Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Kadın hareketine ilişkin bazı düşünceler | Tuğgen Gümüşay

Kadın hareketi, tüm mücadele alanlarında olduğu gibi, inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Bu değişkenlik, kimi zaman kadın hareketine yönelik bakışı ve örgütlenme ısrarını etkileyebiliyor. Bu noktada, kadınların sistem içindeki yapısal konumunu hatırlamak, mücadelenin sürekliliğini anlamak açısından önemli bir referans sunuyor. Sibel Özbudun’un “Kapitalizm ve Ataerki Üzerine Notlar” yazısında belirttiği gibi, “ataerki, bir yandan kadınların emeğinin ve bedeninin küresel ölçekte değersizleşmesini getirir, bir yandan onları örgütsüz ve desteksiz bırakırken, bir yandan da bölgesel kaynaklar üzerine emperyalist rekabetin tetiklediği küresel şiddet ortamında, onları hızla tırmanan bir eril şiddetle karşı karşıya bırakmaktadır.” Bu tespit, kadınların hem kapitalist-emperyalist sistem hem de ataerki tarafından sürekli bir saldırı ve şiddet altında olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Ancak kadınlar, bu çifte baskıya karşı sessiz kalmıyorlar. Ekonomik eşitsizliklere, bedenlerine, kimliklerine ve emekleri üzerindeki denetime karşı kimi zaman açıkça görünür, kimi zaman da daha derinden ilerleyen bir direniş geliştiriyorlar. Dolayısıyla, eğer kadınların kapitalist-emperyalizmdeki pozisyonunun “kendiliğinden” değişeceğini düşünmüyorsak, erkek egemen düzene ve kapitalist-emperyalizme karşı yapısal bir karşıtlık geliştirmek kaçınılmaz hâle geliyor. Bu karşıtlık, kadınların mücadelesine dair bakışı sürekli kılmayı ve gündemleriyle farklı biçimlerde ilişkili kalmayı gerektiriyor. Kadınların gündemlerinin görünürlüğü ve eylemlerinin biçimleri dönemsel farklılıklar gösterse de, kadınlar her daim mücadelenin ana ekseninde kendini var etmeye devam ediyorlar. Bu nedenle, kadın hareketinin birliktelik gücündeki dalgalanmalara takılmadan, mücadelenin sürekliliğini sağlamak ve örgütlülüğünü güçlendirmek, hareketin geleceği açısından kritik bir öneme sahip.

Bugün kadın hareketini örgütleyenler olarak önümüzde iki ana konu duruyor: mücadelenin sürekliliğini sağlamak ve kadın hareketinin birliğini örgütlemek.

Ekonomik kriz, aile baskısı, erkek şiddeti ve güvencesiz çalışma gibi etkenler, kadınların harekete katılımını zorlaştırıyor. Bu nedenle, mücadele yöntemlerini geliştirmek ve somut talepleri gözeten şekilde politikalar örgütlemek büyük önem taşıyor. Kadın hareketinin kitleselleşmesi ve etkisini artırmak için, kadınların bir araya gelebileceği alanları çoğaltmak, eylem biçimlerini çeşitlendirmek ve kadınların siyasallaşmasını sağlayacak araçlar denemek gerekiyor. Söyleme dayalı bir siyaset yürütmek yerine, yaşama dokunan biçimde pozisyon almak, bugünkü kitleselleşmede önemli bir rol oynuyor.

Örneğin, ekonomik krizle derinleşen yoksulluk ve güvencesizleşme, kadınların en fazla maruz kaldığı baskılardan biri. “Aile Yılı” gibi politikalar, kadınları ev içine hapsetmeye yönelik bir baskı yaratıyor. Kadın hareketi, bu baskıya karşı yalnızca teşhir politikasıyla yetinmek yerine, alternatif yaşam alanlarını tartışmalı. Örneğin, ortak yemekhaneler, dayanışma ekonomileri ve üretim kooperatifleri gibi somut projeler, kadınların ekonomik bağımsızlığını güçlendirebilir.

Kadın sağlığı kriz dönemlerinde en fazla ihmal edilen alanlardan biri olduğu için, sağlık taramaları, HPV aşısı kampanyaları ve hijyen malzemelerine erişim gibi somut taleplerle mücadele alanı açılabilir.

Hukukî destek hatları oluşturmak, boşanma süreçlerinde ekonomik ve psikolojik destek sağlamak da mücadeleyi güçlendirecektir.

Kadınların gündemleri, kriz, şiddet, aile politikaları, sağlık hakkı, güvenlik, bakım emeği, ev içi emek, cezasızlık politikaları, işyeri koşulları, güvencesiz çalışma, medenî kanun, kamusal alanlarda var olma biçimleri ve özgürlük istemi gibi pek çok temada örgütlenmeye açık. Ancak bu konulara dair somut politikalara yönelik üretim ve dert edinme, maalesef oldukça zayıf. Oysa, birazcık çaba ile hızlıca yol alınabilecek birçok biçim var. Örneğin:

– Kadın işçilerin güvencesiz çalışmaya karşı sendikalaşmasını teşvik edecek dayanışma ağları kurmak,

– Bakım emeğinin toplumsallaşması için ücretsiz kreş ve yaşlı bakım hizmetleri gibi talepler etrafında örgütlenmek,

– Şiddete uğrayan kadınların destek alabileceği güvenli merkezler oluşturmak,

– Kadınların sağlık haklarına erişimini kolaylaştırmak için ücretsiz sağlık taramaları düzenlemek.

Bu konularda nasıl örgütlenebileceğini düşünenler, hem güncel hem de tarihten birçok örnek bulabilir. İKD’nin gazete deneyimi, kadın sığınaklarının belediyelere dayatıldığı kampanyalar, kurulmuş kadın kooperatifleri, HPV davaları, İstanbul Sözleşmesi kampanya süreci gibi hem yerel hem de merkezî birçok örnek mevcut. Sadece ihtiyacı belirleyerek bütün muhatapları düşünmek, bütün olanakları zorlamak ve sadece kendi imkânlarının ötesinde muhtemel imkânları da hesaba katarak biçimler üretmek, ön açıcı olacaktır.

Bugün karşılaştığımız bir diğer sorun ise ortak hareket zeminlerine ilişkin. Kadın hareketinin öncüleri, ortak bir kadın hareketini nasıl örgütleyeceği sorunsalıyla da karşı karşıya. Sınıf eksenli bir kadın hareketinin ihtiyacı açıkça görünür olsa da, bugün kadın hareketinin birlikte ve ortak hareket edeceği mekanizmalara yaklaşımı ve emeği büyük bir sorun teşkil ediyor. Hareketin genişleyebilmesi ve kitleselleşmesi için ortak bir güç göstermek önemli. Bunun için de kolektif bir emek harcamak, bütün kadın hareketini büyütecek şekilde pozisyon almak gerekiyor.

Kadın mücadelesi ve kadınların yaşama dâhil olmasını bir bütün olarak örgütlemek, ortak zeminlere, kolektif bir tutuma emek harcamak, bu alanları güçlendirmek, kadın hareketini büyütürken birbirinden güç almak önemli. Sadece kendi kurumunu büyütme kaygısıyla hareket etmekten ziyade, farklı dertlere dokunan kadınları bir araya getirmek, birbirinden öğrenen bir şekilde pozisyonlamak ve kadınların sözünü söylemesi için alanları genişletmek, hareketin geleceği açısından hayatî bir öneme sahip.

Yeni Suriye’nin inşası ve bunun Türkiye ekonomisine etkisi

Suriye’de 2011 yılından bu yana sürmekte olan savaş Esad’ın yenilgisi ile sonuçlandı ve geçici de olsa yeni bir hükümet kuruldu. Ülkenin siyasal istikrara kavuşabilmesi için zamana ihtiyaç var kuşkusuz ancak kalın çizgilerle de olsa ülkenin geleceği hakkında birkaç cümle sarf etmek olası. Belli ki “Büyük Ortadoğu Projesi” konseptine uygun bir siyasal biçimlenme gerçekleşecek Suriye’de. Kürt hareketinin bu biçimlenmenin neresinde nasıl temsil edileceği şimdilik yanıt bekleyen bir soru. Kanaatime bugünkü Suriye sınırları içinde defakto kurulu olan Kürt özerk bölgesi resmiyet kazanacak. Ancak bu bölgenin genişliği ve özerk bölgenin merkezî yönetim ile ilişkileri zamanla belli olacak. Öte yandan özerk bölgenin mimarı durumundaki SDG içinde bazı tasfiyelerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise benim için bir merak konusu.

Bu yazı Suriye’de gerçekleşecek siyasal biçimlenme üzerine bir tahmin yürütme amacını taşımıyor, dolayısı ile konuyu burada kapatıp mevcut durumun ekonomik anlamda neyi ifade ettiğine, yakın gelecekte meydana gelecek ekonomik gelişmelerin dünya ve Türkiye üzerindeki olası etkilerine odaklanmaya çalışacağım.

Esad rejiminin yıkılması nasıl gerçekleşti? Yıllar boyu direnen rejim nasıl birkaç gün içinde teslim oldu? Bu sorulara da yanıt aramayacağım. Konu ile ilgili çok şey yazıldı ve söylendi. Üstelik bu yazılanlar arasında son derece değerli analizler de var. Ben bu sularda da gezmeyeceğim. Bu açıdan herhangi bir katkımın olamayacağı görüşündeyim. Ancak dikkat çekmek istediğim bir konu var. Libya’da Kaddafi rejiminin yıkılması ile Suriye’de iç savaşın başlaması arasındaki ilişki dikkat çekmek istediğim husus. Kaddafi’nin devrilmesinin nerede ise kesinlik kazanmış olduğu dönem ile Suriye iç savaşının başlama tarihi ardışıktır (Şubat-Mart 2011). Bu durum iki olay arasındaki ilişkiyi net biçimde ortaya koyar. Suriye ve Libya rejimleri arasında önemli farklılıklar olmasına karşın bahse konu rejimlerin iki önemli ortak noktası söz konusu idi. Bunlardan ilki gelir dağılımında denge politikası izlemeleri, ülke koşullarında yoksul olarak nitelendirilebilecek insan sayısının az hattâ çok az olması idi. Diğeri ise her iki rejimin de küresel finans piyasalarına entegrasyonu reddetmiş olmaları. Böyle olduğu için de ülke içinde enflasyonist baskı yaşanmıyor, gerekli zamanlarda gerçekleşen devlet sübvansiyonları sayesinde fiyat istikrarı korunuyordu. Bu durum bahse konu ülkelerde yaşayanlar için iyi olmakla birlikte küresel finans çevreleri için son derece kötü idi. Bu ülkeler ile para alışverişi yapamıyor, kâr transferi gerçekleştiremiyorlardı. Üstelik bu durumun süreklilik arz etmesi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bulunan diğer ülkelerde de küresel sermaye açısından olumsuz sonuçlar yaratabilirdi. Bu nedenle gerek Libya gerekse Suriye’de mevcut rejimlerin değişmesi küresel sermaye açısından bir zorunluluktu (Küresel finans sistemine entegre olmayı reddeden bir diğer ülke de İran, önümüzdeki günlerde bu ülkeye yönelik saldırıların artması sürpriz olmayacaktır). Öte yandan Libya’nın zengin petrol rezervleri çok uluslu tekellerin iştahını kabartmakta idi. Suriye ise petrol açısından zengin olmamakla birlikte coğrafî konumu ve küresel sermayenin Ortadoğu’daki jandarması İsrail karşıtı tutumu ile keyif kaçırmakta idi. Bütün bunların bir araya gelmesi, gerek Libya gerekse Suriye’de rejimin yıkılmasını küresel güçler açısından zorunlu hâle getirmişti. Söz konusu ülkelerde müttefik bulmak çok da zor değildi. Libya’da aşiretler arasındaki rekabet, Suriye’de ise mezhep ayrılıkları körüklenerek çatışma ortamı yaratıldı.

Küresel güçler müdahale ettikleri ülkelere “demokrasi getirme” vaadini verirler. Bu sadece bir aldatmacadır kuşkusuz. Onların demokrasi sözcüğü ile kastettikleri paranın özgürce dolaşmasından başka bir şey değildir. Ancak tüm dünyada liberal kesimler hattâ kimi solcular bu “demokrasi” söyleminin cazibesine kapılır ve yapılan müdahaleleri desteklerler. Bu kez de öyle oldu. Libya ve Suriye rejimlerinin demokratik hak ve özgürlükler açısından pek parlak bir karnesi olduğu söylenemez. Ancak bahse konu ülkeler küresel finans sisteminin bir parçası olsa idiler bu husus kesinlikle dikkate alınmazdı. Ne var ki bu durum, ülkelerin küresel sisteme muhalefet etmeleri müdahale için bahane arayan güçlere “demokratik hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği” bahanesini verdi. Bu bahanenin arkasına sığınarak uluslararası kamuoyundan da destek alarak önce Libya’nın ardından da Suriye’nin üzerine çöküldü.

Buraya kadar iki ülkede rejim değişikliğinin küresel güçlerin planlı bir operasyonunun ürünü olduğunu açıklamaya çalıştım. Libya’da rejimin neden kısa sürede devrildiği, Suriye’nin nasıl oldu da uzun süre direnebildiği bu yazının ilgi alanı dışında. Bundan sonrasında Suriye’deki yeni durumun ekonomik şekillenmesi ve bu şekillenmenin Türkiye üzerindeki olası etkilerini irdelemeye çalışacağım.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, her yerel savaş sonrası kapitalist sistemin ekonomik anlamda yeni kazanç alanları bulması için fırsatlar yaratır ve bu fırsatlar değerlendirilirken bir yandan da kazancın sürdürülebilir olmasını sağlayacak önlemler geliştirilir ve savaşın öznesi olan ülke sisteme bağımlı hâle getirilir. Bu kez de öyle olacak. Yaklaşık on dört yıl süren savaştan arta kalanlar belli: yanıp yıkılmış şehirler, tahrip edilmiş yollar, yok edilmiş altyapı sistemleri. Tüm inşaat şirketlerinin ve bunların lojistiğini sağlayan kuruluşların iştahını kabartan bir manzara bu.

Yakın gelecekte ülkede büyük bir inşaat faaliyetinin başlayacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu inşaat faaliyetinin finansal boyutunun ucu hayli açık. En muhafazakâr tahminle bile yüz milyarlarca USD boyutunda bir yatırımın söz konusu olacağını ifade edebiliriz. Yıllara yayılacak büyük bir yatırım bu. Peki Suriye’nin bu yatırımı finanse edecek gücü var mı? Elbette yok. İşte bu noktada IMF, Dünya Bankası vb. kuruluşlar devreye girerek Suriye’ye kredi verecekler. Bu kredi anlaşması ile birlikte Suriye küresel finans sitemine teslim olacak. Önce Suriye Lirası konvertibiliteye geçecek ve paranın ülke içindeki değeri dünya piyasalarındaki değeri ile eşitlenecek. Bunun ne anlama geldiğini belirtmek için güncel piyasada 12.900 Suriye Lirası’nın 1 (yazı ile bir) Amerikan Doları’na denk geldiğini ifade etmek yeterli sanırım. Ülkede gerçekleşen ürün ve hizmetlerin fiyatları bu duruma göre revize edilecek, ithal ürünlerde devlet sübvansiyonu kalkacak ve Suriye’nin ithal ettiği her ürün ve hizmet dünya fiyatlarından satışa sunulacak. Bütün bunlar halkın satın alma gücünün düşmesi ve halkın yoksullaşması anlamını taşır. Yakın zamana kadar devam eden iç savaş ortamında Suriye’nin gayrisafi hasılası hayli düşmüş ve kişi başına düşen milli gelir 430 USD seviyelerine gerilemişti. Ancak bu koşullarda bile devlet müdahalesi sayesinde satın alma gücü paritesi 2800 USD seviyelerinde idi. Çok da uzak olmayan bir gelecekte satın alma gücü paritesi nominal değere yaklaşacak, böylelikle Suriye halkı derin bir yoksulluk ile boğuşmak zorunda kalacak. Suriye halkını yakın gelecekte bekleyen ekonomik durum budur.

Devam edelim.

Bu durum küresel sermayeye yeni bir “ucuz işgücü” alanı yaratacak. Savaş yorgunu ve işsizlikten bunalmış Suriye halkı biçilmiş kaftan bu yeni “ucuz işgücü” kaynağı için. İnşaat faaliyetlerinin belirli bir seviyeye gelip özellikle ulaşım kolaylığı sağlanması sonrasında çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ) üretim tesislerini Uzakdoğu ülkelerinden buraya kaydırmaya başladıklarını göreceğiz. Avrupa pazarına yakınlığı nedeni ile tercih edilecek bir lokasyon Suriye.

Sonuç olarak ucuz işgücü kaynağı oluşturan halkı, çok uluslu şirketlerin diledikleri gibi at oynattıkları arazileri ve küresel güçlerin politikaları ile uyumlu yönetimi ile Esad dönemindekinden çok farklı bir Suriye inşa edilmekte. Bu Suriye, İsrail’in yayılmacılığına sessiz küresel güçlerin Ortadoğu politikasının tam da istediği bir devlet yapılanması. İşte Esad rejiminin yıkılmasının gerçek nedeni. Demokratik hak ve özgürlükler mi dediniz? Kurulacak yeni rejime en küçük bir muhalefetin nasıl bir şiddetle bastırılacağını da hep birlikte göreceğiz.

Şimdi biraz da bu durumun Türkiye üzerindeki etkilerini irdelemeye çalışalım:

Yukarıda da belirtildiği gibi yeni Suriye’nin kurulma sürecinde atılacak ilk adımlardan biri inşaat faaliyetleri. İşte burada başlıyor Türkiye’nin rolü. Bilindiği gibi Türkiye gerek teknolojisi gerek bilgi birikimi gerekse makina parkı ile inşaat alanında bir dev. Dünyanın en büyük 240 inşaat şirketinden 43’ü Türkiye’de (ENR, Engineering News Record, 2024). Büyük müteahhitlerin nerede ise %20’si bizim memlekette bulunmakta. Bu alanda Çin’den hemen sonra dünya ikincisi. Bunda şaşılacak bir şey yok. Küresel ekonominin merkez ülkelerinde kurulu inşaat firmaları daha az işgücü kullanılan teknolojik inşaat işlerini üstlenip daha yüksek kazanç getiren işlere giriyorlar. Ya da “main contractor” olarak kalıp sadece sözleşme yönetiminden para kazanmayı tercih ediyorlar. Bu nedenle daha düşük cirolarla, küçük ancak yüksek teknoloji ürünü makina parkları ile daha yüksek kâr oranlarına ulaşabiliyorlar. Küresel iş birliği (!) gereği de işin hamallık kısmı Türkiye gibi ülkelere kalıyor. Türkiye’de inşaat sektörünün büyüme nedeni bu. Büyük ve hantal yapılanmalardan oluşur Türkiye’nin inşaat şirketleri. İşte bu büyük ve hantal yapılanmalar yeni Suriye’nin inşasında aslan payına sahip olacaklar. Gerek inşaat alanına (Suriye) coğrafî yakınlığının yarattığı mobilizasyon avantajları gerekse bu sürecin finansmanını sağlayacak kuruluşların Türkiye’nin bu alandaki en büyük rakibi Çin’e pek de sıcak bakmamaları nedeni ile Türk inşaat şirketleri kimi zaman kendi başlarına kimi zaman da ABD ve AB de kurulu inşaat şirketleri ile Joint Venture kurarak Suriye’de gerçekleşecek inşaat faaliyetlerinden büyük paylar alacaklar ve dolayısı ile önemli ölçüde Amerikan Doları elde edecekler. Türkiye’nin büyük inşaat şirketleri arasında pek çok tandık isim var. Birkaç Örnek vereyim: Rönesans, Makyol, Limak, Cengiz.

Bunlar siyasal iktidarın gözdeleri bilindiği gibi. Suriye’de yeni büyüme olanakları bulacaklar ve yaptıkları iş karşılığında elde ettikleri gelirin bir kısmını Türkiye’ye transfer edecekler. Yabancı para cinsinden gelecek olan bu tutar, Türkiye’nin yaralarına merhem olmaz olmasına da yaraların üzerini geçici bir süre kapatacak makyaj malzemesi olur. İktidar elindeki iletişim olanaklarını kullanarak durumu ekonomik bir zafer gibi sunar Türkiye’deki halk yığınlarına.

İşte iktidar çevrelerinin Suriye’deki gelişmeler sonrası yaşadıkları coşkunun nedeni.

İşin bir de istihdam boyutu var. İktidarın buradan da beklentisi var. Suriye’de başlayacak inşaatlarda çalışmak üzere Türkiye’de bulunan çok sayıda Suriyeli düzensiz göçmen/sığınmacının ülkelerine döneceklerini düşünmekteler. Bu düşünce çok da hayal ürünü değil. Yıllardan beri Türkiye’de bulunan ancak bir iş kuramamış, düzenli bir işte istihdam edilememiş, günübirlik işlerde ya da merdiven altı işletmelerde asgarî ücretin çok altında bir ücret karşılığı istihdam edilmekte olan Suriyeliler için güzel bir dönüş fırsatı yaratacaktır Suriye’de başlayacak olan inşaat çalışmaları. Her ne kadar inşaat işlerinde çalışmanın koşulları ağır ve çalışma süreleri uzun olsa da bu işlerde çalışmanın getirisi (Fazla mesai ücretleri de dâhil olmak üzere ortalama gelir vasıfsız işçiler için aylık yaklaşık 1000 $) Türkiye’de yaşamlarını hayli zor şartlarda sürdürmekte olan Suriyeliler için bir cazibe merkezi olacak ve tersine göçün kapısını açacaktır. Bunun yanında geri dönenlerin sayısı beklendiği gibi yüz binlerce kişiye ulaştığı takdirde (Bu durum biraz da inşaat faaliyetleri nedeni ile açılacak işlerin sayısına ve inşaat faaliyetlerinin süresine bağlı. SSCB’nin dağılması ve Avrupa’daki sosyalist devletlerde rejim değişikliği sonrasında Avrupa ülkelerindeki Rus askerlerin memleketlerine dönebilmeleri için gerçekleştirilen konut inşaatı hamlesinde üç yıl boyunca yaklaşık 2 milyon kişi bu inşaatlarda istihdam edilmişlerdi), boşalacak olan konutlar özellikle Gaziantep ve Şanlıurfa gibi çok sayıda Suriyelinin yaşamakta olduğu şehirlerde konut kiralarında sınırlı bir düşüşe neden olabilir. Bütün bunlar mevcut siyasal iktidarın Suriye rejim değişikliği sonrası beklediği gelişmeler.

Türkiye’de mevcut siyasal iktidar ülkede yaşanmakta olan kriz nedeni ile hayli bunalmış durumda. Suriye’de meydana gelecek gelişmelerden elde edilecek en küçük bir yarara bile şiddetle gereksinmesi var. Beklentilerinin ne yönde olduğunu açıklamaya çalıştım yukarıda. Ancak kendi açılarından bir de olumsuz yönü var bu işin. Hâlen Türkiye’de bulunan ve çok düşük ücretler karşılığında üstelik çok kötü koşullarda çalışmakta olan Suriyelilerin gitmesi ile istihdam boşluğu oluşacak. Meydana gelen boşluk zorunlu olarak Türk işçilerle doldurulmaya çalışılacak. Türk işçiler Suriyelilerin razı oldukları ücretler karşılığında çalışmayacaklar doğal olarak. Üstelik Suriyeli işçi alternatifi ortadan kalkınca ücretler üzerindeki baskı da biraz olsun hafifleyecek. İşsiz Türklerin istihdama katılmaları işsizlik oranının hafifçe düşmesine neden olabilir. İşin bu yanı olumlu bir gelişme sayılsa da, yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenle, artacak ücretler özellikle Suriyeli istihdam eden küçük işletmelerin işgücü maliyetlerinin yukarı çıkmasına yol açacak. Artan maliyeti fiyat yükselterek karşılamak mümkün elbette. Ancak bu durum enflasyon üzerinde olumsuz etki yaratır, bu da iktidarı rahatsız edecek bir gelişme. Fiyat arttırmadan üretime devam etmek olası elbette. Ancak bu durum işletme sahiplerinin kârlarının düşmesine neden olur. Uzun yıllardan beri alışmış oldukları kâr marjının altında bir oranda üretime devam etmek işletme sahiplerinin sızlanmasına yol açar.

Bundan bize ne, diye sorabilirsiniz. Kuşkusuz haklısınız. İşin bu yanı bizi hiç ilgilendirmez ancak iktidar partisini yakından ilgilendirir. Şöyle ki:

Suriyeli işçi istihdam etmekte olan işetme sahiplerinin nerede ise tamamı iktidar partisinin taşra teşkilâtının omurgasını oluşturmakta. Bu kişiler düşen kâr marjları nedeni ile sızlanmaya başladıklarında partinin taşra teşkilâtlarında yaşanacak huzursuzluk merkezi de tedirgin eder. Özellikle iktidar partisinin oy deposu olarak görülen illerde parti teşkilâtının zayıflamasına ve taraftar kaybına neden olabilir. İktidar partisi bu durumu önlemek ve huzursuz olan kesimleri biraz rahatlatmak için yeni teşvikler devreye sokacak bu durumda. Yeni teşviklerin oluşturulması ise ülke yönetimine yeni maliyetler getirir. Oluşacak yeni maliyetler Suriye’de gerçekleşecek inşaat işlerinden gelmesi beklenen para ile karşılanmaya çalışılırsa iktidar partisinin programında aksamalar olur. Bunların boyutunu tahmin etmek bugün için çok güç. Ancak aksamalar büyük boyutta olursa iktidar partisinin hedeflerine ulaşabilmesi önünde zorluklar ortaya çıkar. Yeni teşviklerin ortaya çıkaracağı maliyetleri karşılamanın bir yolu da bu maliyetleri halka yüklemek. Bunun da yöntemi belli. Yeni vergiler ya da mevcut vergilerin oranlarının arttırılması veya kamu hizmetlerine yeni zamlar yapılması. Ancak halk öyle bir durumda ki, böylesi bir uygulama büyük tepki yaratır. Yine de böyle bir uygulamayı tercih edip gerçekleştirecekleri teşviklerin maliyetini halka yükleme yoluna gideceklerini düşünmekteyim. Halkın tepkisini göğüsleyebileceklerini düşünecekler büyük olasılıkla

Meydana gelebilecek tepkileri yönlendirmek ve direnişe dönüştürmek ise sosyalistlerin görevi.

Hazırlıklı olalım.

Not: Bu yazı sadece Türkiye’de iş kuramayıp düzenli bir işe de yerleşememiş Suriyeliler dikkate alınarak hazırlanmıştır. Türkiye’de iş kurmuş hattâ istihdama katkı vermeye başlamış Suriyeliler bu yazının ilgi alanı dışındadırlar. Zaten onların da geri dönme olasılıkları nerede ise yok seviyesinde.

Yurttaş bunun neresinde?..

Müştereklerin (ortak yaşam alanları ve kaynakları) ve kamu hizmetlerinin tasfiye edildiği, her şeyin özelleştirildiği, kâr aracına dönüştürüldüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müşterekler ve kamu hizmetleri insanları bir arada tutan tutkaldır… Toplumsal uyumun, birlikte yaşamanın vazgeçilmezleridir… Paylaşma, bölüşme, dayanışma insan olmanın da, birlikte yaşamın da olmazsa olmazıdır…

Türkiye 1980 yılında ünlü 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül NATO’cu-Amerikancı-Atatürkçü ordunun faşist darbesiyle, neoliberalizm trenine ilk atlayan ülkelerden biriydi… Neoliberalizmin üç sloganından biri özelleştirme, diğer ikisi serbestleştirme ve kuralsızlaştırma… O tarihten başlayarak, adım adım müşterekler ve kamu hizmetleri özel sermayeye peşkeş çekildi. 22 yıllık dinci AKP iktidarı da bütün rekorları kırdı… Artık özelleştirilmeyen, kâr aracına dönüştürülmeyen, yağmalanmayan, talan edilmeyen bir şey bırakmadılar… Şimdilerde toplum çoğunluğunun yüzleşmekte olduğu açlığın, kötü beslenmenin, derin yoksulluğun, sefaletin, etik yozlaşmanın ve ahlâkî çürümenin asıl nedeni bu… Etrafınıza şöyle bir bakın, özelleştirilmeyen, sermayeye peşkeş çekilmeyen, kâr aracına dönüştürülmeyen, talan edilmeyen, parayla alınıp-satılmayan bir şey kadı mı? Müşterekler tanımına dâhil olan meralar, yaylalar, deniz kıyıları, su kaynakları, kent meydanları, yollar, köprüler… ortak kullanım dışına çıkarılmış, birer kâr aracına dönüştürülmüş durumda…

Aynı şekilde birlikte yaşamanın vazgeçilmezleri olan kamu hizmetleri: eğitim, sağlık, ulaşım, enerji (elektrik), haberleşme (telekomünikasyon), güvenlik… özelleştirildi, sermayeye peşkeş çekildi, birer kâr aracına dönüştürüldü… İyi de insanların, içtiği sudan, yediği ekmekten, gittiği yoldan, geçtiği köprüden, ısınmasından, aydınlanmasından, yaptığı haberleşmeden çeşitli adlar altında onca vergi neye alınıyor? Bu vergi sağanağının sebebi ne? Ödediği verginin hesabını sormayana yurttaş denir mi? Yurttaşın bir tanımı yok mu?

Kamu hizmetinin eski adı amme hizmeti. “Toplum düzenini korumak, genel ihtiyaçları ve menfaatleri sağlamak maksadıyla yapılan hizmetlerin tamamı” anlamında… Eğer insanlar gerçek birer yurttaş olabilse ve gereğini yapabiliyor olsaydı, deprem toplanma alanlarının özelleştirilmesine, oralara ucube AVM’ler yapılmasına izin verilir miydi! İnsanların güvenliği bir kamu hizmeti konusu olmaktan çıkarılır, özel güvenlikçilere bırakılır mıydı? Kapitalizm (sermaye) insan ve toplum yaşamının tüm veçhesinden, tüm insan etkinliklerinden kâr etmeye endekslidir… Değerlerin, ahlâkî kuralların bu kadar aşınmasının başlıca nedeni, etiğe külliyen yabancılaşmış bir üretim tarzı olan kapitalizmdir ama kimse ağzına almıyor… İyi de şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söylemi değil midir?

Yüz yüze geldiğimiz tüm sosyal kötülükler, etik yozlaşma, ahlâkî çürüme, açlık, yoksulluk, işsizlik… kapitalizmi yok saymamanın sonucu… Zira kapitalizm insana ve topluma, bir bütün canlıya zarar vermeden, doğa tahribatı yaratmadan, yaşamın temelini aşındırmadan yol alamaz… Gerçek durum öyle ama, burjuva iktisatçıları, her şeyi bilen “uzmanlar” ve burjuva siyasetçileri kapitalizmin gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğunu söylüyorlar… Öyle rasyonel, öyle akla uygun bir sistem ki, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış, bir uygarlık krizi veya aynı anlama gelmek üzere bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarmış bulunuyor… Kapitalizmin eni-sonu beş yüz yıllık bir geçmişi var. Bu, insanlık ve uygarlıklar tarihinde çok küçük bir parantez ama bir uygarlık krizini de tetiklemeyi başardı… Rahatsız edici olan insanların bu olup-bitenleri şeylerin “normal hâli” sayması…

Elbette kamu hizmetlerinin tamamının bedava olması da gerekmiyor. Duruma göre bazı hizmetler paralı da olabilir ama kamu hizmeti niteliğini kaybetmemek, kamu yararı gözetilmek koşuluyla… Mesela telekomünikasyon hizmetleri özelleştirilmeden önce insanlar telefon için makul bir ödeme yaparken, özelleştirme sonrasında fahiş ödemeler yapmak zorundalar… İçtiğiniz suyun özelleştirilmesi, kâr aracına dönüştürülmesi kabul edilebilir bir şey midir? Sudan vergi almak utanılacak bir durum değil midir?

Her şeyden onca vergi alınıyor, insanlar hiçbir zaman verdikleri, ödedikleri vergilerin nelere nasıl, ne kadar, harcandığını sorun etmiyor… Osmanlı’nın tebâsı bir cumhuriyetin yurttaşı olabilmiş değil… Zira beş yılda bir önüne konan sandığa oy atmakla yurttaş olunmuyor… Bizde insanlar politik alana beş yılda bir kere müdahil oluyor, oy kullanıyor ama kullandığı oyun da bir karşılığı yok… Seçtikleri onları temsil etmiyor… Gerçek bir temsiliyet olsaydı, kullanılan oyun bir karşılığı olsaydı, bugünkü kepazeliklerle yüzleşilir miydi?

Müştereklerin, eğitimin, sağlık hizmetlerinin, güvenliğin, sosyal güvenliğin, ulaşımın, haberleşmenin, kâr aracına dönüştürülmesi, kamu hizmeti kavramının defterden silinmesi demektir ve asla kabul edilebilir değildir… Tabii öyle bir rejimin meşrutiyetinden de söz edilemez…

Kamu hizmetlerinin tasfiyesi, yurttaş kavramının içinin boşalması demektir. Kapitalist metalaşmanın söz konusu olduğu durumda, ancak parası olanlar, satın alma gücüne sahip olanlar ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Aslında özelleştirmeler, demokrasinin de özelleştirilmesi demeye gelir… Her şey özel çıkarlara endeksli hâle geldiğinde toplum yararı kaygısı da ortadan kalkar…

Toplumdan çalınanı, gasbedileni geri almak, şeyleri yerli yerine koymak, yurttaş olmanın da bir gereğidir… Kapitalizm dâhilinde insan haysiyetine yaraşır bir yaşam mümkün değildir… Zira kapitalizm insana, canlı olana, doğaya zarar vermeden yol alamaz… Kapitalizmin her ileri aşaması daha çok sosyal kötülük, daha çok doğa tahribatı demektir… Bu nitelikten ötürü de kapitalizm dâhilinde asla bir gelecek yoktur… Velhasıl insanlığın ve uygarlığın geleceği kapitalizmden çıkma perspektifine indirgenmiş bulunuyor… Üstelik elimizi çabuk tutmak kaydıyla, aksi hâlde, geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

“Göç” bir “soru(n)” değil, durumdur

“Dünyaya sığamadık,
tanrı bizi yaratmış sonra da
bir yerlere yerleştirmeyi unutmuş gibi!”[1]

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, (UNHCR) dünya genelinde çatışmalar, şiddet, insan hakları ihlâlleri ve zulümden kaçmak zorunda kalanların sayısının ilk kez 100 milyon sınırını aştığını ve her 100 kişiden birinin yerinden edildiğini duyurdu.[2]

Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı’nın yerlerinden edilen veya edilme tehdidi altındaki (sığınan ve iltica eden) nüfusa dair verileri içeren Rapor 2021’e göre, bu kategorideki nüfusun yüzde 22’si, yani 21 milyonu mültecilerden oluşuyor. Yüzde 7’si başka ülkeye geçebilmiş ama geri gönderilenlerden oluşuyor ve sayıları 7.3 milyon kişi. Yüzde 5’i sığınmacı statüsünde ve 4.4 milyon kişiden oluşuyor. Yüzde 5’i de 4.4 milyon devletsiz kişiden oluşuyor. Yine yüzde 7’si benzer endişeler veya tehditler içinde yasayan kişiler…[3]

Yerkürede 281 milyon kişi göç girdabındayken;[4] dört bir yanda süren çatışmalar, yoksulluk, açlık krizi, insan hakları ihlâlleri gibi birçok nedenle her yıl milyonlarca insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalıyor.

UNHCR’nin 2021 raporuna göre, dünya nüfusunun 95’te biri mülteci olarak kendi ülkesi dışında yaşamak zorunda ve yerinden yurdundan edilenlerin sayısı 2011’e oranla iki kat arttı.[5]

* * * * *

İklim krizi, kuraklık, kıtlık, savaş, yıkım, kitlesel ölümler ve göçler kapitalizmin gerçeği; hâl böyle olunca, yıkımlardan kaçanların insanî yaşam talebi dünyanın her yerinde meşrudur.

Ancak şurası da unutulmamalı: Mültecilerin tutunacakları bir toprak parçası için verdikleri mücadele büyük, kapitalist uygarlığın onlara ödettiği bedel ise son derece ağırdır. Sınır boylarında aç-sefil, perişan, karnını doyuracak bir lokma ekmek, bedenini ısıtacak bir parça ateş bulamadığı için çöküp kaldığı, büzüşüp sığıştığı yerde kaskatı kesilmiş ölü bedenlere dönüşmüş insanlar…

Tüm bunlar “uygar dünya”nın gözleri önünde cereyan ederken; “uygar dünya” insan(lar)ının çoğunluğunun vicdanında bir rahatsızlığa da yol açmıyor.

“Göç” ve “göçmen” denildiğinde, “Her 28 kişiden birinin mülteci olduğu”[6] Türkiye gibi, pek çok toplumda “kriz” ve “soru(n)” kelimeleri art arda telaffuz ediliyor. Yani bir yandan insanî trajedi yaşanırken, öte yandan da yabancı düşmanlığı söylemi de körükleniyor…

Sığınmacılığın, göçmenliğin sebep değil sonuç olduğu göz ardı ediliyor!

Göçlerin çıktığı bölgelerde ciddi bir kriz var, yaşam krizi… İnsanî bir yaşam koşulu yok, savaş var. İnsanlar da hâliyle bu bölgeden ayrılmak istiyorlar. Bu aslında gayet anlaşılır bir şeyken; egemenler göçü, bir kriz gibi sunuyorlar.

Oysa göç bir hareketin yol açtığı durumdur.

* * * * *

“Göç”ün bir “soru(n)” değil, durum olduğu gerçeğini “es” geçen örtük ırkçı söylem; “durum”u “soru(n)” gibi sunarak, çıkarları doğrultusunda hakikâti çarpıtır. İşte birkaç örnek!

“6 milyona ulaşan sığınmacı varlığı, ekonomisi parlak olmayan 80 milyonluk bir ülkede ciddi sorundur. İster meseleye insan hakları gözlüğü ile bakın, isterseniz milliyetçi bir gözlükle…”[7]

“Kitleler hâlinde sınırı geçen Suriyelilerin artık her şeyi tartışmalı…”[8]

“Türkiye’nin Suriyeliler sorunu bitmez. Gidiş, aynı yorumu Afganistan için de yapmak zorunda kalacağımızı gösteriyor.”[9]

“Türkiye… plansız göç politikası ile telafisi zor bir demografik dönüşüm yaşıyor…”[10]

Oysa her türlü çarpıtmaya karşın 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nca kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi şöyle demez mi?

“Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelere sığınmak ve bundan yararlanmak hakkına sahiptir. Bu hak, gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan kaynaklanan ya da BM’nin amaçlarına ve ilkelerine aykırı eylemlerden kaynaklanan kovuşturmalar durumunda öne sürülemez.”

* * * * *

Gallup’un araştırması, 2021’de dünyadaki yetişkinlerin yüzde 16’sının (yaklaşık 900 milyon) imkân bulabilirse, ülkesini kalıcı olarak terk etmek istediğini ortaya koyarken;[11] mülteci, göçmen veya sığınmacı… Ne olarak adlandırılırsa adlandırılsın dünya bir göç hareketine sahne oluyor.

Küresel göç hareketlerinin arkasında, sömürgeci/ emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasi, askerî yıkım, talan, gasp gerçeği var.

Emperyalist metropoller çevre ülkelerinde dikta rejimlerini destekliyor, savaş çıkarıyor, işgal ediyor, çökertiyor.

Kuraklık ve açlığı tetikleyen küresel ısınmanın arkasında da emperyalist kapitalizmin tarihi var. Öyleyse, sömürgeci ve emperyalist ülkelerin devletlerinin tarih boyunca talan ettikleri kaynaklarla yarattıkları refahı, talan edilen, yıkılan ülkelerden gelmeye başlayan göçmen ve sığınmacılarla paylaşmaları, adalete ilişkin bir meseledir.

Bu nedenle göç hareketlerinin yarattığı gerçeği görmezden gelmek ne kadar olanaksız ise, göçmenleri suçlamak da o kadar hatalıdır.

Altını çizmek gerek: Yerkürede yaşanan mülteci/sığınmacı hareketlerinin kökeninde kapitalist sömürü ilişkileri ve emperyalist saldırganlık yatar. Çünkü göçmenlerin terk etmek zorunda kaldıkları topraklar, emperyalistlerin istikrarsızlaştırdıkları, savaşa sürüklediği coğrafyalardır.

Dahası, günümüzdeki göç hareketinin kaynağı ne denli Batılı ve kapitalistse, göçmen karşıtı ideolojinin kaynağı da o denli Batılı ve kapitalisttir. 1990’lı yıllardan itibaren Batılı ülkelerde yükselişe geçen ve neoliberalizmin yarattığı tahribatın faturasını göçmenlere kesen siyasi hareket, bugün tüm dünyayı etkilemektedir.

Patrick Bixby’in ifadesiyle, “Küresel pasaport rejimindeki adaletsizlik değişmiyor. Kabul etsek de etmesek de pasaportlarımız jeopolitik düzen içinde ‘kim olduğumuzu’ belirliyor”ken;[12] burjuva ideolojisinin göçmen hareketlerine ve göçmen karşıtı akıma üretebildiği tek çözüm, göçmenleri sınırlarının ötesinde tutmak, duvarlar örmek oluyor.

Evet, evet mülteci dalgasına karşı ülkeler sınırlarına duvar örüyorken; “Uluslararası Göç Örgütü” (IOM) raporu, göçmen ölümlerini kaydetmeye başladığı 2014’ten 2022’ye 50 binin üzerinde kişinin göç yolculuğunda hayatını kaybettiği, bu kişilerden 30 bininin uyruğunun belirlenemediği bildiriyor.[13]

Neresinden bakarsanız bakın “İklim krizi sebebiyle yaşanan göçlere ya da bugün güvenlik endişesi ile göç eden yüzlerce Suriyeli mültecide gördüğümüz ve tarihte de benzerlerine rastladığımız gibi savaştan kaçan halkların toplu göçlerine bakabiliriz. Tüm bu örneklerde göç; emperyalizmin, sömürgeciliğin, çevresel ırkçılığın ve dahasının küresel ölçekli ekonomik ve siyasal bağlamları içinde anlam kazanır.”[14]

* * * * *

Verili tabloda toplumlar hem göçün kaynağı hem de hedefi bir göç toplumu olarak biçimleniyor. Oysa dünya hepimize yetecek kadar büyük ve yerkürenin insan(lık)a dar edilmesinin sorumlusu göçmenler değil, emperyalistlerin ta kendileri; yani bir yandan yağmaladıkları coğrafyaların insanlarına ülkelerini dar ederken, kendi ülkelerinde ırkçılığı öne çıkartıp “Göçmenler geliyor!” yaygarası kopartanlar…

Ülkenizde göçmen istemiyor musunuz? O zaman, öncelikle göçün nedenlerini ortadan kaldırmanın gerekli olduğunu kabul edecek, yöneticilerinize başka ülkelerin insanlarına dünyayı dar etmemeleri içinbaskı uygulayacaksınız!

Kolay mı?

Savaş çıkartacaksınız, insan(lık)ı açlığa mahkûm edeceksiniz; yoksul bırakacaksınız; sonra da “Bak göçmenler geliyor” diyerek duvarlar öreceksiniz! Bu mümkün olabilir mi?

Bir “işgal”den söz ediliyor; oysa buna emperyalistlerin kendileri neden oluyor; sanki göçmenler durup dururken gelmişler, Batı’yı işgal etmişler.

Hayır! Emperyalistler coğrafyalarını işgal ve talan ettiği için yollara düştü göçmenler.

* * * * *

Gerçeklere sırt dönmeyin!

Örneğin Taliban vahşetini “Hiç acımadan öldürür. Onlar ne Müslüman ne de insan” diyerek anlatan Afganlar, “Afganistan emniyetli bir hâle gelene kadar biz burada kalacağız. Ne zaman ki tam emniyet sağlanır biz o zaman döneriz,” diyorlar.[15]

“Afgan Mülteciler Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği” Başkanı Dr. Zakira Hekmat da, “Taliban ele geçirdiği yerlerde, özellikle kız çocuklarına ve kadınlara karşı gerici emirler vermeye ve tehditler etmeye başladı. ‘Kimsin’ diye sormadan direkt öldürüyor. Akrabalarımınki dahil birçok eve saldırı oldu ve şu an evde değiller. İnsanlar dağlara sığınmış… Afganistan’dan binlerce kişi, nefes alabilmek için Türkiye’ye geliyor. En azından ülkedeki durum iyileşene kadar Afganistan’a, ölüme gönderilmesinler,”[16] diye ekliyor.

* * * * *

Lakin hiçbir şey ırkçı saldırganlığın umurunda değil.

Yabancı düşmanlığı ya da diğer adıyla “zenofobi”, dünyada yükselişe geçen en önemli soru(n)lardan biri… Coğrafyamızda olduğu gibi pek çok ülkede göçmenlere ilişkin popülist söylem ve politikalar, yabancı düşmanlığını körüklüyor. Özellikle ekonomik krizin vurduğu ülkelerde göçmenler “günah keçisi” ilan ediliyor.

Lund Üniversitesinden Dr. Ov Cristian Norocel’e göre de, sağcı popülist partiler küresel ölçekte ekonomik krizi yabancı düşmanlığını teşvik etmek için bahane olarak kullanılıyorlar.[17] Buna coğrafyamızda da çok kez tanık olduk; Ankara’nın Altındağ’ındaki üzere…

Hatırlayın: Suriyelilerin ev ve işyerleri tahrip edildi. Yaşanan olaylardan sonra gözaltına alınan 76 kişinin 38’inin yağma, kasten yaralama, hırsızlık, uyuşturucu suçlarından kaydı bulunduğu açıklandı.[18]

Ya Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde eli silah ve sopalı olduğu söylenen Suriyeli bir grubun bir yurttaşın evini bastığı iddiası üzerine “Ülkede mülteci istemiyoruz,”[19] sloganları atanların yol açtığı ırkçı kaos!

Siz boşverin, “Irkçılık bizim topraklarımızda yeşermez,”[20] palavralarına…

“Yasadışı yollarla Türkiye’ye giren göçmenler kadınları taciz ediyor. Topluma entegre olmayan göçmenler ülkede güvenlik zafiyeti hissi oluşturuyor,”[21] söylenceleriyle beslenen coğrafyamızda 2011 yılında yurttaşların yüzde 30’u “yabancı işçi/göçmenleri” komşu olarak istememekteydi ve bu oranla Türkiye 57 ülke arasında 23. sırada yer alıyordu.[22]

Yıllar sonra durumun daha da kötü olduğunu söylemek abartı değil.

“Anketler açıkça ortada: Türk toplumu ekonomiden sonra ikinci baş belası olarak bu sığınmacıları görüyor,”[23] diyor Emin Çölaşan ve ekliyor Özcan Yeniçeri de: “Sekiz on milyon mülteci Türkiye için artık bir millî güvenlik sorunudur!”[24]

Bir şey daha: Göçmenlere en az güven Türkiye’de. Halkın yüzde 81’i göçmenlerin geri dönmesini ve 4 kişiden 3’ü kapıların kapatılmasını istiyor.”[25]

Dahası var: Bolu’da göçmenlerin su faturası ve katı atık vergilerine 10 kat zam yapacağını açıklayarak gündeme gelen, bu yetmezmiş gibi “… ‘Göçmenler kalsın mı gitsin mi’ diye referandum sandığı kuralım” çağrısını dillendiren CHP’li Belediye Başkanı Tanju Özcan, “Ben göçmen düşmanı değilim,”[26] dedi demesine de; eklemeden de edemedi: “Geri adım atmayacağım fazlasını da yapacağım![27]

Dahası da var: Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Türkiye’de kayıtlı 3.7 milyon Suriyeli, 4.3 milyon da kayıt dışı sığınmacı olduğu vurgusuyla, “3.7 milyonun büyük bir bölümü, gönüllü olarak geri dönmeyecek. Kimse bedava alışveriş yaptığı bir süpermarketi terk edip gitmez,” dedi![28]

Dahanın da dahası var: CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Türkiye mülteci, göçmen, sığınmacı ambarı değil… Hepsini göndereceğim, davulla, zurnayla” diye konuştu![29]

Kimse inkâra kalkışmasın: Sığınmacılarla ilgili yürütülen tartışmalarda siyasi partilerin, aydınların, gazetecilerin aldığı tutum maalesef karşı karşıya kaldığımız sorunun ciddiyetini gölgeleyecek, ırkçılık ve yabancı düşmanlığını besleyecek, giderek ülkemizdeki etnik ve inançsal fay hatlarını da harekete geçirecek bir hâli yansıtıyor!

Kolay mı?

İçinden geçilen kesitte hangi konuda görüş beyan ederseniz edin sonunda size “Peki göçmenleri gönderme konusunda ne diyorsunuz” diye soruyorlar. Bu konuda Türkiye halkı ender görülen bir milli mutabakata varmış, tüm partilerden yurttaşlar “gönderilsin” kararında birleşmiş görünüyor. AKP’lisi, MHP’lisi, HDP’lisi, CHP’lisi ve bilimum iktidar yahut muhalefet partisi seçmeni “gitsinler” diyor, başka da bir şey demiyor!

* * * * *

“İyi de ne olacak” mı?

Yeri geldi John Berger’den aktaralım: “Her göçmen yüreğinin derinliklerinde geri dönüşün olanaksızlığını bilir. Fiziksel olarak dönebilse bile gerçek bir dönüş değildir bu, çünkü göçten sonra öyle derin değişimler geçirmiştir ki, her köyün dünyanın merkezi olduğu o tarihsel çağa dönmesi de bir o kadar olanaksızdır. Merkezi yeniden yaratmanın tek yolu dünyanın her yerinin merkez kılmaktan geçer. Modern evsizlik yalnızca tüm dünyayı içine alan bir dayanışma ile aşılabilir. Kardeşlik oldukça ferahlatıcı bir terimdir; Habil ve Kabil unutulduğu takdirde her sorunun çözülebilir olduğunu vaat eder. Aslında çoğu çözülmezdir ya ama bu da tükenmek bilmez dayanışma gereksinimini gösterir.”

O hâlde “Habil ve Kabil” uyarısını “es” geçmeyan; “göçmen”/“yerli” dikotomisini reddeden; ulusçu, ayrımcı bakış açılarının ötesindeki eşitlikçi kardeşlik önerisiyle, “Dünya hepimizin” praksisine muhtacız.

“Kapitalistleri iktidarda tutan sihir işçiler arasındaki bölünmedir.” “Kuzey Amerika’nın Birleşik Devletleri’nde, kölelik Cumhuriyet’in bir parçasını çirkinleştirdiği sürece işçilerin her bağımsız hareketi felce uğramıştır. Emek, siyah deride damgalandığında beyaz deride kendini özgürleştiremez,”[30] diyen Karl Marx’ın, “Göç Hareketlerinin Ekonomi-Politik Tahlili” eşliğinde[31] Georgi Dimitrov’un analizini anımsayacağız:

“Yerli işçileri diğer ülkelerden gelen işçilerle karşı karşıya getirmeye, özellikle işsizleri aldatmaya ve kitleleri diğer ülkelere karşı kışkırtıp, ulusal duyguları körükleyerek diğer komşu topraklarını ve bölgelerini işgal etmeye, işçi sınıfının koşullarında meydana gelecek gelişmeler hakkında parlak resimler çizip kitlelerin ilgisini iç sorunlardan dış sorunlara kaydırmaya çalışan faşizm, ideolojik milliyetçilik ve şovenizm fikirlerinden yararlanır.”

Çünkü… Sığınmacılar ucuz işgücü olarak sömürülürken, bir yandan da popülist kaygılarla iktidar ve muhalefetin politika malzemesi hâline getirildiği bir “sır” değil.

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Deniz Yükseker’in, muhalefet partileri arasında göçmen karşıtlığı yarışı olduğu vurgusuyla, “Bu yarışta kazanan bir taraf olmayacak. Çünkü her zaman, bir partiden daha göçmen karşıtı ve ırkçı başka bir parti olabilir. Kaybeden ise bütün toplum olacak,”[32] dediği gibidir her şey…

Bu durum faşizm, ırkçılık değirmenine su taşırken; coğrafyamız da bu sınırlarda dolaşmaktadır!

20 Şubat 2025, Muğla.

 

[1]           Afganlı Mülteci Bir Kadın.

[2]           “Her 100 Kişiden Biri Yerinden Edildi”, Birgün, 24 Mayıs 2022, s. 10.

[3]           Şükrü Aslan, “Küresellik, Sınırlar ve Nüfus Mühendisliği”, Birgün, 11 Mayıs 2022, s. 9.

[4]           Ebru Çelik, “281 Milyon Kişi Göç Girdabında”, Birgün, 18 Aralık 2024, s. 14.

[5]           Özde Çelikbilek, “Mülteciler Eşitsizlik Kıskacında”, Birgün, 20 Haziran 2021, s. 4.

[6]           “BM: Türkiye’de Her 28 Kişiden Biri Mülteci”, 17 Haziran 2022… https://tr.armradio.am/2022/06/17/bm-turkiyede-her-28-kisiden-biri-multeci/

[7]           Mehmet Ali Güller, “Avrupa’nın İstilasını Önleyen Tampon Ülke”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2021, s. 8.

[8]           Sertaç Eş, “Göç”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2022, s. 5.

[9]           Mustafa Balbay, “Göçler Tarihin Motorudur…”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2021, s. 5.

[10]         Çağdaş Bayraktar, “Türkiye’deki Demografik Dönüşüm: Gelenler”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2022, s. 9.

[11]         “Dünyada Göç Etme İsteği Son 10 Yılın En Yüksek Seviyesinde”, 3 Şubat 2023… https://www.avrupademokrat2.com/dunyada-goc-etme-istegi-son-10-yilin-en-yuksek-seviyesinde/

[12]         Patrick Bixby, “Hareket Özgürlüğü ve Adaleti”, Birgün, 30 Ocak 2023, s. 13.

[13]         “IOM 2014’ten Beri 50 Binin Üzerinde Göçmenin Hayatını Kaybettiğini Açıkladı”, 28 Kasım 2022… https://www.avrupademokrat1.com/uluslararasi-goc-orgutu-2014ten-bu-yana-goc-esnasinda-50-binden-fazla-kisi-oldu

[14]         Lilia D. Monzó, “Sömürgecilik, Göç ve Pandemi”, Birgün Pazar, Yıl: 18, No: 750, 25 Temmuz 2021, s. 4-5.

[15]         Mehmet Kızmaz-Tuğba Özer, “İstanbul’daki Afgan Ailenin Taliban Açıklaması”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2021, s. 9.

[16]         Mehmet Kızmaz, “Uzmanlardan Afgan Göçmenler İçin Çağrı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2021, s. 4.

[17]         Umut Serdaroğlu, “Popülistler Göçmen Krizini Körüklüyor”, Birgün, 25 Mayıs 2022, s. 13.

[18]         Sefa Uyar, “Altındağ’da Suriyelilerin Ev ve İşyerleri Tahrip Edildi”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2021, s. 5.

[19]         Beste Çelik, “Dilovası’nda Tehlikeli Gerginlik”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2023, s. 3.

[20]         Mustafa Balbay, “Yeni fay Hattı: Sığınmacılar!”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2021, s. 10.

[21]         Sefa Uyar, “… ‘Kaçak Göçmenler’ Tartışması Şiddetleniyor”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2022, s. 3.

[22]         Şükrü Aslan, “Sınırlar, Göçmenler, Kentler”, Birgün, 31 Mart 2021, s. 10.

[23]         Emin Çölaşan, “Sığınmacı Belası”, Sözcü, 20 Nisan 2022, s. 5.

[24]         Özcan Yeniçeri, “Demografik Savaş ve Mülteciler”, Yeni Çağ, 13 Ağustos 2021, s. 8.

[25]         “Göçmenlere En Az Güven Türkiye’de”, Sözcü, 19 Haziran 2021, s. 22.

[26]         İlayda Kaya, “Tanju Özcan Açıklamada Bulundu”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2021, s. 5.

[27]         “CHP’li Bolu Belediye Başkanı Özcan’dan Suriyeli’ye Ayrımcılık”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2021, s. 5.

[28]         Sena Tufan, “Ümit Özdağ: Geleceğimiz Karartılıyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2022, s. 4.

[29]         Seyfettin Mete, “Kılıçdaroğlu, Kanaat Önderleriyle Bir Araya Geldi”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2021, s. 5.

[30]         Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[31]         “Wakefield son derece acıklı bir öykü anlatır. Bir gün Kanada’dan ve New York eyaletinden bazı kapitalistlerle konuşmuştu. Kanada ve New York eyaleti göçmen dalgalarının sık sık kesildiği ve bir ‘fazla’ işçiler tortusunun oluştuğu yerlerdi.

‘Sermayemiz’ diye sızlanmış melodramın kişilerinden biri, tamamlanmaları oldukça uzun zamanı gerektiren birçok iş için hazır bekliyordu; çok geçmeden bizi bırakıp gideceğini bildiğimiz işçilerle bu gibi işlere başlayabilir miydik? Bu gibi göçmenleri işte alıkoyabileceğimizden emin olsaydık, bunlara hemen ve memnuniyetle girişirdik, hem de yüksek bir fiyatla da olsa girişirdik.

Dahası, emek ihtiyacımızı gerektirdiği anda yeni gelenlerin emeğiyle karşılayabileceğimizden emin olsaydık, yarı yolda terk edileceğimizi bile bile yine de işe girişirdik.

Wakefield, Kapitalist İngiliz tarımını ve burada kullanılan ‘birleşik’ emeği Amerika’daki dağınık toprak işletmeciliği ile parlak bir biçimde karşılaştırdıktan sonra farkında olmadan madalyonun öteki yüzünü de gösterir. Amerikan halk kitlesinin müreffeh, bağımsız, girişimci ve görece eğitimli olarak tasvir eder.

İngiliz tarım işçisi sefil bir yaratıktır. Tarımda çalıştırılan özgür işçinin ücreti, Kuzey Amerika ve bazı sömürgeler dışında, hangi ülkede işçinin canını teninde tutmaya ancak yeten bir miktarın ötesinde kayda değer bir yükseklik gösterir.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 737).

[32]         Umut Serdaroğlu, “Dünün Misafirleri Bugünün Hedefi”, Birgün, 16 Nisan 2022, s. 7.

Anlatılamayanı anlatan; görünmeyeni gösteren hikâyeler

“Bir kitap, yürekten yazılmışsa ancak o zaman başka yüreklere ulaşabilir.”[1]

Bafra T-Tipi Kapalı Hapishanesindeki Haydar Demir’in, “Kokulu Rüzgâr”[2] başlıklı kitabında ye alan öyküleri okuyunca Charles Bukowski’nin, “Derin hakikâtlerin, yazmanın… sırrı sadeliktir. Hayat sadeliğiyle derindir,” sözünü anımsamamak mümkün değil.

Kolay mı?

Ulucanlar Zindanındaki 19 Aralık 2000 harekâtı ardından Ankara Numune Hastanesine sevk edilen; Türkiye Komünist İşçi Partisi davasından tutuklulu ve 22 Nisan 2001’de ölüm orucunun 182. gününde kaybettiğimiz Hatice Yürekli’ye (32) ithaf ettiği; yapıtın arka sayfasındaki, “Yaşamının büyük kısmı ‘içeride’ geçse de ‘dışarıya’ ve orada yaşananlara hiç de kayıtsız değil Haydar Demir… Kendi ‘içerde’ olsa da dili özgür, kalemi kıvrak onun. Beyni ise firarda anlaşılan,” betimlemesindeki üzere hakiki, etkileyici bir üslûbu var yazarın…

Satırlarında Anton Çehov’un, Maksim Gorki’nin, Nikolay Gogol’un, Ursula Le Guin’in, Ernest Hemingway’in, Jack London’un, John Steinbeck’in, Jose Luis Borges’in, Samuel Beckett’in esintileri var sanki.

* * * * *

Ömer Seyfettin gibi “Olay”; Anton Çehov ya da Sait Faik Abasıyanık gibi “Durum” öykücülüğüyle gerçek veya gerçeğe oldukça yakın olaylar ve durumları anlatıyor.

İnsan(lık)ın ön planda olduğu olaylar ile durumları yorumlayan yazar, yalın bir dille insanî ilişkileri anlatıp sergilerken; gerçek ile hayal dünyası arasında durup hakikât ile yüzleşerek, hikâyelerin yaratıcı gücünü ortaya koyuyor.

İnsan(lık)a umut verip motivasyon sağlayan hikâyenin ilkin destanlarla ortaya çıkmış olması elbette şaşırtıcı değil. XIX. yüzyıl yazarlarından Guy de Maupassant ile Anton Çehov’un hikâye tarzını ortaya çıkar(t)mış olması da öyle…

Öykü ya da hikâye dediğin, yüreği atan, sözleriyle katman katman açılan kısa edebiyat türü olarak bir süreci işler; ve denilebilir ki edebiyatın serseri çocuğudur. Ruhu ve doğası gereği muhaliftir. İnsanın önce kendi ezberini bozduğu bir başkaldırı; emeğin bir türüdür. Yani kadının, çocuğun, işçinin, doğanın…

* * * * *

Denilebilir ki yaşama dokunan yazar emekçileri, ezilenleri muhtelif yanlarıyla irdelerken; “Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşaman gerek,” diyen Ernest Hemingway’i doğruluyor…

Yazar kahramanlardan, yoksullardan ve korkaklardan, vazgeçip ihanet edenlerden; direnenler yanında teslim olanlardan; yani Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ cahil,/ hâkim/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,” dizelerindeki gerçek insanlardan kareler sunuyor bizlere…

Örneğin “Kokulu Rüzgâr”da (s. 7) mevsimlik tarım proleterlerini, yoksul köylüleri, oğlu gözaltındaki Kadir’in acılı babasıyla, “Artık siyasi davalara bakmayan” avukat Celal’i…

“Kamyonda” (s. 17) “askere gidecek” Erkan’ın, Kerim abisinin kadını metalaştıran “olağanlığı”yla yiten masumiyetini…

“Pazaryeri”nde (s. 31) gündelik insan(lık)ın “Ben okumayı sevmem ya hayrım dokunsun size… Sizin dergilerde yazı çok, resim az,” diyen hâlleriyle siyasetin sorunsalını…

“Önyargı”da (s. 77) “Duvar yazılamanın heyecanı”nı…

“Kuma”da (s. 95) kadın(lık) meselesini…

Daha neler neler…

* * * * *

Toparlarsak: Öykü anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamları yükleyerek düşündürmektir.

O, kuşun kanatları gibidir. Bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatları sunar.

Bu hâliyle de yüzümüzde tutulmuş bir aynadır; yaşamı mümkün olduğu kadar gerçek kılma çabasıdır.

Toplumdaki bozulmalara, yabancılaşmalara karşı mücadeledir. Yaşamın sınırlarını zorlayıp, yeni bir yaşam beklentisi yaratandır.

Görünmeyeni gösteren mikroskoptur; hakikâtlerin hayalle süslenmesidir.

Yazar bunları düşündürdü bize…

Özetin özeti: “Sezar’ın hakkı Sezar’a” derler ya… Satırlarıyla öykücülüğün hakkını vermiş Haydar Demir…

Çünkü onun anlattığı, dillendirdiklerinin ötesinde, çok daha fazlasını içeriyor; Paul Auster’in, “Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün”;[3] Julio Cortázar’ın, “Roman puan toplayarak kazanır; öyküyse nakavtla kazanmak zorundadır,” ifadelerini doğrularcasına!

23 Şubat 2025, Muğla.

[1]           Thomas Carlyle.

[2]           Haydar Demir, Kokulu Rüzgâr, Favori Yay., 2024, 191 sahife.

[3]           Paul Auster, Kilitli Oda, çev: Yusuf Eradam, Metis Yay., 1991.

“Niye bir sosyal patlama olmuyor”

Başlık bize ait değil.

Birçok “burjuva demokrat” ya da liberal solcu, bir yolunu bulup, sessizliğin suçunu halka, kitlelere yıkar.

Her gün TV kanallarına çıkıyorlar ve Erdoğan’ın seçilmiş olduğunu söylüyorlar. Ama aynı zamanda her seçim döneminde “hile var” demiş olduklarını unutuyorlar. Hileli seçim, aslında kabulleri değil. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünün anlamını da biliyorlar. Ama sonra kalkıp, seçimleri çalmış olan birisine “seçilmiş” diyorlar.

Bununla yetinmiyorlar. Seçilmiş olduğunu söyledikleri kişinin, aslında halk tarafından seçildiğini, bunun da suçlusunun halk olduğunu söylüyorlar.

Herkesin bir suçu var.

Ama bu hanımlar/beyler, kendi suçlarını neden söylemezler?

Onlar “seyirci”dir. Seyirci ama taraftar bile değildirler. Bu nedenle, her fırsatta, halkı suçlamaktadırlar.

Onlara göre bir parlamento var. Var mı?

Onlara göre AK Parti bir siyasal parti. Öyle mi?

Onlara göre seçimler yapılıyor. Öyle mi? Buna seçim denilebilir mi?

Öyle ise, bunlar aslında Saray Rejimini meşrulaştırmak işini yapmakta, bu görevi yerine getirmektedirler.

Hiçbir açıdan tutarlı değildirler. Tutarlı olsalar, mesela sokaklara çıksalar, direnseler, o zaman halkı suçlama hakkına sahip de olabilirler. Sorun yok. Ama hiçbir şey yapmadan, seyrederek, ahkâm kesmek ve işçileri, emekçileri, öğrencileri, kadınları, kısacası direnen herkesi suçlu ilan etmek artık yeterlidir. Her fırsatta “Kürtler AK Parti ile işbirliği yapacak” diye suçlamalar yöneltmek artık yeter.

Bu ülkede, Kürtler her gün tutuklanmaktadır. Bu ülkede Kürtlere karşı bir katliam politikası dayatılmaktadır. Ama onlara sorarsanız, Kürtler Erdoğan ile işbirliği yapmaktadır. Kanıt, “eee, görüşüyorlar.” İyi de siz görüşürseniz iyi oluyor da, onlar görüşünce neden kötü oluyor?

Bu ülkede her gün insanlar tutuklanırken, bir dua gibi, “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” diye bir nakarat söylüyorlar.

Şimdi de şöyle konuşuyorlar: “Yahu anlamıyorum, niye bir sosyal patlama olmuyor.” Çok dramatiktir.

Sosyal patlama niye olmuyor diye soranlar, sanki mücadele ediyorlar. Mesela işçilerin grevlerine, eylemlerine destek veriyorlar mı? Hayır. İşçi eylemlerinden dahi söz etmiyorlar. Kadınların eylemlerine mi katılıyorlar? Elbette hayır. Öğrencilerin eylemlerine dayanışma için gidip, mesela polisin karşısına mı dikiliyorlar? Elbette hayır.

“Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” diye terane tutturmuşlar, bunu tekrarlıyorlar. Dua niyetine mi, bilmiyoruz, çünkü amin seslerini de işitmiyoruz.

Soralım, siz sahi dalga mı geçiyorsunuz? Dalga geçiyorsanız, dalga geçtiğiniz kendiniz mi? Çünkü eğer öyle ise, sorun yok.

Ülkede, her gün kaç kişi intihar etmektedir? İyi değildir ama, bu da bir sosyal tepkidir. Sadece İstanbul’da, her gün 10 kişi intihar etmektedir.

Ülkede her gün, birçok eylem gerçekleşmektedir. Buyurun sosyal patlama niye olmuyor diye soran hanımlar/beyler, her gün gerçekleşen eylemleri, tek tek, birini bile atlamadan, boy gösterdiğiniz TV kanallarında sıralayın, onlar hakkında konuşun. Belki sizi iyileştirir bu eylemleri, direnişleri sayıp dökmek.

Ama bunları beğenmiyorlar.

“Ne vereyim abime?”

“Bir sosyal patlama” verelim mi?

Peki nasıl bir sosyal patlama istersiniz? Mesela Gezi gibi olsun mu? Aaa hayır, diyorsunuz. Hayır mı? Nasıl olsun efendi? “Anayasal sınırlar içinde, demokratik bir tarzda, barış içinde olsun” öyle mi?

Bir öğrenci grubu, çıkıp bir açıklama yapacak olsa, karşısında polis var, coplar iniyor, basın susuyor, öğrenciler tutuklanıyor. Ve siz, TV kanallarında endam gösterip, “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” diye nakarat söylüyorsunuz. Bunu söylerken, eğer içeri alınırsanız, mahkeme celbi alırsanız, eviniz sabahın 5’inde basılırsa, “ben anayasanın bir maddesini söyledim” demek için mi bu nakaratı söylüyorsunuz? Bilesiniz, eviniz basıldığında, bu bir anayasa maddesidir demeniz hiçbir işe yaramaz, yaramayacak. Hukuk devleti kapınızı çalacak, sosyal devlet sizi içeri atacak ve size yemeklerinden birkaç öğün verecek, adalet yüzünüze bir tokat gibi inmese de ruh hâlinizi bozacaktır.

Şimdi soruyu tekrar edelim: “Nasıl bir sosyal patlama verelim” efendimize? Gezi gibi mi olsun?

Biliniyor, sosyal hareketler birbirini birebir tekrarlamaz.

Biliniyor, egemen sınıf, devleti eli ile terörü artırdıkça, karşısında daha sert bir direniş bulur. Ve bu direnişçiler, copa, silaha karşı en azından yumurta atarlar, tabii yumurta atmaya kıyabilirlerse.

Kadınlar, kadın cinayetleri politiktir, diye yürümeye kalktıklarında yerlerde sürünüyorlar. Siz, bu demokratik bir devlete yakışmaz, diye konuşan bir bilirkişi pozisyonuna geçiyorsunuz.

Size, nasıl bir sosyal patlama verelim?

İşçiler en sıradan hakları için eyleme kalktıklarında kaburgaları kırılıyor ve kaburgalarını kıran polisler için siz mesela isimlerini verip bir deşifrasyon çabası içine girmiyorsunuz. Yaptığınız tek şey, “bu, tek adam rejimidir,” demek. Öyle mi? Hani bu seçilmişti? Hani halk bu kişiyi seçmişti? Şimdi ne oldu?

Korkuyorsunuz. Sakıncası yok. Herkes korkar. İnsanın korkması tuhaf değildir. İyi ama siz korkmaktan da korkuyorsunuz. Bu nedenle, kendinizi sürekli sansürlüyorsunuz ve bir gün bir olaydan sonra, sinirlerinize hâkim olamayıp, “neden bir sosyal patlama olmuyor” diyorsunuz.

Ne olacak? Sosyal patlama olunca, siz de herkes gibi sokağa çıkmış olacaksınız ve size bir şey yapamayacaklar, öyle mi?

Sosyal patlama olsa, polise taş atan insanlara, “aaa, bu demokratik değil” diyeceksiniz. Ne demokratik? Mesela polisten sürekli dayak yemek mi?

Tüm insanlar bir anda sokağa çıksalar, ne güzel olurdu değil mi?

Evet güzel olur. Öyle ise, sosyal patlamayı hızlandırmak için, mesela örgütlenin, mücadele edin. Önce siz yolu açın. Öyle ya bir sosyal patlamanın olasılığını görüyorsunuz. Buyurun, işe koyulun, gelin bizim saflarımıza katılın.

Olmaz dediğinizi duyuyoruz. Devletin uyguladığı teröre terör demeyip, ona karşı mücadele eden, işçilerin, kadınların, gençlerin direnişine terör demekten geri durmuyorsunuz. Siz bu hâlinizle sosyal patlamaları da beğenmezsiniz. Tuzu fazla, salçası çok, sokağı kirletmesi fazla dersiniz.

Biz işçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnen herkes, bir sosyal patlama ihtimalini görüyoruz. Sizden farklı olarak biz, sosyal patlamayı beklemiyoruz, örgütleniyoruz, mücadele ediyoruz, direniyoruz.

Biz sizden farklı olarak, Saray Rejiminin seçilmiş olduğunu düşünmüyoruz. Onu meşru görmüyoruz.

Biz, sizden farklı olarak parlamentoyu bir organ olmaktan çoktan çıkartmış bir rejimi, demokratik olarak nitelemiyoruz.

Biz sizden farklı olarak, Saray Rejiminin seçimle gitmeyeceğini görüyoruz. Seçimle gitmeyecek olan bir sisteme karşı direniş hakkını meşru görüyoruz.

Biz sizden farklı olarak ertelenen, yasaklanan grevleri sürdürmek için harekete geçen işçilerin sonuna kadar haklı olduğunu düşünüyoruz.

Biz sizden farklı olarak, her seçim sonrasında, belediyelere, Kürtlerin belediyelerine kayyum atayan Saray Rejimini, “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak görmüyoruz. Buna karşı direnme hakkını kutsal görüyoruz. İnsan olmanın yolunun direnişten geçtiğini düşünüyoruz.

Biz, sizden farklı olarak, burjuva siyasetçileri eleştirmek ve alkışlamakla yetinen seyirci tutumunu ikiyüzlü buluyoruz.

Biz sizden farklı olarak adım adım örgütlenmeyi, her koşul altında zorunlu görüyoruz ve örgütlenmek için kimseden izin istemiyoruz.

Evet, sizin bu hâliniz hastalıklı bir hâldir. Onun için arada bir ağzınızdan çıkan sözcükleri sansürleme yeteneğinizi, Saray Rejiminin size kazandırdığı bu büyük beceriyi kaybettiğinizde dile getirdiğiniz sosyal patlama ihtiyacını anlıyoruz. Ama sizi temin ederiz ki, sokaklarda, işyerlerinde her gün rastladığınız, ama başınızı çevirerek yanından geçtiğiniz direnişlerin içine girerseniz, iyileşeceksiniz, nefes alacaksınız, özlemini duyduğunuz sosyal patlamayı yakınlaştıracaksınız. Tedaviniz budur. İnsan olmanın, insan olarak kalmanın da yolu buradan geçmektedir.

İşçi Gazetesi’nin yeni sayısı çıktı!

İşçi Gazetesi’nin Şubat – Mart 2025 tarihli 223. sayısı çıktı.

İşçi sınıfının gündeminin yer aldığı, işçi sınıfından beslenen ve sınıfı besleyen gazetemizin yeni sayısında İzmir Büyükşehir Belediyesi, Tarkett, Sabancı Üniversitesi ve Temel Conta direnişinden işçilerin röportajı bulunuyor.

Ayrıca dört bir yanda süren işçi direnişlerinden haberler, dünya işçi sınıfının eylemleri ve Filistin Direnişi’nden güncel gelişmeleri de okuyabilirsiniz.

Burjuva medya mezara, yaşasın İşçi Gazetesi!

Bu sayımızda yer alan yazılar ise şu şekilde;

– Buz kırılıyor, yol açılıyor / Manşet
Seçilmişlerin sefaleti / Galip Yolaşan
Nasıl geçineceğiz / İrfan Taşkıran
– Başka bir sağlık sistemi mümkün / Hakkı Taşdemir
– Yoksulluk kader değil, sarayın dayatmasıdır / Ekonomi – Politik
– Her yer Tekel her yer direniş / Tarih
– New York Dokuma İşçileri – Vera İvanovna / Emekçi Kadın
– Mücadeleci sendikalar, militan işçi önderleri / İşçi Gazetesi Eğitim Dizisi
– Afgan kadınların onuru, kriket oyunundan daha değerli olmalı / Koralp Selçuk
– Sendika başkanı / İşçi Galip

Gazetemizi internetten okuyabilir, dağıtım noktalarından edinebilirsiniz↓

İşçi Gazetesi’nin arşivini buradan takip edebilirsiniz↓

The colonization of Syria, the intensifying war; Would the imperialist powers be “friends” to the peoples?

Deniz Adalı
January 2025 – Kaldıraç Issue 282

Syria has evolved into a new phase of the war that began in 2011. Starting on November 27, 2024, the attacks of HTS, FSA and other “jihadist gangs” resulted in the downfall of Damascus in a few days, about 8-9 days. Assad left the country.

The Syrian army has hardly resisted the attacks. The “jihadist gangs” reached Damascus by simply firing bullets into the air on the one hand, and being whitewashed, cleaned and polished by the Western media every kilometer they advanced on the other. In the cities they have captured, checkpoints have passed from the Syrian army to the “jihadist gangs”. The handover of the checkpoint meant the handover of the city. The power that the Western world, the world, called a “terrorist organization”, was whitewashed at every single stage and suddenly became clean.

If the fall of Damascus is going to be defined as “ saga”, the “saga” cannot be related to the war on the field. The Syrian army retreated, they advanced with vehicles. They have only covered a distance of 1 hour, maybe in 2 hours. In other words, they did not proceed at full speed, but as if they were following the “traffic rules”. At every stage, the appearance of the West’s cleaned men has been developed and reinforced. With every kilometer, the women they decapitated were forgotten, the children they destroyed were forgotten, the human trafficking was forgotten, all their atrocities were forgotten. So much so that the whole world saw how these “Islamist” groups, under the command of the US, could become murderers on demand and gentlemen in ties at will. After all, isn’t the sergeant from Texas like that, aren’t the US hegemons like that? Aren’t the international monopolies and their servants like this, don’t they have the same character?

They moved forward, and in response the gangs did not decapitate heads, attack women and children, or that kind of things, they did the bare minimum. At the same time, the FSA headed towards Tal Rifaat and Manbij. As a matter of fact, they (with Turkey backing them) got what they wanted. Mazlum Kobani said that they handed over Manbij to the FSA at the request of the US. The Syrian army handed over some territories to SDF-PYD forces. But developments are still ongoing.

Damascus has fallen. Assad has left the country. Many are overjoyed. Of course, those who will mourn for Assad are few. Indeed, we know what Assad is. But of course Assad is by no means the “bad guy” that the West describes him to be. Whomever the West vilifies so much, a pause should be in order to discuss the malice of the person. Assad’s replacements are Islamic gangs, despite all the polishing by the West. And certainly “Islam” has suffered a lot from these gangs and will suffer more. The people of Syria will also suffer a lot. This situation does not imply that Assad is any good, but HTS and the gangs cannot be whitewashed by declaring Assad bad. Western media could do this, but the peoples of Syria and the peoples of our region cannot and should not. Now, the Kurdish people must be ready to fight even harder than they did yesterday against ISIS gangs.

I think that even those who are not sorry to see Assad go should not be overjoyed. Let’s stop here for now. For sure, this is not an Assad-appreciation. Those who use fake, staged videos and images of torture to denigrate Assad should come and take a look at Turkish prisons. But the defeated becomes infamous, the winner becomes victorious. And Assad has been defeated. Moreover, we do not know why there was no resistance on the field. This is actually a valid question for both Russia, Iran and Syrian forces.

With the fall of Damascus, discussions began about how it was possible to achieve the occupation of Damascus with such speed, with such ease.

At the same time, discussions began about how Russia, Iran and Damascus Intelligence were asleep. During this discussion, naturally, Russia was said to be close to being defeated in Ukraine as well, and even to collapse.

It was discussed that Iran’s “resistance front” in Yemen, Lebanon, with forces like Hezbollah, Syria, etc., had already been defeated.

And meanwhile, of course, Israel’s occupation of Syrian territory was put into action. Although it is not discussed much. Obviously, it will soon be discussed more.

Assad is said to have gone to Russia with 135 billion dollars in cash.

The future of Russia’s base(s) in the Latakia-Tartus region has started to be debated.

As can be seen, this new situation of the war in Syria has to be considered in relation with the ongoing war in the world and the war in our region. It is not possible to discuss it in any other way. Therefore, in order to understand the current stage of the war correctly, we need to look at what is happening amidst the dust and smoke.

Let us try.

1

The attack in Syria, which started in Idlib and reached Damascus in a week, cannot be regarded as an attack by HTS, FSA, etc. This is not correct. This is a joint attack by the US-England-Israel and Turkey. These 4 countries are involved in the war, actively on the battlefield. The least apparent power among them is England. England has a “secret love” for war. For individuals, secret love is linked to platonic love, but for England, this secret love is linked to all kinds of deception, all kinds of brutality.

The US has always loved war. It is obvious that this love will only get deeper, and that it is not a fleeting one. This seems to be particularly difficult for the Russian and Chinese leaderships to understand. Russia and China seem to view the changes in the US administration from Biden to Trump as a chance for peace. But this is not the case.

The US has always loved war.

Because the age of monopolies demands this. The so-called capitalist is capital in human form. Capital loves domination, it has to love it. Even for the profits of the weapon monopolies, they love war. But it’s not just that. That is its nature. How many underprivileged people die in war is not and has never been a concern of the imperialists. International law, a law that Russia attaches great importance to, becomes meaningless in the law of war. Ultimately, it should be clear that they will not give up on this war policy.

Especially today, war is seen as the only way out of the crisis, the only way out for the US not to lose its hegemony.

Yes, in the US, different interest groups, different groups of capital have different positions. But this does not make Trump better than Biden, as one might think. One is more fascist than the other, the other one is more fascist than the other. In reality, the fascist state organization that developed in Germany before the Second World War has always existed in all imperialist states since then, at least since the establishment of NATO. The existence of the USSR prevented them from being so reckless, but that is no longer the case, and no imperialist power acts with “humanitarian” values, as Russia and China think. They never did, and they never will.

Yes, in the US, the reason for the beginning of Trump’s administration is the defeat in Ukraine. The USA and NATO are defeated in Ukraine. This defeat necessitates a change in war policies. But this does not imply a period of peace. After all, yesterday they refused to accept their defeat in Syria too. Today they do not want to accept defeat in Ukraine.

But are they completely wrong?

If you take a look at what is going on in Syria, the attitude of not accepting the defeat was “ beneficial”. Today, they seem to have succeeded in reversing the situation in Syria. There is no need to speak prematurely, yes, but this is exactly the case at this stage of the war. We will come back to this point.

When Obama handed the power over, before the Trump era began, they took highly effective measures. This was also recognized at that time. The USA state tradition, the dominance of monopolies, the imperialist hegemony, does not allow for such radical changes. This should not be so difficult to understand. It is normal for an American admirer on the street to get fed up with Biden and have false hopes for Trump’s return. But it is beyond comprehension for Russia and China to be illusioned on this issue.

International capital, the world monopolies and the collective imperialist West as their representative see the way out of the crisis and the continuation of the capitalist system in the colonization of Russia and China. And it is clear that they will do their best for this purpose. This is where they see the way out. Therefore, there may be a change in their war policy, but there can be no change in continuing the war policy. For that, they would need a clear, unambiguous defeat. In our view, this is a wave of socialist revolution.

The USA is telling Russia and China to stand by until January 20th, the day Trump will take office. Trump appears to be sending some “positive” messages. Those who are very keen on these messages may find some hope there. But in the meantime, the USA, through the Biden administration, is stepping up the attacks.

Their first move came from Ukraine. They started using long-range missiles over Ukrainian territory. According to Russia, long-range missiles cannot be launched without the use of the USA, France and Britain, the forces that produced them. In other words, they used them directly. However, Russia and China did not respond to England, the United States and France. It responded with Oreshnik missiles on the territory of Ukraine, where they are located. The Oreshnik missiles must have made NATO and Western imperialism think. But the nuclear missiles did not emerge and, moreover, the war continued on Ukrainian territory. So these missiles did not explode, for example, in the England, or in a USA extension.

One has to imagine that they have carried out other attacks as well. It is unlikely for us to be able to see these attacks in their full dimensions. But for example, if you look at what is going on in South Korea, it is clear that they have other attacks. Even though their coup attempt in South Korea backfired, it was actually part of these preparations for war. It was designed in order to attack North Korea. And of course they will continue to do so.

Trump first addressed Canada, telling them to come and become the 51st state.

Not only that, he addressed Mexico and asked them to become probably the 52nd state as well. Thus, the US is expressing its desire to expand.

Israel, Turkey, South Korea, Ukraine are being deployed as distant satellites, as if they are states of the United States.

And the last attack, of course not the last, but as of now the last attack has been launched in Syria. Syria has fallen in a total of 10 days.

And in Syria, Russia, Iran, indirectly China are among the losing sides. It goes without saying that Assad has lost.

The USA is the winner of the war. Israel, England and Turkey are among the winners at this stage of the war.

2

The USA, which loves war very much, declared victory.

England, which loves war secretly, declared victory, quietly.

Turkey, which is obliged to love war as a hitman, declared victory publicly.

Israel, as the US’s war force in the Middle East, declared victory. Biden, the leader of the former administration, said about a year ago “if we hadn’t established a state of Israel in time, we would have established it today”.

Colani is now in charge of Syria. Yesterday he was a terrorist. Today he is the president of Syria. In Israeli camouflage, he talked about the liberation of Syria. When Israeli forces are moving forward, he remains silent. And of course he is a handy force for the United States.

It can be said that the Kurds have achieved gains. One should not be so sure about this. But it does appear to be the case. In a field without Russia, the Kurds, even if they act on the alignment of the USA and Israel, will not be welcomed as warmly as before. Step by step, they will be demanded to hand over their gains. Of course, they have a power, an organized power, and this is very precious. As much as they have their own power, it is very precious. But it is not an automatic process for today’s gains to be written on the score sheet of future gains. Especially when the relationship with the USA is being developed.

Syria is now a colony.

After Ukraine, the neo-Nazi regime is now in Syria.

The USA, England, Turkey and Israel are the ones who declared victory.

Israel has immediately invaded Syrian territory.

Turkey immediately took action against the Kurds. To a certain extent, for now. It will not be satisfied with Manbij.

According to Russia, there is the Astana process. The Astana formula entrusted the Islamic gangs to Turkey. And now Russia is saying that it was once again deceived by Erdogan. Or so say many analysts. They are not explicitly declaring that the Astana process is dead. And for now their main problem is the bases. Israel is bombing the area where the bases are located. It is also clear that they will launch all kinds of attacks through Ukraine at the same time. After all, there are 45 days until Trump. For 45 days they can attack.

Officially on the other hand, Russia is probably talking indirectly, if not directly, with the United States, but directly with Turkey and Israel, in order to protect its bases in Latakia. Russia is now trying to limit the damage at some point.

Russia is the loser of the war. Even though they say “we backed Assad”, they have actually lost power in the Syrian arena. Now, it is not possible to explain this loss with “Erdoğan’s betrayal”.

Russia, in our opinion, did not make a deal with the USA from the very beginning, that is, before November 27, when the attack began. Because, if Ukraine is what it will get in such a deal, this is a much worse situation. Because the loser in Ukraine is the West, the NATO, the USA. Does taking something in exchange for Ukraine actually imply a worse situation than it seems? It is not possible for us to know this.

But in the current stage of the war, Russia’s bargaining for its bases will extend to Ukraine. Because this is a war that goes beyond Syria. Of course, it is debatable how Russia will respond in the near future. But this discussion does not eliminate the defeat in Syria.

The loser of the war is of course the Syrian people, the Syrian people with all its components. Because the imperialist USA-England, their hitmen Israel and Turkey will never bring about a better result than Assad. Syria is now a colony. The Turkish state, with the hands of its contractor companies, intends to get much more than its share of the Syrian cake. There is no way out for the Syrian people, except for organizing a deep resistance, except for organizing an overt socialist uprising. Such a resistance is very difficult given the shocking developments. It is difficult or very difficult, but it is the only way out. The Kurds will of course stay away from this resistance in order to protect their own position. Because now the Kurds will be faced with the problem of defending themselves against both the forces on the ground and the USA.

Iran is, of course, among the losing powers of the war. And now, because of the situation on the Russian and Chinese front, the war against Iran is even closer. While Syria was still there, it was more difficult to attack Iran. Especially for Turkey to engage in a hot war against Iran in this war was more difficult. But today this became easier. The Turkish state, the Palace Regime, will now engage in war policies more rapidly. Erdoğan’s declaration of victory also means that his fears of Russia have diminished. He himself says that Assad has packed his bags and fled. This is also his preparation. Unlike Assad, Erdoğan is worried about his money. Therefore, today he will attack with all his might, and the pie he is being offered is even more appetizing. This is why the war against Iran is much more pressing, it is in the top priority.

One point must be made here. The Western press, the monopoly media, is shameless, a lie machine, a center for creating darkness. They claim that the leader of a country that has been at war for 12 years left the country with 135 billion dollars. If it consists of $100 bills each, if one $100 bill weighs 1 gram, that means 1 million 350 thousand kilos. I think the volume is even greater in terms of transportation. In terms of Boeing’s cargo planes, that’s 1,700 airplanes. In terms of trucks, that’s 15,000 trucks. Isn’t it a question how this is transported? Moreover, in a country that has been at war for 12 years, in a country under embargo, where will Assad be able to get this money? How long will it take to load this money onto planes or trucks? But how Erdogan will transport his own money is a question. That is why it is rumored that Erdoğan has moved his money to many different countries.

Today it is known that Erdoğan’s statements that he wants to meet with Assad are lies. Erdoğan, who addressed Assad, is now drunken with victory. Not to mention the ceremonies of praying in the Umayyad Mosque.

Back to Iran, although Iran continues to talk about the “resistance front”, the situation seems to have become critical. When Iran was piercing Israel’s iron cage, there was little chance that Israel would attack its nuclear facilities in return. But now this possibility is strong, much stronger.

Certainly, it is not possible to think that Iran will remain silent against these attacks. However, there is also the question of how far China and Russia, who are hesitant to provide economic aid in Syria, will stand up for Iran. Moreover, Iran, with its Islamic regime, is waging a war against its people too. And unless Iran rises up with a socialist revolution, this situation will not change either.

Now, the Western front, the USA, England, NATO will launch new attacks with the help of Israel. In Turkey, neo-Ottomanism will find a boost. Israel is now even more morale boosted. The old and new USA administration’s support for Israel will also increase. In this case, attacks against Iran will increase. Obviously, intervention in the Iraqi arena will also develop for this purpose. Among the Kurds, the Barzanist line or those who pin their hopes on the USA seem to have strengthened their hand. Now, all over the Middle East, the USA will prepare for new moves. And, of course, the target of the war will become even plainer as Iran. The USA will try to redesign all the forces on the ground for the war against Iran.

3

This means that the war has reached a new phase. The war will become even more dimensional.

The Syrian arena will never become peaceful. It is likely that it will take time for a deep resistance to begin in Syria.

A Kurdish structure has already begun to take shape in the PYD region. The only obstacle to the emergence of a structure like the one in Iraq is the Kurdish revolutionary line. But it is clear that those among the Kurds who are linked to the USA, or who pin their hopes on the USA, will become even “stronger”. In spite of everything, the resistance there is different from the one in Iraq in many ways. On the one hand, the massacre policies of the Turkish state will be unleashed at every opportunity, and on the other hand, the USA will continue to appear as a protector. This dual situation represents an extremely challenging period for the Kurdish resistance. The presence of Turkish forces in Syria will increase even more. The aspirations of Damascus becoming a Turkish city will rise to the sky.

Meanwhile, there is also Israel’s dream of Damascus. Consequently, Turkey and Israel have become, and are intended to become, neighbors.

No matter what happens, it is certain that the imperialist West cannot and will not be a friend to any people, and will only think of their own interests. Therefore, neither yesterday nor tomorrow will the USA be a protector for the Kurdish people. If any people in the Middle East, not just the Kurds, are in their present situation, it is already the result of the colonialist policies of the Western powers. This does not prevent any people from fighting the state in the land they live in. But this war, if it is not combined with a clear attitude and war against imperialism, will not and cannot lead to a breakthrough.

Let us not be misunderstood, every Kurdish achievement is important. But is what has been achieved a real achievement? This is the question. Otherwise, the Kurdish people having a state, having their own government is not and cannot be negative for any revolutionist. But this cannot happen with the support of the USA. This must be clear.

The USA and the West want to drag the entire Middle East into chaos. Without this chaos, they cannot establish their new order. For this purpose, of course, they will use every force against each other. Without the common struggle of all peoples against imperialism, no way out is possible. The anti-imperialist struggle of the peoples, no matter how difficult it is in reality, is meaningful within the liberation struggle of the working class in the whole region. Every area in the region is increasingly producing a great objectivity for the struggle of revolutionary socialism. within this objective situation, the most organized forces are the Kurdish revolutionaries. In any case, it is necessary to think of the whole region as the field of revolutionary politics. This necessitates a socialist revolutionary attitude that does not reject national identities but transcends them. A revolutionary line of resistance is necessary that encompasses the entire Middle East, the Balkans and the Caucasus. It is obvious that this is difficult. But there is no other way.

The USA’s BOP project is still in effect. The USA, through Israel and Turkey, wants to take the steps it wants in the Syrian arena. It is evident from the latest war moves that they have come a long way in this regard. It is not for nothing that HTS acted as if it changed its identity in a few days. This change and the takeover of Damascus are two parts of the same process. Today, in the Syrian field, everyone will try to bring down the leaders of the other side. The fact that Israel is immediately trying to destroy the entire infrastructure of the Syrian army is the most concrete proof of this. Their assassination policy in this regard is also known. They will add new ones to their known attacks in order to disable every leadership, every organized force that stands in the way of their goals.

Therefore, it is not correct to declare that the Syrian war has come to an end. The war has, of course, reached a new stage. The old forces of the Syrian state are no longer present. Therefore, the war will continue between the “victorious” forces. It is not even known how many groups there are within HTS alone. The structure in Idlib has now spread over a wider area. It is also unclear how many of these groups are of Syrian origin. These groups are looters, but there is not much left to loot in Syria.

4

At this point, the course of the war around the world becomes important as well. It appears that the war in Ukraine is in another phase. And it is understood that Europe will become more involved in the war. The measures Belarus is trying to take are an indication for this.

At the present stage of the war, the Ukrainian war has reached Russian territory. The continued launching of missiles is proof of this.

And the actions in South Korea indicate that new operations will be launched against China.

Thus, it is not enough to stick to the developments in the Syrian war alone. It is obvious that in the Middle East, the USA front, NATO and the Western front are making progress. And this will have great consequences. But the USA will not only develop the war against Iran in the Middle East, it will also organize the war against China. Certainly, after their victory in Syria, the USA and the Western front have gained much more opportunities to fight against Iran. Israel and Turkey will now be eager to take more effective steps against Iran. Lebanon will be further encircled from every aspect. Russia’s loss in the Syrian theater is a serious loss of position.

In this war, Turkey will act much more comfortably with the USA front. And this war will also have repercussions in the Caucasus.

The war is getting more and more dimensional.

It is certain that there will be more developments in the Middle East during this war process.

It is also definite that we will witness the process of the rising up of the world working class in the midst of this war process. For this reason, it is not enough just to look at the war, to look at the forward or backward developments on the battlefield. Revolutionary socialists have to fix their eyes on the workers’ movement, the struggle against the system, which is developing in the haze of the war.

This is the main agenda of the revolutionary struggle. Stubbornly, patiently, we must devote our revolutionary energy to the organization of the working class. In this dust and smoke, in this river of blood, the red banner of the socialist revolution is rising. Hence, it is necessary to commit to the line of revolution and socialism, to focus on the organization of the revolution energetically.

No matter where in the world, the revolutionary workers’ movement cannot play its role by relying on another force. It is primary for the peoples of the world, for the working class of the world, to organize its own power, to rely on its own actions. This power is the one that will turn the world upside down. All the workers of the world, all the peoples of the world are brothers and sisters. And the revolutionary action of the world working class is both necessary and sufficient to radically change the world.

Çürüme

“Kimse haksız zenginliğini cehenneme taşımaz. Asıl zenginlik erdemdir.” 

Eric-Emmanuel Shmitt

Altı ay kadar önce “Kaçak maden ocağının MHP’li sahibi Afgan işçiye diri diri yaktı” haberini gördüğümde, kendi kendime çürüme dediğimi hatırlıyorum… Maalesef toplum tam bir çürüme, yozlaşma, soysuzlaşma girdabına hapsolmuş durumda… Bu durumdan rahatsız olanlar, olması gerekenler neden tepkisiz, gereğini yapmayı akıl ve cüret etmiyor?

Bu sefil durum, etik değerlere yabancılaşmanın doğrudan sonucu… Etik “sınır” demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Etiğin ahlâka ve yasaya önceliği vardır… Afgan işçiyi yakan kapitalist patron, insan yakmanın yasaya da ahlâka da aykırı olduğunu pekâlâ biliyordu… Öyle bir şeye cüret edebilmesi, sadece etik değere yabancılaşmış olmasıyla açıklanabilir… Zira bu dünyada yapılmaması gereken, yapılmasının düşünülmemesi gereken şeyler olduğunun bilincinde olmak gerekiyor… Aksi hâlde sürdürülebilir bir toplumsal yaşam mümkün değildir…

Yargıçlar, savcılar yasalara uymuyor… Ettikleri yeminin gereğini yapmıyor… Yönetim kademesinde olanlar yasaların gereğini yapmıyor, medya efradı doğrunun-gerçeğin haberini vermiyor… Siyaset erbabının yegâne kaygısı zengin olmak ve bu sefil düzeni “meşrulaştırmak”, kabullendirmek… Boşuna “balık baştan kokar” denmemiştir… Yegâne amacın zengin olmak, daha çoğa sahip olmak olduğu duruma ne denir?.. İyi de zengin olmanın yolu nedir? Zengin olmanın sadece iki yolu vardır: başkasının emeğini sömürmek ya da yaratılmış olanı ve toplumun hizmetine sunulan, sunulması gereken ortak varlığı, “müşterekleri”, herkesin olanı, olması gerekeni çalmak, yağmalamak, talan etmek… Zengin olmanın bir üçüncü yolu yoktur… İnsanlar bu tartışmasız gerçekliğe dair neden kafa yormuyor?.. Ahlâksızlığa, haksızlığa, soysuzlaşmaya, çürümeye tepki göstermeyene ne denir? Bunu yapmayan yanlışa, yalana, kepazeliğe “ortak olmuş” olmuyor mu? Bir adamın küçük bir çocuğu dövdüğünü gördüğünde üç şey yapabilirsin: Çocuğu adamın elinden kurtarmaya çalışmak, çocuğun dövülmesini seyretmek veya adamla bir olup çocuğu dövmek… Haksızlık karşısında tarafsız olmak mümkün değildir. 

Hiçbir insan ne kadar akıllı, becerikli, yetenekli, çalışkan olursa olsun, sadece kendi emeği ve çabasıyla zengin olamaz… Elbette geçimini sağlayabilir, en azından mütevazı bir gelire sahip olabilir ama asla zengin olamaz… Zengin olmak, başkasının emeğini sömürmek veya toplumsal zenginliğe, toplumsal yaşamanın, birlikte yaşamanın vazgeçilmezi olan müşterek’e el koymadan, çalmadan mümkün değildir… İnsanlar ekmek çalanı sorun ediyor da ülkenin varını-yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden büyük hırsızları sorun etmiyor… Zenginlik tabu olduğu için… Şımarık kapitalist Elon Musk’ın 442 milyar dolar serveti var… Bundan büyük skandal olur mu? Bu utanılacak bir durum değil midir? Nasıl oluyor da herkes gibi bir beyni, iki gözü, iki eli, iki kolu olan bu zat 160 ülkenin milli gelirinden fazla servete sahip olabiliyor?.. Bu zat-ı şerif ortalama insandan 442 milyar daha akıllı, yetenekli, becerikli, gayretli, çalışkan olduğu için mi, yoksa “işbitirici” olduğu, ortak zenginliği çaldığı, hortumladığı için mi o skandal servetin sahibi olmuştur… 

Ortalama bir asgarî ücretlinin o kadar servete sahip olması için kaç milyon yıl çalışması gerekir? Bu kepazelik, bu skandal neden ilgi ve kaygı konusu olmuyor, sorun edilmiyor, tartışılmıyor, üstelik şeylerin normal hâli sayılıyor? Daha da ötede büyük hırsızlara gıpta ediliyor, özeniliyor… Bu işte bir yanlışlık yok mu? İnsanlar tartışmasız bir hırsızlık, bir gasp demek olan bu durumu neden sorun etmiyor?.. Maalesef şeylerin normal hâli sayılan şeyler, sorgulanmaktan da muaf oluyor, “toplumsal ayıp” sorun edilmiyor… Bir şarkıcı, bir dizi oyuncusu, bir sinema oyuncusu, bir futbolcu, bir üçkâğıtcı nasıl oluyor da milyonlarca, milyarlarca dolar zenginliğe sahip olabiliyor?.. Onların sıradan insandan onca farkları mı var? Akıllı, yetenekli, çalışkan, becerikli oldukları için mi?.. Yoksa kapitalizm denilen etik değerlere yabancılaşmış bir sosyal sistemde yaşıyor olmaktan mı? 

Söz konusu olan tam bir gasp, hırsızlık ama yasalara uygun… O zaman o yasaları kim yapıyor sorusunun akla gelmesi gerekmez mi?.. Yasaları mülk sahibi sınıfların, büyük hırsızların adamları yapıyor… TBMM’de çoğu müteahhit 200 kadar işbitirici kapitalist var… Onlara “iş insanı” diyorlar… Neymiş efendim, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletinmiş… Öyle olsaydı böyle olur muydu? İnsanlar açlık yoksulluk, sefalet, aşağılanma, gelecek kaygısıyla cebelleşir miydi? Aslında hâkimiyet sayısız kayıt ve şarta bağlanmış olduğu için bu durumdayız… Siyasetçilerin bir kamu hizmetini icra etmeleri gerekmiyor mu? Eğer öyle olsaydı bütçe, hazine ve müşterekler, herkesin olan, olması gereken ortak varlıklar utanmazca talan edilir miydi, yağmalanır mıydı? 

Kapitalizm öncesi dönemin uygarlıklarında, sosyal formasyonlarda aşırılığa ve ölçüsüzlüğe izin verilmiyordu… Aşırılığın ve ölçüsüzlüğün toplumsal dokuyu aşındıracağı bilindiği için… Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir… Her seferinde daha çoğa endekslidir… Varlığını büyümeye borçludur, etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir sistemdir… Şimdilerde yüzleşmekte olduğumuz sosyal kötülükler (açlık, işsizlik, yoksulluk, çaresizlik…), iklim krizi, ekolojik yıkım, canlı türlerinin yok oluşu, dünyanın giderek yaşanamaz bir yer hâline gelmesinin nedeni kapitalizmin bu şeytanî eğiliminin ve dinamiğinin doğrudan sonucudur… 

Ölçüsüzlük ve yıkım kapitalizmin karakteridir… Aynı Yunan mitolojisindeki Kral Erysichton gibi her şeyi kaplayıp, yutuyor. Açlığını bir türlü gideremeyen Erysichton, ortalıkta ne var ne yoksa yiyip yutuyor, geriye bir şey kalmayınca da kendi kendini yiyor! Bu efsane, geride kalan dönemde ölçüsüzlüğün, aşırılığın, doymak bilmezliğin çok bilinen sembollerinden biri olmuştur… Kapitalizm de Kral Erysichton gibi hiçbir sınır tanımıyor, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsıyor, kolonize ediyor… Esasen büyüme veya yok olma ikilemi söz konusuyken, başka türlü olması mümkün değildir…

Artık her şey sarpa sarmışken, tartışmasız bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi ortaya çıkmışken, şeylerin gerçeğine dair kafa yorma, verili ezberlerin ötesine geçme, radikal eleştiriyi içselleştirme zamanı da gelmiş olmalıdır… İdeolojik köleliği aşmak, şeylere, toplumsal olgulara ve süreçlere egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre…

Asıl kölelik ideolojik köleliktir… Sadece gerçek devrimcidir ve gerçek bizi özgürleştirecektir…

Latin Amerika, Afrika ve Türkiye’de sömürgecilik: Kaynakların yağması, halkların direnişi ve doğanın yok edilişi I Süleyman Hacıbektaşoğlu

Giriş

Sömürgecilik, yalnızca tarihsel bir dönemeç olarak değil, kapitalizmin süreklilik arz eden bir boyutu olarak anlaşılmalıdır. Latin Amerika ve Afrika, bu sömürgeci zihniyetin en ağır bedelini ödemiş kıtalardır. Madencilikten petrol ve ormanlara kadar doğal kaynakların acımasızca sömürülmesi, bu coğrafyaların yalnızca zenginliklerini değil, insanlarını ve doğalarını da talan etmiştir. Türkiye, son yıllarda yaşadığı neoliberal dönüşümle bu sürece benzer bir sömürü düzeninin parçası hâline gelmiştir. Bu yazı, kaynakların sömürüsünü, şirketlerin kirli politikalarını ve halkların bu sömürüye karşı verdiği mücadeleleri derinlemesine değil ama incelemeye çalışan bir yazı olarak düşünüldü. Elbette tartışılır bir sürü eksiği olacaktır. Sadece bugün ülkemizde yaşanan doğa, çevre, yaşam alanı yağmasının halkın hiçbir çıkarına olmadığını, sadece şirketlerin kazançlarına kazanç katmaktan başka bir şey olmadığını, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşanmış örneklerle kalemim yettiğince anlatmaya çalıştım. 

1. Latin Amerika: Altın, gümüş ve petrolün kanlı tarihi

Sömürgecilik dönemi ve doğal kaynakların yağmalanması: 15. yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika, altın ve gümüş madenlerinin keşfiyle birlikte kıtada büyük bir ekonomik ve ekolojik yıkım yaşamıştır. Bolivya’da yer alan, And Dağlarının eteklerinde tarihi bir şehir olan Potosí’deki gümüş madenleri, Avrupa’nın kapitalist yükselişinde merkezi bir rol oynarken, bu süreçte milyonlarca yerli halk madenlerde köle olarak çalıştırılmış ve katledilmiştir (Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları).

İspanya: Latin Amerika’daki sömürgeci güçlerden sadece biriydi, ancak en geniş topraklara sahip olanıydı. İspanya’nın yanı sıra, Portekiz de Latin Amerika’da önemli bir sömürgeci güçtü. 1494’teki Tordesillas Antlaşması ile İspanya ve Portekiz, Latin Amerika’yı kendi aralarında böldüler. Bu antlaşmaya göre, Brezilya Portekiz’e, geri kalan büyük bölge ise İspanya’ya bırakıldı.

Bunun yanı sıra, diğer Avrupa devletleri de Latin Amerika’da sömürgecilik yapmaya çalıştı:

Fransa: Haiti, Karayipler ve Guyana gibi bazı bölgelerde koloniler kurdu. Haiti’deki köle ayaklanmaları, 1804’te Haiti’nin bağımsızlığını kazanmasına yol açtı.

İngiltere: Karayipler’de Jamaika, Barbados ve Bahamalar gibi kolonilere sahipti. Aynı zamanda, bugünkü Belize ve Guyana da İngiliz sömürgesi altındaydı.

Hollanda: Surinam ve bazı Karayip adalarında koloniler kurdu. Bu bölgeler özellikle şeker ve diğer tropikal ürünlerin üretimi için kullanıldı.

Sömürgeci devletler, Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını sömürerek kendi ekonomik ve askerî güçlerini artırdılar. İspanya’nın Latin Amerika’daki hâkimiyeti, diğer sömürgeci güçlerle rekabet hâlindeydi, ancak bölgedeki zengin maden kaynakları İspanyol imparatorluğunun güçlenmesine büyük katkı sağladı.

Emperyal rekabet ve kaynak savaşları: Sömürgeci devletlerin Latin Amerika üzerindeki kontrol savaşları, yalnızca madenlerin değil, petrol ve tarım alanlarının da sömürülmesine yol açtı. ABD’nin Monroe Doktrini ile (1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ilan edilen bir dış politika ilkesi) kıtadaki emperyal varlığını pekiştirmesi, 20. yüzyılda şirketlerin gücünü artırdı. Bu doktrin ile ABD, Avrupa’nın Amerika kıtasındaki siyasi işlere müdahale etmemesini ve yeni koloniler kurmamasını talep etmiştir. Monroe, Amerika’nın kendi kıtasındaki bağımsızlık hareketlerini destekleyeceğini vurgulayarak, Avrupa’nın eski sömürge düzenini sürdürmesine karşı çıkmıştır. 

Monreo Doktrini genellikle Amerika’nın Batı Yarımküre’deki etkisini pekiştirme amacıyla, bu kıtayı ABD’nin “arka bahçesi” olarak görme yaklaşımını yansıttığı için böyle tanımlamak en doğru tanım olur sanırım. Bu doktrin, Avrupa müdahalelerine karşı koruma sağlarken, aynı zamanda ABD’nin kendi çıkarlarını önceliklendirdiği bir strateji olarak değerlendirilebilir. Aynı bu bağlamda, ABD’nin kıtadaki siyasi ve ekonomik nüfuzunu genişletme hedefini desteklemiştir.

Özellikle Standard Oil ve United Fruit Company gibi şirketler, Latin Amerika’nın kaynaklarını yağmaladı (Chomsky).

Doğa ve halkların tahribatı: Latin Amerika’nın tropik ormanları, kahve, kakao ve şeker kamışı plantasyonları ile talan edilirken, halklar zorla yerlerinden edildi. Amazon ormanlarının yok edilmesi, kıtanın ekolojik dengesini geri dönülmez şekilde bozdu.

Doğa ve halkların tahribatı, çeşitli sosyal, ekonomik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan karmaşık bir meseledir. Bu tahribat, genellikle şu şekillerde kendini gösterir:

a. Ekolojik tahribat

Sömürgecilik ve sanayileşme: Sömürgeci güçlerin yerel kaynakları sömürmesi, doğal alanların yok olmasına yol açtı. Ormanların kesilmesi, madenlerin çıkarılması ve tarım için arazilerin dönüştürülmesi doğayı büyük ölçüde tahrip etti.

Kirlilik: Sanayileşmenin getirdiği atıkların su, hava ve toprağı kirletmesi, ekosistemlerin bozulmasına neden oldu. Bu durum, biyolojik çeşitliliği tehdit eden ciddi sonuçlar doğurdu.

b. Halkların tahribatı

Kültürel soykırımlar: Yerli halkların kültürel değerleri, gelenekleri ve dilleri, dış müdahalelerle tehdit altına girdi. Sömürgecilik döneminde birçok yerli kültür yok olma tehlikesiyle karşılaştı.

Sosyal ve ekonomik eşitsizlik: Sömürgeci politikalar, yerel halkların ekonomik kaynaklarına el koyarak derin sosyal eşitsizlikler yarattı. Bu durum, yoksulluk, açlık ve sağlık sorunlarını artırdı.

c. Siyasal Tahribat

Siyasi istikrarsızlık: Dış müdahaleler ve sömürge yönetimleri, yerel yönetim yapılarını zayıflattı. Bu, iç çatışmaların, savaşların ve siyasi istikrarsızlıkların artmasına neden oldu.

Toplumsal uyumun bozulması: Farklı etnik gruplar arasındaki gerilimler ve sosyal bölünmeler, yerel halkların dayanışma ve birlikte yaşama kabiliyetini zayıflattı.

d. Doğa ve insan arasındaki denge

Sürdürülebilirlik: Doğal kaynakların aşırı tüketimi, ekosistemlerin bozulmasına ve iklim değişikliğine yol açarak, insan yaşamını tehdit eden sorunlar ortaya çıkardı. Bu durum, toplumların gelecekteki refahını tehdit eden bir unsurdur.

2. Afrika: Elmas, altın ve koltanın gölgesinde bir kıta

Sömürgecilik ve doğal kaynakların sömürülmesi: Afrika kıtası, Avrupalı sömürgeci güçler tarafından özellikle 19. yüzyılda kaynak savaşlarının merkezi hâline geldi. Kongo’da Belçika Kralı II. Leopold’un uyguladığı soykırım politikaları, elmas, altın ve kauçuk gibi kaynakların sömürüsü ile kıtayı derin bir yoksulluğa itti (Hochschild, Kral Leopold’un Hayaleti).

Küresel şirketler ve kaynak yağması: Bağımsızlık dönemlerinden sonra bile Afrika’nın kaynakları küresel şirketler tarafından sömürülmeye devam etti. Özellikle koltan ve diğer nadir mineraller, Batı’nın teknoloji devleri için hayatî önem taşırken, bu kaynakların çıkarılması yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlandı. Kongo’da elmas ve koltan madenciliği, çatışmaları ve insan hakları ihlallerini körükledi (Tüketim Altındaki İnsanlar: Küresel Ekonomide Yeni Kölelik).

Çevresel tahribat ve ekosistemin çöküşü: Sömürgeci devletlerin Afrika’da başlattığı tarımsal monokültür ve maden sömürüsü, kıtanın ekolojik dengesini bozdu. Bugün, Sahra Altı Afrika’da açlık, kuraklık ve ormanların yok edilmesi, geçmişteki sömürgeci politikaların bir devamı olarak görülmelidir.

Afrika’daki çevresel tahribatın etkileri oldukça geniş ve derindir. Başlıca etkileri şunlardır:

a. Ekosistem bozulması: Ormanların kesilmesi, doğal habitatların yok olması ve biyoçeşitliliğin azalması, ekosistem dengelerini bozar. Bu, türlerin yok olmasına ve doğal dengeyi sağlamaya çalışan ekosistemlerin işlevsiz hâle gelmesine yol açar.

b. İklim değişikliği: Ormansızlaşma ve tarım uygulamaları, sera gazı emisyonlarını artırarak iklim değişikliğine katkıda bulunur. Bu durum, kuraklık ve aşırı hava olaylarını tetikleyerek tarımsal üretkenliği olumsuz etkiler.

c. Su kaynakları üzerindeki baskı: Su kirliliği ve iklim değişikliği, içme suyu ve sulama için gerekli olan su kaynaklarının azalmasına neden olur. Bu durum, tarım, sanayi ve insan sağlığı açısından ciddi sorunlar yaratır.

d. Tarım üzerindeki etkiler: Toprak erozyonu ve verimliliğin düşmesi, tarım üretimini olumsuz etkileyerek gıda güvencesizliğine yol açar. Bu durum, kırsal toplulukların geçim kaynaklarını tehdit eder.

e. Göç ve sosyal çatışmalar: Çevresel tahribat, insanların yaşadığı yerlerden göç etmesine ve bu da sosyal gerilimlere yol açar. Kıt kaynaklar üzerinde rekabet, etnik ve sosyal çatışmaları artırabilir.

f. Sağlık sorunları: Kirlilik ve kötü çevresel koşullar, insanların sağlığını olumsuz etkileyerek hastalıkların yayılmasına ve yaşam kalitesinin düşmesine neden olur.

Bu etkiler, Afrika’nın kalkınmasını ve sürdürülebilirliğini ciddi şekilde tehdit ederken, uluslararası iş birliği ve yerel çözümler gerektiren bir aciliyet taşımaktadır.

3. Türkiye: Madenlerin yağmalanması ve ekolojik kriz

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e maden sömürüsü: Türkiye’nin zengin maden yatakları, Osmanlı döneminde yabancı şirketler tarafından işletildi. Cumhuriyet döneminde millileştirme politikaları izlenmeye çalışılsa da, 1980 sonrası neoliberal dönüşümle birlikte madenler özelleştirildi. Son 20 yılda, Türkiye’nin madenleri ve diğer doğal kaynakları hızla ticarileştirildi (Boratav, Türkiye’nin İktisadi Gelişmesi).

Çokuluslu şirketler ve Türkiye’nin altın yatırımları: Kaz Dağları’nda Alamos Gold gibi uluslararası şirketler, altın madenciliği adı altında ekosistemleri yok etti. Bu süreç, Latin Amerika ve Afrika’da görülen şirket sömürüsüne benzer bir model izlemekte. Madencilik faaliyetleri, yerel halkın yaşam alanlarını yok ederken, su kaynakları ve tarım alanları kirletildi.

Ekosistemin çöküşü ve halk direnişleri: Latin Amerika’da olduğu gibi, Türkiye’de de halk madencilik faaliyetlerine karşı direnişe geçti. Kaz Dağları, Cerattepe ve diğer bölgelerde, halk doğa talanına karşı mücadele ediyor. Bu süreçte, neoliberal politikalarla halkın talepleri görmezden gelinirken, çokuluslu şirketler büyük kâr elde etti (Öztürk, Ekonomi ve Doğa).

4. Sömürgeci şirketler ve halkların mücadelesi

Küresel şirketlerin kirli yüzü: BP, Shell, Rio Tinto, Alamos Gold gibi dev maden ve enerji şirketleri, yalnızca Latin Amerika ve Afrika’da değil, Türkiye’de de doğal kaynakları yağmalayan politikalarıyla öne çıkıyor. Bu şirketler, halkların topraklarını zorla ellerinden alıyor, ekolojik dengeleri bozuyor ve yoksulluğu derinleştiriyor 

Türkiye’nin son 20 yılda yaşadığı HES (hidroelektrik santral) ve madencilik projeleri, Latin Amerika’nın sömürgecilik dönemindeki doğal kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasını hatırlatan bir yapıya sahiptir. Bu modern dönemde “neo-sömürgecilik” olarak adlandırılan süreçte, Türkiye’de hem HES projeleri hem de altın madenciliği gibi faaliyetler doğrudan çokuluslu şirketlerin ve yerel işbirlikçilerin çıkarına hizmet eden politikalar çerçevesinde şekillenmektedir.

HES projeleri ve nehirlerin sömürüsü

HES projeleri, Türkiye’nin özellikle Karadeniz bölgesinde birçok nehrin doğal akışını engelleyerek hem çevresel tahribata hem de yerel halkın tarımsal ve balıkçılık gibi geleneksel ekonomik faaliyetlerinin sonlanmasına neden oldu. Bu, tıpkı Latin Amerika’daki büyük tarım arazilerinin sömürgeci güçler tarafından kontrol altına alınarak yerel halkın kendi topraklarında işsiz ve yoksul kalmasına yol açması gibi bir etkiye sahip. Latin Amerika’da yerli halkların su kaynakları üzerindeki kontrolü ellerinden alınırken, Türkiye’de de yerel halkın suya erişimi kısıtlanmakta ve nehirler özel şirketlerin insafına bırakılmaktadır.

Madencilik faaliyetleri ve altın çıkartma

Altın madenciliği, hem Latin Amerika hem de Türkiye’de büyük çevresel yıkıma neden olan faaliyetlerden biridir. Latin Amerika’da Potosí gibi madenlerden çıkarılan gümüş ve altın, yerli halkların emeği ile Avrupa’ya taşınırken, bölge hem ekolojik yıkıma uğradı hem de yerel halklar köleleştirildi.

Türkiye’de özellikle Kaz Dağları, Artvin, Fatsa gibi bölgelerde altın madenciliği, çevresel yıkıma yol açarken yerel halkın tarım ve hayvancılık faaliyetleri zarar gördü. Bu süreç, Türkiye’de de çoğunlukla yabancı şirketler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından yönetiliyor.

Altın çıkarma sürecinde kullanılan siyanürle altın ayrıştırma yöntemi, hem su kaynaklarını kirletiyor hem de doğanın tahribatını hızlandırıyor. Bu durum, Latin Amerika’daki sömürgeci madencilik faaliyetlerinin modern bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Üstelik bu faaliyetler sonucunda elde edilen zenginlik, büyük ölçüde yerel halkın refahına katkıda bulunmuyor; aksine, kaynaklar yabancı sermaye ve az sayıdaki yerli işbirlikçi arasında paylaşılıyor.

Tarımın yok edilmesi ve çiftçiliğin bitirilmesi tehdidi

Özellikle aile tarımı, büyük bir tehditle karşı karşıya. Madencilik projeleri ve bu projelerin beraberinde getirdiği ekolojik yıkım, küçük üreticiler ve köylüler üzerinde büyük baskı oluşturuyor. Tarımın verimliliği ve sürdürülebilirliği, toprağın değer görmediği ve ürünlerin para etmediği bir ortamda giderek düşüyor. Bu durum, köylüleri ve çiftçileri topraklarını terk etmeye zorluyor, çünkü ürettikleri ürünlerin maliyeti bile karşılanmıyor. Böylece, endüstriyel tarımın önü açılıyor ve büyük şirketler, doğanın ve küçük üreticilerin yaşam alanlarını gasbederek tarımın kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor.

Madencilik faaliyetlerinde kullanılan siyanür ve diğer kimyasallar, suyu, havayı ve toprağı zehirleyerek geri dönülmez bir ekolojik yıkıma neden oluyor. Bu kimyasallar yalnızca tarımsal verimliliği düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda tarıma elverişli toprakları tamamen kullanılmaz hâle getiriyor. Kirletilen su kaynakları, tarımın sürdürülebilirliğini tehdit ederken, toprağın doğal döngüsünü bozarak küçük üreticilerin elindeki sınırlı kaynakları yok ediyor. Sonuç olarak, tarım ürünleri azalıyor ve kırsal bölgelerdeki ekonomik denge bozuluyor.

Tarımın yok edilmesi, sadece köylülerin ve küçük üreticilerin geçim kaynaklarını kaybetmesi anlamına gelmez; aynı zamanda gıda güvenliğinin tehlikeye girmesi demektir. Suların ve toprağın kirlenmesi, ekosistemlerin çöküşüne yol açarken, tarımsal üretimin azalması gıda krizine zemin hazırlar. Bu kriz, sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de gıdaya erişimini zorlaştıracak bir boyut kazanabilir. Küresel gıda krizinin doğurduğu sonuçlar, özellikle yoksul ülkeler ve toplumlar üzerinde büyük bir yıkım yaratacaktır.

Bu noktada, tarımda verimliliğin düşmesi ve doğal kaynakların kirletilmesi, endüstriyel tarımın güçlenmesini hızlandırıyor. Şirketlerin egemenliğinde yürütülen bu tür tarım modelleri, doğayı tahrip etmekle kalmaz, aynı zamanda küçük üreticiyi tamamen devre dışı bırakarak gıdanın tekelleşmesine yol açar. Böyle bir senaryoda, tarım artık toplumun bir parçası olmaktan çıkar, kâr amacı güden şirketlerin elinde bir metaya dönüşür. Gıdaya erişim, doğrudan bu şirketlerin politikalarına ve kâr beklentilerine bağlı hâle gelir.

Bu noktada çözüm, agroekolojik tarım modellerine geçişle mümkündür. Agroekoloji, toprağı, suyu ve doğayı koruyan, küçük üreticilerin haklarını savunan, sürdürülebilir ve doğayla uyumlu bir tarım yöntemidir. Bu model, üreticilerin doğayla birlikte çalışarak verimliliği artırmasına ve ekosistemi korumasına olanak tanır. Ayrıca, agroekolojik tarım, küçük üreticilerin bağımsızlığını korur ve gıdanın şirketler tarafından tekelleştirilmesini engeller. Bu nedenle, tarımın şirketlerin elinden alınıp yerel ve sürdürülebilir agroekolojik yöntemlerle organize edilmesi, gıda güvenliği ve toplumsal adalet açısından hayatî önem taşır.

Sömürge madenciliği, yalnızca doğayı yok etmekle kalmaz, aynı zamanda tarımın sürdürülebilirliğini de tehdit eder. Bu nedenle, madenciliğin ekolojik tahribatını durdurmak ve gıda güvenliğini korumak için topyekûn bir mücadele gereklidir. Gıdaya erişim ve doğal kaynakların korunması, bugün ve gelecekte yaşamı sürdürmenin en temel koşullarından biridir. Bu mücadele, hem ekolojik yıkımı durdurmak hem de tarımı yeniden küçük üreticilerin eline teslim etmek için hayatî bir sorumluluktur.

Aynı sorun Brezilya’da yaşandı ve topraksız kalan köylüler Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketlerinden birini örgütlemek zorunda kaldılar. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra – MST), Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketlerinden biridir. 1984 yılında kurulan MST, Brezilya’da topraksız ya da yeterince toprağa sahip olmayan köylülerin toprağa erişimini sağlamak, tarımsal reformları teşvik etmek ve yoksul halkın yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla faaliyet göstermektedir.

MST, Brezilya’da büyük toprak sahiplerinin elindeki geniş ve işlenmeyen arazilerin işgal edilmesi ve bu arazilerin tarımsal üretim için kooperatifler yoluyla kullanılması yönünde organize eylemler düzenlemiştir. Bu işgal eylemleri sırasında MST, “toprak herkesindir” ilkesini benimseyerek, tarım reformlarının yavaş ilerlediği bir ülkede köylülerin kendi kaderlerini ellerine almalarını savunmuştur.

Hareket sadece toprağa erişimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda eğitim, sağlık hizmetleri, çevre koruma ve yerel ekonomi gibi alanlarda da dayanışma ekonomisini ve sürdürülebilir tarımı teşvik etmiştir. MST’nin tarımsal reform vizyonu, agroekoloji ve çevre dostu tarım uygulamaları ile birleşmiş, kapitalist tarım sistemine karşı alternatif bir model sunmuştur.

Topraksız Köylü Hareketi, Brezilya’nın sosyal adalet ve tarım politikalarının şekillenmesinde kritik bir rol oynamış, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışma kazanmıştır. Ancak, bu eylemler hükümet ve büyük toprak sahipleri tarafından şiddetle karşılanmış, birçok kez polis baskısıyla çatışmalar yaşanmıştır. MST, tüm bu baskılara rağmen, Brezilya’daki sınıfsal eşitsizliğe karşı direnişin önemli bir sembolü hâline gelmiştir.

Yarın böyle bir durumda olmamak için bugün var olan politikalara karşı durmalıyız. Köylülere başlarına gelebilecekleri bu örneklerle anlatmak zorundayız.

Halkların direniş tarihi: Latin Amerika’da Zapatistalar, Küba Devrimi ve Venezuela’daki sosyalist hükümetler, Afrika’da ANC ve Türkiye’de ekoloji hareketleri, küresel kapitalizme ve sömürgeci politikalara karşı mücadele ediyor. Bu direnişler, doğrudan yerel halkların kendi kaderini tayin etme hakkını savunuyor ve kapitalist şirketlerin sömürüsüne karşı çıkıyor.

5. Sömürgecilik ve madencilik: Ortak bir kader

Doğanın yağması ve halkların yoksullaştırılması: Hem Latin Amerika hem Afrika hem de Türkiye, kaynaklarının dış güçler tarafından yağmalandığı, halklarının fakirleştirildiği bir sömürü düzeninin içine çekildi. Kapitalizmin sürdürülebilir kılmaya çalıştığı bu düzen, yerel halklara hiçbir refah getirmezken, ekosistemleri yok ediyor.

Doğal kaynakların kontrolü ve neo-sömürgecilik

Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz sömürgeciliği, kıtanın maden ve tarımsal zenginliklerinin Avrupalı güçler tarafından sömürülmesi üzerine kurulmuştu. Altın, gümüş ve diğer değerli madenler, bölgedeki yerli halkların emeği ile Avrupa’ya taşınırken, sömürgeci güçler büyük bir zenginlik elde etti. Bu süreçte yerel halklar, topraklarından sürülüp köleleştirildi ve toplumsal yapıları dağıtıldı.

Benzer bir yapıyı Türkiye’de son yıllarda HES ve madencilik faaliyetlerinde görmek mümkündür. Türkiye’deki HES ve madencilik projeleri, büyük ölçüde çevreye zarar verirken yerel toplulukları yerinden ediyor ve tarımsal üretime zarar veriyor. Latin Amerika’daki gibi, bu süreç çoğunlukla yabancı sermaye veya yerel işbirlikçilerin çıkarları doğrultusunda yürütülüyor.

Tarımı terk eden çiftçilerin şehirlere yığılması ve sosyal yıkıntı

Tarımı terk eden çiftçiler, kırsal alanda geçimlerini sağlayamaz hâle geldiklerinde, umutlarını şehirlerde iş bulmaya bağlarlar. Ancak şehirler, tarımın yok edilmesi ve kırsal nüfusun göçüyle birlikte ciddi bir sosyal ve ekonomik yükle karşı karşıya kalır. Şehirlere yığılan bu insanlar, var olan işsizlik sorununu derinleştirerek yeni bir işsizler ordusu yaratır. Üretimden koparılan bu kitleler, sadece emeği ile geçinmek zorundadır, ancak iş bulmaları da büyük bir soruna dönüşür. Tarımın yok olmasıyla birlikte toplumsal yapıda oluşan bu çöküş, sosyal sorunları daha da derinleştirir.

Şehirlere göç eden çiftçiler, emek piyasasında kendilerine yer bulmakta zorlanır. Yetersiz eğitim, sınırlı beceriler ve zaten işsizlikle boğuşan kent ekonomisi, bu kitlelerin ekonomik ve sosyal olarak dışlanmasına neden olur. Büyük sermaye, bu durumdan çıkar sağlamanın yollarını arar. Sermayenin bu insanlar için planı, daha düşük ücretlerle kölelik koşullarında çalıştırmak ve insanları daha da sömürmekten ibarettir. Çiftçilerin şehirlerde işsizler ordusuna katılması, sadece bireysel geçim sorunu yaratmaz, aynı zamanda sosyal adaletsizliği ve yoksulluğu derinleştirir.

Bu toplumsal yıkımın doğuracağı en büyük tehlike, sosyal huzursuzluğun artmasıdır. İşsiz kalan insanlar, gelir elde edemedikleri için temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle gelirler. Barınma, gıda, sağlık gibi en temel haklardan yoksun bırakılan bu kitleler, toplumun alt sınıflarında derin bir yoksulluk ve çaresizlikle baş başa kalır. Bu durum, sadece ekonomik sorunlar yaratmakla kalmaz, aynı zamanda psikolojik, toplumsal ve politik istikrarsızlıklar da ortaya çıkarır. 

Şehirlere göç eden bu insanlar neyle beslenecek, nasıl barınacak, nasıl insanca bir yaşam sürecekler? Sermaye bu sorulara insanî bir çözüm sunmak yerine, kâr hırsıyla insanları sömürmeye devam edecektir. İşte bunun şehirlerde ve tüm ülkede politik karşılığını da yaratmak zorundayız. Eğer bu becerilemezse ağır kölelik şartlarını derin sömürüsü altında eziliriz.

Bu insanlar için insanca bir yaşam sürmenin en temel yolu, ekonomik bağımsızlık ve sosyal adalettir. Ancak sermaye bu insanları kendi çıkarlarına uygun kölelik koşullarında çalıştırmak istiyor. Dolayısıyla devlet ve toplum, işsizliği ortadan kaldırmaya yönelik kapsamlı politikalar geliştirmeli ve insanların tarıma geri dönmesini teşvik etmelidir. 

Tarımın yeniden canlandırılması, sadece ekonomik dengeyi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kırsal kalkınmayı da destekler. Bu noktada devlet, küçük üreticilere destek vermeli, tarımda teknolojik ve ekolojik dönüşüm sağlayarak insanların kendi topraklarında üretim yapmalarını teşvik etmelidir. Bu bizim temennimiz tabii. Şirketlerin temennisi elbette bu değil. Bu temenninin gerçekleşmesi ne kadar örgütlü olduğumuza bağlı. 

Ayrıca şehirlerde iş bulamayan insanların sosyal güvenlik ağına dâhil edilmesi zorunludur. İşsizlikle baş edebilmek için devletin kapsamlı sosyal yardımlar sunması, yeni iş alanları yaratması ve ekonomik kalkınmayı desteklemesi gerekir. Aynı zamanda, işsizliği azaltmak için eğitim ve meslekî becerilerin artırılması, yeni nesil tarım ve sanayi projeleriyle iş imkânlarının genişletilmesi gereklidir. Bunun yanında, temel bir yurttaşlık hakkı olarak herkesin gıdaya, barınmaya ve sağlık hizmetlerine erişimi sağlanmalıdır.

Sonuç olarak, tarımı terk eden çiftçilerin şehirlerde işsizler ordusuna katılması, toplumsal bir çöküşün habercisidir. Sermayenin sunduğu sömürü düzenine karşı, insanca yaşam koşullarının oluşturulması, ekonomik kalkınma ve sosyal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. İnsanların doğayla uyumlu, sürdürülebilir tarımsal üretime geri dönmeleri teşvik edilmeli, şehirlerde işsiz kalan kitleler için ise sosyal güvenlik sistemleri güçlendirilmelidir. Bu mücadele, sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal bir sorumluluktur. Bir örgütlenme sorunudur.

Kapitalizme ve şirketlere karşı ortak mücadele: Bu coğrafyalar, doğanın talanına ve kaynakların sömürüsüne karşı ortak bir kaderi paylaşıyor. Halklar, ulusal bağımsızlık hareketlerinden ekolojik direnişlere kadar çeşitli yollarla sömürgeci ve kapitalist politikalara karşı durmaya çalışıyor.

Kapitalizm, insanların yaşamını kontrol eden ve sömüren bir sistemdir. Bu sistem, büyük şirketlerin ve sermaye sahiplerinin çıkarlarını öncelikli hâle getirirken, emeği ile geçinenlerin haklarını ihlal eder. Bugün, kapitalizmin dayattığı yaşam koşulları, işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik mücadelesini zorunlu kılmaktadır. Ortak direnç, yalnızca bireysel mücadelelerin ötesine geçerek, sınıf bilincini ve dayanışmayı artırabilir.

Sınıf mücadelesi, tarih boyunca işçi hareketleri ve toplumsal direnişlerle şekillenmiştir. Fabrikalar, madenler ve tarım alanları, emekçilerin bir araya gelip seslerini yükseltmelerine olanak tanır. İşçi sınıfı, yalnızca ekonomik haklar için değil, aynı zamanda sosyal ve politik adalet için de mücadele etmelidir. Bugün, bu mücadele, sermaye sahiplerinin insafına bırakılan yaşam alanları ve doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Şirketler, kâr amacı güderken, çevreyi ve insan sağlığını hiçe saymakta, yerel halkın yaşamını tehdit etmektedir. Doğanın talanı, ekosistemlerin yok olması ve işçi sağlığı sorunları, bu sömürücü düzenin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu nedenle, emekçiler, çevre aktivistleri ve toplumsal hareketler, birlikte hareket ederek, hem insan hem de doğa için bir direniş oluşturmalıdır.

Küreselleşen dünyada, halkların direnişi, yerel mücadeleleri uluslararası boyutta birleştirebilir. Çeşitli ülkelerdeki işçi sendikaları ve toplumsal hareketler, dayanışma içinde bir araya gelerek, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklere karşı ortak bir ses oluşturabilir. Bu dayanışma, hem yerel hem de global ölçekte etkili değişimlerin yolunu açacaktır.

Sonuç

Sömürgecilik, sadece geçmişin bir kalıntısı değil, kapitalizmin bugünkü işleyişinde merkezî bir yere sahiptir. Latin Amerika ve Afrika, doğal kaynaklarının yağmalanması ve halklarının sömürülmesiyle büyük bir yıkıma uğradı. Bugün Türkiye’de yaşanan maden sömürüsü, bu küresel kapitalist düzenin bir parçasıdır. Halkların bu talana karşı verdiği mücadeleler, bu sömürü düzenini altüst edebilecek potansiyele sahiptir. Bu yazıda ele aldığımız gibi, küresel şirketler ve onların yerel işbirlikçileri, ekosistemleri ve insan hayatını tehdit eden politikalarına devam ederken, bu talanın son bulması için halkların kapitalizme karşı örgütlenmesi şarttır.

Sonuç olarak, kapitalizme ve büyük şirketlere karşı mücadele, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda insan onuru ve doğal dengenin korunması için bir gerekliliktir. Sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi, toplumsal eşitlik ve adalet arayışında hayatî öneme sahiptir. Halkların ortak direnişi, geleceği şekillendirecek olan bu mücadelenin merkezinde yer almalıdır.

22.09.2024

Kaynakça:

Galeano, Eduardo. Latin Amerika’nın Kesik Damarları.

Hochschild, Adam. Kral Leopold’un Hayaleti. 

Chomsky, Noam. Hegemonya veya Hayatta Kalma: Amerika’nın Küresel Egemenlik Arayışı.

Bales, Kevin. Tüketim Altındaki İnsanlar: Küresel Ekonomide Yeni Kölelik.

Ahmet Öztürk. Ekonomi ve Doğa: Neoliberalizm ve Ekolojik Kriz.

Boratav, Korkut. Türkiye’nin İktisadi Gelişmesi: Tarihsel Bir Yaklaşım.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...