Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Saray Rejimi, kurtlar, çakallar ya da muhalefetin dizaynı

2025 yılının eylül ayının başında, 3 Eylül’de, bir mahkeme, CHP’nin İstanbul İl Başkanlığına bir kayyum atandı. Mahkeme, hukukçular için “sıra dışı” denilecek bir karar verdi. Karar olmadığı hâlde, tedbir amaçlı kayyum atandı. Aslında hukukçular, son yıllarda mahkeme kararları ve hukuk uygulamaları söz konusu olunca, “sıra dışı” bir karar olarak nitelerler mi, bilmiyoruz. Bu ülkede hâlâ “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” diye nakarat okuyanlar vardır. Bu duayı edenler, Saray’dan değil, Saray’a eklenmiş kişiler veya “niyetin iyi olursa hayalin gerçek olur” felsefesi ile kendilerine özgü bir çeşit saflık hâli takınanlardır. Saray’dan böyle şeyler söylenmez, çünkü Saray, Saray Rejimi denilen şeyi biliyor, uyguluyor.

Dahası var. İstanbul Barosu davası, 9 ve 10 Eylül’e denk geldi ve fazlaca gündem olmadı. Ama orada da hukukçular, bizi affetsinler, en sıradan usul kurallarına bile uymayan mahkemenin kendilerini yargılamasına müsaade etmektedirler. Kolluk kuvvetlerinin, jandarmanın gölgesi altında düzenlenen mahkeme, normalde bir yargılama olamaz ve reddedilmek zorundadır. Elbette, onların verdiği mücadeleye saygımız var. Bugün, bu ülkede mücadele eden herkese saygımız var. Ama bu yargılamayı kabul etmek, başlı başına bir sorundur.

CHP’ye kayyum atanmasına dönelim.

Daha şimdiden Ankara’daki “mutlak butlan” davası mahkemesi, İstanbul’un kararını istemiştir. Bu elbette, Ankara’dan da böylesi bir karar çıkacağı anlamına gelmektedir. Yorumlar bu yöndedir ve bu yazı bu sürecin öncesinde kaleme alınmaktadır.

1

Demek ki, Ankara’dan mahkeme kararının bu yönde çıkma eğilimi yüksektir. Pazarlıklara bağlıdır. Kayyum olarak kendinde bir hikmet bulmuş olan “hafriyatçı” Gürsel Tekin (yazıda adı çok geçme ihtimali olduğu için kendisine GT diyelim) “İnşallah Ankara’daki mahkeme de hayırlı bir karar verir,” demiştir. Demek, ona verilen mesaj budur. Mesajı veren, Saray trolleri midir, yoksa onların şeflerinden biri midir, Uçum mudur, yoksa bizzat Erdoğan mıdır, bilmiyoruz. Ama mesaj aldığı kesindir ve kendine nihayet bir rol bulmuş olan hafriyatçı GT, heyecanlıdır, görev bilinciyle dolmuş, Saray’a giden yolu açmış olduğu düşüncesindedir.

Demek, Kılıçdaroğlu da hazırlıklıdır.

Susarak konuşmaktadır, zira Kılıçdaroğlu konuştukça, her şeyi açığa vurmaktadır. 2023 seçimlerinde %54 oy aldığı hâlde, bu kendisine söylendiğinde herkesi susturmak üzere tehdit eden Kılıçdaroğlu, artık, en anlamlı tutumunu ortaya koymaktadır: susarak konuşmak.

Demek, CHP için bir elbise biçilmiştir.

Buna, “içeride ve dışarıda savaş” siyasetinin gereği olarak, “muhalefeti dizayn etmek” denilebilir. Erdoğan, bunu açıkça ifade etmiştir. Daha doğru bir cümle şöyle olabilir: Egemenler, bu durumu Erdoğan ağzından dile getirmişlerdir.

Saray Rejimi böyledir. Erdoğan, Saray Rejiminde sadece vitrinde yer alan bir kukladır. Öyle bir gücü yoktur ama herkesin elinde tutmak istediği bir karakterdir. Bu nedenle ortak açıklamaları egemen, Erdoğan eli ile yapmaktadır.

Bahçeli ise (affedersiniz, Atasagun diyecektik), şifreli konuşmayı geliştirmektedir. Bir çeşit ne söyleyeceğini bilmemek hâlidir ve bir çeşit her tarafa racon kesme tutumudur. Bu nedenle, “devlet aklı” olarak ele alınmaktadır. Oysa Saray’dadır egemenin aklı.

Demek ki, “muhalefeti dizayn etmek” noktasındadırlar.

Demek ki, Özgür Özel ve İmamoğlu ekibi, NATO tedrisatından geçmemiş ya da yeterince geçmemiştir. Bu nedenle güvenilmez bulunmaktadır.

Şimdi, İstanbul’a kayyum uygulaması ile, Saray Rejimi, NATO, CHP ile son pazarlıklarını yapmaktadır. Eğer CHP hizaya gelmezse, eğer tehditlere kulak asmazsa, eğer Ankara’da siyaset yapmak üzere çekilmezse, tamamen kayyum atanacaktır.

Buna birçok kişi, yorumcu, “seçim hazırlığı” diyor. Hatalıdır.

Birincisi, savaş hazırlığıdır ve bunu unutmamak gerekir. Saray, 81 ilde sığınaklar yapılması ve sığınakların 3 ay içinde bitirilmesi kararı almıştır. İnşaat sektörü sevinebilir. Ama kanımızca çok geç kalmışlardır. Ama savaş hazırlığı olduğu açıktır.

Savaş için, tüm burjuva muhalefetin aynı sesi vermesi gerekli görünüyor. İşçi sınıfı, kadın ve öğrenci hareketini susturmak bununla bağlantılı görünmektedir. Çaresizdirler ve çaresizce şiddete daha fazla sarılmaktadırlar.

İkincisi var. Seçim için bunlar yapılıyor, diyenler, Saray Rejiminin ekonomi politikasını da doğru tanımlamıyorlar. Saray Rejiminin ekonomi politikası, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”dir. Buna uygun olarak CHP’ye kayyum atamak, mesela İş Bankasındaki CHP hisselerine el koymak da demektir. Can Holdinge el koymak da bunun bir parçasıdır. En az direnişin olabileceği adımdır bu ve başkalarının yolunu açma girişimidir.

2

CHP bu kayyum tehdidi karşısında geri çekilir mi? Özgür Özel “bir milim eğilmeyeceğiz, bir söz eksik söylemeyeceğiz, bir adım geri atmayacağız,” diyor. Hoş görünüyor. Ama, aslında söylemedikleri, açıklamadıkları çok şey vardır. Hâlâ pazarlıklar yapılması da bunun göstergesidir.

Elbette bu saldırılar, CHP gençliği başta olmak üzere, direnen CHP’lileri daha da öfkelendirmiştir. Bu mümkün ki, direnme eğilimini göstermektedir. Ama CHP’nin içinde GT gibiler vardır ve dahası GT gibi olmayıp da “aklıselim” çağrıları yapmakta olanlar da vardır.

Bu nedenle, İmamoğlu-Özel ekibinin direnmekte ısrarı olumludur ama acaba bu yolda ne denli yürümekte kararlı olacakları hâlâ bir soru işaretidir. Zira “devleti korumak” bazı bilgileri açıklamamalarının baş nedenidir. Oysa saldıran Saray’dır ve onlar da “devleti korumak” üzere saldırdıklarını söylemektedir.

Dahası var. O ünlü pazartesi, yani 8 Eylül’de, kayyum GT, yanında trollerle, makam aracı minibüsü ile gelirken (beyaz Toros’a binmemiş) CHP, binayı savunmakta geç kalmıştır.

Dikkat edilsin, biz CHP’nin yeterince net bir tutum almadığını söylüyoruz. Oysa CHP’yi, çok ileri gidiyor diyerek, Özel üzerinden eleştirenler de var.

Eğer o binanın önünde zamanlıca, 100 bin kişi yığmış olsalardı, o binaya 5 bin polis ile GT giremezdi. Binaya girememesi ise önemli idi. Hayat böyledir, bir eylem, zaman bağlantısı olmadan ele alınamaz. Zamanında CHP gençliği oraya yığılsaydı, polis 100 bin kişiyi yararak Kayyum GT’yi binaya sokamazdı.

Oysa CHP’nin aklıselim taraftarları, devlet terbiyeleri ile (ki direnişin en zayıf noktasıdırlar) kayyum olarak il merkezine gelen işgalci ile telefon görüşmeleri yapmaya çalışmıştır. Bir uçta telefonla GT ile konuşan CHP yetkilileri, diğer uçta Saray ile ilişki kuran troller ve aralarında arabada oturan kayyum GT. Ne sanıyorlardı? Kayyum GT, CHP için cenaze demeyecek miydi? Ne ummuşlardı, bir anda aklını başına toplayıp, ben bu işten vazgeçtim mi diyecekti? Diyemezdi. Çakallar, leşe koşarken, aynı zamanda tehdit edilirler. Bu olmadan olmaz ve kayyum GT, geri çekilmeyecektir. En azından kuvvetli bir direniş olmadan, bunu yapmaz. Efendisi, kendisine geri çekil demeden bunu yapmaz. Nitekim, başka bir mahkeme önceki kararı ortadan kaldırdığı hâlde, benim görevim devam ediyor, demiştir. Ankara’daki “mutlak butlan” davasının sonucu beklenecektir. 15 Eylül beklenecektir.

3

Kayyum GT, kendisini “yetkili” ve “cenaze” kaldırıcısı ilan etmiştir.

Kendisine sormak lazım, hadi diyelim sen hafriyatçısın, ama cenazeyi kaldırmak için imam da gerekli değil mi? İmam kimdir? Kılıçdaroğlu önde, arkada ona ne söylemesi gerektiğini kulağına fısıldayacak bir Saray trolü mü?

Cenaze kaldırıcısı, mahkeme emri ile tayin edilmiştir.

Cenaze kaldırma metaforu, Saray’a aittir ve elbette kayyum GT Saraylıdır.

Saray’da esas adam rolündekiler, kendilerini kurtlar olarak adlandırmaktadır. İster dinci, ister diğer türlüsü, farklı renkteki bu kurtlar, kendilerine bağlı çakallar organize etmişlerdir. Kayyum GT, çakaldır. Çakal olarak fırsatları değerlendirmektedir. Kurtların CHP’yi çoktan boğduğuna inanmaktadır ve hemen leşe saldırır gibi, “cenaze levazımatçısı” gibi, imam olsun olmasın hararetle harekete geçmiştir. Mahkeme kararının bir nüshasını acilen almış ve hızla, 5 bin polis lazım, demiştir. 5 bin polis ve gazlar eşliğinde CHP İstanbul il binasına “leşe koşan” çakal gibi koşmuştur.

Demek, Saray’ın içinde olanlar, kurt olmuş oluyor ve çevrelerindekiler ise çakal. Çakal GT, hemen kendine düşen parçayı almak için, CHP’yi cenaze ilan etmiştir ve utanmadan, “CHP’yi birleştireceğiz” demiştir.

İyi ama, CHP içinde kendisi gibiler bir yana, zaten öyle bir ayrım görünmemektedir. Ama kendisi, kimin temsilcisi olduğunu bildiği için, “yoldan çıkmış CHP”yi, yola sokmak için, acelece laflar etmiştir.

CHP il binasının önünde, rezil olmuştur. Allah kimseyi GT yapmasın. Aklı karışmış ve şöyle kükremiştir (çakallar kurtlara özendiklerinde bir kükreme hamlesi yaparlar demek ki): “Şerefim üzerine yemin ederim ki, burada karşı çıkan, bekleyenlerin içinde bir tane CHP’li yoktur.” Demek, oradakiler CHP’li değildir ve eğer CHP’li iseler, kendisi şerefsizdir anlamında sözler söylemiştir. Çakallar kükreyince böyle oluyor, karakterlerini tartışmasız ortaya koyuyorlar.

Saray’a bu denli bağlı, Saray’a bu denli güvenli oldunuz mu, siz o zaman kayyum GT olursunuz.

CHP bir hamle ile, genel merkezin adresini değiştirmiş, TEM yolu kenarındaki merkezini, ulaşımı kolay, insanların daha rahat ulaşabileceği Bahçelievler’e taşımıştır.

Şaşkın ve hırslı GT, hemen daha eski il merkezi olan Sarıyer’e koşmuştur. Sarıyer’deki CHP binasına yerleşmiş ve CHP’li olup olmadıkları bile belli olmayan bir grup (galiba 30 kişi) binaya polisle birlikte yerleşmiş ve kendileri dışında birisinin girmesini de engellemişlerdir. Böylece, kendini bir çeşit hapse almıştır. İşgalci, hapse girmiştir.

4

Direnen güzelleşir. Hangi çevreden olursa olsun direnen, öğrenir. Ama boyun eğen, susan, çirkinliklerin hepsini bağrına toplar, bedeninde birleştirir. Çakallar bunlara dikkat ederler ve direnmeyenlerin arasından, onların hareketsizliğinden yararlanarak, örümcek ağlarını kurarlar.

CHP, aslında bu süreçten sağlam çıkabilirse, direnirse ve bu konuda kendi kendine bir engel yaratmazsa, aslında olaylar onun için olumsuz değildir.

Mesele, bu saldırıların, aslında Saray Rejiminin esas amacının ne olduğunun iyi anlaşılmasındadır. Mahkemelerden karar bekleyerek hareket etmek, boşinanlarla kendini kandırmaktır. Karga kaç kere öttü, haber iyi mi kötü mü diye hesap yapar pozisyon, direnişi engeller.

Hem ülkede savaş hukukunun, iç savaş hukukunun geçerli olduğunu düşüneceksin, bileceksin, hem de “yüce Türk yargısı”na bel bağlayacaksın. Bu, direniş hattının terk edilmesi demektir.

CHP gençliği, masallara, fallara ve falcılara bel bağlamamalıdır.

5

Bu ülkede bir direniş hattı vardır. İçinde Kürt hareketi de vardır.

Gezi Direnişi ile başlayan direniş, 19 Mart ile “böyle yaşamak istemiyorum” noktasına gelmiştir.

CHP gençliği, 19 Mart 2025’te barikatı aşan öğrenci gençliğin yolunu temel almalıdır.

Yükselen ses açık ve nettir: Saray Rejimi, seçimle gelmemiştir ve seçimle gitmeyecektir.

CHP’nin devleti kurtarmak için “aklıselim” olarak davranmaya çalışanları, hâlâ, “Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” dualarını yüksek sesle tekrarlayarak kendilerini kandırmaya devam edebilirler. Bu aklıselim, kayyum GT’nin Saray’ın uzantısı olarak (lütfen AK Partinin uzantısı değil, Saray Rejiminin uzantısı olarak) CHP’de görev alması sürecinin de nedenlerindendir. Saray’a sığınmak ve Ankara’da siyaset yapmaya razı olmak ile, direnmek ve daha net direnmek, iki ayrı çizgidir.

Ülkede var olan direnişin, sözde değil, gerçekte bir parçası olmak, CHP gençliğinin tutumu olmalıdır. Kendileri de işçi ve emekçi çocuklarıdır. İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin direnişi onların olması gereken yerdir.

İşçi ve emekçiler, seçimlerde oy deposu değildir. Bu nokta zaten bizzat burjuva devlet, TC devleti, tarafından aşılmıştır. Yapılan her seçim hilelidir. Hileli olmasa, bunca zaman sandıklara sahip çıkma hareketi neden ortaya çıkmıştır? Açık olarak, mühürsüz oyların da sayılabileceği kararını verenler var iken, hangi seçim meşrudur? Seçimi, bizzat egemen ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle devlet olağanüstü tarzda örgütlenmiş ve Saray Rejimi inşa edilmiştir. Saray Rejimi bir seçimle gelmemiştir. Seçimle gitmeyecektir.

Nepal’de gençliğin direnişi yaşanmaktadır. Örnek alınmalıdır.

Yok eğer siz ille de biz Batıcıyız ve Avrupa’yı örnek alacağız, diyorsanız, Fransa’da “her şeyi durdur” hareketine bakabilirsiniz.

Saray Rejimini yıkacak olan direniştir ve bugün gündeme alınması gereken şey, genel grevdir. Genel grevin başarılı olması için, ciddi bir örgütlenme gereklidir ve bunun adresi CHP değildir.

Gençlik, devrimci yoldan, işçi sınıfının devrimci yolundan yürümek zorundadır.

Bugün kayyum GT ile uğraşmak zorunda kalan CHP, yarın belki baş kayyum KK (Kemal Kılıçdaroğlu) ile uğraşmak zorundadır. Kayyum GT ile kayyum olmak için fırsat kollayan bir başkası KK aynı yolun yolcularıdır. Ve her ikisi de Saray tarafından dizayn edilmiş bir muhalefet yapan CHP yaratmak için görevlidir. Kaldı ki, CHP’nin dünü budur. 19 Mart ile başlayan direniş, CHP’nin dünü değil bugünüdür. Peki yarını ne olacaktır? CHP gençliği bu sorunun muhatabıdır.

Biz devrimciler, elbette işçi sınıfının direniş hattını geliştireceğiz.

Biz elbette gençliğin yolunun işçi sınıfının yolu olduğunu savunmaya devam edeceğiz.

Bununla yetinmeyeceğiz, elbette bunun için, işçi sınıfının devrimcileşmesi için, ayağa kalkması için mücadeleye devam edeceğiz.

Burada tek sorun CHP’ye kayyum atanması değildir.

Tüm Kürt belediyelerinde yıllarca kayyum uygulaması vardır. Burada, geleceği çalınan, karartılan gençlerin sorunları vardır. Burada her cinayete kurban giden kadınların yaşamları vardır. Burada açlık vardır. Burada kaçırılan çocuklar vardır. Burada işyerlerinde cinayete kurban giden işçilerin direnişi vardır. Burada açlık, burada işsizlik, burada yoksulluk vardır. Burada savaş hukuku vardır. Burada katledilen zeytinlikler vardır, yağma ve rant vardır, savaş ekonomisi vardır. Ve burada direniş vardır.

Saray Rejimi, “içeride ve dışarıda savaş” politikalarına uygun olarak, Saray’ın şekillendirdiği bir muhalefet için hazırlık yapacak ve her açıdan saldırmayı sürdürecektir.

Ve bu saldırılara karşı direnmek esas ise, burada net olmak gerekir, direniş hattı, CHP demek değildir. Tersine direniş hattı, işçilerin, kadınların, gençlerin eylemleridir. Bu direniş hattındaki işçiler, kadınlar ve gençler, birer oy demek değildir. Direniş, Saray Rejimini yıkmanın tek yoludur ve bu her geçen gün, her yeni durumda bir kere daha anlaşılmaktadır.

Yollar Saray’a çıkar.

İşçi birlikleri, direniş, Saray’ı yıkar.

Milyonlar için açlık, işsizlik, yoksulluk, bir avuç için eşi görülmedik zenginlik ya da (biraz) ekonomi manzaraları

Kuraldır, kapitalizm söz konusu ise “rekabet” vardır. Sadece buzdolabı satıcıları rekabet etmez. Sadece silah sanayiinde yoktur bu rekabet, sadece otomotiv sektöründe yoktur bu rekabet, her mal ve hizmet alanında rekabet vardır ve rekabet, her zaman “tekelci egemenliği” çağırır. Tekelci egemenlik, rekabeti kesinleştirir. Mesela silah sanayiinde, Damat tarafının karşısında bir diğer şirket “casus” oluverir. Assan casustur ama Bayraktar, “ulusal değer”dir. Ayakkabılar rekabet hâlinde iken, belki birinin “kundurası” kayabilir, ama silah sanayiinde ya da mesela inşaat sanayiinde, maden işinde hayatlar kayar, çünkü tekelci rekabet, mafyatik yöntemleri ve devlet şiddetini de içerir.

Evet, sokakta simitçiler de rekabet ederler. Çok daha masumdur.

İşçiler rekabet ederler ve işte bunu yenmek için, açlar, işsizler ve işçiler ordusunun birleşik gücü, örgütlülüğü gereklidir. İşçi sınıfı söz konusu ise rekabeti yenmek, aşmak, eylemle mümkündür. Sermayeye, kapitaliste karşı savaşmayan işçiler, şu ya da bu nedenle kendi sınıf kardeşlerini rakibi olarak görürler. Ama savaşanlar, bu rekabeti aşarlar. Direnişteki bir işçi, göçmen işçinin de kendi sınıf kardeşi olduğunu anlar. Sınıf kardeşliği, kardeşlikten ileridir, çünkü ilkinde eylemli bir birliktelik var, biyolojik değil. Sınıf kardeşliği eylem içinde, mücadele içinde gelişir. Bu nedenle, “eylem birleştirir, rekabet böler” sözü işçiler için, mücadele eden işçiler tarafından söylenmiştir.

Hırsızlıkta da rekabet var mı?

Var elbette.

Zaten tüm özel mülkiyet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, hırsızlıktır. Kapitalizm, hırsızlık üzerine kuruludur ve sistemin sahipleri, kendi hırsızlıklarını “yasal” (özel mülkiyet kutsaldır), ama kendilerinden bir kırıntı ekmek çalacak olanların “hırsızlık”larını ise “yasa dışı” ilan etmişlerdir. Tüm burjuva hukuk buna dayanır.

Böyle olunca, egemenler, en tepe noktalara, kendi işlerini bilen hırsızların gelmesine ses çıkartmazlar. Kan uyuşması vardır ve olumludur.

Ama bazı dönemler olur, hırsızlık artık gizlenemez ya da gizlenmeye gerek duyulmaz hâle gelir. Bu durumda, hem hırsızlık tüm topluma yayılır, hem de en tepelerdeki hırsızlar, tekelleşerek, tüm hırsızlık sistemindeki rekabeti değiştirirler. Artık, organize hırsızlık vardır ve bu nedenle, çeteler arasında bir zımnî anlaşma yapılır. Buna tekelci gruplar arasındaki anlaşma gibi bakabilirsiniz.

Bu anlattıklarımız masal ülkesinde geçmiyor. Kapitalizmde var ve ülkemizde baştan aşağıya geçerlidir. Bu nedenle, tekeller, tarikatlar, hırsızlar, tüccarlar, devlet görevlileri, kapitalistler, hattâ “iyiliksever” din adamlarından rol çalan “iyiliksever” iktisatçılar, “itibardan tasarruf edilmez”lerin yüksek ahlâksızlık seviyesi için yarışan gazeteciler ve yüksek yargı mensupları, bu süreci daha renkli bir işleyişe kavuşturur. Bir de uluslararası sermayenin farklı gruplarına bağlılık devreye girdi mi, tam bir “orman kanunları”na bağlı rekabet ortaya çıkar.

Gerçektir: Erdoğan’ın mitingine giden bir kişinin, mitinge giderken cüzdanını çalarlar, kalabalık bir haylidir, adam zaten 100 TL almak için mitinge gitmektedir. Cüzdanı çalınınca, elbette “canı” yanar. Onun canı, zaten içinde 500 TL olan cüzdanındadır. Ve o acı ile, “hırsız var” diye bağırır. Bağırır ama, bir hayli dayak yer, “reisi kastetmedim” dese de işe yaramaz. Kalabalık için bilinen, “itibarından tasarruf edilmez” tek hırsız vardır. Herkes, kimin kastedildiğini bilir.

Kalabalıklar böyledir. Açtırlar, işsizdirler ve 100 TL kazanmak için mitinge giderler ve Hırsız’ı değil, hırsız var diyeni dövmeyi daha kolay bulurlar. Ama bir yere kadar bu böyledir. Kendisini bilen, herkesin hırsız olmasını ister, zaten sermaye sahiplerinin nasıl birer hırsız olduklarını bilir.

Koç, Sabancı, Doğuş, Eczacıbaşı, beşli çeteler vb. hepsi bu hırsızlığın uzmanlarıdırlar ve bu nedenle, arada bir ortaya çıkan ağız dalaşını fazla da ciddiye almamak gerekir.

Hırsızlık bir sektör olarak tekelleşince, elbette işler organize işler hâline gelir ve her biri payını alır. Elbette, “en büyük pay peygamberin”dir. Sadece en büyüğü değil, aynı zamanda en kutsalı da onunkidir.

Şimdi, bu durumda, bir avuç egemenin artan zenginliklerinin, aslında işçi ve emekçilerin, milyonların yoksulluğu üzerinde yükseldiğini anlamak çok mu zordur? Zor değildir. Bizim, din adamı gibi tütsü ve dua arasında dolarlarını gizlemeyi başaran iktisatçılarımız, milyonların fakirliği ile bir avuç insanın zenginliği arasındaki bağı bilmezler mi? Bilirler.

DİSK-AR’daki arkadaşlar hesaplamışlar, işçilerden 1.2 trilyon TL alınmış. Yani onların ceplerinden bu para “hortumlanmış.” 1.2 trilyon TL, çok sıfırlıdır ve 1.200.000.000.000 olarak rakamla gösterilir. Buna göre, her işçinin cebinden 75.000 TL alınmış oluyor.

Büyük görünüyor.

Ama hatalıdır, yanlıştır.

DİSK-AR’dakiler iyi ki varlar, ama korkularını yenmelidirler. Bu rakam asla gerçek olamaz.

Bir, bu ülkede vergiyi verenlerin büyük çoğunluğu işçilerdir, çalışanlardır. İşçiler, memurlar (kamu çalışanları) patronlardan fazla kazanmazlar ama daha çok vergi verirler.

Önerimizdir; sendikalar, işçilerin, kamu çalışanlarının maaşlarını brüt olarak almalarını, maaşlarından yapılan kesintilerin (vergi, SGK primi, işsizlik primi vb.) yapılmamasını, her işçi ve emekçinin maaşını aldıktan sonra vergi vb. vermesini talep etsinler. Öyle ya işveren, kâr edince vergi veriyor, işçi maaşını almadan niye versin? İşverene güvenen devlet, işçiye de, çalışana da güvensin.

Biz hesaba dönelim.

Haraçlar ve vergiler: eğer Saray Rejimi, her kişiden 10 TL ilave almış olsa, 75 milyon kişi üzerinden gidelim, 750 milyon eder, bu 12 ayda 8 milyar TL eder. Eğer bu rakam, kişi başına 100 TL olsa idi, 80 milyar TL/ay ederdi. Eğer kişi başına 1000 TL olsa, bu rakam, 800 milyar TL/ay olur. Biliyorsunuz, her maaş bordrosunda, vergiler vardır, gelir vergisi, damga vergisi vb. Bunların toplamları acaba ne kadardır?

Eğer bu mesela doğalgaz, elektrik gibi faturaları içerecek olsa, varın siz hesaplayın.

Siz buna sağlık masraflarını ekleyin. Çünkü, SGK primleri ödeyen insanlar, zaten, ücretsiz sağlık hizmeti almayı hak etmektedir. Kâğıt üzerinde böyledir. Demek sağlık için, milyonlarca emekçinin ödediği her kuruş, aslında ikinci kere alınmaktadır.

Ya eğitim? Eğer vergiler eğitim, sağlık, elektrik, yol ve su olarak halka verilmek üzere toplanmıyorsa, ne için toplanıyor?

Emeklilik maaşı, eski (ki eskisi iyi demek istemiyoruz, o kötüydü, şimdiki rezilliktir) yöntemle hesaplansa idi, bugün, yaklaşık 40 bin TL civarında bir ortalamaya sahip olması gerekir. Bu durumda, 12 milyon emekliden, (gerçekte 16 milyon emekli var, 11 milyonu aşkın bölümü tam maaş almaktadır) yıllık 2.8 trilyon TL kesilmiş olur.

Asgarî ücreti hesaplamıyoruz, çünkü aslında o ücreti zaten işveren ödemektedir, bu doğrudan bir aktarımdır, para devlete geldikten sonra aktarılmamaktadır. Ama asgarî ücretin ne olması gerektiği de bambaşka bir konudur.

Ya da şöyle bakalım: Hesabı sermayedarlar, kapitalistler açısından ele alalım. Öyle ya, para oraya aktarılmaktadır. Köprülere, otoyollara vb. ödenen paralar bir kalemdir. Ya da silinen vergi borçları ya da silah sanayiine aktarılan paralar. Peki, KKM (kur korumalı mevduat) için ödendiği söylenen 60 milyar dolar (2,4 trilyon TL eder) kime gitmiştir? Mesela işçi ve emekçilere gitmemiş olduğunu söylemek mümkündür herhâlde.

Ya da bireysel borçlara bakalım. 12 trilyon TL borç olduğu açıklanmaktadır. Ve 25 milyon adet icralık dosya vardır. Kredi kartlarını da buna ekleyin lütfen.

Her ekonomik durum, kendini parasal alana yansıtır, eninde ya da sonunda. Bu nedenle, bankacılık alanına bakmak iyi olur kanısındayız.

Türkiye’de 60 banka var.

Bu 60 bankanın 10.730 şubesi var (bu bankaların yurtdışı şube sayıları ise 80). Bu bankalarda 209.745 emekçi çalışmaktadır.

Bankalarda hesabı olan (mudi) sayısı 184.039.893’tür.

Bu hesaplar da, 21.346 milyar TL’dir (21.3 trilyon TL).

Toplam hesapların dağılımı şöyledir:

10 bin TL altı 10-50 bin TL 50-200 bin TL 250 bin-1 milyon TL 1 milyon üzeri TL
Hesap s. 166.459.790 16.761.453 9.793.977 4.914.796 2.289.367
Mevduat

(milyon TL)

131.957 423.200 1.200.065 2.587.598 17.003.464
ortalama TL

hesap*

792 25.248 122.530 526.000 7.427.146

 

* Mevduatı hesap sayısına bölerek, mevduat başına ortalama kaç TL olduğunu biz hesapladık.

Kaynak: www.bddk.org.tr

Demek oluyor ki,

– 1 milyon TL ve üzeri hesabı olan kişi sayısı 2 milyon 289 bin 367 kişidir ve bunların toplam mevduatı 17 trilyon TL olup, toplam mevduatın %80’idir. Yani hesapların %1’i, mevduatın %80’ine sahiptir.

– 250 bin TL ve üzerinde parası olanlar hesaba katılırsa, hesapların %3,9’u, toplam mevduatın %92’sine sahiptir.

Gerçekte 250 bin, çok yüksek bir rakam da değildir. Ama içinde yaşadığımız koşullarda ciddi bir rakamı ifade etmektedir. Eğer elimizde 500 bin TL ve üzeri hesapların dökümü olsaydı, daha sağlıklı bir hesap yapmak mümkün olurdu.

– En son satırdaki bir hesapta ortalama ne kadar para olduğunu biz hesapladık. Bu hesaplama, bize durumu daha net göstermektedir. Örneğin, 10 bin TL ve altında hesaba sahip olan 166 milyon hesabın, aslında hiç parası yoktur demek abartılı olmaz. 792 TL, aslında bir elektrik parasını bile otomatik ödeme üzerinden karşılamaya yetmez. İkinci gruptaki ortalama 25 bin TL’dir. Bu elbette, bir asgarî ücretin hesaba yattığı ana denk gelebilir ve bu da bir değer ifade etmekten uzaktır. Demek ki, 250 bin TL ve 1 milyon TL arasındaki hesaplar ile, 1 milyon TL üzeri hesaplar anlamlıdır.

– Biliniyor, birçok para sahibi, parasını dövizde tutmaktadır. Elbette bu yüksek mevduatı olanlar için geçerlidir. Veriler Haziran 2025 ayına aittir ve KKM geçerli olduğundan, yüksek miktarlı paralar, hâlâ TL cinsindendir. Ama bu ülkede en çok, en büyük hırsızlar bankalara güvenmez. Bu nedenle, onların evlerinde, kasalarında, banka kasalarında, altında, yurtdışında vb. var olan paralarını bilmemiz mümkün değildir.

Sonuç olarak, ülke nüfusunun yüzde %4.5’i varlıklıdır ve bu şu anlama gelmektedir, her birinin zenginliği, 23 kişinin açlığına, sefaletine mal olmaktadır. Bu en azından böyledir. Daha kötü olduğu açıktır.

Bizim “iyilikseverlik” konusunda, Diyanet İşleri ile yarışan iktisatçılarımız, yalan söylemekte, Diyanet İşlerinden daha etkilidirler. Belki da onlarla ancak, Saray basınının güzide insan eti pazarlayan gazetecileri yarışabilir.

İşte bu “iyiliksever” iktisatçılarımız, bize ülkenin ekonomik durumunu anlatırken, artan ihracattan söz ediyorlar. Diyorlar ki, sattıklarımız fazla olursa, elimize döviz geçer. İyi de, dövizi ne için kullanacaksın? Eğer sen üretiyorsan, senin sanayin varsa, bu hesap niye? Kaldı ki, zaten ihraç edilen, ithalattan fazla değildir.

Diyorlar ki, döviz rezervlerimiz artıyor. İyi de 500 milyar dolar döviz borcun var, bu ne ki?

Ama dahası var. Tüm bunların “ülke” ile ilgisi ne? Ülkede yaşayan milyonlarca insan var. Bu milyonlarca işçi, sadece kendi geçinmelerini sağlayacak kadar değil, onun 100 katından fazlasını üretmektedir. Yani, bir kendilerine çalışıyorlarsa, 99 sermayeye, kapitaliste, patrona çalışıyorlar.

Bir işçi uyanık olmalıdır. Ne zaman “ülke ekonomisi” sözü geçerse, kulaklarını kabartmalıdır. Onların ülke çıkarı dediği şey, tümü ile parababalarının, bir avuç egemenin çıkarıdır. Milyonlarca emekçi, deprem bölgelerinde konteynerlerde yaşamaktadır. Sokakta yaşayan insanların sayısı, bu zenginlerin sayısından fazladır. Diyelim ki, ülke altın ve pırlanta satıyor, iyi ama bu, kara para temizleyicilerini ilgilendirir, bunun işçi sınıfına yansıması, daha çok açlık, daha ağır çalışma koşulları, daha çok ölümdür.

Bizim “iyiliksever”liği din adamlarına ve Saray basınına kaptırmamak için çırpınan iktisatçılarımız, bir de onlara eklenen İlber Ortaylı gibi ikiyüzlü tarihçilerimiz, silah sanayiinin öneminden söz ediyorlar. İyi ama, bu silahlar, hangi çocuğun eğitim masraflarını karşılayacak, hangi emekçinin sağlık sorunlarını çözecek, hangi işçinin ev kirasını karşılamaya yarayacak?

Gözünü altın ve gümüş, pırlanta vb. değerli madenlere dikmiş ve hâlâ bunların bir “servet” olduğuna inanan iktisatçılarımız, insanlık denilen şeyden bir dirhem değer taşımazlar. Aldıkları dolarlara bakarlar. Ama çoktan geri kalmışlardır. Dolar gücünü kaybedecektir ve bu nedenle kripto paralar ortaya çıkarılmıştır. Sizin aldığınız paralar, uyuşturucu vb. gibi kara paralardan bin kat daha kara paralardır ve bırakın doları, sistemin ürettiği kripto paralara koşun. Gerçek zenginliğin, içilecek temiz su, solunacak temiz hava, sağlıklı yiyecek ve barınacak bir yer olduğunu itiraf etmeye başlamış olan efendilerinizin iktisatçılarına bakın, belki uyanırsınız.

Ülkede açlık ve işsizlik kol gezmektedir.

İşsizlik %30’lardadır.

Açlık milyonlarca ailenin gerçekliği hâline gelmiştir.

İşçi çocukları, devlet okullarına, 40 kişilik sınıflarda, ayaklarında çorapları, kıçlarında donları olmadan gitmektedirler.

Milyonlarca üniversite öğrencisi, geçimini sağlayamadığı için, barınacak yer bulamadığı için, 12 yıl boyunca emek verdiği üniversitesini bırakmak zorunda kalmaktadır.

Her gün, yaşamı üreten işçiler, ne kadar çok üretirlerse o kadar yoksullaşmaktadır. İşyerlerinde insanlık dışı koşullarda çalışmaktadır ve her gün, en az 5 işçi iş cinayetlerine kurban verilmektedir. Sermaye tanrısı, oluşturduğu Saray Rejimi ile, işçilerin kanlarını da emmektedir. Hiçbir işçi hakkını alamamaktadır ve dahası, işçi grevleri Saray Rejimi eli ile yasaklanmıştır.

İşte ekonomik durum denilince işçi ve emekçilerin cephesi bu hâldedir. Burada yazdıklarımız, aslında oldukça yetersizdir. Bunun gibi yüzlerce örnek vardır ve emin olun her işçinin kendi günlük iş yaşamını anlatması durumunda ortaya çıkacak hikâyelerin her biri, MB’deki döviz miktarlarından bin kat daha önemlidir.

Bir uçta zenginlik, korkunç bir büyüme hızı ile büyümekte, diğer uçta açlık. Bir uçta savaş baronları hesaplar yapmaktadır, diğer uçta işçi ve emekçiler açlıkla terbiye edilmektedir.

Elbette bu, işçi sınıfının birleşik gücünün ayağa kalkacağı günlerin gelmekte olduğunun da kanıtıdır. Nesnellik budur.

İşçi sınıfı, “ulusal ekonomi”, “ulusal güvenlik” gibi zırvaları bir yana itmelidir. Onların “ulusal güvenlik” dediği şey, bir yandan her vatandaşın verilerini şirketlere satmaktır, bir yandan ülkenin tüm varlıklarını satmaktır, işçilerin kanlarını emmektir ve en nihayet, her grevi ulusal güvenlik nedeniyle yasaklamaktır.

Ülkede diplomalar satılmaktadır. Ama aynı zamanda özel okullar, imamhatipleşen eğitim sisteminin bir çıktısı olarak milyonlarca lira ödeyenlere açılmaktadır. Yaşamın her alanı, işçi ve emekçilere daraltılmaktadır. İşçi ve emekçiler, köleleştirilmekte, bu köleleştirme daha da derinleştirilmektedir. Saray Rejimi, bu düzeni sürdürmek için, devletin olağanüstü örgütlenmesidir ve bu daha çok şiddet demektir. Çürüme arttıkça bu şiddet daha da öne çıkartılmaktadır. Ve elbette ki, her şiddet kendine bir karşılık üretecektir.

Bugün emekçiler, artan ekonomik ve siyasal şiddet altında, örgütsüzlüklerine paralel olarak, daha çok kendi hayatlarına kastetmekte, intihara vb. yönelmektedir. Oysa bireysel tepkilerin, kitlesel ve örgütlü direnişe dönüşmesi esas alınmalıdır. İşçi sınıfının önünde duran görev budur.

İyiliksever iktisatçılarımız, Saray Rejiminin düzenli aralıklarla ilan ettiği pembe tabloları, ekonominin düzeldiği yalanlarını, sürekli beslemektedir. Oysa bunun olanağı yoktur. Bu hiçbir koşulda işçi ve emekçilerin cephesinden bir olumluluk ifade etmez, etmeyecektir.

Bir devrim dışında işçi sınıfının bir çıkış yolu yoktur.

Saray Rejimi, bazılarının söylediği gibi, seçimle gitmez. Saray Rejimi, işçi sınıfı tarafından alaşağı edilmelidir. İşçi sınıfının devrimci iktidarı, sosyalist devrimin zaferi dışında bir çıkış yolu yoktur.

NATO, Batı savaş makinası ve “demokrasi”

1950'ler. Afiş Milli Savunma Vekâleti Temsil bürosu ve Amerikan Haberler Merkezi tarafından hazırlanmıştır.

Ülkemizin “aydın” kesiminde, ciddi bir ayrışmanın eşiğindeyiz.

Aydın derken, aslında bulanık bir kavram kullanmış oluyoruz. Çünkü sınıf savaşımı, iki sınıf arasında süren ve giderek keskinleşen bir savaşımdır. Ve bu savaşımda, elbette kendine “fikir adamı” diyen birçok kişi, ister bilerek yapsın ister bilmeden, bu iki sınıftan birinin çıkarına uygun, doğrudan ya da dolaylı adımlar atmaktadır.

Eğer tümünü bir başlık altında toplamaya heveslenirsek, büyük yanılgı içinde oluruz. Ama yine de yaygın kullanılan kavram olarak “aydın” biraz ortak paydada toplama hevesini içerir. Oysa bu, gelişimi anlamaktan çok uzak kalmak olur. Eskinin yanılgılarını daha da artırmak anlamına gelir.

“Aydın” diye saymaya başlandığında, Namık Kemal, Mithat Paşa, Ali Suavi gibi Osmanlı’nın son dönemlerinden başlanır sayılmaya, Ziya Gökalp, Akçuralı Yusuf gibi egemen cephenin doğrudan uzantıları eklenir, sonra da Cumhuriyet döneminin yazarları, edebiyatçıları, nadiren çizerleri buna eklenir, ardından da üniversitedeki profesörler bunların arkasına dizilir. Bilerek tek tek isim yazmıyorum. Çünkü derdimiz burada bir liste oluşturmak değil. Ama “aydın” kavramı ile bir “ortak payda”da toplamaya çalışmanın aşılmış olduğunu söylemek isteriz. Bunun için de bugünkü durumu ortaya koymamız gereklidir.

İzninizle biz, öncelikle egemen sınıfın “fikir adamları”na bakalım. Bunlara “fikir adamı” demek de doğru değildir. Ama şimdilik öyle diyelim.

Egemen adına bu işi yapanlar, başlıca üç gruba ayrılabilirler:

Birinci grup, egemen adına, elbette iyi paralar karşılığında, bir çeşit toplumsal manipülasyon işi için sürekli çalışanlardan oluşmaktadır. Bugün bu grup içinde bazı strateji üreten, sosyal araştırmalar yapan şirket/kişiler de vardır (örnek olsun Bekir Ağırdır gibi), bazı tarikat liderleri, dinî alanda uzmanlık kazanmış olanlar da vardır, bazı medya yöneticileri de. Bunlar aslında doğrudan ya da dolaylı olarak NATO mekanizmasına da bağlıdır (Yani başlıkta NATO varken, “aydın”lardan söze başlamamızın bizce bir nedeni var). Peki bunlara “aydın” denilir mi? Eğer “aydın” kavramına bir olumluluk atfediyorsanız, gerçekten de bu soru haklı bir sorudur. Ama Ziya Gökalp, Nihal Atsız, M. Akif Ersoy vb. eğer “aydın” ise, bunlara da “aydın” demenizde bir sakınca olmaz. Bunlar aslında egemenin akıl hocalarıdırlar ve politik-ideolojik perspektifleri, gayet detaylı bir biçimde NATO mekanizmaları içinde hazırlanır. Onlar da burada üretim yaparlar. Bunlar deyim uygun düşerse, egemen adına ideolojik savaşın unsurlarıdır. Soros programının temelinde bunlar vardır.

İkinci bir grup var; “fikir imalatçıları” tarafından militanca yönetilen “troller”dir. Bu troller ordusunu yönetenlerdir. Bunu hafife almamak gerekir. Zira arkalarında büyük “bilişim teknolojileri” (BT) ile uğraşan şirketler vardır: Google, Instagram, facebook, Microsoft, Amazon, Apple gibi. Bunların geniş bir ağı vardır ve aslında birinci gruptakilerle çok kapsamlı bağlara sahiptirler. Burada bir ağ vardır ve bu ağ, aslında toplumsal manipülasyon için büyük işler görebilme kapasitesine sahiptirler.

YouTube ve Google’ın eski çalışanı, yazılım mühendisi Zach Vorhies, Google’ın “Jigsaw teknoloji kuluçka merkezi”nin Ukrayna’ya nasıl yerleştiğini açıklamış ve Sputnik bunu yayınlamıştır. Eylül ayının ilk günlerinde yayınlanan bu haberde şunları okuyoruz: “Jigsaw’ın 2014 yılında Kiev’deki meydan protestoları sırasında Ukrayna medyasını çevrimiçi tutmak ve gösterileri organize etmek için facebook ve Twitter gibi platformların işlevsel kalmasını sağlamak amacıyla Proje Kalkanı adlı bir proje başlattığını hatırlatan Vorhies, şu ifadeleri kullandı:

“‘Fiiliyatta bu, rejim değişikliği operasyonunun iletişim omurgasını şekillendirmeye yardımcı oldu. Jigsaw, 2014 Ukrayna darbesinden sonra geri çekilmedi, aksine daha da büyüdür. 2016 yılına gelindiğinde, ‘sivil söylemi geliştirmek’ için yapay zekayı kullanıyor ve anlatıları etkili bir şekilde şekillendiriyordu. Genel olarak Google Haritalar ve Earth gibi araçlar altyapıyı ve asker hareketlerini izleyebilirken, Google Cache sunucuları yerel ağlara derin erişim sunarak potansiyel olarak ileri siber karakol görevi görebilir.’”

Ukrayna örneği sadece bir örnektir. Ama bize, aslında bu alanda görevli olan şirketlerin, “fikir üreten” kesimlerle nasıl organik bir yapı oluşturduklarını göstermektedir.

Troller, aslında bu grubun içinde sahada militanca mücadele eden lümpen kesimlerden oluşmaktadır. Onlar, daha düşük paralarla her gün iş yapan kişilerdir ve doğrusu hiçbir değerleri olmadığı için, her çeşit saldırıda kullanılabilirler. Zaman zaman, bu ilk iki grup içinde yer alan büyük şirketlerin çıkarlarının çatışması hâlinde, ona uygun da hizmet görürler. Bunlar “aydın” kavramının içinde yer almazlar ama bunlar, bu iki gruptakilerin aparatlarıdır.

Üçüncü grup, yine egemene bağlı, uzmanlardan oluşmaktadır. Üniversitelerin profesörleri, çeşitli hukuk uzmanları, toplumsal arenada öne çıkmış bazı yazarlar, gazeteciler bunun içindedir. Elbette bazı gazeteciler, ikinci grubun içindedir. Ama bir bölümü de burada iş görmektedir. Bunlar, çeşitli yollarla “yemlenmek”tedir. İktisat profesörleri, hukuk uzmanları, gazeteci kimlikli kişiler bu işin içindedir. Eğer, bir iktisat profesörü, bir hukukçu, bir uzman, bir gazeteci, kendileri de benzer işler yaptığı için, bize kızıp, “yahu bizi de bu grubun içine mi atıyorsunuz” diye yakınacaklarsa, onlara söylememiz gereken şey, sizi biz değil, sizi bizzat kendiniz bu gruplardan ayırabilirsiniz. Tutumlarınız bunu sağlar.

Bu üç grup, aslında egemenin örgütlenmesi, yani devlet örgütlenmesi, yani Saray Rejimi örgütlenmesi içindedir. Ve Saray’a hangi bağlarla bağlandıkları, aslında bizden çok onların bildiği bir iştir. Ama hepsi, para ile bağlanmakta, tehditle, şantajla orada durmaktadır. Para (ödül ya da elma diyelim) ve tehdit (şantaj ya da başka bir yol) bunları saraya bağlayan en önemli unsurlardır.

Bu üç grubun içinde hangisinin hangi grupta olduğunu bilmek o kadar kolay değil, doğrusu, gerekli de değil. Mesela İlbey Ortaylı hangi gruba girer? Kendi yerini kendisi bilir. Ama “Uygur Türklerini Kürt bölgelerine yerleştirme” planı ve önerisi, onun ne iş yaptığının somut kanıtıdır. Hangi gruba girip, ne ölçüde maddî olanaklar elde ettiğini, devrim geliştikçe ortaya koymamız mümkün olacaktır.

Bu birinci cephedir.

Bu birinci cephe, egemenin savaş aygıtının içindedir. Hem “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne bağlıdırlar, hem de “içeride ve dışarıda savaş politika”larına bağlıdırlar. NATO ile bağlıdırlar, direkt ya da dolaylı olarak.

İkincisi bizim cephedir, işçi sınıfının cephesidir.

Bu ikinci cephe içinde yer alanlara biz “aydın” demiyoruz, entelektüeller diyoruz. Eğer siz “aydın” kavramında ısrarcıysanız, işte gerçek aydınlar bunlardır.

Sayıları azdır. Bilimi temel alan bunlardır. Birinci cephedekiler gibi karanlık üretim merkezlerinin tam karşısındadırlar ve işçi sınıfının davasında, toplumsal mücadelede doğrudan yer alırlar. Bu doğrudan yer almanın ne denli sıkı bir ilişki hâline geldiği ayrı bir tartışma konusudur. Ama bizim cephenin içinde yer alan entelektüeller, iki sınıf arasında yeryüzü ölçeğinde sürmekte olan savaşımı temel alırlar, kapitalist sistemin ne olduğunu bilirler. Bunu kendi tutum ve davranışlarında da ortaya koyarlar.

Bu iki cephe arasında yer alan, sözü dinlenen, belli bir etkiye sahip “aydın”lar yer almaktadır. Elbette bunların bir bölümü iktisatçıdır, bir bölümü tarihçi, bir bölümü hukukçudur, bir bölümü gazetecidir vb.

İşte ayrışma bu ortada olanların içindedir.

“Ortada olmak”, çoğunlukla egemenden, güçlü olandan yana olmak da demektir. Bunu akılda tutmak gerekir.

Ve işte bu grup içinde bir ayrışma yaşanmaktadır. Kolay değildir, işçi sınıfının cephesinde açık ve net olarak yer almak kolay değildir. Bedelleri vardır. Hele ki, en sıradan bir sözleri onlar için hapis yolu demek iken.

Bunlar elbette Saray Rejimini eleştirmektedir. Kendilerince dayanakları vardır. En önemli dayanakları ise, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”, “Batı değerleri ve Batı medeniyeti”, “insanî değerler” vb.dir. Çok çok “anti-emperyalizm”den söz ederler.

Onlara sorarsanız, “demokrasi”den yanadırlar.

Peki nedir bu demokrasi?

Atina demokrasisi, bir demokrasi idi. Ama herkes bilir ki, Atina demokrasisi köleci bir devlet idi ve köle sahipleri için demokrasi, köleler için katıksız bir diktatörlük idi. Kölenin “fikri” olmazdı, ona soran da hiç bulunmazdı. Köle sahiplerinin yönetim, egemenlik biçimlerinden biriydi Atina demokrasisi.

Her devlet, egemen olan sınıfın diktatörlüğüdür. Egemen kendisi dışındaki sınıfları, zümreleri, toplumsal grupları kendi egemenliği altında tutmak için kendi devletini örgütler. Adına “demokrasi” denmesi, onun herkes için bir demokrasi olduğu anlamına gelmez.

Peki bunlar, bu “aydın”lar, bunu bilmezler mi? Eğer bilirlerse, Roma’yı sarsan Spartaküs ayaklanmasını nasıl anlarlar ve nereye koyarlar?

Peki bunlar, Sorosçu çetelerin (Soros sadece bir tanesidir, daha başkaları vardır) her operasyonunu “demokrasi” adı altında yaptıklarını bilmezler mi? Irak’a “demokrasi götürmek” için yola çıktığını söyleyen ABD emperyalizminin askerlerinin çizmesi altında inleyen Irak halkına bakmazlar mı? Hadi diyelim baştan, ABD emperyalizminin adımlarını anlayamadılar, ama milyonlarca çocuğun öldürülmesi onlara bir fikir vermedi mi? Bu “fikir adamları”nın fikirleri nereden gelir? Irak’ta katledilen kadın ve çocuk cesetleri onlara bir şey göstermez mi?

Şimdi, tüm Batı’da, demokrasi adına yaşananlara bakmazlar mı?

Bakarlar, görmezler.

Görürler, gördüklerini söylemezler.

Bakmayan, görmeyen, gördüğünü dile getirmeyen nasıl “aydın” olur (eğer siz aydın’a olumlu bir anlam yüklüyorsanız)?

Bugüne gelelim.

Bugün dünyada ve ülkemizde burjuva egemenlik, azgın bir biçimde savaş ve sömürü düzenini, sermayenin düzenini sürdürmek için her türlü baskıya başvururken, nasıl oluyor da bunlar “demokrasi”nin varlığından, onun savunulmasından söz ediyorlar? Egemen, kendi egemenliğini sürdürmek için, dünya çapında işçi sınıfına karşı savaşı yoğunlaştırırken, nasıl oluyor da bunlar, “demokratik tepki”den söz etmektedirler?

İktisatçılarımız bağırıyor, “yabancı sermaye gelmez.” Doğru değildir. yabancı ya da yerli, sermaye para kazanacağı her yere gider. İktisatçılarımız diyorlar ki, eğer “hukuk rafa kalkarsa” yatırımcı gelmez. İyi de, yabancı sermaye, yerli sermaye, bu düzenin sahibi değil mi? Yabancı sermaye gelmez diye, Saray Rejimini mi korkutuyorsunuz, yoksa sözüm ona muhalefet mi ediyorsunuz? Muhalefet etmek, Saray Rejimine, kurulu düzene açıkça cephe almak değil mi? Siz, en iyi ihtimalle, Saray’da yer alan “uzman”ların bilgisizliğini mi vurguluyorsunuz? Bunun sonunda beklentiniz, Saray’dan bir yer almak mıdır?

Bu, bizim onlara yakıştırmamız değildir. Tersine, sürekli olarak “liyakatsiz” kadrolardan söz ediyorlar. “Liyakatsiz” kadro ne demektir? İyi uzman değiller mi? Hırsızın, yağmacının, savaş ekonomisini savunanın liyakatli kadrosu, savaş ekonomisini savunan, hırsızlığı geliştiren, yağmanın önünü açan kadrolar olabilir. Buna uyumlu olan kadrolar, elbette kendi cephelerinden liyakatlidir. Öyle her hâl ve şart altında geçerli bir liyakat ölçütü mü buldunuz? Hırsız, kendisine layık kadrolar bulur. Rantçı, kendine layık kadrolar bulur, savaş ekonomisini büyüten, buna uygun kadrolar bulur. Hırsıza hırsız demeden, yağmacıya yağmacı demeden, rantçıya rantçı demeden, savaş baronuna savaş baronu demeden muhalefet mi yapılabilir? Sıradan halkın içinden, gençlerden, yaşı 18 yaşının altındaki gençlerden gelen X mesajlarına dava açanlar, sizi susturmayı başarmışlar ve siz, bir çeşit “ezop” dili bile denmeyecek bir dil bulmuşsunuz ve “liyakatli kadrolar” tekerlemesini söylüyorsunuz.

Onların demokrasi “tutkusu”, bir tutku denmeyecek kadar zayıftır. Saray Rejimi seçimleri kaldırmıştır. Sandığı gömmüştür. Ve siz halktan, seçimlerden seçimlere oy kullanmakla yetinmesini isterken tıpkı Saray Rejimi ile aynı yere çalışıyorsunuz.

Ayrışma günüdür. Ya Saray’dan yana, egemenin kuklalarından birisi olacaksınız ya da işçi sınıfından yana direnişe katılacaksınız ve o zaman, kendinizi özgür hissedeceksiniz. İkinci yolu seçecek olanların az sayıda olacağını biliyoruz. Direnenler, işçi sınıfının davasına destek verenler, onun bir parçası olacak olanlar her zaman az sayıda olur. Ama onlar tarihe geçer.

Bugün, en küçük “çevrimdışı” bir söz kullanan, gerçeği söyleyenler, hemen hapisle tehdit edilmektedir. Bu durum, genel sansürün yanında, bu “aydın”larda da bir otosansür yaratmıştır. Bu durum nedeniyle, onların çoğunluğu, özel bir dil geliştirmişlerdir: biz demokrasiyi savunuyoruz. İyi de sizin savunduğunuz demokrasinin, bundan galiba haberi yok. Biz diyorlar “liyakatli kadrolar” ile iş görmeyi savunuyoruz, iyi de sizin bu söylediğinizi liyakatli kadrolar “aaa bizim gibi hırsız destekçisi olmak istiyor” diye anlıyor olmasınlar?

Bugünkü Saray Rejimi, bir iç savaş hukuku işletmektedir. Bu iç savaş hukuku, her açıdan ortadadır. Görmemek mümkün değildir. Her belediyeye kayyum atıyorlar. Her seçimleri hile ile yapıyorlar, her durumda kişiye göre değişen yasal uygulamalar ortaya koyuyorlar. Baroya davalar açıyorlar. Baroya kayyum atamak için uğraşıyorlar. Burjuva hukuk sistemi içinde önemli bir yer tutan -tarihi böyledir- savunma hakkı baro üzerinden yok edilmektedir. Bu saldırı karşısında, “demokrasi”den söz etmek ne demektir?

Mesela baro için direnişe geçmek midir? Buyurun bekliyoruz. İşçinin, emekçinin hakkına sahip çıkmak mıdır? Buyurun, elinizi tutan nedir?

Seçimleri bekleyin, demek bir tutum olarak Saray’a destek tutumudur. Açıkça “Ankara’dan siyaset yap” denilmektedir. Bu durumda direnişi övmek, direnişin bir parçası olmak, sizin kendi hastalığınızı da aşmanızın bir yolu olabilir. Buyurun, bu direnişe katılma ilacını için. Direniş aklı açar, kişiyi güzelleştirir, eğitir.

Saray Rejimi, hattâ tüm Avrupa ve ABD’deki devlet sistemi, yargıyı, açık olarak devlet kolluk kuvvetlerinin, savaşın ve savaş politikalarının bir uzantısı hâline getirmiştir. Ama bizim iflah olmaz hukuk uzmanımız, durmadan nakaratı tekrarlıyor: “Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti”dir. Öyle mi gerçekten? Bu yalanı tekrarlamak, Saray’a umulmadık bir hizmettir.

Uzmanlarımız, profesörlerimiz, iktisatçılarımız, sendikacılarımız, gazetecilerimiz, sanatçılarımız risk almadan, insanlaşamazlar. Risk almak, açıkça direnişin bir parçası olmaktır. Bir işçi eylemine Tarık Akan gibi sanatçıların doğrudan destek vermesi sizin için anlaşılmaz mıdır? Bunun yerine, günün birinde bir TV programında ağzınızdan bir “sansürsüz”, “çevrimdışı” söz çıkınca içeri alınmak mıdır sizin tercihiniz?

İsmail Saymaz anlatıyor. Kendine akan bilgileri bir an önce vermek için kimseyi konuşturmuyor. En son CHP İstanbul iline kayyum atanınca, akan bilgileri verdikten sonra, CHP içi hesaplaşma tarihi üzerine konuşuyor. Uzmandır ya. Sanki Saray, CHP içindeki çatışma olmamış olsa kayyum atamayacak? Sanki mesele buymuş gibi. Ülkemizdeki pek çok CHP belediyesinde yolsuzluk vardır, zaten CHP de bu sistemin partisidir. İyi ama, bu operasyonlar, bu nedenle mi yapılıyor? Elbette hayır. Sizin bir cepheniz yoksa, sizin bir duruşunuz yoksa, akan bilgiler sizi teslim alır.

Saray Rejimi, sadece seçimleri ortadan kaldırmadı. Parlamentoyu yok etti, göstermelik bir hâle getirdi. Ve Saray Rejimi, yargı sistemini kolluk kuvvetinin uzantısı hâline getirdiler.

Buna “despotluk” deyip, bunun karşısında “demokrasi”yi savunmak diye bir tutum doğru değildir. Egemen “demokrasi” ya da despotluk biçiminde kendi egemenliğini sürdürmektedir. Eğer bir şeye karşı olacaksak, bunun her biçimine, burjuva devletin her biçimine karşı durmanız gerekir. Eğer bu ülkede seçim olacaksa, ancak, Saray Rejimini yıkmak için yollara düşen, sokaklara çıkan işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin mücadelesinin gelişiminin durdurulması için bir ara çözüm olarak gündeme gelebilir. Yoksa yapılan seçim, asla burjuva anlamda bile gerçek bir seçim olamaz. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez. Saray Rejimi, kitlelerin direnişi ile gider. Bu açık gerçeği söylemeden, bu ülkede “aydın” olmayı sürdürmek mümkün değildir.

CHP ısrarla, seçimle geldiniz, seçimle gideceksiniz, diyor. Bu doğru değildir. 2017 referandumu hilelidir. Seçimle 2015’te gitmediler ve CHP buna yardımcı olmuştur ve şimdi Saray, böylesi bir CHP istemektedir. O CHP, Ekmeleddin ile aday olmuştur, kaybetmek için. O CHP, İnce ile aday olmuştur, kazanmıştır, kaybettik, “adam kazandı” demiştir. O CHP, Kılıçdaroğlu ile aday olmuştur, %54 ile, hilelere rağmen, kazanmıştır ve kazandığını bilen arkadaşlarını susturmuştur. Adam kazanmış olmuştur ve şimdi bize, utanmadan, “Erdoğan seçilmiştir” diyorlar. Halkın zekâsı ile dalga geçmek bu değil midir?

“Aydın”larımızın bir bölümü, şöyle demektedir: “NATO pahasına, demokrasi ve Batı değerlerine bağlı kalmayı tercih ederiz.” İşte zurnanın zort dediği yerlerden biri burasıdır. Geçmişi sol, liberal sol vb. olsa da, NATO’yu savunmak için harekete geçmiş olanlar, NATO tedrisatından geçmiş olanlardır.

Bu ülkenin tarihindeki her darbede NATO vardır. Bu ülkenin tarihinde akan her kanda, her katliamda NATO’nun parmağı vardır. 1 Mayıs 1977’de de, 16 Mart katliamında da, Çorum, Maraş katliamlarında da, Sivas katliamında da, Roboski’de de, Çukurca’da da, Ankara Gar katliamında da NATO’nun izi vardır.

Demek ki, hem NATO’da kalacağız, hem de demokrasi ve Batı değerlerinden kopmamış olacağız. Ne güzel değil mi? “Aydın” olmak mıdır bu, iki arada bir derede olmak mıdır? NATO’dayız, yıllardır. Ve tüm “demokrasi” dışı şeyler NATO ile bağlıdır, ama biz yeter ki demokrasiye sahip olalım, NATO’da kalmaya devam edelim. Galiba bu kişiler, kendilerinin yaşam ayrıcalıklarını “demokrasi” olarak adlandırıyorlar. Köle sahiplerinin demokrasisinden bile geridir. Kölelerin varlığı demokrasiyi sorgulamalarına olanak vermeyen bu “aydın”lar, daha ileri gidiyorlar, kendi yaşamlarına dokunmayan bir sistemi demokrasi olarak adlandırıyorlar. O hâlde Erdoğan’a neden kızıyorlar? O da kendi ayrıcalıklarını savunuyor, Koç da, Sabacı da, beşli çeteler de. Demek onlar için var olan demokrasinin, “aydın”ımız için de yaşam standardı hâline gelmiş hâline demokrasi diyorlar. Ne sömürü ile ne sermaye egemenliği ile bir dertleri yoktur.

“Aydın”, geçmişi savunuyor. Bugün Saray Rejimi var. Onlar buna Erdoğan iktidarı, tek adam rejimi vb. diyorlar. Bu kötü ve iyi olan mesela 2002 öncesidir diyorlar. Birçoğu, mesela 2008’e kadarkine iyi diyor. Zaten o zaman, Hizmet Hareketi ile Gülen kadroları da vardı ve onlar daha “liyakatli” idi. Bunu söylüyorlar. O hâlde, eskiye dönelim, diyorlar.

Demek ki, kördürler ve toplumsal yasalardan, burjuva devletin ne olduğundan habersizdirler. Sanki, bir gün kendi kendine Erdoğan sistemi kendi isteğine göre değiştirmiş. Bir kötü adam, bir kötülük yapmış. Oraya iyi bir adam koyarsak, işler yolunda gider. Bu mudur?

Oysa Saray Rejimi, Erdoğan’ın işi değildir. Uluslararası sermaye de içindedir. Emperyalistler arası paylaşım savaşımı bir nedendir. Mesela Hizmet Hareketi diye adlandırılan Gülen Hareketinin FETÖ terör örgütü hâline gelmesi, bu paylaşım savaşımı bilinmeden açıklanamaz. İkinci neden Kürt devrimidir. Üçüncü neden ise Gezi Direnişi ile başlayan, iktidarın “kimyamızı bozdu” dediği toplumsal direniş hareketidir. Bu direniş sürmektedir.

Bunları sürekli tekrarlıyoruz. Okumayan, okuduğunu görmezden gelen, devrimci cepheden gelen her şeyi öcü diye karşılayan, genlerine anti-komünizm ve işçi düşmanlığı işlemiş bu elitist, devletçi “aydın”lar, kendi ayrıcalıklarını sürdürmek için, TV kanallarında boy göstermek için, gerçeği sürekli eğip büküyorlar. Saray, bunlara minnettardır ve onlara “sakın ha, sınırları aşmayın” demek için, kılıcı ve tehdidi sürekli canlı tutmaktadır.

Bunları söylüyoruz ve Saray Rejiminin TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi olduğunu açıklıyoruz. Bunun bir sonucu, geriye dönülemeyeceğinin anlaşılması amacıdır. Yani, 1990’lara dönmek diye bir şey yoktur. Kaldı ki, Özal dönemine demokrasi mi diyeceksiniz, 12 Eylül’ü mü savunacaksınız? NATO’ya bağlı kalmak budur. Bize, bu “aydın”lar, geçmişi övüyorlar. Oysa biz, tüm sistemin, kapitalist düzenin yıkılmasını savunuyoruz. Biz, işçilere bunu söylüyoruz.

Bugün, bu aydınların önemli bir savunusu “laiklik” elden gidiyor, söylemidir. Peki, Gülen Hareketi dönemindeki liyakatli kadrolar, “laik” miydi? TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Burjuva devlet, dini her zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır, kullanır.

Biz komünistler, devrimci sosyalistler, kendimizi, dinin karşısında “tanrıtanımaz” ya da ateist olarak tanımlamayız. Bu, dinciliğe karşı kendini tanımlamaktır. Oysa biz, bambaşka bir dünyayı savunuyoruz. Sömürünün son bulmasını, kutsal özel mülkiyetin kaldırılmasını, üretim araçlarının özüne uygun olarak tüm toplumun olmasını savunuyoruz. Biz, yeni bir dünya savunuyoruz. Bu nedenle, sadece tanrıtanımazlık bizi tanımlamaz. Biz kapitalist sistemi yıkmayı, insanın insana yabancılaşmasının tüm biçimlerini ortadan kaldırmak üzere, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeyi talep ediyoruz. Bize bu çok uzak bir hedef diyenlere diyoruz ki, komünizm fikri artık bir gerçekliktir. Elbette bu, kapitalist toplumun aşılması da demektir. Bunun bir devrimle gerçekleşmesinden önce de bu fikir vardır. Biz insanın kendi kaderini kendi elleri ile yazmasını savunuyoruz. Demek ki, geçmişin hiçbir biçimine hayranlık beslemiyoruz. Biz sadece tarihin akışını biliyoruz ve bunun çizgilenmiş sesiyiz.

Bu nedenle, laiklik elden gidiyor, mevcut düzen elden gidiyor, devlet elden gidiyor naraları bizim dışımızdadır. Biz, mevcut sistemin, Saray Rejiminin devrilmesi, alaşağı edilmesi ile tüm burjuva sistemin yıkılmasını savunuyoruz. Ancak o zaman din, insanların inancı şeklinde kendi yerine çekilir ve egemenlik ve yönetim aracı olmaktan çıkar.

“Aydın”larımızın birçok konuşmasında, açıklamalarında “Batı değerleri” vurgusu vardır. Aslında çok ilginçtir. Dünya insanlığının gelişiminin kökleri, Anadolu, Mezopotamya, Latin Amerika, Afrika olduğu hâlde, durmadan usanmadan Batı değerlerinden söz ediyorlar. Oysa Batı, dünyanın yağmalanması öyküsünün merkezidir. Sermayenin doğuş yeridir Batı ve kapitalizmin merkezidir. Ve elbette sömürgeciliğin de merkezdir. Uzak tarihi bir yana bırakalım, 17, 18, 19, 20 ve 21. yüzyıl tarihi, Batı’nın sömürgecilik tarihi olarak da ele alınabilir. Nasıl ki Atina devleti köle emeği üzerine yükseliyorduysa, nasıl ki Roma, köle emeği üzerine yükseliyorduysa Batı da bu yağma ve sömürü üzerine yükselmiştir. Ve insanlığın gördüğü en büyük iki savaş, iki dünya savaşı Batı’nın dünyayı sömürgeleştirmesinin ve sömürgelerini yeniden paylaşmasının savaşlarıdır. Bu, kapitalist dünyadır, emperyalist dünyadır. Ve bize Batı değerleri olarak sunulan “medeniyet taşıma” her zaman bir emperyalist savaşın örtüsü olarak kullanılmıştır.

Bazı “aydın”larımız, biraz daha ileri ve olumlu bir noktaya gelip, “anti-emperyalist” mücadeleden söz etmektedirler. Bu da eksiktir. Eğer kapitalist sisteme karşı çıkmadan bir anti-emperyalist mücadeleden söz ediyorsak, bunun tutarlı olmadığını söylemeliyiz. Ülkemiz Batı emperyalizminin bir sömürgesidir. Bu sömürgecilik NATO mekanizması ile bağlıdır. Ve ülkemizde emperyalist egemenlik, onların yerli işbirlikçileriyle birlikte vardır. Onların yerli işbirlikçileri işçiler, emekçiler değildir. Onların işbirlikçileri sermaye sahipleridir. Kapitalist sistem sürdüğü sürece, bağımsız bir ülke olmak diye bir şey yoktur. Demek ki, emperyalizme karşı olmak, kapitalizme de karşı olmak ile tutarlı bir politik tutuma dönüştürülebilir.

Şimdi, hakkında konuştuğumuz bu “ortada aydın”lar içinde bir ayrışma süreci vardır.

Gelişen sınıf mücadelesi, bu “ortada aydın”ları, saflarını belirlemeye itecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmıştır. Devletin, Saray Rejiminin artan baskıları, bu “ortada aydın”ları saf tutmaya zorlamaktadır.

Bugün, bu “ortadaki aydın”, her sözünde, “bakın efendim, ben devlete karşı değilim, ama bu tarzda gidersek, zarar görürsünüz” demektedir. Bunun sonucu olarak, “liyakatli kadrolar” gereklidir demektedirler. Bunun sonucu olarak “efendim cumhuriyet elden gidiyor” dikkat edin, demektedirler. Bunun sonucu olarak “laiklik elden gidiyor” bu iyi bir durum değildir, “biz diyorlar, size doğru yolu gösteriyoruz” yoksa haddimizi aşmıyoruz, sizi kandırıyorlar padişahım, diyorlar. Diyorlar ki, “saray kandırılıyor.” Bu ekonomi politikası ile ülke düze çıkmaz, ama bizi dinlerseniz… diyorlar. Sanki Saray Rejimi, tüm bunları yanlışlıkla yapıyor, âdeta padişah Vahdeddin gibi aldatılıyor.

Böylece bu “ortadaki aydın”, kendine bir hareket sahası açıyor. Ya bunlara son verip, söylediklerime kulak asılmıyor, bari susayım, diyecekler. Bu durumda artık hiçbir popülerlikleri kalmaz. Ya da direnişe katılacaklar, mesela işçi grevlerine, yürüyen işçilerin yanına katılacaklar, öğrencilerin ve kadınların direnişine açıktan destek verecekler. Oralarda işçilerle, halkla karşılaşacaklar ve öğrenmeye başlayacaklar. Bu durum elbette kişisel açıdan tehlikeli bir yola girmeleri demektir. Riskleri var. Hapis mesela. Ve onlar biliyorlar ki, hapis için bir bahane yeterlidir. Ama bu yol, iyileşmenin, insanlaşmanın da yoludur. İnsan olmadan, “aydın” olunamaz. İşçi sınıfının davasına, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya mücadelesine katılmadan, bilgilerinizin bir anlamı olmaz. “Ortadaki aydın”, birçok açıdan cahildir. Bu cehaleti, eylemsizliğinden bellidir. Seyrederek, konuşarak, devlete çeşitli uyarılarda bulunarak insan olunamaz. Bu hastalıklı hâldir ve işçi sınıfının devrimci yolu, iyileşmenin, bu hastalığın tedavisinin tek yoludur. o

Özgür Üniversite Hareketi ve direniş hattı

İçinden geçtiğimiz günler, direnişi geliştirme günleridir.

Direniş, emek gücünü satmaktan başka bir geçim aracı olmayan işçi sınıfı ve emekçiler için, bir varlık göstergesidir.

Direniş, okulları polis karakollarını çevrilmiş, öğretmenleri gözaltına alınmış, kürsüleri işgal edilmiş, her tarafı “cehaletin örgütlü hâli” olan öğretim üyelerince doldurulmuş, diplomaları ve gelecekleri gasbedilen öğrenci gençlik için vazgeçilmezdir.

Direniş, kadınlar için, her gün ölen, her gün cinayete kurban giden, her gün kat be kat sömürülen, her türlü tacize uğrayan kadınlar için vazgeçilmezdir.

Direnmemek, yok olmaktır, köleleşmektir.

Direniş, uyanmaktır.

Direniş, yok sayılmaya son vermek ve ayağa kalkmak için tek yoldur.

Direniş, Saray Rejimini, her türlü baskı ve sömürüyü, aşağılanmanın her türünü yerle bir etmek için örgütlülüğe giden yoldur.

Direniş öğretmendir.

Ve her direnişin bize, kitlelere öğrettiği temel şey, birçok şeyin yanında temel şey, örgütlenmenin nasıl bir ihtiyaç olduğudur.

Üniversite gençliği, lise genliği, şimdi direnişlerini yeni bir aşamaya sıçratmak zorundadır. Direniş öğretir, aklı açar, örgütlü direniş zafere giden yolu açar.

Öğrenci gençlik, hem kendisi için hem de ülkenin mevcut durumunda toplumsal mücadele için örgütlü olmak, örgütlenmek zorundadır.

Bu örgütlenmenin temel dayanakları şöyle ele alınabilir:

1- Saray Rejimi seçimle gitmez.

Saray Rejimi seçimle gelmemiştir.

Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Gezi Direnişi ile “kimyası bozulan” egemenlerin, kitlelerin direnişine karşı örgütlenmesidir. Saray Rejimi, emperyalistler arası savaşın bir uzantısı, Gezi Direnişi ile başlayan direnişin, Kürt Devrimi’nin gelişiminin durdurulması için geliştirilmiş bir baskı rejimidir.

Saray Rejimi, sandığı gömmüştür. Hiçbir seçim, 2015 yılından bu yana, meşru değildir, her seçim hilelidir. Saray Rejimi, “içeride ve dışarıda savaş politikası” demektir. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” demektir.

Öğrenci hareketi, bu Saray Rejiminin seçimlerle gitmeyeceğini anlamak zorundadır.

Öğrenci hareketi, toplumsal mücadeleye duyarlıdır. Öyle olmak zorundadır. Çünkü öğrenci, ister lise, ister üniversite öğrencisi olsun, toplumun bir parçasıdır. Sömürüye, aşağılanmaya, çevrenin yağmalanmasına, rant politikalarına, savaş politikalarına karşı durmak, öğrencilerin de sorunudur, görevidir.

2- Öğrenci hareketi, “içeride ve dışarıda savaş” politikalarına karşı durmak zorundadır. Çünkü bu savaş politikaları, egemenin, yani hem uluslararası sermayenin, emperyalizmin hem de onların yerli kollarının politikalarıdır. Savaşa sürülen gençler, işçi ve emekçi çocuklarıdır. Bu savaş politikasına karşı durmadan, genel olarak insan olmaktan söz etmek, en hafif deyimi ile boş konuşmaktır. Gevezelik, devrimci gençliğin işi değildir.

3- Öğrenci hareketi, Saray Rejiminin ekonomi politikalarına karşı durmak zorundadır. Bu politikalar doğrudan gençliğin geleceğini ellerinden almaktadır.

Saray Rejiminin ekonomi politikası, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”dir.

Sadece çevre, sadece madenler yolu ile zeytinlikler, ağaçlar, arsalar, sular yağmalanmıyor, insan da yağmalanıyor, gençler, kadınlar, çocuklar da yağmalanıyor. Tüm bunlar, geleceğin yok edilmesi demektir.

Okulların özelleştirilmesi, bu politikaların sonucudur. Eğitim bir kâr alanı, bir rant alanı hâline getirilmiştir. Aileler birer müşteridir. Aynı durum sağlıkta da vardır. Öğrenci, parası ödenmiş bir müşteridir ve bunun sonunda ne alacağı da havadadır, boştur.

Eğitim bilim dışı hâle getirilmektedir.

Öğretmenler, birer başçavuş, birer yaltakçı, birer despot hâline getirilmektedir. Eğitimin tüm heyecanı yok edilmiş, ezberci eğitimin üzerine, Saray Rejimi eli ile, polis-kayyum rektörler atanmıştır. Okullar bir eğitim kampüsü olmaktan çıkartılmıştır. Her biri, özel okullar eli ile birer işyerine dönüştürülmüştür.

Öğrenciler, açlıkla, barınma sorunu ile karşı karşıyadır.

Yurtlar, tarikatlara devredilmektedir.

Özel okulların tümü kamulaştırılmalıdır.

Tüm özel yurtlara el konulmalı, kamu yurtları hâline getirilmelidir.

Eğitim, bilimsel hâle getirilmelidir.

Üniversiteler, öğrenci-öğretim üyeleri birlikleri ile yönetilmelidir.

Rektörler de dâhil tüm yöneticiler seçilmelidir.

Bu istekler uzatılabilir. Burada saymadığımız daha çok can alıcı istemler vardır. Tüm bu istemler, öğrenci hareketinin toplumsal sorunlarla olan zorunlu bağını göstermektedir. Tüm bunlar, Saray Rejimine karşı direnişin temelleridir.

4- Özgür Üniversite Hareketi, öğrencilerin akademik, ekonomik, demokratik sorunlarına bağlı bir örgütlenme geliştirmek zorundadır. Bu, tüm öğrencilerin ortak sorunları etrafında bir örgütlenme de demektir.

5- Ancak, öğrenci hareketi, burjuva ideolojisinin tüm bilim dışı karakterini ortaya sermek ve ona karşı mücadele etmek zorundadır. Burjuva ideolojisi, günü geldiğinde milliyetçidir. Öğrenci hareketi, milliyetçiliğin tüm biçimlerine karşı olmalıdır. Burjuva ideolojisi erkek egemen bir ideolojidir. Öğrenci hareketi, her türden ayrımcılığa, cinsel, ırksal, kültürel, dinsel vb. karşı olmak, ona karşı mücadele etmek zorundadır.

Öğrenci hareketi, yeni bir dünya hayal etmekle yetinmemelidir. Elbette, tüm öğrencilerin yeni bir dünya, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak, sosyalist bir gelecek kurmak için mücadele etmesi beklenemez. Ama öğrenci hareketinin yolu budur. Öğrenci hareketi, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya savaşında işçi sınıfının yolundan yürümelidir.

Liberaller gibi sahte gündemlere sarılmaya gerek yok.

Bugün öğrencilerin geleceği yoktur. Milyonlarca lira verip, yıllarca okuyup, sürekli eziyet çekip, aşağılanıp, despotça yönetilip elde ettikleri diplomaların hiçbir değeri yoktur. 5 bin dolara bu diplomalar alınmaktadır. Her şey paraya endekslenmiş, eğitim baştan aşağıya ticarîleşmiş, bir endüstriyel sektör hâline getirilmiştir. Öyle ise, direniş ve mücadele şarttır. Başka çıkış yolu yoktur.

Öğrenci hareketi, devrimcileşmek, bilimi üniversitelerin içine taşımak zorundadır. Bu bilim, Marksizm-Leninizmdir.

Öğrenci hareketinin önderleri, devrimci literatürü, direniş literatürünü okumak, öğrenmek zorundadırlar. Bilim budur.

Bu temeller üzerinden, kitlesel öğrenci hareketi geliştirilmesi gerekir. Bu görev, devrimci öğrencilerin omuzlarındadır. Öğrenciler, kendi içlerinden yeni önderler yaratmak zorundadırlar. Bu, gözlerinizi kapatarak üstünden atlayacağınız, yokmuş gibi yapabileceğiniz bir durum değildir.

Görev açık ve nettir; öğrenci hareketi hem kitleselleşmek, örgütlenmek ve hem de devrimcileşmek zorundadır.

“Dilenmek” değil direnmek, “sistem içi” muhalif olmak değil sisteme muhalif olmak

Devlet, her zaman, tarihin her döneminde, egemenin, sermayenin, zenginin, parababalarının devletidir. Dün de böyleydi, bugün de.

Bugün, dünden farklı olarak, aradaki tüm örtüleri kaldırdılar. “Sıfırla oğlum”, sadece daha ileri bir hâldir. Artık devlet, sermayenin, holdinglerin devleti olduğunu gizleyemiyor. Artık devlet, ABD emperyalizminin kontrolünde olduğunu gizleyemiyor. Trump’a 300 uçak siparişi verme karşılığında, onunla poz vermekten söz ediyorlar.

Devlet, her zaman egemenin, sermayenin devletidir. Dün de öyleydi, bugün de öyledir.

Demek ki, en sıradan bir grev ya da işçi direnişi karşısında devleti buluyorsa, bu sürpriz değildir. Artık, en sıradan bir hak arama eyleminin karşısına devlet dikiliyor; copu ile, TOMA’sı ile, hapishaneleri ile, yargısı ile, gazı ile, işkencesi ile, basını ile tüm devlet çarkı, işçilerin, kadınların, gençlerin karşısına dikiliyor. Sermaye adına, açık ve net bir tutum alıyor ve bunu artık gizlemiyor. Sermayenin, büyük holdinglerin vergilerini siliyorlar ama sıra maaşı ile çalışanlara gelince daha fazla vergi almanın yollarını arıyorlar. İşçiden alınan, emekçiden toplanan vergiler, zenginlere, savaş baronlarına aktarılıyor.

Saray Rejimi, TC devleti artık kendini gizleyemiyor.

İster geçmişte yaşanan bir katliamın anması olsun, ister en sıradan sorunlarda halkın talepleri gündeme gelsin, devlet, Saray Rejimi, kendi yüzünü gizlemiyor: 16 Mart katliamını da ben yaptım, Sivas katliamını da, Maraş’ı da ben yaptım, 1 Mayıs 1977’yi de, kadın cinayetlerinden de ben sorumluyum, Suruç da benim eserim, Roboski’yi ben yaptım, Ankara Gar katliamını da, der gibi açık tutum almaktadırlar.

Ama bizim ülkemizin sendikacılarına, bizim ülkemizin liberal solcularına, bizim ülkemizin okumuş yazmış “iyi insan” edası ile dolaşanlarına, NATO tedrisatından geçmiş sözüm ona “aydın”larına sorarsanız, “devlet içinde iyi adamlar” da var ve onlara ulaşıp, “anlayış dilenmek” gerekir.

Bu eski bir hastalıktır.

Devletin egemenin devleti olduğunu bilmeyen, gider bir “iyi paşa” arar ve ondan “aman diler.”

Köylü kültürüdür.

Ağa haksızlık yapar ve köylü derdini kasabaya giderek, gizlice bir paşaya, bir “devlet adamı”na anlatır. “İyi paşa” bulunursa, işler çözülür, diye düşünülür. Oysa daha da kötüsü ortaya çıkar.

Burada mücadele yoktur:

Dilenmek vardır.

Hakkı için mücadele ve direniş yoktur:

Dilenmek vardır.

Şimdi, 21. yüzyıl Türkiye’sindeyiz.

Ve şimdi, sendikalar, sendikacılar, utanmadan, “devlet yöneticilerinden” aman dilenmektedir. Onlara, “efendim biz terörist değiliz, bize inanın, geçinemiyoruz, hakkımızı verin,” diyorlar. Eğer orada dayak yemiyorlarsa, eğer orada çırılçıplak soyundurulup sokağa salınmıyorlarsa, bilin ki istenilen her şeye evet dediklerindendir. Ve eğer hâlâ, utanmadan, Saray Rejiminden “dilenirken”, işçiler için büyük işler yapıyoruz diyebiliyorlarsa, bilin ki, şimdiye kadar işçiler, Nepal’deki gibi, onları çırılçıplak soyup sokak ortasına bırakmadıklarındandır.

İşçilere, bizlere, öğrencilere, kadınlara masal anlatıyorlar. Hep aynı yalanları söylüyorlar. “Derdimizi ilettik, biraz sabır, devlet büyüktür, bu iyi bir kişidir, hâlden anlar, bize istediğimizi verecekler,” diyorlar.

Oysa hepsi yalandır.

Siz, işçi sınıfının yüzüne baktığınız zaman, kendinizi bir sendikacı, işçi lideri olarak tanıtıyorsunuz. Ama arkaya döndüğünüzde, devletin memuru, sermayenin iti, insanlığın yüzkarası, balta saplarısınız.

Hiçbiri işçilerin haklarını, taleplerini dile getirmezler.

Her biri, modern dilencilerdir.

Devletten, devlete hizmet olarak, işçiler adına bir şeyler isterler. Sonra da döner, durum budur derler.

Grev mi, haşa. Ülkenin her yanı savaş bulutları ile dolu, üretim yapılmalı, cephelere silahlar ve mühimmat yetiştirilmelidir. Bunu söyleyen sendikacı, sözüm ona işçiden yanadır.

Elbette ki değildir.

Devlet, açık ve net olarak sermayenin egemenlik aracıdır. Sermayenin, kapitalistlerin, büyük şirketlerin örgütüdür. İşçi sınıfını baskı altında tutma aracıdır.

Öyle ise, devletten bir şey dilenme ile alınamaz.

Direniş gereklidir.

Direnen haklarını alır.

Hakları için direnmeyen, insan olmaktan çıkar.

Bizim için, işçiler için dilenen sendikacılar, insan hâlinin en çirkin yüzleridir.

Direnen ve hakları için mücadele eden işçi, kadın, genç insanın en güzel hâllerinden biridir. Direnen öğrenir, direnen güzelleşir.

Bize birçok liberal, liberal solcu, okumuş yazmış “kibar”lıktan akılları karışmış takımımız, “biz muhalifiz” diyorlar.

İyi de siz rejim içi muhalifsiniz, siz sistem içi muhalifsiniz. Siz parsadan yeterince pay alamayan, siz aslında devlete ben daha iyi hizmet ederim “siz liyakatsizsiniz” diyen muhaliflersiniz.

İyi de biz zaten biliyoruz ki, devletin kendisine, sistemin kendisine Saray Rejiminin kendisine toptan muhalif değilseniz, siz sistemin aklayıcılarısınız.

CHP de muhalif. Nasıl muhalif? Sistem için, Saray Rejiminin içinde kalma koşulu ile muhalif. Oysa biz Saray Rejimini yıkmak, sermayenin iktidarını yıkmak, TC devletini alaşağı etmek, kapitalist sistemi yıkmak için muhalifiz. Bu açıdan, bizimkisi “muhalif olmak” olarak da açıklanamaz. Olumlusundan tarif edelim, biz direnişten yana, sosyalizmi kurmak isteyen, işçi sınıfının kurtuluşu için savaşan devrimci sosyalistleriz. Biz, sizlerden farklı olarak, sisteme, düzene muhalifiz.

Siz, bu Saray Rejiminin şurası burası düzeltilsin diye ya da size de daha fazla pay versinler diye muhalifseniz, bizimle bir alakanız yoktur.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, kısacası direnen herkes, bu ülkenin gerçek sahipleridir. Burada misafir değildir. Biz işçiler üretenleriz. Dilenmiyoruz. Hakkımızı almak üzere, iktidara yürümek üzere yola çıktık.

Demek, öyle muhalif olmak işi çözmüyor.

Orayı geçtik.

Siz, ne için, neye, kime muhalifsiniz?

Siz sendikacı mısınız? Kimin için sendikacılık yapıyorsunuz, cebinizi doldurmak için mi, patronlara, devlere yaranmak için mi, işçilere hoş görünmek ve daha çok cep doldurmak için mi?

Çoğu böyledir. Ve işçiler adına “dilenmek”tedir. Aldıklarını cebine indirirken, işçileri de dilenci yerine koymaktadırlar. Oysa, üreten, çalışan zaten işçilerdir. Onlar, kendi haklarını istemektedirler. Bunun anlamı açıktır, direniş. Direnmeden, mücadele etmeden, örgütlenmeden, sistemle hesaplaşmadan sisteme karşı muhalif olunamaz.

Sendikacılar, işçileri dilenci, kendilerini de arzuhâlci sanmaktadır.

Oysa işçiler dilenci olmadıklarını, ilk sizi devre dışı bırakarak ortaya koyacaktır.

İşçi sınıfı, bir yol ayrımındadır.

İşçi sınıfı, öncelikle, kendi içindeki bu balta saplarını, bu ajanları, bu sendika mafyasının uzantılarını saflarından temizlemelidir. Onlar zaten devlete sığınmak için yelkenlerini açmış durumdadır. Bir rüzgâr onları devletlerine, hizmet ettikleri sermayenin kollarına daha hızla kavuşturacaktır.

İşçi sınıfı, işte o zaman bu asalaklardan kurtulmuş olarak ayağa kalkabilir.

İşçi sınıfı ayağa kalktığında, bu arada kibar insanlar olarak dolaşan liberal solcularımız da, devletin kollarına doğru yol alacak ya da işçi sınıfının saflarına katılıp, işçi olmaktan utanmamayı öğreneceklerdir.

Bu bir yol ayrımıdır.

Ya sistemin içinde muhalif iseniz doğrudan Saray hizmetlisi olacaksınız ya da sistem içinde muhalif olmak gibi tutumları terk edip, sisteme karşı muhalif olacaksınız. Bu sizin, işçi sınıfından, devrimden yana atacağınız ilk ciddi adım olur.

Öyle, devlete yanaşıp, devlet içinde “iyi paşa”, “iyi bir devlet adamı” aramak ile bir yere varılamaz. Artık, Saray Rejiminin ne olduğunu anlamak kolaydır. Yeter ki, gözlerinizi gerçeklere kapatmayın.

İsteyen gözlerini kapatabilir.

İsteyen Saray Rejimine muhaliflik yapıp, biraz da kendisi için pay isteyebilir. İsteyen, şu ya da bu uygulamayı eleştirmekle yetinebilir.

Ama işçi sınıfının yolu bellidir. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadeledir bu. Devrim ve sosyalizm mücadelesidir bu.

Bu mücadele, bugün insan olma mücadelesidir de. Sermayenin egemenliğine, kapitalizme, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı açık ve net bir saf tutmadan, insan olarak kalmak da artık mümkün değildir.

Dilenerek değil, direnerek yaşamak.

Sistem içi değil, sisteme karşı mücadele etmek.

Burası ayrım noktasıdır.

7 Ekim’den bugüne Gazze ve Filistin: İşgal, soykırım, direniş ve dayanışma üzerine notlar | Selim Sezer*

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin kuruluşunun 43. yıldönümünde Gazze'de onbinlerce kişiyle yaptığı mitingten

7 Ekim 2023 tarihinde Filistin direnişinin, Gazze üzerindeki 16 yıllık ablukayı kırmak, Filistin’i yeniden dünyanın gündemine taşımak ve İsrail’i bir esir takasına zorlamak üzere başlattığı Aksa Tufanı harekâtının üzerinden yaklaşık iki yıl geçti. Bu iki yıl Gazze’de eşi görülmemiş bir İsrail saldırganlığına tanık olurken, işgal Batı Şeria’da da derinleşti. Dünya devletlerinin büyük ölçüde sessizlikle karşıladığı süreç boyunca dünya halkları Filistin’le dayanışmanın yeni ve etkili biçimlerini hayata geçirdi. İki yılın sonunda karşı karşıya olduğumuz siyasi tablo, farklı yönlerden tahlil edilmeyi gerektiriyor.

Direnişin kalbi Gazze

1948 öncesi tarihsel Filistin’in görece müreffeh şehirlerinden biri olan Gazze ve civarı 1948 savaşı ve siyonist güçlerin hayata geçirdiği etnik temizlik sürecinde Arap (Mısır) kontrolünde kalabilmiş, beraberinde Güney Filistin’den gelen kalabalık mülteci topluluklarına ev sahipliği yapar hâle gelmişti. 1948’i izleyen on yıllar boyunca Gazze Şeridi’nin nüfus yönünden çoğunluğunu bu mülteciler ve onların çocukları oluşturdu. Biraz da bu durumun etkisiyle Gazze, çok erken tarihlerden itibaren Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin merkezlerinden biri ve en fazla toplumsal destek bulduğu bölgelerden biri oldu. Aralık 1987’de Birinci İntifada’nın patlak verdiği yer de Gazze’deki Cebaliye mülteci kampıydı.

İsrail liderleri 1990’lar boyunca Gazze’den “kurtulmanın” yollarını aradı ve bu sebeple Oslo sürecinde kontrolü Filistin Yönetimine bırakılan ilk bölgeler Eriha ile birlikte Gazze oldu. Ancak bu süreçte Gazze’de İsrail askerî işgali ve yasadışı yerleşimci varlığı sürüyordu. “Beyrut Kasabı”, aşırılıkçı İsrailli siyasetçi ve eski asker Ariel Şaron 2005 yılında Gazze Şeridi’nden tamamen çekilme kararı aldığında bu kararı saflık derecesinde bir iyimserlikle “barış yönünde atılmış bir adım” olarak yorumlayanlar olmuştu. Oysaki Şaron 2 milyona yakın Filistinli Arap’ı yönetme yükümlülüğünden kurtulmak, Gazze’deki asker ve yerleşimcileri daha güvenli yerlere taşımak ve Batı Şeria’daki işgali konsolide etmekten başka bir amaç gütmüyordu.

2006 yılında Filistin Yasama Konseyi için yapılan seçimlerde, 2000 yılında başlamış olan İkinci İntifada’nın getirdiği toplumsal destek sayesinde Hamas tarihinde ilk kez Filistin’de birinci parti oldu. Ancak İsrail ve Batılı destekçileri Hamas’a özerk Filistin Yönetiminin başına geçme olanağı tanımadığı gibi, yozlaşmış El Fetih yönetimi de idare mekanizmalarını bırakmadı. Sonuç, yaklaşık bir yıl süren iç çatışmaların ardından Filistin Yönetiminin bölünmesi, Batı Şeria’nın uzlaşmacı El Fetih’te, Gazze’nin ise mücadeleci Hamas’ta kalması oldu.

Bu dönüm noktası bir yandan da bugüne kadar devam eden sürecin başlangıç noktasıydı. Siyonist rejim, Gazze halkını Hamas hükûmetine isyana zorlamak ve bunu yapmamaları hâlinde topluca cezalandırmak amacıyla Gazze Şeridi’ni karadan, denizden ve havadan abluka altına aldı. Yerel ekonomisi gitgide zayıflayan Gazze büyük ölçüde dışarıdan gelen insanî yardımlara bağımlı hâle gelirken, hangi yardım malzemelerinin gireceği, ne kadar gireceği ve hattâ girip girmeyeceği de İsrail’in keyfine ve “insafına” kaldı. Aynı zamanda Gazze’den çıkışlara da ciddi sınırlamalar getirilmesi sonucunda yüzlerce kişi, tedavisi mümkün hastalıklar sebebiyle hayatını kaybetti.

Bu süre zarfında Gazze direnişin her anlamda merkezi oldu ve halk giderek radikalleşti. Tüm Filistinli direniş örgütleri zor koşullar altında askerî kapasitelerini geliştirdi ve Hamas ve İslamî Cihad gibi İslamcı hareketler ile FHKC ve FDKC gibi sol/Marksist hareketler, aralarındaki siyasi ve toplumsal program farklılıklarına rağmen yakın hedef olan işgalden kurtulma ve Gazze ablukasını kırma hedefi doğrultusunda çoğu zaman birlikte hareket etti. Bu birliktelik, başta 2014 saldırıları zamanında kurulan Ortak Operasyon Odası örneği olmak üzere pek çok noktada askerî birliktelik hâlini de aldı.

Ekim 2023’e giden süreçte Gazze’deki genel tabloya tüm bu faktörlerin toplamı damgasını vuruyordu: işgalci güç ve destekçileri tarafından sürdürülemez hâle getirilen hayat koşulları, halkta radikalleşme, direniş örgütlerinin eylem ve irade birliği. 7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı ve onu izleyen direniş eylemleri de tüm bu faktörlerin sonucuydu.

7 Ekim sonrasında İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıların eşi benzeri görülmemiş niteliğini burada bir kez daha anlatmaya gerek yok. Dünya iki yıldır “canlı yayında” bir soykırım izliyor. En temel gıda malzemelerine erişimin engellenmesi sebebiyle açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısı dahi yüzlerle ifade ediliyor; ABD ve İsrail tarafından kurulan sözde “Gazze İnsanî Vakfı”nın dağıtım merkezlerinde bir çuval un almaya çalışırken öldürülenlerin sayısı ise, açlıktan hayatını kaybedenlerin yaklaşık beş katı.

İsrail’in soykırımın tüm araçlarını uygulamaya sokarak gerçekleştirmeye çalıştığı şey, yazının önceki kısımlarında söz ettiğimiz, “Gazze’den kurtulma” politikası da dikkate alındığında daha net anlaşılacaktır. Varlığını demografik üstünlüğe dayandırmak zorunda olan İsrail’in istediği şey, Gazze Şeridi’ni içindekilerle birlikte işgal ve ilhak edip kendi nüfusuna 2 milyonluk bir Arap nüfus eklemek ve onların “sorumluluğunu” yüklenmek değildir. İsrail, boş araziyi işgal ve ilhak etmek istiyor, bir başka deyişle tam kontrol sağlamadan önce Gazze Şeridi’ni nüfustan tamamen arındırmak istiyor. İşte bu sebeple, tamamına yakını sivil ve önemli bir bölümü çocuk olmak üzere, olağanüstü yüksek sayılarda insan katledildiği gibi, geriye kalanlar da sonu gelmez “tahliye emirlerine” tâbi tutuluyor ve daha önemlisi, hayatı sürdürülebilir kılan her şey sistematik olarak yok ediliyor. ABD Başkanı Trump’ın da desteği ve teşvikiyle Gazze nüfusunun kalıcı olarak bölgeden çıkarılması siyonist rejimin en yüksek hedefini teşkil ediyor ve işlenen tüm insanlık suçları bu amaca yönelik olarak gerçekleşiyor. İşte bu nedenle Gazze’de Filistinliler tarafından son derece çetin koşullar altında yürütülen mücadele, hem bir toprağa tutunma mücadelesi hem de kelimenin gerçek anlamıyla varlık mücadelesi niteliği taşıyor.

Batı Şeria’daki derinleşen işgal

İki yıldır dünya halklarının gözü esas olarak Gazze’de olsa da, aynı dönemde Batı Şeria bölgesi de işgalin ağırlığını en yakıcı şekilde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Toplu tutuklamalar Batı Şeria’da gündelik hayatın “doğal” bir parçası hâline gelirken, işgal güçleri hastane boşaltma da dâhil olmak üzere “Gazze yöntemlerini” Batı Şeria’da da uygulamaya başladı. Son iki yılda bine yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği Batı Şeria’da İsrailli köktenci yerleşimciler de Filistinlilerin ağaçlarını kesiyor, çiftliklerine el koyuyor ve yerli Filistinlilere karşı her gün yıldırma amaçlı saldırılar gerçekleştiriyor.

İsrail kabinesi yakın zamanda Batı Şeria üzerindeki “doğrudan İsrail hâkimiyeti”ni de genişletme kararı aldı. Bu, yasadışı yerleşim bölgelerinin daha da genişlemesine ilave olarak, bölgenin bir kısmının ilhak da edilebileceği anlamına geliyor.

Öte yandan başta Cenin ve Nablus olmak üzere Batı Şeria’nin pek çok farklı şehri giderek büyüyen bir direnişe tanıklık ediyor. Bu direnişin merkezinde ve tabanında ise farklı siyasi ve ideolojik arka planlardan gençler yer alıyor. Oslo süreci sonrasında dünyaya gelmiş olan bu yeni kuşak, işgalin tüm gerçekliğine tanıklık ettiği gibi Oslo’nun getirdiği sözde “barış”ın nasıl bir hayal kırıklığı anlamına geldiğine de tanıklık etti. Bu kuşak aynı zamanda Ramallah hükûmetinin uzlaşmacı, hattâ işbirlikçi yönetimine de tanıklık etti. Yeni direnişe El Fetih tabanından gençlerin de katılması bu anlamda oldukça önemli bir düşünsel ve paradigmatik değişime işaret ediyor.

Soykırımda siyasi konjonktürün etkisi

Son yıllarda ve özellikle son iki yılda İsrail’in saldırganlığının eşi görülmemiş düzeylere ulaştığı aşikâr bir gerçeklik olsa da, bir hususta kafa karışıklığı yaşamamak gerekir. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun siyasi hırsları uğruna hiçbir şeyden geri kalmayacağı elbette doğrudur; Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotriç gibi yerleşimci kökenli ve dinsel siyonizm çizgisindeki bakanların geçmişte görülmemiş bir radikalizm ürettiği de doğrudur. Ancak tüm bunlar İsrail’in geleneksel çizgisinden bir sapma olmadığı gibi, son iki yılın saldırganlıkları da bu kişilerin aşırılığından kaynaklı değildir. İsrail 1948 yılında etnik temizlik yoluyla kurulmuş ve yerleşimci sömürgeciliğinin tüm unsurlarını hayata geçirmiş bir entitedir. Filistin’in mümkün olan en geniş kısmına, içinde mümkün olan en az sayıda yerli Arap kalacak şekilde sahip olma amacı 1948’den bu yana değişmemiştir. Yahudi üstünlükçülüğü ve apartheid İsrail’in ayırt edici nitelikleridir. Bu sebeple mevcut siyasi durum, doğrudan mevcut hükûmetin bileşiminden değil, İsrail’in karakteristik özelliklerinden kaynaklıdır ve 77 yıldır yaşanan süreçlerin devamı ve tepe noktasıdır. İsrail’e dair yapılan her türlü tahlil ve Filistin’le dayanışmanın her türlü pratik-programatik niteliği bu hakikati dikkate almak zorundadır.

Diğer yandan İsrail iki yıldır gerçekleştirdiği soykırım saldırılarını aynı zamanda bölgesel ve uluslararası denklemden yararlanarak ve geniş çaplı bir doğrudan ve dolaylı uluslararası desteği arkasına alarak gerçekleştirebilmiştir. Washington’daki Biden yönetimi uluslararası platformlarda soykırım destekçisi yaftasından kurtulabilmek için İsrail’e çok sınırlı ve yüzeysel frenlemeler yapabilmiş, onu izleyen Trump yönetimi ise buna da ihtiyaç duymamış ve İsrail’e her adımı için yeşil ışık yakmıştır. Batı Avrupa ülkeleri 7 Ekim’i izleyen ilk süreçlerde İsrail’e tam destek verirken, kendi kamuoylarının baskısı altında yalnızca reel bir karşılığı bulunmayan “Filistin Devleti’ni tanıma” açılımına gidebilmiş, birkaç istisna dışında Batılı kapitalist ülkelerden İsrail’e yönelik gerçek bir yaptırım kararı gelmemiştir. 2020’den itibaren İsrail’le “normalleşme” yoluna giren Arap ülkelerinin sessizlik ve zımnî işbirliği arasındaki duruşları ibret vericidir. Ortadoğu’daki Direniş Ekseninin aldığı darbeler ise İsrail’e karşı gerçek ve etkili bir caydırıcılığın oluşamamasının başlıca sebebidir.

Direniş hâlâ ayakta

Gazze’deki direnişin zor bir dönemden geçtiği ve işgalciyi yeterince durduramadığı bir gerçektir. Aynı zamanda yıkımın büyüklüğü, direniş güçlerini Gazze’nin yönetimini direniş çizgisinde olmayan Filistinlilere bırakmaya rıza göstermek zorunda bırakmıştır. Ancak madalyonun diğer tarafında İsrail’in kendi hedeflerinin epey gerisinde kaldığı gerçeği bulunuyor. 7 Ekim 2023’ü takip eden süreçte bir yıl içinde Gazze’de tam kontrol sağlamayı hedefleyen işgalci rejim, iki yılın sonunda bu amacına hâlen muvaffak olamamıştır. Direniş askerî kapasitesini bir düzeyde de olsa koruyabilmiş, kaybettiği savaşçıların yerine halkın arasından daha fazla savaşçıyı kazanmıştır. İsrail’in devasa teknolojik olanaklarına ve üstünlüğüne rağmen esirlerin yerini saklayabilmiş, askerî operasyon yoluyla “kurtarılan” esirlerin sayısı ancak bir elin parmakları kadar olabilmiştir.

İki yıllık süreç boyunca direniş işgal güçlerine ağır kayıplar verdirdiği gibi, işgalde yer almak istemeyen askerlerin sayısı da giderek artmaktadır. Çok sayıda işgal askeri ise intihar etmiştir.

Filistin halkının birliği

Gazze’deki yıkımın ağırlığı sebebiyle Filistin halkı bu savaşın bir an evvel bitmesini istiyor. Ancak bu, direniş güçlerine sırt döndükleri anlamına gelmediği gibi, İsrail’in en büyük arzusu olan Filistinliler arasında çatışma meydana getirme hedefi de gerçekleşemedi. Şu anda Gazze’de İsrail lehine çalışan Şebab aşireti milislerinin halk üzerinde bir hâkimiyet kurması mümkün değildir; keza tarihleri boyunca emperyalist ve siyonist güçlerin elinde araçsallaştırılan tekfirci örgütlerin de Gazze’de elle tutulur bir toplumsal karşılığı yoktur. Halk, savaşın tüm yorgunluğuna ve devasa acılarına rağmen siyasi tutumunda bir değişikliğe gitmemiştir. En önemli husus ise farklı direniş güçleri arasındaki eylem ve irade birliğinin bozulmamış olmasıdır.

Uluslararası dayanışma

İki yıldır devam eden sürecin siyasal alandaki en önemli sonuçlarından biri de İsrail’in uluslararası alanda, özellikle de halklar nezdinde tarihte görülmemiş derecede bir itibar kaybına uğramış olması ve yavaş yavaş bazı uluslararası mekanizmalardan da dışlanmaya başlamasıdır. Filistin’le dayanışma dünya çapında çığ gibi büyümüş ve emperyalist metropollerde bile büyük kitleleri peşinden sürükleyebilmiştir.

Yeni dönemin dayanışma hareketinin ayırt edici özelliklerinden biri ise, kitlelerin kendi ülkelerindeki hükûmetlerin de soykırımdaki rolünü öne çıkarması ve İsrail’e verilen her türlü kurumsal desteğin kesilmesini talep etmesidir. Bu durum özellikle ABD’deki öğrenci eylemlerinde ve İngiltere dâhil bazı Avrupa ülkelerindeki kitle eylemlerinde görülmüştür.

Bu eylem tarzı ve artan bilinç düzeyi, Gazze’deki soykırım saldırılarının ne zaman ve ne şekilde biteceğinden bağımsız olarak, kalıcı olması muhtemel bir dayanışma kültürünü meydana getirmektedir. İsrail’in işlediği fiilleri “şiddetle protesto etmek” veya “Filistin halkının yalnız olmadığını” haykırmak, kendi başına ancak sınırlı bir işlev görebilir. Gerçek bir dayanışma, bir yandan uluslararası kuruluşlarla İsrail’i yalnız bırakma ve somut yaptırımları hayatı geçirme çağrısı yapmayı, diğer yandan “ulusal” hükûmetler üzerinde İsrail’le her türlü ilişkiyi kesmeleri için baskı uygulamayı gerektirir. Boykotun tüm diğer biçimleri (tüketim boykotunun yanı sıra akademik ve kültürel boykot dâhil) de bu mücadelenin tamamlayıcı unsurlarıdır.

Bu anlamıyla etkili bir boykot da yalnızca Gazze’deki soykırım sona erinceye kadar değil, Filistin halkı tüm tarihsel haklarına kavuşuncaya kadar sürecektir. Uluslararası BDS hareketi bunun için üç sacayak tanımlamaktadır: İsrail’in işgal ettiği tüm bölgelerden tamamen çekilmesi, mültecilerin geri dönüşü ve apartheid rejiminin dağıtılması.

Dünya çapında anti-emperyalistler ve anti-siyonistler bu nitelikte bir dayanışma mücadelesini örerken, Filistin halkı da işgale karşı kendisinin belirlediği yöntemlerle ve kendisinin belirlediği amaçlar doğrultusunda mücadele edecektir. Vazgeçilmez ve tartışılmaz olan Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkıdır. Bunun ne şekilde hayat bulacağı hususundaki tek karar mercii de Filistin halkının kendisidir.

*: Ortadoğu araştırmacısı ve BDS Türkiye gönüllüsü.

Nepal’de durum üzerine beş tez* | Vijay Prashad-Atul Chandra**

KP Oli’nin istifasıyla ve gençlik odaklı kitlesel protestoların sonucunda Nepal’de kriz tırmandı. Bu süreçte farklı fikirler dolaşıma girdi; bu anlatılar Nepal’deki temel kriz dinamiklerini basit algılıyor ya da yanlış temsil ediyor.[1][2]

Eğer eviniz temiz değilse, o zaman karıncalar kapıdan girer ve yılanları çeker.

Nepal’deki kriz eylül ayının başında tırmandı ve Başbakan KP Oli’nin merkez sağ hükûmetini düşürdü. Bu süreci 4 Eylül’de sosyal medyaya gelen yasaklar doğrudan tetikledi. Bu karara karşı düzenlenen protestolar polis kurşunlarıyla bastırıldı ve 19 gösterici hayatını kaybetti. Olaylar büyük kitlesel gösterilere dönüştü; bunun sonucunda politikacıların evlerine, ulusal parlamento binasına ve cumhurbaşkanlığı binasına saldırılar düzenlendi.

Bugün Nepal’de dolaşan birçok anlatı var; ancak iki tanesi öne çıkıyor:

  1. Sistematik yönetim krizi: Yıllar boyunca verilen sözlerin tutulmaması, yolsuzluk ve fırsatçı ittifakların yaratılması, sadece bu ya da şu partinin değil, bütün egemen siyasi düzenin meşruiyetini sarsmış durumda. Bugünkü patlama, birikmiş ihmalin halk tepkisine dönüşmesi olarak okunuyor.
  2. Renkli Devrim tezi: Protestoların dışarıdan organize edildiği söylemi; bu yaklaşım, özellikle ABD’yi ve ABD Kongresinin Demokrasi Ulusal Fonu (National Endowment for Democracy) gibi kurumların, Hami Nepal gibi aktörlere yaptığı fonlamaları işaret ederek suçluyor.

Her iki teori de Nepal içindeki aktörlerin sorumluluktan sıyrılmasını kolaylaştırıyor – ya “yabancı müdahale”ye ya da “politik sınıf” gibi muğlak bir kavrama yükleme eğilimiyle. Bu yaklaşımlar, Nepal’deki burjuva düzenin yapısal sorunlarını -asırlık patronaj, himaye ekonomisi toprak, finans, devlet ihaleleri üzerindeki tekelci denetim; monarşi ile yakın bağlar; işçi göçüne ve borç-finanslı altyapı projelerine dayalı büyüme modeli- yeterince ele almıyor. Halkın temel sorunlarının kaynağı, “yolsuzluk” ya da “renkli devrim” gibi çekici kavramlara indirgeniyor.

Bu teorilerin hiçbiri tamamen yanlış ya da tamamen doğru değildir; yalnızca kısmî doğrular içerirler ve bu eksiklik oldukça yanıltıcı olabilir. Bu makale tek başına bu eksikliği düzeltemez, ancak tartışma için bazı fikirler sunmayı ummaktadır.

Aşağıdaki beş tez, Nepal’in durumu kadar, Küresel Güney’de pek çok ülkenin durumuyla da bağlantılı olarak tartışmaya katkı sunmayı amaçlıyor:

  1. Fırsatın kötü yönetimi

2015’te Nepal’de yeni Anayasa’nın yürürlüğe girmesinin ardından, geniş sol kesimin Nepallilerin durumunu iyileştirebileceğine dair büyük bir umut doğdu. Bu nedenle, 2017’de çeşitli komünist partiler ulusal parlamentodaki koltukların %75’ini kazandı. Ertesi yıl, daha büyük komünist partiler Nepal Komünist Partisini oluşturmak için bir araya geldi – ancak partilerin kendi yapıları ve programları olduğu için birlik pek derin değildi; gerçek anlamda birleşik bir parti oluşturamadılar, daha çok birleşik bir seçim bloku kurdular. Komünist siyasi faaliyet için ortak bir programın ve devlet aygıtı aracılığıyla halkın sorunlarını çözmeye yönelik ortak bir gündemin eksikliği, solun önüne çıkan fırsatın heba olmasına yol açtı.

Birleşik parti 2021’de bölündü ve o tarihten itibaren çeşitli sol partiler iktidarda dönüşümlü olarak görev aldı; halk bunu bireycilik ve fırsatçılık olarak gördü. Maoist Merkez partisinden İçişleri Bakanı Narayan Kaji Shrestha (2023-2024), kendi partisi de dâhil olmak üzere yolsuzlukları soruşturmak için devlet aygıtını kullanmaya kalkıştığında, görevinden uzaklaştırıldı. 2024’ten itibaren, Nepal hükûmeti sağcı bir sol fraksiyon (K. P. Oli liderliğindeki) ve sağcı bir fraksiyonu (Nepali Kongre Partisi) içerdi ve bu da onu merkez sağ bir hükûmet hâline getirdi. 1951 Devrimi ile başlayan, 1990 Jana Andolanı ile derinleşen ve 2006 Loktantra Andolanı ile pekişmiş görünen uzun demokrasi mücadelesi, aslında bu uzun mücadelenin başka bir biçimde yeniden ortaya çıkacağı gerçeği varken, yenilgiye uğramış gibi görünüyor.

  1. Halkın temel sorunlarını çözmede başarısızlık

Yeni Anayasa’nın kabul edildiği 2015 yılında Nepal’in sorunları ağırdı. Gorkha’daki büyük deprem, 10.000’den fazla kişinin ölümüne ve yüz binlerce kişinin evsiz kalmasına neden olarak bölgeyi harap etmişti. Nepallilerin en az dörtte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Kast ve etnik ayrımcılık büyük bir karamsarlık yaratıyordu. Hindistan-Nepal sınırı boyunca uzanan Madhesh bölgesi, dezavantajlı olma duygusu ve 2015 Anayasası ile daha da marjinalleştirildikleri yönündeki fikirleri özellikle öfkeye neden oldu. Bir asırdır yetersiz finanse edilen zayıf kamu sağlık hizmetleri ve eğitimi, yükselen orta sınıfın beklentilerini karşılayamıyordu.

Sol hükûmetler bu sorunların bir kısmını ele almak için çeşitli politikalar ortaya koymuş, nüfusun büyük kesimlerini yoksulluktan (çocuk yoksulluğu 2015’te %36’dan 2025’te %15’e düştü) ve altyapı yetersizliğinden (elektriğe erişim şu an %99 ve İnsanî Gelişme Endeksi’nde kayıtlı bir iyileşme görüldü) kurtarmıştır.

Ancak, beklentiler ile gerçekler arasında hâlâ büyük bir uçurum bulunmaktadır; eşitsizlik oranları yeterince hızlı düşmemekte ve göç şaşırtıcı derecede yüksek seviyelerde seyretmektedir. Ülkedeki yolsuzluk seviyeleri de çok yüksek kalmış olup, yolsuzluk algıları kötüleşmiştir (2024’te 180 ülke arasında 107. sırada). Hükûmet, ticaret ve finans için çok kötü anlaşmalar yapmak suretiyle yolsuzluk, eşitsizlik ve enflasyonu kontrol altına alamamış (IMF’nin Genişletilmiş Kredi Olanağına dönülmesi malî olanaklarını daraltmıştır).

  1. Hindu monarşisi fikrine eğilim

Çocuklarını İngilizce eğitim veren okullara gönderen ve çoğunlukla ezilen veya “geri kalmış” Hindu kastlarından gelen Nepal küçük burjuvazisi, üst kastların süregelen hâkimiyetinden duyduğu hayal kırıklığı içindedir ve Nepal’e sınırı olan eyaletlerden biri olan Hindistan’ın Uttar Pradesh eyaletindeki sağcı Hindutva küçük burjuvazi politikalarından etkilenmektedir. Bu nedenle, Hindistan’ın sağcı Bharatiya Janata Partisinin (BJP) bir lideri ve Uttar Pradesh hükûmetinin başkanı olan Yogi Adityanath’ın protestolarda birçok posteri yer almıştır. Bu nüfus kesimi aynı zamanda, bir Hindu monarşisine “dönme” isteği içindedir. Bu eğilimleri, monarşi yanlısı parti (Rashtriya Prajatantra Partisi veya RPP) ve onun daha geniş müttefikleri (Mart 2025’te monarşiye dönüş protestolarının bir parçası olarak kurulan Ortak Halk Hareketi Komitesi, Shiv Sena Nepal, Vishwa Hindu Mahasabha) gibi çeşitli siyasi güçler desteklemektedir.

Hindistan’daki RSS’nin [ç.n. Rashtriya Swayamsevak Sangh, “Ulusal Gönüllü Birliği” anlamına gelen Hint sağcı paramiliter örgütüdür. Hindistan Başbakanı Narendra Modi yönetimindeki iktidardaki siyasi parti olan Bharatiya Janata Partisini (BJP) de içermektedir.] kolu olan Hindu Swayamsevak Sangh (HSS) 1990’lardan beri sessizce birimler (shaka) oluşturmaktadır. HSS, Shiv Sena ve RPP gibi çok kollu örgütlerden oluşan bir toplamla birlikte – seküler siyasete karşı, Hindu Raj düzenine dönüşü isteyen kampanyalar yürüttü. Hindutva bloku sekülarizme karşı olmakla kalmayıp, 2008’de monarşinin kaldırılmasından beri Katmandu’da iktidarı aralarında değiştiren bir elitler grubunun sürdürdüğünü propaganda etmeye odaklandı. Toplumsal söylemlerini yolsuzluk karşıtı ve hayırseverlik temelinde şekillendirmekte, Hindu festivalleri ve influencer’lar aracılığıyla etkinlikler düzenlemekte ve aynı zamanda Hindu birliği adına marjinalleştirilmiş ve ezilen kastlara yönelik seçici bir temas çalışması yürütmektedir. Gençlikten farklı olarak güçlü bir şekilde örgütlenmiş olan bu blok, Hindu devleti ve monarşi adına iktidarı ele geçirme ve düzeni sağlama kapasitesine sahiptir; böylece yolsuzluk karşıtı söylemle otoriterliği geri getirme potansiyeli taşımaktadır.

  1. Son çare olarak göç etmek zorunda kalmaktan bıkma

Montserrat ve Saint Kitts ve Nevis gibi küçük ülkeleri saymazsak, Nepal kişi başına iş için göç oranı en yüksek olan ülkedir. 31 milyonluk nüfusuyla şu anda yurtdışında çalışan (kayıtlı) 534.500 Nepalli bulunmaktadır – her 1000 Nepalliden 17.2’si. Bu sayı son yıllarda hızla arttı. 2000 yılında yurtdışı çalışma izni alan Nepalli sayısı 55.000 iken, şimdi bu rakam on katına çıkmış durumda. 2022-23 döneminde 771.327 izin verilerek yeni bir rekor kırıldı.

Gençliğin büyük bir kısmı, istihdamı Nepal içinde karşılayamadıkları ancak göç etmek ve çoğu zaman korkunç işlerde çalışmak zorunda kaldıkları için öfkeli. Şubat 2025’te Güney Kore’nin Yeongam kentinde korkunç bir olay yaşandı; çalıştığı domuz çiftliğindeki işverenin ücretini düşürmeye devam etmesi nedeniyle 28 yaşındaki göçmen Tulsi Pun Magar’ın intihar ettiği düşünülüyordu. Tulsi, Pokhara’daki Gurkha topluluğundan geliyordu. İntiharının ardından, son beş yılda Güney Kore’de 85 Nepallinin öldüğü, yarısının intihar sonucu olduğu öğrenildi. Bu tür haberler, hükûmete karşı kızgınlığı ve öfkeyi artırdı. İnternette birçok kişi, hükûmetin doğrudan yabancı yatırımcıları kendi göçmenlerinden daha fazla gözettiği, oysa göçmenlerin havale yoluyla Nepal’e yaptığı yatırımın herhangi bir yabancı sermayeden çok daha yüksek olduğu görüşünü paylaştı.

  1. ABD ve Hindistan’ın etkileri

KP Oli’nin merkez sağ hükûmeti Amerika Birleşik Devletleri’ne yakındı. Nepal, solun büyük kesimleri tarafından büyük ölçüde karşı çıkılan ancak sol bir hükûmet kararıyla, Şubat 2017’de ABD hükûmetinin Millennium Challenge Corporation Sözleşmesi’ne (MCC) katıldı. Tabandan gelen baskı nedeniyle Nepal hükûmeti MCC’den uzak durdu, ancak Oli’nin merkez sağ hükûmeti, Ağustos 2025’te John Wingle’ı (MCC Başkan Yardımcısı) ABD yardımlarının yeniden başlatılması ve altyapı projelerinin devamı hakkında görüşmek üzere Katmandu’ya davet etti. Bu arada, Hindistan’ın aşırı sağcı Narendra Modi hükûmeti, şu ana kadar marjinal kalmış olan Hindu milliyetçisi aşırı sağcı partiyi Nepal’de desteklemeye çalıştı. 2025 protestolarında herhangi bir dış müdahale varsa, bunun ABD’nin değil, Hindistan’ın parmağı olması daha olasıdır. Ancak burada bile, Nepal’deki aşırı sağcı kanadın, Oli hükûmetinin çöküşünden ve yolsuzluk karşıtı muazzam duygu dalgasından sadece yararlanması mümkündür.

Eylülde olanların bir habercisi olarak; RPP’ye ve üyelerine ait herhangi bir evin veya ofisin saldırıya uğramadığını, buna karşın mart ayında RPP militanlarının bir komünist ofise saldırdığının farkında olmak önemlidir.

Ordu Nepal’de bir miktar sükûneti sağlamış görünüyor. Ancak bu, düzensizlik ve tehlikenin hâkim olduğu bir sükûnettir. Bundan sonra ne olacağı görülecek. Tozun dağılması zaman alacak. Ordu, Katmandu Belediye Başkanı Balendra Shah gibi ünlülerden birini iktidara davet edecek mi? Protestocular, partilerden bağımsız bir kariyer yapmış, oldukça saygın bir eski Nepal Yargıtay Başkanı (2016-2017) olan Sushila Karki’yi önerdiler. Bunlar geçiş dönemi seçenekleridir. Önemli değişiklikler yapmak için yetkileri olmayacak. Siyasetin üzerinde olduklarını iddia edecekler, ancak bu sadece insanları demokrasi beklentisinde hayal kırıklığına uğratacak ve ülkeyi uzun vadeli bir krize sürükleyecektir. Yeni bir başbakan Nepal’in sorunlarını çözmeyecektir.

[1] https://peoplesdispatch.org/2025/09/11/five-theses-on-the-situation-in-nepal/

Çeviri: Kaldıraç.

Yazı 11 Eylül’de yayınlandıktan sonra; Sushila Karki, 12 Eylül’de Nepal’in ilk kadın başbakanı olarak yemin etti. Geçici görevi, yolsuzluğa karşı protestolardan sonra geldi; bu süreçte en az 72 kişi hayatını kaybetti ve Başbakan K. P. Sharma Oli istifa etmek zorunda kaldı. Daha sonra parlamento feshedildi ve seçimlerin 5 Mart 2026’da yapılması kararlaştırıldı.

[2] Vijay Prashad, Tricontinental: Toplumsal Araştırma Enstitüsünün direktörüdür; Atul Chandra ise enstitünün Asya programının eş koordinatörüdür.

Siyonizm ile savaş Filistin sınırları ötesinde | Daher El Omari*

Siyonist devletin sınırı olmadığı gibi Filistin mücadelesinin de sınırı yoktur; o hem Filistin’in hem bir bütün olarak Levant coğrafyasının ve Batı Asya coğrafyasının kaderi olmakla beraber dünya ezilmiş halklarının da kaderidir.

Tarihî Filistin toprağını işgal eden faşist, sömürgeci hareket olan siyonizme karşı verilen mücadele, sadece Filistin halkı için değil, tüm halkların faşizme karşı verdiği bir mücadeledir. Aynı zamanda bu siyonist rejimi destekleyen ve onu koruyan küresel emperyalist sömürgeci sisteme ve halkları ezip yoksullaştıran, demokrasi, insan hakları adı altında halkların kaynaklarını ve tarihî miraslarını çalan batı emperyalizminin üsttenci ve sömürgeci ideoloji ve sistemine karşı verilen küresel bir mücadeledir.

Bu küresel sömürü sistemini reddeden halklar bugün, soykırıma ve dünyanın her köşesindeki tüm destekçilerine karşı ayaklandılar. Siyonizm ve müttefiklerine karşı verilen mücadelenin dünyanın her köşesinde yoğunlaştığını görüyoruz: grevler havaalanlarını, demiryollarını ve ulaşımı durduruyor; protestolar ana yolları, parlamentoların, elçiliklerin ve bakanlıkların kapılarını kapatıyor; çeşitli meclis ve kurumlarda diplomatik mücadeleler veriliyor ve her açığa çıkan işbirliğe karşı halk intifadaları gerçekleşiyor. Yemen’den Lübnan’a, Tunus’tan İspanya’ya, İtalya’dan Yunanistan’a, Kolombiya’ya, Brezilya’ya ve diğer ülkelere kadar, dünyanın her köşesinde siyonizme direnmek için ayaklanan halkları, milyonları görüyoruz.

Bölgede, Filistin direnişini ve Filistin halkını desteklemek için ortaya çıkan en önemli iki güç, düşmanın kapasitelerini kalıcı olarak tüketerek ve askerî gücünü dağıtarak ve böylelikle Gazze’ye odaklanmasını engellemek üzere sürekli olarak düşmanın kapasitelerini hedef alan Lübnan ve Yemen direnişidir. Biri siyonist ordu ve teçhizatını çeşitli cephelere çekerek savaş alanındaki gücünü dağıtırken, diğeri Yemen’den siyonist sahayı sürekli vuruyor ve Kızıldeniz’den ticari tedarikleri engelliyor ve bu da siyonist rejimi kısmî felce uğratıyor.

Küresel düzeyde ise, Güney Afrika -halkının faşizme karşı tarihi mücadelesinden ilham alarak- bir yandan Uluslararası Adalet Divanında insan hakları boyutuyla, diğer yandan siyonist varlığa tam bir askerî ambargo uygulamak için adımlar atan küresel bir ittifakın kurulmasıyla küresel düzeyde bir mücadelenin öncülüğünü yürütüyor. Bu askerî ambargo, halkların yetkililerinden yasalara uymalarını ve siyonist rejimin silah elde etmesini engellemelerini talep etmesi talebini yerleştiriyor ve gün geçtikçe dünyanın her köşesine yayılmaya devam eden bir gerçeğe dönüşüyor.

Buna ek olarak, Akdeniz çevresinde her gün şiddetli bir mücadele sürüyor. İspanya’da yaygın bir halk hareketi, İspanyol devletinden siyonist varlığa gerçek bir askerî ambargo uygulaması, İspanyol şirketlerinin metal ve çelik göndermesini engellemesi ve İspanyol limanlarının ve hava sahasının, siyonist varlığın askerî savaşında kullanılabilecek herhangi bir malzemenin nakliyesi için kullanılmasına izin vermemesini talep ediyor. İtalya’da kitleler grev yaparken, İtalyan yetkililerin siyonist varlıkla ilişkilerini kesmesini ve siyonist varlığa herhangi bir destek için limanları ve ulaşım yollarını kapatmasını talep ediyor. Fas’ta ise Fas halkı, siyonist orduya silah taşıyan gemilerin limanlarından geçmesine izin vermeye devam eden Fas iktidarına karşı ayaklanıyor. Yunan halkının dayanışma hareketi ise ayaklanmasını ilan ediyor ve siyonist varlıkla işbirliği yapan Yunan yetkililerine ve Filistin’de devam eden soykırım savaşından mola vermek için gelen siyonist turistlere öfkesini döküyor. Cezayir ve Tunus halkları, soykırım savaşına suç ortağı olan Mısır iktidarının karşısında Sumud yürüyüşüne öncülük ediyor.

Bu savaş, Gazze Şeridi’ndeki Filistin halkına destek vermek, özellikle soykırım savaşını durdurmak, siyonist varlığı yenilgiye uğratmak ve Filistin’e tarihsel haklarını geri kazandırmak için Filistin direnişini desteklemek amacıyla yapılan birincil savaştır ve dayanışma mücadelesidir. Kendi topraklarında kararlılık ve azimle mücadelesini sürdüren Filistin halkı, iradesinin sebatı siyonizmle mücadele eden tüm dünya halklarıyla birleşik mücadelesinden de almaktadır.

Türkiye’de Filistin halkıyla dayanışma hareketi, Türkiye’de iktidara geç de olsa ve büyük ölçüde sembolik olsa da kararlar almaya zorlayarak siyonizmle mücadelede önemli bir başarı elde etti. Ancak mücadelenin büyük kısmı, yani siyonist varlığa tam bir ambargo uygulanması, temsilcilerinin Türkiye’den sınır dışı edilmesi ve büyükelçiliklerinin kapatılması hâlâ gerçekleşmedi. Türkiye üzerinden siyonist işgal ve sömürü aletine ulaşan petrol, siyonist rejimin ekonomik ve askerî mekanizmasını çalıştırmak için ihtiyaç duyduğu miktarın yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’deki dayanışma mücadelesinin en ilkeli savaşı ve önceliği, siyonist rejime kendi toprakları üzerinden ulaşan enerji tedarik yolunun kesilmesi ve bu anlamıyla siyonist rejimin en önemli organlarından birinin felç edilmesi anlamına gelecektir.

Bu mücadele kolaya alınacak bir mücadele değildir; hem tarihsel sorumlulukla yüklü hem iktidarın taviz vermek istediği bir alan değil. Bu nedenle Türkiye’deki dayanışma hareketi, iktidarı Uluslararası Adalet Divanının kararlarına ve siyonist rejimin askerî aletinde kullanabileceği her şeyi durdurma gerekliliği konusunda imzaladığı kararlara uymaya zorlayacak büyük bir halk baskısı oluşturmak için bu mücadeleye odaklanmalıdır. Siyonistlerin Türkiye’deki mücadelesinin bir diğer önemli yönü, siyonist varlığa Yunanistan ve Mısır gibi diğer ülkeler üzerinden ve gerekli lojistik malzemeleri sağlamaya devam eden Türk sermayesini takip etmek ve bu suç ortaklıklarına devam etmesini önlemektir.

Bugün Filistin’le dayanışma hareketinin ilham kaynağı ve sebatı, siyonizm ve onun arkasındaki emperyalist güçlere karşı direnen Filistin halkı, özgürlük hayallerinin gerçekleşmesi ve siyonizm ile onun arkasındaki faşist emperyalist ittifakın yenilgiye uğratılması için mücadelenin sonuna kadar direniş, kararlılık ve azminin ruhuyla yaşamaktadır ve bununla zafere ulaşacaktır.

*: Filistin diasporasından.

Soykırım yapan devletle ticaret: Safiport ve Azerbaycan petrolü üzerinden iktidarın ikiyüzlülüğü | Ömer Faruk Gergerlioğlu*

Gazze’de aylardır süren katliam, dünya tarihine kara bir leke olarak yazılmaktadır. Binlerce çocuk, kadın ve sivil göz göre göre öldürülüyor; hastaneler, okullar, mülteci kampları bombalanıyor. Açlık, susuzluk ve ilaçsızlık birer silaha dönüşmüş durumda. Bu tabloyu izleyen herkes biliyor ki bu sadece bir savaş değil, uluslararası hukuk literatürünün en ağır suçu olan soykırımdır. Böyle bir tablo karşısında devletlerin tavrı belirleyici bir önem taşır. Sözde kınamalar, meydanlarda atılan hamasî nutuklar ya da BM kürsülerinde yapılan gösterişli konuşmalar hiçbir anlam taşımaz; esas mesele ticareti, diplomatik ilişkileri ve askerî iş birliklerini kesmektir.

Türkiye iktidarı, halkın vicdanında Filistin hassasiyetini sürekli istismar ederken, fiiliyatta tam tersi bir yol izlemektedir. Yıllardır dile getirdiğimiz gibi, Kocaeli Derince’deki Safiport Limanı’ndan İsrail’e yönelik ticaret devam etmektedir. ZIM adlı İsrail şirketine ait gemiler bu limandan yük almakta, Derince sokaklarını felç eden tırlar arasında ticaret sürmektedir. Yüzlerce, binlerce tırın her gün limana girip çıkması sadece Kocaeli’nin trafiğini felç etmekle kalmıyor; aynı zamanda Filistin’de bebeklerin bombalar altında can vermesine ortak olan bir ticaret zincirini besliyor.

Safiport’tan İsrail’e giden gemiler: Belgeler, tanıklar ve inkâr siyaseti

Defalarca belgeleriyle ortaya koyduk. Marine Traffic kayıtlarından takip ettiğimiz gemiler var. Örneğin, Marla Bull isimli gemi Safiport’tan yük aldı, Yunanistan üzerinden İsrail limanlarına gitti. “Chemical Ranger” adlı gemi yine Derince’den hareket ederek Hayfa Limanı’na ulaştı. Bunlar tekil örnekler değil; düzenli olarak gerçekleşen seferlerdir. Buna rağmen iktidar sözcüleri, dezenformasyon merkezleri “İsrail’le ticaret yok” diyerek yalan söylemekten çekinmedi.

Bir taraftan Gazze’deki çocukların ölümü karşısında timsah gözyaşları dökülüyor, diğer taraftan İsrail’in savaş makinesini ayakta tutan lojistik zincirine limanlarımız açılıyor. İşin ironik tarafı, bu seferlerin çoğu kamuya açık platformlardan dahi takip edilebiliyor. Yani aslında gizlenmesi mümkün olmayan bir gerçeklik söz konusu. İktidar bu tabloyu saklamak için ya “yok sayma” ya da “bizim haberimiz yok” gibi bahanelere başvuruyor. Oysa belgeler, görüntüler ve tanıklıklar her şeyi ortaya koyuyor.

Safiport’un çevresel ve toplumsal yıkımı

Safiport Limanı sadece dış politikada değil, yerelde de büyük bir yıkımın kaynağıdır. Körfez’de denizi doldurarak sürekli genişleyen bu liman, kâr hırsıyla çevreyi, denizi ve insan sağlığını yok etmektedir. Kocaeli halkı yıllardır bu limanın sebep olduğu trafik yoğunluğundan, hava kirliliğinden ve şehir hayatının felç olmasından şikâyet ediyor. Yüzlerce tır gece gündüz demeden Derince sokaklarında egzoz dumanı ve gürültü bırakıyor. Trafik kazaları artıyor, çocukların oyun alanları kamyon yollarına dönüşüyor.

Denizi doldurarak yapılan bu genişlemeler Marmara ekosistemine telafisi imkânsız zararlar veriyor. Bugün müsilaj felaketinden bahsediyoruz ama bunun köklerinde denizi plansızca dolduran, kıyıları betona boğan bu açgözlü yatırımlar var. Yani Safiport sadece Filistin halkına ölüm taşımıyor; Kocaeli halkına da nefes alınamaz bir yaşam dayatıyor.

Azerbaycan petrolü ve Türkiye’nin komisyonu

Bir diğer büyük ikiyüzlülük, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı üzerinden İsrail’e akan Azerbaycan petrolüdür. Cumhurbaşkanı Erdoğan Bakü’de “Kahrolsun İsrail” diye nutuk atarken, aynı hatta akan petrolün her varilinden Türkiye devleti komisyon almaktadır.

Başlangıçta varil başına 80 sent denilen bu miktarın aslında 1 dolar 27 cent olduğu AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin tarafından itiraf edildi. Yani iktidarın en üst düzey sözcülerinden biri, bu gerçeği meclis kürsüsünde dile getirdi. Günde yüz binlerce varil petrol bu hattan akıyor; bu da milyonlarca dolar demektir. Yani bir yandan “soykırımı kınıyoruz” diyorsunuz, öte yandan bu soykırımı finanse eden ticaretten pay alıyorsunuz. Bu, tarih önünde affedilmeyecek bir ikiyüzlülük ve suç ortaklığıdır.

Azerbaycan Gümrük Komitesinin verilerine baktığınızda, 2023 yılında yaklaşık 2 milyon ton petrolün İsrail’e satıldığı açıkça görülüyor. Bu petrol Türkiye üzerinden geçti. Bütün belgeler ortada. Hükûmetin “rica ettik, göndermiyorlar” masalları sadece aldatma girişimidir. Eğer gerçekten kararlı olsalardı, bu akışı durdururlardı. Ancak milyonlarca dolar gelir karşısında insanlık onuru ve Filistin halkının yaşamı göz ardı edilmektedir.

Soykırım yapan devlete ticaret ve silah satışı

Türkiye’nin çelişkileri sadece petrol ve liman ticaretiyle sınırlı değildir. Silah sanayiinde de İsrail’le iş birlikleri uzun yıllar gündemde olmuştur. İnsansız hava araçları, askerî teknoloji transferleri ve ortak üretim projeleri kamuoyunda sıkça tartışılmış, ancak şeffaf bir bilgi hiçbir zaman paylaşılmamıştır. Bugün bu iş birliklerinin hangi boyutta devam ettiğini tam olarak bilemesek de ortada inkâr edilemez bir gerçek vardır: Soykırım yapan bir devlete silah satmak ve askerî iş birliği yürütmek hem hukuken hem de vicdanen en ağır suçlardan biridir.

Ayrıca, uçuşların hâlen devam ettiği ve Türk hava sahasının İsrail’e yönelik trafiğe açık olduğu yönünde bilgiler kamuoyuna yansımaktadır. Bunun yanı sıra, askerî alanda da dikkat çekici örnekler vardır: Türk F-16 pilotlarının İsrail’de eğitim aldığı, İsrailli pilotların ise Türkiye’de ortak tatbikatlara katıldığı uzun süredir bilinmektedir. Bu konularla ilgili olarak tarafımdan verilen soru önergesine ise henüz cevap verilmemiştir. İktidar sık sık “ilişkileri kestik” söylemine sarılsa da, bu askerî bağların tamamen kopmadığını gösteren ciddi işaretler mevcuttur. Soykırım yapan bir devletle sürdürülen bu ilişkiler, sadece uluslararası hukuk açısından değil, aynı zamanda siyasi etik bakımından da kabul edilemezdir.

Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi açıktır: Soykırım suçu işlendiğinde devletlerin yükümlülüğü yalnızca kınamak değil, bunu engellemek için somut adım atmaktır. Bu da ticaretin, askerî iş birliklerinin, her türlü diplomatik normalleşmenin derhal kesilmesi anlamına gelir. Türkiye ise tam tersine, ticareti sürdürerek suça ortak olmaktadır.

İktidarın çelişkili söylemleri ve yalan siyaseti

Aralık 2024’te Dezenformasyonla Mücadele Merkezi “İsrail’le ticaret yok” diye açıklama yaptı. Sonra Mayıs 2025’te “Ticareti yasakladık” dediler. Demek ki önceki açıklama yalandı. İşte iktidarın en çıplak hâli budur: Yalan, inkâr ve halkı kandırma. Yalanla mücadele kurumu bile yalan söylemektedir.

Biz belgelerle ortaya koyduğumuzda sustular, çarpıttılar, gençleri gözaltına aldılar. Dokuz genç aktivist, “Azerbaycan’dan petrol İsrail’e gidiyor, ZIM gemileri limanlarımızda, bu ticaretten Türkiye milyonlarca dolar kazanıyor, bu ticareti durdurun,” dedikleri için tutuklandı. Mahkemeler onlara Cumhurbaşkanına hakaret isnadı yükleyemedi; çünkü hakaret yoktu, sadece gerçekleri söylemişlerdi. Yine de “toplantı ve gösteri yürüyüşü” bahanesiyle cezaevine konuldular.

İşte iktidarın tavrı budur: Gerçeği dile getiren gençleri susturmak, belgeleri ortaya koyan milletvekiline saldırmak ama İsrail’le ticareti sürdürmek.

Halkın vicdanı susmuyor

Bütün bu gerçekler karşısında iktidar susabilir ama halk susmuyor. Türkiye’nin dört bir yanında insanlar “İsrail’le ticaret kesilsin” diye haykırıyor. Vicdan sahibi olanlar, sokağa çıkanlar, üniversitelerde, meydanlarda sesini yükseltenler aslında tarihe not düşüyor.

Bugün Filistin halkıyla dayanışma için yapılan protestolar yalnızca bir öfke ifadesi değil; aynı zamanda geleceğe bırakılan birer tanıklıktır. Çünkü yarın bu belgeler, bu çelişkiler uluslararası mahkemelerin önüne geldiğinde kimlerin suça ortak olduğunu herkes görecek.

Dünya örnekleri ve boykot hareketleri

Türkiye’nin bu ikiyüzlülüğüne karşın, bazı ülkeler farklı bir yol izledi. İspanya, Hollanda ve Belçika mahkemeleri İsrail’e silah satışını durdurma kararı aldı. Güney Afrika, Lahey’de İsrail aleyhine dava açtı. Dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara çıkarak “soykırım yapan devlete ticaret yapılamaz” diye haykırıyor. Üniversitelerde boykot kampanyaları, sendikaların aldığı grev kararları, kültür-sanat dünyasından gelen protestolar aslında ortak bir insanlık vicdanının yükseldiğini gösteriyor.

Türkiye halkı da bu vicdanın bir parçasıdır. Ancak iktidar, halkın bu iradesini bastırmaya çalışmakta, uluslararası dayanışmaya sırtını dönmektedir.

Sonuç: Sessizlik suç ortaklığıdır

Gazze’de yaşananlar sıradan bir savaş değil, bir soykırımdır. Bu soykırımı durdurmanın yolu sözde kınamalar değil, somut yaptırımlardır. Safiport’tan yüklenen gemiler, BTC’den akan petrol, silah ticareti sürdükçe, Türkiye bu soykırımın ortağı olmaktan kurtulamayacaktır.

Ben bir milletvekili olarak, hem Kocaeli halkının trafik ve çevre sorunlarını hem de Filistin halkının yaşadığı zulmü aynı noktada görüyorum: Safiport’ta, BTC’de, iktidarın ikiyüzlü siyasetinde.

Tarih herkesi yazacak. Kimlerin direndiğini, kimlerin sustuğunu, kimlerin ticaretle kârına kâr kattığını kaydedecek. Ve ben buradan bir kez daha söylüyorum:

Soykırım yapan bir devletle ticaret yapan, soykırıma ortaktır.

*: Kocaeli milletvekili.

“Gazze’siz cennet olmaz?” Lübnanlı Devrimci Corç Abdullah ile özel röportaj*

The Palestine Chronicle (Filistin Günlüğü) için Sama Ebu Şarar tarafından yapılan röportaj –

Fransa’da 41 yıl hapis yattıktan sonra tahliye edilen efsanevî siyasi tutsak Corç Abdullah, Filistin, direniş, kurtuluş ve Arap dünyasının geleceğine dair sarsılmaz görüşlerini anlattığı devrimci bir manifesto sunuyor.[1]

Efsanevî direnişçi Corç Abdullah ile görüşmemiz bir çarşamba günü saat 16.00 için planlanmıştı. Beyrut’tan saat 11.30 gibi, kuzeydeki Koubayyat köyündeki evine zamanında varabilmek için yola çıktık. Trablusşam’a vardığımızda, Beddavi ve Nahr el-Bared Filistin mülteci kamplarından iki kadın eylemci olan Dalal Şahrur ve Nazira el-Hac bize katıldı; onlar da hâlâ hayatta olan kahramanlarımızdan biriyle buluşmak için en az bizim kadar heyecanlıydı.

Saat 15.30’da vardığımızda bizi Abdullah’ın yeğeni, kardeşi Robert ve kız kardeşi karşıladı. Sıcak aile evlerinin balkonunda bize soğuk içecekler ve tatlılar ikram edildi; bu, Arap kültüründe kutlamalarda önemli bir gelenek. Ailesini Abdullah’ın tahliyesi dolayısıyla tebrik ettik ve görüşme için ayrılan süreyi sorduk. Robert bize yarım saatimiz olduğunu söyledi, biz de daha fazla zaman için pazarlık etmeye çalıştık.

Kısa bir süre sonra, Corç’un oturduğu odaya girmemize izin verildi. Ayağa kalktı ve yıllardır tanışıyormuşuz gibi samimi bir şekilde selâmladı bizi. Daha tek kelime etmemiş olsa da varlığı o kadar güçlüydü ki. Kısaca kendimizi ve The Palestine Chronicle’ı (Filistin Günlüğü) tanıttık, sayısız sorumuza geçmeden önce kendisine başka bir devrimcinin kitabını hediye ettik.

Bir saat süren sohbetimizde önce Corç’un hapishanedeki ve tahliye sonrasındaki yaşamına değindik, ardından Filistin, Lübnan, İsrail varlığıyla somutlaşan siyonizmin geleceği, Filistin ulusal projesinin krizi, sosyalizm ile İslamî direniş arasındaki ilişki gibi konulara geçtik. Corç’un demir iradesi ve sağlam ilkeleri, aldığı her nefeste ve söylediği her sözde sapasağlam duruyor. Ona göre, Filistin ve Lübnan’daki direniş, devam eden İsrail işgalinin tek cevabıdır ve Batı emperyalizminin bir ürünü olan İsrail, varlığının son evresine ulaşmıştır.

Detayları röportajın tamamında okuyabilirsiniz.

“Hapishane savaşçıları değiştirmez”

Sama Ebu Şarar (Filistin Günlüğü): Hepimiz Corç Abdullah’ı, hayatını adil davalara, en başta da Filistin davası ve her türlü sömürgecilikle mücadeleye adamış uluslararası bir eylemci olarak tanıyoruz. Siz kendinizi nasıl tanıtırsınız?

Corç Abdullah: (Ben) Arap savaşçılarımız arasında bir savaşçı, Filistin devriminin bir savaşçısı ve emperyalist ve siyonist baskıya karşı Lübnan direnişinin bir savaşçısıyım. Eylemlerimiz, siyonist oluşumun Batı emperyalizminin organik bir uzantısı olduğu değerlendirmemizden kaynaklanıyor. Bu oluşumun şu anda varlığının son aşamasına ulaştığını düşünüyoruz ve bu nedenle, tüm barbar ve katil rezervlerini halkımızın üzerine salacaktır. Halkımızın kitleleri, bu oluşumun üstesinden geleceklerini akılda tutarak bu aşamaya hazırlanmalıdır.

Filistin Günlüğü: Söyledikleriniz, birçok insanın sizi, büyük mücadelemizin doğru pusulasını temsil eden bir direniş ikonu olarak görme şekliyle tamamen örtüşüyor. Yani Corç Abdullah’ın kendini görüşü ile insanların onu görüşü arasında bir fark yok.

Corç Abdullah: Halkımız Filistin direnişine büyük güven duyuyor, bu nedenle her türlü direniş ifadesi büyük saygı görüyor. Halkımız çok fazla destek sunmaya ve mücadeleyi kolaylaştırmaya hazır. Bugün Gazze ve Batı Şeria’da olanlar da bunu doğruluyor. Direniş saflarında sıradan bir savaşçı olarak, tarihsel olarak görüyorum ki halkımız direniyor. Devrimlerde her zaman olduğu gibi gedikler var, ancak bu bizi durdurmuyor. Gazze’deki kitleler, bitkin düşmüş çocuklarına sarılıyor, direnmeye devam ediyor ve beyaz bayrak çekmeyi reddediyor. Böylece, tüm öznel ve nesnel sorunlara rağmen direnişin çok iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Filistin Günlüğü: Hapishane sizi değiştirdi mi?

Corç Abdullah: Hapishane savaşçıları değiştirmez. Gerçekte, eğer direniş güçlerinden gereken dayanışma sağlanırsa, hapishane sağlam duruşların şekillenmesine yardımcı olur ve benim başıma gelen de bu oldu.

Filistin Günlüğü: Bu, 41 yıl önce hapse giren Corç Abdullah’ın hapisten aynı adam olarak çıktığı anlamına mı geliyor?

Corç Abdullah: Daha yaşlı, daha tecrübeli ve daha fazla verme isteği olan bir savaşçı olarak.

Filistin Günlüğü: Hapisteyken zamanla nasıl bir ilişkiniz oldu?

Corç Abdullah: Aslında, savaşçılar ve eylemciler için hapishanedeki zaman, hayatın önceliklerinin düzenlendiği bir çerçevedir. Eğer eylemci dayanışma bulduysa -yani, eğer dayanışmayı ulusumuzun kitlelerinin günlük mücadelesi içinde pratik bir ifadeye dönüştüren bir grup insana sahipse- o zaman hapsedilmiş eylemci, olağanüstü koşullar altında yapması gerekeni yapan bir savaşçıdır.

Zaman daralır, çünkü mücadeleyi desteklemek için uygun gördüğü şeyleri yapmaya -ister okuma, müdahale ya da diğer şeyler olsun- yetecek zamanı yoktur. Bu durum benim için de geçerliydi.

Filistin Günlüğü: Yani hapishanedeyken zaman sizin için dar mıydı?

Corç Abdullah: Savaşçılar ve eylemcilerden bekleneni yapmak için yeterli zaman yoktu. Mütevazı imkânlarım dâhilinde elimden geleni yaptım.

Filistin Günlüğü: Al Mayadeen’e verdiğiniz röportajda hapishanedeki gününüzün çok planlı olduğunu ve aldığınız postaları okumayı da içeren yoğun bir günlük programınız olduğunu söylemiştiniz. Hapisteyken kimlerle yazıştınız?

Corç Abdullah: Hapiste olan veya hâlen hapiste kalan savaşçı ve eylemcilerle, ailemle ve arkadaşlarımla. Bu normal bir şeydi, çünkü şu ya da bu ülkede halk kitlelerinin mücadelesiyle güvence altına alınan imkânlar vardı. Fransız hapishanelerinde, ilgili makamlara numarayı vermeniz koşuluyla, istediğiniz kişiyi arayabileceğiniz bir telefon mevcuttu. İstediğiniz herhangi biriyle iletişime geçebilirdiniz.

Kitaplar yoldaşlar tarafından sağlanıyordu, dolayısıyla okuma ve diğer şeyleri yapmak için bolca fırsatınız oluyordu. Ancak, okunması gereken her şeyi okumak ve bu konulardaki devam eden tartışmalara katılmak çok zaman alıyordu.

Filistin Günlüğü: Siz çok telefon görüşmesi yapanlardan mıydınız?

Corç Abdullah: Yapması gerekeni yapanlardan biriydim.

Filistin Günlüğü: Telefon görüşmeleri daha çok arkadaşlarla mı yoksa aile üyeleriyle miydi?

Corç Abdullah: Aile iletişim çemberinin içindeydi elbette. Adeta evden mücadele alanına uzanan bir süreklilik var. Vatanın meseleleri hayatımın temel bir parçası, dolayısıyla aile, arkadaşlar, sevdiklerim ile ülkemizde ve yurtdışında mevcut olan mücadelenin diğer tüm tezahürleri aracılığıyla iletişim süreklidir. Bu konuda kendimi herhangi birine yabancılaşmış hissetmedim.

Filistin Günlüğü: Hapisteyken herhangi bir psikolojik veya fiziksel işkenceye maruz kaldınız mı?

Corç Abdullah: Savaşçı ve eylemcilere yapılan her şeye maruz kaldım. Tüm bu prosedürlerin benim için bir sorun teşkil etmediğini söyleyebilirim. Yani, kişisel açıdan bakıldığında, özel bir baskıya maruz kalmadım ve nesnel açıdan bakıldığında, çok sayıda yoldaşım tarafından sağlanan bolca kaynağa sahiptim.

Çok sayıda yoldaş vardı ve sırayla hapishanede beni ziyaret edebilmek için nöbetleşe geliyorlardı. Bu nedenle, hiçbir zaman yabancılaşma veya izolasyon hissi yaşamadım. Dayanışma hareketi günlük mücadelenin bir parçasıdır; bu nedenle, o anlamda kişisel bir ızdırap yaşamadım. Zaman ile girdiğim bir mücadele vardı. Tüm bu zamanı, okumalarımı ve müdahalelerimi mümkün olduğunca geliştirmek için kullanmak istedim. Ancak, hayatın öncelikleri nedeniyle bu zamanın sınırları var.

Filistin Günlüğü: Hapisteyken, özgürlük dışında en çok neyi özlediniz?

Corç Abdullah: Gerçekte, hayatın tüm yönlerini ve onun tüm tezahürlerini özledim.

Filistin Günlüğü: Örneğin?

Corç Abdullah: Her şeyi. En çok neyi özlediğimi söylemek kolay değil: aileyi, sevdiklerimi, yıldızları, ağaçları ve hayvanları. Yoldaşları özlüyorsun, onlarla yaptığın tartışmaları özlüyorsun; belirli bir öncelik yok.

Filistin Günlüğü: Zamanda geri gidebilseydiniz, mücadelenizde farklı yapacağınız bir şey var mı?

Corç Abdullah: Şu anda mücadeleme dair özeleştiri yapmıyorum. Mücadelem boyunca, mücadele yoluna uygun gördüğüm her şeyi yaptım. Elbette, herkes gibi, başarılar ve başarısızlıklarım var ve şu ya da bu şeyi iyileştirme imkânım var.

Ancak, genel olarak, mücadele yolumdan memnunum. Mütevazı olmasına rağmen, mevcut halk tabanı çerçevesinde halkımızın herhangi bir diğer savaşçısı veya eylemcisi kadar kabul edilebilir bir mücadele olduğunu düşünüyorum.

“Direniş çok iyi durumda”

Filistin Günlüğü: Biraz Filistin ve Lübnan hakkında konuşalım. Birden fazla röportajınızda Corç Abdullah’la dayanışmanın, Filistin’le dayanışmaya eşit olduğunu veya onun bir parçası olduğunu söylediniz.

Corç Abdullah: Corç Abdullah’la dayanışma, ancak Gazze’deki soykırım savaşına karşı mücadele çerçevesi içinde yer aldığında anlam kazanır. Bu, dayanışma meseleleri kapsamına giren mücadele yolunun içindedir, bu çerçevenin dışında veya ona paralel değildir. Bu çerçevenin içine düşmektedir ve bence çok etkili olmuştur.

Filistin Günlüğü: Sizce, eğer “Aksa Tufanı” operasyonu olmasaydı, bugün aramızda olur muydunuz?

Corç Abdullah: “Aksa Tufanı” çok önemli bir operasyondur. Ancak, “Aksa Tufanı” operasyonunun detaylarına girmeden önce, benim davam bu çerçevenin içine düşmez. “Aksa Tufanı” operasyonu zamanlaması ve etkinliği açısından çok iyidir. Burada veya şurada bir sorun bulsak da, kendimizi suçlama pozisyonunda değiliz; operasyonun kendisini değerlendirme pozisyonundayız.

Bu operasyon doğru zamanda geldi, çok uygundu ve mücadeleyi ileri taşıdı, onu gerçekleştiren ve yaşayanların omuzlarına yeni sorumluluklar yükledi. Umuyorum ki Filistin devrimi çerçevesindeki yoldaşlar, Filistin devriminin ulusal programını incelemede başarılı olurlar. Biliyoruz ki Filistin ulusal programının önünde tarihsel bir çıkmaz var.

Elbette, “Aksa Tufanı” operasyonunun bazı yönleri aydınlatmada ve bazı sapmaları düzeltmede oynayacağı bir rol var. Ancak, Filistin ulusal projesinin krizi çözülmezse sıkışıp kalacağız ve ağır bir bedel ödeyeceğiz. Filistin sahnesindeki tüm güçlerin, bu krizi aşmak için çalışma sorumluluğu vardır, çünkü bu, ulusal veya ulusal olmayan birlik meselesinden daha büyük bir krizdir. Kriz bundan daha derindir ve tüm aktif güçler, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin bir parçası olmayı hak edecek şekilde gerekeni yapma sorumluluğu taşımaktadır.

Filistin Günlüğü: Bu kriz nedir?

Corç Abdullah: Kriz, tüm Filistin ulusal projesinin her yönünü etkiliyor. İsrail, Batı emperyalizminin organik bir uzantısıdır. İsrail bir koloni ya da sadece bir yerleşim yeri değildir. Bu emperyalist Batı’nın organik bir uzantısıdır. Dolayısıyla, bu emperyalist Batı ile yüzleşmek, onun kapitalist biçimdeki emperyalist sistem krizi ile yüzleşmeyi gerektirir. Bu organik uzantı ile yüzleşenler, kapitalizme düşman bir zeminde durmalıdır.

Bu nedenle, Filistin burjuvazisinin liderliği, çeşitli tezahürleriyle -İslamî, ulusal, yarı-ulusal, devlet yanlısı vb.- bu konuda bir sorunla karşı karşıyadır. Ve Filistin solu, şu âna kadar bu organik uzantı ile yüzleşmek için bir ulusal birlik inşa edemediği ve ulusal birliği teyit edemediği için çok utanç verici bir durumdadır. Elbette, bunlar herkesin omuzlarına düşen büyük sorumluluklardır.

Bununla birlikte, direniş çok iyi durumdadır. Halkımızın kitleleri, Gazze’nin çocukları bitkin ve bir bardak süte muhtaç olmasına rağmen, siyonist düşmanla büyük ve ileri bir etkinlikle yüzleşmeye devam ediyor. Gazze beyaz bayrak çekmeyecektir ve bu çok önemli bir meseledir. Nasıl ilerleyeceğimize gelince, bu Filistin liderliğinin belirleyeceği bir meseledir.

Filistin Günlüğü: Ama bu konuda söyleyeceklerinizi duymayı bekliyoruz!

Corç Abdullah: Herkes bu konuya ilgili, ancak Filistin devriminin fiilî liderleri en iyisini bilir ve onlar bir dizi soruya cevap vermekle yükümlüdür. Bu ulusal projenin krizi, Oslo krizi, Filistin Yönetimi krizi, Fetih ve Hamas arasındaki bölünme krizi, Filistin güçlerinin dağınıklık krizi, birer isme dönüşmüş olan tam teşekküllü örgütlerin emekliliği krizi, Filistin devriminin anası Fetih’in krizi hakkında bir cevap vermeleri gerekmektedir.

Fetih nerede ve şimdi Fetih nedir? Fetih nerede ve Hamas nerede? İkisi de ne yapıyor? Kriz karmaşıktır ve krizin sayısız yönü vardır. Filistin halkının bu krizi ele almak için entelektüel, örgütsel ve direniş yetenekleri vardır, ancak her düzeyde çok şey gerekmektedir. Filistin Yönetimine bağlı, görevi İsrail ile güvenlik koordinasyonu ile sınırlı olan, yaklaşık 60.000 tam zamanlı savaşçının olması kabul edilemez. Ulusal birlikten söz ettiğimizde de, hangi ulusal birlikten bahsediyoruz? 60.000 savaşçının Fedailerin peşine düştüğü ve onları İsrail’e teslim ettiği, buna karşılık çocuklarının açlıktan öldüğünü görüp hâlâ bayrağı taşıyanların olduğu bir birlik mi? Hepimiz elbette bir iç savaşın tehlikelerini biliyoruz, ancak ulusal projenin ikilemi devam ediyor.

Tüm Filistinli örgütlerin liderleri Pekin Konferansında bir şey üzerinde anlaştılar, ama sonucu ne oldu? Sonuç, İsmail Haniye’nin suikastı oldu. Neden Haniye suikasta uğradı? Çünkü Hamas’ta birliği savunan kanadın bir parçasıydı. Bu, Filistin Yönetiminin çağrıyı memnuniyetle karşıladığı anlamına gelmez. İşte ulusal projenin krizi budur. Sorumluluğu taşıyanlar, Filistin’de ve Filistin dışında olanlardır; onlar Gazze ve Batı Şeria’daki direniş savaşçıları ve hattâ Filistin Yönetiminin bir parçası olanlar ve İsrail hapishanelerinin içindekilerdir. Kesinlikle büyük bir kriz, ancak eminim ki Filistin toplumunun aktif üyeleri bunun üstesinden gelebilecektir.

“Gazze’siz cennet olmaz”

Filistin Günlüğü: “Aksa Tufanı” operasyonundan kısaca bahsettiniz. Bu operasyonu ilk duyduğunuzda şaşırdınız mı?

Corç Abdullah: “Aksa Tufanı” operasyonu herkesi şaşırttı ve bu başlı başına bir meseledir ve ulusal projenin krizi kapsamına girer. Bu elbette onun değerini zayıflatmaz. “Aksa Tufanı”, İsrail ile olan çatışmanın tarihinde bir dönüm noktası oldu, ancak aynı zamanda herkese muazzam sorumluluklar yüklüyor. Düşman, artık varlığının son aşamasında olduğunun fazlasıyla farkındadır; bu bir askerî gerileme meselesi değildir. “Aksa Tufanı” operasyonu, bu son bölümün önceliklerini belirlemedeki ilk adımdır.

Herkes bu sorumluluğun altından kalkmalıdır, özellikle de Filistin’de ve Filistin dışında mücadelenin önceliklerinden sorumlu olanlar. Arap sokağı da bir sorumluluk taşır ve ulusal projeden sorumlu olanlar şu soruyu sormalıdır: Arap sokağı neden bu kadar ilgisiz?

Filistin liderliği de bu ilgisizlikten bağımsız değildir. Mısır ve BAE arabuluculuk rolleri oynarken, Mısır halkının mücadelenin ön saflarında olmadığı için özür dilemesini nasıl bekleyebiliriz? Bu muazzam bir krizdir. Filistin devriminin değeri, Arap devriminin bir kaldıracı olarak oynadığı rolde yatar. O, Arap devriminin tarihsel kaldıracıdır, ancak birkaç nedenden ötürü artık bu rolünü oynamıyor. Filistin liderliği, neden bu rolü terk ettiği sorusuna cevap vermelidir.

Katar’ı, Amerikan emperyalizminin ana üssüne ev sahipliği yapan bir arabulucu olarak görüyorum. Soru şu: Kiminle kimin arasında arabulucu? Ayrıca, 120 milyon Arap nüfuslu Mısır’ı da bir arabulucu olarak görüyorum. Aynı soru onlar için de geçerli. Mısır, El-Ezher’dir (Arap dünyasındaki en büyük İslamî kurum olarak kabul edilir – Filistin Günlüğü) ve El-Ezher bir turizm acentesi değildir; farklı renklerden insanlarıyla bu ulusun tüm değerlerini kucaklayan medenî bir kurumdur. Seksen milyon insan El-Ezher’i kendi (manevi) otoritesi olarak görür. Seksen milyon nerede? Onların hareketsiz kalmasından kim sorumlu? Bunun sorumlusu El-Ezher’dir. Ne yapmıştır ve Filistin devriminin bu bağlamdaki rolü nedir?

Seksen milyondan birinin, yani bir milyonunun, Refah’a doğru yürüyüp orada namaz kılması yeterli olurdu. Onlardan silah taşıyıp Hamas’a veya Halk Cephesine (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi -sosyalist bir örgüt- Filistin Günlüğü) ya da başka herhangi bir gruba vermeleri istenmiyor; tek yapmaları gereken Gazze’nin çocuklarına bir bardak su ya da bir bardak süt sunmaktı. El-Ezher bu hareketsizlikten sorumludur. Bilmelidir ki, Gazze sınır kapısında kılınmadıkça namazları kabul olmaz. Ayrıca, Mısır’daki tüm inananlar için cennete giden yol olmadığı da bilinmelidir, çünkü Filistin’in çocukları cennete yükselirken tüm yolları işgal etmiştir. Cennete girmek isteyenler Gazze’ye gelmelidir; aksi takdirde onlar için cennet yoktur.

El-Ezher, Filistin’in şeyhleri ve İslamî hareketlerin liderleri bunu çok iyi bilir. Mısır’ın bu soykırımda arabulucu mu yoksa ortak mı olduğuna onlar karar verir. Suudi Arabistan ve Muhammed bin Abdullah’ın rollerini oynayıp oynamadığını da bilirler. Muhammed bin Abdullah’ın Kâbesi antik bir kap değildir; bu ulusun sahip olduğu her şeyi temsil eder. Peki, Kâbe tüm bunların neresindedir?

Filistin Günlüğü: Arap halklarının güçsüz olduğunu, diktatörler ve İsrail oluşumunun ajanları tarafından yönetildiğini söyleyenlerle aynı fikirde misiniz?

Corç Abdullah: Bu kesinlikle kabul edilemez. Arap rejimleri ajan değildir; aslında devam eden soykırıma aktif olarak katılıyorlar ve bu kesinlikle tartışmaya kapalıdır. Ancak gördüğüm şu ki, Mısır’da sokakta gösteri yaparken öldürülen tek bir kişi bile yok, çünkü gösteri yapmadılar. İsveç’ten kalkıp Gazze ile dayanışmak için bir bardak su vermeye gelen genç Greta’dan ne kadar uzaklar? Belçika’dan gelip Gazze ile dayanışmak için bir bardak süt kaldıran Rima El-Hassan kadar olabildiler mi?

Mısır’ın denizcileri nerede? Bu eylemciler balık taşımaya bile uygun olmayan bir tekneyle geldiler ve Mısır’ın denizcileri “maymunlar” gibi seyrediyor. Tüm bunların içinde Filistin devrimi nerede? İhanet tüm Arap dünyasındadır; Yemen’deki veya diğer Arap şehirlerindeki bir gösteri yeterli değildir. Ürdün nerede? Ürdün halkının kitleleri nerede? Amman halkının %60’ını oluşturan ve aslen Filistinli olan insanlar nerede? Elbette, tüm bunlar ulusal projenin krizi kapsamına girer, çünkü bu güçler ulusal eylemden sorumludur. Filistin ulusal eylemi, ya Filistin’i tüm Arap ulusu için devrimci bir manivela olarak yükseltmek için çalışır ya da bu rejimleri korumak için çalışır.

Filistin Günlüğü: Gazze’deki vahşetlerin ardından, direniş projesine inanan birçok kişi inançlarını kaybetti. Buna ne diyorsunuz?

Corç Abdullah: Ben böyle insanlar görmüyorum. Gazze’de ebeveynlerin, çocukları iskelet gibi titrerken bile beyaz bayrağı değil kırmızı bayrağı yükselttiğini görüyorum. Gazze henüz beyaz bayrak çekmedi ve Gazze halkı Gazze’yi terk etmeyecek. Kendini suçlamanın veya moralin çöktüğünü iddia etmenin zamanı değil.

Gazze’de kahramanlar var. Bu gezegende Gazze’dekiler gibi insanlar yok. Gazze, Hiroşima’ya atılandan üç kat daha fazla bombaya maruz kaldı. Gazze’ye 17.000 ton patlayıcı düştü, oysa Almanya’daki Dresden’e 5.000 ton düşmüştü. Gazze teslim olmadı, Dresden düştü. Bugün, Avrupa’da Filistinli kefiyeyi, özgürlüğün sembolünü yükseltmeyen tek bir şehir yok.

Filistin devrimi, tarihsel olarak hiçbir zaman bugünkü kadar küresel sahnede ön planda olmamıştı. Sorun yine de ulusal projemizde, ulusal liderliğimizde yatıyor. Dünyanın dört bir yanındaki kitleler Gazze’nin yanında yer alıyor. Peki ya liderlerimiz gerçekten Gazze’nin yanında mı? Amerika’daki Yahudi gençliğinin yüzde 30 ila 35’i Filistin kefiyesini ve Filistin bayrağını taşıyıp bu siyonist varlığın hem Yahudi halkının hem de Filistin’in düşmanı olduğunu ilan ettiğinde, bu ne anlama geliyor? Bu, İsrail’in varlığının sonunun başlangıcı anlamına gelir. Tüm bunlar olurken liderlerimiz nerede? Liderlerin şehit düşmesi veya peşine düşülmesi yeterli değil. Kitlelerin enerjisini tespit edip ona yatırım yapabilmeleri gerekiyor. Bunu yine söylüyorum, bu yaşanmıyor, çünkü bu, bahsettiğimiz krizin bir parçası.

Unutmayalım ki, İsrail hapishanelerindeki Filistin devrimi mahkûmlarının yüzde 50’sinden fazlası El Fetih’ten, ancak Oslo Anlaşmalarına aracılık eden de, ulusal proje krizine neden olan da yine El Fetih’tir. Yine de El Fetih, şehitlerin anası, devrimin anası ve mahkûmların anası olmaya devam ediyor. Ulusal projenin ikilemi budur. El Fetih üyelerinin yüzde 50’sinden fazlasının İsrail esaretinde olduğunu, ancak (FKÖ Başkanı Mahmud) Abbas ve diğerlerinin komutasında 60.000 paralı El Fetih savaşçısı olduğunu nasıl açıklayacağız? Bu, ulusal proje krizinin somut bir örneğidir.

Bu meselelerin El Fetih hareketinin liderliği tarafından ele alınması gerekiyor. Bu, yüzleşmemiz gereken bir gerçeklik. Bununla nasıl yüzleşecekler? Filistin mücadelesine her yerde öncülük eden güçler bu sorulara yanıt vermelidir. Ayrıca Filistin dışındaki kamplarımızın durumu ve akıbeti hakkında da bir açıklama yapmalıdırlar. Filistin devrimi, bir kamplar devrimidir. Filistin halkı, kampların halkıdır. Kamplar olmadan Filistin halkı olmaz. Kamplar, Filistin kimliğidir. Bugün kamplarımız nerede? Sabra ve Şatilla bugün ne durumda? Kamp içindeki Filistinlilerin oranı nedir? Gelecekleri ne? İlgili liderlerin yanıtlaması gereken sorular bunlar.

Bu yerler prensip olarak yarı-özgürdür ve bize söylendiği gibi güvenlik kaosunun yaşandığı yerler değildir. Yarı-özgürdürler çünkü Filistin’in kurtuluşunun tüm özelliklerini taşırlar; fuhuş, uyuşturucu kaçakçılığı vb. özellikler taşıyan merkezler değildir. Kampların sorumluluğunu kim taşıyor? Bunu da yine söylüyorum, bu, ulusal proje krizidir.

Filistin Günlüğü: Gazze’deki soykırım sonrasında Filistin’deki tablo ne olacak?

Corç Abdullah: Gazze’deki soykırım devam etmeyecek. Soykırım başarıya ulaşamayacak ve Gazze ile Batı Şeria, İsrail varlığının son perdesine tanık olurken zafer kazanacak. Bu bir şiirsel söylem değil.

Filistin Günlüğü: Bunu birden fazla röportajınızda tekrarladınız.

Corç Abdullah: Bunu tekrarlayan tek kişi ben değilim. Şunu anlamalıyız: İsrail şu an yaşadığı şeyi hiç yaşamadı; işte bu yüzden tüm barbarlık stokunu üzerimize salacak. Bu, öldürme makinasını azamî seviyede yoğunlaştırması anlamına gelecek. İsrail, önümüzdeki günler, haftalar ve aylarda, kullanılmayan tüm barbarlığını halk kitlelerimizin üzerine atacak. Ulusal projenin liderleri bu bağlamda ne yapacak? “Aksa Tufanı” operasyonunu planlayanlar bununla nasıl yüzleşecek? Bunlar tüm grupların cevap vermesi gereken sorular.

Yahya Sinvar gibi bir lider, Katar’da veya başka bir yerdeki bir sığınakta kaçak değil de bir şehit olarak düştüğünde, onun direnişi zafere mahkûmdur. Halkımızın direnişi zafere ulaşacak. Zafere ulaşacak çünkü Sinvar ve Haniye gibi insanlar ne kaçtılar ne de “barış” aradılar. Bu liderler ve onların direnişi yenilgiye uğratılamaz. Halkımız bunun farkında ve ne Gazze’de ne de başka bir yerde beyaz bayrak çekmeyecek. Buna göre, mevcut liderlerin ulusal krize çözüm bulma sorumluluğu çok büyük. Bu çözümler kaçınılmaz olarak gelecek, ancak insanî bedelin çok ağır olması nedeniyle gecikmelerden elbette üzüntü duyuyoruz.

Sol-İslam ikilemini çözümlemek

Filistin Günlüğü: Gazze soykırımı bir dünya devrimini tetikleyebilir mi?

Corç Abdullah: Bu mutlaka olacak, bugün değilse yarın. En büyük sorumluluk devrim önderlerinin omuzlarındadır; gelecek aşamayı öngörmesi gerekenler onlardır, ben değilim.

Filistin Günlüğü: Arap dünyasındaki İslamî devrimlere nasıl bakıyorsunuz? Sizin yaklaşımınız birçok solcudan farklı gibi. Konuya ideolojik değil de operasyonel bir perspektiften baktığınız izlenimine kapıldık. Bu doğru mu?

Corç Abdullah: Biz bir ideolojik yarış içinde değiliz; karşımızda çoğunluğu Müslüman olan Arap kitleleri var. Bu, ulusumuzun organik yapısıdır. Bu ideolojik bir tercih değil. Bu insanlar elinde ne varsa, ister Kur’an, ister bilimsel bir analiz, ister bir füze olsun, onunla direniyor. Arap kitlelerinin elinde ne olduğunu belirlemek, mücadelenin sorumluluğunu taşıyanların görevidir.

Mısırlı aracı rolü oynayıp, Katarlı en büyük Amerikan üssünü ağırlarken, ben Arap kitlelerine nasıl bir mesaj veriyorum? Mısır istihbaratıyla, onların Katar ve Amerikan istihbaratıyla koordinasyon sağlaması için buluşmanın bana devrim bunalımından ya da ulusal proje krizinden bir çıkış yolu bulacağını mı umuyorum? Bundan şüpheliyim. Tüm bu eylemler, Arap kitlelerinin hareketsizliği de dâhil olmak üzere, içinde bulunduğumuz çıkmaza katkıda bulunuyor.

Filistin Günlüğü: Sizce sol ile mevcut İslamî devrimler arasında bir buluşma noktası olabilir mi?

Corç Abdullah: Tüm kurtuluş hareketleri, içinde tüm toplumsal aktörlerin çalıştığı bir ulusal proje oluşturmuştur. Bir devrim nerede zafer kazanmışsa, bu ulusal birlik sayesinde olmuştur. Ama o birlik, bir kişinin diğeriyle buluşması değildir; aslında tüm halk blokunun bir projeyi savunmak için bir araya gelmesini gerektirir.

El-Ezher’i tekrar ele alalım. Herhangi bir Arap ya da Filistin’e bağlı bir eylemci olarak, ona Marksist ideoloji ile İslamî ideoloji arasındaki ilişkiler ışığında değil, halkımızın hareketi çerçevesindeki nesnel konumu açısından bakıyorum. Aynısı Mekke için de geçerli. Ona ideolojik bir perspektiften değil, dünyadaki Müslümanlar için taşıdığı anlam açısından bakıyorum. Ulusal projenin sorumluları, dünya kitlelerini Filistin’e yönlendirmek için kendi “kıble”leriyle ne yaptılar? Bunu söylememin nedeni komünist ya da inançlı biri olmam değil; bu meseleye en ufak bir bağı olan ve bu duruma bakan herhangi bir insanın söyleyeceği gibi söylüyorum: Bu, basbayağı akıl alır gibi değil.

Lübnan: Direniş vs “seyirci kalmak”

Filistin Günlüğü: Lübnan’a gelecek olursak, sloganlardan uzak, oradaki durumu nasıl görüyorsunuz?

Corç Abdullah: Durum hassas, ama aynı zamanda iyi. Direniş, en iyi komutanlarını şehit verdi.

Filistin Günlüğü: Ama ülkede derin bir bölünme var.

Corç Abdullah: Lübnan’da yaşadığımız, dünyadaki diğer ülkelerden farklı değil. Dünyanın tüm direniş hareketlerinde, ülkelerini savunmak için canını feda edecek insanlar ve sadece seyreden korkaklar bulacaksınız. Tüm dünyada, direnişin tüm halkın desteğine sahip olduğu bir ülke yok. Mezhepsel aidiyet ayrı bir konu, ama soruyorum: Lübnan’ın kimliğini ve onurunu savunan projenin arkasında kim var? Direniş. Bir işgal var; dolayısıyla direniş ilk cevaptır. Direnişin dışında, ulusal karaktere sahip bir çözüm yoktur.

Bu direniş hakkında istediğinizi söyleyebilirsiniz – tüm Lübnan halkını temsil etmesi gerektiğini ya da şöyle veya böyle olması gerektiğini. Ancak, konuşma hakkına sahip olmak için, işgalin değil, direnişin tarafında olmalısınız. Eğer işgalin tarafındaysanız, o zaman konuşmaya hattâ var olmaya bile hakkınız yoktur. Ülkeniz işgal altındayken, statüsü veya gerekçeleri ne olursa olsun, düşmanla birlikte duranın var olmaya bile hakkı yoktur.

Filistin Günlüğü: Peki, bu insanlarla ne yapacağız?

Corç Abdullah: Bu, direnişin ve direniş kitlelerinin sorumluluğudur: düşmanla işbirliği yapan güçleri nasıl tecrit edeceğini ve bu güçlerin kitlelerine nasıl açılacağını bulmak. Sonunda bu ülkenin egemenliğini temsil etmiyor diye etiketlenmek için bir ömür boyu esarette geçirmedim ya da şehit ülkesine canını bunun için vermedi. Vatanı savunanlar, bu ülkenin egemenliğidir, İsrail’i karşılamaya hazır olanlar değil.

Ordu ile direniş arasında bir çelişki olduğunu söylemek yanlıştır. Bence, her direnişçi gibi, görevimiz, herhangi bir direnişin var olma gerekçesini ortadan kaldıracak çok güçlü bir ulusal ordu inşa etmektir. Bizim amacımız budur. Amacımız, bir askerin ailesine bakabileceği ve ülkesini savunabileceği, insanca bir maaş -ayda yirmi dolar değil- almasıdır.

Direnişin liderliği, tüm yetenekleriyle herkese açılma, egemenlik ve vatanı hepimiz için savunma sorumluluğunu yerine getirmeyen herkesi tecrit eden ulusal bir devlet inşa etme cesareti ve berraklığına sahip olmalıdır. Hepimizin güvende olduğu bir vatan; aksi takdirde hepimiz kaybederiz ve hiçbir taraf diğerine üstünlük sağlayamaz.

Filistin Günlüğü: Peki, böyle bir orduyu inşa edene kadar, direnişin devam etmesi gerektiğine inanıyor musunuz?

Corç Abdullah: Kesinlikle, aksi hâlde ne yapacağız? Dünyanın her yerinde direniş, her türlü saldırıya karşı ilk yanıttır. Umarım bizi savunabilecek ve tüm direnişin yerini alacak güçlü bir ordu kurmayı başarırız. Ama bu gerçekleşene kadar, İsrail karşısında çıplak mı kalayım? İsrail’i burada bir açıklama, orada bir açıklamayla mı karşılayayım? Ben İsrail’i düşman olarak gören bir ordu istiyorum.

Askerlerimiz onurludur; mafya üyesi değiller. Lübnan’ın her yerinden geliyorlar ama ülkeyi ve bizi savunabilmeleri için iyi eğitimli ve donanımlı olmaları gerekiyor. Bize ABD, Fransa ve İngiltere’nin dostumuz olduğunu söylüyorlar. Harika, o zaman ordumuza silah sağlasınlar. Ama gelip de bana ABD’nin dostumuz olduğunu, fakat aynı zamanda silahlarımızı teslim etmemizi ve İsrail’i tanımamızı, yoksa İsrail’in bizi tokatlayacağını söylemeleri kabul edilemez. Ben elimdeki tüm imkânlarla direnmeye devam edeceğim. Direniş, kendini Amerikan temsilcisini veya başka birini karşılama noktasına asla getirmemeliydi. Biz, bu ülkenin halkı olarak bir araya gelip düşmana nasıl boyun eğeceğimizi değil, nasıl direneceğimizi belirlemeliyiz. Nasıl yüzleşeceğimizi belirlemek için buluşuruz, nasıl normalleşeceğimizi değil.

Bugün Lübnan’dan ne istendiğini herkes çok iyi biliyor. Lübnan’dan Arap kimliğini terk etmesi, özellikle de Filistin davasından vazgeçmesi ve siyonist düşmanla barış içinde yaşaması isteniyor. Bu düşmanla ne bugün, ne yarın, ne de öbür gün bir arada yaşam olmayacak. Eğer biri bu normalleşmenin yanında yer alırsa, direniş onunla savaşacaktır. Eğer bir parti bu normalleşmenin yanında yer alırsa, onunla da savaşacaktır. Eğer bir mezhep normalleşmenin yanında yer alırsa, direniş onunla da savaşacaktır. Kumar oynamak isteyen oynayabilir, ama normalleşme gerçekleşmeyecek çünkü halkımız bunu kabul etmeyecek ve bizim halkımız direnişçi bir halktır.

Mevcut direnişin bazı kusurları olabilir ve ona karşı bazı çekincelerimiz olabilir. Haydi, bana daha iyi bir direniş bulun. Ama gelip de bana bu direniş iyi değil, onun yerine bana bir İsrail askeri getireceksiniz derseniz, o zaman hem sizinle hem de İsrail askeriyle savaşırım. Lübnan’daki durumun karmaşıklığına rağmen, bu kadar basit.

Metrelerce ötemizde Şam’da bir örnek var; orada direniş projesi vuruluyor, devlet ve toplum da vuruluyor. Lübnan’ın mezheplere ve kabilelere dönüşmesini istiyorlar! Devleti ve orduyu vurup bizi savaşan milislere dönüştürmek istiyorlar, ta ki Amerika ve İsrail imdada yetişip her mezhebe “seni diğerinden ben korurum” diyene kadar.

Lübnan’da önerilen, Suriye’de olanın aynısıdır. Bu, direniş kitlelerimizin mücadele edeceği bir şeydir. Daha iyi bir direniş mi istiyorsunuz? Daha iyisini inşa etmek için çalışın. Ama gelip de bana, Lübnan’ın egemenliği uğruna İsrail’e boyun eğmem gerektiğini söylerseniz, bu saçmalıktır. Egemenlik bir takım elbise değildir; egemenlik, ülkeyi korumak için alınan operasyonel önlemlerdir. İsrail Lübnan toprağının bir kısmını işgal ediyor; ne yapmalıyım? Bazıları ona boyun eğmelisin ve barış içinde yaşarsın diyor. Ben onlara hayır diyorum, halkımız tarih boyunca milyonlarca şehit verdi ve bu varlıkla ittifakı ne kabul etti ne de edecek.

Filistin Günlüğü: Son olarak, hayatınızdan endişe ediyor musunuz?

Corç Abdullah: Hayır, hiçbir şeyden korkmuyorum. Corç Abdullah, herkes gibi sıradan bir vatandaştır ve bu arada, cesur biri de değildir.

Filistin Günlüğü: Bugünlerde vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?

Corç Abdullah: Gördüğünüz gibi, röportajlarla ve arkadaşları ağırlamakla geçiriyorum. İleride kampları ziyaret edip arkadaşlarımı görmek ve halkımın nerelerde olduğunu öğrenmek istiyorum.

14 Ağustos 2025

[1]*Çeviri: Göksel Kılınç.