seviyesi ile ilgili hiçbir şey konuşulmamış iken son toplantının AK Parti Genel Merkezi’nde gerçekleşmesi ve Cumhurbaşkanı’nın taraflarla yaptığı görüşme sonrasında rakamın açıklanması açıkçası yukarıda adı verilmiş olan komisyonun yetkisini Cumhurbaşkanı’nın iradesine teslim etmiş olduğu anlamına gelmekte. Demokrasi açısından bir skandal olan bu durum “tek adam” düzeninin pervasızca ilanı anlamını taşımakta.

Demokrasi açısından tam bir skandal olan bu durum Türkiye için ekonomik anlamda da gerçek bir rezaletin ifadesi. Bilindiği gibi dünyanın nerede ise her yerinde asgarî ücret sadece bir referans olarak önem taşır. Bu nedenle çalışanların çoğu ilgilenmez konu ile. Ancak AK Parti iktidarlarının geliştirdiği politikalar sonucu Türkiye’de asgarî ücret referans olmaktan çıkıp ortalama ücret hâline geldiği için çalışanların büyük kısmının ilgi odağı.

Ülkede asgarî ücret karşılığı çalışan sayısını belirlemek hayli güç. Resmî makamlar 2014 yılından bu yana konu ile ilgili bilgi yayınlamadıkları için uluslararası kuruluşların “asgarî ücret” raporlarında Türkiye ile ilgili en güncel veriler 2014 yılına ait. Bu nedenle konu ile ilgili en güncel çalışmayı yapmış olan DİSK-AR raporlarına dayandırarak vermekteyim aşağıdaki bilgileri:

Rapora göre 2022 yılı itibarı ile asgarî ücret ile asgarî ücretin %20 fazlası arasında ücret alanların tüm çalışanlara oranı %55 (AB ortalaması %9).

Aynı yılın SGK verilerine göre ülkede SGK kayıtlı çalışan sayısı 26,2 milyon.

Bu durumda en az 14,4 milyon insanın bir yıl boyunca elde edeceği gelirin ne olacağına karar verilmiş oluyor AK Parti Genel Merkezi’ndeki 2 saatlik toplantı sonrasında (En az diyorum çünkü işverenlerin çalışanları için gerçekleştirecekleri ücret artışı sonrası bu sayının daha da artması yüksek bir olasılık). Bu durumu en hafif ifade ile AYIP olarak tanımlayabiliriz. Asgarî Ücret Tespit Komisyonu içinde çalışan kesimini temsilen bulunan Türk-İş, bu ayıbın ortağıdır ve kanımca tüm emekçiler bu ortaklığı nedeni ile Türk-İş’i protesto etmelidirler.

Gelelim işin matematiksel analizine:

Burada asgariî ücretin gerçekten artıp artmadığını irdeleyeceğiz.

2022 yılından başlayalım işe, Temmuz 2022’de asgarî ücret 6471 TL olarak belirlenmişti. Aynı yılın aralık ayı $ kuru ise 17 TL idi (Ortalama değer).

Bu durumda 6.471/17 = 380,65 yani 2022 Aralık ayında 380,65 $ ülkede geçerli asgarî ücret. 

2023’e gelelim, temmuz ayı itibarı ile asgarî ücret 11.402 lira oldu. Serbest piyasada $ 29,7 bu yazının kaleme alındığı tarihte. Yine yapalım bölme işlemimizi 11.402/29,7 = 383,9

2022’den 2023’e artış oranı %0,8. 

Şaşırdık mı?

Şaşırmadı isek devam edelim.

2024 yılı için belirlenen asgarî ücret 17.002 lira.

Yıl içinde bir daha artış olur mu?

Bu yılın geride bıraktığımız iki yıla göre farklı bir yanı var. Normal şartlarda 2024’ü izleyen yıllarda seçim yok uzun bir süre. Cumhurbaşkanlığı seçimi geride kaldı yerel seçimler ise mart ayı sonunda gerçekleşmiş olacak.

İzlemiş olduğu ekonomi politikaları ile asgarî ücreti nerede ise ortalama ücret hâline getirip çalışan kesimin önemli kısmının ilgi odağı yapmayı başaran (!) AK Parti iktidarı için sadece bir seçim yatırımıdır asgarî ücrete TL bazında yapılan artışlar. 2024 sonrasında seçim olmadığına göre yıl içinde bir artış daha beklemek hayalcilik olur kanaatime göre. 2024 Aralık ayında da 17.002 lira ücret alacak asgarî ücret karşılığı çalışanlar.

Şimdi de 2024 sonunda $ seviyesini görmeye çalışalım, bu konuda başta Merkez Bankası olmak üzere hiçbir resmî kuruluşun tahminine güvenmenin anlamı yok. Ülkede $ kurunun nasıl bir seyir izleyeceğini yurtdışındaki finans kuruluşları belirlemekteler yıllardan beri.

Bu nedenle IMF ve bazı büyük uluslararası finans kurumlarının tahminleri daha ciddiye alınmaya değer kanımca. Öyle yaptım ben de Goldman Sachs, Deutche Bank, CITIBANK, HSBC, ING ve elbette IMF’nin Türkiye için yapmış oldukları tahminleri inceleyip ortalamasını aldım. Bu çalışma 2024 Aralık ayında $ değerinin 44,25 TL olacağını gösterdi bana. Buradan hareketle bir kez daha yapalım bölme işlemimizi, 17.002/44,25= 384,23.

Bu durumda sürekli olarak uçan (!) kaçan (!) şahlanan (!) büyüyen (!) Türkiye ekonomisi son iki yılda sadece 3,58 $ tutarında bir zammı uygun (!) görmüş oluyor asgarî ücret karşılığı çalışanlara. İki yıllık oransal artış ise %0,94.

İşte asgarî ücretin iki yıllık yolculuğu.

Peki yukarıdaki hesapta ortaya çıkan mikro düzeydeki artışı kim finanse ediyor?

İşte burada şaşırmamak olası değil. Çünkü bu artışın finansmanı doğrudan emekçiler tarafından sağlanıyor. Nasıl mı? Buyurun:

Asgarî ücret desteği 700 lira olarak açıklandı. Yani asgarî ücretin %3,7’lik kısmı destek olarak ödenecek işverenlere.

Bu para devlet bütçesinden ödenecek. Bilindiği gibi bütçenin en büyük gelir kaynağı dolaylı vergiler. İnsanların günlük harcamalarından alınan vergilerdir dolaylı vergiler. Bu özelliği nedeni ile de söz gelimi Koç Holding patronu ile Merter’de asgarî ücretle çalışan son ütücü aynı oranda vergi öderler harcamaları üzerinden. Doğal olarak sayısal çokluk nedeni ile ücretliler bu verginin en büyük kaynağını oluştururlar.

Asgarî ücret desteği işverenlerin bordrosunda yer alıp salt asgarî ücret karşılığı çalışan her işçisi için ödenir (Asgarî ücretten daha fazla ücret alan işçiler için ödenmez). Asgarî ücret karşılığı çalışan sayısını net olarak bilemiyoruz. Bu nedenle sadece bir varsayıma dayanarak yapacağım aşağıdaki hesabı.

Bir aylık çalışma karşılığında asgarî ücret geliri elde eden 10 milyon kişinin bulunduğunu varsayalım. Bu durumda 10.000.000 x 700 x 12 = 49.000.000.000 TL (yazı ile kırk dokuz milyar lira) ödenecek demektir asgarî ücret desteği olarak işveren kesimine. Güncel kurdan karşılığı ise 1.649.831.659 $ oluyor Bir başka anlatımla ücret geliri elde edenlerin yemek yerken, sigara veya gazoz içerken, cep telefonu kullanırken veya yaşamlarının devamı için gerekli herhangi bir alışverişi yaparken ödedikleri verginin yaklaşık 1,65 milyar $ tutarındaki bölümü asgarî ücretin finansmanında kullanılmak üzere işverenlere tahsis edilecek 2024 yılında.

Oysa insanlar kendilerinin huzur ve güven içerisinde yaşamalarını sağlayacak hizmetleri alabilmek için vergi öderler.

Ama ne yapalım? Burası Türkiye (!).

Son dönemdeki saldırılara ilişkin açıklama

Kapitalizm bugün geldiği aşamada fazladan ömür sürmektedir. Bu fazladan ömür sürme hali, tüm toplumu da çürütmektedir. Kapitalizm, iradi bir müdahaleyle yıkılana dek bu çürümenin bir sonu olmayacaktır. Kitleleri yönetmenin aracı olarak şiddeti arttırmakta ve sistemin kendi bunalımını topluma ihraç etmektedir. Burada şiddeti sadece gözaltı, eylemlere saldırı, işkence, tutsaklık vb. olarak algılamamak gerekir. Şiddet çok yönlüdür, en kapsamlısı ideolojik şiddettir.

Yıkma ve yaratma mücadelesinin dışında kalarak bakmaya çalışan göz bugünü net göremeyecektir. Gerçeği görememek, gerçeği kabullenememek, gerçeğe uygun adımlar atmamak bugün milyonlarca insanın hayatla kurduğu bağı zayıflatan bir rol oynamaktadır. İşte toplumsal çürüme bu zayıflayan bağ içinde kendini büyütmektedir.

Mesela korkmak son derece insanîdir. Bir anneyseniz çocuğunuzun başına “bir şey” gelme ihtimalinden korkmak bu topraklarda oldukça yaygındır. Korkmak ile korkuya “kapılmak” hiçbir zaman aynı şeyi ifade etmedi, etmez. Galatasaray Meydanı’ndaki anneler yüzlerce haftadır bu ayrımı göstermektedir. Korkuya kapılmak bizzat sistem tarafından örgütlenmektedir. Bu, yönetmenin de bir aracıdır; işten atılmaktan korkmak, okulu bitirememekten korkmak, “sevgili”den ayrılmaktan korkmak, ölmekten korkmak… korkmaktan korkmak, bunun da sonu yoktur. Ama acaba hangi korku daha büyüktür, “ya işçiler ayaklanırsa”, “ya halklar özgürlük için sokaklara dökülürse” korkusu taşıyan, ne kadar rahat uyuyabiliyordur?

Bugün de devlet bunu örgütlerken bir dizi yöntemi aynı anda kullanmaktadır. Bu saldırı dalgasının içine mücadele geleneğiyle bilinen mahallelerde uyuşturucunun yaygınlaştırılmasını da, 1980 darbesi sonrası “sizi kullanıyorlar” kılıfıyla sunulan devrimci örgüt düşmanlığını da, ajanlaştırma faaliyetini de, insan kaçırmaları da katmak mümkündür.

Devrimci hareket bu saldırıların her zaman hedefi olurken, özelde de yakın zamanda bize yönelik saldırı yoğunlaşmıştır. Bir süredir yoldaşlarımıza yönelik saldırı dalgasının boyutlandığını görmekteyiz. Üstelik bu saldırı dalgasının gelinen aşamasında yapılanlar “yalnızlaştırma”, “çevresizleştirme” vb.yi aşmış, kriminalize etme çalışmasıyla başka bir zeminin hazırlığına girişilmiştir, farkındayız.

Bugün bizce, sistemin kirletmesine, çürümeye karşı insan olarak kalabilmenin tek yolu, devrimci sosyalizm saflarında örgütlü olmaktır. Dolayısıyla tanış olduğumuz herkesi insan kalması için örgütlenmeye, komitelerimize katılmaya davet etmekteyiz. Bu çağrıya riayet edenler için bu her zaman ömürlük bir “gönüllülük” olmayabiliyor, düşülebiliyor. Düşene bir tekme daha atmak yöntemimiz olmadığı gibi, kalkmak isteyene elimizi de uzatmaktayız. Elbette düşmenin de, düşünce yapılanların da bir sonucu vardır. Biz bugün dostlarımıza karşı sorumluluğumuz gereği, saflarımızda yaşanan güncel bir örneği açıklıyoruz.

20 Mayıs 2023 tarihinde Beşiktaş’ta “rutin GBT” bahanesiyle durdurularak “Biz sana her konuda yardımcı oluruz. İş de buluruz, okulu da hâllederiz. Sen de bize yardımcı ol” teklifiyle ajanlaştırma girişimiyle karşılaşan, ardından, devletin saldırısı İHD’de teşhir edilen, konu ile ilgili suç duyurusunda bulunulan; o dönem bir süre Kaldıraç Üniversite komitelerinde mücadele eden ve yaklaşık 1 ay önce kendi talebiyle bizle ilişiğini kesen Oğuzhan Kul tarafından, ortaklarımıza ve dostlarımıza 27 Aralık ve 28 Aralık’ta otuzu aşkın sayıda ısrarlı arama gerçekleşmiştir. Ortaklarımız, söz konusu kişinin içinde bulunduğu ailevi durumu nedeniyle aramalarını başlangıçta cevapsız bırakmamıştır. Telefon konuşmalarında aynı kişi tarafından dile getirilen ifadelerle eylemlerimiz kriminalize edilerek, örgütlü yapımız illegalize edilmeye çalışılarak yeni tanıştığımız, temas ettiğimiz dostlarımız sistematik bir saldırıyla uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır.

Bu süreçte telefon konuşmaları bir yöntem olarak, sahte delil oluşturabilmek için özellikle seçilmiştir.

27 Aralık’ta yaptığı aramalardaki konuşmalarda dostlarımıza “Beni sürekli öne atıyorlardı, birçok davam oldu; seni de böyle kullanacaklar senin iyiliğini düşünüyorum” diyerek bir devlet tarzı olan örgüt düşmanlığı ve yalnızlaştırma çabasına girişmiştir.

28 Aralık’taki telefon konuşmasında söylediği “Siz illegal bir örgütsünüz. Benim evde hâlâ eşyalarım var, parmak izlerim var. Onları kullanıp bir operasyon yaparsınız, benim üstüme yıkarsınız” gibi mesnetsiz ifadelerle kriminalize etme çabasına girişmiş, devamla ortaklarımızın isimlerini geçirerek uydurma bir örgüt yapısı tarif ettiği konuşmada kriminalize etme çabası sürmüştür.

Aynı tarihteki konuşmaların bir diğerinde, yine “kod adı” olarak ifade ettiği uydurma bir isimle karşı tarafa seslenmiştir.

28 Aralık’taki aynı ortağımızla yaptığı bir dizi telefon konuşmasının sonuncusunda, elinde bulunan sayfalardan okuduğu açık olan bir şekilde, önce kendini tanıtmış, okuduğu okulu söylemiş ve “kod adı” olarak ifade ettiği uydurma bir birim ismi geçirmiştir.

Başta cevapsız bırakmadığımız aramaların niyetini anladıktan sonra konuşmayı sürdürmek istemeyen ortaklarımız “Bir de bunu unuttum, bunu da söylemem lazım” eklemeleriyle ısrarlı aramalar ve mesajlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu aramalarında sıklıkla duraksayarak “bir dakika düşünmem, hatırlamam lazım” gibi bir dizi ifadede bulunmuş, telefonu kapatıp tekrar tekrar yaptığı aramalarda yer yer kâğıt çevirme sesleri duyulmuştur.

Bu kişinin “sevgilisi” olduğu iddiasında bulunan kişi de tüm bu süreçte konuşmalara dâhil olmuş, telefonundan ısrarlı aramalarda bulunmuş, aramalar sonrasında ortaklarımıza tehditvari mesajlar atmış, saldırılara müdahil olmuştur.

Bir “meczup”un işi olamayacak organizasyon ile, sistematik, sürekli olarak kapsamı zorlama bir şekilde genişletilmeye çalışılan bu tarzı; “uygulayan kişi” farkında değilse bile, biz tanımaktayız. Bu yöntemler tüm devrimci hareketin bilgisi, deneyimi dâhilindedir. Devrimci hareketin çokça karşılaştığı, “itiraflarla” döşeli devlet saldırılarına, bu iftiralar aracılığıyla zemin hazırlanmaya çalışılmaktadır.

Bu saldırıyı fiilen yürüten “bir kişi” olarak gözükse de, bu olayı sonradan ortaya çıkan “abiler, ablalar, sevgililer”den bağımsız düşünmemekteyiz.

Okurlarımıza, ortaklarımıza, dostlarımıza karşı bu saldırı girişiminde bulunan bu kişi ile ilişiğimiz kalmamıştır, diğerleriyle ise hiç ilişkimiz olmamıştır.

Son olarak, toplumsal mücadele zemini geliştikçe bu saldırılar her zaman artmıştır, artacaktır. Bugün çözülen Saray Rejimi bu çözülüşü şiddetle durdurmaya çalışmaktadır, biçare bir çabadır bu. Bir adım attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı. Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek.

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

29.12.2023