Ana Sayfa Blog Sayfa 39

Filistin direnişi ve etkileri

6-7 Ekim 2023’te İsrail’in “demir kafes”ini delen saldırının üzerinden, iki aya yakın zaman geçti. Kaldıraç’ın 268. sayısında Adalı’nın değerlendirmesi yayınlandı. Hemen savaşın ya da sürekli olan bu savaşın bu yeni evresinin ilk günlerinde kaleme alınan bu makale, meseleyi oldukça net bir biçimde ortaya koymuştu. Daha o günlerde, bu saldırının, tüm Filistin direnişinin ortak eylemi olduğunun üzerinde duruluyordu. Bu nedenle, Hamas’ın tarihsel geçmişine rağmen, egemene karşı samimi direnişin anlamı üzerinde net bir biçimde durulmuştu.

Bugün, iki aya yakın bir süre geride kaldı.

İsrail, Hamas’ın saldırılarını bahane olarak kullanarak, Gazze’ye ve Bati Şeria’ya, hatta Suriye ve Lübnan’a karşı her türlü savaş kuralını çiğneyen saldırıları devreye soktu. Bu saldırılar ve onlara karşı Filistin direnişi, birçok yeni sonuçlar ya da durumlar yaratmaktadır.

Bu nedenle, tüm bu gelişmelere bir kere daha bakmak gerekiyor.

1

Bizim “uzman”larımızın bir bölümü, hiç utanmadan, aslında Hamas saldırdığı için İsrail saldırmaktadır diye açıklamalar yapmaktadırlar. Utangaç İsrail destekçiliği bu olsa gerek. Bu “uzman”lar, kendilerinin ahmaklığını, halkın da ahmaklığı olarak anlıyorlar ve kimsenin geçmişi hatırlamayacağına çok güveniyorlar. İsrail, acaba bu saldırı yok iken, kaç kere daha saldırmıştır?

Yanlış hatırlamıyorsam, yıl 2009 olmalıdır ve Erdoğan, Suriye ve İsrail bir araya gelecekti ve anlaşma imzalanacaktı. Filistin devleti İsrail tarafından tanınacak şekilde organize edilecekti. Ama toplantı tarihi kararlaştırılmak üzere iken, (Bu konuda kapsamlı bilgilerin Hüsnü Mahalli’de olduğunu söylemek mümkündür. Aslında bilgi herkeste vardır da, Mahalli’nin bunları eğip bükmeden, doğruca dile getireceğini söylemek mümkündür.) birdenbire, İsrail saldırılara başladı ve 3 bin civarında Filistinli öldürüldü.

Peki o dönem bir Hamas saldırısı mı vardı?

İki şey yanlıştır: Bir, İsrail’in sanki Hamas saldırdı diye saldırıda bulunduğunu söylemek, yanlıştır. Sadece yanlış değil, “uzman” İsrail destekçilerinin işidir. Her yıl, bilmem kaç kere, İsrail sürekli olarak saldırmaktadır. Bu saldırıların bir bölümü, adeta sıradan haber diye, haberlere konu olmamaya başlamıştı. Demek ki 6-7 Ekim saldırısı, aslında direnişin, önemli bir hamle yapmasının sonucu, bu kadar değerli hâle geldiğini söylemek mümkündür.

İkinci yanlış, İsrail’e karşı direnişin, sivillerin öldürülmesine karşı olmak adına, lanetlenmesidir. Bu meseleyi baştan aşağıya yanlış koymak, bilerek veya bilmeyerek meseleyi çarpıtmaktır. Çünkü İsrail orada işgalcidir. Tıpkı TC devletinin Suriye topraklarında işgalci olması gibi.

İsrail, bizzat işgalci olduğu bir toprakta, halkı açık bir hapishaneye tıkmıştır ve bu işgalciye karşı direniş, bir hak ve zorunluluktur. Öyle ise, “İsrail’in kendini savunma hakkı” diye bir haktan söz etmek, aslında açık ve net olarak savaşa İsrail adına girmek demektir. Her işgalci, kendisine karşı direniş ile karşılaşacaktır. Bunu, direniş değil de, bir çeşit terör saldırısı olarak ele almak, aslında gerçekleri altüst etmek olur.

Bu değerlendirmeleri, mesela Alman devleti, Fransız devleti, İngiliz devleti, ABD yaparsa, aslında bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur. Ama “insancıl” bir ses tonu ile, “uzman” sıfatlı insanlar bunları dile getirmeye başlıyorsa, işte burada, ciddi bir karartma var demektir. Onların safı, isteseler de istemeseler de, karanlık güçlerin, emperyalist merkezlerin yanıdır, safıdır.

2

Biz meseleye Hamas-İsrail savaşı demekten yana değiliz. Biz, Filistin direnişi demeyi sürdüreceğiz. Bu, Hamas’ın saldırıdaki rolünü inkâr etmek için değil, meselenin bir Filistin direnişi olduğunu söylemek içindir.

İsteyen buna, İsrail eli ile yapılan soykırım olarak tanımlayabilir. Öyledir de. İsrail, açıkça, Filistin halkına karşı bir soykırım uygulamaktadır. Bugüne kadar 14-15 bin Filistinli, sadece Gazze’de ölmüştür ve bunun 6-7 bini çocuk yaştadır.

Yahudi halkı (o zaman bir İsrail devleti yok ve Yahudiler dünyanın birçok ülkesinde yaşamaktaydılar), İkinci Dünya Savaşı döneminde, Nazi zulmü ile karşı karşıya kalmış, bir soykırıma tabi tutulmuştur. Bugün ise İsrail devleti, bu soykırımın daha gelişmiş hâlini, Filistin halkına karşı, açıkça uygulamaktadır. Bu İsrail halkı için de bir trajedidir. Soykırıma uğramış bir halkın egemenleri, İsrail tekelci sermayesi, ABD’nin tetikçisi olarak, bölgede, Filistin halkına karşı, ırkçı bir saldırı yürütmektedir. Bu yeni de değildir. Bu saldırı, bu soykırım, dünyanın gözleri önünde yaşanmaktadır.

Ve bu soykırıma, bu saldırıya karşı, 75 yıldır süren bu saldırıya karşı, bugün daha da gelişmiş olan bir direniş söz konusudur. “Nehirden denize özgür Filistin” bu direnişin sloganı hâline gelmiştir.

3

Ve bu direnişte Filistin halkının destekçileri, dünyanın her ülkesinde sokaklardadır. Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da Filistin direnişini destekleyenlere polisin saldırıları, aslında bu soykırım savaşının, bu ülkelerin içine yansımasıdır. Bu devletler, Filistin halkına karşı uygulanan soykırıma karşı çıktıkları için kendi halkına karşı düşmanca muamele etmektedir.

Dünyanın her yerinde ama her ülkesinde, Filistin direnişine destek veren milyonlar var. Ve bu milyonlara, İsrail halkının büyük bir bölümü de dâhildir. İsrail halkının İsrail devletinin saldırılarına karşı verdiği tepki, son derece onurludur.

Elbette bunun karşısında, Filistin’e karşı İsrail saldırılarını destekleyen, başta beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olmak üzere tüm Batı’dır, neredeyse tüm NATO ülkeleridir.

Dünyada iki cephe ortaya çıkmıştır. Filistin direnişini destekleyenler ile, İsrail’in soykırım saldırılarını destekleyenler. Ve bu iki cephe, aynı zamanda, emperyalist merkezlerle, onlara karşı direnenlerin cephesidir. Daha da derine inilirse, bu dünya çapında, işçi sınıfı ile burjuvazinin savaşımının cephelerini, tam olarak olmasa da, yansıtmaktadır.

4

TC devleti, Saray Rejimi, sözde, çeşitli açıklamalarla, Filistin halkının yanında olduğunu ilan etmektedir. Ama gerçek böyle değildir.

Filistin direnişi, TC devletinin bu konudaki ikiyüzlü politikasını ortaya koymuştur, maskeleri indirmiştir.

TC devleti, Filistin’den yanaymış, İsrail saldırılarına karşı imiş gibi, yüksek tonda açıklamalar yapmaktan geri durmuyor. Ama bir tek önlem bile almıyor. Mesela, İsrail ile ekonomik ve askerî ilişkiler kesilmiyor. Türkiye semalarında uçuş denemeleri yapan İsrail uçaklarının uçuşunu engellemiyor. Çelik, gıda ve petrol sevkiyatı konusunda hiçbir ekonomik tedbir devreye sokulmuyor. Husiler, bir Türk kargo gemisine el koydular ve bu vesile ile, Türkiye’den İsrail’e akan destek bir kere daha açığa çıkmış oldu.

Oysa hiçbir nutuk atmadan, sadece ve sadece, ekonomik ve askerî tüm ilişkiler askıya alınsa, zaten İsrail için ağır bir darbe anlamına gelir ve savaş konusunda Filistin halkına ciddi bir destek verilmiş olur.

Türkiye, İsrail ile birlikte, bölgemizde, ABD tetikçisidir ve bu durum, ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, artık mızrak çuvala sığmamaktadır.

5

Arap Birliği, fuzuli, işlevsiz bir birliktir. Bu durum ortaya çıkmıştır. Kasım ayının ortalarında, İslam ülkeleri ve Arap ülkeleri, içinde İran ve Türkiye de varken, Suriye de toplantıda iken, aslında hiçbir olumlu, anlamlı, dişe dokunur bir karar almamıştır. Mesela petrol sevkiyatı, mesela çelik sevkiyatı vb. gibi önlemler bile alınmamıştır.

İsrail, Gazze’deki halkın elektriğini, enerjisini keserken, İslam ülkeleri, petrol vb. sevkiyatını kesememiştir.

Toplantıya 57 ülke katıldı, hem Arap Birliği hem de İslam İşbirliği Teşkilatı birlikte toplandı. Mesela bu ülkelerden hiçbiri, ülkelerinde yer alan ABD üslerini kapatma ya da geçici olarak kapatma kararı da almadı. ABD üssü olan ülkelerin içinde, Türkiye, Irak, BAE, Suudi Arabistan, katar, Bahreyn, Umman ve Ürdün var. Hiçbiri böylesi bir eğilime girmemiştir.

57 ülke, mesela İsrail ile diplomatik, askerî ve ekonomik ilişkilerini kesme ya da bir süre koyduktan sonra kesme kararı almamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki Suriye ve İran dışında, dişe dokunur bir ses yükseltmesi bile gerçekleşmemiştir.

Mesela Arap ülkeleri, İbrahim anlaşmalarını artık askıya alıyoruz, İsrail saldırıları durmadan, Filistin devleti, 1967 sınırları içinde (1967 sınırları, BM kararı olduğu için söylüyoruz) kurulana kadar İsrail ile yapılan anlaşmaları iptal ediyoruz, dememiştir.

Suriye ve İran, sözden, kınamalardan öteye geçmeyi önermiş ama bunlar dikkate bile alınmamıştır. Katliam sözlerinin yanına yardım sözleri eklenmiş, bu çerçevenin dışına çıkılmayarak, aslında İsrail saldırılarına göz yumulmuştur.

Ve bu olay vesilesi ile, Arap ve İslam birlikleri, kendilerinin işlevsiz olduğunu, hiçbir konuda bir karar alma olanaklarının olmadığını deklare etmişlerdir.

6

Bu konu son derece önemlidir. Zira Filistin direnişi, aslında, Deniz Adalı’nın 268. sayıda belirttiği gibi, ABD’nin, İsrail eli ile İran’a saldırı planlarını altüst etmiştir.

Yani bu savaş, dünya çapında süren, başlangıcında emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşı olarak başlayan, bugün, Batı’nın ABD egemenliğinde Rusya ve Çin’e karşı savaşına dönen üçüncü dünya savaşının bir cephesidir.

Aktif ve pasif savaş cepheleri oluşmaktadır.

Ukrayna bir aktif savaş cephesidir. Balkanlar, pasif bir savaş cephesidir.

Kafkaslarda ortaya çıkan gelişmeler, bir yandan Rusya ve Çin’e karşı savaşın bir parçasıdır, diğer yandan ise İran’a karşı planlanan saldırının bir parçasıdır.

İran’a karşı savaş, yukarıdan Azerbaycan üzerinden, Türkiye’den ve İsrail üzerinden aynı anda başlatılmak için organize edilmektedir. Görünen budur. Ve Filistin halkının direnişi, bu süreci etkilemektedir. ABD, İsrail, Türkiye eli ile planladığı savaşı, bir süre daha ertelemek ya da yeniden gözden geçirmek zorundadır.

İsrail’in saldırısı, aynı zamanda Suriye ve Lübnan savaşı ile de bağlıdır. İran ile sınırlı değildir. Hedef İran olsa da, bu savaş, aslında bölgede tüm sınırları değiştirme savaşıdır. ABD, bölgeden çıkmak ile bölgeye daha fazla yerleşmek seçenekleri arasında, elbette bölgeye yerleşme seçeneğini zorlamaktadır. Arap ve İslam birlikleri, ABD rotasından çıkma niyetinde değildir. Bu aynı zamanda iradesizliktir ve sömürge ülke olma hâlinin açık göstergesidir.

İsrail saldırıları bir soykırımına dönüşmüş olsa da (zaten bu soykırım sürekli vardır), İsrail’in zafere ulaşacağı tartışma konusudur. Bu durum, bölgede savaş sürecinin daha da uzayacağının işaretidir ve sürekli savaş hâli gelişmektedir.

Tüm bölgede askerî yatırımlar ve silahlanma artacaktır. Zaten artmaktadır da.

Ama dahası var; ABD, çözülmekte olan hegemonyasını yeniden tesis etmek için, bu kez, Tayvan cephesini açmakta acele edecek gibidir. Elbette Kafkaslar bu açıdan yeniden ısınabilir. Her ne kadar Ermenistan ve Azerbaycan anlaşma yapsa da, Kafkasları karıştırmak için ABD’nin çok hazırlığı olduğu biliniyor. Balkanlarda da yeni bir hareketlilik olasılığı vardır. Balkanlar da pasif cephelerden biridir.

Böylece ABD, savaşı kendi topraklarında uzak sahalarda sürdürme planını sürdürmektedir. İki dünya savaşını kendi toprakları dışında sürdürebilen ABD, bugün de aynısını denemektedir. Ama üçüncü dünya savaşının ABD topraklarının dışında sürmesi mümkün değildir. Ancak anlaşılan o ki ABD, savaşı, sürdürebildiği kadar kendi topraklarına uzak alanlarda devreye sokacaktır.

7

Elbette Filistin direnişi, ülkemiz solunun, dünya çapında kitlelerin hareketlenmesine de etki etmiştir. Bu oldukça değerlidir. Dünya çapında sürmekte olan kapitalist sistemin krizi, zaten çeşitli biçimlerde kitlesel eylemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktaydı. Filistin direnişine destek, İsrail’in saldırılarına karşı çıkmak amacıyla gelişen eylemler, özellikle Batı metropollerinde önemli bir hareketlilik yaratmıştır.

Bu kitlesel eylemler, daha da büyüyecek potansiyeli barındırmaktadır. Bu durum, her ülkede, kendi devletlerinin tutumlarının deşifre olmasına olanak tanımaktadır. Kitlelerin, kendi devletlerinin politikalarına açık tutum almaları, sadece Filistin meselesi ile sınırlı kalmayacaktır. Ne denli derinleşeceği ise elbette o ülkelerdeki devrimci güçlerin tutumlarına bağlı olacaktır.

Ancak süreç, bu açıdan da, dünya çapında sürmekte olan savaş ile bağlanmaktadır. Dünya çapında süren savaş, savaşı kışkırtan tüm NATO ülkelerinde bir iç savaş olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun hangi ülkede ne denli gelişmiş olduğu ayrı bir konudur. Ancak Filistin direnişine destek eylemleri ve bu eylemlere Batı’nın “demokrasi”lerinin saldırgan tepkileri, bu iç savaş sürecini de etkileyecektir.

8

Elbette bir de tüm Ortadoğu’yu ele almak mümkündür. Bu elbette oldukça kapsamlı bir çalışma da demektir. Ama daha da önemlisi, bölgedeki dengelerin, sürekli değişiyor olduğu gerçeği nedeni ile, bu analizin dinamik yapılmasının, her seferinde ele alınmasının zorunlu olduğunu görmektir.

Bölgenin önemi nedeni ile ABD, ne Suriye’deki yenilgiyi kabul edip geri çekilecektir ne de İran’a karşı savaş planlarını iptal edecektir. Evet erteleyecek gibi görünmektedir. Ama ne olursa olsun, önümüzdeki aylar ilginç gelişmelere gebedir.

Savaş planları, TC devletinin mayıs seçimleri sonrasında aldığı şeklin de temelidir. Saray Rejimi, savaş kabinesi ile, daha çok savaş planlarına angaje olmuş durumdadır. İşte bu açıdan, Filistin’de ortaya çıkan gelişme, TC devletini de şaşırtmıştır.

Saray Rejimi, İsrail gibi, ABD tetikçisidir. Ve bölgede iki tetikçi, oldukça etkin iş tutmak üzere hazırlık yapmaktadır. Ama bölgedeki gelişmeler, bu planları, en azından zamansal açıdan değiştirmektedir.

İsrail saldırısı ile, bölgede tüm büyük güçlerin askerî yığınağı oldukça üst boyuta çıkmıştır. ABD savaş gemileri, Çin savaş gemileri, İngiliz savaş gemileri vb. hepsi bölgededir. Dahası, ABD, bölgedeki tüm üslere asker ve uçak yığmaktadır. İncirlik Üssü’ne sürekli takviye yapılmaktadır. ABD, bir yandan İsrail’i desteklerken, diğer yandan bölgede savaşın yayılmaması için arka kapıdan görüşmeler yapmaktadır. Ama artık bu, kimsenin yutmayacağı bir numaradır. Her güç kendini savaşa hazırlamaktadır. ABD, kendi karşısındaki güçlerin savaş için kendisi kadar istekli olmamalarını bir avantaj olarak ele almaktadır. Ne Rusya ne Çin savaş konusunda istekli değildirler. Savaşı istememektedirler. Ama ABD’nin atakları, savaşı daha da yakınlaştırmaktadır. Ve ABD için savaşı kendine uzak bir alanda yoğunlaştırmak, stratejik bir oyun hâlindedir.

9

Hep söylüyoruz: Savaşı önleyecek tek güç, yeni bir sosyalist devrim dalgasıdır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nı durduran Ekim Devrimi gibi, yeni bir devrim dalgası kapitalist zinciri kırmadan, bu savaşı durdurmak mümkün değildir.

Bu ise halkların direnişi demektir.

Bu ise dünya işçi sınıfının ayağa kalkması demektir.

Bu ise devrimci örgütlenmenin kendi yolunu ve rotasını sağlam tutması demektir.

Devrimci, sosyalist, enternasyonalist işçi hareketi

Dünyada savaş bulutları arttıkça, savaş çeşitli yoğunluk ve biçimler altında her coğrafyada gelişmeye başladıkça, tüm burjuva devletler, kapitalist devletler her türlü hak arama eyleminin karşısına, yoğun ve planlı bir devlet terörü ile çıkıyorlar. Maskelerini çıkartıyorlar. Batı demokrasisinin değerleri, medeniyet taşıyıcıları, insancıllığın ezelî-ebedî temsilcileri, birdenbire, tüm çürümüş, kokuşmuş, çirkin ve insanlık dışı yüzleri ile, işçi ve emekçilerin karşısına dikiliyorlar.

Savaş, sadece savaşın olduğu coğrafyaları etkilemiyor. Sadece Ukrayna’nın Neonazileri yakıp yıkmakla yetinmiyorlar. Bu durum aynı zamanda, tüm dünyada gericiliğin, Neonazi destekçiliğinin hortlamasına da olanak veriyor. Maskelerini indiriyorlar ve tüm NATO ülkeleri, gizlice kundakladıkları, arka kapılarda besledikleri gizli Neonazi örgütlenmelerini, artık kendi desteklerini de açıklayarak sahaya sürüyorlar.

Suriye sahasında IŞİD, Ukrayna’da Banderacılar, bu soydandır. Birçok ülkede Neonazi örgütler, birçok yerde İslamî örgütler, emperyalist efendilerin savaş planları için açıktan kullanılıyor.

İsrail’in Filistin halkına karşı soykırımı, TC devletinin Kürt halkına dayattığı katliam politikaları, bunlara uygun olarak yükseltilen dinî-milliyetçi çeteler, burjuva egemenliği sürdürmek için devrededirler.

Bu savaş süreci içinde, işçi ve emekçilere, dünyanın her yerinde, farklı tonlarda, farklı çerçeve içinde, dinci ve milliyetçi bir söylemi dayatıyorlar. Efendilerine hizmet etmek için can atan kalemşörler, bu milliyetçi, ırkçı akımları, binbir yerinden parlatarak, işçi ve emekçilere, kitlelere dayatıyorlar. Bu büyük bir ideolojik savaştır.

Savaşın beraberinde getirdiği her sorunu, kendi amaçları için bir başka fırsat olarak kullanıyorlar. Kapitalist sistem, önce bir sağlık sorunu yaratır, sonra da bu sağlık sorununu çözmek adına, korkunç bir özelleştirme-yağma metodunu devreye sokar. Her şeyi daha fazla kâr için ele alır, buna uygun bir ortam hazırlar. Savaş sürecinin sorunlarına da böyle yaklaşıyorlar.

İşçi sınıfının, kitlelerin örgütsüzlüğünü, büyük ölçüde bir fırsat hâline getiriyorlar. Bu nedenle, işçi sınıfının, kitlelerin örgütlülüğü, mücadelenin işçi sınıfından yana dönmesi için büyük bir öneme sahiptir.

İçinden geçtiğimiz dönemde, savaşa bağlı olarak ortaya çıkan göç sorunu, göçmen işçiler sorunu, sistem tarafından her yönde kullanılmaktadır. Bir yandan göçmen işçileri yok pahasına çalıştırma olanağını elde etmekte, diğer yandan işçi ve emekçiler örgütsüz ise onların göçmen işçiler düzeyinde ücret almasını istemekte, bir yandan göçmen işçilere karşı bir ırkçı yaklaşımı körüklemekte, tüm toplumu ırkçı saldırılar için hazır hâle getirmekte, savaş yanlılığını bir kere daha artıracak manipülasyonları yapmaktadır.

Ekonomik krizin yükünü işçilere yüklemekte, yaşamı zorlaşan işçileri borçlandırarak, isyan etme eğilimlerini yok etmekte, bazı bölgelerde açlığa dayalı çeteler örgütleyerek, onları direnen devrimcilerin üzerine sürmekte, ortaya çıkan mafyatik çeteleri beslemektedir.

Yani mal sahibinin, koyunun etinden, sütünden, yününden yararlanması hesabı, kapitalist de, egemen de, işçilerin her şeyinden yararlanacak yöntemler geliştirmektedir.

Onlar şunu istiyorlar:

1- İşçiler, kadınlar, emekçiler, gençler, haklarını aramasın, eylem yapmasın, sessizce kaderine razı olsun, sussunlar.

2- İşçiler, daha çok çalışsın, daha fedakâr olsunlar. İşçiler, vatan, millet edebiyatı ile, milliyetçi, ırkçı, öbür dünya hayali ile dinci olsunlar isterler, istiyorlar.

3- İşçiler, kendinden daha zor, daha kötü durumda olana, elini uzatmasın, gözlerini kapasın ve hâllerine şükretsinler. İşsize niye işsiz diye bakmasın, emekliye bakmasın, sadece kendi hâllerine şükretsinler.

4- İşçiler, hiçbir toplumsal olaya, olup bitene ilgi göstermesinler. Savaş konusunda konuşmasın, savaşa karşı çıkmasın, kendi çocuklarının ölüme gönderilmesine seyirci kalsınlar. Bir kişinin kimliği nedeniyle öldürülmesine ses çıkartmasınlar. Kadının cinayete kurban gitmesine sadece üzülsün, bir şey yapmasınlar. Eğitimin parasız olması için mücadele eden bir gence sahip çıkmasınlar. Olup bitene gözlerini kapasınlar.

İstedikleri budur.

Bir çeşit salt ekonomik varlık olarak işçi sınıfına evet diyorlar. Ama hakkını arayan, başka işçilerle dayanışma içinde olan işçi sınıfına hayır diyorlar. Düşünen insana hayır diyorlar ama itaat edene evet diyorlar.

Onlar bunu istiyor. Ama ya biz işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler ne istiyoruz? İnsan olmaktan çıkmak demek olan egemenin isteklerine boyun mu eğeceğiz?

İşçi sınıfı, bir başka insanı ezmek, sömürmekten uzaktır. Bu nedenle, insanın insana kulluğuna, sömürüye son verebilecek tek devrimci sınıftır.

Ama bunu ancak devrimci ise yapabilir.

Devrimci değil ise işçi sınıfı hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır.

İşçi sınıfı sosyalist devrim için mücadele etmek, bu mücadelenin önderi olmak zorundadır. Tarihsel misyonu budur.

İşçi sınıfı devrimci sosyalist bir örgütlenme geliştirmek zorundadır.

Bunun için, direniş, en büyük öğretmendir. İşçi direnişlerinin önemi de buradadır. İşçi direnişleri, kadın direnişleri, öğrenci direnişleri, hem gelişmeli hem yaygınlaşmalı hem de giderek daha örgütlü hâle getirilmelidir. Bu, biz devrimci işçilerin görevidir.

İşçi sınıfı, tüm eylemliliği sürecince, kendi içinde gelişen her eyleme duyarlı olmalıdır. Her işçi eylemi, diğer işçilerce, anlamlı bir biçimde desteklenmelidir. İşçiler başka işçilerin eylemlerinden de öğrenmelidirler.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal sorunlara duyarlı olmak zorundadır. Gözlerini kapatıp, kendi işine bakmak yok. İşçiler, öğrencilerin her eylemine yakından bakmalıdırlar, çiftçilerin eylemlerine yakından bakmalıdırlar, kadın eylemlerine yakından bakmalıdırlar.

İşçi sınıfı milliyetçi değildir. İşçilerin vatanı yoktur. İşçi sınıfı enternasyonalisttir. Dünyanın tüm işçileri, aynı sınıfın üyesidir ve kardeştirler. Dünyayı ayakta tutan onların kolektif emeğidir. Bu bilinçle, işçiler, hiçbir halka, hiçbir ülkenin yoksuluna, hiçbir ülkenin işçisine egemenin bakış açısıyla, milliyetçi bir bakış açısı ile bakmazlar. İşçi sınıfının davası enternasyonalist bir davadır. Bir ülkedeki devrim, başka ülkelerdeki devrimlerle birleşmeden, dünya çapında işçi sınıfının zaferi gerçekleşmeden, insanın insan tarafından sömürülmesine, dünyada yoksulluğa son vermek mümkün değildir.

Bunlar, işçi sınıfının mücadelesinin olmazsa olmazlarıdır. Her işçi örgütlenmesi, her işçi mücadelesi, bunlara dayanmak zorundadır.

Bir başka deyişle, kapitalist sistemi, doğrudan karşısına almadan, sosyalizmin zaferi, işçi sınıfının iktidarı alabilmesi mümkün değildir.

Dünyada savaş bulutları dolaşıyor. Ama aynı zamanda, gelişmekte olan, kundaklanan, emperyalist efendilerin yarattığı bu dünya savaşı içinde, bir devrim de mayalanmaktadır. İşte bu devrimin zaferi, devrimci, sosyalist, enternasyonalist temeller üzerinde yükselen bir işçi örgütlenmesini, bir direniş hattı örgütlenmesini gerektirir.

Bugün ülkemizde işçi sınıfının, kendini devrimci diyerek milliyetçi soldan ayıranların önündeki başlıca görev, direniş hattını geliştirmek, direnişleri yaymak, örgütlemek, direnişlerden öğrenmek, bu direnişleri, Birleşik Emek Cephesi’nde birleştirmektir.

Saray Rejimi, kriz ve “iç savaş hukuku”

Çok sık duyuyoruz, “Türkiye Cumhuriyeti, sosyal, laik ve demokratik bir hukuk devletidir” diye. Yalnız biz bunu, daha çok ama daha çok, “muhalif” kimliği olduğunu söyleyenlerden duyuyoruz. Mesela CHP’den, mesela hukukçulardan, mesela “siyaset bilimci” gibi nereden ve nasıl elde edildiği belli olmayan unvanlara sahip TV konuklarından, mesela liberal soldan, mesela Kemalist soldan. Hele bu son ikisinden o kadar çok duyuyoruz ki bu “laik, demokratik, sosyal hukuk devletiyiz” sözlerini, “inanasımız geliyor.” Sanki bunlar, liberal sol ve Kemalist sol, gözlerini kapayarak “biz sosyal, laik ve demokratik bir hukuk devletiyiz” sözünü ne kadar çok tekrar ederlerse, bir gün gözlerini açtıklarında, bunun gerçek olacağına inanır gibiler. 40 kere söylersen gerçek olur boş inanı gibi. Bunlara bakınca, acaba bunlarla biz ayrı ülkelerde, ayrı gezegende mi yaşıyoruz diye şaşmamak elde değil. Bir çeşit “Alice Harikalar Diyarında” gibiler.

Alice Harikalar Diyarında deyince, hatırlamamak elde değil. Adı “Baykuş İmparatorluğu” diye hatırlıyorum. Maalesef elimde yok ve ulaşmam mümkün değil. Bu bir kitaptır ve ABD devletinin, köle yetiştirme programını deşifre eden mahkeme kayıtlarına dayanmaktadır. Mine G. Kırıkkanat da galiba kitaba bir tanıtım yazısı yazmış olmalıdır. İnanılması oldukça zor bilgilerle doludur ve mide bulandırıcıdır. Alice Harikalar Diyarında hikâyelerine de gönderme yapar. İnsana, devlet konusunda boş inanlar beslemenin ne demek olduğunu anlatabilir. Orada, ABD’nin, devletin, ne kadar demokratik, ne kadar hukuk devleti olduğunu görebilme şansını elde edersiniz. Ve böylece, Batı değerleri, Amerikan rüyası, NATO’cu kafa ne demek biraz olsun anlama şansınız olur.

İşte bizim, “uzman” ilan edilmişlerimiz, liberal ve Kemalist solcularımız, kutsal devletin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu tekrarlarken inanç tazelemekte, bunu tekrarladıkça bu konudaki inançlarını beslemektedirler. Bir çeşit dua gibidir, mistiktir ve “Anadolu irfanı”nda kendini kandırmak için bir yalana inanacaksan, bunun Batı medeniyetinden geliyor olması bir çeşit avantajdır.

Kaç kere tekrarlanınca bir şey gerçek olur, bilen var mı? Ama bizim liberal ve Kemalist solcularımız, bu tekrarı sonsuza kadar devam ettirebilecek kadar gözlerini sıkıca Batı medeniyeti bandajı ile kapatmışlardır. Emin olun, o NATO bandajının altında bile, gözlerini sımsıkı yummaya devam etmektedirler. Olur da gözleri açık olur ve bandajdan sızan azıcık bir ışık demeti gerçeği görmelerine neden olabilir, diye korkmaktadırlar.

Ama ne olursa olsun, bu rahatsızlıktan da kurtulamıyorlar. Bu nedenle, umutlarını, Erdoğan’ı getirip görevlendirenlerin, bir gün gelip de kendilerini anlayacakları ve kendilerini görevlendirecekleri güne bağlamışlardır.

Bu elbette sadece onlarda böylece duran bir hâl değil, bunu topluma da empoze ediyorlar. Böylece, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri direniş çizgisinden, devlete karşı mücadeleden alıkoymaya çalışıyorlar. Devlet ile ilgili o kadar boş inan, o kadar yalan imajlar pompalıyorlar ki, aslında Saray Rejimi bunların sayesinde ömrünü uzatıyor. Kaldı ki önemli bir bölümünün NATO’cu olması, zaten bu konuda görevlendirilmelerine de olanak sağlamaktadır. Yani bir bölümü zaten görevlidir, memurdur.

Kasım ayının başında, bir yandan Cumhuriyet’in 100. yılı kutlanır gibi yapılırken, bir yandan da devleti korumak için çizilen pembe tekerleme dillere düştü yine: “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” vurgusu.

Ama o da ne, Can Atalay’ın milletvekili olduğu hâlde, içeride tutulması nedeni ile başvurduğu Anayasa Mahkemesi (AYM), “hak ihlali” olduğuna karar verdi. TİP de Hatay’dan Ankara’ya yürüyüşünü tamamlamıştı ki, bu “müjde”li haber, “işte gördünüz mü, biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” dualarına haklılık kazandırmıştı. Ama Can Atalay bırakılmadı. Sonunda biz, hep birlikte, “yüksek yargı” içinde tartışmalı kararlara şahit olduk. Ve AYM’yi eleştiren Erdoğan, sonuçta “ben hakemim” dedi. Aslında Kasımpaşa’da futbol oynarken, en çok hakemlere kızardı çünkü hep faullü oynardı. Ama kader işte, kime çok kızmış ise, sonuçta ona benzemekte marifet göstermektedir. Başbakana kızardı başbakan oldu, cumhurbaşkanına kızardı cumhurbaşkanı oldu, Atatürk’e kızardı, Abdülhamid olmayı sevdi. İsrail’e kızar gibi yapardı, İsrail’in faşist yönetimlerini çok sevdi. Amerikan başkanlarına kızdı ve gitti “başkan” oldu. Her şeyin başı olmayı çok sevdi ama yine de en çok parayı, parayı, bir de parayı sevdi.

Konumuza dönelim.

Şimdi, AYM kararına uymayan bir yüksek mahkeme nedeniyle bir tartışma başladı. Buna göre, “uzmanlar”, siyaset bilimciler, hep birlikte, acaba Erdoğan ne planlıyor, diye tartışıyorlar. Liberal ve Kemalist solcularımız ise, daha yüksek sesle, “biz demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletiyiz” diyorlar. Tüm burjuva muhalefet, “anayasamız böyle diyor” diye görüş beyan ediyorlar. Ama kimse “kral çıplak” demeye yönelmiyor.

Demek ki anayasada “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” yazıyorsa, bu durumda öylesin demektir. Anayasada olur da bir gün “tek adam diktatörlüğü”, “İslamo faşizm”, “patrimonyal sultanlık” yazarsa, o gün, hangisini yazmışlarsa onu söylersiniz, olur biter. Anayasada böyle yazıyorsa mesele yok.

İyi öyle ise, oradan başlayalım.

1

TC devleti, en başından beri, kendini laik olarak sunmuştur. Laiklik, aslında devletin din ile mesafe koymasıdır. Yani devlet kendine bir din seçmez. Devlet kimsenin dinine karışmaz, kendisi de dine göre hareket etmez. Mesela devletin Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz. Zaten adı da biraz tuhaftır: “Diyanet işleri” ne demektir? “İşleri” ne anlama gelir? 120 bin kişilik bir kadrosu vardır ve bugün bu sayı muhtemelen yükselmiştir. Caminin imamı devlet memurudur ama kilisenin papazı devlet memuru değildir. Devlet memuru imam, mesela bir köyde ne iş yapar ve yaptığı iş çalışma gününün ne kadarını tutar? Yani “işleri” ne anlama gelmektedir? Beş kere ezan, beş vakit namaz ne kadar zaman alır? Ve 120 bini aşkın kadro ne iş yapar? Acaba “devleti küçültmek” adı altında özelleştirmeler yapan tekeller, mesela “laik demokratik ve sosyal bir hukuk devletinin” yılmaz savunucusu TÜSİAD, neden devleti küçültme programına Diyanet İşleri Başkanlığını eklemez? Diyanet İşleri Başkanlığının kadrosunu azaltmaktan niye söz etmezler? Yanlış anlaşılmasın, biz Diyanet İşlerine tümden karşıyız.

Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, devletin zaten laik olmadığının en açık kanıtıdır. TC devleti, hep dini kullanmıştır ve ona şekil vermiştir. Bu bazan çok yoğun ve açık, bazan ise daha az yoğunlukta olmuştur ama hep varolmuştur. Bu, TC devletinin kuruluşundan beri vardır. Çok meraklısı varsa Osmanlı’da zaten hilafet vardı. Yani hiçbir zaman bu ülkede, bu cumhuriyet laik olmamıştır.

Peki, demokratik bir devlet mi vardı? Mesela 12 Eylül demokratik devletin varlığının işareti ve refleksi midir? Mesela 1990’larda devlet demokratik miydi? Mesela Demirel’in AP’nin başına geçiş süreci mi demokratiktir? Mesela saymakla bitmez katliamların varlığı mı demokratikliğin göstergesidir? 1 Mayıs 1977’nin katillerinin mecliste olması mıdır demokratiklik? Mesela 12 Mart demokrasi mi demektir? Çorum, Maraş katliamları mıdır demokratik olmak? Hangisini sayalım, NATO’nun ve Batı medeniyetinin içinde olmadığı tek bir katliam var mıdır? Tüm bunlar mıdır demokratiklik? Bir tek faili meçhul olarak adlandırılan olayın, bir tanesinin faili bulunmuş mudur? Devlet katildir ve katliamlar yapmaktadır. Bunu sürekli yapmaktadır. Ve bunu NATO ile birlikte daha kapsamlı yapmaktadır. Ama siz, ne yapıyorsunuz bilemeyiz ama, bu devlette demokratik bir yön görebiliyorsunuz. Size bu devlet bu nedenle ödüller veriyor. Biz, size bir gün bir madalya takacağız: “Hep yalana inandı, hep yalanı tekrarladı, suçludur” yazan bir madalya.

Sosyal devlet mi dediniz? Sahi mi? Mesela devlet işçileri daha zengin mi yaptı? Mesela köylüler daha iyi bir durumda mı? Acaba hangi tarih kesitinde sosyal bir devlet oldu TC devleti? Sosyal devlet dediğiniz sadakalar vermek midir? Sosyal devlet dediğiniz işsizlik, açlık, yokluk ve yoksulluk değilse nedir? Sosyal devlet dediğiniz devlet eli ile sermayedar yaratma planları, halkın vergilerinin tekellere aktarılması değilse nedir? Sosyal devlet dediğiniz, mesela ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim, ücretsiz ulaşım, ücretsiz konut mudur, bunları mı yaptı TC devleti? Sosyal devlet dediğiniz, mesela ülkenin madenlerini, kaynaklarını, doğasını vb. zenginlere peşkeş çekmek midir? Bu ülkede bugün, yani Kasım 2023 itibari ile, 2 milyon atıl duran konut var. Mesela sosyal devlet dediğiniz, bu atıl konutları yoksullara dağıtan bir devlet midir, öyle ise hadi, görelim.

Geriye hukuk devleti kalır.

Evet, TC devleti bazı dönemler, sürekli yaşadığı iç savaş dönemleri hariç, sürekli yaşadığı olağanüstü dönemler hariç, bazı dönemler, bir “yasa” devleti olmuş gibi yapmıştır. Mesela bazı dönemler, sanki yasalar herkesi bağlar gibi olmuştur. Her zaman, “herkes” denildi mi, tekeller, zenginler, para babaları, NATO’cu sivil veya resmî güçler kapsam dışıdır. Onlar, yasaların her zaman üstündedir. Her zaman katliamlar yapabilirler, her zaman cinayet işleyebilirler vb. Ama bu kapsam dışı güçler hariç, yasaların herkese nispeten uygulandığı dönemler olmuştur. Ama bu asla gerçek anlamı ile bir demokratik hukuk devleti demek değildir ve hiç olmamıştır.

TC devleti, tarihi boyunca, sürekli olağanüstü dönemler altında iş görmüştür. Zira TC devleti, komünizme karşı, SSCB’ye karşı Batı’nın bir ileri karakolu, bir sömürge devlet, bir ABD ve NATO uzantısı olagelmiştir. Bu yeni değildir. Sömürge bir ülke olmanın anlamı kavranmadan, TC devleti konusunda her zaman ham hayaller kurulmaya devam eder. 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet, Taksim’deki anıtın anlamını bile açıklamaktan aciz bir burjuva diktatörlüktür.

2

Demek ki “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti”, anayasada yazsa da, hiçbir zaman var olmamıştır. Bunu bilmek yetmez, aynı zamanda bilmeliyiz ki TC devleti, SSCB ve komünizme karşı kurulmuş, halkların imhası ve inkârına dayalı, sömürge bir devlettir ve efendileri NATO ve özellikle ABD’dir. Bunu bilmiyorsak, TC devletini anlama şansımız yok demektir. Komünizme karşı Batı’nın ileri karakolu ve sömürge ülke olma hâli unutulmamalıdır. Komünizme karşı ileri karakol olmak, aynı zamanda Ekim Devrimi’nin halklar nezdinde yarattığı özgürleşme hamlelerine karşı, katliam politikalarını ve inkâr politikalarını devreye sokmak demektir. Bu açıdan, “imtiyazsız ve sınıfsız bir toplumuz” sözü, gerçekte işçi sınıfının ve halkların varlığının inkârına dayanır, yani olumlu değil olumsuz bir vurgudur.

Ve sömürge olma hâli anlaşılmadı mı Batı medeniyeti ve NATO demokrasisi de anlaşılamaz demektir. Bu durumda ne ekonomik olarak tekellerin doğuşu ve gelişimi anlaşılabilir, ne devletin bir dönem daha fazla ekonomik hayatın içinde olması hâli yerine oturtulabilir, ne tuhaf laiklik anlayışı, ne de neoliberal politikaların bu denli etkili olması ve ne de İslamcı bir yeni Türkiye ayarı anlaşılabilir. Sömürge olma hâli anlaşılırsa, bunları anlamak çok daha olanaklı olur.

3

Demek ki dua hâlinde, huşu içinde, kendinden geçmiş hâlde sabah akşam, her olaydan sonra kalkıp “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” demek, pek de işe yarar bir durum değildir. Belki bu tekerlemeyi sürekli söyleyenleri, gerçekleri görmekten, gerçekleri kabul etmekten “kurtarır.”

AYM’nin Can Atalay kararı ve buna karşılık başka bir “yüksek” mahkemenin bu kararı tanımaması ve bu konuda bir suç duyurusunda bulunması, “demokratik bir ülke olmaktan mı çıkıyoruz” sorularını yaratıyorsa, geçmiş olsun, siz çok geç kalkmışsınız, hava karardı, akşam oldu ama siz yeni uyanıyorsunuz diye bunu sabah vakti sanıyorsunuz. Biliniyor, Alzheimer hastaları, zaman algısını kaybederler. Mesela uyandıklarında, gece saat 3 olsa da, onlar sabah olmuş sanırlar. Toplumsal Alzheimer hâli, bu kesimleri çoktan sarmış, uzmanı, liberal solu, Kemalist solu, zaman algısını yitirmiş hâldedir. Hastalık hâlidir.

Ülkede acaba, “haksız” ve “hukuksuz” biçimde, ne kadar insan hapistedir? Acaba haksız ve hukuksuzluğa maruz kalan kişi sayısı her gün kaç kişidir? Mesela kadın cinayetini sayabiliyoruz, günde en az 4 diyoruz. mesela işyeri cinayetlerini sayabiliyoruz, günde en az 6 diyoruz. Mesela her gün kaçırılan çocuk sayısını biliyor gibiyiz, en az her gün 10 çocuk diyoruz. Peki, acaba hukuksuzluğa, haksızlığa, devletin saldırısına uğrayan kişi sayısı ne kadardır? Bilmiyoruz.

Bizim “uzman” TV konuşmacılarımız, Kemalist solumuz, liberal solumuz, kendisine gelmediği sürece saldırıyı kayıt altına almıyor. Mesela işçi ölebilir, devrimci bir öğrenci tutuklanabilir, bir kadın yerlerde sürüklenerek gözaltına alınabilir, karakolda cinsel saldırıya uğrayabilir, hele hele bir Kürt öldürülse ne olur ki? Ama bunların hepsi olağan vakalardır, önemsizdir.

Biz buna, olağanüstü rejimin, devletin olağanüstü örgütlenmesinin, olağanüstü hâlin “normal” ve “olağan” hâle gelmesi diyoruz. Eğer sen alışırsan, o da olağanlaşıyor.

Saray Rejimi, tekelci polis devleti dediğimiz, çağımız tekeller dünyasının, çağımız kapitalizminin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki olağan devletinin, ülkemizde olağanüstü örgütlenmesidir (Bu konuda üç kaynak önerebiliriz: İlki “Tekelci Polis Devleti”, ikincisi “Saray Rejimi” isimli çalışmadır. Ve üçüncüsü, “Aslolan Devrimin Gündemidir VIII”dir. Bu üç kitap da Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmıştır. Son ikisi, Kaldıraç dergisinde yayınlanmış yazılardan, bu yazılarda hiçbir değişiklik yapılmadan, derlenmiştir. Okuyucu, böylece Saray Rejimi konusunda daha derli toplu bir kaynağa ulaşmış olacaktır).

Saray Rejimi’nin oluşumu, üç kuvvet nedeni ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, Kürt devrimidir. TC devleti, 40 yıldır Kürt devrimini bastıramamaktadır. İkincisi, başta beş Batılı emperyalist güç olmak üzere emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşımı savaşımıdır. Bu durum, dün NATO içinde var olmayan çelişkileri ortaya çıkardı ve TC devleti hangi emperyalist gücün elinde kalacak tartışması ortaya çıktı. Ukrayna savaşı bu NATO güçlerini, ABD ve AB’yi birbirine yaklaştırsa da, bu paylaşım savaşımı devam etmektedir. Bunun ülkemizdeki yansımaları biliniyor. Bir tek AK Parti yoktur, birden fazladır; ABD-İsrail’in bir AK Parti’si vardır, İngiltere’nin bir AK Parti’si vardır, Almanya’nın bir AK Parti’si vardır vb. Üçüncüsü, Gezi ile birlikte ortaya çıkan direniştir.

Bu üç etken, tekelci polis devletini, 2015 sonrasında, adım adım, bir olağanüstü devlet örgütlenmesine götürmüştür. Saray Rejimi böyle ortaya çıkmış, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Ve bu üç etken de varlığını sürdürmektedir.

Bu durumda, seçim döneminde, yani mesela 6-7 ay önce, TC devleti, Saray Rejimi, iki alternatif varmış gibi ortaya çıktı. Birincisi, güçlendirilmiş parlamenter sistem idi. Bunu savunanlar, bizim gözümüzde o zaman da Saray Rejimi’nin birer uzantısı idi, bugün de öyledir. İkincisi ise Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi idi. Esas olan da bu idi. Bu ikili alternatif, CHP tarafından, “uzman”lar tarafından, Kemalist solcular tarafından, liberal solcular tarafından, “köprüden önce son çıkış” olarak tarif edildi. Buna göre, biz hâlâ “sosyal, laik, demokratik bir hukuk devletiyiz” ama Saray buna son vermek istiyor ve köprüden önce son çıkış seçimlerdir. Seçimler ile Erdoğan gidecek idi. Erdoğan’ın gidişi, her şeyin önünde bir görevdir. Hatta Saray Rejimi Erdoğan’sız olsa dahi, bu da kabul idi.

Şimdi, tüm bunları söyleyenler, Can Atalay gibi kararlardan sonra, “aaa, demokrasi elden gidiyor” diye hayıflanmaktadırlar. Oysa zaten son çıkışı geçtik ya.

Demirtaş için işleyen sürece bakın.

Ya da mesela Osman Kavala için işleyen sürece bakın.

Ya da binlerce HDP üyesi için işleyen sürece bakın.

Öğrenciler için işleyen sürece bakın.

Bunlar da ikna edici örnekler olmalıydı. Yani bu örneklerin her birine bakıp, “aaa, demokrasi elden gidiyor” diyebilirdiniz. Galiba siz, her yeni gün ortaya çıkan duruma bakıp, “aa demokrasi elden gidiyor” demeyi sürdürme konusunda çok istikrarlısınız. Bunun bir sonu yok. Alice harikalar diyarında!

Sizin için son çıkış, sürekli bir sonraki ana taşınmaktadır. Bu yolla, Saray Rejimi, ne denli anti-demokratik olursa olsun, siz hâlâ onun henüz zıvanadan çıkmadığını söyleyeceksiniz. Onun için, sürekli olarak, bu böyle giderse İslamo faşizm gelir, bu böyle giderse tek adam rejimi gelir, diye tekrar etmektesiniz. Ne onların yaptıkları bitiyor, ne sizin son çıkış yeriniz geçiliyor.

4

Şimdilerde bazı “uzman” ve “yorumcular”, daha farklı sorular da soruyorlar. Ee, neylersin, hep aynı soruyu sormakla durmak, herkesin zekâsının düzeyine uygun değil. Bunlar birkaç yeni soru da soruyorlar.

Soru şudur: Acaba anayasa ortadan kalkar mı?

İşte size “oturaklı” bir soru. Gerçekten de bu soruyu sormak için, gözlerinin NATO gözbağı ile kapkara bağlı olması yetmez, bir de o bağlı gözün, kendini sımsıkı yumması da gerekir. Bu kara gözbağının altında gözünü sımsıkı yumma durumu, tüm vücudu zorluyor ve işte böylesi sorular ortaya çıkıyor.

Ne güzeldir, hep uyku hâlinde, hoş hoş uyuyarak gezinmek! Allah, düşmanımızın başına versin.

Anayasa ortadan kalkar mı?

Mesela Demirtaş örneğinde kalkmadı mı?

Demirtaş bir rehine ise, acaba “hukuk devleti”nde bu anayasaya uygun mudur?

Mesela Erdoğan daha kaç kere daha seçilmek için aday olabilme hakkına sahiptir? Acaba 2028 Mayıs ayından önce, Erdoğan yeniden aday olursa ne diyeceksiniz? Mesela Mart 2028’de, anayasaya göre, yeniden aday olabilir mi? Muhalefet bu adaylığı kabul eder mi? Eğer bu sorular aşırı ise, o hâlde, Mayıs 2023’te aday olması yasalara uygun mu?

Mesela YSK, anayasaya uygun mu hareket etmektedir?

Anayasa kaçıncı kere çiğnenirse acaba delinmiş olur?

Acaba Erdoğan, ben bu anayasayı tanımıyorum, dediğinde anayasa kalkmış olur mu?

Sahi, gerçekten, ortada bir anayasa mı var?

Mesela epilepsi hastalığı her türlü yüksek düzeyde görevli olma durumuna engel midir?

Mesela tek bir gün var mıdır ki Saray Rejimi yasaları ayakları altına almamış olsun? Bu durumda anayasa var mıdır?

Bir ülkede anayasanın var olup olmadığını nasıl anlarsınız?

Mesela Hitler Almanyası’nda anayasa yok muydu?

5

Biz buna, “iç savaş hukuku” diyoruz.

Yani ortada elbette bir hukuk var. Bu hukuk, guguk şeklinde hareket ediyor gibi görünebilir ve sakıncası da yok, doğru bir görüntüdür. Ama aslında bu “iç savaş hukuku”dur.

“İç savaş hukuku”, her durumda, yasaların kişilere göre uygulanması da demektir. Mesela sen işçi isen, bir de direnişe katılmış bir işçi isen, senin için yasalar farklıdır. Bu elbette patronlar için de öyledir. Diyelim ki yeni bir yasa yapıldı ve bu yeni yasaya göre, eski evlerin yıkılıp yeniden yapılması ile ilgili yeni bir durum ortaya çıkmaktadır. Buna göre, mesela devlet bir kişinin tapusuna el koyabilir. Koysun ne olur? Bir şey olmaz. Ama bu yasaya göre, zengin bir para babasının tapusuna el konmaz. TÜSİAD üyelerinin tapuları yasalar üstüdür. Ama onların yararına, yeni rant alanları için halktan birilerinin tapularına el konulabilir.

Biliniyor, biz devrimciler, sosyalistler iktidara geldiğimizde, mesela tüm bankalara el koyacağız, yani kamulaştırmalar yapacağız. İyi ama TC devletinin bu girişimi ile bizim yapacağımızın alakası yoktur. TC devleti, tüm kapitalist devletler gibi, özelleştirirken de, “kamulaştırırken” de, her zaman, zengine para aktarırlar, tekellerin yağmasına olanaklar sağlarlar.

İşte size yasaların ne demek olduğuna dair bir örnek.

Şimdi, devlet olağanüstü örgütlenmiş ise, zaten olağanüstü yasalar devreye girer ve bu yasalar, andan ana, kişiden kişiye, durumdan duruma farklı uygulanırlar. Olağan dönemlerde bu, bu denli açık değildir.

Demek oluyor ki zaten cumhurbaşkanlığının, Saray’ın çıkardığı her yasa, aslında anayasanın zaten rafa kaldırılmış hâlidir. Zaten Saray Rejimi bu demektir. Sadece anayasanın rafa kaldırılması değil elbette. Mesela TBMM, aslında hiçbir işlevi olmayan bir kurumdur. Siyasi partiler, en azından siyasi parti değildir, ne olduklarını “bilmesek” de.

O hâlde, yeni bir durum olarak, “anayasa büsbütün ortadan kaldırılır mı” demek, boşuna bir hezeyandır. Zaten kaldırılmıştır.

“İç savaş hukuku” doğru kavranmalıdır.

6

Peki ne oluyor?

Saray Rejimi’nde, çapı dar da olsa, bir restorasyon yapılıyor. Yani o “parlamenter demokrasi” hayali görenler, hani onu güçlendireceklerdi ve bize “güçlendirilmiş bir parlamenter sistem” hediye ederek, son çıkıştan çıkmamızı sağlayacaklardı ya, işte onların “güçlendirilmiş” dedikleri şey oluyor. Bir farkla, Saray Rejimi, güçlendiriliyor.

Biraz açımızı genişletelim. Ekonomik krizi işin içine alalım. Zira bütünü görmek gerekir. Yoksa zaten anlamı olmayan meclisin iradesini, anlamı olmayan yargı meselesini, anlamı olmayan anayasa meselesini boşa tartışmış oluruz.

Bizce Mart 2023’te bir anlaşmaya varılmış olabilir. Ekonomi bir uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bunda kuşku yok.

İyi ama yeni işleyiş nedir? Altını olan kuralı koyar hesabı, konsorsiyumun yeni kuralları olması şarttır. Bunlar nelerdir?

Öyle anlaşılıyor, Konsorsiyum, borçların ödenmesi sürecini kontrolü altına almıştır. Yani mesela her ay 20 milyar dolarlık bir borç varsa, bu borcu, para TC devletine gelmeden “ödemekte”dirler ve bu durumda yeni faiz oranı %25 olarak uygulanmaktadır. Buna bir diyelim. İki, borçların ödenmesi için bazı vergi vb. gelirleri kendi denetimlerine almışlardır. KDV’nin 2 puan artışı, ilave taşıtlar vergisi (bu arada bu da anayasaya aykırıdır, aynı vergi iki kere alınamaz) vb. gibi, doğrudan bu konsorsiyumun eline geçmektedir. Üçüncüsü, bazı maden ve değerli varlıkların denetimi onlardadır. Dördüncüsü, Şimşek ve MB’deki başkan doğrudan bu konsorsiyumun memurlarıdır. Beşincisi, bazı alanlarda kara para operasyonları yapılmasını istemişlerdir. Bu nedenle Yerlikaya, sözüm ona bazı “mafya ve çete”lerle mücadele etmektedir. Aslında büyükleri korumaktadırlar. Ağar vb. işin kontrolünü almışlardır. Bu “çetelere operasyon” görüntüsü, Batı sermayesi de dâhil, uluslararası sermayenin isteğidir ve hamlelerini rahatlatmak içindir. Altıncısı, TC devleti, savaş kabinesi eli ile, doğrudan ABD’nin ve NATO’nun planlarına bağlı kılınmıştır (Filistinlilerin son saldırısı, İsrail-ABD planlarını erken patlatmıştır. Ve bu durum, Türkiye’deki İran’a karşı savaş hazırlıklarını zora sokmuşa benzemektedir).

Bunları gözlemlemek mümkündür.

Başkası da olabilir. Yani bu Mart 2023 anlaşmasında başka noktalar da vardır, olabilir.

Şimdi, bu tablo içinde, anayasa mahkemesinin Can Atalay kararı ve buna karşı ortaya çıkan yargı kararı anlamlı değil midir?

Olağanüstü bir devlet örgütlenmesinde, “yasalara” uygun da olsa AYM’nin kararına tepki gelmesi niye şaşırtıcı olsun?

Acaba AK Parti, Erdoğan ne yapmak istiyor?

Bu soru yanlıştır.

Doğru soru sormadan doğru yanıtlar almak mümkün değildir. Hep yanlış soruyu sorarak doğru tek bir adım bile atılamaz.

Seçim öncesinde vurgu şuydu: Erdoğan gitsin de ne olursa olsun.

Biz de buna karşılık diyorduk ki, aslında ortada bir Saray Rejimi var. Erdoğan ile, Erdoğan’sız bu Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyorlar. Şimdi, bazıları, Kılıçdaroğlu’nu Saray’ın adamı ilan ettiğimiz için bize hak veriyorlar. İyi ama konu hâlâ Saray Rejimi’dir.

Erdoğan ne yapmak istiyor sorusu yanlıştır.

Erdoğan, mesela “emeklilerin aylığı niye düşük” diye soruyor. Sahi kime soruyor? Acaba kendisi, sanıldığı kadar “etkili” değil de görüntüsü ile mi işler sürdürülüyor? Erdoğan, ne zaman bir konu anlatılacaksa, o zaman konuşuyor. En çok da kendisini dinleyenler “muhalif” olanlardır.

Öyle ise, doğru soru şudur: Ne yapılmak isteniyor, ne yapılıyor, ne oluyor?

AYM kararı en yüksek mahkeme kararı iken, nasıl işletilmiyor? Ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını niye kimse takmıyor?

İşte olağanüstü rejim tam da bunu ifade ediyor.

Diyelim ki birisi, şeklen işleyen bir kurumda, devletin, Saray Rejimi’nin ve onun bağlı olduğu NATO’nun planları dışında bir şey yaparsa (yanlışlıkla) o durumda, bu acilen düzeltiliyor. Diyelim ki Can Atalay’ı serbest bıraktın, sonra bunun başka etkileri de olacaktır. Bu nedenle, rehine politikası sürdürülmektedir. Tıpkı savaş hâli gibi, TC devleti, karşı cepheden uygun kişileri rehin almaktadır. Demirtaş da böyledir. Savaş hukuku tam da budur.

Olağanüstü devlet örgütlenmesi altında, olağanüstü metotlar devreye girer. TC devleti, bir yandan Saray Rejimi’ni, olağanüstü devlet örgütlenmesini daha da güçlendirmek istiyor, diğer yandan ise açıkça bir savaş sürecine daha şiddetle dalmak istiyor. Bu isteğin NATO isteği olduğunu da unutmayalım. Sömürge bir ülkenin devleti olmak, hep akılda tutulmalıdır.

Devletin içinde elbette bazı çatışmalar olacaktır. Bu hem her birinin bağlı olduğu emperyalist odaklar arasındaki farklılıkla ilgilidir hem ekonomik krizle ilgilidir, hem rant-yağma ve savaş ekonomisi ile ilgilidir hem de olağanüstü hâllerin de kendine has dinamikleri ile ilgilidir.

AYM kararının, başka bir yargı kurumunca geçersiz ilan edilmesi, Cumhurbaşkanı’nın önce AYM aleyhinde devreye girmesi, basının bu konuyu fotoğraflarla yansıtması, ardından Erdoğan’ın “biz hakemiz” demesi, aslında bu olağanüstü rejim ile ilgilidir. İlgili uzmanlar, aslında “Erdoğan ne diyecek” diye beklemekle de hata yapıyorlar. Çünkü bunun hiçbir önemi yoktur.

Savaş kabinesi, dışarıda ve içeride savaş demektir.

Savaş kabinesi, içeride işçi ve emekçilerin, direniş gösterecek olanların, kadınların ve gençlerin bastırılması demektir. Savaş kabinesi, Kürt hareketine karşı daha da şiddetli bir savaş demektir. Zira böylesi bir savaş olmadan, dışarıda savaşı yürütmeleri mümkün değildir. Suriye’de işgalci bir güç olarak bulunan TC devleti, ABD-İsrail hattına uygun olarak İran’a karşı savaş planlarına katılmaktadır. Bu oldukça zorlu bir süreç demektir. Filistin’den gelen saldırı, tüm süreci etkilemiştir.

Şimdi bu savaş planları açık ortada iken, acaba Erdoğan ne yapmak istiyor, AYM’yi kapatmak mı istiyor, diye sormak, gerçekten süreci anlamamaktır. AYM zaten istenildiği gibi etkisiz kılınabilir durumdadır. Anayasa istenildiği zaman rafa kaldırılmaktadır. Acaba bu yolla Erdoğan, muhalefeti mi şekillendirmek istiyor? Soru saçmadır. Daha seçim sürecini yeni geride bıraktık. Anayasaya uygun bir seçim mi vardı? Muhalefetin tutumunu bilmiyor muyuz? Sanki muhalefet, gerçekten toplumsal muhalefetin bir parçası gibi düşünerek hareket etmek, kendini kandırmak demektir.

Saray Rejimi’nin esas yapmak istediği şey, Saray Rejimi’ni daha da güçlendirmek ve işçi emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini kırmak, Kürtlere karşı daha etkili katliam planları devreye sokmak, NATO ve ABD tetikçisi olarak kendini biçimlendirmektir.

Yani, anayasayı unutun, AYM’yi unutun. Çünkü bunları çoktan geçtik. Saray Rejimi bunları zaten yapıyor. Öyle, Saray Rejimi için, mutlaka bir kanun çıkartıp, oraya TC devleti, hukuk devleti değildir, diye yazmalarını beklemiyorsanız, neye şaşırıyorsunuz? Yarın Erdoğan kalkıp “artık anayasayı rafa kaldırdık” dese, bunlar acaba anayasayı rafa mı kaldırmak istiyor, diyecekler. Kaldı ki bunu çok zaman önce zaten söylediler.

Saray Rejimi bir adım atıyor. Onun adımlarını en çok “muhalif” gözükenler tartışıyor. Ama asla karşı durmadan. Ardından bir tartışma başlıyor, ne oluyor, diye.

İşte olan tam da budur.

İşçi ve emekçileri, sisteme karşı savaşanları, Kürt halkını, işçi sınıfını, kadınları ve gençleri, bu garip tartışmalar içinde boğmak istiyorlar.

Saray bir adım atıyor, bizim uzmanlarımız, Kemalist solcularımız, sol liberallerimiz, hep birlikte, bu olmaz, bu anayasaya aykırı diye bir tartışma yürütüyorlar. Oysa bu arada, kervan yürüyor. Saray Rejimi ilerlerken, “muhalif” uzmanlar, Kemalist sol, liberal sol, bu ilerleyişe karşı cepheden gelecek direnişi önlemek için, tuhaf tartışmalar yapıyorlar.

Şöyle soralım: Saray Rejimi’nin ne yaptığı açıktır. Peki Saray Rejimi’nin adımları karşısında, sürekli olarak, “biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz” tekerlemesini söyleyenler, sahi bunlar, sahi sizler ne yapmak istiyorsunuz?

Soru budur. Siz ne yapıyorsunuz? Siz, gerçekten, olup biteni hafifletmek için, her türlü laf cambazlığını devreye sokmaktan başka ne yapıyorsunuz?

Sisteme karşı mücadele mi ediyorsunuz? Çok komik mücadele tarzınız var. Piste yakışmıyorsunuz. Saray’ın pistine yakışıyorsunuz.

Bu sisteme karşı mücadele, elbette, her tür araç ve yolla yürütülecektir. Ve elbette bu mücadelenin muhatabı direniş güçleridir, kadınlarıdır, öğrencileridir, deprem bölgesinde ölüme terk edilenlerdir, işçi ve emekçilerdir.

Birleşik emek cephesi, bu mücadelenin örgütsel ifadesi, ortak devrimci aklın ifadesi olacaktır. Bu nedenle, birleşik emek cephesini örgütlemek, günün devrimci politikaları ile birleşmektedir. Her direniş yayılmalı, her direniş geliştirilmeli, her direniş daha da ileri bir örgütlenme için temel olmalıdır.

CHP’den “sosyal demokrat” bir parti çıkar mı?

Başlığı soru şeklinde koymak istedik. Zira halkı yakın zamanda dolandırmış partinin, “iyi niyetli” yöneticiler eli ile, gerçek bir muhalif parti olup olamayacağı, işin püf noktasıdır. Hayalleri yıkılmış olanlar, Erdoğan’ın gizli destekçisi olduğunu anladıkları Kılıçdaroğlu gidince, yeniden eski hayallerine dönüp seyre dalabilirler mi? Bunu isteseler de, bunu yapabilirler mi? CHP’de meydana gelen değişim acaba ne anlama geliyor? Öyle ise, en başından soruyu doğrudan sormak faydalı olur kanısındayız.

Yanlış olmasın, mesela Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’ndan daha iyi değildir gibi bir ölçü ile tartışma niyetinde değiliz. Tersine, CHP’nin başındaki isimlerden çok, bir kurum olarak CHP’nin işlevini ve ne olduğunu tartışmanın daha faydalı olduğu kanısındayız. CHP konusunda bu satırları okuyanlar, Baykal gidince Kılıçdaroğlu gelince, bu daha iyi olur demişlerdi. Umut işte. Ama nerede, Baykal Erdoğancı idi, Kılıçdaroğlu Erdoğancı çıktı. Özgür Özel’in, ne de olsa kaset ile gelmedi, belki bir şansı vardır. Ve hatta, insanî açıdan öncekilerle kıyaslanamaz. Ama böyle tartışmak hatalı olur. Bu nedenle, biz CHP’yi tartışmaktan yanayız.

Mesela Kılıçdaroğlu Alevi kökenli diye, ne olursa olsun o iyidir, desteklenmelidir, ona güvenelim diyenlerin siyasal düşünemediklerini, bize bizzat Kılıçdaroğlu gösterdi. Kendisi, hiç utanmadan, “ben Alevi’yim. maalesef insan ailesini seçemiyor” sözlerini söylemiştir. Demek, “tedavi” görmüştür. Aleviliği bir sorun, bir olumsuzluk olarak gördüğü için olmalı, “maalesef insan ailesini seçemiyor” diye yakınıyor. Ve biliyoruz, kendisi, seçimin sonucunu önceden biliyor ve kendi rolünü oynaması gerektiğini de. Bunu onun açıklamalarından biliyoruz, yani bizim “suçlamamız” değil. Devlete bağlı olmak budur.

Demek ki sizin “niyet”leriniz ile oynadığınız rol, en iyi ihtimalle, aynı olmayabiliyor.

Şuradan başlayalım.

14-28 Mayıs seçimlerinde, CHP, AK Parti’den farklı olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Kılıçdaroğlu’nun görevi, Erdoğan’dan daha ağırdı. Erdoğan, devlet olanakları ile, birkaç söz söylemekle yetinse de olurdu. Ama Kılıçdaroğlu, hem sağcı görünecek hem solcu, hem Alevi olduğunu söyleyecek hem de Sünniliği övecek, hem ekonomik krizi eleştirecek hem de herkesi evinde tutmayı başaracak. Uzatmak mümkün. Yani işi zordu. Tanrılar Erdoğan’a çalışmış, Kılıçdaroğlu’nu onun için çalıştırmış. İşini zevkle yaptığı tartışılsa da, çalışkanlığı tartışılmaz. Fikirleri olmadığı için (boşluğu her zaman bir “şey”, bir yolla mutlaka doldurur), fikir boşluğunu “danışmanları” kolaylıkla doldurmuş. O kadar kolay doldurmuşlardır ki, Kılıçdaroğlu kendilerine danışma gereği bile duymamıştır.

Demek ki CHP, aslında kendini de bitirmişti. 14-28 Mayıs sonuçları budur. CHP içinde çalışan taban, gençler ya da bazı sol eğilimli gruplar, artık CHP’yi savunacak durumda olamazdı. Belki isterlerdi ama olamazlardı.

Dahası, CHP’nin seçim sürecindeki rolü, Erdoğan’ın kazanmasını sağlamak değildi. Sakın böyle düşünmeyin. Onun, yani Erdoğan’ın kazanacağı önceden belli idi. Bunun seçimlerle bir alakası yoktur. Onun, CHP’nin rolü, solu kendi kuyruğuna takıp, çaresizce yol arayan kitleleri devlete bağlamaktı, kitleleri sokaktan uzak tutmaktı, kitlelere liderlik yapma potansiyeli olan solu, olduğu gibi CHP kuyrukçusu hâline getirmekti. Solu, biraz daha fazla devletçi, biraz daha fazla Kemalist özelliklerini korumak ve milliyetçi bir çizgide kalmasını sağlamak üzere hazırlamaktı. Ne de olsa önümüz savaş. Tam bir savaş hazırlığı içinde, devletin (kendisinin bir parçası olduğu devletin) verdiği görevleri, büyük bir çaba ile yerine getirmeye çalıştı.

Şimdi, CHP eskisi gibi devam etsin, Kılıçdaroğlu ekibi ile işler sürsün demek, CHP’nin yeni dönemde devlet için yapacağı şey yoktur demek olacaktı.

Dahası, kitlelerin sola, daha da sola yönelmesini kim, nasıl engelleyecek? Sol sağa meyletti ama kitleleri sürüklemekte başarı olamadı. Kitlelerde sola dönük eğilim hâlâ etkindir. İşte bu nedenle, kurultayda açık bir yenilgi ile, Kılıçdaroğlu kendini de “rezil” ederek, yeni ekibin başa gelmesi gerekirdi ki, CHP’deki bu “kötü ruh”un, artık kaybolduğuna en başta CHP tabanı inanabilsin. Yoksa CHP, solu engelleyemez, kitlelerdeki sola meyletme eğilimini devlet CHP eli ile durduramaz, radikal, devrimci sol ileri çıkar ve kitlelerle bütünleşme eğilimi başlar, kitleler devrimcileşme konusunda engelsiz kalır.

Yanlış anlaşılmasın, özellikle Özgür Özel’in bu planın bir parçası olmama ihtimali var. Ama bu, durumu değiştirmez. Erdoğan Toprak, Oğuz Kaan Salıcı ve anayasa profesörü, bu işi kotaracak güçtedir. En azından devlet böyle düşünmektedir. Özgür Özel olmasa, kim alırsa alsın, tabanın CHP’ye yeniden inanması mümkün olmazdı. Bu nedenle, bu Özgür Özel istemese de gerçekleşen bir süreçtir. Yani, tekrar pahasına, Özgür Özel bu işin içindedir demiyoruz. Ama CHP’nin derin güçleri, bu riski göze almışlardır. Zaten olur da Özgür Özel, “formatlanamazsa”, format tutmazsa, Mayıs 2024’te görevden indirilebilir.

Demek ki sözü dolandırmadan söylüyoruz.

Ama yine de bize daha fazlası gerekli. Mesela İstanbul’da yarışan adayların, il başkanlığı için rakip olanların, muhtemelen her ikisinin de Erdoğan Toprak’ın adamı olma ihtimali oldukça yüksektir. Bunu CHP kadroları daha iyi bilirler. Ama sonuçta biri “yenilikçi” olarak ortaya çıkıyor. Oysa her iki hâlde de, aynı yer kazanıyor.

Öyle ise, Özgür Özel, CHP’yi “değiştirmek” istiyorsa, çok şiddetli bir mücadeleye hazır olmalıdır ve bunun için kadrolara ihtiyacı vardır. O kadar kadrosu var mı? Gerçekte, dün Kılıçdaroğlu taraftarı olanların hepsi, şimdi Özel taraftarıdır.

Özgür Özel, Can Atalay olayında “eylem” çağrısı yaparak, hiç değilse, Kılıçdaroğlu gibi, çıkıp “yahu bunlar anayasaya uymuyor” diye gülmece yapmaktan vazgeçmiştir. İyi ama bu yeter mi? Şöyle diyor: “Bu anayasaya sahip çık.” Bunu Erdoğan’a söylüyor. “Eğer sahip çıkmazsan sen de yok hükmündesin” diyor. Yani aslında Erdoğan var hükmünde midir? Özel, çok geriden geliyor. Metin yazarları, sanki Bahçeli’nin metinlerini yazan Atasagun gibi hareket ediyor.

Hedef belli oldu; anayasaya sahip çıkılacak. Bu anayasaya mı? Evet. Peki Saray Rejimi ne oldu? Gelecek seçimlere mi kaldı? Özgür Özel CHP içinden ilk kez Saray Rejimi diyen kişidir. Soma eylemlerine cesurca destek veren kişidir. Saray Rejimi dediği için, Kılıçdaroğlu, Erdoğan Toprak, anayasa profesörü, Salıcı tarafından az mı azarlandı? Şimdi, Can Atalay üzerinden Saray dişlerini gösteriyor ve tepki, “bu anayasaya sahip çık” oluyor. Oysa Erdoğan gayrimeşrudur. Zaten anayasayı defalarca rafa kaldırmışlardır.

Gördünüz mü, daha şimdiden, CHP başkanı olmak, Mustafa Kemal’in koltuğuna oturmak, feci etki yapıyormuş.

Biraz geriye gidelim, yoksa söylediklerimiz tam anlaşılmayacak.

CHP, herhangi bir dönem, tarihi boyunca hiç “sosyal demokrat” parti olmuş mudur? Elbette olmamıştır. “Sosyal demokrat” parti geleneği, Avrupa’da, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, işçi partilerinden geliyor. Bu partiler, devlet partileri olarak doğmuyor, tersine mücadele içinde doğuyor. Birinci Dünya Savaşı’nda bu sosyal demokrat partiler, yani sosyalist partiler, savaşta kendi burjuvalarını, kendi devletlerini destekleme kararı veriyorlar. Yani Bernstein, Kautsky ekolü ile sağa kayıyorlar. Ve bu süreçte, komünistler kendilerini ayırıyorlar, komünist partileri kuruluyor. Bu oldukça sancılı bir süreçtir.

Ve geriye kalan “sosyal demokrat” partilerin hepsi, işçi hareketinden geliyor ve kıyaslama kabul etmeyecek şekilde, liberal solcularımızdan çok daha samimi bir tarihten geliyorlardı.

Ama tarihte sosyal demokrat adını kullanıp da, işçi sınıfının mücadelesinden çıkmayan, sanırım ilk parti CHP’dir. Ve CHP, sosyal demokrat olduğunu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “anlıyor.” Yani kurulurken, Cumhuriyet Halk Partisi olarak kuruluyor, sosyal demokrat parti olarak değil. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’yi boğmak için, emperyalist kamp, çok yönlü bir saldırı organize ediyor. Bir yandan dinî hareketleri, özellikle de İslam’ı komünizme karşı kullanmak, diğer yandan “demokrasi” adı altında kendi devletlerinin kara yüzlerini örtmek bu saldırının içindedir. Demokratik ülkeler ve demir perde ülkeleri de buradan gelir.

Yani CHP hep devletin partisi olmuştur, halkla, işçi sınıfı ile hiçbir zaman ilişkisi olmamıştır. 12 Mart faşizminin ardından, kitlelerdeki sola yönelişi durdurmak için, Karaoğlan lakabıyla Ecevit, “ortanın solu” tanımlamasını yaptı. İlle de “orta”da olacak ama soldan görülecek. Bu plan işe yaramıştır. Nasıl ki halkları birbirine kırdırma konusunda müthiş bir beceriye sahip ise burjuvazi, egemen, solu kandırmak konusunda da bir beceriye sahiptir. İhanetçisi bol olan saflarda, egemen kolayca at oynatabilir. “Bize komünist parti lazımsa onu da biz kurarız” sözü, Atatürk’e aittir. Bu hem tekeller çağının pragmatizmidir hem de sömürgeci eski Osmanlı İmparatorluğunun “imparatorluk” fırsatçılığıdır.

Kaldı ki NATO mekanizmasının bu ülkedeki kurucuları, CHP içindendir. CHP, NATO’culuk konusunda hiçbir sağ partiden geri değildir. Bu nedenle, CHP tarihinde “sosyal demokrat”lık yoktur.

Ancak zaman zaman, solcu ya da sosyal demokrat göründüğü için, içindeki bazı unsurlar, gençliklerinde sol eğilim taşımış, bunun için parti içinde mücadele etmişlerdir. Ama CHP hiçbir zaman solcu olmamıştır. Tersine, solun frenlenmesi için bir görev üstlenmiştir. Bu görevi üstlenmek için, içinde bir doz olsun solcu olan kadrolara yer vermek zorunda kalmıştır, kalmaktadır.

Bunu şöyle de söyleyebiliriz: Sol ve sosyalist olanlar, CHP’yi doğru değerlendirmemiş, mücadelenin ağır risklerini göze alamamış ve CHP içinde muhalefet ederek, “dünyayı” düzeltme hayalini kurmuşlardır. Bu kadar kere, defalarca, aynı şeyi nasıl yapmışlardır?

Mesela bugün CHP, kamulaştırma politikalarını mı savunacak? Mesela tüm sağlık sektörü, tüm ulaşım, tüm eğitim vb. kamulaştırılacak mı? Mesela AK Parti halkı sadakacı yaptı, CHP buna son verip herkese iş mi yaratacak?

Mesela CHP, savaşa karşı mı duracak? Suriye’deki işgale son mu verecek? NATO’dan mı çıkacak? Mesela İsrail’e karşı hamleler yapıp tüm askerî, ekonomik ve diplomatik ilişkilerini mi kesecek? Mesela İncirlik Üssü’nü mü kapatacak?

Mesela bankaların, tekellerin kârlarını halka mı dağıtacak? Mesela işçi ve emekçilerden alınan vergileri mi azaltacak?

Saray Rejimi adım adım güçlendirilmektedir.

Can Atalay konusunda Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki tartışma, aslında bunun göstergesidir. Saldıran Saray Rejimi’dir, devlettir. Ve CHP, devletin saldırılarına karşı, devletçi olarak nasıl tutum alacak?

Özgür Özel ile CHP, mesela Filistin meselesinde bir tek ciddi tutum almış mıdır? İsrail ile devletin ilişkilerini, Husiler Türk kargo gemilerine el koyunca bir kere daha ortaya çıkan ilişkileri, mesela Özgür Özel’li CHP ortaya mı sermiştir? Bir tek eylem yapmış mıdır? NATO’dan çıkışı mı savunmuştur, İncirlik Üssü’ne el konulsun diye miting mi yapmıştır? CHP, Filistin sorununa bu denli nasıl suskun kalabilmektedir? Bu mudur sol veya sosyal demokrat tutum? NATO’cu tutum hangisidir? Filistin meselesine, tüm İsrail destekçiliğine rağmen, Erdoğan kadar tepki göstermemesi, anlamlıdır.

Artık bellidir ki kitleleri “seçim” vaadiyle evde tutmak mümkün değildir. Direnişler sürmektedir. Bunalım, egemenin bunalımıdır ve tüm toplumu sarmış durumdadır. Burada işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini kırmak mümkün olamıyor. Baskılar, işkenceler vb. kâr etmiyor. Bu durumda CHP, “anayasaya sahip çık” çağrısını Erdoğan’a mı yapacak? Sanki anayasa çok da önemli imiş gibi bir hava yaratarak, “bak şeriat geliyor, bari bu anayasaya sahip çıkalım” mı diyecek?

TC devleti, Saray Rejimi, NATO’nun yeni savaş kabinesi ile savaşa hazırlanmaktadır. Devletin sırlarını korumak adına, halktan bilgi saklayan bir kişi, değil solcu, değil sosyal demokrat, insan bile olamaz. Bu bu kadar net bir cephedir.

Saray Rejimi’nde parlamento iğdiş edilmiştir, işlevsizdir. Bunu bilmeyen var mıdır? Parlamentonun son yapısına bakıldığında, Saray Rejimi, birden fazla AK Parti oluşturacak ayarlama yapmıştır. Bu nedenle parlamentoda oturma eylemleri olumlu gibi gözükse de değildir. CHP, eğer bir yerde oturma direnişi yapacaksa, yer ve adres bellidir, Saray’ın önüdür, bahçesidir. Karar mekanizmalarının görünen merkezi parlamento değildir, tersine Saray’dır.

Parlamentoda oturma eylemi yapmak, bir başlangıç değildir. Tersine, bir oyalamaca mantığıdır. Buyurun Saray orada, onun önünde eyleme geçin. Tüm üyelerinizi toplayın, Saray’ı sarın ve oturun.

Saray Rejimi’nde siyasal partiler, her biri aynı yere bağlı, tek bir devlet partisinin değişik çeteleri, değişik tarikatlarıdır.

Saray Rejimi’nde yasalara bağlı bir işleyiş yoktur. Yasalar duruma, kişiye, zamana göre değişirler. Mutlaka bir yasa gerekirse ona uygun bir yol bulunur.

Saray Rejimi’nin NATO tarafından onaylanmış, belirlenmiş görevler vardır. Bu, içeride ve dışarıda savaş politikalarına yer vermek demektir. Savaşa açıktan karşı çıkmadan, bu politikalara açıktan karşı çıkmadan, insan olarak var olmak dahi mümkün değildir.

Tüm toplumu saran bunalım, çürümeyi de beraberinde getirmektedir. Bu çürümüş sistemi savunarak, onun şu ya da bu yönünü savunarak, bir adım atılmış olamaz.

Kendine “uzman” denilen “siyaset bilimci”lerin (Siyaset bilimci ne demektir? Siyaset “bilim” dallarından biri midir?), “hukuk uzmanı” unvanlı profesörlerin, sosyal demokrat olmayı kibarca kahvaltı yapmak, adabı muaşeret kurallarını bilmek olarak algılayan “devletçi” zihniyetin, liberal solcuların, Kemalist solcuların her zaman tekrarladıkları “bu devlet, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” sözü, olağanüstü bir devlet örgütlenmesi demek olan Saray Rejimi için asla kullanılamaz. TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Şimdilerde, “laikliğe karşı saldırı var” diyerek mevcut hâli savunmak, laikliği savunmak değildir. TC devleti, hiçbir zaman sosyal bir devlet olmamıştır, olamaz, her zaman burjuva egemen, emperyalizme bağlı bir sömürge devlet olmuştur. Hiçbir zaman “demokratik” devlet olmamıştır. Seçimlerin varlığı “demokrasi” ölçüsü olarak alındığında, burjuva siyasal tarihinde bile, çok geri bir noktaya düşülmüş olur. TC devleti, tarihi boyunca, sürekli olağanüstü dönemlerle var olmuştur. Katliamlara dayanmak, katliamları bir gelenek olarak sürdürmek tam da budur. Ülkede yaşayan halkları, tümünü, kendine düşman olarak görmüş bir devlettir bu.

CHP, hiçbir zaman işçi partisi olmamıştır ki tarihsel anlamında bir sosyal demokrat parti olsun. CHP’de dönen paralara bakarsanız, işçilerin burada bir yeri olmadığını anlamak zor olmaz. TC devleti, en başından beri, işçi sınıfının varlığını inkâr etmiştir. Halkların varlığını inkâr etmiştir. TC devleti en başından beri, anti-komünizmin cephesinde yer almıştır. TC devleti, bir sömürge devlettir ve SSCB’ye karşı ileri bir karakol görevi ile davranmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra TC devleti, NATO’nun ileri karakoludur. Ve bu devletin kurucu partisi olduğunu sık sık hatırlayan CHP, tüm bunların da merkezindedir.

CHP, devletin tüm örgütlenmelerinde görev almıştır. Bu, Saray Rejimi’nin oturtulmasında da söz konusudur. Yoksa Kılıçdaroğlu, nasıl olur da aldığı seçimi, büyük bir huzurla, ilgili yere devreder? 14-28 Mayıs bir seçim değildir, bir müsameredir. Müsamerenin sonunda alkışları kimin alınacağı, NATO mekanizmalarınca belirlenmiştir. Ruhu çekilmiş bir Kılıçdaroğlu profilini yaratan bu süreçtir.

Tüm bunlar göstermektedir ki CHP asla sol bir parti değildir, olmamıştır. CHP gerici bir partidir. Onun bazı muhalif söylemleri, Saray’ın saldırılarını gündemleştirmekten başka bir işe yaramayacak şekildedir. Saray’ın her adımını gündem yapmak, gerçekte, halkın, ülkenin gerçek gündemini örtmek için de bir yol hâline getirilmiştir.

CHP’deki bu “yeni” makyaj, aslında kitlelerin yeniden kandırılması için bir tazelenme girişimidir. 14-28 Mayıs sürecini doğru analiz etmeden, CHP’nin yeni makyajına, ileri bir durum atfetmek, Saray Rejimi’ni, ülkedeki olağanüstü hâli, savaş politikalarını anlamamaktır.

Elbette her isteyen, kendine has bir biçimde rüya aleminde yaşayabilir. Ama ülkenin gerçeklerine duyarlı hiçbir kimse, direniş ve mücadele dışında, sistemi devirmek dışında bir çıkış yolu olmadığını görmezlikten gelemez.

Devrime, mücadeleye, direnişe, “uzun ve zahmetli, zorlu bir yol” diyerek, kestirme yol bulmak adına, CHP’nin kuyruğuna takılmak, kafayı bir kere daha taşa vurmaktan başka sonuç vermemiştir, vermez.

Hrant davası, “ulusalcı sol”, liberal sol ve işçi sınıfının devrimci enternasyonalist yolu

Kasım ayı, 2024 yılına daha girmeden, ilgi çekici gelişmelere sahne olmaktadır. Bu gelişmeler kadar, bu gelişmeler üzerine yapılan propaganda ve karartma siyaseti ilgiye değerdir.

Seçimin, yani Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden 6-7 ay geçmiştir ve egemen, bizim adlandırmamızla Saray Rejimi, bir yandan savaş kabinesi oluşturdu, bir yandan ekonomiyi uluslararası bir konsorsiyuma teslim etti, bir yandan da içte bazı düzenlemeler, dizayn çalışmaları yapmaya yöneldi.

Bu üç alanda, Saray Rejimi’nin adımlarını izlemek, bir çeşit “restorasyon” çalışmalarını anlamak açısından önemli ipuçları veriyor. Hem egemenin, Saray Rejimi’nin, TC devletinin açmazlarını görmek hem de yapmaya çalıştıkları “restorasyonu” anlamak açısından önemli gibidir.

“Restorasyon”u tırnak içine alıyoruz. Çünkü tam da tırnaklı bir varlığa benzerdir. Şaka bir yana, daha çok makyaj niteliğinin önde olması nedeni ile bunu yapıyoruz. Yani kendileri açısından da, ortada kapsamlı bir restorasyon yoktur ama aynı zamanda, yapmaya çalıştıkları şeyi ifade etmek için, “restorasyon” demeye de devam ediyoruz.

1

Biliniyor, her savaş bir iç savaştır, eninde sonunda kendini açıkça gösterecek olan bir iç savaş. Bizim, son aylarda daha net görmeye başladığımız şey, seçim öncesinde de varolan ama şimdi daha seçilmiş tarzda uygulanan şey, “hukuksuzluk” değildir. Doğru terim “hukuksuzluk” değildir. Hukuksuzluk, bizim hukuk camiası için, yani hâkimi, savcısı, avukatı, profesörü vb. mesleklerdeki hukukçularımız için, hukuka aykırı olma durumunu ifade eder. Belki bir vurgu, belki bir çeşit “tepki” olarak anlaşılabilir. Daha çok, CHP muhalefetine, Akşener muhalefetine, Babacan ve Davutoğlu siyasetine uygun düşer. Korkakçadır ve gerçek anlamda olup biteni küçümser.

Nedir öyle ise yaşanan?

Biz, buna iç savaş hukuku diyoruz. Savaş hukuku ile bağlantılıdır. Ama yetmez. Çünkü savaş konusunda bir “uluslararası hukuk” vardır. Ama savaşan taraflar, bu uluslararası hukuka daha az uyarlar, daha çok uymazlar. İç savaş hukuku ise, düşman taraflar arasında uygulanan, içeride gizli ya da açık farklı biçimlerde süren iç savaşa bağlı hukuktur.

İngiltere, mesela, hükümetin ya da devletin politikalarını onaylamayan bir işadamının mal varlığına el koyduğunda, işte bu iç savaş hukuku ya da düşman hukuku uygulanmaktadır.

Demek oluyor ki dünyada hemen her ülkede, kapitalist sistemin demokrasi mabedi diye sunulan ülkelerinde de, artık “olağan” işleyişi ile hukuk, etkisini yitirmektedir. Ya da egemen, kendi yasalarına uymak konusunda isteksiz, dikkatsiz, seçmecidir.

Demokrasi sever liberal solcularımız, yanlış dönemde soldan liberalizme yelken açtılar. Yazık onlara. Burjuvazi, liberalizmden neoliberalizme yani yağma ve talan sistemine dönmüştü. Egemenler, tekelci egemenliğin gereklerine uygun olarak, serbest rekabeti geride bırakmış, tekelci rekabeti yaşarken, liberaller pazar hâkimiyetinin savunucuları olarak ortaya çıkarken, onların boşalttıkları yeri, soldan doldurmak için “liberal sol” olmaya karar verdiler. Yazık.

Sömürge bir ülkede, tekeller çağında, liberal sol, aslında işçi sınıfını sisteme bağlamak, işçi sınıfına öncülük edecek kesimlerin aklını karıştırmak, bilimi ve gerçeği karanlığın dehlizlerine kapatmak için rol alıyordu.

Ve elbette bunu destekleyen, Batı demokrasisi ve medeniyet diye kavramlar devreye sokuluyordu, hâlâ sokuluyor.

Bizde bunlara bir de NATO sevgisi eklenmiştir.

Batı demokrasisi, hayranlık duyulacak yer idi. O kadar ki her türlü baskı ve sömürgeciliğin yaratıcısı olan bu Batı demokrasisi, kendini Paris sokaklarında dolaşan şık giyimli, ölçüleri tam olarak ayarlanmış, estetik merkezlerinden çıkmış kadın ve erkek modellerin çekiciliği ile gösteriyordu. Ve elbette bizim gibi sömürge ülkelerde oluşmuş bir sömürge kişilik de vardır ve bu sömürge kişilik, her şeyin görüntüsüne kendisinden çok daha fazla önem veriyor. Ambalaj, gözleri kamaştıran bir çekiciliğe sahipti. Batı hayranlığı, sadece “demokrasi” ile sağlanmıyordu, tersine, daha çok ve daha çok, ambalajları çekici mallara hayranlıkla başlıyor.

Batı medeniyeti, akıl almaz katliam ve işgal politikalarını, sömürgeci politikalarını, “medeniyet taşımak” olarak adlandırıyordu ve hâlâ öyledir.

Bizdeki NATO sevgisi ise, ilave bir unsurdur ve NATO’yu sevmemek, bedeli ağır bir “liyakatsizlik” olduğu için, sistemin geleceğinden kopmak anlamına bile gelebiliyor.

Hem NATO’cu hem liberal sol, hem Batıcı hem de insancıl sol olmak, işte böyle ortaya çıkan, çarpık bir hâldir.

Liberal solcuların tek tek, sistemin bizzat yetiştirdiği görevliler olduğunu söylemiyoruz. Ama sisteme karşı mücadele edenlere karşı açılan etkili bir ideolojik hat olduğunu söylemekten de geri durmamalıyız.

İşte bu liberal sol, sanırım, kendini kandırmakta çok yeteneklidir de. Egemenin yapması gereken şeyler şöyledir: Önce bunlara sert duvarı ya da moda deyimi ile kırmızı çizgileri gösteriyorlar. Sisteme karşı devrimci bir mücadeleden uzak durulacak. Sonra onlara, kendilerini ifade edecekleri bir saha açılacak ve bu sahada, kendilerine “eğitilmiş” rehberler verilecek. Bu arada “ekonomik özgürlükleri” için maddi bir temel de hazırlanacak.

Yani klasik havuç-sopa uygulamasıdır.

Şimdi, hukuksuzluk diyenler ya da iç savaş hukukunu görmek istemeyenler, devlet içinde “kötü” ve “iyi” adamların mücadelesinden söz eder pozisyondadırlar.

Görünüşte eleştiriyorlar; “hukuksuzluk” diye kocaman cümleler kuruyorlar. Ama ekliyorlar, “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz.” Oysa onların söylediği “hukuksuzluk”u ölçü alsak, göreceğiz ki o kadar çok hukuksuzluk var ki, hukuksuzluk demekten yorulmuş hâldedirler.

Liberal sol, körlük de demektir. Her şeye, devletin varsayılan hâlinden bakmak, gerçeği görmemek de demektir.

Bu nedenle, özellikle iç savaş hukukundan söz ediyoruz. Zira ortada bir hukuk vardır ve doğrusu bu “olağanüstü” devlet örgütlenmesinin gerektirdiği bir hukuktur da.

Her zaman hukuk egemenin hukukudur. Farklılık, bugün egemenin ihtiyaçları her gün değişiyor ve iç savaş ortamına uygun olarak her gün farklı tarzda uygulanıyor.

Her zaman, her kapitalist ülkede, işçi sınıfı ve egemen sınıf için ayrı hukuk vardır. Olağan dönemlerde de, işçi ve yoksul için hukuk, zenginlerinkinden farklıdır. Ama yine de, bunun bir bilinen çerçevesi vardır. Oysa olağanüstü dönemlerde, egemen, kendini kendi hukukuna bağlı hissetmez. Ve bu sadece bizim ülkemize de özgü değildir.

2

Egemen, bugün ülkemizde, kitlelerin, halkın önüne “beka” sorununu koymaktadır. Onlara göre, her işçi eylemi bir beka sorunudur. İşçiler itaatkâr olmalıdırlar. Her hak arama eylemi, sistemi zora sokar ve bu nedenle bastırılmalıdır. Her aykırı düşünce, bir nifak tohumudur ve yok edilmelidir. Her kadın eylemi tez elden bastırılmalıdır. Öğrenciler tehlikeli varlıklardır. Yani, halk aslında düşmandır. Ve düşman hukuku, yani bizim deyimimizle iç savaş hukuku, tam da bu dönemlerde gereklidir.

Saray Rejimi, bir savaş kabinesi kurmuştur. Bu savaş kabinesi elbette NATO’ya aittir ama bizim egemenlerimizin istemediği bir şey de değildir.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD adına, emperyalist güçler adına bir tetikçi olarak iş görmektedir. Görevi budur. Ve bu tetikçilik görevi, içeride, her türlü direnişin yok edilmesini de gerektirmektedir.

Savaş için, Saray Rejimi’ne, kendi savaş politikalarını destekleyecek milliyetçi, bizde aynı zamanda İslamcı, bir ideoloji gereklidir. Bu da yeni değildir. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca, Türk-İslam sentezi imal edilmeye çalışılmıştır. Bugün, bu ırkçı ve dinci siyasal ideoloji, yeniden kaybettiği konumu kazansın istiyorlar.

Bunun için, liberal sol kadar, kendilerine ulusalcı sol gereklidir.

Biz buna, “ulusol” demeyi seçtik.

TC devleti, halkların imhası ve inkârı üzerine kuruludur. TC devleti, Ekim Devrimi’ne karşı, emperyalist dünyanın ortak ileri karakolu olarak iş görmek üzere organize edilmiştir. Ekim Devrimi yayıldıkça, hem halklara özgürlük, sömürge olmaktan kurtuluş eğilimleri aşılıyordu hem de işçi ve emekçiler için yeni bir dünya ortaya koyuyordu. Bu nedenle, Türk-İslam sentezi ile anti-komünizm birbirinden ayrılmaz hâlde iç içe geçmiştir. Öyle geliştirilmiştir.

Bu ideoloji, anti-komünizm olarak etkin kılınmakla kalmadı, aynı zamanda milliyetçi-dinci bir ideoloji olarak da şekillendi.

Ve ülkemiz solu, Kemalist etkiyi, tam da bu temel üzerinden içine taşıdı. Sol hareketin tarihi boyunca bu Kemalist etki solun içinde etkin oldu. Kürt devrimi, bu etkinin kırılmasında önemli bir kaldıraç görevi görmüştür. Bu nedenle, egemen, TC devleti, Kürt hareketine karşı, tarikatları da içine alan bir İslamî ağırlık geliştirmeye yöneldi. Bu, 12 Eylül’de de vardır. Ve bugüne kadar gelmektedir. Ama bu arada milliyetçi çizgi kenara atılmış değildir.

Bugün milliyetçi ve dinci ideoloji, her iki cepheden de etkisiz hâle gelmeye başlamıştır. Ne milliyetçilik eskisi kadar etkilidir ne de İslamcılık. AK Parti projesi ile öne çıkartılmış olan İslamcılık, içinde Gülen hareketi de olmak üzere, etkisini kaybetmektedir. Ya da eskisi kadar etkili değildir. Bu nedenle, yeniden tazelenmek istenmektedir. Aynı biçimde, daha önceden yıpranmış olan milliyetçilik, yeni bir tarzda ortaya çıkarılmak istenmektedir.

Yeni bir formatta milliyetçilik, solun kontrol altına alınmasında kullanılmak istenmektedir.

Aslında, solun sağa kaydırılmasında, Türk-İslam sentezi farklı bir tarzda kullanılmaktadır, her ikisi birden. İslamcılık, radikal bir dinî saldırı görüntüleri ile de beslenerek, solun “laiklik” savunusuna kilitlenmesini sağlamak üzere kullanılmaktadır. Milliyetçilik ise, “laikliği” savunmaya kilitlenmiş solun sarılması istenen şey olarak öne çıkarılmaktadır. Zaten solun içinde Kemalist milliyetçilik hep köklere sahiptir.

İşte ulusol, böyle oluşturulmak istenmektedir.

Liberal solun “duyarlılıkları” da aynıdır. Onlara göre İslamî bir organizasyon ancak İslam’ı liberal hâle getirirse mümkündür. İyi ama diyelim ki İslamcılık, kapitalist sistemin içinde kalmayı hedefliyorsa, nasıl olur da sistem için bir tehdit hâline gelebilir? Bu nedenle, liberal solun Gülen hareketine sarılması gayet anlaşılırdır. Nihayetinde, liberal solun bağlı olduğu Batı değerlerinin merkezleri olan ülkeler, özel olarak Gülen hareketinin yaratıcıları, şekillendiricilerdir de.

3

Tarih bilinci, devrimci işçiler için, devrimci aydınlar için çok önemlidir.

ABD emperyalizmi öncülüğünde, tüm emperyalist- kapitalist dünyanın SSCB’yi kuşatma ve komünizmi boğma siyaseti, Yeşil Kuşak gibi projelerle gelişmiştir. Bin Laden hareketi de, Müslüman Kardeşler de, Gülen hareketi de, bu Yeşil Kuşak Projesi’nin içindedir. Gülen hareketi, komünizme karşı mücadele derneklerinden gelmektedir. Ve TC devleti, NATO güçlerince desteklenmiştir. Bu projenin bir başka ucu AK Parti projesidir. Elbette birçok İslamî grup, anti-emperyalist mücadele anlayışına sahiptir. Onları bir yana bırakarak, Yeşil Kuşak Projesi’nin emperyalizmin denetiminde, oldukça kullanışlı İslamî hareketler yarattığı biliniyor.

Bu sadece bugünün değil, dünün de gerçeğidir.

Elbette bu Yeşil Kuşak Projesi, SSCB çözüldükten sonra, yeniden organize edilmeye başlanmıştır. Bu arada ABD karşıtı bazı eğilimlerin geliştiği de gerçektir. Ama, SSCB sonrasında ABD emperyalizmi, bu İslamî hareketleri, başka amaçlarla kullanmışlardır. Suriye sahasında karşımıza çıkan IŞİD gerçeği bunun kanıtıdır.

Bu tarihi unutarak doğru değerlendirmeler yapmak mümkün değildir.

4

Hrant Dink davasının seyri bu açıdan önemli göstergelere sahiptir.

Biliyoruz, tetiği çeken Samast, devletin çeşitli katlarında kahraman olarak karşılanmıştır. Bu, TC devletinin tarihsel mirasına, geleneklerine gayet uygundur. Katliam politikalarına gayet uygundur. İster Topal Osman’ı ele alın ister başkalarını, ister soykırım uygulamalarını ele alın isterse sol kitlelere dönük katliamları, hepsinde, ister Maraş katliamını ele alın ister 1 Mayıs katliamını, hepsinde olan budur.

TC devletinin tarihi budur.

Hrant’ın katili, bir örgüt davasına eklenmediği için, bireysel olarak ceza almış ve serbest bırakılmıştır.

Şimdi, bu vesile ile yeniden cinayet ele alınmaya, yeniden algılar yaratılmaya başlanmıştır.

Ogün Samast, aldığı cezayı yatmış, cezanın bitimine yakın, cezaevinde gerçekleştirdiği başka bir suçtan ceza alarak hapis yatmıştır. İkinci suç, belli ki çıkış tarihi ayarlanmak için yapılmıştır. Cezaevinde, ikinci suçtan “iyi hâli” tespit edilerek serbest bırakılmıştır. Tepkiler üzerine, hakkında yeniden dava açılmıştır.

Bu arada ise, Hrant davasında yeni davalarla devam ediliyor görünmektedir. Bilindiği kadarı ile, davanın yeni aşamasında Erdoğan’ın avukatı da müdahil olmuştur. Ne için müdahil olduğu henüz açık değildir. Yakında ortaya çıkacaktır.

Bu arada, Samast, cezaevinde, dışardan bir kadınla evlendirilmiştir. Anlaşılan o ki yeni döneminde Samast bu kadın ile hazırlanmaktadır. Demek oluyor ki Samast’ı kahraman olarak karşılayan sistem, aslında onu bir tarzda yeni döneme hazırlamaktadır.

Şimdi, tartışmalara dönebiliriz.

Birincil olarak öne çıkan eğilim, aslında davalarda da görülen eğilimdir. Davada, cinayette yer alan devlet görevlileri, sistematik olarak kayırılmıştır. Böylece dava gerçek karakterinden uzaklaştırılmıştır. Samast ceza almış ama aradan 10 yıl geçtikten sonra, dava için örgütlü suçtan yeni bir dava açılmıştır. Ama Samast, zaman aşımından davanın bu bölümünden kurtarılmıştır. Böylece, dava, katilin, tetikçinin ceza aldığı ve örgütsüz, bireysel bir cinayet davası hâline çevrilmiştir. Örgütlü, organize cinayet ise, katil olmadan, tetikçi olmadan devam etmektedir.

Böylece dava, bireysel hâl almıştır. Katil sinirlenmiş ve cinayet işlemiştir gibi. Örgütlü olan dava ise, daha çok, FETÖ adını almış olan (FETÖ adı ona verilmiştir) Gülen hareketinin üzerine yıkılmak istenmektedir.

Tam da burası, solun milliyetçi çizgiye çekilmesi, laik çizgiye çekilmesi programının bir parçasıdır.

Gülen hareketi, AK Parti projesi gibi, ABD desteklidir, NATO desteklidir ve TC devletinin imalatıdır.

Devlet içindeki çatışmalara bağlı olarak, Gülen hareketi FETÖ hâline getirilmiştir. Bu tarihten başlayarak, birçok suç FETÖ’ya yüklenerek, aslında devlet temizlenmek istenmektedir. Bu arada, elbette Gülen hareketi temiz değildir ve bunu vurgulamaya bile gerek yoktur. Gülen Hareketi’nin organizatörleri ile AK Parti projesinin sahipleri aynıdır. Ama hazır bir “devlet içinde kötü” ilan edilmiş güç var iken, suçlar buna yıkılmakta, böylece devlet aklanmaktadır.

Topal Osman, devlet eli ile kullanılmış, cinayet ve katliamlarda rol almış ama sonunda kullanım süresi dolunca, bizzat devlet eli ile idam edilmiştir. Böylece tüm katliamlar onun üzerine yıkılmış, devlet “temizlenmiş”tir. Bu eski bir oyundur ve kökleri eskiye gitmektedir.

Bugün de bunu yaparak aslında devletin bu işi yapmadığı, devlet içine sızmış çetelerin bunu yaptığı söylenmektedir. Yaratılmak istenen imaj budur. Oysa Hrant cinayeti, bizzat devletin planıdır.

5

Hrant Dink cinayeti acaba ne için işlenmişti? Öyle ya, bu bir siyasal cinayettir. Amacı konusunda fikriniz yoksa, buna bir siyasal ve devlet eli ile işlenmiş bir cinayet olarak bakmazsanız, gerisi bulanıklaşacaktır.

Hrant, belli bir saldırı zinciri içinde katledilmiştir. Hrant, bir seri cinayet dizisinin ilki olarak öldürülmüştür. Hrant ile başladıkları zincir, ortaya çıkan tepki ve kitlesel sahipleniş ile kırılmıştır ve durmak zorunda kalmışlardır.

Hrant, Ermeni’dir. Ermeni olması, ülkedeki milliyetçi hava nedeni ile, en az sahip çıkılacak isim olarak düşünülmüştür. Yani Hrant’a kimsenin sahip çıkmayacağı ya da son derece küçük bir grubun sahip çıkacağı düşünülmüştür. Arkası getirilecek, Hrant cinayetini başkaları izleyecekti.

Ama daha ilk haber duyulur duyulmaz, inanılmaz bir duyarlılıkla, kitleler Agos’un önüne akmıştır. Akmakla kalmamış, “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı patlamıştır. Bu slogan, cinayeti planlayan devlet güçlerini durdurmuştur. Aynı dönemde işlenen başka cinayetler de vardır. Ama bu tepki, o denli kitlesel, ama ondan daha da önemlisi o kadar net bir tepki idi ki, devlet, egemen, geri adım atmış, başladıkları proje ne ise, onu geri çekmişlerdir. Kitlesel tepki, devleti durdurmak için önemli bir etkendi ama “hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, kitlesel tepkiden çok daha anlamlıdır. Ve bu tepkinin nitelikçe gelişmişliğinin göstergesidir. Öyle ise, Hrant’ın katledilmesi ile başlayan sürece gelen tepkinin, hem niceliksel hem de niteliksel yönü, çok ama çok değerlidir.

Biz, milliyetçilik ve İslam eskisi gibi etkili değildir derken, aslında tam da bunu söylüyoruz. Yoksa devletin Türk-İslam sentezi ideolojisi elbette devrededir. Hâlâ aktiftir. Onlar da bu etkinin azaldığının farkındadırlar, bu nedenle, orayı güçlendirmek “restore” etmek istiyorlar.

Şimdi, Hrant’ın katilinin, tetikçinin çıkması, çıkartılması, yeni döneme uygundur. Savaş planlarına, içeride ve dışarıda savaş politikalarına uygun tarzda, solun içinde etkisi belli ölçülerde aşınmış olan milliyetçiliğin, “ulusol”culuk olarak yeniden diriltilmesi için, Hrant davası kullanılmak istenmektedir.

UluSolculuk, devletçi solculuktur ve savaş planlarının sürekli geliştiği ve gündemde tutulduğu bugün, solun yeniden kontrol altına alınması amacını gütmektedir. Bu, sol içindeki Kemalist damarın onarılarak sürdürülmesi girişimidir. Bir yandan “İslam ve laikliğin gidişi” tehdidi ile korkutulan sol, diğer yandan Kemalist damarları onarılarak, devletçi çizgiye yapıştırılmak istenmektedir.

Liberal solculuk güç kaybetmektedir. Bu kayıp, savaş dönemlerinde daha da artacaktır. Bu nedenle, milliyetçiliğin sol içinde yer etmesi için, devletin temizlenmesi önem kazanmış gibidir. Liberal sol yeterli değildir, daha aktif bir UluSol gereklidir. Anlaşılan düşündükleri budur.

6

Saray Rejimi, seçim sonrasında bir savaş kabinesine kavuşmuştur. Bu savaş kabinesi, içeride, AB ve ABD anlaşmalarına uygun olarak, bazı mafyatik çetelerin (diğerlerinin yararına) temizlenmesini de gerektirmektedir. Bu “temizlik” operasyonları, CHP tarafından alkışlanmakta, “liyakat” yandaşları tarafından uygun bulunmakta, Soylu’dan sonra bir “ciddiyet” arayan burjuva demokratlarca ümitvar bulunmaktadır. Böylece devlet, imaj tazelemek istemektedir. AB, ABD ile anlaşırken, Soylu döneminde verilen yeşil pasaportlar olayını, İçişleri’nde yeni dönem için bir neden olarak kullanmış ve bazı düzenlemeler istemiştir. Bu yeni dönemde bazı mafyatik grupların, büyüklerin hesabına “temizlenmesi”, devlet ciddiyeti olarak sunulmakta, alkış alması sağlanmaktadır.

Ama aynı devlet, işçi sınıfına, kadınlara, öğrencilere, hak arayan herkese acımasızca saldırmaktadır. Aynı devlet, mesela kendisi ile hiçbir sorunu olmayan Tolga Şardan gibi gazetecileri dahi tutuklamaktadır. Tolga Şardan gazeteci olarak birçok habere imza atmasına rağmen, ne muhaliftir ne de sistem için bir tehdittir. Ama Saray Rejimi, korku salmak istemektedir.

Çetelere operasyonlar ile bu baskı görüntüleri, tamamen aynı şeyin iki yüzüdür. Yani biri diğeri ile çelişen adımlar değildir. Mafyaya karşı operasyonları, AB’nin kara para trafiğine karşı uyarılarından bağımsız ele almak hatalıdır. Ve gerçekte, bu operasyonlar ciddiyetten uzaktır. Ağar ve çevresine vurmadan, Saray’a dokunmadan “temizlik” olmaz. Bu da sistemin özüne aykırıdır. Yani burada abartılacak bir “ciddiyet”, “liyakat” vb. bulmak, aklını peynir ekmekle yemek gibidir. Ve biliniyor, hem ekmek hem de peynir o kadar ucuz değildir.

Saray Rejimi savaşa hazırlanmaktadır. Bu, Erdoğan’ın iradesine bağlı bir hâl de değildir. Saray Rejimi, bu savaş çığırtkanlığı ve tetikçilik görevini oldukça sevmiştir. Zira başka da bir çıkış yolu yoktur. Tekeller, savaş sanayiinden ve buna bağlı sanayi dallarından iyi para kazanmaktadır. Tekellerin, tıpkı emperyalist ortakları gibi, kârlarına kâr kattıkları bir dönem yaşadıkları sır değildir. Bu nedenle savaş planları, öyle geçici bir heves değildir.

Dünya çapında savaş, sürekli olarak büyümekte, yeni cephelerde ortaya çıkmaktadır. Bu, sistemin krizden çıkış yoludur. Rusya ve Çin gibi iki dev alanı sömürge yapabilmek amacına gütmektedirler. Bu hedef etrafında birleşen emperyalist Batı, kendi arasındaki paylaşım savaşımını, bu hedef üzerinden, geri plana çekmiştir. Ama her emperyalist güç, kendini daha güçlü örgütlemek için de uğraşmaktadır. Ülkemizde bu isteği net olarak görebiliriz.

Savaş planları, ülkemiz için, devletin tüm çetelerini, tüm kanatlarını birleştirmektedir. Kürt devrimine, işçi hareketine karşı birleşmekte zorluk çekmeyen devlet güçleri, egemen sınıf, savaş politikaları konusunda da, Batı emperyalist güçleri arasındaki, NATO içindeki ortak anlaşmaya göre birleşme eğilimindedir.

İşte bu egemenin savaş politikaları, içeride daha sağlam bir baskı ve denetim mekanizması kurmalarını gerektirmektedir.

Bu açıdan içerdeki tehdit, direniş hattıdır. Gezi ile başlayan direniş cephesinin sürekliliğidir. Bu direnişleri tehdit olmaktan çıkartmak için, solun, hazır sağa kaymış, hazır CHP kuyruğuna takılmış solun, tümü ile devlete eklenmesi için hazırlıklar yapılmaktadır. Bu açıdan, milliyetçiliğin sol içinde kök salması için ideolojik hazırlık yaptıkları açıktır.

Hrant davasını, devleti aklayacak şekilde, şu ya da bu çetenin devletin içine sızmış kollarının işi olarak paketleme istekleri açıktır. Bu da, bu genel resmin, savaş politikalarının bir parçasıdır.

Her savaş bir iç savaştır.

Bugün ülkemizde bir iç savaş vardır ve bu iç savaş hukuku, bu nedenle uygulanmaktadır. İç savaş hukuku, katliam politikaları da demektir. Yeni saldırıların devreye konulduğunu görmek mümkündür. Burada solun kontrolü, devletin hedeflerinden birdir. Solun iğdiş edilmesi sürecidir de bu. UluSol, solun sağa kayışından öte, daha ileri bir anlam taşır, solun iğdiş edilmesi amaçlanmaktadır.

7

İşçi sınıfının devrimci yolu, enternasyonalist bir yoldur. Halkların kardeşliği, tam da bu anlamda, dünyanın tüm işçilerinin birleşmesi anlamında ele alınmalıdır.

Dünyanın birçok ülkesinden direniş haberleri yükselmektedir. Bu direniş hareketlerinin, bugün yarın iktidarı almasından söz etmiyoruz. Ama yol budur.

Direnişi geliştirmek, direnişi örgütlemek, ancak, işçi sınıfının devrimci hattında, işçi sınıfının devrimci sosyalizm bayrağı altında mümkündür.

Savaşı önleyecek tek şey, Birinci Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi, kanıtlanmış olduğu gibi, yeni bir sosyalist devrim dalgasıdır. İşçi sınıfı, devrimci hareket, ancak bu yolla, bu savaş politikalarına son verebilecek tek seçenektir.

İşçi sınıfının devrimci yolu, enternasyonalist bir yoldur. Bu savaş döneminde ortaya çıkan göçler, sistem tarafından milliyetçiliğin, ırkçılığın yükseltilmesi için kullanılmaktadır. Oysa işçi sınıfının enternasyonalist çizgisi, bu göç meselesine, tam da dünyanın tüm işçilerinin devrimci birliği çerçevesinde yaklaşmayı emreder. Böyle bakılabilirse, dünyadaki bu göç akını, devrimci enternasyonalist bir işçi hareketinin yükselişinin bir parçası olarak da ele alınabilir.

Savaş ve katliam politikalarını halklara, insanlığa dayatan kapitalist-emperyalist sistemdir. Bu sistemin savaş aparatı NATO’dur. Ülkemiz NATO üyesidir ve sömürge bir ülkedir. ABD tetikçiliğinin, emperyalist tetikçiliğin temeli buradadır. Ve bugün, ülkemizdeki her gelişme, kendisi ne denli özgün bir tarzda ortaya çıkarsa çıksın, ne denli rastlantısal görünürse görünsün, savaş politikalarının içinde ele alınmalıdır. İçeride ve dışarıda savaş politikaları, ekonomik alandaki uygulamalar, savaş sanayiine dönük adımlar, işçi sınıfı ve direniş hareketine dönük saldırılar, toplumu teslim alma ve susturma saldırıları vb. ile bağlantılıdır.

Sakin ve net bir çizgide, ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde direniş hattını geliştirmek, örgütlemek, dönemin devrimci görevidir. Kararlı ve istikrarlı bir biçimde, işçi sınıfının devrimci hattına sahip çıkmak, bu hatta ısrar etmek gereklidir. Bu açıdan, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfı ve tüm direniş hattının önünde duran temel örgütlenmelerden biridir.

Denize düşenin yılandan başka sarılacağı var mıdır?

Denize düşen öncelikle korkuyu ve endişeyi bırakıp denize düştüğü için mutlu olmakla başlamalıdır işe. Yüzmeyi bildiğini hatırlamalıdır ve artık bir deryada ise buna kavuştuğuna mutlu bir şekilde bir şeye sarılmayı beklemeden yüzmeye başlamalıdır.

Netleşme budur. Görmek istemeyen gözlere, anlamak istemeyen akıllara giderek bulanıklaşan, görmek isteyene, yürümek ya da yüzmek isteyene netleşen yollar, denizler vardır.

Bugün de böyledir. Bir yandan saflar netleşirken bir yandan bulanıklık artmaktadır. Bu bulanıklığa karşı ise yapılması gereken yalındır. Bir soruya cevap vermek gerekir. Kendi durumundan veyahut içinde bulunulan hâlden soyutlanarak, “ben hangi sınıfın yanındayım” sorusunu cevaplayabilmek gerekmektedir.

Bazı açıklamalar ve sorularla anlatmak istediğimizi netleştirmeye çalışalım.

Meral Akşener, “Otel işleten emniyet müdürleri var. O otellerde fuhuşun ötesinde yetiştirme yurdunda kalan kızlar çalıştırılıyor” demiştir ve MİT’in öğrencisi olduğunu eklemiştir.

Yargıtay Can Atalay için Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımayarak kendilerine dava açmıştır.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 50+1 tartışmaları açılmış, taraflar kendilerini kurtarma kavgası vermektedir.

Tüm bunlar olurken işçi ve emekçilerin asgarî koşullarda bile yaşam olanakları kalmamıştır, üniversite öğrencileri intihar etmektedir, kadınlar sokaklarda öldürülmektedir.

Durum şudur. Genel eğilim yargıya güveni tercih etmektedir. Yönetenler yargılanmayacaklarını bildikleri ve halkın da bir tepki göstermeyeceğini düşündükleri için yargıya güvenmektedirler. “Sol kamuoyu” ise yıllardır kendilerine karşı kullanılmış, hatta varlığı kendilerine karşı inşa edilmiş olan o yargıdan medet umar bir şekilde savunarak güvenmektedir.

Tablo bu iken ne yapmak gerekmektedir? Elimizde anayasa ile sokağa çıkmak hatta elinde anayasa ile sokağa çıkanlara destek olmak dışında kendi yasalarımızı sokakta yazmak gibi bir seçeceğimiz yok mudur? Şu anki yasalar sadece işçileri, emekçileri, kadınları, devrimcileri ezmek için kullanılmaktadır, bu yasalar sadece bize işlemektedir. Bu yasalara sadece bizim uymamız beklenmektedir. Öyleyse neden bu yasa bütününü savunmamız gerekmektedir?

İlla anayasa ihlal ediliyor diye anayasayı savunmak zorunda mıyız? İşçilerle, halklarla, kadınlarla, öğrencilerle birlikte nasıl yaşayacağımızı belirleyeceğimiz bir mutabakat yapamaz mıyız?

Biz illa hep verili şartlar altında “en ileri” ile mi yetinmek zorundayız? Yeni bir şeyi yapmak üzere de hür irademizi kullanma hakkına sahip olamaz mıyız? Hep Kılıçdaroğlu’na karşı Özgür Özel ile yetinmek zorunda mıyız yoksa bu zinciri kırıp kendi muhataplığımızı yaratamaz mıyız? Gurur mekanizmamız bir opera sanatçısının elinin öpülmesi ile mi sınırlı kalmak zorunda?

Davutoğlu’nun 10 Ekim katliamına ilişkin “bildiklerimi söylerim” diyerek kendi yol arkadaşlarını tehdit etmesinin üzerinden yıllar geçmiş, hiçbir şey açığa çıkmamış hatta üzerine seçimlerde kendisinin de içinde olduğu ittifaka “sol kamuoyu” oy vermiş ve oy istemişken, Meral Akşener tabii ki bu kadar rahat konuşabilmektedir. Peki biz gerçeklerin kırıntılarını egemenlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından mı öğrenmek durumundayız? Zaten bildiğimiz gerçekleri birbirimizden güç alarak yüksek sesle söyleyemez miyiz?

Bu sorulara hayır diyenle yollarımız zaten ayrıdır. “Evet ama…” diyenin öncelikle sadece içinde bulunduğu nesnellikle değil, hem içinde bulunduğu nesnellikle hem de safını bilerek ve geleceğini devrimde görerek bu sorulara tekrar cevap vermesini ya da yapamıyorsa en azından fikir beyan etmemesini umut etmekteyiz. Cevabı evet olanı ise saflarımıza beklemekteyiz.

Bugün ekonomik kriz ve intiharların içinden idare edilecek bir yaşam kurmak imkânsızdır. Devrim, evet büyük bir altüst oluş, yıkılış ve yeniden var ediş, işçi sınıfının iktidarı, daha olanaklı ve gerçekçi hatta zorunlu ve tek seçenektir. Her idare ediş aslında bir adım geriye atıştır. Her red ve direniş bizi gerçeğe daha fazla yaklaştırmaktadır.

Kendi yalanlarınızı ve bahanelerinizi geride bırakın, bırakamıyorsanız susun ve köşenizde gününüzü bekleyin belki de yapabileceğiniz en iyi şey budur. Biz, sizin deyiminizle 3-5 işçi, 3-5 öğrenci, 3-5 kadının, kendi gelecekleri için mücadele edenlerin, bahaneler üretenlerden gelecek akla değil geliştirilen direnişlerin büyütülmesine ve birleştirilmesine ihtiyacı vardır.

Denize düşen, düştüğünü fark edebilen herkesin saflarımızda bir yeri vardır. Bunu fark eden kimsenin daha azına ya da daha idare ederine ihtiyacı yoktur. Şimdi denize düşenlerin debelenme, neye tutunsam diye düşünme zamanı değil yüzme zamanıdır. Şimdi daha etkili muhalefetten medet umma değil iktidarı isteme zamanıdır.

Ama bu zor, doğru. Ama bu tehlikeli, doğru. Ama gerçek. Gerçeği eğip bükmek yerine, ona uygun davranan ve mücadele etmeyi tercih eden herkesi saflarımıza çağırıyoruz. Bugün, işçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin büyüyen mücadelesini daha da büyütmeye, birleştirmeye, egemenlerin tüm partileriyle, yargılarıyla, anayasalarıyla, seçimleriyle ilga ettikleri akıllarımızı aydınlatmaya çağırıyoruz. Bu aklı eyleme taşımaya, örgütlenmeye çağırıyoruz.

Mahir El Tahir: Artık yenilmez dedikleri bu ordunun burnunun nasıl yerin dibine sokulduğunu hepimiz gördük

FHKC Dış ilişkiler sorumlusu Dr. Mahir El Tahir’in İstanbul’daki bir etkinlik vesilesi ile ilettiği görüşlerin derleme haberidir. Arapça’dan çevrilmiştir.

Filistin’deki mevcut durum ve İsrail işgalinin Gazze’ye yönelik savaşı ile ilgili açıklamalarda bulunan Filistin Halk ve Kurtuluş Cephesi’nin Uluslararası İlişkiler sorumlusu ve Arap Ulusal Kongresi’nin Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Maher Al Tahir, Gazze’ye yönelik savaşın en büyük kaybedenleri üç unsur sayılabilir; Netanyahu ve hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri yönetimi ve Biden, İsrail işgalinin sürdürdüğü soykırımı ve savaş suçlarını doğrudan tam destek veren Batı ülkeleri. İsrail işgal güçlerinin Gazze’de öngördüğü hedeflerin henüz hiç birini gerçekleştiremediği, Filistinli silahlı grupların askeri gücünün büyük ölçüde henüz zarar görmediği, uzun soluklu bir mücadeleye hazır olduğu, dayanma potansiyeli ile moralinin henüz yüksek olduğunu dile getirdi.

Gazze’ye yönelik saldırıların son gelişmelerini değerlendiren Tahir: “İsrail ve savaşı tamamen benimsemiş, savaşı yöneten ve gemilerini bölgeye getiren ABD, istihbarat, güvenlik ve askeri düzeyde büyük bir şoka uğradılar. Ardından büyük bir çıkmaza sürüklendiler. En büyük tehlike ise bununla beraber histerik şekilde sivilleri bombalıyor olması, binlerce çocuk ve kadını katlederek arda arda katliam gerçekleştiriyor olması. Savaş suçu sayılacak birçok eylemin, bir dizi katliamların etnik temizliğe ve soykırıma çıktığı gayet açık. Siyonist devletin yetkilileri bunu zaten gayet açık bir şekilde dile getiriyor. Şimdi 50.000’den fazla şehit ve yaralımız var. İnsanî tablo çok ağır, ve bu İsrail işgal devleti ile ABD’yi uluslararası camiada ciddi bir çıkmaza sokuyor.” söyledi.

Beklenen senaryolar hakkında konuşan Tahir:

“Bugünkü Gazze’de olabilecek birçok senaryo var. İsrail işgal devleti bu savaşın süresini uzatmaya ve Gazze’nin kuzeyinde kontrol kurmaya çalışırken, sivillere karşı daha fazla katliam işlemeye devam ederek direnişe baskı kurmayı hedefliyor.”

Tahir, İsrail işgalinin Gazze’ye yönelik sürdürdüğü savaşın tüm bölgeyi ciddi çatışmalara sürükleyebilecek büyük bir tehdit oluşturduğunu belirtti. İsrail’in güvenliği ve bekası konusunda ciddi endişe duyan ABD, en gelişmiş teknoloji, izleme, modern silahlı sistemlere sahip olan duvarların delindiği, Gazze’nin çevresinde işgalin askeri birliklere ani darbeler indirdiği ve birçok İsrail askeri ile subayının öldürüldüğü ve esir alındığı Aksa Tufanı operasyonundan hemen sonra, bölgeye uçak gemisi, nükleer donanımlı sualtı aracı ve 2 bin asker gönderdi. ABD bölgede bulunan İsrail karşıtı güçlerinin olası benzer bir saldırıya karşı savaş başlatacağını ifade ederek açık tehditte bulundu.

Tahir, 7 Ekim’in İsrail işgalinin tüm düzeylerde çöküşünün başlangıcı olduğuna inanıyor. “Direniş İsrail’i kaosa sürükledi, imajını zedeledi ve sarstı. Yalnızca bin savaşçı, işgale karşı gerçek bir tehdit oluşturdu. Bu da İsrail ve Amerikan hükümetlerinin büyük bir şoka uğramasına neden oldu. Artık yenilmez dedikleri bu ordunun burnunun nasıl yerin dibine sokulduğunu hepimiz gördük.”

Savaşın genişlemesi ve bölgedeki direniş ekseninin diğer gruplarının savaşa girmesi olasılıkları hakkında da, tüm olasılıkların mümkün olduğunu ve bunun Gazze Şeridi’ndeki yerel durumların gelişimine bağlı olduğunu belirtti.

7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği operasyonunun meşru müdafaa kapsamında görülmesi gerektiğinin altını çizen Tahir, Hamas’ın Filistin halkının bir parçası olduğunu söyledi. “Tüm ideolojik ve fikir yönündeki farklılıklarımıza rağmen, Hamas’ın bir direniş hareketi olduğunu söylüyoruz. Hamas maddi ve askeri imkanlara sahip olduğu için askeri olarak da öne çıkıyor, ancak tüm Filistinli grupların askeri kanatları, her bir kanatın imkanı ve elinden geldiği kadarıyla mücadeleye katılıyor. Bu savaş sadece Hamas’a karşı değil, bütün Filistinlilere yönelik olan bir savaş. Unutulmaması da gerek, bu savaş 1948 yılında işgalle başladı. İşgal altında kalan bir halk, kendisini uluslararası kanunlara göre savunma hakkına sahip. İsrail 7 Ekim’in öncesinde de günlük olarak Batı Şeria’da ve Gazze’de çok sayıda insan hakları ihlalinde bulunuyor. Bunu 75 yıldır yapıyor.”

Uluslararası düzeydeki resmi ve toplumsal tepkiler hakkında yorum yapan Tahir, Filistin halkıyla dayanışma eylemleri tüm dünyada ses getirirken, güçlü bir halk baskısı faktörü oluşturduğunu, Batı hükümetlerine, İsrail’in devam ettiği soykırım savaşını durdurmak için baskı yaptığını söyledi. Tahir, resmî ve toplumsal seviyede boykot eylemlerini desteklemeye ve arttırmaya çağırdı. Boykot ve yaptırımların İsrail işgalinin Gazze’de işlediği soykırımı durdurmaya zorlayabilecek en önemli silahlardan biri olduğunu ekledi.

Tahir, Filistin’in resmi ve toplumsal düzeyde daha ciddi ve birleşmiş bir duruşun olması gerektiğini, İsrail saldırılarını durdurmaya yönelik daha ciddi adımların atılmasını gerektiğini vurguladı. Filistin’de siyasi sahnenin büyük ve önemli ölçüde değişime uğrayacağını ifade etti.

22 Kasım 2023

Hazırsanız…

İstanbul, Kartal Meydanı’nda, 19 Kasım 2023 tarihinde gerçekleşen “İşçi Emekçi Mitingi”nde dağıtılan bildiridir.

Kaldırın kafanızı ey bu devranın döndürücüleri!
Eeyyy lanetliler, sözlerimiz size.

Boşaltın kafanızı, kavga sertleşiyor, yaklaşıyor!
Yeryüzünün ayakçıları; günde 12 saat çalışmakla, ertesi ayı düşünmekle, kirayı denkleştirmekle, çocuğun beslenmesini düşünüp uyuyamamakla, 8 ay sonraya alınabilmiş doktor randevusuyla… Yarın bir çırpıda silinip gitmekte olacak onlarca konuyu bir kenara bırakın 3 dakikalığına.

Bizim bir derdimiz var ve emin olun bin dermana değişmeyeceğiz.

Çok açıktır; eğer gücümüzü örgütlersek ve bu içinde yaşadığımız cendereye “elimiz, yüzümüz kana bulansın” netliğiyle yaklaşırsak tarihi baştan yazabiliriz. İşçi sınıfının iktidarı bugünkü tüm “pürüz”leri temizleyecek kudrettedir.

Çok açıktır; bu düzenin hiçbir unsuru, bize istediğimiz dünyayı vermeyecek. Çünkü özgür bir dünya, sınırsız ve sınıfsız bir toplum, verilebilecek değil inşa edilebilecek bir olgudur. Bilinen bir gerçeği tekrarı pahasına; bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

“Daha aşağısı bizi kurtarmaz” derler.

İşçi sınıfının iktidarı dışında, hiçbir çözüm, hiçbir çıkış önerisi bize yol gösterici olamaz. “CHP sola mı kırıyor”, “faşizm kurumsallaşarak üstümüze geliyor”, “kazanımları korumak, savunmak bu dönem öncelikli görevdir” gibi kırıntılarla yetinmek isteyeni -üzülerek söylemek gerekirse- tarih bir duvara çarpıp atacaktır.

Filistin Direnişi’nin bize bahşettiği gibi bugün tüm dünya tam da olması gerektiği gibi ikiye bölünmüştür. Ya ezilenden yanasınız ya da ikircikli her durumun sizi götüreceği yer olan egemenden yanasınız.

Bu niyetle bakan için çok açıktır; dünya bir altüst oluşa gebedir. Gelmekte olan devrimdir. Kendini yeniden, yeniden, yeniden yakma pahasına devrim için bir tuğla koymanın bugün çok daha gerekli olduğu bir dönemdir bu.

Bugün; işçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin, mücadele güçlerinin talepleriyle, yaşamak istedikleri dünya için fikirleriyle bir araya geldiği, ortak bir mücadele planını hayata geçirdiği Birleşik Emek Cephesi’ne ihtiyaç vardır.

Devrimci sosyalizm, işçi sınıfının birliği ve halkların kardeşliği için tek çıkar yoldur.
Devrimci sosyalizm, işçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler için, tüm direnişleri birleştirmenin bu düzeni yıkmanın çok değerli bir adımıdır.

Ve…

İşçileri, halkları, kadınları, öğrencileri…
Devrimcileri saflarımıza çağırıyoruz…

Devrim bize bir hediye olarak sunulmaz. Devrim örgütlenir. Bir sabah kalktığımızda devrim olmaz. Devrim yapılır, devrim olunur.
Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

Kaldıraç Hareketi

19 Kasım 2023

Kaldıraç dergisinin Kasım 2023 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Kasım sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Akıl almaz bir “tarafsızlık” numarası ile, sözüm ona insancıl düşünme sistemini devreye sokmaktadırlar ve Hamas ile İsrail’in saldırılarını ‘aynı’ kefeye koymaktadırlar. Gerçekte bu, İsrail’in katliam politikalarını gizlice, utangaçça desteklemek demektir. 

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Perspektif – “Batı demokrasisi”,“Batı değerleri” ve “Batı medeniyeti”

Bir yandan Hamas değil de bir Marksist-Leninist örgüt bu gelişmişlikte etkin olmuş olsa, elbette mücadele çok daha farklı yürür. Öte yandan biliniyor ki bu mücadelede sadece Hamas yok, tüm Filistin örgütleri, devrimci örgütler de bu mücadelenin her zaman olduğu gibi şimdi de içindedir.

Buna rağmen, Hamas’ın eylemi ciddi ciddi planlanmış, sonuçları olacak bir eylemdir ve teknik açıdan bir başarısının olduğu da tartışma götürmez.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Açık hapishane Gazze, Demir Kubbe, bitmeyen direniş

Yeni NATO savaş kabinesi elbette İslam’ı ve milliyetçiliği kullanmaktan vazgeçmeyecektir. Ama bir bütün olarak devletçe desteklenen İslamcı grupların arasındaki savaşa, tıpkı çeteler arasındaki savaşlara olduğu gibi, savaş politikaları çerçevesinde bir sınır konulmak istenmektedir. Yani “kutsal savaş” amacı için bazı çatışmaların sınırlarının çizilmesi söz konusudur. NATO çerçevesinden bakılınca, bu çeteler, bu tarikatlar vb. arasındaki “egemen sınıf içi çatışmalar” belli bir sınır içinde tutulmak istenmektedir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Deniz Adalı – Saray Rejimi’nin “restorasyonu” ve “savaş kabinesi”

Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda savaş politikası, şimdi daha büyük bir ciddiyetle yürütülmektedir. Bu nedenle şiddetli saldırmaktadırlar. Cumartesi Annelerine bakın, Gezi Davası’na bakın, işçi eylemlerine karşı saldırılara bakın, Akbelen’e bakın. Hepsinde bu saldırganlığı daha iyi görmek mümkündür.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Fikret Soydan – Yasalarınız sizin, fermanlarınız sizin; direnişimiz, fabrikalarımız, okullarımız, sokaklarımız bizimdir

Bu açıdan, bir yandan Rusya sıkıştırılmak istenmektedir ama esas olarak İran çevrelenmeye çalışılmaktadır. İran ile Türkiye arasında bir savaş hazırlığı olduğunu, bunu NATO’nun planlamakta olduğunu görmek zor olmasa gerek. Suriye savaşının bedelini bölgedeki halklar ödüyorlar. Kafkaslardaki planlamalar şimdilik en çok Karabağ’daki Ermenilere zarar verir durumdadır. Böylece, tüm Ortadoğu’yu yeni bir savaşın eşiğine getirdiklerini kabul etmek gerekir.

Yazının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Aysun Sadıkoğlu – ABD’nin savaş planları ve Saray Rejimi

Bu sayı ayrıca Hakkı Taşdemir’in Güvenceli esneklik mi,esnekliğin güvencesi mi?, Temel Demirer’in Çarpıtmaların yol açtığı hafıza kaybına dair, Fikret Başkaya’nın Filistin: Bir İnsanlık Ayıbı…, Direnişteyiz Yayın Ekibi’nin “Eylemimiz burada sona ermiştir” Peki ya sonrası?, Ege Can Özgür’ün Sanat Özgürleşmesi yazı dizisinin devamı ve Doğa Öner’le Kaya Turan’ın Batı basınına yönelik beraber yazdığı Filistin’i yalnız bırakmayın başlıklı yazıları da bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 268 / Kasım 2023
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

“Western Democracy”, “Western Values” and “Western Civilisation”

November 4, 2023, Issue 268

The attack of Hamas on 6-7 October emerged as a counter-attack against Israel’s endless aggression, the transformation of Gaza into an open prison, the genocide and massacres imposed on the Palestinian people. The reason is Israel’s policies and massacres, and in the process of its development there are traces of life in the reality of Gaza’s transformation into an open prison.

This means that even under the most difficult conditions, a way can be found to develop resistance against the sovereign and persecution. This has been confirmed once again. It would be a mistake to expect more from the action of Hamas. For no people can be independent or liberated without waging a socialist struggle on an anti-capitalist basis. In other words, liberation has an ideology, and this ideology cannot lead to victory and liberation within the confines of religion. In saying this, we do not mean to cast a shadow on the action of Hamas. Technically and in terms of willpower, it is an advanced action. But the liberation of the Palestinian people depends on the struggle and resistance that will rise on a socialist basis.

To approach Hamas’ action on the basis of “civilian casualties” is, at best, to fail to understand the situation at all and to present “Western values” as human values. First of all, as it is understood, Hamas has never carried out such acts as exposing the bodies of people, cutting the throats of children, etc. On the contrary, since it is an Islamic movement and has recently been organised by the CIA. On the contrary, since it is an Islamic movement, and since such acts of the CIA-controlled ISIS are still fresh in the memory, the Western press immediately launched a media campaign of lies, supported by a wide variety of images.

This war propaganda’s immoral and despicable blackout policies are as important as the war.

This is the propaganda of the imperialist and pro-war sovereign. It is based on lies and slander. And our “moderate leftists” do not hesitate for a moment to adhere to these lies, to this Western system of values with great love.

With an inconceivable pretence of “neutrality”, they put their supposedly humane thinking into action and equate Hamas and Israel’s attacks as “the same”. In reality, this means secretly and coyly supporting Israel’s policies of massacre. Yesterday, however, Israel was implementing the same policies against the PLO. The absence of an anti-capitalist programme that would enable Hamas to become the leader of social liberation does not eliminate its right to resist Israel. Fortunately, the Israeli press, the Israeli leftists, the sensible people of Israel, the Israeli communists are exposing this situation, so that it becomes possible for some to “think” about this imperialist policy.

As continuation of the war policies of the imperialist West, Israel’s attacks constitute a new situation.

The imperialist West, the US, NATO, England, Germany, France, Japan and others, all together declare that they do not recognise any human values in order to support the war situation that has arisen.

These Western powers, which have turned their massacres against the Ukrainian people into a war against Russia on the Ukrainian territory, have begun to reveal their racist faces. Neo-Nazis, as extensions of the state, are now taking off their masks. A Nazi war criminal is applauded in the Canadian parliament. While the West is judging Putin in war courts, in reality it is trying to hide the war crimes committed with its own support, with its own hands.

Now, far from concealing these war crimes, they have started to openly undertake them in the case of Israel’s attacks.

It would be appropriate to give a few examples. The US, England, Germany and the entire West, while supporting the war policy, have declared that Israel has the right to do anything. They have not hesitated to reject the ceasefire etc. proposals brought to the UN by Russia and other countries. Those who speak of the death of civilians openly advocate the massacre of “civilians” when they are Palestinians, without any hesitation. Shame has vanished. As the masters of the capitalist system remove their masks, their faces become more and more resembling Hitler’s. In the name of a people massacred at the hands of Hitler, the masters put Hitler’s methods and genocide policies into action.

Biden declared that the throats of 40 children were slit by Hamas. But this lie was soon denied by the US State Department itself. The British Prime Minister declared his “unconditional and complete” support for Israel. Germany, Japan, all made similar statements one after the other.

Starmer, the leader of the British Labour Party, did not hesitate to respond in a racist and pro-war manner to the following question. The question was what he thought about the words of the Israeli Defence Minister. The Israeli Defence Minister stated that Gaza would be under total siege and that “there will be no electricity, no food, no fuel, everything is closed. We are fighting animal people”. The leader of the British Labour Party, when asked about his views on this issue, said, “I think Israel has the right to do so”. He is both the leader of the Labour Party and a jurist, and he does not hold back from declaring that he is bound by international law, including the law of war. But he can say ” Israel has the right” to those who advocate this practice against a people.

It means that Israel has the right to commit all kinds of war crimes.

Just like they did in Ukraine.

Secretary of State for the Home Department demands that waving the Palestinian flag should be criminalised. Why; to prevent protests, to prevent their dark lies from being exposed.

Here is England, the “cradle of democracy”.

Germany, which is as eager as England to play a role in war policy and become a supporter of the United States, is following the same path. But in any case, Scholz was made to lie on the ground at the airport during his visit in support of Israel. This image demonstrates what Germany is willing to risk for its support for war policies, no matter what. Scholz said, “Hamas atrocities make one’s blood run cold… Israel has the right to defend itself against this terror and this right is guaranteed by international law.” Here is the situation where the masks are lowered. Hitler would have said the same. What about the UN resolutions on Palestine, are they not international law? What about the occupied Palestinian territories?

The West will soon declare it a crime to be a Palestinian. This is a programme for the extermination of a people, and in the face of the Palestinian people, the entire capitalist world has declared that it will impose its policies of massacre.

The issue is not only the Palestinian conflict. It is an attack against all resistances, against all freedom seeking. And this attack was clearly put forward as a common programme in the use of chemical weapons against the Kurdish people. The slaughter and massacre policies imposed on the Kurdish people are another type of genocide against the Palestinian people.

Eventually, on the morning of 18 October, everyone who woke up in their homes and turned on the TV channels learned that a hospital had been hit by an Israeli attack in the evening. And this was presented by Biden as “an explosion by the other team”. Videos are out there. But Biden takes this lie from Netanyahu and uses it to cover up the crime.

The West, which until recently banned Tolstoy and Dostoevsky and put up signs saying “Russians are not allowed in restaurants”, now applauds those who describe people as “animal creatures” because they are Palestinians. Here is “Western democracy”, “Western values”. When it comes to Russia, the liberal leftists, who are eager to swallow every lie thrown against them, and the literate people who pretend to be humanitarians, are welcome to swallow this morsel now.

Those who instigated a war to seal off, isolate and encircle Russia, to turn Russia into a colony, now seem to have found an opportunity to open a new front. Those who support the policies of tension in the Caucasus, the Balkans and Taiwan support the same policies in the Middle East.

This war against the Palestinian people is not being waged because of the actions of Hamas. On the contrary, Israel has already been carrying out these policies of massacre for decades. Today, Israel is implementing these policies in an even more violent manner. Israel, whose sky cage has been pierced, whose borders have been crossed by an attack from the open prison it has established, is now on the circuit to produce great violence with great fear. The cries that the maps of the Middle East will change are actually the continuation of the Greater Middle East Project (whose co-chairman is Erdoğan, we have not yet heard that he has resigned from this co-chairmanship). The war in Yemen at one end, the war in Syria at the other, the destruction of Iraq at one end, the NATO policies that are united on Kurdish massacres at the other end, and now the extermination programmes against the Palestinian people, the games in the Caucasus, are all directed towards this goal and are the product of the unification of the whole West on the war policies of the USA.

The imperialist war of partition carried out by Israel against all peoples is now in the preliminary days of a new stage. A people who were subjected to genocide has today, under the rule of the hegemon, created a structure that exterminates other peoples. This structure is in reality in the hands of the imperialist powers.

Not only Israel but all imperialist powers commit war crimes all over the world, not only in Palestine. The war against the Kurds is full of examples of these war crimes. And now Germany, the US, England, Canada, France, Japan, all of them are committing war crimes together. What we have seen so far is only the beginning of the war crimes that this imperialist Western barbarism will commit in the future.

Without stopping this war, without stopping this war of division, these policies of massacre and the annihilation of peoples will not end.

There is a way to stop war. The October Revolution stopped the First World War.

And the only thing that can stop the Third World War today is a new wave of socialist revolutions throughout the world, the victory of new socialist revolutions. The power to do this is the world working class. Today the world working class is faced with this historical task. It not only means preventing the devastation of war, but a revolution to put an end to the exploitation of human beings by human beings is the only way to ensure the permanence of peace on the face of the earth, the continuation of the human race and the planet.