Ana Sayfa Blog Sayfa 38

Yerel seçimler ve tutumumuz

Mayıs 2023’te “yapılan” seçim müsameresinde, gayrimeşru olan bir seçimle, Saray Rejimi’nin yeni “restorasyonu” başlatılmıştır. Bize göre, bu restorasyonun en belirleyici yönü; direnişin, işçi sınıfı ve emekçilerin sistemden ve özel olarak devletten kopmalarının önlenmesi, bu amaçla solun CHP aracılığı ile sisteme bağlanmasının yollarının döşenmesi idi.

Şöyle de kaydedilebilir: Toplumsal muhalefet, sokaklar ve işyerleri, okullar ve kadın direnişleri, sistem için bir tehdit hâline gelmekteydi. Bu tehdit, kitlelerin, işçi sınıfının, emekçilerin genel olarak sisteme karşı güvensizliğinin gelişmesi ile bağlantılıdır. Bu sistemden rahatsız olma hâli, devletten kopma, yerleşik bir alışkanlıkla etkileri derinde olan “devlet baba” anlayışının yara alması, ondan kopulması durumudur.

TC devleti, onun olağanüstü örgütlenmesi olan Saray Rejimi, bu süreci, sol hareketten daha net görüyordu. Bu nedenle, sanki “muhalif”miş gibi bir CHP balonu şişirildi, Kılıçdaroğlu bir masalcı teyze olarak halkın karşısına çıkartıldı. Böylece sol, direniş hareketini desteklemek yerine, bir ucuz umutla, CHP’nin kuyruğuna takılmıştır.

Masalcı teyze, sürekli olarak, “sokaktan uzak durun”, “TC devleti, laik, sosyal bir hukuk devletidir” gibi nakaratları tekrarladı. İktidarın, devletin, her yasaları çiğneyişi karşısında, sanki “devlet içinde kötü adamlar var ve onlar suçludur” inancını yerleştirmek istediler. CHP, bunu başardı.

İşte, seçim sonrası başlayan sürecin, restorasyonun ilk adımları, seçimler sayesinde ve seçim sürecinde atıldı. Yani seçim sonuçları değildir önemli olan, önemli olan solu CHP’nin kuyruğuna takarak, toplumsal muhalefetin direnişini, direniş hattını yalnız bırakmaktır. Bunu denediler. Çok da başarısız olduklarını söyleyemeyiz.

Bu dönemin tekerlemesi hâline gelmiş olan “bir oy bize bir oy Kılıçdaroğlu’na” sloganı, sıradan bir hata değildir ve öyle “bir kereden bir şey olmaz” anlayışı ile örtülecek bir sağa yatma da değildir. Ciddi, derinlemesine ele alınması gereken bir tutumdur.

Şimdi, direniş hattı kırılamamıştır.

Toplumsal muhalefet, inişli çıkışlı yoluna devam etmektedir.

Solun bir kesimi hatalı tutumlarını itiraf etse de, sağa kayışlarını, sisteme entegre olmalarını durdurmuş, buna net bir önlem almış, derinlemesine bir düşünme sürecini yaşamış değildirler.

Devlet cephesinde ise, milliyetçilik ve İslam’ın yeni bir dozda karışımı devreye sokulmaktadır. Saray Rejimi’nin içindeki “yerleşik” Kemalist kesimler laiklik ve devletin bekası vurgusu ile bir milliyetçiliği pompalamak üzere hazırlık yaparken, İslamî kesimi de bu tabloya İslamî sos katmaktadır. Zaman zaman İslamî sos ile milliyetçilik sanki karşı imiş gibi de sunulmaktadır. Egemen, İslamî her saldırıyı, aslında devlet ile bağlantısız olarak sunmakta ve sol kesimleri bu saldırılara karşı milliyetçilik etrafında toplamaya çalışmaktadır.

Bu da bir paranın iki yüzü gibidir, yazı-tura gibi birbirine yapışıktırlar. Her iki politika da bizzat egemenler tarafından, NATO tarafından organize edilmektedir.

Önümüzdeki yerel seçimlere bu koşullarda giriyoruz.

1

Egemenin, Saray Rejimi’nin, NATO’nun, “demokrasi” denilen şeyi seçimler ve sandık üzerinden organize etmesi gerçeği unutulmamalıdır. Yani sandık ve seçim denildi mi “umutların kabarması” gerekli değildir. Tersine, “seçim sonuçları” açıklandığında da umutsuzluğa kapılmanın anlamı yoktur. Genel seçimler, Mayıs 2023 seçimleri, bir müsameredir. Hiçbir biçimde ciddi değildir, saygın değildir ve meşru değildir. Egemenin, Saray Rejimi’nin hilelerini “halkın tercihi” olarak kabul etmek, saçmalıktır.

Ama bu durum, yerel seçimlerin genel seçimlerden farkını görmemizi engellemez.

Mevcut koşullar altında yerel seçimler, işçi ve emekçiler için, kadın ve öğrenci direnişleri için, kısacası her alandaki direniş için çok önemlidir.

Bunun birçok örneği var.

Tüm Kürt illerinde, HDP’nin, yeni adı ile DEM Parti’nin, kazandığı hemen her belediyeye kayyum atanmasının nedeni, yerel yönetimlerin kendine has öneminden ileri gelmektedir.

Dersim Belediyesi örneği, Maçoğlu örneği değerlidir.

Evet, yerel yönetimler her şey değildir. Ama zaten seçimin kendisi de her şey değildir. Yerel yönetimler, mücadelenin, direnişin önemli alanlarıdır.

Bu nedenle, yerel seçimler üzerine tartışmamız gereklidir.

2

Her şeyden önce, yerel seçimlerde, devrimci, direniş cephesini geliştirmek, Birleşik Emek Cephesi’ne giden yolda bir adım atabilmek mümkündür.

Yerel seçimler, kitlelerin, kendi yaşadıkları kentlerin sorunlarına duyarlı hâle gelmelerinin de bir aracıdır.

Bu nedenle biz, yerel seçimlerde, ortak bir devrimci tutumun gerekli ve zorunlu olduğunu savunuyoruz.

Tutum, en genel hatları ile şöyledir:

– Seçimlere, ortak bir tutumla katılmak gerekir. Bu ortak tutum, direniş hattını geliştirmek üzerine kurulmalıdır.

– Yerel seçimlerde temel tutum, kentin sorunlarını doğru ve dolaysız olarak ortaya koymak, kentlere “rant” gözü ile bakışı deşifre etmek, buna karşı tutum almak üzerine oturtulmalıdır.

– Halkın, kitlelerin, örgütlü tarzda, yerel yönetimlere katılmasının mekanizmaları geliştirilmelidir.

– DEM Parti’nin deneyimleri, Dersim deneyimi, bu açıdan, ortak devrimci tutum içinde ele alınmalıdır.

Bunlar en genel ilkelerdir.

3

Seçimlere hazırlık ve katılım için de bir netliğe ihtiyaç vardır.

İlk olarak, ortak bir devrimci ittifakla seçimlere girilmesi gerekir.

Bu ittifak, kendi içinde daha dar ittifakları da kapsayabilir. Ama ilke olarak en geniş ittifakı hedeflemelidir.

Bir ilde, ilçede, bölgede vb. kazanma şansı olan aday, sisteme muhalif olması koşulu ile desteklenmelidir ve her grup, orada o adayı desteklemelidir. Örnek olsun ve kimse yanlış anlamasın diye net olarak söylemek gerekirse, mesela Dersim’de Maçoğlu aday ise, burada başka bir devrimci grubun aday çıkartmaması, orada o adayı desteklemesi gerekir. Aynı tutum, DEM Parti adayı için de geçerlidir.

Bu örnekler, kazanma şansı çok kuvvetli olan adaylar ya da isimler üzerinde öne konmuştur. Ama her alanda süreç bu denli net olmayabilir. Yine de biz, herkes, bir ilçede, ilde vb. hangi adayın kazanacağı konusunda bir fikre sahibizdir.

Bir ilde, ilçede güçlü olan aday, kendi istediği biçimde aday olmalı ve diğer gruplar onu desteklemelidir. Diyelim ki bir ilde, ilçede bir hareketin adayının kazanma şansı kuvvetli ise, ittifak içinde yer alanlar tüm olarak o adayı desteklemelidir.

Yani ilke olarak, bir alanda, devrimci hareketler içinden iki aday çıkartılması reddedilmelidir. Ancak bir hareket, son derece tartışmalı bir ismi aday gösterirse durum değişebilir.

Buna göre, biz Kaldıraç Hareketi olarak, kazanma şansımızın olduğu yerde, kendi adayımızı önereceğiz ve bu aday etrafında, tüm solun, DEM Parti’nin desteğini talep edeceğiz, umacağız. Aynı biçimde, başka bir yerde, DEM Parti de dâhil, kazanma şansı olan adayları, hatta bağımsız adaylar bile olsalar onları destekleyeceğiz.

Yani tek bir çatı yok ise, adayların tümünün tek bir parti, tek bir hareket adına gösterilmesi doğru değildir. Kardeşler kendilerine ait isimleri olan varlıklardır ve kardeşler kendilerini inkâr ederek bir ortaklık yaratamazlar.

Biraz daha netleştirelim; diyelim ki bir x ilçesinde (ya da ilinde ya da muhtarlığında), bir hareketin adayının kazanma ihtimali yüksekse, biz o adayı destekleyeceğiz. Kendi adayımız olmasa da, kendi adayımız gibi destekleyeceğiz. Devrimci ilkeler ve direniş hattı dışında, işçi ve emekçilerin davasına sadık olma koşulu dışında, hiçbir şart koşmadan, kendi adayımız o imiş gibi çalışacağız. Aynı şeyi, kendi adaylarımız için de talep edeceğiz.

Yukarıda geçen Maçoğlu ve DEM Parti örnekleri, net oldukları için verilmiştir. Bizim adayımızın kazanma olanağı olduğu yerde de, bir pazarlığa vb. girmeden, aynı desteği talep edeceğiz.

Seçimlere şu ya da bu parti adı altında girmek ile bağımsız vb. girmek arasında büyük bir farklılık olduğu fikrine katılmıyoruz. Diyelim ki, mesela DEM Parti, bir bölgede devrimci adayı desteklediğini açıkladığında, DEM Parti’nin parti olmaktan gelen avantajı, o adayın da avantajı olacaktır.

4

Bu ittifak, sadece seçim sürecine bağlı bir tutum olmamalıdır.

En azından biz öyle düşünmüyoruz. Varsayalım ki bir yerde seçimi kazandık. Bu belediye başkanımız, elbette Maçoğlu ile, elbette DEM Parti içinden kazananlarla bir bağa sahip olacaktır. Tüm yerel yönetim deneyimleri bu açıdan birleştirilecektir.

Dahası, seçimin kazanıldığı her yerde, tüm meslek örgütleri ile, tüm devrimci ve demokratlarla, işçi ve öğrencilerle, kadınlarla, düzenli ve sistemli ortak çalışmalar organize edilecektir. Bir belediye almak demek, onu tek başına yönetmek demek değildir. Mimarlar Odası’ndan, Tabipler Birliğinden vb. meslek örgütlerinden, gerçek işçi sendikalarından, kadın örgütlenmelerinden bağımsız hareket etmek anlamlı ve kazandırıcı değildir.

Bu konularda net olmak için yeterince deneyimimiz, bizim hareket olarak değil, bütün devrimci hareket olarak, vardır. Bu deneyimleri önemsiyoruz. İttifak, bu deneyimler yokmuş gibi davranamaz.

Gönül ister ki bir ortak çatı organize edilsin ve her hareketin adayı, bu ortak çatının adayı olsun. Ama buna zaman olmadığı açıktır. Böylesi bir genel ittifak, ortak bir çatı yoktur. Belki böylesi bir çatı, seçimlerin sonrasında bile kurulabilir. Ama seçim sürecinde, kimse, kazanma ihtimali yüksek olan bir ismi, başka bir harekette iken, kendi partisi altında seçime girmeye zorlamamalıdır. Bu, kazandırıcı bir tutum değildir. Dahası, gelişebilecek olan daha kapsamlı işbirliklerinin de önünü tıkayacaktır. Parlamento seçimlerinde, tek bir partiden, tek bir ittifaktan, mesela DEM Parti’den seçimlere girmek anlamlı olurdu. Bu gerçekten de çok önemli olurdu. Bunu yaşadık ve gördük. Ama yerel seçimlerde durum böyle değildir. Yerel seçimlerde, başkan ve meclis önemlidir. Bu nedenle, bir adayın etrafında, pratik bir birlik gerçekleştirmek, birçok ilkesel tartışmadan daha önemlidir. Aday, ister bağımsız ister bir partinin adayı olsun, bu durumu değiştirmez. Değiştirmez, yeter ki tüm sol, tüm devrimci gruplar o adayı desteklediklerini açıkça ilan etsinler ve bunun için, kendi adayları imiş gibi endişesiz bir çalışma yürütsünler.

Değil mi ki biz, DEM Parti belediyelerinin yerine kayyumların atanmasını bir gerçeklik olarak biliyoruz. Bu nedenle, seçimler konusunda daha net olmak gerekir. Kazanılan her yerel birim, gerçekte büyük bir değerdedir. Ama bu, tüm muhalif belediyelerin ortak tutumlar alabilmesini de gerektirmektedir. Bu nedenle sadece seçim süreci değil, seçim sonrası da çok önemlidir.

Tüm bu süreç, tüm devrimci hareketin, işçi sınıfından yana tüm örgütlerin ortak deneyimi olarak çok büyük bir değere sahip olacaktır.

Seçimlerin ana hedefi, direniş hattını geliştirmektir. Bu, sonuçlardan daha da önemlidir. Yerel seçimleri kazanmayı önemsemediğimiz için değil. Tersine, yerel seçimleri, kitlelerin örgütlülüğü açısından çok değerli bulduğumuz için.

Kazanacak aday, kendine bu açıdan güvenmelidir. Elbette onu desteklemek ya da karşısına başka bir aday çıkartmak, tümü ile diğer grupların sorunudur, tutumudur.

Bize göre, yerel seçimler, devrimci hareketin kendi içinde bir rekabete girişecekleri bir alan değildir. Tersine, rekabet böler eylem birleştirir ilkesine uygun olarak, kazanacak adayın desteklenmesi için net tutum almak doğru tutumdur.

Diyelim ki bir alanda, hiçbir sol ve devrimci grup ya da partinin kazanma olanağı olmasın. Yine de bu alanlarda solun kendi adaylarını açıklaması önemlidir. Bu alanlarda da, her hareket, büyük küçük demeden, kendi gücünü, o adayın desteklenmesi için seferber etmelidir.

Daha genel olarak oluşmuş “ittifaklar” vardır. Bu ittifaklar, kendi ittifaklarını bozmadan, onu sürdürerek, yerel seçimlerde, daha kapsamlı bir ittifak için, pratik tutum almalıdır. Örneğin İşçi Emekçi Birliği, kendi varlığını korumaya devam ederek, mesela bir x alanında, bu ilkeler çerçevesinde tutum alabilir, almalıdır. Bu konuda atılmış adımlar, sürmekte olan görüşmeler, bizim için çok değerlidir. Kimse, kazanma olasılığı yüksek olan adayın karşısında başka bir aday çıkartmadan, onu desteklemeyi başararak bir kayba uğramayacaktır. Dar rekabet gözlüğünü çıkartabilirsek, bu konuda atılan adımların geliştirilmesi mümkün olacaktır. Biz bir yerel adayı desteklerken, eğer alanda tek bir aday varsa, o adayın içinde bulunduğu hareketin bize ne kadar uzak veya yakın olduğuna bakmadan tutum alacağız. Kendi adaylarımızı da bu beklenti ile aday hâline getireceğiz. Eğer bir alanda, olur da birden fazla sol aday ortaya çıkarsa, işte o zaman bize kim daha yakın diye bakma şansını kullanacağız.

Hem HDP (uygun görülürse tümüne DEM Parti diyelim) ve hem de Maçoğlu deneyimi, bizim için ortak devrimci mücadelenin deneyimleridir.

Her şeyi üretebildiğimiz bu dünyada, her şeye ortak olmak mümkün!

13 Aralık 2023’te, Kadıköy’de gerçekleştirilen Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anmasında okunan metindir.

Doymak mümkün kardeşler, hem de her gün.

Acılı gözlerle bakmayın birbirinizin yüzüne, acımayın. Her şeyi üretebildiğimiz bu dünyada, hep açlık, hep yokluk çekmek, hep sömürülmek, hep aşağılanmak kader değil ki acıyasınız kendinize.

Ah, kim son verebilir koskoca mutsuzluğunuza, sonsuz endişenize… Bu mutsuz hayata acıyorsanız, acımayın. Bilin ki zenginler mutlu olsun diye sizin tüm mutsuzluğunuz. Kin duyun yalnızca. Emeklerimizden çaldıkları üzerine kurdukları saltanatlarını, rahat sofralarını, pırıl pırıl endişesiz çocuklarını, yatlarını, katlarını, depremden ölmedikleri, depremden ölmeyecekleri villalarını düşünün ve deyin ki “biz yarattık bu cenneti.”

Sevgiyi bile yarım veriyorsunuz birbirinize kardeşler; kaygıdan, endişeden; kendinize, birbirinize kızmaktan… Sevmek sevilmek parayla da değil ya. Ama bu yaşam insanca değil ki tam sevesiniz.

Acımayın tüm bunlara. Acımayın ki görün.

Her şeyi üretebildiğimiz bu dünyada her şeye ortak olmak mümkün.

Biz bu yüzden birbirimize “ortak” deriz. Her şeye ortak olmak istiyoruz biz. O meyveler var ya, bir poşet dolduramayıp çocuklara ucuzundan iki tane aldığımız… O fabrikalar var ya, o koskoca makinalar… Altında kardeşlerimizin ezildiği o vinçler… O taşıtlar, o gemiler bizim olsa katil İsrail’e mal taşımazdı o gemiler.

Biz bu yüzden birbirimize “ortak” deriz. Ürettiğimiz, bu çarkı döndürdüğümüz kadar, yönetmeyi istiyoruz biz. Biz yöneteceğiz ki milyonlarcamız emperyalist savaşlarda can vermeyecek. Biz yöneteceğiz ki herkese yetecek gıda varken milyonlarcamız aç kalmayacak. Biz yöneteceğiz ki insanın değeri, insan onuru ayaklar altına alınamayacak. Biz yöneteceğiz ki çocuklarımızı istismar etmeye, kadınları katletmeye kalkışanlar en ağır şekilde cezalandırılacak. Biz yöneteceğiz ki kimse bizim beynimizi uyuşturamayacak.

Üreten eller, üreten akıllar kadar iyi yönetebilecek kimse yoktur!

Biz bu yüzden birbirimize “ortak” deriz. İnsanca, onurlu bir yaşamın ortağıyız. Devrimci sosyalizmin safındayız. Ve kahramanlarımız var bu uğurda mücadele ederken bize bir tarih bırakan. Ortak yaşamı mücadelesinde örgütlemiş, bugünümüze ışık tutan kahramanlarımız var.

Komutan Bekir Kilerci (Burhanettin Akdoğdu), 13 Aralık 1997’de Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledilen ve öldürülemeyen yoldaşımızın adıdır. Adı, emeği, şiirleri, “Bir işçi çocuğu olarak doğdum/ Bir işçi olarak yaşadım/ Ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim” dizeleri; adımlarımızda, emeğimizde çoğalıyor. Biz yürüyoruz, o yürüyor.

Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, okuduğu Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde asılarak katledilen ve öldürülemeyen yoldaşımızın adıdır. Adı, yoldaşlarını satmamanın adıdır. İnsan olmanın çığlığıdır. Bizimle nefes alıyor. Sesi sesimize karışıyor.

Adlarını mücadelesiyle bugüne taşıyan kahramanlarımız, ortaklarımız onlar bizim. İnanın, onlar kendilerine de, sınıf kardeşlerine de hiç acımadılar. Kendilerine de inandılar, sınıf kardeşlerine de. Bu topraklarda mayalanan direnişlere, devrime inandılar. Tıpkı Mahir’in, Deniz’in, İbo’nun inandığı gibi… Onları anmak, onların izinde yürümek onurdur!

Onların mücadelesinden öğrendiklerimizle diyoruz:

Kardeşler, kendinize, sınıf kardeşinize inanın. Devrimci olun. Devrimcilerin yanında saf tutun. Bu hayatın bizlere vaat edebileceği hiçbir şey yok. Kendi mücadelemizle kazanabileceğimiz koskoca bir dünya var!

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

US War Plans and The Palace Regime

By Aysun Sadıkoğlu – November 4, 2023

Through the Ukraine issue, the US has come a long way in rallying the entire major Western imperialist world, including Japan, under its banner. Had it not been for the Ukraine issue, perhaps they would have done it through another crisis. But the Ukraine issue has strengthened the hand of the US in controlling the West.

It may be recalled that less than two years ago, Macron declared that “NATO is brain dead”. The brain of NATO is the US. And now France is a supporter of the US war plans. Fighters sent to France via Turkey, Islamic gangs (Al-Qaeda, ISIS, etc.) can be put into action as an open threat to France. The US is able to put this into action all over Europe – we will live and see, soon also in Japan.

In fact, on one side of the process is the unravelling hegemony of the USA. This hegemony was established in its full meaning between 1945-48, after World War II. The sovereignty of the dollar, the IMF, the World Bank, NATO, etc. are the institutions of this hegemony, along with others, of course. The war of the rulers against communism in order not to lose their paradise was combined with the US hegemony, driven by a fear unprecedented in the history of the world. Not only have the states of the capitalist world been organised as monopoly police states under the guise of “democracy”, including the gears of fascism, but the whole West has also redeveloped its relations with its colonies on the basis of even deeper exploitation and plunder. Of course, the USA received the biggest share from this process. This hegemony began to unravel with the war of division that emerged between the imperialist powers after the USSR dissolved and the “threat of communism” disappeared (A note is needed here: In fact, in our more comprehensive studies, we have already said that Sweezy and Baran had expressed the dissolution of this hegemony in the 1970s. But it went on more internally, and the petro-dollar system allowed the US to recover, or at least slow down, after 1973. The reason why we today commemorate the dissolution of hegemony mainly with the dissolution of the USSR is that this dissolution of hegemony has become clearer and a war of division between the imperialist five has come to the surface).

The second side of the process is the deepening crisis of the capitalist system. 2008 has brought this crisis to an even greater dimension. On the one hand, the crisis emerged in the midst of the imperialist war of division, on the other hand, two powers, Russia and China, which want to be recognised by the capitalist world, have started to make their presence felt. The economic development of China, in particular, meant that the rulers, squeezed by the crisis, lost more cakes and risked losing their market dominance. This is the third force that determines today’s process.

The international imperialist powers, the US, Germany, France, England, Japan in particular, refused to accept Russia and China as new “partners” at the table. The plan for the unification of the West to colonise Russia and China was, after many attempts, put into full operation with Biden and war was imposed as a solution. The Syrian war was a turning point in this. Until then, the US had been doing what it wanted in Afghanistan, Libya, Iraq and Yugoslavia. But in the Syrian process, Russia stepped in and then China also took a position. Thus, the dreams of a “unipolar world” have come to an end as a reality.

In these circumstances, of course, the war has become a war against the Russian and Chinese front.

In the last months, in August and September, the war cries have started to grow louder because the NATO forces have actually been defeated in Ukraine. These cries are louder in NATO, the US, England and Germany.

World War III (we can abbreviate it as ” WW III”) is now being referred to as a reality, as a strong possibility. In fact, the wars that are currently happening are a part of WW III. But it must be understood that it has not yet become a full world war.

Now the US-Western-NATO strategy is taking the form of a more intense war in Ukraine. The fact that Germany and England are trying to get ahead of the US in provoking war means, in fact, a closer embrace of the III DS.

Within this framework, the Western front, NATO and the US, are making preparations for war in other areas as well. The whole of Europe, the whole capitalist world, is putting the war industry into full swing, looking for places to strangle at every opportunity, looking for opportunities to create constant tensions.

Even though Russia and China are taking many measures against this process, such as BRICS, and even though many colonial countries take different positions, the US policy of creating new battlefields continues to move forward.

On the one hand, Japan and South Korea are made to become more active in China’s neighbourhood, on the other hand, the Balkans are being turned into a battlefield again, and finally, a new scenario is being put into action in the Caucasus, for which the Armenians in Karabakh are paying the price. The West is keen to use the Armenian government on the one hand and Azerbaijan on the other simultaneously. Thus, they want to develop war plans against Iran.

In this respect, on the one hand, Russia is wanted to be squeezed, but mainly Iran is tried to be encircled. It should not be difficult to see that there are preparations for a war between Iran and Turkey and that this is being planned by NATO. The peoples of the region are paying the price of the Syrian war. For the time being, the plans in the Caucasus are most damaging for the Armenians in Karabakh. Therefore, it must be recognised that they are bringing the entire Middle East to the brink of a new war.

But the main front of this war will be a war between the Turkish Republic and Iran. It is possible to notice that the Turkish state has imported many fighters into the region through Azerbaijan. One of the definite instigators of this war is of course Israel.

Of course, such a war would also mean a massive devastation of both Iran and Turkey. But this is not so much a problem for the West. On the contrary, it is desirable. In the midst of the war, the Turkish state is rubbing its hands and dreaming of launching new massacre policies against Kurds and Armenians. In short, it is clear that everyone, every power in the region has a calculation on this issue. But the real calculation is being prepared in Brussels and Washington, London and Berlin.

Both the developments in the Caucasus and the fact that the Turkish state is focused on war policies inside and outside, and that it has accepted the duty of triggerman without hesitation and with great willingness, show that this war is getting very close. This is the basis for the US to continue with Erdoğan again. The election results were also adjusted accordingly. The fact that the MHP’s (Nationalist Movement Party) 4 per cent vote is shown to be high is proof not of increasing nationalism, but of the nationalism that is wanted to be increased, that is being tried to be increased. Introducing Erdoğan as the “leader of the Ummah and Turan” and declaring the “Century of Turkey” on the streets of New York with funny truck adverts are meaningful in terms of showing their enthusiasm in this regard. The recent court decisions and arrests are exactly the signs of a preparation for this purpose. The use of chemical weapons against the Kurdish guerrillas as a Western programme and the acceleration of this programme is precisely for this reason.

The policy of war at home and abroad must be read from this point of view.

This, in the same framework, means that in order to re-solidificate the Palace Regime, it is time to roll up the sleeves.  In this respect, the fact that large sections of the left in Turkey are in the tail of the CHP with liberal policies is an advantage for the Palace Regime and the Turkish state. This policy is supported by the US and the EU.

As the Turkish state becomes more aggressive, as the Palace Regime as an extraordinary state organisation is sought to be further strengthened, the left is assigned the role of defending the “old state” within the framework of a shade of secularism and nationalism.

Of course, we reject this and call on the sensitive sections of the left, the masses and groups who continue the line of resistance to be vigilant. This process is a betrayal of the cause of the working class, the line of resistance, the struggle for revolution and socialism. The line of betrayal taken by the Second International before the First World War is now being revived on the eve of the war and in the midst of the war, in order to ensure the dumbing down of the left. In this way, it is aimed to render the working class, women, youth, the ecological movement, in short, the entire line of resistance directionless. In this way, they want to turn the interior into a rose garden without thorns, a situation where silence prevails.

It would not be wrong to call this the strengthening of the Palace Regime. While the resistance of the left was broken with the lie of “Strengthened Parliamentary System”, while the left was stuck behind the CHP in a liberal line, this is wanted to be turned into an opportunity. The strengthened parliamentary system was such a fraud that it emerged as a strengthened Palace Regime.

This is the rule of war: Those who cannot develop their own path, who do not have the courage to walk on their own path in the face of various difficulties, have to waste away on the path of others. This is what they want to do.

However, it is also possible to see the rising sun, the dawn of a red world in this bloodbath, in this chaos.

The resistance is not only going on in Turkey, not only in Kurdistan. On various occasions, in every corner of the world, workers, labourers and peoples are raising their voices in their own way. Until the victory of the socialist revolution somewhere in the world, to regard this rising resistance as “insignificant” precisely means surrendering to the policies of chaos and war.

It is well known that every war is also a civil war.

Even the advanced imperialist centres of the world capitalist system have been involved in this process of civil war. Every country taking part in the war will face a developing civil war to the extent that it takes part in it. The emergence of neo-Nazi organisations, the revelation of the fact that these organisations are organised everywhere through the state as admitted by their founders, are all part of this process.

Now, the fronts are becoming clearer, the masks are being lowered. No imperialist or capitalist state anymore feels the need to hide its mechanisms and organisations. One by one, the “intellectuals” who have a reputation as “democrats” are unmasking themselves and openly taking sides. “Intellectuals” for sale and for hire are emerging as pro-war. And they do not hold back from explaining their pro-war attitude with their lofty humanitarianism. In the case of Germany, those who pretend to be “democrats” under the name of Green are forced to appear as the biggest supporters of war. The hush money given to the workers is being taken back one by one. Every “cradle of democracy” state puts all the mechanisms of civil war on the field. These are, of course, the manifestations in the imperialist metropolises.

The bourgeois states are forced to show the gears of the fascism and state wheels, which they conceal with a shawl, in all their nakedness. The world capitalist system, with its most reactionary organisations all over the world, is revealing its preparations for civil war. No longer anywhere in the world, in any capitalist country, in any aspect, can there be any discussion of the blessings of “democracy”. It is obvious even to the blindest eyes that the capitalist state has nothing to do with “democracy”; on the contrary, what they call “democracy” is the dictatorship of the bourgeoisie.

Under these circumstances, it is clear that the prevention of war cannot be achieved with speeches, with good intentions and wishes, with methods of persuading the bourgeoisie by explaining to them the evil of war. It is becoming clearer for those who want to understand that to be really against the war means to be openly in favour of the socialist revolution, to fight together with a social movement that will overthrow the system.

Being against the war today means fighting against the capitalist-imperialist system. This means, obviously, to fight in the lines of revolution and socialism, in the lines of the revolutionary path of the working class.

The fight for revolution and socialism is the only way out. This is the only real way of liberation and the only real way to prevent war. Just as the October Revolution ended World War I, today the only way to prevent WW III is a new wave of socialist revolution. This also means that when war breaks out, every revolutionary worker, every human being, must turn his or her weapons against his or her own government, not against the labourers dressed as soldiers in another country. This is the revolutionary internationalist position. It is necessary to refuse to fight for the interests of the rulers.

This is the struggle of two classes on earth. To fight on behalf of the rulers, the bourgeoisie, which are one of these two classes, is to betray the cause of the working class. The sovereigns are engaged in this war through their states. They are the rulers. To reject this and fight with our own organisations to eradicate the bourgeois states from the face of the earth is difficult but the only way out. This will eventually be fulfilled. To step strongly on this path today is also the way to prevent destruction and war from turning the world into a bloodbath.

If intellectuals hesitate to take part in this struggle on the side of the working class, it will complicate the process. Every true intellectual who speaks of the cause of the working class, socialism, living humanely, peace, has the duty to be an organic part of the revolutionary struggle and the cause of the working class in this war. It is not possible to end the blood and tears without risking the price to be paid for this. Moreover, the open and organic participation of intellectuals in the ranks of the revolution has a great value. This is not merely a matter of one person joining the struggle.

Under the conditions of civil war, the rulers force everyone to take an open attitude. The discourse of “you are either with me or the enemy” is not an empty discourse, on the contrary, it is a reality of the war waged by the rulers. The fact that they impose this reality with all its nakedness is a direct expression of the state of war. It is necessary to see this and take sides accordingly.

This situation, which is the case for the whole world, is also applicable to our country more than ever, more clearly and as a more urgent task.

The war is intensifying on many fronts in the geography in which our country is located. And this situation affects Turkey, which is a joint colony of the imperialist front, in many ways. Therefore, today, the new cabinet of the Palace Regime is emerging as a war cabinet formed within the framework of NATO.

In our country, the fronts are clear. Whatever your beliefs, whatever your ideology, you will either be on the side of the working class or on the side of the ruler, on the side of the state. There is no middle way anymore. Both the Turkish state itself forces everyone to choose in this regard and this is also the reality of the war. There is no other way out but a socialist revolution that will develop under the leadership of the working class.

Moreover, the developing socialist revolution, including the brotherhood of all peoples, must be in accordance with the internationalist spirit of the working class. “Nationalism”, in whatever form it takes, ultimately means taking a position in favour of the ruler. For the left movement to shift again to a nationalist line by updating Kemalist tendencies is a very dangerous attitude and a betrayal of the revolution. While there is a reality such as the Kurdish revolution and the resistance in other countries of the region, it would be a big mistake not to understand the internationalist attitude correctly.

Corning grevi: “Direnişler, sözleşmelerde biraz daha kazanmak açısından çok önemli”

Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde (Tembelova) bulunan ABD’li firma Corning’de Lastik-İş üyesi işçiler yüzde 105 zam taleplerine karşılık yüzde 60 zam teklifi gelmesi üzerine 14 Temmuz’da greve çıkmıştı. İşçiler, ücretlerinde 2022 yılının temmuz ayından beri artış olmadığını belirtiyor. Grevdeki işçilerin direnişi 100 günü aştı.

Grevdeki süreci, kıdem tazminatına dönük saldırı planını ve örgütlenme deneyimlerini 23 yıldır fabrikada çalışan ve 10 yıldır işyeri baş temsilcisi Mürsel Aydemir ile konuştuk.

Grevdeki süreci bize anlatabilir misiniz?

Burası Amerika menşeli bir işyeri. 220 çalışanı mevcut hâlihazırda çalışmakta. 43 kadın işçi çalışmakta. Ayrıca fiber optik kablo üreten global bir firma. Gebze dışında bu yerleşkede başka bir işletmesi yok. Dünyanın birçok yerinde firmanın faaliyetleri mevcut. Orijinal fiber optik kablo üretimin yanında panel, cam panel olmak üzere ayrıca telefon, tablet, bilgisayar camlarını da üretiyoruz.

“Kazanana kadar devam edeceğiz”

Bizim sözleşmeden önce en son aldığımız zam 2022 Temmuz itibariyleydi. Bu tarihten sonra ücretlerimizde herhangi bir artış olmadı. Dolayısıyla o zaman asgarî ücret 5 bin beş yüz liraydı. Bizim kök ücretlerimiz 8 bin beş yüz liraydı. Ve ocak ayına geldiğimiz süreç itibariyle, asgarî ücretin 8 bin beş yüz olmasıyla beraber, bizim ücretlerimizde bir artış olmadı. Çünkü sözleşme görüşmeleri başladı. Taslağımızı yapmıştık. Sözleşmeye başlayınca enflasyon zamlarını almadık ve bu şartlarda, biz sözleşmeye oturduk. Sözleşme görüşmeleri 7 ay sürdü. Mevcut son toplantılara geldiğimiz süreç itibariyle işveren yüzde 60’lık bir oranla ücret zammı olan iki altı ay için geldi. Dolayısıyla bizim ücretlerimiz 8 bin beş yüz lira en dip rakam olduğu için, bunun üzerindeki yüzde 60 bir oranın tekrar asgarî ücret seviyesinde bir ücret yapısı oluşturulduğu görüldü. Ondan dolayı zaten bunu kabul etme durumumuz yoktu. İşveren de bize bunu kabul ediyorsanız edin, etmiyorsanız “greviniz hayırlı olsun” dedi. Bizim içinde greve çıkmak kaçınılmaz bir hâle geldi ve en son grev silahımızı kullanmış olduk. Yaklaşık 98 gündür grevimizi sürdürüyoruz arkadaşlarla beraber. Kazanana kadar devam edeceğiz.

İşçilerin moral ve motivasyonları ne düzeyde?

Arkadaşlar grevine, onurlu duruşuna, mücadelesine sahip çıkıyor. Çünkü biliyorlar ki günün sonunda kazanan biz olacağız. Buradaki işletme faaliyetlerine son vermediği sürece, bu işçi arkadaşlarla beraber devam edecek. Hiçbir şekilde bir yılgınlığımız yok ve mutlaka kazanan biz ve işçi sınıfı olacak. Bundan da eminiz, sağ olsunlar, bizi yalnız bırakmayan sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve partilerden yöneticiler olsun desteklerini esirgemiyorlar ve bizlere moral oluyor bu anlamda. Devam eden süreçteki desteklerinden ötürü onlara da emekleri için ayrı ayrı teşekkür ederiz. Kazanımlarımızın, alın terimizin, emeğimizin karşılığını alana kadar da mücadeleyi sürdürmekte arkadaşlar olarak kararlıyız.

“Birçok erkekten daha iyi bir şekilde mücadeleye sahip çıkıyorlar”

43 kadın işçi arkadaşınız var ve kadın işçilerin greve yönelik artıları ne oldu?

Baktığınız zaman az bir sayı değil. İşletmenin dörtte birini oluşturuyorlar. Kadın arkadaşlar grevin başından beri ekmeğinin, alınterinin karşılığını almak için mücadele ediyorlar. İşveren ilk etapta şunu düşündü: “Kadın arkadaşlar biraz daha zayıf kalır, orada bir kırılma durumu oluşabilir.” Gerçekten birçok erkekten daha iyi bir şekilde mücadeleye sahip çıkıyorlar. Bu çok önemli bizim için. Direnişe kadın çalışanlar alanından baktığımızda, mücadele anlamında emekleri hiçe sayılamayacak kadar çok. Onlara da ayrı ayrı teşekkür ederiz. Çoluğunu çocuğunu bırakıp buraya gelip mücadele ediyorlar. Çocuklarıyla beraber mücadeleye katılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki bu ekmeğinin mücadelesinin yanında çocuklarının geleceğinin mücadelesi. Onlar da bu bağlamda çok değerli ve teşekkür ederiz.

Aslında kadınlar çocuklarıyla eğitim, gelişim anlamında daha fazla temas hâlinde oldukları ve diğer taraftan çalışırken burada kazandıklarında çocuklarına yansımasını bildikleri için ve kadınların diğer grev ve direnişlerdeki tutumları gözlemlendiğinde daha direngen durduklarını söyleyebiliriz.

“Direnişler, sözleşmelerde biraz daha kazanmak açısından çok önemli”

98 gündür direniyorsunuz. Direnenlerin kazandıklarını yakın zamandaki ek protokol, zam taleplerinde oluşan grev ve direnişlerde gördük. Grev kararınızın öncesi ve sonrasında, bu gelişmeleri izlediğinizde nasıl bir düşünceye sahiptiniz? Bunları gördüğünüzde greve çıkmadan önce süreci nasıl okudunuz?

Bizim ocak ayında ek sözleşmeyle ilgili atmosferin değişmesiyle birlikte talebimiz de oldu. Bu şartlarda artık o ücretlerle geçinmek imkânsız hâle gelmişti. Hızlı giden ve gerçeği yansıtmayan bir enflasyon alım gücüyle baktığınız zaman hayatın gerçek anlamındaki enflasyonuyla devletin açıkladığı enflasyon tutarsızdı ve bu aşikâr olan bir şeydi. Gerçekleri görerek işverene taleplerimizi dile getirdik. Ama buna olumlu bir yanıt alamadık.

Daha sonra bizim greve başladığımız dönem itibariyle emekçilerin, işçi sınıfının hayatı reel enflasyonu yansıtmadığı zaman işçiler de işverenlerine ek taleplerinde dile getirdiler. Burada ileriye dönük sözleşme manasında bir şekilde bu sübvansiyon yapabilirse ara zamlarla sözleşmenin gidişatını da etkiliyor. Bunlar çok önemliydi. Sözleşmelerde biraz daha kazanmak açısından. Bizim burada ocakta belki bir ara ölçekte işverenin yaklaşımı olmuş olsaydı, belki bu grev yaşanmayacaktı. Biz işverenlere ne kadar bunu yansıtmaya çalışsak da işverenlerden istediğimiz sonucu alamadık ve bu sonuçlara dair direnişler oluyor.

“İşçiler dirayetli durursa, mevcut iktidarın başaramayacağına inanıyorum”

Yönetenler kıdem tazminatına göz dikmiş durumda. İşsizlik fonunda yaptıkları gibi patronları ve hazineyi buradan aktaracakları işçilerin parasıyla besleyerek hırsızlıklarına devam etmek, ekonomiyi de işçilerin sırtına yıkmak istiyorlar. Örgütlü işçiler bu saldırıya nasıl yanıt vermeli? Bu yanıtın içindeki eylem biçimleri neler olmalı, olabilir?

Her dönem böyle ısıtıp ısıtıp karşımıza çıkartıyorlar maalesef. Kıdem tazminatının dışında da ayrıca ufak ufak da eritiyorlar. Şu anda tavanı 23 küsur lira. Geçmişte babalarımız oradan aldığı tazminatı ile evini, arabasını falan alıyordu, şimdi mümkün değil. Artık bunun da bir başka modeli işte ufak ufak, kısa kısa bir şekilde onu bitirme yani. Baktığımız zaman kıdem tazminatındaki bu fona devredilmesi olayını biz hiçbir şekilde tasvip etmiyoruz, ucube bir sistem. Tamamen kendi kasalarını doldurmak için yapılmış olan bir model istedikleri sistem ama burada işçi sınıfının birlik ve beraberliği çok önemli. Geçenlerde bu bağlamda Sendikalar Birliğiyle beraber meydanlarda bununla ilgili beyanatlar da verildi. Oradaydık, basın açıklaması yapıldı. İşçiler burada dirayetli durursa, bunu mevcut iktidarın başaramayacağına inanıyorum. Bizim için önemli olan kendi gücümüzün farkına varmamız, o şekilde hareket etmemiz.

Gerçekten düzen itibariyle baktığımız zaman biraz daha birleştirici, işçi sınıfı olarak toparlayıcı olmamız lazım. Burada yatığımız grev, çoban ateşi gibi. Her tarafı yakıp bir yerde söndüğü zaman hepimiz bir yerde toparlanmamız lazım. Onu kaçırıyoruz bazen. Önemli olan o birlik beraberliği sağlayıp topyekûn olarak bunu karşısında durabilmeliyiz. Eğer bize dayatılmak istenen modeller karşısında duracaksak, birlik olmamız lazım işçi sınıfı olarak. Bunun bilinciyle hareket edersek, ben bunu bir şekilde başaracağımıza ve bu mevcut haklarımızın gasbına izin vermeyeceğimizi inanıyorum. Umut ediyorum tekrar işçi sınıfı olarak ayağa kalkarız.

Gerçek anlamda işçi sınıfının vermiş olduğu geçmişteki mücadeleler, ödenen bedeller sonucu bu kazanımları elde ettik. Bu bayrağı bizden sonraki kuşağı devretmemiz lazım. Onun için bu mücadelenin ruhuna uygun olarak hareket edersek bizim başaramayacağımız hiçbir şey yoktur.

“‘Birleşen işçiler asla yenilmezdir’ boşuna söylenen söz, slogan değildir”

Fabrikalarda örgütlenme çalışması yapan ya da yapmak isteyen öncü işçilere, işçilerle iletişim ve örgütlenme bağlamında ne gibi tavsiye veya önerilerde bulunmak istersiniz?

Baş temsilci olarak daha önce temsilcilikler yaptım. Bunun örgütleme döneminden beri başındayım. Yani 10 seneden beri burada sendikal ve örgütlü yapı var. Örgütlenmenin temelinden beri buradayım. Çünkü öncü olarak başladık. Arkadaşların örgütleme döneminden beri mücadelenin içindeyim ben. Bu örgütleme döneminde işverenden bu konuyla ilgili çok tehditkâr duruşlar da aldık. Yani işten çıkartılma da dâhil olsun işte buradaki baskılar, mobbingler… Bunlara hiçbir şekilde taviz vermedik. Çünkü günün sonunda bir şekilde kazanacağımızı biliyoruz ve sendikasız, örgütsüz çalışmanın, işverenin iki dudağı arasında kalmanın ne demek olduğunu biz daha önce çok iyi yaşadık. Tamamen ucu işverene dayalı yürüyen bir modeldi. Biz buna arkadaşlarımla beraber kazan kaldırdık.

Arkadaşlarla beraber o dönem itibariyle e-devlet gibi bir sistem olmadığı için noter üzerinden üyelikleri gerçekleştirip, öncü arkadaşları da o grupların başına koyarak küçük küçük gruplar hâlinde birleştik ve süreci başlattık. İşçinin belki kendi evindeki eşi bile bundan haberi yoktu. Artık o sürecin başında biz mücadeleyle beraber her gün sendikayla ne yapmamız gerekiyorsa istişareler yaparak beraber örgütleme içinde nasıl yol yürüyeceğimizin haritasını çizdik. Yetkiyi aldıktan ve işveren duyduktan sonra o bile ne olduğunu anlamadı. Sendika yetki evraklarını teslim etmişti ve burada işveren tekrar böyle bir sorti yaptı, yıldırabilir miyim diye. Arkadaşların dirayetli duruşu sayesinde yapamadı ve biz başardık.

Arkadaşlara tavsiyem korkmasınlar. Sendikalı toplu sözleşme hakkına sahip olmak yüzde dört oranında ve yüzde yedilerde bir sendikalaşma oranı var maalesef ülkemizde. İşverenin sendikanın “S”sini duysa bir şekilde kapı dışarı koyma durumu var ama biz korkularla ne kadar daha yaşayabiliriz? Her gün ölmektense bir gün ölmeyi yeğleriz, o şekilde hareket etmek bence daha uygun olacak. Belki zor olacak ama ben arkadaşların birlikte mücadele ederek yarınlar için sendikalaşma anlamında başaracaklarına inanıyorum. Yeter ki o güveni kendilerinde duysunlar, hissetsinler. Arkadaşlarla beraber birlik olsunlar. Mücadele olsun. Çünkü “birleşen işçiler asla yenilmezdir” boşuna söylenen söz, slogan değildir. Bizler olmazsak o hatlar, makinalar çalışmayacak. Bizler olduğumuz sürece o hatlar çalışacak. Sermaye de bunun bilincinde, bizler de bunun bilincinde olursak, bizim de hiçbir şekilde bu kavgadan mağlup çıkma durumumuz yoktur. Bunun kazananı olacağız. Kendilerine inansınlar.

“Arkadaşların bazı şeyleri gördüklerine inanıyorum”

Ekonomik kriz malum ortada bir taraftan insanları zorluyor diğer taraftan hükümetin, devletin yarattığı bir korku iklimi var. İnsanlar sözünü söyleyemez duruma getirildi. 20 yılı geçen bir AK Parti iktidarı var ve ülkenin yarısını sağcı diyebileceğimiz bir topluluk oluşturuyor. Bu olgular öncü işçiler açısından örgütlenmeyi kolaylaştırır mı zorlaştırır mı?

Biz 98 gündür buradayız ve bu çadırda her partiden kendine göre görüşü olan arkadaşımız mevcut. Bu süreç itibariyle arkadaşların bazı şeyleri gördüklerine inanıyorum. Mevcut iktidar kanadından herhangi birinin gelip de “durum nedir, ne değildir” diye sorduklarını ya da ziyarete geldiklerini görmedik ve yalnız kaldık. Bizim buradaki temel amacımız ekmeğimizin mücadelesi, başka bir mücadele yok. Yani bu mücadele hem parti, hem de ideolojiden bağımsız. Bizim burada her görüşten arkadaşımız mevcut ve günün sonunda arkadaşlarımızın tek amacı ekmeğini, kazanımlarla beraber alıp, hatların başına geçip çalışmasıdır.

Toplumda aslında bu bilinç yok. Biz toplum olarak bu konularda uzağız. Sadece mevcut iktidarla alakalı değil. Bugün hak ve hukukumuzu söylemek için bir eyleme gittiğimizde, bildiri, afiş, yürüyüş ve yelekleri giydiğimiz zaman toplumda bizlere “vatan haini” gibi bir algı var. Ama o önlüğü çıkartıp, beraber marketin raflarına baktığımız zaman aynı psikoloji ve duyguları yaşıyoruz. Bugün de “şu ürüne zam gelmiş, şöyle olmuş” şeklinde tepki veriyoruz. Ama buradaki ayrışma insanların algılarıyla ilgili. Toplum olarak hâlen kavramış değiliz. Ne zaman toplum olarak gerçek anlamda 98 günden beri grev yaşanıyor. Grevin amacı nedir, bizden dinlemediği, o atmosferi yaşadıkça dışarıdan bakışlar değişebiliyor.

Temelinde anayasal hakkın var senin. Sendikalaşmak senin anayasal ve en doğal hakkın. Bir şekilde elinden alma veya esnetme durumları oluyor. Bu insanlar da devlete vergi veriyor ve senin halkın. Binlerce kilometreden gelmiş, Amerika’daki bir güç. Buradaki parayı da zaten kendi kasalarına aktaran bir durumda. Kendi vatandaşımıza, burada toplumu her kesimden, görüşten, temsil eden insanlar var. İnşallah bu duyguları biraz daha hisseder ve yaşarız. Çünkü bizim birbirimizden başka dostumuz yok.

Teşekkür ederiz.

– 27 Ekim 2023

Filistin solundan Daher Kanaani ile röportaj

Öncelikle tüm dünya halklarına moral kaynağı olan, Siyonist varlığın imajını yerle bir eden ve emperyalizmin ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren son direniş hamlesini devrimci coşkumuzla selamlıyoruz. 7 Ekim’den bu yana Siyonist varlığın katlettiği binlerce insan için de en derin üzüntümüzle baş sağlığı diliyoruz.

“Aksa Tufanı” hamlesiyle birlikte tüm emperyalistler işgal devletinin katliamlarını meşrulaştırmak için Hamas = IŞİD şeklinde bir denklem kurdu ve bu savaşı Hamas-İsrail olarak nitelendirerek “modern dünya”nın İsrail’i desteklemesini salık verdi. Başta FHKC olmak üzere, tüm Filistin direniş örgütleri harekâtı selamlayarak, “Ortak Operayon Odası” bileşeni olarak harekâtın içinde olduğunu söylemesine rağmen bu söylemde ısrar ediliyor. Ortak Operasyon Odası’ndaki örgütlerin birbiriyle ilişkilerini biraz açabilir misiniz?

Gazze’de 2006 yılında itibaren, yani İsrail işgal ordusunun Gazze‘den çekilmesi ve yerleşim bölgelerini tamamen sökmesinin ardından, Filistin direnişi ilk defa kendi toprağı üzerinde kendi askerî gücünü kurabilme alanına haiz oldu. Kuşatmaya ve ağır ablukaya rağmen bu alana haiz olmayı Filistin toprağının 1948 yılındaki işgalinden bu yana ilk defa gerçekleşen bir hadise olarak tanımlayabiliriz. Bunun akabinde Filistin’de yapılan seçimle beraber -Hamas’ın kazanması ve akabinde oluşan Fetih ile Hamas arasındaki bir uzlaşmazlık ve beraberinde Fetih’in Batı Şeria’da iktidarı zorla alması- Hamas Gazze’deki iktidarı aldı. Sonrasında İsrail, kendi işgal gerçeğini, Filistin halkına yaptığı saldırganlığı ve tüm uluslararası hukuk ve kararları ihlallerini, savaş suçlarını gizlemek üzere tüm bunları Hamas ile savaşma şemsiyesi altında işlemeye başladı, tıpkı önceki “terörist FKÖ” söylemi gibi.

Gazze, bu yıllar boyunca, kendi askerî bünyesini yeniden inşa etmeye başladı ve işgal devletinin birçok kanlı saldırısına şahit oldu. Acılara ve yıkıma rağmen, tüm Filistinli örgütler bu savaş dönemlerinden dersler alarak kendilerini geliştirdiler ve belki de en önemli şeylerden biri Ortak Operasyon Odası’nın kurulmasıydı. Bu, hem Filistin direniş teşkilâtlarının ve örgütlerinin bütünsel olarak iradesini güçlü bir şekilde ortaya koyması hem de bu iradenin Filistinli bağımsız bir karar hâline gelmesi ve dönüşmesi için önemli bir adımdı. Her ne kadar askerî olarak en güçlü örgüt Hamas ve akabinde İslami Cihat olsa da, yani bütünsel olarak her ne kadar İslamî kesimler daha büyük bir bölümünü teşkil etse de -ki bunun nedenlerine sonraki sorularda eğilebiliriz- bu, Filistin solunun kendi sözünü söyleyebildiği ve direniş stratejisine ortak olabildiği bir ortak mücadele zemini. Zaman zaman tabii ki anlaşmazlıklar oluyor ama her durumda savaş anlarında ve işgalcinin yoğun saldırıları ve saldırganlığı karşısında hep beraber hareket edilmeye başlandı, bu Filistin’in mücadele sürecinde tarihî ve stratejik bir önem taşımaktadır.

Aksa Tufanı, bölge ülkelerinin Abraham Anlaşması’yla beraber İsrail’le normalleşme sürecini yürüttüğü, İsrail içinde de yekpare bir görüntünün olmadığı bir zamanda gerçekleşti. Sizce harekâtın zamanlamasında hangi faktörler daha etkili oldu?

Aksa Tufanı Filistin siyasi tarihinde ve günümüzün konjonktüründe çok yerinde yapılmış bir hamle olarak tanımlanmaktadır. Temel nedenleri Filistin halkının maruz kaldığı saldırı, Kudüs statüsünün değiştirilmesi ve ilhakı, Batı Şeria’da yoğunlaştırılmış saldırganlık, toprak istilası, yoğun yerleşim bölgelerin kurulması ve yerleşimcilerin artan silah şiddeti, Gazze’ye 17 yıl devam eden ağır bir abluka ve temel ihtiyaçların bulunamaz hâle gelmesi, tüm bunlar ve aynı zamanda gün be gün daha da radikalleşen daha da saldırgan hâle gelen bir Siyonist devlet bu devleti destekleyen uluslararası bir düzen ve yanında bölgede bu işgal devleti ile devam eden bir normalleşme süreci. Filistin halkının tarihsel haklarının göz ardı edildiği ve edilmesi amaçlanan bir süreçten geçiyoruz. Filistin halkını, tamamen susturulmuş, haklarından vazgeçen ve beyaz bayrak kaldıran bir taraf olarak görmek istiyorlar. Filistin halkı, bölgenin düştüğü zayıf duruma rağmen, kendi durumunun zorluğuna rağmen dünyaya çok net bir mesaj vermek istedi: “Biz haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz”, “biz kendi toprağımız üzerinde özgürce yaşam hakkımızdan vazgeçmeyeceğiz”, “biz işgal edilen toprağımız ve tarihsel haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz ve bunun için mücadeleye devam edeceğiz ne pahası olursa olsun” dedi.

Ortak Operasyon Odası bu hamleden epey önce kurulmuş, ortak tatbikatlar da gerçekleştirmişti, bunun harekâta ve bir bütünde direnişe etkileri nedir?

Her ne kadar Ortak Operasyon Odası uzun yıllar önce kurulmuş olsa da bu yapılan 7 Ekim hamlesi aslında İzzeddin Kassam Tugayları lider komutasının aldığı bir karar idi. Bu eylem için yıllar boyu hazırlanılmış, koordinatlar belirlenmiş ve nasıl yapılacağı çok iyi bir şekilde örgütlenmişti. Ortak Operasyon Odası ile beraber yapılan tatbikatlar eylemin dört gün boyunca sürmesini sağlamak için bir destek çağrısıydı. Bunun için İslami Cihat, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ve Ortak Operasyon Odası’nda ortak olan askerî kanatları İzzeddin Kasam Tugaylarına hemen desteklerini sağladılar. Akabinde savunma hattı ortak bir şekilde gerçekleşti. Bunun arkasında anlaşılır nedenler vardı; en temelinde bu eylemin gerçekleşmesi için az tarafın bu bilgiye sahip olması gerekiyordu ve bu bilgi sadece ve sadece İzzeddin Kasam Tugaylarının liderlerinde vardı. Yalnız onlar ortak operasyon odasındaki diğer kurumların desteğinden ve yapılmış tatbikatların güveniyle hareket ettiler.

Harekât Filistin halkında nasıl bir etki uyandırdı? Bugünden bakıldığında uzun soluklu bir harekât gibi duruyor. Hedefi ve aşamaları nedir?

Harekât tabii ki Filistin halkı için büyük bir sevinç ve umut ile karşılandı çünkü politik anlamları çok önemli bir yerde duruyordu. Filistin halkının tarihsel haklarından vazgeçmeyeceğini, direniş sesini hep yüksekte tutacağını ve aynı zamanda emperyalist ülkelerinin tüm silahlarına, tüm istihbarat ve güvenlik teçhizatlarına sahip olan İsrail ordusunun yenilebilirliğini dünyaya gösterdi ve kendine olan güveni yeniden kazandı. Bu hamle sadece bir savunma becerisi değil aynı zamanda sanki tarihe gömülmüş gibi görünen tarihsel toprak hakkı ve tarihsel dönüş hakkının bir seslenişiydi. O toprağın içine giren militanlar, o toprağın bir parçasını zapt ettiler ve bu Filistin halkı için bir rüya gibiydi. Kendi toprağını gasbeden ve onu mülteci konumuna düşüren sonra da ona saldıran ve yaşam koşullarından mahrum bırakan, abluka altında tutan bu ırk ayrımcı Siyonist devlete karşı bu tarihsel varlık yokluk savaşının daha da uzun yıllar süreceğinin bir işaretiydi. Onu tasfiye etmek isteyen ve bunun için birleşen dünya emperyalist güçleri ve Arap gerici rejimlerinin emellerini suya düşüren bir eylemdi. Tabii ki Filistin halkı ve Filistin’in direnişi bu eylemin bedelini çok ağır ödeyeceğini biliyordu ama buna rağmen tarihsel hakları için savaşmak isteyen bu halk için gene de değerliydi.

İkinci bir Nakba’ya izin vermemek tam olarak ne demektir?

Nakba büyük felaket demek, Filistin halkının büyük katliamlarla toprağından kısa bir süreliğine çıkacağını düşündüğü ve zorla sürüldüğü bir felaket süreciydi. 1948 yılında Filistin halkı toprağından İngiliz mandanın yardımıyla ve Siyonist çetelerin silahlı saldırıları ve Arap ordularının kandırmasıyla toprağından sürülmek durumunda kaldı. Toprağından sürülmüş mülteci konumuna düşmüş Filistin halkı, geri dönüş hakkı için ve kendi toprağında özgürce yaşama hakkı için büyük bir mücadeleye başladı. Gazze nüfusunun %90’ı bu Filistinli mültecilerdendi. Bugün işgal devleti, arkasına emperyalist ABD ve Batı ülkelerini almış şekilde Filistin halkını toprağından yeniden sürmek istiyor, bunun için planlar yapıyor ve bu planları gerçekleştirmek için meşruiyet kazanma sürecindeydi. Filistin halkı 7 Ekim eylemi ile beraber bu planlanan ikinci Nakba’ya karşı bir müdafaa hamlesi yaptı ve kendisine yönelik bir saldırıyı önlemek için bu hamleyi gerçekleştirdi. Bugün Filistin halkının kendi toprağından sürülmesi için işgal devleti en ağır silahlarla tüm dünyanın gözü önünde savaş suçları işleyerek, hastaneleri ve okulları bombalayarak, hastaneleri kuşatıp elektriğini keserek, yoğun bakım ünitelerini bombardımana tutarak, Birleşmiş Milletler okullarına yasaklı fosfor bombaları atarak ve her türlü savaş suçunu işleyerek dünyanın gözü önünde Filistin halkına bir katliam uyguluyor. Bu katliamın, bu soykırımın amacı Filistin halkının toprağından sürülmesi. Yalnız Filistin halkı Filistin direnişine sarılarak ve tüm bombardımana rağmen toprağına ve evlerine sarılarak, oradan çıkmayarak bu katliamı bedenleriyle ve yaşamlarıyla karşılayan bir halka dönüştü ve bu felaketin yeniden asla ve asla gerçekleşmeyeceğini dünyaya ve işgal ordusuna net bir şekilde söyledi.

FHKC ve Filistin solunun direnişteki gücü ve durumuna ilişkin bilgi verebilir misiniz?

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin direniş örgütlerinin bir parçası ve bu savaşta işgale karşı silahı elinde tutan kendi halkını savunan bir örgüt, tarihi boyunca olduğu gibi. FHKC Filistin halkının varlık yokluk savaşında diğer direniş örgütlerinin yanında omuz omuza savaş veriyor. Kuşatılmış Gazze’de imkânların kısıtlılığına rağmen direniş tam bir yaratıcılıkla silahını yaratıyor. Yalnız, İslamî askerî kurumlar İran’dan ve birçok taraftan hem maddi hem teknolojik hem silah anlamıyla önemli bir destek alabiliyor ve o nedenle güçlü bir askerî teşkilât oluşturabiliyor. Filistin solu ise bu destek imdat hattından yoksun, ne civarda onu destekleyen ülkeler var, ne uluslararası alanda ona destek sunabilecek güçlü bir sol hareket var. Ama buna rağmen FHKC ve sol kurumlar kendi varlıklarını sürdürme ve halkını savunmak için en kısıtlı imkânlarla bu mücadelenin içerisinde yer alıyor. Bu hem Gazze’de hem Batı Şeria’da hem de civar ülkelerdeki mülteci kamplarında gerçekleşiyor.

Batı Şeria’daki direnişi destekleyenlere Abbas güçlerinin saldırısının olduğunu takip edebildik. Bu tutumun direnişe etkileri nedir ve değişebilir mi?

Elbette Gazze‘de gerçekleşen bu hamle ve akabinde yoğunlaşan Siyonist işgal devletinin saldırganlığı ile beraber Batı Şeria’da hem halk isyanı hem askerî direniş odakları işgal güçlerine karşı yoğun bir başkaldırı yapmakla harekete geçti. Bu, hem Filistin halkının sesinin tek olduğunu göstermek için hem de işgal ordusunun birçok alana dağılması ve münferit bir şekilde Gazze halkına yönelmemesini sağlamak içindi. Yalnız işgal devletine karşı teslimiyetçi tavrı ile bilinen Filistin burjuvazisinin temsilcisi olan Abbas Filistin yönetimi tabii ki bu bunu istemiyor ve o nedenle polisiyle bu ayaklanmayı bastırmak için hemen harekete geçti. Filistin halkının savunduğu direnişi ve bu direnişin umudunu, Abbas, kendi Filistin yönetiminde bulmadığını biliyor, o nedenle Filistin direnişinin başarısı onun için bir tehlike arz ediyor. 7 Ekim sonrası Abbas kendi mevkiini kaybedebilme korkusunu hissetti ve bu gerçekçi bir korkuydu. Çünkü Filistin halkının direnişi sürdürmek için sesini daha fazla yükselteceği anlamına geliyordu. Elbette Abbas ve Filistin yönetiminin bu pozisyonu, hem baskı unsuru oluşturması hem Filistin’in sesinin ikiye bölünmesini sağlayarak doğrudan ve dolaylı olarak direnişi destekleyen bu iradeyi zayıflatıyor. Yalnız Filistin direnişi yükselmeye devam ettikçe Abbas yönetiminin sonunun daha da yakın olduğu anlamına geliyor.

Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husiler, Irak’ta Bedir örgütü, İsrail’in sınırları aşarsa savaşa dâhil olacaklarına dair açıklamalar yaptı. Savaşın gelişimine göre, bu güçlerin ne yapacağını düşünüyorsunuz?

Evet, bölgede direniş ekseni olarak tanımlanan bu direniş odakları Filistin halkının uğradığı saldırıda yalnız kalmaması için askerî girişimlere girdi. En önemlisi, işgal devleti ile sınırı olan Lübnan’daki Hizbullah direnişi oldu, bu hem Hizbullah’ın askerî müdahalesi ve eylemleri hem de Filistinli örgütlerin askerî kanatlarına açtığı alanlar ile önemli bir cephe açılmasıyla sonuçlandı. Bu açılan cephe, işgal ordusunun yarısına yakın bir gücünü, Gazze’ye saldırılarını yoğunlaştırması yerine, Lübnan sınırına konuşlanmasını gerektirdi. Savaş ilerledikçe ve işgal ordusunun savaş suçları arttıkça direnişe destek sesi daha da yaygınlaşmaya devam ediyor. Hem Suriye’de hem Irak’ta Amerikan üslerine karşı eylemleri gördük hem de Yemen’den Husulilerin işgal devletine karşı attığı füzeleri gördük ama en önemlisi ve savaşın gidişatını stratejik olarak değiştiren Yemen Husilerinin Deniz Hürmüz Geçişi üzerindeki kontrolüyle ve işgal devletine ait olabilecek, oradan veya oraya giden gemileri durdurma kararı alması ile beraber çok farklı bir pozisyona gelindi. Bu, hem işgal devletinin hem uluslararası emperyalist devletlerin beklemediği ileri bir hamleydi. Hem Hizbullah’ın hem Husilerin hem de bölgedeki diğer direniş odaklarının katılması ile beraber, bu direnişin bölgesel boyutlarda sürebileceği anlamına geliyordu. Hizbullah için şunu da eklememiz gerek, işgal devleti ve arkasına aldığı ABD ve Batı ülkeleri küstahça Lübnan’ı, Gazze’ye benzer şekilde savaş suçları gerçekleştirmekle tehdit ediyorlar, Hizbullah bunun için teyakkuzda, Filistin direnişinin yenilmemesi onun için bir kırmızı çizgi olup taktiklerini ona göre kuruyor. Tüm bunlar, Filistin halkının hem bu dönemsel direnişi hem de tarihsel olarak direniş için büyük bir önem arz ediyor.

İşgalci devletin, 13 Ekim tarihli, Gazze’de yaşayan Filistin halkını Sina Çölü’ne sürecek bir planı açığa çıkarıldı. Gazze’deki katliamın bu plan çerçevesinde gerçekleştiği anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanı’nın bölgeyi gezerek ikinci bir Nakba’yı organize etmeye çalıştığına dair haberler çıkıyor. Buna karşı FHKC’nin, yaptığı açıklamada, bölge devletlerinin Filistin halkının aleyhine olacak bu görüşmeleri yapmaması yönünde uyarıları oldu. Bu gelişme hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Bu savaş, kanaatimizce, Siyonist işgal devleti tarafından değil birebir ABD tarafından yönetiliyor. ABD, bölgede veya dünyada kendisine veya stratejik müttefiklerine olabilecek herhangi bir başkaldırının karşısında vahşice saldırıyor. ABD, herhangi bir direniş odağının herhangi bir hamlesinin zaferle çıkması görüntüsünü görmek istemiyor, hiç kimseye bir örnek oluşturmasın diye. Çünkü bir yerde direniş kazanırsa bu bir ilham kaynağı olacaktır ve diğer alanlara yayılacaktır. Gazze‘deki direnişin kazanması Lübnan’daki direnişin kazanması, Yemen’deki direnişin kazanması ve bölgedeki tüm halkların direniş odaklarının kazanması anlamına gelecek ve bu, ABD’nin emperyalist emelleri için bir tehdit oluşturuyor. O nedenle ABD, başta devlet başkanı sonra dışişleri bakanı sonra savaş bakanını İsrail ziyaretlerine sevk etti ardarda. Bununla beraber askerî teşkilâtlarını ve büyük askerî gemilerini bölgeye ve askerî komutanlarını İsrail savaş kabinesine gönderdi. Marinz komutanları işgal ordusunun savaşı yürüten komutası içerisinde yer aldı. Bunu izleyen katliam sürecini durdurmak için ABD’ye dur demek gerekiyordu ve o nedenle Siyonist işgal devletini kurtarmak için bölgeye gelen ABD temsilcileri ile görüşmemek gerekiyordu.

ABD ve İngiltere’nin savaş gemilerini gönderdiği, ABD’li askerî uzmanların Siyonist ordunun organizasyonunu yaptığı haberlerinin yayıldığı bir süreçte, savaşın bir bölge savaşına hatta bir dünya savaşına dönüşme ihtimaline yönelik düşünceleriniz nelerdir?

Elbette bu süreç, bir bölge savaşına oradan da dünyaya yayılan bir savaşa doğru da gidebilir. Aslında ABD ve İngiltere, Filistin halkının yapmış olduğu bu eylem kararının arkasında İran olduğunu düşünüyorlardı ve o nedenle acaba bir savaşa mı başladık diye alelacele bölgeye geldiler, sağa sola tehditler savurdular. Yalnız Filistin direnişinin açıkladığı gibi bu tamamıyla Filistin halkının iradesiydi. Yalnız aynı zamanda Filistin halkını korumak için tüm diriliş odakları harekete geçti ve ABD için bu tehlike büyüktü, bu tehlikenin en önemli kısmı İsrail’in tehdit altında oluşu. ABD, İsrail’in Filistin direnişine karşı bile kendini savunamayacak pozisyonda olduğunu ve bu anlamda bir bölgesel savaşta bu yenilmezmiş gibi görünen ordunun tamamen dağıtılabileceğini anladı. Bölgede ekmiş oldukları bu ileri askerî üssü savunmak için hemen tüm askerî sevkiyatlarını bölgeye gönderdiler. İşgal devleti ne kadar vahşileşirse direniş o kadar artacaktır ve bölgeye doğru yayılacaktır. Bölgeye yayılması demek küresel bir hâl alması demektir. ABD pek onu istemiyor ve bundan kaçınarak hareket ediyor ama işgal devleti savaş suçlarına devam ederse bu ihtimal hâlâ ortada duruyor.

Gazze’de, İsrail’in işgaline karşı direniş sokak savaşları şeklinde güçlü bir şekilde de sürüyor. Şehir direnişinin durumunu paylaşabilir misiniz? Filistin’den başlayan direniş hamlesinin tüm Ortadoğu halklarını sarma ihtimalini nasıl görüyorsunuz?

Filistin halkı direnişi Gazze’de uzun hazırlıklar yaptı, tüneller kazdı ve kendi özel tekniklerini oluşturdu. Direniş, emperyalist güçlerin teknolojisi ile donatılmış ordunun nasıl yenebileceği stratejilerini kurdu. İşgalin ağır saldırganlığı ve her yeri yakma politikasına rağmen direniş çok az zarar gördü. Tünellerden çıkan, cesurca tanklara karşı, askerî araçlara karşı çok yakın mesafeden, sıfır noktasından ateş açarak direnen Filistinli direnişçiler, Filistin halkının direnme umudunu oluşturdular. Filistin halkı tüm acılara rağmen Filistin direnişini savunan bir pozisyona sarıldı. Direniş, aldığı bu güç ile işgalin tanklarına ve tüm askerî teçhizatına karşı güçlü bir savaş vermeye devam ediyor. Büyük yıkıma rağmen Filistin direnişi ayakta, sokaklarda, caddelerde, yıkılmış binalarda, tünellerde ve her yerde dik bir şekilde durmaya devam ediyor ve işgal ordusuna büyük zayiat verdirtiyor. Filistin direnişi hâlâ sürprizlerini saklıyor ve yeni tekniklerle beraber direnmeye devam ediyor. Şu an işgal devletinin geçici ateşkesi kabul etmesi, esirleri silah gücüyle alamayacağını anlaması ancak ve ancak işgal ordusunun büyük kayıpları ardından gerçekleşti. İşgal devleti, her yeri yıkarak, yakarak, hastaneleri bombalayarak, siviller üzerinde evleri yıkarak bu savaşı kazanabileceğini sanmıştı ama direniş o planını suya düşürdü. Bu savaş uzun bir savaş olacak ve Filistin direnişi bu savaşta hâlen önemli bir güç sahibi olduğunu gösteriyor.

Anadolu ve dünya devrimcilerinin katkısı ne olabilir? Bizden istekleriniz nelerdir?

Bu savaş sadece Filistin direnişinin savaşı değil, bu mücadele sadece Filistin halkının mücadelesi değil, bu, dünya halklarının, demokratik toplumsal hareketlerinin de mücadelesi ve direnişidir. Bu direniş, dünyayı sömüren ve yerli halklara karşı savaşlar açan, onları toprağından eden ve onların toprağı üzerinde gökdelenlerini kuran emperyalist-kapitalist güçlere karşı bir direniş sesiydi. Bu sese, dünyadaki özgürlük mücadelesinden yana tüm hareketlerin ses vermesi dünya için önemli duruyor. Türkiye de önemli bir yerde duruyor. Filistin halkının tarihsel haklarını sahiplenerek işgal devletinin bu suçlarına karşı sokağa dökülmek çok önemli. Aynı zamanda bir o kadar önemli olan şey Türkiye’den işgal devletine giden imdat hattını durdurmaktır. Türkiye, işgal devletinin bu savaşı sürdürebilmesi için en önemli kaynaklardan birini oluşturuyor; gıdadan petrole, çelikten askerî araçlara, çimentodan enerji kaynaklarına Türkiye aracılığıyla erişebiliyor ve bununla beraber bu savaşı sürdürebiliyor. Türkiye halkından beklediğimiz şey bu hattın durdurulması ve işgal devletinin desteğine giden gemilerin durdurulması, İsrail devleti ile olan ilişkilerin kesilmesi ve İsrail tanklarını uçaklarını çalıştıran petrolün durdurulmasıdır. Aynı zamanda İsrail’de büyük yatırımı olan şirketlerin bu yatırımı durdurması çekmesi için baskı oluşturması. Türkiye’den gelecek böylesi bir ses Filistin’de ve bölgede işgal devletine ve onu savunun güçlere karşı önemli bir ses olacaktır. Ortak mücadele hattımızı bu şekilde öreriz.

Terörü ve teröristi nasıl bilirsiniz? *

“Bu insanlığın bir parçası olmaktan
utanıyorum.”
Ramallahlı (Filistin) bir kadın.

Aslında yazının başlığı, “Neyin terör, kimin terörist olduğuna kim karar veriyor” da olabilirdi… 7 Ekim’den beri Filistin’de yaşananlar, “Batı Medeniyeti”, “Uluslararası Toplum” denilen hakkında biraz kafa yormayı gerektirmiyor mu? Elbette Filistin halkının maruz kaldığı devlet terörü sadece 38 günlük değil, 75 yıllık bir sorun.

Terör, sivil insanlara yönelik şiddet ama nüanse edilmesi gerekiyor zira evrensel kabul görmüş bir “terör” tanımı yok. Aslında terörizm bir retorik silahı ki hasmın “meşruiyetini” ortadan kaldırıyor. Birinin terör saydığını başkası saymıyor… İşgalciye, sömürgeciye karşı mücadele eden bir örgüt, işgalci, sömürgeci devlet tarafından “terörist” sayılıp lânetleniyor. Bir dönemde terör örgütü sayılan başka dönemde meşru muhatap saylıyor ki bu konuda çok sayıda örnek var… Tam bir ABD-Suudi Arabistan-Pakistan ortak yapımı olan Taliban, Sovyetler Birliği’ne karşı savaştırılırken, “özgürlük savaşçıları” sayılıyordu… Daha sonra katli vacip terörist sayıldı, üstelik Afganistan’ı işgal etmenin gerekçesi de yapıldı…

Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNL), İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA), Afrika Ulusal Kongresi (ANC), sömürgeci devletler (Fransa, İngiltere) tarafından katli vacip terörist sayılıp lânetlenmişti ama barış masasına oturmak zorunlu hâle gelince “meşru muhataplar” sayıldılar ki, bu konuda da çok sayıda örnek var…

Sömürgeleştirilmiş, ülkesi işgal edilmiş, dili, kültürü, kimliği inkâr edilmiş, kaynakları gasbedilmiş, aralıksız katledilen, teröre maruz kalan bir halkın, bir topluluğun işgalciye karşı mücadele etmeye hakkı yok mu? Başka bir seçeneği var mı? Eğer şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi samimi bir niyetiniz, öyle bir kaygınız varsa, işe emperyalistlerin ve halk düşmanı devletin diliyle konuşmaktan vazgeçerek başlamanız gerekiyor…

Baskıya karşı direnmek, evrensel bir haktır. Nitekim, 26 Ağustos 1789 tarihli “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin ikinci maddesinde: “Her politik toplumun amacı, insanın doğal ve dokunulmaz haklarını korumaktır. Bunlar: özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır” deniyor…

Aslında asıl terör devlet terörüdür… Bireysel, örgütsel terör devlet terörünün yanında devede kulak bile değildir. Bir baskı, şiddet, korkutma, yıldırma yöntemi olarak terör, devletin tanımında vardır, onda mündemiçtir ve devletle yaşıttır. Devlet, şiddet kullanma tekeline sahip yegâne aygıttır. Bidayette de baskı, şiddet, korku, yıldırma, korkutma sayesinde, zora dayanarak tesis edilmiştir ve varlığını şiddeti, baskıyı, terörü sürekli kılarak, manipüle ederek sürdürmüştür…

Fakat egemen söylem devletin kendi şiddetini, kendi tedhişini, kendi terörünü terör saymaz. Zira neyin terör, kimin terörist olduğuna devletin adamları, akıl hocaları, egemen ideolojiyi/resmî ideolojiyi üretip yayan bilimi kendilerinden menkul zevat, “konunun uzmanı” denilenler karar veriyor… Boşuna, “nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir” denmemiştir… Bir devlet ne kadar büyükse ne kadar güçlüyse, tedhiş [terör] uygulama, dayatma yeteneği de o kadar büyüktür. Şimdilerde terörle mücadelenin sembolü sayılan Amerika Birleşik Devletleri en büyük terörist devlettir. Tabii en büyük teröristin “terörle mücadelenin sembolü” sayılması da rahatsız edici bir ironidir…

İkinci emperyalistler arası savaş sona ermek üzereyken ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası attı, anında 220 bin insan öldü geri kalanlar da radyoaktif zehirlenmeye maruz kaldı… Arjantin’de Amerikancı askerî cunta 1978-83 aralığında 20 binden fazla muhalifi uçaktan okyanusa attı… Ona “insan yağmuru” dendi… Türkiye’de faili meçhul cinayet, gözaltında kayıplar denilen de basbayağı bir devlet terörüdür… Binlerle ifade edilen “faili meçhul cinayet” olur mu? Gözaltında kayıp diye bir şey olur mu? İnsanlar gözden kaybolmasın diye gözaltına alınmıyor mu? Gözaltında kayıpların ne demek olduğunu merak edenler Cumartesi Annelerine baksın… Bu tür vahşetleri herhangi bir terör örgütü gerçekleştirebilir miydi?

İsrail Gezze’yi hiç ara vermeden 1948’den beri, 75 yıldır, cezalandırıyor… İnsanları katlediyor, işkence ediyor, aç-susuz bırakıyor, evini başına yıkıyor, suyunu elektriğinin kesiyor, hastanelerini bombalıyor… 1967’den beri bir milyon Filistinlinin en az bir kere hapse atıldığını bu dünyada kaç kişi biliyor… Hapsedilenlere siyonist-Apartheid rejiminin nasıl davrandığını da merak eden var mı?

Masum insanları kolektif cezalandırma, sömürgeci güçlerin ekseri başvurduğu bir taktiktir… Uygar Batı onu Amerikan yerlilerine karşı, Filipinlerde, Vietnam’da, Almanlar Namibya’da, İngilizler Kenya’da, İkinci Emperyalistler Arası Savaş’ta Naziler Sovyetler Birliği’nde işgal ettikleri bölgelerde insanlık suçu işlemekte tereddüt etmediler… İsrail de aynı yolu izledi… Baskı, şiddet, terörle kurulmuş bir rejim varlığını ancak devlet terörüyle sürdürebilir ki, 75 yıldır İsrail’in yaptığı o… Uluslararası hukuka göre, tüm sömürgeleştirilmiş halklar gibi, Filistin halkının silahlı direnme hakkı olduğunu teslim etmek gerekir… Aksa Tufanı saldırısını “terör saymakla” iş bitmiyor… Kaldı ki tüm terörist eylemler aynı derecede mahkûm edilebilir mi? Edilmeli midir? Mesela bazıları ahlâken haklı sayılamaz mı?

Filistin halkının var olma hakkı var ama siyonist-kolonyalist-Aparthheid rejiminin öyle bir hakkı yok… Sorun Netanyahu’yla başlamadı, ondan sonra da bitmiş olmayacak!

* Daha fazlası için, bkz: Fikret Başkaya, Asıl Terör Devlet Terörüdür… Bu yazı dava konusu yapıldı. “terör örgütü propagandası” yapmaktan 7,5 yıl hapis talebiyle yargılandım… ozguruniversite.org’dan ulaşılabilir…

“Adalet(sizlik)”in teori/pratiği üstüne“

“Adaletsizliği engelleyecek
gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir,
ama itiraz etmeyi beceremediğiniz
bir zaman asla olmamalı.”[1]

Günümüzde kapitalist çürüme günden güne yayılıyor, tek yasa hâline geliyor. Çürüme var oluşumuzun altını oyuyor. Erdem, onur ve adalet hayatımızdan buharlaşıp uçuyor.

Bunu görmeyen, bilmeyen var mı?

* * * * *

Hukuku olmayan bir güç; sınır tanımayan, adalete yabancılaşmış, vicdansız bir çeteleşmedir.

Adalet kanunlarda kayıtlı, “hukuk”la sınırlandırılmış bir realite olmanın ötesinde, ezilenlerin toplumsallaşmış vicdanıdır.

Bu tanımıyla bir adalet her şeyden önce gelir; hukukun, iktidarların soytarısı, maşası olmaması kaydıyla elbette.

Tam da bunun için, “Adalet yoksa barış da yok” gerçeğinin altı ısrarla çizilmeliyken; adaletsizlik ile sonsuza de hükmedilemeyeceği bir an dahi unutulmamalı. Çünkü sınıflı toplumlarda adalet özgürlük yolunda atılan bir adımdır ve hukukun bittiği yerde tiranlık başlar, özgürlükler askıya alınır.

Şurası da açıktır ki adaletsizliği yapan kadar ona katlanan da yaşananlardan sorumludur. Adalet(sizlik), çifte standartlı olması mümkün olmayan bir kesinlik, bir duruş ve ufuktur.

Bu bağlamda bir vazgeçilmezlik olarak adalet, iktidara kaşı mücadelelerle yaratılırken; özel mülkiyetin olmadığı yerde adaletsizlik de olmaz.

* * * * *

Adalet, yabancılaşmamış insan(lık)ın üzerine düşeni yapma yetisidir; onun olmadığı yerde yaşam da anlamını yitirip susar. Çünkü o insan(lık)a içkin tüm etik var oluşun, görevlerin toplamıdır; güçlünün çıkarına eşitlenen zulme karşı başkaldırıdır.

Malum üzere boyun eğenlerin adalet anlayış(sızlığ)ı; olsa olsa “Doğanın ebedi kanunu adalet değil, güçtür,” diyen Joseph Goebbels’lere boyun eğmektir.

Verili kapitalist yerküre tablosunda adaletsizliğin derin/ ve yaygın olduğu; dualar, pasif beklentiler ile adaletsizliği yok edemeyeceği ve adaletsizliğin kaynağının paranın iktidarı olduğu malumun ilamıdır.

Ücretli kölelik iktidarının müthiş bir felaket olduğu açıktır; adaletin olmadığı yerde herkes suçlu, baskıya başkaldırmayan herkes köledir; “Ben her zaman apaçık gerçekler ve adalet için savaşırım,” diyen Fidel Castro’nun uyarısındaki üzere…

* * * * *

Buraya kadar değindiklerim çerçevesinde herkesin temel ihtiyacı ve hakkı olan adaleti toplumsal pratik ile kolektif aklın yardımı olmadan hayata geçirmenin imkânsız olduğu açıktır; ve eşitlikçi adaletin olmadığı yerde toplumsal ahlâktan bahsedilemez.

Kaldı ki herhangi bir yerdeki, herhangi bir biçimdeki haksızlık, adaletin düşmanıdır; ezilenler için adaletin olmadığı mekân(lar)da asla barış da ol(a)maz. Çünkü “Ordu, polis ve adaleti içeren devlet çarkı bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için kullandığı araçtır,” der Jacques Vergès…

Bu gerçek yerküreyi haksızlık(lar)la yöneten sürdürülemez kapitalizm için geçerliyken; cellatlar ezilenlerin karşısına çoğu kez “adalet” söylenceleriyle çıkarlar.

Oysa adalet halkın ekmeğidir; onların adaletten anladığı ise bir mezbaha!

Kolay mı? Eduardo Galeano’nun egemenlerin “adalet”i için söylediği üzere, “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor,” ifadesi üzeredir hemen her şey…

Bu bağlamda adalet için iktidara karşı mücadele, “imkânsız” denilen bir imkânın toplumsal pratiğinden başka bir şey değildir.

Yeri geldi altını çizmeden geçmemeliyim: Egemenlerin “adalet” söylenceleri onun içeriğini boşaltıp/ mahvetmek içindir; çünkü adalet talebi herkes için değilse, o sadece bir baskının aracı ve ayrıcalığıdır; Aurelius Augustinus’un “Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?” sözleri bu gerçeğin çarpıcı bir ifadesidir.

Evet, adalet toplumsallaşmış bir eylemidir. O, toplumsal adalet, emeğin ve kamusal çıkarların önceliğine mündemiçken; ezilenlerin adalet talebi, inat ve ısrarla gerçeğin aranması ve toplumsallaştırılmasıdır.

* * * * *

Adaletin toplumsallaş(tırıl)ması vurgusu bir an dahi “es” geçilmeden; bireysel kaygılarla sınırlandırılması mümkün ol(a)mayan adalet(sizliğ)i insanlar sadece kendi başlarına gelince düşünmek bencilliğinden kurtulmalıdır. Aksi hâlde yabancılaşma, yani topyekûn adaletsizlik trajedisine teslim olmak kaçınılmazlaşacaktır.

Malum: Adaletin koruyucusu oy çokluğuyla seçilmiş hükümetlerse, her şeyin sonu gelmiş demektir. Yani egemen sınıfın hukuk(suzluğ)u, ezilenlerin boynundaki ilmekken; iktidarın yasaları başka şey, hak, adalet başka şeydir; adaletsizliğinden yararlanan, onu değiştirmek istemez…

Kapitalizmde “adalet” olarak sunulan/ tasvir edilen şey bir reklamdır; adaletin askıya alındığı yerde, zorbalık gündemdedir ve bu soru(n) ancak devrimle tedavi edilebilir; “Düzen, kölelik ve zulüm anlamına geldiğinde, düzensizlik adaletin ve özgürlüğün başlangıcıdır,” notundaki üzere Jacques Vergès’in…

Ezilenler daima adalet ve eşitlik ister, iktidar ise bunu asla ka’le almazlarken; üretim araçlarındaki özel mülkiyet adaletsizliğin zeminini oluşturur. Sadece adaletsizlikten nefret etmek yetmez; bunu yapan sınıfla da hesaplaşmak, bu yüzden elzemdir. Çünkü özgürlüğün eşitlikle bütünleşmesidir adalet. İş bu nedenledir ki adalet bir yerde kutup yıldızı gibidir ve geri kalan her şey onun etrafında döner.

Evet, bir rejim, halk adalete inanmaz hâle geldiğinde bitmiştir. Toplumsal gerçek, adil değil ise hasta, çürümüş ve yıkılmaya mahkûm bir toplumdur söz konusu olan. Tam da bununla bağıntılı olarak ekler Hugo Chávez: “Kapitalizm, adaletsizlik diyarı ve en fakirlere karşı en zenginlerin tiranlığıdır… Eğer adalet istiyorsan zenginlerin sözlerine değil, fakirlerin gözlerine bakacaksın.”

* * * * *

Toparlarsak: Adalet ve utanma duygusunun yitirildiği koordinatlarda o, olması gerekendir ve gerekenleri yapmak için başkaldırmaktır.

Bir şey daha: Korkan insan özgür olamaz. Özgür olmayan da adil olamaz…

Gerçeğin ve adaletin en büyük düşmanları sömürenlerdir; “Malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez,” deyişindeki üzere Thomas More’un.

Ve insan(lık) ancak adaletle doyurulur, insanlaşır. Bu uğurda korkmamalıyız, korkmuyoruz adil olmayanlar korksun!

O hâlde dünyanın her yerindeki adaletsizliğe meydan okumak için adaleti her yerde bir toplumsal pratik olarak tasavvur etmeliyiz. Çünkü herkesin özgürlüğü ancak herkesin eşitliğiyle gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi de gerçek adalettir.

İktidar demek baskı demekken; amaç her zaman, her yerde onu aşan adalet olmalıdır.

Özetin özeti, adaletin tesisi yolunda kötülükler yok edilecekse, biz yok etmeliyiz. Köleler serbest bırakılacaksa, biz serbest bırakmalıyız. Korunmasızlar korunacaksa ve sonunda doğruluk zafer kazanacaksa bunların hepsi ezilenlerin eseri olmalı. Gelecek büyük insanlık tarafından kazanılıp, biçimlendirilmeli.

19 Kasım 2023, Paris

N O T L A R

[1] Elie Wiesel.

Filistin hep vardı, var, varolacak da [1]

“La verdad jamás daña a

una causa que es Justa![2]

Filistin’de yaşanan vahşet bir katliamın ötesinde, Siyonist sömürgeciliğin soykırımından başka bir şey değildir. Varsın kimileri bu tabloyu “HAMAS ile İsrail arasındaki savaş” olarak sunmaya kalkışsın; bu, gerçeği yansıtmayan bir manipülasyondur. Gerçek çok daha farklıdır. Ortada Siyonizm’e karşı anti-sömürgeci Filistin’in özgürlük mücadelesi vardır. Yaşananlar “Siyonizm”siz kavranıp/ sunulamaz.

2 Kasım 1917’de İngiltere’nin, “Filistin’de Yahudiler için ulusal bir yurt kurulması”nı kolaylaştıracak resmi politikasını açıkladığı “Balfour Bildirgesi”yle paketlenen Siyonist saldırganlığın ne olduğunu en iyi Vladimir Jabotinsky’nin, “Siyonist kolonizasyon… ancak yerli nüfusun aşamadığı demir bir duvarın ardında yerli nüfusun bağımsız bir gücün koruması altında ilerleyebilir ve gelişebilir,” ifadesi özetler.

Bir başka deyişle, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın, “Orduda tüm kuralları kaldırdım. Savaşırken askeri olarak hiç bir şeyden sorumlu olmayacaklar. Askeri mahkeme yok,” ifadesiyle özetlenmesi mümkün olan vahşet bugün başlamadı; “yeni” falan da değil.

29 Ekim 1956’da Kafr Kassem’da düzinelerce sivili katleden Siyonist terörün Deir Yassin’ini, Nakba’sını, Tel Al-Zaater’i ve daha nicelerini unutmak mümkün müdür?!

* * * * *

“İyi de yaşananlarda HAMAS’ın rolü” mü dediniz?!

HAMAS, olsa olsa Siyonist saldırganlık için bir vesiledir ve hemen her şey Noam Chomsky’nin, satırlarında altını çizdiği üzeredir:

“Gazze’nin istilası ve bombalanması, Hamas’ı yok etmekle ilgili değildir. İsrail’e füze saldırısını durdurmakla da alâkâlı değildir. Barışa ulaşmak da değildir.

İsrail, gelişmiş saldırı jetleri ve gemilerini yoğun-nüfuslu mülteci kampları, okullar, apartmanlar, hastaneler, camiler ve varoşları bombalamak; hava kuvvetleri, hava savunması, donanması, ağır silahları, topu, mekanize birlikleri, komutası, ordusu olmayan bir halka saldırmak için kullanıyor. Ve bunu savaş olarak adlandırıyor. Bu savaş değil cinayettir!”

Devrimcilerin, sosyalistlerin HAMAS’a karşı tavrı 2014 yılında Leyla Halid tarafından, “HAMAS, Filistin’in Müslümanlara ait kutsal bir yer olduğuna inanıyor ve bu bizim (FHKC’nin) düşüncelerimizle çelişiyor. Ama artık tartışma ideolojiyle ilgili değil, özgürleşmeyle ilgili. İsrail’le savaşan herkes bizimle aynı siperdedir,” merkezindedir ve hâlâ da geçerliliğini korumaktadır.

Tekrarlıyorum: Emperyalistler ile Siyonistler krizlerden beslenen uluslararası paylaşım gerçeğini işgallerle sürdürülürken; yaşananlar HAMAS ile İsrail arasındaki savaş değildir. Bu savaş Siyonizm ile Filistin’in anti-sömürgeci isyanı arasındaki bir kapışmadır.

HAMAS’ın kimi mücadele yöntemleri eleştirilebilir; ancak bu noktada Howard Zinn’in, “Zor durumdakilerin çığlığı her zaman haklı olmayabilir fakat ona kulaklarınızı kapatırsanız hakkın ne olduğunu asla öğrenemezsiniz,” uyarısı kulaklara küpe edilmelidir.

Kaldı ki mücadele asla HAMAS ile sınırlı olmayıp; emperyalizme/ Siyonist ırkçılığa[3] karşı 12 Filistinli örgütün meydan okuyan anti-sömürgeci kurtuluş savaşıdır.

‘Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) tüm dünyanın “kurtuluş hareketlerini, siyasi partileri, sendikaları, militanları ve vicdan sahibi insanları” Filistin davasına pratik mücadele yöntemleriyle destek vurgusuyla eklediği merkezdedir hemen her şey:

“Özgürce yaşamak için savaşıyoruz, varlığımız için direniyoruz. Değerli yoldaşlarımız, sizin özgürlüğünüz, sömürgeci hegemonyanın parçalanması ve işbirlikçilerinin yenilgisiyle iç içedir. Halkımıza yönelik katliamlara, özgürlük yolunda hayatını kaybeden anne ve çocukların acısına son vermek için birleşelim. İnandıkları ve uğruna her şeylerini feda ettikleri kavgayı sürdürerek şehitlerimizi onurlandıralım. Özgür bir Filistin ve halk için yolu açalım. Nehirden denize Filistin özgürlüğe!”[4]

HAMAS’ın ideolojisi ve yönelişlerini asla onaylayıp, gerçeklere göz yumamayız. Ancak Siyonist işgal altındaki Filistin’de sömürgeciliğe karşı başkaldıranlara “Hayır” demeyip; Japon işgali altındaki Çin’de Çan Kay Şek ile Mao Zedong’un, Çin Komünist Partisi’nin geniş yurtsever cephe taktiklerine büyük değer atfederiz ve “İsyan hakkı”nı kullanan hiçbir kurtuluş hareketine karşı çıkmayız; “Marksizm pek çok ilkeden oluşur; ancak bunlar son tahlilde tek bir cümlede toparlanabilir: İsyan hakkı!,” uyarısı temelinde Mao Zedong’un…

* * * * *

Biz(ler)i bu savaşta Filistin halkının yanında yer aldığımız için anti-semitik ilan edenler bilmelidir ki, “Hayır” dediğimiz Siyonist vahşettir; tıpkı binlerce İsrailli savaş karşıtı gibi…

Evet, evet desteklediğimiz sadece ve sadece Filistin’in özgürlüğü olup, HAMAS falan değildir.

Bir şey daha: Filistin Davası, devrimcilerin tarihsel hafızasında önemli bir yer sahiptir. Söz konusu hafızada Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar, Bora Gözen’ler kayıtlıdır. Bu bağlamda Filistin kimliğimizdir, geleneğimizdir. Çünkü Filistin uluslararası bir davadır.

Hatırlanmasında yarar var: ‘68 kuşağından ‘71 isyanına amacı sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadelenin bölgesel zaferi olan enternasyonalist Ortadoğu Devrimci Çemberi’ni yaratmak Filistin Davası saflarında dövüşenlerin aslî yönelimlerinden biriydi. Bunun da gereğini yerine getirmek için yakıcı pratik içinde yerlerini aldılar; “İnsan olan kişi, bir başkasının suratına inen tokadı kendi suratında hissedebilmelidir” vurgusuyla, Che Guevara’nın, “Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın en büyük düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için bir savaş marşıdır,” ifadesindeki üzere!

Siz bakmayın bugünlerde Filistin halkına timsah gözyaşı dökerken, “İsrail ile en iyi ticaret yaparak”; Friedrich Engels’in, “Bu dünyanın tanrısı paradır”; Karl Marx’ın, “İngiliz Kilisesi, 39 kuralın 38’ine karşı yapılan saldırıyı, gelirinin 39’da 1’ine yapılan saldırıdan daha kolay bağışlar”;[5] Antonio Gramsci’nin, “Kayıtsızlık tarihin ölü ağırlığıdır,” uyarılarını anımsatanlara!

Bir kez daha yüksek sesle haykıralım: Filistin davasının şakşakçıları ve gerçek savunucuları arasında kesin bir ayrım vardı; var; var olacak da. Kaldı ki kardeş sömürge Kürdistan ile sömürge Filistin gerçeğinde çifte standartlık inandırıcı, samimi olabilir mi? (Friedrich Engels’in, “Başka milletlere baskı yapan hiçbir millet özgür olamaz,” saptamasındaki üzere!)

Hayır soru(n) asla AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Olay Haçlı-Hilâl meselesidir,”[6] formülasyonundaki (Samuel Huntington’ın 1990’larda kotardığı, “Uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olduğu” tezindeki) üzere “Medeniyetler Çatışması” mantık(sızlığ)ıyla ele alınamaz.

Aksine V. İ. Lenin’in, “Ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir,”[7] biçiminde formüle ettiği çerçevede belirleyici olan, ekonomi-politikadır; kültürel figürler değil.

* * * * *

Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi ve paylaşımı yolunda Kürdistan gibi Filistin Davası da ulaştığı koordinatlarda uluslararası bir meseledir ve giderek de önem kazanmaktadır.

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı daha da içinden çıkılmaz, kaotik bir hâl alırken; Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın Brookings Enstitüsü’ndeki ‘Amerikan Ekonomik Liderliğinin Yenilenmesi’ konuşmasında altını çizdiği gibi “Neo-liberalizm yenildi”![8] Ve görünen o ki ABD artık “sistemi kurtarabilmeyi”, mevcudu sürdürmekte değil yerküreyi yeniden paylaşarak, biçimlendirmekte görüyor.

Bu böyle olunca da sürdürülemez kapitalizmin yapısal krizi içinde, emperyalistler sermaye birikim süreçlerinin kriz eğilimlerini, yeni mekânları kendi gereksinimlerine yanıt verecek biçimde, öteki emperyalistlerin nüfuz alanlarına girme/ yönetme çabalarını yoğunlaştırırlarken; saldırganlıklarını siyasi, diplomatik, askeri araçlarla desteklerler.

Bu da ‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) dünyada askeri harcamaların 2022’de 2 trilyon 240 milyar dolarla rekor düzeye yükseldiğini açıkladığı[9] üzere silahlanma yarışını ve “yeniden paylaşım” süreci ile bağıntılı bölgesel savaşlara ivme kazandırır.

* * * * *

Diyeceklerimi Marksist Leninist FHKC kurucusu George Habash’ın, “Bugünün dünyasında hiç kimse masum değil, hiç kimse tarafsız değil. Bir insan ya ezilenlerin yanındadır ya da ezenlerin,” uyarısı yanında; Mahmut Derviş’in ölümsüz dizeleri ile bağlayalım:

“Yaramın üstünde yürümeyi öğretti

bana celladın bıçağı

Yürümeyi, hem de yorulmadan yürümeyi

Direnmeyi öğretti

direnmeyi…”

“Bir Filistin vardı,

bir Filistin gene var!”[10]

16 Kasım 2023 , Paris

N O T L A R

[1] 12 Kasım 2023’de Zürih Eğitim ve Kültür Merkezi’nde İsviçre Göçmen İşçiler Federasyonu ile Xeta Sor’un düzenlediği ‘Filistin Direnişinin Güncelliği’ Paneli’nde yapılan konuşma…

[2] “Gerçek asla adil bir davaya zarar vermez…” (Che Guevara.)

[3] “Irkçılık ‘bizim gibi ol’ derken, bir taraftan da ‘asla bizim gibi olamazsın çünkü bizden biri değilsin ve biz de seni bizden biri olarak görme hatasına düşmeyeceğiz.’ diye fısıldayarak kendisini yeniden öne sürmektedir.” (Robert Bernasconi, Irk Kavramını Kim İcat Etti, çev: Zeynep Direk, Metis Yay., 2011.)

[4] “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Dünyaya Sesleniyor”, 19 Ekim 2023… https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/filistin-halk-kurtulus-cephesi-dunyaya-sesleniyor

[5] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[6] Zeynep Karçığa, “Erdoğan Dünyaya İlan Etti: Olay Haçlı-Hilâl Meselesidir”, Yeni Şafak, 15 Kasım 2023… https://www.yenisafak.com/gundem/cumhurbaskani-erdogan-dunyaya-ilan-etti-olay-hacli-hilal-meselesidir-4574909

[7] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[8] Mehmet Ali Güller, “Sullivan’ın İtirafı: Neo-liberalizm Yenildi”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2023, s.7.

[9] “Askeri Harcamalar 2022’de 2.2 Trilyon Doları Aşarak Rekor Kırdı”, 2 Mayıs 2023… https://gazeddakibris.com/askeri-harcamalar-2022de-22-trilyon-dolari-asarak-rekor-kirdi-2/[10] Mahmud Derviş, Filistin Şiiri-Kolektif, çev: Afşar Timuçin-A. Kadir-Süleyman Salom, Yazko Yay., 1983, s.49.

Kaldıraç dergisinin Aralık 2023 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Aralık sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

İşçi sınıfının, kitlelerin örgütsüzlüğünü, büyük ölçüde bir fırsat hâline getiriyorlar. Bu nedenle, işçi sınıfının, kitlelerin örgütlülüğü, mücadelenin işçi sınıfından yana dönmesi için büyük bir öneme sahiptir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Devrimci, sosyalist, enternasyonalist işçi hareketi

“Bugün ülkemizde bir iç savaş vardır ve bu iç savaş hukuku, bu nedenle uygulanmaktadır. İç savaş hukuku, katliam politikaları da demektir. Yeni saldırıların devreye konulduğunu görmek mümkündür. Burada solun kontrolü, devletin hedeflerinden birdir. Solun iğdiş edilmesi sürecidir de bu. UluSol, solun sağa kayışından öte, daha ileri bir anlam taşır, solun iğdiş edilmesi amaçlanmaktadır.”

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Hrant davası, “ulusalcı sol”, liberal sol ve işçi sınıfının devrimci enternasyonalist yolu

“Saray bir adım atıyor, bizim uzmanlarımız, Kemalist solcularımız, sol liberallerimiz, hep birlikte, bu olmaz, bu anayasaya aykırı diye bir tartışma yürütüyorlar. Oysa bu arada, kervan yürüyor. Saray Rejimi ilerlerken, “muhalif” uzmanlar, Kemalist sol, liberal sol, bu ilerleyişe karşı cepheden gelecek direnişi önlemek için, tuhaf tartışmalar yapıyorlar.”

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Saray Rejimi, kriz ve “iç savaş hukuku”

“Savaş planları, TC devletinin mayıs seçimleri sonrasında aldığı şeklin de temelidir. Saray Rejimi, savaş kabinesi ile, daha çok savaş planlarına angaje olmuş durumdadır. İşte bu açıdan, Filistin’de ortaya çıkan gelişme, TC devletini de şaşırtmıştır.”

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Filistin direnişi ve etkileri

“Kaldı ki NATO mekanizmasının bu ülkedeki kurucuları, CHP içindendir. CHP, NATO’culuk konusunda hiçbir sağ partiden geri değildir. Bu nedenle, CHP tarihinde “sosyal demokrat”lık yoktur.”

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
CHP’den “sosyal demokrat” bir parti çıkar mı?

Bu sayı ayrıca Temel Demirer’in Filistin hep vardı, var, var olacak da ve “Adalet(sizlik)”in teori/pratiği üstüne“, Selim Sezer’in Filistin: Yüz yıllık işgal ve direniş, Fikret Başkaya’nın Terörü ve teröristi nasıl bilirsiniz?, Sibel Özbudun’un “Hiç kimsenin Cumhuriyeti mi?”… ya da 100. yıl vesilesiyle Kadir Cangızbay’ı düşünmek, başlıklı yazıları ve Filistin solundan Daher Kanaani ve Corning grevi baş temsilcisi ile yaptığımız röportajlar da bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 269 / Aralık 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

“Laik demokratik sosyal hukuk devleti”!

Ne zaman memlekette “adaleti zedeleyen” bir olay toplumun gündemine girse, muhalefeti, iktidarı ile “devlet büyükleri”nin kurduğu ilk cümle; Türkiye Cumhuriyeti’nin, “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” olduğudur.

Bu büyük bir yalandır!

Bu devlet, tarihi boyunca ne laik, ne demokratik ne de sosyal hukuk devleti olmamıştır. Buradaki tüm “kazanımlar, her zaman işçi sınıfı ve emekçilerin dünya çapında ve bu topraklarda sürdürülen sınıf mücadelesi sayesindedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar gidiyor olması, bu topraklarda Sunni İslamın bir devlet dini olarak örgütlendiğinin en açık kanıtı değil midir? Din, egemenler tarafından işçi-emekçileri, halk hareketini kontrol altında tutmak için kullanılmıştır.

Sonrasında ABD eliyle dünya çapında sosyalizme karşı “Yeşil Kuşak” projesi ile organize edilip kullanılması, Türkiye’de de dinin kullanılışını değişik evrelerden geçirmiştir. 60’lı, 70’li yıllar bu topraklarda süren sınıf savaşına, yükselen devrimci dalgaya karşı milliyetçilikle birlikte dinin pervasızca kullanılması hepimizin bildiği bir gerçektir.

Bugün de böyledir. Din ilk defa AKP tarafından kullanılıyor değildir. Daha pervasızca kullanıldığı söylenebilir. AKP’nin bir ABD projesi olduğunu solun dışında, AKP destekçisi islamcı yazarların bile dillendirdiği bir yerde bugünkü uygulamaların hem emperyalist efendiler hem de onların işbirlikçisi sermaye sınıfı ve yöneticilerinden bağımsız olduğunu söylemek mümkün müdür?

Örnek olsun, Koç’un, Sabancı’nın, Eczacıbaşı’nın, TÜSİAD’ın ÇEDES projesine karşı çıktığını gördünüz mü? Karlarını, servetlerini arttırmak dışında bir dertleri var mıdır? Yoksa “Çevreye duyarlı değerlerine sahip çıkan”, grevi, isyanı düşünmeyen, şükreden bir nesil sermaye sınıfı için, patronlar için istenen bir şey midir?

Katliamlara dönüşen işçi cinayetlerinde tarikatların, imamların, “isyan etmeyin” vaazları için getirilmesi, Antep’te, Urfa’da olduğu gibi işçilerin direnişlerini kırmak için diyanetin seferber olması, depremde tarikat ve imam ordularının deprem bölgesine taşınması yakın zamanda yaşadıklarımızdır.

Laik bir ülkede devlet hiçbir dinsel inanca karışmaz, destek olmaz. Hiçbir ibadethanenin görevlileri de dahil giderlerini karşılamaz. Diyanet İşleri diye bir kurum aracılığı ile devlet dini örgütlemez, okullarda zorunlu din dersi dayatamaz.

Son seçim sürecinde, iktidarı, muhalefeti birlikte milliyetçiliği ve dini yeniden organize etmişlerdir. Kürt düşmanlığının yanına Göçmen düşmanlığı da eklenerek örgütlenen yeni bir milliyetçiliğin yanı sıra dinin kullanımında da daha pervasızca hareket edilmektedir.

Yağma, rant ve savaş üzerine kurulu Saray Rejiminin yeni savaş hükümetinde liyakat budur. Sözüm ona muhalefetin de “itirazları” tamamen göstermeliktir. “Ana muhalefet” partisi CHP’nin Diyaneti kurmakla övündüğü bir ülkede yapılan itirazların bir karşılığı olabilir mi?

Ekonominin yönetimi, emperyalist merkezlere doğrudan bağlanarak, işçi-emekçilere savaş ilan edilmiş gelişen itirazlar baskı ve zorla bastırılmak istenirken, bölgemizde ABD’nin başını çektiği savaş politikalarına balıklama atlanmaktadır.

Anti- komünizm, İşçi sınıfının reddi, halkların imhası ve inkarı üzerine kurulu bu burjuva egemenliği, “iktidarı”, “muhalefeti” ile karşımıza almadan bu topraklarda “laik, demokratik” bir düzen kurulamaz. Laik, nüfusun %90’nını oluşturan işçi-emekçiler için demokrasinin olduğu bir ülke ancak işçi sınıfı iktidarı ile, sosyalizmle mümkündür.

Bunun yolu, işçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların direnişlerini birleştirecek bir Birleşik Emek Cephesi ile direnişleri büyüterek işçi sınıfı iktidarı için mücadele etmektir.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine inşa edilmiş Saray Rejimi’ne karşı insanca ve onurluca bir yaşam için direniş saflarında birleşelim.

Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

* 12 Aralık 2023 Kadıköy’de düzenlenen Alevi Miting’inde dağıtılan bildiridir.