Ana Sayfa Blog Sayfa 70

Kanayan yara(mız): (C)ezaev(ler)i[1]

“Değil mi ki, cezaevleri var,

hangimizin içinde olduğunun

önemi yok.”[2]

 

Egemenlerin (c)ezaev(ler)i, yüzlerce yıldır ve bugünde hâlâ kanayan yara(mız)dır.

Suriye’nin Şam’ındaki El Meze ile Halep’in Merkez Cezaevi’ni; Lübnan’ın meşhur Rumiye Mahpusu’nu; coğrafyamızın eski Ermeni Kilisesi’nden bozma Antep, sonra da Bilecik ve Eskişehir’ini; İran’ın Tahran’ındaki Evin ile Urmiye Zindanı’nı; İngiltere’nin Folkestone Hapishanesi’ni; Fransa’nın Paris’indeki Prisón de La Santé’yi ve nicelerini bilfiil deneyimlemiş, birisi olarak diyebilirim ki, tanığı ve tarafı olduğum kesitte hiçbir zindan bugünün Türk(iye) (c)ezaevleri kadar felaket olmadı![3]

Hâl-i hazırda mektuplaşmayı sürdürdüğümüz 500’ü aşkın siyasal tutsakların birebir anlattıkları tanıktır bun(lar)a…

24 yıldır (c)ezaevindeki hasta tutsak Hazine Alçı’nın, “Bunların hukuk ve mantıkla izahı yok. Bize düşman gözüyle bakıldığı için ne yaparsak yapalım suç,”[4] diye betimlediği hâle ilişkin olarak; HDP Milletvekili Murat Çepni’nin, “Cezaevleri artık esir kamplarıdır,”[5] saptaması birebir doğrudur; yerli yerindedir.

Vedat Türkali’nin, “Bütün ülke kocaman bir cezaevi! Birisi etmişti bu sözü, kimdi? Nâzım’ın hapisten çıkması sırasındaydı… Demek bizden başkaları için de cezaevi bu ülke… Kimler için? Kimin için değil ki? Çok küçük bir azınlığı çıkardın mı geri kalan herkes için cezaevi,”[6] tespitiyle müsemma tabloda “Türkiye İstatistik Kurumu”nun (TÜİK), 2020 yılına ait “Ceza İnfaz Kurumu İstatistikleri”ne göre ceza infaz kurumunda 31 Aralık 2020’deki kişi sayısı, 266 bin 831 iken;[7] “Küresel Stratejiler Araştırma Merkezi”nin “Küresel Dünyada ve Türkiye’de Cezaevleri” başlıklı raporu dünya nüfusunun yüzde 21’nin en az bir kez cezaevine girdiğine dikkat çekiyor ve “Dünyada 2020 yılı itibariyle toplam 10 milyon 978 bin 391 kişi cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olarak bulunuyor,” deyip ekliyor:

“Türkiye, dünya içerisinde hükümlü ve tutuklu sayısının bulunduğu ülkeler arasında yedinci sırada ve cezaevlerinde 286 bin kişi var; cezaevi sayısı da 384”![8]

* * * * *

HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun, “Cezaevinde üçüncü sınıf insan muamelesi yapılıyor,”[9] notunu düştüğü hâle ilişkin avukat Meral Hanbayat’ın, “İçerisiyle dışarısı arasındaki ayrımın kalktığı bir süreçten geçiyoruz,”[10] uyarısı hemen her şeyin özetidir.

Kolay mı?

4 yılda cezaevlerindeki kötü muamele, beslenme ve kötü koşullardan dolayı kansere yakalanan 41 kişinin cenazesinin çıktığı[11] coğrafyamızın zindanlarında 17 bin kadın tutuklu ve hükümlünün yanında 800’ü 3 yaş altı bebek olmak üzere, 3 bin çocuk kalıyor.[12]

Eylül 2021 itibariyle 12-18 yaş arasındaki hükümlü çocuk sayısı 566 iken;[13] çocuk hapishanelerinde 12-15 yaş arasında 300, 15-18 yaş arasında 2 bin 800 tutuklu ve hükümlü bulunuyor.[14]

0-6 yaş arası çocuklar; annelerinin yargılama dosyaları, 12-18 yaş arası çocuklar ise kendi yargılama dosyalarından dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Ankara Tabip Odası’nın verilerine göre, 31 Aralık 2021 itibariyle cezaevlerinde bin 941 tutuklu-hükümlü çocuk bulunmakta![15]

Ayrıca Dr. Ayşe Uğurlu, anneleriyle birlikte cezaevinde kalan 0-6 yaş çocukların süte, mamaya ve beze erişemediğinin altını da çiziyor.[16]

Örnekleri çoğaltırsak…

i) Sincan Cezaevi’nde salgının neden olduğu sorunların yanı sıra dondurucu soğuk, kötü kokan içme suyu ve kelepçeli muayene gibi çok sayıda insanlık dışı uygulamanın yaşandığı inceleme raporunda bildirildi![17]

ii) Düzce Çilimli T Tipi Cezaevi’nde 29 yıldır tutuklu Resul Baltacı hakkında, çıkmasına 1 yıl kala 2 dosya açıldı![18]

iii) Diyarbakır Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutukluların yakınlarının diğer tutuklulara selâm vermesi görüş yasağı gerekçesi yapıldı. Ayrıca Diyarbakır 2 No’lu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeki Hamza Yıldız’ın annesi Türkan Yıldız ile yaptığı görüşmede kendilerine yönelik hakaretamiz yaklaşımlar olduğunu kaydetti![19]

iv) Silivri Cezaevi’ndeki Nur Muhammed Abay’a halay çektiği için disiplin cezası verildiği ve tutukluların içme suyu sorunu yaşadığı belirtildi![20]

v) Hasta tutsak Ali Osman Köse’ye özgürlük isteyen afişler astığı iddiası ile 7 Eylül 2021’de tutuklanarak İzmir Kadın Kapalı Hapishanesi’ne sevk edilen Bengisu Ravza Demirel, 18 Ekim 2021’de “Avukatın geldi, avukat görüşüne gidiyorsun,” denilerek tek tutulduğu hücresinden çıkarılıp 3 istihbarat polisi ile görüştürülmeye çalışıldı![21]

vi) İzmir 1 No’lu F Tipi Cezaevi’ndeki Güven Usta, dinî vaazlar için anonslar yapıldığını dile getirerek “Salgında hapishanelerde etkinliklerin yasak olduğu söylenmesine rağmen cüz okuma kursu için anons yapılıyor. Biz sohbet etme hakkımızın da uygulanmasını istiyoruz,” dedi![22]

vii) Düzce T Tipi Cezaevi’nde tutuklu Vedat Gültekin, ailesiyle yaptığı telefon görüşmesinde, daha önce kendilerine verilen üç çeşit yemeğin, ekonomik kriz gerekçesiyle ikiye indirildiğini aktardı![23]

viii) Kocaeli Kandıra Cezaevi’nde tutuklu bulanan Derya Taşkıran, cezaevinde yaşanan hak ihlâllerine dikkat çekerek 3 aylık elektrik faturasının tek seferde tahsil edildiğine dikkat çekti![24]

ix) “Yeniçağ gazetesi” yazarı Murat Ağırel, “Silivri Cezaevi’nde tek kişilik bir hücrede tek başıma kalmaktayım. Geçenlerde bana 112 liralık bir elektrik faturası geldi. Hücremde sadece bir televizyon ve su ısıtmada kullandığım bir ‘kettle’ var,”[25] diyor!

x) “Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği”nin (CİSST) raporu aktarıyor: “Hapishanede de içme suyunu biz dışarıdakiler gibi kendi paranızla alıyor, günde 3 öğün yemek dışındaki kahve, meyve, peynir, şampuan, ‘kettle’, tuvalet kâğıdı gibi tüm ihtiyaçlarınızı kendi hesabınızdan karşılıyorsunuz. Bu sebeple bazen ‘içeride’ dışarıdaki kadar para gerekiyor”![26]

xi) Adana’da bankalar arası para transferi sırasında 4 milyon 795 bin avroluk vurgunun da aralarında bulunduğu çok sayıda suça karıştıkları belirlenen organize suç örgütüne yönelik düzenlenen operasyonda gözaltına alınan 65 kişiden 34’ü tutuklandı. Tutuklananlar arasında örgüt liderinin iyi şartlarda cezaevinde kalmak için rüşvet verdiği öne sürülen Kürkçüler Cezaevi Müdürü M.Ç. de bulunuyor![27]

* * * * *

Hâl böyleyken “devlet” mi dediniz?

CİSST’ten Mine Akarsu’nun, “Devlet hak ihlâlleri yaratmayı kendine görev edinmiş,”[28] diye tarif ettiği “Siyasi Rehine ve İntikam Politikaları”nın[29] (c)ezaevlerine ilişkin olarak Adalet Bakanlığı, 21 Şubat 2021’den Mayıs ayına dek Covid-19 vakalarına ilişkin açıklama yapmıyor. Kaç kişi virüse yakalandı, kaçı öldü bilinmiyor![30]

Dünden bugüne zindan cephesinde egemenler açısından değişen bir şey yok! Tıpkı Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ndeki vahşete karşı direnişin tanıklarından Mehdi Aslan ile Arif Turgay’ın dünü ve bugünü kıyaslarken, “Yüzler farklı zihniyet aynı”[31] ifadelerindeki üzere!

Gerçekten de Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) ağır hasta tutsaklara “cezaevinde kalabilir” raporu vermesiyle dönüştürmesiyle ölümler her geçen gün artıyorken; İnsan Hakları Derneği’nin (İHD), 12 Aralık 2021 tarihli raporuna göre, zindanlarda 604’ü ağır olmak üzere bin 605 hasta tutuklu bulunuyor.[32]

Ayrıca 2020 ve 2021’de 104 tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde öldü.[33]

i) İzmir Buca Kırıklar 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde işkence uygulamalarıyla anılan Haydar Ali Ak, kendini Esat Oktay Yıldıran’ın devamı olarak tanıtıyor![34]

ii) Kandıra 1 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda Garibe Gezer yaşadığı işkence, cinsel şiddet ve gardiyanların tecavüzü[35] sonrasında, cezaevi yönetiminin açıklamasına göre, “intihar etti.”

iii) Eylem Oyunlu, 10 günlük bebeği ve 2 yaşındaki kızıyla birlikte Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’nde yaşıyor![36]

iv) 1993’te aralarında yazar ve sanatçıların bulunduğu 33 kişinin öldürüldüğü Madımak katliamı davasında ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılan Ahmet Turan Kılıç’ın kalan cezası Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kaldırıldı![37]

v) Antalya L Tipi Cezaevi’nde hükümlü H.G. ile 5 kez kayıt dışı görüştüğü ortaya çıkan Savcı Hisli yeni göreve getirildi. Hakkındaki soruşturmada takipsizlik kararı verilen Hisli, Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliğine seçildi![38]

vi) Batman M Tipi Cezaevi’nde infaz yasasına karşı başlatılan isyana katılan 309 tutuklu ve hükümlü için 5 ayrı suçlama ile 2 bin 394 yıldan 5 bin 871 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı![39]

vii) Yıllarca cezaevinde tutulan siyasi tutukluların, haklarındaki cezaların infazını tamamlamalarına rağmen İdare ve Gözlem Kurulları tarafından çeşitli gerekçelerle tahliyeleri engelleniyor;[40] örneğin infaz süresi bitmesine rağmen İdare Gözlem Kurulları tarafından sudan gerekçelerle infazı yakılan 60 mahpusun isimleri şöyle: “Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Tevfik Kalkan, Şakir Bülbül, Aydın Akdoğan, İsmail Yakın, Ramazan Durmaz; Tekirdağ 1 No’lu Kapalı Cezaevi’nde tutulan hasta tutsak Menderes Leyla, Düzce T Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Atilla Coşkun, Kocaeli 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Enes Özalp, Karakoçan K-1 Kapalı Cezaevi’nde tutulan HDP Dersim eski İl Eşbaşkanı Soner Öz, Erin Kurtdenur, Ali Asker Pamukçu; Balıkesir L Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Hamdin Demirkıran, Adnan Hamo; Silivri Cezaevi’nde tutulan Doğan Kılıç, Mahfuz Biçen; Adana Ceyhan M Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Mazlum Erdem, Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Şeyhmus Gezer, Medeni Fidan; Maraş Türkoğlu 1 No’lu L Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Sedat Karak, Düzce Cezaevi’nde tutulan Vedat Turgut, Vedat Gültekin, Resul Baltacı, Yakup Vadi; Denizli T Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Fırat Can, Şakran Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan Ceylan Bozkurt, Didar Boza, Leyla Yıldız, Merve İşleyici; Bolu Cezaevi’nde tutulan Bayram Ani, Kazım Ateş; Şakran Cezaevi’nde tutulan Mehmet Savur, Mustafa Akan; Kandıra 1 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan Murat Aktaş, Van Yüksek Güvenlik Cezaevi’nde tutulan Mazlum Dursun, Önder Hakan, İskender Ağrali, Hakan Bilekçi, Sedat Abi, Kemal Kahraman, Ekrem Kaplan, Mazlum Dursun, İdris Işık, Servet Özkan, Uğur Yiğit, Mehmet Selim Polat, İdris Işık, Halit Kaya, Şaban Kanat; Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan Zozan Taş, Ferihe Değiş, Muazzez Korjan, Pınar Işık; Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan Sima Doruk, Nurşen Tekin; Patnos L Tipi Kapalı Cezaevi, Abdurrahman Aşkan, Mersin Kapalı Cezaevi Fesih Tekin, Beşiri Cezaevi, Özcan Sönmez, Osmaniye Cezaevi Zınar Demir, Batman Yüksek Güvenlikli Cezaevi Hakan Yıldız, Bandırma Kapalı Cezaevi Şahin Gegez”![41]

* * * * *

Mehmet Dersulu’nun cezaevinde işkenceye maruz kalıp; darp raporu almak için 3 hafta bekletilerek suç duyurusuna takipsizlik verilmesi[42] yanında; Garibe Gezer’in cezaevinde gördüğü baskının hayatına neden olduğu[43] yani keyfî baskı ile yapısal şiddetin kronikleştiği (c)ezaevlerinde Garibe Gezer’in şüphe dolu ölümünde de ortaya çıktığı üzere, devrimci tutsaklar katlediliyor.

i) Şırnak T Tipi Kapalı Cezaevi’nde 24 ve 25 Ekim 2021 tarihlerinde cezaevi müdürü ve gardiyanlar 16 kişinin kaldığı koğuşu basarak, tutukluları darp etti![44]

ii) Bandırma 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalan Engin Okuducu 15 arkadaşıyla birlikte 12 Şubat’ta Afyon 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi’ne sevk edildikleri sırada darp edildiler. Yol boyunca kötü muameleye maruz bırakılan tutuklular, cezaevinde de hücreye konulduklarını ve işkenceden kaynaklı vücutlarında kırıklar oluştuğunu söyledi![45]

iii) Rize L Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki Mazlum Korkmaz, 20-30 gardiyan tarafından 20 Aralık 2021’de koğuşlara baskın ile tutukluların darp edilerek yatak, yorgan ve yastıklarına el konulduğu söyledi![46]

iv) Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının yanı sıra 374 yıl ceza alan ve 19 Aralık’ta şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden Vedat Çem Erkmen’in hayatını kaybetmeden önce tek tutulduğu hücresinde, “Çok zor durumda tutuyorlar, beni öldürecekler, diğer arkadaşlara da yönelecekler,” dediği ortaya çıktı. Cezaevi idaresi tarafından aranan ailesine, Erkmen’in bulunduğu hücrede intihar ettiği bilgisi verildi. Erkmen’in otopsisi ailesi ve avukatlar olmadan yapıldı![47]

v) Tekirdağ Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutuklularla görüşen avukatlar, tutsakların can güvenliği endişesi yaşadıklarını ve yaptıkları başvuruların karşılıksız kaldığını açıkladı![48]

vi) Kocaeli Kandıra 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde Garibe Gezer’in yaşamını yitirmesinin ardından slogan atan Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Edibe Şahin, Gülseren Yıldırım ve Aysel Tuğluk ile birlikte 15 kadın tutuklu kadına, Garibe Gezer’in ölümüne tepki gösterdikleri için bir aylık haberleşme ve iletişim cezası verildi![49]

vii) Bolu F Tipi Cezaevi’ndeki Mustafa Taştan’a dışarıdan gönderilen Selahattin Demirtaş’ın “Efsun” isimli kitabı verilmedi. Cezaevinin beş kişiden oluşan Disiplin Kurulu, ikisi raporlu olduğu için mevcut üç kişiyle toplanmış ve kitabın “müstehcen” olduğu iddiasıyla Mustafa Taştan’a verilmesini uygun bulmamış![50]

viii) Balıkesir Burhaniye T Tipi Kapalı Cezaevi’ndeki Taylan Kulaçoğlu’nun BirGün’e göndermek istediği mektup engellendi. Burhaniye İnfaz Hâkimliği, engele yönelik itirazı reddetti. Ayrıca Kulaçoğlu’nun Sözcü gazetesine göndermek istediği bir başka mektup da aynı gerekçeyle engellendi![51]

ix) Urfa Cumhuriyet Başsavcılığı, “PKK/KCK Zindan Komitesi ve Cezaevi iç ve dış koordinasyon ile bağlantı kurma” başlığıyla yürüttüğü soruşturma kapsamında 75’i hükümlü, 14’ü avukat, 10’u infaz koruma memuru ve 37’si Kürt siyasetçi olmak üzere toplam 136 kişi hakkında iddianame hazırladı![52]

x) Yüksel direnişçisi Alev Şahin, Kayseri Cezaevi’nden duruşma için bir günlüğüne misafir olarak götürüldüğü Sincan Cezaevi’nde çıplak aramaya maruz bırakıldı![53]

xi) Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Ankara Şubesi Hapishane Komisyonu Afyon 1 No’lu T Tipi Kapalı Hapishanesi’nde 28 Aralık 2019 tarihinde sevk edilen tüm mahpuslara çıplak arama dayatıldığı, çıplak aramayı kabul etmeyenlere yaklaşık yarım saat boyunca hakaret, tehdit, kaba dayak ve falaka gibi işkence yöntemleri uygulandığı, görüşmecilerden birinin müdahale sırasında baygınlık geçirecek hâle geldiği, birinin ise parmağının kırıldığı bilgileri yer alıyor![54]

xii) ÖHD’nin “Marmara Bölgesi Cezaevleri Hak İhlâli Raporu”nda cezaevlerinde yaşanan hak ihlâllerinin arttığı, tutukluların fizikî ve psikolojik olarak işkenceye maruz kaldıkları belirtirken; “Tekirdağ 2 No’lu T Tipi Cezaevi’nden Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’ne isteği dışında sevk edilen Yasin Eneç, cezaevi girişinde çıplak arama dayatıldı, çıplak aramayı kabul etmediği için darp edildi, ayrıca çıplak aramaya karşı çıktığı gerekçesiyle hakkında disiplin soruşturması başlatıldı ve hücre cezası verildi,”[55] dedi!

xiii) Sivas Cezaevi’ndeki gazeteci Aslıhan Gençay, 22 Ekim Perşembe gecesi görevli memurların önce kötü muamelesine ve ardından “çıplak arama” dayatmasına maruz kaldığını belirtti. Kötü muamele ve çıplak arama dayatmasına itiraza skandal cevap geldi: Bu yasal prosedür![56]

Hayır! Bu “yasal” falan değil…

“Nasıl” mı?

Rüya Ağdaş Sönmez, 2016’da metro istasyonunda çantasını aramak isteyen kadın polislere izin vermeyince, yaşanan itiş kakışın ardından götürüldüğü polis merkezinde saçından çekilerek yere düşürüldüğünü, çıplak kalacak şekilde soyundurulduğunu, kolluk tarafından darp edilip hakarete uğradığını, ayrıca birtakım bedensel hareketler yapmaya zorlandığını iddia etti. Ancak savcılık takipsizlik kararı verdi. Bunun üzerine Sönmez, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulundu. Başvuruyu karara bağlayan AYM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz” şeklindeki 3’üncü maddesine atıfta bulunarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ilgili içtihatlarında kötü muamele yasağının demokratik toplumların en temel değeri olduğunu vurguladı![57]

Özetle “çıplak arama” konusunda iç hukuk ne derse desin, bağlı olduğu AİHM kararlarına da aykırı…

* * * * *

Cezaevlerinde ciddi bir sağlık krizi yaşandığı vurgusuyla CİSST koordinatörü Berivan Korkut’un, “Ağır hasta tutukluların bu koşullarda cezaevlerinde tedavi görme ihtimalinin olmadığı”nın[58] altını çizdiği (c)ezaevlerinde ÖHD’nin tespitlerine göre 200 ağır hasta mahpus var.[59]

Ancak cezaevlerindeki sayı 2021’de arttı. 220 bin kapasiteli cezaevlerinde tutulan 294 bin tutuklu ve hükümlü arasında hasta tutsakların oranında belirgin bir artış yaşandı.

İHD’nin verilerine göre, cezaevlerinde bulunan hasta mahpus sayısı 10 yılda 6 kat arttı. Cezaevlerinde hayatını kaybeden hasta mahpus sayısı da artış gösterdi.

Veriler, 2011’de 256, 2013’te 554, 2014’te 678, 2015’te 731 hasta mahpusun cezaevinde tutulduğunu gösteriyor.

20 Temmuz 2016’da Erdoğan’ın olağanüstü hâl (OHAL) ilan etmesiyle birlikte hasta mahpus sayısındaki artış da rekor seviyeye ulaştı. İHD’nin 2017 raporunda 1025 kişinin, 2020’den bu zamana kadar 1605 hasta mahpusun cezaevinde bulunduğu kaydedildi.

İHD, 2020’de 50, 2021’de ise 14 hasta mahkûmun cezaevinde yaşamını yitirdiğini kaydetti. Bu kişilerden 7’sinin tahliye edildikten kısa bir süre sonra, 57’sinin hapishanede öldüğünü açıkladı.[60]

Ve hasta tutsaklara ilişkin birkaç veri daha…

i) Hasta tutuklu Sıtkı Bektaş, kaldığı Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde 12 Kasım 2020’de geçirdiği mide kanaması nedeniyle yaşamını yitirdi. 28 yıldır cezaevindeki Bektaş, birçok hastalığı olması nedeniyle yapılan başvurulara rağmen tahliye edilmeyerek ölüme sürüklendi![61]

ii) Vefa Kartal, Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’nde 31 Mayıs 2020’de yaşamını yitirdi![62]

iii) Ağır hasta olmasına rağmen tahliye edilmeyen 80 yaşındaki siyasi tutuklu Ali Boçnak Ağrı Patnos L Tipi Cezaevi’nde öldü![63]

iv) Kamuoyunun tahliye çağrısına rağmen iktidarın cezaevinde tuttuğu 28 yıldır tutuklu olan ağır hasta tutsaklardan İzmir Aliağa Şakran T Tipi Cezaevi’nde ağır hasta Abdülrezzak Şuyur ile Diyarbakır 2 No’lu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeki ağır hasta Halil Güneş yaşamını yitirdi![64]

v) Cezaevinde 22 yıldır tutuklu olan kanser hastası eşi ve kardeşinin tüm girişimlerine rağmen tahliye edilmediğini belirten Elif Özdemir, ATK’nin yanlı raporlarıyla ağır hasta tutukluların ölüme terk edildiğini söyledi. Ayrıca kanser hastası Erol Zavar (53) ve Cihat Özdemir (51), 22 yıldır cezaevlerinde tutuluyor. Tüm girişimler, alınan hastane raporları ve yapılan çağrılara rağmen hasta tutuklular tahliye edilmiyor![65]

vi) Tedavi amaçlı olarak Silivri 5 No’lu L Tipi Cezaevi’nden 2016’da Metris R Tipi Kapalı Cezaevi’ne götürülen Sinan Halis Çelik, mesane kanseri için geçirdiği ameliyattan bir gün sonra hastaneden cezaevine götürüldüğünde aynı cezaevinde kalan bir adli tutuklunun saldırısına uğradı. Şişli saldırıda Çelik 22 yerinden yaralandı ve sol ayağına platin takıldı. Ayağındaki kemik kaynamadığı için yürümekte zorlanmaya başladı, kaslarında erime ve kilo kaybı yaşadı. Saldırıda kuyruk sokumundaki kemik kırıldı. Tedavisi ise omuriliğe iğne yapılması gerekiyor ancak güçlü bünyesi olmadığı için yapılmadı. Çelik, saldırıya uğramasına rağmen tedavisi tamamlanmadan cezaevine geri gönderildi![66]

vii) Emine Aslan Aydoğan… Hani elleri kelepçeli hâlde göçüp giden… Hani imamın bile cenazesine katılmasına izin verilmeyen… Cezaevine girmeden önce sadece safra kesesinde sorun yaşayan Emine Ana, cezaevine girdikten sonra safra kesesindeki sıkıntı böbreğine vuruyor. Ve cezaevi süreci onun sağlığını hızla elinden alıyor. Boyun fıtığı ve tansiyon hastalığına da yakalanıyor. Kısa sürede kanser oluyor. Kanserden dolayı bir böbreği iflas ediyor ve aynı gün 4 ameliyat oluyor. Bir böbreği bu ameliyatlar ile alınıyor.

Emine Ana’nın 24 torunu vardı. Cenazesinin kalabalık olacağına hep dile getirirmiş ve Emine Ana, onun hayalini kuruyormuş. 5 yaşında kanserden vefat eden torununun yanına gömülmeyi vasiyet eden Emine Ana, “Ben öldüğümde beni Kadir’in mezarının yanına gömersiniz” demiş. Ailesi de Emine Ana’yı Viranşehir’e torunu Kadir’in yanına defnetmiş![67]

Şimdi burada durup, anımsatalım!

Birçok uluslararası sözleşmede hasta tutukluların durumuna dikkat çekiliyorken; Türkiye’de bu sözleşmeler karşılık bulmuyor. Temel İlkeler-Mandela Kuralları (Kural 24-27), Tıbbi Etik İlkeler (md. 1), Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Avrupa Cezaevi Kuralları hakkında (2006) 2 No’lu Tavsiye Kararı (md. 40.3) gereği cezaevindeki tutuklu ve hükümlüler, yasal statülerine bakılmaksızın, aynı kalite ve standartta, ülke genelinde mevcut, kapatılmamış olan kişilere sağlanan tıbbi bakıma eşit erişim hakkına sahip.

1981’de “Dünya Tabipler Birliği” tarafından yayınlanan Lizbon Bildirgesi’ne göre; hasta, hekimini özgürce seçme, bir dış baskı altında kalmadan özgürce çalışabilen bir hekim tarafından bakılma, yeterli ölçüde bilgilendirildikten sonra tedaviyi kabul ya da ret etme, kendisiyle ilgili tüm tıbbî ve kişisel bilgilerin gizliliğine gereken saygıyı göstermesini hekiminden bekleme ve onurlu bir biçimde ölme, dinî temsilci de dahil olmak üzere, ruhsal ve manevi yönden teselli edilmeyi isteme ya da reddetme hakkına sahip.

Avrupa Cezaevi Kurallarında ise, hasta tutuklulara ilişkin şu ifadeler yer alıyor; “Cezaevindeki sağlık hizmetleri, genel toplumsal sağlık sistemiyle yakın ilişki içinde örgütlenmelidir ve uyum içinde olmalıdır. Mahpuslar yasal durumları nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmaksızın ülkedeki sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânına sahip olmalıdır. Genel sağlık sisteminde mevcut olan gerekli tüm tıbbî, cerrahî ve psikiyatrik olanaklara ulaşma imkânı mahpuslara sağlanmalıdır. Her cezaevinde en az bir uzman doktorun bulunduğu bir revir bulunmalıdır. Tam gün çalışan bir doktorun bulunmadığı yerlerde, yarım zamanlı çalışan bir doktor mahpusları düzenli olarak ziyaret etmelidir. Özel tedaviye ihtiyacı olan hasta mahpuslar cezaevinde bu tedavinin gerçekleştirilemediği hâllerde bu amaca özgülenmiş kurumlara ya da sivil hastanelere nakledilmelidir.[68]

Ancak coğrafyamızda bunların hiçbiri geçerli değil!

* * * * *

Hannah Arendt’in “yaşayan cesetler mekânı” olarak adlandırdığı toplama kampları günümüz Türk(iye) (c)ezaevleri için de kullanılabilirken;[69] zindanlardaki tutsaklar söz konusu zihniyete karşı mücadele ve direniş yükseltmektedirler.

Şimdi biz(ler)e düşen: 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen “Hayata Dönüş Harekâtı”nda “Bizi Diri diri yaktılar” sözleriyle hafızalara kazınan Birsen Kars’ın anısına saygıyla; annesinin cenazesine yönelik saldırının da travmasıyla cezaevinde Alzheimer’a yakalanan, “cezaevinde kalamaz” raporuna rağmen tahliye edilmeyen “Aysel Tuğluk’a özgürlük” talebini haykırarak, Hannah Arendt’in, “Bir insanı haksız yere içeri tıkan bir yönetimde, onurlu her insanın olması gereken yer cezaevidir,” Julius Fuçik’in “Gecenin karanlığı yok göklerin ötesinde, ebedi ışık parlar orada ta yukarıda…”[70] sözlerine kulak vererek Devrimci Tutsaklar ile dayanışmayı yükseltmektir…

4 Şubat 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] 5 Şubat 2022’de “Yeni Demokrasi Aileleri Birliği”nin İstanbul Kartal’daki Hasan Ali Yücel Merkezi’nde “Tutsaklarla Dayanışmayı Büyütüyoruz” şiarıyla düzenlemek istediği, ancak yasaklanan, tutsaklarla dayanışma etkinliğinde yapılamayan konuşma metni…

[2] George Bernard Shaw.

[3] Bkz: i) Temel Demirer, “(C)Ezaevleri ve ‘F Hâli’! ya da ‘Yumma Gözün Kör Gibi’! Veya Vahşeti Durdur(mak)!”, Kurtuluş Dergisi, No: 7, Eylül 2000; Damar Dergisi, No: 114, Eylül 2000… ii) Temel Demirer, “(C)Ezaevlerine Dikkat!”, Kaldıraç, No: 116, Aralık 2010… iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “19-22 Aralık 2000’in Anımsatıp Öğrettikleri”, Devrimci Yolda Özgürlük, No: 2, Şubat 2011… iv) Temel Demirer, “Hapishane(ler): ‘(C)Eza’ İçinde ‘(C)Eza’…”, Newroz, Yıl: 5, No: 192, 10 Kasım 2011… v) Temel Demirer, “Zindan(lar)ın Türkçesi”, Kaldıraç, No: 151, Ocak 2014; Kaldıraç, No: 152, Şubat 2014… vi) Temel Demirer, “Hapishane(lerin) Hâl(ler)i”, Newroz, Şubat 2020…

[4] Marta Sömek, “24 Yıldır Cezaevinde Olan Hasta Tutuklu Hazine Alçı”, Yeni Yaşam, 11 Ocak 2022, s. 8.

[5] Yadigar Aygün, “Cezaevleri Artık Esir Kamplarıdır”, Yeni Yaşam, 8 Mart 2021, s. 4.

[6] Vedat Türkali, Bir Gün Tek Başına, Everest Yay., 2014.

[7] “Burdur Nüfusu Kadar Mahkûm”, Birgün, 3 Kasım 2021, s. 7.

[8] “Dünya Nüfusunun Yüzde 21’i En Az Bir Kez Cezaevine Girmiş”, 7 Mart 2021… https://www.demokrathaber.org/guncel/dunya-nufusunun-yuzde-21-i-en-az-bir-kez-cezaevine-girmis-h141605.html

[9] Birkan Bulut, “Gergerlioğlu: Cezaevinde 3. Sınıf İnsan Muamelesi Yapılıyor”, Evrensel, 2 Mayıs 2021, s. 9.

[10] “Avukat Meral Hanbayat: İçerisiyle Dışarısı Arasındaki Ayrımın Kalktığı Bir Süreçten Geçiyoruz”, Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri Bülteni”, Ocak 2022, s. 15.

[11] Gül Güzel, “İslahevi, Tek Kişilik Hücre Cezaevleri, Cezaevi İçinde Cezaevleri”, 23 Aralık 2021… https://www.avrupademokrat.com/islahevi-tek-kisilik-hucre-cezaevleri-cezaevi-icinde-cezaevleri-gul-guzel/

[12] “3 Bin Çocuk Annesiyle Cezaevinde”, Cumhuriyet, 8 Mart 2021, s. 3.

[13] Figen Atalay, “Ceza İnfaz Kurumlarında 12-18 Yaş Arasında Tutuklu 1330 Çocuk Var”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2021, s. 8.

[14] “Tahliye Olan Çocukların Yüzde 60’ı Cezaevine Geri Dönüyor”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2020, s. 3.

[15] “Cezaevlerindeki Çocuk Sayısı Artıyor”, 11 Ocak 2022… https://haber.sol.org.tr/haber/cezaevlerindeki-cocuk-sayisi-artiyor-323014

[16] “Cezaevlerindeki Çocuklar Süte ve Beze Erişemiyor”, Evrensel, 10 Ocak 2022, s. 2.

[17] “Hapishane Değil Zulüm Yuvaları”, Birgün, 8 Nisan 2021, s. 7.

[18] “İnfazı Yakılan 29 Yıllık Tutukluya 9 Yıl Fazla Ceza Yazıldı”, Yeni Yaşam, 22 Eylül 2021, s. 7.

[19] “Tutuklu Yakınlarına ‘Selam’ Cezası”, Yeni Yaşam, 5 Ekim 2021, s. 6.

[20] “Silivri Cezaevi’nde Halaya da Ceza!”, Yeni Yaşam, 5 Kasım 2021, s. 7.

[21] Zehra Özdilek, “Avukat Gibi Ziyaret”, Cumhuriyet, 1 Kasım 2021, s. 6.

[22] Zehra Özdilek, “Cezaevi Tekkeye Döndü”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2021, s. 9.

[23] “Düzce Cezaevi’nde Yemekler İki Çeşide İndirildi”, 17 Ocak 2022… http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/158894

[24] Zehra Özdilek, “Cezaevinde Fatura ve İhlâl Tepkisi”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2021, s. 14.

[25] Emin Çölaşan, “Cezaevlerinde Ücret Tarifesi!”, Sözcü, 20 Ağustos 2020, s. 5.

[26] Ayça Söylemez, “Kölelik Kurumsallaşıyor”, Birgün, 17 Kasım 2020, s. 7.

[27] “Kürkçüler Cezaevi Müdürü Rüşvet Almaktan Tutuklandı”, Evrensel, 14 Ekim 2019, s. 3.

[28] Elif Ekin, “Cezaevlerinde Önlem Alınmıyor, Hak İhlâllerinin Ardı Arkası Kesilmiyor”, Evrensel, 13 Haziran 2021, s. 2.

[29] Rozerin Gültekin, “Siyasi Rehine ve İntikam Politikaları”, Yeni Yaşam, 4 Aralık 2021, s. 8.

[30] “Cezaevleri Kara Kutuya Dönüştü”, Birgün, 19 Mayıs 2021, s. 4.

[31] Fethi Balaman-Fahrettin Kılıç, “Yüzler Farklı Zihniyet Aynı”, Yeni Yaşam, 14 Temmuz 2020, s. 5.

[32] “Cezaevlerindeki Sorunlar İktidarın Suçudur”, Yeni Yaşam, 3 Aralık 2021, s. 8.

[33] “Cezaevlerindeki Ölümler Giderek Artıyor, Sorunları Çözmüyorlar”, Birgün, 22 Aralık 2021, s. 10.

[34] “Yeni Dönemin Esat Oktay’ı: Haydar Ali Ak”, Yeni Yaşam, 11 Ocak 2022, s. 5.

[35] “Kandıra Cezaevi’nde Gezer’e Cinsel İşkence”, Yeni Yaşam, 25 Ekim 2021, s. 7.

[36] “10 Günlük Bebeği Ve 2 Yaşındaki Kızıyla Tutuklandı”, Yeni Yaşam, 20 Haziran 2020, s. 5.

[37] “Erdoğan Affetti: Katliam Hükümlüsü Serbest Kaldı”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2020, s. 8.

[38] Leyla Kılıç, “Devletin Kurumları, Yandaşa Kadro Açmak İçin İlginç Uygulamalara Yöneliyor”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2020, s. 4.

[39] Metin Yoksu, “309 Tutukluya İsyan Davası”, Yeni Yaşam, 3 Temmuz 2020, s. 5.

[40] Ömer Çelik, “Cezası Biten 66 Tutuklu Tahliye Edilmiyor”, Yeni Yaşam, 22 Kasım 2021, s. 7.

[41] “Tutukluların Tahliyeleri Sudan Sebeplerle Engelleniyor”, Yeni Yaşam, 29 Ekim 2021, s. 7.

[42] Zehra Özdilek, “İşkence İddiasına Takipsizlik Verildi”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2021, s. 14.

[43] Dilan Esen, “Adım Adım Ölüme Götürülüyorlar”, Birgün, 12 Aralık 2021, s. 7.

[44] “Şırnak Cezaevi’nde Tutuklulara Saldırı”, Yeni Yaşam, 28 Ekim 2021, s. 7.

[45] “Sevk Edilen Tutukluların Kaburgaları Kırıldı”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2020, s. 5.

[46] “Tutukluların Yatak ve Yorganlarına El Konuldu”, 25 Aralık 2021… http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/156774

[47] İnan Kızılkaya, “İntihar Ettiği Söylenen Erkmen: Beni Öldürecekler!”, 22 Aralık 2021… http://yeniyasamgazetesi2.com/intihar-ettigi-soylenen-erkmen-beni-oldurecekler/

[48] “Tekirdağ Cezaevinde Tutuklular: Can Güvenliğimiz Yok”, 24 Aralık 2021… http://mezopotamyaajansi35.com/GUNCEL/content/view/156685

[49] “Yüksekdağ ve 13 Kadına Disiplin Cezası”, 10 Ocak 2022… http://mezopotamyaajansi35.com/GUNCEL/content/view/158166

[50] Hüseyin Aykol, “Kırıkkale’deki Tünel Çalışmasına Soruşturma”, 16 Ocak 2022… https://yeniyasamgazetesi2.com/kirikkaledeki-tunel-calismasina-sorusturma/

[51] “Mahkeme, Mektup Engelini Destekledi”, Birgün, 30 Kasım 2020, s. 7.

[52] “Zindan Komitesi İddianamesi Kabul Edildi”, Yeni Yaşam, 15 Ağustos 2020, s. 5.

[53] Zehra Özdilek, “Mimar Şahin Yazdı: Çıplak Arama Yapıldı”, Cumhuriyet, 10 Mart 2021, s. 9.

[54] Burcu Yıldırım, “Afyon ve Konya Ereğli Kapalı Hapishanelerinde Hak İhlâlleri Yaşanıyor”, Evrensel, 29 Ocak 2020, s. 2.

[55] “Çıplak Arama İşkencesi Artıyor”, Yeni Yaşam, 4 Aralık 2021, s. 8.

[56] Tugay Bek, “Çıplak Arama Yasal Prosedürmüş”, Evrensel, 2 Kasım 2020, s. 11.

[57] “Anayasa Mahkemesi: Çıplak Arama İçin Ders Gibi Karar”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2021, s. 8.

[58] Ferhat Çelik, “Bu Koşullarda Ağır Hasta Mahpusların Tedavi Görme İhtimali Yok”, Yeni Yaşam, 14 Eylül 2021, s. 6.

[59] Fırat Topal, “Yusuf Çakas: Cezaevi Koşulları Kişiyi Hasta Ediyor”, Evrensel, 10 Ocak 2022, s. 8.

[60] Melike Çağan, “Hasta Mahpuslar 10 Yılda 6 Kat Arttı: Bir Ayda 7 Cenaze Çıktı”, 2 Ocak 2022… https://kronos34.news/tr/hasta-tutuklu-sayisi-10-yilda-6-kat-artti-olumler-son-1-ayda-rekor-seviyeye-cikti/

[61] Eylem Akdağ, “Savcılık, ATK ve Hastane Üçgeninde Ölüm”, Yeni Yaşam, 13 Kasım 2020, s. 5.

[62] Cezaevinde yaşamını yitiren hasta tutukluların, ölüme terk edilenlerin portreleri: Vefa Kartal… Zilan Deresi’nde dünyaya geliyor. 46 yıllık ömrünün 26 yılını cezaevinde geçiriyor… İşkence altında bitkin hâlde bir eliyle diğer elini tutarak zafer işareti yapıyor… İşte Vefa’nın mirası bu zafer işareti… (Gülcan Dereli, “Vefa’ya Borcumuz Var!”, Yeni Yaşam, 13 Temmuz 2020, s. 9).

[63] “Teker Teker Öldürüyorlar”, Yeni Yaşam, 25 Eylül 2020, s. 5.

[64] “Türkiye Cezaevleri Ölümevi”, Yeni Yaşam, 16 Aralık 2021, s. 7.

[65] Delal Akyüz, “Kanser Hastası 2 Tutuklu Ölüme Terk Edildi”, 7 Ocak 2022… http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/157853

[66] Diren Yurtsever-Mehmet Aslan, “İşkence, Tecrit, Sürgün İçinde Bir Hasta Tutuklu: Pepûk!”, 15 Ocak 2022… http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/158687

[67] Gülcan Dereli, “Emine Ana: Kürdün Yarası Kendi İçinde”, Yeni Yaşam, 6 Temmuz 2020, s. 9.

[68] Eylem Akdağ, “Savcılık, ATK ve Hastane Üçgeninde Ölüm”, Yeni Yaşam, 13 Kasım 2020, s. 5.

[69] Toplama kampları XIX. yüzyılda ilk İspanyollar tarafından Koba’da, Britanyalılar tarafından da Boer Savaşı (1899-1902) ya da Tunus’ta Ömer Muhtar önderliğinde İtalyan işgaline karşı direniş kırmak için 1930’larda sırasında kullanılıyor. “Koruma amaçlı gözaltı” olarak adlandırılan süreç, egemenlerin, emperyalistlerin çıkarını korumak için icat ediliyor. I. Dünya Savaşı sırasında da söz konusu uygulama “düşman yabancılar” olarak belirlenen kesimlere karşı kullanılıyor. Almanya’da ilk toplama kampı 1923’te komünistlere ve Doğu Almanya Yahudisi Aşkenazlara karşı uygulanıyor. Bildiğiniz gibi daha sonra Yahudi soykırımında, toplama kampları Yahudileri imha merkezleri oluyor. “Önleyici gözaltı”, “kamu düzenine yönelik tehdit” gerekçeleri ile temel insan hak ve özgürlükleri askıya alınıyor. Olağanüstü hâl uygulamaları kapsamında bunlar çeşitli ülkelerde yasal hâle de getirilmiş durumda.

[70] Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 22.

 

 

Merhaba Lilith’in torunları![1]

“Daha çok kız kardeşimin yükseklere

kanat çırpmasını istiyorum.

Zira özgürlük, hiçbir zaman kadınların

kolay kolay elde edebildiği bir şey olmadı.”[2]

 

Merhaba Dostlar… Merhaba Lilith’in Torunları…

Bundan yaklaşık bir yıl önceydi… Pandeminin hayatımızda hüküm sürdüğü günler. Kadıköy’de bir dernek odasında gencecik kadınlarla birlikte coşkulu, verimli bir toplantıyı anımsıyorum. Sanıyorum adı henüz tam konulmamıştı. Ama içinizden bazılarıyla bir doğum gerçekleştirildi.

Sosyalist Kadın Hareketi, o gün, ülkenin dört bir yanından gelme kararlı ve coşkulu onlarca kadının eline doğdu.

Bu ilk kurultayınız… İlk kurultayımız. Genç bir hareket…

Ama aslına bakarsanız pek öyle genç de sayılmaz…

Kökü Flora Tristan’lara, Louise Michel’lere, Clara Zetkin’lere, Alexandra Kollontai’lara, Inessa Armand’lara, Rosa Luxemburg’lara dayanıyor.

Kadınların kurtuluşuyla emekçilerin kurtuluşunun iç içe, yan yana olduğunu haykıran, ne biri ne de öbürü için savaşmaktan asla vazgeçmeyen bir gelenek.

Sizleri çok eskilerden tanıyorum: Paris Komünü’nde barikatların arkasında savaşanlar, devrim öncesi Rusya’da ekmek ve gül talebiyle fabrikaları işgal edenler, İstanbul’da 1876’da ücretleriniz için Bab-ı Ali’ye yürüyenler, sizlerdiniz.

Zehra Kosova içinizden biriydi… Suat Derviş, Sabiha Sertel de öyle… 16 Haziran 1970 günü polis telsizlerinin “İşçiler fabrikaları terk ettiler, kadınlar ön saflara geçti” diye anons geçtiği kadınlar, sizdiniz.

Angela Davis de sizin saflarınızdan çıktı, Haydée Tamara da, Leyla Halid de, Hatice Alankuş da, Arin Mirkan da…

1975’te çatkılarınızla Taksim meydanını kızıla boyadınız.

Haziran 2013 sokaklarından, barikatlarından tanıyorum sizi… Dövüşen de, dans eden de sizlerdiniz.

Bugün ise ekmek ve özgürlük kavgasında grevlerde, protestolarda ön saflardasınız.

Flormar’da, İndomie’de, Migros’da, Mitsuba’da, Sinbo’da, Destek Otomotiv’de, Alpin Çorap’ta, Farplas’ta… coğrafyanın dört bir yanını saran grev dalgasında başı sizler çekiyorsunuz…

Dünyanın dört bir yanında, kadınların emekleri, bedenleri ve kimlikleri için verdikleri mücadelenin bir parçasısınız…

Kadınların özgür ve eşit olacağı, sömürüden, tahakkümden, eril şiddetten, savaşlardan arınmış bir dünyanın kavgasını veriyorsunuz.

Bu ülkeyi bir “kadın mezarlığı” olmaktan çıkartılıp, kendi bedenine ve yazgısına sahip, özgür kadınlar olarak yerinizi alacağınız bir kardeşlik sofrasına dönüştürmenin mücadelesini veriyorsunuz.

Kurultayınızın mücadele gücünüzü ve kararlılığınızı pekiştirmede büyük bir adım olacağından kuşkum yok.

Yolunuz, yolumuz açık olsun!

8 Mart’ta alanlarda buluşmak üzere!

 

N O T L A R

[1] Ursula K. Le Guin.

[2] Sosyalist Kadın Hareketi’nin (SKH) 20 Şubat 2022’de İstanbul’da düzenlediği Kurultay’da yapılan konuşma.

 

 

“Masum Değiliz Hiçbirimiz” ya da Sezen Aksu vakası

“Belki de her şey söylenmiştir.

Geriye kalan tek şey,

bunları anlamak olabilir.”[1]

 

Hakkında bir yandan, “Yetmez ama evetçidir. Ötesini tartışan salaktır”;[2] öte yandan da “Ürkütücü bir samimiyeti, teklifsiz bir cömertliği vardır… Cesurdur. Kimsenin karşısında eğilmez. Sevenleri onu bu tenezzülsüzlüğüyle sever, onun bu açık sözlülüğüne hayran olur… Özgürlükten başka hiçbir şeye borcu yoktur…

“Bulunduğu yere kimsenin ‘tensipleriyle’ gelmemiştir. Kimsenin ‘affıyla’ da susmaz,”[3] denilen dikotomide Sezen Aksu’ya dair ne yazılabilir? Bu “kolay” mı?

Elbette değil; ancak “saldırı” ya da “savunma” refleksleri dışında ve Wilhelm Reich’ın, “Her ne pahasına olursa olsun gerçeği söyle,” uyarısına kulak vererek bir şeyler kaleme alınabilir ve alınmalıdır da!

* * * * *

Öncelikle ve kesinlikle Sezen Aksu ile herkesin düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik her türlü saldırganlığa -kayıtsız ve koşulsuzca!- “Hayır” denilmelidir.

Platon’un, “Zaman kötü olunca erdem piyasası durgun olur, rezaletler pazarı ise canlanır; zenginin korkusu fakirin korkusundan daha çok olur,” saptamasını anımsatan tabloda; Gustave Flaubert’in, “Düşünceye saldırı insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir. İnsanlık Sokrates’in öldürülmesinin yükünü hâlâ omuzlarında taşımaktadır,” satırları ile Erica Jong’un, “Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı, şeytan adına işlenen cinayetlerin sayısından fazladır,” uyarısı ışığında, düşünce ve ifade özgürlüğü -liberallikleri şüphe götürmez- Osman Kavala’dan Sezen Aksu’ya yani herkes için savunulmalıdır; birileri biz(ler)e “salak” deme salaklığına müracaat etse de!

* * * * *

Sezen Aksu’nun siyasi görüşleri (ve tutumu) üzerine ahkâm kesilmesi oldukça gereksizdir. Çünkü bir “sır” olmadığı gibi, ayan beyan da orta yerdedir!

Bu bağlamda José Saramago’nun, “…Körlerin en kötüsü artık görmek istemeyen kördür,” sözünde büyük bir hakikât yatıyorken; John Locke’un da, “Hiç kimse, kendinde olandan fazlasını veremez,” dediği noktada; Sezen Aksu’nun olduğundan ötesini beklemenin “abartı”, “kuru gürültü” olduğu açık değil mi?

O hâlde?

Bu böyle olsa da; “Sezen Aksu’ya DAİŞ Usulü Tehdit”lere[4] sessiz mi kalacağız?!

Elbette ve kesinlikle “Hayır”!

* * * * *

Ancak Zeynep Altıok Akatlı’nın ifadesiyle, “Sezen Aksu’yu tek bir kelime ile tarif etmek gerekse o kelime ‘vicdan’ olurdu. O siyaseten çok eleştirildiği ‘evet’ oy tercihini açıklarken de vicdanıyla hareket etmişti, belki kimilerine göre yanlıştı yaptığı. Ama yanlış ya da doğru tercihlerinin arkasında durmuş, herkesten önce kendi vicdan muhasebesini yapmış bir sanatçıdır.”[5]

Şöyle ya da böyle, yalpalama ve gelgitleriyle, bazen bir ağıtla, bazen bir mektupla, bazen bir şarkıyla toplumsal yelpazenin sol tarafında durup seslenerek; hepimizi etkilemiştir.

Doğru bildiği kimi zaman yanlış olsa da; boyun eğmemiş, biat etmemiştir.

* * * * *

İşte bunun için hedef oldu…

Yıllar önceki bir şarkısı üzerinden “Dilinin koparılacağı”, onun gibi olanların “beyinlerine kurşun sıkılacağı” söylemine maruz kaldı.

Söz konusu söylem/saldırganlık geri tepince de; siyasal gafı telafi etmek için, apar topar, Sedef Kabaş’ın TELE1 ekranında söylediği bir atasözü, konuşmasından altı gün sonra aniden hedefe konuldu…

Kabaş önce gözaltına alındı, sonra Adalet Bakanı’nın suçlu ilan etmesiyle, haksız ve hukuksuz bir biçimde tutuklandı. TELE1 de RTÜK’ün olağanüstü toplantısıyla katmerli cezalara çarptırıldı.[6]

Bu arada, Sezen’e yöneltilen suçlamalar da “muhatap olmadığı” belirtilerek geri alınsa da; olup bit(mey)en –biat etmeyen herkesin bir gün linçi tadacağı toplumsal atmosferde![7] “tesadüf” değildi!

Kolay mı?

Sedef Kabaş gece yarısı gözaltına alınıp tutuklanırken IŞİD’ciye af, Sezen Aksu’nun “dilini koparmaktan”, “kafasına sıkmaktan” söz eden açıklamalar, TELE1’i susturma çabaları, hızla tırmanan simgesel şiddet, ister istemez küfürden kıyıma giden yolu düşündürdü: “Süreç olarak faşizmin” tarihsel örnekleri, “O yol çok uzun değil” diyor.

O yol, ulusun bünyesinde, onun kanında ya da kaderinde (Tanrı’nın lûtfu) olduğuna inanılan büyüklüğüne ulaşmasını önleyen bir yabancı “unsur” bulunmasıyla başlıyor. Hemen suçlamalar geliyor. Bu suçlamaları, bu “unsurun” ötekileştirilmesini hızlandıran, dozu giderek artan bir simgesel şiddet (küfür, aşağılama, şeytanlaştırma) izliyor; seçilmiş bireylere yönelik önce gelişigüzel, sonra sistemli darp etme, öldürme, linç gibi fizikî şiddet olayları başlıyor. “Süreç olarak faşizm” bu militanlarında cesaret ve dayanışma duygusu inşa etme aşamasında durdurulamazsa, şiddet olayları çoğunlukla cezasız kalırken yasalar anlamsızlaşıyor. Saldırganlar cesaretlendikçe, bireyleri hedef alan saldırılardan grupları hedef alan planlı saldırılar aşamasına geçiliyor. Bu aşamayı da çoğunlukla, pogrom, katliam ve nihayet soykırıma varan bir yok etme çabası izliyor.

Birçok örnek de var. Ancak en klasik ve sonuna kadar gitmiş olanını Nazi Almanyası’nda buluyoruz.[8]

Hayır bu “abartı” falan değil!

Sedef’ten Sezen’e uzanan; daha da binlercesi ile müsemma şiddet, güçten ya da/ve de çaresizlikten, korkudan, cahillikten, güvensizlikten, sevgisizlikten kaynaklanır. Aczin de farklı bir ifade biçimidir. Baskıyla, maddi manevi güç kullanarak, karşısındakine zarar vermeyi amaçlar. Farklı uygulama yöntemleri vardır. Zarar vermek görelidir: Aç bırakmak, hapsetmek, rehin almak, dil koparmaktan kişiyi yok yere hapsetmeye, acı çektirmeye, yok etmeye hatta toplu imhaya tırmandırılabilir…

İşin vahameti Sezen Aksu cephesinde değil. Ülke cephesinde…

Bir Cumhurbaşkanı ülkesinin sanatçılarına, gelecek için ayağını denk al, yoksa dilini koparırız diyebiliyorsa bilmem başka söze gerek var mı! Müjde Ar’ın isabetle vurguladığı gibi bunu bir camiden yapıyorsa o zaman bir kez daha anayasayı çiğniyor demektir!

Hem üzerinde yaşadığımız bu toprakların hem de dünyanın yüzyıllar boyunca, susturulmaya çalışılmış öyle çok düşünürü, yazarı, şairi, bilim insanı, şarkıcısı var ki…

Nesimi’den Nef’i’ye, Hallac-ı Mansur’dan Pir Sultan Abdal’a, Bedreddin’den Sabahattin Ali’ye… Galile’den, Sokrates’ten Thomas More’a…

Ama gördünüz, görüyoruz işte, en korkunç işkencelerle onları yok edenler unutuldu ama sesleriyle sözleriyle onlar hâlâ yaşıyor!

“ ‘O dilleri yeri geldiğinde koparmak görevimizdir…’ sözlerini ilk duyduğumda benim aklıma Victor Jara geldi. Bu köşenin okurları onu bilirler. Şili’nin eşsiz besteci, gitarist, söz yazarı, şarkıcı ve aydın insanı. 1973’te Pinochet’nin Allende’ye faşist darbesi sırasında binlercesi gibi tutuklanıp stadyuma götürülür.

“Victor Jara, Şili Ulusal Stadyumu’na yoldaşı sayılan gitarıyla gelmiştir. Unidad Popular’ın ‘Venceremos’unu söylemeye başlar, binlerce tutukluyla birlikte… Tutsaklar korosu, ancak üzerlerine ateş açılarak susturulur. O, çalmaya ve söylemeye devam eder. Önce gitarı elinden alınmak istenir, bırakmayınca hem elleri kırılır hem gitarı parçalanır. O, ‘Yeneceğiz’ şarkısını söylemeye devam eder. Başına, ağzına birkaç dipçik. Ağzı kan içinde şarkısını sürdürür. Sonunda makineli tüfekle o güzelim yüzü parçalarlar.

“Bitmedi. Gözdağı vermek için ellerini, bileklerinden kesip stadyumun tellerine asarlar. Biat etmeyenlere gözdağı vermek için… Victor Jara’nın soluğu, şarkıları, sesi, elleri hâlâ yaşıyor…”[9]

* * * * *

Genco Erkal’ın, “Artık şarkı sözleriyle uğraşmaya başladılar. Demek ki vaziyet çok kötü. Nereye saldıracaklarını bilemiyorlar giderayak. Masum bir şarkı sözü dizesi için köpürtülen bu yobaz saldırı utanç verici,”[10] notunu düştüğü “vahim tablo”da Sezen ile Sedef’i -şu veya bu “gerekçe”yle!- yalnız bırakmak durumu daha da vahimleştirmeye hizmet eder; kimileri bunu anlamamakta ısrar etse de!

Hatta “… ‘Tez zamanda geberesin!’ Kısa ve net! En azından lafı dolandırmamış!… Gebermemi istetecek kadar ne mi yaptım? İki, üç cümleyle Sezen Aksu’ya destek çıktım. ‘Sezen Aksu’ya linç girişimi, ayırımcı, kışkırtıcı, kin ve öfke kusan politikaların sonucudur! Bir şarkı sözüne gösterilen ‘hassasiyet’ keşke öldürülen çocuklara, kadınlara, yokluğa, yolsuzluğa, yoksulluğa, haksızlığa gösterilse! Ne vicdan kaldı ne haysiyet! Yazıklar olsun!,”[11] dedirtse de Zeynep Oral’a…

Ne denilirse denilsin: “Sezen Aksu, bu ülkenin değeridir, sanatçısıdır. Sadece şarkıcı değildir. Bir halk ozanıdır. Şairdir. Bestecidir. Yorumcudur. Elbette bu ülkenin aydınları, halkı Sezen’i yalnız bırakmadı”;[12] çünkü o, dik durdu…

5 yıl önce çıkan “Şahane Bir Şey Yaşamak” şarkısında geçen “Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e…” sözleri nedeniyle iktidar tarafından hedef gösterilen Sezen Aksu, 22 Ocak 2022’de yazdığı “Avcı” isimli şarkısının sözlerini paylaşarak, “Sonuç olarak 47 yıldır yazıyorum… Yazmaya da devam edeceğim” deyip “Avcı” başlıklı şarkısında ekledi: “Beni öldüremezsin/ Sesim, sazım, sözüm var benim/ Ben derken ben herkesim”![13]

Bu önemli, asla küçümsenmemesi gereken direngen bir tavırdı.

Kolay mı?

Çok önceleri Sokrates, “Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim”; Jean Paul Sartre, “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir”; Halil Cibran, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir”; Étienne Balibar, “Özgür olmak, özgürlüğü yok eden tüm zorlamalara, baskılara direnebilmektir,” diye uyarmamışlar mıydı hepimizi?

* * * * *

Tarihin gurur kaynağıdır teslim olmayan, diz çöktürülemeyen cesurlar…

Kimi açlığa mahkûm edilmiş, kimi yaşamlarının en güzel yıllarını cezaevinde geçirmek zorunda kalmış, kimi de “faili belli” cinayetlere kurban gitmiş olsalar da!

Şeyh Bedreddin ve yoldaşları gibi…

Tarih boyunca sayısız aydın, sanatkâr düşünce ve ifade özgürlüğü için mücadele verdi.

M.Ö. V. ve IV. yüzyıllarda filozof Sokrates, “Tanrıları inkâr ettiği ve gençleri toplumsal kurallara karşı kışkırttığı” gerekçesiyle ölüme mahkûm edildi.

M.S. V. ve VI. yüzyıllarda İskenderiyeli filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, pagan olmasına karşın Yahudi ve Hıristiyan öğrencileri okuluna kabul ederek, “Bizi birleştiren şeyler, ayrıştıranlardan daha fazla” dediği için dogmatik bir tarikatın mensuplarınca katledildi.

Roma’da Sezar’ın öldürülmesinden sonra başa geçen Marcus Antonius’un M.Ö. 43’te Cicero’yu “devlet düşmanı” ilan ederek öldürttüğünü ve “Konuşacak herkese ibret olması için” dilini kestirdiğini yazar tarihçiler.

Epiktetus, Roma’da yaşadığı günlerde, “filozof”u “Tiranın yüzüne dimdik bakabilen insan” olarak tanımlarken; XIII. yüzyıl filozofu Boetius kilise tarafından yakılmıştı. Tıpkı, XVI. yüzyılda filozof/gökbilimci Giordano Bruno gibi…

XVII. yüzyılda Protestan İngiltere’de şair Marlowe tanrı tanımazlıkla itham edildikten sonra, bir kavgada katledildi.

XVII. ile XVIII. yüzyıllarda Fransız düşünür Voltaire’in “Görüşlerinizi paylaşmıyorum, ama onları savunabilmeniz için canımı vermeye hazırım” sözleri ifade özgürlüğü mücadelesinde bir dönüm noktası oldu.[14]

Onların hepsi farklılıklarına karşın, Kaygusuz Abdal’ın, “Yücelerden yüce gördüm/ Erbabısın sen koca Tanrı/ Âlem okur kelam ile/ Sen okursun hece Tanrı/ Asi kullar yaratmışsın/ Varsun şöyle dursun deyu/ Anları koymuş orada/ Sen çıkmışsın uca Tanrı/ Kıldan köpri yaratmışsın/ Gelsün kullar geçsün deyü/ Hele biz şöyle duralım/ Yiğit isen geç a Tanrı!” dizelerindeki hakikât cengaverleriydi…

Tıpkı gazeteci Sedef Kabaş’ın, cezaevinden yolladığı mektubunda “Kendilerini haklı gösterenler gerçek suçlu, suçlu ilan edilenler ise sonuna kadar haklı…” ifadesindeki üzere![15]

* * * * *

Altını çizdiklerimizi unutmadan; tekrar Sezen Aksu’ya dönersek; o bir sanatçıdır…

Wilhelm Reich’ın, “Gerçek sanat ve bilim boyunduruk kaldırmaz”!

Albert Camus’nün, “Sanat zorbalığa karşıdır”!

Ursula K. Le Guin’in, “Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar”!

Theodor Adorno’nun, “Özgür olamayışın ortasında özgürlük benzeri bir şeyi dile getirir sanat.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir”!

Hasan Varol’un, “Sanat başkaldırmadır,”[16] ifadelerindeki üzere ve elbette (“masum değiliz hiçbirimiz” vurgusundaki) eksiklerle…

* * * * *

Tam da bu özelliklerinden ötürü Sezen Aksu’ya, Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Tayyip Erdoğan, caminin içinde mikrofonu eline alıp “dilini koparırız,” dedi!

Yeri gelmişken soralım: “Cami nutuk atma yeri midir? Evet öyle… değildir de, öyle yaptılar…

“Ve anayasanın ve Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri de tabii ki geçersiz kalmaktadır, Türk Ceza Kanunu’nun 312/2. maddesinde yer alan ‘halkı din, mezhep vs. farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik’ suçu fiili olarak yoktur. Bu madde yasadan kaldırılmalıdır!..

“Yasalarımızda ‘dil koparmak’ diye bir ceza mı vardır? Hayır”![17]

O hâlde sözü Denis Diderot’nun, “Boşunadır yasalar; herkesi eşit olarak bağlamıyorsa. Boşunadır yasalar; toplumda bir tek kişi bile ceza almadan onları çiğneyebiliyorsa!”; Charles de Montesquieu’nün, “Yasa kalkanı altında, adalet adıyla yürütülenden daha büyük bir tiranlık yoktur,” ifadelerine bırakalım!

* * * * *

Rosa Luxemburg’un, “Eğer bir hükümet ülkenin en aydın insanlarını, muhalefet etmelerini önlemek için hapse atıyorsa, çok zor bir durumda olsa gerek!” uyarısındaki açmazları yaşayan iktidarın, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ’ın, iktidarı eleştiren sanatçıları hedef alıp, “Ülkemizde milli ve manevi değerlere düşman sözde sanatçı bir gürûh var. Bu arkaik, ırkçı zihniyet bırakın içinde bulunduğumuz çağı anlamayı, yüzeysel ezberlerin dışına çıkamayan Erdoğan ve İslâm karşıtlığını çağdaş olmak sanan müstemlekelerden müteşekkildir. İtibar etmeyiniz,” ifadelerini kullandığı[18] onların bugününe gelince; hızla aktaralım…

Yunus Emre’yi okul kitaplarında sansürlediler, 8 kıtadan oluşan şiirini 7 kıtaya indirdiler, “cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver onları, bana seni gerek seni” mısralarını yok ettiler.

Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ını sakıncalı bularak, yasakladılar.

Dünyanın en ünlü çocuk romanı Şeker Portakalı’nı erotik buldular.

İlkokul öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eseri değiştirdiler, Heidi dua ederek huzur buluyor, Pollyanna Allah’ın bahşettiklerinin kıymetini biliyor, Pinokyo teşekkür etmek yerine, Allah razı olsun demeyi tercih ediyor, Üç Silahşörler’deki Aramis hidayete eriyor, La Fontaine’in tilkisi bile Allah yolunu açık etsin diyor.

Zeki Müren kasetlerini, Mozart cd’lerini, Suna Kan’ın konser biletlerini Ergenekon davasında delil yaptılar.

Kırıkkale Cezaevi’nde mahkûmlar boncuklarla Pir Sultan Abdal resmi yaptı, “örgüt lideri” diyerek Pir Sultan Abdal’ın resmine el koydular.

İçki içiliyor diye tekbir getirerek İdil Biret’in Topkapı Sarayı’ndaki konserine saldırdılar.

Ecdadımıza saygısızlık yapılıyor diye İstanbul bienali kapsamındaki sergiye saldırdılar.

“Adile Naşit’in ninni okuduğu Türkiye kâbustu” diyerek, dünyanın en güzel insanı Adile Naşit’in aziz hatırasına bile dil uzattılar, intikam duygularıyla Adile Naşit’i bile hedefe koydular.

“Kemal Sunal bu ülkeye zihinsel anlamda yapılmış en büyük kötülüktü, filmleri zekâya hakaretti” diyerek, Türkiye’nin yüzünü güldüren, Türkiye’nin ortak paydası Kemal Sunal’a bile saldırdılar.

Mübarek üç aylar Recep, Şaban, Ramazan’a lakaplar takmak suretiyle, dinî değerleri aşağıladığı iddia edilerek “İnek Şaban” hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundular.

“Shakespeare Müslüman’dı, esas adı Şeyh Pir’di” diyen, kafasında fesle dolaşan tımarhanelik arkadaşı “kültür adamı” sıfatıyla sarayda ağırladılar.

Asrın liderimiz bir ara kafayı Muhteşem Yüzyıl dizisine taktı, “Bizim öyle ecdadımız yok, diziyi kınıyorum” dedi, “kınıyorum” lafından hemen sonra diziye aniden ramazan ayı geldi, Topkapı Sarayı’nda komple oruç tutmaya başladılar, haremdeki göğüs dekolteleri kayboldu, hamam sahneleri yok oldu, Hürrem türban taktı, namaza başladı.

Heykele “ucube” dediler, İnsanlık Anıtı’nı idam ettiler, darağacı kurar gibi, vinçle boynuna halat doladılar, kafasını koparttılar, kazmalarla kırdılar.

Baleye “belden aşağı” dediler.

“Böyle sanatın içine tükürürüm” dediler.

Tarihî sinema binalarını yıktılar.

Marmaray inşaatında 8 bin 500 senelik seramikler bulundu, “çanak çömlek yüzünden vakit kaybediyoruz” dediler.

Aspendos’a mutfak mermeri döşediler, Apollon Tapınağı’na çimentoyla merdiven yaptılar, 2 bin 300 yaşındaki dünya kültür mirası Efes antik kentini yemekli organizasyonlara kiraladılar.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin sembolü Venüs heykelini müstehcen bularak yaktılar.

İzmir Sevgi Parkı’ndaki kadın heykelini parçaladılar.

Edirne’de Türk Kadınlar Birliği tarafından yaptırılan Özgür Kadın Heykeli’ni halatla çekerek kaidesinden kopardılar.

Ordu’daki kadın heykellerine sprey boyayla “Edep yahu” yazdılar.

Bursa’da uluslararası heykel sempozyumu kapsamında yaptırılan Gerçek Aşk isimli kadın heykelinin ayaklarını kırdılar.

Denizli’de at heykeline saldırdılar, fazla büyük görünüyor diye cinsel organını kopardılar.

İstanbul’da kollarını iki yana açmış kadın figürü Akdeniz Heykeli’nin kolunu kopardılar, taşla vura vura ezdiler.

Dünya çapındaki karikatüristimiz Oğuz Aral’ın heykeline molotof kokteyli attılar, tamir edildi, bu defa demir çubuklarla vura vura parçaladılar, tamir edildi, bu defa balyozla yıktılar.

La Diva Turca, dünyaca ünlü sopranomuz Leyla Gencer vefat etti, vasiyeti üzerine bedeni yakıldı, İstanbul Boğazı’na serpildi, “Küllerinizle suyumuzu kirletmeyin” diye yazdılar.

Levent Kırca vefat etti, “Müslümanlara zehir saçan alkolik tiyatrocu öldü” diye yazdılar.

Zeki Alasya vefat etti, “Rahmet okunmamalı, cenazesi camiden kaldırılmamalı” diye yazdılar.

Tarık Akan vefat etti, “Cuma bereketiyle geldi” dediler, “Ateşi bol olsun” dediler, “Elhamdülillah bir RTE düşmanı daha gitti” dediler, “Geberdi melun” dediler, “Artık cehennemde rol kesersin” dediler.

Ferhan Şensoy vefat etti, “Meyhaneci öldü” diye yazdılar.

Bedri Baykam’ı bıçakladılar.

Müjdat Gezen’in tek kuruş almadan pırıl pırıl sanatçılar yetiştirdiği okulunu kundakladılar.

Tiyatromuzun duayeni Orhan Aydın’ı yumrukladılar.

Kadıköy Özgürlük Parkı’nda konser veren opera sanatçısı Güvenç Dağüstün’e tekme tokat saldırdılar.

Levent Kırca’nın Devlet Sanatçısı unvanını geri aldılar, gözaltına aldılar, beş yıl hapisle yargıladılar.

Tarık Akan’ı dört yıl hapisle yargıladılar.

Metin Akpınar’ı evinden polisle aldırdılar, beş yıl hapisle yargılıyorlar.

Müjdat Gezen’e yurtdışına çıkış yasağı koydular, beş yıl hapisle yargılıyorlar.

Uluslararası gururumuz Fazıl Say’a 10 ay hapis cezası verdiler.

Zuhal Olcay’a 11 ay hapis cezası verdiler.

Orhan Aydın’a 11 ay hapis cezası verdiler, gözaltına aldılar, toplam yedi yıl hapis istemiyle yargılamaya devam ediyorlar.

Şair Yılmaz Odabaşı’na 11 ay hapis cezası verdiler.

80 yaşındaki Nilüfer Aydan’a 11 ay hapis cezası verdiler.

Heykeltıraş Mehmet Aksoy’a hapis istemiyle dava açtılar.

Ressam Fikret Otyam’ı yargıladılar, para cezası verdiler.

Barış Atay’ı iki yıl hapis cezasıyla yargıladılar, para cezası verdiler, sokakta beş kişi üstüne çullandılar, yerlerde tekmelediler.

Efsane karikatüristlerimiz Musa Kart’ı tutukladılar, Nuri Kurtcebe’yi tutukladılar.

Piyanist Dengin Ceyhan’ı tutukladılar, bileklerine kelepçe takıp fotoğrafını basına servis ettiler.

Atilla Taş’ı tutukladılar.

Grup Yorum’u tutukladılar, suç aleti olarak bağlamadan bile parmak izi aldılar, ellerinden gelse türküleri de hapse atacaklardı.

Metalci selâmı veren gençleri gözaltına aldılar.

Edip Akbayram’a soruşturma açtılar.

Tarkan’ı açılım toplantısına çağırdılar, katılmadı, suç icat ettiler, iki yıl hapisle yargıladılar.

Selin Şekerci’yi dört yıl hapisle yargıladılar.

Deniz Çakır’ı bir yıl hapisle yargıladılar.

Levent Üzümcü’ye soruşturma açtılar.

Şevket Çoruh’a soruşturma açtılar.

Rapçi Ağaçkakan’ı müzik yasağını eleştirdiği için gözaltına aldılar.

Rapçi Şehinşah’ı asrın liderimizi eleştirdiği için gözaltına aldılar.

Kelimelerin efendisi Ataol Behramoğlu’nu yargıladılar.

İlyas Salman’ı altı yıl hapisle yargılıyorlar.

Varlığıyla onur duyduğumuz, 83 yaşındaki Genco Erkal’ı dört yıl hapisle yargılıyorlar.

Sivas’ta şairleri, yazarları, ozanları, aydınları, diri diri yakanlara sahip çıktılar, savundular, afla hapisten çıkardılar.[19]

Türkiye Dans Sporları Federasyonu açacağını duyurduğu “bale antrenörlüğü” (!) kursunu Bale Sanatçıları Derneği’nin başlattığı “bale spor değildir,” protesto kampanyası üzerine “erteledi”.[20]

Boğaziçi akademisyenleri, atanmış Rektör Naci İnci’nin 16 yıldır üniversitede caz dersi veren Seda Binbaşgil’in derslerini kapattığını açıkladı.[21]

Sergi basıldı, polis gelmedi… İstanbul’un Tophane semti yine bir sergi baskınına sahne oldu. Tomtom Mahallesi’nde bulunan Çukurbostan Sokak’ta açılan “Kuytu” adlı serginin saat 21.00’daki açılışı, mahalle sakinlerinin olay çıkarması sonucu bitirildi. 21 kadın sanatçının eserlerinin bulunduğu “Kuytu” adlı serginin açılışı, “kızlı erkekli kalabalıktan ve alkol alınmasından rahatsız olan” mahalleli tarafından basıldı. Bir sanatçının babasına fiziksel şiddet teşebbüsünde bulunuldu, davetliler galeriye sığındı.[22]

Ressam Ali Elmacı’nın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesine tepki gösteren bir grup, İstanbul’daki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Merkezi’nde 2016 yılında 11.si düzenlenen Contemporary İstanbul’un açılış etkinliğine saldırdı.[23]

2017’de çıkardığı “Şahane Bir Şey Yaşamak” şarkısı üzerinden, iktidara yakın isim ve gruplar tarafından hedef gösterilen Sezen Aksu hakkında, Avukat Bilal Yavuz Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunup, “Sezen Aksu, hukuken şüpheli konumundadır. Yargı gereğini muhakkak yapacaktır,” dedi.[24]

RTÜK yönetimi, müzik yayını yapan kanalları tek tek arayarak Sezen Aksu’nun şarkısını yayınlamaları durumunda ağır yaptırımlarla karşılaşabilecekleri tehdidinde bulundu.[25]

Yıllar önce piyasaya çıkan şarkının sözlerinde “Binmişiz bir alâmete. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e…” ifadesinin geçtiğini söyleyen iktidar yanlıları, bunun dine hakaret olduğunu ileri sürdü. Sosyal medyada troller tarafından #sezenaksuhaddinibil etiketi ile kampanya başlatıldı.[26]

Öyle ya “Kurumsallaşmış iktidarın olduğu her yerde sansür de vardır,” diye boşuna dememişti Furuğ Ferruhzad![27]

* * * * *

Burada durup tekrar, ulusalcıların ifrat düzeyini de zorlayan Sezen Aksu’ya ilişkin beyanlarına dönüyorum:

“Erdoğan ve Gül’ün sanatçısı”[28] “O Sezen Aksu ki, bu kindar ve zorba dönemin karanlığını artırmasında açık açık destek vermişti Fethullahçı destekli AKP iktidarına.”[29]

“Sezen Aksu… Türkiye’yi cehenneme götüren yolu döşeyenlerden biriydi. Yetmez ama evet referandumunda ‘Tabii ki evet diyeceğim, dört dörtlük buluyorum, canı gönülden evet demeye devam edeceğim,’ diyordu,”[30] vb. satırlar “eleştiri” falan değil, abartı dozu yüksek hezeyanlardır!

Yeri geldi bir şeyi aktarayım; “Hiç kimse kendi ayakta duramazken yürüyenleri eleştirmesin,” diyen Mark Twain’den.

* * * * *

Şunların altını çizerek diyeceklerimi toparlıyorum…

İlki tüm “Yetmez Ama Evetçiler” gibi Sezen Aksu için de geçerliliğini koruyan Andrey Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir,” sözü.

Diğeri de Elsa Morante’ın, “Li dijî mirov kiryara herî mezin, aqil piçuk xistinê.” “İnsana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir,” uyarısını “es” geçerek -“Yetmez Ama Evetçi” liberal dahi olsa!- düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik linci “rasyonalize” edenler.

Doğru olan her ikisiyle de mesafesini özenle koruyan devrimci duruştur.

Bu günler bitecek, zorbalar gidecek; geriye başı dik özgür ifade ile şarkılar kalacak.

Elbette boşuna değildi Émile Zola’nın, “Gerçeği susturup yeraltına gömseniz bile gerçek, büyüyecektir. Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramaz!”; José Julián Martí’nin, “Tüm engellere rağmen adil fikirler amaçlarına ulaşır. Hızlandırmak veya engellemek mümkün olabilir, ancak durdurulması imkânsızdır,” saptamaları…

20 Şubat 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Andre C. Sponville.

[2] https://eksisozluk.com/sezen-aksu–47555?p=413

[3] Yıldırım Türker, “Sezen Aksu Meselesi”, 7 Şubat 2022… https://yenidentv.com/aile-albumu/sezen-aksu-meselesi

[4] “Erdoğan’dan Sezen Aksu’ya DAİŞ Usulü Tehdit”, Atılım, Yıl: 2, No: 47, 28 Ocak 2022, s. 11.

[5] Zeynep Altıok Akatlı, “Sanat Suç Olmaya Devam Ediyor Hâlâ”, Birgün, 20 Ocak 2022, s. 2.

[6] Emre Kongar, “Acıkana Sezen, Üşüyene Sedef…”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2022, s. 2.

[7] Işıl Özgentürk, “Her Türk Bir Gün Linci Tadacaktır!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 10.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Küfürden Kıyıma Giden Yol”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2022, s. 9.

[9] Zeynep Oral, “Gelecek Vaadi: Dil Koparmak!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 11.

[10] Emrah Kolukısa, “Sanat Dünyası Aksu’nun Yanında”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2022, s. 6.

[11] Zeynep Oral, “Türkiye Şarkısı: Sezen Aksu”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s. 11.

[12] Yazgülü Aldoğan, “Kimin Dilini Koparalım?”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2022, s. 14.

[13] “Sezen Aksu’dan İlk Açıklama”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 11.

[14] Vecdi Sayar, “Hakikât Cengaverleri”, Birgün, 30 Ocak 2022, s. 15.

[15] “Kabaş: Kim Suçlu Kim Haklı?”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2022, s. 6.

[16] Kadir İncesu, “Hasan Varol: Aslında Bütün Sanat Başkaldırmadır”, Birgün, 19 Aralık 2021, s. 15.

[17] Orhan Bursalı, “Sezen Aksu’nun Dili”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2022, s. 6.

[18] “AKP’li Hamza Dağ, Sanatçıları Hedef Aldı”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2021, s. 4.

[19] Yılmaz Özdil, “Sezen Aksu”, Sözcü, 20 Ocak 2022, s. 20.

[20] Ayşe Emel Mesci, “Çekin Elinizi Baleden”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2021, s. 14.

[21] “Bir Akademisyene Daha Kayyum Rektör Engeli!”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2021, s. 6.

[22] Ezgi Atabilen, “Sergi Basıldı, Polis Gelmedi”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2016, s. 18.

[23] “Contemporary İstanbul Açılışına Gerici Saldırı”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2016, s. 18.

[24] “Sezen Aksu’ya Bir Suç Duyurusu Daha”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2022, s. 6.

[25] Hüseyin Şimşek, “RTÜK’ten Sezen Aksu Tehdidi”, Birgün, 21 Ocak 2022, s. 9.

[26] “İktidar Yanlılarının Tek Derdi Sezen Aksu Şarkısı”, Sözcü, 19 Ocak 2022, s. 11.

[27] “Başını maddi geçimin bir aracı olarak görerek alçaltan bir yazar, eğer zaten kendi yaşamı onun cezası hâline gelmediyse, bu manevi köleliğin cezası olarak sansür adı verilen köleliği hak eder.” (Karl Marx).

[28] Aytunç Erkin, “Aksu’ya Gelen Telefon”, Sözcü, 19 Ocak 2022, s. 14.

[29] Adnan Bulut, “Dil Koparan Cumhurbaşkanı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2022, s. 2.

[30] Yılmaz Özdil, “Sezen Aksu”, Sözcü, 20 Ocak 2022, s. 20.

 

 

Burjuva sanatçı üzerine tartışmalar – Karnaval Kumpanya

Karnaval Kumpanya olarak 29 Ocak Cumartesi günü Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” kitabının “burjuva sanatçı üzerine” kısmını tartıştık. Kitap, isminin de yönlendirdiği üzere burjuva kültürünün çürüyüşünü farklı yönleriyle anlatıyordu. Biz de tartışmalarımızı derinleştirmek adına kitap üzerine çalışmaya başladık.

Caudwell’in yazısı temelde sanatın ve sanatçının işlevine, burjuva kültürüyle şekillenen sanatçının genel yönelimlerine ve bu sanatçılardan birisi olan D. H. Lawrance’ın bu kültüre karşı olmasına rağmen nasıl bu kültüre tekrar eklemlendiğine odaklanıyordu. Biz de Caudwell’in izleğini takip ederek tartışmalarımızı şekillendirdik.

Sanat üzerine tartışmalarımızın bolluğundan faydalanarak, tartışmaya girerken sorduğumuz ilk soru, “Sanatçının işlevi nedir?” oldu. Caudwell’in de tartışılmasını önemli bulduğu konu hakkında basit fikir yürütmeler yapmaya başladık. Öncelikle soruyu bağlamsız bir şekilde tartışamayacağımızı saptadık. Çünkü farklı zaman ve mekânlar içerisinde sanatçının işlevi farklı olacaktır. Örneğin sınıflı toplumun sanatçısı ile sınıfsız toplumun sanatçısı, nitelik olarak birbirinden çok ayrıdır. Benzeri bir şekilde, sınıflı toplumlar içerisinde de Antik Yunan’daki bir sanatçı ile Rönesans İtalyası’ndaki bir sanatçı, birçok yönden birbirinden ayrılır. Hatta bu tartışmaya köleci toplumda sanat kavramının olmayışı, sanat ve zanaat kavramlarının feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş aşamasında ortaya çıktığı gibi bir bilgi de devreye girebilir. Dolayısıyla da sanatçının işlevini saptamak için nerede ve ne zaman soruları büyük önem arz etmektedir.

Tartışmanın daha elle tutulabilir olması için sanatçının işlevi konusunu kapitalist toplum içerisinde sınırladık. Bu bağlamda da karşımıza, Caudwell’in de saptadığı, bir taraftan piyasaya, bir taraftansa abartılmış bir bireyselliğe sıkışmış bir sanatçı formu çıkar. Sanatçının kapitalist toplum içerisinde yaşadığı temel çelişki, toplumun sanatçıya, eseriyle ilişki kurarken eserini mülkü olarak görmesi gerektiği dayatmasıyla belirginleşir. Yani sanatçı ve eseri, mülkiyet ilişkisi içerisinde ele alınmaya başlamıştır. Bundan dolayı sanatçı, eserine mülkü olarak bakmak zorunluluğunu taşımaya başlar. Bu durum da ya sanatın pazara sokulmak için üretilmesine ya da pazara sokulmaması için toplumdan soyutlanıp sadece kendi için üretilen bir nesne hâline dönüşmesine yol açar. Burjuva kültürünün yarattığı sanatçı, ya piyasaya açılacaktır ya da kendini toplumdan soyutlayacaktır.

Bu bilgiler bugün de Caudwell’in yazdıklarıyla örtüşmektedir. Ancak Caudwell’in yazdıkları ile bugün arasında yaklaşık 84 yıllık bir fark olduğunu düşününce, bu ilişkinin de değiştiği görülebilir. Artık sanat öyle bir noktaya gelmiştir ki her türlü sanat üretimi alınıp satılabilirdir. Öyle ki piyasaya sokulmamak üzere, toplumdan soyutlanmış, son derece bireysel sanat formları bile pazara entegre olmuş, sanatçıyı bir deha konumuna sokup milyonlarca dolara satılabilir bir hâle sokulmuştur. Hatta sanat tam da bu bireyselliğe yönlendirilmiş, toplumun genelinin anlayamadığı, zaten anlamasının da gerekli olmadığı biçimler önemsenmeye başlanmıştır. Post-modern akımlarla birlikte sanat, anlamın ortadan kaybolduğu, iletişimsizliğin ve eylemsizliğin ön plana çıktığı, bireyin toplumdan soyutlanıp yalnızlaştığı, sistemin çarklarının arasında ezildiği ve asla tek bir gerçeğin bulunmadığı bir anlamsızlık düzlemine itilmiştir. Artık aktif olarak sistemi yıkmayı hedeflemeyen hiçbir sanat formu, pazardan muaf değildir. Öyle ki sisteme duyulan öfke bile çeşitli formlarıyla alınıp satılabilir bir hâle gelmiştir.

Bu noktada Caudwell’in tanımını yaptığı bir gerilim tartışmaya dahil olur. Caudwell’e göre sanat, değişen toplumsal ilişkilerle eskimiş bilinç arasındaki gerilimden doğmaktadır. Bu gerilimin ise evrimci ve devrimci olmak üzere iki biçimi bulunur. Evrimci biçim, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin kendini açığa vurmasıyla oluşan, sistemin ürettiği ve üretmeye devam edeceği genel sanat formlarıdır. Bu biçim, kapitalist toplum içerisinde sanatın mülkiyet ilişkileriyle yoğrulmasına denk düşer. Biraz önce tanımladığımız, günümüzde sanatın geldiği yer de bu evrimci biçimin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devrimci biçim ise, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin, aşılmak üzere keskinleşmesiyle oluşur. Yani artık kabına sığamayan bu çelişki, sanatta da kendini var edip sistemi yıkıp yeniyi inşa edecek bir formda kendisini var eder. Ancak bu biçimin oluşabilmesi için sanatçının artık tek başına bir sanatçı olarak değil, aynı zamanda bir insan, yurttaş, sosyolog olarak hayata bakmasına ihtiyaç vardır. Sanatçı, sanatla birebir ilişkide olmayan politika, ekonomi, bilim ve felsefeyle ilgilenmelidir. Ancak bu yönüyle sanat, sistemin kendisini dayattığı evrimsel biçimden çıkıp devrimci bir hâle getirilebilir. Bu nedenle bizim de saptamamızla uyuşacak bir yerden artık saf sanatın olmadığına kanaat getirebiliriz. Sanat, sınıf savaşının içerisinde farklı cepheleri olan bir alandır. Dolayısıyla devrimci olmayan ya da bu cephede kendini var edemeyen her sanatçı piyasa tarafından öğütülme riski taşımaktadır.

Bu sanatçılara bir örnek olarak Caudwell, D. H. Lawrance üzerinden bir tartışma yürütür. Lawrance da burjuva kültüründen nefret eden bir sanatçı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak tek başına nefret etmek, bu kültürü yıkıp yenisini inşa etmeyi sağlayamaz. Lawrance’ın da bu konuyu çözmek için ortaya koyduğu temel bir teori bulunmaktadır. O da burjuva kültürünün toplumu yozlaştırmasının önüne geçebilmek için geriye dönmektir. Yani kapitalizmin olmadığı, hatta sınıfların bulunmadığı ilkel “eski güzel günlere” dönmeyi arzular. İlkele dönüş, Lawrance’a göre bu sorunun kesin çözümüdür.

Lawrance’ın bu çözümü ortaya atmasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Ona göre Avrupa kültürünün yozlaşmışlığı ve mülkiyet hırsı, toplumun bilinçliliğinden kaynaklanmaktadır. Bilinç, insanlığı öyle bir noktaya getirmiştir ki artık insanlar kendi basit fiziksel arzularını bile karşılamaktan aciz kalmışlardır. Dolayısıyla da bundan hemen vazgeçilmeli, insanın en basit arzularına geri dönülmelidir. Ona göre insan toplumsal ilişkileriyle beraber değil, ona karşın özgürdür. Yani insanı özgür yapacak şey doğrudan içgüdüleri ve tensel isteklerinin kendisidir.

Lawrance’ın bu isteğinin temelinde, aynı zamanda felsefî bir boşluk da bulunmaktadır. Ona göre duygu ve düşünceler birbirlerini yadsırlar. Günümüz rasyonel düşünen kapitalist toplumu, duygunun önemini kaybetmesine neden olmuş, onları köreltmiştir. Bu nedenle de duygular ancak düşünceler olmadığında kendisini açığa vurabilir. Buna örnek olarak da ilkel danslarda duyguların çok daha yoğun yaşandığı, çok daha yüksek bir güdü ile arzuların tatmin edildiğini gösterir. Ancak Caudwell bu konuda Lawrance’ı yaklaşımının eksikliği nedeniyle eleştirmektedir.

Duygu ve düşünceler, birbirini dışlamaz, tersine birbirlerini yardımlaşarak yükseltirler. Duygu ve düşünceler birbirlerinden tamamen ayrı düşünülemeyeceği gibi, nitelik olarak da birbirlerini beslemektedirler. Bir salyangoz, bir insan gibi duygulanım yaşayamaz, çünkü insan kadar nitelikli düşünebilme yetisi yoktur. Aynı şekilde ilkel bir toplumdaki düşüncelerin basitliği, duyguların da basitliğine yol açmaktadır. Duyguların karmaşıklığı, düşüncenin karmaşıklığından bağımsız olarak düşünülemez. Bu bağlamda günümüzden bakıldığında bir pembe dizideki ilişkilerin karmaşıklığıyla oluşan duygu sarmallarını, eşi ve en yakın arkadaşı tarafından aldatılan bir insanın aynı anda hissettiği öfkeyi, acıyı, üzüntüyü ve belki de şüphesinin gerçek olduğunu gördüğündeki o hafif rahatlamayı düşünebiliriz. Bu karmaşıklıkta bir düşünceler toplamı, yine karmaşık bir duygu sarmalını beraberinde getirir. Bu pembe dizideki duyguları, böylesi bir düşünce sistemi bulunmayan, hayata dair ancak basit fikirleri birbirine aktarabilen bir toplum yaşayamayacaktır. Düşüncenin basitliği, duygunun da basitliğine yol açmaktadır.

Buradan yola çıkarak Lawrance’ın duyguya verdiği önemi gözetirsek sonuç geriye gitmek değil, ileriye gitmek olmalıdır. Günümüz kapitalist sistemi içerisinde duyguların yozlaştığı doğru bir tespit olabilir, ancak bunun çözümü bilinçli bir şekilde bilinçsiz bir döneme dönmeye çalışmak değil, tam tersine bilinci geliştirmek olmalıdır. Düşüncesinin niteliğini artıracak bir toplumda duygular da önem kazanır. Caudwell’in sözleriyle “Eskiye dönmek yerine yeniye gitmemiz gerekir; yeni var olmadığına göre onu yaratmamız gerekir.” [1]

Lawrance’ın duygu ve düşüncelere yönelik karşıtlıklar üzerinden oluşturduğu tavır, günümüzde de farklı biçimleriyle karşımıza çıkar. Özellikle anlam üzerinden yürütülen tartışmalarda duygu ve düşüncenin birbirini dışlamasının varsayılması kendisini çokça açık etmektedir. Örnek vermek gerekirse bir tiyatro oyununun herhangi bir mesaj kaygısı taşıyor olması, çoğu zaman oyunun didaktik veya dayatmacı diye yaftalanmasıyla sonuçlanır. Bu durum, eserin teknik açıdan yetersiz ya da ideolojik açıdan çürümüş olmasıyla değil, anlam varsa sanat yoktur gibi bir genellemeyle kendini gösterir. Dolayısıyla da öznesine bakılmaksızın düşünceye negatif bir anlam yüklenir.

Burjuva kültüründe anlamın olduğu yerde sanattan zevk alınamayacağı gibi bir fikir oluşturulmuştur. Özellikle post-modern akımlarla beraber oluşturulan bu fikir, sanatçıya ya anlamsız ya da aynı anda çok fazla anlam içeren, herhangi bir yöne doğru net bir şekilde yöneltilemeyen bir eser çıkarması konusunda baskı oluşturur. Tabii bunun uygulanamadığı sıklıkla görüldüğünden dolayı burjuva değerlerini taşıyan eserlerin kamuya bolca sunulduğu da görülmektedir. Kendi çelişkileriyle birlikte var olan burjuva kültürü, bu yönleriyle birlikte günümüzde altı boşaltılmış, anlamın belirsiz veya ancak gündelik olduğu, neye dayandığı bilinmeyen ve sanatçının dehasına atfedilen bir sanat biçimi yaratmış, sanatın toplumun kendisini inşa etmesini sağlayan her biçimini burjuva ideolojisiyle donatmıştır.

Duygu ve düşüncenin birbirini beslemesi, burjuva kültürü tarafından da zaman zaman kullanılmaktadır. Örneğin ne olduğu anlaşılamayan, hayatta herhangi bir yere tekabül edemeyen bir resim ya da heykel, onunla beraber sunulan açıklama kartlarıyla birlikte detaylandırılır, sanatçının niyetini alımlayıcıya sunar. Bu sayede de boş bir tablo bile milyonlarca dolara satılabilecek, yüce duyguları harekete geçiren bir eser olarak pazarlanabilir. Caudwell’in zamanında yeni yeni başlayan bu sorun günümüzde çok daha nitelikli bir biçimde kendisini var etmektedir. Mesele anlamın olup olmaması değildir, var olan anlam değiştirilebilir, anlam yoksa yaratılabilir, varsa da altı boşaltılabilir. Önemli olan piyasanın isteklerine göre sanatın nasıl kullanılacağı, sınıf savaşı içerisinde nasıl bir yere oturtulacağıdır.

Sonuç olarak burjuva sanatçı, burjuva kültürü tarafından sıkıştırılmış ve sisteme eklenmekte olan bir sanatçıdır. Caudwell’in deyişiyle “Onun kültürü, her zaman çürüyüşünün bilincinde olan, kendini eleştiren ancak her şeyin değişik olduğu bir zamana dönmekten ve böylece burjuva kültürünü bugüne getirmiş olan tüm gelişmeleri yok etmekten başka çözümü olmayan burjuva kültürüdür.” [2]

Bu sistemi yıkmayı hedeflemediği sürece burjuva sanatçı sistemin çarklarına eklemlenmek dışında bir şey yapamayacaktır. Dolayısıyla da Caudwell’in 1938’de “ölüyor” dediği bu kültür, bugün 2022’de artık çürümüş, her yeri ölüm kokusuna boğmuştur. Kendisinin ve sanatının özgürlüğünün toplumun özgürlüğünden geçtiğini fark etmeyen sanatçı, gündelik çözümlerden başka bir şey üretemez. Sanatçının daha nitelikli bir sanat oluşturmak için devrimcileşmekten başka bir şansı artık kalmamıştır.

 

[1] C. Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, s. 54.

[2] A.g.e., s. 56

Yansıma – Yusuf Alp

Uzak köşede dosyaları toplayan adamın yüzüne uzun uzun baktı. Dosyaları teslim ettiği müdürün gözlerine kaydı bakışları, yanından geçen stajyer mimar kızın dişlerine, hızla yürüyen patronun pürüzsüz cildine, otuzlarının sonundaki pazarlamacının memelerine…

Bulantı…

Baş dönmesi…

Zorakî bir gülümseme.

Ayaklarını uzatıp, sırtını rahat koltuğunun arkasına dayadı. Boğulması gerekiyor da boğulmuyormuşçasına. Ölemeyen, ciğeri parçalanan Promete gibi. Üstelik ateşi çalmayı düşünen hiç olmamıştı.

Ayaklarını toplayıp, yeri tabanında duymak istedi. Eklemlerine yolladı gücünü. Ellerini masaya dayadı; poposuyla koltuğu geri attı, dikildi. Vücudunun geri kalanına yolladığı gücünden bıraktığıyla, kafasını ancak birkaç santim kaldırabildi. Boynu kasılı ve eğik, salına salına, iki birayı bir anda dikmiş ama sarhoş da olmamış gibi yürüdü.

Koridoru geçip asansöre attı kendini. 3 kat aşağıda firar etti 54 saniyelik hükmünden. Trabzanlara tutunup bir kat daha indi. Yüzlerce kez adımladığı koridoru son kez geçti. Hayatının en zor kulvarını; kısa mesafe maratonunu bitirip iki avcuyla ittiği kapıdan geçerek aynı avuçları lavabonun mermerine dayadı. Son gücüyle kafasını kaldırdı. Aynaya baktı.

Kendine baktı Ömer Faruk.

Bulantı…

Baş dönmesi….

Hüzün.

* * *

Ömer ve Faruk, 2024 Nisanı’nda Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde doğdu. İki bebeğin de bütün değerleri ve kilosu tam olması gerektiği gibiydi. Tek yumurta ikizlerinden önce Faruk doğmuş, 52 dakika sonra da Ömer doğmuştu. Ama arada karıştıkları için ailesi önce doğana Ömer adını koyacakken, Faruk koymuş oldu. Tabii bunu ne Ömer ne Faruk ne de ebeveynleri hiç öğrenemedi.

Çocukluğunu atlatıp ergenliklerine doğru geçerken, gerçekten tanıştılar. Tanıştı demek daha yerinde.

Anlatıyorum.

Muhafazakâr bir aile olan ebeveynler çocuklarına anca 2035’e gelinip kavurucu sıcaklara karşı bir dönem çevrimiçi eğitime geçilince bilgisayar aldı. -Çinli bilimciler o yaza tavşan sıcakları dediler-.

Çocuklar birbiriyle çok az konuşuyordu, ama kavga ettiklerini gören olmamıştı. Biri saatlerce bilgisayar sırasını devretmese bile diğeri ses etmiyordu. Çok meraklı iki çocuktu onlar. Oyun oynadıklarını ebeveynleri dahil kimse görmedi. Arama motorunda popüler bilim sitelerinin kayıtları birikiyordu.

Ebeveynler arama geçmişini her kontrol ettiğinde memnun kalkıyordu. Heveslerini ve motivasyonlarını yüksek tutmak için çocuklarla araştırdıkları konular üzerine sohbet etmeye başladılar. İkisi de hevesle aynı şeyleri anlatıyorlardı. Ailelerini bu kadar geç bilgisayar aldıkları için pişman ettiler.

Bir akşam yemeğinde baba gene de endişelenip Ömer’i uyardı. “Oğlum” dedi. Ve ekran başında fazla kalıp gözlerini bozmamasını istedi. Anne “yok” dedi. Bazan Ömer’in bazan da Faruk’un fazla kaldığını ama çocuklarla konuştuktan sonra sırayla yeteri kadar oturduklarını söyledi.

Baba, 11 yaşında çocuğun bu kadar şeyi bu kadarcık sürede öğrenemeyeceğini, Ömer’e dikkat etmelerinin iyi olacağını söyledi. Bir süre daha dikkatli gözlemledikten sonra bir sorun görmediler. “Herhalde” dediler. Çocukların araştırdıklarını birbirine anlattıklarını düşünüp endişelerini giderdiler.

Ama gel gelelim bir pazar sabahı çocuklar York’ta gerçekleşen bir ölü doğumun haberini okudular. Haberdeki tek yumurta ikizi bebeklerin yeterli sayıda organı yoktu. Birinde akciğer varken, diğerinde karaciğer; birinde kalp varken diğerinde mide, ikisinde birer böbrek ve birer beyin lobu bulunuyordu.

Adeta bir bedenin organlarını üleşmişlerdi.

O zaman Ömer ve Faruk’un Ömer-Faruk olduğunu keşfettiler. Ömer-Faruk yıllarca hissetmesine rağmen bunun ne demek olduğunu algılayamıyordu. Okuduğu haber, hissettiğini gözlerinin önüne sermişti.

Çocuk kendisini keşfetti. İki bedene sahip tek bir insandı o. Birbirinden çok uzak mekânları ve hatta birbirinden farklı zaman akışlarını deneyimleyebilen biri.

* * *

Var olmamış ve belki hiç var olmayacak bir insan olarak dünyaya gelmişti. Mükemmeldi. İki bedenini saatlerce karşılıklı oturtup dört gözünden kendisini seyretmeye başladı. Kendine baktı, sesini duydu, dokundu.

Bu saatler çok artınca ailesi durumu sordu. Çocuklarının anlattıklarını, doktora iletip muayene ettirdiler. İki kafatasında ayrı ayrı birer beyin lobu görülünce anomalinin tespiti yapılmıştı.

Aile anlamaya çalışırken oğlan durumun tadını çıkardı.

Arasındaki bağ güçlendi, kendisinin ilk sevgilisi oldu. Bulutların üstünde yaşadı bir süre. Sonra her ilişki gibi kavgalar başladı. Hiddetli bir anda canavar dedi kendine. Kavgaları büyüdü ayrıldılar. Terk edilen kendiyle bütün iletişimini kopardı.

İlk gençliği boyunca içine kapandı. Sadece ötekiyle konuştu. Hezeyanla kaçtı bütün düşünce anlarından. Düşündüğünü kendisi duyuyordu. Küstüğü kendisi.

* * *

Ömer-Faruk’un daha verimli organları bir bedende toplandı ve beyin lobları da aynı kafatasına nakledildi.

Bir süre gücü ve güzelliğiyle oyalanmıştı. Sonra kendi kusurlarını görmeye başlamıştı.

Kusursuzu aradı. Yapay göz üretimi ve yüz naklinin ilk dönemlerinde yaşıyordu. İki güzel yüz, fazladan uzuv ve organların karşılığında, tek ve kusursuz bir beden ve yüz istedi. Bir bedende toplamak istedi güç ve güzelliğini. Ve kusursuz olanı buldu.

Pürüzsüz bir cilt, simsiyah gözler, parlak koyu kumral siyaha çalan saçlar, kemikli bir çene, dolgun ve yumuşak dudaklar, biçimli bacaklar, sert ve düz karnıyla bir yarı tanrı.

* * *

Bulantı…

Baş dönmesi…

Panik.

Aynadaki yabancıya öfkelendi. Avuçlarını soğuk mermerden çekip, foşur foşur akan suyun altına bıraktı. Ellerini yıkamaya başladı. Musluğun ayarını kaynar derecede suya çevirdi. Ellerini tersine çevirip baktı, temizlemeye çalıştı. En soğuğa çevirip dakikalarca altında tuttu. Çatlayacaktı derisi.

Avcunu yüzüne götürdü, dokundu. Yüzünün her yerini kaydetti avuç içinden hafızasına ve aynayı tek yumrukta parçaladı. Bu yüzü bir daha görmemeye yemin etti. Göz kapaklarını kapattı; baş parmaklarıyla göz yuvarlaklarına baskı yaptı. Bu hareket tansiyonunu düşürüyordu.

Baldırlarına güç geldi. Vahşi bir hayvan gibi tek hamlede kapıyı itti. Kendini binanın dışına atıp ilk taksiye bindi. Sadece “Surp Pırgiç’e” diyebildi. Şapele gidip bir sandalyeye oturdu. Gözünü kapatıp dakikalarca bekledi.

* * *

Bulantı…

Baş dönmesi…

Atak.

Erkek kusursuzluğun olabilecek en büyük kusur olduğunu görmüştü. Herkesin ilk aklına gelenin pürüzsüz bir cilt olduğunu… Kendisinin artık eşsiz değil, güzel imgesinin herhangi bir görünümü olduğunu…

Ömer Faruk’la ilgili anlatabileceğim son şey kendi yüzünü geri istediği. Yüzünün bir kopyasının nakledilmesini reddettiği, hayatî tehlikeye rağmen kendi yüzü ve gözlerinin naklini istediği, bunun sorumluluğunu aldığı ve hastaneye herhangi bir durumda dava açmayacağı…

Direniş öğretir, direniş kazandırır, direniş örgütler

Saray Rejimi, uluslararası ve yerli tekellerin iktidarıdır. Onların devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

Yani, işçi ve emekçilerin açık düşmanıdır.

Yetmez, işçi ve emekçilere karşı açık bir saldırı yürütmektedir.

Erdoğan, açık olarak, patronlara, her istediğinizi yapıyoruz, bizim sayemizde grevler de yok, diye seslenmektedir.

Her hak arama eylemine, devlet, tüm güçleri ile, iç savaş hukuku ile saldırmaktadır.

İşçilere, öğrencilere, kadınlara, çocuklara karşı her saldırı, doğrudan Saray Rejimi’nin kontrolü ve emirleri altında gerçekleşmektedir.

Ülkede cinayetler sürekli artmaktadır. İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri birbiri ile yarışır hâldedir.

Sendikalar ellerindedir.

Polis gücünün uzantısı olmuş yargı sistemi, emir komuta zinciri içinde açıktan saldırarak çalışmaktadır.

Burjuva medya, Saray medyası da içinde, sistemi korumak için bir yalan makinası, bir karanlık pompalayıcı makina gibi iş görmektedir.

Ordusu polisi, halkın her eylemine, işçilerin, gençlerin her eylemine, kadınların her eylemine açıktan saldırmaktadır.

Burjuva partiler, muhalif burjuva partiler, bu saldırılar karşısında sinmeyen, yılmayan işçi ve emekçileri, kadın ve gençleri evlerinde tutabilmek için, yeni korkular üretmektedir. Sokağa çıkmaya karşı burjuva muhalefet, Saray Rejimi’ni tamamlayacak şekilde korku pompalamaktadır.

Tarikatları çetedir, çeteleri tarikat. Hepsi, hep birlikte saldırmaktadır.

Ama bütün bu saldırılara karşın, işçi ve emekçiler, gençler ve kadınlar direnişi sürdürmektedir. Gezi ile başlayan direniş süreci, inatla sürmekte, giderek daha farklı biçimler almakta, yayılmaktadır.

2022 bu direnişlerle başlamıştır.

Sendikalar bu direnişleri önlemek için, 2021’in son aylarında ellerinden geleni yaptılar. Ama başaramadılar, başaramayacaklar.

Giderek birçok fabrikadan, birçok işyerinden direniş haberleri gelmekte, işçiler direnen kardeşlerini daha yakından izlemekte, direnişlere daha yakın durmaktadır.

Artık, her koyun kendi bacağından asılır düşüncesi, işçiler içinde, direnenler içinde adım adım aşılmaktadır.

İşçi sınıfı, tüm direnişi birleştirmiş değildir henüz. Bunun yolu Birleşik Emek Cephesi’dir. Bu henüz gerçekleşmemiştir, ama işçiler, özellikle direnen işçiler, birleşik emek cephesinin gerekliliğini daha iyi hissetmektedirler.

Her direniş, kararlılıkla sürdürülürse, bazı hakların alınabileceğini göstermektedir.

En son Migros direnişi buna örnektir.

TÜSİAD yöneticisi Özilhan’ın evinin önüne giden işçi, tek başına da olsa, tutuklanmaktadır. Buna rağmen, Migros işçileri geri adım atmamıştır. Migros işçisi “taşeron” numarasına kanmamış, benim sayemde zengin olanlar, bana hakkımı vermeye sıra gelince taşeronun arkasına sığınamaz demiştir.

Gözaltına alınmışlardır.

Migros deposuna, TOMA’lar girmiştir.

Saray Rejimi, Özilhan ailesini savunmak için, basınını devreye sokmuş, TOMA’sını devreye sokmuş, yargısını devreye sokmuş, ama henüz tanklarını devreye sokmamıştır.

Buna rağmen direniş devam etmiştir. Ve işçiler haklarını almayı, işten atılan arkadaşlarını geri almayı başarmışlardır.

Birlik ve mücadele, direniş, işçileri örgütlemiş ve kazanmalarına temel olmuştur.

Migros’un direnen işçileri, henüz tüm Migros mağazalarının önüne grev çadırlarını kurmamıştır. Ama buna rağmen, önemli bir adım atmışlardır.

Bu küçük adımdır. Ama önemlidir. Önemi, direnişle gelen kazanmadan gelmektedir. Kimseye yalvarmakla değil, direnişle kazanılacağının işaretidir bu. Yolu göstermektedir ve önemi de buradan gelmektedir.

Migros sadece bir örnektir.

Bunun gibi birçok direniş gerçekleşmiştir. Ve bu direnişlerde işçiler, kendilerine verilen %10 gibi zamları geri çevirmiş, az da olsa haklarını alma yolunda adımlar atmışlardır.

Ülkede açlık, işsizlik kol gezmektedir.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerden, emekliden ve yoksuldan, büyük paraları patronlara transfer etmektedir. Elektrik zamları, sadece bir zam olmanın çok ötesindedir. Elektrik zamlarına karşı yapılan protestolar, ülkenin her yerine yayılmıştır.

Tüm bu direnişler, işçi sınıfının, emekçilerin direnişinin gücünü göstermektedir.

Tüm bu direnişler, büyük bir direnişin parçasıdır, öyle ele alınmalıdır.

Saray Rejimi saldırırken, burjuva muhalefet “sandığı bekle” komutu vermekte, sandık hayallerini canlı tutmaktadır. Sanki seçimleri iptal etmek, ertelemek, seçimlere hile karıştırmak bir metot olarak Saray Rejimi’nin elinde değilmiş gibi.

Sanki Saray Rejimi, egemenler, kendi hukuklarına uyuyormuş gibi, işçileri hukuka uymaya davet etmektedirler. Oysa ortadaki hukuk, iç savaş hukukudur.

İşçiler, emekçiler, direnen herkes, bu hukukun neyin hukuku olduğunu bizzat görmekte, bizzat deneyimleri ile yaşamaktadırlar.

Direniş, iyi bir öğretmendir.

Direniş, iyi bir örgütleyicidir.

Direniş, direneni güzelleştirmektedir.

Şimdi işçi ve emekçilerin önündeki görev, bu direnişleri genel bir direnişe çevirebilmek, topluca şalterleri indirmektir. Bu örgütlenmesi gereken bir genel direniştir.

Bunun için, daha fazlası gereklidir.

Bunun için, işçi sınıfının Birleşik Emek Cephesi’nde örgütlenmesi zorunludur.

İşçi sınıfının yolu, kurtuluşa giden yolu buradan geçmektedir.

Bu kokuşmuş, bu köhne, bu insanı insana kul eden sistemin yıkılmasının, aydınlık ve sömürüsüz günlere yürümenin başkaca yolu yoktur.

İşçi sınıfı, direnenler, kadınlar ve gençler, tüm emekçiler, tüm direnenler, bu mücadeleyi geliştirmek, örgütlemek dışında bir seçeneğe sahip değildir.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.

İşçi sınıfı, devrimci harekete yönelmek, devrimci hareketin saflarında yer almak, devrimci sosyalizm bayrağı altında birleşmek zorundadır.

Seçim masalları ile, reform masalları ile, boş vaatlerle uyutulmaya son vermek, ellerimizdedir. Bunun yolu örgütlü direniştir. Daha gelişmiş bir direniş, daha merkezî bir direniş, ancak daha gelişmiş bir örgütlenme ile gerçekleşecektir. İşçi sınıfı, bunu yapacak güçtedir. Dahası, ülkeyi kurtaracak, savaşsız ve sömürüsüz dünyayı kuracak tek güç de işçi sınıfıdır.

İşçiler, bu direnişlerde, direnmenin nasıl kazandırdığını görmektedirler. Ama esas zafer, tek tek fabrikalarda, kötünün iyisine razı olacak haklar almak değildir, daha ileri gitmeli ve tüm ülkede bir genel direnişi örgütlemeliyiz.

Bunun yolu, açık ve nettir: Direniş ve örgütlenme.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi.

Yaşasın işçilerin devrimci birliği.

Ukraine: US/NATO Warmongering

The warmongering of the USA, the leader of the imperialist world which has lost its altitude, which has continued over the years and peaked in recent months, has finally turned into a hot conflict in Ukraine.

The arming of Ukraine, accompanied by the US-UK duo’s campaign that Russia will attack Ukraine since November 2021, has evolved into a war involving Russia as a result of the Neo-Nazi, fascist ruling coalition’s attacks on the Donbass region.

The instigator of this war is the USA, which uses NATO as an apparatus, and the UK, which sided with the USA, just like it did in the invasion of Iraq.

NATO is the war machine of imperialism and a proven murderer of peoples. Freedom, peace and tranquility have never come to workers-laborers and peoples anywhere, in contrary came up war, murders and disasters until today by the hand of NATO, which was established as a war machine of imperialism against socialism.

NATO must be dissolved; it must be abolished. This is only possible with socialism, with the collapse of the capitalist-imperialist system. In the Soviet Union, established with the October Revolution led by the Bolsheviks, the equal and free common life experience of the workers and the peoples; continues to show the way of peace and the siblinghood of peoples.

In the absence of socialism, the only way that will end the wars today when the imperialists are engaged in a war of re-partition of the world, is working class governments, socialism.

This applies to Ukraine and the Donbass, as well as to all the countries of the world that are partitioned and turned into battlefields.

What we are experiencing is the result of the imperialists who were standing together the threat of socialism under the US leadership under the umbrella of NATO embarking on a new war of partition after the dissolution of the Soviet Union, and the US hegemony becoming questionable.

After the collapse of the USSR, the former socialist countries were the subject of partition, and the first partitioned region was the Balkans, which included Yugoslavia. After that, the USA continued to expand to the “east” through NATO, and the policy of surrounding Russia continued step by step.

Declaring the “end of history” with the Pyrrhic victory in a world where the USSR disappeared, the USA, against the questioning of its leadership that was maintained by NATO, announced the political Islam created by the Green Belt Project as a common enemy against socialism and placed it in front of its rivals, using the September 11 attacks as an excuse, and tried to impose his leadership through wars while it still had an undisputed military superiority.

While invasions of Afghanistan, Iraq, Libya and finally the Syrian war were devastating peoples, they did not turn into victories that would make USA’s hegemony accepted undisputedly, and political Islam did not serve as the cement of NATO.

In the face of this, the USA, which tried to maintain its leadership by spreading the war, declared Russia and China as enemies again, presented them as a cake to be shared in front of its imperialist rivals and demanded that its leadership be accepted through NATO.

Even though Russia and China have broken the route from socialism towards capitalism, they are subject of partition for the USA, England, Germany, France and Japan, who are engaged in a war of partition among themselves; They are a cake that is offered to USA’s rivals in exchange for the acceptance of the its leadership. The independent stance of Russia and China due to their socialist pasts, the fact that they have not been colonized yet, that they are powerful countries are proof that they are not easy prey. However, this is also seen as an opportunity by the USA, the biggest military power of the imperialist world, to impose its leadership.

For the USA, whose hegemony is falling on an inclined plane, there is no other way but to spread wars. After Biden, who was the architect of the Maidan coup carried out in Ukraine by the Ukrainian Neo-Nazi fascists brought from Canada and the USA in 2014, becoming the US president, Ukraine started to be on the agenda again more intensely.

As a result of the massacres started and the racist policies that Neo-Nazi fascists carried out after they came to power in a coup, the Donetsk and Lugansk People’s Republics were declared in the Donbass region, which is the center of Ukraine’s industry and working class, where the Russian population is dense and the socialist past is alive, and resistance developed against the fascists.

As a result of the war in the Donbass region, a ceasefire was declared with the Minsk Agreement and steps were taken to solve the problem on the table, but the US-led government in Ukraine has not taken a step towards solving the problem so far. With Biden’s becoming president, the regime in Ukraine began to be armed and provoked against the Donbass and Russia, and Ukraine’s NATO membership was heavily brought to the agenda.

Such is the process leading up to the war that is taking place today. The role of the Turkish Republic here, just like in Iraq, Syria and Libya, is being a hitman for the USA, a warmonger. It has responsibility for the weapons sold to Ukraine and the Islamist gangs sent there, and the blood spilled in Ukraine.

TR must exit, the proven murderer of peoples, NATO; and imperialist bases must be closed.

The only thing that will enable the elimination of blood and exploitation in every part of the earth, and enable us to take a step towards peace and freedom will be the establishment of working class governments and the construction of socialism.

Long live the union of the workers, the siblinghood of the peoples!

Forward to the revolution! Either socialism or death!

25.02.2022

Çürümüş düzeni yıkalım, özgür bir dünya kuralım!

Bu çürümüş düzeni sürdürmek için egemenler esir bir toplum yaratmak istiyorlar. Her yönüyle esir alınsın ki bu toplum; sömürüye, aşağılanmaya karşı başkaldırmasın, sorgulamasın, insanca yaşamayı hayal bile etmesin istiyorlar. Çünkü bu düzen yoksulluktan, geleceksizlikten, sömürüden başka bir şey vaad etmiyor.

İşçiler aç kalırsam korkusuyla sömürüye başkaldıramasın, kadınlar öldürülürüm korkusuyla aşağılanmaya ve şiddete maruz kalmaya itiraz edemesin, halklar ve inançlar, anadillerini, kimliklerini, kültürlerini yaşatmak için harekete geçmesin istiyorlar.

Özellikle gençlerin akıllarını teslim almaya çalışıyorlar.

Her kademede eğitimi bilimsel bakış açısı ve yöntemlerden arındırarak çocukların ve gençlerin beyinlerini çöple dolduruyorlar. Yalnızca eğitimi değil, gençlerin günlük yaşamını da kontrol etmek istiyorlar. Enes Kara’nın intiharı bunun çığlığıdır.

Şimdi de 20. Milli Eğitim Şurası’nın okul öncesinde din eğitimini öneren tavsiye kararını değerlendiriyorlar. Bu, çocukların çok küçük yaştan itibaren akıllarını teslim alma projesidir. Biliniyor ki bilimsel düşüncenin temelleri oluşmaya başlamışsa, sorgulama mutlaka devamında gelecektir. Buna engel olmaya çalışıyorlar. Devlet okullarını imam hatipleştirme projesi de bunun içindir.

Ama bu adımlar asla yalnızca çocukların akıllarını teslim almak için değildir. Bir bütün olarak toplumu ehlileştirmek içindir.

Çünkü çocukları korumayan, çocukların beyninin bilim-dışı düşüncelerle doldurulmasına engel olmayan bir toplum, geleceğini teslim etmektedir. Geleceğini teslim edenin umudu da olmaz, başka bir yaşamın mümkün olabileceğine dair fikri de olamaz. Dolayısıyla bugün de esareti kabul ettirebilirsiniz böyle bir topluma… Yapmaya çalıştıkları budur.

Tam da bu yüzden bugün bunun esaret olduğunu görüp sonuna kadar reddetmeliyiz.

Bunun ilk adımı, önemli gerçeklerle yüzleşmektir:

  1. TC Devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı bunun itirafıdır. Diyanet İşleri varsa, devletin dini var demektir. Egemenliklerini sürdürmek, kitleleri yönetmek için dini kullanmaktadırlar. Zaman zaman Osmanlıcılığı, ama her zaman İslam’ı ve milliyetçiliği kullanarak yönetmektedirler.
  2. Bu politikaların tek kaynağı iktidar bloğu değildir. Saray Rejimi, yalnızca iktidardan ibaret değildir. Enes Kara’nın intiharını “aileyi üzmeyelim” diyerek konuşmayan muhalefetin ikiyüzlülüğü de bunun içindedir. Muhalefet partisi aslında tarikatların tepkisini çekmekten çekinmektedir. Saray Rejimi, iktidarıyla ve muhalefetiyle bu devlet-tarikat-mafya ağının içinde yönetmektedir.
  3. Saray Rejimi’yle her ilde IŞİD cihat örgütlenmeleri yaygınlaştırılmıştır. Hemen hemen her tarikat mafyatik bir örgütlenmeye sahiptir ve her biri birer holding büyüklüğündedir. Saray Rejimi bu tarikatlarla iş yürütmektedir.
  4. Eğitim, sağlık birer rant alanı haline getirilmiştir. Bu alanlarda verilen kararlar egemenlerin ekonomik ve siyasal çıkarlarına göredir.

Bunları bildiğimizde, bu çürümüş düzene karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin cevapları da oluşmaya başlar.

Demek ki, bu çürümüş düzen yama tutmaz.

Demek ki yönetenler içinden seçimle gelip bir kurtarıcı çıkmayacak.

Demek ki teslim olmamak için mücadele etmesi gereken biziz!

Bugün kazanmanın yolu direnmekten geçiyor. İşçiler, halklar, kadınlar, öğrenciler, gençler olarak direnişi büyütmeye odaklanacağız. Tepkimizi bir kez ortaya koyup geri çekilmeyeceğiz. Israrla mücadele edecek, işyerlerinde, mahallemizde, okulumuzda bir araya gelecek, örgütlenecek, birlikte yeni adımlar planlayacağız.

Geleceğimiz için bugün iki adım daha atmanın, direnişi büyütmenin zamanı.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

27 Şubat 2022

Ukrayna: ABD/NATO’nun savaş kışkırtıcılığı

Emperyalist dünyanın irtifa kaybeden lideri ABD’nin NATO üzerinden yıllara yayılan ve son aylarda zirve yapan savaş kışkırtıcılığı, sonunda Ukrayna’da sıcak çatışmaya dönüştü.

ABD-İngiltere ikilisinin Kasım 2021’den bu yana Rusya’nın Ukrayna’ya saldıracağına dair yürüttüğü kampanya eşliğinde Ukrayna’nın silahlandırılması, Nazi artığı faşist iktidar koalisyonunun Donbas bölgesine saldırıları neticesinde, Rusya’nın da dâhil olduğu bir savaşa evrildi.

Bu savaşın kışkırtıcısı, NATO’yu bir aparat olarak kullanan ABD ve tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi ABD’nin yanında yer alan İngiltere’dir.

NATO emperyalizmin savaş makinasıdır ve halkların tescilli katilidir. Sosyalizme karşı emperyalizmin savaş aygıtı olarak kurulmuş NATO eliyle bugüne kadar işçi-emekçilere, halklara hiçbir yerde özgürlük, barış ve huzur gelmemiş, NATO’nun dahil olduğu her yerde, savaş, yıkım, katliam olmuştur.

NATO feshedilmeli, ortadan kaldırılmalıdır. Bu ancak sosyalizmle, kapitalist-emperyalist sistemin yıkılışı ile mümkündür. Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği’nde işçi-emekçilerin, halkların eşit ve özgür yaşam deneyimi, barışın da halkların kardeşliğinin de yolunu göstermeye devam etmektedir.

Sosyalizmin yokluğunda emperyalistlerin dünyanın yeniden paylaşım savaşına tutuştuğu günümüzde savaşları bitirecek olan tek çıkış işçi sınıfı iktidarları, sosyalizmdir.

Bu, dünyanın paylaşılan ve savaş sahasına çevrilen tüm ülkelerinde olduğu gibi, Ukrayna ve Donbas için de geçerlidir.

Yaşadıklarımız, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası, NATO çatısı altında ABD liderliğinde sosyalizm tehdidine karşı bir arada duran emperyalistlerin yeni bir paylaşım savaşına girişmesi ve ABD hegemonyasının sorgulanır hâle gelmesi sonucudur.

SSCB’nin dağılması sonrası eski sosyalist ülkeler paylaşımın konusu edilmiş, ilk paylaşılan bölge Yugoslavya’nın da içinde olduğu Balkanlar olmuştu. Bundan sonra da ABD, NATO üzerinden “doğu”ya doğru yayılmaya devam ederek Rusya’nın kuşatılması siyaseti adım adım devam ettirilmişti.

SSCB’nin ortadan kalktığı bir dünyada elde ettiği Pirus zaferi ile “tarihin sonu”nu ilan eden ABD’nin, NATO eliyle sürdürdüğü liderliğinin sorgulanmasına karşı, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek, sosyalizme karşı Yeşil Kuşak Projesi ile yarattığı siyasal İslam’ı ortak düşman ilan etmiş ve rakiplerinin önüne koymuş, henüz askerî olarak tartışmasız üstünlüğü varken savaşlarla liderliğini kabul ettirmeye çalışmıştı.

Afganistan, Irak, Libya işgalleri ve son olarak Suriye savaşı halklar için büyük yıkım olurken, ABD için hegemonyasını tartışmasız kabul ettirecek zaferlere dönüşmediği gibi, siyasal İslam da NATO’nun çimentosu vazifesini göremedi.

Bunun karşısında savaşı yayarak liderliğini sürdürmeye çalışan ABD, Rusya ve Çin’i yeniden düşman ilan ederek emperyalist rakiplerinin önüne paylaşılacak pasta olarak sunmuş ve NATO eliyle liderliğinin kabul edilmesini istemiştir.

Rusya ve Çin, sosyalizmden kapitalizme rotayı kırmış dahi olsa, kendi aralarında paylaşım savaşı veren ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya için paylaşımın konusu, ABD’nin liderliğinin kabulü karşılığında rakiplerine paylaşılması teklif edilen pastadır. Rusya ve Çin’in sosyalist geçmişleri nedeniyle oluşan bağımsız duruşları, sömürgeleştirilememiş olmaları, güçlü ülkeler olmaları, kolay lokma olmadıklarının kanıtıdır. Ancak bu ABD tarafından emperyalist dünyanın en büyük askerî gücü olan ABD’nin liderliğinin kabul ettirilmesi için de bir fırsat olarak görülmektedir.

Hegemonyası eğik bir düzlemde inişe geçen ABD için savaşları yaymak dışında bir yol yoktur. 2014’te Kanada ve ABD’den getirilen Nazi artığı Ukraynalı faşistler eliyle Ukrayna’da gerçekleştirilen Maidan darbesinin mimarı olan Biden’ın ABD başkanı olması ile birlikte, Ukrayna tekrar daha yoğun bir şekilde gündem olmaya başlamıştır.

Ukrayna’da Nazi artığı faşistlerin darbe ile iktidara gelmesi sonrası giriştikleri katliamlar, yürüttükleri ırkçı politikalar neticesinde, Ukrayna’nın sanayisi ve işçi sınıfının merkezi olan aynı zamanda Rus nüfusun yoğun yaşadığı ve sosyalist geçmişin canlı olduğu Donbas bölgesinde Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ilan edilerek faşistlere karşı direniş gelişmişti.

Donbas bölgesindeki savaşın sonucunda, Minsk Anlaşması’yla ateşkes ilan edilmiş ve sorunun masada çözümü için adım atılmış ancak Ukrayna’daki ABD güdümlü iktidar bugüne kadar sorunun çözümüne dair bir adım atmamıştı. Biden’ın başkan olması ile birlikte, Ukrayna’daki rejim, Donbas ve Rusya’ya karşı silahlandırılmaya, kışkırtılmaya başlanmış, Ukrayna’nın NATO üyeliği yoğun olarak gündeme getirilmiştir.

Bugün yaşanan savaşa giden süreç böyledir. TC’nin burada aldığı rol ise tıpkı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da olduğu gibi ABD adına tetikçiliktir, savaş kışkırtıcılığıdır. Ukrayna’ya satılan İHA-SİHA’lar ve oraya taşınan İslamcı çeteler ile Ukrayna’da dökülen kanda sorumluluğu vardır.

Emperyalizmin savaş makinası, halkların tescilli katili NATO’dan çıkılmalı, emperyalist üsler kapatılmalıdır.

Yeryüzünün her parçasında kanı ve sömürüyü ortadan kaldırıp; barış ve özgürlüğe adım atılmasını sağlayacak şey, işçi sınıfı iktidarlarının kurulması, sosyalizmin inşası olacaktır.

Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği

Devrim için ileri! Ya sosyalizm ya ölüm!

İşçiler ayakta, bıçak kemikte…

Son bir ay içerisinde dalga dalga işçi direnişleri patlıyor. Asgarî ücretin zamlı olarak ele geçmeden enflasyon karşısında erimesi, patronların sefalet ücreti dayatması karşısında işçiler, iş bırakarak, fabrika işgal ederek, şalter indirip kontak kapatarak yanıt veriyorlar.

Trendyol emekçileri ile başlayan kazanımlar, İstanbul’da çorap işçilerinin, Antep’te tekstil işçilerinin ve son olarak Migros depo işçilerinin taleplerini kabul ettirmesi ile devam etti. Kimi işyerinde direnişler kazanım elde edemeden biterken, Farplas’ta, YemekSepeti’nde, Aliağa’da, Antep’te ve birçok yerde direnişler devam ediyor.

Tüm bu tablo, yağma-rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu Saray Rejimi’nin ekonomik krizin tüm yükünü işçi-emekçilere, halka yıkarak, TÜSİAD’dından MÜSİAD’ına, oradan “beşli çete”sine kadar tüm sermaye gruplarına sermaye transferi yapan politikaların ısrarının sonucudur.

Saray Rejimi, direnişlere “terör-provokasyon” yaftası yapıştırarak burjuvaziye sermaye transferi yapmakta ısrar edeceğini -elektriğe, doğalgaza yaptığı zamlarda görüldüğü gibi- ilân ediyor. Bu durum, işçi-emekçiler için artık katlanılmaz boyutlara gelen hayatın değişeceğine dair en ufak bir beklentinin oluşmasına da zemin bırakmıyor.

Saray’ın muhalefeti ise, işçi direnişlerine karşı tam anlamıyla kör ve sağırı oynuyor. İçi boş, “bekleyin, her şey çok güzel olacak” yalanları ile direnişlerin büyümemesi için dua ediyor.

Bu koşullarda işçi-emekçilerin önünde direnmek dışında bir yol kalmıyor. İşçiler, “bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” sözünün anlamını bizzat yaşayarak görüyor.

Gelişen ve giderek yayılması kesin olan bu direnişlerin kazanımla sonuçlanması tüm emekçiler, yoksul halk için yeni bir umut, yeni bir çıkış yolu olacaktır.

Tüm direnişlere bu gözle bakmak, bu şekilde ele almak, kazanımlarımız ve yenilgilerimizden dersler çıkartmak yeni direnişlerin zaferinin kaldıracı olacaktır.

Bu çerçevede;

1- Her direniş, işçi sınıfının direnişidir. Direnişe geçen işyerlerindeki işçilerin, tüm işçiler, işçi sınıfı adına direndiği unutulmamalıdır. Bu bilinçle gerçekleştirilecek sınıf dayanışması direnişlerin zaferle sonuçlanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Direniş ziyaretinden dayanışma etkinliklerine, dayanışma grevine kadar her türlü eylemle dayanışmayı geliştirmek gerekir.

2- İşçilerin geliştirdiği sınıf dayanışması ile birlikte, bu düzenin yağma, talan, baskı ve sömürüsü karşısında direnen tüm toplumsal dinamiklerin, kadınların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların, aydın-sanatçıların bu direnişleri sahiplenmesi ve kendi direnişi olarak ele alması önemlidir.

3- Direnişe geçilen yerlerde, varolan işyeri komiteleri güçlendirilmeli, yoksa kurulmalıdır. Bu komiteler aracılığı ile direnişteki tüm işçilerin iradesini ortaya koyabileceği, kendisini tüm açıklığı ile ifade edip direnişi güçlendireceği, işçi meclisi, konseyi gibi örgütlenmeler kurulmalıdır.

4- Direnişler, direnişin safında olan, direnişin kazanması için çaba gösteren tüm kurumlara kendini açmalıdır. Kazanmak için gücümüzü birleştirmeliyiz. Patronların ve devletin memurlarından gelen “aranıza kimseyi almayın” söylemi, direnişlerin büyümesini, yayılmasını ve kazanmasını engellemek için ortaya attıkları koca bir yalandır.

5- “Ekmek kavgası” siyasettir. Siyaset, sermaye sınıfı adına değişik isimlerle ortaya çıkmış partileri arasındaki laf kavgası değildir. Siyaset, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında, emek ile sermaye arasındaki sınıf kavgasıdır. Bizlere siyaset diye sunulan ve tüm makyajı ve laf kalabalığı ile yapılan ‘siyaset’, biz işçi-emekçilerin sırtından yaşadıkları cennetlerini sürdürmek içindir. İşçiler, “biz siyaset peşinde değil ekmeğimizin peşindeyiz” deseler de karşılarında devletin polisini, copunu, TOMA’sını, gazını, nezarethanesini, medyasını bulmaktadırlar. Sermaye sınıfı “ekmek kavgası”nın siyasi olduğunu bilerek hareket etmektedir. İşçiler de bu sınıf kavgasını bilerek hareket etmelidirler.

6- Bugün, tüm direnişlerin kazanması, bu direnişlerin paralel olarak sürdürülmesi, yeni başlayacak direnişlerin yol-yöntem konusunda daha hızlı ve kararlı ilerlemesi için bir koordinasyona ihtiyaç vardır. Bunun için direnişler ile direnişin safında yer alan tüm güçler arasında böyle bir koordinasyon gerçekleştirilmelidir.

7- İşçi-emekçilerin yönettiği, sömürünün, her türlü baskı ve ayrımcılığın ortadan kalktığı bir düzen için mücadele eden devrimcilerin, gelişen tüm direnişlere ortak bir akılla gitmesi, direnişlerin kazanımla sonuçlanmasında büyük bir rol oynayacak, işçi sınıfının nihai çıkarlarına doğru atılmış, mütevazi ama önemli bir adım olacaktır.

Rekabet böler, eylem birleştirir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...