Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Kayyum Bakan zor durumda

2023 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası kurulan kabinede seçimin galibi olan şahsın pek de içine sinmeden göreve getirdiği biri idi “Hazine ve Maliye Bakanı” pek de içine sinmeden göreve getirmiş daha doğru bir ifade ile göreve getirmek zorunda kalmıştı. Bahse konu şahıs cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan şahsın tercihi değil, küresel finans sisteminin dayatması sonucu atanmıştı o göreve. Bu nedenle kendisine “Kayyum Bakan” yakıştırmasını yapmıştım daha göreve geldiği gün itibarı ile.

Neden böyle olmuştu? Hatırlayalım.

Dinsel referanslar gerekçe gösterilerek politika faizleri düşürülmüş, kolay elde edilebilen TL sayesinde harcamalar artmış ancak TL cinsinden tasarruf yapılma olanağı nerede ise ortadan kalkmıştı bu politikanın bir sonucu olarak. Bunun karşılığında da yabancı paraya rağbet artmış ve TL yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybetmeye başlamıştı. Enflasyon %65’ler seviyesinde seyretmekte, tasarruf edecek parası olan da ucuz kredi elde edip bir miktar para bulan da yabancı paranın peşinde koşmaya başlamıştı.

Bu durumda yabancı para bulmak zorlaştı. Ülkedeki enflasyonist ortam ve güven vermeyen ekonomik iklim de yabancı yatırımcıyı tedirgin etmişti. Bu ortamda ülkeye para girmesi de zorlaştı. Ekonominin çarklarının yavaş da olsa dönmesi için gereken para bulunamayınca, işler iyice sarpa sarmış memleket eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in ifadesi ile “yetmiş sente muhtaç” duruma gelmişti. Böyle bir durumda siyasi iktidar değişir normal koşullarda. Muhtemelen burada da öyle olacaktı. Ancak siyasi iktidarın başında olan kişi küresel sistem için son derece kullanışlı biri idi ve iktidarda kalabilmek uğruna her türlü tavizi vermeye hazırdı. Onun bu özellikleri nedeni ile kendisine şartlı destek sunuldu küresel finans sisteminin aktörleri tarafından. İktidara gelse bile ekonomi yönetimine karışmayacak, ekonomi küresel sistemin atayacağı şahıs tarafından yönetilecekti. Pazarlıklar yapıldı ve uzlaşma sağlandı. Böylece iktidarın başında olan şahsın 2018 yılında ağza gelmeyecek hakaretlerle partisinden ve hükûmetten kovduğu Mehmet Şimşek ekonominin patronu oldu. Burada hemen şu hususa değinelim, seçim sonuçlarını etkileyen tek faktör bu değildi kuşkusuz. Pek çok dinamik devreye girmiş ve bu sonuç ortaya çıkmıştı. Ancak gerçekleşmesinin üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçtikten sonra 2023 seçim sonuçlarını analiz etmek değil bu yazının amacı. Küresel sistemin aktörleri tarafından ekonomi yönetiminin patronu olarak atanan şahsın izlediği politikaların sonucunu irdelemek amacım. Dolayısı ile seçim tartışmasını burada kesiyorum.

Kayyum Bakan’ın politikasını aşağıdaki gibi formüle edebiliriz:

  • Yüksek faiz
  • Değerli TL
  • Ülke içinde dünya piyasalarındaki değerinin altında kalacak yabancı para.

Bu politikanın başarıya ulaşabilmesi için faizler hızla yükseltildi, TL mevduata verilen faiz enflasyon oranının hayli üzerinde belirlenerek TL mevduatın reel getiri elde etmesi sağlandı. Yabancı para baskılandı. Ülkeye giren yabancı paranın TL’ye çevrilmesi teşvik edildi. Bu suretle ülkeye gelen yabancı para TL’ye çevriliyor, mevduata verilen yüksek faiz nedeni ile hatırı sayılır bir para kazanıyordu. Yatırımcı parasını alıp ülkeden çıkmak istediğinde ise yabancı paranın ülkedeki değeri düşük olduğu için ülkeye soktuğu paradan daha büyük bir tutarı elde edip çıkıyordu. Konu ile ilgili olarak daha önce değişik vesilelerle hesaplamalar yapmış olduğum için burada tekrar aynı hesaba girmeyeceğim. Ancak şu kadarını belirtmekle yetineyim: TL mevduata verilen faizin getirisi ve dünya piyasalarında yabancı paranın elde ettiği kazanç arasında öyle bir denge kurulmuştu ki yabancı yatırımcı parasını bizim memlekette değerlendirdiği takdirde dünyanın herhangi bir yerinde elde ettiği gelirin iki katını elde edecekti. TCMB politika faizi gerek FED’in gerekse dünyanın diğer önemli merkez bankalarının belirledikleri faiz oranlarına göre ayarlanıyor ve bu iki kat kazancın korunmasına özen gösteriliyordu. Hâlen aynı durum devam etmekte.

Bu politikanın uluslararası finans çevrelerinde güven uyandırabilmesi için bir dizi yurtdışı seyahat ve görüşme gerçekleştirdi Kayyum Bakan. Bahse konu çevreleri ikna edebildiği ölçüde yabancı para geldi ülkeye ve döviz darboğazı kısmen aşıldı. Hattâ Merkez Bankasında bir miktar döviz birikimi bile gerçekleşti. Ne var ki 19 Mart operasyonları sürecinde yükselme eğilimi gösteren yabancı para değerlerini sabit tutabilmek için yapılan harcamalar nedeni ile bu rezervler eriyip gitti bir çırpıda. İçinde bulunduğumuz koşullarda bu politikanın devam etmesi ve ülkeye giren yabancı paranın burada dünya piyasalarında elde ettiğinden daha fazla kazanması gerekmekte. Lakin bu durum sürdürülebilir olma özelliğini yitirmekte gün be gün. Nedeni açık, ülkeye giren her yabancı para çıkarken çok daha fazlasını götürmekte, aradaki farkı kapatabilecek bir üretim ve gelir artışı da yok ortada.[1] Bu durumda farkın ödenebilmesi için gelir kaynağı yaratmak gerek. Bu gelir kaynağı üretim artışı ile sağlanamazsa vergi gelirlerinin arttırılmasına başvurulur. Kayyum Bakan da böyle yaptı. Tabii bunu yaparken ülkede faaliyet gösteren sermaye gruplarının kazançlarına dokunmamak için gelir vergisi ve kurumlar vergisi oranlarına dokunmadan dolaylı vergilere yüklendi ve son derece adaletsiz bir vergi tahsilat yöntemi olan dolaylı vergi tahsilatı ülkede tavsan yaptı. Bu durum hâlen devam etmekte ve meclise sunulan yeni vergi paketi ile birlikte amiyane tabirle “Deli Dumrul” vergileri yasası meclisten geçmek üzere. Halk yığınlarının üzerindeki vergi yükünün her gün biraz daha artması izlenmekte olan sıkı para politikası ve ücretlerin baskılanması ile birleşince ücret geliri elde edenlerin yaşamlarını sürdürmeleri giderek zorlaştı. Ödenemeyen faturalar, kredi kartı kullanımı, ihtiyaç kredisi talepleri önemli boyutlarda arttı, daha da vahimi kredi katları ve ihtiyaç kredilerinin geri dönüşleri gerçekleşmemeye başladı, bankaların riski arttı, icra dosyaları patladı. Yakın gelecekte bu durum daha da vahim bir hâl alacak.

İşin sermaye çevrelerinde de rahatsızlık yarattığı kesimler var. Özellikle faaliyetlerini sürdürebilmek için yabancı paraya pek gereksinimi olmayan ancak üretimini arttırarak devam edebilmek için ucuz kredi arayan Anadolu sermayesi (mobilya üreticileri, dâhili ticaret erbabı vb.) bu gelişmelerden olumsuz etkilendi. Kredi bulamıyorlar ya da buldukları kredi ile gerçekleştirdikleri üretim pahalıya mal oluyor, bu kez de pazar bulamıyorlar. Bahse konu çevrelerin nerede ise tamamı siyasi iktidar yanlısı. İktidar partisinde önemli bir ağırlıkları var. Dolayısı ile önce yavaş yavaş ancak zamanla giderek yükselen bir sesle itirazlarını dile getirmeye başladılar. İktidar yanlısı “Yeni Şafak” adlı gazetede hâlihazır ekonomi yönetimini hedef alan yazı ve haberler aracılığı ile itirazlarını tüm kamuoyuna açıkladılar adeta. Bu durum iktidar partisinin de ekonomi yönetiminin de başını ağrıtacak gibi görülüyor.

İşin daha da zorlayıcı boyutu artık ihracatçı sermaye şirketlerinin de ihracat yapan sanayicilerin de bu durumdan rahatsız olmaları. Şöyle ki: Ülkede mevcut enflasyonist ortam nedeni ile gerçekleştirdikleri ürün ve hizmetleri eskiye göre daha pahalıya elde ediyorlar (Ücretlerin baskı altına alınmasına rağmen enflasyonun düşmemesi ücret artışlarının enflasyonu tetiklediği iddiasını da boşa çıkarmış oluyor böylece).

Öte yandan dünyadaki rekabet ortamı ve bahse konu işletmelerin gerçekleştirdikleri ürünlerin yüksek teknoloji ürünü olmaması gibi nedenlerle bu şirketlerin dışsatım gelirleri yabancı para cinsinden düşüş göstermekte. Buna bir de elde ettikleri yabancı parayı Türk Lirası’na çevirirken yabancı parayı düşük değerden bozdurmaları eklenince kazançları giderek düşüyor, üretim ve ihracat yapmak cazibesini yitiriyor.[2] Parayı bankada tutup faiz geliri elde etmek daha cazip oluyor bu kesim için.

Düşen üretim bir sonraki aşamada işçi çıkarmaları getirecek doğal olarak.

Görüldüğü gibi halk yığınları mutsuz, Anadolu sermayesi mutsuz, ihracat yapan şirketler mutsuz. Sadece devletten ihale alma ayrıcalığına sahip inşaat şirketleri ile küresel finans sisteminin spekülatörleri mutlu bu gidişten. Tabii bir de günden güne artan dış borç yükü de bu tablonun mütemmimi.

Bu durum ne kadar sürdürülebilir? Bilinmez.

Ancak şurası belli:

Kayyum Bakan zor durumda.

İçine düştüğü açmazdan kurtulabilmesi de hayli zor bana kalırsa.

[1] Ülkeye giren yabancı para hiçbir şekilde üretim amaçlı kalıcı yatırıma yönelik değil. Bir başka anlatımla, ülkeye giren yabancı para, üretime yönelik bir yatırım amacı taşımıyor sadece spekülatif kazanç peşinde koşan bir para girişi söz konusu.

[2] Üretim ve ihracat yapan kuruluşlar faaliyetlerinin devamı için elde ettikleri kazancı dolaşıma sokmak zorundalar. Böyle olunca banka faizinin yarattığı gelire ulaşamıyorlar. Üretim sonucu elde ettikleri kazanç banka faiz gelirine göre daha düşük olunca üretim yapmak ve üretimin gerektirdiği risklere katlanmak cazibesini yitiriyor. Bu durum da kuruluşların üretimden uzaklaşmaları sonucunu yaratıyor.

Kadınların sosyalizmi: Ekim Devrimi ve kadınlar*

“Kadınların kamu hizmetine, milislere, siyasi hayata çekilmediği, budalalaştırıcı ev ve mutfak ortamlarından kopartılmadığı sürece, gerçek özgürlüğü garanti altına almak, bırakın sosyalizmi, demokrasiyi bile inşa etmek imkânsız olacak.”[2]

Şuna sanırım kimse itiraz etmeyecektir: 19. yüzyılda kadınların (binlerce yıllık esaret zincirinden) topyekûn kurtuluşuna ilişkin en net ve kapsamlı yaklaşım, Marx ile Engels’ten gelmişti.

Başlangıç: Marx ve Engels’in gösterdiği yol

Kısaca hatırlayalım: 19. yüzyıl başlarında üretimde buhar gücüyle çalışan makinelerin devreye girmesiyle birlikte üretim faaliyetleri hemen tümüyle hane dışına (atölye ve fabrikalar) taşınmasının yanı sıra, kadınların (ve de çocukların) ilk kez yığınsal olarak hane dışı üretime katılmasının da önü açılmıştı. İnce ve esnek parmakların dokuma makinelerindeki mahareti, uysallıkları, daha düşük ücretlere ve daha uzun çalışma saatlerine razı oluşları… özetle emeklerini daha yoğun bir sömürüye tâbi kılmaları, patronların yığınsal olarak kadın (ve çocuk) işçi çalıştırmayı yeğlemelerine neden oluyordu.

Marx ile Engels, çeşitli yapıtlarında kadın ve çocuk emeği üzerindeki yoğun sömürüyü sert bir dille eleştirirken, kimi sol çağdaşları (örneğin Pierre Joseph Proudhon) gibi kadınların çalışmaması gereğini va’zetmez, tersine, toplumsal üretime katılmanın kadınlar açısından taşıdığı özgürleştirici potansiyele dikkat çekerler.

Ancak toplumsal üretime katılmak, Marx ile Engels’e göre tek başına kadınların kurtuluşuna yol açmamaktadır. Onlar, kadın özgürlüğünün ancak işçi sınıfının öncülüğünde bir sosyal devrimle gerçekleşebileceğini ilk telaffuz edenler olmuştur. Marx ve Engels’e göre kadınların kurtuluşunun yalnız çalışma yoluyla elde edecekleri bağımsız bir gelirle değil, onları çocukların eğitiminin kamu tarafından üstlenilmesi, çocuk bakımının, yemek pişirmenin vb. komünal olarak gerçekleştirilen bir faaliyete dönüşmesi, ve en önemlisi, verasetin (fiiliyatta mal-mülkün babadan oğula devredilmesi) ilga edilmesiyle birlikte burjuva ailenin lağvedilmesi ile mümkün olacaktır.

Bir başka deyişle, sosyalizmin kadın kurtuluşu perspektifi, (Fourrier ve Owen gibi ütopik sosyalistlerin de katkısıyla) Marx ile Engels tarafından biçimlendirilmiştir, diyebiliriz.

Ancak Karl Marx ile Friedrich Engels’in kadınların kurtuluşu konusunda şu ya da bu fikirleri ileri sürmüş olmaları, onların görüşlerinin dönemin tüm sol düşünürleri, sosyalistleri, hatta Marksistleri arasında kabul edilip benimsendiği anlamına gelmiyor.

En çarpıcı örnek, “Anarşizmin Babası” olarak anılan P. J. Proudhon: Proudhon’a göre, kadının tek rolü, “çocuk doğurmak ve bakım işleri”dir. Evlilik Kateşizmi başlıklı yapıtında, kadının rolünün “ev işleri, çocukların yetiştirilmesi, genç kızların yargıçlar gözetiminde eğitimi ve hayır işleriyle” sınırlı olması gerektiğini vurgular. “Son madde, onun evin dışındaki dünyayla olan tek olası bağlantısıydı. O, ‘kaçınılmaz olarak ve hukuken herhangi bir siyasi, idarî, doktrinal, sanayi liderliğinden, her türlü askerî eylemden dışlanmıştır.’”[3]

Ancak Proudhon, işçi hareketi saflarındaki tek “kadın düşmanı” değildir. Alman işçi hareketi önderlerinden Ferdinand Lasalle da kadınların oy hakkı mücadelesine sert bir dille karşı çıkarken, erkek işçileri kadınların sanayide çalıştırılmasına karşı greve çağırıyordu.[4]

Daha az bilineni ise, Karl Marx’ın I. Enternasyonal’in 19 Eylül 1871 tarihli Londra konferansına sunduğu, “kadın işçiler arasında kadın seksiyonlarının oluşturulması”nı öngören 3 no.lu önergenin karşılaştığı tepkilerdir. Önerge sonunda oybirliğiyle kabul edilmiş olsa da, hararetli itiraz ve tartışmalara yol açmıştı. Örneğin İspanyol anarşist Anselmo Lorenzo, kadın istihdamının yoğun olduğu sektörlerde işçi seksiyonlarının kurulmasına sıcak bakmakla beraber, kadın örgütlerinin Enternasyonal’e dâhil edilmesini kabul edemeyeceğini vurgulamış, Belçikalı Eugène Steens tek-cinsiyetli seksiyonların sadece hiçbir erkek işçinin çalışmadığı meslek örgütleri için kabul edilebilir olduğunu öne sürmüştür. Bir başka Belçikalı, César de Paepe ise, önerinin “bir çeşit ‘uluslararası kadın derneği’ne yol açmasına ilişkin kaygılarını dile getirmiştir. “Tartışma bir ve aynı soru etrafında dönüyordu: Enternasyonal yalnızca sınıf mücadelesi temelinde mi örgütlenmeliydi, yoksa kadınların özgül taleplerine açık olup onların mücadelesini işçi hareketine dahil mi etmeliydi?”[5]

Bu kısa örnekler dahi, “kadınların kurtuluşu” perspektifinin, 19. yüzyıl işçi hareket(ler)i açısından “kendiliğinden” bir ön-kabul olmadığını, sosyalist harekete mal edilmesinin Marx ile Engels gibi ideologların ve tabii Marksist kadınların yoğun uğraşlarını gerektirdiğini gösterir. Doğrudur, ezilenlerin, sömürülenlerin sınıf mücadeleleri, tarih boyunca kadınlara mücadele ettikleri egemen sistemden daha geniş özgürlük alanları açma hedefini barındırırlar; ancak bunun “tam ve topyekûn kurtuluş” perspektifine erişmesi için Marx, Engels ve (özellikle kadın) Marksistleri beklemek gerekecekti…

Ekim Devrimi ve kadınlar: Devrimden önce

“Kadının Kurtuluşu” perspektifinin kuramsal köklerini Marx ile Engels’e borçluysak eğer, bunu ilk kez ete-kemiğe büründüren ve kısa bir süreliğine de olsa Lenin ve Bolşevik kadınlar eliyle hayata geçiren, 1917 Ekim Devrimi olmuştur.

Ekim Devrimi’nin kadınların özgürlüğü açısından tarihsel önemini, getirilerini çağdaşı Batı toplumlarında ve Çarlık Rusyası’nın son yıllarında kadınların durumu mihengine vurarak kavrayabiliriz.

1910’lu yıllarda Batılı kapitalist ülkelerde kadınlar seçilme bir yana, seçme hakkından yoksun, pek çok mesleğe ve eğitim branşlarına erişimleri engelli, mülk edinme, yolculuk yapma, çalışma hakları sınırlı, toplumsal varoluşları kocalarına tâbi yarı-kişiler olarak sürdürmekteydi varlıklarını. Örneğin, “1900’de, beyaz Amerikalı kadınlar, erkek akrabalarının doğuştan sahip oldukları hakların pek çoğundan yoksundu. Federal seçimlerde oy kullanamıyor, silahlı çatışmalara katılamıyorlardı; pek çok eğitim kurumuna ve mesleğe giremiyor, kiliselerin çoğunda ruhban olarak görev yapamıyorlardı. Evli olmaları durumunda, kendi adlarına mülk sahibi olmaları sınırlandırılmıştı. (…) 1920’de 19. maddenin kabulüyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ancak seçme- seçilme hakkı kadınların durumunda ani bir düzelmeye yol açmadı. Örneğin 1930’larda kadınlar, bu tür mesleklerin ailelerini geçindirmekle yükümlü erkeklerce yürütülmesi gerektiği gerekçesiyle, kamu okullarında öğretmenlik yapamamaktaydı.”[6]

  1. yüzyıl başlarında Batı Avrupa’da da durum pek farklı değildi. 1917 yılına gelindiğinde, Avrupa’da kadınların seçme ve seçilme hakkı üç ülkede yasalaşmıştı: Finlandiya (1906), Norveç (1913), Danimarka (1915).

Ekim Devrimi’nin ilk kararlarından biri, kadınlara erkeklerle eşit seçme ve seçilme hakkının tanınması oldu. Tabii, devrim coğrafyasında kadınların kazanımları seçme ve seçilme hakkından ibaret değildi.

Ama bu kazanımları daha iyi anlayabilmek için, devrim-öncesi Çarlık Rusyası’nda kadınların durumuna bir göz atmak gerekecek…

Çarlık döneminde kadınlar önce babalarının, evlendikten sonra da kocalarının kölesi durumundaydı. Kız çocukları 12 yaşına varmadan evlendirmek, yaygındı; düğün günü, gelinin babası damadına bir kırbaç hediye eder ve bu kırbaç, ölene dek çiftin yatak odasında asılı dururdu. Kadınların boşanma hakkı yoktu; kocasını terk etmeye kalkıştığında, polis marifetiyle eve geri getirilirdi. Pasaportu yoktu, kocasının pasaportuna kaydedilirdi. Mülkiyet hakkı olmadığı gibi, çocukları üzerinde hiçbir karar hakkı da yoktu.

Çarlık Rusyası’nda kadınların çalışması kocalarının iznine tâbiydi; çalıştıklarında ise alacakları ücret erkeğin ücretinin yarısına denkti. Doğum, emzirme izni bir yana, kadın işçiler genellikle gebeliklerini gizlerlerdi; tezgâh başında doğum yapıp çalışmaya devam edenlerin sayısı az değildi. Zaten doğumların yüzde 95’i herhangi bir tıbbî destekten yoksun gerçekleşiyordu; yılda ortalama 30.000 vakayla Rusya doğum sırasında anne ölümlerinde Avrupa birincisiydi…

Kadın okuryazarlığı en alt düzeylerdeydi; devrimden önceki son nüfus sayımında (1913) okuma yazma bilen kadınların oranı yüzde 17 olarak çıkmıştı; devrim öncesinde bu kadınların çoğu sürgüne gönderildiğinden, devrimin hemen sonrasında okuma-yazma bilen kadınların oranı yüzde 5’e düşmüştü.

Çarlığın Müslüman bölgelerinde kadınların durumu daha da vahimdi; 5-6 yaşındaki kız çocukları başlık parası karşılığında genellikle babaları-dedeleri yaşlarındaki erkeklere satılıyor ve tümüyle kocalarının malı hâline dönüşüyordu. Kadın kocasının ölümünün ardından, kocanın en büyük erkek kardeşinin ya da en yakın erkek akrabasının denetimine geçiyordu; bu kişi, onu kendisine saklayabileceği gibi, başkasına da satabilirdi.

Özbekistan ve Tacikistan’da kadınlar sokağa çadorun yanı sıra, yüzleri at kılından örülme bir peçeyle tümüyle kapanmış hâlde çıkabiliyorlardı.[7]

Bir başka deyişle Çarlık Rusyası, kadınlar için bir cehennemdi!

Ekim Devrimi ve kadınlar: Devrimde kadınlar

Bu nedenledir ki Rusya’da kadınlar, özellikle de işçi kadınlar ile kentli orta sınıf (meschiane) mensubu kadınlar devrimin çağrısına ânında kulak verdiler ve onun gerçekleşmesine tüm varlıklarıyla katıldılar. 1917 Şubat devrimini kadın işçiler başlattı, demek hiç de abartı olmayacaktır: “Kadınlar 1917’deki her iki devrimde de, 1905’tekinden çok daha fazla, asli rolü oynadılar,” diyor Tarık Ali. “Şubat ayaklanmasını, gerçekte kadınların işçiler ve pek çok durumda, cephedeki askerlerin eşleri olarak çifte rolleriyle dokuma sanayiinde çalışan kadınların grevi tetikledi. Metal işçilerine kendilerine katılmaları çağrısı yaptılar ve günün sonunda başkentin sokaklarında 50.000 işçi yürüyordu. Ekmek talebiyle Dumaya doğru yürüyüşe geçen ev kadınları da onlara katıldı. Günlerden, Bolşevik eylemci Konkordia Samoilova’nın 1913’te Ruslara tanıttığı ve o yıldan bu yana kutlanagelen Uluslararası Kadınlar Günü’ydü (Gregoryen takvime göre 8 Mart). Bu gün genelde birkaç kentte küçük bir kamusal olay teşkil ederdi. Kadın işçilerin başı çektiği kitlesel bir grevle kutlanması, o güne dek görülmüş şey değildi.

“Burada özel bir ironi de yok değildi. Rusya’nın kapitalistleri kadınların Rusya toplumunun en fazla tahakküm altında olan, uysal ve toplumsal açıdan geri (önceki on yılların terörist kadınlarının tersine, büyük çoğunluğunun okuryazar olmayışından kaynaklı) grubu olmakla, işgücünün en itaatkâr ve insanın başına dert açmayan üyeleri olacağını düşünmüşlerdi. Bu, yanlış bir hesaptı. Birinci Dünya Savaşı sürerken, daha fazla işgücüne olan gereksinim de devam ediyordu. Fabrikalardaki kadınların yüzdesi, kısa sürede ikiye, üçe katlandı. Putilov silah sanayii de kadın-erkek, en militan işçileri ve Bolşevik örgütçüleri üretiyordu…”[8]

Yalnız yığınsal grevlerle değil… RSDİP üyesi kadınlar, özellikle Çar’a iş gününün kısaltılması ve ücretlerin arttırılması için 150.000 imzalı dilekçeyi iletmek üzere barışçıl bir biçimde St. Petersburg’daki Çarlık sarayı önünde toplanan işçilere ateş açılmasının (Kanlı Pazar, 22 Ocak 1905) yol açtığı öfke patlamasının ve çıkan ayaklanmaların ardından kadın işçilerin örgütlenmesinin önemini daha fazla vurgular oldular. Alexandra Kollontai, Lenin’in kız kardeşleri Anna ve Maria Ulyanova, Nadejda Krupskaya, Inessa Armand 1905 ayaklanmalarından itibaren kadın işçiler arasında örgütlenme çalışmalarına verdiler kendilerini. 1905 devriminin yenilgiye uğramasının ardından başlayan sürgün yılları ise, hem Avrupa’daki sosyalist kadınlarla (özellikle Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg) hem de süfrajet hareketiyle yakın temas kurmalarına vesile olacaktı.

RSDİP içindeki bölünmede tümü Bolşevik tarafta kalan bu kadınlar, işçi hareketinin yeniden yükseldiği 1914’te, Bolşevik saflardan da yükselen, bunun bir kaynak israfı olacağı, işçi sınıfı saflarında bölünmeye yol açacağı yollu itirazlara karşın, Lenin’in de desteğiyle Rabotnitsa (İşçi Kadın) gazetesini çıkarmaya koyulacaklar, tüm baskın ve tutuklamalara karşın, Şubat-Haziran 1914 arasında gazete yedi sayı yayınlanabilecek ve Bolşeviklerin kadın işçiler arasında kök salmasında önemli rol oynayacaktır.[9]

Bolşevik kadınlar, özellikle I. Dünya Savaşı’nda, hemen tümü ailelerinin geçimlerini sağlamak üzere fabrikaları dolduran, dondurucu soğuklarda ekmek kuyruklarında saatlerce bekleyen, her gün katlanan hayat pahalılığıyla baş etmek zorunda kalan asker eşleri arasında propaganda çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Bolşeviklerin barış ve toprak çağrısı, kentlerde ve kırsalda, milyonlarca kadın emekçiye de çok cazip gelmişti…

Ekim Devrimi’nin ardından

Barışa ve toprağa kavuştular. 1917 Ekimi’nde Bolşeviklerin ilk kararnamesi, barış ilanı oldu. Onu, bütün toprakların halka dağıtılmasını öngören “Toprak Kararnamesi” izledi. Yıllar boyu sefil bir savaşta cepheden cepheye sürüklenen milyonlarca topraksız köylü-askerin ve işçinin en hayatî iki talebi barış ve toprak böylece karşılığını bulmuş oluyordu. Bu iki kararnamenin hemen ardından, yüzyıllardır ataerkil boyunduruk ve son on yıllarda yoğun kapitalist sömürü altında yaşayan kadınların yaşamını radikal biçimde değiştirecek kararname ve uygulamalar izledi: Lenin Bolşevik Parti programında Haziran 1917’de yaptığı değişikliklerle Parti’nin kadınların siyasal taleplerini bütünüyle desteklediğini, oy hakkı ve kızlar için her kademede parasız eğitimi için mücadele edeceğini ve onların işyeri kreşleri, emzirme izni ve ücretli doğum izni gibi taleplerini karşılayacağını ilan etmişti.

Öyle de oldu. Barış ve toprak kararnamelerini, daha devrimin ilk aylarında kadın işçilerin koşullarını düzeltecek düzenlemeler izledi. Kadın emekçiler işyerlerinde toplumsal ve siyasal faaliyetlere doğrudan katılabilecek, bu yoldaki tüm engeller kaldırılacaktı. Aralık 1917’de analık ve sağlık sigortasına ilişkin yeni bir tüzük yayınlandı; hem kadın işçiler hem de erkek işçilerin eşleri, ücretlerden herhangi bir kesinti olmaksızın sigorta kapsamına alındı.

Devrimin ardından Kollontai sosyal hizmetler komiseri olmuştu; görevi süresince kadınları erkeklerle eşit haklı yurttaşlar olarak tanıyan pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi. Devrimden yalnızca altı hafta sonra sivil evlilik kabul edilmiş, yeni yurttaşlık yasasıyla karı ile koca eşit yasal statüyle donatılmıştı. Meşru ve gayrımeşru çocuk ayrımı kaldırıldı; boşanma işlemleri kolaylaştırıldı, eşcinsellik suç olmaktan çıkartıldı.[10] Evli çiftin kadının ya da erkeğin soyadını seçmekte[11] ya da iki soyadını birden kullanmakta serbest olduğu kabul edildi. Reşit olan her yurttaş, soyadını değiştirebilecekti.[12] Hastanelerde yapılmak kaydıyla kürtaj, serbest bırakıldı (Yıl 1920. Böylelikle Sovyetler Birliği dünyada kürtajı yasallaştıran ilk ülke oldu!).[13]

Ocak 1918’de gebe ve emzikli kadınlara yardımcı olmak üzere “annelerin ve gençlerin korunması” için özel bir departman oluşturuldu: Bu departman doğum öncesi ve sonrasında anneye 16 haftalık ücretli izin hakkı tanıyan, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ağır işlerde çalıştırılmasını, görev yerinin değiştirilmesi ya da işten çıkartılmasını, gece işinde çalıştırılmasını yasaklayan, emzikli kadınların çalışma süresini için haftada dört güne indiren ve özel doğum klinikleri açılmasını öngören yasanın uygulanmasını gözetmekle yükümlüydü.[14] Bu reformların hızla uygulanması ise, Bolşevik Parti’nin 1917 Kongresince karara bağlanan ve İşçi, Köylü, Asker Sovyetlerinden temsilciler, sendikalar ve sosyal hizmet ve çocuk bakımı uzmanlarından oluşan komitelerin uhdesindeydi.

Ancak Bolşevik Devrim’in kadınlara yönelik girişimleri, kadın işçilerin çalışma, sağlık ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ya da Yurttaşlık Yasası ve diğer yasal düzenlemeler aracılığıyla kadınlarla erkekler arasında tam eşitliğin hukuksal alanda sağlanmasından ibaret değildi. Bolşevikler, özellikle de Bolşevik kadınlar (ve Lenin) kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılmalarının önündeki en büyük engelin, onları ev işlerine (ya da daha doğru bir deyişle “yeniden üretim faaliyetlerine”) mahkûm eden ataerkil işbölümü, bir başka deyişle aile olduğunun bilincindeydiler.

“Pek az koca,” diyordu Lenin, “hattâ proleterler dahi, ‘kadın işleri’ne bir el atsalar, eşlerinin yükünü ve kaygılarını ne denli hafifletebilecekleri, hattâ tümüyle ortadan kaldırabilecekleri üzerine düşünür. Ama hayır, bu, ‘kocanın saygınlığını ve ayrıcalığını’ zedeleyecektir. Onlar dinlenmeyi ve rahat etmeyi talep eder. Kadının ev-içi yaşamı benliğini binlerce anlamsız ayrıntıya feda etmektir. Efendisi olan kocanın kadim hakları, fark edilmeksizin süregitmektedir. Ve köle, nesnel olarak intikamını alır. Örtülü bir biçimde. Geriliği ve kocasının devrimci ideallerini anlamayışı, onun mücadeleci ruhu, savaşma kararlılığı önünde engel teşkil eder. Fark edilmeyen, yavaş ama emin bir biçimde kemiren kurtçuklara benzerler. İşçilerin yaşamını biliyorum ve yalnızca kitaplardan değil. Kadın kitleleri arasında komünist çabamız ve genelde siyasal çalışmamız erkekler arasında kayda değer bir eğitim çalışmasını gerektiriyor. Hem partideki hem de kitlelerdeki köle sahibi anlayışını kökünden söküp atmalıyız. Bu, kadın işçiler arasında Parti çalışması yürütecek teorik ve pratik olarak donanımlı erkek ve kadın yoldaşlardan oluşan bir kadro oluşturmak kadar acil bir siyasal görevdir.”[15]

Kaynaklar Lenin’in sık sık kadını “budalalaştıran angarya” olarak nitelediği ev işlerine olan amansız karşıtlığının,[16] kendi deneyimlerinden kaynaklanmış olabileceğine işaret eder:

“William Mandel, Lenin’i İsviçre’den tanıyan bir Bolşevik olan Dora Lazurinka’nın kendisine anlattığı bir anıyı paylaşır. Lenin, eşi Krupskaya ile annesinin yapılması gereken bir ev işi konusunda fısıldaştıklarını duyduğunda, yazı yazıyordu. ‘Ama Vladimir Ilyich kalemini bırakarak hızla odayı kat etti. ‘Benimle tartışma,’ dedi. ‘Ev işlerinde benim de yapmam gerekenler var.’”[17]

Bolşeviklerin bu soruna getirdikleri çözüm, ev işlerinin toplumsallaştırılması oldu: Kollontai’ın kadınlar için en az Kilise ile Devlet’in ayrılması kadar önemli gördüğü, “evlilik ile mutfağın birbirinden ayrılması”…

Böylelikle, Komünist Parti’nin 1919 programında “Bugün partinin görevi öncelikle fikirler ve eğitim alanında çalışarak, özellikle proletaryanın geri katmanları ve köylülükteki, eski eşitsizlik ve önyargı izlerini tamamen silmektir. Parti kendini kadınların formel eşitliğiyle sınırlamaksızın, komünal evler, kamusal yemekhaneler, merkezî çamaşırhaneler, kreşler vb. aracılığıyla onları çağdışı ev işlerinin maddi yükünden kurtarmak için uğraşır…”[18]

Ve bu, kâğıt üzerinde kalmadı: Sovyer konstrüktivist mimar Moizei Ginsburg’un apartman tasarımları “dönemin ruhu”nu yansıtmaktadır: “Ortak çamaşırhane ve yemekhaneler devasa bir başarı olarak görülüyordu. Çocuk parkı her dairenin mutfağından görülebilmekteydi ve mekân, tekerlekler üzerindeki dev ahşap duvarlar hareket ettirilerek daraltılıp genişletilebiliyordu.”[19]

1917 Devrimi’nin hemen ardından, genç işçi devletinin hemen her yerinde kamusal yemekhaneler, kreşler, çocuk yuvaları, çamaşırhaneler, dikimevleri, ilkyardım istasyonları, kültür evleri inşa edilmeye başlandı. 1919’da, partili ve partili olmayan kadınların katılacağı, ancak her düzlemde Parti Merkez Komitesine bağlı olarak hareket edecek kadın örgütü Zhenotdel oluşturularak bu kurumların yapılması ve işleyişinin gözetimiyle görevlendirildi. Zhenotdel’in ilk başkanı Inessa Armand idi; sağlığının bozulması ve ölümü üzerine onu, Alexandra Kollontai izledi…

1921’e gelindiğinde, Moskovalıların yüzde 93’ü ortak yemekhanelerde doyurmaktaydı karnını…[20]

Sovyet devriminin İslâm coğrafyasına yayılması, çok daha zorlu ve acılı bir süreci gerektirmiştir. İşçi devletinde kadınların kazandığı geniş özgürlükler, yeni yasa ve uygulamalarla ilgili bilgilendirme, eğitim, propaganda ve örgütlenme çalışmaları için Sovyet Orta Asyası’na giden Zhenotdel kadınları saldırıya uğruyor, dövülüyor, hattâ öldürülüyordu (en az üç Zhenotdel üyesinin “haydutlar” tarafından öldürüldüğü kaydedilmektedir). Onlarla ilişkiye geçen Müslüman kadınların uğradığı şiddet ise daha amansızdı: Bakû’de bir Zhenotdel kulübünden çıkan kadınlar köpekli erkeklerin saldırısına uğramış, yüzleri kaynar suyla haşlanmıştı, örneğin. Mayoyla denize girmeye kalkışan 20 yaşlarında bir Müslüman kadın, babası ve erkek kardeşleri tarafından parça parça edilmişti.[21] Yalnızca Özbekistan’da, 1928 yılı içinde kadınların kurtuluşu mücadelesine katılan 203 kadının babaları, kocaları ya da erkek kardeşleri tarafından katledildiği bildirilmektedir.[22]

Ama bu eril terör, Müslüman kadınları yıldırmadı. Yüzlerce Müslüman kadın, yerel Zhenotdel bürolarında çalışmak üzere başvuruda bulunuyor, binlercesi okuma yazma ve meslek edinme kurslarına katılıyor, 8 Mart, 1 Mayıs gösterilerinde boy gösteriyordu.

8 Mart 1926, Sovyet Orta Asyası kadınları için tarihî bir gün oldu. Gösterilere katılan bir kadından dinleyelim:

“Bugün burka ve paranjalı binlerce, on binlerce kadın, devasa ve tehditkâr bir çığ gibi Orta Asya sokaklarına aktı -Semerkand, Buhara, Taşkent, Kokand vs.- hazırlıkları birkaç ay önce başlamıştı. Ama bu karanlık ve yönsüz kalabalığın üstünde bir bayraklar denizi salınıyordu: nefret edilen geleneğe karşı bir protesto. Ve bu tuhaf yürüyüşün tam ortasında, yabani otlar bürümüş çorak bir toprakta açan kızıl bir çiçek gibi bir grup kadın, açık yüzleri, kızıl çatkılarıyla kararlı adımlarla ilerliyorlardı: geçmişlerine bir çizgi çekme cesaretini göstermiş, göğe artık kara bir kafesin ardından bakmak zorunda olmayan bir avuç kadın! Görünmez olamayan kitle, saflarında çok sayıda erkek ve çocukla birlikte, müzik eşliğinde bayraklarla donanmış alanda yerini aldı ve kadınlar soluk kesen bir heyecan içinde beklemeye koyuldular. Ardından kitlesel gösteri başladı. Yeni, alışılmadık, büyüleyici ve cesaretlendirici sözcükler yükseliyordu. Yüreklerde sonsuz bir coşku uyandıran sözcükler… Ve şiddeti giderek artan fırtına yatıştırılamaz bir hâle geldiğinde ve “Yaşasın!” nidaları kentin yaşlı, yıpranmış surlarından kırlara doğru yayıldığında saldırı başladı. Başlangıçta tereddütlü ve utangaç, ama ardından artan bir coşkuyla, kadınlar esaret simgelerini kalabalığın önüne fırlatmaya başladı-burka ve paranjalar! Bunları hızla bir yığın hâlinde toplayıp, üzerine benzin döktüler; ve birden alevler yükseldi, ülkenin yüzyıllık geleneğinden kurtuluş alevleri gökyüzünü aydınlatıyordu…”[23]

İtirazlar

Tüm bunlar pürüzsüzce ve uzlaşı içinde olmuyordu; tıpkı 40-50 yıl önce Marx ile Engels’in savunduğu “kadınların kurtuluşu” perspektifi gibi, Sovyetler Birliği’nde kadınların kurtuluşuna yönelik somut adımlar sol çevreler, hattâ Bolşevik Parti’den itirazlarla ve direnişle karşılanıyordu. “(Zheotdel delegelerinin) çalışmalarının yararları konusunda erkek yoldaşlarını ve sendikacıları ikna etmeyi imkânsız bulduklarına ilişkin çok sayıda bildirim var. Stajyerler genellikle bir sıkıntı olarak görülüyor ya da angaryalar yükleniyordu. Konkordia Samoilova (1912’de Pravda’nın kurucu editörlüğünü üstlenmiş, Rabotnitsa gazetesinin yazı kurulunda yer almış Bolşevik kadın, b.n.) erkek yoldaşların Zhenotdel’e karşı hâlâ fazlasıyla önyargı sergilediğinden, çoğunun onunla ilişkilenmeyi ‘gururlarına yediremediğinden’ yakınıyordu. (…) Kadınların kurtuluşuna biçimsel bağlılığa karşın, kimi önderlik konumunda pek çok Bolşevik erkek, hâlâ kadınları aşağı, onlara ilişkin konularıysa önemsiz ya da ilişkinsiz görüyordu…”[24] Bu önemsememenin yanında, kadın yoldaşların “küçük burjuva radikalizmi”ne savrulmalarından, “işçi sınıfının bölünmesinden” ve daha da önemlisi, kıt olan kaynakların genel ihtiyaçlar yerine kadınlar için seferber edilmesinden duyulan kaygılar da sıkça dile getirilmekteydi.

Lenin’in “Komünisti kazıyın, altından bir darkafalı çıkar. Tabii hassas yerlerinden kazımak gerek – örneğin kadınlarla ilgili zihniyetinden…”[25] demesinin bir nedeni olmalı!

“Kadın Devrimi” gerilerken

Ne ki kadınların kurtuluşu yönündeki atılımlar uzun ömürlü olamadı. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından patlak veren iç savaş, genç işçi devletinin zaten zayıf olan dengelerini derinden sarsıyordu. Yıkıntı hâlindeki ekonomisiyle Sovyet ülkesi, kendisini kuşatan 21 orduya karşı savaşmak ve emperyalist ablukayı kırmak durumundaydı. Ülkede kıtlık hüküm sürüyordu. 1918-1920 arasında açlık, salgın hastalıklar ve soğuk, dokuz milyon Sovyet yurttaşının ölümüne neden olmuştu. “Güçlü idealizm dalgası, Bolşeviklerin cesareti ve umutları Rusya’nın feci geriliğine çarpıp parçalandı,” diyor Tony Cliff.[26] “Acımasız tarih, işçilerin büyük özlemleriyle mevcut maddi ve kültürel yoksullukları arasına keskin bir çelişki yerleştirmişti.”

Şu hâlde, yukarıda aktardığım tüm gelişmelerin, yıkıcı bir savaştan çıkar çıkmaz uzun ve acımasız bir iç savaşa sürüklenmiş, yoksul ve geri bir ülkede gerçekleştiği akıldan çıkartılmamalı… Kadınlar, işçiler, köylüler, koşulların elverdiği kadarını elde edebiliyorlardı – fazlasını değil… Üstelik de kıt olan kaynakların hangi toplumsal kesime yönlendirileceği, örgütlü kesimler arasında bir çekişme konusuydu. Ve Lenin dâhil Bolşevik parti önderlerinin umut bağladığı Avrupa devrimleri genç işçi devletinin yardımına gelememiş, sosyal demokrat partiler Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvalarının yanında saf tutarken içlerindeki komünist muhalefet de boğulmuştu.

Bu koşullar altında Bolşevik Parti 1921’den itibaren kapitalizme kimi tavizler verme zorunluluğunu hissetti: işçi devletine kimi serbest piyasa uygulamalarını dâhil eden Yeni Ekonomi Politika ya da NEP.

NEP, öncelikle kadınları vuracaktı: ekonominin mantığına “kâr” damgasını vurduğu ölçüde, kadınlara yapılan yatırımlar giderek “gereksiz”, hattâ “ekonomiye zararlı” görülmeye başlandı. Sosyalist ekonomiye vurulan kapitalist aşı, kitlesel işten çıkarmaları devreye sokacaktı. Ocak 1922’de 175.000 işsizden, Ocak 1923’te 625.000, Ocak 1925’te 1.240.000 işsiz… İşten çıkarmalarda cinsiyet ayırımı gözetilmese de, en vasıfsız olanlar, ilk işten çıkartılanlar oluyordu; ve vasıfsızlar arasında kadınlar ağırlıktaydı… Mart 1923’te Petrograd kentindeki işsizlerin yüzde 58.7’sini kadınlar oluşturmaktaydı; bir zamanlar neredeyse tümüyle kadın olan dokuma sektöründe (Moskova, Petrograd ve Ivanovo-Voznesensk) işsizlik oranı yüzde 80-95 arasında seyretmekteydi… Komünist Parti üyeleri dahi eşit işe eşit ücret temelinde kadın işçi çalıştırmanın verimli olmadığını, kadınları korumaya yönelik yasal düzenlemelerin, kadın işçi çalıştırmanın maliyetini arttırdığını dile getirmeye başlamıştı[27]

“İşsizlik kadınların kurtuluşu yönündeki girişimlere sert bir darbe indirdi ve kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığı, yeniden zirve yaptı. Devlet harcamalarda kısıntıya yönelir, Savaş Komünizmi’nin yaygın komünal kurumları -komünal mutfaklar, yemekhaneler, çocuk yuvaları ve kreşler- kapatılırken, baskıcı, gerici akımlar güçlendi. Kasım 1925’te Moskova’da sadece 20.000, Leningrad’da 50.000 ve taşrada 67.000 olmak üzere günde ortalama 137.000 öğün ortak yemek dağıtıldığı hesaplanmıştır. Yüz çocuktan yalnızca üçü kreşlerde yer bulabiliyordu. Geri kalanların tümü bireysel ailelerin bakımına terk edilmişti.”[28]

Lenin’in 1924’teki ölümü, Bolşevik kadınları bu ortamda tümüyle desteksiz bırakacaktı…

NEP 1928’de sonlandırıldı; Parti’ye ve devlete egemen olan Stalin 1929’dan sonra ağır sanayiye ağırlık veren güçlü bir sanayileşme hamlesi başlattı. Diğer sektörlerin durumu gözetilmeden girişilen bu sanayileşme hareketi, işsizliği büyük ölçüde düşürmeyi başaracak ve kadınları yeniden istihdam alanına çağıracaktı: ancak bu kez üretime ve toplumsal yaşama katılmalarını sağlayacak tüm kamusal destekleri büyük ölçüde yitirmiş olarak: kreşler, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, komünal evler kapanmış, boşanmak zorlaştırılmış, “ailenin güçlendirilmesi” politikalarına ağırlık verilmiş, çok çocuklu kadınlara “Kahraman Annelik” madalyaları dağıtılmaya başlanmış, kürtaj yasaklanıp eşcinsellik hapis cezası gerektiren bir suça dönüştürülürken, “püriten ahlâk” va’zedilir olmuştu. Zhenotdel, 1930’da “kadın sorunu çözüldüğü için artık ona gerek kalmadığını, kadınların beş yıllık plan aracılığıyla özgürleşeceğini”[29] söyleyen Stalin’in emriyle Mart 1930’da kapatıldı.

Sovyetler Birliği, bundan böyle dağılana dek “kadınların üretime katılma, eğitim ve mesleklere katılım” düzeyiyle övündü; ama Lenin ve arkadaşlarının kadınları “budalalaştıran angarya”, ev işleri karşısında takındığı tavizsiz tutuma ve yıkım koşulları altında dahi kadınların özgürlüğüne yönelik adanmış kararlılığa hiç geri dönülmedi…

Ya bugün?: Kadınlar için Ekim dersleri

Öyleyse, “Ekim Devrimi’nin Kadınların Kurtuluş Mücadelesindeki Yeri”nden söz ederken, (öncesiyle birlikte) 1917-1924 arasındaki dönemden söz konusu edildiğini akıldan çıkartmamak gerek. Kısa ama kadınlar açısından çok yüklü bir dönemdir bu. Bu kısa kesitte Sovyet kadınlarının eriştiği özgürleşme düzeyi bugün dünya kadınlarının büyük çoğunluğu için bir düşten ibaret…

Tekrara düşmek pahasına sıralayalım mı?

Bolşevik Devrim’le birlikte kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılmasının önündeki tüm yasal engeller kaldırıldı, kadınlara tüm yönetim organlarında tam ve eşit seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Her kademede karma ve ücretsiz eğitim esası getirildi.

Kadın işçiler çalışma koşullarındaki genel iyileştirmelerin yanı sıra ücretli doğum izni, emzirme izni, gebelik ve lohusalık sürecinde ek koruyucu önlemler, ücretten kesinti yapılmaksızın genel sağlık sigortası, eşit işe eşit ücret, kadın sağlığına aykırı işlerde çalıştırılmama gibi cinsiyete özel haklardan yararlanma olanağına kavuştu.

Yeni Yurttaşlık Yasası ile evlilikte kadın-erkek eşitliği sağlandı, birlikte yaşayan çiftler ile resmî evlilik yapanlar, evlilik içi ve dışı çocuklar arasındaki her türlü ayırım ortadan kaldırıldı. Dinsel nikâh kaldırıldı. Boşanma kolaylaştırıldı, kadının kocanın soyadını taşıması zorunluluğu kaldırıldı. Eşcinsellik ve her türlü cinsel yönelimin reşit bireyler arasında, rızaya dayalı olması ve taraflardan birine zarar vermemesi koşuluyla devletin ilgi ve müdahale alanının dışında olması esası getirildi. Devlet hastanelerinde gerçekleştirilmesi koşuluyla kürtaj serbest bırakıldı.

Komünal evler, toplu yemekhaneler, dikimevleri, çamaşırhaneler, kreşler, çocuk yuvaları vb. aracılığıyla ev işlerinin ya da daha doğru bir deyişle domestik yeniden üretim faaliyetlerinin toplumsallaştırılması ilkesi benimsendi ve uygulamaya konuldu.

Ataerkil geleneklerin ve zihniyetin tasfiyesi, kadın erkek eşitliği ilkesinin tüm toplum kesimlerince benimsenmesi için devasa bir kültürel hamle başlatıldı. Yeni, sosyalist yaşam biçiminin, kadınların özgürleşmesi perspektifinin toplumun tümü, özellikle de en geri kesimler tarafından benimsenmesine yönelik güçlü bir propaganda mekanizması harekete geçirildi. İslâm bölgelerinde kız çocukların başlık parası karşılığı satılması, baba ve kocanın kadın üzerindeki sınırsız hakkı, kocası ölen kadınların kocanın akrabasına devrolması ve kadınların çador ve peçeyle kamusal alana çıkabilmesi gibi inanç ve uygulamalar lağvedildi.

Bütün bunlar, çalkantılı, coşkulu, umut ve özveri dolu birkaç yıl içinde gerçekleşti. “Modern” kapitalist dünyanın kadınlarının genç işçi cumhuriyetlerindeki kadınların kazanımlarına ancak 1960-70’li yıllarda ve ikinci dalga feminizmin çabaları sayesinde, “yaklaşabildiği” (kapitalist dünyada “kadın hakları” hiçbir zaman sosyalizmde olduğu üzere “parasız ve genel” olamadı), gericiliğin, faşizmin, obskürantizmin yeniden dümene geçtiği 2020’li yıllarda ise bu hakların bir kısmından geri dönüşün söz konusu olduğu düşünüldüğünde, Sovyet deneyiminin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bakın Elizabeth Fox Genovese, kadınların statüsünde devasa dönüşümlerin yaşandığını ileri sürdüğü makalesinde ne diyor:

“1960’lı yıllarda, ‘ikinci dalga feminizm’ denilen olgu Amerikan sahnesinde patlak vererek artan sayıda kadını, kadınlarla erkekler arasında yaşamın tüm veçhelerinde daha fazla eşitlik sağlayacak kampanyalara destek vermek üzere harekete geçirdi. 1980’lerin sonlarına gelindiğinde Amerikalı kadınlar istihdam ve politika dünyasına noksansız katılma ve ailelerin içinde daha geniş bir özgürlük ve bağımsızlıktan yararlanma konusunda çok daha geniş fırsatlardan yararlanabilmekteydi. Pek çok feminist Eşit Haklar Yasası’nın geçmesine yönelik kampanyanın başarısızlıkla sonuçlanmasının düşkırıklığını yaşasa da, kadınlarla erkekler arasında tam eşitliğin sağlanamamış olması, kadınların edindiği pek çok kazanımı gölgeleyemiyordu. (…) Kadınların bu yirmi yıldaki kazanımları, Amerikan yaşamının hemen her noktasına dokundu ve devrimselleştirdi. Kadınlar art arda yasal kürtaj, hatasız boşanma, kendi adlarına kredi çekebilme, eşit işe eşit ücret, özel kulüplerden kolejlere o güne dek girişlerinin engellendiği çeşitli kurumlara üye olabilme hakkını kazandılar.”[30]

Demek ki neymiş? ABD’li kadınlar, Sovyet kadınlarının Ekim Devrimi’yle kavuştuğu özgürlüklere ancak 1980’lerin sonlarında, o da kısmî olarak ulaşabilmiş! Bu özgürlükleri her fırsatta biraz daha daraltmaya yeminli Trump’ın 2025 ABD’sinden söz dahi etmiyorum…

1917 Ekimi’yle birlikte genç işçi devletinde yürürlüğe giren uygulamalar, gerçekten de günümüzün en radikal kadın hareketlerine dahi talep edilebilecek bir şey bırakmıyor. Hele ki bugün kadın hareketlerinin en acil ve yaygın gündeminin kadına yönelik şiddeti durdurmak olduğu düşünüldüğünde…

Daha da güzeli, Ekim Devrimi, üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olmaktan çıkartıldığı, işçilerin, emekçilerin egemenlerin boyunduruğundan kurtulup kendi kendilerini yönetmeye başladıkları, toplumsal eşitliğin gerçeklendiği ve değer sisteminin merkezine kârı değil de insanca yaşamı yerleştiren sosyalist bir sistemin, kadınların hemen tüm özlem ve taleplerini hayata geçirme kapasitesine sahip olduğunu gösterdi. 1917-1924 arasında Sovyetler Birliği’nde yaşanan, bir düş değil, milyonlarca kadın ve erkek emekçinin yeni bir dünya yaratma arzularını hayata geçirme çabalarıydı.

Bugün sosyalist kadınlara düşen bir görev de, bu “Yeni Dünya”dan nasıl geri dönülmeyeceği üzerine kafa yormak…

28 Eylül 2025, Muğla.

 

[1] 19 Ekim 2025’te Kıvılcım Kültür Merkezi’nde yapılan söyleşi.

[2] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975.

[3] Hal Draper ve Anne Lipov, Women and Class, https://www.marxists.org/archive/draper/1976/women2/1-7-phobic.htm

[4] “German socialism and the ‘woman question’”, Workers’ Liberty, 21 Ekim 2005, https://workersliberty.org/story/2005-10-21/german-socialism-and-woman-question

[5] Laurent Ripart, “Marx and the autonomous women’s movement: A note on the foundation of women’s sections within the First International”, 21 Şubat 2024, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/marx-and-the-autonomous-women-s-movement-a-note-on-the-foundation-of-women-s-sections-within-the-first-international?srsltid=AfmBOoqo0vsuxTOl9Hk2nvTE9sWRQMbWfx745JFdIQ26Qs2EFlLHJrrD

[6] Elizabeth Fox-Genovese, “Women’s Status: A Century of Enormous Change”, The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1999, s. 26.

[7] Armağan Tulunay, “The land of the October revolution: a country of women walking on the road to emancipation”, Revista de Marxismo, octubre 2018, https://revistaedm.com/world-revolution/1-world-revolution/the-land-of-the-october-revolution-a-country-of-women-walking-on-the-road-to-emancipation. Ayrıca bkz. Sibel Özbudun, Marksizm ve Kadın, Emek, Aşk, Aile, Tekin Yayınları 2015, 3. Bölüm.

[8] Tariq Ali, “The Octobrist Women: Who were the women behind the bread riots that sparked the Russian Revolution?” 8 Mart 2017, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/3124-the-octobrist-women?srsltid=AfmBOooC_vSBBxbTrTBZpC3UZBqyAIZ2oElL7Ns3ka7aHCWto1SjmEOt

[9]  Judy Cox, “Out of the shadows: female Leninists and Russian socialism”, International Socialism, 20 Temmuz 2021, https://isj.org.uk/out-of-the-shadows/

[10] Moskova Üniversitesi Toplumsal Hijyen Enstitüsü yöneticiliği yapan Bolşevik Dr. Grigory Batkis, 1923 yılında şöyle yazıyordu: “Sovyetler Birliği’nde mevcut cinsel mevzuat Ekim Devrimi’nin eseridir. Bu devrim yalnızca işçi sınıfının siyasal rolünü güvence altına alan siyasal bir görüntü olarak önem taşımaz. Ondan kaynaklanan devrimler yaşamın her alanına sirayet etmektedir… (Sovyet mevzuatı) kimse zarar görmediği ve kimsenin çıkarları zedelenmediği sürece devlet ve toplumun cinsel konulara mutlak müdahalesizliğini öngörür –Avrupa mevzuatlarında ahlâka aykırı suç sayılan eşcinsellik, sodomi ve cinsel doyumun diğer biçimleri- Sovyet mevzuatında ‘doğal’ denilen ilişkiyle aynı biçimde ele alınmaktadır.” (Akt.: Tess Lee Ack, agy).

[11] Böylelikle örneğin Troçki, eşi Natalia Sedov’un soyadını almıştı (Tony Cliff, “Class Struggle and Women’s Liberation”, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm).

[12] Dr. Grigory Batkis, “Rusya’da Cinsiyet Devrimi”, Sosyalist Gündem, 26 Ağustos 2023, https://sosyalistgundem.com/rusyada-cinsiyet-devrimi-dr-grigory-batkis/

[13] 1930’lu yıllarda Polonya, Danimarka, İsveç, İzlanda, Meksika (tecavüz sonucu gebelik, annenin sağlığını tehdit, fetüs malformasyonu gibi durumlarda) kürtaja sınırlı olanak tanıyan yasalar çıkardılar. Japonya’da kürtaj 1948’de Öjenik Koruma Yasası kapsamında serbest bırakıldı. Ancak Batı dünyasında kürtajın serbest bırakılması için ikinci dalga feminist hareketi ve 1960’ların sonlarını beklemek gerekecekti: Birleşik Krallık (1967), Kanada (1969), ABD (1973), Tunus ve Danimarka (1973), Avusturya (1974), Fransa ve İsveç (1975), Yeni Zelanda (1977), İtalya (1978), Hollanda (1984), Belçika (1990)… (Kaynak: Wikipedia, “Abortion law”, https://en.wikipedia.org/wiki/Abortion_law.

[14] Bolşevik Devrim Rusyası’nda kabul edilip uygulamaya geçtiği tarihlerde doğum izni, kapitalist dünyada hemen hiç bilinmemekteydi. ABD’de doğum yapan kadınlar 12 haftalık ücretsiz izinden yararlanabilmekteydi; o kadar. Doğum izni, “kadın hakları şampiyonu” Danimarka’da ancak 1960’ta yürürlüğe girebildi; o da 14 haftalık ve tam ücretle değil, işsizlik ödeneği kapsamında olmak koşuluyla! (Bkz. Marie Frederiksen, “Lenin, communism and the emancipation of women”, 7 Mart 2025, https://marxist.com/lenin-communism-and-the-emancipation-of-women.htm).

[15] Clara Zetkin, Lenin on the Women’s Question (An Interview with Lenin on the Woman Question), https://www.marxists.org/archive/zetkin/1925/lenin/zetkin2.htm

[16] “Kadınları özgürleştiren tüm yasalara karşın, o hâlâ ev kölesi konumunda, çünkü ev işleri onu eziyor, boğuyor, budalalaştırıyor ve aşağılıyor; onu mutfağa ve bebek odasına zincirliyor, ve emeğini barbarca verimsiz, küçük, sinir bozucu, budalalaştırıcı ve ezici angaryalarda harcıyor. Kadınların gerçek özgürleşmesi, gerçek komünizm, ancak önemsiz ev işlerine karşı topyekun bir mücadele başladığında, daha doğrusu, onun bütünsel olarak geniş ölçekli sosyalist ekonomiye dönüşmesiyle başlayabilecektir.” (V. I. Lenin, “From A Great Begining:Heroism of the Workers in the Rear ‘Communist Subbotniks’”, 28 Haziran 1919, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/subject/women/abstract/19_06_28.htm).

 

[17] William Mandel’den aktaran: Tess Lee Ack, “The Marxist Tradition and Women’s Liberation”, 14 Nisan 2020, dipnot 71, https://marxistleftreview.org/articles/the-marxist-tradition-and-womens-liberation/

[18] Ana Muñoz ve Alan Woods, “Marxism and the emanc.pation of women”, 8 Mart 2021, https://marxist.com/marxism-feminism-emancipation-women080300.htm

[19] Tariq Ali, agy.

[20] Brendan Montague, “Inessa Armand: Portrait of a Revolutionary”, Counterfire, (7 Mart 2010) http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary

[21] Tariq Ali, agy.

[22] Elisabetta Rossi, “The Emancipation of Women in Russia before and after the Russian Revolution”, 8 Mart 2004, https://marxist.com/emancipation-women-russia.htm

[23] Armağan Tulunay, ay.

[24] Anne McShane, “Soviet Russia, Zhenotdel and Women’s Emancipation, 1919-1930”, 29 Ekim 2020, https://johnriddell.com/2020/09/29/soviet-russia-zhenotdel-and-womens-emancipation-1919-1930/

[25] Clara Zetkin, agy.

[26] Tony Cliff, “Class Struggle and Women’s Liberation”, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm

[27] Tony Cliff, agy.

[28] Tony Cliff, agy.

[29] Anne McShane, agy.

[30] Elizabeth Fox-Genovese, “Women’s Status: A Century of Enormous Change”, The Public Perspective, Nisan-Mayıs 1999.

Meslekî eğitim adı altında çocuk emeğini sömürmek

Şimdilerde tartışılan konulardan biri ara eleman ihtiyacı. Ara eleman nedir? Türlü tarifler mevcut. Toplumda en çok tartışılan şekli, herhangi bir işte usta olan kişinin maliyeti oluyor. Örneğin evde bir musluk bozulduğunda ya da kombi arıza yaptığında çağrılan ustanın aldığı sadece servis paraları bile göze batar. Ama biliriz ki o işi zaten biz yapamayız ve o yüzden bir usta gereklidir.

Bir gün Pablo Picasso, Paris’te bir kafede otururken yanına bir kadın gelir.

Kadın heyecanla der ki:

“Bay Picasso, sizin büyük bir hayranınızım! Şuraya küçük bir karakalem portremi çizer misiniz? Ne kadar isterseniz öderim.”

Picasso gülümser, eline bir peçete alır, birkaç dakikada kadının portresini çizer.

Sonra da peçeteyi uzatır:

“Buyurun, hanımefendi. 10.000 frank.”

Kadın şaşkınlıkla karşılık verir:

“Ama bu sadece birkaç dakika sürdü!”

Picasso gülümseyerek şu meşhur cümleyi söyler:

“Hayır hanımefendi, bu çizim birkaç dakika sürdü ama 30 yıl artı birkaç dakika.”

Bu hikâyenin birçok versiyonu olduğunu biliyorum ve zaten konumuz bu değil. Ustalık böyle bir şey. Yıllardan ve eğitimden süzülüp gelen.

Ara eleman yine de başka bir tanıma işaret ediyor. Mesela bir eczacı kâğıt üzerinde ara elemandır. Acaba kaç eczacının niteliği ilacın raftaki yerini bilmek ve para üstünü tamı tamına vermekten öteye gider? Ya da kaç ziraat mühendisi sıradan bir bahçıvandan daha niteliklidir? Bu soruların cevabı eğitim sisteminde aranmalıdır. Ayrı bir konudur.

“Ara eleman” terimi, genellikle bir işin yürütülmesinde usta veya mühendis gibi üst düzey çalışanlarla işçi veya çırak gibi daha alt düzey çalışanlar arasında yer alan kişiler için kullanılır. Bizde günlük dilde sıklıkla usta kavramının yerine kullanıldığına dikkat çekmeliyim.

Bu satırların yazarı bir meslek lisesi mezunudur. Birlikte mezun olduğu insanlardan sadece ailesi bu işi yapanlar mesleğe devam etmiştir, buna şahittir. Üstelik, okuduğu okulda, hocaları tarafından yapılan makinaların çalışmadığına da tanıklık etmiştir. Meslekî eğitim veren hocaların en önemli dertleri, öğrencileri fabrikalara pazarlamak, ucuz iş gücü olarak alâkalı alâkasız işlerde çalıştırılmalarına aracılık etmekten ibaretti. O günün meslek liseleri, piyasaya gittiğinde ustanın dediklerini anlayan, kumpas okumayı bilecek kadar meslek öğrenmiş kişiler yetiştirmeyi hedefliyordu, ihtiyaç buydu. Sonuçta fabrikalara gidecek, bantlarda çalışacaklardı. 2 yıllık üniversite mezunlarının durumları da diplomaları dışında çok da farklı değildi.

Yıllar geçti, gelişen üretim ilişkileri karşısında sömürge bir ülkeye biçilen roller değişti. Ama eğitim sisteminden çıkan kuşaklar bu dönüşüme cevap vermekten uzak kaldılar. Hatırlayanlarınız olacaktır. Çavuşesku sonrası Romanya’dan gelenler, hemen hemen her işi yapabilecek durumdaydı. Bu, kesinlikle mecburiyetle açıklanabilir bir şey değildi. İçinden geldikleri endüstriyel eğitim bunu koşulluyordu. Nitekim buradaki konuklukları kısa sürdü. Avrupa’dan kapışıldılar. Meslekî eğitim şimdilerde sıkça tartışılan bir konudur.

Eğitim şart! Meslekî eğitim mutlaka !

Birkaç örnekle tabloyu ortaya koymaya çalışalım.

“Eskişehir Sanayi Odası (ESO) ile Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürlüğü arasında, meslekî ve teknik eğitimi güçlendirmek amacıyla önemli bir iş birliği protokolü imzalandı. ‘Her fabrika bir okul’ vizyonu ile hayata geçirilen ‘Geleceğin Ustaları OMEM’de’ projesi, gençlerin eğitimden istihdama uzanan yolculuğuna güçlü katkılar sunmayı hedefliyor.”

İmza törenine Eskişehir Valisi Sayın Hüseyin Aksoy, Milli Eğitim Kültür Gençlik Spor Komisyonu Başkanı ve Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Ayşen Gürcan, Eskişehir Milletvekili Nebi Hatipoğlu, Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Sinan Aydın katılarak açılış konuşmaları gerçekleştirdi. Törene ayrıca çok sayıda sanayici, kurum müdürleri ve basın mensupları katıldı.

Eskişehir Sanayi Odası Başkanı Celalettin Kesikbaş, törende yaptığı konuşmada, meslekî eğitimin ülke kalkınmasının temel taşlarından biri olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi: “Ülkemizin geleceğini emanet edeceğimiz gençlerimizi becerilerle donatmak ve onları iş hayatına en güçlü şekilde hazırlamak hepimizin ortak sorumluluğudur. Bu protokol ile öğrencilerimizin fabrikalarımızda gerçek üretim ortamında eğitim görmelerini, ihtiyaç sahibi gençlerimizin burslarla desteklenmesini ve mezuniyet sonrasında doğrudan istihdama adım atmalarını hedefliyoruz.”

Projenin sadece teknik eğitimle sınırlı kalmayacağını da vurgulayan Kesikbaş, “Gerçek üretim teknolojileriyle donatılmış fabrikalarımız, bu iş birliğiyle adeta bir okul hâline gelecek. Aynı zamanda fuarlar, kariyer günleri, yarışmalar ve çalıştaylarla gençlerimizin sosyal, kültürel ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlayacağız. Böylece hem öğrencilerimizin yetkinlikleri artacak hem de sanayimizin rekabet gücü yükselecek,” dedi.

Çağın hızla değişen teknolojilerinin yeni beceriler talep ettiğini belirten Kesikbaş, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu yetkinliklerle eğitimin sunduğu imkânları buluşturmanın artık bir zorunluluk olduğunun altını çizerek, “Bugün imzaladığımız protokol, sadece bir eğitim iş birliği değil; aynı zamanda sanayiyle eğitimin el ele vererek geleceği yeniden şekillendirme iradesidir. Her fabrika bir okul; işimiz üretim, gücümüz eğitimdir. Daha yenilikçi, daha üretken ve daha güçlü bir Eskişehir için birlikte çalışmaya devam edeceğiz,” diye konuştu.

“Var gücümüzle çalışıyoruz”

Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy, törende yaptığı konuşmada şunları dile getirdi: “Türkiye’nin en önemli konularından biri olan meslekî eğitim alanında çok değerli çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Henüz arzu ettiğimiz noktada değiliz ama tüm paydaşlarımızla birlikte var gücümüzle çalışıyoruz. Bu kapsamda imzalanan protokolün en önemli özelliği; 4 gün uygulamalı, 1 gün teorik eğitim verilmesidir. Bu yönüyle çok kıymetli bir sistem. Daha nitelikli bireyler yetişecektir. Bu protokollerin hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederim.”

İl Milli Eğitim Müdürü Sinan Aydın ise projenin önemine değinerek; “Geçen sene de ESO ile benzer bir protokol imzalamıştık. Bugün attığımız imza, öğrencilerimizin meslekî gelişimlerine büyük katkı sağlayacak. Meslekî eğitim merkezlerimizin gelişimi açısından çok değerli bir adım. Destek veren tüm kurumlara teşekkür ediyorum,” diye konuştu.

Eskişehir Milletvekili Nebi Hatipoğlu yaptığı konuşmada; “Bugün burada bulunmak benim için onur verici. Günümüzde niteliğin ön planda olduğu bir dönemdeyiz. Bu proje sayesinde ortaya çıkacak uzmanlık alanlarının sanayimiz için büyük bir destek olacağına inanıyorum,” dedi.

Milli Eğitim Kültür Gençlik Spor Komisyonu Başkanı ve Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Ayşen Gürcan ise iş birliğinin Türkiye’ye örnek olacağını ifade etti. Gürcan, “Yıllardır mesleki tecrübe kazandırmak için meslek liseleri açıyoruz, atölyeler kuruyoruz ama sanayici ile iş birliği yapılmadığında bu çalışmalar eksik kalıyordu. Bugün görüyoruz ki otomasyonun arttığı bir dönemde nitelikli insan gücüne daha çok ihtiyaç var. Bu iş birliği başka şehirlerimize de model olacaktır,” dedi (Kaynak: Ekonomi gazetesi).

“Fabrika gibi, üretim rekoru kırdı, 1 yılda 100 milyonluk ciro yaptı, arı gibi ürettiler…” vb. Haberlerle gündeme gelen meslekî ve teknik anadolu liselerinde çocukların, öğrencilerin emeği sömürülüyor. OSTİM’de bulunan Şehit Alper Zor Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi de bu okullardan sadece biri. 1.103 öğrencisi olan okulda öğrenciler, atölyelerde çalıştırılarak kendilerine düşük ücretler verildiğini ve ağır koşullarda çalıştırıldıklarını anlatıyor.

“70 bin TL dediler, yarısını verdiler”

Yaz tatili boyunca okul atölyesinde yaptıkları işten öğrenci başına 70 bin TL alacakları söylense de öğrencilerin eline geçen para bunun sadece yarısı 35 bin TL olmuş. Öğrencilerden biri, “Böyle olacağını bilseydim başka bir işe giderdim. Yemek, yol parası da zaten verilmedi,” dedi.

“Sigorta var ama emekliliğe yansımıyor”

Bir başka öğrenci ise, öğrenci oldukları ve okulda çalıştıkları için mecburen sigortalarının yapıldığını belirterek “Ama bu sigorta 18 yaşından küçük olduğumuz için emekliliğe yansımıyor. Okul dışında iş bulamayanlar mecburen bu koşulları kabul etmek zorunda kalıyor. Aslında okul adı altında çocuk işçi çalıştırıyorlar,” dedi.

“Bu yaz 5-6 bin sıra yaptık”

Bir öğrenci daha önce saat başına ücret aldıklarını ancak şimdi parça başına çalışmaya zorlandıklarını belirterek “Parçalar geliyor, hocalar boyanacakları boyuyor biz de kalan işi yapıyoruz” dedi. Atölyedeki çalışma temposuna ve yaptıkları işin ticari getirisine dikkat çeken öğrenci “Sadece bu yaz 5-6 bin adet sıra yaptık. Çalıştığımız yer okulun içinde zaten. Diğer okullara gidiyor bu sıralar. Yani satılıyor. Öğretmenlere de mesai yazıyorlar çalıştıkları için,” diye konuştu.

“Ücret düşünce metalde çalışan kalmadı”

Öğrencilerin aldığı ücretlerin düşürüldüğünü anlatan bir öğrenci “Saat ücreti 123 TL idi, 110 TL’ye düşürdüler. Metalcilerin de ücretleri düşürülünce o bölümde çalışan kimse kalmadı. Bu yüzden okul şimdi metalleri dışarıdan almaya başladı,” dedi.

“Akşam 7-8’e kadar çalışıyoruz”

Okulun kendilerini akşam 7-8’e kadar çalıştırdığını söyleyen öğrenci, “Hafta içi okuldan sonra çalıştığımızda günlük 3-4 saat fazla mesai yazıyorlar. Bu da ayda yaklaşık 6 bin TL’ye denk geliyor. Aylık para verseler daha iyiydi. Bu şekilde bizi kandırıyorlar,” tepkisini gösterdi.

“Okulda ucuz işçi, mezun olunca işsiziz”

Tüm bu koşullara rağmen öğrenciler, bu işe devam etmelerinin nedeni şu sözlerle anlatıyor: “Burada da hakkımız olan ücreti vermiyorlar ama en azından okuldayız. Başka yerde çalışmaya kalksak yine hakkımızı alamayacağız. Atölyelerde normal bir işçi gibi çalışıyoruz. Öğrenciyken ucuz işçi, mezun olunca işsiziz. Bir geleceğimiz de yok. Bizim üzerimizden hem para kazanıp hem de bizi sanayiye ucuz iş gücü olarak yetiştiriyorlar.” (Evrensel gazetesi).

Global Karma OSB heyetinin Dilovası Kaymakamı Metin Kubilay’ı ziyaretinden

2021 yılı eylül ayında Dilovası Kaymakamlığı görevine başladıktan sonra İMES’teki toplantılarımızı hiç kaçırmayan Dr. Metin Kubilay, açılış konuşmasında sanayiye, üretime ilgisini şu sözlerle ortaya koydu:

“30 yıldır mülki idare amiri olarak çeşitli bölgelerde görev yaptım. Hep sanayicinin, iş dünyasının, üretenin, istihdam yaratanın yanında oldum.”

Kocaeli’ndeki 14 organize sanayi bölgesinin (OSB) 6’sının Dilovası’nda olduğunu belirtti:

“Söz konusu OSB’lerdeki fabrikalardan bugüne kadar 170’ine bizzat gittim.”

OSB’lerden kendisine yansıtılan şu beklentiyi aktardı:

“OSB’lerimiz arasında raylı sistemle ulaşım büyük ihtiyaç.”

Dilovası Kaymakamı Metin Kubilay, elinde proje ve faaliyetlerini içeren bir dosya ile geçenlerde gazetemize uğradı. Önce dosyadaki bazı başlıklara baktım:

En Çok Dilovası Okuyor

Dilovası Yaşlılarına Sahip Çıkıyor

Eğitime Ara Veren Gençlerimizin Eğitime Devamı ve İşe Yerleştirilmesi

İstihdam Seferberliği

Mesleki Eğitim Seferberliği

“Meslekî Eğitim Seferberliği”nin detaylarını okurken Metin Kubilay’ın OSB’lerdeki fabrika turları ile ilgili son veri dikkatimi çekti:

Gezdiğim fabrika sayısı 200’ü aştı…

Kubilay, sonra dosyadan “Meslekî Eğitim Seferberliği” çalışmalarını anlattı:

“İlçemizdeki OSB’lerde bulunan fabrikaların nitelikli iş gücüne ulaşması, iş arayanların iş bulmasına destek verilmesi amacıyla bu seferberliği başlattık. Mesleki eğitim gören öğrenci sayısı ilçemizde lise düzeyindeki öğrencilerin yüzde 60’ına ulaştı.

Eğitime ara vermiş gençlerimizin mesleki eğitim atölyelerinde çağın yeniliklerine uygun eğitim almalarını sağlamak için Makine İhtisas OSB’mizin katkılarıyla eski idari binaları mesleki eğitim merkezine dönüştürüldü.

Böylece OSB’nin içinde makine teknolojisi, elektrik elektronik, otomasyon ve metal teknolojisi alanlarında eğitim verilmek üzere ilçemize bir eğitim merkezi kazandırıldı.

Seferberlik kapsamında OSB’lerimiz ve sanayi sektörü ile yapılan işbirliği neticesinde ilçemize iki adet 24 derslikli okul yapıldı:

GEBKİM Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

YILPORT Ulaştırma Hizmetleri Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

Bu okulların ve atölyelerin kurulumu ile birlikte 220 milyon liralık bir yatırım gerçekleşti.

Ayrıca Makine İhtisas OSB’nin destekleriyle yaptırılan Dilovası Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bünyesindeki bir atölye binası ve donatımıyla 15 milyon liralık bir değer ilçemize kazandırıldı.”

Metin Kubilay, iş arayanla eleman arayanın buluşması için İŞKUR’un Dilovası’ndaki 6 OSB’nin her birinde “Hizmet Noktası” açmasını gündeme getirdiğini kaydetti. (Aktaran Vahap Munyar)

MESEM Nedir?

Meslekî Eğitim Merkezi (kısaca: MESEM), eski adıyla Çıraklık Eğitim Merkezi, 09.12.2016 tarihinde, örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınmıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı, Meslekî ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğüne bağlı olarak eğitim vermektedir. En az ortaokul mezunu olan öğrenciler kayıt olabilmektedir ve eğitim süresi 4 yıldır. Bu okulu bitirenler hem lise diploması hem de ustalık belgesi almaktadır.

Yukarıda, Eskişehir’den bir örnek vermiştik. Bu Anadolu’daki hemen her şehir için geçerlidir. MESEM, sanayi için can suyudur. Gelecekten bir beklentisi olmayan gençliği buralara yönlendirmek oldukça kolay. Buralarda okuyan çocuklarla yapılan röportajlarda, normal bir liseye gitmeye kalksa okula aç gidip aç döneceğini söylüyor çocuklar. Burada hiç olmazsa haftanın 4 günü karınları doyuyor, az da olsa ceplerine harçlık giriyor. Gelecekten yine de bir beklentileri olmuyor o ayrı.

Valiler, kaymakamlar, Milli Eğitim Müdürleri seferber olmuş durumdadır bu merkezler için. Bir MESEM’linin aylık maaşı asgarî ücretin üçte biri, yani 6.631,20 TL’dir. Sudan ucuz dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Hâl böyle olunca, tabii bütün mülki erkân harekete geçiyor. Eti senin, kemiği benim hesabı.

Kısacası MESEM, dünkü meslek liselerinden çok daha vahşi bir sömürü çarkının başlangıç noktasıdır. Tamamen denetimsiz bir alandır. Birazdan geleceğiz.

Ülkede 12 milyon işsiz varken, neden böyle bir eğitime ihtiyaç duyuluyor peki? Bu soru da cevaplanmaya muhtaç. Ben yaştakilerin ezberleri çoktan bozuldu. Kendi kendine yeten ve genç nüfusu olan bir ülke olmaktan çoktan çıktık. Tarımda bile net ithalatçı bir ülkeyiz. Nüfus ise gittikçe yaşlanıyor. Hâl böyle olunca da iki uçtan da istihdamın desteklenmesi gerekiyor. Hem yaşlı nüfustan hem de genç nüfustan. Emeklilik yaşının uzatılması, 65, 68 giderek 70’e doğru çıkarılması, hedefleniyor. Hâlihazırda istihdamda bu yaş aralığını görmek mümkün. 2024 rakamlarına göre 65 yaş üstü sadece bordrolu çalışan sayısı 254 bini bulmuştur. Çocuk işçiliği ise daha vahim boyutlarda. Sadece TÜİK verileri ve MESEM rakamlarını alt alta koysak bile 1,5 milyon rakamını buluyoruz. Bunlara kayıt dışını, aile işletmelerini vb. eklediğimizde 2 milyon civarında olduğunu söylemek mümkündür. Aslında mülteci politikasının altında yatan sebeplerden biri de bu genç ve ucuz işgücü arayışıdır. Nitekim sayısız yetkilinin “Suriyeliler olmasaydı ekonomimiz batardı” söylemleri boşa değildir.

Sermaye taze kanla beslenmeyi seven vampir gibidir!

MESEM projesi oturdukça, bunu besleyecek adımlar da atılıyor. Meslekî orta okulları için düğmeye basıldı. 12 Eylül 2024 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı sitesinde şöyle bir duyuru yayınlandı.

“Millî Eğitim Bakanlığınca meslekî ve teknik anadolu liseleri bünyesinde bu yıl eğitim vermeye başlayacak Türkiye’nin ilk “mesleki ortaokulları” 4 ilde açılacak.

Millî Eğitim Bakanlığı, mesleki eğitime yönelik “Beceri Geliştirme Programı” kapsamında bu yaz tatilinde “zanaat atölyeleri” olarak adlandırılan kurslarla meslek liselerinin kapılarını ilk kez ortaokul kademesindeki öğrenciler için açık tuttu.

Ortaokul 7. sınıftan itibaren öğrencilerin meslek liselerinde ücretsiz katıldığı “zanaat atölyeleri”, 18 ilde 271 okulda 129 modüller kurs programı kapsamındaki eğitimlerle başladı. Bu sürece katkı sağlamak amacıyla Türkiye’de ilk defa ortaokulda öğrenim gören öğrencilerin kabul edileceği mesleki ve teknik anadolu liseleri bünyesindeki “meslekî ortaokullar” Bursa, Sivas, Konya ve Burdur’da açılacak.

“Meslekî ortaokullar” uygulamasıyla ortaokul dönemindeki öğrencilerin meslekî eğitime ilişkin farkındalığının oluşması, öğrenci ve velilerinin ortaokul sonrası eğitim planlamaları sürecinde meslekler hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşması amaçlanıyor.

Bu ortaokullarda eğitim alacak öğrencilerin beceri ve yeteneklerinin daha erken yaşlarda keşfedilip yetenekleri doğrultusunda uygun eğitim sürecinin planlanması hedefleniyor.”

Bu yıl bu okulların ilk örnekleri açılacak ve denemeler başarılı olursa yaygınlaştırılması planlanıyor. Düşünsenize 11-12 yaşındaki çocuğunuz kariyer planı yapacak; torbacı mı olsan, mobilya ustası mı? Muazzam.

Bu arada, korkunç olan, çocuk işçiliğinin artmasıyla birlikte çocuk işçi ölümlerinde yaşanan artışlar. İSİG Meclisinin verilerine göre 2013-2025 Mayıs ayı aralığında 5-14 yaş arasında 261 çocuk işçi çalışırken öldü. Aynı tarihler arasında 15-17 yaş arası ölen çocuk işçi sayısı ise 509. 2025 yılının ilk 10 ayında ise en az 68 çocuk işçi çalışırken hayatını kaybetti. MESEM ölümlerin artmasında önemli bir faktördür.

Şimdi burada bir şeyin altını çizerek geçelim, karşı olduğumuz şey meslekî eğitim değildir. Çocuk işçiliğidir. Meslekî eğitim adı altında çocukların ucuz işgücü olarak piyasaya sunulması, ölümlerinin kader olarak, fıtrat olarak addedilmesidir. Meslekî eğitim bu değildir. Okurları da rahatsız etmek pahasına bazı örnekler verelim. Ruhi Can Çıracı. 16 yaşında. Aksaray Eskil’de çalıştığı mobilya atölyesinde üzerine kereste düşmesi sonucu ölüyor. Ölümünden 18 saat önce sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda çalışırkenki görüntüleri var. Hiçbiriniz, o yaşta çocuğunuz olsa o ortama sokmak istemezsiniz emin olun.

Erol Can Yavuz. 15 yaşındaydı. Kütahya MESEM 9. sınıf öğrencisiydi. Maalesef 15 yaşında bir yavru için di’li geçmiş cümleleri kuruyoruz. Staj yaptığı mobilya atölyesinde üzerine sunta bloklarının düşmesi sonucu hayatını kaybetti.

Bir de Mustafa var. Tekirdağ’da bir tuğla fabrikasında çalışan 16 yaşındaki Mustafa Eti, 11 Ekim gece saatlerinde ısınmak için boş bir teneke içerisinde ateş yaktı. Ancak ateşi harlamak amacıyla tenekeye tiner döktüğü sırada ani bir patlama meydana geldi. Alevlerin arasında kalan Mustafa Eti ağır şekilde yaralandı ve vücudunun büyük kısmı yanıklarla kaplandı. Hastaneye kaldırılan çocuk yaklaşık 10 gün boyunca Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde tedavi altında tutuldu. Ancak 21 Ekim’de hayatını kaybetti. 15, 16, 17 yıllık yaşamlara hayaller, acılar, bolca çalışmak sığdırmış sınıfımızın bu küçük neferlerini saygıyla anıyorum. Elbette kulelere bayrakları astığımızda onların da hesabını sormuş olacağız. Bir gün mutlaka.

İlkgençliğim, merhaba!*

“Kendinizi eğitin, çünkü
aklınıza ihtiyacımız olacak.
Örgütlenin, çünkü
tüm gücünüze ihtiyacımız olacak.
Harekete geçin, çünkü
coşkunuza ihtiyacımız olacak!”[2]

Merhabalar, sevgili dostlar…

Merhabalar, sevgili kardeşler…

Merhabalar, ilkgençliğim…

Merhabalar, aynı safta olmaktan, birlikte yürümekten onur duyduklarım…

Sizler, zor zamanlarda zor olanı seçenlerdensiniz.

Herkesin boyun eğmeye, susmaya, sinmeye zorlandığı ortamda, itiraz cüretini gösterenlersiniz.

Gençlerin markalarla, sahte idollerle, ışıltılı düşlerle, dinle, uyuşturucuyla teslim alınmaya çalışıldığı günlerde, vazgeçmeyenlersiniz.

Diplomaların internet üzerinden satışa çıkartıldığı, öğretim elemanlarının CİMER’e şikâyet edilirim korkusuyla ders anlatmaya çekindiği, üniversitelerin bir yandan tekkeye, bir yandan da plazaya dönüştürüldüğü, sahteciliğin, yalanın, dolanın, korkunun kol gezdiği bir çağda gerçek bilimi, hayattan ve emekten yana bilimi aramakta ısrar edenlersiniz.

“Üniversiteler bizimdir, bizimle özgürleşecek!” şiarıyla, üniversiteleri özgürleştirmek üzere çıktınız yola.

Özgür üniversitenin ancak özgür bir toplumda mümkün olabileceği bilinciyle.

Bu nedenle, hedefiniz özgür üniversiteden daha büyük: çürüyen ve çürüten kapitalist sistemin boyunduruğundan kurtulmuş, özgür ve eşitlikçi yeni bir dünya, yeni bir yaşamın kuruluşuna katılmak…

“Komünizm dünyanın gençliğidir,” dediği gibi Mayakovski’nin…

Dedim ya, bu yolda sizlerle aynı safta olmaktan, birlikte yürümekten onur duyuyorum.

Bu bilinç ve bu duygularla, sizleri sevgiyle, yoldaşça selâmlıyorum!

18 Ekim 2025, İstanbul.

 

* Özgür Üniversite Hareketi’nin 18 Ekim 2025’te 2. Kurultayını İstanbul’da gerçekleşen selâmlama konuşması.

 

[2] Antonio Gramsci, aktaran: Franco Lombardi, Antonio Gramsci’nin Marksist Pedagojisi, çev: Başak Ekmen-Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2000.

 

Aile politikalarının kriz ve savaş zemini ve 11. Yargı Paketi

Önümüzdeki günlerde meclise geleceği söylenen 11. Yargı Paketi taslağı, ağırlıklı olarak LGBTİ+’ların açıkça yaşam haklarını tehdit eden yeni maddelerle Türk Ceza Kanunu ve Türk Medeni Kanunu’nda değişiklik yapılmasını öngören düzenlemeler içeriyor. Taslak, aynı zamanda “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişilerin” bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması gibi geniş kapsamlı, yaşam tarzlarına dönük saldırıları içeriyor. Dikkat çeken diğer değişiklikler arasında, çocukların suç yaşının düşürülmesi ve cezaların artırılması var.

Son dönemde “genel ahlâk” ve “aile değerlerinin güçlendirilmesi” gibi söylemlerle kadınlara ve LGBTİ+’lara dönük artan saldırılar, ekonomik kriz ve emperyalist savaş politikalarıyla iç içe geçen toplumsal dönüşüm stratejisinin parçası. Kapitalizmin krizi derinleşirken, devletler ekonomik istikrarın ve otoriteyi güçlendirmenin yollarını sistemin en büyük sac ayaklarından olan ataerkiye daha da sıkı sıkıya sarılmakta buluyor; temel stratejilerine başvuruyor: aile politikalarına, cinselliğin, bedenin, arzunun denetimine.

Bu nedenle bugün kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelen saldırılar, ne sağ iktidarlar kaynaklı bir gericilik ve muhafazakârlaşmayla ne salt nefret politikalarıyla açıklanamaz. Bunlar, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik ve siyasal krizlerinin bir sonucudur.

2000’lerin başından itibaren, dünya genelinde açığa çıkan “aileyi güçlendirme” söylemleri, hem yeniden üretimin hem de ideolojik denetimin aracı olarak şekillendi. Bu politikalar dönem dönem muhafazakârlaşma, heteronormatif baskı, LGBTİ+ düşmanlığı, göçmen düşmanlığı ve kadınların kazanılmış haklarına dönük saldırılar şeklinde belirginleşti.

Aile politikalarının dünya genelinde ekonomik krizler ve emperyalist paylaşım savaşının seyrine göre şekillenmesi bile bize bu politikaların, sistemin kendini sürdürme çabasıyla devreye sokulduğunu kanıtlıyor. Aynı zamanda ataerkinin cinsiyet çelişkilerinden değil, sınıf çelişkilerinden temellendiğini de gösteriyor.

Krizi “ailenin kutsallığı”nda gizlemek

1990’lar, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve neoliberal politikaların yoğunlaşmasıyla şekillendi. Emperyalistler için yeni pazarlar ve ucuz işgücü kaynakları açığa çıkarken, neoliberal politikalarla aşılamayan ekonomik krizler, toplumsal yaşamda yeni düzenlemeleri yarattı. 2000’lerin başında aile, neoliberal politikaların çöküşünün üzerini örten ideolojik bir perde işlevi gördü. Kamu hizmetlerinin özelleştirildiği, iş güvencesinin ortadan kaldırıldığı, emek sömürüsünün derinleştirildiği neoliberal dönemde “aile” bir güvenlik alanı gibi sunuldu. Aile politikaları, çifte emek sömürüsünün derinleştirilmesi amacıyla da krizin yükünü azaltan bir araç olarak kullanıldı. ABD’de Bush döneminin “aile değerleri” kampanyaları, aynı dönemde Macaristan ve Polonya’da kadınların doğum yapmasını teşvik eden politikalar ve LGBTİ+’ların haklarının kısıtlanması; Fransa’da çocuk başına verilen vergi indirimleri ve çocuk bakım desteği ile düşük doğum oranına müdahale edilmesi vb.

2008 krizi sonrası bu politikalar yoğunlaşırken yeni bir biçim de kazandı. Bu dönemde, yalnızca ekonomik teşvikler değil, aile politikalarına bağlı muhafazakârlaşma da ön plana çıktı. LGBTİ+ karşıtı uygulamalar arttı; eğitimden medyaya kadar görünürlüğü azaltıcı politikalar uygulanmaya başladı; yaşam tarzına yönelik saldırılar arttı. Sağcı ideolojilerin ve buna bağlı örgütlenmeler görünürlük kazandı; kadın düşmanlığı, LGBTİ nefreti ve ırkçılık etrafında örgütlendi.

2008 krizi sonrası dünya genelindeki bu muhafazakâr “aileyi güçlendirme” eğilimi, TC’de de doğurganlık, annelik ve “millî değerler” ekseninde şekillendi. 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığının kapatılıp yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kurulması bunun simge adımlarından biriydi. Akabinde boşanmayı zorlaştıran düzenlemeler, kürtaja ve üreme haklarına yönelik kısıtlamalar, “ailenin korunması”na dair yasalar, nafaka tartışmaları, 3 çocuk söylemi, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve LGBTİ+’lara dönük yoğunlaştırılmış saldırılar ve düşmanlaştırma politikaları geldi.

Aynı dönemde, Macaristan’da hükûmet, 2010’dan itibaren “Hıristiyan aile”yi devletin ideolojik temeline yerleştirdi. “Çocuk doğuran annelere ömür boyu vergi muafiyeti”, “kadınsız aile yoktur” sloganlarıyla yürütülen politikalar, LGBTİ+’ların “çocukları yozlaştırdığı” iddiasıyla eğitimden, kültürden ve medyadan dışlanması; ABD’de Cumhuriyetçi eyaletlerde yürürlüğe konan kürtaj yasakları, “kadın bedeni üzerindeki hak devletindir” anlayışının yeniden gündeme getirilmesi; Bolsonaro’nun kadınların kazanımlarını “komünist saldırı” olarak tanımlaması gibi örnekler açığa çıktı.

Savaş hazırlığı ve ulus birliğinin aile üzerinden yeniden inşası

Tüm bu “kutsal aile” inşası, aynı zamanda ulus kimliğini de güçlendirmeye çalışan nitelikler barındırıyor ve aile birliği üzerinden milli birlik fikri de yükseltiliyordu. Kadın bedeni doğurganlıkla, cinsellik heteronormatif ahlâkla, aile ulusla yeniden yakınlaştırılmaya çalışıldı. Tüm bunlar, aynı zamanda savaşa hazırlık olarak örgütlendi. Dışarıda cepheler açılırken, içeride bedenler ve kimlikler disipline ediliyor; böylece devlet, hem ekonomik krizi bastırmayı hem de toplumu “iç ve dış düşmanlar”a karşı seferber etmeyi planlıyordu. Bu sebeple kadınların doğurganlığı, LGBTİ+’ların görünürlüğü, hattâ çocukların cinsiyet eğitimi bile bir ulusal güvenlik meselesine dönüşebiliyordu.

Bu politikalar, toplumsal hareketlerin yükselişiyle de karşı karşıya geldi. Krizin ardından dünya çapında açığa çıkan isyan dalgalarının yarattığı korkuyla bu politikalar hız kazandı.. Kadınlar ve LGBTİ+ topluluklarsa bu saldırılar karşısında geri çekilmedi; aksine pek çok ülkede bu hareketler yükselişe geçti. 2010’larda Arjantin’de Yeşil Dalga hareketi kürtaj hakkını kazandı, Şili’de anayasal eşitlik talepleri meydanları doldurdu. Polonya’da siyah elbiseli kadınlar kürtaj yasağına karşı sokağa çıktı. İspanya’da “Ni Una Menos” hareketi kitlesel bir öfkeye dönüştü. ABD’de #MeToo hareketi açığa çıktı ve dünyaya yayıldı. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi için kadınlar ve LGBTİ+’lar sokakları doldurdu.

“Aile gibi yaşayalım dedim, aile gibi…”

Bu yükseliş, sağ partilerin iktidara geliş dalgasıyla eşzamanlı oldu. Kriz, sadece ekonomik değil, bir yönetememe kriziydi. Bu nedenle devletler, toplumsal öfkeyi yönlendirmek için düşmanlaştırıcı nefret söylemlerini tırmandırdı. Direnişler “vatan hainliği”yle kriminalize edildi, cinsel özgürlüğü savunanlar “aile düşmanı” ilan edildi; Onur Yürüyüşleri yasaklandı; “çocukların korunması” bahanesiyle dernekler kapatıldı, ırkçı söylemler ve neofaşist örgütler yeniden devreye sokuldu. Her yasak, her saldırı, bir başka ekonomik ya da siyasal krizin üzerini örtme çabasıydı.

Pandemi de hem ekonomik krizi hem de yönetememe krizini daha da deşifre etmişti. Öte yandan pandemi bu saldırıları meşrulaştırmak, toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmek, belli kesimlere dönük hak ihlallerini gerekçelendirmek için kullanıldı. Esnek çalışma ve evden çalışma gibi yöntemler de yine bu dönemde özellikle kadınlar üzerinden krize karşı sömürüyü derinleştirecek ekonomik bir çözüm olarak devreye sokuldu. Yalnızca emek değil, yaşam da eve çekildi. Yaşam tarzı üzerindeki müdahaleler de pandemi bahane edilerek hız kazandı.

Dış düşmanlara karşı iç düşmanları temizlemek

Emperyalist paylaşım savaşının yarattığı göç krizi de bu politikalarla birleştirildi. Göçmen karşıtlığı ve milliyetçi söylemler, toplumsal yeniden düzenlemenin tamamlayıcı unsurları olarak öne çıktı. Hepsi aynı mantığın devamıydı: Krizler üzerinden açığa çıkan kaygıları ve öfkeyi “öteki” üzerinden yönetmek, buna bağlı bir ekonomik ve kültürel düzenleme yapmak. Bu bağlam, ikinci paylaşım savaşındaki etnik temizlik ve soykırım politikalarıyla yapısal bir benzerlik taşır: Devlet, krizin yükünü belirli gruplara yükleyerek toplumsal düzeni koruma ve yeniden üretmeye çalışır. 1929 krizini aşmak ve üretimi yeniden örgütlemek için sınıf hareketini ezmek, hem de toplumu “ırksal” bir hiyerarşi temelinde yeniden disipline etmek amacıyla yasal düzenlemeler yapılmıştı. Sistem, ekonomik krizin yükünü “aşağı sınıflara” ve “ötekilere” yıkarak kendisini ayakta tutmaya çalışıyordu. Romanlar, Yahudiler, engelliler, eşcinseller gibi gruplar bu yeni “disiplin toplumu”ndan dışlandı. Onların tasfiyesi, toplumun “sağlıklı” bir bedene dönüştürülmesi olarak sunuldu. “İçerideki düşmanı temizleyen” bir ulus, “dış düşmanlara” karşı birleşmiş sayılacaktı.

Bugün devletler, benzer bir mantığı göçmenler üzerinden ve cinsiyet ve cinsel yönelim üzerinden uygulamaktadır. İnsanlık dışı “uluslararası göç planları”, aile politikaları ve LGBTİ+’ların haklarına saldıran yasalarla birlikte göçmen karşıtı, kadın düşmanı, homofobik, transfobik, ırkçı söylemler de her geçen gün daha da meşrulaştırılmaktadır.

Cinsel baskılarla otorite inşa etmek

Bu politikaların bir diğer boyutu da arzunun bastırılmasının otoritenin içselleştirilmesindeki işlevidir. Arzunun bastırılması, cinsel özgürlüğün kısıtlanması ve aile içinde otoritenin güçlendirilmesi, toplumun itaat üzerinden şekillendirilmesi çabasıdır. Wilhelm Reich faşizmin kitle psikolojisini incelerken devletlerin ekonomik kriz dönemlerinde libidonun baskılanmasına başvurduğunu ortaya koyar. Bu bir anlamda yaşamsal dürtülerin baskı altına alınmasıdır. Arzuyu kesen bir figür olarak baba temsiliyle cinsel baskılarla devletin otoriterleşmesinin benzer bir işlevi vardır. Kadın bedeninin ve cinselliğin denetimi tarih boyunca sınıflı toplumların temel mekanizmalarından biri olduğu gibi, kapitalizmde aile kurumu üzerinden bu mekanizma daha da derinleşmiştir.

Özetle, bugün artırılan saldırılar; uzun vadeli bir plan olarak ilan edilmiş “aile yılı” ve 11. Yargı Paketi de bu küresel politikaların bir parçasıdır. İçeriğindeki düzenlemeler kriz ve savaşa göre dizayn edilmiş aile politikalarının bir parçasıdır. Bu, aynı zamanda toplumsal muhalefeti baskılamak üzere, toplumun hareketli olan ve bu potansiyeli taşıyan kesimlerine dönük bir saldırıyı hedefler. Genel olarak ceza artırımları ve çocuklarının suç yaşı ve ceza indirimine dair yapılacak düzenlemeler de yine bunu gösterir niteliktedir. Bu düzenlemeler, son dönemde yükselişe geçen öğrenci hareketine karşı bir gözdağı olarak da kullanılmak üzerine şekillendirilmiştir. Çocukların suç yaşında yapılan değişiklik, keza dijital suçlar vs. üzerinden yapılmak istenen değişiklikler muhtemel ki toplumsal muhalefete karşı kullanılmak istenmekte, toplumsal hareketin parçası olan 18 yaşın altında gençler de kriminalize edilmeye çalışılmaktadır.

Bu saldırılar yalnızca ilgili kesimleri hedef almakla kalmaz; toplumun tümüne yönelik bir disiplin ve denetim mekanizması amaçlar. Arzunun, emeğin ve toplumsal dayanışmanın baskılandığı her alan, kapitalizmin yapısal krizinden çıkış stratejisinin bir parçasıdır. Dolayısıyla bu saldırılara karşı mücadele, yalnızca bu kesimlerin değil, tüm toplumun gündemi olmalıdır. Ve buna karşı mücadele, sadece bireysel hakların savunusu değil, üretim ilişkilerini dönüştürerek toplumu yeniden kurma mücadelesidir; sınıf mücadelesinden bağımsız çözülemez. Özgür ve eşit bir yaşam, gerçek bir toplumsal dönüşümse, ancak üretim ilişkilerinin dönüştürülmesiyle mümkündür.

Kadın hareketini büyütmek üzerine: Özne, eylem, mücadele

Kadın hareketi uzun yıllardır, bu topraklardaki toplumsal mücadelenin en temel ayaklarından birisi. Gezi Direnişi öncesi dönemde toplumsal hareketlerin genel ivmesiyle birlikte kadın hareketi de daha geniş bir kitleselliğe ulaşmış; ardından kurulan çok sayıda kadın örgütünün etkisiyle taleplerini ve eylemlerini sürdürebileceği güçlü bir zemin yaratmıştır. Özellikle 2017 sonrasında, toplumsal muhalefet içinde en görünür, en kitlesel eylemleri gerçekleştiren ve sahip olduğu alanları korumayı başaran hareketlerden biri olduğu açıktır.

Toplumsal hareketin genel olarak gerilediği bir dönemde kadın hareketinin ivmesini koruyabilmesinde, dünya genelinde, ekonomik krizler ve savaş politikalarına bağlı olarak patriyarkal uygulamaların hız kazanması ve kadınların gündelik yaşamlarında yaşadıkları şiddet ile eşitsizliğin derinleşmesinin önemli bir payı vardır. Sokakta ve mücadelede ısrar eden kadın hareketi, devletin artan baskılarına rağmen bu süreçlerden hem nitelik hem de dayanıklılık açısından güçlenerek çıkmıştır. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar karşısında kadın hareketi, 2019 itibarıyla göreceli olarak kaybettiği Taksim’de kitlesel yürüyüşler düzenlemeyi, kurulan barikatları kaldırmayı ve politik sözünü görünür kılmayı başardı. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, her ne kadar bir kayıp gibi görünse de bu sürecin kendisi, kadın hareketinin sokaktaki gücünü hatırlatan ve toplumsal hafızada yer eden bir politik deneyim yarattı.

Saldırıların her zaman hareketi zayıflattığı yönündeki düşünce ise hatalıdır; çünkü krizler ve baskı dönemleri aynı zamanda hareketin içinde biriken potansiyellerin açığa çıktığı dönüm noktalarıdır. Kadın hareketi açısından da durum böyledir. Boğaziçi direnişi, sokak canları için yapılan eylemler ya da 19 Mart süreci gibi örnekler, her saldırının aynı zamanda kitleselliği ve direnişi dönüştürebilen ve geliştirebilen bir dinamiği de içerdiğini gösterir. Bu durum eylemlerdeki “Ne kadar baskı o kadar direniş” sloganında da anlatılmaktadır.

Bununla birlikte, son birkaç yılda kadın hareketinin sokaktaki eylemliliğinin azaldığı, reflekslerinin zayıfladığı ve toplumsal muhalefet içindeki ivmesini kısmen kaybettiği de açıktır. Mücadelenin her dönemi aynı yoğunlukta ilerlemez; inişler ve çıkışlar, her toplumsal hareketin karakterine dâhildir. Ancak savaş politikalarının, ekonomik krizin ve yoksullaşmanın derinleştiği bir dönemde sistemin ilk hedefi ve bu süreçlerden en doğrudan etkilenen kesim yine kadınlar olacaktır. Bu da artan baskılara paralel biçimde kadınların politik özneliği açısından ciddi bir potansiyelin biriktiğini gösterir.

Bu yazı tam da bu noktada kadın hareketinin içinde bulunduğu koşulları ve sorunları tespit ederek kadın hareketinin potansiyelini nasıl açığa çıkarabileceğini tartışmak amacıyla yazılmıştır.

Öznenin rolü

Kadın hareketine dair tartışacağımız ilk mesele, öznenin rolüne ilişkindir. Kadın hareketinin örgütleyicileri ve özneleri, yalnızca kendi pratiklerinin değil, içinde bulundukları tarihsel ve toplumsal bağlamın da bilincinde olmak zorundadır. Bu hem kadın hareketinin hem de genel olarak toplumsal mücadelenin birikimlerini, deneyimlerini ve eylem biçimlerini; hem de bu topraklarda ve dünyada geliştirilen politikaların gerekçelerini anlamayı gerektirir. Toplumsal durumu, kitlelerin yönelimini, eylemlerin ruh hâlini ve gelişmekte olan süreçlerin taşıdığı potansiyeli kavrayabilmek, politik öznenin aslî sorumluluğudur.

Bu sorumluluk, nesnel gerçeği kendinden doğru okumamak anlamına gelir. Özne, toplumsal süreci yalnızca kendi konumundan, kendi deneyiminden ya da kendi ölçütleriyle değerlendiremez. Özneye düşen asıl rol, nesnel gerçeği kendinden ayrı olarak kavramak ve gerçeği kavrarken özne olduğunu, özne olarak değiştirme gücüne sahip olduğunu fark etmektir. Çünkü örgütlemenin ve örgütlenmenin sorumluluğu ancak özne olduğunu kabul etmekle alınabilir. Bu kabulden kaçış, örgütlülüğün ve eylemselliğin önünü tıkar hâle gelmiştir.

Mücadelenin öznesi hem duygusal hem düşünsel düzeyde, kendini merkeze koymadan içinde bulunduğu nesnel koşulları okuyabilmelidir. Politik özne, tarihsel sürecin, sınıf ilişkilerinin ve politik güç dengelerinin içinde konumlanarak müdahale eden kişidir. Toplumsal gerçekliği kavramak; bu kavrayış içinde kendi yerini, sınırlarını ve görevini belirlemek gerekir.

Bu, sanıldığından çok daha zor bir iştir. Çünkü özne, çoğu zaman mücadeleyi kendi konumuna, çelişkilerine, yorgunluğuna ya da deneyimine göre okumaya eğilimlidir. Oysa politik özne olmanın anlamı tam da bu sınırı aşabilmekte yatar; kendinden bağımsız olarak mücadelenin sürekliliğini görebilmek, düşüş anlarında bile politik aklın bütünlüğünü koruyabilmektir. Özne, kendini merkeze almaktan vazgeçip kolektifin içinde konumlandığında -kendi deneyimiyle toplumsal süreci ayırabildiğinde- politik özneliğine uygun sorumluluğu alabilir.

Nicelik ve nitelik: Kalabalık olmak her zaman güçlü olmak mıdır?

Kadın hareketinin önünde duran temel meselelerden biri, moralin ve gücün hâlâ çoğu zaman kalabalıktan okunmasıdır. Oysa bir hareketin politik gücü yalnızca kaç kişiyle sokağa çıktığıyla -yani niceliğiyle- değil, hangi nitelikleri içerdiğiyle ölçülür.

Nicelik ve nitelik birbirinden kopuk değildir; tersine, birbirini besler. Kadın hareketi, yıllar içinde yalnızca kalabalıklaşmayı değil, çok daha derin bir birikimi de oluşturdu; barikatları aşmayı, hızlı refleks geliştirmeyi, farklı gündemlerle ilişki kurarak yeni eylem biçimleri üretmeyi ve devleti şaşırtan yaratıcı politik formlar geliştirmeyi öğrendi. Bu nedenle hareketin değerini yalnızca “kaç kişi geldi” ile ölçmek hem bu birikimi hem de hareketin politik gelişimini küçümsemektir.

Bugün kadın hareketi, kitlesel olarak büyümese bile niteliksel olarak daha gelişkindir. Ancak bu gelişkinliğin kalıcılaşması, sokakta ve eylemde sürekliliğini korumasına bağlıdır. Çünkü sokağı terk eden bir hareket, zamanla hem görünürlüğünü hem de yarattığı politik gücü yitirir. Sayıya takılmadan, kendini ısrarla sokakta var eden bir kadın hareketi ile kalabalık olduğunda görünen; ama sonrasında sessizleşen bir hareket, birbirinden daha az değerli değildir; ikisi de aynı mücadelenin farklı görünümleridir. Fakat kalabalıklar, sürekliliğin yokluğunda kendi politik anlamını koruyamaz; asıl belirleyici olan, ısrarla sokağı var etmeye devam etmektir.

Bir hareketin gücü, eylemlerin örgütlülük, kararlılık ve politik bilinç düzeyinde açığa çıkar. Bu nedenle örgütleyici bir özne için moralin kaynağı yalnızca kalabalığın coşkusu ya da eylemin atmosferi olamaz. Bunlar elbette moral taşıyabilir, iyi gelebilir, güç verebilir; ancak moralin asıl kaynağı mücadelenin bizatihi kendisidir. Çünkü mücadeleyle kurulan bağ, kalabalığın yarattığı duygudan farklı olarak, sürekliliği mümkün kılan politik bilinci üretir. Mücadelenin inişli çıkışlı dönemlerine göre moral belirlemek bir özne tutumu olamaz.

Kadın hareketinin gücü; coşkudan değil süreklilikten, kalabalıktan değil örgütlülükten, moralden değil mücadele bilincinden doğar.

Kitleye güvenmek ve kolektif irade

Kadın hareketinin -ve aslında bütün toplumsal hareketlerin- en görünmez ama en belirleyici krizlerinden biri, kitlenin özneliğine duyulan güvensizliktir. Eylem çağrısı yapan özne çoğu zaman kitleyi “hazırlanması”, “yönlendirilmesi” gereken bir kalabalık olarak görür. Oysa eyleme gelen insanlar, o eylemin anlamını, riskini ve sınırlarını bilerek gelirler. Kitle, pasif bir topluluk değil, o ânın doğrudan politik öznesidir. Onun yerine karar vermek, “nasıl davranmalı, ne kadar öfkeli olmalı, nerede durmalı” gibi tutumları tepeden belirlemek, eylemin en canlı gücünü -kolektif iradeyi- zayıflatır. Bir eylemin örgütleyicisi ve çağrıcısı olan öznelerin elbette kitleyi gözetmesi, eylemin gerçekleşmesini sağlaması gerekir ama kitleyi gözetmek ile onun yerine karar vermek arasında fark vardır. Bizce kitlenin tutum alabilme, bir özne olarak müdahale edebilme alanını yaratacak gözetme halini oluşturmak mümkündür ve ilerletici olan da budur.

Bir eylemi örgütlerken kitleye güvenmek, yalnızca bir tercih değil, politik bir ölçüttür. Çünkü ancak güvendiğin kitleyle risk alabilir, yeni eylem biçimlerini deneyebilir, geri çekilme ya da ilerleme kararlarını birlikte tartışabilirsin. Güvenmediğin kitleyle ise sürekli bir “kontrol” ilişkisi kurar, eylemi kendi kendini yönlendirebilme kapasitesinden mahrum bırakırsın. Kitleye güvenmeyen bir örgütleyici, aslında kendi politik hattının da gücünden emin değildir.

Bir eylemde güven, her zaman yanındaki insandan geçer; onun kararlılığından, dayanışmasından, geri adım atmamasından. Bu yüzden eylem hazırlığı yalnızca afiş basmak ya da sosyal medya çağrısı yapmak değildir; asıl hazırlık, bu güvenin birlikte inşa edilmesidir. Sokakta örgütlenmeyen, yüz yüze temas etmeyen bir süreçte güvenin kalıcı biçimde kurulması mümkün değildir. Eylemin biçimiyle örgütlenme süreci arasındaki uyum, güvenin en somut hâlidir. Biçimiyle tutarlı bir süreç güven yaratır; biçimiyle çelişen bir süreçse kuşku üretir.

Eylemin amacı ve biçimi nasıl belirlenir

Bir eylem örgütlenirken öncelikli mesele, onun amacıdır; çünkü eylemin amacı hem politik sözün içeriğini hem de biçimini belirler. Ancak son yıllarda, bazı eylem biçimleri veya yöntemleri “politik sözü zayıflatır” gerekçesiyle tartışmaya açılırken, bu tartışmalar çoğu zaman politik sözün içeriğinden koparak eylemden kaçınmanın, hattâ politik sözün ertelenmesinin bahanesine dönüşüyor. Oysa bir eylemin biçimi, politik sözün değerini azaltmaz; tam tersine, o sözü hangi kitleyle, hangi zeminde ve nasıl taşıdığıyla birlikte anlam kazanır.

Bir eylemin amacı saldırılara karşı durmaksa, onun politik sözü de dayanışmayı ve direnci görünür kılmak üzerine kuruludur. Burada ise bir ezbere yer yoktur. Bu sözü güçlü kılan şey, biçimin o amaca uygun olmasıdır: bazen dar bir grupla, bazen kalabalık bir yürüyüşle, bazen de yalnızca bir pankartın arkasında yan yana durarak. Biçim, sözü tamamlar; onu kitleselleşme kaygılarıyla törpülemek ya da “fazla” bulmak, politik sözü korumaz – tam tersine onu kitleyle arasına mesafe koyarak zayıflatır.

Benzer biçimde, yalnızca “daha etkili görünürlük” ya da “medyada yankı bulma” amacıyla seçilen biçimler de sözü kendi bağlamından koparabilir. Çünkü politik söz, amacın ve biçimin uyumuyla ve kitleyle kurduğu ilişkiyle güçlenir. Eylem, kitleyle buluştuğu ölçüde politikleşir; kitleye güvenmeden belirlenen biçimler, o sözün taşıyıcısını da öznesini de daraltır.

Bu noktada şunu hatırlamak gerekir; sosyal medya sokağın alternatifi olamaz. Dijital alan, sözü yaymanın araçlarından biridir, ancak mücadelenin zemini değildir. Gerçek politik varlık, temasla, yan yana gelmeyle, bir birliktelikle kurulur. Sosyal medya, bu temasın yankısı olabilir ama kendisi değildir. Sokakta kurulmamış bir söz, dijitalde ne kadar paylaşılsa da gerçek bir politik güce dönüşmez.

Bu yüzden özneye düşen görev, sözü dijital alanda yeniden üretmekten çok, onu sokakta, kolektif bir pratikle anlamlandırmaktır. Çünkü sokak yalnızca bir mekân değil; birlikte düşünmenin, birlikte korkmanın, birlikte cesaret etmenin alanıdır.

Politik sözün yaygınlaşması, tek bir eylemde ya da tek bir biçimle olmaz. Sözü güçlendiren şey, onun kitleyle temas etmesi, ortak bir duyguyu, yönelimi ya da öfkeyi bir araya getirebilmesidir. Dolayısıyla biçim tartışmasının yönü hangi biçim eylemin özünü en uygun şekilde örgütler sorusuna dönmelidir.

Mücadeleyi büyütmenin koşulları

Kadın hareketinin son yıllarda güç kaybettiği açıktır. Ancak bu tespiti yapmak, bugünün eylem biçimlerini ya da tepkilerini değersizleştirmeyi meşrulaştırmaz. Tam tersine, bu tutum hareketi güçlendirecek bir tartışma zemini yaratmak yerine, onu daha da daraltan bir eğilimdir.

Bugün kadın hareketi sokakta eskisi kadar kitlesel olmayabilir, ancak farklı biçimlerde süren politik refleksler -özellikle ifşa hareketleri- hâlâ önemli bir toplumsal karşı koyuşun göstergesi. Bu biçimler, hareketin canlılığının da sürdüğünü gösteriyor. Onları yetersiz bularak dışlamak, hareketi zayıflatmaktan başka bir işe de yaramaz.

Bu yüzden mesele, mevcut eylem biçimlerini geçersiz ilan etmek değil; onların taşıdığı bilinci, daha örgütlü ve süreklilik kazanan bir hatta dönüştürebilmektir. Asıl ihtiyaç, bu birikimi koruyarak güncel politik koşullara uygun bir örgütlülük düzeyine taşıyabilmektir. Tepkisellikleri küçümsemek yerine, onları süreklilik yaratacak politik bir zemine oturtmak gerekir.

Bu durumu görmek, dert etmek ve mücadeleyi büyütmek yalnızca kadın hareketinin değil, bütün toplumsal mücadele öznelerinin sorumluluğundadır. Çünkü bu sorumluluk, içinde bulunulan tarihsel zorunluluktan doğmakta. Bugün yaşanan savaş ve baskı ortamı, kadınların bir kez daha mücadelenin ön saflarına itildiğini ve politik alanın en dinamik öznelerinden biri hâline geldiklerini göstermektedir. Kadın hareketini büyütmek, bu potansiyeli tanımak ve ona uygun politik bir zemin kurmakla mümkündür.

25 Kasım’ı nasıl örgütlemeliyiz?

• 25 Kasım’a giden süreçte kurduğumuz bağları sürekli ve örgütlü hâle getirmeyi hedeflemeliyiz. 25 Kasım hazırlıkları, yalnızca bir günün değil, sonrasına taşınacak bir hattın da örgütlenmesidir. Bu nedenle 25 Kasım sürecinde, 25 Kasım’dan sonra gerçekleştireceğimiz eylem ve etkinliklerin programı hazır olmalı, bu çalışmalara dair duyurular bugünden başlatılmalıdır.

• Kadınlara yönelik saldırılar, bizi sıkıştırmaya çalışan çaresizlik ortamında biriken öfkenin kendine akacak bir kanal aradığı koşulları yaratmaktadır. 25 Kasım’ı örgütlerken her kadın, farklı biçimlerde kendi politik sözünü üretmeli; biçimler çeşitlenmeli ve bunun yeri sokak olmalıdır. Derdini, talebini, öfkesini eylemde somutlamak, en basit ve sade biçimiyle dahi o eylemi gerçekleştiren özneye güç ve moral kaynağı olur. Bir kadının işyerinde yaşadığı ayrımcılığa dair yaptığı bir yazılama, “aile yılı”na dair bir bildiriyi başka bir kadına ulaştırması, yaşadığı şiddeti bir travma olmaktan çıkarıp bir kadınla daha paylaşması, bir sokakta katledilen bir kadının isyanını haykırması ve daha fazlası her birimize güç verecek eylem biçimleridir.

• 25 Kasım gününde, her alanda en geniş katılımlı sokak eylemleri düzenlenmelidir. Bu eylemlerde kanıksama yerine öfkenin, güvensizlik yerine dayanışmanın, dağınıklık yerine örgütlenmenin sesi duyulmalıdır. İlişkimiz olan her alanda -mahallelerde, fabrikalarda, okullarda, atölyelerde, tiyatrolarda- 25 Kasım’ın anlamını anlatan eylemler ve buluşmaların gerçekleştiğinden emin olmalıyız.

• 25 Kasım sonrasında ise mücadele durmamalıdır. 25 Kasım’ın politik etkisi, yalnızca o günün kalabalığında değil, sonrasında yürütülen örgütlü faaliyetlerde belirginleşir. İhtiyacımız olan, kadın hareketinin gündemlerini sürekli ve ısrarlı biçimde örgütlemektir; çünkü gücümüz, örgütlü çalışmalarımızın sürekliliğinden doğar. Aile yılı, yasalara yönelik saldırılar, şiddet, savaş ve kriz gibi gündemler 25 Kasım sonrasında da yakıcılığını koruyacaktır. Bu başlıklarda yazılamalar, bildiri dağıtımları, ajitasyon ve propaganda faaliyetleri ivmelenerek devam etmelidir. Kadın hareketinin gücü, tekil eylemlerden değil, bu eylemlerin sürekliliğini kurabilme yeteneğinden doğar.

Osmanlı’dan günümüze grevler Üçüncü bölüm: 1980 sonrası

1980 yılında gerçekleşen askerî darbe gerek emek hareketine gerekse sosyalist harekete büyük bir darbe indirmişti. Ülkede egemen kılınmak istenen neoliberal ekonomi düzeni dikensiz bir gül bahçesi hâline getirmek istemekte idi ülkeyi ve bu istek 1980 darbesi ile büyük ölçüde hayata geçirilmiş oldu. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı olan Halit Narin bu durumu şu veciz(!) cümle ile açıklıyordu:

“Bugüne kadar hep işçiler güldü. Artık gülme sırası bize geldi.”

Gerçekten de işveren kesiminin gülmesi için gerekeni yapmakta idi darbe yönetimi. Sendika yöneticilerini gözaltına aldılar, öncü işçileri tutukladılar. Ardından bir kararname ile devam etmekte olan tüm grevleri ve toplu sözleşme görüşmelerini sonlandırdılar. Bu arada işçilere verilecek olan ücret zammı da darbecilerin kararı ile belirlendi. Ardından DİSK kapatıldı. Eş anlı olarak TÜSİAD’a “kamu yararına çalışan dernek” statüsü kazandırıldı. Eş anlı olarak alınan bu iki karar, darbe yönetiminin işçi sınıfına ve emek hareketine nasıl yaklaştığının açık göstergesidir. Peşinden grev yasağı geldi. Bu süreçte Türk-İş’in işçi sınıfına ve emek hareketine ihanetine tanık olduk. Türk-İş önce darbe yönetimine desteğini açıkladı. Bununla da kalmayarak desteğini organik bir bütünleşme ile güçlendirdi. Dönemin Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide darbe yönetimi tarafından kurulan kukla kabinede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev aldı. Türk-İş yönetiminin bu yaklaşımı uluslararası işçi hareketi tarafından büyük tepki gördü. ICFTU[1] Türk-İş’in üyeliğini geçici süre ile askıya aldı.

Böylesi olayların yaşanmakta olduğu koşullarda önderleri tutuklanmış, sendikaları kapatılmış, toplu iş sözleşmesi görüşmesi yapması bile yasaklanmış olan işçi sınıfından bir hareket, bir direniş beklenemezdi doğal olarak, nitekim öyle de oldu. 1981, 1982 ve 1983 yıllarında ülkede bir tek grev bile gerçekleşmedi.

Darbe yönetiminin çekilip seçimlerin yapılması ve Anavatan Partisinin iktidara gelmesini takiben oluşan siyasi ortamda emek hareketi de küçük bir kıpırdanma gösterdi ve 1984 yılında ülke çapında dört grev gerçekleşti.

1985 yılında da grevlerin sayısı arttı ancak darbe döneminin yasaklarının gölgesinde gerçekleşen grevler beklenen sonucu vermekten uzaktı. Darbe döneminin etkilerini ortadan kaldıran ve işçi sınıfının yeniden ayağa kalkmasını sağlayan grev NETAŞ grevidir.

16 Kasım 1986 tarihinde Ümraniye’deki NETAŞ fabrikasında çalışmakta olan bağımsız Otomobil-İş Sendikası üyesi 2650 işçi fabrika dışına çıkarak Üsküdar-Şile karayolunu trafiğe kapattı. Bu eylem 12 Eylül darbe yasaklarının delinmesi anlamını taşımakta idi. Grev kamuoyunda büyük sempati ile karşılandığı gibi uluslararası işçi hareketinden de destek ve dayanışma gördü. Bu süreçte Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı Erdal İnönü de dayanışma amacı ile gittiği grev çadırında grev gözcüsü gömleğini giydi. Bir siyasi parti genel başkanının sembolik olarak gev gözcülüğüne soyunması işverenlerin tepkisi ile karşılaştı Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, Erdal İnönü’nün suç işlediğini iddia ederek suç duyurusunda bulundu. İnönü hakkında soruşturma açıldı. Sonuçsuz kalan bir soruşturma idi elbette. İşverenin grevi kırmaya yönelik tüm girişimleri sendika merkez yönetiminin grevi sahiplenmeyip işverenle pazarlık masasına oturması ve grevin önüne çıkarılan tüm mevzuat engellemelerine rağmen işçiler kurdukları grev komiteleri ve düzenledikleri dayanışma kampanyaları ile zorlukları aştılar. Bir yandan sendikal bürokrasiyi bir yandan da mevzuat engellemelerini yenip grev ve direnişlerini zaferle sonuçlandırdılar Grev üç ay sürdü. 18 Şubat 1987’de imzalanan sözleşme ile sonlandı. Sözleşmede işçilerin nerede ise tüm talepleri kabul edilmiş ve NETAŞ işçisi önemli bir başarı elde etmişti.

Grevin sona ermesinin hemen ardından işveren işçi çıkarmaya başladı. Öncü işçilerin görevlerine son verildi. Kısa sürede 300 işçi işten çıkarıldı. Sendikanın işten çıkarmalara sessiz kalmasını protesto eden NETAŞ işçisi de sendikadan istifa etti. Böylece Otomobil-İş NETAŞ’ta yetkiyi kaybetti. Grev sonrasında yaşanmış bu olumsuzluklara rağmen NETAŞ grevi, 12 Eylül baskı ortamının yarattığı korku iklimini kaldıran bir eylem olarak tarihteki yerini aldı.

Bu gelişme grevlerin önünü açtı. Petrol-İş Sendikası 1987 yılında tam 63 işyerinde grev kararı aldı. 1988 yılında SEKA işyerlerinde greve gidildi. İktidar ve işveren kesimi toplu iş sözleşmelerini ve ardından da grevleri bilinçli olarak uzatmak sureti ile olumlu sonuç alabileceklerini umdular ancak işçi sınıfının kararlı tutumu ve direnci bu stratejinin boşa çıkmasını sağladı. Öte yandan uzayan grev ve direnişler toplum yığınlarında siyasi iktidara yönelik muhalefeti arttırdı ve 1989 yerel seçimlerinde o tarihte iktidarda olan Anavatan Partisi büyük oy kaybına uğradı. Bunun yanında 1987 ve 1988 yıllarında yaşanan grev ve direnişler 1989 Bahar Eylemlerinin altyapısını hazırladı.

1989 yılında kamu kesimi ile yürütülmekte olan toplu iş sözleşmelerinin sözleşme görüşmelerinde taraf olan işveren sendikaları tarafından sudan bahanelerle uzatılması üzerine sözleşme görüşmelerinin diğer tarafı olan Türk-İş’e bağlı sendikaların üyesi işçiler tarafından başlatılan ve uzun süre devam eden eylemlerin bütünüdür 1989 Bahar Eylemleri. Bir başka anlatımla da Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesindeki yerini yeniden almasına yol açan eylemler bütünüdür. Dikkat edilecek olursa sendika üyesi işçilerden söz ederken sendikalara değinilmediği hemen fark edilir. Bunun nedeni de eylemlerin tabandan gelen baskı sonucu gerçekleştirilmiş olması. Ancak eylemlere katılan ve kararlılıkla sürdüren işçi sayısının yüz binin üzerine çıkması sonucu Türk-İş yöneticileri de “mış gibi” yaparak eyleme destek verdikleri görüntüsünü yaratmak istediler. Bu hamleleri esas olarak koltuklarını koruyabilme içgüdüsünden kaynaklanmakta idi. Ne var ki pek bir yararı olmadı ve 1989 yılı mart ayı itibarı ile başlayan eylemler sonucunda öne çıkan işçilerin önemli bir kısmı daha sonra sendikaların çeşitli kademelerinde yönetici olarak görev aldılar.

Yüz binin üzerinde işçi katılmıştı eylemlere. Bu sayı kimine göre 150 bindir kimine göre ise 160 bin. Sayının üzerinde durmanın bir anlamı yok. Ortaya çıkan her rakam eylemin kitlesel boyutunu gözler önüne sermekte. Öte yandan bahar eylemleri işçi sınıfının mücadelesinde yeni taktiklerin ortaya çıkmasını sağlaması ile de dikkat çeker. Sakal bırakma, toplu viziteye çıkma, işe devamsızlık, ekonomik yetersizlik nedeni ile toplu olarak boşanma davası açma gibi eylemler, işçi sınıfının mücadele portföyünde bahar eylemleri esnasına yer almaya başladı. Birbiri ardına gelen eylemler sonucunda mücadele çok büyük bir başarı kazandı. Öncelikle işin ekonomik boyutundan söz edecek olursak, eylemler öncesi işçilere iki yıl için yüzde 40 seviyelerinde zam öneren hükûmet yetkilileri imzaladıkları toplu iş sözleşmesinde sadece sözleşmenin ilk yılı için yüzde 140 zam vermeye razı oldular. Ekonomik anlamda elde edilen bu başarı elbette önemli idi ancak siyasal anlamda elde edilen başarı kanımca daha büyük bir önem arz etmekte. Şöyle ki;

Dönemin başbakanı Turgut Özal bahar eylemleri başladığında sendika yöneticilerini suçlamış ve koltuklarını kaybetme korkusu ile işçileri yönlendirdiklerini iddia etmişti. Eylemdeki işçiler bu beyana eylem dozunu arttırarak yanıt verince bu kez “hiçbir hükûmet yetkilisinin işçilerle görüşmeyeceğini ancak insanî nedenlerle belki işçilerin seçeceği bir komite ile görüşülebileceğini” ifade etti. Bir de gözdağı verdi işçilere, 24 bin kişinin katılımı ile gerçekleşecek İSDEMİR ve KARDEMİR grevleri hükûmet tarafından ertelendi. İşçiler geri çekilmediler bu tehdit ve gözdağı uygulamaları karşısında. Eylemlerin dozu daha da arttı. Sonuç olarak kamu işveren sendikaları devre dışı bırakıldı. Dönemin devlet bakanı Cemil Çiçek girmek zorunda kaldı toplu sözleşme görüşmelerine. İşçilerle görüşülmeyeceğini ifade eden iktidar en önemli bakanlarından biri vasıtası ile görüşmelere katıldı ve sözleşme bu şekilde yürütülüp sonuçlandı. İşin bir de seçim aritmetiğine yansıması var. Yukarıda sözü edilmişti. 1989 yılı yerel seçimlerinde iktidar partisinin büyük oy kaybına uğradığı ifade edilmişti. Bu kez rakamı da verelim oy kaybının şiddeti daha net anlaşılabilecek böylece. Bir önceki genel seçimde %35 oranında oy almıştı ANAP, 1989 yerel seçimlerinde bu oran %21,88 olarak gerçekleşti. 1989 Bahar Eylemleri işçi sınıfına önemli maddî hak ve menfaatler sağlamakla kalmamış, iktidar partisinin büyük oy kaybına neden olmuştu. Bu kayıp daha sonra da devam etti ve 1991 yılında gerçekleşen genel seçimlerde ANAP iktidarı kaybetti.

1989 Bahar Eylemleri esnasında dipten gelen dalgayı yönlendirebilecek bir siyasi oluşum mevcut olsa idi eğer çok daha önemli başarılar elde edilebilirdi kuşkusuz.

Bahar eylemleri sonucu elde edilen başarı işçi sınıfının mücadelesinde grev silahının daha etkin bir biçimde kullanılması eğilimini ortaya çıkardı. Dönemin siyasi iktidarı ise bunun karşısına grev erteleme kararları ile çıkma yoluna başvurdu. Bu konuda ilginç bir olay yaşandı. 1991’de hükûmet Irak Körfez krizini bahane ederek tam 100 işyerinde grev erteleme yoluna gitti. Gerekçe “ulusal güvenlik” (!)

Bir başka ülkede yaşanmakta olan savaşın ulusal güvenliği nasıl etkileyeceği tartışma konusu idi kuşkusuz. Konu adlî mercilere gitti ve Danıştay 10. Dairesi 26.02.1991 tarihinde bahse konu grev erteleme kararlarının tümünü iptal etti. İptal edilen karar sonrasında 100 işyerinde aynı anda başlayan grevlerin tümü başarı ile sonuçlandı.

Grev dalgası 1995’e kadar artan bir ivme ile devam ederek 1995 yılında tavan yaptı. 1995 yılında gerçekleşen grevlere katılan işçi sayısı 200.000, grevde geçen gün sayısı ise 10 milyon seviyesine ulaştı. 1995 sonrasında bu gelişme önce yavaşladı ardından da gerilemeye başladı. 1990’lı yılların ilk yarısı yukarıda sözü edilenlerin dışında toplu iş bırakma eylemlerine de tanık oldu. 1991-1995 yılları arasında üç kez toplu iş bırakma eylemi yaşandı. Bu eylemlere Türk-İş ve DİSK üyesi işçiler birlikte katıldılar. Türk-İş yönetimi işçi sınıfının kabaran mücadelesinin önüne geçemeyeceğini anlayınca çaresiz destekledi bu eylemleri. Söz konusu üç eylemin her birine 350.000 dolayında katılım oldu. Kuşkusuz tam bir başarıdan söz edilemez bu eylemler ile ilgili. Ancak yine de genel grevin yasa konularak engellenemeyeceğini kanıtlayan önemli deneyimlerdi.

2000’li yıllar grev ve direniş açısından önemli bir durgunluğun yaşandığı dönem olarak tarihe geçti. 2002 yılında iktidara gelen AKP, darbe döneminde çıkarılmış olan mevzuatı yeni yasalarla tahkim etti. Bu durum grev eğiliminin azalmasına yol açtı. Özellikle kamu kesiminde gerçekleşen grevler nerede ise durma noktasına geldi. Bunun istisnası Hava-İş Sendikasının 2013 yılında gerçekleştirdiği THY grevidir.

15 Mayıs 2013 tarihinde başlayan grev 20 Aralık 2013’te imzalanan anlaşma ile sona erdi. THY yönetimi tarafından işten çıkarılmış olan personelin göreve iadesi, kabin memurlarının ilk girişlerinde uygulanan part-time çalışma statüsünün kaldırılması gibi önemli kazanımlar elde edildi yapılan sözleşme ile. Ancak daha sonra Hava-İş Sendikasının etkinliği giderek azaldı. Bunun dışında sadece ana muhalefet partisinin yönetimindeki belediyelerde karşılaştık kamu kesimi grevlerine. Özel sektörde yaşanan grevler ise büyük bir iz bırakmadı.

Bununla birlikte 21. yüzyılın en büyük işçi direnişlerinden birine, üstelik sadece ülkede değil dünyada ses getiren bir işçi direnişine tanık olduk 2000’li yıllarda TEKEL direnişi idi bu eylemin adı.

Tekel idaresine ait bazı fabrikaların özelleştirme idaresi tarafından açılan ihale ile British American Tobacco (BAT) adlı kuruluşa devredilmesini takiben ihaleyi kazanan şirketin pek çok işçiyi işten çıkaracağını açıklaması direnişin başlamasına neden oldu. İhaleyi alan kuruluş kısa sürede yaklaşık 8000 işçinin sözleşmesini sona erdirdi. İş sözleşmeleri sona erdirilen işçilerin daha önceki özelleştirme uygulamalarında yapıldığı gibi başka kamu kurumlarında istihdam edilmeleri bekleniyordu. Ancak iktidar bu kez buna yanaşmayarak işçileri 4C statüsüne geçmedikleri takdirde yeni işe yerleştirmeyeceğini bildirdi. Bu öneri işçiler için önemli bir hak kaybı oluşturmakta idi. Ülkenin dört bir yanından gelip Ankara’da toplanan TEKEL işçileri 15 Aralık 2009’da eylemlerine başladılar. Ağır kış koşullarına, kolluk güçlerinin baskısına zaman zaman sert müdahalesine karşın günler boyu sürdürdüler direnişlerini. Kayıplar da verdiler bu süreçte. Ancak direnişlerini kararlılıkla sürdürdüler. Kurulan derme çatma çadırlarda, son derece güç koşullar altında sürdürülen direniş, gerek ülkede gerekse uluslararası kamuoyunda büyük sempati topladı. Ülke çapında destek mitingleri ve grevleri gerçekleşti. Direniş 78 gün sürdü. 79. gün Danıştay 4C uygulaması için yürütmeyi durdurma kararı alınca direniş çadırları toplandı. 1 Mart 2010’da direniş sona erdi. Belki tam olarak istenilen başarı kazanılamamıştı. Bunda İşçilerin üye oldukları Tekgıda-İş Sendikasının büyük kusurları vardı. Ancak direnişin boyutları ve işçilerin kararlılığı önemli bir deneyim olarak tarihteki yerini aldı.

Çadırlar kaldırıldıktan sonra da yer yer mitingler ve destek eylemleri yapıldı ancak zamanla direniş etkisini yitirdi, elde edilen kazanımların direnişin görkemi ile karşılaştırıldığında pek önemli olduğunu söyleyemeyeceğim.

Uzun bir grev yolculuğunu grev ve direnişlerden bir seçki yaparak özetlemeye çalıştım bu yazı dizisinde.

Umarım başarılı olmuş ve yazı dizisini izleyenlerin ülkede gerçekleşmiş grev ve direnişler hakkında bilgilendirmeyi sağlamışımdır.

[1] ICFTU: Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu. 2006 yılında kendini feshederek Dünya Emek Konfederasyonuna (WCL) katıldı.

Change for Sudan, Freedom for the Peoples The Kaldıraç Movement stands in solidarity with the Sudanese people and their vanguard Party.

After the Sudanese people overthrew Omar al-Bashir’s decades-long dictatorship, winds of change began to blow across the country. The people, through resistance organizations such as the Communist Party, the Resistance Committees, and the Sudanese Professionals Association, were strengthening their institutions of struggle and setting an example for the peoples of the world in their fight for a deserved freedom.

However, despite the army’s promises—made in the course of negotiations—to hand over power to a civilian democratic government, it refused to transfer authority to the Sudanese people, blocking the political transition. Later, its power struggle with the Janjaweed (Rapid Support Forces) turned into a civil war.

The civil war, which began with the Rapid Support Forces (RSF)—known for their crimes for years—has brought only blood and destruction to the Sudanese people.

In recent weeks and months, escalating repression and massacres have made the country vulnerable. The civil war, provoked and fueled by regional states and imperialist powers, continues to escalate.

It is known that Turkey has also provided weapons and logistical support to the warring parties.

Solidarity with the peoples of Sudan—just as with Gaza—is both a responsibility born of the common struggle against genocidal and murderous gangs, and an indispensable step toward breaking imperialist plans and developping the fight against imperialism.

The collaborating regional states must immediately abandon their destructive policies that fuel this civil war and must not stand on the side of deepening the conflict.

The call for international solidarity issued by the Sudanese communists is as follows:

“We in the Sudanese Communist Party call on the peoples of the world, and their democratic organizations, foremost among them the communist and labor parties, as well as human rights organizations and the conscience of the entire world, for international solidarity with the Sudanese people who are suffering alone and steadfastly in the face of a brutal war entering its third year without a horizon for resolution or end…”

We accept this call as is our own call . Furthermore:

“1. An immediate ceasefire, the declaration of a humanitarian truce, and a complete opening of humanitarian corridors to El Fasher and other areas of Darfur, Bara, and all of North and South Kordofan, ensuring the protection of aid convoys.

  1. A quick, independent, and transparent international investigation into war crimes, and holding accountable all who committed, ordered, or contributed to these crimes.”

These demands are also our own demands.

Imperialist plans will be defeated, imperialism will be crushed, and the peoples of our region and the world will achieve liberation.

Long live proletarian internationalism!

October 30, 2025

Kaldıraç Movement

 

Sudanese Communist Party  Political Bureau
Statement on the Massacres by Rapid Support Forces in Bara and El Fasher

Our party stands clearly and decisively against the horrifying massacres being committed against civilians in the cities of El Fasher and Bara, as well as in other areas of Kordofan and Darfur; a stance that does not accept ambiguity or justification.

The Rapid Support Forces continue to perpetrate systematic violence against unarmed civilians: field executions, arbitrary arrests, looting and destruction of property, mass displacement, and forcing residents to flee… and more, as documented and confirmed by reports from the United Nations, human rights organizations, and the media.

This hellish, systematic violence is the result of all the wars our country has endured, marked by barbarity and the failure to bring perpetrators to justice. Impunity has never been an exception; rather, it is a central reason for the recurrence of these crimes. The ongoing absence of accountability has recreated an environment that allows the return of war crimes and genocide against the populations of cities and villages as soon as the regime’s forces retreat, as seen in Bara and El Fasher.

What we witness today is an extension of a policy entrenched since the first Darfur massacres. Therefore, confronting these crimes requires immediate and firm accountability for all those responsible for issuing and executing orders.

We also emphasize that the failure to secure unarmed civilians, and the withdrawal of the army from the steadfast city of El Fasher for months in the face of the Janjaweed militia, is an irresponsible act deserving condemnation and accountability. The primary and most important duty of the army is to protect citizens and the homeland, not to protect itself.

We in the Sudanese Communist Party always affirm that what is happening is not merely a military struggle for power; rather, it represents a complex scene of conflict between the parasitic wings of capitalism within the country over power and resources. These forces have amassed their wealth and privileges through corruption and the exploitation of power to loot resources, using armed conflict and terrorism to reinforce their dominance.

The war is, at the same time, a regional/international/imperialist scheme aimed at weakening the Sudanese state and creating conditions for disintegration and division to deplete the capabilities of the people, the wealth of the country, and violate national sovereignty. This political and economic dimension (local, regional, and international) of the conflict places a doubled responsibility on the international community to intervene immediately to stop this war and these massacres.

We in the Sudanese Communist Party call on the peoples of the world, and their democratic organizations, foremost among them the communist and labor parties, as well as human rights organizations and the conscience of the entire world, for international solidarity with the Sudanese people who are suffering alone and steadfastly in the face of a brutal war entering its third year without a horizon for resolution or end… We call for popular movements around the world in the streets, through writing in newspapers, on social media, or other means for the immediate cessation of the war in Sudan and solidarity with our people.

We also call for transforming “soft statements” and formal appeals into practical steps to protect civilians, open humanitarian corridors for the population, deliver aid, and conduct neutral and independent investigations into all war crimes in our country. The criticisms and condemnations issued by international and human rights institutions must be followed by concrete actions: imposing political, economic, and diplomatic sanctions on the perpetrators of violations, banning the export of weapons and logistical support to the criminals, and referring the crimes to independent international and local judicial mechanisms.

We demand, also:

  1. An immediate ceasefire, the declaration of a humanitarian truce, and a complete opening of humanitarian corridors to El Fasher and other areas of Darfur, Bara, and all of North and South Kordofan, ensuring the protection of aid convoys.
  2. A quick, independent, and transparent international investigation into war crimes, and holding accountable all who committed, ordered, or contributed to these crimes.
  3. Urgent action from the peoples of the world, its democratic forces, and human rights organizations to pressure states and international bodies to halt any support or political or military complicity with the parties responsible for the violations.

At the same time, we call on the vanguard of our people, the forces of mass mobilization, and democratic forces to unite their ranks, escalate peaceful mass struggle, and develop political initiatives aimed at stopping the war, seizing power from the de facto governments in Port Sudan and Nyala, and returning to the path of the revolution to build a civil democratic state that safeguards human rights and achieves social justice.

– We will not allow the testimonies of the victims to be buried in statements that merely express sympathy without follow-up. Blood cries out for justice, demanding real protection and accountability.

– Stop the killing. Open the corridors for aid. Bring the perpetrators to justice.

– Justice for the victims — and freedom and peace for the people of Sudan.

 

*Political Bureau* 

*Sudanese Communist Party* 

*October 29, 2025*

“Bunca yerlere düşenlerden Yenilmez özlenen bir hayat doğar” Direniş sürüyor, büyüyecek!

Bundan tam on yıl önce, 2015’in 10 Ekim’inde, Ankara Garı önünde, barış mitingi için toplanan on binlerin içinde IŞİD görünümlü bir devlet katliamı gerçekleştirildi.

Egemenlerin kendi ifadeleri ile “kimyalarını bozan”, “şaftlarını kaydıran” Gezi Direnişi 2013’ün 31 Mayıs’ında patlamış, Taksim Meydanı tüm ülkeye yayılan direnişin merkezi olmuştu. Yine aynı IŞİD çeteleri, bu ülkenin egemenlerinin desteği ile işgal ve katliama giriştiğinde, Kobanê’deki direniş, bu topraklara sıçramış, 2014 yılının son baharında, ülke çapında Kobanê Direnişi patlak vermişti.

İşte bu iki direniş, bu topraklardaki tüm ezilenleri yan yana getiren bir duygu yaratmış ve 2015 7 Haziran seçimlerinde AK Partiye seçi kaybettirirken, tüm toplumsal mücadele dinamiklerinde büyük bir umut yaratmıştı.

7 Haziran 2015 seçimleri sonrası, Suruç katliamı ile başlayan süreç, Ankara Gar katliamı ile bir üst boyuta sıçratılmış ve arkasından ilan edilen “tekrar seçim”le, 1 Kasım’da AK Partiye yeniden “kazandırılmıştı.”

Bu katliamlar süreci, toplumda yeşeren ve egemenlerin kimyasını bozan direnişe, direniş ruhuna, gelişen ortak mücadele bilincine yapılan saldırılardı…

Sonrası, 2017 referandumu ve hileli seçimlerle, “Saray muhalefetinin” de katkılarıyla Saray Rejiminin inşasıdır.

Bu topraklar 10 yıldır Saray eliyle gerçekleştirilen saldırılara direnişle yanıt vermektedir. Halk korkusu ile yağma-rant, savaş ekonomisi üzerine kurulan Saray Rejimi dertlerine çare olmamış, direniş inişli-çıkışlı ama süreklilik kazanmıştır. Gezi Direnişi, kadınların, işçilerin, öğrencilerin, doğasını ve yaşamını savunanların direnişlerinde sürmüştür.

İşte bu direniş, 19 Mart’ta İBB’ye karşı başlatılan saldırı ile yeni bir boyut kazanmış, İstanbul Üniversitesinde barikatı aşarak Saraçhane’ye çıkan, oradan Taksim’e gitmek isteyen öğrenci gençlik sayesinde, ülke çapında direniş yeniden ivmelenmişti.

Şimdi, bu yeni direniş sürecinin içindeyiz ve egemenlerin elinde daha fazla zorbalık dışında hiçbir araç kalmamıştır. Saray Rejimi, her gün ama her gün yeni bir toplumsal patlamanın korkusu ile hareket etmekte, daha fazla baskı ile yönetmeye çalışmaktadır.

Bu şiddet, ağzına kadar dolu hapishaneler, yeni yapılanlar, kuyu tipleri vb., öğrencilerin kitlesel tutuklamaları, gazetecilerin, tweet atanların, belediye başkanlarının, çalışanlarının tutuklanması sıradanlaşmış; Saray’ın korkusunu direnenlere bulaştırmaya çalışması işe yaramaz hâle gelmiştir.

Şairin dediği gibi “halkız biz, yeniden doğarız ölümlerde” satırları, 10 Ekim katliamının 10. yılında, saraylıların korkulu rüyası olmaya devam etmektedir.

Saray Rejimi, korkmaktadır. Korkularını gerçeğe çevirecek olan bizlerin örgütlülük düzeyi henüz onları koltuklarından edecek düzeye ulaşmamıştır.

Direniş sürüyor, büyüyecek!

Yağma, rant ve savaş ekonomisi, bu rejimin üzerine inşa edildiği temeldir. İçeride-dışarıda savaş politikaları ile biz işçi-emekçileri, öğrencileri, kadınları, toprağını, ağacını koruyanları tam bir cendereye sokmak istemektedir.

Enflasyonun nedeni işçi ücretleridir, diyerek, üzerimizden bir avuç sermaye sahibi servet transferi yaparken, bizleri çıplak açlığa, ödenemez borçlara mahkûm edebiliyorlar. Her ay 150-200 işçinin işçi cinayetlerinde katledilmesi sıradanlaştırılmıştır. Her ay 40 kadının katledilmesi sıradanlaştırılmıştır. Çocukların kaybolması, istismarı sıradanlaştırılmıştır. Ülke topraklarının yüzde yetmişinin uluslararası maden tekellerine satılması, madenlerin “milletimizin emrine amade kılınması”na başlanmıştır. Bölgede, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin planlarına uygun savaş politikaları uygulamak “güçlü, bağımsız” politika olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.

Tüm bu saldırıların ve saldırı planlarının hayata geçirilmesi, toplumun direniş ruhunun kırılması, 19 Mart’ta açığa çıkan “böyle yaşamak istemiyoruz” bilincinin örgütlü hâle gelmesini engellemek üzerinedir.

Böyle yaşamak istemeyenlerin önünde, direnişi büyütmek, kararlı hâle getirmek için örgütlülüğü geliştirmek dışında bir seçenek yoktur. Tüm direniş odaklarının, mücadele dinamiklerinin Birleşik Emek Cephesi’nde ortak hareketi, Saray Rejimi’ni yerle bir etmenin yoludur. Katliamların hesabını sormanın yolu da budur. Biliriz ki adalet yalnızca halkların elleriyle gelebilir.

Tüm akan dereler büyük bir nehirde birikmeli, Saray’ı kuşatan sokaklara çıkmalıdır.

Her yol Saray’a çıkar, işçi birlikleri Saray’ı yıkar!

Kaldıraç Hareketi

Dosya: Filistin…

Soykırım yapan devletle ticaret: Safiport ve Azerbaycan petrolü üzerinden iktidarın ikiyüzlülüğüBundan tam iki yıl önce Filistin direnişi Aksa Tufanı hamlesiyle tüm dünya halklarına bir yol açtı. Onlarca yıldır süren katliamlara, sistematik işkenceye, aşağılanmaya, yurtlarından edilmeye, siyonist işgale karşı Filistinliler, en zor koşulların içinden çıkarak insan onurunun ve özgürlüğünün teslim alınamayacağını gösterdi.

Dünya halklarının bu onurlu direnişe desteğini kırmak için onlarca yalan söylendi, kürsülerden hamaset yapıldı. “İşgal devleti İsrail’in kendini koruma hakkı”ndan bahseden kalemşörler, siyasetçiler, Gazze’de açlıktan ölen bebelerimizle ilgili tek kelime etmediler.

Ama direniş ve dostları bu karartmayı yarmak için mücadeleyi büyütmektedir. Dergimizin bu sayısındaki Filistin dosyası da bu karartmayı aşmaya dönük bir çabanın ürünü, parçası. Daha iki gün önce tüm dünyada milyonlarca insan Filistin Direnişi’ne destek için sel oldu kent meydanlarına aktı. Tüm dünya halkları bizlere savaş ve sömürü dışında bir gelecek vaad etmeyen bu sistemin egemenlerine karşı bir kez daha Filistin’in yanında durdu.

Şimdi işgali durdurmak için başlatılan 7 Ekim’den, kapitalizmi yok etmek için başlayan Ekim Devrimi’ne kurulacak bir bağı güçlendirmenin zamanıdır.

Şimdi bitti denildiği anda bir anka kuşu gibi yeniden doğan Filistin Direnişi’nin dersleriyle, örgütlenmeyi geliştirme zamanıdır.


“Filistin devletinin tanınması somut yaptırımlarla desteklenmezse…”

Bölgede direniş, özellikle Gazze ve Şam başta olmak üzere, tarihî ve belirleyici bir dönüm noktasında duruyor. Bir yandan stratejik dengeleri değiştirme gücünü ve sarsılmaz kararlılığını kanıtladı; diğer yandan da eşi benzeri görülmemiş baskı ve tasfiye veya etkisizleştirme girişimleriyle karşı karşıya.” / Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Politbüro üyesi Marwan Abd El-Al ile röportajı okumak için tıklayın.


Siyonizm ile savaş Filistin sınırları ötesinde

Siyonist devletin sınırı olmadığı gibi Filistin mücadelesinin de sınırı yoktur; o hem Filistin’in hem bir bütün olarak Levant coğrafyasının ve Batı Asya coğrafyasının kaderi olmakla beraber dünya ezilmiş halklarının da kaderidir.” / Filistin diasporasından Daher El Omari’nin yazısını okumak için tıklayın.


“Gazze’siz cennet olmaz?”

Hapishane savaşçıları değiştirmez. Gerçekte, eğer direniş güçlerinden gereken dayanışma sağlanırsa, hapishane sağlam duruşların şekillenmesine yardımcı olur ve benim başıma gelen de bu oldu.” / Lübnanlı Devrimci Corç Abdullah ile özel röportajı okumak için tıklayın.


Soykırım yapan devletle ticaret: Safiport ve Azerbaycan petrolü üzerinden iktidarın ikiyüzlülüğü

Kocaeli Derince’deki Safiport Limanı’ndan İsrail’e yönelik ticaret devam etmektedir. ZIM adlı İsrail şirketine ait gemiler bu limandan yük almakta, Derince sokaklarını felç eden tırlar arasında ticaret sürmektedir. Yüzlerce, binlerce tırın her gün limana girip çıkması sadece Kocaeli’nin trafiğini felç etmekle kalmıyor; aynı zamanda Filistin’de bebeklerin bombalar altında can vermesine ortak olan bir ticaret zincirini besliyor.” / Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun yazısını okumak için tıklayın.


7 Ekim’den bugüne Gazze ve Filistin: İşgal, soykırım, direniş ve dayanışma üzerine notlar

Bu iki yıl Gazze’de eşi görülmemiş bir İsrail saldırganlığına tanık olurken, işgal Batı Şeria’da da derinleşti. Dünya devletlerinin büyük ölçüde sessizlikle karşıladığı süreç boyunca dünya halkları Filistin’le dayanışmanın yeni ve etkili biçimlerini hayata geçirdi. İki yılın sonunda karşı karşıya olduğumuz siyasi tablo, farklı yönlerden tahlil edilmeyi gerektiriyor.” / Ortadoğu araştırmacısı ve BDS Türkiye gönüllüsü Selim Sezer’in yazısını okumak için tıklayın.


Avrupa ölçeği özellikle önemlidir; çünkü NATO üyesi birçok ülke burada yer almaktadır. Avrupa’da, emekçi sınıfın sırtından hızla artan askerî harcamalarla birlikte, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde “savaşa karşı savaş” adı verilen bazı hareketler veya koalisyonlar ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İtalya’da ABD’nin dayattığı askerî harcamalar açısından durum çok benzer olduğundan bu, sınırları aşan anti-emperyalist bir hareket kurmak için çok iyi bir fırsattır. Biz, özellikle Filistin kampanyası veya NATO’ya karşı kampanyalar başta olmak üzere, pek çok diğer ülke ile temas kurmaya çalışıyoruz.
/ Fransa’dan Guerre à la Guerre Koalisyonu ile röportajı okumak için tıklayın.


İşçi Partisinin ikiyüzlülüğü: Savaş silahları tedarik ederken kırmızı boyayı terör olarak damgalamak

Eğer siz, bir halkın sistematik olarak bombalanması ve aç bırakılmasından çok maddî bir hasara öfkeleniyorsanız, ahlâk ve ilkelerinizi gözden geçirmenin tam zamanı gelmiş olabilir. Şiddet içermeyen sivil itaatsizlik, demokrasimizin önemli bir parçasıdır. Protesto etme, düzeni bozma ve yönetici sınıfa karşı çıkma hakkımızı kullanmaya devam etmeliyiz. İşçi Partisi herkesi yasaklayamaz. Hepimizi hapse atamazlar.” / İskoç Sosyalist Partisi Ulusal Ortak Sözcüsü Natalie Reid’in yazısını okumak için tıklayın.


“Güç biziz, kim peşimden gelecek?”: Sporla aklanmanın kurumsallığı ve boykotun gücü

Dolayısıyla soykırımcı İsrail’e karşı etkin bir spor boykotu örgütlenmesi konusunda baskı yapmanın olası sonuçları azımsanamaz. İsrail kulüplerinin Avrupa Kupalarına katılımı engellenirse, maç günü, yayın ve sponsorluk gelirlerinden yıllık en az 30–50 milyon $ arasında kayıp yaşanabilir. Tel Aviv gibi şehirlerin uluslararası spor merkezlerine dönüştürülme çabasına dair yatırımları riske atar. Stadyum organizasyonlarının iptali, turizmi doğrudan etkiler. Global markalar, tüketici tepkisi nedeniyle İsrail merkezli organizasyonlarla sponsorluklarını kesmek zorunda kalır. Tüm bunlar topyekûn bir İsrail boykot mücadelesinin de parçası aynı zamanda.” / İdil Özkurşun’un yazısını okumak için tıklayın.