Ana Sayfa Blog Sayfa 37

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak* – Mustafa Kemal Ersöz

Bu geç bir metin ama maalesef güncel bir metin. Elbette bu metin 6 Şubat sonrası hayatı radikal biçimde sarsılmamış olan okuyucuların yaka silkeceği bir metin olabilecektir. Şüphesiz dışarıdan -Antakya ve havalisinden olmayan- okuyucu “hâlâ mı aynı yerdesiniz?” diye iç geçirebilir. Dışarıdan bir okuyucunun içini bunaltan “Ama artık…” diye başlayan bıkkın bir serzenişle daha en başından okumaktan vazgeçip sonuna kadar sabredemeyeceği bir metin olabilir.

Ne de olsa modern ötesi iletişim çağındayız her şey göz açıp kapayıncaya dek bir süratle olup-bitiyor. Evet her şey oluyor ve bitiyor. Ne izleyici ne de olup-bitenin doğrudan muhatabı henüz ne olup-bittiğini idrak edemeden, neden ve sonuçları hakkında hakkınca düşünemeden, hakkınca duygulanamadan, bırakın ağıtı, yası, hakkınca küfredemeden bile yeni bir şeyler başlıyor. Olan şey orada bitiyor. Yeni olanlar, olaylar, gündemler başlıyor. Kelebeğin ömründen kısa yeni süreçler başlıyor. Henüz az önce hayretle izlediğimiz kan-revan içinde yaşadığımız olan kaldırılıp, unutulan şeyler müzesindeki yerini alıyor. Artık onun hakkında düşünmek, konuşmak hatta onun içinde yaşamak bile demode, sıkıcı görünüyor.

Süreğen bir yeniye yetişme telâşından her şeye geç kalınıyor. Hiçbir şeye yetişilemiyor. Zaman dediğimiz nedir ki? Artık hiçbir şeye vakit yok. Dağılmış pazar yerlerine benzeyen bir keşmekeş içerisinden ne olup-bitene efkarlanmak ne hüzünlenmek ne de başka bir insanî duygu geliyor kimsenin içinden, gelse de öyle sürekli değil. Bir caz müziği gibi gelip geçiyor her şey; o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar.

Kasavetli konulardan bahseden, zamanın ruhu ve neşesini yakalayamamış sıkıcı biri olarak görünmek pahasına söylemek isterim ki maalesef felaket bir sabaha karşı olup-biten bir şey değil. Felaket bir süreç. Hele ki 6 Şubat gibi ardında bıraktığı yıkım, yıllar hattâ on yıllar sürebilecek büyük bir felaketin etkileri hayatın tüm veçhelerinde süregidiyor. İnsanlar Antakya ve havalisinde bir felaketin, felaket bir sürecin içerisinde yaşamaya çalışmaya devam ediyorlar.

Enkazlar, molozlar, hafriyatlar, konteynerler, çadırlar, akmayan sular, gidip-gelmeyen elektrikler, kavuran sıcaklar ve haşarat baskınları, alelade bir bahar yağmurunun bile felakete dönüştüğü, gündelik yaşamın kendisini felakete dönüştüren olağan gerçekliğin hudutlarını zorlayan gerçekliğin içinde her şey 6 Şubat sabahında durduğu yerde öylece duruyor.

Zelzelenin ardında bıraktığı iktisadî yıkımın üzerine binen çığırından çıkmış bir enflasyon ve ekonomik buhran koşullarının çok katmanlı yükü altında, neredeyse olanaksız olanın içinde olağanlaşmış bir olağanüstü hâlde maddî koşulların da ötesinde zelzelenin neden olduğu onulmaz kayıpların yarattığı travmaların ve bu travmaların doğurduğu sanrıların, sayıklamaların, kâbusların, kimi sessiz kimi nevrotik bir atak hâlinde gelen çığlıkların içerisinde, yankısı duyulmayan derin bir sessizlik kuyusuna, unutulmuşluk kuyusuna itilip, terk edilmiş, mahvolmuş hisseden belki hakikaten mahvolmuş hayatların içerisinde kendi kaderleriyle ve kendi felaketleriyle baş başa, ne hâlleri varsa kendi başlarına görecekleri, rezerv alan dahi türlü devletlu planlarla borçlandırma, mülksüzleştirme tuzaklarının tehdidiyle hülasa boyunlarına asılmış bir yaşamak ağrısıyla yaşamaya gayret gösteriyorlar.

Felaket yerinde, felaketin içinde, hayatın daimi bir felaket sahnesine dönüştüğü hattâ bizatihi felaketin kendisi olduğu, tanığı ve kurbanı olunan olağan dışı, her açıdan neredeyse gerçek dışı felaket deneyimlerinin olağan ve akla indirgenebilen dile tahvilinin felaketin kendisine denk olabilmesinin imkânın olmadığı bir ahval içerisinde tanık ve aynı zamanda kurban olanların bağlamsız, dağınık, kopuk haykırışlar, yakarış ve çığlıklarla ya da derin bir sessizlikle ancak kendini ifade edebildiği kolektif bir haleti ruhiye içerisinde, insanlar yaşam gailesinden sıyrılabildikleri her an artık var olmayan bir eve hafızayı beşerin maluliyetlerinin yanı sıra içinde bulunulan özel travmatik durumu da nazara aldığımızda belki de hiç var olmamış bir eve özlem duyuyorlar. Bir memleket artık eve dönmek istiyor.

Tam da mefhumun Yunanca kökeninin muhtevasına denk düşen ve mefhumun zaman içerisinde kazandığı manalara da tekabül eden biçimde felaket coğrafyasında yaşamı melankolik bir nostalji duygusu kaplıyor. İnsanlar ruhen, bedenen duydukları ızdırap ve elemle evlerine dönmek istiyorlar. Yurtlarındalar ne var ki yurt bildikleri yeri özlüyorlar. Ait olduklarını düşündükleri yuvalarına, zamanlarına, memleketlerine özlem duyuyorlar.

Şimdi ev diye başlarını sokabildikleri konteynerlerin kapısına çıktılarında, ekmek kapısı bildikleri barakaların önüne çıktıklarında, köstebek yuvasına dönmüş yollardan ilerlemeye çalışan araçlarının camlarından baktıklarında hep karşılarına aynı felaket manzarası çıkıyor. Uçsuz bucaksız bir yıkım manzarasına bakıyor insanlar. Birkaç tepedeki göstermelik TOKİ konutu inşası dışında hiçbir değişimin yaşanmadığı, insanda hiçbir ilerleme hissi uyandırmayan nerdeyse donup kalmış bir zamanın içinde, kayıp zamanın izinde bir geleceksizlik fikri hatta kabulü insanların bilincini kaplıyor, toplumsal bilince hatta toplumsal psikolojiye yerleşiyor.

Hâl-hatır sohbetleri, eski tanıdık karşılaşmaları, dertleşmeler, hasbihâller, içki masalarının son dem muhabbetleri mütemadiyen bir şekilde eskiye özleme, eskinin yadına bağlanıyor. Yeninin tahayyülü silikleşiyor. Eskinin Kaf Dağı’nın ardında görünen donuk fotoğrafı hafızanın hileli aynalarında bir avuntu bahçesine, bir sığınağa dönüşüyor.

Gelecek umudunun, hevesinin kaybolması ve gayet maddî nedenlerden ötürü erişilemez görünmesi insanları geçmişin düş bahçelerinde geçmişin belki de hiç öyle yaşanmamış hayaletleriyle kifayetsiz gezintilere mecbur kılıyor.

Geçmişe, geçmişin hayaline dönmenin tesellisi zaten mecali kalmamış, tek başına kendini aşan bir yazgının kör talihiyle dövüşmesi istenenlere güncel dahi gündelik olanın gün geçtikçe daha da keskinleşen, yakıcılaşan çelişkilerinden, açmazlarından, bitap düşüren yorgunluğundan bir nebze de olsa kurtulabilmenin imkânını veriyor.

Ne var ki her hakikatten kaçış yöntemi gibi, her yalancı bahar çağrısı gibi, her farmakon gibi, her nevî uyuşturucu illeti gibi bu nafile çaba da yanılgıları, yanılsamaları, marazları beraberinde getiriyor. Bir memleket umutsuzluğun, yarından ümitsizliğin batağında yeninin velut yaratıcılığından, gelecek azminden, bugünden, yarından, zamandan kopuyor. Ne içinde hissediyorlar zamanın ne de büsbütün dışında; artık ileriye doğru akmayan çoktan yitip gitmiş donmuş retro ve retorik yitik cennet masalının içinde bugünün yalın gerçeğinden, hakikatten kaçıyor olmanın verdiği iç sıkıntısının boğuntusuyla, çıkışsızlıkla, daha da beteri yalanla, avuntuyla karışmış bir geçmiş özleminin beyhude sıkıntısıyla boğuluyor.

Hiçbir mahkûmiyet umutsuzluktan daha ağır değildir. Yarına duyulan ümit zayıflayıp, belli belirsizleşerek yok olup gittikçe kadere rıza, süregidene rıza, kafa karışıklığı, iradesizleşme, ruhu kemiren endişe, korku, serseri bir mayın gibi yerli yersiz patlayan öfke hüküm sürüyor. Ne yazık ki böylece memleket ve nesiller eskinin içinden zuhur eden kendi yeni özgün hikâyelerini yazabilme yetisinden mahrum düşüyorlar.

Felaketin ardından, onun korkunç anılarından, kaygının ve endişenin toprağından karılan yeni bir sosyal yapı, yeni bir toplumsal bellek doğuyor. Zira uzun erimde sular durulup çekilmeye başladıktan sonra felakettin hafızası, felaketten geriye kalanlardır. Ve eğer siz büyük bir felaketten arda kalan kişiyseniz, meğer siz büyük bir felaketten arda kalanlara bakan kişiyseniz neredeyse hiçbir şey hissedemiyorsunuz. Bir felaketi hatırlamak aynı zamanda onu unutma süreciyle birlikte işler. Mamafih felaketin büyük yıkımının karşısında fert planında kendini yapayalnız, çaresiz hisseden zihin, neyi unutup neyi hatırlaması gerektiğine dair acze düşüyor. Felaketten geriye belki de hatırlanmaya değer olmayan kimi unsurlar galebe çalıyor. Korkuya kapılmış, karamsarlığa düşmüş zihin geçmişin, bugünün ve geleceğin işe yarar unsurlarını bilince çıkarmakta zorlanıyor. Böylece bir memleket yeis içerisinde bedbin kendi kendine mırıldanıyor: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Oysa bu ifade evvel vakit, bugünden bakınca çok bir vakit önce, başka bir bağlamda başka bir ahval ve şerait içerisinde ama tam da bugünlerdeki gibi bizi rezil bir geleceğin kölesi sandıkları bir zamanda, ardımızda bırakarak güz çağrısını umudun şafağına uyandığımız ve şarkılarla geçip caddelerden meydanlara indiğimiz o ilk yaz günlerinde, hepimizin yeni bir hikâyesi olduğu, kolektif belleğimizin yarına dair düşle, umutla karılmış bir masalsılıkla harmanlandığı izzet-i nefsin ayaklandığı, mukadder görünene başkaldırdığımız, dayanışma ile direniş ile imkânsızın içinde bir imkân devşirdiğimiz, tek başımıza kurtuluşun olmadığını bilince çıkardığımız ya hep beraber ya hiçbirimiz diye haykırdığımız o şölen günlerinde, Haziran İsyanı günlerinde söylenmişti.

Peki ama o günlerden bugüne bir rabıta bizler için bir misal, bir yol yok mudur? Yoksa dayanağı muğlak naif bir nostaljiden mi ibarettir bu nazariye?

Nostaljinin bir veçhesinde melankoli, sinizm, varsa bir diğer veçhesinde yaşanan hayatın, bize neler kaybettirdiğini anlamaya başlayan insanın gitgide yoksullaşan hayatı, yeniden daha zengin, velut, renkli bir hâle getirme arzusuna, isteğine yaslanan şimdiyi sorgulayıcı, sarsıcı, şimdi ve burada diyen yeniden kurucu, şimdinin karabasanlarına direnmenin, şimdiyle yüzleşmenin yollarını açan ferdi anımsama ile kolektif anımsama arasındaki karşılıklı ilişkiye toplumsal hafızayı yeniden inşa edici hususiyetleri de var.

Bir yüzümüz felakete dönükse bir yüzümüzü hayata dönebilmeliyiz. Felaketten öğrendiklerimizi yarının inşasına tahvil edebilmeliyiz. İster yitip giden eski cennetin özlemiyle yahut kendi küllerimizden kendi ellerimizle yeniden inşa edeceğimiz yeni cennet özlemimizle, geri dönülemez, fert fert hepimizin iradesini aşan bir felaketin ardından işte şimdi buradayız. Ne yaparsak yapalım kaçıp kurtulmayacağımız bir yazgı bu. Her şeyi şimdi ve burada hep birlikte yaşayacağız. Buradan çıkacaksak hep beraber ancak birlikte çıkacağız.

Öyleyse filhakika şu anahtar soruyu sorabiliriz: Ne yapmalı?

Bir yanda 5’li çeteler, şantiye, rantiye, faiz akbabaları devletlu zevatla kol kola girmiş evimize barkımıza hatta mülkten-topraktan öte, memlekete, tabiata, feleğe, devrana çökmeye azmetmişken, makamlarda, müsteşarlıklarda, salonlarda, çalıştaylarda kalan ömrümüz birilerinin gelecek cirolarına, taşınmaz varlıklarına rezerve edilirken öfkemizi ne kadar borçlandığını bilemediği borç taahhütlerine imza atmaktan imtina eden bizimle aynı kaderi paylaşan komşumuzdan, önümüze sürülen göstermelik günah keçilerinden ziyade esas müsebbiplere, esas muhataplarına yöneltmeliyiz.

Biz kendimize yardım etmezsek kimsenin bize yardım etmeyeceğini bilmeliyiz. Biz birbirimize el vermedikçe kimsenin bize elini uzatmayacağını bilmeliyiz. Biz bize saygı duymazsak kimsenin bize saygı duymayacağını bilmeliyiz. Birbirimize sahip çıkmazsak kimsenin bize destek çıkmayacağını bilmeliyiz. Her koyun kendi bacağından asıldıkça sürünün hiçbir şansı olamayacağını bilmeliyiz. Birlikte ve beraber konuşmazsak kimsenin sesimizi işitmeyeceğini bilmeliyiz.

Ev ev, bina bina, mahalle mahalle yan yana gelmeliyiz. Birlikte düşünmeli, konuşmalı eylemeliyiz, hülasa birlik olmalıyız. Ne olacaksa hepimize olacağını bilmeliyiz. Nihayet, elbette her şeye rağmen yüzümüz yaşama dönük olmalı, nikbin olmalıyız zira umut; sabır, azim ve tahammülle mündemiçtir.

Ezcümle, “ne geçmiş tükendi ne de yarınlar” ama elbette bir şerhle “bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler” ve artık hepimiz her günkü gündelik tecrübemizden biliyoruz ki: Yaşamak direnmektir! DİREN HA! Müthiş kazandığımızı göreceksin! o

Mayıs 24 / Antakya

* İlk kez Ehlen dergisinin internet sayfasında yayınlanmıştır.

Verili sınırlar mı, Gezi mi?

Bugünü anlamadan ona karşı mücadele etmek mümkün değildir. Doğru.

Fakat bugünü, sadece içinde bulunulan anı değerlendirerek anlayamayız. Bunun için tarihimize ve geleceğe bir arada bakmaya ihtiyacımız vardır. Bunlarla birlikte bir de ne istediğiniz sorusu vardır. Tüm bunların birleşimi bize bugün ne yapmamız gerektiğini söyleyecektir. Bu neyi, ne kadar yapabileceğimizi, sınırlarımızı da gösterecektir. Tarih, gelecek ve ne istediğimiz burada bir kez daha devreye girecek ve bu sınırları kabul mü edeceğiz yoksa aşacak mıyız bize gösterecektir. Elbette artık burada “karar” da devreye girecektir.

Bugün ekonomik kriz her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Geleceksizlik ve sömürü her geçen gün daha da artmaktadır. Cinayetler ve intiharlar üst üste gelmektedir. Savaşlar dünyanın her yerinde daha fazla ölüm getirmektedir. Tüm bunlara karşı çıkmak ise yine dünyanın tüm topraklarında daha büyük bir baskı ve zorla durdurulmaya çalışılmaktadır. İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar için yani aslında egemenler dışında hepimiz için yaşamak daha da zorlaşmaktadır.

Sınıflı toplumların tarihinde bu tablo kendini sürekli zaten tekrar etmektedir. Ama “görünen gerçek olsa bilime gerek kalmazdı.” Bugünün diğer tarafında ise pek görünmese de direnenler vardır. Emeklerine sahip çıkan işçilerin yaptığı grevler, yaşamlarına ve haklarına sahip çıkan kadınlar, gelecekleri üzerinde söz sahibi olmak için sokaklara çıkan öğrenciler, emperyalizmin yaratıp büyüttüğü savaşlara karşı direnen halklar vardır.

Tarih, gelecek ve ne istediğimizi burada tekrar düşünelim.

Gezi Direnişi bizim tarihimizdir hem de yakın tarihimiz. “Günde 7 kere İstiklal Caddesi’nden Galatasaray Meydanı’na yürüyorsunuz da ne oluyor” denildiği bir anda yasaklanan bir meydandan vazgeçmeyenlerin mücadelesidir. O günün sınırlarını kabul edemeyip bir adım daha atanların mücadelesidir. Kayıplar, yaralılar, tutuklular veren ama herkesin acısıyla birlikte onurunu taşıdığı bir direniştir. Yanında hiç tanımadığı insanlardan korkmadan ya da bir çıkar beklemeden birlikte bir barikatı savunmaktır. O barikat her birimizin geriye atamayacağı bir adımdır.

Bugün Gezi Direnişi’ni “önemli günler ve haftalar” kapsamında ele almak kendi tarihimizin inkârıdır. Biz direnenler ellerimizle, canlarımızla Berkin’le, Abdullah’la Ethem’le, Ahmet’le, Medeni’yle, Hasan Ferit’le, Mehmet’le, Ali İsmail’le, yarattığımız direnişin bugün tüm eylemlerde yaşamaya devam ettiğini görelim. Biz yarattık bunu, bu güce sahip çıkalım. “Sayısı az, etkisi büyük değil, talepleri geri” diyerek direnişleri görmezden gelen, içlerine girip büyütmeye çalışmayan, diğer direnişlerle birleştirmeye çalışmayan, “yok bir daha öylesi olmaz” diye düşünen akıl, çürüyerek tarihin dibine doğru yola çıkmıştır.

Hatırla gücünü nereden aldığını!

Sen gücünü yakılan çadırlara sahip çıkanlardan, ağaçlara sarılanlardan, özgürlüğü için TOMA’ya karşı duranlardan aldın. Seçimlermiş, sandıkmış, CHP’ymiş, liyakatmiş, belediyelerin verdiği market çekleriymiş, yumuşamaymış… Şimdi bunlar mı güç versin bize? Kendi yaptıklarımızdan değil de başkalarının ve hem de egemen olan, bizi buna mahkûm eden, sömüren, özgürlüğümüzü elimizden almaya çalışan, tarihi tekrar yazmaya çalışan başkalarından mı umut edelim özgür bir yaşamı?

Kusura bakmayın…

Ufak bir umudu da çok gördük, “en devrimci” biziz ya sanki siz bilmiyorsunuz bunun seçimlerle olmayacağını, mücadele etmeden hakların alınamayacağını ama en azından bir nefes almaya ihtiyaç vardı diye düşündüğünüzden böyle yaptınız.

Yok, bizimki, ne kibir, ne öfke, ne “en devrimcilik”.

Bu sadece Gezi’yi yaratan, yaşayan ve özgür bir yarını kurabileceklerin kendi emeklerine sahip çıkması ve gücümüzü her zaman aldığımız gibi yine birbirimizden alma isteği.

Hepimiz aslında biliyoruz, bilelim, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır. Bu da bizim kendi kollarımızı mücadeleyi büyütmeye çağrımızdır.

Kendi tarihini bilenler, geleceğini özgür günlerde görenler, bugünün sınırlarını kabul etmeyenler gözlerini, akıllarını ve kalplerini direnişlere çevirmelidir. 2024 1 Mayısı’nda Taksim için adım atanlara bakmalıdır. Barikatlara yüklendiği için tutuklananların direnişini büyütmelidir.

Geriye atabilecek bir adımınız daha olduğunu düşünüyorsanız, yok. Önce ayağınız ve sonrasında kendiniz boşluğa doğru düşmeye başlayacaksınız. Hep birlikte bir adımımızı ileriye atalım. Gerçeği kabul edelim. Bize kararlı, ısrarcı ve cüretli bir biz olmak gerek. Yardımlaşmak değil dayanışmak gerek. Beklememek yapmak gerek. Bu mücadeleyi sürekli kılmak, kazanmak için de örgütlenmek gerek.

Örgütlenin.

Örgütlenmek, var olabilmek ve bu varoluş için mücadele edebilmektir. Gücünün ve güçsüzlüğünün ne demek olduğunu anlayabilmektir. Anlayabilmenin açtığı yolla gücünü eline alabilmektir, söylemek ve yapmaktır. Güç buradadır, örgüttedir.

Güç “muhalefet”te değil sendedir, aklın ve eylemindedir. Bir sendikadan, bir partiden, bir kişiden beklemek değil, yaptıkların, yapamadıkların ve yapmakta ısrarcı olduklarındadır.

Gezi’yi yaratan akıl ve adımlara, grevleri büyüten iradeye, 8 Martlarda büyüyen kararlılığa, üniversiteleri özgürleştirmek için verilen mücadeleye, “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyerek mücadeleyi yükseltenlere bak, yerin onların, bizim yanımız.

Bizim tarihimiz 15-16 Haziran’dır, Tekel Direnişi’dir, Gezi’dir. Geleceğimiz özgür ve sömürünün olmadığı bir dünyadır.

Ne istediğimiz ise açıktır.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm.

Kaldıraç Hareketi

27 Mayıs 2024

Repression in İstanbul | FAU Schweiz – Die Basisgewerkschaft

Der 1. Mai 2024 in Istanbul fand unter einem enormen Polizeiaufgebot statt, de facto erfolgte eine militärische Besetzung der Stadt. Seit Jahren wird dafür gekämpft, dass die Maidemonstrationen auf dem Taksim-Platz stattfinden können, da dieser eine historische und symbolische Bedeutung für die Arbeiter*innen hat.

Obwohl das Organisationskomitee der 1. Mai-Demonstration dazu aufgerufen hatte, dieses Jahr zum Taksim-Platz zu marschieren, wurde bekannt, dass sie mit dem Staat eine Vereinbarung getroffen hatten, eine Kundgebung in Saraçhane abzuhalten und nicht zum Taksim zu marschieren.

Trotz der aussergewöhnlichen Massnahmen und Drohungen der Regierung versuchten Tausende von Menschen spontan, vom Saraçhane zum Taksim-Platz zu marschieren. Die Polizei verhinderte dies und griff die Demonstrant*innen mit Tränengas und Gummigeschossen an.

In den folgenden Tagen wurden bei zahlreichen Polizeirazzien 49 Menschen festgenommen. Wir verurteilen das Vorgehen des türkischen Staates und bekunden unsere Solidarität mit den Verhafteten des Istanbuler 1. Mais, die für eine selbstbestimmte Demonstration auf dem Taksim-Platz kämpfen!

FAU Schweiz – Die Basisgewerkschaft

1 Mayıs yargılanamaz, 1 Mayıs tutuklularına özgürlük! | Meslekler Arası İşçi Sendikası / Basel

2024 1 Mayıs’ı tüm dünyada eylem, etkinlik ve mitinglere konu oldu. Milyonlarca işçi, emekçi, genç, kadın sosyal yıkım saldırılarına, açlığa, yoksulluğa, geleceksizliğe ve yükselen emperyalist savaşa karşı alanlardaydı.

İşçi, emekçiler 1 Mayıs’ta yaşanan ekonomik krizin faturasını ödemeyi reddettiler. Başta Ortadoğu ve Filistin halklarının üzerine yağan bombalara karşı halkların kardeşliğini haykırdılar. İnsan haklarına, özgürlüklere ve demokratik haklara dönük artan baskıları kabul etmeyeceklerini dile getirdiler.

Hemen tüm dünyada görece olaysız geçen 1 Mayıs, Türkiye’de gibi kolluk güçlerinin azgın-faşist saldırısına uğradı.

Türkiyeli ilerici, sol, demokrat ve devrimcilerden oluşan çeşitli parti, örgüt ve dernekler, 1 Mayıs’ı sınıfsal-tarihsel özüne uygun olarak kutlamak istemişlerdir. Bu nedenle Türkiye işçi sınıfının bilincinde tartışmasız 1 Mayıs Meydanı olan Taksim Meydanı’na yürümek isteyen kitleye izin verilmemiş, plastik mermi, gaz ve göz yaşartıcı bombalarla adeta terör estirilerek 250 insan gözaltına alınmıştır.

1 Mayıs günü İstanbul kentini adeta abluka altına alan ve normal hayatı dahi felç eden polis uygulamaları, şiddet, gözaltı yetmiyormuş gibi, bir gün sonrada 1 Mayıs’a katıldığı tespit edilen devrimci-aktivistlerin evleri basılarak, kapıları kırılarak gözaltına alınmışlardır.

Şu ana dek göz altına alınan 250 kişiden 49*unun tutuklandığı ve birçok aktivist içinde tutuklama kararının çıkartıldığını biliyoruz.

Bizler, kendi yasalarını dahi tanımayarak, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen sendika, parti ve kurumlara dönük uygulanan şiddet ve zorbalığı reddediyor ve bütün bu uygulamaları kabul edilemez bularak, şiddetle protesto ediyoruz.

Polis şiddeti ile gözaltına alınan 1 Mayıs tutuklularının yanında olduğumuzu, yaşanan hukuksuzluklara derhal son verilerek, tutukluların serbest bırakılması çağrımızı güçlü bir şekilde haykırıyoruz. Bu konuda Türkiye’de çaba gösteren sınıf kardeşlerimizle de uluslararası dayanışma içinde olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

1 Mayıs tutsaklarına özgürlük!

Dayanışma selamlarımızla…

Meslekler Arası İşçi Sendikası, Basel
(Interprofessionelle Gewerkschaft der Arbeiter*innen)

*: Metin İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’ne ulaştığı tarihteki tutuklu sayısı.

Tasarruf”, “halka arz”: Hepsi işçi ve emekçilere düşmandır

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, bozuk düzende sağlam çark olmaz. Günü “kurtaracak” önerilerle bu cendereden çıkılamaz. Kâr hırsıyla yaşayan kapitalizm reddedilmeden, nefes alınabilecek bir dünya olmayacak.

Birileri çıkıyor, “bakın biz kamuda tasarrufa gidiyoruz, siz de dişinizi sıkın” diyor, kamu arazilerinin satılacağını duyuruyor. Birileri de “özeleştirmiyoruz, halka arz ediyoruz” diyerek kamunun tüm birikimlerini satışa çıkaracağını belirtiyor.

İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Rezzan Neslihan röportajında, İGDAŞ’tan başlayıp Halk Ekmek’e kadar pek çok hizmetin özelleştirileceğini söylüyor. İmamoğlu ise “haddini aşmış” şovundan sonra, hayır “halka arz ediyoruz” diyerek aslında öze değil, ifade ediliş biçimine itiraz ettiğini itiraf etmiş oluyor.

Toplumun hafızası bu kadar yok sayılabilir mi? Tüm dünyadaki neoliberal politikalar ile paralel olarak Özal ile artışa geçen, AK Parti ile arşa çıkan özelleştirme dalgası başka coğrafyada mı yaşandı? Birçok büyük işletme halka arz adı altında özelleştirilirken, otoyol ve köprüler dâhil birçok özelleştirme yaşamadık mı? Büyük fabrika arazilerinin ranta açılarak peşkeş çekildiğini başka bir ülkede mi yaşadık?

Halka arz olununca şirketler denetlenebiliyormuş! Şimdi bu şirketlerin daha iyi denetlenebildiğini söyleyebilir miyiz? Geçmediğimiz köprü için ödediğimiz dövizi düşününce, bu süreçten kazançlı çıktığımızdan bahsedebilir miyiz?

Kamuya ait bir şirketin halka arz edilmesinden kimler kazanç sağlayacaktır? Mesela, halk doğalgazı daha ucuza mı alacaktır? Yine yakın zamanda özelleştirilen elektrik şirketleri örneğinin üzerinden çok zaman geçmedi. İlave kârlarla büyüyen bu şirketlerin kime faydası var?

Her gün artan elektrik faturalarıyla işçi ve emekçilere faydası olmadığı aşikâr. Yoksa bu şirketlerde çalışanlara mı faydası olacak?

2017’de başka bir şov olan, kanun hükmünde kararname ile kamuda taşeron firmalarda çalışan işçiler kadrolu hâle getirilecekti. Bugün İGDAŞ dâhil birçok kamu kurumunda, yeni alt şirketler kurularak işçilerin kadrosuz, taşerona çalıştırıldığını biliyoruz. Bu kurum özelleştirildiğinde, bu işçiler kadrolu olup daha iyi koşullarda mı çalışacak?

Hayır, geçmiş deneyimlerde de gördüğümüz gibi, güvencesiz çalışmanın, işten atılmaların artacağı gerçeklikle karşı karşıya kalacağız!

Eskinin özelleştirme, sadaka dağıtma politikaları, bugün farklı soslarla, belediyeler eli ile yeniden sahaya sürülüyor.

Ekonomik krizin bedeli ödetilen işçilerin sokaklara taşmasını engellemek için beş yıl daha yerinizde oturun, biz sizin yerinize yönetiriz, gerekirse sizin için mitingler de organize ederiz deniliyor.

Kömür dağıtanlara laf edenler, şimdi sınırlı bir kesime ucuz yemek dağıtarak sorunun böyle çözüleceğinden bahsediyorlar.

Kriz hâlindeki kapitalizm, CHP’ye verdiği yeni rolüyle belediyelerle sadaka dağıtmayı planlamaktadır. Sadaka kültürü insan onuruna hakarettir. Onurlu bir yaşam isteyen insanlar ise dayanışmayı büyütmeli ve bunu sadece kendinden olanla yapabileceğini bilmelidir.

Özelleştirme değil, tam tersine kamulaştırmaya gidilmelidir. Gerçekten tasarruf etmek isteyen, zenginlerin ettiği yüksek kârlara bakmalı verdiği teşviklerden vazgeçmelidir.

“Tasarruf”, “halka arz” politikaları halkı kandırmaktan öteye gitmeyecektir.

Milyonlarcamız asgarî ücretle, milyonlarcamız açlık sınırının altında, milyonlarcamız da yıllarca çalıştıktan sonra ayda 10 bin lira ile hayatta kalmaya çalışıyor. Yönetenler ise her geçen gün yine bizim üzerimizden servetlerini büyütüyorlar.

Bugün ücretsiz barınma, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım için kamulaştırma talebiyle mücadeleyi yükseltmek gereklidir. Bu krizi biz yaratmadık, yükünü de biz ödemek istemiyorsak örgütlü mücadeleyi büyütmeli, sömürüsüz ve sınırsız, insanca yaşanacak bir dünya kurmak için adımlarımızı birleştirmeliyiz.

Çerkes sürgünü

“Ey dünya, ey insanlık! Bağımsızlığın anlamını Kafkas dağlarından öğrenin! Özgür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün. Uluslar onlardan ders alsın!”
Karl Marx

Yorgun düştüler savaşmaktan. Çağrılar yaptılar tüm insanlığa. Sağır olmuştu insanlık, seslerini duyuramadılar. Sonunda yenildiler… Sağ kalanlar döküldüler Karadeniz’in Kesç, Anapa, Tuapsi, Soçi iskelelerine… Kendilerini alacak Osmanlı teknelerini beklemeye durdular.

Duyuramadılar seslerini.

Srebrenitsa’da da duyulmadı bu feryatlar tıpkı Hocalı’da ya da Filistin’de duyulmadığı gibi.

Dönemin en modern silahları ile donanmış güçlü Rus ordusu karşısında hiç kimseden yardım ve destek alamadan yıllarca savaşan, vatanlarını ve kimliklerini korumaktan başka hiçbir talepleri olmayan Çerkesler üç yılı aşkın bir zaman dilimi sonunda yorgun düşüp yenildiler.

Rusya’nın Kafkasya genel valisi savaşın bittiğini ilan etti 21 Mayıs 1864 tarihinde.

Aynı gün başladı büyük sürgün.

Trajedi sözcüğü açıklamaktan çok uzaktır sürgünde yaşananları.

Aşağıdaki cümleler bir nebze olsun canlandırır gözlerde olayları belki:

“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.”

Sürgüne tanıklık etmiş yaşlı bir Çerkes, 1929’da söylemiş bu sözleri (Aktaran Simon Canaşia, Gürcistan Bilimler Akademisi Kurucusu).

Denize dökülenler, salgın hastalıklar nedeni ile kırılanlar, Karadeniz’in kudurmuş dalgalarına dayanamayıp parçalanan teknelerde denize karışanlar…

Bir öykü dolaşır dillerde kuşaklar boyu. Bebeğinin öldüğü anlaşılmasın diye gemide günler boyu yavrusunu kucağında taşıyıp ona ninniler söyleyen bir kadının öyküsüdür bu.

Bebeğin öldüğü anlaşılınca onu koparırcasına alıp kadının kucağından atıvermişler denize.

Ardından acıya dayanamayan anne bırakıvermiş kendini Karadeniz’in karanlık sularına.

Kitaplar değişik rakamlar verirler bu sürgünde ölenler hakkında, kimi altı yüz bin der, kimi iki milyon.

Hangisi ne kadar doğrudur bilinmez. Bilinmez de buna gerek var mı?

Bir anlamı var mı sayıların yukarıda dile getirilen öykünün yanında?

Sağ kalmayı başarabilenler döküldüler Trabzon, Samsun, İstanbul limanlarına.

Oradan savruldular tüm dünyaya.

Bugünlere geldik.

Sadece Türkiye’de iki milyonu aşkın Çerkes yaşamakta.

Tüm dünyada yaşayan Çerkes nüfusunun da yaklaşık dört milyon olduğu tahmin ediliyor.

Bunların çoğu Müslüman ülkelerde mukim. Dinleri açısından bir sorun yaşamıyorlar kabul

Peki ya dilleri?

Ya kimlikleri?

Bugün Çerkes diasporasını oluşturan yaklaşık dört milyon insanın kaçı konuşabiliyor kendi dilini?

Kaçı anadilinde konulmuş adını kullanabiliyor günlük yaşamda?

Bir fikrimiz var mı?

Olduğunu sanmıyorum

Kimlikleri yok edilip asimile edilmekte milyonlarca insan.

21 Mayıs 1864 Çerkes sürgünü.

Üzerinden 160 yıl geçmiş.

İnsanlık tarihinin kara sayfalarından biri, hâlâ kanamakta olan bir yaradır bu olay.

Üzerinden yüzyıllar geçse bile kapanması mümkün olmayan bir yara.

Kaldıraç dergisinin Mayıs 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Mayıs sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Tepeden paçalara kadar devrim korkusu ya da İstanbul ablukası ve 1 Mayıs 2024

“Bu nedenle, yeni ekonomi yönetimi, açık olarak, enflasyonun 2026 yılında normale döneceğini söylemektedir. Bu durum, faizler düzeyindeki yükselişe rağmen TL’nin kaybının düşmemesinden de bellidir. İşte Erdoğan’ın, 4 yıl seçim yok, demesinin nedeni buradadır.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kriz ve işçi sınıfının durumu: Geriye atılacak adım kalmamıştır

“1 Mayıs alanında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kutlanan ilk 1 Mayıs’ın anayasa tartışmalarına bağlanması, acaba amacı aşan bir tutum mudur? Alanda, polis barikatının önünde, Saraçhane’ye Taksim’e gitme iradesi ile çağrılan işçi ve emekçiler direnirken, alanı terk etmek, nasıl bir irade taşımadır?
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
1 Mayıs 2024 üzerine bazı notlar

“Parlamento ve siyasi partiler artık kâğıt üzerinde vardır ve işlevsizdir. Sadece ilgili durumlarda kullanılırlar. Seçim sistemi ve sandık gömülmüştür. Bunları gömen, egemendir. Seçimlerin kendisi bir çeşit tiyatrodur ve müsamere cinsinden, ilkokul tiyatrosu gibidir.
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi Saray Rejimi; savaş ve iç savaş

“Savaş devam ederken, yoksullaşan halka Saray Rejimi eli ile dayatılan sadaka sistemi, artık daha çok belediyeler eli ile sürdürülecektir. Hem sonra, bu ‘sosyal’ bir politika olarak da sunulabilir. Açları doyurmak, bazılarına iş bulmak, ucuz lokanta açmak, çöpleri toplamak, ‘askıda’ politikalarını geliştirmek, CHP eli ile daha iyi yapılabilir. Belediyelerin ise başka bir işi kalmayacak gibidir.
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Sahip”lerinin uzlaştığı yerde, aktörlerin dili aynılaşır “Kimsenin kaybetmediği seçim”

“Biz, Filistin’e karşı İsrail saldırısı öncesinde, iki noktanın savaş cepheleri olarak öne çıkartılacağını düşünüyorduk; biri, İran’a karşı savaş ve diğeri de Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş idi. Bu iki noktadan ABD’nin yeni kundaklamalar peşinde olduğunu düşünüyorduk. 2023’ün ekim ayında, Filistin’e karşı İsrail’in soykırımı ortaya çıkınca, Ortadoğu daha öne çıktı. Ama bu durum aynı zamanda, İran’a karşı doğrudan saldırıyı biraz olsun geri itti. Gördüğümüz bu idi.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Bir ileri, bir geri: Savaş boyutlanıyor

Bu sayıda ayrıca Hakkı Taşdemir’in Anadolu’nun Ermeni sosyalistleri, Temel Demirer’in “Hayata dair” kenar notları, Sibel Özbudun’un “Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi ve Şeyda Tuğgen Gümüşay’ın 1 Mayıs, tarihi anlamak ve madalyonun farklı yüzü başlıklı yazılar bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 274 / Mayıs 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt

Birleşik, kitlesel, devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim! | 2024 1 Mayıs Taksim Platformu

2024 1 Mayıs Taksim Platformu 1 Mayıs değerlendirmesidir:

 

2024 1 Mayıs’ını geride bıraktık. Devletin işçilere, emekçilere, toplumun geniş kesimlerine dönük baskı ve saldırılarına karşı tepkinin damgasını vurduğu gösteriler gerçekleşti. İstanbul 1 Mayıs’ına ise Taksim yasağı ve direnme iradesi damgasını vurdu. İktidarın baskı, yasak, savaş politikalarına karşı alanlara çıkan devrimci-ilerici güçler, işçiler, emekçiler, gençler tehdit ve saldırılara boyun eğmeyeceklerini gösterdiler.

1 Mayıs’a giderken…

İşçi Emekçi Birliği’nin birleşik, kitlesel, tarihsel ve sınıfsal özüne uygun 1 Mayıs’ı örgütleme çağrısıyla mart ayı içinde 1 Mayıs gündemleştirildi. 1 Mayıs’ın tarafı olan, iletilen çağrıya yanıt veren tüm kurumlarla 2024 1 Mayıs Taksim Platformu oluşturuldu. Platform hızla birleşik, kitlesel Taksim 1 Mayıs’ını örgütlemek için çalışmalara başladı. Afiş, bildiri vb. gibi materyaller belli yaygınlıkta kullanıldı. Sanayi havzalarında, emekçi semtlerinde, kent merkezlerinde ortak zeminde yaygın 1 Mayıs ve mücadele çağrısını geniş kesimlere taşındı. Devletin ve bürokrasinin 1 Mayıs’a dönük saldırı ve içini boşaltma çabalarına yanıt üretme çabası içinde oldu. Platform aynı zamanda 1 Mayıs’ın tarafı olan kurumlarla ortak hareket etmek için adımlar attı, atılan adımlara yanıt verdi. 

DİSK de dahil olmak üzere sendikalarla görüşmeler gerçekleştirdi. DİSK bürokrasisinin süreci güçlü ve birleşik bir zeminde örgütlemekten imtina ettiğini söyleyebiliriz. CHP ile birlikte davranan DİSK’e hâkim anlayışlar 1 Mayıs’ta AKP ile pazarlık yaparak yol yürümeyi tercih etti. 1 Mayıs’ın sınıf ruhunu ve sınıf kavgası içeriğini boşaltan bu adımlar sendikal bürokrasinin uğursuz rolünü bir kere daha göstermiş oldu. DİSK izlediği bu tutumla güçlü ve birleşik Taksim 1 Mayıs’ı zeminlerini de dinamitlemiş oldu. Yaşanan gelişmeler ışığında KESK DİSK’le birlikte hareket etmek için önemli çabalar ortaya koydu. Son günlere kadar DİSK buna yaklaşmadı. 

Mevcut tabloda KESK 1 Mayıs’ın tarafı olan güçlere 1 Mayıs gündemli çağrı yaptı. Geniş bir katılımın olduğu toplantıların ortak irade oluşturmaya uygun gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Geçmiş senelerde 5’linin gerçekleştirdiği bilgilendirme sınırlarını aşmayan toplantılar bu yıl da ortaklaşma adı altında KESK’in kendi tutumunu açıkladığı toplantılar olarak şekillenmiş, toplantıya katılan kurumlarla ortak irade ve inisiyatif oluşturulamamıştır. Son güne gelindiğinde açıklanan valilik yasağı parçalı, dağınık tablonun daha belirgin görülmesini sağlamıştır. Ortaklaşma zeminleri belli ölçüde ortadan kalkmış, tüm kurumlar kendi karar ve inisiyatifine göre hareket etmeyi tercih etmişlerdir. 

Platform, sürecin başından itibaren anlamlı bir dizi adımlar atması, bir dizi konuda ön açıcı inisiyatif koymasına rağmen mevcut tablonun dışında kalamamıştır. İç zayıflık ve bazı konularda farklı yaklaşımlara sahip kurumlar toplamı olmasının, bu yaklaşımların bir sonucu olarak bazı konularda ortak eğilim oluşturamamasının, toplamı gözetme kaygısının vb. bir sonucu olarak, yer yer bekleyen tablosu inisiyatifinin ve ortaklaşma zeminlerinin zayıflaması gibi sonuçlar açığa çıkarmıştır. Son gün valilik açıklaması ve ardından KESK’in acil toplantı çağrısıyla yapılan toplantıda Beşiktaş kolunda yer alan kurumların önemli bir kısmı kararını Saraçhane olarak değiştirmiştir. Platform ortaklaştığı toplanma kolu noktasında bütünlüklü bir tutum ortaya koyamamış ve ortak kararla yeni bir toplanma yeri belirleyememiştir. Sürecin gidişatının açığa çıkardığı bu tablo devlet, sendikal bürokrasi ve CHP’in 1 Mayıs’ın altını boşaltmak için attıkları adımların karşısında birleşik ve güçlü bir tutumla çıkılmasını da sınırlamıştır.

1 Mayıs günü Mecidiyeköy’de çeşitli noktalarda ve Saraçhane’de toplanan Platform bileşenleri bulundukları her yerde Taksim kararlılığını sürdürmüşlerdir. 

Platform bileşenleri ve devrimci-ilerici güçlere hâkim parçalı, dağınık tablo 1 Mayıs vesilesiyle daha belirgin görülmüştür. Devrimci-ilerici güçlerin sendikalar içindeki mevzilerinin ve etkilerinin zayıflığı bürokrasinin daha rahat ve hoyratça davranmasını da kolaylaştırmıştır. Açığa çıkan tablo bir kere daha birleşik mücadelenin ve sınıfı devrimcileştirmenin önemini göstermiştir. 

Tutuklama saldırısına karşı 1 Mayıs iradesi sürüyor!

Sermaye devleti 1 Mayıs günü ve sonrasında gözaltı, tutuklama saldırısını devreye sokmuştur. 1 Mayıs günü 200’ü aşkın gözaltı gerçekleşmiştir. 1 Mayıs sonrası yapılan ev baskınlarıyla gözaltına alınan arkadaşlarımızdan 50’si tutuklandı. 1 Mayıs iradesini kırmak için saldıran sermaye iktidarı İbrahim Kaypakkaya silüetini, Siyonist İsrail’le iş birliğinin ifşa edilmesini de suç gerekçesi olarak görmüştür. 1 Mayıs’a, İbrahim Kaypakkaya’ya, Filistin halkının haklı direnişine sahip çıkacağız. İçerde ve dışarda saldırılara karşı mücadeleyi büyüteceğiz. Ekonomik ve sosyal yıkım saldırılarının önünü almak ve toplumun geniş kesimlerine gözdağı vermek için gerçekleşen saldırılara karşı duracağız. 

Önümüzdeki görev iktidarın ekonomik, sosyal yıkım saldırılarına, savaş politikalarına, tutuklama terörüne karşı 1 Mayıs sürecinden dersler çıkararak birleşik mücadele zeminlerini güçlendirmektir. 1 Mayıs’ı örgütlemek için oluşturduğumuz Platform gelinen aşamada işlevini tamamlamıştır.  Platform bileşenleri olarak bundan sonraki sürece hata ve eksiklerimizden dersler çıkararak bulunduğumuz her alanda birleşik, kitlesel, devrimci mücadele zeminlerini güçlendirme bilinciyle yaklaşacağız.

Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm!

Taksim 1 Mayıs Alanıdır!

1 Mayıs’a, Taksim’e, Tutsaklara Özgürlük!

18 Mayıs 2024
2024 1 Mayıs Taksim Platformu

 

Direnen halkları hiçbir kuvvet durduramaz!

Yıllardır süren baskıya rağmen durdurulamayan Kürt halkının mücadelesinin Gezi Direnişi ile birleşmesi, egemenlerin tüm dengesini bozmuştur.

İçeride yağma ve rant ekonomisi ile toplumun üstüne basanlar, dışarıda da emperyalistler adına savaşlara dahil olmaktadır. Bu gelişmelere karşı ise toplumda bir direniş mayalanmaktadır.

Egemenlerde her şeylerini kaybetme korkusu büyümektedir. Korkularının gerçeğe dönmesini engellemek için ise gelişen direnişlere saldırmaktadırlar.

Gezi davasında Can Atalay’a saldıranlar, dün 1 Mayıs’ta direnenlere saldırmıştır.

Bugün ise bir laboratuvar örgütü olan IŞİD’in Kobane’yi işgaline karşı gelişen direnişe destek çağrısı bahanesi Kürt hareketine saldırmaktadırlar.

Çalılar tutuşmuştur, ülkenin her yerinde yangın büyümektedir.

Cinayetle kaybettikleri arkadaşları için yüzbinlerce öğretmen sokağa dökülmektedir. 1 Mayıs’ta tutuklanan yoldaşları için devrimciler omumuza gelip mücadeleyi büyütmektedir. Van’da mazbatası verilmeyen belediye başkanı için Kürt halkı her yerde sokağa çıkmıştır. Filistin direnişi, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin baskısına rağmen tüm dünyayı sarmıştır.

Direniş öğretmekte, korku duvarları aşılmaktadır. Saflar netleşmektedir, halkların ortak mücadelesi kazanacaktır.

Baskılar bizi yıldıramayacak, direnerek kazanacağız!

“Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: Karabük Üniversitesi

“Eğer eğitim öğretim
zayıf ve değersiz ise
insanı da zayıf ve
değersiz yapar.”[1]

Haber gözünüzden kaçmış olamaz: Karabük Üniversitesi’nin Instagram hesabındaki “İtiraf Sayfası”nda yer alan notlardan, kentteki Afrikalı öğrencilerle ilişkiye giren çok sayıda kadın ve erkek öğrencinin HIV ve HPV belirtileri nedeniyle sağlık merkezlerine müracaatta bulunduğu anlaşılmıştı.[2]

Anımsayacaksınız, Karabük 2023 yılında 17 yaşındaki Gabon’lu öğrenci Dina cinayeti ile kamuoyunun gündemine gelmiş, kentte Afrikalı öğrenci sayısının yüksekliği dikkat çekmişti. Gerçekten de, Karabük Üniversitesi’nde 98 farklı ülkeden 12 bin yabancı öğrenci eğitim gördüğü, bunların yaklaşık 6 binini Afrika’nın farklı ülkelerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu bildiriliyor.[3] Bir başka deyişle, 132 binlik kent nüfusunun yüzde onunu yabancı, yüzde beşini ise Afrikalı öğrenciler oluşturuyor!

Bu nasıl mı oluyor? Hakkındaki yolsuzluk iddialarının[4] ayyuka çıkması ardından profil resmini değiştirip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çekilmiş bir fotoğrafını koyan[5] eski rektör Prof. Dr. Refik Polat’ın iki yıl önce verdiği bir röportaj, çok açıklayıcı: “Biz üniversite olarak, hele hele devlet üniversitesi olarak para nasıl kazanılır bunu öğrendim. Yani devletin bana yıllık verdiği yatırım bütçesi kadar belki o kadar ulaşmadı ama ona yakın bir miktarda ben para kazanıyorum. Uluslararası öğrencilerden kazanıyorum, formasyondan kazanıyorum, TÖMER’den kazanıyorum, yaz okulundan kazanıyorum, efendim gayrımenkul şeylerden kazanıyorum. Kiralarımdan kazanıyorum. Nereden baksan 14-15 milyon, eski parayla 14-15 trilyon… Sadece yaz okullarından bu sene 4 milyon lira para kazandım. Ben devletten gidiyorum Naci Ağbal’dan para istiyorum vermiyor…”[6]

“Neoliberal üniversite” anlayışının alaturka versiyonu… Eski rektör, üniversitelere (ve tabii diğer bütün kamu hizmeti veren kurumlara) yönelik kamu bütçesini kısıp “başınızın çaresine bakın, ekmeğinizi taştan çıkartın!” diyen neoliberal dictum’u iyi kavramış. Hem üniversitesini kamunun sırtında bir “yük” olmaktan kurtarmış, hem de onu “eski parayla trilyonlar” kazanan bir ticarethaneye dönüştürmüş!

Ama dedim ya, “alaturka” bir versiyon… Aslına bakılırsa kapitalizmin neoliberal birikim modeli, önceki modellerden, yüksek adaptasyon yetisiyle ayırt ediliyor. Önceki modeller bir dizi kurumsal uyarlanmayı (ulus-devlet, Batı-tipi bir “modernizm”, sekülerlik, görünüşte de olsa işlerlikte olan bir insan hakları ajandası, hatta demokratik işleyiş, vb…) gerektirirken, neoliberal modelde bu bagajı boşaltıldı. Neoliberal kapitalizm sirayet ettiği coğrafyalardan tüketim kapasitesinden başka hiçbir şey beklemediği gibi, kendisini her siyasal-toplumsal kültürel varyanta uyarlamaya muktedir gözüküyor: bu bağlamda Suudi Arabistan versiyonu da, İran versiyonu da, Çin versiyonu da, Brezilya versiyonu da aynı ölçüde kapitalist, aynı ölçüde “küresel”!

Bu olgu, bizi “Karabük/Karabük rektörü” vakasının başka veçhelerine ulaştırıyor. AKP’nin “alaturka neoliberalizmi”nin anlaşılmasında olmazsa olmaz değer taşıyan başka veçhelerine…

Örneğin dinsel veçhe: 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektör Refik Polat, Yeniçağ Gazetesi’nden Fatih Ergin’in bildirdiğine göre, Hakyol cemaati mensubu… “Döneminde, Hakyolcular üniversitede örgütlenmiş ve akademisyenlerden Afrikalılar için ‘himmet’ toplanmış! Cemaatçi olmayanlar da bağışa mecbur kalmış!” [7]

“Hakyol da ne” mi? Nakşibendiliğin Türkiye’deki en etkili kollarından biri olan İskenderpaşa Cemaati’nin kurduğu vakfın adı… Kurucusu, cemaatin lideri Esad Coşan… Esad Coşan’ın Avusturya’da geçirdiği bir trafik kazasında ölmesinin ardından onursal başkanlık, oğlu Muharrem Nureddin Coşan’a devrolacaktı.

Malum, İskenderpaşa, Turgut Özal, Necmeddin Erbakan gibi devlet ricalini saflarına katabilmiş, devlet içinde en örgütlü cemaatlerden biri. “Yeni dönem”de yıldızı AKP’nin Fethullah Gülen “fiyaskosu”nun ardından, Gülen cemaatinden açılan boşluğu doldurmasıyla parladı. Özellikle sağlık ve adalet kurumlarında güçlü olan cemaat, öyle gözüküyor ki Hakyol aracılığıyla, üniversitelerde de örgütlenmekte.[8]

Ve neo-Osmanlıcılık hevesi: Eski rektör, belli ki hem kişisel, hem de cemaat ilişkilerini kullanarak Afrika ülkeleriyle yakın bağlar kurmuş, anlaşmalar imzalamış. Tanzanya, Gabon, Zanzibar, Çad, Sudan, Senegal… Taraflar açısından “ballı” anlaşmalar: Tabii ki varlıklı ailelerden gelen Afrikalı öğrenciler için “hazır diploma”, üniversite (ve genelde Karabük) için ise milyarlarca doları bulan bir getiri:

“Yerel kaynaklardan kimle görüşsek yabancı öğrencilerden kayıt esnasında ciddi meblağlarda para alındığı söyleniyor. (…) Şehirdeki yabancı öğrenciler kendilerinden alınan tutarın bölümden bölüme değiştiğini belirtiyor. Örneğin 2 yıllık bir Otomotiv bölümü için yıllık 1000 dolar gibi bir ödeme yapılırken Tıp Fakültesi’nden bu tutar 20 bine kadar çıkıyor.”[9]

Ve karanlık ilişkiler: Hâl böyle olunca ve kayıtlar nizamî yollardan değil de, aracı firmalar eliyle yapıldığından, mafyalaşma da kaçınılmaz hâle geliyor: aracı şirketler arasındaki rekabetin, tehdit, şantaj, insan kaçırma, silahlı çatışma boyutlarına ulaştığı, Karabük Adliyesi kayıtlarına geçmiş bile![10]

Ancak “mafya(lar)” yalnızca Afrika ülkelerinden öğrenci getirip onları fahiş (ve tabii yasal olmayan) meblağlarla üniversiteye kaydettirmekle yetinmiyorlar. Gabonlu öğrenci Dina’nın katli, kentte hareketli bir fuhuş sektörünün varlığını da ortaya çıkardı… “Karabük sokaklarında dolaşırken kaynağımızın söyledikleri, bakire üniversiteliler için kurulan borsanın büyüklüğünü gösteriyordu. Dina’yı kovalayan 3-4 kişinin bu fuhuş çetelerinden birinin üyeleri olabileceği iddialarını güçlendiriyordu. Ona göre bu ağ o kadar büyüktü ki, İstanbul’dan bile (fuhuş çetelerinin daha geniş ağa ulaşabilmesinden kaynaklı) insan getirebiliyor.”[11]

Ve ne acıdır ki tüm bunlar, yakın bir zaman öncesine dek neredeyse tek geçim kaynağı, emekçilerin Kardemir’i olan bir işçi kentinde olup bitiyor: 1994 yılında zarar ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar verilen, ancak işçilerin yanısıra tüm halkın seferber olduğu bir direniş sonucu kapatma kararından geri adım atılarak Karabük halkına devredilen, Türkiye’nin ilk demir-çelik fabrikasının kenti…

Özetle, tekmili birden kusursuz bir “yerli ve milli” neoliberalizm serüveni… İçinde yok yok! Sanayisizleştirme, üretim yerine rant ekonomisine geçiş, ticarethaneye dönüştürülen “girişimci” üniversite modeli, neo-Osmanlıcı Afrika “açılımı”, yolsuzluk, tarikat, mafya, fuhuş, cinayet…

Bunları gerçekten de hak ediyor muyuz?

23 Mart 2024 10:17:31, İstanbul.

N O T L A R

[1] Niccolo Machiavelli, Siyaset Üzerine Konuşmalar, çev: Hakan Zengin, Dergah Yay., 2008.

[2] “Karabük Üniversitesi’nde Birçok Öğrenci HPV ve HIV Belirtileriyle Hastanelere Başvurdu”, Cumhuriyet, 22 Mart 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/karabuk-universitesinde-bircok-ogrenci-hpv-ve-hiv-belirtileriyle-2188602

[3] A.y.

[4] İşte eski rektör Refik Polat hakkındaki yolsuzluk iddialarından bazıları: İki sekreterini ve güvenlik görevlisini akademik kadroya aldırmak, üç daire başkanlığına din kültürü öğretmenleri atamak, makam odasına banyo yaptırmak, evinde çalışan kadının ücretini üniversite bütçesinden ödemek, üniversitede çalışan temizlik görevlilerini özel hizmetinde kullanmak, rektörlük konutunu yıktırıp sadece peyzajına yüzbinlerce lira harcanan tenis kortlu yeni bir konut yaptırmak ve bu süre içerisinde lojmanda değil de arkadaşının evinde kalıp kirayı üniversite bütçesinden ödemek, 10 milyon TL’yi aşan bir malvarlığı… (Deniz Gök, “Hakkında Yolsuzluk İddiaları Ortaya Atılan Rektör, Profil Fotoğrafına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Koydu”, Onedio, 30 Ekim 2021… https://onedio.com/haber/hakkinda-yolsuzluk-iddialari-ortaya-atilan-rektor-profil-fotografina-cumhurbaskani-erdogan-i-koydu-1013360.)

[5] Ay

[6] Ersin Eroğlu, “Sayıştay’dan Karabük Üniversitesi Raporu: Yabancı Öğrenci Sınavı Ücretini Yetkisiz Kişiler Tahsil Etmiş”, 10 Haber, 23 Mart 2024… https://10haber.net/gundem/sayistaydan-karabuk-universitesi-raporu-yabanci-ogrenci-sinavi-ucretini-yetkisiz-kisiler-tahsil-etmis-388625/

[7] https://twitter.com/Fergin923/status/1771466289636048897

[8] “Hâlen Hakyol Vakfı’nın onursal başkanı olan Muharrem Nureddin Coşan, bugünlerde üniversitelerde yapılanma içine girdiği için ciddi şekilde gözlem altına alınmış durumda… Müritlerinin çoğunluğunun üniversitelerde önemli görevlerde yer alması ve çoğunluk elde etmesinden dolayı devlet tarafından üniversiteler gözlem altına alındı.” (Ebru Küçükaydın, “Üniversitelerde HAKYOL Tarikatı Mercek Altında”, Haberimizvar.net, 22 Eylül 2019… https://www.haberimizvar.net/universitelerde-hakyol-tarikati-mercek-altinda-6321-haberi)

[9] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Karabük’te ‘Bacasız Sanayi’: Afrikalı Öğrencilere Üniversite Diploması Ticareti”, 10 Haber, 15 Nisan 2023… https://10haber.net/gundem/karabukun-bacasiz-sanayi-yabanci-ogrencilere-universite-diplomasi-ticareti-169613/

[10] Ay.

[11] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Dina’nın Şüpheli Ölümünde Fuhuş Şüphesi ve 1002. Cadde’nin Sırrı” Haber 10, 17 Nisan 2023,https://10.haber.net/gundem/fuhus-suphesi-ve-1002nci-sokakta-yasananlar-170643/