Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Topyekûn direniş

Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Egemen (yani uluslararası sermaye ve onun yerli temsilcileri tekelci sermaye) Saray Rejimi’ni organize etmiştir. Bu Saray Rejimi, çeşitli türden profesörlerin sandığı ve bize söylediği gibi, seçimlerle gelmemiştir. Hayır, Saray Rejimi, bir karşı-devrim örgütlenmesidir. Kürt devrimine karşı, dünyada sürmekte olan paylaşım savaşımının gereği olarak, Gezi ile birlikte gelişen toplumsal direnişe karşı ortaya çıkan bir rejimdir. Egemen, Saray Rejimi’ni, saldırılarla, kanla ve katliamlarla organize etmiştir.

Bu noktada, bazı liberal solcuların, bazı Batıcı profesörlerin, bazı “uzmanlar”ın, her gün dua niyetine tekrar ettikleri gibi, “TC devleti, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” değildir. Hiç olmamıştır, bugün hiç değildir.

Parlamento bir görüntüdür. İşlevsizdir. Parlamento, sistemin bugün gereksinim duyduğu seçim sisteminin bir görüntüsüdür. Seçimler, yok hükmündedir, meşru değildir. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, “seçimle geldiniz..” diye başlayan sözleri, Saray’ı meşrulaştırmak içindir. Seçimler, 2015 yılından bu yana sürekli hilelidir.

Saray Rejimi, sözüm ona muhalif olan tüm burjuva partilerin içinde yer aldığı, görev aldığı bir sistemdir. CHP, Saray Rejimi’nin içindedir. 

Ve şimdi, Saray Rejimi, güçlendirilmek istenmektedir.

“İç cepheyi güçlendirmek” budur. “İç cephe” dedikleri kime karşı cephedir? Elbette işçi sınıfına, elbette emekçilere karşı bir cephedir.

Saray Rejimi, TC devleti, işçi sınıfına karşı bir iç savaş yürütmektedir. Kürtlere karşı savaş, hem bir iç savaştır hem de dışarıda bir savaş demektir. Kürtlere dayatılan katliam politikaları açık ve nettir. Kimyasal silahlar, bombalar, katliamlar sürekli devrededir. Bunun üzerine suikastları koymaktadırlar.

Tam bu noktada, Bahçeli eli ile “barış” adı ile anılan ama ismi konulmayan adımlar, gerçekte, Kürt hareketini bölmek, “ya benden tarafsın ya da bertaraf olacaksın” politikasının bir uzantısıdır. Bu politika, içeride ve dışarıda savaş politikasının devamıdır.

Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ni sürdürmektedir. Bu yağma, rant ve savaş ekonomisi, Batı emperyalist güçlerinin, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortakları olan tekellerin ortak politikasıdır. Tam bir yağma politikası ortadadır. Tam bir rant ekonomisi uygulanmaktadır. MB uluslararası fonlara %16,4 dolar üzerinden, garantili faiz vermektedir. Bu fonlar, MB ile anlaşmalar yapmakta ve dolar kuru konusunda garantiler almaktadır. ABD’de, Batı başkentlerinde, bu faiz oranlarının reklamları yapılmaktadır. TC devleti tam bir savaş ekonomisi uygulamaktadır. Savaş ve silah sanayii, Saray’a yakın şirketlere peşkeş çekilmektedir. Ve ülkenin tüm zenginlikleri uluslararası ve yerli tekellere aktarılmaktadır. Tüm bunlar, gizli değil, açık adımlarla uygulanmaktadır.

Ve elbette Saray Rejimi, güçlenmek için, tüm gücü ile saldırmaktadır. Bu saldırılar, aslında toplumun esir alınmasını hedeflemektedir.

Gerçekte işçi sınıfına karşı bir iç savaştır bu.

Ama egemen, Saray Rejimi eli ile, burjuva muhalefete de saldırmaktadır. Belediyelere kayyum atandığında sessiz kalanlar, adım adım aynı baskı ile kendileri karşılaşmaktadır. CHP belediyeleri kayyum uygulamaları ile karşı karşıyadır. Bu, esir alma, burjuva muhalefeti hizaya sokma politikasıdır. “İç cepheyi güçlendirme” politikasının devamıdır. Saray Rejimi, tüm saldırılarına rağmen, tüm baskı ve şiddet politikalarına rağmen, dikiş tutturamamaktadır. Egemen bu nedenle, herkesi Saray’ın politikalarına tâbi kılmaya çalışmaktadır. 

Beşiktaş Belediyesi’ne operasyon bu amaçla yapılmıştır. Hayır, belediyelerin hilesiz, rüşvetsiz iş yaptıklarını söylemiyoruz. Ama operasyonun amacı bu değildir. Beşiktaş Belediyesi’ne operasyon, CHP’nin derin adamlarından Erdoğan Toprak ve ekibine, bize destek vereceksiniz, demek içindir. Operasyonun kendisi bir tehdittir.

Elbette, bu arkası gelecek bir operasyon gibi görünmektedir. Erdoğan, “turpların büyükleri” daha torbadadır demektedir. Turp değil, turplar, büyüğü değil büyükleri demektedir. Ama hiçbir burjuva parti, Erdoğan ve çevresinin kirli çamaşırlarını ortaya sermeye bile yanaşmamaktadır. Erdoğan ailesi kadar büyük turpları olan var mı? Ama hiçbir burjuva parti, sanki bir anlaşma yapılmış gibi, aile sırlarını ortaya koymuyorlar. Mesela İmamoğlu, İBB’de, Erdoğan’ın diplomasının olup olmadığını, hangi diplomaya sahip olduğunu açıklayabilecek durumdadır. Öyle ya, Erdoğan, eski Beyoğlu belediye başkanıdır, eski İBB başkanıdır. Ama bunu açıklamaya yanaşmıyorlar. Sanki bir çeşit anlaşma yapılmıştır ve Erdoğan’ın kirli çamaşırları açıklanmayacak diye tembihlenmişlerdir. O çamaşırları ancak NATO açıklayabilir gibi bir anlaşma vardır.

Ümit Özdağ’ın alınması da bu sürecin bir parçasıdır. Çok açık olarak Saray, burjuva cepheyi, olduğu gibi atılacak adımlara destek vermeye ikna etmek istemektedir. 

Halk TV’ye dönük operasyon da bunun bir parçasıdır. Artık, hiçbir biçimde “ben bir şey yapmadım, bana dokunmazlar” diye bir durum yoktur. Korkmanın artık anlamı da yoktur.

Ve bu yolla, işçi sınıfına, sol harekete gözdağı verilmektedir. Bunları tutukluyoruz, size neler yapacağımızı siz düşünün, denmektedir. Oysa, Saray Rejimi, her türlü şiddeti, her türlü baskıyı, her türlü hukuk tanımazlığı zaten her gün, çoktandır devreye sokmaktadır. Biz devrimciler, işçiler, öğrenciler, kadınlar zaten baskının her gün bin çeşidi ile karşı karşıyayız. 

Baroya dönük saldırı, tüm burjuva partilerin bile isteye sessiz kaldıkları bir saldırıdır. Baroya, dünyanın en büyük barolarından biri olan İstanbul barosuna saldırı, sıradan bir saldırı değildir. Ve baro, bu saldırıya karşı direnmek zorundadır, direnmelidir. İşçiler, öğrenciler, baroya dönük bu saldırıya karşı, baronun direnişine destek vermelidir. Bu destek baro ziyareti şeklinde de olabilir, davalara katılmak şeklinde de ya da doğrudan bir eylem örgütleyerek de olabilir.

Saldırılar, Saray’ın isteklerini sorgusuz sualsiz yapmak konusunda tereddüt edenlere yönelmektedir. Ayşe Barım olayı da budur. Ayşe Barım’a 5 milyon doları geri ver ve doğrudan bize çalış, denilmektedir. İşin ucu Şahenk ailesine kadar gitmektedir. Ama bunlar gündeme gelmemiştir. Sonuçta Gezi Direnişi’ne bağlanmıştır. Saray, egemen, Gezi Direnişi ile şaftı kaymış olduğunu bir kere daha itiraf etmektedir. İlgili ilgisiz herkesi Gezi davasına bağlamaktadır. Sırada tanınmış isimler, ortada durmaya çalışan, Saray Rejimi’ne karşı açık bir tutum almayan tanınmış sanatçılar olduğunu düşünmek mümkündür. Yeni bir Gezi olmasın diye, eski Gezi’ye katılmış ünlü isimlerin biat etmesini istiyorlar. 

Saray, “iç cepheyi sağlamlaştırmak” politikasını uygulamaktadır. Bu nedenle, önce burjuva cephenin içinde yer alan, ama Saray’a tam biat etmeyen unsurlara hiza vermek istemektedir. Böylece, tüm toplumu esir alma, sindirme politikası devreye sokulmaktadır.

İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişi gelişirken, bu direnişin daha geniş toplumsal kesimleri etkilemesini önlemek istemektedirler.

Ve tüm saldırılarda, tüm tutuklanmalarda, iç savaş hukuku devreye sokulmaktadır. Tek bir sanık bile, tutuklanmadan suçlanmamaktadır. Tutukluluk başladıktan sonra, uygun suçlar uydurulmaktadır. Bu, burjuva hukuk sisteminin durumunu göstermektedir. Burjuva muhalefet, onların sözcüleri uzmanlar, profesörler, sürekli olarak “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” diyerek dua etmeye devam etmektedir.

Saray Rejimi’nin hedefi açık ve nettir. İki direniş hattını, Kürt devrimi ve işçi sınıfının devrimci direniş hattını yok etmeye çalışmaktadırlar. Bunun öncesinde, burjuva muhalefeti, artık tam olarak hizaya sokmak istemektedir. Yaptıkları budur.

Baroya karşı saldırı, giderek boyutlanacaktır. Bunu görmek mümkündür. Mimar ve mühendisler odası, Tabipler Birliği gibi demokratik kitle örgütlerine karşı saldırılar bunun ardından gelecektir. Aynı saldırılar, ne kadar Saray’a şirin görünme mesajları verirlerse o kadar hızla sendikalara da yönelecektir. Bu nedenle, Saray’a şirin gözükecek mesajların artık kimseye bir yardımı olmaz.

Cepheler nettir. Saray Rejimi’ne karşı, işçi sınıfının devrimci direniş cephesinde yer almak gerekir. Bu konuda tereddüt eden, bunun bedelini ödemekten kurtulamayacaktır.

İşçi sınıfı, direnen herkes, Saray’ın tüm saldırılarına karşı, doğrudan Saray’ı hedef alan bir direniş hattı geliştirmek zorundadır. Saray Rejimi’ne, TC devletine karşı, bizim cephenin yeri, Birleşik Emek Cephesi’dir. Artık, sınıf savaşımında herkes, kendi yerini, safını seçmek zorundadır. Bunu bugün bilinçle seçmeyenler, yarın istemeden de olsa seçmek zorunda kalacaktır.

Sistemin içeride ve dışarıda savaş politikalarına karşı Birleşik Emek Cephesi ile, genel direnişi örgütlemenin zamanıdır.

Evet, laf ile işler yürümez. Genel grev, genel direniş demek ile, genel grev örgütlenmiş olmaz. Ama, işçi sınıfının adım adım, bu genel grev ve genel direniş talebini yükseltmesi gereklidir. Baroyu savunmak için, baroya karşı saldırılara karşı durmak için dayanışma eylemleri, bu nedenle çok önemlidir.

Genel grev ve genel direniş, işçi sınıfının adım adım örgütlenmesine dayanmak zorundadır. Birçok sendika, bunun önünde engeldir. Bunu biliyoruz. Ama iyi örgütlenirse, gelişecek olan direnişin önünde hiçbir sendika durmayacaktır. Bu direniş, herkesin safını net olarak seçmesini sağlayacaktır.

Genel grev/genel direniş, uzun süreli bir mücadele demektir. Bu, her adımda ortaya çıkacak direnişleri ertelemek demek değildir. Elbette her direniş gelişirken, o direnişi desteklemek gereklidir. Genel direniş, ancak ve ancak bu direnişlerin, küçük büyük demeden gelişmesi, bu direnişler içinde iken örgütlülüğün geliştirilmesi ile mümkündür. Her işçi direnişi, her kadın direnişi, her hak arama eylemi, hayvanların katliamlarına karşı her eylem, her çevre direnişi, her öğrenci eylemi, bu genel grev ve genel direnişin geliştirilmesi için bir adım olmalıdır. Ve bu, tüm devrimci hareketin açık ve net görevidir. Bu ertelenemez görevdir.

Büyük bir sakinlikle, büyük bir kararlılıkla, büyük bir enerji ile direnişleri geliştirmek, büyütmek ve örgütlülüğü geliştirmek mümkündür, zorunludur.

Bu iki sınıfın dünya çapındaki savaşımıdır. Bu savaşımda, bugün safını seçenlerin gündemi, genel grev ve genel direnişi örgütlemektir. Egemen, işçi sınıfına, emekçilere, açlığı, işsizliği, yokluğu ve yoksulluğu ancak işçi sınıfı örgütsüz olduğu ölçüde dayatabilmektedir. Çıkış örgütlülüktedir. İşçi sınıfı, devrimci bir sınıf olarak ayağa kalkmalı, bunun için örgütlenmelidir.

Saray Rejimi, tüm dünya kapitalist sisteminin bir parçası olarak, onun gibi, ondan daha büyük bir hızla çürümektedir. Devrim ve sosyalizm talebi, giderek daha köklü bir biçimde, işçiler arasında yer bulmakta, öğrenciler ve kadınlar arasında yer bulmaktadır. Başka da bir çıkış yolu yoktur. Savaşı önlemenin tek yolu, devrimdir, sosyalizmdir. Buna giden yol, örgütlenmedir, birleşik emek cephesidir, birleşik emek cephesi bayrağı altında topyekûn direniştir.

Paylaşım savaşı ve Ortadoğu’ya yansımaları

Şansölye Olaf Scholz, 2025 yılının ilk ayında, Trump daha görevi devralmadan, sanki birden Almanya diye bir ülke olduğunu yeni hatırlamış gibi, ABD, Avrupa’nın demokratik kurumlarını bilerek yok ediyor, türünden bir açıklama yaptı. Kimine göre bu açıklama, şubat ayında yapılacak Almanya seçimleri ile ilgilidir. Ama ne olursa olsun, siyasi iradesini ABD’ye teslim etmiş bir Almanya, bu açıklamalarla kendine gelemez. HTŞ liderini ziyarete giden Almanya’nın kadın bakanı, ilginç bir tarzda aşağılanmaya uğradı. Aslında bu aşağılanma, Scholz’un “Avrupa’nın demokratik kurumlarını bilerek yok ediyor,” dediği ABD eli ile yapılmış bir aşağılanmadır. Amerikalı aşağılayınca, bunda Alman basını sorun görmüyor ama ABD’nin uzantısı yeni Suriye sömürge hükümeti tarafından aşağılanınca, Alman basını yaygarayı kopartıyor. 

Bu nedenle olsa gerek Alman Şansölyesi, teslim etmiş olduğu siyasi iradesini geri almak için, birdenbire ABD’nin Avrupa’daki demokratik kurumları tahrip ettiğini söylemeye başlıyor. Öyle ya, Trump, ya askerî harcamalarınızı milli gelirin %5’ine (şu anda %2’dir) çıkartacaksınız ya da sizin mallarınıza %100 vergi uygularım tehdidini, iktidarı teslim almadan savuruyor.

Aynı Trump, Kanada ABD’nin 51. eyaleti olmalıdır, diyor. Oysa Kanada, G7 ülkelerinin içindedir. Ve dahası İngiliz kraliyetine bağlıdır. Demek, yeni durum, farklı bir hâldir. 

Yetmiyor, Panama Kanalı’nı işgal edeceğiz diyor.

Ve Grönland’ı Danimarka’dan satın alacağız, diyor. Danimarka ne zaman satmaya karar verdi bilinmez ama, sanki ona soran da olmayacak. Danimarka, resmî açıklamalarla, konuyu Trump ile konuşmaya hazır olduğunu, Grönland’da var olan ABD üssünün genişletilmesine ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Ne ilgi çekici! Trajikomiktir: Efendim veririz elbette ama siz zahmet etmeyin, bizi işgal edin ve biz de mülkiyet bizde diye sevinelim, boşuna para ödemeyin! İşte Danimarka bunu söylemektedir. Oysa Rusya’ya karşı, oldukça yüksek perdeden konuşmalarına şahitlik ettik, ediyoruz. Rusya’ya köpürüyorlar ve tecavüzcüye, sen zahmet etme, biz kendimizi sana hazırlarız diyorlar. Müthiş bir özgüven ve bağımsız ülke tutumudur.

Bu saydıklarımıza bir bakarsanız, aslında savaşın, Batı emperyalist güçleri arasında bir paylaşım savaşı olduğunu, öyle başladığını, SSCB’nin çözülmesinin ardından ABD hegemonyasının tartışılmaya başlandığını, ABD’nin bu nedenle savaşı dayattığını anlayabilirsiniz. 

Evet savaş, Suriye savaşı sonrasında, Rusya ve Çin’e karşı savaşa dönüşmüştür. 2008 krizi, Batı emperyalist güçlerini (İçlerine Japonya’yı, Avrupa’yı ve ABD’yi koyun. Ama yine de 5 emperyalist güçtür bunlar: ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya) derinden etkilemiştir. Hâlâ da bu krizin içindedirler. ABD Doları, hâlâ tahtında olsa da sarsılmaktadır. Bu nedenle ABD, emperyalist rakiplerini birleştirmek için, düşman olarak bulduğu İslam radikalizminin Suriye sahasında dehşet saçmasını devreye soktu. Bu “dehşet”, Avrupa’ya da yansıdı. ABD ve İsrail’e yansımadı. İngiltere’ye çok daha az yansıdı. Ama Avrupa, özellikle de Fransa ve Almanya, bundan payını aldı. Bu plan işe yaramadı. Bu kez ABD, tüm Batı’yı, yeniden kendi bayrağı altına toplamak için, Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi amacıyla, bu ikisini hedef tahtasına koydu. Plan tuttu. Zoka yutuldu. Ve Ukrayna savaşı ile, tüm Avrupa’nın siyasi iradesini eline aldı. Alman, Fransız ekonomilerini sarstı. Scholz, bugün Avrupa’nın demokratik kurumlarının tahrip edilmesinden söz ediyor ama Alman kimya sanayiinin başkanı, bu durumun Alman endüstrisini yıkmakta olduğunu, tam iki yıl önce dile getirdi. Demek koca başının içindeki küçük beyni ile Scholz, bunu iki yıl gecikme ile “kavradı”. Alman hükümeti düşmüş, bakanları tuhaf hâllere düşmüş diye basını kıyameti koparmış ve 1 ay sonra yeni seçimler yapılacakken. İngilizcede “good morning after supper” bu durumlar için söyleniyor.

Evet bugün savaş, Çin ve Rusya’ya karşı, onları sömürgeleştirmek ve bu yolla yeni sömürgeler elde etmek hedefi ile, Batı emperyalizminin savaşımıdır. Buna göre önce Rusya ve Çin imha edilecek, boyun eğdirilecek, sonra da ABD kendi hegemonyasına uygun olarak diğer emperyalist güçleri sıraya dizecektir. 

G7 ülkeleri, BRICS ülkelerinin ekonomik büyüklüğünden daha küçük bir büyüklüğe sahiptir. Ve bu G7 ülkelerinden biri olan Kanada, İngiliz uluslar ailesine dâhil Kanada, şimdi ABD tarafından tehdit edilmektedir. Kanada Başbakanı buna şaşırmış gibidir. Şaşkınlık yüzüne çok yakışmaktadır. Danimarka, işgale gelen askerleri teskin etmek isteyen fahişeler gibi davranmaktadır. Panama’nın böyle yapacağını, Meksika’nın bu duruma direnmeyeceğini sanmıyorum.

Bunu aklımızda tutalım ve bizim esas konumuz olan Ortadoğu’ya dönelim.

1

Suriye, artık sömürgeleştirilmektedir. Bu sömürgeleştirme politikasının aleti, HTŞ adı verilen, El Kaide ve IŞİD bağlantılı güçlerdir. Bu güçler, elbette içleri çok karışık olsa da, ABD, İngiltere, Türkiye ve İsrail tarafından beslenmiş, eğitilmiş, donatılmış güçlerdir. 

ABD, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu HTŞ liderini, yeni Suriye başkanı olarak, ortada bir seçim vb. olmaksızın kabul etmiştir. Ve ardından tüm Batı, ilişki kurmak için emir almış gibi sıraya girmiştir. 

Türkiye, komşusuna tecavüz eden bir güç olarak “zafer” ilan etmiştir. Bu “zafer” öncelikle yeni seçilen ABD Başkanı Trump tarafından alkışlanmıştır. Saray Rejimi’nin ihtiyacı olan zafer, ellerine verilmiştir.

Suriye devleti yenilmiştir. Ve artık, Suriye’nin sömürgeleşmesi süreci başlamıştır.

2

Suriye ile birlikte ya da eski Suriye devleti ile birlikte, İran da yenilmiştir. İran, tereddüt etmeden söyleyecek olursa ağır bir yenilgi almıştır. Çok az sayıda çetenin saldırıları ile Halep ve Şam düşerken, 4 bin kişilik İran gücü, sahadan Rus uçakları ile tahliye edilmiştir. Bu öyle bir tablodur ki, birçok kişi, acaba İran, Esad ve Rusya, bir anlaşma ile Suriye’yi teslim mi etmiştir tartışmalarına başlamıştır. Doğrusu bu yoruma katılmak mümkün değildir. Çünkü İran büyük bir yenilgi almış durumdadır. Esad yönetimi ise kaybetmiştir. Bu durumun nasıl bir anlaşma anlamına geleceğini anlamak zordur.

İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz, “Hamas’ı yendik, Hizbullah’ı yendik, İran’ın savunma sistemlerini kör ettik ve üretim sistemlerine zarar verdik, Suriye’de Esad rejimini devirdik,” demektedir. 

3

Rusya kaybetmiştir. Rusya, bugün yeni HTŞ yönetimi ile Tartus üsleri için anlaşma ya da diyalog yolları aramaktadır ve bu konuda “bizi arkamızdan hançerledi” dedikleri Türkiye’den destek istemektedirler.

İsrail, kazanan taraftadır. Bu savaşta, ABD, İran’a karşı savaş için İsrail’e büyük bir destek vermiştir. Aslında bu konuda “destek” sözü eksik kalmaktadır. İsrail ve Türkiye, bölgede ABD’nin uzantılarıdır. İsrail bu konuda nettir. İsrail, aslında ABD adına savaşmaktadır ve Gazze’de ortaya konan soykırım sürecinde Netanyahu, ABD kongresinde alkışlanan bir konuşma yapmış ve burada “biz sizin adınıza savaşıyoruz” demiştir.

İsrail, bu süreç içinde, Hizbullah yöneticilerinden Fuad Şükür’ü ve Hamas lideri Haniye’yi suikastla öldürmüştür. Bu operasyonlar CIA ve İsrail ortak operasyonlarıdır ve Kasım suikastının ardından gelmiştir. İran Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın ölümünde payları olduğu şüphesi de hâlâ canlıdır. Gazze’yi yerle bir etmiş, Nasrallah’ı bilmem kaç ton bomba ile, barış anlaşması teklifi sırasında öldürmüştür. 

Esad ülkeyi terk ettikten sonra, Suriye ordusunu savunmasız bırakacak bombardımanlar yapmıştır. Ve Şam’ın kırsal kesimine kadar işgal politikasını sürdürmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Şam’a 20 km uzaktadır ve işgale devam etmektedir. Şam’ın yeni yönetimi ise İsrail’in hiçbir saldırısına ses çıkartmamaktadır. 

4

ABD, bu durumda İran’a karşı saldırı hesaplarını hızlandırmıştır. Trump yönetiminin bu yolda yürüyeceği neredeyse kesindir. 

ABD, İran’a karşı saldırı için, tüm güçlerini seferber etmek istemektedir. 

İran, varsayalım ki nükleer bir güç hâline gelmiş olsa bile, bunu açıklamakla bir caydırıcılık elde edemeyecek gibidir. 

Şimdi, bu koşullarda, ABD’nin İran’a karşı saldırısı, Rusya ve Çin’e karşı savaş ve Ortadoğu’da egemenliğini sağlaması için vazgeçilmez durumdadır.

Şimdi, bölgedeki tüm güçlerini, bu yola sevk etmek için hazırlıklar yapmaktadır.

5

Kürtler, bölgede önemli bir “kazanım” elde etmiştir. Kazanımı tırnak içine alıyoruz. Önemsiyoruz ama bunun ne denli bir kazanım olduğu henüz belli değildir. 

Kürtler, şimdi ABD ve Türkiye arasında sıkıştırılmaktadır. TC devleti, Suriye Kürtlerine dönük katliam politikalarını hızlandırmaktadır. Trump, “Türkiye’nin güvenlik endişelerini” haklı bulmaktadır. Bu aslında Rusların artık sahada olmadığı bir Suriye’de, Kürtleri, (a) HTŞ ile daha kapsamlı bir diyaloğa zorlamaktadır, (b) onları Türkiye eli ile tehdit etmektedir.

Nasıl ki, Hizbullah ya da Husiler, İsrail saldırılarını ABD saldırısı olarak görmediği zaman hata yaparsa, aynı biçimde Kürtler TC’nin saldırılarını ABD’den bağımsız olarak ele alırsa, hata yapmış olur. Kürt hareketinin bir bütün olarak böylesi bir hataya düştüğünü söylemiyoruz. Biliyoruz ki, ABD PKK’yi İran’a karşı savaşa ikna edememiştir. Ama ABD bu yoldan vazgeçmeyecektir. Türkiye tehdidi bu amaçla ABD’nin bir aletidir.

Ülkemizde ortaya konan ve adı bir türlü konulmayan süreç, bu açıdan ne barış sürecidir ne de çözüm sürecidir. Her ikisi de değildir. Tersine, Kürtlerin gardını, savunmasını kırmak için geliştirilen bir taktiktir. Bu konuda ABD’nin oyun sahası genişlemiştir. Muhtemelen HTŞ’ye başka konuşmaktadır, Kürtlere de ne yapalım, elimizde bu var, anlaşın demektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı, açık olarak PYD’nin kendini lağvetmesini istemektedir. Suriye sahasında istedikleri budur. Türkiye sahasında da, “ya silahlarınızı gömün ya da biz sizi silahlarınızla gömeceğiz” demektedir. Bunun adına da barış görüşmeleri denmektedir. Öcalan’ın, silah bırakın diyeceğini söylemektedirler. Buna ihtimal vermek zordur. 

Doğrusu ABD de bugün, savaşın bu aşamasında, Kürtlerin silah bırakmasını isteyecek değildir. Tersine, daha ileri bir hedefe dönük hareket ettiğini düşünmek mümkündür. Belli ki ABD, Türkiye’nin düşündüğünü verip, Kürtlerle birlikte İran’a karşı savaş için birlikte hareket etmelerini istemektedir. Bunun tüm göstergeleri vardır. İçeride kayyum politikası bunun en somut kanıtıdır. Suriye sahasında Kürtlere karşı TC eli ile yürütülen bombardımanlar ve katliamlar bunun en somut kanıtıdır. ABD ve İsrail’in (belki de Türkiye de içinde) Hizbullah ve İran liderlerine karşı devreye soktuğu suikastların bir benzerini, şimdi bu üçlü, PKK yöneticilerine karşı devreye sokacaktır, sokmak isteyecektir. Böylece Kürt hareketinin ABD politikalarına alet olmayan kesimlerini tasfiye etmeyi hedefleyeceklerini düşünmek, boş bir düşünce değildir. Bunu Kürt hareketinin görmediği düşüncesi ile konuşmuyoruz. Ama saha, ABD, TC devleti, İngiltere ve İsrail devleti için oldukça uygun hâle gelmiştir. Planları bozacak güç, bu cepheden bakıldığında, potansiyel olarak Kürt hareketidir. Bu açıdan Kürt hareketi için oldukça zorlu bir süreç söz konusudur. 

Egemen, her zaman, bir düşmanına elini uzattığında, arkasında katliam politikasını saklar. Bunun yüzlerce örneği vardır. Bu el uzatma, gardını düşürme, karşı tarafta bir yumuşama sağlama amacına dönüktür. 

6

Suriye savaşı, yeni bir aşamaya girmiştir. Bu yeni aşamada, Lübnan’ın işgali ve İran’ın düşürülmesi hedefi, saldırgan güçlerin, yani ABD ve İngiltere başta, İsrail ve Türkiye sahada olmak üzere saldırgan güçlerin önündeki hedeftir.

Ancak elbette sahada sadece onlar yoktur.

Zafer kazandığı konusunda şüphe bulunmayan İsrail için süreç kolay değildir. İsrail devleti, bir dinî terör devleti olarak ABD açısından önemli bir güçtür. Ama bu politikalar, İsrail içinde ciddi tepki çekmektedir. İsrail muhalefeti, işçi sınıfının gücünden yoksundur. Ama buna rağmen ciddi bir muhalefet vardır. Netanyahu politikaları aslında büyük çelişkileri de dayatmaktadır.

İsrail ekonomik olarak zor durumdadır.

İsrail ordusu, ABD ve Batı emperyalizminin yardımları olmadan ayakta durabilecek durumda değildir. Ordu içinde yaygınlaşan intiharlar cabasıdır. 

Gazze’yi deyim uygun düşerse yerle bir etmiştir ama buna rağmen Hamas varlığını sürdürmektedir.

İsrail’in demir kubbesi, defalarca delinmiştir. Hizbullah, Husiler, İran, bu kubbeyi delmiştir. Bu nedenle, dinci İsrail yönetiminin “Yahudilerin en güvenli olduğu yer İsrail’dir” tezi artık geçerli değildir. Bu nedenle, İsrail ve ABD’nin, İngiltere de içinde, Husilere karşı saldırıları yoğunlaşmaktadır. 

Ama İsrail’in Şam’a doğru işgal politikası, ilk hedef olarak Lübnan’a daha büyük bir saldırı için olanak, yeni konumlar oluşturmayı hedeflemektedir. Elbette bunun öncesinde, Suriye’de direnmesi olası güçlere karşı katliamlar da devreye sokulacak gibidir.

Ve not etmek gerekir ki bugün, bölgedeki tüm mücadele, çoktan tüm güçlerin içinde yer aldığı bir hâl almıştır. 

7

Bu noktada çıkış, bölgede devrimci direniş ile elde edilebilir. Elbette bu direniş, emperyalist güçlerin toptan bölgeden kovulmasının da tek yoludur.

Bunun olanaklarını görmek gerekir.

Kürt hareketi örgütlü bir güçtür. Ve tüm Kürt hareketi içinde devrimci güçlerin dünden bugüne gelen çizgisi, bölge çapındaki devrimci direniş için büyük önemdedir. Bölgenin en büyük güçlerine karşı savaş yeteneği biliniyor. Ancak bugün, Kürt hareketinin, tüm bu sahadaki durumla yalnız başa çıkması mümkün değildir. 

Bu noktada olanaklara daha derinden bakmak gereklidir.

Bölgenin üç büyük ülkesi olan Mısır, Türkiye ve İran’da devrimci çıkış için olanaklar vardır. Bu üç ülkede işçi sınıfı gelişmiştir. 

Mısır ağır ekonomik kriz içindedir ve olası bir isyana karşı, Mısır devleti, İsrail istihbaratından destek istemiştir. Bu elbette, Mısır’daki hareketin İslamî temelde gelişimi ile sağlanamaz. Tersine, biz devrimci direnişten söz ediyoruz. Devrimci direniş çizgisi, işçi sınıfının devrimci çizgisidir. Ne kapitalizme karşı çıkmadan, şu ya da bu ideoloji ile tutarlı bir anti-emperyalist mücadele yürütmek mümkündür, ne de İslamî ideoloji veya başka kimlikler üzerinden mücadele yürütmek mümkündür. Bu nedenle özellikle işçi sınıfının devrimci çizgisinden söz ediyoruz. Bunu bir yana bırakarak, genel anlamda halkların ortak mücadelesinden söz etmek doğru değildir. Halkların kardeşliği veya halkların ortak mücadelesi, ancak işçi sınıfının devrimci çizgisi temelinde bir anlam ifade eder. Elbette bunun dışında da emperyalizme karşı mücadele eden, bu konuda samimi olan hareketler vardır, var olacaktır. Ama eğer işçi sınıfının devrimci çizgisi, işçi sınıfının enternasyonalist çizgisi yok sayılırsa, buradan bir zafer çıkmayacaktır.

Mısır bu açıdan önemlidir.

İran için de aynı şeyi söylemek mümkündür. İran, ciddi direnişlerin olduğu bir ülkedir. İşçi sınıfının gelişmiş olduğu bir ülkedir. İran örneğinde Şah’a karşı direnen gerçekte komünistler ve işçilerdir. Komünistler, kendi elleri ile iktidarı, İslamî kesimlere teslim etmişlerdir. Ve bunun bedelinin nasıl ödendiğini biliyoruz. İran, sonuçta hâlâ kapitalist bir ülkedir.

Türkiye, bölgede işçi sınıfının en gelişmiş olduğu ülkedir. 12 Eylül yenilgisi gibi ağır bir yenilginin ardından, işçi sınıfı bugün yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Gezi Direnişi, iktidarın şaftını bozmuştur.

Türkiye, bölgenin NATO üyesi olan tek ülkesidir. NATO üyesi olmak, sıradan bir durum değildir. ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’deki gücü hafifsenecek bir güç değildir. Bugüne kadar Kürt hareketinin direnişinin zafere ulaşmamasında, Türkiye devrimci hareketinin zayıflığı büyük bir rol oynamıştır. Türkiye devrimci hareketi, NATO mekanizmalarının anlamını anlamakta geç kalmıştır. Ve elbette bunun bir bedeli vardır, ödenmiştir.

Bölgemizde bu üç ülke dışında da birçok parçada bir mücadele sürmektedir. Irak’ta, Lübnan’da bunu görmek mümkündür. 

Bölgedeki devletlerin ya da devletlere karşı çıkan amorf, kimlik temelli örgütlenmelerin sonuç alması mümkün değildir. Ya da bu yolla elde edilecek ilerlemelerin, emperyalizmi bölgemizden def etmesi olanaklı değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisini temel alan hareketlerin rolü çok büyük ve belirleyici olacaktır. Bölge ülkelerinde işçi sınıfının nispeten çok daha az gelişmiş olduğu ülkelerde bile, bu işçi sınıfın devrimci politikasını temel alan anlayışların belirleyici bir etkisinin olacağı kesindir. Filistin meselesinde de bunu görmek mümkündür. İslamî temelli bir ideolojiyle, ne kadar samimi olunursa olunsun, bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Değildir ve eğer bir kazanım elde edilirse geçicidir. Çünkü İslamî anlayış, hangi mezhep üzerinden gelişirse gelişsin, kapitalizmi aşan bir sosyal sistem önermemektedir. Sosyalizm hedefi olmadan, kapitalist ilişkiler ağına topyekûn karşı durmadan, emperyalizme karşı kararlı ve doğru bir politika yürütülemez. Bu nedenle Filistin’de devrimci çizginin önemi tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu, o hareketlerin, dinî ya da başka kimlikler üzerinden hareket eden hareketlerin samimi olmamasından ileri gelmez. Bu bir samimiyet meselesi değildir. Bu kapitalizme karşı, tüm bölgeyi içine alan bir devrimci mücadele meselesidir. Bu noktada devrimci güçlerin sahadaki gücü elbette önemlidir. Ama ilk nokta işçi sınıfının devrimci çizgisinde güçlerin, küçük veya büyük varlığıdır. Öncelikle bunu görmek gereklidir. Bu, bölgedeki kaostan çıkışın tek gerçek yoludur. Küçük veya büyük devrimci güçler, işçi sınıfının devrimci çizgisini açık bir biçimde ortaya koymalı ve buna sahip çıkmalıdır. Enternasyonalist mücadele, işçi sınıfının devrimci çizgisi temelinde bir mücadeledir. İşçi sınıfının vatanı yoktur ve bölgemiz, bugün, fizikî sınırların ortadan kalktığı, tüm bölgede işçilerin birliğinin ve ortak mücadelesinin olanaklarının, nesnel anlamda, arttığı bir tarihsel dönemden geçmektedir. Elbette bu devrimci çizgi, bölgede mücadele eden, direnen tüm güçleri bu çizginin bir parçası olarak görebilecek olgunlukta olacaktır. Bu olgunluğun tarihsel temeli vardır. Emperyalizme karşı direnişte samimi olan her güç, bu mücadelede kendine bir yer bulacaktır.

Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçileri direnişi I Demet Yeşil

K

apitalizmin ataerkil karakteri ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların özel ve kamusal alanda çifte sömürüsüne yol açmaktadır. Kapitalist-emperyalist sistem tarafından kadınların kimliklerine, bedenlerine, emeklerine yönelik bir saldırı, tahakküm vardır. Buna karşılık ise gelişen, ivme kazanan bir toplumsal hareket mücadele söz konusudur. Bu mücadelede kadınların tarihsel olarak daha fazla ön saflarda direndiği, işçi hareketinde politik bir özne konumunda oldukları gözlemlenmektedir. Bununla birlikte toplumsal hareketlerde eylem hâlinde olmanın dönüştürücü bir niteliği olduğu bilinmektedir. Bu süreçte özgürleşme ve özneleşme süreçleri açığa çıkmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı bir başkaldırı olan, 18 Temmuz 2022-27 Temmuz 2022 tarihleri arasında gerçekleşen Koç Üniversitesi Taşeron Temizlik İşçileri Direnişi ise buna bir örnektir.

Sınıf hareketleri, toplumun sınıf çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği hareketleri, eylemleri ifade eder. Sınıf hareketleri, ekonomik sebeplere bağlı sınıfsal çelişkilere bağlı olarak ortaya çıkar. Ekonomik toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Toplumsal hareketler ise farklı gruplardan kişilerin ortak bir hedef doğrultusunda ortaya çıkan eylemleri olarak özetlenebilir. Toplumsal hareketler ekonomik nedenlere bağlı olacağı gibi kimlik, eşitlik, adalet ve ekolojiyi konu alan eylemleri de içerebilir. Bu bağlamda sınıf hareketleri ve toplumsal hareketler; birbirinden kopuk olmayan ancak her zaman aynı anlamı içermeyen eylemler olarak birbirlerinden ayrılırlar. Kapitalizm içerisinde eşitsizliklerin, sömürünün hafiflemesi ise toplumsal hareketlerdeki mücadele bağlamında gerçekleşmektedir. Toplumsal sömürünün önüne geçebilmek için mücadele elzem bir konumda bulunmaktadır. Mücadelelerin kazanımla sonuçlanabilmesi için örgütlü bir faaliyet bütün gerçekliği ile ortadadır. Kitlesel ve örgütlü bir halkın, kitlenin grubunun önünde durmak kapitalizm için bile zorlukları barındıran bir süreçtir. 

Feminizm, kadınların eril tahakküm altındaki esaretini kaldırmayı amaçlayarak kadın özgürleşmesi yolunda; toplumsal cinsiyet eşitsizliği karşısında mücadeleler yürütür. Marksizm, burjuva ve işçi sınıfı arasındaki dolayısıyla emek ve sermaye arasındaki çelişkileri inceler. Dünyadaki eşitsizlikleri, yoksulluğu ortadan kaldırmayı hedefleyen teorileri ortaya koyar. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ekonomik yapılar temelinde ele alır. Marksizm kadınları bir sınıf olarak açıklamaz. İdeolojiye göre toplumda temel olarak işçi sınıfı ve burjuva sınıfı mevcuttur. Üretim araçları üzerindeki egemenlik toplumsal ilişkileri belirleyerek yönetir. Feminizm kapitalizm içerisinde daha yasal yollara dayanan mücadeleyi içerirken Marksizm kapitalizmi tamamen ortadan kaldırmayı hedefler. Marksizm, cinsiyet eşitsizliğini göz ardı eden; tahlillerini sadece ekonomik olarak sınıflar üzerinden yapması nedeniyle feministler tarafından eleştirilmektedir. Marksizm ve feminizm mücadelesinde kesişen nokta ise sömürüsüz ve toplumsal cinsiyet tahakkümünü içermeyen yeni bir dünya isteğidir.

Kadınların kurtuluşu, sosyalizm bakışında 19. yüzyılda ütopyacı sosyalistler tarafından biçimlenmeye başlamıştır. Marx ve Engels’in kadınların kurtuluşu hakkındaki söylemleri de bu süreçte açığa çıkan tartışmalardan beslenmiştir. Marx yazılarında kadın sorununu açıkça ele almamıştır. Kadın emeği üzerine tartıştığı konular işçi sınıfının analizlerini yaparken arada değindiği konular arasında yer alır. Söz gelimi, Flora Tristan’ın, kadın emekçilere ilişkin fikirleri Marx ve Engels’i etkilemiştir. Tristan, mücadelesinde boşanma hakkını savunmuş, ücret eşitsizliğine değinmiştir. İşçi sınıfının yoksulluk ve cehaletten kurtulma yollarından biri olarak eğitimin önemini vurgulamıştır. İktisadî ve duygusal-cinsel ilişkiler arasında bağlantı kuran ütopik sosyalist Fourier ise evliliğin kadınları köleleştirdiğini vurgulamıştır. Ona göre kadınların kurtuluşu için sadece iktisadî ve toplumsal eşitlik yeterli değildir. Toplumsal eşitliğin yanı sıra bedensel hazların da özgürlüğünün sağlanması gerekmektedir. Evlilik adı altında kadınların duygusal olarak çifte sömürüye maruz kaldıklarını, erkeklerin kadınların üzerinde cinsel tahakküm kurduklarını dile getirmiştir. Toplumsal harekette nitelik kazanan Saint-Simoncu perspektifinde, kadınların toplumsal ve siyasal düzleme katılım gerçekleştirmesi gerektiği ve ev içerisindeki iş bölümünün eşitlikçi olması gerektiği savunulmuştur. 1828 sonrası işçi sınıfından birçok kadın toplantılara katılarak örgütlenme faaliyetleri içerisinde yer almıştır. Bu süreçte işçi sınıfında; sınıf bilinciyle cinsiyet bilinci tartışmalarda açığa çıkmaya başlamıştır. Bu tartışmalar bağlamında Marx’ın öğretisinde, kadınların konumu ve kurtuluşu hakkındaki fikirlerini; biyoloji-kültür, cinsel ahlâk ve kadın özgürlüğü, kapitalizmde kadın ve ailenin durumu; kapitalizm öncesi örgütlenmelerde toplumsal cinsiyet konularında veriler bulmak mümkündür. 

Kapitalizm, egemenlerin ve sömürülenlerin çelişkilerini barındıran bir sistemdir. Ezenlerin ve ezilenlerin mücadelesi bu sistemin dinamiklerinden biridir. Kapitalist sistemde işçiler kendi emeklerini satarak geçimlerini sağlarlar. Kapitalizm işçilere sadece emeklerini kime ve ne için satacağına dair bir özgürlük sunar. Bunun dışında kapitalizm koşullarında bir emekçi hayatta kalabilmek için üretim araçlarına sahip olan egemene emeğini satmak zorundadır. Emek ile hammadde dönüştürülür. Ortaya ise kullanım değeri ve değişim değeri olan metalar ortaya çıkar. Metalar pazar için üretilen şeylerdir. İşçiler ise metalardaki donmuş emekleri karşılığında işverenlerinden belirli bir ücret alırlar. Bu ücret, maaş veya yevmiye adı ne olursa olsun işçinin kendini yeniden üretmesini sağlayacak kadar bir rakamı içerir. İşçinin ödenmeyen emeğine ise artı-değer adı verilir. Artı-değer sermaye için kâr demektir. İşçiler artı-değer üretmeleri için sömürülür. Sermaye üretimde daha fazla kâr elde edebilmek için iş gücünün maliyetini düşürür. Dolayısıyla üretimde vasıfsız işçi arayışı sermayedarlar açısından mühimdir. Kapitalizmde kadınlar ve çocuklar vasıfsız iş gücü olarak ön plana çıkarılır. Kendi ürettikleri ürünleri satın alamayan işçiler ise zamanla yabancılaşırlar. Kapitalist toplumda işçilerin kendi ürettiklerine, doğaya ve insanlara karşı yabancılaşması işçilerin fiziksel ve duygusal olarak yıpranmasına yol açmaktadır. 

Avcı toplayıcı toplumlar eşitlikçi bir yapıya sahipken özel mülkiyet, devlet dolayısıyla sınıflı toplumların oluşması toplumda cinsiyetler arası eşitsizliği meydana getirmiştir. Engels’in anlatısına göre toplumun sınıflara bölünmesini başlatan olay; sabanın icadı ile toplumların yerleşik üretime geçmesidir. Saban ile üretimden elde edilen artı-ürün sömürünün temelini oluşturmaktadır. Sabana sahip olan yani üretim araçlarının sahibi tarih boyunca egemen, üretim aracını kullanıp artı-ürün sağlayan emekçi ise ezilen kısımda yer almaktadır. 

Devletin, özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kurumsallaşan aile ise kadınların emeğini ve cinselliğini tahakküm altına alan bir kurumdur. Aile nesillerin devamı için yeniden üretim işlevi görür. Yeniden üretim ise sınıflı toplumlarda kadınların bedenleri üzerinden kurulan eril tahakküm çerçevesinde gerçekleşmektedir. Marksizm öğretisinde aile kurumu, toplumsal örgütlenmenin bir parçasıdır. Üretim tarzının değişmesi ve dönüşmesiyle birlikte ailenin de değişimi gerçekleşmiştir. Aile, kadınlar üzerindeki tahakkümün temel kaynaklarından biridir. Aile kurumu aracılığıyla kadınların emek ve cinsellikleri üzerinde bir sömürü mevcuttur. Marx, tek eşli aile kurumunun oluşmasını; özel mülkiyet çerçevesinde ele alır. Gensler, köleciliğin ortaya çıkışı ile çözülmeye başlayarak zamanla ataerkil bir yapı oluşmaya başlamıştır. 

Ataerki; toplumsal, siyasal ve ekonomik olarak sınıfsal eşitsizlikler ile örgütlenmiş sistemlere eklenen bir iktidar çeşididir. Bu yapı ile kadınların emekleri, bedenleri ve fikirleri eril tahakküm altındadır. Dolayısıyla toplumda kadınlar, erkeklere göre ikincil konuma sahiptir. Tahakküm ve sömürü biçimleri ile iç içe olan ataerki, sistemin yeniden üretilmesini sağlayan formlar arasında yer almaktadır. Ataerki sınıfsal eşitsizlerden ayrı bir olgu değildir. Neoliberal kapitalizm ve ataerki birbirinin içine geçmiş, birbirlerini sürekli olarak destekleyen ve yeniden üreten yapılardır. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet rollerinde bunu görebilmek mümkündür. Ataerkil kapitalist sistemde iş bölümü toplumsal cinsiyet bağlamında özelleştirilmektedir. Yani ataerkil yapıda kadınlar doğurganlıkları nedeni ile vasıfsız iş gücü, ev ile özdeşleşen cinsiyet konumundayken erkekler ise sistemin başında yer almaktadır. Ataerki, bir iktidar formu olarak kendini sistemler içerisinde yeniden üreterek yapılandırmıştır. Dolayısıyla tarihsel süreçte ataerkiyi birçok yapıda farklılaşmış olarak görmek mümkündür. Ataerki tarih içerisinde; kadınların alınıp satılması, ucuz işgücü olarak görülmesi, ücret eşitsizliği vs. durumlarında kendini konumlandırmaya devam etmektedir. 

Kadınlar, ataerkil sistem içerisinde çifte sömürüye maruz kalmaktadırlar. Ev içerisindeki bütün işlerden sorumlu tutulan kadınlar özel alanda kocaları ve babaları tarafından baskılanırken iş yerlerinde ise patron tarafından sömürü ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ev içi işlerin ücretlendirilmesi talebi ise kapitalizm çerçevesinde kadınları sonsuza kadar eve hapsedeceğinden dolayı doğru bir mücadele yöntemi değildir. Ev içi emekte var olan sömürünün ortadan kalkması yalnızca ev işlerinin toplumsallaşması ile mümkündür. Sistem tarafından desteklenen ataerkil yapıda erkeklerin özel bir konumu vardır. Erkekler bu yapı içerisinde avantajlı konumda oldukları için ondan faydalanırlar. Ancak ataerkinin temeli sınıflı toplumlardır. Ataerkinin yok edilmesi yani kadınlar üzerindeki eril tahakkümün tasfiyesi; sınıflı toplumların yani sistemi destekleyen her iktidar formunun yok edilmesi ile mümkündür. 

Genel olarak incelediğimizde kadın sorunu sosyalistler tarafından, mevcut düzen içerisinde kadınların evlilik ile köleleştirildiğini ve çifte emek sömürüsüne maruz kaldıkları dile getirilip işçi sınıfı mücadele hattının bu perspektifte dönüştürülmesi yönünde tartışmalar açığa çıkmıştır. Kadınlar evlilik sömürüsü altında hem cinsel tahakküm hem de emek sömürüsüne maruz kalmaktadırlar. Kadınların kurtuluşu; kamusal alana katılım, çalışma hakkı ve ev işlerinin kolektifleştirilmesiyle mümkündür. Kadınların kurtuluşu, baba, koca, hoca ve devlete karşı dolayısıyla ataerki ile birlikte sermayeye karşı mücadele ile elde edilecektir. 

Koç Üniversitesi’nde çalışan taşeron temizlik işçileri, 2013 yılında kurulan taşeron izleme kurulunda düzenli toplantılar yaparak örgütlenme faaliyetlerini sürdürmektedir. Taşeron izleme kurulunda işçiler, düzenli yapılan toplantılar ile kötü çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde tartışmalar yürütmektedir. 2013 yılından beri temizlik işçileri, Koç Üniversitesi’nde Eurest Service adlı taşeron firması bünyesinde çalışmaktadır.

Temizlik işçilerinin 9 gün süren direniş süreci, işçilerin ağır çalışma koşullarına karşı imza toplayıp 19 Nisan 2022 tarihinde bayram ikramiyesi ve gıda kolisi taleplerini içeren dilekçeyi öğrenciler ile birlikte genel sekreterliğe iletmek istemesi ile başlamıştır. Üniversiteye verilen dilekçeyi 103 işçi imzalamıştır. Sosyal haklarını talep etmek üzere genel sekreterliğe giden işçilere ve dayanışma için orada bulunan öğrencilere okulun güvenlik görevlileri müdahalede bulunmuştur. Güvenliğin müdahalesi sırasında işçiler korkmadıklarını, haklarını talep ettiklerini dile getirmişlerdir. İşçilerden biri “Biz emekçiyiz burada, sen bana hadi hadi diyemezsin! Senin personelinin tuvaletini biz temizliyoruz!” söylemleri ile tepkisini belirtirken; dilekçeyi getiren kadın işçilerden biri ise “Ben hakkım için buradayım. Ben de insanım, koskoca binalarda tek başımıza çalışıyoruz. Ben o 4 liradan olurum ama sen o sıcak koltuğundan olursun, asla ben korkmuyorum!” diyerek müdahale karşısında tepkisini dile getirmiştir. 

Temizlik işçileri, güvenliklerin engellemesine direnmiş ve dilekçelerini sekreterliğe ileterek bayram ikramiyesi ve gıda kolisi taleplerinin karşılanması için sekreterlikten görüşme talep etmişlerdir. İşçilere destek ve dayanışma için gelen öğrenciler; “baskıyla, mobbingle işçileri susturmaya çalışanlara karşı yaşasın dayanışma!” sloganları ile işçilerin yanında olduklarını ve hak taleplerini desteklediklerini dile getirmişlerdir. Eurest Service firması ise sekreterliğe dilekçe vermeleri sebebiyle işçilerden savunma talep etmiştir.

Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçileri 8 Temmuz 2022 tarihinde, @kocuniiscileri adlı bir Twitter hesabı açarak 2 Nisan 2013 senesinde gerçekleştirilen eylemi hatırlatmışlardır. 2 Nisan 2013 tarihinde Koç Üniversitesi işçilerinin, işten atılmalara ve taşeronlaşmaya karşı 7 gün süren direnişi, kazanımlarla sona ermiştir. Taşeron izleme kurulu ise bu eylemin kazanımıyla kurulmuştur.

Temizlik işçileri, sosyal medya hesapları üzerinden Koç Üniversitesi yönetiminin ve Eurest Service firmasının işçiler üzerinde uyguladıkları mobbing ve baskıya son vermesini dile getiren, Koç Üniversitesi’ndeki çalışma koşullarını anlatan ve taleplerini yazdıkları bir metin yayınlamışlardır. Temizlik işçilerinin yayınladıkları “Ne istiyoruz?” adlı metinde; üniversite yönetimi ve taşeron firma olan Eurest Service tarafından gördükleri baskının son bulması; işten atılma ile tehdit edilen ve işlerinden uzaklaştırılan 6 işçinin görev yerlerine dönmeleri talep edilmiştir. Hakları için direneceklerini dile getiren temizlik işçileri, direnişi büyütmek üzere bir dayanışma çağrısında bulunmuşlardır. “Koç Üniversitesi’nde Neler Oluyor?” adıyla yayınladıkları metinde; 19 Nisan tarihinde verilen dilekçeye herhangi bir geri dönüş yapılmadığı dile getirilmiştir. Metinlerde temizlik işçileri; yasal haklarını arayan ve sosyal hakları için imza toplayan işçiler üzerinde baskının arttığını, yönetim tarafından tehdit, mobbing ve rotasyona maruz kaldıklarını yazmışlardır. İmza toplama sürecine öncülük eden 6 işçiye, 1 Temmuz 2022 günü mesai bitiminde farklı yerlere gönderildikleri söylenmiştir. İşçiler yer değiştirmeyi, sürgünü kabul etmediklerini, eski çalışma yerlerine dönmek için mücadeleyi sürdüreceklerini dile getirmişlerdir. Temizlik işçilerinin sosyal medyadan yayınladıkları metinlerden sonra çeşitli emekçi, öğrenci, siyasi kurumlardan ve sendikalardan destek mesajları almışlardır. Koç Üniversiteliler Dayanışması ise işçiler için bir imza kampanyası başlatmıştır.

16 Temmuz 2022 tarihinde sosyal medyaları üzerinden “Sayın Ali Koç’a Selamlarımızla, Tüm Kamuoyuna Açıklamamızdır” adlı bir metin yayınlayan temizlik işçileri; taşeron firmaya, Koç Üniversitesi yönetimine ve genel sekreterliğe çağrıda bulunmuşlardır. İşçiler yayınladıkları metinde, görüşme taleplerine cevap bulamadıklarını, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ali Koç’un okula geldiği gün idarî izinle okuldan uzaklaştırıldıklarını ve bu süreçte baskıların daha da fazla arttığını açıklamışlardır. Üniversitede okuyan ve temizlik işçilerine destek veren öğrenciler aracılığıyla Ali Koç’a dilekçe iletilmiştir. Temizlik işçilerinin taleplerinde; sosyal haklarının verilmesi, çalışma yerlerinden uzaklaştırılan 6 işçinin eski görev yerlerinde devam etmeleri ve işçiler üzerindeki mobbingin son bulması yer almıştır. 

18 Temmuz 2022 tarihinde iş yerleri değiştirilen 6 işçi, her sabah işe götürmek üzere gelen servise binmek istemişlerdir. Servise binmeleri engellenmeye çalışılan işçiler, ısrarlı talepleri ile servise binerek üniversite kampüsünün önüne gelmişlerdir. Serviste kadın işçilerden biri arkadaşlarına seslenerek şirketler için işçilerin bir değeri olmadığını, alınterleri ile çalıştıklarını ve haklarını savunacaklarını şu sözlerle dile getirmiştir: 

“250 eleman taşeron firma için fark etmez, Koç Üniversitesi için de fark etmez. Bugün yalakası olursun yarın yancısı olursun fark etmez. Bugün seni kullanır yarın beni kullanır. Susma sustukça sıra sana geliyor diye boşuna dememişler.”  

Üniversiteye alınmayan temizlik işçileri, kampüs önünde direnişlerini başlattıklarını duyurmuşlardır. Okulun önünde servisten indirilen 6 işçi, üniversitenin genel sekreterliği ve Eurest Service müdürü ile görüşmek üzere kapının önünde bekleyeceklerini; taleplerinin net olduğunu vurgulamışlardır. Üniversite kapısının önünde şarkılarla, türkülerle ve halaylarla bekleyişini sürdüren işçilerin yanında işçilerin avukatı, dayanışma için gelen öğrenciler, gazeteciler ve siyasi kurumlar da yer almıştır. Eylem boyunca temizlik işçileri ve işçilerin direnişlerini sahiplenen birçok kişi tarafından sık sık “direne direne kazanacağız!” sloganları atılmıştır. Gün içerisinde sosyal medya üzerinden paylaşımlara devam eden işçiler, seslerini yükseltmek için herkese dayanışma çağrısında bulunmuşlardır. İşçilerin avukatları ile birlikte yaptıkları görüşme talebi, taşeron firma olan Eurest Service görevlisi tarafından reddedilmiştir. İşçiler saat 12.30’da bir basın açıklaması gerçekleştirmişlerdir. İşçilerin gerçekleştirdikleri basın açıklamasında; güçlerini haklı oluşlarından aldıklarını, pandemi ile beraber üzerlerindeki baskı, mobbing ve iş yükünün artığını ve yönetime verdikleri dilekçeden bir sonuç, cevap alamadıklarını dile getirmişlerdir. Basın açıklamasında; enflasyonun etkisi ile geçinmekte zorlandıklarını dile getiren temizlik işçileri, sosyal haklarının verilmesini talep etmişlerdir. Basın açıklaması sonrası temizlik işçileri ve dayanışmaya gelenler jandarma tarafından darp edilerek gözaltına alınmışlardır. Jandarmalar tarafından tutulan işçiler; “Ben işçiyim, ben işçiyim…”, “Nereye geliyorum? Gelmiyorum bırak, ben burada hakkımı arıyorum,” söylemleri ile jandarmalara tepkilerini dile getirmiştir.  

Çeşitli siyasi kurumlar, işçilerin yanında olduklarını ve eylemlerini desteklediklerini belirterek sosyal medya üzerinden gözaltıların serbest bırakılmasını talep etmiştir. Gözaltına Koç Üniversitesi’nin servisleri ile alınan işçiler Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi’ndeki sağlık muayenelerinden sonra Zekeriyaköy Jandarma Karakolu’na götürülmüşlerdir. 18 Temmuz 2022 tarihinde gözaltına alınan işçi ve dayanışmaya gelenler gece saatlerinde serbest bırakılmıştır. Gözaltı çıkısında basın açıklaması gerçekleştirilmiştir. Gözaltı çıkışına temizlik işçilerini karşılamak üzere dayanışmaya birçok kişi gelmiştir. Basın açıklamasında yılmadıklarını, daha çok güçlendiklerini, mücadeleye kaldıkları yerden devam edeceklerini vurgulayan temizlik işçileri dayanışmaya gelen herkese teşekkür etmiştir. Açıklama yapan işçilerin avukatı, jandarmanın sabah saatlerinden itibaren Koç Üniversitesi yönetimi ve taşeron firma ile toplantılar yaptığını, bu toplantılarda işçileri nasıl gözaltına alacaklarını planlayarak Koç’un talimatlarıyla, parasıyla, servisi ile gözaltına aldıklarını vurgulamıştır. Jandarmanın Koç’un jandarması olduğunu, polisin ve devletin Koç’un yanında konumlandığını belirterek herkesi işçiler ile birlikte dayanışmaya çağırmıştır.

Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçilerine destek için, Halkların Demokratik Partisi İstanbul Milletvekili Züleyha Gülüm, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin tarafından yanıtlanmak üzere mecliste soru önergesi vermiştir.

Direnişlerinin ikinci günü olan 19 Temmuz 2022 tarihinde üniversitenin önüne gelerek basın açıklaması gerçekleştiren temizlik işçilerinin pankartında “Hak talep etmek suç değildir! Haklarımız için direniyoruz, kazanacağız! –Koç Üniversitesi Taşeron Temizlik İşçileri” yazmaktadır. Basın açıklamasında haklarını alana kadar mücadele edeceklerine vurgu yapan temizlik işçileri, görüşme için Koç Üniversitesi genel sekreterliğine ve Eurest Service firmasına bir saat süre vermiştir. Basın açıklamasında konuşan kadın işçilerden biri korkmadıklarını ve hakları için direneceklerini şu sözlerle dile getirmiştir: 

“Taşeron firmamıza da Koç Üniversitesi’ne de bir saat müddet vereceğim yoksa bizim bu mücadelemiz aylar yıllar sürecek bizim evimiz artık burası, ben çocuklarıma buradan ekmek götüreceğim. Arkadaşlarımız buradan götürecek. Bizim evimiz burası, iş yerimiz burası, bizler kalıcıyız onlar koltuklarından gidecekler. Bizler beş liraya çalışıyoruz. Benim korkum yok, ben korkumu yendim, attım çöpe. Korkuları olan korksunlar. Şu an biz buradayız gitmiyoruz. Bir saat müddet. Bizlere ne açıklayacaklarsa açıklasınlar. Bizim de evlerimize ekmek götürmemiz lazım.” 

Temizlik işçilerinin talebi üzerine Eurest Taşeron Firması’nın bölge müdürü, görüşme için işçilerin yanına gelmiştir. Görüşme sonrası işçilerin avukatı açıklama yaparak taleplerinin kabul edilmediğini bildirmiştir. Temizlik işçileri ise görüşme sonrasında direnişe, mücadeleye devam ettiklerini dile getirmişlerdir.

Direnişin üçüncü günü olan 20 Temmuz 2022 tarihinde temizlik işçileri, sabah saatlerinde üniversitenin önünde gelerek öğle vakti basın açıklaması yapmak üzere taşeron firma Eurest Service önüne gideceklerini duyurmuştur. Temizlik işçileri, taleplerini Eurest Service firmasının genel merkezi önünde gerçekleştirdikleri eylem ile tekrar dile getirmiştir. Temizlik işçilerinin eylemine Kaldıraç Hareketi, İşçi Emekçi Birliği, İşçi Hareketi Koordinasyonu, Birleşik İşçi Kurultayı, BDSP, Dev Yapı-İş Sendikası, TKP, HDP, TİP gibi birçok siyasi kurum destek için katılmıştır. Eylem sırasında sık sık “Yılgınlık yok direniş var”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Direne direne kazanacağız” sloganları atılmıştır.

Temizlik işçileri, direnişleri sırasında Kod48 ile işten atıldıklarını ise SGK’den gelen bir mesaj ile öğrenmiştir. Direnişin dokuzuncu günü olan 26 Temmuz 2022 tarihinde Koç Üniversitesi yönetimi ve taşeron firma olan Eurest Service avukatları aracılığı ile görüşme talebinde bulunmuştur. Görüşme talebi öncesinde temizlik işçileri, direnişlerinin 10. gününde Koç Holding’in önünde basın açıklaması gerçekleştireceklerini duyurmuşlardır. Görüşme sonrasında, temizlik işçileri sosyal medya hesaplarından yayınladıkları bir metinle direnişlerinin kazanımla sonuçlandığını duyurmuşlardır. İşçilerin kazanımları; yasal tüm hakların ve tazminatların alınması ile işten çıkış kodu olan KOD48’in KOD4 olarak değiştirilmesidir. 27 Temmuz 2022 tarihinse ise Koç Üniversitesi’nin önünde yaptıkları kutlama ve basın açıklaması ile direnişleri son bulmuştur. 

Saha araştırması – Kadın işçiler ile görüşme

Saha çalışması, Koç Üniversitesi Taşeron Temizlik İşçileri Direnişi’nde özne olarak yer alan 4 kadın ile gerçekleştirildi. Görüşmeler, 16 Kasım 2022 tarihinde 3 kadınla birlikte grup hâlinde, bir oturumda yapıldı. 18 Aralık 2022 tarihinde ise 1 kadın ile online platform üzerinden derinlemesine görüşme gerçekleştirildi. Ortalama olarak her katılımcıyla birer saat görüşüldü.

Kadınların Demografik Bilgileri

Ecem Naz

Ecem, 47 yaşında Samsunlu emekçi bir kadın. Eşinden ayrı olan Ecem’in iki kızı ve bir oğlu var. Kızlarından biri 18 yaşında lise mezunu, diğer çocukları ise çalışıyor. İstanbul’a evlendikten üç sene sonra 1998 yılında taşınmış. Günümüzde İstanbul’da kirada ikamet ediyor. Geçimlerini iki çocuğu ile birlikte çalışarak sağlıyor. 

Ela Görkem

Ela, 60 yaşında. 2 tane çocuğu ve 1 torunu var. İki çocuğu da evli ve kendi geçimlerini sağlıyor. Tekirdağlı olan Ela, ilkokul mezunu. Evlenince eşiyle birlikte İstanbul’a taşınmış. Kirada yaşıyor. Geçimlerini eşiyle birlikte çalışarak sağlıyor. Eşi emekli olmasına rağmen hâlâ çalışmaya devam ediyor. 

Başak Özgür

Çalışma hayatına 1998 yılında fabrikada çalışarak başlayan Başak, 47 yaşında. Evli ve iki çocuğa sahip. 28 yaşında olan oğlu üniversite, kızı ise 17 yaşında lise mezunu. Bayburtlu olan Başak, ailesiyle birlikte köylerinde geçinemedikleri için 1990 yılında İstanbul’a taşınmış ve kirada yaşıyor. Geçimlerini sağlamak için evdeki herkesin çalıştığını dile getiriyor. 

Kader Selvi

Koç Üniversitesi’nde 6 yıl temizlik görevlisi olarak çalışan Kader, 49 yaşında. Evli ve 23 yaşında lise mezunu bir erkek çocuğa sahip. Kırklarelili olan Kader, İstanbul’a evlenerek taşınmış. Hayatını Çorlu’da kiralık bir evde ikamet ederek sürdürmekte. Kader, geçimlerini sağlamak için ailedeki herkesin bir payı olduğunu dile getiriyor. Eğitimini ise liseyi açık öğretimde okuyarak devam ettiriyor.

Kadınların çalışma hayatları

İstanbul’a ailesiyle birlikte çalışmak için göç eden Başak, ailesi ve kocası izin vermediği için uzun süre çalışmamış. Ailecek geçinemedikleri zaman kadınların da çalışmaya başladığını aktaran Başak, 1998 yılında fabrikada işe girerek çalışma hayatına adım atmıştır: 

“İstanbul’a geldiğimde çalışmadım. Çocuğum oldu çalışmadım. Daha doğrusu işe bırakmıyorlardı, bizde kadınlar çalışmaz diye. Geçinemeyince kadınlar da çalışmaya başladı. İş hayatıma öyle atıldım. Önce iş hayatıma 1998’de fabrikada başladım. Fabrikada 4 yıl çalıştım. (…) Ama eşim beni bırakmadı işte ben çalışıyorum şu an dedi sana gerek yok, sen evde oturacaksın ben kadının çalışmasını istemiyorum dedi. Ben mecbur kaldım işten çıkmak zorunda kaldım. Yoksa o zaman fabrikanın çalışma şartları güzeldi. Çok güzeldi, yaşım da daha gençti ama eşim bırakmadığı için mecbur çıkmak zorunda kaldım. O anki aklımla mecbur kaldım ne yapabilirim ki ailem de diyor eşin istiyorsa çıkacaksın. Ondan sonra ikinci çocuğumu doğurdum. Koç Üniversitesi’nde 2011’de çalışmaya başladım. Yine geçinemediğimiz için kadınlar çalışıyor ama geçinsek biraz cepleri para görünce kadın çalışmıyor işte. Koç Üniversitesi’nde de 10-12 yıl çalıştım. İş şartları ağır çok iş az para.”

Kadınların çalışma hayatına adım atması bir yandan da ev içinden çıkarak özgürlük alanlarının genişlemeye başlamasını sağlar. Toplumsal olarak ev içinde içselleştirilen değer ve normlarda, kamusal alana çıkıldığında kırılmalar gözlemlenir. Kadınlar, özel ve kamusal alanda geliştirdikleri güçlenme stratejileriyle; gündelik hayatta kendileri için hareket alanı oluşturuyorlar. Örneğin, Başak ikinci çocuğundan sonra kocasının baskısına karşı çıkarak Koç Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştır.

10 yıl Koç Üniversitesi’nde temizlik işçisi olarak çalışan Başak, 2013 senesinde üniversiteye farklı bir firmanın gelmesiyle birlikte iş yüklerinin ağırlaştığından bahsediyor: 

“2013’ten sonra işçiler yarı yarıya indi. 2013’te farklı bir firma geldi. İşçiler azaldı binalar çoğaldı, öğrenciler çoğaldı. Ben girdiğimde binalar azdı çünkü yapılmamış bir sürü bina vardı. SNA binaları yapıldı. En az 4-5 bina yapıldı altışar katlı. Ve bu binalar çoğaldıkça elemanlar eksildi. Beş kişilik yerde iki kişilik çalıştım. Üç kişilik yerde bir kişi çalıştım. Sömürü orda başladı zaten. İnsanlar ilk önce yaparız mecburuz. Mecburuz aslında hani yokluk var biz de yapıyorduk.”

Müdürleri, işçilere zaman zaman işe gelmeyen, izinli işçilerin yerine de bakmalarını emrediyor. Başak, işlere yetişemediklerini dile getirdiklerinde ise müdürler tarafından tutanak ile tehdit edildiğini ifade ediyor: 

“İş yüküm o kadar çok ki gerginiz yorgunuz müdür aradı. Yurtlara geliyorsun niçin dedim. İşte destek vereceksin. Gelemem dedim ben zaten iş yüküm o kadar fazla ki, yani dedim siz bana fazla maaş vermiyorsunuz di mi? Diğer arkadaşın parasını da bana vermiyorsunuz. Hep iş istiyorsunuz, şu an benim bedenim o kadar yorgun ki ben oraya gelmiyorum dedim. Müdür: gelmezseniz size tutanak tutarım. Tutabilirsiniz dedim gelmiyorum ben. Bana tutanak tutmuşlar bugün işi aksattı diye. Öyle mi dedim işi aksattım. Ben de yazdım; bu binaya bakıyorum diğer binaya bakıyorum. Üç binaya bakıyorum tek başıma. Hem bir de arkadaş gelmemiş onun lab bakıyorum. İş böyle mi aksadı? Dedim ben bu kadar parayla, bu o kadar fazla ki, biz zaten burada köleyiz. Tutanak tutarsan tut ben de savunmamı yazdım.”

Başak, Koç Üniversitesi’nden sonra özel bir okulda başlar. İş yerindeki sömürüyü ve haksızlıkları şu sözlerle ifade etmektedir: 

“Koç taşeron burası da kadro, bu da kadroda kölelik sistemini kurmuş. Mesela, taşıma yapıyorum, çocuklara kocaman kocaman servis yemek taşıyorum. Yemek veriyoruz, temizlik yapıyoruz, sokak süpürüyoruz, tahta taşıyoruz, masa, sandalye, koli taşıyoruz. Özel kargoları geliyor, evrakları, postaları geliyor ana kapıya biz alıp götürüyoruz. Ben burada şu an şoktayım iki-üç aydır buradayım. Ben de kendi kendime diyorum burada bir kölelik sistemi daha beter, kadrolu ama. Bizler Koç’ta bir şeyleri düzelttik yine ama burada bir kölelik sistemi var.”

Başak, yeni çalıştığı işyerinde çalışma arkadaşları ile konuşup sömürü düzeni karşısında kendi haklarını nasıl savunacaklarını örgütlemiştir: “Sorun çözmeye çalışalım, toplantılar yapın. Resimleyin diyorum, senin iş tanımın ne, dolabı taşıyorsun çek resmini, benim e-devlette temizlik tanımım temizlik ama her şeyi yapıyorum.” 

Bir kadın olarak Türkiye’de çalışma şartlarının zor olduğunu dile getiren Kader, sömürü düzeninin iş yerlerinde işlediğini anlatıyor: 

“Çalışma hayatım, maalesef Türkiye’de çok zor. Hele bir bayan için daha zor. Ben 6 yıl Koç’ta çalıştım temizlik sektöründe. O da zaten o kadar zordu ki. Şöyle zor; 3 kişinin işini tek kişiye yaptırıyorlardı. 3 kişinin işini yaptın mı bir üst seviyeye çıkarıyorlardı; dördüncü kişinin işini de sana yaptırmak istiyorlardı. Yok onu da yap yok ama bunu da yap. Bir gün oradaki arkadaşlarla, müdürü aradım, yeter artık gerçekten hani kalbimin ağrıdığını hissettim. “Aman rica ederim.” Rica ile bu işler yürümüyor dedim. Ben de sana rica ediyorum maaşımı yükselt diye, yükseltmiyorsun. Bu sistem, şu anki işim de aynı. Kısaca bana göre Türkiye’de bildiğin sömürü bile sömürü sistemi bile az kalıyor gerçekten de kölelik sistemi.”

Kader, 6 yıl Koç Üniversitesi’nde temizlik görevlisi olduğunu ve çalışma sürecinde sayısız mobbing ve baskıya maruz kaldığını şu sözlerle ifade ediyor:

“6 yıl Koç Üniversitesi’nde temizlik görevlisi olarak çalıştım. Bu çalışma sürecinde bir sürü, sayısızca mobbingler, mobbing derken her türlü sözlü, fiilî, baskılar mobbingler, biz bunları dibine kadar yaşadık. Biz bunlara karşı direndik, direnmeye de devam ettik. (…) Bizi bu sefer farklı işlere sürgün göndermeye başladılar. Bize şey dediler; ben bireysel olarak aradım: sen çok düzgün davranıyorsun, konuşmayı biliyorsun ondan dolayı sizi yolladık. Pardon dedim, temizlik yaparken kiminle konuşacağız acaba dedim, oradaki eşyalarla mı dolaplarla mı? Diğer çalışan arkadaşlar da dedim yıllardır orda çalıştı. Böyle demen sonuçta diğer arkadaşa hakaret oluyor yani. Bunlar kendince bir sürü mazeretler buldu, ürettiler.”

Kader, Koç Üniversitesi’nden sonra Çorlu’daki bir fabrikada işe girer. Fabrikanın da çalışma koşullarının oldukça ağır olduğunu dile getiren Kader, çalışma saatlerinin uzunluğundan bahsediyor:

“Şu anki işim 10 saat ayaktasın bilfiil. Çay molası 15 dakika koşarak, yemek saati 45 dakika bir de lütufmuş gibi ama başka yerlerde de yarım saat diyorlar. Pardon, dedim, 15 dakikayı bize lütfediyorlar yani. Birçok arkadaşım da farklı iş yerlerinde çalışmış yani kötüyü görüyorsun. Sonra kötünün de kötüsünü görüyorsun yani. Şartlar bana göre çok kötü yani çalışma sistemi. Ama işveren bundan hâlâ memnunsuz. Anket yapmışlar yeni iş yerinde; nasıl işçileri motive ederiz diye bir birim açmışlar bunun için uğraşıyorlar, bir birim açmışlar ve insanlara maaş veriyorlar şaka gibi. O kişilere verdiğiniz maaşı, personele eşit şekilde dağıtıyorsunuz alın size motive. Maaşımı düzelt, şartlarını iyileştir. Hani bunun için akıl danışmaya oturup düşünmeye zeki olmaya gerek yok yani. Bu kadar basit, benim ilkokul aklım buna yetiyorsa, siz bu fabrikayı kurmuşsunuz herhâlde bu kadar aklınız zekânız vardır. Hiçbir şey demediler sadece böyle baktılar yani bana, şefler. Şef, dedi bana doğru diyorsun.”

Kadınların Koç Üniversitesi’ndeki çalışma deneyimleri

Ecem, Koç Üniversitesi’ndeki çalışma süresi boyunca patronların yıldırma politikaları sonucu sürekli olarak rotasyona maruz kaldığını anlatıyor: 

“Süreç içinde çok psikolojik baskı zaten mobbing vardı oradan oraya sür oradan oraya hani bizi istemediği kişileri. Rotasyon yapılıyor. Oradan oraya psikolojik baskı çıksın gitsin işten diye. Oranın işinden çok bu rotasyon baskı, psikolojik baskı daha çok eziyet.”

Ecem’in belinde üç tane fıtık çıkması sonucu iş yeri hekimi ona emeklilik belgesini almasını söyler. Ecem ise doktora emekliye çıkamayacağını, kirada yaşadığını, çalışması gerektiğini dile getirir. Doktor kendisine beş aylık rapor yazarak fizik tedaviye başlamasını söyler. Raporu müdüre götüren Ecem yaşananları şu şekilde aktarıyor: 

“Müdür bir kalktı doktorun odasına gitti aldı raporu, dedi bu ne sanki ağır mı taşıyor doktor da bana ağır taşıyamaz kaldıramaz çok fazla ayakta duramaz yazmış, hafif yer versinler diye bu üç şıkkı işaretlemiş. Ondan sonra zaten dedi çöpleri bölüyoruz çöp mü taşınıyor, dedi müdür yalan tabii ne bölmesi yetiştiremiyoruz ki zaten böleceksin… Doktoru müdür baya bir azarladı, bağırdı. Ben de gittim dedim ki, raporu siz yazsaydınız, müdüre. Ne diyorsunuz Fatma Hanım? Dedim, doktorun yazdığı raporu değiştirmeye çalışıyorsunuz şu an yaptığın şeyin farkında mısın? Ne değiştirmesi, dedi, dedim adama bağırıyor.(…) Müdür benim raporlu olduğumu biliyor ama hâlâ başka yere almadı yurtlardan belim çok ciddi derecede ağrıyor.”

Kadınların direniş deneyimleri

Her sabah işe gitmek üzere bindikleri servis ile üniversitenin önüne gelen temizlik işçileri, müdürün, ben tatildeyim bir hafta sonra gelin konuşalım, söyleminden sonra direnişlerini başlattıklarını duyurdular. Kadınlar bu anı şu sözlerle anlatıyorlar:

Başak: “Biz dedim gitmiyoruz sen orada tatil yap biz burada direnişi başlatıyoruz. Ve o an başladı yani, o an direniş başladı. O an dedik müzikleri açın arkadaşımıza dedik çalın davulları çalın müzikleri açın direniş başlıyor gitmiyoruz.”

Ela: “Müzik çok güzeldi.”

Ecem: “Benim oğlum da dedi benim bildiğim direniş dedi bayrak pankart açar dedi siz dedi oynuyorsunuz göbek atıyor millet gerçekten de hani bizim beynimizde bir direniş şeyi vardı. Hani böyle yaşamadık görmedik ama televizyonlarda izlediğimiz pankart açarsın… bizimkiler davul zurna göbekler möbekler her şey…”

Başak: “Bizimki şenlik gibiydi.” 

Ağırlaşan çalışma koşullarına, düşük ücrete, mobbing ve rotasyon baskılarına karşı direnerek eyleme geçen Ela, direniş sürecindeki kararlığını şu sözlerle ifade ediyor: 

“Gerginleşince de biz bir eylem patlattık. Her sabah diyordum ki buna ben bu çadırı kurmadan bu davulu zurnayı vurmadan ben buradan gitmeyeceğim. Nitekim de öyle yaptım. O davulu da vurdurdum zurnayı da çaldırdım hakkımı da aldım Allah’a ısmarladık deyip çıktım geldim oradan.”

Eylem süreklilik hâli kazanarak, tutarlı bir şekilde devam etti. İşçiler, eylemlerini muhatabı olan kurumların önünde gerçekleştirerek devamlılık sağlayan geliştirici bir tutum sergilediler. İşçilerin eyleme odaklanmış hâlleri ve direnişi sürdürme kararlılıkları onları kazanımlarına doğru ilerletti. Eylem boyunca direngen bir tavır sergileyen Başak, direniş sürecini şöyle özetliyor:

“Farklı farklı yerlerde de eylememiz devam etti. Bir gün eylemi Koç Üniversitesi’nin önünde yapıyorduk bir gün Eurest Services ana binasının önündeyiz, eylemimiz orda devam ediyor. Koç Üniversitesi’nin Nakkaştepe’ye gidecektik onun duyurusunu yaptık. Koç Holding’in ana binası var. Onun önünde direnişimizi yapacaktık en son tutuştular holdingin önüne gelmeden bütün ne istiyorlarsa verin, dediler yani o büyük başarıyla bitti ama o büyük başarı bizim orda dik duruşumuzla bitti eğer biz orda parçalansaydık altı arkadaş o direniş çoktan bize vermeden mahkemeleri bekleyecektik. Ama bizim orda kararlılığımız altı arkadaş da orda tuttuk yani. Hepimiz birlikte birbirimize destek olarak. Bir olduk. Ekmekte buluştuk.”

Kadınların anlatıları, sınıf bilincini açığa çıkarır nitelikte. Sadece kendi bireysel talepleri için değil tüm emekçiler için de mücadele ettiklerini dile getirmişlerdir. Bunun yanı sıra kazanımla sonuçlanan bu eylem, Türkiye işçi sınıfının kolektif mücadelesinde yer ediniyor ve işçiler için örnek teşkil ediyor. Temizlik işçilerinin direnişi hem öğretici hem de yönlendirici bir nitelik taşıyor:

Başak: “… diğerlerini güzel sindiriyorlardı biz arkadaşlarımıza cepheydik, onlar arkamızdaydı sürekli. Biz önde olduğumuz için bize güveniyorlardı. Siz giderseniz ne olacak diyorlardı. Aslında siz de bir cephesiniz orda onlara aşılıyoruz hâlen de şu an yine bizim kazanımlarımızla rahat ediyorlar onlar orda ve onlar da ara ara diyorlarmış onlar gibi biz de yaparız bize bir şey yaparsalar bu da bir örnek oldu onlara…” 

Kadınların ifadeleri ile Türkiye’de emekçi bir kadın olmak

Kader’e göre Türkiye’de emekçi bir kadın olmak zor. Kader, kadınların sadece iş yerlerinde değil ev hayatlarının içerisinde de sürekli olarak bir mücadele içerisinde olduğunu dile getiriyor. Kadın olarak haklarını alabilmek için iş yeri ve aile içinde mücadele vermenin gerekli olduğundan bahsederek mücadelenin önemini vurguluyor: 

“Türkiye’de bir emekçi kadın olarak her şeyle mücadele ediyorsun… Mücadele etmeden hiçbir şeyin olmayacağını ben anladım kısaca.” 

Direniş deneyimlerinden sonra kadınların vurguladıkları en önemli kısım mücadelenin gerekliliği oluyor: 

Başak: “Güzel şey aslında onur verici bir şey emekçi kadın olmak. Onurlu gururlu mücadeleci… Bu mücadelenin de bak hiç tanımadığın arkadaşlarına gösteriyorsun hakkını aramayı biliyorsun. Ona da göstermeye çalışıyorsun aslında gittiğin yerlerde deneyimlerini yavaş yavaş hissettiriyorsun. Ve ayaklarının üzerinde duruyorsun aslında…”

Ecem: “Kendi ayaklarının üzerinde durabiliyorsun bir de karşındaki duramayanları da örnek vererek, onların da ayakta durmasını sağlıyorsun. Özgüven tamamen yükselmiş bir özgüven…”

Başak: “Valla kadınlar korkmasınlar çalışsınlar bence ayaklarının üzerinde dursunlar dünyayı kadınlar değiştirir. Cesur kadınlar değiştirir.” 

Ela: “Mücadeleye devam…” o

Emperyalizm, sömürü, “medeniyet”: Afrika I Çınar Akay

Amerika’da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı hâline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika’nın siyah derililerin ticari amaçla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur (K. Marx, Kapital 1. Cilt, Yordam Yay., s. 718).

Dünyamızın ekonomik evriminde yeni bir tarihsel aşamanın oluşmasını ta Ortaçağ’dan beri mümkün kılan ilk sermaye birikimini sağlayan en önemli etken gerçekten de iç ve dış yağma olmuştur… Ernest Mandel’in yapmış olduğu hesaba göre, 1660’a kadar Amerika’dan sökülüp alınan altın ve gümüşün, 1650-1780 yılları arasında Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Endonezya’dan topladığı ganimetlerin, Fransız sermayesi tarafından 18. yy boyunca zenci köle ticaretinden sağlanan kazançların, gene aynı dönem boyunca İngilizlerin bir yandan Antiller’deki köleleri çalıştırarak, bir yandan da Hindistan’ı yağmalayarak gerçekleştirdikleri kârların toplamı, 1800’lerde bütün Avrupa’daki sanayi alanlarına yatırılan sermayelerin toplamını aşıyor. 

1503-1660 yılları arasında Latin Amerika’dan Andaluzya başkentine tam 185 bin kilogram altın ve 16 milyon kilogram gümüş gelmiştir. Bu yüz elli yıl boyunca İspanya’ya aktarılan gümüş miktarı, tüm Avrupa rezervlerinin üç katını temsil etmektedir. Ve unutmamak gerekir ki burada söz konusu olan rakamlar resmî rakamlardır; dolaysıyla da gerçekliği bir hayli geriden izlemektedir. 

Günümüzde yapılan en güvenilir araştırmalar sömürge öncesi dönemde Meksika nüfusunun otuzla otuz yedi buçuk milyon arasında olduğunu ortaya koyuyor. And Dağları yöresindeki yerlilerin de sayısının buna eşit olduğu tahmin edilmekte. Orta Amerika’daki yerliler onla on üç milyon arasında, Aztek, Maya ve İnkaların toplamı ise sömürgecilerin ortaya çıkışından önce yetmişle doksan milyon arasında tahmin ediliyor. Bir buçuk yüzyıl sonra toplam nüfus yalnızca üç buçuk milyon. 

1870’ten önce Hindistan’ın ormanları müştereken idare ediliyordu; çiftçiler ormanlardan yemek yapmak ve ısınmak için odun, sığırları beslemek için yem elde ediyorlardı. 1870-80 arasında ormanların neredeyse tamamı, İngilizler tarafından gemi imalatı ve demiryolu inşasında kullanılmak üzere çitlendi (el konuldu). Çitleme hareketi ormanlarla da sınırlı değildi: Su kaynakları özelleştirilip toprağın yanında açık artırmayla satıldı, ilk kez meta hâline getirildi. Fakat sistemin asıl korkunç yanı 1876 yılında El Niño kasırgası bölgeyi vurup da devamında 3 yıllık bir kuraklık yaşanınca ortaya çıktı. El Niño sebepli kuraklıklar 19. yüzyılda bölgede bilinmeyen bir şey değildi, fakat çiftçiler bu dönemleri atlatmanın yollarını bulmuşlardı. Mahsul elde edemedikleri yıllarda tahıl stoklarını kullanıyorlardı, müşterek kaynaklar da hayatta kalmalarına yardımcı oluyordu. Fakat bu defa ellerinde bu emniyet sistemlerinin hiçbiri olmadığı için ortaya feci sonuçlar çıktı. Ormanlar çitlenmiş olduğundan çiftçiler hayvanlarını besleyecek yem bulamadı. Sığırlar sürüler hâlinde öldü, gübre kalmayınca da topraktan alınan verim düştü. Su kaynakları da çitlenmiş bölgelerde kaldığı için insanlar yağmur yağmadığında kullandıkları sulama sistemlerine erişemediler… Kuraklığın insan maliyeti korkunçtu: 10 milyon Hintli açlıktan öldü… Yirmi yıl sonra, 1896-1902 yılları arasında El Niño bir kez daha geldi, bu kez zayiat daha büyüktü. 20 milyon Hintli açlıktan öldü, böylelikle toplam ölü sayısı 30 milyona ulaştı 

Avrupalı tüccarlar, Marco Polo’nun 13. yüzyıldaki seyahatlerinden beridir Çin’in zenginliğine göz dikmişlerdi. Ama Çin muhafazakâr ve kendi kendine yeter bir yerdi. Avrupalıların sunabileceği hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Britanya Doğu Hindistan Şirketi Hindistan’ın geniş topraklarını kendi talebini yaratan bir metanın ekimine ayırarak bu sorunu 19. yüzyılın başında çözdü: Afyon. 1810’a gelindiğinde şirket Çinlilere yılda 350 ton afyon satıyordu. İmparatorluk hükümeti ticareti durdurmaya kalkıştığında Britanya savaş başlattı. Dolayısıyla, 1839-42 ve 1856-60 Afyon Savaşlarında Britanya imparatorluğu uyuşturucu tacirleri adına savaşmış oldu. 

Afyon Savaşlarıyla büyük yenilgi alan Çin’in kendi tahıl piyasası üstündeki denetimi kaybetmesi sonucunda, Hindistan’ı vuran kuraklıklar esnasında Çin’de de büyük kıtlıklar yaşandı, 30 milyon insan açlığa kurban verildi.

Afrika

Köle ticareti

1480’lerde Portekizliler, ıssız ekvatoral Principe ve Sao Tome adalarını keşfetti. Takip eden yıllarda Portekizli yerleşimciler bu adaların zengin volkanik topraklarında şeker kamışı yetiştirmeye başladılar. Bunun için Afrika kıtasından getirilen köle emeği kullanıldı. 16. yüzyılın başlarında Sao Tome, Avrupa pazarı için en büyük şeker üreticisi oldu. 15. ve 16. yüzyılın başlarında, büyük ölçüde Senegal ve Gambiya bölgesinden getirilen köleler Güney İspanya ve Portekiz’in çiftliklerine ve sömürgelerine taşındılar. Nijer Deltası ve Kongo Nehri bölgesinden alınanlar çoğunlukla Sao Tome adasına götürüldü. Afrikalı köle emeğine dayanan Sao Tome sömürge sistemi, Amerika ve Karayipler için de model teşkil edecekti.

Amerika nüfusunun, işgalden sonra yaklaşık 150 yıl içinde korkunç bir kırıma uğratılmış olması, elbette madenlerde ve tarımda çalışacak iş gücü ihtiyacını doğurdu. Doğrudan Atlantik üzerinden alınan ve köle olarak satılan ilk Afrika esirleri 1532’de taşındı. Daha sonra insan nakliyatında, istikrarlı bir transatlantik ticaret şekli gelişti, ancak yıllık rakamlar ilk 100 yıl boyunca nispeten küçük kaldı. Ancak 1630’lardan önce Hollandalılar, sonra Fransızlar ve İngilizler katıldıklarında Brezilya ve Karayipler’de şeker plantasyonlarında hızlı bir genişleme oldu. Köle iş gücüne olan talep arttı ve Batı Afrika’dan esir ticaretinin büyüklüğü muazzam oranlara ulaştı. 16. yüzyılda, yılda sadece birkaç bin olan rakamlar, 17. yüzyılda, yılda ortalama 20 bine yükseldi ve 18. yüzyılın büyük bölümünde yılda 50 ila 100 bin arasında arttı. 19. yüzyılda sayılar azaldı ancak ticaret 1880’lere kadar tamamen yok olmadı. Bazı tarihçiler bu büyük trafiğin kayıt altına alınmadığını ve ticaretin gerçek ölçeğinin burada belirtilenin iki katı olduğunu iddia ediyorlar. 

Tüm Avrupalı köle tüccarları kurbanlarını ele geçirme kısmında aktif değillerdi. Avrupalı tüccarlar kendi kapsamlı baskın seferlerine devam edecek askerî güce sahip değillerdi. Zaten, esirlerin daha ucuza alınabileceği ve riskin daha az olduğu kıyılar dururken, neden pahalı baskın seferlerine devam etsinler ki? Angola’da olduğu gibi iç bölgelere girdiklerinde Avrupa orduları ya askerî yenilgiye uğradı ya da hastalık yüzünden zayıfladı. Bununla birlikte, Kongo ve Ndongo krallıkları içinde, sahilde çok sayıda esir satışı sağlayan savaşlar başlattılar.

Ancak yine de kıta olarak Afrika’nın sömürgecilerin ilgi alanına girmesi biraz daha geç bir tarihe denk düşer. 1884 yılında toplanan Berlin Konferansı ile kıta, Avrupalılar arasında paylaşıldı. 

Berlin Konferansı: Kim nereyi yağmalayacak!

Berlin Konferansı Afrika yağmasına ciddi bir ivme kazandırdı. 1870’te Afrika’nın sadece %10’u Avrupalıların kontrolü altındayken 1914 yılında bu oran %90 civarına ulaştı. İngiltere Ümit Burnu’ndan Kahire’ye kadar uzanan çok geniş bir alanın yanı sıra Nijerya’ya ve kıtanın kuzey doğu şeridinde birkaç ticaret limanına da hükmediyordu. Fransa Batı Afrika’nın büyük bir kısmıyla Madagaskar’ı ve Ekvator bölgesinin bir bölümünü elinde tutuyordu. Almanya Namibya, Tanzanya ve Kamerun’u alırken, Portekizliler Angola ve Mozambik üstünde hak iddia ediyordu; Kongo da Belçikalılara kaldı. 

On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar Afrika’daki Avrupalıların, bu koşullar altında yaşamak ya da çok daha sıklıkla görülen bir olgu olarak ölmekten başka seçenekleri yoktu. Batı Afrika “beyaz adamın mezarı” olarak biliniyordu. 1695 ile 1722 yılları arasında Kraliyet Afrika Şirketi tarafından Batı Afrika’ya gönderilen her 10 Avrupalı işçiden “altısı birinci yılda, ikisi ikinci yıldan yedinci yıla kadar geçen süre içinde öldü. Sadece biri İngiltere’ye geri dönecek kadar yaşayabildi.” Bu olasılıklar altında çoğu Avrupalı tüccar, Afrikalı tüccarların iç bölgelerle kıyı arasındaki ticarete hâkim olmasından memnundular. Gemilerini ticaret limanlarına getirirlerdi, mallarını satın alırlardı ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde geri dönerlerdi. 

Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru hızlanan Afrika yağması kıtanın içlerine nüfuz etmek için yeni yollar arıyordu. Afrika’nın nehirleri, Avrupalılar tarafından kıtanın kalbine giden ve oradan gelen ana ticaret atardamarları olarak görülüyordu. Avrupalıların, kıtayı Avrupa ticaret ve sömürüsüne açabilecekleri “otoyollar”dı.

Yine de bu “otoyollar”ın kullanımı için iki büyük engel vardı. Birincisi başta sıtma olmak üzere salgın hastalıklar, ikincisi yerli halkın saldırıları karşısında işgalcileri avantajlı kılacak silahlar. 

1847’de kininin sıtmaya karşı tedbir amaçlı kullanılabileceğine dair bir İngiliz doktorun yayınladığı makale dönüm noktası oldu… Kısa sürede çok miktarda üretilmeye başlanan kinin, Afrika’ya gidişin maliyetlerini azaltmış ama sıfırlamamıştı. Geriye dengeyi tamamen Avrupalı fatihler lehine bozacak bir yenilik kalmıştı. Bu da makinalı tüfek idi. 

Henry Morton Stanley’in (Kongo’nun Belçika Kralı adına sömürgeleşmesinde önemli rol oynayan gazeteci) How I Found Livingstone (1872) adlı kitabında “genç gezginler” için eklediği bir tavsiye bölümü vardır. İyi bir çadır ve bedenin rahatını sağlayan birkaç şey. Ardından da en önemli şeyler, yani silahlar gelir. Avcı silahları hakkında birkaç öneriden sonra aşağıdaki yorumu yapar: “Bir savaş silahı olarak icat edilen en iyi silahın, London Eley mühimmatıyla techiz edilmiş Amerikan Winchester makinalı tüfeği veya bilinen adıyla ‘on altı patlar’ olduğunu tahmin ederim. Amerikan Winchester’i bir savaş silahı olarak tavsiye etsem de, gezginin bunu saldırı için alması gerektiğini kastetmiyorum, ancak en etkili savunma aracı olarak alınmalıdır.” 

Avrupa yapımı ateşli silahların köle ve altın karşılığı sıklıkla değiştirildiği Batı Afrika’da, silahlar adeta hayatın bir parçasıydı. Bu Afrika’yı sömürgeciler açısından aynı zamanda bir silah pazarı hâline de getiriyordu. Bunun için zamanla yalnızca Afrikalılara satılmak üzere silahlar üretildi. Doğal olarak bunlar daha kalitesiz ve işgalcilerin silahlarını daha geriden takip eden bir tekniğe sahipti. Avrupalılar işgallerde kuyruktan doldurma tüfeklere geçerken (ki bu hız ve hedef olmama açısından ciddi avantajlar sunuyordu) Afrikalılar hâlâ ağızdan doldurmalı tüfekler kullanıyorlardı. Bunun gibi birçok teknik yenilik (mermi kapsülü, yivli namlu vb.) işgalcileri Afrikalılar karşısında avantajlı kılıyordu. Ayrıca 1890 Brüksel Konferansı ile de Avrupalıların Afrika’da modern ateşli silahlar satımı yasaklandı. 

Sömürge yönetimlerinin kurulması

15. yüzyılda “yeni dünya”nın sömürgeleştirilmesinde kılıç ve haç başroldeydi. 19. yüzyılda bunların yanına “medeniyet/uygarlık taşıma” eklendi. Bugün ise “uygarlaştırma” yerini “demokrasi taşıma”ya bıraktı.

Bir İngiliz sömürgesi olan Kenya’da bağımsızlık mücadelesinin lideri olan Jomo Kenyatta şöyle der: “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız ise beyazların elindeydi.” 

Kongo’yu ilk olarak 1483’te Diego Cao adlı Portekizli bir denizci keşfetti. Ülke 16. ve 17. yüzyıllarda, Portekiz sömürgeci istilasını öteki Afrika topraklarına yaymasında bir “sıçrama tahtası” oldu. Ama Afrika kurtuluş savaşları çağı açıldığında Kongo, sömürgeciliğe karşı savaşını Portekiz ile değil, daha sonradan sömürgesi olduğu Belçika ile yapacaktı.

Belçika’nın yaklaşık 80 katı büyüklüğündeki bu topraklara, Belçika Kralı II. Leopold kendisi adına yerli kabilelerle anlaşma yapan Stanley adlı bir gazeteci aracılığıyla sahip oldu. 1884’te toplanan Berlin Konferansı Stanley’in Kral Leopold adına yaptığı anlaşmaları geçerli saydı ve Kongo, Belçika’nın değil ama Leopold’un kişisel mülkü olarak tanındı. Ülkeye Bağımsız Kongo adı verildi. Bu bir kralın özel mülkü olmaktan gelen bir bağımsızlıktı ve bu ad yalnızca ülkenin sömürgeler bakanlığına bağlı olmadığı anlamına geliyordu. Leopold bu devasa kazanımını uluslararası zeminde meşrulaştırmak için insanî yardım ve hayırseverlik işleri peşinde olduğunu söylüyordu. Fildişi toplamakla başlayan macera, 1890’larda bisiklet lastiği ve daha sonra otomobil üretimi yükselişe geçince kauçuk üretimiyle devam etti. Yerli halkın büyük bir kısmı köleleştirildi ve kauçuk toplamaya zorlandı. Belirlenen kota kadar kauçuk toplayamayanların elleri kesiliyordu. Bir süre sonra bu durumun dünyada duyulması sert tepkiler uyandırdı. Leopold’un idaresinde on milyon Kongolu yani nüfusun kabaca yarısı hayatını kaybetmişti. Bu arada kral, bu ülkedeki kişisel haklarından vazgeçti ve hükümranlık haklarını Belçika ulusuna devretti.

İngiltere 1795 gibi daha erken bir tarihte Güney Afrika’da varlık gösterse de kıtaya dönük hamleleri 1870’li yıllarda yoğunlaşır. Afrika’da İngiliz sömürge politikasının en önemli figürlerinden biri Cecil Rhodes’tir. Güney Afrika’nın altın ve elmas madenlerini yağmalayan, Güney Afrika’da apartheid rejiminin mimarı, kendi soyadını işgal ettiği topraklara veren (Kuzey Rodezya bugünkü Zambiya, Güney Rodezya, bugünkü Zimbabve), Kahire ile Cape Town arasında bir demiryolu kurma hayali olan, 1890-1896 arasında Cape kolonisinin başkanlığını yapan kişidir. “Cape’in Napolyonu” adı yakıştırılan Cecil Rhodes’e göre Cape’in ihtiyaç duyduğu şey topraktı, yerli değil. “Üstün bir ırk çoğalırken Afrika’yı Pigmelere bırakacak değiliz ya… Betchunaland’dan ta Mankoarane’a kadar olan toprakları almakta bence hiçbir sakınca yok… bu yerliler bizim hâkimiyetimiz altına girmeye mahkûmlar… yerliye bir çocuk gibi davranmalıyız ve ona alkolü yasakladığımız gibi seçme ve seçilme hakkını da yasaklamalıyız.” Resmî görevlilere yerlileri kırbaçlama hakkını tanıyan tasarıyı desteklemişti… Doğal olarak keyfî tutuklamalar, savaş çıkartmaya yönelik kışkırtmalar, haberci ve ulakların katledilmeleri, “chartered gang”ın (beratlı çete) kullandığı yöntemler arasında bulunuyordu, kısaca Chartered denen British South Africa Company’ye bu ad takılmıştı… Bechuanaland’in yerlilerinin elinden topraklarını almak için alışılagelmiş yöntemleri kullanabildi ve Cape’te bu yerlilere sınırlı, satılamaz, devredilemez, ipotek edilemez birer hisse tahsis ederek, mirasçılarını madenlerde çalışmak zorunda bıraktı. 

Rhodes ve planına yatırım yapanlar Rozvi ve Mutapa imparatorluklarının eski altın madenlerinden haberdarlardı… Böyle bir plana karşı ana muhalefet odağı Zimbabve Platosu’nun batı yarısına hâkim olan Ndebele Krallığı’ydı. 1888’de Rhodes, Ndebele Kralı Lobengula’dan toprakları üzerinde bir tür maden arama “izni” koparmayı başardı. Lobengula, sadece bir avuç araştırmacının ülkesine girmesine izin verdiğini sanıyordu. Ancak imzaladığı anlaşma metni kasten kendisine yanlış tercüme edildi. Böylece bu anlaşma İngilizlerin madenleri sömürmesi için her türlü eylemi yapma özgürlüğü veriyordu. Lobengula’nın güçlü protestolarına rağmen, İngiliz hükumeti hileli imtiyazı kabul etti ve Rhodes’in yeni kurmuş olduğu İngiliz Güney Afrika Birliği tarafından Zimbabve’nin sömürgeleştirilmesini onayladı. 

Cezayir’in Fransız sömürgesi hâline getirilmesinde büyük rol oynayan general Bugeaud da Cecil Rhodes gibi 19. yüzyılın sömürgeci fatihlerinden biridir. Eylemci bir kralcı olarak, sömürgelerdeki yerli halka eğitim verilmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Tiers’e bunu şöyle açıklamıştı: “Ulusun yaşaması ancak tarladaki ve fabrikadaki insanların, eğitime zaman ve güç ayırmayacakları ölçüde ağır koşullarda çalıştırılmalarıyla mümkündür.” Bugeaud’a göre toplum dört temel direk üzerinde yükseliyordu: çalışma, aile, vatan ve din. Farklı düşünen herkes yok edilmeliydi. General, demir gibi bir disiplin altında tutulmasının karşılığında, askerlerini yağma, tecavüz, eğlence için serbest bırakırdı. 

1842’de Miliana ile Cherchell arasında ne varsa ateşe verdi. “Savaşmıyoruz, yakıyoruz,” diye yazıyor Saint-Arnaud. “Tüm çadır topluluklarını, tüm köyleri, tüm kulübeleri yakıyoruz… Atlas Dağları’nın karına sığınan ne kadar çok kadın ve çocuk soğuktan ve sefaletten öldü… Evlere giriyor yağmalıyor, yıkıyoruz… Yürüyüş kolunun nereden geçtiğini hâlâ yanan alevlerden anlıyorum.” 1845’te Generel Pelissier Dahra mağaralarında bin kadar Arap’ı dumanla boğunca, Bugeaud yetkisini kullanarak ona kalkan olmuştu.

Tüm bunlar bu coğrafyanın da şahit olduğu ne çok katliamı akla getiriyor. Ermeni soykırımı, Pontus katliamı, 33 kurşun, zorunlu çalışma (Aşkale), Dersim katliamı ve mağaralarda kimyasalla katledilenler, boşaltılan köyler, yakılan ormanlar, Roboski katliamı, Şengal’de bilmem kaçıncı kırıma uğrayan Ezidiler…

Almanlar da, sömürge yöneticilerinin otoritesine karşı herhangi bir meydan okumaya karşı çok sert davranmak konusunda kötü bir üne sahipti. Sömürgeci zalimliği hakkında belki de en korkutucu olay, 1904 yılında Alman kontrolündeki Güney Batı Afrika’da gerçekleşti (bugünkü Namibya). Burada sürülerini bir sığır vebası salgınında kaybeden ve Alman ve Afrikaner (Hollandalı yerleşimcilerin -boerlerin- torunları) yerleşimciler tarafından topraklarından çıkarılmış olan çoğunluğu göçebe Herero halkı, yaklaşık 100 kişiyi öldürerek ve çıkarıldıkları orta Namibya topraklarının iadesini isteyerek sömürge yöneticileri ve yerleşimcilere karşı silahlandılar. Buna tepki olarak Alman Generali Lothar von Trotha “soykırım” emrini verdi: “Herero ulusu ülkeyi terke etmelidir. Eğer bunu yapmazlarsa, onları zorla çıkaracağım… Alman bölgesi içinde silahlı veya silahsız, sürüye sahip olsun veya olmasın, Herero kabilesinden herkes vurulacaktır. Bölgede hiçbir kadın veya çocuğa da izin verilmeyecektir; kendi insanlarının yanına gönderilecek veya vurulacaktır. Bunlar, güçlü Alman imparatorunun büyük generali olarak Herero ulusuna söyleyeceğim son sözlerimdir.”

Birçok Herero çöle kaçınca, Alman güçleri su kuyularını zehirledi. Bu askerî seferin sonunda, 20 binden daha azı hayatta bırakılarak yaklaşık 60 bin Herero katledildi. Daha da kötüsü sağ kalanların çoğu çalışma kamplarına yerleştirildi ve daha sonra sonuçları Nazi ırk üstünlüğü fikirlerine yem olacak olan tıbbî deneyler ve muayenelerin kobayı oldular. 1905 yılındaki isyanda Nama halkı Herero’ya katıldığı zaman onlar da benzer bir muameleye maruz kaldılar. Herero ve Nama halklarının neredeyse tamamen kökünün kazınması yirminci yüzyılın muhtemelen ilk soykırımıydı. 

19. yüzyıl boyunca sürdürülen sömürge politikaları, yerlilerin madenlerine, sularına, topraklarına el koyma, zorla çalıştırma, kapitalist dünyanın hukuksal düzenlemeleriyle özgürlük veriyormuş gibi gözüküp, kölelik hukukunu yerleştirme, katliam, aşağılanma, aşağı ırk olarak Avrupa’nın insan hayvanat bahçelerinde sergilenme, uzuvlarını keserek sakat bırakma gibi akla gelmedik daha bin türlü vahşet ve buna karşı ortaya konan isyanlarla şekillendi.

Bağımsızlık mücadeleleri

20. yüzyıla geldiğimizde ise 20. yüzyıl iki dünya savaşına tanık oldu. Birincisini bitiren Ekim Devrimi’ydi. Ekim Devrimi başlı başına, ezilen sömürülen sınıflara ve halklara umut ışığı oldu. İkincisi ise tüm emperyalist dünyanın desteğiyle Nazi Almanyası’nın Ekim Devrimi’ni boğmak üzere saldırmasıdır. Büyük bedeller ödenerek Nazileri yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği dünyanın ezilen halklarına, ulusal kurtuluş mücadelelerine, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerine bir kez daha umut oldu. Ezilen halklar için umut olan şey, emperyalizm için saldırılması gereken, yok edilmesi gereken şeydi. Bunun için soğuk savaş, demir perde söylemi ve içeride komünist cadı avı devreye sokuldu. Ayrıca emperyalist ülkelerde Keynesyen politikalarla, hem ekonomiyi toparlamak hem de görece bir refah sağlayarak işçi sınıfının devrimci fikirlere yakınlaşmasının önüne geçilmeye çalışıldı.

Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden birkaç yıl sonra Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler’de kabulü de yine Sovyetler Birliği’nin dünyada yarattığı etkiye karşı bir ön alma hamlesidir. Kendisini Sovyetler Birliği karşısında “özgür” dünya olarak tarif eden emperyalistler diğer taraftan klasik sömürge politikalarına devam edemezlerdi. Üstelik buralardan gelişecek daha radikal zaferler, sömürgeleri sadece bağımlı oldukları emperyalist güçlerden koparmayacak, kapitalist sistemden de koparacak riskler taşıyordu. Elbette klasik sömürge politikalarına son verseler de bu politikalar sayesinde halklar arasında ektikleri etnik düşmanlıklara güveniyorlardı, tüm bu yıllar boyunca ekonomik olarak yalnızca emperyalist ülkenin hammadde deposu olmaktan ileri gitmeyen bir ekonominin yönetime kim gelirse gelsin elini kolunu bağlayıp, onu tekrar emperyalist ülkenin ekonomik “yardımlarına” muhtaç edeceğine güveniyorlardı, içeride sömürge yönetiminden kalma yapılanmaya güveniyorlardı, feodal kalıntılara ve işbirlikçi burjuvalara güveniyorlardı ve en sonu tüm bunlar işe yaramaz ise tabii ki darbelere güveniyorlardı.

 Bunun üzerine İngilizler 1947’de Hindistan’dan çekildi, Fransa da Suriye ve Lübnan’dan çekildi. Mısır’da 1952 yılında yaşanan darbeyle İngiliz işgali sona erdi. 5 yıl sonra Gana bağımsızlığını elde ederek İngilizlerin hâkimiyetindeki sömürgelerde bir bağımsızlık dalgasını tetikledi. 1960’a gelindiğinde Fransa Batı Afrika’daki sömürgelerinden çekilmeye başlamıştı. Yine 1960’ta 17 Afrika ülkesi bağımsızlığını kazanmıştı

Afrika’da bağımsızlığını kazanan ya da bağımsızlık savaşı yürütmekte olan birçok hareket, Afrika sosyalizminden etkileniyordu. Afrika sosyalizmi kıtanın hemen her tarafında yürümekte olan bağımsızlık mücadelelerinin her birinden etkilenerek, kamu mülkiyetinin ağırlıkta olduğu, sömürge sermayesini mümkün olduğunca dışarıda bırakan, eğitim, sağlık, barınma ve altyapı yatırımlarını önceleyen ve ekonomik kaynakların “geleneksel” Afrika değerlerine uygun bir şekilde paylaşılması gerektiğini savunan bir yaklaşım içermekteydi. Aslında kapitalizmden tam bir kopuş değil ama bir tür kalkınma yolu olarak görülüyordu. Kwame Nkrumah yönetimindeki Gana ve Julius Nyerere yönetimindeki Tanzanya gibi ülkelerde hayata geçen toplumsal adalet çabalarına Afrika sosyalizminin ilkeleri yön veriyordu. 

1955 yılında bağımsızlığını yeni ilan etmiş Afrika ve Asya ülkeleri fikir alışverişinde bulunmak, ekonomik işbirliği yönünde adımlar atmak ve Batılı güçlerden gelebilecek her türlü sömürgecilik ve yeni sömürgecilik biçimine direnme niyetlerini ortaya koymak üzere Endonezya’nın Bandung şehrinde bir araya geldi. Kendi çıkarlarını hem ABD’nin hem de Sovyetler Birliği’nin gücüne karşı korumak istiyor, Soğuk Savaş’ta taraf olmayı reddediyorlardı. 1961’de, bu kez Belgrad’da bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi’ni kurdular. İlk başta Nehru (Hindistan), Abdülnasır (Mısır) ve Nkrumah’ın (Gana) yanı sıra Yugoslavya Devlet Başkanı Tito ve Endonezya’nın ilk bağımsız başkanı Sukarno tarafından kurulan Bağlantısızlar Hareketi zaman içinde Küresel Güney’deki neredeyse bütün ülkeleri bünyesine katarak barış, bağımsızlık, dış müdahale karşıtlığı, ırkçılık karşıtlığı ve ekonomik adalet gibi konuları öne çıkaran güçlü bir birliktelik hâline geldi. 

Doğal kaynakların, madenlerin ve önemli sanayi kollarının kamulaştırılması, yabancı mallara yüksek gümrük vergileri, toprak reformu, eğitim-sağlık ve altyapı yatırımlarına ağırlık vermek gibi politikalarının yanı sıra Bağlantısızlar Hareketi’ne üye olmak emperyalistler için alarm zillerinin çalması demekti. Ve emperyalizm Latin Amerika’da ABD ve CIA eliyle elde ettiği darbe deneyimlerini Afrika’ya, Ortadoğu’ya ve Asya’ya taşımaya başladı.

Afrika’da en çok göze batan ülke Gana’ydı. Gana 1957’de bağımsızlığını kazanan ilk Afrika devletlerinden biri olunca bağımsızlık sürecinin lideri Kwame Nkrumah da ülkenin seçimle başa gelen ilk lideri olarak göreve başlamıştı. Gana sömürge ekonomisinin tüm özelliklerine sahipti. Kakao başta olmak üzere, kereste, palmiye yağı, altın, elmas, boksit ve manganez gibi hammadde ihraç ediyor, gıda ürünleri yerine kakao gibi ihraç ürünlerine öncelik veriyor, maden zenginliklerini büyük İngiliz tekelleri denetliyordu. Tarım zenginliği dev firma Unilever’in bir kolu United Africa şirketinin elindeydi. Nkrumah Gana’nın üretim kapasitesini artırdı, tarımda emperyalistlerin ihtiyacı için geliştirilen tek tip ürün temelli tarımsal üretim yerine çeşitli ürünlerin ve daha çok gıda maddelerinin üretildiği bir tarımsal üretim politikasına yöneldi, üretici ve tüketici kooperatifleri kurdu, Avrupa’dan gelen ithal mallara bağımlılığı önemli derecede azalttı, ekonomide devlet sektörünü harekete geçirdi, madenleri kamulaştırıp yabancı şirketlerle ilgili düzenlemeleri sıkılaştırdı, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetlerini başlattı, altyapı projelerine ağırlık verdi. Nkrumah, Afrika’nın geri kalanının bağımsızlığını savunan en güçlü seslerden de biriydi. Kıtanın ekonomik ve siyasi işbirliği üzerinden birleşmesini, sömürgecilerin kendi işlerine geldiği için oluşturup beslediği bütün yapay ayrımların sonsuza dek yok edilmesini savundu. “Afrika kıtası tümüyle kurtulmadan, Gana’nın bağımsızlığı anlamsızdır,” diyordu. 1962 ve 1964’te iki kez suikasta uğradı. İkinci suikasttan sonra şunları söylüyordu: “Gana toplumunda bugün, aslında, bir savaş durumu vardır. Karşı-devrimci güçler halkın sosyalizme doğru ilerlemesini şiddet ve anayasa dışı eylemlerle durdurma yolunda yeni kanıtlar verdiler.” Nkrumah’ın vizyonu Afrika’yla sınırlı değildi. Sukarno gibi o da Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucularından biriydi ve 1950’lerde, 60’larda gerçekleştirilen Batı destekli darbeleri gördükten sonra bu müdahaleleri her fırsatta eleştiriyordu. 1965’te, önemli bir iz bırakan Yeni Sömürgecilik adlı kitabı yayınlandı. “Yeni sömürgecilik nedir? Sömürgeci devletin bir toprağa görünürde siyasal bağımsızlık vermesi, fakat ekonomik sisteme hâlâ egemen olarak bu ülkenin ekonomisinde ve dolayısıyla devlet mekanizmasında ağır basmasıdır… Siyasal iktidarın yerli gericiler elinde kalması için gerekli tedbirleri alırlar. Ordu, polisi denetlerler… yabancı sermayenin tüm ekonomik üretime egemen olması için gerekli tedbirleri alırlar… Sendikalar ve öteki halk hareketlerini bölerler… Böylece, kendilerine bağlı kukla devletin, kukla hükümeti kanalıyla, dizginlerini ellerine geçirince, o ülkeye, hükumetine ve halkına dilediklerini yapmakta serbesttirler. İstedikleri olmazsa, o zaman siyasi ya da askerî darbeler yaptırarak, emirlerini yerine getirecek yeni gerici rejimler kurarlar.”

Bütün bunlar yüzünden Nkrumah doğrudan hedef hâline geldi. İngiltere ve ABD onu koltuğundan indirme planlarına daha 1961’de başlamıştı. 1966’da istediklerini yaptılar. Nkrumah resmî bir ziyaret için ülke dışındayken CIA destekli bir darbeyle hükümet devrildi, yerine bir cunta geçti. Cunta, ekonominin yönetimini IMF ve Dünya Bankası’na teslim etti, ülkenin varlıklarını özelleştirdi, yabancı şirketlerin önündeki engelleri kaldırdı ve Gana’yı tekrar bir hammadde ihracatçısı konumuna getirdi. 

Kongoluların sömürgeci Belçikalılara karşı direnişi, mesihçi bir eylem olan Kimbangizmle başladı. Ülkede beyaz egemenliğine karşı gözle görülür, somut hedeflere yönelik bir dinsel yapı oluştu; halk vergi vermeye karşı çıktı, plantasyonlar yakılıp yıkıldı, beyazlardan gelen her türlü madde geri çevrildi. Ardından başka çatışmalar patlak verdi, ayaklanmalar geride bir direnmenin varlığını anımsatacak bir iz bırakmamacasına bastırıldı. 1944’te Halk Gücü’nün ilk eylemi baş gösterdi. Yeni bir sesti bu: Bu kez saldırı, sömürge yönetiminin siyasal yapısına karşıydı. Eylem şiddetle bastırıldı. 100 ayaklanmacı hemen kurşuna dizildi. 1959 Şubatı’ndaki halk ayaklanması, sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinin habercisi oldu. 1958’de Patrice Lumumba’nın kurduğu Kongo Ulusal Hareketi (M.N.C.) partisi giderek güçleniyor, öteki partiler üzerinde etkin bir duruma geliyordu. Stanleyville’de beş partinin birlikte düzenledikleri olağanüstü kongrede Belçikalıların tek başlarına düzenledikleri seçimlere katılmama kararı alındı. Bunun üzerine Belçikalılar harekete geçti. Kanlı olaylardan sonra Lumumba tutuklandı. Bu arada M.N.C. karar değiştiriyor ve partinin gücünü göstermek için seçimlere katılmaya karar veriyordu. Parti Stanleyville’de oyların yüzde doksanını aldı. Başkanı cezaevinde bulunan parti, bölge halkının büyük çoğunluğunu temsil ettiğini göstermişti. 

Kongo’nun bütün parti önderleri, 2 Ocak 1960’ta Belçikalılarla yapılacak yuvarlak masa toplantısına katılmak üzere Brüksel’e gittiler. Toplantı açılır açılmaz M.N.C. temsilcisi: “Lumumba olmadan bu toplantı yapılamaz, başkanımız derhal buraya getirilmelidir,” dedi. Tüm delegelerin baskısı üzerine Belçika hükümeti Lumumba’nın serbest bırakılması için Katanga’ya telgraf çekmek zorunda kaldı. Lumumba serbest bırakıldığı gibi bir uçakla Brüksel’deki toplantıya getirildi.

Bağımsızlık 30 Haziran 1960’ta ilan edildi. Belçika Kralı törende bulunmak üzere Leopoldville’ye gitti. Törende dedesi Leopold’e övgüler yağdırıp, bağımsızlığın kendisinin Kongolulara bir bağışı olduğunu ileri sürüyordu. Cumhurbaşkanı Kasavubu da kendi konuşmasında Belçika’ya teşekkür ediyordu. Aynı törende başbakan olarak Lumumba konuşmasında, sömürgeci yönetim sırasındaki köle kanunlarını, açlık ve sefaleti, ırk ayrımını, işkenceleri ve katliamları hatırlattı. Bağımsızlığın Kongo halkının mücadelesi sonucu kazanıldığını anlattı. 

Patrice Lumumba görevinde daha iki ayı yeni tamamlamıştı ki, doğrudan Başkan Eisenhower’ın emriyle, Belçika-ABD işbirliğiyle hayata geçirilen bir kanlı darbe esnasında katledildi. ABD, Lumumba’nın Kongo’daki zengin madenlere erişimlerini zorlaştırmasından endişe ediyordu. Ülkedeki uranyuma nükleer programları için, kobalta da jet motorları için ihtiyaçları vardı. Lumumba vuruldu vücudu parçalara ayrıldıktan sonra bir varile konulup yakıldı. Batılılar onun yerine askerî diktatör Mobutu Sese Seko’yu geçirdi. Dünyanın en acımasız diktatörlerinden biri olan Mobutu, ülkeyi ABD, Fransa ve Belçika’dan aldığı desteklerle kırk yıla yakın bir süre yönetti, bu desteklerin önemli bir kısmını da ülke dışındaki şahsî hesaplarına aktardı. Mobutu’nun uzun idaresi boyunca Kongo’nun (kendisinin yeni belirlediği adla Zaire) kişi başına düşen geliri her yıl ortalama yüzde 2,2 kadar düşerek müthiş bir çöküş yaşadı. Kongolular Belçika sömürgesi oldukları dönemde bile yaşamadıkları ölçüde bir yoksullukla yüzleşti. 1962 ile 1991 yılları arasında ABD Mobutu rejimine kalkınma yardımı olarak 1,03 milyar dolar, askerî yardım olarak da 227,4 milyon dolar ödedi.

Uganda’nın bağımsızlık dönemi lideri Milton Obete 1962’de ülkenin seçimle başa gelen ilk başbakanı olmuştu. Obete’nin 1969’da parlamentoda onaylanan “Sıradan İnsan Kararnamesi”nde şöyle deniyordu: “Uganda’da Cumhuriyetin bütün evlatları için tam güvenlik, adalet, eşitlik, özgürlük ve refah koşulları yaratacağımıza ant içeriz. Madde ve insan kaynaklarının az sayıda insanın çıkarı için sömürülmesini reddediyoruz; yoksullukla, cehaletle, hastalıkla, sömürgecilikle, yeni sömürgecilikle ve apartheid’le var gücümüzle savaşacağımızı taahhüt ediyoruz. Demokratik ilkelerle uyum hâlinde hareket etmek zorundayız; siyasi iktidar azınlıkların değil halk çoğunluğunun denetiminde olmalıdır.” Uganda’nın eski sömürgecisi olan İngiltere bu sola kayıştan rahatsızdı. Obete hükümeti aralarında ünlü birkaç İngiliz bankasının da yer aldığı önemli özel şirketlerden bazılarını kısmen kamulaştırmaya başlayınca bu rahatsızlıkları daha da arttı. İngiltere İsrail’in de desteğiyle Obete hükümetini devirmek üzere 1971’de Uganda’ya müdahale etti, yerine geçmesi için de önceden sömürge ordusunda subay olarak görev yapmış olan İdi Amin’i işaret etti. Amin anayasayı askıya aldı, ülkenin ordu tarafından yönetileceğini ilan etti, Asyalı nüfusu zorla ülkeden attı ve Uluslararası Af Örgütü’nün topladığı kanıtlara göre kendisine muhalif 500 binden fazla insanı katletti.

Portekizliler Gine-Bissau ve Kabo Verde’nin bağımsızlık lideri Amilcar Cabral’ın öldürülmesini destekleyerek Afrika’nın en ünlü entelektüellerinden birini ortadan kaldırmış oldular. 

Angola’nın bağımsızlık sürecindeki lideri olmanın yanı sıra başarılı bir şair ve kararlı bir toplumsal reform yanlısı olan Agostinho Neto’ya karşı uzun bir savaşı desteklediler. Neto Portekizli sömürgecilere karşı verdiği mücadele için ABD’den destek isteyince reddedildi, çünkü ABD’liler sömürge yönetimi işbaşındayken Angola’nın petrolüne erişebilmeyi daha çok önemsiyordu. Angola sonunda bağımsızlığını kazanıp da Neto ülkenin başkanı olunca, ABD Neto’nun petrol kaynaklarını kamulaştırmasından endişe ederek azılı isyancı lider Jonas Savimbi’yi güçlü bir şekilde desteklemeye başladı. Bu şekilde başlayan iç savaş 2002’ye kadar devam etti ve Angola’yı enkaza çevirdi.

Tabii bu resimde Güney Afrika da vardı. Hem ABD hem İngiltere, Nelson Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi iktidara gelecek olursa Amerikan ve İngiliz şirketlerinin denetimindeki zengin altın, elmas ve platin madenlerini kamulaştırır korkusuyla 1980’lere kadar apartheid rejimini destekledi. 

Sömürgecilik sonrası Afrika’ya en çok müdahalede bulunan ülke ise Fransa’ydı. Frankofon Afrika 1960’ta kâğıt üstünde bağımsızlığını elde edince Fransa bölgenin doğal kaynakları üstündeki hâkimiyetini kaybetmekten endişe etmeye başladı. Dönemin içişleri bakanı François Mitterand, şaşırtıcı bir dürüstlükle şunu itiraf etmişti: “Afrika olmazsa Fransa’nın 21. yüzyılda bir geleceği olmaz.” Başkan Charles de Gaulle ve halefleri bu yönde bir gidişatı engellemek için sürekli örtülü müdahalelerde bulunup bağımsızlığını yeni kazanan Afrika ülkelerinin başına kukla liderler geçirdiler. Bu liderlere Fransa’da alaycı bir tabirle “kara valiler” deniyordu. “Françafrique” adıyla bilinen bu siyaset, Afrika konusundaki baş danışman Jacques Foccart’ın öncülüğünde hareket eden ve devletin (sonradan Total adını alan) petrol şirketi Elf Aquitane tarafından fonlanan gizli bir hücre tarafından yürütülüyordu. Bu yapı Kamerun’un ilk seçimlerine hile karıştırarak adaylardan birini zehirleyip yeni başkan Ahmadou Ahidjo’yu kendi elleriyle seçti ve Fransa’nın çıkarlarını koruması karşılığında 22 yıl iktidarda tuttu. Gabon’un ilk başkanı Leon M’ba’yı da kendi elleriyle seçtiler, o ölünce yerine Omar Bongo diktatörlüğünü kurdular. Gabon petrolüne doğrudan erişim sağlamalarını mümkün kılması karşılığında Bongo’yu 42 yıl boyunca desteklediler. Fildişi Sahili’nde yine Fransa’nın desteklediği Felix Houphouet-Boigny 1960’tan 1993’e kadar iktidarda kaldı. 

Ve son bir örnek Thomas Sankara. 33 yaşındaki Sankara 1980’lerde Burkina Faso’nun başkanı olduğunda gündemin en üst sıralarında borç meselesi vardı. Afrika’nın Che’si diye bilinen Sankara en çok 1987 yılında Addis Ababa’da, Afrika Birliği Örgütü’nün merkezinde, kıtanın dört bir yanından gelmiş devlet liderleri ve bakanlarla dolu bir salonda yaptığı konuşmayla hatırlanır. Dinleyiciler, karşısında bütün cesaretiyle konuşan bu adamın sözlerine kendilerini kaptırıvermişti. Adam hiç kimsenin cesaret edemeyeceği şeyler söylüyordu. Büyük bir şaşkınlıkla duyduklarına inanamayarak birbirlerine bakanlar vardı. Daha endişeli görünenler de vardı, adeta Sankara’nın sözlerini bitiremeden oracıkta vurulacağından endişe eder gibiydiler. Sankara’nın coşkusu salona dalga dalga yayıldı ve sözlerini bitirdiğinde dinleyicilerden kulak patlatan bir alkış yükseldi. Neredeyse bir devrim patlak verecek gibiydi. 

Sankara’nın sözlerinin hedefinde Fransa’nın, yani temsil ettiği bölgedeki eski sömürgeci gücün Cumhurbaşkanı vardı. Sankara’nın sömürge sonrası düzene yönelttiği saldırı bu sistemin tam merkezini, borç meselesini hedef alıyordu. Sankara, “Borç meselesi, kökeniyle birlikte ele alınmalıdır,” diyordu. “Borcun kökeninde de sömürgecilik vardır. Bizi borçlandıranlarla daha önceden bizleri sömürgeleştirenler aynı güçler. O zaman da bizi yönetiyorlardı, şimdi de yönetiyorlar. Fakat bu borçları biz istemedik. Dolayısıyla ödemeyeceğiz de. Borç, yeni sömürgeciliktir. Afrika’nın son derece kurnazca yapılmış bir plan uyarınca yeniden fethedilmesi anlamına gelir. Hepimiz birer finans kölesi hâline geliyoruz. Borçlarınızı ödeyin diyorlar. Bunun ahlâkî bir mesele olduğunu söylüyorlar. Fakat öyle değil.” Sankara bu cümlelerin ardından son noktayı şöyle koyacaktı: “Bu borcun geri ödenmesi mümkün değil. Ödemediğimiz takdirde alacaklılar açlıktan ölmeyecek. Buna şüphe yok. Fakat ödeyecek olursak biz açlıktan öleceğiz. Buna da şüphe yok.” Sankara hem Burkina Faso’nun borcunu temerrüde düşürme tehdidini savurduğu hem de bu fikirlerini kıtanın geneline yaymaya çalıştığı için oldukça tehlikeli biri addediliyordu. Afrika genelinde borçları reddetmeye yönelik bir hareket örgütlüyordu ve Batı’daki alacaklılara göre bu hareketin engellenmesi gerekiyordu. Sankara bu konuşmasından 3 ay sonra, Fransa’nın desteğiyle gerçekleştirildiği düşünülen bir askerî darbe esnasında öldürüldü. Darbenin sonucunda iktidara Blaise Compaore adlı bir diktatör geldi, yirmi yedi yıl boyunca ülkeyi yönetti. o 

Kaynaklar

Jason Hickel, Bizi Ayıran Uçurum. Metis Yayınları, 2023.

Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yayıncılık, 1988.

Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, 1987.

Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 2016.

Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi Yayınları, 2002.

Erik Gilbert, Jonathan T. Reynolds, Dünya Tarihinde Afrika, Küre Yayınları, 2019.

Kevin Shillington, Afrika Tarihi, İnkılap Yayınları, 2020.

Sviublokade.fdu ile Sırbistan’daki sürece dair röportaj

Özgür Üniversite Hareketi’nin, Sırbistan’da gerçekleşen kitlesel öğrenci eylemleri üzerine, Belgrad’da bulunan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileriyle (@sviublokade_fdu) gelişen sürece dair yaptığı röportajı yayınlıyoruz.

Sviublokade.fdu hakkında bize bilgi verebilir misiniz?

“Sviublokade.fdu,” 25 Kasım’dan bu yana blokaj altında olan Dramatik Sanatlar Fakültesi öğrencileri tarafından yönetilen tüm sosyal medya sayfalarını kapsayan bir hesaptır. Bu hesapların amacı şu an Sırbistan’da neler olduğunu, neden üniversiteleri bloke ettiğimizi ve taleplerimizi insanlara anlatmak.

Sosyal medyadan gördüğümüz kadarıyla, Novi Sad tren istasyonunun çatısının 1 Kasım’da çökmesi ve 15 kişinin ölmesi sonrası öğrenciler tarafından başlatılan bir hareket var. Yakın zamanda yüz binlerce kişinin katıldığı büyük bir gösteri düzenlendi. Bu hareketi kısaca açıklayabilir misiniz?

Fakültemizin ve Sırbistan’daki diğer fakültelerin blokajları, Novi Sad’daki trajedinin dolaylı bir sonucudur. 1 Kasım’dan sonra, Novi Sad ve Belgrad’da kurbanların ailelerine başsağlığı dilemek ve bu felaketten sorumlu olanların bulunmasını talep etmek için barışçıl eylemler düzenlendi. Ancak, bu eylemlerde şiddete maruz kaldık. Bunun ardından, Dramatik Sanatlar Fakültesi öğrencileri ve akademisyenleri olarak kendi anma eylemimizi düzenlemeye karar verdik. Fakülte binamızın önünde 15 dakika süren bir saygı duruşu yapmak için trafiği bloke etmeye karar verdik. Ancak, 22 Kasım’da düzenlenen barışçıl protestoda, biz trafiği bloke etmişken sabırsız sürücülere benzeyen ama organize bir grup tarafından fiziksel ve sözlü saldırıya uğradık. Tüm saldırganlar yargılanana kadar blokajda kalmaya ve eylemleri sürdürmeye karar verdik. Medyanın saldırganları iktidar partisinin rejimiyle bağlantılı kişiler olarak tanımlaması ve bazı saldırganların devlet görevlerinde bulunması, bu kararımızı pekiştirdi. Kısa bir süre sonra, diğer fakülteler de bize dayanışma göstermek ve adalet istemek için blokaja katıldı. Bu süreçte öğrenciler, birçok sendika ve organizasyon tarafından desteklendi ve öğrenci hareketi olarak başlayan şey, 21. yüzyılda Sırbistan’daki en kitlesel harekete dönüştü.

Üniversite kampüslerinin işgal edildiğini görüyoruz. Bu işgal eylemlerini nasıl organize ettiniz ve teknik ihtiyaçları (örneğin yiyecek, güvenlik vb.) nasıl karşılıyorsunuz? İşgal sırasında ne tür eylemler ve aktiviteler gerçekleştiriyorsunuz?

Böylesi bir harekete dair bir deneyimimiz olmadığı için, ortak hedefe ulaşmak için birlik ve dayanışma içinde çalışıyoruz. Hedefimiz de tüm öğrencilerin işgal gibi zorlu bir süreçte kendilerini güvende ve rahat hissetmeleri. Düzenli olarak her öğrencinin blokajın geleceği hakkında oy kullanabildiği forum adı verilen toplantılar düzenliyoruz. Ayrıca, güvenlik, halkla ilişkiler ve medya, diğer fakültelerle iletişim gibi belirli blokaj alanlarıyla ilgilenen çalışma gruplarına ayrıldık. Herkesin istediği gruba katılabildiği ve en iyi şekilde katkıda bulunabildiği bu sistem şu ana kadar mükemmel çalıştı. Geçtiğimiz haftalarda film gösterimlerinden yılbaşı partisi düzenlemeye kadar çeşitli eylemler gerçekleştirdik. Çevremizde olan onca şeye rağmen moralimizi yüksek tutmanın önemli olduğuna inanıyoruz ve bunda başarılı olduk.

Bu işgal hareketindeki talepleriniz neler ve eylemlerden şimdiye kadar ne elde ettiniz? Anladığımız kadarıyla iki haftadır üniversiteleri işgal ediyorsunuz—bu sürekliliği nasıl sağladınız? Öğrencilerin ve daha geniş kitlenin morali ve motivasyonu nasıl?

Dramatik Sanatlar Fakültesi öğrencileri olarak taleplerimizi 26 Kasım’da dile getirdik ve tüm taleplerimiz karşılanana kadar blokajda kalmaya karar verdik. Ana talebimiz, 22 Kasım’daki eyleme saldıranların polis tarafından tespit edilmesi, yargılanması ve tutuklanmasıdır. Ne yazık ki, eylemlerin olduğu bu süreç içerisinde barışçıl eylemlerimizde daha fazla şiddete maruz kaldık ve bu nedenle söz konusu saldırganların cezalandırılmasında ısrar ediyoruz. Ayrıca, Sırbistan Radyo Televizyonu’ndan (RTS), taleplerimizi ana haber bülteninde yayınlanmasını talep ettik. Blokajlarımız başladığından beri, ana yayın kanalı taleplerimizi halka duyurmadı, bu da “objektif, zamanında ve eksiksiz bilgi verme” yükümlülüğüne aykırıdır. Çeşitli fakültelerin farklı talepleri olsa da, hepimizi (ve genel kamuoyunu) birleştiren şey adalet arayışıdır. Hepimiz adaletin yerine getirilmesini ve sorumlu kurumların görevlerini yapmasını istiyoruz. Ancak, şimdiye kadar hiçbir talebimiz karşılanmadı.

Bu eylemler sırasında öğrenciler nasıl organize oldu ve insanları bir araya getirmek için hangi mekanizmalar kullanıldı? Bu hareketi organize ederken hangi zorluklarla karşılaştınız ve bunları nasıl aştınız?

Daha önce bahsedilen fakültelerdeki forumlar ve çalışma grupları şeklindeki organizasyon şimdiye kadar etkili oldu ve bunu değiştirmeyi düşünmüyoruz. Tabii ki, daha önce kimsenin deneyimlemediği bir şeye girişmek zordu ve hata yapmak doğaldı. Ancak herhangi bir zorluğun üstesinden gelmemize yardımcı olan şey, bu eylemleri neden yaptığımızı asla unutmamak oldu. Adalet istiyoruz ve bunu başarana kadar mücadeleye devam edeceğiz.

Bu eylemlerin de etkilendiği toplumsal havayı biraz anlatabilir misiniz? Yine medyadan gördüğümüz kadarıyla yaz aylarında yapılması planlanan lityum madenlerine karşı kitlesel yürüyüşler gerçekleşti. Sırbistan’daki siyasi ve ekonomik gelişmelerle birlikte büyüyen toplumsal hareketi tarif edebilir misiniz? Hareket nasıl gelişiyor, gündemleri neler?

Son zamanlarda gelişen hareketlerin ana hedefi yine adalet arayışıdır. Herkes adaletsizliği farklı şekillerde görür ve herkesin bu konudaki endişelerini dile getirme hakkı olmalıdır. İnsanların ilerleyebilmesi için şefkat ve dayanışmaya ihtiyacı vardır ve son haftalarda tam olarak bunu gördük. Adalet arayışı gibi ortak bir hedef doğrultusunda birçok insan yan yana geldi ve umarız bu yan yana gelmeler hedefimize ulaşmanın yolu olacaktır.

Bu eylemlerin öncesinde Sırbistan’da öğrenci hareketi nasıldı, üniversitelerdeki eylemliliklerden ve örgütlenmelerden biraz bahsedebilir misiniz?

1968, 1996-97 ve şimdi 2024-25 yıllarında büyük öğrenci protestolarımız oldu. Bu bir tür kuşak döngüsü gibi görünüyor; hem biz hem anne-babalarımız hem de büyükanne ve büyükbabalarımız, hepimiz belirli sorunlara karşı memnuniyetsizliklerimizi gösterme fırsatı bulduk. Onların deneyimlerine güvenebiliriz ve bizden önceki nesiller, bizim bilmediğimiz şeylerde bize yardım ettiler ve destek verdiler. Ancak, o zamandan beri sayısız şey değişti ve geçmişte olanları kopyalamaya çalışmak yerine bugünün zamanına uyum sağlamanın en iyisi olduğuna inanıyoruz.

Novi Sad katliamından sonra, sizin bildirinizden gördüğümüz kadarıyla, Novi Sad anması yapıldı ve bu anmaya da bir saldırı gerçekleşti. Bu saldırılar kim tarafından nasıl gerçekleşti ve saldırılara karşı tepkiler nasıldı? Üniversitelerdeki eylemlere polis müdahalesi nasıl gerçekleşiyor?

Novi Sad’daki Sanat Akademisi’nin bir öğrencisi, barışçıl bir eylemde gözaltına alındı. Bu durum, fakültemiz dâhil birçok insanı öfkelendirdi. Arkadaşımızın arkasında olduğumuzu, destek verdiğimizi ifade ettikten ve serbest bırakılmasını talep ettikten sonra, arkadaşlarımız ve akademisyenlerimiz 22 Kasım’da yukarıda bahsedilen anma eylemini düzenlemeye karar verdiler. Eylemin ana amacı elbette kaybettiğimiz insanlarımızı anmak ama aynı zamanda sürekli barışçıl olan bu eylemlerdeki şiddeti de teşhir etmekti. Ne yazık ki, bizim eylemimizde ve diğer eylemlerde de şiddet devam etti.

Üniversitelerde büyüttüğünüz direniş diğer toplumsal mücadele kesimlerinden, halktan nasıl bir tepki alıyor. Destek ve dayanışma ne düzeyde?

Bu süreçte inanılmaz derecede yüksek destek aldığımızı söylemekten mutluluk duyuyoruz. Günde birçok kez okul dışındaki vatandaşlar fakültemize geliyor ve yiyecekten ilaca, uyku ekipmanlarına kadar blokaj için ihtiyaç duyabileceğimiz her şeyi bağışlıyorlar. Fakülteye her zaman gülümseyerek ve destek sözleriyle geliyorlar, bu da her şeyi daha anlamlı hale getiriyor. Çok sayıda organizasyon ve sendika da desteklerini dile getirdi ve herkesin yavaş yavaş bu tek hedef için birleştiğini görmekten mutluyuz: Adaletin yerine getirilmesi.

Hem açıklamalarınızda hem de yayımladığınız videolarda, “Bu hareket herhangi bir örgüt ya da grupla bağlantılı değildir” vurgusunu yapıyorsunuz. Bunu vurgulama ihtiyacını neden hissettiniz?

Böyle bir hareketin siyasallaşması beklenebilir, ancak bununla ne yapacağımıza biz karar vermeliyiz. Politik gruplarla ilişkilendirilmek bize faydadan çok zarar verebilir ve mücadele ettiğimiz şeyden dikkati başka bir yöne kaydırabilir. Bu hareket, toplumun her kesiminin savunduğu bir temel değer olan adalet için mücadele ettiği için, siyasetin üzerinde bir hareket olmalıdır. Bu nedenle, her türlü siyasi organizasyondan uzak duruyoruz.

Gelecek için hedefleriniz ve planlarınız nelerdir? Anadolu’daki öğrencilere göndermek istediğiniz bir son mesajınız var mı?

Tüm taleplerimiz karşılanana kadar blokajlardan ayrılmayacağız. Bu zor görünüyor, genelde öyle oluyor, ama ne için mücadele ettiğimizin farkında olduğumuz ve birbirimizin arkasında durduğumuz sürece başarılı olacağımıza eminiz. m

Saray Rejimi’nin “barış” oyunları

Kürt hareketinin “AKP ve MHP Faşizmi” dediği Saray Rejimi, MHP eli ile bir hamle yaptı. Bahçeli, birdenbire, parlamentodaki sandalyesinden kalktı ve kendine pek yakışmayan bir tarzda DEM Parti sıralarında, yetkililerin ellerini sıktı. Türkiye’nin “beka”sı sorunu gündemindeydi ve uzun süredir öyledir. Bu “beka” sorununun çözümü için, Kürt katliamlarını savunduğunu çok gördük. Oysa bu parlamentoda el uzatma sahnesi, alışık olunmayan bir hamledir. 

Demek, emir büyük yerdendir. Yer bilinmez değildir; NATO’dur. NATO, elbette, en başta ABD emperyalizmi, genel olarak da Batı emperyalizmi demektir. Onların savaş makinasıdır.

Bahçeli, bu adımını geliştirdi. 

Saray bu arada, kayyum saldırılarına devam etti. Seçimle seçilen belediye başkanları, alışılmış olduğu üzere görevlerinden alındılar ve belediyeler kayyuma devredildi. Kayyum Saray demektir. Ama Bahçeli, emir öyle, açıklamalarına başladı ve Öcalan’ın, “umut hakkı”ndan yararlanması karşılığında TBMM’de DEM meclis grubunda konuşmasını ve PKK’nin dağıtılması çağrısı yapmasını önerdi. Bunu, açıkça önerdi. Kapalı kapılar ardında konuşmadı. 

Demek ki Bahçeli’nin bu konuşmaları, aslında arkadan sürdüğü anlaşılan görüşmelerin bir gereğidir ve belli ki Öcalan’a güven vermek amacını gütmektedir. MHP gibi bir faşist parti, Kürt düşmanlığını bir çeşit içsel varlık hâline getirmiş bir parti, bu açıklamaları yaparsa, Saray Rejimi’nin bu konuda belki samimi olduğu anlaşılabilirdi. Öyle ya, daha önceden masayı deviren Erdoğan idi. Dolmabahçe hatırlardadır. O masanın devrilmesi süreci, yeni bir saldırı süreci olmuştur ve devamında, Saray Rejimi organize edilmiştir. Demek ki, Kürtlere dönük yeni hamle, artık Erdoğan eli ile değil, doğrudan Bahçeli eli ile yapılırsa, belki bir inandırıcılığa sahip olabilir. 

Bizim Saray Rejimi dediğimiz bu TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesi, gerçekte tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Ama sanki MHP ve AK Parti bu iktidarda birliktedir de diğerleri muhaliftir gibi bir tablo, bir görüntü söz konusudur. Bu nedenle birçok kişi bu Saray Rejimi’ne, “AKP-MHP faşizmi” adını takıyor. İşte bu “faşizm” kelimesinin dayanaklarından MHP, bir “açılım” yapmaktadır.

Sanki MHP, bir gün bunu aklına getirmiş ve büyük bir değişim süreci içine girmiştir diye düşünmek hatalı olur. MHP, eski MHP’dir ve bir siyasal parti olmadığı, bir çete olduğu açıktır. AK Parti nasıl bir siyasal parti değil ise, MHP de bir siyasal parti değildir. Her biri tek tek gereksiz hâle gelmiştir, gelmektedir. Parlamento da bir parlamento değildir. Egemen için daha çok görüntüsü önemli görünmektedir. Parlamento varmış gibi yapılmaktadır. 

Ama MHP’nin, bu konuda, “barış” gibi sözcüklerle konuşması, elbette, MHP’nin ırkçı politikaları nedeni ile, daha ciddi bir durumdur. Erdoğan, zaten her konuda bir şey söyler ve ertesi gün de tam tersini söyler.

Olsa olsa MHP’nin bu çıkışı, (a) Suriye’de gelişmelerin yönünün önceden bilindiği ya da tahmin edildiği anlamında bir hazırlıktır ve (b) içeride de uzun hazırlıkların bir gereği olarak Öcalan’a güven verme girişimidir.

Suriye sahasında Esad’ın düşmesini, mesela MHP’nin ya da Saray’ın önceden bilip bilmediğinden söz etmiyoruz. Zaten orada oynamak istedikleri rol belli idi. Ama bizim “Suriye’de gelişmelerin yönünün önceden bilinmesi”nden kastettiğimiz, Kürt hareketinin, PYD kolunun orada bir ilerleme kaydettiği, kaydedeceği anlamındadır. Bunu bilmek zor değil, görünendir, açıktır. Bu durumda, Suriye’de ABD ile yakınlık kurmuş olan Kürtlerin, Barzani çizgisindekilerle birlikte, Türkiye ile bir yakınlık kurması arayışı ortaya çıkmış demektir.

Öyle ise bu konudaki görüşmeler, daha uzun bir süreden beri sürüyor diyebiliriz. Ya da bu büyük olasılıktır.

Şimdi, işin hem içeride hem de dışarıda bir yönü olduğunu biliyoruz.

Suriye’de Kürtlerin bir kazanımı olduğu açıktır. Bu kazanım, temkinli söylenmelidir. Çünkü, Suriye’nin yeni yönetimi HTŞ’den oluşmaktadır. HTŞ, doğrudan ABD, İngiltere ve İsrail bağlantılıdır. Ve bu bağlantıları nedeni ile, aslında Suriye’de savaşın bittiğinin söylenmesi mümkün değildir. Zira ABD, İngiltere ve İsrail için Suriye zaferi (gerçekte bu üçü için ve sadece bu üçü için bir zaferdir) bölge politikaları açısından bir adımdır ve bu açıdan savaşın yeni bir evresine işaret etmektedir. Elbette Kürtlerin kazanımlarını olumlu karşılarız. Onların her kazanımı, bizim de kazanımımızdır diye bakarız. Ama bu konuda temkinli olmak gerektiği açıktır. HTŞ, Esad’dan daha olumlu bir muhatap değildir.

Zaten HTŞ’nin Şam’ı alması ve iktidar olarak Batı tarafından hemen tanınmasının ardından, Kürtlerin Münbiç ve Kobanȇ’den çıkışı yönünde baskılar gelmeye başlamıştır. ABD açısından Kürtlerin kendi denetiminde petrol sahasının korunması ve İran’a karşı saldırı için işbirliği yaparak devreye girmesi önemlidir. Yoksa Münbiç ve Kobanȇ, ABD açısından bir önem taşımaz. 

Kaldı ki aynı ABD, TC ile Kürtlerin kendinden yana hareket edecek unsurlarını, İran’a karşı savaşa sürme hevesindedir ve bu bilinmektedir. 

Üstüne üstlük, Suriye sahasında Kürtler, iyi olduğu için değil ama Esad’dan daha kötü bir alternatif ile konuşmak zorundadır. HTŞ, aynı zamanda çetedir, ABD uzantısı İslamcıdır ve dün PYD’nin öncülüğünde katliamlarına karşı direnilen, büyük bedeller ödenerek direnilen güç olan IŞİD’in içinden gelmektedir. Örneğin HTŞ ile konuşurken, laik bir vurgu bile olanaklı değildir. 

Bir etken daha var. Dün, sahada Rusya ve İran var iken, Kürtlerin isteklerine ABD daha olumlu yaklaşırdı. Çünkü, nihayetinde sahada rakip güçler var ve Kürtleri kaybetme ihtimali olabilirdi. Oysa bugün böyle bir durum, büyük ölçüde yok.

Tüm bunlara rağmen Kürtlerin kazanımlarını görmezden gelmek diye bir derdimiz elbette yok. Onların, egemenlerin olası hamlelerini sayarken, aslında Kürtlerin bunları görmediğini iddia etmiyoruz. Kürtlerin her kazanımını, bizim kazanımımız olarak görürüz.

Ama üç gelişmeyi biliyoruz. Birincisi, ABD’nin PYD’den, Münbiç’i TC denetimli ÖSO’ya devretmesini istediğidir. Bunu, Mazlum Kobani açıklamıştır. Ve sonunda Münbiç’ten PYD çekilmiştir. 

İkincisi, Kobanȇ’deki TC saldırılarına karşı, ABD denetiminde bir silah bırakma önerisi de dile getirilmiştir. Bunlar, ister taktik olsun ister olmasın, kazanımların garantisinin olmadığı, bu konuda temkinli konuşmak gerektiği anlamında işaretlerdir. Bu temkinlilik Kürt devrimcilerinde de vardır. 

Üçüncü olarak ise, Mazlum Kobani ile Barzani arasında yapıldığı söylenen görüşmedir. Elbette iki Kürt hareketi görüşür ve bunu kimseye sormak zorunda değildirler. Ama biz biliyoruz ki Barzani, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ABD uzantısıdır. Ve Kürt hareketinin gerici ve geri kanadının simge ismidir.

Tüm bunlar, ABD’nin, İran’a karşı, İsrail, TC ve Kürt hareketi kullanılarak bir saldırı planladığının bilindiği koşullarda oldukça önemlidir.

Oysa aynı zamanda TC devleti, Kürtlere karşı ağır saldırılar devreye sokmaktadır. Ve doğrusu bu tehdit, ABD tarafından da “anlayışla” karşılanmaktadır. TC, Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelere bombalar yağdırmaktadır ve ABD, Türkiye’nin güvenlik endişelerini haklı buluyoruz, demektedir. Rusya sahada iken, böylesi açıklamalar yapmazlardı. 

Demek ki Suriye sahasında, ya dediğimi yaparsın ya da TC devleti eli ile katliamla yüzleşirsin, yaklaşımı egemendir.

Kanımızca, içeride de aynı oyun oynanmaktadır.

Yanlış anlaşılmasın, Kürt hareketinin bu görüşmelere girmesini eleştirmiyoruz. Elbette bu onların bileceği bir şeydir. Ve birçok solcu, ulusolcu gibi, Kürt hareketinin sürekli AK Parti ile gizli anlaşmalar yaptığı gibi kaygılara da sahip değiliz.

Bu konuda Kürt hareketinin yeterli birikimi vardır ve buna güveniyoruz. 

Ama MHP eli ile Saray Rejimi’nin ortaya koyduğu adı konulmayan politika, gerçekte, Kürt hareketinin gardını indirmek, savunmasını kırmak, direnişini zayıflatmak için devreye sokulan bir savaş hilesidir, savaş oyunudur. Adına “barış” oyunu bu nedenle denilebilir. Hem sevgili Sırrı Süreyya, “barışın kaybedeni olmaz” derken barıştan söz ediyor, hem de MHP lideri barıştan söz ediyor. Bu nedenle, adına barış arayışı demek daha uygun gibidir. Egemen için ise bu bir savaş hilesidir.

Bu barış arayışında TC devleti, Saray Rejimi, aynı zamanda saldırılarını artırmaktadır. Bir yandan, Öcalan’ın ikinci görüşmede “PKK lağvedilmiştir” denmesi istenmektedir, diğer yandan ise “ya silahlarınızı gömersiniz ya da biz sizi gömeriz” denmektedir. Bu aslında çelişkili gibi görünse de, çelişkili bir dil değildir. Değildir, çünkü, tam da TC devletinin karakterine uygundur. Saray Rejimi, tüm bu tartışmalar arasında, mesela kayyum politikalarını devreye sokmuştur ve dozunu artırmaktadır.

Saray Rejimi’nin, TC devletinin, her zaman elini uzattığında, mutlaka bir katliam politikasını da devreye soktuğunu biliyoruz. 

ABD-İsrail, Hizbullah liderlerine karşı nasıl saldırılar ve suikastlar ortaya koydu ise, Kürt hareketine karşı da böylesi uygulamalar devreye sokulmak isteneceğini düşünmek abartılı olmaz. Bu nedenle, PKK sıkıştırıldıkça, liderlerinin daha kontrolsüz hareket etme olanağına yatırım yapmak istediklerini düşünmek, herhâlde abes olmayacaktır. “Ya silahlarınızla teslim olursunuz ya da sizi silahlarınızla gömeriz” sözü, bir yandan bu özel operasyonları, diğer yandan da hava ve karadan bombardımanları içermektedir. TC devleti, bu katliam politikalarında deneyimlidir, bir birikime sahiptir.

Öyle anlaşılıyor, TC devleti, ABD’nin planlarına tam uyum içinde bir tetikçi olarak devrededir. Bu nedenle, Kürt hareketine karşı ikili bir tutum içindedir. Bu açıktır. Ya Barzani çizgisi gibi bir çizgide, eninde sonunda Barzani çizgisinde TC ile işbirliği yapılacak ve bölgede ABD adına rol alınacak ya da Kürt hareketi boğulmakla tehdit edilecek. Yaptıkları da budur. Öyle ise bugün egemenler, Kürt hareketi içinde var olan iki eğilimin birini, uzlaşmacı eğilimi, yeniden öne çıkartmak istiyorlar. Bu Barzani ismi üzerinden gerçekleştirilemez. Kürt hareketi kesin bir ayrışma yaşasın istenmektedir. Bunun için Barzani çizgisi, başka isimlerle hayat bulsun istenmektedir. Yani, önce ideolojik olarak devrimci hat devrilsin diye bir yatırım yapmak yerine, pratik içinde Barzani çizgisi, farklı versiyonlarla büyüsün istenmektedir. Tüm bunları ise Suriye sahasında ABD ile Kürtler arasında kurulmuş ilişkilerden yapmak istiyorlar. Ve bu açıdan PKK’yi bir açmaza sokmak istedikleri anlaşılıyor.

Filistin halkına karşı girişilmiş olan soykırım politikası biliniyor. Elbette Kürtler Filistinlilere göre çok daha örgütlüdür ve örgütlülükleri İslamî bir temel gibi dinî bir referans noktasına dayanmıyor. Bu büyük bir avantajdır. Değeri bilinmek zorundadır. Ama Kürtlere, şu ya da bu parçada, Suriye’de, Türkiye’de vb. dayatılan bu katliam politikasıdır. HTŞ’nin Suriye’de “egemen” konuma getirilmek istenmesi, tam da bu açıdan bir hamledir. 

Mazlum Kobani’nin Barzani’yi, daha olumlu bir çizgiye çekmesi çok zordur. IŞİD saldırıları sırasında Barzani’nin tutumu tamamen biliniyor. Ama Barzani etkisi, her parçada, farklı özellikler gösterse de, farklı tonlar gösterse de, vardır. Nasıl ki devrimci çizgi her parçada var ise. 

Türkiye sahasına döndüğümüzde, TC devletinin barış oyunu, gerçekte, yeni katliamlar ve yeni saldırılar için bir hazırlık olarak görünmektedir.

TC devletinin girdiği yol bellidir: İran’a karşı, başını ABD, İngiltere ve İsrail’in çektiği kapsamlı bir savaşın bir parçası olmak. Yanlış anlaşılmasın, bizim İran’daki rejime sempati duymamız mümkün değildir. Ama böylesi bir savaşın amacı bellidir. Nasıl ki Irak’a karşı ABD’nin işgal politikasına karşı durmak Saddam’dan yana olmak demek değil ise, İran’a karşı savaşa karşı çıkmak da böyledir. Bu paylaşım savaşımıdır. Yeni ABD yönetiminin Kanada, Panama, Meksika körfezi, Grönland politikaları ne ise, onun daha kapsamlı hâlidir İran savaşı. Tüm bölgenin kana bulanması da demektir.

Burada bir soru ortaya çıkmaktadır. Peki ne yapmalı? Elbette, bu soru, bölgemizdeki tüm devrimci grupların ortak sorusudur, sorunudur. Hiçbir devrimci, kendi ülkesindeki egemenleri desteklemeyi bize bir haklı politika olarak sunamaz. Bu politika biliniyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Kautskylerin tutumu hatırlardadır. 

Öyle ise, yol açıktır. Tüm bölgede, işçi sınıfının devrimci hattı etrafında, devrimci bir direnişin örülmesi gereklidir. Bu elbette devrim ve sosyalizm mücadelesidir. İran’daki devrimcilerin de, Türkiye’deki devrimcilerin de, Mısır’daki devrimcilerin de temel yaklaşımı bu olmalıdır, budur. Bölgemizde, herhangi dinî, mezhepsel, ulusal kimliğe dayalı bir yaklaşım ile, emperyalizme karşı tutarlı tarzda mücadele etmek mümkün değildir. Elbette bunu yapanlar, bu konuda samimi olanlar vardır. Ama Hamas örneğinde de görüldüğü gibi, bu tarz bir mücadele sonuç vermekte kısırdır. Kapitalizme kökünden karşı çıkmadan, kapitalist ilişkilere kökünden itiraz etmeden, emperyalizme karşı kararlı ve tutarlı bir mücadele yürütmek de mümkün değildir. Emperyalizm bölgemizde, hem fiilî olarak vardır hem de bölgedeki devletleri aracılığı ile vardır. Bunların tümüne karşı kararlı bir savaşım, ancak işçi sınıfının devrimci çizgisi ile sürdürülebilir. 

Bize düşen, Kürtlerin çeşitli hamle ve manevralarını eleştirmekle sınırlı bir tutum değildir. Onlar ne yapacağını bizden iyi bilmektedir. Yılların birikimi ve deneyimi vardır. Örgütsel yapıları vardır. Bizim yapmamız gereken şey, devrimci işçi hareketinin çizgisinde, kitlesel direnişi örgütlemektir. Bunu başarmak, bölgedeki her direnişe bir katkıdır. Nasıl ki, bölgedeki her devrimci direniş bizim mücadelemizin önünü açıyorsa, açacaksa, aynı şekilde bizim de mücadelemiz geliştikçe, benzer etkilere sahip olacaktır. Demek ki biz daha çok kendi eksiklerimize odaklanmak zorundayız. Bölgede gelişmiş bir işçi sınıfına, nesnel anlamda sahip olan ülkelerden birinde yaşıyoruz. Mısır ve İran ile birlikte, Türkiye’de işçi sınıfı, gelişmiş bir işçi sınıfıdır. Bu bir potansiyeldir. Her üçünde de, devrimci örgütlenmenin işçi sınıfı ile birleşmesinde ciddi eksiklikler vardır. Bizim de görevimiz, bu sorunu çözmektir. o

Askıda ekmek, askıda barış, askıda demokrasi

Bugünlerde, Saray Rejimi, “iç cepheyi güçlendirme” söyleminin anlamının ne olduğunu, birçok pratikte ortaya koyuyor. Saray Rejimi, kendini güçlendirme yolunda, sistemi sağlamlaştırma yolunda adımlar atıyor. Gerçekte güçlendiğini söylemek kolay değil. Ama Saray Rejimi, CHP ve bazı sol çevrelerin sandığı gibi, belediyelerin muhalefetin eline geçmesi yolu ile “denge ve denetleme” mekanizmalarına kavuşmuş değil.

Devletin uzantısı olan ve sol görünen kesimleri bir yana bırakalım. Çünkü devlet denilen çarkın hizmetçileri için, sağ ya da sol diye bir şey olmaz. Olursa da farkı olmaz. Baykal ne idiyse, Demirel de o idi. Elbette hiyerarşideki yerleri farklı olmak koşulu ile. Ama aynı işi görürler ve aynı devletin adamlarıdırlar.

Ama bir de bunları solcu sanıp, bunların peşinde gidenler, liberal solcular, Kemalist solcular, ulusalcı solcular vb. var. İşte bu kesimlerin hâli tuhaftır, dramatik sayılmalıdır. Mesela bize, CHP’nin Saray Rejimi’nin, diğer partiler gibi bir parçası olduğunu söylediğimizde, kızıyorlardı. Şimdi, “bu CHP’den bir cacık olmaz,” diyorlar. Oysa cacık apayrı bir konudur. 

Biz, “normalleşme” , “helâlleşme” vb. gibi kavramları eleştirdiğimizde, CHP’nin toplumsal muhalefeti kendi peşine takarak, evlerine tıkmak, sokaklardan uzak tutmak için devreye girdiğini söylediğimizde, bize, “siz ne anlarsınız, hep devrim diye bağırıyorsunuz” diyenler, şimdi “Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’nu aratıyor,” diyorlar. “Aramak” elbette farklı bir şeydir, anlamını bilirler mi emin değilim, ama Kılıçdaroğlu ile Özel arasında farklılıklar aramak, öküzün (kızanlar için not etmeliyim, bir hakaret değil, bildiğimiz anlamda “erkek inek” olarak kullanıyorum) altında buzağı arıyorlar demektir. Çok uygundur. Çünkü sürekli olarak “tek adam rejimi” tekerlemesini söyleyenler, gerçekte rejimin karakterini de anlamamış demektirler.

Saray Rejimi, her yolla, aslında kendi karakterini ortaya koyuyor ve CHP ve diğer burjuva partiler, onun söylemlerini yumuşatıyor ya da alıp gündem yapıyor. Bu birbirine bağlı bir görev zinciridir. Biri “normalleşelim” diyecek, öbürü, elbette ama şunu yapma, diyecek. Biri anayasayı tanımam diyecek, diğeri olur mu ama bu ayıp değil mi, diyecek. Bir çeşit ucuz tiyatrodur, tiyatro dediysek, tiyatroculardan ve tiyatro severlerden özür dilemeliyiz, “ucuz” tiyatro durumu anlatmıyor, müsamere seviyesinin altında bir sahnelemedir.

Saray, bugünlerde, üç alanda hızlı adımlar atıyor. Hızlı derken, daha pervasızca, daha militanca, daha aceleci adımlar atıyor. Çünkü oldukça zor durumdadırlar ve gelecekten korkuyorlar. Bu korkuları onları daha saldırgan hâle getiriyor. İşçi ve emekçileri, bu anlama gelmek üzere halkı, yok saymıyorlar. Hayır, bu hatalı bir değerlendirme olur. Tersine, işçi ve emekçileri, aynı anlama gelmek üzere halkı, düşman olarak görüyorlar. Bu nedenle, iç savaş hukuku uyguluyorlar. Bir eylem veya durum varsa, karşısındakiler kendi saflarında değil ise, onların eylemi anayasal bir eylem olsa da, onları suçlu ilan ediyorlar. Yok, eylemdekiler kendi adamları ise, ona uygun bambaşka bir hukuk uyguluyorlar. Buna bazı hukukçular, “düşman hukuku” diyor. Bir anlam ifade eder, yumuşak ama doğrudur. Gerçekte bu iç savaş hukukudur. İç cephe demelerinin nedeni budur. “İç cepheyi güçlendirmek” de tam da buna uygun anlaşılmalıdır. Belli ki iç cephe kavramı, iç savaş hukukunun esas mimarı olan emperyalist efendiler tarafından tedavüle sürülüyor. Yoksa Erdoğan’ın o kadar aklı olduğu şüphelidir.

Ekonomiden başlayalım. Her şeyin başı biraz orada. Artan açlığa, yokluğa, yoksulluğa karşı, Saray Rejimi, tüm hempaları ile askıda ekmek, askıda simit, askıda peynir vb. uygulamaları yapıyorlar. Saray, 17 milyonu aşkın insanın devletten sadaka aldığını açıklıyor. “Askıda ekmek” dersek, belki hepsini ifade edebiliriz. Demek, tüm bu sadaka kültürü, tüm bu açlık, tüm bu işsizlik, tüm bu yoksulluk, “askıda ekmek” olarak anılabilir.

Aslında, “askıda iş” henüz devreye girmedi. Ama aslında vardır. Daha, tam olarak “askıda iş” olarak ifade edilmemiştir. Hayır, kendi adamlarını devlet dairelerine yerleştirme işinden söz etmiyoruz. Ama mesela, uyuşturucu mafyasının mahallelerde torbacı araması, mesela organ mafyasının adam işe alması, mesela çocuk ve kadın ticaretini yürüten güçlerin adamlar istihdam etmesi “askıda iş” olarak yorumlanabilir. Nerede ipsiz sapsız, nerede lümpen ve yaşamı tükenmek üzere olan insan varsa, devlet, Mehmet Ağar gibiler, Melih Gökçek gibiler, Fatma Şahin gibiler eli ile, “askıda iş” dağıtmaktadır. Buna IŞİD çetelerini de ekleyin.

Ama biz yine de “askıda ekmek” kavramı ile gidelim.

Asgarî ücret yerlerde. Evet ama askıda simit var.

Sendikalar, bizzat kendileri, kendi rakamları ile açlık sınırı araştırmaları açıklıyorlar. Asgarî ücret, bu açlık sınırının altındadır. Ve sendikalar, bu duruma karşı, onurlu bir yanıt üretmiyorlar. Mesela genel grev ilan etmiyorlar. Aile hekimlerinin onurlu direnişini dahi, üç büyük sendika konfederasyonu tarafından, büyük, utanılası bir suskunlukla karşılanmaktadır. Boylarından büyük bir suskunluktur. Eğer insanoğlu, bir gün, duyduğu utanç boyunu aşan bir durumla karşı karşıya kalırsa, utanç içinde boğulmaktan söz edecek noktaya gelmiş olursa, böylesi bir ânı varsa eğer, bu an bu sendikaların içinde bulundukları hâl olmalıdır.

Demek, tüm sendikalar, MHP lideri Bahçeli kadar birer “askıda ekmek” taraftarıdırlar, sadece bunu açıklayamıyorlar.

CHP’nin “askıda ekmek” uygulaması biraz farklıdır. Ne de olsa kibarlık içermek zorundadır ve CHP için solculuk, en çok kibarlık hâlidir. Kibarlık, “askıda simit” yerine, şehir lokantaları ile devreye girmektedir. Gerçekten de “askıda simit”e göre daha az utandırıcı, daha az aşağılayıcıdır. Ama her zaman olduğu gibi, bu kibarlık, sınırlı bir alana sahiptir.

CHP, belediyeleri aldığında, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, vakitlice CHP’nin Saray’ın sadaka programını devralacağını söylemiştik. İşte ortadadır. Oysa belediyeler bu işi, mesela mahallelerde ortak kazan kaynatmak, ortak yemek yemek, dayanışmayı artırmak şeklinde de aşmaya çalışabilirdi. Ama ne de olsa “özel sektör” ve “özel girişimcilik” diye bir şey var. Buna yöneldiler. Sadaka kültürünü sabitleştirmeye çalışıyorlar.

Gördük, yaşıyoruz. Asgarî ücret, neredeyse ülkenin tek ve yegâne (elbette abartıyoruz) toplu sözleşmesi hâline gelmiştir. Ve Mehmet Şimşek, “konsorsiyumun memuru”, enflasyon rakamları ile nasıl oynadıklarını korkmadan ifade etmektedir.

Gördük ve yaşıyoruz. İşsizlik ayyuka çıkmıştır ve daha işten çıkartmalar devasa boyutlara gelmiş değildir. Buna rağmen, sözüm ona burjuva muhalefet, tek bir eylem bile yapmamakta, işçi ve emekçilerin eylemlerine destek vermekten özenle uzak durmaktadır.

Gördük ve yaşıyoruz. Emekliler, 14.450 TL maaşa mahkûm edilmiştir. Bugün, bankaya 500.000 TL’yi faize koyan bir insan, aylık bu parayı alabilecek durumdadır. Oysa emekli olan bir insan, eski yasa ile 5 bin işgünü, devlete emeklilik için para ödemiştir ve bu para, güncellenerek, faizleri ile birlikte emekçilere verilecek olsa, 8 milyonu geçmektedir.

Ve işçilere, emekçilere, emeklilere, işsizlere, kısacası emekçi halka, askıda simit, askıda ekmek önermektedirler. Ve utanmazca, askıda ekmek vererek, öbür dünyayı, cenneti garanti altına aldıklarını ilan etmektedirler.

Barış da askıdadır.

Ülkenin barışa özlem duyan kesimleri, devletin herhangi bir açıklamasından hareketle, “aaa barışa bir şans veriliyor” diye harekete geçiyor, umutlara kapılıyorlar. Oysa bu umuda yönelenleri, büyük baskı ve şiddetle karşılıyorlar, katliamlarla karşılıyorlar. Suriye’de Kürtleri bombalayanlar, içeride “barış”tan söz ediyorlar ve bir umut, barış sevdalıları, yeniden aldanmaya hazır hâlde dolaşıyorlar.

Seçim döneminde, yerel seçimlerde, “bir daha kayyum olmayacak” sözünü veren Saray, art arda kayyumlar atıyor. İç cepheyi güçlendirmek anlamındadır. İç savaş düzenidir bu ve Kürt hareketi söz konusu olduğunda, bu iç savaş oldukça eskiye uzanmaktadır.

İşçi sınıfına “barış”tan söz edenler, en sıradan bir hak arama eylemine copları ile, kolluk kuvvetleri ile, basını ile, yargısı ile saldırıyorlar. 

Barış askıdadır. Ama bu “askıda ekmek” uygulamasından biraz olsun farklıdır. Bir parça simit ile açlığın giderilmesi mümkün değilse de, midenin kazıntısı önlenebilir. Oysa “bir parça barış” yoktur. Bir parça barış, ancak kendini kandırmanın yoludur.

Hukuk da askıdadır.

İstanbul Barosu’na -sanırım dünyanın en büyük barosudur, değilse de en büyüklerinden biridir- yani insanları hukukî olarak savunmakla görevli bir kuruma, üstelik yarı kamu kurumu gibi bir kuruma, soruşturma açılmaktadır.

Saray anayasayı çiğnemekte, muhalefet ve onunla birlikte hareket eden “uzman” ve profesörler bir dua gibi tekrarlamaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir.” Sadece amin diyenler eksiktir.

Bir cümleyi sürekli tekrarlamak, dua sözü gibi sürekli dile getirmek, bir çeşit muhalefet olarak sunulmaktadır. 

Saray, doğrudan mahkemelere müdahale ediyor. Hâkimler ve yargıçlar, Saray’dan özel görevlilerce uyarılarak davalar açıyorlar ve utanmadan muhalefet, “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir” sözünü tekrarlıyorlar. Oysa yargı çoktan baskı aygıtının, polis teşkilâtının bir uzantısı hâline gelmiştir. Parlamento yoktur, hukuk bir iç savaş hukukudur.

Saray seçimleri yok sayıyor. Seçimlerin her birine, akıl almaz hileler bulaştırıyorlar ve muhalefet, “kırmızı kart” müsameresiyle kitlelerin karşısına çıkıp, müjdeler veriyor. Özel, ABD’de, rüşvete “jest” demeyi uygun görmüştü. Büyük bir icat olmalıdır. Daha önce rüşvetin jest olduğu, belki kapalı kapılar ardında konuşulmuştur. Özel, ABD’de olmanın verdiği heyecanla, kapı arkasındaki sözleri dile getiriyor. 

Saray, seçimlerde hile yaptığını açık olarak itiraf ediyor, atı alan Üsküdar’ı geçti, diyor. Ama muhalefet, seçimleri meşru ilan ediyor. Utanmadan, Özel, seçimle geldiniz, diyor. Hayır seçimle gelmediler. Onları seçen birileri var, bu birileri NATO mekanizması ve Washington’da olanlardır. Onların seçtiklerine seçim denilemez. Özel, Saray Rejimi’ni, kendinden önceki tüm CHP yöneticileri gibi, Baykal ve Kılıçdaroğlu gibi, aklama hevesindedir. 

Ve elbette, Saray tüm gücü ile saldıracaktır. Başka da çareleri yoktur.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, kısacası bu ülkedeki tüm çalışanlara, ülkenin %80’ine karşıdır, düşmandır. Saray, bu düşmanlığı, iç savaş hukuku ile tam ve net olarak ortaya koymaktadır. Bu, baskı ve şiddet politikasıdır. Bu, korkutma ve sindirme politikasıdır. Bu, Saray’ın yaşadığı gelecek korkusunu, tüm varlığı ile kitlelere bulaştırma girişimidir. Kendi korkularını, tüm insanlara, tüm topluma bulaştırmak istiyorlar. Kendi geleceksizliklerini, tüm toplumu sindirmek yolu ile örtmek, maskelemek istiyorlar.

Askıda hukuk, dilencilere bahşedilen bir hukuk anlayışı demektir. 

Egemen, kendi hukukunu ayaklar altına almaktadır. Kendi hukuklarıdır ve kendileri kendi hukuklarını çiğneyebilirler. Bu durumda, biz işçi ve emekçilere hukuktan söz etmeleri anlamsızdır.

İşçi ve emekçiler, direnenler, kendi hukuklarını, hayatın her alanında egemen kılmak zorundadırlar. Mahkemeleri onlarındır. Yasaları onlarındır. Ama sokaklar bizimdir, hayatı üretenler bizleriz ve biz kendi hukukumuzu yaşamın her alanında egemen kılmak zorundayız.

İktidarın, devletin, Saray Rejimi’nin topyekûn saldırısı, ancak kitlesel direnişle, hiç kimse başka yol aramasın, işçi sınıfının ayağa kalkması ile son bulabilir. Ancak ve ancak, sosyalist bir devrim ile, ekmek, barış ve adalet sağlanabilir. Ancak ve ancak özgürlük, işçi sınıfının burjuva devlet çarkını paramparça etmesi ile sağlanabilir.

Ne ekmek konusunda, ne adalet konusunda, ne barış konusunda dilenci olma hâlini kabul etmek mümkün değildir. 

İşçi ve emekçiler, sokakları şenlendirmedikçe, akın akın sokaklara taşmadıkça, kendi türkülerini makarna sandıklarını devirip üzerine çıkarak haykırmadıkça, bu dilenci konumundan kurtulamazlar. 

Gerçekten direnmek isteyen, hesaplarını yeniden yapmalıdır. Örgütlü bir işçi sınıfı, örgütlü bir direniş olmadan çıkış yoktur. Mesele son derece açıktır. İç cepheden söz ediyorlar. Bu iç cephenin bir ucunda, bir tarafında tüm destekçileri ile birlikte Saray Rejimi, burjuvazi ve onun devleti, sermaye ve onun devleti vardır. Peki iç cephenin diğer tarafında kim var? Cephenin diğer ucunda, diğer tarafında, işçi sınıfı ve direnenler vardır. Bu, iki sınıfın savaşımıdır. Bu savaşımda kırıntılara razı olanın, gelecek üzerinde bir hakkı olmaz. Geleceği kazanmak, savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmak mücadelesinden geçmektedir. 

Dünyayı savaşa sürükleyen Batı emperyalizmi, ABD ve NATO’dur. Ve Saray Rejimi, onların kurduğu bir rejimdir. Yoksa seçimlerden çıkan bir meşru rejim değildir. Onu meşrulaştırma çabaları, görüldüğü gibi, Saray’ın uzantısı olmaktır. Ve tüm bu cepheye karşı, ülkemizdeki işçi ve emekçilerin kardeşleri, dünyanın her yerindeki işçilerdir, emekçilerdir. Bu savaş, dünya çapında iki sınıf arasındaki savaştır. Ve bu savaşta doğru yer tutmak, işçi sınıfının nihaî kurtuluşuna bağlı olmakla mümkündür.

Hiçbir emperyalist güç, işçi ve emekçilerin, hangi ülkede, hangi koşullar altında yaşarlarsa yaşasınlar, onlar için bir umut olamaz. Tarih bunun binlerce kanıtı ile doludur.

Dünyayı istemeliyiz, kırıntılarını değil. 

İktidarı istemeliyiz, devletten gelen yanıltıcı mesajlardan umut arayışlarına girmemeliyiz.

Bunun için direnmeliyiz, direniş en büyük öğretmendir. Bizi birleştirecek şey direniştir, eylemlerimizdir.

Bu amaçla örgütlenmeliyiz, örgüt özgürlüktür.

Savaştan, çürümeden, yangından, afetten herkes payını alır

Biz Saray Rejimi diyoruz. TC devleti, tekelci polis devletidir. Tekellerin, uluslararası tekeller ve onların yerli ortaklarının devletidir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kuruludur. Bebeklerin kanını alıp, organlarını alıp, zenginlere verirler. Yaşlıların sözüm ona ömrünü uzatıp, aileleri soyarlar, özel hastahanelerinde “hasta” değil, müşteri ağırlarlar ve kim olursa olsun soyup soğana çevirirler. Eğer paranız yoksa, sizi kabul etmezler. Devlet hastahanelerinde hasta ile doktoru karşı karşıya getirecek uygulamalar yaparlar. Bilerek isteyerek doktora karşı, sağlık çalışanına karşı şiddeti teşvik ederler. Bu kadar mı? Değil. Depremde yıkılan binaların altında kalmamız için, binaları hileli yaparlar. Bina çöktüğünde ise, enkazdan gelen imdat seslerine bakmazlar, var mı diye altın ve para konulmuş kasaları ararlar. İnsanların enkaz altında bağıra bağıra ölmelerine seyirci kalırlar. 

Bu kadar mı? Elbette hayır. Maden ocaklarında, işyerlerinde işçilerin her gün 5’ini cinayete kurban veririz ve bunu bizzat TC devleti teşvik eder.

Uluslararası tekellerin, onların yerli ortaklarının kârlarına kâr katmaları için, hiçbir kural dinlemeden, sahipsiz köyde istedikleri gibi dolaşan hırsızlar gibi, her şeyi yok ederek, yağmalayarak düzenlerini sürdürmek için, Saray Rejimi’ni organize etmişlerdir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır.

Doğamızı yağmalayan bunlardır. Bu nedenle, ülkenin her yerinde ağaçlara saldırmaktadırlar, kumları çalmaktadırlar, madenleri ele geçirmek için hiç ara vermeden saldırmaktadırlar. Artvin’de, tetikçileri eli ile insan öldüren bunlardır.

Bu uluslararası tekeller ve onların yerli ortakları, Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar, İş Bankası, Şahenkler, Limaklar, Tosunlar, Ülkerler, Cengizler, Bayraktarlar vb. yağmalamaya değer ne bulurlarsa, onu yağmalamak için devlet desteğini devreye sokmaktadırlar. Uyuşturucu baronları, Mehmet Ağarlar ve şürekâsı, bunlara bağlıdır. MHP’si, AK Parti’si, CHP’si, hepsi bunların hizmetindedir. Organ kaçakçılığı, çocuk kaçakçılığı, uyuşturucu, kadın ticareti hepsi, hepsi bunların ve onların uluslararası ortaklarının elindedir. Ve bu devlet, bu tekellerin devletidir.

Eğitimden sağlığa, turizmden inşaata, enerjiden gıdaya, madenden silah sanayiine, her alan bir yağma ve rant alanıdır. Her alanda, vahşi kâr hırsları için, ne uluslararası tekeller ne de onların ortakları, açgözlülüklerinin önünde bir küçük engel dahi istemiyorlar.

Deprem Hatay’ı, Maraş’ı, Malatya’yı, Adıyaman’ı vurduğunda, devlete bağlı güçler, doğrudan onların koruması altındaki çeteler, enkazda hazine aramaya başladılar. Gelen yardımlara el koydular. İnsanların çığlıklarını duyarken, akıllarında daha çok ama daha çok para ve altın bulmak vardı. Ve bugün, bu bölgelerde hâlâ aynı yoldadırlar. Deprem yaşanırken, nasıl yağma ve rant planları yaptıkları, herkesin aklındadır. Deprem, doğal bir afet olarak 1 kişi öldürdüyse, Saray Rejimi, insanların insanlara yardım etmesini bile önleyerek, toplumsal bir afet, siyasal bir afet olarak en az 9 kişi öldürmüştür. Depremde ölenlerin sayısının 500 bin olduğu konuşulmaktadır. Depremden sağ kurtulan çocukları kaçırmışlardır. Daha acıları tazedir ve herkesin hafızasındadır. Birçok insan, “bu kadarını da yaparlar mı, insan bunları yapabilir mi” diye düşünerek gözleri ile gördüğü yağmayı, rantı, katliamı, IŞİD’e giden yardımları gerçek değilmiş gibi utanç içinde yok saymaktadır. Onlar yapıyor, biz utanıyoruz. Onlar yağmalıyor, insan insan olmaktan utanıyor. Onlar çalıyor, biz ellerimizi yıkıyoruz. Onlar katlediyor, biz gözlerimizi yumarak katliamın yok olacağını düşünüyoruz.

Kartalkaya’da, bir otelde yangın çıkmıştır. Sonuçta 78 kişi ölmüştür. Kartalkaya, lüks bir tatil mekânıdır ve birçok kişi, “bana ne” diye düşünmektedir. Doğru değildir. Evet, onlar, bu ülkede deprem olduğunda insanların ne hissettiğini anlamamış olabilirler. Bu ülkede 5 çocuğunu barakasında çıkan yangın sonrasında ölü bulduğunda o kadının ne yaşadığı kimsenin umurunda olmamıştır. Bu ülkede her gün 30 çocuk kaçırılmaktadır. Bu ülkede her gün kuran kursları ve tarikat mekânlarında çocuklar cinsel saldırıya maruz kalmaktadır. Bu ülkede her gün en az beş işçi fabrikalarda iş cinayetlerine kurban gitmektedir. Bu ülkede her gün 4 kadın can vermektedir. Bu ülkede her gün Kürtler devlet kurşunları ile öldürülmektedir. Saray Rejimi, her gün Suriye’de insan avına çıkmakta, orada bir işgalci güç olarak bulunmaktadır. Ve elbette, tüm bunlar, zenginlerin umurunda değildir. Onların düzenidir bu.

Ve elbette, gün gelir, tüm duyarsızlığı ile olayları seyredenler de bu yıkımdan, bu savaştan, bu çürümeden, bu yangından payına düşeni alır. Bu bir gerçektir. Ama bizim cephenin duyarsızca, insan olmayı unutarak “bana ne” diye düşünmesi doğru değildir.

Elbette, herkes bu yağmadan, bu yalandan, bu yangından, bu savaş politikalarından, bu kan ve katliam politikalarından payını alır. Bu, nesnel gerçekliğin ta kendisidir. 

Egemen, Saray Rejimi aracılığı ile, büyük bir yağma, rant ve savaş ekonomisini yürütmektedir. Bu elbette, yaşanamaz bir ülke oluşturulması da demektir. Ve elbette bu politikalardan herkese bir pay düşer, küçük ya da büyük. Herkese savaştan, herkese iç savaş hukukundan, herkese karanlıktan, herkese tarikatları yücelten politikalardan, herkese çetelerden, herkese uyuşturucu politikalarından, kısacası, az ya da çok herkese “savaş, yağma ve rant ekonomisi” politikalarından bir hisse düşer.

Bu çürümedir.

Saray Rejimi, bu çürümüş sistemi atakta tutabilmek için, egemenler tarafından organize edilmiş bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir. 

Bu nedenle, Milli Eğitim Bakanı, özel okul sahibi olur, bu nedenle Sağlık Bakanı bir özel hastahane sahibi ve tarikat şeyhi olur, bu nedenle Turizm Bakanı, bir özel şirket sahibi olur, bu nedenle tarikatlar her alanda egemen kılınır. Bu nedenle, kültürel varlıkları, tarihî eserleri yağmalamak için Bilal’e bağlı özel organizasyonlar kurulur. Bu nedenle Epstein dosyasında çocuk ticareti için Fatma Şahin ve Melih Gökçek’in adı geçer. Bu nedenle ilaç şirketleri uyuşturucu üreticileri hâline gelir ve bunu örtmek için sanat pazarlamaya başlarlar. Bu nedenle silah sanayii damatlara peşkeş çekilir. Bu nedenle, futbol, Erdoğan ailesi tarafından özel olarak organize edilir. Bilal Milli Eğitim Bakanı gibidir ve YÖK başkanı da “Harem eğitim yuvasıdır” diye buyuran Emine Erdoğan’dır. Bu nedenle her işin ama her işin bir çeşit mafyası oluşur ve Saray bunların ekonomik organizasyon merkezi olur.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

Saray, uluslararası tekellerin istedikleri yasaları çıkartmak, onların isteklerini yerine getirmek için vardır. ABD emperyalizmi, Batı ve NATO, bu rejimin, Saray Rejimi’nin organizasyonunu yapan güçtür.

Bu nedenle bu ülkede her yıl, on binlerce çocuk kaçırılmaktadır ve bu basına bile yansımamaktadır.

Bu nedenle bu ülkede, basına yansıdığı kadarı ile, her gün beş işçi, iş cinayetlerine kurban gitmekte, güvenlik önlemleri alınmadığı için ölmektedir. Ve ertesi gün, milyonlarca işçi, benzer önlemsizlik koşullarında çalışmak üzere işe gitmektedir.

Bu ülkede depremde ölenlerin sayılarını bile gizleyen bir devlet çarkı vardır. İnsanların enkaz altından yükselen seslerini duymamayı tercih eden bir devlet-çete mekanizması vardır ve işleri güçleri rant ve yağmadır. Depreme yardımı bizzat ordu eli ile önlemişlerdir. Bir şey yapmak, bir can kurtarmak bir yana, gölge etmiş bir devlettir bu. Deprem yardımlarını açıktan, IŞİD’e aktarmışlardır.

Ve elbette, bu çürümedir. Bu çürüme, yangın orada sürerken, insanların kayak yapmaya devam etmeleri şeklinde sunulmaktadır. Hayır eksiktir. Bir kadın 5 çocuğunu, barakada yangına verdiğinde yemek yemeyi sürdürenler, her gün 30 çocuk kaçırılırken kayak yapanlar, her gün tarikatlarda çocukların ırzına geçilirken eğlenmesini sürdürenler, her gün 4 kadın öldürülürken seyrettiği filmi seyretmeye ara vermeyenler, sokakta polis tarafından coplanan öğrencileri gördüklerinde elindeki dondurmasını yemeyi sürdürenler, aslında çürümenin göstergeleridir. Ama çürümenin en açık göstergesi, Kartalkaya’daki yangını haber olarak vermemek ve Erdoğan’ın kongre konuşmasının bitmesini beklemektir. 

Bu çürümedir. Siz, bunu şimdi, kış turizminin merkezlerinden birinde Kartalkaya’da bir otel yandığında kayak yapmayı sürdürenleri gördüğünüzde fark etmişseniz, çok geç kalmışsınız demektir. Olsun, belki bu yolla, bir kere daha düşünme şansınız olur. Bu çürümedir. Ve bu çürüme, egemen sınıfın çürümesidir. Sistemin çürümesidir. Bu nedenle, Turizm Bakanı’nın yangın sırasında eşine kadın eskort ayarlamakla meşgul olmasını, artık yazmak zorunda kalanlar ortaya çıkmaktadır. Hiç değilse kayak kaymaya devam edenlere göre daha anlamlıdır.

Yangın haberleri duyulduğunda, Saray Rejimi’nin ana haber kanalları, Ankara’da AK Parti kongresinde, AK Parti’ye yeni katılan bir kişinin görüntülerini vermekteydi ve bunu vermeye devam ettiler. Tam Erdoğan’ın konuşmasının ortasına denk gelmiştir ve Erdoğan’ın konuşmasını kesmemek için haber vermemişlerdir. Olur da insanlar, Erdoğan’ın konuşmasını dinlemez diye mi? Gerçekte haber, o kadar hızlı yayılmıştır ki, herkes Erdoğan’ın konuşmasını bile unutmuştur. Ama bu kanallar, sanki herkes o konuşmayı dinliyor gibi, sanki herkes AK Parti’ye yeni katılan kişiye takılacak rozeti ilgi ile izliyor gibi, “kıymetli” haberciliklerini sürdürmüşlerdir. Bugün, Saray’a bağlı basın, Saray Rejimi’nin tüm medya kanalları, Saray’ın pisliklerini akıtan “kanal”lardır ve etraflarında hep karanlık ve pis koku vardır. Bu durum bir kere daha ortaya çıkmıştır.

Elbette biz, Turizm Bakanı’nın, bir turizm şirketi sahibi olan kişinin, eşine kadın eskort ayarlayıp ayarlamadığını bilmeyiz, doğrusu bununla da ilgilenmeyiz. Demek, egemen sınıf içinde de rahatsız olanlar, bu çürümeye tahammül edemeyenler çıkmaktadır ve onlar bu bilgilerini X kanallarında ortaya koymaktadır. Ama, bizi, mesela bu oteldeki satışların, haydi tümünü bir yana bırakalım, sadece bu seferki tatil satışlarının ne kadarının ETS tarafından yapıldığını merak ederiz. Turizm Bakanlığına bağlı bu oteldeki güvenlik eksiklikleri, sadece bu otele mi aittir? Antalya’da da durum bu değil midir? Kâr hırsı, hırsızın denetçi olduğu bir sistemle birleşmiştir. Çürüme budur.

Evet biz Turizm Bakanı’nın eşinin cinsel yaşamı ile ilgili olmayız. Ama mesela Erdoğan’ın AK Parti Ankara kongresindeki konuşmasını gölgede bırakmasın diye, haber kanallarının haberi karatmasını ilgiye değer buluruz. Saray Rejimi’nde Saray’dan birinin sözünü kesmek, hiçbir insanî durum veya afetle açıklanamaz. Bu nedenle, Saray basınını takdir etmek gereklidir. Belki bu vesile ile, Saray basınının nasıl bir karartma yarattığını anlamak ya da anlamayanlar için, bunun üzerine düşünmek mümkün olabilir.

Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!

6 Şubat 2023 tarihinden bu yana yaklaşık iki yıl geçti. İkinci yıldönümüne yaklaştığımız depremin, deprem bölgesindeki halklar açısından ortaya çıkardığı ve ortaya çıkarmaya devam ettiği bir sürü şey var. Herkesin “Devlet gelmedi,” dediği noktada bizlerin “Devlet buradaydı, enkazlara bile isteye gelmeyerek katliamın tam da başındaydı,” dememizin üzerinden yaklaşık 2 yıl geçti. Hâlâ, bu dediğimizi abartılı bulanlar mevcut, hattâ devletin tutumunu unutup bugün devletten medet umanların arttığı bir süreç yaşıyoruz. Hatırlamak ve hatırlatmak ise tarihî sorumluluktur.

Bu tarih ve sürecin kendisi asla unutulmamalıdır. Herkesin hafızasında bir yer edinen bu tarih her zaman diri tutulmalı ve gelecek, tutulan bu dirilik üzerinden inşa edilmelidir.

Unutma, affetme!

6 Şubat 4.17’de, 11 ili kapsayan Maraş merkezli deprem meydana geldi. Depremin şiddetli olduğu belliydi, lakin asıl yıkımı yaşayan yerlerdeki durumun ise kimse henüz farkında değildi. Deprem bölgesinde soğuğun, yağmurun altında kendini dışarı atanlar, enkaza girip insanları çıkarmaya çalışanlar, enkazdan çıkardığı ölülerini toprağa verip acısını yaşayamadan yüreğinde koca bir ağırlıkla tekrar yardıma koşanlar, yaralılara müdahale etmeye çalışanlar, kepçesini, kamyonunu, aracını, ambulansını, hiltisini, kazmasını, küreğini alıp enkazlara ulaşanlar, dışarıdaki soğuktan donmamak için barınacak bir yer yapanlar, geçirdiği şokun ve yaşanılan yıkımın görüntüsü karşısında dona kalanlar…

Ülkenin dört bir yanında ise saat 5 gibi depremin büyüklüğünden kaynaklı haberdar olmuş ve çalışmaya başlamış emekçiler. Kimi yakınlarına ulaşmaya çalışıyor kimi yakınlarının iyi olduğunu öğrenince hızlıca yola koyuluyor kimi dayanışma için arkadaşlarına ulaşıyor kimi bölgeye enkaz çalışmaları yapmak, yardımları organize etmek için harekete geçiyordu.

Devletin birimleri de ilk andan itibaren teyakkuza geçirilmiş ve bölgeye hareket etmeye başlamıştı. AK Partilisi, CHP’lisi, MHP’lisi bütün Saray Rejimi, ilk olarak zenginlerin kasalarına ve kendilerine doğru harekete geçmişlerdi. Bir de gerçeği gizleme işine girişmişlerdi. Gerçeği gizleme işine girişmişlerdir çünkü bugün hiç kimse depremde kaç kişinin öldüğünü tam bilmemektedir. Lakin hiç kimse devletin açıkladığı 50 bin rakamına da inanmamaktadır. Rönesans rezidansta ölen sayısı 271 olarak açıklanmış, gerçek sayı ise 903 olarak ortaya çıkmıştır. Ama bu, Saray Rejimi marifetiyle gizlenmiştir. Moloz yığınlarının kaç kişiye mezar olduğunu bilen yoktur.

Unutma, affetme!

Devlet enkazlara değil kasalara doğru harekete geçmiş, zenginlerini kurtarma işine girişmiştir. Ölen insan sayısının artması için zamanı bu şekilde kullanmış ve geçirmiştir. Sonra enkazlara ulaşmış ve kaldırmaya başlamıştır. İnsanların bedenleri enkazlar ile birlikte aceleyle kaldırılmış, anılar, yaşamlar tuzla buz edilmiştir. Sonra molozları sırf fazla benzin yakmasın diye, sırf bir depolama alanı inşa etmek pahalı olduğu için çadır kentlerin çevrelerine, yaşadıkları yerlere dökmüş ve çadırlarını sattığı insanları zehirlemeye başlamıştır. Molozları ayrıştırma işini de aynı maharetle yapmış, soluduğumuz havayı asbeste bulamış, tek derdinin demir olduğunu ve tek bir kilosunun bile kaybolmasının insan canı ile ölçülemeyecek bir pahada olduğunu ortaya koymuştur. Aynı anda hasar tespitlerine girişmiş ve Hatay Valisinin dediği üzere gözlemsel -kesinlikle bilimsel olmayan- bir risk analiziyle fazladan, binlerce binaya ağır hasar raporu vermişlerdir. Çünkü hesap bellidir: Ne kadar çok yıkım o kadar çok demir o kadar çok kâr, ne kadar çok yapım o kadar çok satılık bina o kadar çok kâr.

Enkazları kaldırmaya devam eden devlet bir yandan da henüz depremin üçüncü gününde Kalyon’a verdiği ihalelere hız kazandırmış ve bir “yapım” sürecine girişmiştir. İhaleler zemin etütleri yapılmadan verilmiş, nerede bir ağaç varsa düşman olarak bellenmiş nerede bir tarla varsa gasbetmek için gözleri dönmüş bir şekilde insanların tarım arazilerine, çocukluklarının geçtiği yerlere çökmüşlerdir. Önce zeytinleri satılık odun olarak görmüş kesmeye başlamış, direnişler sonrası parasını ödemek zorunda kaldığı zeytin ağaçlarını ise otobanlarda peyzaj bitkisi olarak kullanmaya başlamıştır. İnsanların ömürleri boyunca çalışıp ürettikleri arazilere “bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek girmiş ve yağmalamışlardır. Düşman hukuku gütmüşlerdir. Bugün, yapılan birçok binanın kaydığına dair onlarca örnek ortaya çıkmıştır. Devlet hiçbir şekilde zemin etüdü yapmadığı, kayalık diye tarif ettiği ve gasbını bu şekilde meşrulaştırmaya çalıştığı tarım ve hazine arazilerine zemini sağlamlaştırmak için fore kazık dikmeye başlamıştır. İnsanlar ne kadar borçlandıklarını bilmedikleri boş müsveddelere (taahhütname dedikleri) imzalar atmış ve henüz yapımı tamamlanmamış, altyapı, sağlık, eğitim vb. hizmetlerin hak getirdiği evlerinin anahtarlarını, şovlarla, ne kadar borçlanacaklarını bilmeden, “devlete güvenin, devlet kimseyi mağdur etmez ama devlet kimseye de evi ücretsiz vermez” sözleriyle birlikte devletin elinden teslim almışlardır.

Unutma, affetme!

Devlet depremin en başından gelen yardımlara el koymuş, yetmemiş toplanan yardımları denetim altına alıp yağmalamak ve halkın geliştirdiği örgütlülüğü yıkmak için, yaptığı TV şovuyla 115 milyar daha toplayıp el koyduğu miktarı büyütmüş ve sonra da çadırlardan başlamak üzere depremzedelere gelen yardımları satılığa çıkarmıştır.

Devlet konteyner kentlerde de aynı maharetine devam etmiştir. Depremin ikinci yılına girerken hala Antakya’da 2500 kişi konteyner beklemektedir. “Efendim elektrik, su, yemek ücretsiz verildiğinden halk rahata alışmış konteyner kentlerden çıkmak istemiyor”muş. Samandağ’da teslim edilen bir tek konut yokken, teslim edilenlerin çatısı çıkan ilk kuvvetli rüzgârda uçuyorken bu iddia bir hakarettir, gerçeği gizlemek, saptırmaktır. Aleni suçtur. Ve vali bu sözlerle konteynerden çıkmayan insanları suçlamaktadır. İskenderun’daki villasında kahvesini yudumlayıp her istediği hizmete erişebiliyorken, anahtar teslimine rağmen henüz hiçbir altyapısı tamamlanmamış konutlara yerleşmeyenleri suçlamayı görev bilen vali, aklınca insanları birbirine düşürmeyi planlamakta asıl sorumluyu gizlemeye çalışmaktadır. Konteyner kentlerde yaşanan sorunların üzerinden atlayan, kentte yaşayanlar protestolarla ayağına çelme takıp atlamasına mani olduğunda ise soruşturmalar açan vali, kahvesini yudumlamaya devam edebilir ama suçunu ve suçluyu gizleyemeyecektir.

Unutma, affetme!

Konteyner kentlerde yaşayanlar hakkında bu biçimiyle atıp tutan devlet bir gün uyandık ki bütün Antakya’yı rezerv alan ilan etmiş. Sadece Antakya değil deprem bölgelerinin tamamında aynı hukuku devreye sokmuş. Restaurantta rezerve edilen masa misali her türlü hakkı kendine bir yasa ile vermiştir.

İnsanların sağlam olan evleri, güçlendirip yaşamaya başladığı yerleri, orta hasarlı olup güçlendirebilirsiniz dediği yerleri, depremden önce evi, arsası olan yerleri, bir günde “hamurlaştırılarak” rezerv ilan edilmiştir. Maksat ise depremin başından itibaren ettiklerinde gizlidir. Hamura istediğin biçimi verip pişirebilirsin. Devlet de rezerve ettiği yerleri istediği biçimde inşa etmek istiyor. Yıkılmış bir şehrin “yapım” sürecini ikinci bir yıkım sürecine dönüştürmek istiyor.

Hem yağma olacak hem rant üretecek hem de bu şehrin tarihine, kültürüne, direniş geleneğine dinamiti yerleştirip patlatacak. Hesapları buydu, her zaman olduğu gibi. Rezerve itiraz yükseltenleri ise konteyner kentlerde yaşayanlara şikâyet edip “Onlar yüzünden sizin evlerinizi yapamıyoruz,” diyecek kadar da sınıfının devletiydi. Hesap, konteyner kent sırası bekleyenler için yaptığı hesabın aynısıydı. Sorumluluğu üzerinden atmanın en iyi yolu gerçeği gizleyip, çarpıtılmış bilgiler sunarak insanları birbirine düşürmekti.

Unutma, affetme!

Suçları dağları aşmış olanlar deprem konutlarının yıkılması sonrasında kamu personeline dava açılmasına müsaade etmemiş, açılmasına izin verilen yerlerde ise asıl sorumlular korunmuş, suçlar hafifletilmiş, tutuksuz yargılamalara karar verilerek suçların üzeri örtülmüştür. Mesela “Hatay” ilinde “sayın valinin” marifetiyle hiçbir kamu personeline dava açılamamıştır. Ceza alan 3-5 müteahhit, mühendis, mimardır. Sorumlulardan bırakın hesap sormayı mevki veren, mevkiini yükselten bu devlet, ettikleri katliam için kimilerine adeta ödüllendirme yapmıştır. Halklara düşmanlığı Maraş’tan, Madımak’tan, Kürt illerine yaptıkları katliamlardan belli olanlar bugün aynısını deprem bölgesinde yapmaya devam etmektedir.

Depremin en başından itibaren aldığı tutumla bizlere düşman olduğunu gösteren, savaş hukuku işleten devlet deprem bölgesinde insanları her geçen gün aşağılamaya devam etmektedir. Kamyon kazalarının yaşandığı yolların kullanımını yasakladığını ilan ederek insanların gazını alıp, aynı yolları iki gün sonra kullanıma açmaktadır. Taş ocaklarını, beton santrallerini patronlar adına kendisinin kurduğunu itiraf edip, patronlar üzerindeki maddî yükü azalttığını savunarak çocukları, liselileri, kadınları, yaşlıları ölüme sürüklemektedir. “Hatay”ın koca bir şantiyeye dönüşmesinden duyduğu mutluluğu dile getirip, uçaklarla bombalayarak yıktıkları Sur şehrini örnek göstererek inşa sürecinde “Sur modeli” uyguladıklarını söylemektedir. Bölgedeki Arap Alevi halkına Eti Türkü diyerek dillerini, kimliklerini, tarihlerini inkâr edenleri yüceltenler, “Biz buranın Tayfur Sökmenleriyiz” diyenler bir kere daha halklara yönelik imha, inkâr, katliam süreci işlettiklerini ortaya koymuşlardır.

Örgütlen, hesap sor!

Devlet, kapitalist-emperyalist sistemin koruyucusu olarak onlar adına kârı ve sadece daha çok kârı hedefler. Depremde enkazlara gidilmemiş, insanlar ölmüş, yangın merdiveni, yangın alarmı olmadığından Bolu Kartalkaya’da onlarca insan-bebek yanarak uykularında can vermiş, sellerin önlerine kattığı evlerde çoluk çocuk bütün bir ailenin hayatı kararmış, inşaatlarda-fabrikalarda onlarca işçi güvenlik önlemleri alınmadığından cinayete kurban gitmiş, kadınlar sokak ortasında herkesin gözü önünde taciz edilmiş, öldürülmüş, Suriye emperyalistlerin destekledikleri HTŞ-SMO eliyle sömürgeleştirilmiş, Arap Aleviler, Dürziler, Kürtler sokakta kimliklerinden kaynaklı infaz edilmiş… Devlet ve kapitalist-emperyalist sistem gerçeği budur. Aslolan sadece daha fazla kârdır, yağmadır, ranttır, savaştır.

Depremin başından itibaren de halklara yönelik düşmanlığa, yağma, rant ve savaş ekonomisini uygulayıp bölgenin tarihini, demografik yapısını, kültürünü imhaya girişen bu anlayışı biliyoruz. Onların tarihi budur.

Bizim tarihimiz ise depremin sesini kısmaya çalıştıkları, seçim süreçlerine kurban etmeye uğraştıkları o günlere meydan okuyan 40. gün “Hüznümüz İsyanımızdır” eylemidir. Sokak sokak bucak bucak örgütlediğimiz, “Ma Rıhna Nehna Hon” diyerek yeni bir yaşamın nüvelerini yarattığımız dayanışmalardır. Dikmece’de istimlaklere karşı giriştiğimiz mücadeledir. Depremin 1. yılında “Unutma, Hesap Sor!” diyen on binlerin iradesidir. Sokaklara akan ve “Yüzbinlerin Katili Saray Rejimi” diyenlerdir. Molozlara karşı “Yaşam Nöbeti” başlatanlardır. Rezerve karşı harekete geçip “Rezerv Yasası Yağma Yasasıdır, Rezerve Hayır” diyenlerdir. Bizim tarihimiz Mağaracık Mahallesi’nde “Geçim kaynağımız, çocuğumuz, çocukluğumuz, geleceğimiz olan ağaçlarımız satılık değildir,” diye haykıran ve tarlalarını korumaya çalışan halklardır. Bizim tarihimiz “Bize evden, paradan, arabadan, kentten, işten önce onur lazım,” deyip devletin aşağılamalarına karşı mücadele yürüten onlarca insanın, devrimcinin tarihidir. Suriye’de katliamlara karşı çıkan, bölge halklarının özgürce yaşayabilmesi için ortak mücadele zeminini geliştiren, depremde katleden bugün Suriye’de işgale girişen, halklara ölüm yağdıranlara karşı ayağa kalkanlardır.

Örgütlen, hesap sor!

Şimdi bu tarihi büyütme zamanıdır. Katilleri unutmayacağız, affetmeyeceğiz, AK Parti’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİ Parti’sine bütün sorumlulardan, Saray Rejimi’nden hesap soracağız deme zamanıdır. Yeni yaşam için, insanca kalabilmek için mücadele zamanıdır. Örgütlenme ve örgütlü direnişi büyütme zamanıdır.

Gelen 6 Şubat, taleplerimizi haykıracağımız gün olmalıdır. Taleplerimiz için, insan olarak kalmak için, onurumuz için ve katlettikleri onlarca canımız için eyleme geçtiğimiz gün olmalıdır.

Unutma, affetme! Örgütlen, hesap sor!

Katillerden hesabı biz soracağız!

Yüz binlerin katili Saray Rejimi!

Ma rıhna nehna hon!

 

Taleplerimiz

  1. Ücretsiz, yerinde, nitelikli (demografik yapımıza uygun, depreme dayanıklı, ekolojik) barınma istiyoruz.
  2. Deprem bölgesi için alınacak her karara, atılacak her adıma burada yaşayanlar olarak dâhil olmak ve denetleyebilmek istiyoruz. Karar mekanizmaları bilim ve meslek odalarına, demokratik kitle örgütlerine, sosyalistlere açık olmalıdır. Olmayan mekanizmalar kurulmalıdır.
  3. Deprem suçu işlemiş her kademedeki görevli, suçlu halka açık mahkemelerde sorgulanmalı cezasız kalmamalıdır.
  4. İstimlakler, acele kamulaştırmalar ve rezerv uygulamaları durdurulmalıdır.
  5. Konteyner kentlerde yaşayanlara yönelik baskı son bulmalı, konteyner kent ihtiyacı karşılanmalı, insanların sağlıklı konutlarda yaşayabilmesi olanaklı olana dek her şey ücretsiz olmalıdır.
  6. Ulaşım, sağlık, barınma, elektrik, su ücretsiz olmalıdır.
  7. Sağlık, eğitim, ulaşım, yol, altyapı-üstyapı problemleri hızlıca giderilmelidir. Güvenli bir kent yaşamı sağlanmalıdır.
  8. Saraylara, patronlara değil deprem bölgesine bütçe sağlanmalıdır.

 

Hangi karanlık unutturabilir?

Hangi karanlık unutturabilir? Her gün karanlıkta yaşamaya mahkûm edilen bizlere hangi karanlık unutturabilir olmuşları ve olanları? Korku mu, yaşam mı, ölüm mü?

18 yıldır Hrant’la, yine vurulduğu yerdeyiz.

Yüz binler olarak geldiğimiz de oldu, yüzler olarak geldiğimiz de. O sokak dakikalarca bitmeyen sloganları da duydu, sessizliği de.

Ama her seferinde Hrant’la geldik, geçmişin mirasına “’Onları yaşamımda yaşamayı’ sırtladım… Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya ‘ne?’ ya da ‘kim?’ yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum,” diyen fikirlerini de alarak geldik.

Gerçeğin ortasında değil tam içinde yaşıyoruz. Derinleşen krizin, büyüyen savaşın tam içinde yaşıyoruz. Görülmesin diye karartılmaya, bükülmeye çalışılan gerçek budur.

Gerçek, emperyalizmin Ortadoğu’daki işgal ve sömürgeleştirme politikalarının derinleşmesi, IŞİD’le mücadele denilerek çıkılan yolda, tarihi El-Kaide, El-Nusra, IŞİD olanlara takım elbise giydirip el sıkışılmasıdır. O yol, öldürülen, göç etmek zorunda kalan yüz binlerle, köle pazarlarında satılan kadınlarla doludur ama takım elbise giydirilince eller sıkılmıştır.

Gerçek, bu topraklarda asgarî ücretin net 22 bin 104 lira olmasıdır. Ve gerçek, biz karanlığa mahkûm edilenlerin hayatta kalmak için eve, suya, yiyeceğe, ısınmaya, ulaşıma, sağlığa ihtiyaç duymamızdır, bunların ise bir maliyetinin olmasıdır.

Bu gerçekler, öfkemizin birbirimize, bizim gibi işçilere, bizim gibi halklara, bizim gibi kadınlara yöneltilmesi için karartılmaktadır. Filistin halkı varlığı için direnirken ve İsrail, Suriye üzerinden topraklarını genişletirken “milliyetçilik” söylemleri ile Şam’ın düşmesine sevinmek bu karanlığın bir parçası olmaktır. Geçinememenin öfkesini egemenlere değil de kendine, yanındakine, Suriyeliye, Kürt’e, Ermeni’ye yöneltmek bu karanlığın bir parçası olmaktır.

Egemenler, yönetenler tarihleri boyunca hiçbir zaman, hiçbir konuda halka gerçeği, doğruları söylememiştir. Yönetebilmek için, halkı kandırmayı, halkları birbirine düşman etmeyi, birbirine kırdırmayı seçmiştir. Her zaman yönetebilmek için düşmanlar yaratmışlardır.

Bizler bu karanlığın bir parçası değil onu delip geçecek olanlarız. Tarihe, geleceği kurmak için sahip çıkanlarız.

Emperyalizmin, halkların düşmanı olduğu ve ancak halkların kendilerinin kendi hayatlarını kurabileceği fikrinde ve mücadelesinde Hrant, halkların ortak mücadelesinde yaşayacak.

Bunu, yüz binler olarak söylediğimiz de oldu, yüzler olarak söylediğimiz de.

Her gün karanlıkta yaşamaya mahkûm edilen bizlere hangi karanlık unutturabilir olmuşları ve olanları?

Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz.

Halkların ortak mücadelesi kazanacak!

 

Kaldıraç

17 Ocak 2025

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...