Ana Sayfa Blog Sayfa 43

Seçimi çalmak ya da “kazanmama iradesi”

14 Mayıs seçimleri, TC devleti, Saray Rejimi hakkında oldukça önemli bilgiler vermektedir. Elbette görmek isteyene. Görmek istemeyen göz, en kör olan gözdür.

Öncelikle, “kazanılmış” bir seçim, nasıl “kaybedilir” konulu bir oyun yazılacak olsa, trajikomik bir oyun olarak sahneye konulabilir. Bu yapılmıştır. Bir uçta kötü adam hırsızdır, diğer uçta “iyi” adam bir isteksizdir. Seçimi kazanmak istemeyen, seçimi kazanamaz. Tıpkı bir memur gibi, efendileri Erdoğan’ı nasıl seçmiş ise şimdi de kendilerini seçsin diye bekleyebilir. NATO tedrisatından geçmiş CHP kadrolarının başka türlü davranması beklenemez.

Biliniyor, biz 15 Temmuz darbesine bir “tiyatro” demiştik.

2015, 2017, 2018 ve şimdi 2023 14 Mayıs seçimleri, tiyatrodan kötüdür; ilkokul çocuk­larının müsamere olarak sahneledikleri oyunlara benzemektedir.

2015 seçimleri hilelidir. Seçimleri, zaten haziran ayında, AK Parti ve Erdoğan kaybetmiş­tir. Ama öyle olmadı. CHP, Baykal eli ile Saray’ın imdadına koştu.

2017 referandumu hilelidir. Referandumda “yeni sistem” reddedilmiştir. Halkın onayı yok­tur. Zaten, olağanüstü hâl koşullarında bir referandum, meşru da değildir.

2018 seçimleri hilelidir. Hakkında çok çeşitli rivayetlerle ün salan İnce, bu seçimleri kazanmıştı. Ama “adam kazandı” diye ilan etmiştir.

2023 14 Mayıs seçimleri, hilelidir.

Tüm bu seçimlerle oluşmuş kararlar ve iktidarlar, gayrimeşrudur, meşru değildir.

Ve CHP dâhil tüm partiler, bu seçimlerin ve referandumun tümünü, meşru olarak gör­müş, tanımıştır. Her seferinde bize, “bir kere oldu”, “ne yapalım” demiş ve yenisi için sabır beklemişlerdir.

Evinizden çıkmayın telkinleri ile bir seçim kazanılamaz.

Saray Rejimi koşullarında ise bu hiçbir biçimde mümkün değildir.

1

Biz sürekli söylüyoruz ve daha da söyleyeceğiz. Türkiye bir sömürgedir. Sömürge ülke ol­mak, her eğilimden literatürde açık ve nettir. Bizim okuryazar takımının (OYT) küçümse­diği “muz cumhuriyeti” ile arada niteliksel bir fark yoktur. Türkiye, sömürge bir ülkedir. “Önemli” bir ülke olması, onun sömürge olması ile çelişmez.

Yarı-sömürge tanımı, ancak belli bir süre için geçerli olur. Osmanlı, 1800’lerde yarı-sö­mürge hâline gelmişti. TC devleti, en başından beri, bir sömürge ülke olarak organize edilmiş­tir. Bir ülke yarı-sömürge ise, hep o durumda kalamaz. Hayatın akışına terstir. TC devleti, Ekim Devrimi’ne karşı bir bariyer, bir ileri karakol olarak doğmuştur. Emperyalist cephenin ortak iradesi ile SSCB’ye karşı organize edilmiş, halklar hapishanesi ve anti-komünizm üslerinden biridir. Bu durum, NATO ile birlikte, tamamen netleşmiştir.

Kızıl Ordu’ya karşı (İkinci Dünya Savaşı’nda) yenilmiş olan emperyalist kamp, NATO ile birlikte oluşturduğu yeni dünya düzeninde, TC devletini bir ortaklaşa sömürge olarak ele almıştır. Siyasal (yani askeri, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi vb. ile) olarak ABD’ye ve ekonomik olarak AB’ye bağlıdır. SSCB çözülene kadar hep böyle olmuştur. Bir sömürge ülke ama “ortaklaşa sömürge”. SSCB çözüldükten bu yana, TC devletinin ABD’nin mi yoksa AB’nin mi sömürgesi olacağı konusunda bir paylaşım savaşı sürmektedir. Bu savaş hâlâ sonuçlanmamıştır. Siyasal yönü elinde tutan ABD ile ekonomiyi elinde tutan AB arasındaki, yani efendiler arasındaki kavga, egemenlik mekanizmalarının her alanında yansımasını bulmaktadır. Bu nedenle bir tane AK Parti yoktur, en az 5 AK Parti görülebilmektedir, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in etkin olduğu 5 AK Parti. Aynı durum CHP için de geçerlidir. Sistemin her kurumunda bunu görmek mümkündür. Tarikatlar, çeteler vb. bununla birlikte ele alınabilir.

İstanbul seçimlerini AK Parti’nin kaybetme nedeni, ABD ve AB arasında o günlerde var olan açık çatışma idi. Bu çatışma nedeni ile ABD’nin hileleri sınırlı kalmıştır. Bugün ise, AB, Ukrayna savaşı ile ABD’ye boyun eğmiştir. Bu nedenle, artık çatışma daha alttan yürümektedir ve “pazarlık”lar bu çatışmanın bir şekli olarak ortaya çıkmaktadır.

Seçimler üzerine konuşurken, bunu akılda tutmak gerekir.

2

14 Mayıs seçimleri hilelidir.

Bu konuda kimsenin şüphesi olmamalıdır. Her insan kendi çevresinden, Kılıçdaroğlu’nun kazandığı konusunda bir fikre sahiptir ve bu hiçbir dalavere ile, hiçbir yalan ile, hiçbir hırsızlık ile örtülemez. Seçim çalınmıştır, seçimin çalınmasına izin verilmiştir.

Hırsızın seçimi çalma mekanizmaları ve yolları hakkında yeterince derin bir bilgiye sahip olmayabiliriz. Ama biliyoruz ki, hırsız bu konuda ustadır. Öyle söylendiği gibi Saray Rejimi, devleti “liyakatsiz” kadrolarla yönetmiyor. Tersine, hırsızlık konusunda usta, şapkadan tavşan çıkartan usta hırsızlarla yönetiyor. Öyle ya, iktidar, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine dayanıyorsa, kendine layık kadrolar da bu konuda liyakat sahibi olurlar.

Saray Rejimi, hırsızlıkta ustadır.

Okumuş yazmış takımının (OYT), “peki ama hırsızlığı nasıl yapıyorlar” tarzındaki itirazları, “inanmak isteyen bir insanın bir bahane bulması” hâlidir. TC devletine, “demokrasi”ye, seçim sistemine bu denli inanç besleyenlerin, neden Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne “hırsız” dediklerini de anlamak mümkün değildir.

Biz, Peker’in, Muhammed Yakut’un, Ali Yeşildağ’ın açıklamalarından, şaşırtıcı hırsızlık ve hile hikâyeleri dinliyoruz. Bu hırsızlıklara kafa yorarak, onları anlamamız mümkün değildir. Adam hırsızdır ve işi budur.

Her alanda, her konuda hırsız olan, nasıl olur da bu konuda hırsız olmayacaktır?

Devlet ve Saray çevresinden itiraflar yayınlayanlardan biri, Ali Yeşildağ, şöyle diyor; Erdoğan öyle bir hırsızdır ki, çalar ve sonra da size kendini alkışlatır. 2015’te bunu yaptı, 2017’de bunu yaptı, 2018’de bunu yaptı ve 14 Mayıs’ta bunu yapmaktadır.

Bu hırsızlık şebekesi, NATO tarafından yönetilmekte, işletilmektedir. Yani, Erdoğan’ın sandıkla inmesi, ancak ve ancak NATO’nun kararı ise olur ve öyle olabilir. Dünyanın her yerinde savaş politikalarını destekleyen, kundaklayan NATO, parlamentarizmi de yerin dibine gömmektedir. Artık en “demokratik ülke” diye sunulan ülkelerde de, parlamentarizmin yıldızı sönmüştür, sönmektedir.

Saray Rejimi, eli kanlıdır, katildir, hırsızdır, savaş kundakçısıdır, savaş müptelasıdır, yağmacıdır, rantçıdır. Tüm bunlara uygun olarak ülkede “iç savaş hukuku” uygulanmaktadır. Tüm bunları kabul edip de, sonra CHP propagandasına kanarak, Saray’ın seçim söz konusu olunca yasalara uyacağını beklemek saçmadır, akıl tutulmasıdır ve ülkemizin okuryazar takımı buna inanmaktadır.

Akıl tutulması yaşayanlar, gözlerinin önündeki illüzyonu anlamazlar. Onlara düşen, ya alkışlamak ya da üzüntüden, kederden yerlere serilmek ve suçu halkta bulmaktır, başarı ise kendilerine ait olur.

Gerçekten, Erdoğan, aday olması “yasal” bir kişi midir? Buna direnmeyenler, hırsızlık söz konusu olunca hiçbir şey yapmamayı da kabul etmiş olurlar.

Açıktır, sandığa atılan oy ile sandıktan çıkan oy, hiçbir zaman aynı değildir, olamaz. Demokrasi konusunda bu denli saf olmak için, aklını kaybetmiş olmak gerekir.

3

NATO, efendiler, ABD ağırlığı altında bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşmanın detaylarını bilmiyoruz. Ama bu anlaşma, 14 Mayıs seçimlerinin açıklanan sonuçlarının temelidir.

Seçimler, iki seçim bir arada şeklinde yapılmıştır.

Seçimlerin cumhurbaşkanlığı bölümü, ikinci tura kalmıştır.

Ancak seçimlerin parlamento bölümü, bitmiştir. Parlamentoda AK Parti ağırlıklıdır. Ve CHP, bu parlamentoya itiraz etmemiştir. Dahası CHP adayları da olabilecek en sağ adaylardır. Parlamentonun böyle olması istenmiştir. Parlamentoda birden fazla AK Parti vardır.

Saray, seçimi bir kere daha çalmıştır.

CHP, bu hırsızlığın ortağıdır, sessiz kalmıştır, onaylamıştır.

Halka, “sokağa çıkmayın”, “bize güvenin”, “evinizde oturun” diyenler, sonuçta sanki “demokratik bir seçim” varmış izlenimini oluşturma konusunda Saray’ın destekçileridir. NATO, bunu böyle istemiştir ve buna, taraflar uymuşlardır.

CHP, milletvekili seçimlerine hiçbir yerde itiraz etmemiştir.

Parlamentoyu vermiştir. Anlaşmanın ilk adımının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Acaba, ikinci turda cumhurbaşkanlığını Kılıçdaroğlu’na verme maddesi anlaşmada var mıdır? Bunu bilemiyoruz. Ama %49,50’de Saray’ın durması, oldukça anlamlıdır. Bir miktar daha ilerleyip, seçimi kazandık dememeleri anlamlıdır. Bunun nedeni, “demokratik seçim” konusunda bir algı yaratma istekleridir. Yapacakları şeyler için, halkın onayına ihtiyaç duymaktadırlar. Tiyatronun amacı budur. Yoksa, bir miktar daha hile ile seçimi aldık derlerdi.

Efendi, seçimlerin meşru olduğuna halkı inandırmak istemektedir ve bu konuda CHP dâhil tüm burjuva partiler Saray’ın destekçileridir. Zira, TC devletinin yıpranmış kurumlarının restore edilmesi hedeflenmektedir.

Oysa, bu seçimler meşru değildir.

– Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerçekte aday olamazdı. Buna evet diyenler, buna sesini çıkartmayanlar, bu suçun ortağıdır.

– HDP seçimlere sokulmak istenmemiş, kapatılma davası ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bu durum, seçimlerin demokratik olmadığının en açık kanıtıdır. Bu durum, HDP oylarının çalınmasına oldukça iyi olanaklar sunmuştur.

– Ve üçüncüsü seçim hilelidir.

Bu üç nedenden dolayı seçimler meşru değildir ve normal bir “burjuva muhalefet” bu seçim sonuçlarını gayrimeşru ilan etmelidir. Bu devrimci bir tutum da değildir; tersine, her burjuva parti için sıradan bir tutumdur. Bunu bile yapmak istemezler.

4

Seçim ile TC devleti, egemenler bazı kazanımlar elde etmiştir.

İlkin, tüm sol partiler sağa kaymıştır. Bu yolla, direniş hâlindeki kitlelerin umutları sisteme çevrilmiş ve isyan ihtimalleri ellerinden alınmak istenmiştir. Bugün hayal kırıklığı yaşayanlar, gerçekte Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına, demokratik bir seçim olacağına inananlardır.

Hırsıza inananlar, kapılarını açık bırakmış, hiçbir önlem almamışlardır.

İkincisi, TC devleti, ülkede demokratik bir seçim süreci işlediği konusunda, büyük bir algı üretmiştir. CHP, bunun parçası olmuş, sol, CHP kuyruğunda bu sürece katılmıştır. Bugün, seçimin “eşit şartlarda” olmadığını ilan eden AB basınının sözlerini tekrarlayanlar, kanıt olarak, iktidarın iktidar olanaklarını kullanmasından söz etmektedir. Sanki bu bilinmez bir durum idi. HDP’nin seçim dışında bırakılma isteği, Erdoğan’ın aday olarak yasadışı bir biçimde kabul edilmesi ve seçimdeki hileler göz ardı edilmektedir.

OYT, büyük bir öfke ile deprem bölgesindeki insanlara kızmaktadır. İyi ama, bu bölge halkının sandığa attığı oy nedir? Sandıktan çıkan oy olmadığı kesindir. CHP, bu illerde dahi seçime itiraz etmemektedir. Deprem bölgesinde halkın Saray’a destek verdiği, hele hele bu oranda destek verdiği, tam bir illüzyondur, hiledir.

5

CHP’nin halka “biz her tür önlemi aldık, bize güvenin” sözleri, kitleleri direnişten, sokaktan uzak tutmak için söylenmiştir.

Islak imzalı tutanakların takip edileceği, seçime hile karıştırılmasına izin verilmeyeceği, koca bir yalan olarak ortadadır. CHP, gece yarısından sonra, ikna edilmiş olmalıdır. Islak imzalı tutanaklar nerededir? Gece yarısından sonra, neden CHP sonuçlarının akışı durmuştur? Yoksa CHP’nin sistemine kedi mi girmiştir? Onursal Adıgüzel’in istifası ile, bu sorumluluk ortadan kaldırılabilir mi? CHP içinden sürece itiraz edenler, başta Kaftancıoğlu, susturulmuştur. Tüm CHP kurmayları gerçeği bilmektedir.

MHP’nin oyları yüzde 5’in altındadır. Oğan’ın oyları yalan doludur ve AK Parti’nin oyları hilelidir.

Bu sürecin mimarı, CHP içindeki NATO’culardır. Erdoğan Toprak ve Oğuz Kaan Salıcı, bu işin mimarlarındandır. Bu durumu, hemen her CHP’li bilmektedir. Bu ikili ve çevresi, NATO emirleri ile hareket etmektedir.

Saray, seçimi çalmıştır. CHP ise seçimi kazanmak istememiştir, çalınmasına göz yummuştur.

“Kibar” bir dil kullanmak adına, Saray’ın gündemlerinin ardına sığınılmış, hiçbir biçimde ülkenin gerçekleri dile getirilmemiş, gerçek gündem kapatılmıştır. Her tarafından pislik akan, çürümüş Saray Rejimi eleştirilmemiş, “bahar gelecek, güzel günler gelecek, bekleyin, bize güvenin” propagandası yapılmıştır. Böylece kitlelerin, CHP tabanı da dâhil, pasif ve seyirci kalması sağlanmıştır.

Marifetin hepsi hırsızda değildir, önemli bir bölümü, seçimi kazanmak için irade koymayan, dün Ekmeleddin vakasını, dün İnce vakasını yaratanlardadır.

Bunları görmeden, kırılmış, incinmiş bir hâlde öfkesini halka kusanlar, dürüst değildir. Seçimi kazanmak için mücadele etmeyenler, edenleri etkisiz kılanlar, halkı evine kapatanlar, suçu halka bulmakta da mahirdirler.

6

En başından beri söyledik. HDP aday çıkartmak zorundaydı. Bu aday etrafında tüm sol, Emek ve Özgürlük İttifakı bir arada birleşmeli idi.

Bugün, Oğan’da hikmet arayanlar, Oğan’ı anahtar güç ilan edenler, HDP aday koymuş olsa idi, oluşabilecek sonuçları bir kere daha tartmak zorundadır.

Böylesi bir aday, seçimlerde gerçek gündemi, halkın ve işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin gerçek sorunlarını taşıyacaktı. Bu yolla, ikinci turda, bu gündemler yeniden tartışılır hâle gelecekti. Şimdi, Oğan’ın “milliyetçi” söylemi nasıl karşılanır gibi bir tartışma yerine, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın adayının dile getireceği gerçek gündem nasıl karşılanır diye tartışma devrede olacaktı. Sağa kayma, illüzyon ve yalana dayalı siyaset bu denli etkili olamayacaktı.

Bu küçümsenir bir hata değildir.

7

Seçimlerin önemli sonuçlarından birisi, parlamentonun olabilecek en sağ bir parlamento hâline gelmiş olmasıdır.

Ama bundan da önemlisi, yeni bir milliyetçilik havasının devreye sokulmasıdır.

MHP’nin oyları hırsızlık sonucudur. Yoksa, Bahçeli’nin son günlerdeki “Hans, Joni, Toni, Herkel” gibi açıklamalarının kitlelerce “komik” bulunup oya dönüştüğünü iddia etmek gerekir. Bu doğru değildir.

Oğan’ın oyları da böyledir.

Bu oylara bakarak “milliyetçilik”ten söz etmek de doğru değildir. Bu yolla, böylesi bir algı yaratılmaktadır, sanki halkta bir “milliyetçi hava egemenliği” var gibi gösterilmek istenmektedir. Bu doğru değildir, yaratılmak istenendir.

Seçim sonucunda oluşturulmak istenen, yaratılmak istenen “yeni milliyetçilik” içinde, solun milliyetçiliği de vardır.

Topluca sağa kayan sol, şimdi biraz farklı tonda bir milliyetçiliğin girdabına alınmak istenmektedir. Bunun bir NATO projesi olduğunu anlamamak için, akıl tutulması yaşamak gerekir.

TİP, seçimlere ayrı bir liste ile girmiştir. Bunun yarattığı kayıp, hem TİP için hem de Emek ve Özgürlük İttifakı için, oldukça ağırdır. Her yerde “cumhurbaşkanlığı seçimini boykot etmek Erdoğan’a yarar” diyenler, şimdi, TİP’in ayrı liste ile seçime girmiş olmasının kime yaradığına bakmalıdır.

Egemenler, toplumda yeni, her düzeyde, her tarzda bir milliyetçilik diriltmek istiyorlar. Bu konuda aldıkları yol, parlamentonun yeni yapısından çok daha önemlidir. Sonuçları açısından ikincisi daha vahimdir.

Efendiler, egemenler, bu yeni milliyetçiliği, dünya kapitalist sisteminin, emperyalist Batı merkezlerinin, NATO’nun kundakladığı ve sürdürdüğü savaş politikaları için istemektedirler. Efendiler, egemenler bu savaş politikalarını devam ettirmek için, toplumsal muhalefeti susturmak, rotasından çıkartmak, devlete bağlamak için bu yeni milliyetçiliğe ihtiyaç duymaktadırlar. Yapılmak istenen budur.

Yeni “milliyetçilik” henüz bir gerçek değildir, sunîdir ve yaratılmak istenmektedir.

Yeni dönemde, ülkemizdeki savaş müptelalığı daha da ileri boyutlara varacaktır. Efendilerin TC devleti eli ile, kime karşı nasıl bir savaş kundaklayacakları ayrı bir konudur. Ama savaş politikaları anlaşılmadan, dünyada “gözden düşen” parlamentarizm görülmeden, seçim sonuçları da doğru ele alınamaz.

8

İşçi sınıfı, kadınlar, halklar, gençler, bu (yaratılmak istenen, gerçekmiş gibi sunulan) yeni milliyetçilik dalgasına karşı, morallerini bozmadan, enerjilerini toplayarak, direniş çizgisine devam etmelidirler.

İşçi sınıfı, örgütsüz ise hiçbir şeydir.

Bu nedenle, mesele seçim meselesi değildir. İşçi sınıfının örgütlülüğü meselesidir.

Saray Rejimi, sandıkla gitmez, direnişle gider.

Daha şimdiden, seçimin birinci tur sonuçlarına göre, egemenler, Saray Rejimi’ni restore etme konusunda adımlar atmışlardır. Solun sağa kayması, bu açıdan büyük bir sorundur.

Kitlelerdeki sola kayma, direniş hattına bağlanma istek ve iradesi ile, bu genel sağa kayma havası çelişmektedir. Bu iki eğilimi, 1 Mayıs 2023’te gördük. Elbette, gerçek hareket, direniş hattı içinde şekillenecektir. Seçim sonrasında yaşamın tüm gerçekleri olanca ağırlığı ile ortaya çıkacak, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, yaşadıkları cehennem hayatının gerçekleri ile bir kere daha karşı karşıya kalacaklardır.

Egemenin, NATO’nun, efendilerin ne planladıklarını her yönü ile bilmiyoruz.

Belki de Erdoğan ikinci turda kaybedecektir. Daha doğrusu, zaten kaybetmiştir ve seçimlerin ikinci tura kalması, “demokrasi var” algısı için kullanılacaktır. Bunu bilmiyoruz. Ama eminiz ki, Almanya ve ABD arasında bir pazarlık süreci yaşanmaktadır. Bu pazarlık sürecinin, ABD ağırlığı ile sürdüğü açıktır. Bu nedenle, savaş politikaları anlaşılmadan seçimler anlaşılamaz.

Belki bu pazarlıkta Erdoğan ve ailesine dokunulmaması söz alınmış olabilir. Ama Erdoğan’ın buna inanması zordur. Zira, iktidarını kaybettiği andan başlayarak, Erdoğan’ın yargılanması isteği bir yolla yaşam bulacaktır.

Ancak, bugün ortada olan şey, efendilerin kendi aralarında çoktan bir anlaşmaya vardıklarıdır.

Ukrayna ve İdlib’de gelişecek olağanüstü bir süreç, seçimlerin ikinci turunu etkileyecektir. Bunun olanaklı olması düşük bir ihtimaldir, ama ihtimaldir.

Ne Erdoğan kazandığında gerçekten kazanmış olacaktır, ne de Kılıçdaroğlu kazandığında ülkede bir şey değişecektir. Her iki hâlde de seçimler meşru değildir. Kumarhaneyi işleten, sonuçları elbette bilmektedir.

Sandığa atılan oy değil, sandıktan çıkan oy önemlidir.

Öyle “ben buradayım” diyerek masaya vurmak, kimseyi “dik durma” hâline sokmaz. Bataklığa batanlar, zorunlu olarak dik durma gösterisi yaparlar. Bu masaya vurma hâli, oynanan tiyatronun bir sahnesidir.

Bize, halka “seçimleri birinci turda bitirelim” diyenler, oylara sahip çıkmamıştır. Demokrasi diye sandıktan başka bir şey düşünmeyenler, sandığı abartıp “namustur” diye nutuk atanlar, bize kurdukları “müthiş” sistemin ıslak imzalara dayalı sonuçlarını göstersinler.

Bir kere daha söylüyoruz; efendiler sandık yolu ile kendi kararlarını halka kabul ettirmek, “halk seçti” dedirtmek istiyorlar.

Kapitalist sistem içinde, burjuva egemenlik altında her seçim, önceden sonuçları belli bir seçimdir. Ama buna rağmen seçimler, normal koşullarda önemlidir. Bu seçimler ise, “normal” değildir. Olağanüstü hâl seçimleridir. Ülkede iç savaş hukuku geçerlidir. Bu nedenle, seçimlerde yapılabilecek tek şey, sol cephenin bir ortak aday çıkartması idi. Bu aday, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın adayı olabilirdi ve bu aday, halka gerçekleri söyleme, açıklama olanağını elde edebilirdi. Bu durum, tüm seçim sürecinde etkili olabilirdi.

Yani, biz devrimci sosyalistler, her seçimi boykot etmekten söz etmiyoruz. Ama bugün, artık sadece cumhurbaşkanlığı seçimidir. Birinci turda, Yeşil Sol Parti’ye oy vererek milletvekili seçimlerini etkilemek önemli idi. Bugün artık böylesi bir durum da yoktur. Ortada bir seçim, ortada gerçek anlamı ile bir sandık yoktur. Seçim sonuçları, bir yazılım ile yönetilmektedir. Bu yazılımın merkezi NATO’dadır. Sadece manipülasyonlardan söz etmek, sadece baskı ve şiddetten söz etmek, sadece eşit olmayan şartlardan söz etmek yeterli değildir.

Ülke, tam anlamı ile savaşa dayalı bir gündeme yönlendirilmek, Gezi’den bu yana sürmekte olan direniş hattı durdurulmak istenmektedir. Bunlar açık savaş hazırlığıdır. Bunun bir parçası olunamaz. İşçi sınıfı, kadınlar, gençler, direniş hattında saf tutmalıdır. Bu yolda örgütlenmeli, kitlesel ve örgütlü direniş geliştirilmelidir.

Seçimi çalmak ya da “kazanmama iradesi”

14 Mayıs seçimleri, TC devleti, Saray Rejimi hakkında oldukça önemli bilgiler vermektedir. Elbette görmek isteyene. Görmek istemeyen göz, en kör olan gözdür.

Öncelikle, “kazanılmış” bir seçim, nasıl “kaybedilir” konulu bir oyun yazılacak olsa, trajikomik bir oyun olarak sahneye konulabilir. Bu yapılmıştır. Bir uçta kötü adam hırsızdır, diğer uçta “iyi” adam bir isteksizdir. Seçimi kazanmak istemeyen, seçimi kazanamaz. Tıpkı bir memur gibi, efendileri Erdoğan’ı nasıl seçmiş ise şimdi de kendilerini seçsin diye bekleyebilir. NATO tedrisatından geçmiş CHP kadrolarının başka türlü davranması beklenemez.

Biliniyor, biz 15 Temmuz darbesine bir “tiyatro” demiştik.

2015, 2017, 2018 ve şimdi 2023 14 Mayıs seçimleri, tiyatrodan kötüdür; ilkokul çocuk­larının müsamere olarak sahneledikleri oyunlara benzemektedir.

2015 seçimleri hilelidir. Seçimleri, zaten haziran ayında, AK Parti ve Erdoğan kaybetmiş­tir. Ama öyle olmadı. CHP, Baykal eli ile Saray’ın imdadına koştu.

2017 referandumu hilelidir. Referandumda “yeni sistem” reddedilmiştir. Halkın onayı yok­tur. Zaten, olağanüstü hâl koşullarında bir referandum, meşru da değildir.

2018 seçimleri hilelidir. Hakkında çok çeşitli rivayetlerle ün salan İnce, bu seçimleri kazanmıştı. Ama “adam kazandı” diye ilan etmiştir.

2023 14 Mayıs seçimleri, hilelidir.

Tüm bu seçimlerle oluşmuş kararlar ve iktidarlar, gayrimeşrudur, meşru değildir.

Ve CHP dâhil tüm partiler, bu seçimlerin ve referandumun tümünü, meşru olarak gör­müş, tanımıştır. Her seferinde bize, “bir kere oldu”, “ne yapalım” demiş ve yenisi için sabır beklemişlerdir.

Evinizden çıkmayın telkinleri ile bir seçim kazanılamaz.

Saray Rejimi koşullarında ise bu hiçbir biçimde mümkün değildir.

1

Biz sürekli söylüyoruz ve daha da söyleyeceğiz. Türkiye bir sömürgedir. Sömürge ülke ol­mak, her eğilimden literatürde açık ve nettir. Bizim okuryazar takımının (OYT) küçümse­diği “muz cumhuriyeti” ile arada niteliksel bir fark yoktur. Türkiye, sömürge bir ülkedir. “Önemli” bir ülke olması, onun sömürge olması ile çelişmez.

Yarı-sömürge tanımı, ancak belli bir süre için geçerli olur. Osmanlı, 1800’lerde yarı-sö­mürge hâline gelmişti. TC devleti, en başından beri, bir sömürge ülke olarak organize edilmiş­tir. Bir ülke yarı-sömürge ise, hep o durumda kalamaz. Hayatın akışına terstir. TC devleti, Ekim Devrimi’ne karşı bir bariyer, bir ileri karakol olarak doğmuştur. Emperyalist cephenin ortak iradesi ile SSCB’ye karşı organize edilmiş, halklar hapishanesi ve anti-komünizm üslerinden biridir. Bu durum, NATO ile birlikte, tamamen netleşmiştir.

Kızıl Ordu’ya karşı (İkinci Dünya Savaşı’nda) yenilmiş olan emperyalist kamp, NATO ile birlikte oluşturduğu yeni dünya düzeninde, TC devletini bir ortaklaşa sömürge olarak ele almıştır. Siyasal (yani askeri, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi vb. ile) olarak ABD’ye ve ekonomik olarak AB’ye bağlıdır. SSCB çözülene kadar hep böyle olmuştur. Bir sömürge ülke ama “ortaklaşa sömürge”. SSCB çözüldükten bu yana, TC devletinin ABD’nin mi yoksa AB’nin mi sömürgesi olacağı konusunda bir paylaşım savaşı sürmektedir. Bu savaş hâlâ sonuçlanmamıştır. Siyasal yönü elinde tutan ABD ile ekonomiyi elinde tutan AB arasındaki, yani efendiler arasındaki kavga, egemenlik mekanizmalarının her alanında yansımasını bulmaktadır. Bu nedenle bir tane AK Parti yoktur, en az 5 AK Parti görülebilmektedir, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in etkin olduğu 5 AK Parti. Aynı durum CHP için de geçerlidir. Sistemin her kurumunda bunu görmek mümkündür. Tarikatlar, çeteler vb. bununla birlikte ele alınabilir.

İstanbul seçimlerini AK Parti’nin kaybetme nedeni, ABD ve AB arasında o günlerde var olan açık çatışma idi. Bu çatışma nedeni ile ABD’nin hileleri sınırlı kalmıştır. Bugün ise, AB, Ukrayna savaşı ile ABD’ye boyun eğmiştir. Bu nedenle, artık çatışma daha alttan yürümektedir ve “pazarlık”lar bu çatışmanın bir şekli olarak ortaya çıkmaktadır.

Seçimler üzerine konuşurken, bunu akılda tutmak gerekir.

2

14 Mayıs seçimleri hilelidir.

Bu konuda kimsenin şüphesi olmamalıdır. Her insan kendi çevresinden, Kılıçdaroğlu’nun kazandığı konusunda bir fikre sahiptir ve bu hiçbir dalavere ile, hiçbir yalan ile, hiçbir hırsızlık ile örtülemez. Seçim çalınmıştır, seçimin çalınmasına izin verilmiştir.

Hırsızın seçimi çalma mekanizmaları ve yolları hakkında yeterince derin bir bilgiye sahip olmayabiliriz. Ama biliyoruz ki, hırsız bu konuda ustadır. Öyle söylendiği gibi Saray Rejimi, devleti “liyakatsiz” kadrolarla yönetmiyor. Tersine, hırsızlık konusunda usta, şapkadan tavşan çıkartan usta hırsızlarla yönetiyor. Öyle ya, iktidar, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine dayanıyorsa, kendine layık kadrolar da bu konuda liyakat sahibi olurlar.

Saray Rejimi, hırsızlıkta ustadır.

Okumuş yazmış takımının (OYT), “peki ama hırsızlığı nasıl yapıyorlar” tarzındaki itirazları, “inanmak isteyen bir insanın bir bahane bulması” hâlidir. TC devletine, “demokrasi”ye, seçim sistemine bu denli inanç besleyenlerin, neden Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne “hırsız” dediklerini de anlamak mümkün değildir.

Biz, Peker’in, Muhammed Yakut’un, Ali Yeşildağ’ın açıklamalarından, şaşırtıcı hırsızlık ve hile hikâyeleri dinliyoruz. Bu hırsızlıklara kafa yorarak, onları anlamamız mümkün değildir. Adam hırsızdır ve işi budur.

Her alanda, her konuda hırsız olan, nasıl olur da bu konuda hırsız olmayacaktır?

Devlet ve Saray çevresinden itiraflar yayınlayanlardan biri, Ali Yeşildağ, şöyle diyor; Erdoğan öyle bir hırsızdır ki, çalar ve sonra da size kendini alkışlatır. 2015’te bunu yaptı, 2017’de bunu yaptı, 2018’de bunu yaptı ve 14 Mayıs’ta bunu yapmaktadır.

Bu hırsızlık şebekesi, NATO tarafından yönetilmekte, işletilmektedir. Yani, Erdoğan’ın sandıkla inmesi, ancak ve ancak NATO’nun kararı ise olur ve öyle olabilir. Dünyanın her yerinde savaş politikalarını destekleyen, kundaklayan NATO, parlamentarizmi de yerin dibine gömmektedir. Artık en “demokratik ülke” diye sunulan ülkelerde de, parlamentarizmin yıldızı sönmüştür, sönmektedir.

Saray Rejimi, eli kanlıdır, katildir, hırsızdır, savaş kundakçısıdır, savaş müptelasıdır, yağmacıdır, rantçıdır. Tüm bunlara uygun olarak ülkede “iç savaş hukuku” uygulanmaktadır. Tüm bunları kabul edip de, sonra CHP propagandasına kanarak, Saray’ın seçim söz konusu olunca yasalara uyacağını beklemek saçmadır, akıl tutulmasıdır ve ülkemizin okuryazar takımı buna inanmaktadır.

Akıl tutulması yaşayanlar, gözlerinin önündeki illüzyonu anlamazlar. Onlara düşen, ya alkışlamak ya da üzüntüden, kederden yerlere serilmek ve suçu halkta bulmaktır, başarı ise kendilerine ait olur.

Gerçekten, Erdoğan, aday olması “yasal” bir kişi midir? Buna direnmeyenler, hırsızlık söz konusu olunca hiçbir şey yapmamayı da kabul etmiş olurlar.

Açıktır, sandığa atılan oy ile sandıktan çıkan oy, hiçbir zaman aynı değildir, olamaz. Demokrasi konusunda bu denli saf olmak için, aklını kaybetmiş olmak gerekir.

3

NATO, efendiler, ABD ağırlığı altında bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşmanın detaylarını bilmiyoruz. Ama bu anlaşma, 14 Mayıs seçimlerinin açıklanan sonuçlarının temelidir.

Seçimler, iki seçim bir arada şeklinde yapılmıştır.

Seçimlerin cumhurbaşkanlığı bölümü, ikinci tura kalmıştır.

Ancak seçimlerin parlamento bölümü, bitmiştir. Parlamentoda AK Parti ağırlıklıdır. Ve CHP, bu parlamentoya itiraz etmemiştir. Dahası CHP adayları da olabilecek en sağ adaylardır. Parlamentonun böyle olması istenmiştir. Parlamentoda birden fazla AK Parti vardır.

Saray, seçimi bir kere daha çalmıştır.

CHP, bu hırsızlığın ortağıdır, sessiz kalmıştır, onaylamıştır.

Halka, “sokağa çıkmayın”, “bize güvenin”, “evinizde oturun” diyenler, sonuçta sanki “demokratik bir seçim” varmış izlenimini oluşturma konusunda Saray’ın destekçileridir. NATO, bunu böyle istemiştir ve buna, taraflar uymuşlardır.

CHP, milletvekili seçimlerine hiçbir yerde itiraz etmemiştir.

Parlamentoyu vermiştir. Anlaşmanın ilk adımının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Acaba, ikinci turda cumhurbaşkanlığını Kılıçdaroğlu’na verme maddesi anlaşmada var mıdır? Bunu bilemiyoruz. Ama %49,50’de Saray’ın durması, oldukça anlamlıdır. Bir miktar daha ilerleyip, seçimi kazandık dememeleri anlamlıdır. Bunun nedeni, “demokratik seçim” konusunda bir algı yaratma istekleridir. Yapacakları şeyler için, halkın onayına ihtiyaç duymaktadırlar. Tiyatronun amacı budur. Yoksa, bir miktar daha hile ile seçimi aldık derlerdi.

Efendi, seçimlerin meşru olduğuna halkı inandırmak istemektedir ve bu konuda CHP dâhil tüm burjuva partiler Saray’ın destekçileridir. Zira, TC devletinin yıpranmış kurumlarının restore edilmesi hedeflenmektedir.

Oysa, bu seçimler meşru değildir.

– Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerçekte aday olamazdı. Buna evet diyenler, buna sesini çıkartmayanlar, bu suçun ortağıdır.

– HDP seçimlere sokulmak istenmemiş, kapatılma davası ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bu durum, seçimlerin demokratik olmadığının en açık kanıtıdır. Bu durum, HDP oylarının çalınmasına oldukça iyi olanaklar sunmuştur.

– Ve üçüncüsü seçim hilelidir.

Bu üç nedenden dolayı seçimler meşru değildir ve normal bir “burjuva muhalefet” bu seçim sonuçlarını gayrimeşru ilan etmelidir. Bu devrimci bir tutum da değildir; tersine, her burjuva parti için sıradan bir tutumdur. Bunu bile yapmak istemezler.

4

Seçim ile TC devleti, egemenler bazı kazanımlar elde etmiştir.

İlkin, tüm sol partiler sağa kaymıştır. Bu yolla, direniş hâlindeki kitlelerin umutları sisteme çevrilmiş ve isyan ihtimalleri ellerinden alınmak istenmiştir. Bugün hayal kırıklığı yaşayanlar, gerçekte Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına, demokratik bir seçim olacağına inananlardır.

Hırsıza inananlar, kapılarını açık bırakmış, hiçbir önlem almamışlardır.

İkincisi, TC devleti, ülkede demokratik bir seçim süreci işlediği konusunda, büyük bir algı üretmiştir. CHP, bunun parçası olmuş, sol, CHP kuyruğunda bu sürece katılmıştır. Bugün, seçimin “eşit şartlarda” olmadığını ilan eden AB basınının sözlerini tekrarlayanlar, kanıt olarak, iktidarın iktidar olanaklarını kullanmasından söz etmektedir. Sanki bu bilinmez bir durum idi. HDP’nin seçim dışında bırakılma isteği, Erdoğan’ın aday olarak yasadışı bir biçimde kabul edilmesi ve seçimdeki hileler göz ardı edilmektedir.

OYT, büyük bir öfke ile deprem bölgesindeki insanlara kızmaktadır. İyi ama, bu bölge halkının sandığa attığı oy nedir? Sandıktan çıkan oy olmadığı kesindir. CHP, bu illerde dahi seçime itiraz etmemektedir. Deprem bölgesinde halkın Saray’a destek verdiği, hele hele bu oranda destek verdiği, tam bir illüzyondur, hiledir.

5

CHP’nin halka “biz her tür önlemi aldık, bize güvenin” sözleri, kitleleri direnişten, sokaktan uzak tutmak için söylenmiştir.

Islak imzalı tutanakların takip edileceği, seçime hile karıştırılmasına izin verilmeyeceği, koca bir yalan olarak ortadadır. CHP, gece yarısından sonra, ikna edilmiş olmalıdır. Islak imzalı tutanaklar nerededir? Gece yarısından sonra, neden CHP sonuçlarının akışı durmuştur? Yoksa CHP’nin sistemine kedi mi girmiştir? Onursal Adıgüzel’in istifası ile, bu sorumluluk ortadan kaldırılabilir mi? CHP içinden sürece itiraz edenler, başta Kaftancıoğlu, susturulmuştur. Tüm CHP kurmayları gerçeği bilmektedir.

MHP’nin oyları yüzde 5’in altındadır. Oğan’ın oyları yalan doludur ve AK Parti’nin oyları hilelidir.

Bu sürecin mimarı, CHP içindeki NATO’culardır. Erdoğan Toprak ve Oğuz Kaan Salıcı, bu işin mimarlarındandır. Bu durumu, hemen her CHP’li bilmektedir. Bu ikili ve çevresi, NATO emirleri ile hareket etmektedir.

Saray, seçimi çalmıştır. CHP ise seçimi kazanmak istememiştir, çalınmasına göz yummuştur.

“Kibar” bir dil kullanmak adına, Saray’ın gündemlerinin ardına sığınılmış, hiçbir biçimde ülkenin gerçekleri dile getirilmemiş, gerçek gündem kapatılmıştır. Her tarafından pislik akan, çürümüş Saray Rejimi eleştirilmemiş, “bahar gelecek, güzel günler gelecek, bekleyin, bize güvenin” propagandası yapılmıştır. Böylece kitlelerin, CHP tabanı da dâhil, pasif ve seyirci kalması sağlanmıştır.

Marifetin hepsi hırsızda değildir, önemli bir bölümü, seçimi kazanmak için irade koymayan, dün Ekmeleddin vakasını, dün İnce vakasını yaratanlardadır.

Bunları görmeden, kırılmış, incinmiş bir hâlde öfkesini halka kusanlar, dürüst değildir. Seçimi kazanmak için mücadele etmeyenler, edenleri etkisiz kılanlar, halkı evine kapatanlar, suçu halka bulmakta da mahirdirler.

6

En başından beri söyledik. HDP aday çıkartmak zorundaydı. Bu aday etrafında tüm sol, Emek ve Özgürlük İttifakı bir arada birleşmeli idi.

Bugün, Oğan’da hikmet arayanlar, Oğan’ı anahtar güç ilan edenler, HDP aday koymuş olsa idi, oluşabilecek sonuçları bir kere daha tartmak zorundadır.

Böylesi bir aday, seçimlerde gerçek gündemi, halkın ve işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin gerçek sorunlarını taşıyacaktı. Bu yolla, ikinci turda, bu gündemler yeniden tartışılır hâle gelecekti. Şimdi, Oğan’ın “milliyetçi” söylemi nasıl karşılanır gibi bir tartışma yerine, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın adayının dile getireceği gerçek gündem nasıl karşılanır diye tartışma devrede olacaktı. Sağa kayma, illüzyon ve yalana dayalı siyaset bu denli etkili olamayacaktı.

Bu küçümsenir bir hata değildir.

7

Seçimlerin önemli sonuçlarından birisi, parlamentonun olabilecek en sağ bir parlamento hâline gelmiş olmasıdır.

Ama bundan da önemlisi, yeni bir milliyetçilik havasının devreye sokulmasıdır.

MHP’nin oyları hırsızlık sonucudur. Yoksa, Bahçeli’nin son günlerdeki “Hans, Joni, Toni, Herkel” gibi açıklamalarının kitlelerce “komik” bulunup oya dönüştüğünü iddia etmek gerekir. Bu doğru değildir.

Oğan’ın oyları da böyledir.

Bu oylara bakarak “milliyetçilik”ten söz etmek de doğru değildir. Bu yolla, böylesi bir algı yaratılmaktadır, sanki halkta bir “milliyetçi hava egemenliği” var gibi gösterilmek istenmektedir. Bu doğru değildir, yaratılmak istenendir.

Seçim sonucunda oluşturulmak istenen, yaratılmak istenen “yeni milliyetçilik” içinde, solun milliyetçiliği de vardır.

Topluca sağa kayan sol, şimdi biraz farklı tonda bir milliyetçiliğin girdabına alınmak istenmektedir. Bunun bir NATO projesi olduğunu anlamamak için, akıl tutulması yaşamak gerekir.

TİP, seçimlere ayrı bir liste ile girmiştir. Bunun yarattığı kayıp, hem TİP için hem de Emek ve Özgürlük İttifakı için, oldukça ağırdır. Her yerde “cumhurbaşkanlığı seçimini boykot etmek Erdoğan’a yarar” diyenler, şimdi, TİP’in ayrı liste ile seçime girmiş olmasının kime yaradığına bakmalıdır.

Egemenler, toplumda yeni, her düzeyde, her tarzda bir milliyetçilik diriltmek istiyorlar. Bu konuda aldıkları yol, parlamentonun yeni yapısından çok daha önemlidir. Sonuçları açısından ikincisi daha vahimdir.

Efendiler, egemenler, bu yeni milliyetçiliği, dünya kapitalist sisteminin, emperyalist Batı merkezlerinin, NATO’nun kundakladığı ve sürdürdüğü savaş politikaları için istemektedirler. Efendiler, egemenler bu savaş politikalarını devam ettirmek için, toplumsal muhalefeti susturmak, rotasından çıkartmak, devlete bağlamak için bu yeni milliyetçiliğe ihtiyaç duymaktadırlar. Yapılmak istenen budur.

Yeni “milliyetçilik” henüz bir gerçek değildir, sunîdir ve yaratılmak istenmektedir.

Yeni dönemde, ülkemizdeki savaş müptelalığı daha da ileri boyutlara varacaktır. Efendilerin TC devleti eli ile, kime karşı nasıl bir savaş kundaklayacakları ayrı bir konudur. Ama savaş politikaları anlaşılmadan, dünyada “gözden düşen” parlamentarizm görülmeden, seçim sonuçları da doğru ele alınamaz.

8

İşçi sınıfı, kadınlar, halklar, gençler, bu (yaratılmak istenen, gerçekmiş gibi sunulan) yeni milliyetçilik dalgasına karşı, morallerini bozmadan, enerjilerini toplayarak, direniş çizgisine devam etmelidirler.

İşçi sınıfı, örgütsüz ise hiçbir şeydir.

Bu nedenle, mesele seçim meselesi değildir. İşçi sınıfının örgütlülüğü meselesidir.

Saray Rejimi, sandıkla gitmez, direnişle gider.

Daha şimdiden, seçimin birinci tur sonuçlarına göre, egemenler, Saray Rejimi’ni restore etme konusunda adımlar atmışlardır. Solun sağa kayması, bu açıdan büyük bir sorundur.

Kitlelerdeki sola kayma, direniş hattına bağlanma istek ve iradesi ile, bu genel sağa kayma havası çelişmektedir. Bu iki eğilimi, 1 Mayıs 2023’te gördük. Elbette, gerçek hareket, direniş hattı içinde şekillenecektir. Seçim sonrasında yaşamın tüm gerçekleri olanca ağırlığı ile ortaya çıkacak, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, yaşadıkları cehennem hayatının gerçekleri ile bir kere daha karşı karşıya kalacaklardır.

Egemenin, NATO’nun, efendilerin ne planladıklarını her yönü ile bilmiyoruz.

Belki de Erdoğan ikinci turda kaybedecektir. Daha doğrusu, zaten kaybetmiştir ve seçimlerin ikinci tura kalması, “demokrasi var” algısı için kullanılacaktır. Bunu bilmiyoruz. Ama eminiz ki, Almanya ve ABD arasında bir pazarlık süreci yaşanmaktadır. Bu pazarlık sürecinin, ABD ağırlığı ile sürdüğü açıktır. Bu nedenle, savaş politikaları anlaşılmadan seçimler anlaşılamaz.

Belki bu pazarlıkta Erdoğan ve ailesine dokunulmaması söz alınmış olabilir. Ama Erdoğan’ın buna inanması zordur. Zira, iktidarını kaybettiği andan başlayarak, Erdoğan’ın yargılanması isteği bir yolla yaşam bulacaktır.

Ancak, bugün ortada olan şey, efendilerin kendi aralarında çoktan bir anlaşmaya vardıklarıdır.

Ukrayna ve İdlib’de gelişecek olağanüstü bir süreç, seçimlerin ikinci turunu etkileyecektir. Bunun olanaklı olması düşük bir ihtimaldir, ama ihtimaldir.

Ne Erdoğan kazandığında gerçekten kazanmış olacaktır, ne de Kılıçdaroğlu kazandığında ülkede bir şey değişecektir. Her iki hâlde de seçimler meşru değildir. Kumarhaneyi işleten, sonuçları elbette bilmektedir.

Sandığa atılan oy değil, sandıktan çıkan oy önemlidir.

Öyle “ben buradayım” diyerek masaya vurmak, kimseyi “dik durma” hâline sokmaz. Bataklığa batanlar, zorunlu olarak dik durma gösterisi yaparlar. Bu masaya vurma hâli, oynanan tiyatronun bir sahnesidir.

Bize, halka “seçimleri birinci turda bitirelim” diyenler, oylara sahip çıkmamıştır. Demokrasi diye sandıktan başka bir şey düşünmeyenler, sandığı abartıp “namustur” diye nutuk atanlar, bize kurdukları “müthiş” sistemin ıslak imzalara dayalı sonuçlarını göstersinler.

Bir kere daha söylüyoruz; efendiler sandık yolu ile kendi kararlarını halka kabul ettirmek, “halk seçti” dedirtmek istiyorlar.

Kapitalist sistem içinde, burjuva egemenlik altında her seçim, önceden sonuçları belli bir seçimdir. Ama buna rağmen seçimler, normal koşullarda önemlidir. Bu seçimler ise, “normal” değildir. Olağanüstü hâl seçimleridir. Ülkede iç savaş hukuku geçerlidir. Bu nedenle, seçimlerde yapılabilecek tek şey, sol cephenin bir ortak aday çıkartması idi. Bu aday, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın adayı olabilirdi ve bu aday, halka gerçekleri söyleme, açıklama olanağını elde edebilirdi. Bu durum, tüm seçim sürecinde etkili olabilirdi.

Yani, biz devrimci sosyalistler, her seçimi boykot etmekten söz etmiyoruz. Ama bugün, artık sadece cumhurbaşkanlığı seçimidir. Birinci turda, Yeşil Sol Parti’ye oy vererek milletvekili seçimlerini etkilemek önemli idi. Bugün artık böylesi bir durum da yoktur. Ortada bir seçim, ortada gerçek anlamı ile bir sandık yoktur. Seçim sonuçları, bir yazılım ile yönetilmektedir. Bu yazılımın merkezi NATO’dadır. Sadece manipülasyonlardan söz etmek, sadece baskı ve şiddetten söz etmek, sadece eşit olmayan şartlardan söz etmek yeterli değildir.

Ülke, tam anlamı ile savaşa dayalı bir gündeme yönlendirilmek, Gezi’den bu yana sürmekte olan direniş hattı durdurulmak istenmektedir. Bunlar açık savaş hazırlığıdır. Bunun bir parçası olunamaz. İşçi sınıfı, kadınlar, gençler, direniş hattında saf tutmalıdır. Bu yolda örgütlenmeli, kitlesel ve örgütlü direniş geliştirilmelidir.

“Resmî” itiraflar ve Saray Rejimi

Önce Sedat Peker ile başlamıştı. Yaklaşık bir yılı doldurmuş olmalıdır. Peker, aslında herkesin şu ya da bu biçimde bildiklerini, yetkili bir ağız olarak açıklamaya başladı. Peker için “suç çetesi lideri” türünden adlandırmalar, aslında yanlış veya eksiktir. Peker, bizzat devletin içinde görevlidir ve görevlerinin “resmî devlet” mekanizmalarında tanımlı olmaması, onları resmî devlet mekanizmalarının dışında ele almayı gerektirmez. TC devleti, kuruluşunun en başından başlayarak, her zaman, bazı kişileri, çeteleri vb. katliamlar için ya da başka devlet işleri için kullanmıştır. Bu durum, NATO ile birlikte yapılanan Gladio, Ergenekon ya da adına ne denirse densin bu tip resmî ama gizli yapılarla daha da gelişmiştir. Ülkemiz, NATO karargâhından planlanmış birçok cinayete sahne olmuştur ve bu cinayetlerin tümünün kadroları, aslında devletin kadrolarıdır, her düzeyde.

Sedat Peker’in açıklamaları, birinci ağızdan bunların ifadesi idi. Ama Peker, görünene göre, Birleşik Arap Emirlikleri’nde susturulmuştur. Görünen budur. Belki de bir anlaşmaya varmış da olabilirler. “Size söz, seçime iki ay kala konuşacağım” diyordu ve şimdi, seçim gelip çattığı hâlde Peker konuşmuyor. Bu nedenle, belki de anlaşmışlardır. Müyesser Yıldız, kendisinin bir rastlantı ile Peker ile görüştüğünü ve Peker’in aslında Kılıçdaroğlu ve Akşener’e kırgın olduğunu ifade ettiğini aktarmaktadır.

Oysa Peker, pekâlâ bilir ki, Saray Rejimi denildi mi, devlet denildi mi, Kılıçdaroğlu da, Akşener de işin içindedir. Yani, bu ikisinin müstakbel TC devleti yöneticileri olma olasılığı nedeni ile, seçimden önce BAE üzerinde baskı kurmalarını beklemek, aslında biraz “safça” değil ise, durumu anlamamak anlamına gelmektedir. Oysa bir devlet mensubu olarak Peker, durumu anlamak konusunda bu kadar saf olamaz.

Bu durum, mutlaka anlaşmaya vardılar anlamına da gelmeyebilir.

Peker’in ardından, Muhammed Yakut isimli bir kişi, ve ardından da Yeşildağ ailesinden, TürkMedya sahiplerinden Ali Yeşildağ konuşmaya başladı.

Böylece, devlet cephesinden, Saray çevresinden gelen itirafçı sayısı, 3 olmuş oldu.

Yalnız ortada bir mahkeme olmadığı için, itiraf kanalı mahkemeler değil, YouTube kanalı gibi sosyal medya oldu.

Bu itiraflarda, bu suçlamalarda geçenler, elbette önemlidir. Zira, Peker’in dediği gibi, bunları cami imamı anlatmıyor, bizzat işin içinde görev almış olanlar anlatıyor. Bu açıdan itiraflar önemlidir. Birçok şey, aslında kamuoyu tarafından, aşağı yukarı bilinse bile, bu itiraflar, başka bir ülkede, yine kapitalist bir ülkede, iktidarları düşürürler. Bizde pek öyle olmuyor.

Çünkü, ülkemizde, her insan, halk, devletin, Saray’ın ne tür hırsızlıklar yapabileceği konusunda geniş bir bilgiye sahiptir. İster detayını bilsin ister bilmesin, halk, bu hırsızlıkların daha da büyüklerinin, hukuksuzlukların daha fazlasının, soygun, rant ve yağmanın daha da fazlasının var olduğunu şöyle ya da böyle biliyor. Bu nedenle, ayakkabı kutularının içindeki paraları “İslam” adına kullanmak üzere depoladıklarını söyleyebilmektedirler. “Sıfırla oğlum”, aslında bir itiraftır.

Birincisi bu nedenle, bu itiraflar çok büyük bir infial yaratmıyor.

İkincisi, ülkede yargı vb. sistemi Saray’a bağlı olduğundan, bunların dava konusu olmayacağı biliniyor.

Üçüncüsü, basın bunları, mutlaka birtakım karartma operasyonları ile örtüyor.

Dördüncüsü, halk zaten buna benzer bir hırsızlık, soygun ve yağmanın var olduğunu, şöyle ya da böyle, şu ya da bu oranda biliyor.

Yine de bu itirafların üzerine konuşmak gerekir.

1

İtirafları yapanlar, bizzat işin içindedirler. Yani, bu adamlar, “kirli” adamlardır ve işin parçasıdırlar. Bu nedenle, bunların itirafları, “cami hocasının” söyleyeceklerinden çok daha önemlidir. Öyle anlaşılıyor, her biri, alanlarında etkili ve “usta”dır ve verdikleri bilgiler yalan değildir. Zaten öylesi bir yalanlama da gelmemektedir. Saray ya da devlet, bu açıklamaları daha çok Saray medyası üzerinden, sosyal medya trolleri ile vb. yanıtlamaktadır. Soylu’nun Peker’e yanıtlarını bir yana bırakırsak, daha çok durum budur.

2

Peker’in açıklamaları, bir dizi film gibi seyredilirken, çok daha etkili olmuşlardı. Muhammed Yakut ve Ali Yeşildağ’ın açıklamaları, o denli “beğeni” toplamaktan uzaktır. Belki de bu ikisinin öncesinde Peker’in açıklamaları, insanlarda “evet böyledir” düşüncesi ile eskisi kadar merak uyandırmamaktadır.

Ayrıca, Peker, daha “siyasal” içerikli açıklamalar yaparken, diğer ikisi daha çok parasal konular üzerine durmaktadırlar. Saray’ın hırsızlar çetesi olduğu konusunda kimsenin şüphesi olmadığı için, belki daha az ilgi görmektedirler.

3

Her üç kişi de, aslında doğrudan Erdoğan ve ailesine vurmamak için özen göstermektedir. Peker, neredeyse Erdoğan’a doğrudan hiçbir saldırı yapmamıştır. Onunla hesaplaşacağını söylediği videolarını ise yayınlamamıştır. Bu videolar, başka ülkelerden, binbir yolla yayınlanabileceği için, burada bir anlaşma olduğunu düşünmek fazla olmaz.

Muhammed Yakut ve hele hele Ali Yeşildağ, doğrudan Erdoğan ailesinin akçeli işlerine yönelmektedirler.

Ama buna rağmen, her ikisi de, kendilerinin de en önemli bulduğu bölümleri, ısrarla sona saklamaktadırlar. Bu durum, aslında bir pazarlık yolunu açık tutmak anlamına da geliyor.

4

Her üçü de, devlet içinden tasfiye edilmektedir. Yapmakta oldukları görevlerinden uzaklaştırılmakta, aldıkları “pay” veya “komisyon”ları alamaz konuma gelmektedirler. Yani, bir açıdan dışlanmakta, kullanılıp, foseptik çukuruna atılmak istenmektedirler. Bu nedenle, kendilerinin haksızlığa uğradığını söylemektedirler.

Derler ki, foseptik çukuruna düşmüş isen, başını dik tutmalısın. Verdikleri bilgilerin önemi ne kadar açık ise, onların bu dışlanma, tasfiye edilme durumları da o kadar açıktır. Bu nedenle, “dik durma” hâllerinin bir önemi yoktur.

TC devleti, tarihi boyunca hep bunu yapmıştır. Birilerini kirli işleri için, katliamlar, hırsızlıklar vb. için kullanmıştır ve sonra da işine yaramaz hâle geldiğini gördüğünde ya öldürerek ya da köşesine çekilmesini sağlayarak tasfiye etmiştir.

Burada, hem bir tasfiye süreci vardır hem de bu tasfiye süreci, sadece bu kişileri ilgilendiren bir süreç olmaktan daha da büyüktür.

NATO mekanizması, TC devletinin gerçek anlamı ile “derin devlet”ini oluşturmaktadır. Bu NATO mekanizması, SSCB var iken, tek vücut olarak hareket edebiliyordu. Oysa bugün, epey zamandır, artık tek vücut olarak hareket etmediği birçok konu var. Devrimci hareket, Kürt devrimi, toplumsal muhalefet söz konusu olduğu zaman, hepsi birlikte hareket etmekte, ama onun dışında kendi çıkarlarını temel alma eğilimleri artmaktadır. Bu nedenle tasfiye süreçleri, konuşmaya başlayan kişiler ile sınırlı değildir.

Mesela Sedat Peker’in tasfiyesi, aslında Avrupa ve ABD arasındaki çatışmalara bağlı idi. Ukrayna savaşı konusunda ABD emrine giren ya da öyle görünen AB, artık bu çatışmada o denli açık ve “mert” bir tutum almamaktadır.

Muhammed Yakut’un tasfiyesi, bir yandan son derece basittir; kendisine verilmesi gereken para verilmemiştir. Ama biraz derine inildiğinde, bu durum, aynı zamanda Saray’ın, Abdülkadir Aksu ekibini tasfiye etmesi sürecinin bir parçasıdır. Saray, bu tasfiye işini, Nihat Özdemir vb. üzerinden devreye sokmuştur. Böylece, olası çatışma süreçlerinin dışında kalmayı da başarabilecek bir konum elde etme peşindedir.

Saray’ın, uyuşturucu, tarihî eser kaçakçılığı, kaçak yakıt, organ kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti vb. alanlarda da etkili olmaya hevesli olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle, artık, bazı kesimler tasfiye edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, mesela Ağar çetesi konumunu korumakta, hatta geliştirmektedir. Yarın Ağar grubundan birileri konuşmaya başlarsa, bu yeni bir yol ayrımı demek olacaktır. Bugün, Abdülkadir Aksu grubunun tasfiye edildiğini görmek, Muhammed Yakut videolarından bunu anlamak mümkündür. Eğer “darbe tiyatrosu, darbe piyesi” videosu yayınlanırsa, o durumda çatışmanın derinliğini anlamak daha olanaklı olacaktır.

Muhammed Yakut, Kosova’dan söz etmektedir. Ayrıca kendisinin içinde olduğu birçok iş olduğunu anlamak da mümkündür.

Ali Yeşildağ’ın açıklamaları, son derece önemlidir. Çünkü, Yeşildağ ailesi, Erdoğan ailesinin birçok “sırrı”na sahip, Erdoğan ailesine çok yakın bir ailedir. Ali Yeşildağ, aslında abilerinin, Hasan ve Fevzi Yeşildağ’ın, “ülkücü” kökenini, bomba imalatlarını, kendisine ilkokul çantasında nasıl bomba taşıttırıldığını, ilk sermayelerinin fidye karşılığı adam kaçırmakla başladığını, bugün TürkMedya grubunun, yani birçok gazete ve TV kanalının Erdoğan adına sahipleri olduğunu ortaya koyuyor.

Antalya Havalimanı vurgununu anlatıyor. Yeşildağ, aslında usta hırsızlık nasıl yapılır, dolandırıcılık nasıl yapılır konusunda oldukça ince bilgiler veriyor. Muhtemelen “devlette liyakat yok” diyenler, bu videoları dinleyince, aslında gayet uygun bir liyakat sisteminin var olduğuna kanaat getirebilirler. Hırsızlık için uygun adaylar, bu konuda deneyimli olanlar olabilir.

Her ikisinde de kaydetmeye değer bilgiler vardır. Bu bilgilerin, aslında var olanların ancak başlangıcı olduğu konusundan emin olmak gerekir. Daha fazla bilgi, anlatıcıların her birinde vardır.

Yeşildağ, kardeşleri ile üçte bir ortaklığından payını istemektedir. Bu payın verilmesi hâlinde, daha fazla bilgi vermeyeceği açıktır.

5

Her üç anlatıcıda da, halkın bilmediği bazı bilgiler vardır. Çoğu anlattıkları, halk tarafından bilinir durumdadır. Mesela Sabiha Gökçen Havalimanı’nı bilmeyen yoktur ya da çok azdır. Mesela Erdoğan’ın sara hastası olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Son derece faydalı bir bilgidir zira kimlerin bunu bildiğini, bilenlerin neden Erdoğan’ın yanında taşınmak zorunda kalındığını bize söylemektedir.

Sara hastalığı, bilindiği gibi, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmanın önünde engeldir. Bu yasal bir durumdur ve TC devleti, 20 yıldır, yasal konumu (sara hastalığı ve diploma olmaması) uygun olmadığı hâlde, yetkisiz biri tarafından yönetilmiştir. Efendiler, NATO, ABD ve Batı, TC devletini, tam olarak bir “muz cumhuriyeti” olarak kullanmıştır. TC devletinin ABD adına bölgede tetikçilik yapmasının sağlanması bunun ana nedenidir. Yoksa elbette efendiler, egemenler, başkalarını, yönetmek için başka isimleri bulabilirlerdi. Ama bu zahmetli yollara bile başvurmuyorlar.

Dünya kapitalist sistemi içinde çürüme, kokuşma, yozlaşma o boyuttadır ki, TC devletinin bu tarz organize edilmesi, artık büyük bir “özen”i gereksiz kılmaktadır.

Saray Rejimi, fütursuz davranmaktadır. O kadar çürümüştür ki sistem, artık hiçbir yönü saklanabilir değildir. Muta nikâhları ya da bir otelin kat kat ilgili devlet yöneticilerine ayrılması ile muhtemelen daha başka mesajlar da vermek istiyordur anlatıcılar. Bunu bizim anlayabilmemiz zordur. Sadece tüm Saray’ı sarmış olan bu yaşam biçimini görmemize yardımcı olur. Ve bu arada bu bilgiler bize, işleyişi, işlerin “ustalık”la yapılış tarzını gösterir.

Diyelim ki bir bakanlığı nasıl soyacaksınız, bunun örnek uygulamasını orada görmek mümkündür. Doğrusu, bu örneklere “beceriksizlik” damgasını vurmak, eğer devleti aklayıp yapanları kötülemek amacını gütmüyorsa, tam bir körlük demektir.

Anlatanların anlattıklarından çıkan ortak sonuç, TC devletinin baştan aşağıya bir suç örgütü olduğudur. Hırsızlığın, yalanın, katliam politikalarının istisna değil, kural olduğudur, devletin kendi alanında son derece mahir insanlar tarafından yönetildiğidir.

Ve emin olabiliriz ki, bunlar, hem anlatanların bildiklerinin sadece bir kısmıdır hem de onların bilmediği alanlarda bunun daha ileri örnekleri vardır. Biz, aslında bu anlatılanlara bakarak, bunları anlatanların ne istediğine odaklanmakla yetinmemeliyiz. Zaten, son iki anlatıcı, yani Ali Yeşildağ ve Muhammed Yakut, aslında ne yapmak istediklerine ilişkin yeterince bilgi de vermektedirler. Bunun arkası da vardır elbette. Ama anlattıklarının ne olduğunu da unutmamalıyız. Bize bunları anlatanların, “temiz” insanlar olmasını beklemek, istemek saçmadır.

Acaba, yağma ve rant alanından dinlediğimiz bu “gerçekler”in, mesela savaş ekonomisi alanında da örnekleri yok mudur? Tank palet fabrikası ile mi sınırlıdır? Kılıçdaroğlu’nun “Atatürk Havalimanı’nı Özmenlere vereceğim” açıklaması acaba bu alanda Saray politikalarının aynen devam edeceği anlamını mı taşımaktadır?

Bir havalimanından 1 milyar dolar alabilen Erdoğan, acaba bu hırsızlık, bu yağma, bu rant işini en çok savaş alanında ortaya koyuyor olmasın?

Aslında anlaşılacağı üzere, bu hırsızlıkları, soygunları, rant paylaşımlarını vb. ortaya koymak, “anti-kapitalist” ya da sosyalist olmak anlamına hiç gelmez. Mesela NATO’ya girmesi için onay verdiğimiz Finlandiya’da ya da mesela Almanya’da, bu hırsızlıkları yapanları yargılamak isteyen, bunların ipliğini pazara çıkartan kişiler, hiçbir biçimde sosyalizmden vb. yana olmadıkları hâlde bunu yaparlar. Öyle ise, ülkemizdeki burjuva partiler, bu konuda “devlet şaibe altında kalmasın” tutumu ile, Saray’ın bu hırsızlıklarına, bu soygunlarına karşı çıkarak, “büyük bir adım” atıp sosyalist yola girmiş olmazlar. Bir burjuva siyasetçi, tanımı gereği, bunlara gözünü yumarak iktidar olamaz.

Deprem, dayanışma ve komün imkânı

“Görmeyi öğrenin.
Hayatta her şeyin birbiriyle
bağlantılı olduğunu fark edeceksiniz.”[1]

1835’teki Concepcion Depremi’ne Şili’nin Valdivya kıyısında yakalanan Charles Darwin, defterine şu notu düşmüştü: “Kötü bir deprem en köklü kavramları altüst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı.”

Panait Istrati’nin ifadesiyle, “İnsanın yaşamadığı şeyi anlaması güçtür,” elbette; ancak sadece deprem anı değil, sonrası da “sağlamlığın simgesi” sanılan her şeyi tartışmaya açıyordu. Depremin yol açtığı yıkım hayatın her alanındaki gedikleri gösterdi bize. Mesele, salt çarpık yapılaşmanın da ötesinde bir gerçeğe dairdi aslında. Geri dönülmez, onarılmaz her şey biteviye betonlaştırılırken benzer biçimde, zihin betonları da dökülüyordu yaşama alanlarımıza. Uydurma “millet bahçeleri” bunun tipik örneğidir. Önde göstermelik “yeşil alan”, ardına dikilen devasa beton bloklar silsilesi.

Evet, deprem coğrafyamızda sadece jeolojik değil toplumsal bir kırılma da yarattı, toplumsal ve siyasal atmosfer tümüyle değişti. Artık bir deprem öncesinden ve deprem sonrasından söz etmek mümkün… Tüm siyasi gelişmelerin bu çerçevede yeni bir bağlama oturduğunu görmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor.

Geniş ölçekli yıkıma vesile olan doğal felâketlerin büyük ekonomik krizler, savaşlar gibi sarsıcı toplumsal olgulara benzer etkiler yaratabildiği bir kez daha görüldü. 1999’daki büyük Gölcük ve Düzce depremleri coğrafyamızda önemli toplumsal ve siyasal değişimlerin yaşanmasında göz ardı edilemeyecek etmenlerden biri olmuştu. Örneğin AKP iktidarına giden yolun açılmasında depremler önemli bir işlev görmüştü. Şimdi de tersi durum söz konusu.

Coğrafyamızın Kürt illerinde 6 Şubat 2023 sabahına büyük depremle uyandık. Maraş-Pazarcık merkezli 7.7 büyüklüğündeki deprem sabaha karşı 4 sularında sarstı geniş bir alanı.

Bu büyük depremden 10 dakika sonra Antep-Nurdağı merkezli 6.6 büyüklüğünde bir deprem, birkaç saat sonra da Maraş Elbistan merkezli 7.5 büyüklüğünde bir deprem daha yaşandı. Aynı saatlerde Malatya’da da yaşanan bağımsız depremlerin gösterdiği gibi bölgede yüzlerce kilometrelik bir hatta çok sayıda fay tetiklenmiş durumda ve şiddetli sarsıntılar devam ediyor.

Binlerce insanın enkaz altında kurtarılmayı beklediği, binlercesinin yaralandığı faciada binlerce insan da hayatını kaybetti. Denilebilir ki Maraş merkezli iki büyük depremin yol açtığı yıkımla birlikte ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar, sürmekte olan kriz daha da ağırlaştı.

On binlerce insanın yaşamına mal olan, yüz binlercesinin yaralanmasına yol açan ve milyonlarcasının geleceğin büyük bir belirsizlik içine sürükleyen deprem, sermaye devleti için tam bir çöküş ve iflas oldu. Devletteki çürümenin vardığı boyutları tüm çıplaklığıyla açığa çıkaran bu büyük yıkım, aynı zamanda toplumun geniş kesimleri nezdinde “devlet” gerçeğinin açık bir sorgulanmasına kapı açtı. Kapitalist düzenin ve sermaye iktidarı gerçeğinin somut olarak görülmesini sağlayan bir işlev gördü.

Sermaye iktidarı ilk andan itibaren yaşanan büyük yıkımın üzerini örtmeye, mevcut durumu çarpıtıp başka türlü göstererek sorumluluklarından kurtulmaya çalışsa da, depremin yarattığı ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların ezici ağırlığı altında kalmış durumdadır. Bu sorunların gerçek faturası ise önümüzdeki dönemde çok yüklü olarak işçi ve emekçilere kesilmek istenecektir. Ancak gelinen yerde bunun çok da kolay olmayacağı görülüyor.

Depremlerin ardından ilk günlerde sermaye iktidarı ortalıkta yoktu. Koca devlet mekanizması harekete geçirilmedi. Enkazlar altında yaşam savaşı veren insanlara hiçbir yardım ulaştırılmayarak ölüme terk edildiler. Haftalar geçmesine rağmen hâlen sokaklarda-meydanlarda insanlar aç ve açıkta hayatta kalma mücadelesi veriyorlar.

“Büyük devlet” olmakla övünen sermaye devleti bu depremlerle birlikte enkaza gömüldü. Günler sonra ortaya çıktığında ise, tüm baskı ve zor aygıtlarını harekete geçirerek büyüyen öfke ve tepkiyi bastırıp ezmeye öncelik verdi. Her krizi “Allah’ın bir lütfu” olarak gören bu zihniyet bunu da fırsata çevirmeye çalıştı. Deprem bölgesinde OHAL ilan ederek, kabaran kitlesel tepkileri kontrol altına almaya girişti. Her eylem ve açıklamaya saldırarak, tepkilerin daha geniş toplumsal kesimlere yayılmasını engellemeye çalıştı.

Statlardan başlayan “Hükümet istifa!” sloganının önünü kesecek yasakları devreye soktu. Muhalif basın-yayın organlarının sesini boğmak için sosyal medya erişimini engelleyerek, ekranları karartarak, ağır para cezaları keserek, gözaltı ve tutuklama terörünü uygulayarak herkesi susturmaya ve ezmeye yöneldi.[2]

Amaç deprem gerçeğine mündemiç kapitalist hakikât ile devrimci (komünal) imkânları gölgelemekti. Ancak depremzedelerin, enkazın altında bırakılanların hesabını tarihe havale etmeyeceği; “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır,” teranelerine, “vatan kutsaldır” naralarına prim vermeyeceği; deprem akabinde yaşanan sel felâketini unutmayacağı; “Kral Çıplak!” gerçekliği meydandayken; algı operasyonları ile yönetilen toplumun yalanlara vereceği yanıt: “Çadır, su, yemek yok… Hastanede insanlar ölüme terk edildi… Çadırları satıyorlar… Evler depreme dayanıksız… Deprem vergilerimiz nerede? Unutmuyoruz, affetmiyoruz, peşini bırakmıyoruz!” olmalıdır; Howard Zinn’in, “İnsanlar baskı altında ezildiğinde, onlardan alınamayacak tek şey hafızadır,” vurgusu eşliğinde!

Tam da bu tabloda “takdir-i ilahi”, “kader haritası”, “doğanın intikamı”, “doğal afet” vb. söylemler gerçeği perdelemeye yönelik yalanlardır.

Jiddu Krishnamurti’nin, “Derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak, bir sağlık ölçütü değildir,” uyarısı eşliğinde “Öyle günlerden geçiyoruz ki bütün olumsuz şartlara rağmen ne yapıp edip akıl sağlığımızı korumalıyız,”[3] diyen Arthur Schopenhauer ekler: “İnsanların genellikle yazgı dedikleri şey çoğu kez sadece attıkları aptalca adımlardır.”[4]

Kaçak ev yapılır, fay hattı üzerine kentler kurulur; dere yatakları inşaatla doldurulur vd.leri; sonra da bunlara “felâket”, “takdir-i ilahi” denir (“Takdir-i ilahi” mi? Epiktetos’un, “Depremleri düşün, o sırada ölen, enkazların molozların altında acımasızca ezilip paramparça olan bedenlerden kanların fışkırdığı, yaşlı, masum bebeleri ayırmaksızın sakatların ölümleri neyin imtihanıdır? Hadi söyle!” sorusunu yanıtlayın, yanıtlayabilirseniz!).

Özetin özeti: Soru(n)lar, kusurlar, sorumlular böylece “es” geçilir. Gerçek, “takdir-i ilahi” ile “felâket” dişlileri arasında yok edilir; “İnsanlık için en büyük tehlikenin açlık, deprem, mikroplar, kanser olmayıp, yalnızca insanın kendisi olduğu, göz kamaştırıcı bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır,” ifadesindeki üzere Carl Gustav Jung’un…

Kolay mı?

Egemenler, coğrafyamızın büyük depremler üreten aktif bir fay hattı üzerinde bulunduğu gerçeğini “es” geçmekle kalmayıp; doğayı, tüm yaşam alanlarımızı talan ederek, kendilerine saraylar, konaklar inşa ederken; emekçi sınıfları/yoksulları kitleler hâlinde felâkete itmişlerdir.

Sioux Kabilesi’nin, “Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan yanlışı yapan kadar suçludur,” savsözü; Nikolay Gogol’ün, “Hakikât duygusunun ve insanlık onurunun aşağılanmasına katlanmak elden gelmiyor,”[5] uyarısı eşliğinde yaşananları hafızalarımızda tutmalı, unutmamalıyız: Türkiye’de 1912’den bugüne kadar gerçekleşen depremlerde ölen insanların sayısı resmî rakamlarla 75 binin (?) üzerindedir. Deprem sonrasında kayıtsız, kimlik tespiti bile yapılamadan topluca gömülen insanların sayısı da düşünüldüğünde gerçek rakamların çok daha büyük olduğu açıktır.

Coğrafyamızda binlerce insanın birkaç saniye içinde yerle bir olan evlerde ve işyerlerinde moloz yığınları arasında hayatını kaybetmesinin sorumluluğu çoğu zaman “doğal felâket” yakıştırması ile doğanın üzerine yıkılıvermiştir.

Burjuva devlet bizi depremin yaratacağı yıkımdan, felâketten korumaz, koruyamaz. Çünkü bu devlet sermaye sahiplerinin, burjuvazinin devletidir. Onu korumak, kollamak ve sömürü sisteminin bekasını sağlamak için vardır.

“Batıda böyle olmuyor,” demeyin sakın; depreme dayanıklı konutlar inşa edenlerin, ülkelerini gözlerini kırpmadan savaşa sürükleyebileceklerini Ukrayna’daki vekâlet savaşında gördük, yaşıyoruz.

HAL(İMİZ)

Coğrafyamızda “takdir-i ilahi”, “kader haritası”, “doğanın intikamı”, “doğal afet”, “felâket” gibi kaderci terimlerle tanımlanan deprem gerçeğinin bir sosyo-ekonomik süreç olduğu, bunun üretim tarzıyla dolaysız bağlantıları bulunduğu hâlâ tartışılmıyor.

İçinde debelenilen, fiziksel olduğu kadar psikolojik yıkım yaratan korkunç tablo şimdi düşünmek/davranmak için bir imkân sunuyor.

Hâlâ görmeyen varsa ne yazık! Deprem bir kez daha, bu sefer acıları çok daha şiddetle ve artık katlanılmaz hâle getirerek göstermiştir ki, kapitalizm insanlığa felâketten başka bir şey sunamaz. Bu düzen her gün yarattığı felâketlerle insanları ölüme ve acıya boğuyor.

Depremle yağma ve rant düzeni çöktü, enkazın altında halk kaldı.

Kapitalizmin rekabet koşullarında, herkesin depremden yıkılmayacak eve sahip olması mümkün olmayacak (Küçük bir azınlık hariç elbet; “20 yılda toplam 1 milyon 49 bin 197 konut TOKİ aracılığıyla üretilebilmiştir. Üretilen konutların ancak yüzde 14.8’i yoksul ve alt gelir gruplarına yöneliktir”![6]).

“Nasıl” mı?

Sözü Prof. Dr. Naci Görür’e bırakmakta fayda var:

“Devletin resmî söylemlerine göre, İstanbul’daki yapı stokunun yüzde 60’ı herhangi bir mühendislik hizmeti almamış ve gecekondu mantığıyla inşa edilmiş. Binaların çoğu tek katla başlamış ve her seçimde yeni bir ilaveyle 5-6 katı bulmuş. Binaların doğru dürüst zemin etüdü bile yapılmamış. Bu binalar nasıl yapıldı diye soru sormanın bir manası da yok. Halkıyla, belediyesiyle, hükümetiyle elbirliğiyle yapıyoruz işte…

“1999 sonrasına özellikle İstanbul’un altyapısı için çalışmalar yapılmış ve ilgili kurumlar tarafından her şeyin deprem güvenli olduğu söylenmişti. Söylenmesine söylenmişti ama 26 Eylül 2019’da Silivri açıklarında olan küçük bir depremde bile İstanbul’da birçok altyapı hasarı oldu ve tüm telekomünikasyon hizmeti çöktü.”

“Deprem öncesi bir risk analizi yapacaksanız deprem kültürü gelişmemiş bir toplumda can ve mal kaybı riskinin çok büyük olabileceğini göz ardı etmemelisiniz. Halkı bu afet karşısında gerektiği gibi eğitmezseniz bir kenti gerçek anlamda deprem güvenli hâle getiremezsiniz…

“Eğer toplum deprem sorununu gerçekten en önemli meselesi olarak görseydi biz hâlâ bu durumda mı olurduk?

“Halkımızın depreme karşı duyarlı olduğunu söylemek zordur. Toplumumuzda sismik veya deprem kültürü gelişmemiştir. Toplum içerisinde hâlâ depremin bir kader olduğu ve Allah’tan geldiği fikri yaygındır. Eğer toplumda deprem bilinci olsaydı yerleşim alanlarımız ve yapı stokumuz bu kadar baştan savma olabilir miydi?”[7]

Şimdi burada durup; Konfüçyüs’ün, “Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir,” uyarısı eşliğinde Grigory Petrov’un satırlarını anımsayalım:

“Devlet, üst katlarında geniş ve ışıklı odaları, geniş pencereleri, yüksek tavanları olan, alt ve bodrum katları ise karanlık, rutubetli, dar, hemen hemen penceresiz herhangi bir büyük şatoya benzememelidir.”

“Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlâken çürüyor da, hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor. Herkesin karakteri bozulmuş veya herkes bu yozlaşmışlığa alışmış da bunu doğal bir durum sanıyor sanki. Ama bu böyle mi olmalıdır?”[8]

Grigory Petrov’un anlattığı “bizim hikâyemiz/hâlimiz”dir sanki…

VERİLİ DURUM

Coğrafyamız tarihinin en yıkıcı depreminin üzerinden geçen sürede Maraş merkezli depremlerde 11 ilde 50 binden fazla yurttaş yaşamını yitirdi, binlerce yurttaş hâlâ kayıp ya da kimsesizler mezarlığında yatıyor. On binler evsiz kaldı, geçim temellerini yitirdi. Enkaz kaldırma çalışmaları devam ederken depremzedelerin ihtiyaçlarına ilişkin sorunlar hâlâ çözülmedi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, CHP’li belediyelerin yönetiminde olan Hatay, Adana dışında diğer depremzede illere taziye açıklaması yaptı. Bu sırada AFAD ve Kızılay ekiplerinin depremzedelere ulaşamaması tepki topladı. Erdoğan Adıyaman ve Hatay’da yaptığı konuşmada yardımlarda geciktiklerini kabul ederek yurttaşlardan helâllik istedi.

Kızılay, depremde yetersizliğiyle dikkat çekti. Murat Ağırel’in Kızılay’ın bir başka yardım kuruluşu Ahbap’a çadır sattığını ortaya çıkarması ise gündemi sarstı. Yetmedi, Kızılay’ın konserve gibi gıda yardımlarını da sattığı ortaya çıkacaktı.

Enkazdan sağ çıkan ancak bir türlü bulunamayan çocuklarla ilgili çeşitli iddialar gündeme geldi. Cumhuriyet gazetesi, Adıyaman’da çocukların beyaz bir arabayla kaçırıldığı iddialarını gündeme getirdi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı beyaz araba iddialarını duyduklarını, ancak teyit edemediklerini belirtti. Yine Bakanlık 1000’e yakın kayıp çocukla ilgili yaptığı açıklamada “Çocukların sağlık kuruluşlarında olduğunu varsayıyoruz” dedi.

Menzil cemaatinin inşa ettiği Buhara Evleri’nde binlerce depremzede çocuk ve ailesinin ağırlandığı da gündeme gelen önemli başlıklardan oldu.

Depremde kamu binaları, lüks siteler ve oteller binlerce kişiye mezar oldu. Yaptığı siteler çöken Kızılay Adıyaman Şube Başkanı Mehmet Murat Bulut’un da aralarında bulunduğu 327 müteahhit tutuklandı.

Depremden yaklaşık bir buçuk ay sonra Urfa’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da övünçle bahsettiği Abide Köprülü Kavşağı tüneli sular altında kaldı. Urfa’da 16, Adıyaman’da ise 2 kişi yaşamını yitirdi. Urfa’da sel felâketinde suyun tahliye işlemlerini ise çevre belediyeler üstlendi.

Deprem bölgesinde Erdoğan yanına yaklaşmaya çalışan depremzedelere 200 lira “harçlık” verdi. Erdoğan’ın bir çocuğun ebeveynine “Parayı tanıyor bu” şeklinde şaka yapması, bir başka depremzedeyi ise para dağıtırken azarlaması dikkat çekti. Erdoğan Hatay’da devlet hastanesi açılış törenine katıldı. Tören sırasında dev ekranlardan çimento dökme anı gösterilirken Erdoğan dökülen betonu övdü. Atılan betonun göstermelik olarak boş bir alana döküldüğü ortaya çıktı. Yıkıma uğrayan kentlerin yeniden inşası için yapılan ihaleler AKP’li isimlere verildi. Milyarlarca liralık ihaleleri iktidar mensupları kendi arasında paylaştı.

Hatay Samandağ yıkımın şiddetli yaşandığı yerlerden oldu. Binaların önemli bölümü yıkıldı. Kaldırılan enkaz ise civar köylere döküldü. Uzunbağ köyünde demir enkazdan ayrıldı, çıkan molozlar Manastır deresine döküldü. Uygulamaya karşı çıkan halk valilik kararıyla engellendi. Jandarmayla karşı karşıya kalan depremzedeler yerlerde sürüklenip gözaltına alındı. Yeni Mahalle’de ise enkazın çadır kentin yanına dökülmesi tepki çekti. Yurttaşlar kötü koku yayıldığını ve insan uzuvları gördüklerini belirtti.

Uzmanlar enkazdan çıkan asbestin akciğer kanseri yapabileceğini ve bunun yanı sıra tarım bölgesi olan Samandağ’da toprağın zehirlendiğini ifade etti.

Hatay Samandağ’da çadır yardımı bulamayan binlerce yurttaş biber, domates ya da muz ürettikleri seraları bozarak barınma alanına çevirdi. Seralarda onlarca kişi bir arada yaşam mücadelesi vermek zorunda kaldı. Hastaların da bulunduğu seralarda yurttaşlar tarım ilaçlarından da olumsuz yönde etkileniyorken;[9] Maraş merkezli depremlerin vurduğu 11 ilde 126 bin ticarethane ağır hasar aldı. En çok yıkılan ve zarar gören ticarethane sayısı 48 bin 881 ile Hatay’da. Hatay’ı 22 bin ile Maraş izliyor. Malatya’da 19 bin 402, Antep’te 12 bin 730 ve Adıyaman’da ise 10 bin 747 ticarethane yıkık veya kullanılamaz hâlde.

2023’ün ilk üç ayında kapanan işletme sayısı 2022’nin aynı dönemine göre yüzde 22 artışla 35 bin 804. Kapanmaların deprem sonrasında yoğunlaşması dikkat çekti. 2023 Şubatı’ndan sonra kapısına kilit vuran esnaf sayısı 21 bin 273 oldu.[10]

Bu işin bir yanı, öteki de Hayata Destek Derneği’nin Acil Durum Raporu’na göre şöyle: Afetten etkilenen bölgelerde 2.6 milyondan fazla kişi çadır kentlerde, 1 milyon 581 bin 850 kişi ise evlerinin yakınlarına kurdukları barınaklarda yaşıyor.[11]

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Türkiye Deprem Toparlanma ve Yeniden İmar Değerlendirmesi Raporu’na göre depremin Türkiye ekonomisine toplam yükü 103.6 milyar dolara ulaşıyor. Bu faturanın 2023 milli gelirinin yaklaşık yüzde 9’una denk geleceği öngörülüyor.[12]

“Resmi sayılarla elli bini aşkın kişi yok yere can verdi. ‘Güvenli barınma hakkı’ndan yoksun oldukları için. Herhâlde biliyoruz, devlet toplumun vekilidir. Varlığı toplumu korumak, geliştirmek içindir. Eğer kapitalizm devleti toplumdan uzaklaştırabiliyorsa toplumsal haklar alanı (güvenli barınma hakkından başlayarak) giderek kaybolur. O alanı kapitalizmin piyasaları doldurur. Son 20 yılda somutlaşmıştır. Toplumsal haklar sağlık, eğitim, çalışma başta olmak üzere, bütünlüğü parçalanıp teker teker piyasaya verildikçe ‘hak olma’ özleri buharlaştı. En başta ‘güvenli barınma hakkı’ piyasalaştıkça yıkılabilir yapılar (yükseklerinden başlayarak) çoğaldıkça çoğaldı. Yapılar sağlam olsa 50 bini aşkın kişi can vermezdi. Bu kadar basit.”[13]

SORUMLU KAPİTALİZM

Georges Politzer’in, “Sömürücü sınıfların iktidar gücü yalana dayanır”; Benedictus Spinoza’nın, “Hurafeleri doğuran ve besleyen neden korkudur. Kalabalığı yönetmek için, hurafeden daha etkili bir şey yoktur”; George Orwell’ın, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.” “Hepimizi satın almışlar hem de kendi paramızla”; Maksim Gorki’nin, “Halk çok yoksul ama bu kimsenin umurunda değil!”;[14] Jack London’un, “Yüksek sınıfın devamı ancak başka sınıfların ezilmesi ve yıkılmasıyla mümkündür”; Bernard Shaw’ın, “Paralı sınıfları gördükçe, giyotini daha iyi anlıyorum!” uyarıları eşliğinde şunların altını ısrar ve özenle çizmekte yarar var: Kapitalist sistem doğal felâketlerin birinci dereceden sorumlusu olmakla kalmayan, sonrasında onlardan kâr elde eden bir sistemdir. Onunla baş edebilmenin tek yolu kâr için değil toplum için üretim sistemine geçilmesidir.

İnsanın doğa ile uyumlu bir şekilde yaşamasını sağlamak kapitalist sistemin doğasına aykırıdır. İnsan hayatını ve ekolojik dünyayı kendi sefil çıkarlarına bir an bile düşünmeden kurban eder. Sadece kârının, rantının peşindedir ve kasasını doldurmaya bakar. Bunun dışında her şey sistem için zırvalıktan ibarettir. Bu nedenle gelmiş-geçmiş en büyük felâket, sürdürülemez kapitalist sistemdir.

Bu düzende her şey alınıp-satılır. Birer metaya dönüşür. İşçi ve emekçiler barınma, sağlık, eğitim gibi insani temel ihtiyaçlarına ulaşamaz. Sermaye için her şeyin temelinde kâr, rant, yağma, talan vardır. Bu yüzden emekçiler depreme dayanıksız evlerde yaşamak zorunda kalır. Dolayısıyla meydana gelen her doğal afet, yoksul emekçilerin felâketi olur.

Acı sonuçlar bir kez daha 6 Şubat 2023’te yaşandı. Maraş merkezli yaşanan iki deprem on binlerce insana mezar olurken, geride kalanların da aç biilaç sokaklara terk edilmesiyle sonuçlandı. Sömürü düzeninin piyasaya dayalı, doymak bilmeyen aç gözlülüğü yüzünden, işçi ve emekçiler enkaza dönen şehirlerde ilkel koşullarda yaşam mücadelesi veriyor.

Ayrıca, sermayenin çıkarları için bir gece yarısı bile kararlar alınırken, bu depremlerde halkın en temel ve acil ihtiyaçları için günlerce beklenildi. Ayrıca günümüzde teknolojik gelişmelerin sunduğu imkânlara rağmen deprem sonrası birçok yere yardımların ulaştırılamaması tüm toplumu sermaye devletinin ne için var olduğunu sorgulamaya itti. Bu deprem, kapitalist sistemde devletin yapısının ve işleyişinin yapıcı değil, yıkmaya endeksli olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Çünkü “Yegâne ereği kâr etmek ve kârı büyütmek olan, her türlü etik (ahlâkî) değere yabancılaşmış bir sosyal sistemde bir şeylerin sarpa sarmaması mümkün değildir. Üretimin aslî (birincil) amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olduğu durumda, sadece sosyal mahiyetteki sorunlar değil, doğa tahribatının da derinleşmesi, yaşamın temelinin aşınması kaçınılmazdır… Kapitalizm dahilinde üretim artışına sosyal kötülüklerin (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…) ve ekolojik yıkımın eşlik etmesi de sistemin mantığının, temel eğilimlerinin doğrudan sonucudur,” diyen Fikret Başkaya tarihten bir örnek veriyor:

“İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında Paris’te bir dünya yazarlar konferansı toplanıyor. Kürsüye çıkan her yazar, dünya barışından, halkların kardeşliğinden, eşitlikten, özgürlükten söz ediyor… Harika şair, oyun yazarı Bertolt Brecht, doğruca kürsüye yürüyor, mikrofonu kapıyor, ‘Yoldaşlar gelin üretim ilişkilerini tartışalım’ diyor… Ben de bu vesileyle sadede gelelim, asıl tartılması gerekeni tartışalım, şeyleri adıyla çağırmaya cüret edelim diyorum…”[15]

Evet felâketin aslî sorumlusu Eduardo Galeano’nun, “Para az değil, hırsızlar çok kalabalık,” notunu düştüğü kapitalizmdir, onun yağma düzenidir.

Hatırlayın: Felâketin yaşandığı kesitte deprem bölgesinden yükselen yardım çığlıkları arşa vardı; ancak iktidar zevahiri kurtarmanın derdine düşüp, yalanlara sarıldı.

Hükümet sözcüleri bildik “her şey kontrol altında” açıklamaları yapıp, tehditler savururken, enkaz altındakilerin dayanma gücü tükendi, sesleri kesildi. İlk saatlerde cep telefonlarıyla iletişim kurulan, çıkarılmayı bekleyen binlerce insana zaman ilerledikçe ulaşılamaz oldu. Beton yığınlarının altına diri diri gömülenler donarak öldüler. Rejimin lağım medyası bile yıkımın büyüklüğünü, yardımların gitmemesini, insanların öfkesini ve çaresizliğini gizleyemedi.

İktidarın misyonlu yaratıkları, depremlerin çok büyük olmasını, çok sayıda kenti etkilemesini gerekçe göstererek “ama her yere ulaşmak kolay değil”, “yüzyılın depremi”, “asrın felâketi” minvalinde özürcü açıklamalar yaptılar. Hangi ülkede olursa olsun böylesi bir yıkım yaşanacağını, hatta daha da büyük olabileceğini iddia ettiler, ediyorlar. Haddini aşan bazı meczuplar “vatandaşın kendi başının çaresine bakması, devlete yük olmaması gerektiği” gibi toplum vicdanının ve aklının kabul edemeyeceği konuşmalar dahi yaptılar!

Cumhuriyet tarihinin en büyük ikinci depremiyle karşı karşıya kaldığımız, birkaç saat arayla bağımsız iki büyük deprem yaşandığı ve bunların yüzeye çok yakın olduğundan yıkıcılığının arttığı vb. de doğrudur. Ama bunlar dünyadaki en büyük yirmi (20) deprem arasında bile değildir.

Yirmi yıldır işbaşında olan siyasi iktidar riskin boyutunu, ne yapması gerektiğini bilmez değildir. Ama bu süre zarfında, gerekli önlemleri alma adına kılını kıpırdatmamış ve böyle bir felâkete yol açmıştır.

Aslında çöken yirmi yıllık kapitalist yağma ve rant düzenidir; bu bir kâbus tablosudur.

Deprem felâketinden toplum olarak çıkarılması gereken dersler var: Bu depremler neden bu kadar büyük bir yıkıma yol açtı? Neden eski-yeni binlerce bina moloz yığınına döndü? Neden daha yeni yapılanlar da dâhil otoyollar, havaalanları, köprüler, hastaneler ve daha onlarca kamu binası çöktü?

Yağmacı iktidar, on binlerce insanın hayatını çaldı.

Malum olduğu üzere kapitalist rejim paralı otoyollar, köprüler ve hatta şehir hastaneleri için tekelci sermayeye her yıl milyarlarca dolar akıtırken, alınması gereken yaşamsal deprem önlemleri için, deprem bölgelerinin altyapısını güçlendirmek, gerekli kentsel dönüşümü sağlamak için kılını kıpırdatmamıştır. Üstelik bu konuda yıllardır yaygara kopartılıyor olmasına rağmen. Deprem sonrası toplanma alanlarını bile ranta açan, gaddar, yağmacı bir sermaye iktidarıdır karşımızdaki. Daha önce, toplanan deprem vergilerini “duble yollara”, havaalanlarına, sağlığa harcadığını söyleyen iktidarın yaptığı “eserler” görüldüğü gibi depremlerde enkaza dönmekte, en ufak bir yağmurda su altında kalmakta, karda kilitlenmekte, özcesi sapır sapır dökülmektedir. Tıpkı bu çürümüş rejimin kendisi gibi!

DEVLET(İN) HAKİKÂTİ

Aslında “Her şey biliniyordu. Büyük felâket göz göre göre geldi. Tarih ve bilim bugün için yol göstericidir. 1939 ve 1999 depremlerini yaşamış bir ülkede tartışılması gereken geçmişe dönüp o günlerin eksiklerini irdelemek değildir. 1939 ve 1999 depremlerinin tarih bilgisine sahip bir ülkede bilimin yol göstericiliğinde yeterli önlemlerin alınmamasının izahı yoktur. Bugün tarihi ve bilimi görmezden gelmenin ve kamucu müdahalelerin yetersizliğinin bedelini ödüyoruz.”

Tarih ve bilim bize 6 Şubat 2023 depreminin ardından yaşadığımız büyük felâketin ve derin acının önlenmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. İnsan tarihe baktıkça daha da kahroluyor. Bugün sizi 20’nci yüzyılın ilk yarısına götüreceğim ve bugün yaşadığımız felâkete ilişkin o günlerde yazılanları aktaracağım. Her şey söylenmiş, depremin öncesinde ve sonrasında yapılması gerekenler tek tek anlatılmış.

Yakın Türkiye tarihinin en büyük depremlerinden biri 84 yıl önce 27 Aralık 1939’da Erzincan’da meydana geldi. 7.8 şiddetindeki deprem sonucunda, Nâzım Hikmet’in 2 Ocak 1940’ta Tan’da yayımlanan Kara Haber şiirinde “Yan yana sırt üstü yatan ölüler… Uyanıp kaçamadılar/ kuş olup uçamadılar,” diye tasvir ettiği 33 bine yakın insanın yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.

Erzincan Depremi yakın Türkiye tarihinin ikinci büyük can kaybına yol açan depremidir. Depremin ardından 6 Ocak 1940 tarihli Tan gazetesinde Profesör Hamit Nafiz Pamir’in “Zelzeleye Karşı Ne Gibi Tedbirler Almalıyız” başlıklı bir yazısı yayımlanır. 83 yıl önce yazılan bu yazı ibretliktir. Bilim ta o günlerde 1999 ve 2023 depremlerine ilişkin tarihi uyarılar yapıyor…

Tarih ve bilim bugün için yol göstericidir. Tarih bilgisi bize bir tarihsel olayın etkilerinin, sonuçlarının ve o zamanla şimdiki zaman arasının bilgisini sağlar. İşte bu bilgiyle bugünü yeniden kurarız. 1939 ve 1999 depremlerini yaşamış bir ülkede tartışılması gereken geçmişe dönüp o günlerin eksiklerini irdelemek değildir. Yapılması gereken bu deneyimlerin ışığında nelerin yapılmadığını, neden yapılmadığı konuşmaktır.[16]

Bir İslâmcının bile, “Allah’tan gelen-ölüm, deprem, sel gibi – acılar daha kolay kabul edilirken insan eliyle yapılan şeyleri kabullenmek hayli zordur… Deprem olduğuna değil, depreme dayanıklı bina yapmayan müteahhite kızarız,”[17] demek zorunda kaldığı tabloda Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun’a karşı işlenen suç sayısındaki artış, denetimsizliğe ve depremde yaşanan yıkımın nedenlerine ayna tuttu. 2021’de 2 bin 262 olan Kanun’a muhalefet suçu, 2022’de 4 bin 724’e yükselmişti.[18] “İmar Af”larına rağmen!

Victor Hugo’nun, “Kodamanlar, haydutlar, hırsızlar, çabuk olun./ Koşun, gelin, ziyafet sofrasına kurulun,/ Koşun herkese yer var!

Yiyin için efendiler, ömür geçer çabucak;/ Bu saf, alık, câhil, bu el koyduğunuz halk/ Sizindir kodamanlar!

Kurutun kaynakları, hazineyi boşaltın,/ Yasalar sizden yana, yiyin yalayıp yutun,/ Tam zamanıdır şimdi!

Kalmasın tek metelik, çalın, gülün, oynayın./ İşçiyi, köylüyü bitine kadar soyun/ Ve bulun neşenizi!

Çalın, gülün, oynayın!”[19] dizelerini anımsatan kimi verileri aktarırsak!

  1. i) 6 Şubat’ta büyük yıkıma uğrayan Hatay’ın tarihî sokaklarında depremden sonra eski tarihli faturalar kesilerek restorasyon yapılmış gibi gösterildiği öne sürüldü. Avukat Küçükler, yetkililer hakkında suç duyurusunda bulundu![20]
  2. ii) Antakya’da “riskli alan” ilan edilen kısmın, Antakya’yı Antakya yapan tarihsel dokunun yoğun olduğu bir bölge olması akıllara İstanbul’da Sulukule’yi, Diyarbakır’da Sur’u getiriyor. Dolayısıyla Antakyalılar belki zorla sürülmeyecekler ama öyle bir Antakya inşa edilebilir ki, Antakyalının benimseyeceği, kabullenebileceği bir Antakya olmayabilir orası artık. “Zorla olmaz” dedik ancak, eldeki kararlar “zor kullanma” gücünü de iktidarın tekeline vermiş durumda![21]

iii) 15 Temmuz sonrası şehir dışına çıkartılan kışlaların arazilerinin “yeşil alan” olarak kalacağı söyleniyordu ama tersi oldu. Askerî araziler parsel parsel imara açılıyor![22]

  1. iv) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çocuklarına burs veren işadamı olarak tanınan Remzi Gür’ün Beykoz’da 1. derece arkeolojik kazı alanında bulunan arazide yaptırdığı kaçak “Qadraj Kafe”, imar barışı koşullarını taşımadığı hâlde, imar barışından yararlandırıldı![23]
  2. v) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nin Çekmeköy’de bulunan 187 dönüm askerî arazinin yapılaşmaya açan imar planlarını iptal etmesine karşın söz konusu araziye ilişkin yeni imar planları hazırlayıp; Ömerli içme suyu havzasının uzun mesafeli koruma kuşağında kalan araziyi tekrar konut ve ticaret fonksiyonuyla imara açtı![24]
  3. vi) Karadeniz’in doğa harikası yaylalarını imara açmak için ilk adım atıldı. Rize Çamlıhemşin’de bölge sakinlerinin tepkilerine karşın süren “Yeşil Yol” çalışmaları için şimdi de yaylalar imara açılmak isteniyor![25]

vii) DEÜ Torbalı Meslek Yüksekokulu’nda okuyan M.K., misafir öğrenci olarak kaldığı KYK yurdundan depremzede olmasına rağmen üniversite öğrencilerinin geleceği gerekçesiyle çıkarıldı![26]

viii) Çevre ve Şehircilik Bakanlığının belediyelere araç ve nakdî yardım yetkisini kullanırken Cumhur İttifakı belediyelerine ayrımcılık uyguladığı, muhalif seçmeni cezalandırdığı verilere yansıdı![27]

  1. ix) Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Demirören’in kızı ile merhum iş insanı Hasan Kalyoncu’nun oğlunun düğünü için 108 yıllık Çırağan Sarayı’nın Boğaz kesimine yapılan, daha sonra kaldırılan kış bahçesinin kaçak olduğu ortaya çıktı![28]

“İmar Affı”nı çıkaran devlet bütün “ihtişamı”yla deprem bölgesinde “güvenliği” sağladı! Yani ölen öldü, “kolon kesenler” kesti, denetleme yapmayan yapmadı! Ama protestolara izin verilmedi!

Deprem vergisi adı altında toplanan paralar, başka alanlarda kullanıldı!

Bu durumda 2000-2022 kesitinde toplanan yaklaşık 88 milyar TL tutarındaki deprem vergisinin nereye harcandığının hesabını kimden sormalı?

Kontrolsüz konutlaşmanın, daha doğrusu ranta, çıkara dayalı kontrolsüz şehirleşmenin sorumlusu kim?

“İmar barışları”nın, yapı denetimsizliğinin, aile kurumu hâline dönüşmüş, şirketleştirilmiş Kızılay’ın, AFAD’ın mimarı kimler?

7/24 halkı için çalışan devletin başı diktatörden mi soracaksın?

İster istemez burada bir soru gündeme geliyor. Aslında bu soru her zaman gündemdeydi. O da şu: Kapitalizmde konut sorunu çözülebilir mi? Kapitalizmde, çalışma hakkı, sağlık hakkı ya da konut/barınma hakkından bahsedilebilinir mi?

Yanıt çok açık: Kapitalizmde kentleşme/ onut sorunu aynı zamanda bir rant sorunudur; azami kâr elde etme ve eski şehirleri kâr amaçlı yıkma ve yeni şehirleri de yine kâr amaçlı kurma sorunudur.

Ve kapitalistler kaçınılmaz olarak felâketi nakde çevirmek için harekete geçiverdiler.

Bunlar böyleyken elbette depremden doğrudan zarar gören emekçi yığınlarını düşünen yok!

Mesela… Hatay’da 5 yaşındaki çocuğu ailesi elleriyle ambulansa bindirdi. Ancak gezdikleri 5 şehirdeki hastanelerde evlatlarının izine rastlamadılar. 20 günün sonunda çocuğun, “kimliksiz” şekilde kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Böyle çok acı örnekler var…[29]

Veya Hatay’ın Samandağ ilçesinde sağlıksız bir şekilde yürütülen enkaz kaldırma çalışmalarına karşı yaşam nöbetine başlayan depremzedelere jandarma müdahale etti. Depremzedelere biber gazı ile saldıran jandarma ve polis yaklaşık 15 kişiyi gözaltına aldı…[30]

Ya da depremin vurduğu illerde vatandaşlar konteyner kent, çadır, tuvalet, banyo beklerken; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun çay, şeker, terlik eksiğini dillendirmesi tartışmayı alevlendirdi. “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında toplanan 115 milyar liranın nerede olduğu sorusuna yanıt veren Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın kampanyada taahhüt edilen 115 milyar 146 milyon liradan, 74 milyar 118 milyon liranın hesaplara yatırıldığını açıkladı. Ancak kalan 41 milyar liranın akıbetine ilişkin net bir yanıt gelmedi…[31]

Sonra da Hataylı avukat Ecevit Alkan, yaşam alanlarının hemen yanına hafriyat dökülmesinin insan sağlığını tehdit edecek düzeyde olduğunu belirtti ve suç duyurusunda bulunup; “Doğa katliamı ve insanlık suçu işleniyor,”[32] dediği örneklerdeki üzere!

Ancak 23 yıldır deprem vergisi alıp çürük binalara, yollara, hastane binaları ve havaalanlarına izin vermek, gerekli önlemleri almamak, depremden sonra müdahale etmemek, hatta darbe yapar korkusuyla ilk günlerde asker seferberliğini de engellemek; HDP, Alevi kurumları, sendikalar ve sosyalistlerin yardım organizasyonlarını engellemek, diğer illerden ve yurtdışından gelen yardımlara el koymak, bazı yardım merkezlerine kayyum atamak, OHAL ilan ederek bölgedeki isyanın ve polis şiddetinin, işkencesinin üstünü örtmek… Sonra da felâketi “kader planı” diyerek, “Mucize söylenceleri”yle ört bas etmeye kalkışmak! Ya da faturayı göçmenlere çıkarmak!

Yaşanan onca acı deneyim göstermiştir ki, “Katillerin en kötüsü, yaşam sevincimizi öldürendir,”[33] saptamasını doğrularcasına; kapitalizm soru(n)lara çözüm getiremiyor; Platon’un, “Devletlerin yönetimi namussuzların ve utanmazların eline bırakılırsa, bunlar iyilerin başına bela ve yıkım getirir,” tespitini doğruluyor…

ÖNLEM VE ÇÖZÜM

“Niye her şey haddini aşıp bir aşırılıktan diğerine savrulup durmaktadır sürekli? Niye aşırılıklar arasında ölçü ve denge, nispet ve itidal teessüs etmiyor da biri diğerini sürekli besleyip duruyor doymamacasına? Doğanın çöktüğünü idrak etmek için daha ne ile uyarılmamız lazım?”[34] türünden soru(n)lar eşliğinde kadim zamanlardan, eski Yunan’dan beri temel meselelerden birisi, insanın doğayla kurduğu ilişkiydi.

Bir alay önyargıyı bir yana bırakırsak; dillere pelesenk olan “doğanın intikamı” ve “doğal afet” söylemlerinin nafiledir. Doğanın olağan işleyişinin “intikam” diye nitelenmeyeceğini ve afeti felâkete dönüştürenin sistem olduğunu görmek zorundayız.

Elbette her doğa olayına en temel bilgileri dahi doğru düzgün bilmeden spekülatif bir tarzda “kader haritası”, “takdir-i ilahi” söylenceleriyle ele almak, kendini aşırı önemseyip şeytanî dış güçlerin hep seninle uğraştığını düşünmek hem kolay hem de rahatlatıcıdır… Böylece sorumluluğu üzerinizden atıverirsiniz.

Egemen ideoloji bunu hep böyle yaptı: Depremi açıklamak için mitlerden faydalandığı gibi…

Japonlara göre “Namazu” isimli dev yayın balığı yerin altındaki çamurda yaşardı ve hareketi depremlere neden olurdu. Hindularda yeri tutan fillerin hareketi; Moğollarda dünyayı sırtında taşıyan dev bir kurbağanın hareketi depremlere sebep gösterilirdi.

Yunanlılarda ise Poseidon depremlerin nedeni ve tanrısıydı. Morali bozuk olduğu zaman veya insanları korkutmak ve cezalandırmak için üç çatallı mızrağını yere vurarak depremlere sebep olurdu. Perulular için de depremler dünyayı ziyaret eden bir tanrının ayak sesleriydi.

Daha sonra Thales, Anaksagoras ve Demokritos gibi filozoflar depremin doğal nedenleri hakkında teoriler geliştirdiler. Aristoteles de “Depremler yerin içinde hareket eden veya içinde hapsolmuş rüzgârlardan kaynaklanıyor,” diye açıklıyordu örneğin.

Depremle ilgili bakışı köklü biçimde değiştiren olay ise 1 Kasım 1755’te Portekiz’in Lizbon’unda meydana gelip, yarattığı tsunamiyle 70 bin civarında insanın ölümüne yol açan yıkımdı.

Büyük Lizbon Depremi toplumsal düşüncede önemli etkiler yarattı. Dinî bir şölen zamanında halkın kiliselerde olduğu bir anda meydana gelen bu depremde şehir merkezinde bulunan katedraller ve kiliseler yıkılırken şehrin dağlık kısmında yer alan genelev ayakta kalmıştı. Tanrı sadık ve dindar insanların ölümüne izin verirken nasıl olur da günahkârları bağışlamıştı? Bu kafa karışıklığı ve beraberinde gelen sorgulama ile depremler artık tanrının bir cezalandırma yöntemi olarak görünür olmaktan çıktı. Sistematik olarak incelenmeye, araştırılmaya başlandı. Bu nedenle Büyük Lizbon Depremi modern sismolojinin doğuşu olarak kabul edilir.

Modern bilim sayesinde depreme neden olan olgunun tektonik plakaların hareketi olduğunu biliyoruz artık. Plakalar arasında meydana gelen sıkışmaların kırılmasıyla oluşan sismik dalgalanmalar deprem olarak adlandırılır ve oluşan bir deprem sonucu açığa çıkan enerjiyi ifade etmek için moment büyüklük skalası kullanılırken;[35] depremlerin ne zaman ve nerede meydana geleceklerini tam olarak öngöremesek de, ileride bunlardan daha pek çoğunun meydana geleceğini tam bir kesinlikle söyleyebiliriz.

“Küremizin her yerine dağılmış araçlarla kaydedilmiş deprem verileri neredeyse bir asrı kapsıyor ve bir M9 (9 veya daha fazla büyüklükte) mega depreminin on yıllarla ölçülen aralıklarla Dünya’nın dalma-batma bölgelerinden birinde beklenebileceğini gösteriyor.

“Dünya genelinde tüm fay türlerinde her yıl tipik olarak bir ya da iki M8 ve onlarca M7 deprem meydana geliyor. Sismik olarak aktif bölgelerde depreme dayanıklı evler yapmak dünyanın en önemli insani önceliklerinden biri olmalı.

“XXI. yüzyılda bir M7 depremi 2010 Ocak’ında Haiti’de olduğu gibi 100.000 kişiyi öldürmemeli. Bir depremin yine bir şehri harabeye çevirip binlerce can alması karşısında yaşadığımız şaşkınlık ve şok, ortaçağda kalmış olması gereken bir şeydir.”[36]

Tam da bunun için “Apolitik olmak diye bir şey yoktur, her şey politikadır,”[37] gerçeğinden hareketle unutulmamalı: i) Deprem öldürmez, bina öldürür. ii) Depremi önleyemezsiniz, ama depremle baş edebilirsinizdir. Tabii toprakta, suda, gündelik yaşamımızda hasılı yerkürede Karl Marx’ın “metabolik yarılma” vurgusuyla ifade ettiği kapitalist yıkımın durdurulması kaydıyla.

Beceriksizlik, nepotizm ve kleptokrasi gerçeğini bir kez daha kanıtlayan deprem konusundaki önemli bir diğer saptama da şudur: Depremde yaratılan toplumsal dayanışma seferberliğini mücadele seferberliğine çevirmek ve sorumlulardan hesap sormak toplum olarak enkazın altından kalkmanın ilk adımı olacaktır. Yoksulluğun haramiler tarafından kader olarak dayatılmadığı bir ülkenin inşası ancak işçi ve emekçilerin mücadelesiyle mümkündür.

“İyi de bu durumda ilk talebimiz ne olmalıdır” mı?

Étienne Balibar’ın, “Yurttaşları birbirine bağlayan, hakların ve ödevlerin karşılıklılığı kuralıdır,” saptamasının altını çizerek; madem toplum bu büyük afet karşısında ciddi bir dayanışma kararlılığı gösterdi, adil bir vergilendirmeye de kimsenin feryat etmemesi gerekir.

Şubat 2023 depreminin maliyeti konusunda Strateji ve Bütçe Başkanlığının (SBB) Deprem Sonrası Değerlendirme Raporu’na göre 128 milyar TL’si acil harcamalar; 242.5 milyar TL’si kamu kesimi, 222.4 milyar TL’si özel kesim hasar tahmini; 1.073.9 milyar TL’si yıkık, ağır ve orta hasarlı dahil konut zarar tahmini; 58.5 milyar TL’si ev içi eşya maliyeti; 41.9 milyar TL’si hafriyat maliyeti; 6.1 milyar TL’si araç hasarı olmak üzere 1.773.2 milyar TL bir maliyet tahmin ediliyor. Bunun üzerine 130 milyar TL üretim kaybını, 13.9 milyar TL esnaf gelir kaybını, 37.6 milyar TL sigorta ödemelerini koyunca 1.955 milyar TL, 103.8 milyar dolar gibi devasa bir toplam çıkıyor.

Depremin yol açtığı toplam maliyetin yüzde 54,9’unu tek başına konut hasarı oluşturuyor. Bu kalem 2023 yılı milli gelirinin yüzde 5’ine denk geliyor. Toplam maliyet ise GSYH’nin yüzde 9’una kadar ulaşıyor.

Bu maliyetlerin zamana yayılacağı, sağlanacak iç ve dış finansman olanaklarıyla tek bir yılda karşılanmasının gerekmediği unutulmamalıdır. Ancak yine de çok büyük bir fatura ile karşı karşıya bulunduğumuz ortadadır.

Zenginlerin cebine el atılmalıdır.

Bilindiği gibi Türkiye Tek Yürek Kampanyası kapsamında 115 milyar TL toplandığı ilan edildi. Bunun zaten 30 milyar TL’si kârını Hazine’ye devretmesi gereken Merkez Bankası’ndan gelmişti. 39 milyar Tl’si kamu bankalarından. Toplanan paranın 90 milyar civarında kısmı kamu kurumlarına aitti. Yani para devletin bir cebinden diğer cebine aktarılmıştı. Nitekim geçtiğimiz hafta sermayeleri eriyen Halkbank 30 milyar TL, Vakıfbank ise 32 milyar TL sermaye artırım kararı aldı…

Bankacılık sektörünün net dönem kârı 2022’de yüzde 366.4 artarak 433.5 milyar TL’ye ulaştı. Bankalar özellikle TCMB’nin enflasyonun çok altında bir politika faiziyle fonlaması sayesinde 764.3 milyar TL “net faiz geliri” elde ettiler. Bu kârın 198.4 milyar TL’si özel, 104.3 milyar TL’si kamu, 130.7 milyar TL’si yabancı bankaların kasalarına aktı.

BIST şirketleri bazında da en büyük kârları bankalar elde ederken; TÜPRAŞ’ın 41 milyar TL, Şişe Cam’ın 19.4 milyar TL, Ford Otomotiv’in 18.6 milyar TL, TOFAŞ’ın 8.6 milyar TL, İş Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın 8.4 milyar TL, Sinpaş’ın 5.2 milyar TL kârları dikkat çekti. Genelde finans, enerji ve gayrimenkul yatırım ortaklıklarının yüksek kârlar sağladığı görüldü.

İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu raporu da ISO 500’ün 2021’de faaliyet kârlarının yüzde 139 oranında artarak 342 milyar TL’ye çıktığını göstermişti. 2022’de bu kârların katlandığını tahmin etmek zor değil. Bu şirketlere borsa aracılığıyla para koyan bireysel yatırımcılar da yüksek gelirler sağladılar. Bu kazançlar tüketici fiyatlarıyla indirgendiğinde yüzde 59.76, üretici fiyatları ile indirgendiğinde yüzde 40.38’i buldu.

Ocak 2023 konut fiyat endeksi de konut fiyatlarının bir yılda yüzde 153.1 arttığını gösterdi. Bu oran İstanbul’da yüzde 154.4, Ankara’da yüzde 156.8, İzmir’de yüzde 149.9 olarak gerçekleşti. Özetle enflasyonun çok altında faiz olanağından da yararlanan konut yatırımcıları da çok yüksek reel getiriler sağladılar.

Bireylerin 111.2 milyar dolar da döviz mevduatları var. 2022 Kasım TCMB Finansal İstikrar Raporu’na göre bireylerin GSYH’nin yüzde 49.7’sine denk gelen 5.638 milyar TL toplam finansal varlığı bulunuyordu. Bunun yüzde 33.6’sı TL mevduat, yüzde 33.4’ü ise döviz mevduatından oluşuyordu. Altın ağırlıklı kıymetli madenler 475 milyar TL, tahvil ve bonolar 151.2 milyar TL, yatırım fonları 602.4 milyar TL, hisse senetleri 537.4 milyar TL, repo 9.1 milyar TL ve nakit para ise 85.8 milyar TL ile geri kalan yaklaşık üçte biri kapsıyordu.[38]

Özetin özeti: “Bedeli kim ödeyecek?”[39] sorusu ortadayken; yıkımın faturası sorumlularına yani bu rant ve talan düzeninden beslenenlere ciro edilmelidir!

DAYANIŞMA VE KOMÜNAL İMKÂN

Dayanışmanın ezilenlerin inceliği olduğu devrimcilerin malumuyken; Jack London, “Köpeğe verilen bir kemik yardımseverlik değildir. Yardımseverlik, siz de köpek kadar açken onunla paylaşılan kemiktir,” derken her şeyi özetlercesine ekler Eduardo Galeano da:

“Hayır işlerine inanmıyorum. Dayanışmaya inanıyorum. Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder. Ötekine saygı duyar.”[40]

Gerçekten de “Yalnızlık ve yalıtılmışlığın giderek arttığı bir toplumda yaşıyoruz. Narsisizm ve egoizm bunu daha da vahimleştiriyor. Artan rekabet, azalan dayanışma ve empati de insanları yalnızlaştırıyor. Yalnızlık, yakınlık duygusunun yaşanamaması acıyı güçlendirici bir etki gösterir. Kronik ağrılar belki de tıpkı çizikler gibi bedenin ilgi ve yakınlık hatta sevgi isteyen çığlıkları, günümüzde temasın seyrek hâle geldiğine işaret eden etkileyici ipuçlarıdır. Görülen o ki ötekinin iyileştirici elinin eksikliğini duyuyoruz,”[41] diye tarif edilmesi mümkün olan yerkürede; toplumsal dayanışma, travmaları aşmanın en önemli araçlarındandır.

İyi de “Bu kadar çok farklı amacın, birbirleriyle bu kadar çelişkili çıkarın olduğu, bu kadar ihtilafın bulunduğu bir yerde dayanışma içinde olabileceğimizi bekleyebilir miyiz?”[42] denilecek olursa; elbette, sosyalizmle yanıtını vermekte duraksamayız; “Özgürlük ancak her ezilen grubun dayanışma içinde kendi mücadele biçimlerini yaratmalarıyla gerçekleşebilir,”[43] ifadesindeki üzere Karl Marx’ın!

Çünkü direniş, eşitlik, özgürlük sözcüklerini yasaklayan despotik yerkürede, coğrafyalarda yıkıma “Hayır” demenin en önemli komünal aracıdır dayanışma…

Toparlarsak; “Yaşadığımız sarsıntılar sismologlara göre deprem, psikologların gözünde ise depresyonun ayak sesleridir,”[44] diye tarif edilen tabloda kapitalizm patentli deprem yıkımı karşısında gün dayanışma ve hesap sorma günüdür!

Yıkım doruğa ulaştı, yaratıcılık da doruğa ulaşmazsa insanlık kurtulamaz; umutsuzluktan umut yaratılamaz; Buenaventura Durruti’nin, “Biz yıkımlardan hiç mi hiç korkmuyoruz. Dünya bizlere kalacak; bunda en ufak şüpheye yer yok. Burjuvazi tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyasını yıkabilir”; Thomas Stearns Eliot’un, “Son, başladığımız noktadır,” sözlerini anımsayarak devrimci dayanışmaya sarılmalıyız…

Wilhelm Reich’ın, “Senden başka hiç kimse senin kurtarıcın olamaz”; George Ritzer’in, “Yapabileceğiniz en politik şeylerden biri, bir şeyleri kendi başınıza yapmanızdır”;[45] Sokrates’in, “Kendini bulmak istiyorsan, kendin için düşün”; Simone de Beauvoir’ın, “Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en garanti yoludur,” saptamalarından hareketle dayanışma özgürlükçü komünalist bir düşünce/davranıştır.

Sosyalist literatürde çok önemli bir yeri olan Paris Komünü’ne ilişkin olarak “Marksist gelenek devlet konusunda kesin konuşuyor: Devlet, Manifesto ve 18 Brumaire’den beri (Marx’ın Paris Komünü üzerine olan metinleri ve Lenin’in Devlet ve Devrim adlı çalışması başta olmak üzere sonraki tüm klasik metinlerde de) açıkça baskı aracı olarak kabul edilir. Devlet işçi sınıfının, artı-değerin zorla elde edilmesi sürecine (yani kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, egemen sınıfların (XIX. yüzyılda burjuvazinin ve büyük toprak sahipleri ‘sınıfı’nın) işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini güvence altına almasını sağlayan bir baskı ‘makinesi’dir.”[46]

“Komünün gerçek anlamı, burjuvaların aramayı adet edindikleri yerde değildir; Komünün gerçek anlamı özel bir devlet tipi yaratmamasındadır.”[47]

“Biz devlet sözcüğünün yerine her yerde topluluk, komün sözcüğünün konmasını önermekteyiz.”[48]

“Evet baylar, Komün, büyük bir yığının emeğini birkaç kişinin zenginliği durumuna getiren bu sınıf mülkiyetini kaldırmak istiyordu. Mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesini amaçlıyordu. Üretim araçlarını, bugün özsel olarak emeğin köleleştirme ve sömürü araçları olan toprağı ve sermayeyi, özgür ve ortaklaşa bir çalışmanın aletleri durumuna dönüştürerek, bireysel mülkiyeti bir gerçeklik yapmak istiyordu.”

“Komün’ün gerçek sırrı şuydu: O özünde bir işçi sınıfı hükümeti, üretenlerin mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasal biçimdi…”[49]

Kanım odur ki deprem bölgelerindeki dayanışma girişimleri, kendinden önceki özyönetim örneklerinden çıkardıkları derslerle, komüncü atılımların da önünü açabilirlerdi, açmalılardı… Eğer bu(nlar) böyle olmadıysa, yapılamadıysa üzerine düşünülmelidir.

Nihayetinde, devrimciler/sosyalistler “hayırseverler” değildir. Onlara düşen, devletin aciz kaldığı ya da kılını kımıldatmadığı momentlerde, onun yapması gereken görevleri üstlenip, sonra geri çekilmek değildir. Afetin felâkete dönüştüğü momentler, aynı zamanda toplumların yöneticilere ilişkin imanlarının sarsıldığı, büyük bilinç sıçramalarının imkân dahiline girdiği momentlerdir. İnsanlar bu (deyim yerindeyse) “yarıklar”da “başka bir hayatın mümkün olduğu”nu görür. Devrimcilere düşen, dayanışmayı sürdürür ve genişletirken, aynı zamanda bu bilinci örgütlemektir.

Unutulmamalı: Devrimler, köklü toplumsal dönüşümler üç momentin örtüşmesiyle olanaklı hâle gelir. i) İnsanların yaşamlarını bildikleri/alışageldikleri tarzda sürdürmelerine olanak bırakılmayan bir “felâket”/kriz (savaş, doğal afet, iktisadi kriz vb.) ii) Bu “kriz”de ayakta kalmaya çalışan sıradan insanların kendiliğinden dayanışma mekanizmaları (komün, sovyet, şura vb.). iii) Toplumsal dönüşüm sürecini politik devrime dönüştürerek kalıcılaştıracak örgütsel kaldıraç (öncü parti).

Üçüncü ayağın eksikliği nedeniyle XXI. yüzyılın “felâketleri” insan(lık)ın gündemindeki “Gordion Düğümü”nü andıran soru(n)lar karşısında İskerder’in çözümüne olan gereksinime davetiye çıkarıyor. o

29 Nisan 2023, İstanbul.

[1]    Leonardo da Vinci.

[2]    “Deprem Yıkımı ve 1 Mayıs Süreci”, 25 Nisan 2023… https://kizilbayrak78.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/guncel/deprem-yikimi-ve-1-mayis-sureci

[3]    Arthur Schopenhauer, Akıl Sağlığı, çev:Ahmet Aydoğan, Say Yay., 2015, s. 9.

[4]    Arthur Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, çev: Mustafa Tüzel, İş Bankası Yay., 2005.

[5]    Nikolay Gogol, Palto, çev: Aslı Takanay, Ayrıntı Yay., 2017, s. 75.

[6]    Eyüp Muhçu, “Kentsel Dönüşüm Düzeni Çökmüştür!”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 834, 5 Mart 2023, s. 11.

[7]    Naci Görür, Türkiye’de Deprem – Az Gittik Uz Gittik, Doğan Kitap, 2020, s. 68-67-66-65.

[8]    Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev: Sübhane Mirzayeva, Koridor Yay., 2007

[9]    Rıfat Kırcı, “Unutturmayın”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2023, s. 12.

[10]  Şehriban Kıraç, “Esnaf Depremle Yıkıldı”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2023, s. 9.

[11]  Figen Atalay, “Bebekler Beslenemiyor”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2023, s. 14.

[12]  Süleyman Karan, “… ‘Mükemmel Fırtına’yı Beklerken İki Deprem Kâbus Gibi Çöktü”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 839, 9 Nisan 2023, s. 7.

[13]  Bilsay Kuruç, “Depremden Sonra”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2023, s. 12.

[14]  Maksim Gorki, Ekmeğimi Kazanırken, çev: Hasan Ali Deniz, Remzi Kitapevi, 1966.

[15]  Fikret Başkaya, “Bir Tekrarın Utancı”, 15 Şubat 2023… https://ozguruniversite.org/2023/02/14/bir-genel-tekrarin-utanci/

[16]  Aziz Çelik, “Tarih ve Bilimin Işığında Deprem: Büyük Felaket Önlenebilirdi!”, Birgün, 27 Şubat 2023, s. 6.

[17]  Hatice Kübra Tongar, Çeyiz, Hayykitap, 2022, s. 150.

[18]  Mustafa Bildircin, “Can Güvenliğine Muhalefet Suçu”, Birgün, 7 Nisan 2023, s. 4.

[19]  Victor Hugo, Uçurumun Dibindeki Doğrular, çev: Tozan Alkan, Islık Yay., 2016.

[20]  Mustafa Bildircin, “Restorasyon Eski Faturayla Yapılmış”, Birgün, 8 Nisan 2023, s. 3.

[21]  Bahadır Özgür, “Antakya’da Özel Bir Hâkimiyet”, Birgün, 98 Nisan 2023, s. 4.

[22]  İsmail Şahin, “İstanbul’un Rant Köyü!”, Sözcü, 15 Mayıs 2022, s. 13.

[23]  Miyase İlknur, “Belediyenin ve Bakanlığın Özel ‘Kadraj’ındaki Kafe”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2019, s. 6.

[24]  Hazal Ocak, “Rant Yargı Dinlemedi”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2019, s. 3.

[25]  Hazal Ocak, “Yol Yetmedi, Sırada İmar Var”, Cumhuriyet, 23 Mart 2019, s. 18.

[26]  “Depremzede Öğrenci Atıldı”, Birgün, 14 Nisan 2023, s. 10.

[27]  Erdem Sevgi, “İşte AKP Adaleti”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2021, s. 8.

[28]  Hazal Ocak, “Çırağan’ın Kaçak Bahçesi”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2019, s. 3.

[29]  Figen Atalay, “Kaybolan Çocukların Birinden Acı Haber Geldi”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2023, s. 13.

[30]  Tuğçe Yılmaz, “Samandağ’da Yaşam Nöbetindeki Depremzedelere Gözaltı”, 4 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/samandagda-yasam-nobetindeki-depremzedelere-gozalti/

[31]  “41 Milyar Lira Nerede?”, Yeni Yaşam, 18 Mart 2023, s. 4.

[32]  Sibel Bahçetepe, “Afet Enkazlarıyla Yeni Felaket Yolda”, Birgün, 25 Mart 2023, s. 2.

[33]  Paulo Coelho, Hippi, çev: Emrah İmre, Can Yay., 2018.

[34]  Arthur Schopenhauer, Düşüncenin Çağrısı: Kant-Schopenhauer-Heidegger, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., 2008.

[35]  Sertaç Öztürk, “Depremler ve HAARP”, Birgün, 26 Şubat 2023, s. 13.

[36]  Marcia Bjornerud, Yeryüzünün Zamanı-Bir Jeolog Gibi Düşünerek Dünyayı Kurtarabilir miyiz?, çev: Raşit Gürdilek, Metis Yay., 2020, s. 93.

[37]  Thomas Mann, Büyülü Dağ, Cilt II, çev: İris Kantemir, Can Yay., 2016, Can Yay., s. 213.

[38]  Hayri Kozanoğlu, “Depremin Faturasını Kimler Ödemeli?”, Birgün, 28 Mart 2023, s. 10.

[39]  “Emekçi Halkın Katili Deprem Değil, İstibdad ve Burjuvazidir”, Devrimci Marksizm, No: 51-52, Sonbahar-Kış 2022-2023, s. 16.

[40]  Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s. 59.

[41]  Byung Chul Han, Palyatif Toplum – Günümüzde Acı, çev: Haluk Barışcan, Metis Yay.,, 2022, s. 40.

[42]  Jack London, Demir Ökçe, çev: Emin Türk Eliçin, Altın Kitaplar, 1970, s. 212.

[43]  Karl Marx, Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması Rousseau ve Marx, çev: Yıldız Silier, Yordam Kitap, 2007, s. 43.

[44]  Avedis Aktenoğlu, Bağımlılık Yapan Sözler, GİTA Yay, 2012, s. 63.

[45]  George Ritzer, Toplumun Mcdonaldlaştırılması, çev: Şen Süer Kaya, Ayrıntı Yay., 1998.

[46]  Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006, s. 44.

[47]  V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.

[48]  Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s. 89.

[49]  Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

Ortadoğu’nun habis uru: Siyonist İsrail

“Basit gerçekler kadar güçlü ve güvenli hiçbir şey yoktur.”[1]

Noam Chomsky’nin hakkında, “Kendilerini İsrail’in destekçileri olarak adlandıran insanlar aslında ahlâkî yozlaşma ve nihaî yıkımın destekçileridir,” notunu düştüğü Siyonist İsrail’in, kuruluş mitolojisine takıntılı, dinî, kavimsel söylemlere boğulan ırkçı bir coğrafya olduğu su götürmez bir hakikâttir; aşırı sağın yükselişi ve “Bibi” lakaplı Binyamin Netanyahu’nun dönüşü de bunun kanıtlarından biri.

Ancak şunu da ifade etmeden geçmeyelim: Kim kazanırsa kazansın İsrail’deki seçimlerin Filistinliler açısından hiçbir önemi yoktur. Çünkü Filistin, Siyonizmin sömürgesiyken; “Şunu da unutmayalım: Gazze ablukası ilk olarak liberal, merkez parti Kadima’nın lideri olarak Başbakanlığa seçilen Ehud Olmert iktidarı zamanında uygulanmıştı ve 2008-2009 yılları arasında yapılan Dökme Kurşun Harekâtı’nda bin 400’den fazla Filistinli hayatını kaybetmişti.”[2]

Evet seçim(ler)in akıbeti kimi kesimler açısından önem taşısa da, sömürgeci İsrail’in boyunduruğu altında yaşamak zorunda bırakılan Filistinlilerin yaşamlarında hiçbir fark yaratmayacaktır. Ve Batı Şeria’dan işgal altındaki Gazze şeridine yaşananlar ne olursa olsun, çilelerin son bulmayacağının ortadadır.

Bilinmiyor olamaz: Filistin dünya tarihinin en uzun işgallerinden birisini yaşıyor; siyasi ve insan haklarını savunacak bir platformdan da yoksunlar. İsrail’in mutlak/totaliter kontrolündeki bu “vatansız”(?) insanlar nüfusun -en az- yüzde 20’sini oluşturtursalar da, her koşulda “ikinci sınıf”tırlar.

Kolay mı?

ABD’li Demokratların Vermont Senatörü Bernie Sanders’ın, “İsrail’i bir ırkçı yönetiyor”;[3] Uluslararası Af Örgütü’nün, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını “apartheid” olarak niteleyip, bunun da uluslararası hukukta “insanlığa karşı bir suç” olduğu[4] notunu düştüğü tabloya dair, belirtmekte fayda var: “Yahudi ırkçılığı=Siyonizm yolunda varılan nokta, Yahudi kanı içen Hitler’inkinin bir benzeridir!”[5]

“Nasıl” mı?

İsrail’in Filistin topraklarında işlediği savaş suçlarıyla ilgili soruşturmada, söz konusu suçları soruşturmak için yetkili olduğuna karar veren[6] Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) “Hayır” diyen; Birleşmiş Milletler (BM) Komisyonu’nun Gazze Raporu’ndaki “İsrail, savaş suçu işlemekten yargılanabilir,” saptamasını “tiyatro” diye değerlendiren[7] Siyonist İsrail, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki şımarık çocuğu/beslemesidir!

Siyonist saldırganlığa karşı Arap âleminden, dünyadan gelen tepkiler yok denecek kadar cılız ve İsrail’i durdurmaktan çok uzak. Hiçbir yaptırım da içermiyor.

İyi de, “Siyonist saldırganlığın, barbarlığın, pervasızlığın, hukuk tanımazlığını kaynağı ne ve kime güveniyorlar” mı?

Gayet açık: İsrail, uluslararası hukukun dışında davranırken ABD emperyalizminin desteğine güveniyor. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i her zaman savunduğu malûmken; Ortadoğu’ya yönelik saldırı, işgal ve eylemlerinde İsrail’i kullanıyor, cepheye sürüyor.

Amerika’da Demokrat veya Cumhuriyetçi fark etmez, İsrail’in güvenliği önceliklidir; birbirini besleyen, birbirinden beslenen, iç içe geçmiş bir ilişki bu.

Söz konusu tabloda ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik tüm hamlelerinden İsrail kazançlı çıkıyor. Bununla beraber ABD işbirlikçisi Arap rejimleri İsrail’le açık veya örtülü yakın işbirliği içindelerken; onlardan da etkili bir tepki beklemek nafile oluyor.

Bunlar böyle olunca da Siyonist İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırganlığı ve zulmü hız kesmeden sürüp; ölü ve yaralı sayısı artıyor; bu koşullarda Ortadoğu’da Filistin sorunu yeniden canlandı. Jeopolitik dengeleri bir kez daha, yeniden sarsacak bir topyekûn çatışma olasılığıyla hem bölgenin hem de dünyanın gündemindeki yerini alıyor.

Filistin meselesi son derece karmaşık hâle gelen bir ulusal sorun olmanın da ötesinde, tüm Ortadoğu’da barış ve refahın tesis edilmesi problemiyle doğrudan iç içe geçmiş bir soru(n)dur. Bölgedeki emperyalist paylaşım savaşı, Filistin sorunu ve Kürt sorunu gibi ulusal sorunların gerek emperyalist güçlerce, gerekse de bölgesel güçler tarafından sürekli suiistimal edilmesini ve saptırılmasını beraberinde getiriyor.

Bu bağlamda Siyonist İsrail’in sömürgeci hakikâtini, ifadeye gayret ettiğim çerçevede değerlendirirken; José Carlos Mariátegui’nin, “Bir kez daha tarafsız ve nesnel bir eleştirmen olmadığımı tekrarlıyorum. Yargılarım ideallerim, duygularım, tutkularım tarafından besleniyor,” diye tarif ettiği pozisyonda olduğumu belirtmem gerek.

Siyonist, emperyalist, dinci, ulusalcı yalanların yerle yeksan etmeye kalkıştığı Filistin gerçeğine ilişkin olarak Noam Chomsky’nin, “Dünya çok şaşırtıcı bir yer. Şaşkın olmaya istekli değilseniz, sadece başka birinin zihninin bir kopyası hâline gelirsiniz”; Michel de Montaigne’ın, “En çok inandığımız şeyler, en az bildiklerimizdir”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Görünüşe aldanmamak gerek”; Marcel Proust’un, “Vicdan yalan söylemez”; Thomas Fuller’in, “İsteksiz olana hiçbir şey kolay değildir”; Albert Einstein’ın, “Dünden ders çıkar, bugünü yaşa, yarın için umut et!” uyarılarını “es” geçmeden; Leyla Halid’in, “İşgal masada sona ermeyecek,”[8] uyarısı not edilmelidir.

Çünkü ABD emperyalizminin “kadim ve kaim” desteğiyle Siyonistler, Filistin’i tümüyle haritadan silmeye girişmiştir; ve yaşanan bir kıyımdır. Suç ortakları ise, İsrail yıllardır Filistin topraklarını adım adım işgal ederken sesleri çıkmayan işbirlikçi Arap ülkeleri, yani sahte dostlardır.

Sömürgeci işgalin kıyımı, bir “din savaşı”, “Musevi-Müslüman çatışması” falan değil; Filistin halkının topraklarını sömürgecilerin elinden almaya yönelik özgürlük savaşıdır.

Ve nihayet “Filistin halkının direnci, gururu ve erdemi hepimize ilham ve ders olmalıdır. Bu, insan türünün vicdana sahip bir tür olup olmadığı sorunudur. İnsanlar olarak bizler insanlığımızla ve açık adaletsizliğe karşı eyleme geçme irademizle tanımlanmalıyız. Zulüm ve cezasızlık sonlanana kadar Filistin’e barış yok”[9] ve olmayacak da!

İSRAİL’İN KRİZİ

Emmeline Pankhurst’ün, “Hükümetler her zaman reform hareketlerini ezmeye, fikirleri yok etmeye, ölemeyen şeyleri öldürmeye çalıştılar”; Johann Friedrich von Schiller’in, “Suçlar arttıkça utanma duygusu azalır,” betimlemeleriyle müsemma Siyonist sömürgeci ırkçılık, her ne kadar “muzaffer” gibi görünse de; tabanı daralan zorba bir totaliterliğin açmazlarını bağrında taşımaktadır.

“Neden” mi?

İsrail tarihinin en sağcı hükümetlerinden Başbakan Netanyahu’nun koalisyon ortaklarıyla hazırladığı yargı reformu, ocaktan beri ülkede yüz binlerin katıldığı protestolara yol açtı. Büyük bir siyasi krizi devreye soktu.

Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti, henüz iktidarının üçüncü ayında ülkeyi kaosa sürükledi. Yargı reformu ve saldırgan politikalar nedeniyle pek çok sektörde grev kararı alındı, protestolar kitleselleşerek şiddetlendi.

İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’a, “Tüm ülke endişeli. Güvenlik, ekonomi, toplum yani herkes tehdit altında. İsrail birliği için, sorumluluk adına bu yargı reformunu acilen durdurma çağrısında bulunuyorum,”[10] dedirten tabloda; Netanyahu yasa değişikliğine karşı çıkan İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ı görevden aldı, sağduyu çağrılarını kulak ardı etti.

Ortadoğu’da Barış İçin Yahudilerin Sesi/ Jüdische Stimme für Gerechten Frieden im Nahost’nin Yönetim Kurulu Başkanı Wieland Hoban’ın, “İsrail bir bütün olarak sağa kaymış olsa da kendilerine böylesine savaş açan bir hükümet daha önce hiç olmamıştı. Antidemokratik yasaların kapısı aralanmak isteniyor,”[11] diye ifade ettiği düzenleme; yargıçları atayan komisyonun hükümetin kontrolüne geçmesi, bakanların başsavcılık danışmanlarının hukuki tavsiyelerine uyma zorunluluğunu ortadan kaldırılması, yüksek mahkemenin yasaları reddetme yetkisini mecliste salt çoğunlukla geçersiz kılabilmesini öngörüyordu.

Yuval Noah Harari’nin, İsrail hükümetinin gerçekleştirmeye çalıştığı şey yasal bir reform değil, bir darbedir,”[12] notunu düştüğü durumla “Yeni bir İsrail doğuyor, bu değişecek dengelerin habercisi. Netanyahu hükümeti ülkedeki ve bölgedeki tansiyonu yükseltmeyi sürdürüyor,”[13] tespitini dillendiren Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih Bıçakcı önemli bir noktanın altını çiziyor!

Gerçekten de hükümete gelir gelmez içerde ve aldığı dışarıda saldırgan pozisyonuyla Netanyahu sosyal bir krizin fitilini de ateşliyorken; Haaretz durumu, “Benzeri görülmemiş bir iç kriz”[14] olarak değerlendirirken; akademisyen Louis Fishman da, “Eylemler bizi yeni bir İsrail ve uzun vadede toplumda Filistinlilerle çatışma algısının değişmesi gerektiği anlayışına doğru da götürebilir,”[15] diye ekliyordu.

Tam da bu güzergâhta Platon’un, “Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır”; Victor Hugo’nun, “Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz,” sözlerini anımsamamak mümkün mü?

HÂL VE GİDİŞ

“İsrail nüfusunun yüzde 21’ini oluşturan Filistinliler ilk kez hükümette temsil edilecek. İsrail’de muhalif partilerin kurduğu koalisyon hükümetinin güvenoyu almasıyla Netanyahu dönemi sona erdi,”[16] türünden “müjde”lerin ömrü çok kısa oldu! İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü’nde (Mitvim) Dış Politika Analisti Yonatan Touval Netanyahu’nun ifadesiyle, “İsrail’e ‘Bibi’ kâbusu geri döndü”…[17]

Siyonist İsrail’deki sömürgeci kâbusuna, kimileri “demokrasi” dese de; bu Filistin halkı için bir diktatörlüktür. İsrail solu, verili hâl için -Mandela öncesi Güney Afrika’ya atıfla- “apartheid” kavramı da kullanıyordu. Ancak bu da seçimlerden sonra, hızla, dinci faşizme dönüştü…

“İsrail basınında, ‘Judea (Yahudi dini) devletine hoş geldiniz’ gibisinden başlıklar görülüyorken; bu sürecin Netanyahu dışında iki aktörü var. Biri aşırı sağcı, ırkçı dinci, Otzmar Yehudit (Yahudi Gücü) partisinin başkanı Itamar Ben-Gvir. Öbürü de Dinci Siyonizm (Tkuma) partisinin lideri Bezalel Smotrich.

“Ben-Gvir, İsrail’de yasaklanan, ABD’de terörist listesine alınmış, radikal dinci Kahane (Yahudi üstünlüğü) hareketinin üyesiydi. Ben-Gvir, İsrail’e sadakati olmayanları ülke dışına çıkarmak istiyor. Smotrich de benzer bir ideolojik-siyasi profil sergiliyor ve Filistin topraklarına sistemli biçimde el koyan yerleşimci hareketini temsil ediyor.

“Bu iki adamın ait olduğu radikal dinci hareket, yargının yürütme üzerindeki denetimini kaldırmaya, Tevrat okulları öğrencilerinin ödeneklerini artırmaya, ‘kadını ait olduğu yere koymaya kararlı’…”[18]

“Sonuçlar” ise İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Yair Golan’ın, “Günümüz İsrail’inde, Nazi Almanya’sındaki mide bulandırıcı süreci andıran işaretler var,”[19] ifadesindeki üzere “malûm”!

  1. i) Batı Şeria’nın El Halil kentinde bir İsrail askeri, vurulan ve kendinden geçmiş hâlde yaralı olarak yatan Filistinli direnişçi genci onlarca kişinin gözleri önünde katletti. O esnada olay yerindeki 10’dan fazla İsrail askerinin sanki hiçbir şey olmamış gibi tavırlarla kendi aralarında konuşmaya devam ettiği gözlendi![20]
  2. ii) 19 yaşındaki Kaminer adlı kadın, Filistinli çocukların öldürülmesi nedeniyle orduya katılmayı reddettiği için hapis cezasıyla karşı karşıya kaldı![21]

iii) 2020 yılı, İsrail işgalindeki bölgelerin yıkım faaliyetleri açısından dönüm noktası oldu. Kirbet Humsa’daki yıkımla yaşayan yerel topluluğun üçte ikisi evsiz kaldı. Bu da yıkımı “en büyük zorunlu yer değiştirme olayı” yaptı![22]

  1. iv) BM Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in Batı Şeria’da yeni yerleşim birimleri inşasına derhâl son verilmesini talep eden kararını Netanyahu, “İsrail karşıtı” ve “utanç verici” olarak yorumlayarak geri çevirdi![23]
  2. v) Haaretz’in deyimiyle “Batı Şeria’nın tam kalbinde” 20 bin yerleşimci aileyi barındıracak yeni yerleşimler kurulacağı duyuruldu![24]
  3. vi) Avrupa Birliği (AB) Temsilciliğinin, İsrail’in 2022’de Filistinlilere ait 953 binayı yıktığını veya ele geçirdiğini açıkladığı raporda “28 bin 446 kişinin yerinden edildiği” aktarıldı![25]

vii) Güney Kudüs’teki okul bütçelendirilmesi planı Filistinli çocuklara İsrail müfredatını dayatıyor![26]

viii) Bölgesel İşbirliği Bakanı Tzachi Hanegbi, Mescid-i Aksa’nın etrafına yerleştirilen metal detektörlerin kaldırılmayacağını açıkladı![27]

  1. ix) İsrail, Filistin yanlısı boykotları desteklediği gerekçesiyle 20 sivil toplum örgütünün temsilcilerinin ülkeye girişini yasakladı![28]
  2. x) Middle East Monitor, İsrail’in iki aydır açlık grevindeki Filistinli gazeteci Muhammed el-Keyk’i zorla beslediğini açıkladı![29]

Örnekleri çoğaltmak mümkünse de, Netanyahu ve çevresindeki gerçeğe ilişkin bir parantez açmak yararlı olacak.

İsrail Parlamentosu Knesset’te aşırı dinci, Yahudi üstünlükçü ve yer yer ırkçı görüşlere sahip Shas (Tevrat Muhafızları), Dini Siyonist Parti, Birleşik Tevrat Yahudiliği, Yahudi Gücü ve Noam partileri yer alıyor; Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, katı Arap karşıtı söylemleri ile tanınıyor ve İsrail güvenlik güçlerine taş atan Filistinlilere karşı “vur ve öldür” politikasını savunuyor. Bunların yanı sıra kendisini “gururlu bir homofobik” olarak tanımlıyor.

Bir diğer figür ise Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir: Geçmişte odasında, 29 Filistinliyi katleden, 125’ini de yaralayan İsrailli-Amerikalı terörist Baruch Goldstein’ın bir portresi olduğu bilinen Ben-Gvir, terör örgütü Kach’ın da eski bir sempatizanıydı.[30]

Arap ve LGBTİ+ karşıtı, Noam Partisi’nin meclisteki tek üyesi ve lideri, kısa bir süre başbakan yardımcılığı da yapan Avi Maoz İsrail’de tamamen dini esaslara dayanan, “İran tipi devlet” kurmayı arzulayan Haham Zvi Thau’nun öğrencisi. Maoz, okullarda, üniversitelerde okutulan sosyal bilimlere, evrim teorisine karşı.[31]

Özetle İsrail’de dinci gericilik yıllardır hızla tırmanıyor. “Yerleşimciler” durumdan cesaret alarak Filistin halkının topraklarını, mülklerini gasp ediyorlar.

Yani laikliği “es” geçerek dinle devletin kaynaşmasına olanak vermek, İran’dan, Afganistan’dan ve Türkiye’den sonra şimdi de İsrail’de faşizme giden bir “toplum mühendisliği” projesinin önünü açıyor…

120 üyeli mecliste 64 temsilciye dayanan Netanyahu hükümetinin 32 temsilcisi faşist partilerden geliyorken; koalisyon ortağı faşist partiler, İsrail toplumunu dinci-ırkçı temelde yeniden şekillendirmeyi, Filistin devleti olasılığını yok etmeyi, tüm Filistin topraklarını ilhak ederek Yahudi yerleşimcilere açmayı amaçlıyorlar.[32]

Hem de Carlos Fuentes’in, “Hiçbir hükümet yolsuzluk yağı olmadan işleyemez,” diye tarif ettiği üzere, hükümetin başında yolsuzluk soruşturması kapsamında yedinci kez polise ifade veren Netanyahu varken!

İsrail Başbakanı hakkındaki soruşturma “Hollywood’un ünlü simalarından ve iş adamlarından pahalı hediyeler aldığı, bir medya patronuyla kendi lehine yayın yapması için pazarlık yaptığı ve Almanya’dan alınan denizaltılarda adının yolsuzluğa karıştığı”[33] savlarını içerirken; “Yolsuzluk suçlamalarıyla mücadele eden Netanyahu için çatışmalar, dikkatleri dağıtabilecek son çare,”[34] diye hatırlatıyordu Adam Keller de!

Kolay mı?

Söz konusu olan -Umberto Eco’nun “Şimdi kimliğin anlamı, nefret üzerinde temelleniyor, aynı olmayana duyulan nefret üzerine,” satırlarıyla tarif ettiği!- Siyonist zorbalıktı!

SİYONİZM MESELESİ

29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel’inde toplanan ilk Siyonist Kongre’ye Avrupa’nın her yerinden 200’ün üzerinde delege katıldı. Filistin’de bir Yahudi devleti kurulma ve oradaki Siyonistlerin yerleşimini koordine etmeye başlama çağrısında bulunulan kongrenin başkanı Theodor Herzl’e göre, bu girişim “Yahudi sorununa çözüm” oluşturacak ve Yahudi halkını zulümden kurtaracaktı.

Öncesinde Filistin’e yerleşmiş Hibbat Zion gibi başka Siyonist ve proto-Siyonist hareketler varken, kongre kolonizasyon çabalarını ilk defa merkezî ve etkili bir biçimde organize etti.

Zaten Siyonistlerin Basel’de aldığı kararlar ile İsrail Devleti’nin kurulacağının ilk sinyalleri o kongrede verilip, devletin sınırları ise “Kuzey sınırlarımız Kapadokya (Orta Anadolu) dağlarına, Güney sınırlarımız ise Süveyş Kanalı’na dayanacaktır,”[35] diye çizilmişti.

Neresinden bakılırsa bakılsın Siyonizm, Filistin’de Yahudi çoğunluğa sahip bir ulus devleti hedefleyen yerleşimci-sömürgeci siyasi hareketti.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Nathan Birnbaum’un, “Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” başlıklı makalesinde formüle edilip; Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodor Herzl’in (1860-1904) teorik geliştirilmesine önemli katkıları sundukları Siyonizm kelimesinin kökünü oluşturan “Sion”, Kudüs ile eş anlamlı olarak kullanılagelmektedir. “Sion” Hz. Süleyman’ın kutsal mabedini inşa ettiği Kudüs’teki dağın adıdır.

Siyonizm, tanrının çocukları ülkesini kurma ideolojisidir. Bunun odak noktası Filistin’in olmasının nedeni de Filistin’de bulunan Sion Tepesi’nin Yahudiler için en kutsal mekân sayılmasıdır. Musevilerin kutsal kitabı Tevrat’ta İsrailoğullarına Sion Dağı çevresinde kıyametin kopmasına yakın kurulacak bir devlet vaat edilmişti.

Yeri gelmişken özenle vurgulayalım: Siyonizm daha oluşumundan beri Filistinliler için bir Nakba’dır/felâkettir. Çünkü Siyonizm, başından beri, yeni gelen Yahudilerin Filistinlilerle karışık yerleşimini değil, Filistinlileri dışlayan bir yerleşim planını uygular.

Amaç, sadece ve sadece Yahudilerden oluşan bir Siyonist devlet kurmaktır. Siyonist örgütler Arap büyük toprak sahiplerinden toprak satın alırlar, bu topraklarda çalışan kiracılar, işçiler ve göçmenler göçe zorlanırlar. Siyonist terör örgütlerinin Filistinliler üzerindeki baskıları giderek artar ve 1948’de bir Filistin köyünde gerçekleştirdikleri kitlesel katliam göç dalgasına neden olur. 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır.

Siyonizm amacına ulaşmıştır. Filistin, zor kullanılarak Filistinli Araplardan temizlenmeye başlanır. Onlardan boşalan yerlere Yahudiler yerleştirilir. Filistinliler, teslim olmazlar, direnirler. 1936-1939 arasındaki Filistin direnişi Siyonist teröristlerle işbirliği yapan İngiliz ordusu tarafından bastırılır.

Siyonizm, Filistinlilere yaşamın her alanında zulüm üzerine inşa edilmiş devlet ideolojisi olmak yanında; “Büyük İsrail” demektir! Hem de İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un, “Şimdiki Filistin haritası İngiliz mandacılığı tarafından çizilmiştir. İsrail halkının, gençliğimizin ve yetişkinlerimizin gerçekleşmesi için mücadele edeceği -Nil’den Fırat’a kadar uzanan- başka bir haritası var,” ifadesindeki üzere!

Ayrıca Theoder Herzl’in, “Hatta evrensel kardeşlik güzel bir rüya bile değil. Düşmanlık ve beslenen kin, insanın en büyük çabalarının temelidir,”[36] vurgusundaki üzere Siyonizm “saf” Yahudi milliyetçiliğidir.

Bir başka ifadeyle de “Filistin’de bir Yahudi burjuva devleti örgütlemeyi amaçlayan ve Yahudi işçi sınıfı kitlesini proletaryanın genel mücadelesinden izole etmeye çalışan, Yahudi küçük ve orta burjuvasını toplayan gerici ve milliyetçi bir harekettir.”[37]

Bu çerçevede Siyonist ideolojiye göre, “Araplar ile gönüllü uzlaşma söz konusu olamaz… İbranice konuşmak iyidir, ama… silah kullanabilmek daha da iyidir. Aksi taktirde kolonizasyon sorunu… bitmiştir.” (Vladimir Yevgenyevich Zhabotinsky/ Ze’ev Jabotinsky, 1923).

Siyonist ideoloji, “Arapları kovmak ve yerlerini almak zorundayız,” der (Ben Gurion, 1937) ve “Filistinlileri, iki ayağı üzerinde yürüyen vahşi hayvanlar” olarak tanımlar (Menahem Begin, 1982).

Yine Siyonist ideoloji, “Köle olarak yaşamaya razı değillerse bütün Filistinliler öldürülmelidir” (Shlomo Lahat, 1983) ve “Arap halkından kurtulmak için terör kullanmalıyız, öldürmeliyiz, sindirmeliyiz, topraklarına el koymalıyız…” der (Israel Koenig).

Ayrıca “Filistinliler, çekirgeler gibi ezilmeliler, kafaları kayalara ve duvarlara çarpılarak paramparça edilmelidir.” (İzak Şamir, 1988). Bunun için de “Filistin köylerinin sadece kökünün kazınması değil, adlarının tarih kitaplarından da silinmesi” (Moşe Dayan) gereklidir.

Siyonistlere göre, “Yahudi kanı, Yahudi olmayanların kanıyla aynı değildir.” (Isaac Ginsburg, 1989).

Sonuç itibariyle: i) Siyonizm, sosyal temeli bakımından küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibatı karşısındaki tavrıyla milliyetçi gerici bir akım olarak doğmuştur. Yani, her şeyden önce Siyonizm, emperyalizmin desteğiyle İsrail devletinin kurulmasına götüren milliyetçi ideoloji ve Yahudi burjuvazisi hareketidir. Bu hareket ve ideolojinin belli başlı özellikleri şunlardır:

  1. ii) Siyonizm, kendine özgü özel tipten bir sömürgeciliktir aynı zamanda: Siyonizm, “normal” sömürgecilik gibi yerli halkı sömürmek, siyasi haklarından mahrum kılmakla yetinmemiş, hatta bunu amaç bile edinmemiştir, Siyonist sömürgecilik, yerli halkı yurdundan, topraklarından kovmayı, ekonomik olarak yıkmayı ve Filistinli Arapların oluşturduğu toplumsal yapıyı yok etmeyi amaçlamıştır. Başlangıçta Arap toplumunun yanında farklı siyasi ve ekonomik bir Yahudi toplumu oluşturmuş ve emperyalizmin sunduğu siyasi, ekonomik ve teknolojik desteğe dayanarak üstünlüğü ele geçirmiştir. Yani İsrail devletini var eden ideoloji olan Siyonizm, sömürgecidir, çünkü kuruluşu dışarıdan gelen, ülkenin, Filistin’in yabancısı olan Yahudiler tarafından işgal edilmiş topraklar üzerinde gerçekleşmiştir.

iii) Siyonizm, Filistin halkını kişiliksizleştirme politikasıdır; yukarıda gelişme, örgütlenme ve devletleşme sürecini özetlediğimiz Siyonizm, Filistinlileri katletmek, onların her türlü faaliyetini engellemek; komşu ülkelere saldırmak, topraklarını işgal etmek, Filistin’de yeni yerleşim birimleri kurmak; Filistinlileri topraksızlaştırmak, evsizleştirmek; etnik “temizlik” vb. demektir. Siyonist ideolojiye göre bütün bunlar, İsrail’in kendini savunmasıdır; ahlâkî olarak haklı eylemlerdir…

  1. iv) Siyonizm, ırkçılıktır, Apartheid-rejimidir; ayrılıkçı bir rejimin ideolojisidir; devletleşme döneminde ve sonrasında Siyonizmin böyle bir ideoloji olduğu reddedilemez bir gerçeklik olarak görülmüştür…
  2. v) Siyonizm, yabancı güce dayanan; yabancı-destekçi bir güç olmaksızın ayakta kalamayacak olan bir ideolojidir. Yani işbirlikçilik Siyonizmin temel ilkesidir…
  3. vi) Siyonizm, pragmatizmdir. Siyonizm, doğuşundan beri sürekli bir pragmatizm abidesi olmuştur…

vii) Siyonizm, işgalciliği temel alan bir ideolojidir. İsrail, dünyanın, sınırları tanımlanmamış tek ülkesidir. Ne Siyonizmin teorisyeni Theodor Herzl ve ne de sonraki Siyonist önderler herhangi bir sınır tanımlaması yapmışlardır. Sürekli işgal, sürekli genişleme; yani komşu ülke topraklarını işgal Siyonizmin temel özelliklerinden birisidir. Örneğin 1977’de seçimleri kazanan Likud Partisi başkanı Menahem Begin: “İşgal altında toprak yoktur, o topraklar kurtarılmış topraklardır,”[38] diyordu.

viii) 1948’e, İsrail devletinin kuruluşuna kadar Siyonizmin amacı Yahudi devletini kurmaktı; Siyonistlerin bütün dünyadaki Yahudilere çağrısı buydu. Devletin kurulmasından sonra çağrının içeriği de değişti: Devletin kurulmasından sonra Siyonistler, bütün dünyadaki Yahudileri İsrail devletinin hizmetinde olmaya; onu maddi ve manevi olarak desteklemeye çağırmaya başladılar: Yahudi düşmanlığından kurtulmak için İsrail’e göç etmeyin, Yahudi devletini kurtarmak için İsrail’e göç edin deniyordu artık.

  1. ix) 1948-1967 kesiti Siyonizmin yükseliş dönemidir; bu dönemde göçlerle Yahudi sayısı 650 binden 2.5 milyona çıkmıştır. Dış destekle İsrail ekonomik ve askeri olarak güçlenmiştir…
  2. x) İsrail’i, İsrail yapan emperyalizmdir. Siyonizm, Ortadoğu’da emperyalist çıkarların bekçisidir. Siyonizm, emperyalist ve Siyonist çıkarlar için katliamı temel ilke edinmiştir ve bunu uygulayan bir ideolojidir.
  3. xi) Siyonizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadele ile eş anlamlıdır. Siyonist İsrail, Filistin halkının bağrına saplanmış bir hançerdir. Siyonizm, Yahudilerle Yahudi olmayanların birlikte yaşamasının düşünülemezliğinin öğretisidir. İsrail’in tarihi bu öğretiyi uygulama tarihidir…[39]

Her şey çok net ve ortada: Filistin karşıtı aşırı görüşleri ile tanınıp, siyasete 2005’te Netanyahu’nun yardımcısı olan, milliyetçi dindar Naftali Bennett, 2013’te “Birçok Arap öldürdüm ve bunda bir problem görmüyorum. Filistinli teröristler serbest bırakılmak yerine öldürülmeli,”[40] diye haykırırken; ABD senatörü Bernie Sanders, Netanyahu için “ırkçı” vurgusuyla ekledi: “Ben Yahudi olmaktan gurur duyuyorum ve İsrail’de de yaşadım. Fakat maalesef trajik bir şekilde İsrail’i reaksiyoner bir ırkçı yönetiyor. İsrail’in güvenlik içinde yaşama hakkını kesinlikle savunuyoruz, ancak Filistin halkının acılarını görmezden gelemeyiz.”[41]

Nazilerin Yahudi halkına uyguladığı soykırımdan sağ kurtulmayı başaran, 94 yaşındaki müzisyen Esther Bejarano da Netanyahu ve Avigdor Lieberman gibi İsrailli politikacıları “faşist” olarak tanımlarken;[42] İsrail ırkçılığı sınır tanımaz bir saçmalıktır!

Örneğin İsrail’deki Etiyopya asıllı Yahudilere karşı “ırkçı uygulamaları” protesto eden binlerce kişi, Tel Aviv’de polisle çatıştı. İsrail vatandaşı Etiyopya asıllı Yahudiler, şehirdeki bazı ana yolları trafiğe kapatarak, “siyah değil, beyaz değil, hepimiz insanız”, “Irkçılığa ve ayrımcılığa hayır” ve “Artık söz değil eylem istiyoruz” şeklinde slogan attı![43]

Ancak Mahatma Gandhi’nin, “İnsanlığa olan inancını yitirmemelisin… İnsanlık bir okyanustur… Bazı damlalar kirli diye okyanus kirlenir mi hiç?” saptaması eşliğinde belirtelim: “Her Yahudi Siyonist değildir, her Siyonist de Yahudi değildir.” Ve ekleyelim: Siyonizm genel anlamda dinî ve milli değerleri ön plana çıkartan ayrımcı bir ideolojidir; ilham kaynağı ise Hıristiyanların eski Ahit dedikleri, Yahudilerin de “Torah” adını verdikleri kutsal kitaptır (Tevrat).

Kitaba göre, Filistin toprakları tanrı Yahuda tarafından İbrahim (Abraham) peygamber ve ümmetine verilmiştir. Bu sebeple Filistin bölgesinin “arz-ı mevud”, yani “vaadedilmiş topraklar” olduğuna inanılır ve bu yüzden Yahudiler bu topraklarda yaşamak zorundadırlar.

Sınırları Akdeniz’den ve İran Körfezi’nden Karadeniz’e uzanan büyük İsrail ülkesinin adı olan Sion’u kurmak amacını güden eylemler ve ideolojiler bütünüdür.

Siyonizm, anlamını Tevrat’ın muhtelif ayetlerinden yansıtır; şöyle ki: “O gün rab, Abraham’la ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağı’na kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (m. Tevrat, Tekvin Bölümü, 15/18).

“Rab, bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük, daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz. Ayak bastığınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan’a, Fırat Irmağı’ndan Akdeniz’e kadar uzanacak. Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız rab, size verdiği söz uyarınca, ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.” (Tesniye 11: 23-25).

Bu ayetlere ve Tevrat’ın diğer ilgili metinlerine bakarak Siyonizmin amacının, “tanrıdan Yahudilere bırakılmış kutsal mirası elde etmek” olduğu sonucuna varılabilir.

Tüm Yahudileri bir gün Sion Tepesi etrafında toplamaya yönelik ilk Siyonist Kongre 1897’de, Avusturyalı bir Yahudi olan  Theodor Herzl önderliğinde Basel’de yapılırken; Siyonist hareketin amacı da Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulmasıydı. Bu yoldaki önemli adım I. Dünya Savası sırasındaki, Balfour Deklarasyonu ile oldu.

10 Kasım 1975’te 3379 sayılı kararla BM Genel Kurulu, “Siyonizmin bir çeşit ırk ayrımcılığı olduğu” kabul edilmiştir. Evet, BM tarafından ırkçılık olarak tanımlansa da, İsrail’de “vatanseverlik”le eşanlamlı olarak algılanır hâlâ!

Kuşkusuz, Yahudilerin tarihin en mağdur uluslarından biri olduğu konusunda herkes hemfikir. Hem etnik hem de dinî nefretin hedefi olmuş kaç tane millet var Museviler gibi? Öncesi de var ama 1096 yılındaki birinci Haçlı Seferleri sırasında Fransa’da, Almanya’da saldırıya uğradıklarını, Haçlı Seferlerinin ikincisinde de aynı saldırılarla karşılaştıklarını, 1290’da İngiltere’den kovulduklarını, 1348’de Avrupa’da büyük katliamların kurbanı olduklarını, 1381’de Fransa’dan atıldıklarını, 1391’de de İspanya’da kıyıma uğratıldıklarını, 1648’de Polonya’da Bogdan Cmelnik adlı bir general tarafından tam beş yüz bininin öldürüldüğünü söylemek herhâlde yeterli örneklerdir bu talihsiz halkın yaşadıkları konusunda. Yakın tarihte Nazilerce başlarına gelen büyük soykırım felâketini ise unutmaya olanak yok.[44]

Daha sonrası dinler tarihinin konusudur ama İsrailoğulları’nın vaat edilmiş topraklara, yani Filistin’e dönme mücadeleleri gelmiş geçmiş en büyük siyasi mücadelelerden biri olacaktır. Dünyanın çeşitli coğrafyalarına dağılmış olan “yurtsuz” binlerce Musevi, XIX. yüzyılın sonuna doğru Viyanalı ateşli bir Musevi milliyetçisi olan Dr. Theodor Herzl’in “Yahudi Devleti” başlıklı yapıtıyla buluştuklarında çok ama çok heyecanlanırlar. Doktor Herzl, iki bin yıl önce yurtlarından kovulmuş Musevilere kurulacak bir Yahudi devletinin müjdesini veriyordu. Kitabın çıkışından bir yıl sonra toplanan Siyonist Kongre’de de tüm Musevilere “gelecek elli yıl içerisinde” bir devletleri olacağını yineleyecekti.

Kitabındaki en çarpıcı cümle şuydu: “Eğer siz isterseniz o bir hayal olarak kalmayacak.” Hayal olarak kalmadı. Ama sadece onlar istediği için değil, dönemin büyük emperyal güçleri, özellikle İngiltere de “istediği” için 14 Mayıs 1948 Cuma günü İsrail devleti kurulmuş oldu. Öncesi de ilginçtir. İngiltere’nin Hindistan’daki yönetimi sona ermiş, böylelikle Ortadoğu’da bulunmasını gerektirecek bir neden de kalmamıştır. Dolayısıyla 1917 yılından beri elinde tuttuğu Filistin’deki manda hakkını BM’ye 2 Nisan 1947’de devredecek, bir yıl sonra 1948’de de İngiliz manda yönetimi tamamen sona erecektir. 1947’de BM, Filistin’i, bir Arap, bir Yahudi devletinin kurulacağı, Kudüs’ün de uluslararası gözetimde tutulacağı üç parçaya bölmüştür.[45]

Daha önce de süren çatışmalar İsrail’in kurulmasıyla artık Filistin-Musevi çatışması olmaktan çıkacak, doğrudan doğruya bir Arap-Musevi savaşına dönüşecektir. İsrail, ilk toprak işgallerini de, 726 bin Filistinlinin mülteci durumuna düştüğü 1948 savaşındaki zaferiyle gerçekleştirecektir.[46]

Sonrası malum: “Kötülük kötülüğü doğurur derler. Holokost’a İbranicede verilen isim ‘Şoa’ yani ‘felâket’tir. Tıpkı 1930’lardan bugüne yaşanan tehcir ve işgalin Arapçadaki adı ‘Nakba’ gibi. Bir halkın yaşadığı felâket diğer bir halkın felâketine yol açmıştır.”[47]

IRKÇI SALDIRGANLIK

Dünden bugüne Siyonizmin ırkçı, öfke dolu bir saldırganlık olduğundan kimsenin şüphesi yok!

“Nasıl” mı? Kısaca anlatalım:

İlk Siyonist terör örgütü Haganah’tır, “savunma” demektir, 1920’de “sendika” olarak kuruldu. Ancak 1936’dan itibaren “askerî örgüt” oluşturdu. Diğer örgütlerle birlikte 1948’de İsrail’in resmî ordusuna dönüştü. David Ben Gurion, İzak Rabin, Ariel Şaron gibi İsrail yöneticileri Haganahçı idi.

Haganah’ın Kudüs komutanı Avraham Tehomi, 1931’de ayrılıp kendi örgütünü kurdu: Irgun. 1943’te Irgun’un liderliğine, daha sonra İsrail başbakanı olacak Menahem Begin getirildi. Irgun da Haganah gibi İsrail’in resmî ordusuna dönüştü.

Stern, 1940’ta Abraham Stern tarafından kuruldu. İsrail başbakanlığı yapacak olan İzak Şamir, bu örgütün önemli liderlerindendi. Bu örgüt de diğerleri gibi İsrail’in resmî ordusuna dönüştü.

Bu üç örgüt dışında Şatiron, Lohmei gibi daha küçük ölçekli başka Siyonist terör örgütleri de vardı ve hepsi İsrail’in resmî ordusuna dönüştü.

Söz konusu örgütler, 1 Ekim 1945’te işbirliği kararı aldılar ve “kaçak Yahudi göçlerini önlemekle görevli” İngiliz askerlerine karşı bazen birlikte, bazen tek tek terör saldırıları düzenlediler:

Örneğin 31 Ekim-1 Kasım 1945 gecesi Filistin’deki demiryolu ağının 153 noktasını bombaladılar; 27 Aralık 1945’te 10 polisi öldürdüler; 20 Şubat 1946’da Hayfa radar istasyonunu havaya uçurdular, 25 Nisan 1946’da 7 İngiliz askerini öldürdüler; 18 Haziran 1946’da 6 İngiliz subayını kaçırdılar.

Örneğin Menahem Begin komutasındaki Irgun, 22 Temmuz 1946’da İngiliz subayların kaldığı Kral Davud Oteli’ni bombaladı, 92 kişiyi öldürdü.

Bu örgütler, aynı süreçte Filistinlilere terör saldırıları da düzenlemeye başlamışlardı. Çapları gittikçe büyüyen bu terör saldırılarından biri, örneğin Irgun ve Stern’in birlikte 9 Nisan 1948’de Deir Yasin’e saldırıp 254 Filistinliyi katletmesiydi.

Yahudi örgütlerinin terör eylemleri[48] orta yerdeyken; Siyonist ırkçı saldırganlığın Filistinlilere karşı “meşru müdafaa” için yapıldığı, tarihin tanık olduğu en büyük yalanlardandır. İsrail’in kendisi terör örgütlerinin üzerine inşa olmuş bir terör devletidir![49]

Örneğin İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), 2021’in Mayıs’ında İsrail’in Gazze’ye saldırılarıyla ilgili raporunda, “Etrafta belli askeri hedefler yoktu… Belirli bir askerî hedefe yönelik olmayan bir saldırı yasadışıdır” ifadelerini kullanılırken;[50] İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü (Mitvim) Dış Politika Analisti Yonatan Touval, Netanyahu saldırganlığının içerideki huzursuzluk nedeniyle dışarıda yitirdiği “caydırıcılığı” inşaya yönelik olduğunu belirtiyor.[51]

Gerçekten de işgalci İsrail iç siyasette önemli yer tutan Golan Tepeleri’nin “ülkelerinin vazgeçilmez bir parçası” olduğunu söylüyor. Bu doğrultuda da “İsrail Suriye’yle savaşta olmadığı hâlde peş peşe füzeler fırlatıyor. İran ve Hizbullah’ın hedef alındığı savunuluyor fakat füzeler sivil bölgelere düşüyor.”[52]

Ayrıca Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkan İsrail Refah ve Sosyal Hizmetler Bakanı Haim Katz, “İsrail toprakları bir bütündür. Filistin diye bir şey yok. Filistinliler Ürdün’e, Gazze’ye, Suudi Arabistan’a, Kuveyt’e, Mısır’a veya Irak’a gitsin,”[53] derken; Netanyahu, Batı Şeria’ya yönelik ilhak planının hükümetin bir numaralı görevi olduğu vurgusuyla “tarihî fırsatı” kaçırmayacaklarını açıkladı.[54] İşgal altındaki Batı Şeria’da yer alan yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerini “İsrail’e ilhak etme” vaadini yineledi.

İsrail’in 1967’de işgal ettiği Batı Şeria’da 250’ye yakın yasa dışı Yahudi yerleşim birimi bulunuyor ve buralarda 400 binden fazla Yahudi yerleşimci ikamet ediyorken;[55] İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, Batı Şeria’da 2 bin 500 yeni yerleşimin inşasına başlamayı planladıklarını açıkladı.[56]

Bunların yanında İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem’e göre İsrail, Doğu Kudüs’te 2004-2020 kesitinde 1005 ev ve 424 işyerini yıktı. 2006-2020 arasında ise Batı Şeria’da yıkılan evlerin sayısı 1554 idi. 2012’den sonra yıkılan işyeri sayısı 1673. Buna karşın Doğu Kudüs’te 220 bin kişilik 18 yasadışı Yahudi yerleşimi kuruldu.[57]

Bu kadar da değil! İsrail, alışkanlık hâline getirdiği düzenli Mescid-i Aksa baskın ve saldırılarını sürdürürken; 1967’deki Doğu Kudüs işgalinin yıldönümünün, 2021’in ramazan ayının 28. gününe denk gelmesi sebebiyle, fanatik Yahudi gruplar öncülüğünde baskın düzenlendi.[58]

Ayrıca abluka altındaki Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarında 9’u çocuk, 3’ü kadın olmak üzere 16 kişiyi katletti. İsrail, insansız hava aracı (İHA) ile yaralananlara yardım eden sivilleri de hedef aldı.[59]

İsrail, Gazze Şeridi’ni vurmaya devam edip, Netanyahu da saldırıların süreceğini açıklarken, ABD İsrail’in arkasında olduğunu duyurdu. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus, “İsrail’in yanındayız ve bu iğrenç saldırılar karşısında kendini savunma hakkını destekliyoruz,”[60] dedi.

Siyonist saldırganlığın sınırı yokken; bundan İran da “nasibi”ni alıyor.

İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, Körfez’in Riyad liderliğindeki Sünnî ülkelerine, İran’a karşı NATO tipi ittifak kurmayı öneriyor;[61] önermesi de, nükleer bir güç olduğu söylenen İran yanında “Asıl konuşulması gereken İsrail’in nükleer gücü”[62] ve saldırganlığıdır.

İran’ın nükleer programının en önemli isimlerinden Muhsin Fahrizade’nin saldırı sonucu katledilmesi üzerine kuşkular İsrail’e yöneldi. Yaptıysa eğer -ki kuvvetle muhtemel- bu İsrail’in 2013’ten beri İran nükleer programının yürütücülerine yönelik olarak suikast yapmama kararının artık geçerli olmadığını gösteriyor. İsrail’in “devlet terörizmi” 2013 öncesine dönmüş bulunuyor.

Malum: İran’a karşı suikast eylemleri İsrail’in (gayri) resmî politikasıdır. Bunu eski İsrail Savunma Bakanı Moşe Ya’alon, açık açık söylemişti: “Şu ya da bu şekilde İran’ın askerî nükleer programı durdurulmalı. Nasıl olursa olsun hareket edeceğiz. Nükleer silahlı bir İran’a tahammül etmeye istekli değiliz.”

Ariel Şaron’un bu tür eylemler için söylediği “bazen yaptığımızı açıklayacağız, bazen açıklamayacağız. Her zaman duyurmak zorunda değiliz,” ifadeleri her şeyi yeterince net anlatıyor.[63]

Hiçbir uluslararası anlaşma İsrail’i durdurmuyor, durdurmayacak da. İsrail’in devlet tutumu hâline getirdiği “resmî bir suikast politikası” var. Tabii İsrail bu deyimden pek hoşlanmıyor; onun yerine “terörle mücadele doktrini” uyarınca “yargısız infaz”, “seçilmiş hedef” ya da “uzun vadeli sıcak takip” terimlerine başvuruyor. Ancak ne derse desin, nasıl tanımlarsa tanımlasın, İranlı figürler de dâhil olmak üzere, 70’lerden bu yana düzinelerce “hedef” yani insan İsrail güvenlik güçleri tarafından öldürüldü. Büyük/ilk Filistin İntifadasından bu yana da en az seksen suikast girişimi oldu İsrail’in.

Ronen Bergman’ın “The Secret History of Israel’s Targeted Assassinations” başlıklı yapıtında İsrail’in suikastlardan -iç istihbarat teşkilâtı Şin Bet’in, “Öldürülmeleri İsrail’i yaşatacak” yaklaşımıyla- vazgeçmeyeceği açıkça anlatılır.[64]

Ve Max Horkheimer’ın, “Yalnızca hükmedilenler yaşam standartlarında belirlenen her artışla kendilerini daha aciz kılan gelişmeleri dokunulmaz bir zorunluluk olarak kabul ederler,” vurgusu eşliğinde bir şey daha: İsrail ile Filistin arasındaki uzun zamandır süren çatışmalar, gerginlikler ne kadar bir din savaşı olarak gösterilse de temelinde, İsrail için tamamen ekonomik çıkarlar vardır. Yani İsrail’in Filistin’e yönelik yoğun saldırılarının ekonomik boyutları aslî önemdedir.

SALDIRGANIN “FITRATI”!

Evet, evet ırkçı Siyonist saldırganlığın “fıtratı”nda, katliam vardır! İşte, binlercesinden birkaç somut veri…

  1. i) İsrail’in roket saldırılarını sebep göstererek Gazze’ye başlattığı hava operasyonunda ikisi çocuk 13 Filistinli öldü, 90 kişi de yaralandı![65]
  2. ii) İsrail’in Gazze Şeridi’nden ateşlenen roketleri gerekçe göstererek başlattığı ağır hava saldırısı bir günde 22 kişinin daha hayatına son verdi. Beyt Lahiya’da engellilerin kaldığı bir bakımevi vuruldu. Binada tedavi gören iki engelli kadın öldü![66]

iii) İsrail ordusunun, Gazze Şeridi’nin Refah kentinde sığınmacıların bulunduğu Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’na (UNRWA) ait “Enes el-Vezir” adlı okula düzenlediği saldırıda, 10 kişi öldü, 50 kişi yaralandı![67]

  1. iv) BM İnsan Hakları Konseyi’nin hazırladığı raporda 30 Mart-31 Aralık 2018 kesitinde İsrail’in 35’i çocuk 189 Filistinlinin öldürüldüğü belirtildi![68]
  2. v) “İsrail için, cezasızlık çağı devam ediyor. Üstelik İsrail son saldırıda sadece sivilleri öldürmedi. BM binalarını da hedef aldı,”[69] diyor Vijay Prashad!
  3. vi) Filistinli yetkililer, katledilen Filistinli Bakan Ziyad Ebu Ayn’ın otopsi raporuna göre sorumlunun İsrail ordusu olduğunu açıkladı. El Fetih hareketinin üst düzey yetkililerinden Hüseyin Şeyh, Filistinli ve İsrailli doktorların gece saatlerinde gerçekleştiği otopsinin sonucuna göre Ebu Ayn’ın aldığı darbeler, yoğun göz yaşartıcı gaz ve hızlı tıbbî müdahâlenin gerçekleşmemesinden dolayı öldüğünü belirtti![70]

vii) İsrail, 14 Kasım 2012’de Hamas’a bağlı İzzeddin Kassam Tugayları’nın komutanı Ahmed Caber’e füzeyle suikast düzenledi![71]

viii) İsrail’e ait iki casus uçağının Türkiye hava sahasından geçerek Macaristan’a indikten sonra bir Suriyeliye suikast düzenlemekte kullanıldığı iddia edildi. İddialara göre uçakların Macaristan’da bulunduğu saatlerde başkentin kuzeydoğu yakasında 52 yaşındaki bir Suriyeli, kırmızı ışıklarda durduğu sırada lüks siyah renk otomobilinin içinde vurularak öldürüldü. Öldürülen Trache Bassam’ın, 20 yıldır Macaristan’da yaşadığını ve Filistin’e büyük miktarlarda paralar gönderdiğini bildirdi![72]

  1. ix) The Sunday Times, Netanyahu’nun, Hamas üst düzey yetkililerinden Mahmud el Mabhuh’un Dubai’de öldürülmesinden önce İsrail istihbarat servisi Mossad karargâhında suikast timiyle bir araya geldiğini ve suikast planına onay verdiğini yazdı![73]
  2. x) Bir dönem İsveç istihbaratının komünistleri izleyen gizli birimi için ajanlık yapan yazar Gunnar Ekberg, kurumun Filistin yanlısı yazar Guillou’yu öldürmeye karar verdiğini öne sürdü. Amacına ulaşamayan suikast için devreye Mossad da girdi. İsrail’in istihbarat birimi Mossad’ın, “tehlike oluşturduğunu” düşündüğü İsveçli sol görüşlü bir yazarı öldürmek üzere İsveç istihbaratına işbirliği önerisinde bulunduğu ortaya çıktı![74]
  3. xi) Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimciler, Filistinli bir çobanı vurarak yaraladı ve sürüsündeki koyunlardan 10’unu öldürdü![75]

xii) İsrail’in yerleşimleri askıya almasına karşı çıkan aşırı sağcı Yahudiler, 11 Aralık 2009’da sabaha karşı Batı Şeria’daki bir camiye saldırı düzenledi![76]

xiii) Bazı yerleşimlerin İsrail hükümeti tarafından boşaltılmasına öfkelenen Yahudi yerleşimciler 1 ay içinde ikinci defa Filistin camisini kundakladıklar![77]

xiv) Yahudi yerleşimci Goldstein’in 1994’te El Halil’de katliam yaptığı yerin yakınına sinagog inşa edilmesi kimseyi öfkelendirmedi. Bu durum, “Sıfır Noktası cami”sine itirazın saygıyla değil, bizzat İslâm’la ilgili olduğunun açık kanıtı![78]

  1. xv) İsrail hükümeti, vatandaş olmak isteyenlere “Yahudi ve demokratik devlet” İsrail’e bağlılık yemini etme şartı getiren tasarıyı onayladı![79]

xvi) İsrail, Amerikalı kongre üyeleri Filistin kökenli Rashida Tlaib ile Ilhan Omar’ın ülkeyi girişini yasakladı![80]

Aktardıklarımdan çok daha fazlasına ısrarla direnen Filistin gerçeğini ancak John Steinbeck’in, “Çocuklarının büzülmüş karınlarında hisseden bir adamı nasıl korkutabilirsiniz? Onu sindiremezsiniz. Çünkü o, her şeyin ötesine geçen bir korkuyu tatmıştır”; Charlie Chaplin’in, “Umutsuzluğa kapılmayın!”; Veronica Roth’un, “Kimi zaman ezdiğiniz insanlar sizin istediğinizden daha güçlü hâle gelir”; Friedrich Nietzsche’nin, “Bir kez uyandın mı, sonsuza dek uyanık kalacaksın,” saptamalarının cisimleştiği anti-emperyalist, anti-Siyonist cüretle kavrayabilirsiniz!

SİYONİZM: ABD’NİN KARAKOLU, JANDARMASI, ALETİ

“Çêlekê mara bê jahr nabın/ Yılanın yavrusu zehirsiz olmaz,” dedirten Siyonizm Ortadoğu’da önce İngiltere, sonra da ABD emperyalizminin karakolu, jandarması, aletidir; Sokrates’in, “Kendin pahasına olduktan sonra tüm dünyayı kazansan eline ne geçer?” ifadesindeki üzere…

Hızla aktaralım: İsrail, ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki bir yerleşkenin adını “Trump Tepeleri” koyarken; ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman bunun Trump için en uygun “doğum günü hediyesi” olduğunu ifade etmişti.[81]

Hem de ABD Dışişleri Bakanlığının 1978’de hazırladığı yasal tavsiye mektubunda İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimlerinin yasadışı olduğunun açıklanmasının, Trump yönetiminin kararı ile çöpe atılması pahasına![82]

Ayrıca da ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun, işgal altındaki Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimlerini artık yasa dışı olarak görmedikleri[83] ve Tel Aviv’i desteklediğini açıklaması[84] gibi!

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley ise, büyükelçiliği Kudüs’e taşıyarak doğru bir karar verdikleri vurgusuyla, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımanın barış sürecine katkı sağlayacağını öne sürdü![85]

Özetle Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek Filistin sorununu daha da kangrenleştirildiği tabloda; “Yüzyılın Anlaşması”(!?) olarak pazarlanmaya kalkışılan emrivaki soruna benzin döktü! ABD önerisine göre İsrail işgalini kalıcılaştıracak, Filistin’in inkârı “teyit” edilecek!

Yani Ortadoğu’daki soru(n)ların atardamarı konumundaki Filistin meselesini daha da içinden çıkılmaz bir hâle mahkûm edecek.

“Ya Joe Biden?” mı!

“İsrail’i her koşulda destekliyorum” açıklamasını yapan ABD Başkanı Joe Biden’a seslenen  Pink Floyd’un efsanevî sanatçısı Roger Waters, “İsrail bir apartheid devletidir… İnsanların yurtlarında evlerinden soykırım gibi çıkarılmasına destek oluyorsunuz. Sen nasıl hissederdin Joe Biden? Bir gün evinde oturuyorsun, orası senin evin, ailenle yüzyıllardır yaşadığınız yer ve bazı pislikler onu alıp gidiyor. Bu yaklaşım beni sinirlendiriyor,”[86] dedi.

Kolay mı?!

İsrail devletinin ABD’nin emperyalist çıkarları açısından ne anlama geldiğini aslında en iyi ortaya koyan isim Joe Biden’dır. O, 1 Ekim 2013’te Obama’nın yardımcısıyken, “Eğer bir İsrail olmasaydı çıkarlarımızın korunabildiğinden emin olmak için bir tane İsrail icat etmek zorunda kalabilirdik,”[87] derken; “Bölgede İsrail bağımsız bir devlet olarak tanınmadıkça barış olmayacak,”[88] diye de eklemişti…

BAŞKALDIRI DAYANIŞMA İLE KAZANACAK

Filistin meselesi Henri Barbusse’ün, “Yalnızca kendi halkının davasını görebilen kişi kendi halkına da ihanet ediyor demektir,” saptamasındaki sorumluluk ve Konfüçyüs’ün, “Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin hâlde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir,” ifadesindeki kararlılıkla ele alınmalıdır.

Ve böylesi bir başkaldırı da, dayanışma da -“Ortadoğu’da Barış İçin Yahudilerin Sesi” grubundan Wieland Hoban’ın- “İsrail’in işgal politikasını desteklemek bizim anlayışımıza ters. İsrail’e yönelik her eleştirinin antisemitizm olarak yaftalanması asla kabul edilemez,”[89] duruşuyla ifade edilmelidir.

Kaldı ki İsrail Komünist Partisi (Maki) ve Demokratik Görüş ve Eşitlik Partisi (Hadaş), İsrail’in saldırılarına ilişkin ortak açıklamada, “İşgalcilerin suçları, Filistinlilerin cesaretini kıramayacak,”[90] derlerken; Filistin topraklarının işgalinin 50. yılı nedeniyle binlerce kişi Tel Aviv’de meydana çıktı. Çeşitli sol gruplardan oluşan 15 bin İsrailli alanı doldururken barış taleplerini dile getirdi.[91]

Ve nihayet İsrail saldırılarına karşı Filistinli işçilerin grevi büyürken İsrail Komünist Partisi, işçilerin başarıya ulaşması için seferberlik çağrısı yaptı.[92]

Yapılanları “önemsemeyen”ler olabilir; lakin Sarah Ban Breathnach’ın, “Dünyanın düşleyenlere de ihtiyacı var, yapanlara da. Ama düşlediğini yapanlara daha çok ihtiyacı var,” ifadesindeki üzere bunların Filistin için çok önemli, yol açıcı adımlar olduğunu görmek gerek…

9 Mayıs 2023, İstanbul.

 

[1]    Charles Dickens.

[2]    Hannah Alshaikh, “Filistinliler İçin Değişen Bir Şey Yok”, Birgün, 22 Nisan 2019, s. 5.

[3]    “Sanders: İsrail’i Bir Irkçı Yönetiyor”, Birgün, 27 Şubat 2020, s. 5.

[4]    “Uluslararası Af Örgütü: Sistematik Ayrım İnsanlık Suçudur”, Birgün, 2 Şubat 2022, s. 13.

[5]    Mustafa Yalçıner, “Emperyalizm ve Siyonizm Alçaklıktır!”, Evrensel, 16 Mayıs 2018, s. 9.

[6]    “İsrail’e 3 Dosyada UCM Yolu”, Yeni Şafak, 7 Şubat 2021, s. 7.

[7]    Diren Deniz Sarı, “İsrail Savaş Suçlusu”, Birgün, 1 Mart 2019, s. 5.

[8]    Birkan Bulut, “Leyla Halid: İşgal Masada Sona Ermeyecek”, Evrensel, 24 Şubat 2020, s. 9.

[9]    Baria Alamuddin, “Zulüm ve Cezasızlık Sonlanana Kadar Filistin’e Barış Yok”, Birgün, 21 Mayıs 2021, s. 5.

[10]  “Bibi’ye İsyanın Harlanan Ateşi”, Birgün, 28 Mart 2023, s. 10.

[11]  Ezgi Güneytepe, “Netanyahu Halkına da Savaş Açmış Durumda”, Birgün, 17 Ocak 2023, s. 11.

[12]  Yuval Noah Harari, “İsrail Diktatörlük Yolunda”, Birgün, 13 Mart 2023, s. 10.

[13]  Kaan Emirhanoğlu, “Salih Bıçakcı: Sancılı Bibi Dönüşü”, Birgün, 28 Ocak 2023, s. 11.

[14]  “İsrail, Tarihindeki En Büyük Kaoslardan Birine Sahne Oluyor”, Cumhuriyet, 28 Mart 2023, s. 7.

[15]  Çevrim Çeviren, “Protestolar Uzun Vadede Büyük Değişime Gidebilir”, Birgün, 3 Nisan 2023, s. 11.

[16]  “Bibi Dönemi Kapandı”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2021, s. 7.

[17]  Yaren Çolak, “Yonatan Touval: ‘Bibi’ Sarmalı”, Birgün, 8 Kasım 2023, s. 11.

[18]  Ergin Yıldızoğlu, “Topal Demokrasiden Dinci Faşizme”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2023, s. 11.

[19]  “Generalin Sözleri İsrail’i Karıştırdı”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2016, s. 13.

[20]  “İsrail Askeri Yerde Yatan Yaralı Filistinli Direnişçi Genci Katletti”, 25 Mart 2016… http://direnisteyiz3.org/israil-askeri-yerde-yatan-yarali-filistinli-direnisci-genci-katletti/

[21]  “İsrail’de Orduya Katılmayı Reddeden Kadın Hapis Cezasıyla Karşı Karşıya”, Radikal, 29 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/israilde-orduya-katilmayi-reddeden-kadin-hapis-cezasiyla-karsi-karsiya-1501940

[22]  “İsrail İşgali Büyütüyor: Filistinlilerin Evleri Yıkılıyor”, Birgün, 9 Kasım 2020, s. 13.

[23]  “İsrail: Karara Uymayacağız”, Birgün, 25 Aralık 2016, s. 9.

[24]  Cenk Ağcabay, “Filistin’e Barışı Bir İsrail Ordusu Finansörü Getirecek!”, 27 Ocak 2017… http://sendika14.org/2017/01/filistine-barisi-bir-israil-ordusu-finansoru-getirecek-cenk-agcabay/

[25]  “İsrail, 2022’de Filistinlilere Ait 953 Binayı Yıktı Veya Ele Geçirdi”, 13 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/israil-2022de-filistinlilere-ait-953-binayi-yikti-veya-ele-gecirdi/

[26]  “Filistin Okullarına Siyonist Müfredat Dayatması”, 2 Eylül 2016… http://direnisteyiz3.org/filistin-okullarina-siyonist-mufredat-dayatmasi/

[27]  “İsrail’den Detektör Resti: İstemiyorlarsa Girmesinler”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2017, s. 13.

[28]  “İsrail’in Kara Listesi”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2018, s. 13.

[29]  “İsrail Açlık Grevindeki Gazeteciyi Zorla Besledi”, Radikal, 5 Şubat 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/israil-aclik-grevindeki-gazeteciyi-zorla-besledi-1505585

[30]  M. Birol Güger, “İsrail’de Demokrasi Tehlikede”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2022, s. 7.

[31]  Ergin Yıldızoğlu, “İsrail’de ‘Faşizm’ ve Türkiye’de Seçimlere Giderken Kimi Dersler”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2023, s. 11.

[32]  Ergin Yıldızoğlu, “Din ve Devlet Üzerine”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2023, s. 11.

[33]  “Netanyahu Yolsuzluk İddiaları Sebebiyle 7. Kez Sorgulandı”, Birgün, 16 Aralık 2017, s. 4.

[34]  Adam Keller, “Netanyahu ve Barış”, Birgün, 24 Mayıs 2021, s. 5.

[35]  Ahmet Şimşirgil, “Filistin’i Araplar mı Sattı?”, Türkiye, 28 Mayıs 2021, s. 7.

[36]  Theoder Herzl, Yahudi Devlet, çev: Sedat Demir, Ataç Yay., 2014.

[37]  Josef Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, çev: Muzaffer Ardos, Sol Yay., 1994.

[38]  Malike Bileydi Koç, İsrail Devletinin Kuruluşu ve Bölgesel Etkileri, Günizi Yay., 2006, s. 200.

[39]  İbrahim Okçuoğlu, “Siyonist İsrail”, 16 Mayıs 2009… https://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2009/05/siyonist-israil.html

[40]  “Eli Kanlı Başbakan”, Türkiye, 4 Haziran 2021, s. 6.

[41]  “Sanders: İsrail’i Gerici Bir Irkçı Yönetiyor”, Evrensel, 27 Şubat 2020, s. 9.

[42]  “Auschwitz’den Sağ Kurtulan Esther Bejarano: İsrail Hükümeti Faşisttir, BDS’yi Destekliyorum”, 9 Aralık 2018… http://sendika63.org/2018/12/auschwitzden-sag-kurtulan-esther-bejarano-israil-hukumeti-fasisttir-bdsyi-destekliyorum-521599

[43]  “İsrail’de Irkçılığa Karşı Büyük Protesto”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2015, s. 17.

[44]  Mustafa Erdemkol, “İsrail: Mağduriyetten Efeliğe”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2011, s. 7.

[45]  Mustafa Erdemkol, “Hayaldi Gerçek Oldu”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2011, s. 7.

[46]  Mustafa Erdemkol, “Hep İsrail Zaferi”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2011, s. 7.

[47]  Can Kuseyri, “Filistin-İsrail Çatışmasında Psikolojik Bir İnceleme”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2021, s. 2.

[48]  Hüsnü Mahalli, Filistin Benimdir-Ortadoğu’nun Kanlı Tarihi, Kırmızı Kedi Yay., 2020; Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları, İş Bankası Yay., 1994.

[49]  Mehmet Ali Güller, “İsrail ve Terör”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021, s. 12.

[50]  “İsrail’e ‘Savaş Suçu’ Suçlaması”, Birgün, 28 Temmuz 2021, s. 4.

[51]  Yaren Çolak, “Yonatan Touval: Netanyahu Güç Depolama Peşinde”, Birgün, 12 Nisan 2023, s. 11.

[52]  Vanessa Beeley, “Batı Basını İsrail’in Saldırılarını Neden Görmezden Geldi?”, Birgün, 6 Kasım 2021, s. 5.

[53]  “İsrailli Bakanın Irkçılığı”, Gündem, 28 Aralık 2015, s. 13.

[54]  “Netanyahu: Bu Tarihi Fırsatı Kaçırmayacağız”, 26 Mayıs 2020… https://indyturk.com/node/185446/

[55]  “Netanyahu: Beni Yeniden Seçerseniz Batı Şeria’yı İlhak Edeceğim”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2019, s. 7.

[56]  “İsrail’den Şok Filistin Kararı”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2018, s. 11.

[57]  Fehim Taştekin, “Şeyh Cerrah: Apartheid Yansımaları”, 12 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/seyh-cerrah-apartheid-yansimalari-fehim-tastekin

[58]  Mithat Baydur, “İsrail, Bölge ve Türkiye”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021, s. 2.

[59]  “İsrail, Yaralılara Yardım Eden Sivilleri Vurdu”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021, s. 7.

[60]  Diren Deniz Sarı, “Gazze: Suskunluk İsrail’e Cesaret Veriyor”, Birgün, 6 Mayıs 2019, s. 4.

[61]  “İsrail-Sünnî Paktı Planı”, Cumhuriyet, 1 Mart 2017, s. 13.

[62]  Behnam Gharagozli- Jon Roozenbeek- Adrià Salvador Palau, “Asıl Konuşulması Gereken İsrail’in Nükleer Gücü”, Birgün, 14 Mayıs 2018, s. 5.

[63]  Haaretz’e verdiği demeç. 6 Nisan 2001.

[64]  Mustafa K. Erdemol, “İsrail Yedi Yıl Suskun Kalabildi”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2020, s. 7.

[65]  “İsrail’in ‘Koruyucu Uçurumu’nda 13 Ölü”, Milliyet, 9 Temmuz 2014, s. 25.

[66]  “Hayır Kurumu Bile İsrail’in Hedefi Oldu”, Milliyet, 13 Temmuz 2014, s. 24.

[67]  “İsrail Yine Okul Vurdu: 10 Ölü”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2014, s. 12.

[68]  “BM: İsrail, Gazze’de Savaş Suçu İşlemiş Olabilir”, Cumhuriyet, 1 Mart 2019, s. 7.

[69]  Vijay Prashad, “İsrail’in Yanına Kaldı”, Birgün Pazar, Yıl: 12, No: 425, 3 Mayıs 2015, s. 9.

[70]  “Otopsiye Göre Suçlu İsrail”, Gündem, 13 Aralık 2014, s. 13.

[71]  Fehim Taştekin, “Gazze Üzerinden Dosta Düşmana Ayar”, Radikal, 16 Kasım 2012, s. 27.

[72]  “Yine İsrail, Yine Suikast İddiası”, Cumhuriyet, 20 Mart 2010, s. 13.

[73]  “Suikast Emri Netanyahu’dan”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2010, s. 13.

[74]  “İsveçli Muhalifi Öldürelim”, Sabah, 10 Ağustos 2009, s. 18.

[75]  “Yerleşimciler Filistinli Çobana Saldırdı”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2009, s. 10.

[76]  “Yerleşimcilerden Büyük Tahrik”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2009, s. 12.

[77]  “Yine Cami Kundakladılar”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2010, s. 10.

[78]  William Saletan, “… ‘Sıfır Noktası Sinagogu’ İslâm Karşıtlığının Son Kanıtı”, Slate internet sitesi, 29 Eylül 2010.

[79]  William Saletan, “… ‘Sıfır Noktası Sinagogu’ İslâm Karşıtlığının Son Kanıtı”, Slate internet sitesi, 29 Eylül 2010.

[80]  “İsrail’in İnsanlık Dışı Yasağına Büyük Tepki”, Birgün, 17 Ağustos 2019, s. 5.

[81]  “Trump Tepeleri’nin Temeli Atıldı”, Birgün, 18 Haziran 2019, s. 5.

[82]  İlker Sezer, “Batı Şeria’da İsrail İşgalini Tanıyan Washington Kendi Belgesini Hiçe Saydı”, Hürriyet, 20 Kasım 2019, s. 12.

[83]  “Pompeo: İsrail’in Sivil Yerleşim Girişimleri Uluslararası Hukuka Uygun”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 7.

[84]  “ABD’den İsrail Zorbalığına Onay”, Birgün, 27 Ağustos 2019, s. 4.

[85]  “BMGK, Gazze İçin Olağanüstü Toplandı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2018, s. 9.

[86]  “Filistinlilere Saldırı İnsan Hakları İhlâli”, Birgün, 9 Mayıs 2021, s. 4.

[87]  Mehmet Ali Güller, “Emperyalizm İçin İsrail İcat Etmek”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s. 12.

[88]  “Biden’dan İsrail-Filistin Açıklaması: Tanıyana Kadar Barış Yok”, Sözcü, 23 Mayıs 2021, s. 12.

[89]  Ezgi Güneytepe, “İsrail’i Eleştirmek Antisemitizm Değil”, Birgün, 22 Mayıs 2021, s. 5.

[90]  “İsrail Komünist Partisi: İşgalcilerin Suçları, Filistinlilerin Cesaretini Kıramayacak”, 13 Mayıs 2021… https://www.avrupademokrat.com/israil-komunist-partisi-isgalcilerin-suclari-filistinlilerin-cesaretini-kiramayacak/

[91]  “İki Ülke Bir Umut”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2017, s. 7. “İki Ülke Bir Umut”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2017, s. 7.

[92]  “Filistinliler Grevde”, Birgün, 21 Mayıs 2021, s. 4.

Election, electoral process and revolutionary stance

1- ELECTION CANNOT BE CONSIDERED APART FROM WAR POLICIES

An election was announced on 14 May 2023. One possibility is that these elections will be held, and another possibility is that they will not.

In order to cancel the elections, the approach of “we will send two missiles and that’s enough” is always a valid possibility. Nobody should tell us that the AK Party or the Palace Regime or the TR state will not do such a thing. These people, everyone living in these lands, know deeply what kind of a state the TR state actually is. They have sufficient knowledge and experience for this. Those who made us watch the screams of people coming from under the rubble for days in the earthquake area and left people to die, are not honest, do not abide by the rules, etc. moreover, they are not human in the known sense. This is the TR state. The earthquake meant that the people were left to die at the hands of the state. It is extremely suitable for massacre policies. Those who say “we sent the body of your mother who died in the earthquake to Istanbul”, show a man’s body in Istanbul and then say “there was a mistake” and show the severed head of their mother in Hatay, are torturers and those who expect from them, if they are not children, if they are not naïve, if they are not without reason, are cowards or their collaborators.

That is why the annulment of the election by sending “two missiles” is not a remote possibility. Especially in a geography where the clouds of war are so intensified. The Palace Regime is an extension of the US and it is possible that it will take such a step in accordance with its war policies.

If the US has not accepted to withdraw from Idlib, Syria, and the Middle East, the system-person who will best act as a hitman is needed for the US, and therefore the “fate” of the elections is a matter of debate. Idlib is not an ordinary factor for the organization of the Palace Regime.

Yes, in every election, the sovereign, such as the US or NATO, first chooses its own men and then “elects” them to the people. We already know this. But in these elections, the situation is even more critical. Without understanding the war, without seeing the war, it is not possible to understand the election, the election process.

If the US will not withdraw the Turkish state from Syria and Idlib, then it is not possible for it to rule the ISIS forces there with Kılıçdaroğlu. Because ISIS means heroin trafficking, human trafficking at the same time, arms trafficking at the same time, organ trafficking etc. at the same time. ISIS is also inside Turkey. A dirty war at this scale is managed and organized by the US, using the Turkish state as a hitman. It is necessary to understand this process thoroughly. Declaring a state with ISIS gangs, the US has also established a Neo-Nazi administration in Ukraine starting from 2014, that is, after the Syrian war. These two wars are very interconnected. The Palace Regime is also a requirement of war policies, it depends on the US designing the Turkish Republic as a hitman.

The US is trying to maintain its hegemony, prevent its losses, and take its rivals under its control by constantly escalating wars in the world, including the Middle East.

Elections in Turkey are very dependent on this war policy of the US.

Announcing that there will be an election on May 14, 2023, does not abolish the operation of annulment of the election. On the contrary, it is still a possibility to expand the war with “two missiles” and make all opposition accept the cancellation of the election under the name of a “national issue”. It’s also easy to defend; “We wanted to hold an election, but we are at war for our national interests, the election is cancelled.” Here is an election cancellation operation that CHP will also say yes to.

Either the US will withdraw from the Middle East and admit defeat, or it will take its war policies even further. It appears to be the second one. For this reason, there is a high probability that there will be no elections in Turkey, if it does, a very different process is likely to occur, and it is difficult for the US to wage this war with Kılıçdaroğlu at this stage. Let us not be misunderstood, we are not saying that Kılıçdaroğlu cannot enact US orders, of course he would like to. But the EU umbrella and US interests no longer coincide as before.

Without an agreement between the US and the EU, it is not possible for the elections to take place and also it’s not possible the votes cast to the ballot box to be the votes coming out of the ballot box.

We refuse to wait for their masters’ decisions. The people, workers and laborers must decide on their own path to march towards the revolution.

2- WORKERS AND WORKERS AND THE PEOPLE HAVE NO PRESIDENT CANDIDATES IN THESE ELECTIONS

It seems that Erdogan lacks popular support.

It was not there in 2015, he had lost.

He also lost in 2017.

He also lost in 2018.

He knew how to steal every election he lost.

The ingenuity is not in him knowing how to steal, not in his success in stealing, but in the “bourgeois opposition” that sees and demonstrates him as legitimate.

The Palace Regime is therefore never legitimate. Not only because Erdogan does not have a diploma, not only because of Erdogan’s epilepsy; it is also not legitimate because they steal the elections every time.

This means that Erdogan and the Palace Regime do not stand there with the consent of the people.

It is not legitimate.

The liberal left, the bourgeois “opposition”, who accuse the people at every opportunity, actually sees this truth and keeps silent. They aremore afraid of presenting resistance as a legitimate way against the Palace Regime and the state. If they are afraid of the Palace Regime, they are hundreds of more times afraid of revolt, of the possibility of uprising, of putting the truth before the people, of the revolution.

So, the fact that the masses are against Erdoğan is enough for them.

However, large masses are also against the Palace Regime and the TR state.

For this reason, the bourgeois opposition wants to limit the issue only to the opposition of Erdogan. And the left has agreed to that.

The Turkish state, the Palace Regime, is trying to persuade the people, masses, workers and laborers to choose the lesser of two evils.

The lesser one, including Kılıçdaroğlu, are all other candidates.

Kılıçdaroğlu is not an alternative to the Palace Regime.

We did not create the Ekmeleddin case.

We are not the planners of the Muharrem İnce case.

Muharrem İnce actually won the election and sold the won election. And it is known that he received a lot of money in return. Is Kılıçdaroğlu unaware of this process?

We did not create the annulment of the immunity of HDP deputies, the creators of this situation are clear.

While trustees are appointed to Kurdish provinces (the elected mayors were discarded and/or jailed – translator’ note [tn.]), those who forget speeches of democracy and laws are clear.

The people have no candidates in these elections. Unfortunately, that chance has been swept away.

The rightful request for Erdogan’s departure has come to the point of presenting Kılıçdaroğlu to the public as a hope. And the left has agreed to that.

We reject this. The working class and the peoples must not be deceived once again.

Suppose there is an election. Yes, the election was announced on 14 May. Kılıçdaroğlu would certainly win in a normal election. Will there be an election, that is a question; How does it happen, that is also a question. Let’s say it happened, and Kılıçdaroğlu won. Good, but what problem does it solve? For example, the economy, for example, the Kurdish problem, for example, the war policies, for example, the NATO issue, for example, anti-democratic practices? It can’t solve any of them. But it breaks the resistance of the workers against the system and the state to some extent.

The elevation of Kılıçdaroğlu as a hope is to suppress the anger and revolt of the people, workers and laborers, to deceive them once again, and to extinguish their anger against the state. And they seem to have already achieved this without the election.

The bourgeois opposition, the Palace Regime, all the rulers are afraid of the revolutionary uprising of the workers and laborers. Because of these fears, they are putting the Kılıçdaroğlu alternative against Erdoğan and reconnecting the left and the people who read and write to the state through Kılıçdaroğlu. In this way, they are trying to block the revolutionary alternative for workers and laborers.

3- THOSE WHO ARE SERIOUS IN THE ELECTION WOULD NOT HAVE APPROVED ERDOĞAN’S CANDIDACY

Those who assumed that the Palace Regime would go with the election would not have approved of Erdogan’s candidacy. Under which laws was Erdogan nominated? There is a Palace Regime without even electoral laws. This Palace Regime is the extraordinary organization of the Turkish state, the monopolist police state.

Even the electoral laws of the glorious democracy of the TR state, which has entered its 100th year, are not clear. Those who accept Erdogan’s candidacy for the third time are trying to get workers and laborers, the left and the masses behind them in order to strengthen the Palace Regime.

For the rights of the TR state, election, etc., its laws are open to violation, it is almost non-existent, but its laws regarding the slaughter of peoples are extremely clear.

Those who are so convinced that the Palace will comply with the election and the law should have first declared that Erdogan cannot be a candidate. Since the laws are so precious, do not allow Erdogan’s candidacy. Who made Erdogan a candidate?

The story “Let’s not create victims” is a long-standing story. The Palace Regime is a bloody regime. Its economy is an economy of profit, plunder and war. Under these conditions, it has lost its public support. If so, what victimhood is being talked about? Is this how the Palace Regime, with the blood of thousands of people, will become a victim and get the vote of the people? This is completely wrong and it’s a manipulation. So, this is the state of seeing the elections that took place since 2015, each of which Erdogan stole, as “legitimate”. And not only does it see it as “legitimate”, it also shows that it has the support of the people, which is a lie. The people do not approve of the Palace Regime. None of these elections are normal elections in the history of Turkey, let alone according to the bourgeois norms.

Erdogan’s presidency was not legitimate until now, you made it legitimate. Now his candidacy is not legal, but you accepted this, you did not call the people to the streets. Well, if you lose the election or there is no election, what will you say to the people? YSK (official electoral institution) was biased, Erdogan stole the votes etc. Well, we know this today already.

For example, if the YSK announced the results of the elections today, without an election, would Kılıçdaroğlu call all the people to the streets to protest, or would he sing the refrain “We shouldn’t fight, why do people fight, let’s be together”?

Those who do not take to the streets today in the face of Erdoğan’s illegal candidacy and the attitude of the YSK, which has accepted this and violated the law, cannot go out at all tomorrow.

So, we workers, the peoples, no longer see the issue of going out on the streets as dependent on the CHP’s decision. Everyone will make their own way.

To regard Erdogan’s candidacy as legitimate today actually means “yes” to the Palace’s practices.

The attitude of “We will defeat Erdoğan in the elections, at the ballot box” is not a sign of bravery or high will; It is an operation to save the state.

Erdogan cannot be a candidate in the elections. To turn a blind eye to this situation means to underestimate the laws themselves, laws that they expect the Palace to abide by.

Tomorrow, they will say to us that the YSK was biased, they will say “the man won”, they will say “don’t go out on the street, there will be a civil war, we got the information from inside”.

Workers and laborers go to such an election without their own candidates.

Therefore, they have the right not to vote for any presidential candidate.

The electoral process already makes the organization, the elections indisputably dubious.

Suppose, at the last moment, elections become “impracticable”. HUDA PAR makes sense for just such scenarios, as well as the visit of Çakıcı’s men. Anyway, suppose they somehow made the elections impracticable, in which case the “existing president” would continue to be president.

4- THE ELECTION PROCESS IS DUBIOUS

What makes the election process dubious is not just that Erdogan is a candidate when he should not have been. There is this, of course. It is not just changes in electoral law. It is not just the anti-democratic character of the elections.

If Erdogan moves the election date to April 2028 to be a candidate in 2028, will he be considered a candidate again, as he has not completed his term? Of course he will; If it is done today, it will be done that day. In this case, what does it mean to say “a person becomes president by being elected for a maximum of two terms”?

Many practices that make the selection process dubious are being placed on the field. Bans and assassinations are the main methods of this.

The Palace Regime’s regulations on minimum wages and pensions and EYT (retirement age victims – tn.) are not staged for the goal of winning the election. The minimum wage, the EYT law, the manipulation of pensions are actually to prevent a mass uprising, a social explosion.

We can see this in many practices.

Neither the minimum wage nor the EYT is changing the votes in favor of Erdoğan. Not only the bourgeois opposition knows this, but Erdogan and the Palace also know this situation.

Saray knows that when it cooperates with HUDA PAR, it will not have a positive effect on its votes. It is even clear that it will cause a loss of votes. As if HUDA PAR had not joined the alliance, they would have voted for someone other than Erdogan. When Çakıcı’s men visit the gendarmerie commander and expose this, they know perfectly well that it will not win votes.

HUDA PAR describes their entry into the alliance as “election security”. This electoral security is not limited to “threat” and intimidation, as is supposed. The fact that the state itself puts these gangs on the field is also the way for ISIS forces to enter the field. The forces that will be brought into this field have already received a guarantee from the Palace for their every step, the right not to be tried from the Palace, and to be treated as a state official. Otherwise, the actions of these gangs are always known. But the guarantee of non-judgment should be encouraging in this respect. This is how the issue should be viewed.

Otherwise, all these steps will be considered as “vote-losing steps”, which is naive and childish, it is not recognizing the state.

The palace seems to not have a concern with votes.

None, because no move will get them votes.

They say that it’s not the vote cast in the ballot box, but the vote that matters. This is what they call democracy. And this is true in every election in recent years.

So, we have to go out to the street from today. If the illegal acceptance of the presidential candidacy, the dubious election process (which is already the case, and we are still at the beginning of the road) are not enough reasons to take to the streets, will there be a CHP with a will to say “go out on the street” when they steal the election tomorrow? Of course there won’t be.

There is no way for salvation for of people, workers and laborers except their own organizations, revolutionary organizations and revolutionary socialists.

5- THE PALACE IS AFRAID

The palace is afraid.

Every brick and every wall of the palace trembles with fear, just like buildings and walls tremble in an earthquake.

But this fear is not the product of a fear of the six table called opposition. The reason for the fear of the Palace is the Kurdish revolution and the resistance process that started with Gezi.

The palace is afraid of the uprising of the people and that the social explosion will turn into an uprising.

For this reason, the TR state, the Palace Regime, implements a dual policy: In the first leg of this policy, are pressure, violence, lies, etc. It has been continuing this for a long time already. They will add new assassinations etc. to this. On the second leg, there is the control of the left forces that will turn a social explosion into an uprising and a revolutionary uprising. The left’s following CHP is already a win for the Palace Regime. And that’s the hallmark of this selection process, that’s what’s new.

The fear of the people is present in every step of the Palace. The earthquake zone is the most concrete proof of this. Saray has activated all its paramilitary forces in the earthquake area. Driven to the earthquake site, these paramilitary forces are there to prevent a social explosion. In that field, death is no longer a source of fear. The people who lost so many of their relatives were openly confronted with the true face of the state.

This is the source of their fear, that the people no longer have anything to fear.

They have the blood of thousands of people on their hands and they fear it.

They have sown the wind, and the days when they will reap the storm are near, which they fear.

They have built a paradise for themselves and they are afraid of losing this paradise.

Their criminal record is very, very large and they are afraid of it. They are afraid of the people.

6- THE PALACE REGIME WILL BE DEFEATED BY RESISTANCE, NOT ELECTION

With this fear, the Palace Regime launched all kinds of attacks against the people. It is understood that they will develop these attacks with more specific targets. But now, the end of their suppression of the working class and the masses with fear has come to an end. As long as the working class, as long as the revolutionaries do not lose their resistance route.

The Palace Regime was not formed by election.

The Palace Regime will not go by election.

The way to overthrow the Palace Regime is a social uprising. Of course, this must be organized step by step, moment by moment.

Resistance is the only way to come to terms with the Palace Regime. The victory of these resistances passes through organization and the United Labor Front.

Streets are spaces where we can breathe freedom. Organization is freedom.

The streets are the place to write new laws; It is the field of writing new laws that will emerge from the hands of workers and laborers, women and young people, and that will arise from their actions and resistance.

For this reason, we see the path of resistance as the true path of the working class and toilers.

Therefore, we boycott the presidential elections.

In the ballot box, on the presidential ballot, we propose to write down the names of the Gezi resistors; Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım.

For the parliamentary elections, we propose to cast votes for HDP candidates. We propose to support the HDP, however it will enter the election. This is the greeting of the working class of our country to the Kurdish resistance.

Young people, your first vote is to Berkin Elvan!

Mothers, your vote is for Ali İsmail Korkmaz!

Workers, laborers, vote for Ethem, Abdullah, and the beautiful children of Gezi.

Workers, laborers, women and youth have to prepare for a more organized and tougher struggle. The more this struggle develops, the more the field of action will develop, and this is the only way to get economic and social rights.

We revolutionary socialists have to tell the truth to the workers, laborers, women and youth. The Palace Regime did not come with elections, it is not legitimate and will not go with elections.

The only way to overthrow the Palace Regime is the resistance of the workers and laborers without taking a step back, with courage. The Palace Regime will be defeated on the street, at the barricade.

This is a government that has already expired. To wait for the elections etc. within their extraordinary system, is to surrender to their will. There is no need to wait. From today, it is imperative to work for a line that expands, consolidates and organizes the resistance.

No matter what vote is cast in the ballot box, the vote that will come out is clear.

We may not know this, but the masters already know.

It is possible to take the fate of the country from the hands of the masters, to write it with our own hands. For this, the issue is a more organized line of resistance. Workers and laborers, women and youth must continue their resistance without interruption. There is no point in leaning too much into election debates. It is a matter of using every opportunity to develop the line of resistance.

The United Labor Front is an urgent requirement.

April 5, 2023

Kaldıraç Movement

Kurtuluş devrimde, sosyalizmde! – 1 Mayıs kızıldır, kızıl kalacak! | Devrimci 1 Mayıs Korteji

1 Mayıs 2023, bir yandan savaş bulutlarının yoğunlaştığı, bir yandan ekonomik krizin işçi ve emekçilerin üzerine tüm ağırlığı ile bindiği; bir yandan sınıf savaşımının sertleşme eğilimlerinin arttığı, bir yandan deprem ile yüz binlerce insanın enkaz altında ölüme terkedildiği ve tüm bunların ardından, 14 Mayıs seçimlerinin gündeme oturduğu bir döneme denk geldi.

Öfkesi ve coşkusuyla alanlara çıkanlara sabah saatlerinden itibaren Taksim’de de Maltepe’de saldırılmıştır. Devlet İstanbul’da 1 Mayısları saldırılarla başlatmıştır. Elbette bu pervasız saldırıları “seçimler öncesi uygunsuz görüntüler yaratmak istemiyoruz” anlayışıyla engellemek mümkün değildir. Devrimci 1 Mayıs Korteji’nin bileşenlerinden Partizan kortejine sabah henüz daha kortejler oluşmamışken flamaların üstünde İbrahim Kaypakkaya’nın resmi olması bahane edilerek saldırılırken devrimcilerin bir bütün olarak saldırıyı göğüslemesi, Devrimci 1 Mayıs Korteji’nde olmasa dâhi orada bulunan dost kurumların saldırı boyunca dayanışma içinde olması, bu yasaklamaları ve saldırıları engellemenin yolunu göstermiştir.

Aynı kolda Kaldıraç korteji ve BDSP kortejine de engelleme girişimleri olmuş, aynı dayanışma orada da gösterilmiştir. 1 Mayıs alanına hangi pankartın girip hangisinin giremeyeceğinin belirleyicisi kolluk olamaz, bu tanınmaması, üstüne yürünmesi gereken bir tablodur.

Bu 1 Mayıs, en başından beri sendikaların “örgütleyici”, devrimci güçlerin de “katılımcı” pozisyona itildiği bir şekilde örgütlenmiştir. 1 Mayıs kürsüsünün depremzedelerden, direnişçi işçilerden, emekçi kadınlardan, öğrenci gençlikten, yani toplumsal mücadelenin direnişçi odaklarından oluşturulması önerisi, resmi tertip komitesinin sadece sendika temsilcileriyle değil 1 Mayıs’ı örgütleyen tüm temsilcilerle oluşturulması, 1 Mayıs’ın seçim gündemiyle gölgelenmemesi önerileri hem sendika bürokrasisi tarafından hem de sendikal bürokrasiyle beraber hareket eden kurumlar tarafından kabul edilmemiştir.

Bu 1 Mayıs bir kere daha göstermiştir ki, devrimcilerin ortak müdahale ve mücadelesi ilerleticidir. Yıllardır “tüm kortejler alana girmeden miting programının başlamaması” bu sene kısmen de olsa (İdealtepe kolunun tüm kortejleri henüz alana girmemişti) başarılabilmiştir.

Miting alanının girişinde ve sabahki saldırılarda gözaltına alınanlar için sahneden anons yapılması, saldırıların protesto edilmesi, yine onlarca ısrar sonrası yapılmak zorunda kalınmıştır. Bileşenlerimizden Köz’ün pankartı da seçimlere dair tutumu kürsünün tutumundan farklı olduğu için doğru anons edilmemiştir.

İşçi kortejleri “Gün gelecek, devran dönecek, sermaye işçiye hesap verecek” sloganlarıyla tüm düzene itirazını belirtirken, kürsüden yapılan konuşmalarda seçimleri ve burjuva adayları işçi sınıfına kurtarıcı diye sunmaktan çekinmemişlerdir. Bu konuşmalara gerçekleştirilen protestolar son derece meşrudur.

1 Mayısların üzerindeki yasaklar, devrimci önderlerin alanda görünmez kılınma çalışmaları, saldırılar ancak ve ancak sınıf mücadelesinde ısrar ve örgütlenmeyi büyütmekle bertaraf edilecektir. 

1 Mayıs’ları devrimcileri “katılımcı”sı gören anlayışla örgütlemek işçi sınıfının kavga gününü ehlileştirmeye, onun özünü boşaltmaya yarar. Elbette bu anlayış ile yaşanan saldırılara karşı mücadeleci tutum da sergilenemez. Bizler, 1 Mayıslara sahip çıkarak onun tarihsel ve sınıfsal özüne uygun örgütlenmesi çabasında tüm devrimcileri bu çabaya ortak olmaya davet ediyoruz.

Sadece 1 Mayıs günü değil, son bir haftada onlarca devrimci, yurtsever gözaltına alındı, tutuklandı. Devrimci dayanışmayla mücadeleyi büyütmek bu saldırıları da bertaraf etmenin yoludur.

Sayılı günler kala kendini ilân etse de Devrimci 1 Mayıs Korteji, 1 Mayıs’ın, işçi sınıfının görkemli kavga gününün bu siyasi atmosfer içinde tarihsel ve sınıfsal özüne uygun geçmesi için çaba harcamış, tüm devrimci kamuoyunu da ortak tutum almaya çağırmıştır.

Başta Taksim 1 Mayıs’ı olmak üzere, bir sonraki 1 Mayısın çalışmalarını çok daha önceden ortak tutumlarla yapmak, mücadeleyi ve dayanışmayı büyütmek, 1 Mayıs’ın tarihsel ve sınıfsal özüne uygun, işçi sınıfının bir kavga günü olarak geçmesi için ön açıcı olacaktır.

Yolumuz devrim yolunda düşenlerin yoludur!
1 Mayıs kızıldır, kızıl kalacak!
Yaşasın devrimci dayanışma!
Kurtuluş devrimde, sosyalizmde!

9 Mayıs 2023

DEVRİMCİ 1 MAYIS KORTEJİ

BDSP-Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
BİK-Birleşik İşçi Kurultayı
DKDER-Dostluk ve Kültür Derneği
DEV TEKSTİL-Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası
Kaldıraç Hareketi
KÖZ
ODAK
Söz ve Eylem
Partizan
TOMİS-Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası
Yeni Dünya İçin Çağrı

İşçi sınıfının devrimci yolu ve strateji ve taktik üzerine

Biliniyor, her savaşın, stratejik ve taktik sorunları vardır. Ve bu strateji ile taktikler arasındaki bağ doğru kurulamazsa, burada hatalar büyür ve düzeltilemez hâle gelirse, mücadele ne kadar yiğitçe sürdürülürse sürdürülsün, zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının, burjuvaziye karşı mücadelesi, içinde yaşadığımız çağın, kapitalizmden komünizme geçiş çağının, en temel savaşıdır. 1848’de, ardından Paris Komünü’nden, ardından Ekim Devrimi’nden, İkinci Dünya Savaşı’ndan, her birinden bu yana, sınıf savaşımı, çok kapsamlı çarpışmalara sahne olmuştur ve her bir süreçte, iki sınıf da büyük dersler çıkartmıştır.

İşçi sınıfının zafere ulaştığı, iktidarı aldığı Ekim Devrimi’nden bu yana, burjuvazi, tüm gücü ile devrime ve işçi sınıfının devrimci mücadelesine karşı, her türlü aracı geliştirmek için, var gücü ile çalışmıştır. Cennetlerini kaybetme korkusu, egemenleri, işçi sınıfına karşı savaşımda, her türlü kirli savaş oyunlarına başvurmaya itmiştir. Son nefesine verene kadar kapitalist sistem, bu canhıraş biçimdeki, bu insanlık dışı metotlarla karşı-devrim savaşını sürdürecektir; acımasızca, hunharca, tüm insanlık tarihinin görmediği yeni metotlarla.

Egemen sınıf, devrimci kalkışmalardan, sınıf savaşımından en başta devlet mekanizmaları aracılığı ile (başka birçok burjuva örgütlülükle) öğrenir. İşçi sınıfının öğrenme yolu ise, ancak ve ancak devrimci örgütleridir.

Ve bugün, dünyada, devrimci enternasyonal örgütlenme olmadığına göre, egemenlerin öğrenme süreci işçi sınıfından daha gelişkindir. Bu hem kanıttır hem de durumun kendisidir.

Egemenin acımasızlığına şaşarak süreci izleyen “aydın”lar, aslında sınıf savaşımını tüm gerçekliği ile anlayamıyor demektir. Egemenin acımasızlığına şaşmak için, egemenleri, sermayenin insan hâline girmiş temsilcileri ve onların hizmetçileri olarak değil de, sırf bize benzedikleri için insan olarak görmek gerekir.

Oysa egemen, insanın insan tarafından kul edilmesi sürecinin ürünüdür ve yeryüzünde, insanın insan tarafından kul hâline getirilmesinden daha ağır bir suç yoktur.

İşçi sınıfı, yönetilenler, sınıf savaşımından, egemenler gibi öğrenmezler. Onlar, ancak devrimci örgütleri varsa, sınıf savaşımının deneyimlerini kuşaklar boyu sindirebilirler.

Bu açıdan, belki de birkaç noktayı tekrar hatırlamanın zamanıdır.

1

İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki savaşım, biz devrimcilerin yarattığı bir savaşım değildir. Daha önce de sınıflar arasında savaşım vardı. Köle ile köle sahipleri arasında, serf ile bey arasında olduğu gibi. Kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişidir. Bu anlamda, sınıf savaşımının da en gelişmiş biçimlerinin ortaya çıktığı toplumdur. Kabaca söyleyecek olursak; işçiler, serflerin, kölelerin neslindendir, burjuvaların ataları ise beyler-soylular ve köle sahipleridir.

Demek ki, sınıf savaşımı, kapitalizm öncesi toplumlardan geliyor. Öyle ise biz Marksist-Leninistler, sınıf savaşımını keşfetmedik, hele hele yaratıcısı, biz, hiç değiliz. Bizden önce de sınıf savaşımı vardır. Demek ki, bizim dönek sülalesi, kendileri devrimden ve mücadeleden vazgeçtiklerinde, dünyada sınıflar savaşımının da biteceğini varsaymakla, çok kibirli davranmış oluyorlar. Ya da biz, devrimci sosyalistler, eğer karar verir de mücadele etmezsek, sınıf savaşımı bitecek değildir.

Toplumun sınıflara, çıkarları uzlaşmaz sınıflara bölünmesi, aslında “olumlu” bir hâl değildir. Eğer devlete “pislik” derseniz -bizce sakıncası da yok- ama bilimsel olarak doğru olmaz; ama derseniz, bu pisliğin ana kaynağı sınıfların bizzat varlığıdır. Bu nedenle, sınıfların ortadan kalkması için mücadele edenler, gerçekten de “gerçek insanlık tarihinin” başlangıcına katkı sunmuş olurlar. Böylece sınıflar ortadan kalkmış olur.

Sınıfların ortadan kalkması, ancak ve ancak, varlığı bir başka sınıfın sömürüsüne dayalı olmayan işçi sınıfının iktidarı alması, üretim araçlarının sahipliğinin özel mülkiyetten çıkması, sömürünün tüm biçimleri ile sadece bir ülkede değil, tüm dünyada ortadan kalması yolu ile mümkün olabilir. İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak burjuvaziyi tarih sahnesinden sildiği zaman, aslında bir sınıf olarak da kendini ortadan kaldırmış olur.

Bize “işçi sınıfı bitti” diye müjdeler verenler, işte o gün için savaşırlarsa, gerçekten de işçi sınıfı da ortadan kalkabilir. Yoksa egemen sınıf, işçi sınıfını sömürmeden var olamaz. Bu bir niyet, istek vb. meselesi değildir. Bu, kapitalist toplumun temel yapısıdır.

Kapitalist toplumun temel itici gücü, bu iki sınıf arasındaki savaşımdır. Sınıflı toplumların tarihi, son tahlilde sınıf savaşlarının tarihidir. Sınıf savaşımını, bu denli geniş bir biçimde ele almak gerekir.

2

Biz Marksistler, sınıf savaşımının, zorunlu olarak işçi sınıfının iktidarı yolu ile, toplumsal bir devrimle, yeryüzünden tüm özel mülkiyet silinene kadar devam edeceğini, işçi sınıfının ve toplumun tek kurtuluş yolunun bu olduğunu söyledik, söylüyoruz.

İşte tüm yeryüzünden kapitalist, sömürücü sınıf yok edildiğinde, işçi sınıfı da yok olacak ve o zaman gerçek anlamı ile insanlığın tarihi başlayacak. Yani bugün, bir anlamda insan öncesi tarihteyiz. Bu tarihe, en geniş anlamı ile doğanın insanlaşması tarihi diyebiliriz. İnsanın doğayı tahrip eden olmaktan çıkıp, içinden çıktığı doğa ile yeniden bir üst düzeyde bütünleşmesi, ancak komünizm sonrası dönemde sağlanabilir.

Biz Marksistlerin keşfettiği şey, sınıf savaşımının, işçi sınıfının iktidarı ile son bulmaya evrileceğidir. İşçi sınıfının iktidarı almasının yolu ise, işçi sınıfının sınıf bilinci ile donanmış, devrimci bir işçi sınıfı olmasıdır. Bunu sağlamak ise, bireysel bir iş değil örgütsel bir iştir. İşçi sınıfı, tarihsel rolünü, sosyalizmi kurma ve kapitalist sistemi yıkma mücadelesindeki öncü rolünü, ancak gelişmiş devrimci örgütü sayesinde yerine getirebilir.

İşte biz Marksist-Leninistlerin katkısı burada aranabilir.

Elbette, bu işi yapacak devrimci örgüt denilince, onun yapısı konusunda. Biliniyor, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal arasındaki farklılıklar, ideolojik olduğu kadar, aynı zamanda örgüt konusunda da vardır. Bolşeviklerin örgüte yaklaşımının farklılığının temelleri ta oralardan gelir.

Devrimci örgüt, devrimin öncüsü olan işçi sınıfının devrimci örgütüdür ama, bu aynı zamanda o örgütün, örgütsel yapısı konusunda da bazı ipuçları içerir. Bizim çelik disiplinli, gönüllüler ordusu dediğimiz zaman ya da diğer niteliklerini eklediğimizde, aslında herkesin, kendine solcu diyen herkesin örgüt denildiğinde anladığından farklı şey anladığımızı herkes bilir.

3

Kapitalist-emperyalist sistemin bugün geldiği aşamada, sosyalizm ve devrim, sadece işçi sınıfının nihaî kurtuluşunun yolu değil, aynı zamanda tüm insanlığın da kurtuluşunun yoludur.

İşçi sınıfının amacı, açık ve net bir biçimde, siyasal iktidarı alıp, proletarya diktatörlüğü ile burjuva sınıfın tüm direncini kırmak, bu yolla, dünya çapında devrimi zafere ulaştırarak, komünizme varmaktır.

Devrimci işçi sınıfının amacı budur.

İşçi sınıfı, bu yolda örgütlenirken, birçok savaşımdan geçmek, çetin mücadeleler yürütmek, yenilgiler tatmak ile karşı karşıya kalacaktır. Kalmıştır da. Bu nedenle, yenilgiler “mücadelenin bittiğinin” değil, o aşamada yenildiğimizin ve daha ileri bir örgütlülük ve bilinçle yeniden ayağa kalkmamız gerektiğini öğrendiğimiz dönüm noktalarıdır. Yenilgileri zafere çevirme iradesi buradan gelir.

İşçi sınıfı, bu mücadeleye, devrimci bir öncü, devrimci bir örgüt ile hazırlanır.

İşçi sınıfı, sömürüyü, yaşamının zorluklarını vb. anlamak için bir öncüye ihtiyaç duymaz. İşçi sınıfı, devrimi zafere ulaştıracak, nihaî çıkarlarını savunacak, bu devrimci mücadeleye kendini hazırlayacak bir öncüye ihtiyaç duyar.

Yaşamları boyunca, nesillerdir yönetilmiş olan işçi ve emekçiler, halk, aslında kendi günlük mücadelesinden birçok şeyi öğrenir; devleti, egemeni tanır, ama onu alt edecek strateji ve taktiği, ancak devrimci bir öncüsü varsa geliştirebilir.

4

Bu nedenle, öncelikle, işçi sınıfının, bağımsız, kendi devrimci yolunda, mücadele sahnesinde olması gerekir.

Yani, işçiler, burjuva partilerin, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin kuyruğuna takılarak, kendi sorunlarını çözemezler.

İşçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olur. Ama bu onların devrimci bir örgüte, öncü bir örgüte sahip olmaları ile sağlanabilir.

Birçok işçi örgütü vardır. İşçilerin içinde örgütlendiği birçok işçi örgütü, başka başka yollarla, düzene bağlanmaktadır. Bir işçi örgütünün varlığı yetmez, devrimci öncü bir işçi örgütünün varlığı gereklidir.

Birçok siyasal hareket, işçi örgütü olabilir. Gerçekten de öyle olabilirler. Ama devrimci bir işçi örgütü olmak, her zaman başka anlamlar taşır.

Sendikalar da işçi örgütleridir. Gereklidirler. Sendikaların, bugünkü hâline bakıp, “bunlar satılmış sendikalar” diyerek, işçilerin sendikalara ya da günlük ekonomik ve sosyal hakları için mücadele edecek kitlesel örgütlere ihtiyaçları olmadığını söylemek yanlıştır. İşçiler, elbette sendikalarını kuracaklardır.

Ancak sendikalar, işçi sınıfının devrimci öncü örgütü olamazlar, yapıları gereği olamazlar.

İşçi sınıfının öncü örgütü, işçi sınıfının çıkarlarını, nihaî çıkarlarını, sosyalizm ve devrim davasını, her koşul ve şart altında savunabilecek, işçi sınıfının bu doğrultuda doğru stratejik ve taktik yaklaşımlarını örgütleyebilecek, bir savaşım biçiminden diğerine geçmeye yetenekli, siyasal bilinci yüksek, savaşımın her biçimini kullanmaya yetenekli, çelik disiplinli devrimci bir örgüttür.

Bu, sendikalardan ayrı, siyasal bir örgüttür.

Bugün sendikaların içinde bulunduğu hâle bakarak, devletin sendikalar üzerindeki denetimine bakarak, sendikaları reddetmek yanlıştır. Sendikalar, işçi sendikası olmalıdır. İşçiler sendikalarda söz sahibi olmalıdırlar. Sendikalar, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını net bir biçimde savunmalıdır. Oysa günümüzde sendikalar, devletin uzantıları, işçileri satmanın örgütleri, işçi sınıfının devlet ve egemen burjuvazi tarafından kontrol edilmesinin araçları, yarı-mafyatik örgütler hâline gelmiştir. Ankara’da Türk Metal’in merkez binasına bakıldığında, bu binanın bir holding merkezi gibi olduğunu anlamak zor değildir. Devlet-tekeller tarafından kontrol altına alınmış mafyatik örgütler hâline gelmiş bu sendikalar, sınıf mücadelesi geliştikçe, işçiler tarafından geri alınacaktır, alınmalıdır.

Günümüzde, sendikalar da dâhil demokratik kitle örgütleri (DKÖ), ya burjuvazi-devlet tarafından ele geçirilmiş hâldedir ya da işçi sınıfından yana örgütlerdir. Burjuvazinin müdahale etmediği, kitle örgütü ya da salon takımının söylemi ile “sivil toplum örgütü” yoktur.

Sınıf mücadelesinde işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ve siyasal bilinci ne kadar geri ise, bu DKÖ’ler de devlet tarafından o denli kontrol edilebilir, yozlaşmış yapılara dönmektedirler. Bu sadece sendikalar için geçerli değildir, her türlü örgütlenme için geçerlidir. Alevi örgütlenmelerine bakmak bu açıdan doğru olur. Devlet, Alevi örgütlenmelerini, bir DKÖ olarak kontrol etmek için, uzun süredir uğraşmaktadır ve bu konuda aldığı yol da küçümsenir değildir. Hâlâ direnen ve teslim alınamamış örgütlerin varlığı, elbette çok değerlidir. Bunu her alanda görmek mümkündür.

İşçi sınıfı, işte böylesi bir siyasal bilinçle, böylesi bir siyasal örgütlenme içinde ise, işte o zaman bağımsız bir güç olarak sahnede yer alabilir. Yoksa, şu ya da bu vaatlerle, burjuva partilerden birinin ya da diğerinin kuyruğu olmaktan kurtulamaz.

İşçi sınıfı ya devrimcidir ve her şeydir ya da değildir ve hiçbir şeydir.

Bu söz, Marx döneminden beri geçerlidir. Eğer işçi sınıfı devrimci değil ise, bir bağımsız güç olamaz. Bu nedenle, devrimci sosyalistler, işçi sınıfını bağımsız bir devrimci güç olarak örgütlemekle görevlidir. İşçi sınıfının içinde olmadığı bir devrimci mücadele kapitalist sistemi yıkamaz. Devrimcilerin görevi, işçi sınıfını, kendi öncüsü olarak devrimcileştirmektir. Demek ki, ne işçi sınıfı olmadan devrim oluyor, ne de devrimci öncü örgüt olmadan devrim oluyor. İkisi birlikte gereklidir.

İşçi sınıfı, aynı zamanda tüm toplumsal devrim sürecinin öncüsüdür. Bu aynı zamanda, devrimcileşmiş bir işçi sınıfının, toplumsal mücadeleye katılan tüm güçleri de toparlama gücüne sahip olduğunu gösterir. Bu işçi sınıfının, kapitalist toplumun tek devrimci sınıfı olmasından gelmektedir.

5

Tüm bunlar bilinen şeylerdir ve sadece birkaç (binlerce de olabilir) liberal solcu bir yana bırakılırsa, kabul gören bilimsel gerçeklerdir de.

Ama buna rağmen, sınıf mücadelesi, bu metinlerde olduğu gibi sürmez. Renkli bir süreçtir devrim süreci.

Günlük mücadele ile, sosyalist devrim mücadelesi arasında zaman zaman açı açılır. Öyle anlar gelir ki, bir konuda alınacak tutum, her şeyin önüne geçer. İşte böylesi anlar için, işçi sınıfına bilim, Marksizm-Leninizm gereklidir. Devrimci örgüt, bu bilim ile süreçlere bakmakla yükümlüdür. Günlük gelişen mücadelenin her aşamasında, nihaî amacı unutmadan, doğru kararlarla yolunda yürümek ve işçi sınıfına öncülük etmek zorundadır.

Bu o kadar kolay bir süreç değildir.

Nihayetinde bu bir savaştır.

En büyük savaşlar gibi, en küçük savaş da ciddiyetle ele alınmalıdır.

Savaşta, düşman güçleri, çok farklı manevralar yapabilmektedir. Bu nedenle, savaşın her anı, somut olarak ele alınmak, değerlendirilmek zorundadır.

Dediğimiz gibi, devrimci mücadeleler tarihimiz bunun sayısız örnekleri ile doludur. Bazan bir adım geri atılır, ardından iki adım ilerlenir. Bazan en umutsuz bir anda, etkili bir mücadele yolu bulunur. Bazan tersine, kötü ve yanlış bir adım, birçok kayba neden olur.

Örnek olsun, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Osmanlı beylerini birkaç kez yendikten sonra, Osmanlı’nın topyekûn savaşına, ormanı yakması, köylüleri toptan kılıçtan geçirmesi tutumlarına, doğru yanıt verememişlerdir. Köylüleri, halkı kurtarmak ve korumak için Karaburun’a çekilmiş, orada düşmanla karşılaşmışlardır. Bu durum, aslında savaşımın yanlış taktiklerle yürütülmesidir. Oysa, başka cephelerden de bir saldırı, çok farklı sonuçlar verebilirdi. Bunu, elbette biz, savaşın sonunda görebiliyoruz. Bu taktik bir hata, stratejinin zayıflığı ile mi ilgilidir? Eldeki kaynaklar yeterince zengin olmadığı için, yanılıyor olabiliriz, ama öyle görünüyor. Trakya ve İznik cephesi, belki de daha önce açılmalıydı.

Başka bir örnek Sovyetler’den verilebilir.

İkinci Dünya Savaşı, devrimci direnişin tarihinde oldukça önemli bir yer tutar. SSCB, 1917’den başlayarak, emperyalist güçler tarafından kuşatılmaya başlanmıştır. Devrimin ilk anında, içeride Beyaz Ordu (emperyalist destekli Denikin kuvvetleri), karşı devrim için cennetini kaybetmiş egemenler adına saldırırken, dışardan, Japonya ve İngiltere, özel savaş tekniklerini devreye sokmuşlardır. Bu oldukça zorlu bir savaştır ve 1919’da Alman devrimi yenilgiye uğradıktan sonra, devrimi yayma düşüncesi bir adım geri düşmüştür. 1921’de Lenin, bir adım geri atmış olarak devrimci mücadeleyi sürdürmeye karar vermiştir.

Bugün Stalin’i eleştirenler, onu “diktatör” olarak eleştirmektedirler. Hiçbir biçimde doğru değildir.

Devrimci savaşta, devrimcilerin ordusu gönüllüler ordusudur. O, burjuva ordulardan ayrılır, paralı ordulardan ayrılır. Gönüllüler ordusu, ileri bir bilince dayanır. Derler ki, devrimci bir orduda, komutanlar, sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludur.

Stalin, eğer yanlış yapmış ise, daha çok, saldırı psikolojisini terk etmekle yapmıştır. ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını atması, aslında Kızıl Ordu’nun durdurulması amacını gütmekteydi. Bu saldırı, Sovyetler’i, “kazanımlarını koruma” adına, savunma noktasına itmiştir. Mesela Fransız Devrimi, bu saldırı psikolojisinin terk edilmesinin sonucu geri çekilmiştir. Hitler faşizmini yenen Kızıl Ordu, gerçekte, tüm emperyalist cepheyi yenmiştir. Ama ABD, tam bu noktada, savaşa dâhil olmuş ve SSCB’yi büyük bir kuşatma siyasetini başlatmıştır. Savaşın kayıpları ve yaraları içinde SSCB, bir adım geri atmış, kendi kabuğuna çekilmeye başlamıştır.

Aslında taktik olarak değeri olan bir barış anlaşması, “barış içinde bir arada yaşama” stratejisine dönüştürülmüştür. Yani bir adım geri taktiği, stratejiye dönüşmeye başlamıştır. SSCB, o tarihlerden başlayarak, devrim zafere ulaşana kadar, hiçbir devrimi açıktan desteklememiştir.

Enternasyonalin yokluğu, dünya devrimci hareketini, Sovyet dış politikasını takip eden örgütler topluluğuna çevirmiştir. Taktik, stratejiye dönüşmüştür.

Görüldüğü gibi, mücadelenin şiddeti, bazı anlarda, taktik olarak çok değerli olan hamleleri strateji düzeyine yükseltme hatasına yol açabilmektedir.

Buna ilişkin pek çok örnek bulunabilir.

Sınıflar arasındaki savaşım, öyle anlar gelir ki, bir sorunu, her şeyin önüne getirir ve bu konuda “ufku görmeyen” adımlar atıla atıla, sonuçta devrim ve sosyalizm hedefi sisler arasında, teorik bir hedef olarak kalır. Sorarsanız sosyalizm hedefi vardır ama pratikte bu hedef gölgelenmiştir.

Bu nedenle, her zaman somut durumun somut tahlili çok ama çok önemli bir hâl alır.

İşçi sınıfı, Marksizm ile ilk kez devrimci bir teoriye, bilime sahip olmuştur. Bu bilim, sadece devrim sürecinde değil, devrimden sonra yeni toplumun kuruluşunda da yol göstericidir. Ancak, bu bilime, bu teoriye canlı bir varlık olarak sahip çıkmak gerekir. Marksizm ölü dogmalar yığını değildir. Canlıdır, bilimdir.

Teorinin genel yönleri ile, mücadelenin renkli ve canlı durumları arasındaki bağı, ancak örgütlü, devrimci teoriye sahip ise işçi sınıfının öncü örgütü kurabilir.

Devrimin gelişimi, sınıf mücadelesinin gelişimi, bir çok etken altında oluşur. Bunun bir yönü, uluslararası alanda yaşanan gelişmelerdir. Bir yönü ise, devrimci mücadelenin her iki cephesindeki güçlerin durumudur. Bu nedenle, her zaman somut durumun somut tahlili gereklidir. Öyle bir kere devrimin rotasında anlaşıp, dümdüz gitmek, ilerlemek mümkün değildir. Devrimci rotaya sahip çıkmak, genel teorik kabulleri sıralamakla mümkün olsa idi, işimiz çok da kolay olurdu. Zor olan, önemli olan, günlük mücadelenin renkliliği içinde, devrimin rotasını savunabilmek, egemen kılabilmektir. Devrimin gündemi ancak bu yolla, mücadelenin her anında doğru algılanabilir.

6

Bugün içinden geçtiğimiz koşullarda, Saray Rejimi’nin devrilmesi meselesi önemli bir konudur.

Önemlidir ve dahası olanaklıdır.

Ama bu sorun, gündemimize Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, ki olanakları vardır ve olgunlaşmıştır, şeklinde değil de, Erdoğan’ın indirilmesi şeklinde çıkarılmaktadır.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ni ve devleti korumak için, meseleyi Erdoğan sorunu olarak ortaya koymaktadır. Gerçekte de, Erdoğan, egemenler tarafından öne çıkarılmaktadır. Halkın, kitlelerin devlete, Saray Rejimi’ne duyduğu öfke, Erdoğan ile çakışmaktadır. Liberal sol, burjuva muhalefetin de katkısı ile, kitlelerin devlete karşı öfkesini, Erdoğan’a karşı öfke ile sınırlamak istemektedir.

Aslında çoktan siyasal bir ceset hâline gelmiş olan Erdoğan, bir paratoner görevi görmektedir. Erdoğan, çoktan tükenmiştir. Tükenmiş olanı vererek, devleti-sistemi kurtarmak mümkün müdür denemesi yapmak istiyorlar.

Ama efendiler arasında süren savaş, ABD-AB ve İngiltere arasında süren paylaşım savaşımı, ülkemizde de yansımasını bulmaktadır. AB, ekonomisine sahip olduğu Türkiye’de, kendine bağlı bir siyasal yönetim organize etmek istemektedir. Oysa ABD, NATO kanalı ile, tetikçi bir yönetim hâline getirdiği Saray Rejimi’nin devamı için, Erdoğan üzerinden devam etmek istemektedir.

Gerçekte ABD, dünya çapında savaşı sürdürmek istiyor. Onun meselesi Erdoğan değildir. O bu savaşı sürdürecek yapı peşindedir ve bu yapı Saray Rejimi’dir. Bu onun çıkış yolu hâline gelmiş durumdadır. ABD hegemonyasının çözülmesini engellemek için, tüm güçleri ile savaş politikalarını dayatmaktadır. Bu konuda rakipleri olan Almanya, Fransa, Japonya ve İngiltere’den daha avantajlıdır. Bu avantajı kullanırken, Ukrayna gibi operasyonlarla, tüm eski müttefiklerini kendi bayrağı altına toplamaktadır. Bu yolla “tek kutuplu dünya”nın devamını istemektedir. AB, bu politikalara, Ukrayna’da, Avrupa’da razı olmuş durumdadır. Ama Türkiye’de Avrupa anakarasından farklı bir tutumu vardır, Türkiye’de bu mücadele sürmektedir.

Tüm bu koşullarda, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun taktiği, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını bir yana bırakacak şekilde, solun Kılıçdaroğlu arkasına dizilmesine neden olmuştur.

Bu aslında, egemenlerin, işçi sınıfına, Kürt devrimine karşı, başarılı bir hamlesi sayılabilir. Daha seçim öncesinde bu sağlanmıştır. Yani seçimin yapılıp yapılmayacağı ya da yapılırsa sonucunun ne olacağından önce, egemen, avantajlı bir konum elde etmiştir. Gelişmekte olan direniş, işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin direnişi, bu politikaya kurban edilmek istenmektedir.

Oysa etkili bir direniş hattı, zaten sadece Erdoğan’ı götürmekle kalmaz, aynı zamanda Saray Rejimi’ni de alaşağı edecek durumdadır.

7

Devrimci mücadele, her zaman zafere ulaşmaz.

Örnek olsun 12 Eylül’de yenildik. Ama yenilginin de türleri vardır. 12 Eylül’de devrimci hareket, sokağa, barikatlara çıkmamıştır, çıkamamıştır. Buna devleti iyi tanımamak da diyebiliriz. Ve evinde kitap yakarak 12 Eylül’ü karşılayan bir devrimci hareket, zaferi kazanacak iradeyi de gösteremez.

12 Eylül’de devrimcilerin direnişi hapishanelerde yaşanmıştır, işkencehanelerde yaşanmıştır. Hiçbir biçimde küçümsenir değildir. Yüzlerce insan işkencelerde, düşmanın üstüne yürüyerek ölmüştür. Ama sokakta, barikatların üzerinde yenilmek, elbette daha büyük bir değer taşırdı.

Bazı savaşlarda, barikata çıkmadan yenilmek, barikata çıkarak yenilmeye göre bin kat daha yıkıcı sonuçlara mal olmaktadır. 12 Eylül’ün sol içinde yarattığı erozyon, tam da böylesi bir yenilginin ürünüdür. O nedenle çok daha tahripkâr olmuştur. “Sudaki İz” gibi pişmaniye yazını böylece ortaya çıkmıştır.

Devrimci mücadele, eğer hakkı ile yürütülürse dahi yenilebilir. Ama böylesi yenilgilerin, hem dersleri çok verimlidir hem de yan ürünü olarak reformlar ortaya çıkabilir.

Bugün, Saray Rejimi’ne karşı bazı haklar elde etmek, bazı reformlara razı olmak, asla ve asla burjuva partilerin arkasına takılarak sağlanamaz. Direniş hattını savunmak, o hatta yürümek, olur da kesin bir zafer oluşturmazsa da, birçok hakkı elde etmenin garantisi demektir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, kadınlar ve gençler, Gezi Direnişi’nden bu yana geliştirdikleri direniş hattını savunmak, geliştirmek, derinleştirmek, daha örgütlü hâle getirmek zorundadır.

Seçimin yapılıp yapılmamasından, sonuçlarından vb. bağımsız olarak devrimciler kendi hatlarını sürdürmek, direniş rotasını korumak zorundadırlar. Bu direniş rotası olmamış olsa, sellerde, yangınlarda, ekolojik tahribatta insanların direnişi olmamış olsa, işçilerin grev silahına yönelmeleri olmamış olsa, hangi hak elde edilebilirdi ya da Saray Rejimi bu krizi yaşar mıydı? Mücadeleye, direnişe değer vermek gerekir.

Saray Rejimi’ne karşı, burjuva partilerin arkasına kilitlenmek, taktik değeri olan bir hamle, bir tutum değildir. Tersine, direniş hattına, mücadeleye güvenmemektir. Korkarım ki, bugün Kılıçdaroğlu seçimi kaybetse ya da Erdoğan seçimi tekrar çalsa, bu liberaller, hep birlikte halkı suçlayacaklardır.

Burjuva partiler Saray Rejimi’nin gerçek anlamda destekçileridir. Ne zaman eften püften bir konu olsa burjuva muhalefet Erdoğan’a karşı sözler söylemektedir ama ne zaman ciddi bir konu olsa, burjuva muhalefet Saray Rejimi’nin arkasına, “devlete zarar gelmesin” tutumu ile, geçmektedir, onu savunmaktadır.

Suriye savaşını ele alalım ya da Libya savaşını ya da Kafkaslardaki operasyonları ya da NATO karşısında tutumu ele alalım. Hepsinde burjuva muhalefet, “devletin çıkarları” yaftasının ardına geçip, Saray Rejimi’ne destek vermektedir.

Mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasını ele alalım ya da “demokrasi şampiyonlarının” belediyelere kayyum atanırken aldığı tutumu ele alalım. Hepsinde, bugünün muhalifleri olarak geçinenler, topluca Saray Rejimi’nin politikalarına onay vermişlerdir. Deprem bölgesine ilk gittiğinde Kılıçdaroğlu, “bizi tutuklayacaklarsa da yardımlara devam edeceğiz” tutumunu neden sürdürmedi? Kulağını mı çektiler?

Dünyada, yakın dönemde örnekler var. Her birinde, direnişlerle saraylar alaşağı edilmiştir. Bu halk hareketleri, alaşağı ettikleri sarayların yerine, doğru bir yönetim koyamamış olabilirler. Ama bunu denemeleri mi suçtur?

“Sokağa çıkmayın, çünkü iç savaş ilan ederler” tutumu, tam da zaten var olan iç savaşı görmemektir. Saray Rejimi’nin halka karşı açtığı bir savaş vardır. Dışarıdaki savaş politikaları, içeride de savaş politikaları ile sürmektedir. Sokağa çıkınca “çıkar” dedikleri iç savaş zaten vardır, çoktan çıkmış durumdadır.

Seçime kadar bekleme ve halkı, işçi ve emekçileri evlerinde seçimi bekler hâle sokma, burjuvazinin, egemenlerin başlı başına bir kazanımıdır. Bu yolla, kitlelerin direnişini tıkamak istiyorlar. Onların, egemenlerin zaten istediği şeyi yapmaya taktik demek, büyük hatadır, işçi davasına ihanettir.

Biz devrimciler, işçi sınıfına, kadınlara, gençlere açık ve net bir biçimde gerçeği, çıplak hâlde gerçeği söylemek zorundayız. Sizleri, bizleri kimse kurtaramaz, hele ki düzen partileri bunu asla yapamaz. Bizi, ancak ve ancak kendi eylemlerimiz, kendi mücadelemiz kurtarabilir. “Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır.”

Saray Rejimi, devlet, ikili politika uygulamaktadır; bu politikanın bir ayağı, baskı, şiddet, saldırı vb.dir. Ama bu saldırılar artık kimseyi korkutmamaktadır. Bunca ölüm, bunca katliamdan sonra, korkacak alan daralmıştır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin canları burunlarındadır, öfkeleri kabarıktır. Bu nedenle şiddet artık eskisi kadar önemli bir işlev görmemektedir. Elbette hâlâ işe yaramaktadır ve egemen bu şiddet politikasından asla vazgeçmez. Bu, egemenin egemenliğinden vazgeçmesini beklemek olur. Ama bu şiddetin yanında ikinci olarak gelişmekte olan kitle hareketini, direnişi boğmak için, öfkeyi kontrol etmek için, devletten kopuşu önlemek için, burjuva muhalefet devreye sokulmuştur. “Yasalara” bağlılık gibi bir hat üzerinden burjuva muhalefet, seçimleri beklemeyi propaganda etmektedir. Oysa Saray Rejimi, zaten 2015’ten bu yana, her seçimi hile ile almış, çalmıştır. Yasalara rağmen aday olmuş bir Erdoğan’dan yasalara uymasını beklemek saflık değil ise, Saray Rejimi’ni desteklemenin bir başka yoludur.

Gerçekten ana sorun Erdoğan’ın gitmesi ise, bunun yolu sokaklardır. Sokaklara çıkmamış bir halk, kendi haklarını alamaz.

İşçi ve emekçilerin direniş hattını geliştirmek, devrimcileşmek dışında çözümü yoktur. Bunun yerine konulacak, geçici bir ara hedef yoktur.

Tüm dünyada kapitalist sistem savaşa hazırlanmaktadır. Dünya kapitalist sistemi, “demokrasi” adı altında savaşlar ve katliamları pazarlamakta, tüm dünya ölçeğinde sistem daha da gericileşmekte, burjuva demokrasisinin görüntüsel unsurlarından bile kurtulmaktadır. Ve Saray Rejimi gibi bir rejimin olduğu ülkemizde, seçimlere bu denli bel bağlanılması açık bir çelişkidir.

Devrimci tutum, işçi sınıfının devrimcileşmesini, direnişlerin geliştirilmesini, Gezi döneminden daha ileri örgütlenmelerin yaratılmasını savunmaktır. Bunun için, gün be gün, mücadeleyi geliştirmek gereklidir. Hem direnişleri yaymak hem direnişleri daha örgütlü hâle getirmek hem de işçi sınıfının devrimci örgütlenmesini geliştirmek, içinden geçilen sürecin ana yaklaşımıdır. Tüm enerjimizle, tüm kararlılığımızla, bu doğrultuda mücadele yürütmek gereklidir. Örgütlü mücadelenin gelişimi, elbette zaman alır. Örgütlü mücadele, süreklilik ister. Zaten bu nedenle, sisteme karşı bireysel mücadele ile zafer kazanılamaz. Çok şey yapılabilir, ama bireysel tutum ve eylemlerle devrim başarılamaz.

Derler ki, taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.

ABD hegemonyası, kapitalist sistemin derinleşen krizi ve savaş politikaları

Artık, daha çok sayıda insan, kapitalist sisteminin derinleşen krizinden, hatta bu krizin açmaz hâline gelmekte olduğundan söz ediyor.

Ve artık, bizim cephenin bir avuç insanları dışında da pek çokları, bunlara katıksız burjuva kalemşörler de dâhil, savaşın giderek dünya ölçeğine yayıldığını ve üçüncü dünya savaşından söz edebileceğimizi kabul ediyor.

İyi ama bu ne demektir?

Biliyoruz, gerçeğin bir parçasını söylediğinizde de, aslında “gerçeği” söylemiş olmazsınız, hatta bazı durumlarda bu yolla, “esas olan”ı örtmeyi bile başarabilenler vardır. Burjuva kalemşörlerin çoğu bunu yapmaktadır.

Dahası, CHP ve liberal solun, bazı “şaşkın” aydınların her gün tekrarladığı gibi “liyakatsiz ve beceriksiz” kadrolar kategorisine asla sokulamayacak kadar gelişkin bir manipülasyon ve propaganda aygıtı oluşturmuş olan Saray Rejimi’nin hizmetlileri, bazı “uzman” kalemşörler, her zaman gerçeğin bir bölümünü “sos olarak kullanarak”, manipülasyon yaratmaktadırlar.

Demek, gerçeğin sadece bir bölümünü söylemek, kimseyi “doğrucu” yapmaz. Yetersizdir. Mesela “sınıf savaşımından” söz etmek yetmez. Çünkü o zaten, hayatın içinde var. Ama bu sınıf savaşımının, zorunlu olarak, proletaryanın kapitalist sistemi yok etmek üzere iktidarı almasına evrileceğini ve bunun yolunun ne olduğunu söylemek, farklı bir şey söylemektir, ki gerçek de buradadır.

Savaş varken “savaş yok” demek, aslında etkili bir propaganda yürütmekten de vazgeçmek olur. Bu nedenle, “uzman” burjuva devlet hizmetlileri, daha farklı yollarla yalanlarını söyler, gerçeği gölgede bırakırlar.

Bugünkü durumun arkasında, üç temel etken var.

Birincisi, emperyalistler arası savaşta, ABD hegemonyasının çözülmeye başlamasıdır. Bu çözülme süreci 1970’lere kadar gider. Amerikalı Marksist yazarlar, Sweezy ve Baran, her ikisi de, 1970’lerden başlayarak, aslında ABD hegemonyasının miadını doldurduğunu, çözülmekte olduğunu söylüyorlardı. Onlar, bunu söylerken, kapitalist sistemin daha çok ekonomik işleyişine, uluslararası tekellerin yayılmasına, ABD’nin üretim gücünün azalmasına vb. bakıyorlardı. Dönemi açısından da son derece uygundur. ABD sahte (karşılıksız anlamında sahte) dolarlar basıyordu ve Vietnam savaşını böyle finanse etmişti. Nitekim 1971’de petro-dolar sistemi ile çözülen kriz başladığında, gerçekten de diğer emperyalist güçler, ABD’nin karşılıksız para bastığını açıkça dile getirir durumdaydılar. ABD yönetimi bunu açıkça kabul etmek zorunda kaldı ve ardından, tüm petrol satışlarının dolarla gerçekleşmesi diye tanımlanacak petro-dolar diye anılan sistemi kurdular.

Yine de SSCB çözüldükten sonra, esas o günden sonra, yani 1990’lardan başlayarak, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı gelişmeye başladı. ABD, bir yandan ileri bir hamle ile “dünya devleti” olduğunu, “tek kutuplu dünya” egemenliğini ilan ederken, diğer yandan, aslında rakipleri ekonomik alandaki güçlerini, daha ileri götürme sürecinde idiler.

Şimdi, not etmeliyiz ki, eğer ABD hegemonyası çözülüyor diyorsak, bu tespit, hegemonyanın artık var olmadığı, ABD’nin ise buna karşı bir seri hamle yapmayacağı anlamına gelmez. Bu öyle, herkesin seyirci kalacağı bir süreç değildir, olamaz.

İşte savaş, bu durumun kaçınılmaz sonucudur.

Sömürgeler başka nasıl elde tutulur ya da başka nasıl yeniden paylaşılır? Bu işlerin “sulh” içinde gerçekleşeceğini düşlemek hayaldir.

Körfez saldırıları, Afganistan işgalleri, ABD’nin “demokrasi taşıma” projeleri bu çerçevede ele alınmalıdır.

İkinci etken, 2008’de zirve yapan ekonomik krizdir. Bu durum, yani krizin sistemin hegemon gücünün hegemonyasının çözüldüğü bir dönemde ortaya çıkması, elbette, daha farklı bir anlam taşır. Bu durum, hem krizi daha da derinleştirir hem de hegemonya sorununa “olumlu ya da olumsuz” etkileri daha fazla olur.

Üçüncü etken ise, Çin’in ekonomik bir güç olarak, iki binli yılların ilk on yılı dolarken, sistemin kuralları içinde ama sorun olarak ortaya çıkmasıdır.

Bu üç etken, hem krizi daha da derinleştiriyor hem de ABD hegemonyasının çözülmesini hızlandırıyor.

ABD, bu nedenle daha çok yerel düzeylerde, bölgesel çerçevede de olsa savaşı öne çekmeye başladı. ABD, rakip emperyalist güçler içinde hepsine göre askerî açıdan çok daha güçlü idi ve bunu kullanmakta tereddüt etmeyeceğini göstermek istiyordu. Tek kutuplu dünya, aslında ABD’nin politik hattının, dünya egemenliği ilanının ifadesidir.

Buna, 2011’de ABD’nin başlattığı Suriye savaşının içinde Rusya’nın Libya’da olduğu gibi sessiz kalmak yerine, sahaya inmesini de eklemek gerekir.

Böylece, Çin’in ekonomik gücü ile ortaya çıkan sarsıntı, bu kez bir askerî gücün ortaya çıkması ve sahaya inmesi ile ABD’nin planlarını bozmaya başlamıştır.

Bugün, Suriye’de, Tayvan’da, Ukrayna’da yaşanan savaş ve savaş senaryoları, aslında ABD’nin kendi savaş politikalarını dayatması ve hegemonyasını sürdürmekten vazgeçmeyeceğini ilan etmesidir.

ABD, Ukrayna ile, AB ve diğer emperyalist rakipleri (Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere) üzerinde kontrolünü daha da artırdı. Onları Rusya ve Çin’e karşı savaş için “ikna” etmiş oldu.

İyi ama bu durum, esaslı bir çözüm ortaya çıkardı mı?

Henüz, kesinlikle hayır.

ABD hegemonyası yine de çözülüyor. Elbette ABD, rakipleri üzerinde bir denetim mekanizmasına sahip idi ve bunu daha da kuvvetlendirdi. Ama yine de, hegemonyasının çözülmesini önlemek diye bir durum ortaya çıkmadı ve savaş daha kapsamlı hâle geldi.

Savaş, tam ve net olarak çözülmeden de ABD’nin hegemonyasının ne olacağı söylenemez. ABD kesin ve açık bir yenilgiyi kabul edene kadar, savaş silahına sürekli başvuracaktır; daha şiddetli, daha kapsamlı olarak.

Bugün ABD, tüm Batı, NATO, açıkça Ukrayna’da, Rusya’ya karşı bir savaş yürüttüklerini kabul ediyor. Artık, “barışta değiliz” sözleri, NATO karargâhının ana metinlerinin bir parçasıdır. Henüz bu metinler açıktan “savaştayız” demese de, “barışta değiliz” demekten geri durmuyorlar. Hatta bu savaşın sadece Rusya’ya karşı değil, aynı zamanda Çin’e karşı da bir savaş olduğunu söylüyorlar. Bu konuda perde arkasından konuşmalarının nedeni, sanıldığı gibi savaşı istememeleri değil, tersine, dünyanın fabrikası olan Çin ile savaşın olası sonuçlarıdır. Rusya ve Çin birlikte hareket ettikleri sürece, işleri kolay değil. Bunu en başta kendileri biliyor, bizden de çok ama çok daha iyi bir biçimde.

Ama böylece, Rusya ve Çin’e karşı savaş cephesinde ABD kontrolünü yeniden kabul eden emperyalist cephe, hem krizin derinleşmesini önleyemiyor hem de ABD hegemonyasını daha da fazla tartışılır hâle getirmeyi önleyemiyor.

Bu konuda son aylarda, 2023 yılının ilk üç ayında ortaya çıkan gelişmeler, oldukça önemli görünüyor.

Çin ile İran ve Çin ile Suudi Arabistan arasında ortaya çıkan ilişkiler, bazı sonuçlar doğurmuş durumdadır.

Aslında Rusya ile Suudi Arabistan ve petrol ihraç eden ülkeler arasında gelişen ilişkiler, Rusya önderliğinde başlayan ve doların dünya egemenliğini tartışan politikaların sonuç vermesi olarak ele alınabilir. Suudi Arabistan (SA diye kısaltalım), Ukrayna savaşı başladığında ABD’den gelen “petrol üretimini artırın” taleplerine hayır demiştir. Ve dahası, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Şeyhi, Biden’ın telefonuna bile çıkmamıştır. ABD’den gelen tehditlere rağmen bu böyle sürmektedir.

Ardından, Çin ile İran ve SA arasında gelişen kapsamlı ekonomik ilişkiler, yeni bir aşamaya sıçramıştır ve Çin’de süren görüşmeler sonucunda Çin ve İran arasında büyükelçiliklerin açılması noktasına gelinmiştir. SA Şeyhi İran’ı, İran Cumhurbaşkanı ise SA’yı ziyaret eder duruma gelmiştir. İsrail’in, Gazze ve Lübnan’a dönük son saldırıları, Suriye’ye dönük saldırıları aslında tam da bunun rahatsızlığının ifadesidir.

2015’te, bizde Kürtlerle barış masası devrildiğinde, Rojava devrimi ortaya çıktığında, bizde Saray Rejimi denilen devlet örgütlenmesi yaratıldığında, bölgede de İran ve SA arasında ilişkiler kesilmişti. Yemen savaşı, bu durumdan bağımsız olarak ele alınamaz. Bugün, İran ve SA arasında kurulan ilişkiler, Yemen savaşının da sonunu getirecek kapsamda gelişmelere gebe demektir.

Biden, Ortadoğu’da Rusya’nın dolduracağı hiçbir boşluk bırakmayacağız, diye kükrüyordu. Oysa bugün, ABD’nin bölgedeki varlığı sürse de, hatta artsa da, başka bir tablo ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’nin Erdoğan aracılığı ile Saray Rejimi’ni bölgeye bir kundakçı olarak sürmesinin ne kadar devam edebileceği sorusu, bu koşullarda gelişen bir sorudur.

Ama bilinmelidir ki, ABD, bölgeden geri çekilmeye niyetli değildir. Ya da daha o koşulları oluşturacak denli bir “yenilgi” kabulünde değildir.

Ukrayna’da aslında yeni bir yenilgi aldıklarını söylemek mümkündür. Ama öyle bir savaştır ki, hem kapitalist sistemin küresel krizini hem de ABD hegemonyası sorununu içerdiğinden, ABD’nin açıktan yenilgiyi kabul etmesi de o kadar olanaklı değildir.

Öte yandan, kapitalist-emperyalist sistemin bizzat varlığının neden olduğu savaşlar, savaş yenilgileri ile bitmez.

Birincisi, kabul etmek ve anlamak gerekir ki, yeryüzündeki bu savaşların tümü, kapitalizmin, emperyalizmin varlığına bağlıdır. Savaşı gerçekten önlemek isteyen bir “barış sever” varsa, gerçekten “demokratik bir barış” isteyen varsa, eğer hayal görmüyorsa, kapitalist sistemin yıkılmasını, burjuvazinin, sömürünün ortadan kaldırılmasını savunmak zorundadır, bu yolda mücadele etmek zorundadır.

Bu sadece bugüne ait bir olgu da değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda da geçerli idi.

İkincisi, emperyalist güçler savaşla yenilgi alsalar da, egemenliklerini sürdürdükleri sürece, kapitalist-emperyalist sistem yok edilmediği, dünya çapında sosyalist devrimler sistemi yok etmediği sürece, savaşın kesin kaybedeni olmuyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nı, Sovyetler Birliği ve onunla müttefik olan dünyanın her ülkesindeki sosyalistler kazandılar. Ama savaştan emperyalistler bir biçimde kazançlı çıkmayı başardılar. Çünkü devrimler ile, kapitalist dünya sistemi yok edilmedi, burjuva egemenlik, dünya çapında yerle bir edilmedi.

Öyle ise, devrimci sosyalistler, sadece savaş ile emperyalist güçlerin alacağı yenilgilere bel bağlayamazlar. Savaş, ancak kapitalist dünyanın devrimlerle yok edilmesi sonucu biter ve kazanılmış olur.

Bu nedenle Rusya ve Çin’in direnmesi, emperyalist saldırıları etkisiz hâle getirmesi, ancak ve ancak, sosyalist devrimler için bir avantaj oluşturduğu oranda işe yarar durumdadır. Emperyalist savaşa karşı çıkmak açık bir gerekliliktir. Ama bu, işçi sınıfının, bulunduğumuz her ülkede zafer kazanmasını otomatik sağlayan bir durum değildir. Bu nedenle, devrimci sosyalizm, savaşları iç savaşa çevirmek, işçilerin silahlarını kendi egemenlerine çevirmesini istemek zorundadır. Diğeri, emperyalist boyunduruğa karşı direnenleri alkışlamakla sınırlı bir tutum olur ki, sonucu biliniyor. Oysa işçi sınıfı için bugün, dünya çapında kapitalizme karşı sosyalist devrim şiarı ile saldırı cephesi oluşturmak doğru ve sonuç alıcı politikadır.

Emperyalist cephe, Rusya ve Çin’i birer sömürge hâline getirmek istiyor. Doğalarına uygundur. Bunu başarırlarsa, elbette ekonomik krize de çözüm bulmuş olacaklar, paylaşım savaşımı için de paylaşacak epeyce geniş bir coğrafya bulmuş olacaklar. ABD, hegemonya savaşını, bu hedefin arkasına ertelemek istiyor. Rusya ve Çin sömürge hâline getirilirse, işte o zaman ABD hegemonyası, tek kutuplu dünya tezi ile yeniden sağlanmış olacaktır. Bu açıdan Rusya ve Çin’in, geçmişlerinden gelen bağımsız ülke olma konumları ve bunu koruma istekleri, değerlidir. Ama işçi sınıfı ve devrimci sosyalizm için bu yeterli değildir.

İşçi sınıfı ve devrimci sosyalizm, dünya kapitalist sistemini, tümden ve dünyanın her ülkesinde tarihe gömmekle yükümlüdür.

Bu durum, hem tek tek her ülkede, devrimci sosyalist bir örgütlenmeyi, net olarak işçi sınıfının devrimci hattını savunan bir örgütlenmeyi gerekli kılıyor hem de dünyanın tüm devrimci sosyalistlerini, işçi sınıfını, enternasyonalist bir örgütlenme sorunu ile karşı karşıya getiriyor. Bu konuda tereddüt etmek, bu konuda gecikmeye neden olacak tutumlar almak, gerçekte, büyük zaman kaybıdır.

İçinden geçilen tarihsel koşullar, dünya işçi sınıfını, tarihsel görevi olan kapitalizme ve onunla birlikte bir sınıf olarak burjuvazinin varlığına son verme görevi ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu nesnel olarak, dünya çapında, yeni bir sosyalist devrimler dalgasının, çağımızın karakteri olan kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak görevinin başarılacağı bir yeni dönemin başladığını göstermektedir.

Bu nesnellikle işçi sınıfının dünya çapındaki, tek tek ülkelerdeki örgütlenmesi arasında, yani bu görevi yerine getirecek öznel güç durumu arasında bir açıklık vardır. Bunu görmemek körlük olur.

Ama bu açıklık, işin zor olduğunu gösterse de, liberal solun savunduğu gibi, devrimlerin imkânsız olduğunun kanıtı değildir.

Kapitalist sistemin, şurasını ya da burasını düzelterek, “daha insanî bir sistem” hâline gelmesi mümkün değildir. Bunu savunmak, aslında kapitalizmi savunmanın bir başka yoludur. Nasıl ki bizim devrim ve sosyalizm isteğimiz ve mücadelemiz yeni değil ise, kapitalizmi, şu ya da bu yönünü “tamir ederek”, “yaşanabilir bir sistem” hâline getirme savunusu da yeni değildir. Bu bizim, biz Marksist ve Leninistlerin yakından bildiği eski, bilindik, reformist görüşün “düşkün” versiyonudur. Bu görüşü bizim karşımıza “yeni” diye çıkaranlar, işçi sınıfının davasına karşı cepheden ateş eden düşmanların “akıl hocaları” olmaya hevesli liberal solculardır. Onların iş arama, kendilerine kapitalist sistemin farklı basamaklarında bir yer arama istemlerine bir itirazımız yok. Yolları budur. Ama bizim yolumuz da, işçi sınıfının devrimci yoludur, devrim ve sosyalizm yoludur.

Umut burjuva partilerde değil, umut direnişte, senin emeğindedir

Biliniyor, biz Kaldıraç Hareketi olarak, cumhurbaşkanlığı seçimini boykot ediyoruz. Milletvekilliği seçiminde ise, Kürt hareketini bir kere daha selâmlamak için, HDP’yi destekliyoruz. Önümüzde iki seçim bir arada var. Bu nedenle, bu ikili tutum ortaya çıkıyor. HDP, seçimlere hangi adla katılırsa katılsın, milletvekilliği seçimini mevcut Saray Rejimi’nde çok önemli bulmadığımız hâlde, onu, HDP’yi destekliyoruz.

HDP, seçimlere Yeşil Sol Parti adına katılma kararı verdi. Yeşil Sol Parti’nin adayları üzerine tartışma niyetinde de değiliz. Bu daha sonrasının işi diye düşünüyoruz.

Böyle düşünüyoruz, çünkü, mesela seçimin yapılmama ihtimalinin hâlâ yüksek olduğunu söylüyoruz. Bunun da detaylarını, defalarca yazdık. Bunlar hâlâ geçerlidir. Bu yazı Kaldıraç okuru ile buluştuğunda, seçime çok kısa bir süre kalmış olacak. İhtimal dâhilindedir ki, Yeşil Sol Parti’nin de seçime katılması engellenebilir, daha doğrusu, HDP’nin bu yolla seçime katılması da engellenebilir. Bu nedenlerle, HDP adayları vb. üzerine tartışmak istemiyoruz.

Ama biliyoruz ve söylüyoruz ki, eğer seçim olursa, efendilerin seçtikleri CHP, İYİ Parti vb. adaylarla, mecliste artık daha fazla NATO’cu var olacak.

Diyelim ki seçim oldu, diyelim ki İnce’ye çalınan, AK Parti’ye, MHP’ye çalınan oylara rağmen, seçim ikinci tura kaldı, iki sonuç görünüyor olacak.

Bunlardan biri Erdoğan’ın kazanmasıdır. Yasal olarak aday olamayacağı hâlde, onun adaylığını kabul edenler, artık YSK vb. hakkında ne söylerlerse anlamı olmayacaktır. Zira, YSK’nın yasaları çiğneyen kararlarını kabul edenler, zaten açıklayacağı sonuçları da kabul etmiş olurlar. YSK kararlarına karşı kimseyi sokağa çağırmazlar, zaten öyle niyetleri de yoktur.

Yine de, seçim gecesi, sabaha kadar YSK önlerinde toplanma çağrısı yapmamalarını, daha bugünden bu doğrultuda adım atmamalarını, anlamlı buluyoruz.

Erdoğan, asla seçimi kazanamaz. Ama “atı alan Üsküdar’ı geçti” şıkkı her zaman vardır. Bu durumda, seçimi “kazanmış” ilan edilir.

Bu hâlde, öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi’ni restore etmek için, bir yandan saldırılarını artıracaklar, diğer yandan ise, “yumuşak” görünmeye devam edecekler. Yani, demir yumruğun üzerindeki kadife eldiven yıprandığı için onu tamir edecekler.

Ne ekonomik olarak kriz ve egemenin yaşadığı ve tüm toplumu saran bunalım bitecek, ne yalan, ne baskı, ne rant, ne yağma, ne savaş ekonomisi bitecek.

Varsayalım ki seçim oldu ve varsayalım ki Kılıçdaroğlu kazandı. Yine bu “kazanma” kararı, ABD ve NATO tarafından kabul görecek ise, Saray Rejimi’nin restorasyonu başlayacak demektir.

Yine, ne ekonomik kriz bitecek, ne egemenin yaşadığı ve tüm toplumu saran bunalım bitecek. Sadece, sistem, yasalara daha fazla uyuyormuş gibi görünecek. Ve muhtemelen Erdoğan da dâhil birçok yargılama için, yollar açılmaya başlayacak. Tekrar söylüyorum, eğer seçim olursa ve eğer Kılıçdaroğlu (normal bir seçimde kazanması kesin olsa da) kazanırsa.

İşte bu nedenle biz de, “seçim sonrası” üzerine birkaç söz etmek istiyoruz.

Kılıçdaroğlu ile, ülkeye “bahar” gelmeyecek. Mesela emeklilerin hesaplarına 15 bin TL yatması bahar olmayacak. İşçilerin ne sosyal hakları genişleyecek, ne çalışma koşulları iyileşecek, ne milyonların yaşam koşulları iyileşecek. Ne soğan gündem olmaktan çıkacak, ne kiralar el yakmaktan çıkacak.

İşçilere, halka, “bize bir süre verin, nasıl şimdiye kadar evinizde, sokağa çıkmadan bekledinizse, şimdi de bizi dinleyin ve sabredin” nutukları ortalığı kaplayacak. Sendikalar ve sol, bu görüşe yatkın hareket edecek.

Erdoğan kazanırsa, yani kazandığı ilan edilirse, seçim meşru mu olacak? Elbette olmayacak, zaten şu anda da değil. 2015’ten bu yana bu ülkede “normal”e yakın seçim yoktur, olmamıştır. Yine de, solun, toplumda ismi olan bazı kişilerin kalkıp da “bu halktan bir şey olmaz” diyerek halkı suçlamaları, elbette ahlâkî olmayacak. Ama onlar bunu yapacaklar, böyle konuşacaklar, yeni bir umutsuzluk havası yayacaklar.

Kılıçdaroğlu kazanırsa, yağma, rant ve savaş ekonomisi ortadan kalkmayacak. Daha çok savaş ekonomisi öne çıkacak, yağma ve rant için, yeni aktörler devreye girecek. AB ve belki İngiltere’den bir miktar mali destek gelecek ama bu yeni yağmanın, ülke kaynaklarının uluslararası sermayeye ve onların yerli ortaklarına peşkeş çekilmesine tam gaz devam edilecek.

Savaş politikaları, hangi sonuç ortaya çıkarsa çıksın, seçimin iptali, seçimi adaylardan birinin kazanması vb. daha da geliştirilerek sürecek.

Örneğin, ülkenin tarım politikaları da değişmeyecek. Örneğin hastahanelerin ve sağlık hizmetlerinin özel sektör tarafından belirlenmesine devam edilecek. Örneğin eğitimdeki özelleşme eğilimleri durmayacak.

Yani, işçi sınıfı, kadınlar, gençler, kısacası tüm halk, aynı sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam edecek.

Ve bunun, düzen partileri aracılığı ile, işçi sınıfının bu partilerin peşine takılması ile düzelmesi ihtimal dâhilinde değildir, olamaz.

İşçi sınıfı, halklar, kadınlar, gençler, kendi elleri ile kendi kaderlerini yazmaya koyulmadıkça, bahar falan gelmeyecek. İşçi sınıfı, kendi ayakları üzerine doğrulup, bu diz çökmüş hâline son vermedikçe, farklı bir dünyanın kapıları aralanmayacak. İşçi sınıfı, kendi yolu ile, kendi direnişi ve mücadelesi ile, geleceği kurabilir. İşçilerin kurtuluşu kendi eseri olabilir. Bu gerçekleşmedikçe, daha iyi bir dönem başlamayacaktır.

Evet, Kılıçdaroğlu seçilirse, seçim olursa, seçimi Kılıçdaroğlu kazandığında kabul edilirse, Erdoğan’ın yüzünü daha az göreceksiniz. Hepsi budur.

Bu nedenle, ülkemizde gelişen, dünyada gelişen direniş hattının sürdürülmesi, büyük öneme sahiptir. İşçi sınıfının yalanlara karnı tok olmalıdır. Bunca yalandan sonra, yenilerine inanmamanın yolu, direniş hattını sürdürmek, örgütlenmeyi geliştirmekten geçmektedir.

İşçi sınıfı, milliyetçiliğin hiçbir biçimine prim vermemelidir. Sağdan ve soldan gelişecek devletçi ve milliyetçi yaklaşımları reddetmelidir. İşçi sınıfı, emekçiler, dinin bir uyutma aracı olarak kullanılmasına yeniden kanmamalıdır. Hangi görüntü altında olursa olsun, dinin ve milliyetçiliğin yeniden yükseltilmesine son vermek, direniş ve örgütlenme hattımız için önemlidir.

İşçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin kendi talepleri vardır. Bu talepler doğrultusunda direnişe ara vermeden yürümek gerekir. Bu, işçi sınıfının kendi gündemine sahip çıkması demektir.

Daha şimdiden, tüm ülkede, seçim sonrası için yüksek dolar kurları, yüksek enflasyon vb. beklentisi hâkimdir. Bu doğrudur da. Öyle ise, ekonomik olarak işçi sınıfını, emekçileri daha iyi günler beklememektedir. Egemenler, tüm toplumu sarmış olan bunalımı çözebilecek durumda değildirler. Bu bunalım, aynı zamanda kapitalist sistemin krizi ile birlikte vardır. Bu kriz, bugün emperyalist Batı merkezlerinin, NATO’nun savaş politikaları ile birleşmiş durumdadır.

TC devleti, NATO’dan çıkmadan, bu savaş politikalarından kurtulamaz. Ülkenin sömürge olduğu biliniyor. Bu sömürge olma hâli, seçimlerle değişmeyecektir. Sömürgeciler, Batı, Saray Rejimi dediğimiz mekanizmanın arkasındaki güçlerdir. Ve bu güçlerin politikaları, seçimlere, seçim sonuçlarına vb. bağlı değildir.

Saray Rejimi, hem içeride hem dışarıda savaş politikalarını geliştirmektedir. Bu politikaların devam edeceği kesindir.

Savaşı, sadece ülkemizde değil, sadece bölgemizde ya da çevremizde değil, dünyanın herhangi bir yerinde önleyebilecek tek şey, sosyalist devrimlerdir. Bu sosyalist devrimler için nesnel ortam uygundur. Sorun, işçi sınıfının bunun bilincinde olmaması sorunudur. İşçi sınıfı, bugün, bu bilinç ve bu bilincin ifadesi olan örgütlülüğe sahip değildir. Bu nedenle, önümüzde, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu alternatifi konulabilmektedir. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesi, bunu tümü ile ortadan kaldırabilir ve kitlelere gerçek çözümü, gerçek kurtuluş yolunu gösterebilir.

Bu nedenle, seçim öncesinde de, seçim sürecinde de, seçim sonrasında da, temel gündem, işçi sınıfının, kadınların ve gençlerin, her nerede olursa olsun direnenlerin, kendi gündemlerine sahip çıkmasıdır, direniş hattını geliştirmesi ve örgütlenmedir.

Egemenlerin kendi içlerindeki dalaşmalar, ister siyasal olsun, isterse Sedat Peker ya da Muhammed Yakut gibi kişilerin ifşaatı olsun örgütsüz ve bilinçsiz işçilerin işlerini kolaylaştırmazlar. Elbette onların ifşaları olacaktır, elbette nemaları kesilenlerin ya da siyasal olarak tasfiye edilenlerin itirafları kaydedilmelidir. Bunları bilmek, elbette iyidir. Ama bu durum, örgütlü ve kendi yolunda yürüyen bir devrimci işçi hareketi yoksa, bir yeni sonuç doğurmazlar. Tersine, bu seçim süreci, bu egemen içi dalaşmalar, gerçek gündemi örtmenin aracı hâline gelirler, depremi unuttururlar, katliamları unuttururlar, iç savaş hukukunu normalleştirirler, soğanın fiyatını, ekmeğin fiyatını vb. unuttururlar, işçilerin çalışma koşullarındaki kötüleşmeyi unuttururlar, eğitim ve sağlık sisteminin özelleştirilerek iflas etmesini unuttururlar. Ancak devrimci bir örgütlenme varsa, tüm bu bilgiler, işçi sınıfının mücadelesi için bir avantaj sağlayabilirler.

Burjuva muhalefetin, hiçbir ciddi toplumsal sorunda bir adım atmadığını görmek ve anlamak gerekir. Ne kadar gündem değiştirici sorun varsa, ne kadar “magazinel” konu varsa, ancak o konularda iktidarı, Saray’ı eleştirmektedirler ve bunu yaparken, asla Saray Rejimi’ni, devleti hedef almamaktadırlar. Tüm toplumsal öfke, Erdoğan’a karşı öfke biçiminde ele alınmakta, öyle yönlendirilmek istenmektedir.

Asıl olan, direnişin, devrimin gündemidir.

Bu gündeme, her koşulda sahip çıkmak gereklidir ve bugün, bu seçim sürecinde bu daha da önemlidir.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...