Ana Sayfa Blog Sayfa 70

Çıkış yolu

Bugün, her yanda bir tartışma var: Acaba Erdoğan sonrası nasıl olacak? Acaba, Erdoğan gidecek mi? Acaba, seçimler olacak mı? Olursa sandık güvenliği sağlanacak mı? Acaba, seçimlerin sonuçlarını, eğer kaybeden Erdoğan olursa kabul edecek mi? Acaba Erdoğan yasalara uyacak mı?

Bu sorular, Saray Rejimi’nin gerçek niteliğini anlamamaktan ileri gelmektedir.

Bu sorular, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin velhasıl mücadele edenlerin direnişine güvenmemektir. Kendine güvenmemektir.

Erdoğan yasalara uyar mı? Elbette uymaz. Soylu da uymaz. Bu, kişilere bağlı bir durum değildir. Ülkede Saray Rejimi vardır. Saray Rejimi, tekelci burjuva egemenliğin, sömürge bir ülkedeki tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Burada “yasalar”, ancak iç savaş hukukuna göre şekil almaktadır.

Saray Rejimi, krizi çözmek üzere organize olmuş bu rejim, derin bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Halk, işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, sisteme tepkilerini geliştirdikçe, düzen partileri, hemen, “suçlu” olarak tek başına Erdoğan’ı öne çıkartıyorlar. Bu aslında sistemi ayakta tutmanın da bir yoluna çevrildi.

Öte yandan, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, efendiler, sömürge ülkenin sahipleri ABD ve AB, Erdoğan aracılığı ile yönetmeyi sürdürmek istiyorlar. Bu durum, burjuvazinin, tekellerin, uluslararası sermayenin, zaman zaman bazı uyarıları olsa da, Erdoğan’ın arkasına dizilmelerine neden olmaktadır.

Saray Rejimi, halka, kitlelere, her türden hak arama eylemine, her türden aykırı sese karşı copu ile, süngüsü ile, TOMA’sı ile, yargısı ile vb. dikildikçe, insanlar, burjuva muhalefetin “önce Erdoğan gitsin” yaklaşımına evet deme eğilimine giriyorlar.

Aslında devlet, buna razıdır.

Erdoğan gidince, Saray Rejimi gitmeyecektir.

Saray Rejimi, şekil değiştirip parlamenter demokrasi olsa dahi, burjuva egemenlik bitmeyecektir.

Saray Rejimi’nin varlığını koşullayan üç etken vardır: Emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı ilkidir. Bu bitecek mi? Elbette hayır. Diğer ikisi, birlikte sayalım, Kürt devrimi ve Gezi ile başlayan direniş sürecidir. Her ikisi de etkilerini sürdürecektir. Bu nedenle, egemenler, Saray Rejimi’ni, yıpranan Erdoğan olmadan ayakta tutmaya çalışacaktır.

Halk, işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, direnişi geliştirdikçe, Saray Rejimi, bazı noktalardan tavizler verecek, parlamenter demokrasi yalanı ile sistem restore edilmeye çalışılacaktır. Oysa buradan bir çıkış yoktur.

Ne sömürü azalır, ne sömürü biter, ne baskı ve zulüm azalır, ne ekonomik kriz çözülür, ne işçilerin emekçilerin yaşam ve çalışma koşulları düzelir.

Öte yandan, elbette Erdoğan’ın gidişi bir “kazanım” olur.

İyi ama nasıl bir gidişi?

Eğer, Erdoğan’ın yerine, ABD ve AB, yeni bir adam seçer ve onu halka onaylatırsa, bir “kazanım” olmaz.

Eğer, Erdoğan’ın gidişi bir ayaklanma ile, direnişle, işçi ve emekçilerin mücadelesi ile gerçekleşirse, işte o zaman bu bir kazanım olacaktır.

İşçi ve emekçiler, bir genel direnişle, bir genel grev ile, bir büyük ve yaygın direnişle iktidarı sarsarsa, alaşağı ederse, sonuçta, çok ileri gidip bir işçi devleti, bir proletarya diktatörlüğü kuramazlarsa da, bir sosyalist devrim gerçekleştiremeseler bile, Erdoğan’ın bu yolla gidişi bir kazanım yaratır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi mücadelelerinin işe yaradığını görür, kavrarlar. Bu kendi başına büyük bir kazanımdır. Hayatın birçok alanında insanlar, kendi iradelerine uygun önlemler alır, bazı adımlar atarlar.

Yok eğer, gelişen direniş, bir genel direnişle iktidarı alaşağı eder ve sosyalist devrimi gerçekleştirecek bir örgütlü ayaklanmaya dönüşürse, bunun için devrimcilerin önderliği sağlanabilirse, o zaman bunun nasıl bir büyük ve tarihsel kazanım olacağını söylemeye bile gerek yoktur. Gerçek çıkış yolu da budur.

Şimdi soruyu şöyle sormak gerekir: Burjuva muhalefet, CHP, İYİ Parti, Davutoğlu, Babacan vb. seçimle Erdoğan’ı “indirmek” için bir araya gelmiş iken, bizim, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçileri bu ittifaka destek olamaya çağırmamız doğru mudur?

Birincisi, bu burjuva muhalefet, Erdoğan’ı devirmekte ciddi midir? Değildir. Burası bir sömürge ülkedir. ABD ve AB tarafından seçilmemiş birisi, burjuva muhalefetle, seçimlerle iş başına gelemez. Bunu unutmak gerekir. Eğer efendiler, ABD ve AB, burada yeni bir iktidar görüntüsü şekillendireceklerse, bu onların seçtiği kişiler üzerinden olur.

Seçim, ülkemizde, efendilerin önceden seçtikleri kişileri, halka seçtirmesidir. Bu açıdan seçim görüntüdür. Hele ki şimdi, parlamento yoktur, siyasal partiler kalmamıştır, hukuk iç savaş hukukudur. Bu durumda, seçimlere bu denli bağlanmak yanlıştır.

Demek ki, Erdoğan’ın gidip gitmemesine, kendisi dahi değil, muhalefet değil, doğrudan efendiler karar verecektir. Eğer Erdoğan bir kitle hareketi ile, bir direnişle iktidardan düşerse, onunla birlikte Saray Rejimi’ni de alaşağı etmek mümkün olur ve efendilerin planı, ilk kez TC devletinde işe yaramaz hâle gelir.

İkincisi, bugün, Erdoğan’ın gidişi ile Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi arasında bir ara aşama yoktur. Birincil görev, liberal solcularımızın söylediği gibi, Erdoğan’ın gitmesi değildir. Birincil olan Saray Rejimi’nin devrilmesi, alaşağı edilmesidir.

Bu amaçla, ancak bu amaçla geçici ittifaklar mümkündür. Saray Rejimi, seçimle değişmeyecektir.

Madem burjuva muhalefet bu denli Erdoğan ve Saray Rejimi karşıtıdır, neden dokunulmazlıkları kaldırmıştır, neden hâkimlerin bir bölümünün CHP ve İYİ Parti’den atanması koşulu ile yasalara destek vermiştir, neden Suriye politikasına destek vermiştir, neden tezkerelere destek vermiştir, neden Libya konusunda kıllarını kıpırdatmamıştır, neden Kafkaslarda operasyonlar yapılmasına onay vermişlerdir? Bu soruları uzatmak mümkündür. Halkı, işçi ve emekçileri evlerinde tutmak için, “iç savaş çıkartacaklar, aman eylem yapmayın, sesinizi çıkartmayın” diyenler, nasıl olur da seçimlerin yasalara uygun yapılacağını söyleyebilirler?

Gelişmeler öyle olabilir ki, işçi ve emekçiler direnir, sokaklara taşar, Saray Rejimi’ni, Erdoğan’ı alaşağı eder, Erdoğan ülkeyi terk eder vb. ama işçiler de iktidarı alamayabilir. Bu durumda, “demokratik” haklar genişler. Bu gerçekleşebilir. Ama bunun gerçekleşmesi bile, işçi ve emekçilerin direnişine bağlıdır. Bir genel direniş, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin, devrimci önderlikle birleşmiş bir direnişi olmadan, Saray Rejimi’nden “demokrasiye” diye bir yol tarif edilemez.

Her gün, din adına tuhaf, ileri söylemler dile getirilmektedir. Buna rağmen, altılı masa, “ülkenin laik” olduğunu söylemektedir. Ama örneğin Şarkıcı Gülşen, bir söz ettiğinde hemen tutuklanmaktadır. Bu kaza ile mi gerçekleşiyor? Elbette hayır. Madem burjuva muhalefet bu kadar güçlüdür, buyursun, bu konularda bir eylemlilik geliştirsin, görelim.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun en somut kanıtıdır. 12 Eylül ve ardından Saray Rejimi ile, bu laiklik bir cümle hâline getirilmiştir. TC devleti hiçbir zaman “demokratik” vb. olmamıştır. En başından beri sömürgedir ve sömürge ülkelere özgü, çoğunlukla olağanüstü rejimlerce yönetilmektedir. Egemenler, her zaman dini ve milliyetçiliği, vahşice kullanmışlardır. Birçok katliamın ideolojik altyapısı böyle ayarlanmıştır.

Ciddi olmak gerekir.

Evet, bu rejimden bıktık.

Ama öfkemize sahip çıkmalıyız. Büyük bir sabırla öfkemizi örgütlemeliyiz. İktidarı devirmek üzere hareketi genişletmeli ve örgütlemeliyiz.

İşçi ve emekçiler, Birleşik Emek Cephesi’ni örmelidirler. Kadınlar ve gençler, kısacası tüm direnişçiler Birleşik Emek Cephesi’ni örmelidirler. Çıkış yolu budur.

Kin ve düşmanlık

Şarkıcı Gülşen, 25 Ağustos günü, yaklaşık 24 saat içinde “halkı kin ve düşmanlığa sevk” iddiasıyla tutuklanmıştır.

Yönetenler, egemenler kavramlarla oynama konusunda uzmanlaşmıştır. Fazla mesainin adı ‘esnek çalışma’dır mesela. Üretimde sömürünün devamını sağlamanın adı ‘iş barışı’dır örneğin.

Yasalar yönetenlerin yasasıdır. Onların kullandığı kavramlar da.

Halkı kin ve düşmanlığa sevk. Ne kadar tumturaklı bir laf.

Tıpkı “ulusal çıkarlarımız” gibi, tıpkı “devletin bekâsı”, tıpkı “aynı gemideyiz” gibi. Hepsi bir avuç aşağılık sömürücünün kendi cennetlerini kaybetmemesinin bizim kulağımıza çalınan versiyonlarıdır. Hepsinde aynı yalanın örtüsü gizlidir.

Açlık sınırının 6.839 lira olduğu yerde, milyonların gözünün içine baka baka “Neymiş millet açmış, aç olarak dolaşanları siz doyuruverin, Aç kalan falan yok!” demek, nedir?

Milyonlarca insan 5500 lira maaşa mahkûm çalışırken, “bakın ben sokaklarda rahatça dolaşabiliyorum” demek, nedir?

36 milyon kişi banka borçlarıyla cebelleşirken, her yıl, Koç’un, Sabancı’nın, Demirören’in, Cengiz’in, Kolin’in bilcümle tüm patronların silinen vergi borçları, ödenmeyen kredilerinin affedilmesi, nedir?

Günde 4 kadın öldürülürken, kadın katillerinin sırtını sıvazlamak, tecavüze uğrayanlar için “bir kereden bir şey olmaz” demek, nedir?

Bundan daha “alenen halkı aşağılama” mı var?

Evini savunan mahalleliden barınamıyoruz diyen öğrenciye, direnişe geçen işçiden hakkını savunan kadınlara, her eyleme azgınca saldırmaktan daha bariz “düşmanlık” mı var?

Katiller, tecavüzcüler, halkı soyanlar elini kolunu sallayarak dışardayken memleketin dört bir tarafındaki cezaevleri, boyun eğmeyenle, diz çökmeyenle, susmayanla, korkmayanla, itaat etmeyenle doludur. Gülşen de bunlardan biri olmuştur. Boyun eğmeyene “kin”lenmek, TC’de bir devlet geleneğidir.

Yasalar yönetenlerin yasasıdır. Onların kullandığı kavramlar da.

İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, halkların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların düşmanı sermaye ve onun bekçileridir. Öfke, kin, yaratıcısına yönelmelidir.

Boyun eğmemek, özgürleşmek için önemli bir adımdır.

Örgütlü mücadele, özgürleşmenin tek yoludur.

Boyun eğmeyenlerin, diz çökmeyenlerin, susmayanların, itaat etmeyenlerin, direnenlerin de kendi yasalarını yazma vakti gelmiştir.

Evet varlığınızla, her yaptığınızla halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyorsunuz. Evet, bu aşağılık, iki yüzlü sömürü ve zulüm düzeninize kinliyiz.

Alaşağı edene kadar da durmayacağız.

Avrupa’nın işgali mi, yoksa Avrupa’nın korunması mı?

NATO, Haziran 2022 sonunda, evlere şenlik bir toplantı yaptı. İspanya’daki toplantı, tam anlamı ile, şık giyimlerle örtülmüş bir çürümüşlüğün sahne almasına mekân oldu. Çürümüş efendilerin temsilcileri, şık elbiseler içinde, iğrendirici bir “zarafet” sergilediler. Zarafetin iğrendirici olan tarzı, tüm tarih boyunca, çürümüş egemenlere özgüdür. Böylesi az görülmüştür. Savaş baronlarının temsilcileri, iskeleti giydirmiş ve insana benzetmiş modacıların marifeti ile, “kibar” ve “uygar” dünyanın ne mal olduğunu göstermek üzere sahne aldılar.

Savaş baltalarının, azgın sömürgeciliğin, egemenlere has zirve yapmış bir kibrin, elbiselerle, ışıklarla, dekorlarla örtülmesi mümkün müdür?

30 üye ülke ve ülkelerini savaş sahasına çevirmek isteyen iki yeni aday ülke, İsveç ve Finlandiya, ABD şemsiyesi altında NATO mekanizmalarının çürümüşlüğü örtmek üzere görüntüler verdiler. Her adımlarında, her hamlelerinde bu çürümüşlük kendini ortaya koyuyordu. ABD hegemonyasından kurtulmak istediği için 30 yıldır çabalayan Avrupa, şimdi, ABD dalkavukluğu ile “koruma” arıyor ve ABD’den daha atak bir tutumla, savaş naraları atıyor. Almanya, savaş konusunda büyük bir heves sergilerken, Hollanda, Danimarka vb. hepsi, ABD’ye biat ettiklerini göstermek için savaş naralarını yükseltmektedir.

7,8 milyar insanın yaşadığı dünya, bir yandan kapitalist sömürü ile yok edilme ile karşı karşıya kalmış iken, diğer yandan NATO mekanizması ile tüm dünya teslim alınmak isteniyor.

Ama teslimiyet, önce ABD’nin Avrupa’yı teslim alması şeklinde başlamışa benzer. NATO toplantısı, bu açıdan ilgiye değerdir.

NATO zirvesinden çıkan bazı sonuçları kaydetmek mümkündür.

1

Önce bizden başlayalım.

30 ülkeden biri Türkiye idi. Erdoğan, Saray Rejimi, TC devleti, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik isteklerini fırsat hâline dönüştürmek istedi. İsveç ve Finlandiya’daki PKK ile bağlı siyasi mültecilerin iadesini talep ettiler. Ve NATO toplantısının yapıldığı İspanya’da, bu konu da görüşüldü.

Erdoğan, TC devleti, açıkça, bu üyeliklere karşı olduğunu yüksek sesle tekrarladıktan sonra, sihirli kahve sohbetinde, fikir değiştirdi ve onay verdiğini duyurdu (Burada durmalı ve Erdoğan’ın dış politikası terimlerinden bir ölçüde uzak durmak gerektiğinin altını çizmeliyiz. Bu, sadece Erdoğan’ın değil, TC devletinin, Saray Rejimi’nin politikasıdır). Bu ilgi çekici bir sonuç muydu? Elbette değildi. Beklenmez hiç değildi. Anlaşılan, pazarlık hamleleri de işe yaramamış, TC devleti onayı vermek zorunda kalmıştır. Sömürge ülkenin kâhyası, her zaman efendisine boyun eğer. Böyle olmuştur da. Ama bazan, biraz sızlanarak, biraz yakınarak vb. birtakım tavizler elde etmek mümkündür. Elbette, TC devletinin bu konudaki muhatabı da ABD’dir.

Bu vesile ile, TC devleti, ABD’nin 51. eyaleti olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.

ABD’nin 51. eyaleti olarak TC devleti, diğer eyaletlerden farklılıklar da gösteriyor. Örneğin ABD başkanının ve ABD kongresinin seçiminde, oy hakkımız yok. Örneğin, TC devletinin başındaki kişi, bugün Erdoğan, “seçilmiş” kişi oluyor, ama sandıkla seçilmiş değil, Washington’dan seçilmiş. Oysa diğer ABD eyaletlerinde, bu seçim işine daha fazla “özen” göstermektedirler. Örneğin, 51. eyalet olarak Türkiye, kongreden bütçe alamıyor, ama ne varsa vermekte mahir durumdadır. İşte bu “kapatma” gibi eyalet olmanın sonucu olsa gerek.

İsveç ve Finlandiya üyeliğine karşı çıkan TC devleti, Erdoğan, Saray Rejimi, aslında Erdoğan’ın kişisel dosyaları konusunda bir ilerleme kaydedip bir güvence alıp, biraz daha zaman kazanmamış ise, denilebilir ki hiçbir şey alamamıştır. Zaten, Erdoğan’ın aile dosyaları dışındakilerin de bir anlamı yoktur. Saray Rejimi’nin itirazının da bir ciddiyeti yoktur. Esas olan Erdoğan ve ailesinin dosyalarıdır, onlar masaya gelmiş gibidir.

Sömürge olmak budur.

Sömürge ve NATO üyesi bir ülke olmak budur.

Doğrusu bize ilgilendiren şey, TC devletinin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine karşı çıkması vb. değildir. Eğer öyle bir niyetleri olsa idi, NATO’nun üye sayısı 16’dan 30’a çıkana kadar da karşı çıkmaları gerekirdi. TC bunu yapan bir ülke olsa idi, NATO’dan da çıkardı. Bu durumda kapitalist ama bağımsızlık ibareleri gösteren bir ülke olurdu ki, bu büyük altüst oluşlar olmadan mümkün değildir.

Bizi ilgilendiren şey, Erdoğan’ın önce “hayır” deyip, sonra “evet” demesi de değil. Zaten başkası beklenemez. Fıtratı budur. Sadece Erdoğan’ın değil, Saray Rejimi’nin de fıtratı budur.

TC devletinin kalkıp, NATO’ya karşı koyması beklenmezdir. NATO’nun sadece üyesi değildir, aynı zamanda sömürge bir ülkedir ve kendine ait karar mekanizmaları çok zayıftır. Sömürge olmak, bir açıdan da budur.

Bu nedenle, bu sürecin TC devletinin karakteri hakkında bilgi vermesi üzerine durmak istedik. Efendiler, ülkemizin egemenlerine, Kürt ve Yunan gösterdiler mi, tüm iktidar ortakları, hemen bir araya geliyorlar. Tıpkı boğaya kırmızı göstermek gibi, Kürt’ten söz ettiler mi, gözleri dönüyor ve hepsi bir araya toplanıyor. Bu nedenle, onlar da, yani sömürgenin valileri de, Kürt ve Yunan düşmanlığını azgınca kullanmaya alışıktırlar. Yunanistan’a karşı nara atmak, Kürt katliamı yapmak, hepsini, yani egemenleri, iktidar ortaklarını, İslamcısını Ergenekoncusunu bir anda birleştiriyor.

Eğer, “ulusalcılık” adına Erdoğan’a karşı çıkanlar varsa, biraz “adam” olma vasıfları kalmışsa, açıktan NATO’dan çıkılmasını savunmaları gerekirdi, yoksa İsveç ve Finlandiya ile siyasal mülteci pazarlığı adı altına ABD’den dosyaları açmamasını istemeleri değil.

Sonuçta, Erdoğan ailesinin birkaç kirli çamaşırının bir süre daha kapalı kalması pazarlığına “ulusal çıkar” demekten kendilerini kurtaramazlar.

“Ulusalcılar”, NATO’dan çıkmayı değil de, fırsat çıkınca pazarlık yapmayı seviyorlar. Korkaklıklarının ürünü olduğu kadar bu durum; bir yandan NATO tedrisatından geçmiş olmaları, diğer yandan da Kürt gördüler mi akıllarını yitirmiş olmaları nedeniyledir. NATO tedrisatı, onlara hem ırkçı olmayı, kendinden güçsüz bir halk varsa onu ezmeyi öğretmiştir hem de ABD’nin gücüne tapınmayı öğretmiştir.

Dünyayı kana bulayan NATO’nun tarihi ortada iken, kendine solcu, liberal diyen “aydın”ların, “NATO medeniyet demektir”, “NATO demokrasi ve değerler sistemi demektir” gibi cümleler kurabilmeleri, okuduklarını anlamamalarından ileri gelmiyor, korkularından ileri geliyor. Kendilerine ait “kutsal” yaşamı sürdürmek için, rahatsızlıklarını çözme işine “ulusalcılık” ya da “liberallik” diyorlar.

2

NATO toplantısı, açık olarak Rusya’yı doğrudan düşman, Çin’i ise daha az doğrudan olmayan düşman ilan etmiştir. Yani ikisini de düşman ilan ettiler. İki bağımsız ve büyük gücü sömürgeleştirme isteğinin ifadesidir bu. Bunu yapabilirlerse, bir dahaki krize kadar, bu ağır krizi, 2008 yılında yeni bir zirve yapmış olan krizi çözebilecekler.

Buna, utangaç “savaş ilanı” diyebiliriz.

2008 krizinden beri bir türlü toparlanamayan tekeller, uluslararası sermaye, sürekli olarak savaş naraları atmaktadır. Bu sadece silah tekellerinin kasalarını doldurmaya yaramıyor. Bu aynı zamanda, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımının gereği olarak ortaya çıkıyor. Kriz ve paylaşım savaşımı, pandemi ile yeni bir evreye çıkmıştı. Çin ve Rusya’ya karşı, bu iki bağımsız gücü sömürgeleştirme siyaseti, ABD hegemonyasının çözülmesini önlemenin ilacı olarak görüldüğünden, tüm Batı, ABD bayrağı altına toplanarak, eski Soğuk Savaş’ın, güncel versiyonunu devreye sokmak istediler.

Rusya ve Çin düşman ilan edildiler.

ABD, Ukrayna sürecini kullanarak, kendi pazarlarından pay almaya başlayan AB ve Japonya’yı, eski şemsiyesinin altında birleştirmeye yöneldi. Buna denetim de diyebiliriz. Bunun ön vitrini NATO toplantısının giydirilmiş iskeletler eşliğinde yaptığı “zarafet” gösterisi ile sağlanıyor. Vitrinin arkasında ABD’nin AB’yi açıktan tehdit etmesi var. Bu süreç ABD’nin tehditlerine AB’nin boyun eğmesi sürecidir de. Bu tehditler olmadan, ABD, AB ve Japonya’yı ikna edemez.

Ukrayna süreci, ABD için, iki anlam taşıyordu.

İlki, bu sayede AB’yi kendi kontrolüne alacaktı ve bir rakip güç olmaktan çıkaracaktı.

İkincisi ise, savaşı, gelişmekte olan savaşı, Avrupa üzerinde, Avrupa sahasında kabul etmiş olacaktı. İlk iki dünya savaşında savaş, Avrupa üzerinde ve çevresinde gerçekleşmişti. ABD toprakları savaştan uzak bir mesafede kalabilmişti. Bu kez de bunu denemek istediler.

Doğrusu, ilk amaçlarına ulaştıklarını söylemek mümkündür: AB’nin, Almanya ve Fransa’nın “istekleri” kırılmış, “iradeleri” ABD iradesine tabi kılınmıştır. Artık, AB diye bir güçten söz etmek zordur. AB artık bir büyük aktör değildir, belki bir değil ama yarımdan da az bir aktördür. “Demokrasi ve medeniyet” merkezi olarak sunulan AB, tam olarak Neonazi örgütlerinin merkezi hâline gelmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri NATO mekanizması içinde gizli tutulan Neonazi örgütlenmesi, zehirli çiçeklerini açmış gibidir, bu tüm NATO üyesi ülkelerde su üstüne çıkmaya başlamıştır.

Şimdi ise sırada, savaşın merkezi olarak Avrupa’nın organize edilmesi adımını somutlamak vardır. Avrupa, Üçüncü Dünya Savaşı’nın alanı hâline getirilmek istenmektedir. Bu, ABD isteğidir.

NATO toplantısı, tam da bu iş için organize edilmektedir. Avrupa’da NATO dışında kalan ülke olmasın istenmektedir. Bu nedenle, İsveç ve Finlandiya, hiçbir anlamı yokken NATO mekanizmasının içine alınmak istenmektedir. Bu iki ülke de, kendi topraklarını savaş ve gerilim alanı hâline getirmeye razı görünmektedir.

Bu, Avrupa’yı, yeniden savaş alanı hâline sokmak demektir. Zaten bu süreç, Ukrayna sorununu bizzat planlayarak yaratan NATO, ABD ve İngiltere öncülüğünde fiilî olarak başlatılmıştır.

3

ABD açısından Çin’e karşı Doğu Asya’da bir ittifak örgütlemek de önceliklidir. Bu amaçla Japonya-ABD ilişkileri derinleştirilmek istenmektedir. Japonya üzerindeki ABD kontrolünü, SSCB çözüldükten sonra azaltma eğilimindeydi. Tıpkı Almanya üzerindeki ABD kontrolü gibi. Ama şimdi, bu süreç tersine çevrilmek istenmektedir. Güney Kore, bu ittifakın içine alınmak istenmektedir. Ama bu ittifakı, Hindistan’ı da katacak şekilde genişletmek, şimdilik mümkün olmamıştır. Demek ki, NATO’nun Haziran 2022 toplantısından sonra, Çin’e karşı ABD saldırganlığının seviye atlaması beklenmelidir.

Bu konuda Avrupa’nın açıkça sürece sokulması, Rusya’ya karşı yürütülen ırkçı saldırıların ardından, şimdi daha olanaklı hâle gelmiştir. ABD, NATO aracılığı ile buna hazırlanmaktadır. Bu nedenle, arkadaki tehdit ve şantajın gizlenmesi için önde kurulan iğrenç ve zarif görüntüler ayarlanmaktadır.

Ancak, tüm bunların sistemin krizine ve ABD hegemonyasının çözülmesine çare olacağı da şüphelidir. Buradan böylesi bir sonuç çıkmayacaktır.

Eğer bu konuda hemfikir isek, demek oluyor ki, Rusya ve Çin’e karşı daha şiddetli bir savaş senaryosu devreye sokulacaktır. Bu açıdan NATO mekanizması içinde beslenen Neonazi örgütlenmelerin işe yarayacağı hesaplanıyor olmalıdır. Bu da, Avrupa’da, yeni ırkçı saldırılar demektir. Aynısının Japonya’da, Güney Kore’de de ortaya çıkması mümkündür. ABD, bunları da devreye sokacaktır.

4

Bunlarla tamamen uyum içinde, Avrupa’da yeni bir duvar örülmek istenmektedir. Belarus Dışişleri Bakanı’nın, Polonya-Belarus sınırında dikilmeye başlanan bariyerleri kastederek, “Demir perdeyi şimdi Batılılar kendileri dikiyor” sözleri tam da bunu ifade etmektedir. Yani, bu hem ideolojik hem askerî hem siyasi bir duvardır.

Avrupa ve Japonya, ardında İngiltere ve ABD’nin bulunduğu silahlanma sürecini hızlandırma işinin merkezi hâline gelmektedir. Tüm dünyada silahlanma artmakta, ABD silah tekelleri başta olmak üzre tüm silah şirketleri kârlarına kâr katmaktadır.

Bu ise, savaş hazırlıklarının daha da hız kazanması demektir.

Avrupa’da yükselen “duvar”, geçmişten farklı olarak “sosyalizme ve komünizme karşı” yükselmiyor. Bu nedenle, karşısındaki güçlerin ideolojik savunusu da eksiktir. Dün, komünizme karşı yükseltilen duvar, şimdi Rus ve Çin tehdidi masalına karşı yükseltilmektedir. Bunun savunusu “demokrasi ve Batı değerleri” şeklinde bile yapılamamaktadır. Daha açık olarak Neonazi örgütlenmeleri ortaya çıkmaktadır. Bu saldırının karşısında, sosyalizmin yeni bir atağı dışında bir ideolojik savaş yürütülemez.

Rusya ve Çin’in, bağımsız kalma, uluslararası ticaretin kurallarına uyma istekleri, yeterince güçlü bir ideolojik karşılık değildir, olamaz.

Bu nedenle bu durum, “soğuk savaş”tan farklıdır.

Burada söz konusu olan, dünyada bağımsız kalabilmiş güçlerin boyun eğdirilmesidir. Bu nedenle sürmekte olan ticari, askerî, diplomatik vb. savaş, ideolojik alanda boşluklarla sürmektedir. ABD cephesinin ideolojik saldırısı da şekilsizdir. Dünün komünizme karşı savaş başlığı altındaki ideolojik savaşın, belli ölçülerde devam ettirilmesi de durumla örtüşmemektedir.

Rusya ve Çin dahil, bu sürece boyun eğmek istemeyenlerin direnişi, yeni bir sosyalist devrimler dönemi ile tamamlanırsa başarı sağlayabilir. Rusya ve Çin’den bir sosyalist atak gelme olasılığı düşüktür, ama onların da kendi geçmişlerine yönelmek dışında seçeneği olduğunu düşünmek zordur. Devrim dalgası, başka ülkelerden gelecektir.

Kapitalist dünyanın “büyük üretim üssü” hâline gelmiş olan Çin’e karşı savaş naralarını yükseltecek olanlar, elbette “demokrasi” vurgusunu yapacaklardır. Sanki ABD’de demokrasi var, sanki İngiltere’de var, sanki Almanya’da var, sanki Suudi Arabistan’da var vb. Bu vurgu, yani Çin’e karşı demokrasi yokluğu üzerinden saldırganlık gösterileri, aslında dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Çin’i ekonomik-ticari savaşla durdurmamalarından kaynaklıdır, savaşın parçasıdır.

5

Dahası, ABD, NATO’dan geçen kararlar çerçevesinde Avrupa’daki güçlerini artırmaktadır. 300 bin kişilik ordu oluşturma isteği açık olarak ortaya konmuştur. 300 bin kişilik ordu ile, Avrupa’ya yerleşme planı kabul edilmiştir. Bu, Avrupa’da bir ABD işgalidir, anlaşmalı gibi görünse de, zora dayalı bir işgaldir bu.

Dün, daha bir yıl öncesine kadar, Avrupa, kendi ordusunu oluşturma hedefini tartışıyordu. Oysa bugün, Avrupa, açıkça ABD tarafından işgal edilmektedir.

ABD, NATO aracılığı ile, “Avrupa’nın korunması”ndan söz ediyor. Gerçekte bu, Avrupa’nın ABD tarafından işgalidir. Tam da bu adım, savaşı Avrupa topraklarına taşımak ve ABD topraklarından uzak tutmak isteğinin ifadesidir.

Söz konusu olan Üçüncü Dünya Savaşı ise, ABD topraklarının bu savaşın dışında kalması olası bile değildir. Hem füzelerin menzili hem de gelişmiş nükleer silahlar, bu sınırları aşma kapasitesine sahiptir.

Ama ABD tarafından “usulca”, “punduna getirilerek” işgal edilmekte olan AB’nin, artık bir iradesi kalabilir mi? Bu soruya “evet” demek mümkün değildir. AB, eğer, büyük bir çıkış ile ABD’ye karşı hamle yapmazsa, bir AB iradesinden söz etmek mümkün olamaz.

ABD, Avrupa’nın iradesini elinden almış gibidir.

Şimdi, 300 bin kişilik ordu ile ABD’nin Avrupa’ya yerleşmesi durumundan söz ediliyor. Bu durumda AB’nin bir güç olarak kalabilmesi mümkün olabilir mi? Bu nedenle AB, bu karara evet diyerek, kendi gücünü yarımın da altına indirmiştir demek mümkün görünüyor.

ABD, başta Polonya, İspanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa’daki güçlerini artıracak olduğunu ilan etmiştir. Hem asker sayısı hem de üs sayısı artacaktır.

İsveç ile İngiliz silah sanayiinin artan işbirliği, İsveç’in NATO’ya girmesi isteğinin nedenlerinden biridir. Ama bu, aynı zamanda, tüm Avrupa’nın kapatılması girişimidir de. Kısacası savaş hazırlıkları gelişmektedir.

6

Biliyoruz ki, her savaş, savaşan ülkeler için aynı zamanda bir iç savaştır. Öyle ise, Avrupa’da Neonazilerin yükselmesi, ırkçılığın katlanması süreci yaşanırken, aynı zamanda bir iç savaş yaşanacağı da kesindir. Bunun zaman alacağı söylenebilir. Bu zaman, savaşın seyrine bağlıdır. Ama bu süreç başlamıştır. Öyle ise, tüm bu ülkelerde, farklı bir süreç de başlayacaktır. Neonazilerin güçlendirilmesi, sadece genel anlamı ile savaş hazırlığı için değildir, fakat aynı zamanda bu iç savaş olasılığına karşı da önlemdir.

NATO toplantısının, Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan etmesi, savaş naralarının daha da yükselmekte olduğunun habercisidir.

Ayrıca NATO, “barış döneminde değiliz” diye, tuhaf bir tespit de yapmaktadır. Savaş dönemindeyiz demeden, “barış döneminde değiliz” demek, aslında NATO’nun güç gösterilerinin arkasında yatan ABD’nin Avrupa’yı kontrol etmek isteği olduğunu da göstermektedir. “Barış döneminde değil”sek, ne dönemindeyiz, savaş döneminde olduğunu neden açıkça NATO ilan etmiyor? Bu küçük nüans, aslında ABD’nin Avrupa’yı hizaya çekme hamlesinin ürünüdür.

Rusya ve Çin, BRICS ülkeleri ile birlikte, yeni bir uluslararası ticaret sistemi geliştirme sürecine girmiştir.

Bu durum, sistemin krizini daha da artıracaktır.

Yaptırımlar-ambargolar, Batı için, beklenen sonuçları vermekten uzaktır ve tersine bir etkiye yol açmaya başladıkları da açıktır. ABD öncülüğünde NATO ve Batı ittifakının Afrika’ya gıda akışını, özellikle buğday akışını kesme çabaları, sadece Batı’nın “insanlık değerleri”nin ne anlama geldiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda savaşın her alanda, her yolla, her araçla, sınır ve kural tanımaz bir biçimde tırmandırıldığının da göstergesi oluyor. ABD, öylesine bir haydutluk ortaya koymak istiyor ki, herkesin korkudan boyun eğmesini sağlamak istiyor.

Tüm bu süreç, Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmeye başlayan yeni uluslararası ticaret sisteminin destekçilerinin artması anlamına da geliyor.

ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kurtarmaya çalışırken, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın krizini de daha da artırıyor. 2008’de başlayan ve sürmekte olan kriz, şimdi enflasyon ile katmerlenmeye başlıyor. Avrupa, 1970’lerden bu yana en yüksek enflasyon oranları ile tanışıyor.

Çok uzun bir süre almayacağı kesindir, yeni uluslararası ticaret sistemi Rusya ve Çin öncülüğünde geliştirilmektedir. Elbette, bu yeni sistem, anti-kapitalist bir şey değildir, olması da beklenemez. Zira, Rusya ve Çin, sosyalist bir mücadele vermemektedir. Bu beklenemez de. Her ikisi de kapitalistleşmeyi seçmişlerdir. Ama yine de bu yeni uluslararası ticaret sistemi, Batı cephesini ciddi biçimde zorlamaktadır, zorlayacaktır.

7

Tüm bu süreç, NATO’nun dağılma sürecini de besleme eğilimindedir. İlk başta bu ters gibi gelebilir. Ama İspanya’daki NATO zirvesinin görüntüleri bunu destekler niteliktedir. Zoraki gülümsemeler, şık kıyafetlerle balo yemeğini andıran toplantı, aslında içerideki çürümeyi, hatta gerilimi gizlemeye yetmiyor. Şık elbiseler “iskeleti” kaplasa da, iskelet kendini tüm çirkinliği ile ortaya koyuyor.

Savaş hazırlıkları, artan ırkçılık, sistemin parıldayan pullarını dökmeye başlamıştır bile. Artık NATO’nun bir savaş makinası olduğu gerçeği, NATO’nun dünyadaki savaş suçlarının ana merkezi olduğu gerçeği, ne yapsalar da açığa çıkıyor. Bunu anlamamakta direnen “aydın”lar, gerçekte NATO tedrisatının etkisinden kurtulamadıkları için bu kadar kördürler.

8

Dünyanın ihtiyaç duyduğu şey, kapitalist sistemin yıkılmasıdır.

Nefes almak, insan olarak kalma isteği, NATO ve savaş güçlerine karşı mücadele etmek anlamına geliyor.

Dünyanın eksiği, sosyalizmdir.

Dünya devrimci işçi hareketi, dünyanın hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu bir şeydir.

Hem dünya işçi ve emekçilerinin kurtuluşu buna bağlıdır hem de insanlığın ve gezegenin kurtuluşu, buna, devrimci sosyalizme bağlıdır. Çoktan ömrünü tamamlamış olan kapitalist sistemin yıkılması gerçekleşmeden, hiçbir insanî değer korunamaz, geliştirilemez.

Dünya, devrimci yükseliş dalgalarına, sosyalizmin yükselişine hazırlanmaktadır. Bu elbette bugün, hemen gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak, dünya devrimci hareketi, bunun hazırlıklarını yapmak zorundadır.

İşçi ve emekçilerin, dünya proletaryasının aklı berrak olmalıdır: Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, sadece bir genel doğru değil, bugün için acil bir slogandır da. Bu çürümüşlüğü yıkmak, kapitalist-emperyalist sistemi tarihin çöplüğüne göndermek, işte dünyayı kurtaracak tek gerçek yol budur.

Dünya proletaryası, daha gelişmiş bir mücadele ile tarih sahnesinde yerini alacaktır. Bu açıdan, her ülkedeki devrimci hareketin, dünyayı gözlemesi, gelişmeleri yakından izlemesi ve en çok da gelişmekte olan direnişlere bakması elzemdir. Dünya devrimci hareketi, devrimci sosyalizmin bayrağını yükseltmek üzere bir yeni enternasyonal örgütlemek zorundadır. Bu elbette her ülkedeki mücadelenin kendi sorunları bir yana bırakması demek değildir, olamaz da.

Her savaş bir iç savaş ise, bu doğru ise, tüm Avrupa ve ABD dahil, tüm metropoller de mücadelenin yükselişine sahne olacak demektir.

Önümüzde sınıf savaşımının yeniden yükseleceği, sosyalizmin bayrağının yükseleceği bir dönem vardır. Savaşı önlemenin de tek yolu budur. Bu sınıf mücadelesi, birçok açıdan yeni öğeler içerecektir. Ancak devrimci önderlik isteyeceği kesindir. Bu nedenle, dünya devrimci hareketi, nerede olursa olsun, dünyanın en uzak noktasında bile sürmekte olan direnişlere gözünü dikmelidir.

Hak, mücadele ile kazanılır

Doğru bir sözdür, “hak verilmez, alınır.”

İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı tarafından iptaline karşı açılan dava, beklendiği gibi, “red” ile sonuçlanmıştır. 19 Temmuz 2022’de dava reddedilmiştir.

Okuryazar takımı, CHP ve tüm burjuva muhalefet, davanın “iptal” ile sonuçlanacağını vaaz ediyordu. Onlara göre, “hâlâ bu ülkede hukuk var”dı.

Aslında, biz, Kaldıraç Hareketi, biz devrimciler, “bu ülkede hukuk yok” demiyoruz. Tersine, bu ülkede bir “hukuk var” diyoruz ve adı, iç savaş hukukudur.

Bir çocuk, Cumhurbaşkanı’na karşı bir cümle yazdı diye hapse atılıyorsa, bir kişi muhalif iki söz edince özel ayarlanmış trollerce linç ediliyorsa, bir kadın otobüse bindiğinde giyimine göre saldırıya uğruyor ve sistem saldırganı övüyorsa, bir çocuk cinsel tacize uğruyor ve saldırgan adeta ödüllendiriliyorsa, bir öğrenci hakkını arayınca okuldan uzaklaştırılıyorsa, iki Çerkes otobüste kendi anadillerini konuşunca tehdit alıyor ve sistem bunu ödüllendiriyorsa, her öğrenci eyleminin karşısına polis, her kadın eyleminin karşısına TOMA, her işçi eyleminin karşısına polis copu dikiliyorsa, medyası, yargısı, polisi, askeri, hukuku ile tüm bir sistem halka, işçi ve emekçilere saldırıyorsa, “burada hukuk yok” denmez.

Tam tersine, burada bir “iç savaş hukuku” var denir.

Ülkenin hapishaneleri işkencehaneye dönmüştür.

Her gün, Kürt halkına karşı savaş naraları atılmakta, öldürdük diye sevinç nidaları yükselmektedir.

Kürt halkına, Kürt devrimine karşı, hem ülke sınırları içinde hem de Irak’ta ve Suriye’de açık bir savaş, bir soykırımı devreye sokulmuştur.

Her işçi, her öğrenci, her kadın eylemine devlet, tüm güçleri ile, medyası, polisi, yargısı, askeri vb. ile saldırmaktadır.

Açlığını haykıran suçlu ilan edilmektedir. Battığını ilan eden küçük esnaf tutuklanmaktadır. “Hırsız var” diyen linç edilmekte, ayakkabı kutusunu gösteren tutuklanmaktadır.

Kürt illerine bakıldığında bu “iç savaş hukuku” tüm çıplaklığı ile görülmektedir. Nihayetinde orada direnen bir halk, bir örgütlü mücadele var. Bir tokatla susulmuyor, milliyetçilik naralarından korkulmuyor, hapishanelerden ürkülmüyor, ölüm tehditlerine boyun eğilmiyor. Bu nedenle iç savaş orada çok açıktır. Bir soykırım saldırısı, direniş olmamış olsa idi, başarılı olmuştu bile. Ama direniş, savaşın gerçek karakterini ortaya seriyor, iç savaş, kendini açık olarak ortaya koyuyor.

Bu nedenle, TC devleti, Kürt il ve ilçelerinde seçilmiş olanların yerine kayyum atamaktan geri durmuyor.

Kayyum atanması, “hukukî” mi idi? Elbette değildi. Normal, olağan şartlarda burjuva hukukuna uymaz. Ama iç savaş hukukuna uygundur.

Batı’da ise, İstanbul, Ankara ve İzmir’de, TC devleti tüm güçleri ile halkın üzerine saldırıyor. Gar katliamını ele alın, davasını izleyin, bu iç savaş hukuku değilse nedir?

Bir tren kazasında çocuğunu kaybeden annenin cesaret verici, onurlu direnişi, “hukuk mekanizmalarını” harekete mi geçirdi? Tersine anne, coplandı, terörist ilan edildi. İç savaş hukukudur bu.

Canikli, Giresun’da öldürülen 13 yaşındaki Rabia Naz’ın babasına karşı açık mafyatik yöntemleri kullanırken, hukuk mu ölmüştü? Hayır, iç savaş hukuku devreye girmişti.

İç savaşın, Batı illerinde, Kürt illerinde olduğu kadar açık ortaya çıkmamasının nedeni, bizim örgütlülüğümüzün, henüz Kürtlerinki kadar gelişkin olmamasıdır. Bu nedenle devlet, burada daha “toleranslı” davranmaktadır, coplamaktadır, TOMA ile su ve gaz sıkmaktadır, hapse atmaktadır, plastik mermi kullanmaktadır. Yani, henüz açıktan, göstericilere gerçek mermilerle ateş edilmemektedir.

Devleti, iyi tanımak gerekir.

Devlet, egemenlerin örgütüdür. Öyle sınıfların üstünde, tüm toplumun ortak kurumu vb. değildir. Polis egemenlerin polisidir, hukuk egemenlerin hukukudur, asker egemenlerin askeridir. Bir polisin, bir askerin, bir yargıcın emekçi halkın çocuğu olması, ancak o kişi bunun bilincinde ise bir anlam ifade edebilir.

Devlet, hak dağıtan bir “baba” değildir. Eğer bir baba ise, mutlak öyle diyecekseniz, anamızı “belleyen”, yedi neslimizi kurutan bir “baba” olabilir, o kadar.

Peki, bu durumda, mesela hukukî mücadele anlamsız mıdır?

Hayır, anlamlıdır. Ama ancak, tüm mücadele biçimleri ile birlikte kullanılıyorsa anlamlıdır. Yoksa sadece bir dava açmak, sadece bir avukat tutmak, “Türk mahkemelerine güvenmek”, asla ve asla anlamlı değildir.

Saray Rejimi, hukuku ayaklarının altına almadı, hayır.

Saray Rejimi, hukuku bir silah olarak kullanmanın yollarını geliştirdi.

Öyle ise, “biz gelince İstanbul Sözleşmesi’ni devreye sokacağız” demek, bugüne kadar bekleyin demek, aslında açıktan Saray Rejimi’ne destektir.

Kadınlar, mücadele etmekten geri durmamalıdırlar. Üstelik bu mücadele sadece dava açmak, sadece mahkemeye başvurmak şeklinde de olamaz. Bu yetmez. Kadınlar, sokaklara çıkmalı, her yol ve araçla mücadele etmeli, kendilerini sisteme karşı mücadelenin bir parçası olarak görmelidirler.

Hak mücadele ile kazanılır.

İşçilerin çalışma ve yaşam koşulları, işçilerin sendikal hakları, ancak ve ancak onların aktif ve çok yönlü mücadelesi ile sonuçlar verebilir.

En sıradan, en yasal bir hak dahi, ancak mücadele ile hak hâlini alabilir.

İşçilerin, kadınların, gençlerin, Birleşik Emek Cephesi altında ortak mücadelesi, güçlerini birleştirmesi, hem var olan hakların korunmasını hem de yeni hakların elde edilmesini sağlayabilir.

Sokaklar, eylem alanları, direniş yerleri, gerçek anlamda nefes aldığımız, insan olmanın onurunu tattığımız yerlerdir. İşte hayat buralarda, yeniden kurulmalıdır.

Burjuvazinin, tekellerin, egemenlerin iç savaş hukukunu devreye sokmaları, gerçekte güçsüzlüklerinin göstergesidir. Yalvararak hak alınmaz. Tersine bu zorbalığa, bu baskı ve şiddete, bu “yağma rant ve savaş ekonomisine” karşı her yol ve araçla mücadele edilerek haklar kazanılabilir.

İşçi ve emekçiler, halklar, kendi hukukunu yaratmak zorundadırlar ve bunun yeri sokaklardır, işçi ve emekçi meclisleridir.

Seçimlerin yapılmasını sessizce beklemek demek, eğer olacak olursa, seçimleri de kaybetmek demektir.

Düşünün, Kılıçdaroğlu, Akşener vb. burjuva muhalefet de, tıpkı MHP gibi, Saray Rejimi’nin açıktan yanında olursa ne olur? O zaman bu halkı, işçi ve emekçileri, daha güçlü tarzda mücadele etmekten alıkoyacak ne kalır?

İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, karşılarına dikilen devletin kendi devletleri olmadığını bilince çıkartmak zorundadır.

İşçi ve emekçiler, direnişçiler, daha örgütlü hareket etmek, yeni ve yaratıcı mücadele ve örgütlenme modelleri geliştirmek zorundadır.

Bu, iki sınıfın mücadelesidir.

Hak, ancak mücadele ile kazanılarak, gerçek bir kazanıma dönüşebilir.

Sri Lanka direnişinin düşündürdükleri

Belki sizin de ilginizi çekmiştir. Sri Lanka’daki direniş, mevcut başkanın ülkeyi terk ederek, Singapur’dan e-posta yolu ile istifa etmesine yol açtı. Bu istifa, “ileri bir sonuç” değil elbette. Ama, ülkemizdeki Saray Rejimi’nde, Damat Berat’ın sosyal medyadan istifa etmesi ile başlayan komik tartışmaların, aslında türünün tek örneği olmadığının bir kanıtı olabilir.

Bizde çok yaygındır; modern teknoloji abartılır.

Sen, devrimden söz eden bir genç gördüğünde, hemen ona, 12 Eylül yenilgisinden öğrenmiş olduğun, “mücadele etmek tehlikelidir” düsturuna uygun olarak, “iyi ama devrim, bu teknolojik koşullarda, bu şartlar altında, her şeyi kontrol edebildikleri bir ortamda mümkün değil” demek için kendini tutamayan “dostum”, modern teknolojiyi çok ama çok abartıyorsun.

Haklısın. Yeni, devrimsiz, uslu yaşamında, sen sadece “iyilikler” dilerken herkese, bakıyorsun ki, çok değişik aletlerle her şeyi izlemek mümkün. Eşi kendisini aldatıyor mu diye dert eden, hemen bir izleme sistemi devreye sokuyor. Eskiden ev telefonlarını izleyen devlet, şimdi, her türlü elektronik yazışmayı izliyor, telefonları kaydediyor. Ve sen tüm bunların karşısında kendini ezilmiş, yalnız hissediyorsun. Tıpkı, benim, deterjan almak için markete gittiğimde, onun bana bakan gözleri ile “paran var mı” diye sorduğunu hissetmem gibi. Buna biz meta fetişizmi diyoruz. Belki de senin bu elektronik dünya da dahil, “modern teknolojiyi” abartırken, unuttuğun bir şey vardır?

İşte, Sri Lanka’nın başkanı, Singapur’dan e-posta ile istifa ettiğinde, biz, bu teknolojinin başka bir yönünü de öğrenmiş oluruz. Bakan Damat Berat istifasını sosyal medyadan yaptığında, saygın Kemalist-ulusalcılarımız, “aaa, bu devlet terbiyesine uymuyor” dediler. İyi ama, diploması olmayan bir adamı başbakan ve cumhurbaşkanı olarak kabul etmek, sizin devlet terbiyenize nasıl uygun gelmişti? Galiba, tam da uymuştu. NATO tedrisatı budur. Siz, neye şaşıracağınızı bile NATO standartlarına göre belirlersiniz. En büyük beklentiniz, ABD’li bir yetkiliden alacağınız “aferin”dir.

Neyse, bizim modern teknolojiyi abartan dostlarımıza dönelim. Neyi unutuyorlar? Acaba 100 yıl önce devletler, isyancılardan teknolojik açıdan daha güçlü değil miydi, bu isyancıların teknik zayıflığı sadece 21. yüzyıl devrimcilerine ait bir yeni sorun mudur? Mücadele etmek istemeyen için, her durum zordur, her zaman bir bahane bulunur. Oysa 1917’de iktidarı alanlar, aslında teknik olarak yine o zamanın kapitalist devleti ile kıyas götürmez ölçüde güçsüz idiler. Brecht acaba bu durumu mu gördü? Egemenlere sesleniyordu, “tankınız ne güçlü, ne güçlü ama kullanacak insan ister” diyordu. Bugün de öyledir.

Sanat, işte bu denli güçlüdür. O dönem için söylenen, tankınızın kusurcuğu, kullanacak insan istemesidir meselesi, bugün de doğru.

Sri Lanka’da, bu kusurcuğu görmeye başladık mı? Gezi’de bu kusurcuğu görmeye başladık mı?

Kaldıraç 252. sayısında, Halk Kurtuluş Cephesi (JVP) politbüro üyesi Sunil Handunethi ile bir röportaj yaptı. Bu röportajın sonunda Handunethi, şöyle diyor: “21. yüzyıl sosyalizm yüzyılıdır. Kapitalizmin yarattığı teknoloji ve teknoloji dünyası, insanları çeşitli şekillerde felakete sürüklemek ve istismar etmek için kullanıldı. Teknoloji, insanları bölmek ve yönetmek, insanlar arasında uyumsuzluk getirmek için kullanıldı. Ancak, şimdi halk tarafından haklarını korumak ve geliştirmek için kullanılıyor …” (Kaldıraç, Temmuz 2022, s. 88).

Yani, egemenlerin elindeki teknolojinin eksiği olan, onu bir insanın kullanması gerçeği, işleri değiştirme eğilimini ortaya çıkarıyor. Bizim eski yoldaşlarımız, hâlâ dostlarımız, teknolojiyi çok abartıyorlar. İnsana, işçi ve emekçi sınıflara bakmıyorlar. Kapitalist ekonomiyi, kapitalist dünya sistemini anlamak, yıkmak üzere mücadele etmiyorlar. O nedenle, kendi “evcil” dünyalarında her yeni teknik gelişim, onları biraz daha korkutuyor.

12 Eylül yenilgisinden korkmayı, mücadele etmemeyi, örgütten uzak durmayı, tartışmaktan korkmayı öğrenmiş olanlar, sadece bunları öğrenmiş olanlar, korkmak için her gün bir şey buluyorlar. Bizim egemen ulusalcılarımız nasıl ki, NATO’dan korkmasını biliyorlar, bizim 12 Eylül ile korkuya boyun eğenlerimiz de, korkmak için her “yeni şey”de bir neden buluyorlar.

* * *

Sri Lanka, eski adı Seylan olan, bizim bildiğimiz Seylan çaylarının geldiği yerdir. O meşhur çaylar, yeni adı ile Sri Lanka’da üretilir. Sri Lanka, Hindistan’ın güneyinde yer alan bir adadır. Yanlış bilmiyorsam, eski İngiliz sömürgesidir ve İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin nezdinde dünya kapitalist sisteminin aldığı yenilgi sonrasında “bağımsız” bir ülke olmuştur. Hindistan’a çok yakın bir adadır. Sanırım, 31 km mesafede olmalı. 31 km yüzebilen insanlar var mıdır bilmiyorum. 2020 istatistiklerine göre, 89 milyar dolar GSYH’si (gayrisafi yurtiçi hasıla) olan bir ülkedir. Nüfus ise 22 milyona yakın. 12 milyar dolar ihracat yapıyor. Bu yıllık ihracat içinde örme tekstil başta olmak üzere tekstil, çay, kahve ve baharatlar önde. İthalatı ise ağırlıklı olarak petrol alanında, yıllık toplam ithalat, petrol de dahil 22 milyar dolar. Basit bir mantıkla, ülkenin enerji ihtiyacını çözmesi gerekiyor. Bu yolla petrol ithalatı azalabilir.

Rajapaksa hanedanlığı, Temmuz ayında son buldu.

Gotabaya Rajapaksa, en son başkan idi ve Singapur’da istifa etti, e-posta yolu ile. Teknolojinin böyle kullanımını allah bizimkilere de nasip eder mi bilmiyoruz. Ama aslında Gotabaya’dan önce, bir başka Rajapaksa vardı, o da Gotabaya’nın abisi Mahinda Rajapaksa idi.

Tamil gerillaları (LTTE) ya da Tamil Kaplanlarına karşı yürütülen iç savaş ve soykırım uygulamalarının başarısı için, Mahinda, 2005’te iktidara geldi. Sri Lanka’da iktidar bloğu, Mahinda ile, Tamil gerillalarını ezmeyi hedefledi. İçlerinde çok sayıda çocuk da olmak üzere, 100 bin kişi katledildi. Ve iç savaş, büyük ölçüde 2009’da sonlandırıldı.

JVP politbüro üyesi Handunethi, Kaldıraç’taki röportajında, Sri Lanka’da farklı etnik grupların, her ülkede olduğu gibi yaşadığını söylüyor ve şu grupları sayıyor: Sinhaleseler, Tamiller, Müslümanlar, Burgherler, Maley. Tamillere karşı devletin kıyımı boyunca, aslında şiddetli bir baskı sistemi yaratıldı. Tamillerin yaşadığı bölgelerde halkın herhangi bir direnişine karşı acımasız savaş devreye sokuldu. Sri Lanka, 22 milyona yakın nüfusuna rağmen, 350 bin kişilik bir orduya sahip. Bu oldukça yüksek bir orandır.

Tamil direnişini bastıran devlet, Mahinda yönetiminde, Rajapaksa ailesinin öne çıktığı bir yönetime dönüştü. Başkanlık sistemi, tıpkı ülkemizde olduğu gibi, olağan olmayan bir devlet örgütlenmesi olarak gelişti. Elbette, tüm aile, adada süren yağma-rant ekonomisine uygun olarak görevler aldı. Mahinda 2015’te görevi kardeşi Gotabaya’ya devretti. Sanıyorum, kendisi de başbakan olarak görev aldı.

Ülkede bizim ülkemizdeki gibi yollar, kullanılmayan havalimanları vb. yapımı daha da hızlandı. Böylece borç batağı büyüdü. Ekonomik kriz derinleşti. 2021 Nisanı’nda, devlet başkanının aldığı yeni karar, bardağı taşıran damlalardan biri oldu denilebilir. Gotabaya, tarımsal alanda, kimyasal gübre kullanımını yasakladı. Bu elbette çiftçileri oldukça zora soktu. Çay ihracatı için, kimyasal gübrenin olmaması, alıcılar açısından önemli olsa da, buna bir çare düşünülmedi ve çiftçiler oldukça zor duruma düşmeye ve 2022 yılında gösteriler artmaya başladı. 2022 nisan enflasyonu, yüzde yüzü geçmişti. Petrol ve enerji fiyatlarındaki artış, durumu daha da kötüleştirmişti. Hükümet enflasyonu, 2022 Nisan ayında yüzde 34 olarak açıklıyordu.

Nisan 2022’de gösteriler daha da şiddetlendi. Bastırma çabaları yeterince sonuç vermedi. Başkent Kolombo, Tamillere karşı kullanıldığı tarzda şiddetin kullanılabileceği bir yer değildi.

51 milyar dolar borcun ödenemeyeceği ortaya çıktı. IMF ile yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı.

Gösteriler, kitlesel eylemler, kendiliğinden veya örgütlü eylemler şeklinde gelişti. Başlangıçta eylemlere katılanlar, daha çok “halk” olarak ele alınabilirdi. Bu bir yandan, eylemlere yoğun katılım, orta sınıfların, küçük burjuvaların da katılımı demek idi. Ama daha sonraları, öğrenciler, kadınlar vb. yanı sıra, grevler ortaya çıkmaya başladı. 28 Nisan grevi bu açıdan önemlidir. Kaldıraç’taki röportajda, 1 Mayıs’ın ilk kez üç ilde birden kutlandığı bilgisi yer almaktadır. 6 Mayıs’ta ise, hartal diye adlandırılan, kepenk kapama, hayatı durdurma eylemi başladı. Eyleme, çay işçileri de katıldı, sendikalı işçiler de katıldı.

Gotabaya, önce, aileden iktidarda olanları görevinden aldı. Ama durumu toparlamaya yetmedi bu tutum.

Artık Başkent Kolombo işgal altındaydı.

Eylemler, daha da ilerledi. Mahinda ve 70 milletvekilinin evi, göstericilerle basıldı. Bu villa tarzı evler ateşe verildi. Nihayetinde, göstericiler, büyük güvenlik önlemleri ile korunan Başkanlık Sarayı’na girmeyi başardı. Gotabaya, ülkeyi terk etti. Singapur’dan e-posta ile istifa etti.

Sri Lanka direnişinin bize düşündürdükleri var.

Olayları, belki de bazı eksiklikleri ile, böyle özetledikten sonra, direnişin düşündürdükleri üzerine tartışabiliriz.

Muhtemeldir ki, burada aktarılan bilgilerden daha fazlası, iyi bir tarama ile bulunabilir. Ama JVP politbüro üyesinin röportajı, bilgi eksikliklerimize rağmen, bize daha ciddi düşünceler geliştirme cesaretini verdi.

Ülkemizde çok sıkça tartışma konusu olan Gezi Direnişi’nin hâlâ güncel olması, sürmekte olan direnişin bastırılması için Saray Rejimi’nin her yolu denemesi, ayrıca bir yakınlık kurmamıza neden olmaktadır. Sri Lanka direnişi, bize Gezi Direnişi’ni bir kere daha ele alma enerjisi vermektedir.

İzninizle maddeler şeklinde yazmak istiyoruz.

1

Sri Lanka direnişi nezdinde, dünyanın tüm direnen işçi ve emekçilerini selâmlamak istiyoruz. Sri Lanka’dan Başkan Gotabaya’nın kaçışı, henüz bir zafer değildir. Ama buna rağmen, önemlidir. 20 yıla yakın bir iktidarın-hanedanın çöküşüdür. Ve bu çöküş, sonunu nasıl getirecek bilinmezse de, direnişin eseridir, en geniş anlamı ile halkın eseridir.

Bizde Erdoğan sonrası konusunda tartışma çok “renkli” gibi sunulan bir siyah-beyaz film sahnesidir. İlkin, mesele Erdoğan meselesi değildir. Dahası vardır. Saray Rejimi, daha da ilerisi, burjuva egemenlik, ABD’nin 51. eyaleti olma hâli son bulmalıdır ve bunun olanakları vardır. Bu konuda bize katılmayacak olanların fazla olduğunu biliyoruz. Bizim görüşümüz, her gerçek gibi, bugün az sayıda destek görmektedir. Ama doğrusu, biz de, kendini çoğunluğa göre ayarlamayanların saflarındanız. Yani görüşümüz yeterince destek görmüyor diye, onu yanlış kabul etmeyecek kadar irademiz, bilimsel öngörümüz ve cesaretimiz var.

Erdoğan’ın nasıl yıkılacağı, sonrasına ilişkin bilgi verecektir. Erdoğan ve Saray Rejimi, halkın direnişi ile, mesela Sri Lanka’dakinden daha az olmayan bir direnişle yıkılacaksa, sonrası bambaşka olmaya adaydır.

Bu nedenle, Sri Lanka’da zafer, işçi sınıfı ve halkın, mevcut sistemi, başkanlık sistemini alaşağı etmesi, sosyalizmin bayrağını yükseltmesi demek olacaktır. Bunun için, sadece parlamentoyu temel alan bir yaklaşım yeterli değildir. Tersine, halkın direnişini temel almak gerekir.

Kolombo, başkent “işgal” edildiğinde, insanlar “yurttaş komiteleri” aracılığı ile, gıda ve tüpgaz stoklarına el koydular ve bu stokları halka planlı olarak dağıttılar. Bu önemli bir “iktidar” adımıdır. Buradan söylemesi kolay olmasa da, “yurttaş komiteleri”, kendiliğinden eylemlerin örgütlü eylemlerle birleşmesinin kanalı olabilirler.

İşçi sınıfı ve devrimcilerin, iktidarı almaya güçleri yetmeyebilir. Ama bunun yolu, direnişi daha da derinleştirmekten geçmektedir.

Doğru bir siyasal önderlikle, birleşik emek cephesinin iktidarı alma olanağı vardır. Bu da, sadece parlamentoya bakan bir mücadele anlayışının aşılması demektir. Tekrar etmek gerekir ki, bizim buradan söylediklerimiz, elbette, bazı hatalar içerebilir. Ama asla ve asla, dostça olmayan bir anlam içermezler. Parlamento ile sınırlı bir direniş, daha ileriye gitmeyi unutmak, reddetmek demektir. Elbette, Sri Lanka, dünya kapitalist sistemini sarsacak bir çıkış yeri değildir. Elbette öyledir. Ama buna rağmen, sosyalizmin bayrağının dalgalanması mümkündür.

2

Sri Lanka direnişinin, kayda değer, oldukça kıymetli bir yönü var: Onca baskıya rağmen, direniş dağılmamış ve kararlılığını sürdürmüştür. Bu durum ada halkının optimist yaklaşımının ürünü değil, gelişen ve yıllar alan direnişin ürünüdür. Uzun bir mücadele tarihinin sonucudur ve Tamil gerillalarının, tüm hatalarına rağmen direnişi, bunun, bu tarihin bir parçasıdır.

Rajapaksa hanedanının destekçilerinin, bir yandan aile üyelerinin yönetimden ayrılması kararına rağmen ve tam da onun ardından, bir saldırı organize ettiklerini biliyoruz. Bu saldırıda Rajapaksa destekçileri, Kolombo’daki göstericilerin üzerine saldırdı, çadırlarını yaktı, göstericilerin bir kısmı ağır dayaklar yedi. Ama buna rağmen, gösteriler durulmadı ve direniş sürdü.

Ve direniş, salt barışçıl gösterilerle kendini sınırlandırmakla yetinmedi.

Bizim Gezi Direnişi sırasında, büyük alanlarda toplanmamız yetmedi. Aynı süreç, Sri Lanka’da da vardı. Ama artan şiddet karşısında, göstericiler, eski başkan da dahil, 70 milletvekilinin evini yaktı. Dahası, artan saldırılar, direnişçilere, esas muhatabın, parlamento değil, Saray olduğunu öğretti. Saray’ı basan göstericiler, bir sonuç elde etmeyi başardı.

Bizim Gezi Direnişi’nde yapamadığımız budur.

Gezi Direnişi’nde, alanlarda coşkulu kalabalıklar olarak, özgürleşme, korku duvarını delme açısından çok kıymetli adımlar attık. Ama bu durum, bununla sınırlı kaldıkça, sonuç vermekten uzak oldu. Gezi döneminde penguen yayını yapan TV merkezlerini ele geçirmedik ya da kamu binalarına yönelip, doğrudan onlarla tartışmaya yönelmedik. Bunu düşünenler zayıf kaldılar.

Oysa Sri Lanka’da, olaylar, devlet kurumlarına, daha direkt olarak Saray’a doğru akmaya başladı ve bu durum bir sonuç üretti.

Sri Lanka’da süreç, yarın askerlerin bir bölümünün silah bırakması ile bile sonuçlanabilecek noktadadır. Bu ise salt parlamentoya hapsedilmiş bir mücadelenin yetersiz olacağını düşünmek için önemli bir nedendir.

3

Kaldıraç’ta yer alan röportajda, Handunethi, artık ülkede ırkçı ve dinci manipülasyonların işe yaramayacağını belirtmektedir.

Bu oldukça önemli bir noktadır.

Modern burjuva devletin en büyük rıza üretme araçları, din ve milliyetçiliktir (ırkçılık). Bunu kaybeden bir burjuva devlet, kolaylıkla ayakta duramaz. Bu açıdan Sri Lanka devrimcilerinin, Tamiller ve tüm halklarla, kardeşçe bir ilişki kurması gerekli ve önemlidir.

Ülkemizde, TC devleti, Kürtlere karşı savaş ve Yunanistan ile savaş konularını açtı mı, her şey durmakta, ilk iş olarak egemenler birbirine yapışmakta, aralarındaki çelişkileri unutmaktadır. Ardından, özellikle okuryazar takımı (OYT) aracılığı ile, bu ırkçı ve milliyetçi yaklaşım, “devleti kurtarmak” hâline dönüştürülmekte, böylece Saray’a muhaliflik de boşa düşmektedir. Sözde Saray Rejimi’ne muhalif, gerçekte, sadece Erdoğan’dan rahatsız bir anlayış örgütlenmektedir. Oysa bunlar, ayrı şeyler değildir. Bu ikiyüzlü muhalefettir, sözde muhalif, gerçekte, Saray Rejimi’nin destekçisi.

Bir muhalif, eğer Kürt halkına karşı yürütülen kıyımı görmüyorsa, eğer bu durumda devletin yanında yer alıyorsa, bu durumda susuyorsa, ona devrimci denemez.

Ülkemizde ırkçılık ve din hâlâ etkilidir. Etkileri azalmaktadır. Ama buna rağmen hâlâ etkilidir. Bu TC devletinin sadece tarihsel deneyimi ile açıklanamaz, aynı zamanda NATO bağları da bunun bir nedenidir. Ama elbette, TC devletinin tarihsel deneyimi de bu konuda çok önemlidir. Biz, ülkenin devrimcileri, Ermeni katliamında yeterince tepki verilmiş olsa idi, bu ırkçılığın bunca sonucu ile karşılaşmayacağımızı söylemek zorundayız. Büyük günah, her türlü küçük günahı aklar, görmezden gelmenin sonucudur bu. Komşusu saldırıya uğradığında onu yalnız bırakan kişi, kendisine gelecek saldırının da kapısını açmış demektir. İnsanî açıdan da bu böyledir. Devrimci mücadeleden söz ediyorsak, bir halkın haklarını yok sayan, bir halkın direnişine gözünü kapatan kişi, devrimcilikten söz edemez.

TC devletinin elinden din ve ırkçılık (milliyetçilik, o ünlü deyimi ile Atatürk milliyetçiliği de içinde) alındığında, TC devletinin yönetme araçlarının önemli bir bölümü de elinden alınmış olacaktır. Saray Rejimi’nin azgınca dini ve milliyetçiliği kullanması bu nedenledir. Bu denli şiddetli tarzda kullanıldığı için, din de, milliyetçilik de eskisi kadar iş görmekten uzaktır. Kürtlerin direnişi, bu açıdan çok ama çok önemlidir. Hatta bazı dinî çevrelerin, samimi inananların iktidarı eleştirmeleri de büyük bir öneme sahiptir.

4

Direniş öğretmendir.

Direnişçi, tüketim toplumu ilişkilerini aşarak insanlaşmaya, güzelleşmeye başlayan kişidir.

Sri Lanka direnişi, küçük bir ada ülkesinin direnişi değil, insanlığın kapitalist sisteme, burjuva egemenliğe karşı direnişinin bir parçasıdır.

Kapitalist sistem, ağır bir ekonomik kriz yaşamaktadır. Bu kriz, en son 2008 krizi diye adlandırılan günlerden gelmektedir. Uluslararası tekeller, “büyük reset”ten söz etmektedir. Dünyayı bir savaş arenasına dönüştürme isteği, tam da bugünlerde, ABD’nin çözülen hegemonyasını kaybetmeme isteğinin ürünüdür. ABD emperyalizmi, diğer emperyalist rakiplerini (Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa gibi), Rusya ve Çin’i boğmak, sömürgeleştirmek için yanına almaya çalışmaktadır.

Bu durum, dünyanın her yerinde, devrimci sosyalizmin yükselmesine olanak tanıyacak fırsatlar yaratmaktadır.

Dünyanın her yerinde, sınıf savaşımı yeniden yükselmektedir. Bu savaşımın daha da sertleşeceğini söylemek bir kâhinlik sayılmaz artık. Burjuva kalemşörler bile, sosyalizmin ruhuna Fatiha okumanın artık işe yaramadığını dile getirmektedir. Sosyalizm, kuşkusuz 100 yılı aşkın deneyimi ile, yeniden yükselecek bir yol bulma arifesindedir.

Bu koşullarda, dünya devrimci hareketinin enternasyonal bir örgütünün olmaması büyük eksikliktir.

Dünya yeniden sosyalist devrimlerin yükseliş dönemine girecek gibi iken, bu enternasyonalist bir örgütün eksikliği, hızla aşılması gereken bir görev gibi durmaktadır.

Elbette bu durum, her ülkedeki, hatta emperyalist metropollerdeki devrimci hareketin kendi gelişim yolunu sürdürmesinin alternatifi değildir. Her devrimci hareket, yükselmekte olan sınıf mücadelesine uygun adımlar atmak zorundadır. Ancak, bugün, bunca yıllık tarihsel deneyime dayanarak, söyleyebiliriz ki, her devrimci hareket, dünya devrimci sosyalist hareketinin bir parçası olarak kendini konumlandırmayı ihmal etmemelidir.

Bugün, buna çok daha fazla ihtiyaç vardır.

Devrimin nerede ve nasıl gelişeceği, birçok etkene bağlı olarak şekillenecektir. Ama devrimciler, kendilerini, dünya devrimci hareketinin bir bileşeni, bir parçası olarak konumlandırmayı, en başından gözetmek zorundadır.

Sri Lanka direnişi, dünya devrimci işçi hareketinin bir parçasıdır. Birçok deneyime sahiptir. Ondan öğrenmek, o gözle detaylara bakmak, savsaklanamaz bir devrimci görevdir.

Yoğunlaşan savaş bulutları arasında, insanlığın geleceğinin sosyalizmin zaferine bağlı olduğu gerçeği, uzakta da olsa bir güneş gibi parlamaktadır.

Ömrünü tüketmiş bir sistem olarak kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin yeryüzünden silinip atılması gereklidir. 21. yüzyıl, bunun yüzyılı olmalıdır. Bu insanlığın varlık yokluk sorunu haline gelmiştir. Tüm bunları bir kere daha düşünmemize olanak veren Sri Lanka’nın, o güzel adanın direnişçilerini, işçilerini ve devrimcilerini bir kere daha selâmlıyoruz.

Devrim ve sosyalizm, gezegenimiz için, hava ve su kadar acil bir ihtiyaçtır.

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Tekeller çağı, kriz ve insan olarak kalabilmek

Krizden söz ediyoruz. Artık Saray Rejimi de, o bile, bir krizden söz ediyor. Saray Rejimi, bir “ekonomik kriz” olduğunu kabul ediyor. Burjuva muhalefet ise, kapı arkalarında, devletin “âli sahipleri” ile birlikte, ekonomik krizin yanı sıra, “siyasal bir krizin” de varlığını konuşuyorlar. Ama perdenin önünde, “ekonomik kriz” var. Herkesin gördüğünü, yaşadığını, ancak bir yere kadar kabul ediyor egemenler.

Kriz, salt bir ekonomik kriz değildir. Aynı zamanda, Saray Rejimi diye bir olağanüstü devlet örgütlenmesini dayatan bir derin siyasal krizden de söz etmeliyiz. Saray Rejimi, bizzat bu krizi aşmak için devreye sokuldu ve bugüne kadar siyasal krizi çözebilmiş değildir.

Krizin hem siyasal anlamda hem de ekonomik anlamda, kapitalist sistemin krizi olduğunu da biliyoruz. Saray Rejimi’nin sözcülerinin, “kriz var, ama tüm dünyada var” diyerek, kendi “hataları”nın olmadığını söylemelerinin bizim tartışmamızla zerre kadar ilgisi yok. Biz kapitalist sistemin büyük krizinden söz ediyoruz ve bu anlamda önemlidir.

Kriz, aslında kapitalist sistemin, tekeller çağında ayrılmaz yol arkadaşıdır. Kapitalist sistem, artık dünya için fazladan ömür süren bir canavar misalidir ve dünyayı yok ederek, dünya ile birlikte insanı yok ederek yaşayabilmektedir. Bu nedenle krizler, şaşırtıcı değildir.

Ama buradan hareketle, bir krizin önemli olmadığını, onun incelenmesine gerek olmadığını söyleyemeyiz. Tersine, krizler, yeniden ve yeniden ortaya çıksa da, her yeni krizin tekrar ve ısrarla ele alınması ve incelenmesi gerekir. Kapitalizmin, özellikle son 150 yıla yakın tarihi ile tekelci kapitalizmin, kapitalist-emperyalizmin çürüme demek olduğunu biliyoruz. Her kriz, bir yandan bu çürümenin göstergesidir, diğer yandan ise kapitalist sistemin kendini ayakta tutacak mekanizmaları yeniden örgütlemesi demektir. Her defasında, çürüme daha da derinleşmektedir. Ama biz yine de, her krizin özgün yönlerine bakmalı, somut olarak onu ele almalıyız.

Demek oluyor ki, krizlerin kapitalist sistemi otomatik olarak yok edeceği gibi bir fikri doğru bulmuyoruz. Tersine, kapitalizmi yıkmak, en son sınıf egemenliği sistemini tarihe gömmek, devrimle mümkündür. Bu da öznenin, işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak örgütleyecek devrimci örgütün işidir. Kitlelerin biriken öfkesinin kapitalizmi yıkmak üzere örgütlenmesi olmadan krizler kapitalizmin sonunu işaret etmez.

Burjuvaların, egemenlerin, kendi devletleri var. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür ve hem rıza üreterek (ideolojik mekanizmaları) hem de şiddet ile emekçi sınıfları bastırır ve egemen sınıf adına “düzeni korur.” Egemen sınıfın bir çok örgütü vardır elbette, ama en gelişmiş örgütü devlettir ve devleti, egemen sınıfın örgütü dışında bir şey olarak görmek, büyük cehalet değilse, büyük yalandır.

Kapitalist sisteme, son sınıflı topluma, son sömürü toplumuna son vermek demek, işçi sınıfının devleti yıkacak örgütlülüğe ulaşması demektir. Bu nedenle, sıradan bir mücadeleden söz edilmediği gibi, sıradan bir öznel güçten de söz edilmiyor demektir.

Sınıf savaşımını biz yaratmadık. Biz Marksistler de keşfetmedik. Biz Marksistler sınıf savaşımının, sosyalist devrimle sona ermek üzere, sınıfsız toplumun yolunu açacağını söylüyoruz. Bu tarihsel bir zorunluluktur ve bunun önünde durulması mümkün değildir.

Devlet, bu sınıf savaşımından, egemenler adına öğrenir. İşçi sınıfı adına bu sınıf savaşımının deneyimlerini bilince çıkartacak olan da, devrimci sosyalistlerdir. Onun için, herhangi bir krizin kapitalist sistemi otomatik olarak yıkacağı fikri bize uzaktır. Bu nedenle, her krizden sonra, “bak bu sefer de yenilmedi” demek, aslında aklını kullanmamak, kişisel bezginliğini akıl olarak sunmak demek olur. Yine aynı şekilde her yeni krizi, “bu da bir kriz, incelemeye gerek yok” demek, aslında sistemi yıkma perspektifini unutmak demek olur. Bu nedenle, her krizi, yeniden ele almak, incelemek gereklidir. Bu, dünyayı değiştirmek için yola çıkanların, dünyayı anlamak ile yetinenlerden farklılığıdır.

* * *

İçinden geçtiğimiz kriz, 2008 yılında başlayan küresel krizin içindedir.

Bu kriz, ilk olarak SSCB’nin çözüldüğü, dünyada sosyalizmin egemenlik alanının daraldığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu krizin öncesinde, SSCB çözülünce kapitalizm, tüm tekeller, onların kalemşörleri, kapitalizmin zaferini ilan etmişlerdir.

Soğuk Savaş dönemi boyunca, komünizme karşı mücadele adı altında oluşturulmuş olan kapitalist-emperyalist örgütlenme, “iki kutuplu” dünya diye adlandırılıyordu. Bu kutuplardan birinin başında bulunan SSCB çözüldü ve dünya, emperyalist dünyanın kalemşörlerince “tek kutuplu” dünya olarak ilan edildi. Bu tek kutuplu dünya, başında ABD’nin bulunduğu, ekonomik olarak doların uluslararası bir para olduğu, IMF, Dünya Bankası, askerî olarak NATO gibi örgütlere dayanan bir dünya idi. ABD, bu konumuna, hegemon bir güç olmasına dayanarak, kendini dünyanın tek devleti olarak sunmaya başladı.

Ama bu görüntünün altında, emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşımı için savaş yükselmeye, su üstüne çıkmaya da başlamıştı. ABD, kendine rakip, Japonya, Almanya gibi ekonomiler ve Fransa ve İngiltere gibi güçleri kontrolde tutmak için uğraşırken, bu güçler de, dünyanın yeniden paylaşımı için daha usulca hareket etmekteydiler.

2008 krizi, bu nedenle, bu koşulların da izlerini taşır.

2008 krizi, aynı zamanda emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı altında ortaya çıkmıştır.

Buna bir diyebiliriz.

İkincisi, neoliberal politikaların yeni bir saldırı dalgası olarak örgütlenmeye başladığı 1980’li yıllar, aynı zamanda, Çin’in ve Doğu Asya ülkelerinin dünyanın fabrikası hâline gelmeye başlamasına yol açmıştı. Ucuz emek pazarına sermayenin hızlı kayışı, kapitalizmin dinamikleri ile tamamen uyumlu olarak, sermayenin uluslararasılaşmasını daha da artırdı. Tekeller, dünyayı kendileri için daha da küçük bir hâle getirmek üzere, küreselleşme bayrağını açtılar. Bu elbette bir siyasal saldırı da idi. Özelleştirme dalgaları ile, tekellere büyük rantlar, kaynaklar aktarıldı. Her dönem olduğu gibi bu dönem de, dünyanın yağmalanması hız kazandı.

Kapitalist-emperyalizm, hem insanı tüketim nesnesi hâline getirerek hem de çevreyi yağmalayarak, insan da dahil dünyayı yok etme mekanizmalarını, büyük bir saldırı ile devreye soktu. Kapitalizm, ancak bu biçimde, maksimum kâr hedefine ulaşabilmektedir. Bu bazı açgözlülerin işi değil, bizzat tekelci kapitalizmin, kapitalizmin kendi karakterinin sonucudur.

Bu dalga, Doğu Asya’yı dünyanın fabrikası hâline getirirken, bu arada Çin’in sosyalist geçmişi ile de bağlı olacak şekilde sömürge hâline getirilmesi planlarını aksattı. Ve Çin, bir ekonomik güç olarak ortaya çıkmaya başladı.

Sosyalist geçmişlerini bir yana bırakıp, kapitalist sistemin efendileri arasında yer almak isteyen Çin ve Rusya, birer bağımsız büyük güç olarak, bu yeni dönemin bir gerçeğidir.

Bugün, bu iki ülke, efendiler tarafından sömürge hâline getirilmiş olsa idi, 2008 krizinin çözümü çok da zor olmayacaktı. Ama öyle olmadı.

2008 krizinin ya da bugün devam eden krizin önemli bir yönü de burasıdır. Bu iki güç, hem ekonomik hem de askerî açıdan, efendilerin hareket sahasını kısıtlamaktadır.

Krizin üçüncü özelliği bu noktada başlamaktadır. ABD, hem emperyalist rakiplerini kontrol altına tutabilmek, kendi hegemonyasını sürdürebilmek hem de krize kesin bir çözüm bulabilmek için, Rusya ve Çin’i, Soğuk Savaş dönemini aratmayacak şekilde düşman ilan etti. Son NATO toplantısında, “barış döneminde değiliz” vurgulu bir belgenin çıkması, aslında çelişkili de olsa, önemlidir. Suriye savaşı, bu sürece Rusya ve Çin’in boyun eğmeyeceklerinin de ilanı oldu. Bugün, bir uçta Tayvan, diğer yanda Ukrayna ile başlayan ve bugün Avrupa’yı saran süreçler, ABD-NATO eli mahsulüdür ve efendilerin dünyaya dayattıkları savaş sürecinin göstergeleridir.

Bu üç nokta bir yana bırakılırsa, eğer bu hataya düşülürse, ne finansal krizler açıklanabilir, ne de krizlerin savaşlara dönüşmesi süreci açıklık kazanabilir.

* * *

Tekeller çağı, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü, sermaye ihracının temel öğe hâline geldiği, tüketim toplumu ideolojisi ile tekelci hâkimiyetin insanı esir alma noktasına evrildiği, tarihin en karanlık çağıdır.

Ömrünü çoktan doldurduğunu Ekim Devrimi’nin ispat etmiş olduğu kapitalist egemenliğin, insanı ve dünyayı kirletmeden, kirletmek bir yana yok etmeden var olamayacağının kanıtıdır bu karanlık.

Büyük çürümedir bu.

Tekelci hâkimiyet ilişkileri, sadece pazarın kontrolü demek değildir. Aynı zamanda, tüketim nesnesi hâline getirilmiş insanın da “kontrol” edilmesi demektir.

Özü gereği, büyük çaplı, kitlesel üretim demek olan tekeller çağı, bu kitlesel tüketime uygun olarak, toplumun tüketim toplumu hâline getirilmesini koşullamıştır. Tekelci egemenlik, metaları satmak için, ihtiyaç hâlinde tüketmek yerine, ihtiyaç olmadan da tüketmek üzere topluma müdahale etmektedir. Reklamcılık, bugünkü hâli ile, tekeller çağının, tekelci hâkimiyet ilişkilerinin, tekelci büyük çaplı üretimin sonucudur. Dün, 1 milyon tirajlı gazeteler ile başlayan bu süreç, TV vb. ile devam etti ve bugün, tüketimi sürekli kılmak üzere insan aklına müdahale etmeye yöneldi. Modern reklamcılık, eğlence ve iletişim sektörü, aslında bu ihtiyaç için organize edilmektedir. Nasıl ki, büyük makinalar, insan emeğinin “özgürleşmesine” yol açabilecekken kapitalist mülkiyet ilişkileri altında emekçinin daha da köleleşmesinin araçlarına dönüştürülebiliyorsa, aynı biçimde modern iletişim teknolojileri, insanın ufkunu açacakken, kapitalist mülkiyet ilişkileri ve tekelci hâkimiyet ilişkileri altında insanı köleleştirebilmektedir.

Çürümüş, ömrünü doldurmuş kapitalist mülkiyet ilişkileri, tekelci hâkimiyet ilişkileri altında, insanı köleleştirerek, onu tükettiği ölçüde var olabilen bir varlığa çevirerek, yaşamaya devam etmektedir. Bu durum, çürümüş kapitalist ilişkiler ağının, tüm toplumu, tüm doğayı kirletmesine yol açmaktadır. Kapitalizm, insanı ve doğayı yok ederek yaşamını uzatmaktadır.

Bugün, tekeller çağında, kapitalizm, insanı ve doğayı yok ederek var olabilir. Bu, kapitalist üretimin karakterinden, yasalarından doğmaktadır. Kâr için üretim, tüm bu süreçlerin ana kaynağıdır. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet var olduğu sürece, insanlık ve gezegenimiz yok olmaya gitmektedir, gidecektir.

Kapitalist üretim, giderek daha fazla sayıda insanın işçi sınıfına eklenmesine yol açarken, aynı zamanda burjuva egemenliği, tüm insanlığın sorunu, gezegenin varlık sorunu hâline getirmiştir.

* * *

Tekeller çağını karanlık çağ olarak adlandırmamız bu temel üzerine yükselmektedir.

Bu çürümeyi, sanatta, edebiyatta, yaşamın her alanında görmek mümkündür.

Metanın alanı genişlemekte, tüm toplumsal ilişkiler, insanlar arasındaki her türden ilişki, metalar aracılığı ile kurulur hâle gelmektedir. “Ne insanlar gördüm üzerlerinde elbise yoktu, ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu” sözü, artık geride kalmaktadır. Ne giyiyorsan, “sen osun” anlayışı günlük yaşamı belirler hâle gelmiştir. İnsan sahip olduğu metalar ile ölçülmektedir. Dün, para, ne kadar meta alabileceğinin ölçütlerinden biri iken, bugün para, “insan olarak senin değerinin” ölçütü hâline gelmiştir. “Kaç paralık adam” eskidir ama bu kadar egemen olmamıştır.

Sanat alanındaki kısırlaşma, edebiyat alanındaki fakirleşme, aslında bu sürecin ürünüdür. Her şeyin metalaştığı bir toplumsal ilişkiler ağı içinde, insanın sanatsal üretimi de yok olmaktadır. Bu sıradanlaşma, çürümenin, karanlık çağın göstergelerinden biridir.

İnsanların duygusal ilişkileri, metaların ilişkileri hâline gelmiştir.

Bu süreç, kişinin günlük yaşamında o kadar egemendir ki, insan, içinde yaşadığı koşulları anlamaktan hızla uzaklaşmaktadır. Sanki, tüm toplumsal alan, karanlığa bürünmüştür ve insan kendi içinde yaşadığı toplumsal gerçeklikten bihaber hâle gelmektedir. Deryada yaşayıp deryadan habersiz olmak deyimi, artık balıkları anlatmak bir yana, gelişmiş bir hacimdeki beyne sahip olan insan için de geçerli hâle gelmiştir. İnsanlar, kendilerini “tüketici” olarak o denli kabul eder duruma gelmiştir ki, toplumsal varlığını anlayamaz hâldedir. Bir markette tüketici olarak alışveriş yaparken, kendini içinde bulduğu yabancı ve yalnız durumun intikamını alır gibi, arkadaşlarının karşısına satın aldıkları metalar topluluğu ile çıkmayı hayal etmektedir. Yalnızlıklarını sahip oldukları nesnelerle aşmaya çalışmaktadır. Hâlâ bu duruma ayak uyduramamış gençleri ise, asosyal olarak ilan etmektedirler; onlarda, gençlerde hâlâ varlığını sürdüren duyguları “ıslah edilecek şey”ler olarak görmektedir.

Tekellerin pazar hâkimiyeti içinde yer alan sanat ve edebiyat, ancak dinsel, ruhanî, mitolojik imgelerle kendine yol bulduğunu sanmaktadır. Çürümüşlüğün her hâli, yeni bir şeymiş gibi tekelci medya ve eğlence sektörü tarafından, ideolojik saldırının bir çeşidi olarak göklere çıkarılmaktadır. Her türlü sıradanlık övülmekte, her türlü çürüme “özgürlük” olarak sunulmaktadır. Bu durumun dışına çıkan genç sanatçı ve edebiyatçılar ise, en kısa yoldan pazar ilişkileri ağının içine alınarak “ıslah” edilmektedir. Her türden aykırılık, “ıslah edilmesi” gereken durum olarak görülmektedir. Ailelerin ve eğitim sisteminin gençlere yaklaşımı da böyledir. Temiz bir aşk, saflık olarak ele alınmakta, farklı bir arayış yok edilmesi gereken bir şey olarak düşünülmekte, pazar ilişkilerini reddeden bir tutum “salak”lık olarak damgalanmaktadır. Tüketmekte ve tüketimde büyük bir hız, kitlesel üretimin gereği olarak tüm topluma egemendir. Ve tüketim nesnesi hâline gelmemiş bir şey, aynı zamanda önemsiz diye “unutulmakta”, bir kenara atılmaktadır. Para etmeyecek bir şey, önemsiz anlamına gelmektedir.

* * *

İşte bu koşullarda insan olarak kalabilmek, sisteme karşı isyanla mümkündür.

Seyretmek ve şeyleri, olayları ve süreçleri açıklamakla yetinmek, tüm bu kirlenmeden çıkış yolu değildir. Yani, seyrettiğimiz şey, toplumsal alanda gerçekleşen ve perdeye yansıtılan bir belgesel değildir, aslında bizim yaşamlarımızdır.

Kriz dönemleri, tüm bu ahengi de bozma şansı olarak ele alınabilir. Perdelerden seyredilen renkli yaşamlar, yaşamın gerçeği ile çarpışmaya başlar. Bu anda, gerçeği görebilmek için bir fırsat da oluşur.

Derler ki, gerçekler inatçı şeylerdir, kendilerini er ya da geç hissettirirler, kendilerini ortaya koyarlar.

Ama bu gerçekliği, gerçeği görebilmek, seyirci pozisyonundan çıkmakla olanaklıdır.

Eylemli insan, öğrenebiliyor.

Sadece dinleyen, sadece seyreden, öğrenmede en yavaş olandır.

Bu yüklerden, bu aklımıza yapışmış çamur parçalarından, oluşmuş alışkanlıklarımızdan kurtulmak, ancak eylemle mümkündür.

Bilgi, akmadığı sürece, ne kadar temiz olursa olsun, kirlenecektir. Bu kirlenmiş suyun içinden bakıp, gerçeğin rengini doğru algılamak mümkün değildir. Bilgimizi akıtmak, eyleme geçmekle mümkündür. O zaman suyun berraklaşması mümkün olabilir.

Bir işçinin karşısına çıkan yaşamın ağır gerçekliği, onun bunu yok sayması ile yok olmaz. İşçi, her gün o yaşam içinde, tüm kapitalist ilişkileri yeniden ve yeniden yaşar. Bunu anlatması, açıklaması o kadar kolay olmasa da, sömürünün, aşağılanmanın ne demek olduğunu bilir.

Aynı şey, belli bir toplumsal yer edinmiş, “statü sahibi” okuryazar için geçerli olmayabilir. Okuryazar, sistemin içinde bazı avantajlar elde etmiştir. Bilir ki, kendisinden çok daha kötü koşullarda yaşayan insanlar vardır ve aslında, kendini en başta onlardan ayırmaya heveslidir. Kendini, burjuvalardan, efendilerden, egemenlerden ayırmadan önce, zira bu riskli ve tehlikelidir, kendini işçilerden ayırmayı seçer. Oysa kendisi de bir işçidir ve ayrıcalık dediklerinin tümü, tüketebileceği fazla metalardan ibarettir. Yoksa o da, tıpkı bir işçi gibi, çalışmak üzere, ertesi gün işe gelebilmek üzere çalışır duruma gelmiştir. Böylece, tüm emekçiler, kendilerini, kendinden daha kötülerle kıyaslar hâle gelmektedir. Seyredersen, bundan ileri de geçemezsin. Senden kötü durumdakine “aptal” demek, ancak seyirci pozisyonunda “rahatlatıcı”dır.

Oysa eyleme geçtiğinde, sisteme karşı mücadeleye başladığında, gerçek daha farklı görünmeye başlar. Değiştirme isteği, bu koşulların kader olmadığı bilincini geliştirir. Kendi eyleminden, kişi, kendisini ve yanındakini tanımaya başlar. O zaman, bir fazla gömleğe, birkaç gram fazla peynire, bir ayakkabıya sahip olmanın onu daha şanslı yapmadığını anlamaya başlar. O zaman, yaşama bakışı, alışkanlıklarının ürünü olmaktan çıkabilir. O zaman, mücadeleden öğrenebilir. Eylemsiz insan, öğrenemez.

Bugün ülkede gelişmekte olan direnişin öğreticiliği de budur.

Bir Kürt kadını, bir Kürt genci, örgütlü mücadeleyi bildiği ölçüde, pek çok okumuş yazmış kişiden çok daha ileri bir kavrayışa sahiptir. Mücadele öğretir, mücadele özgürleştirir, mücadele aklı açar.

Eylemsiz insan, aklı tutulmuş, gözleri açık ama görmez hâldedir. İşitir ama duymaz, duyar ama anlamaz. Eylemsiz insanın derisi köseleye döner, cansızlaşır, aklı sürekli bulanıktır, hafızası zayıftır.

Bu durum, -biz entelektüel diyoruz- “aydın”lar için de geçerlidir. “Aydın”, eğer konuşmasını, eylemini sistemden önce kendisi sansürlemeye başlıyorsa, bilgisini de reddediyor demektir. O bilgi bulanıklaşır. Eyleme dökülmeyen söz nasıl anlamını yitiriyorsa, söze dökülmeyen düşünce de o ölçüde anlamsız hâle geliyor. Akmayan düşünce, berraklaşmıyor.

“Aydın”, eğer direnişlerden, bugün ülkenin her yanını saran direnişlerden öğrenmek istiyorsa, o direnişlerle bağ kurmak zorundadır. Uzaktan bakınca her şey birbirine benzer. Krizler birbirine benzer, direnişler de. Uzaktan bakınca insanlar birbirine benzer. Bu nedenle, Gezi Direnişi’ne bakınca, “bak oldu da ne oldu, zafere ulaştı mı” fikrine ulaşan “aydın”, gerçekte sıradandır, “ıslah edilmiş”tir. Islah edilmiş kişi, bizim deyimimizle entelektüel olamaz. Gezi Direnişi’ne, hem “kendiliğinden sosyal patlama” diyeceksin hem de ardından “bak zafere ulaşmadı” diye yakınacaksın. Bu kişi, “aydın” olabilir mi? Zaten kendiliğinden bir sosyal patlamanın devrime ulaşması mümkün değildir. Sosyal patlamalar, ancak devrimci bir örgütlenme ile devrime dönüşebilir. Gezi Direnişi’nin daha ileri sonuçlar vermesini istiyor gibi konuşuyorlar, ama bunun için bir şey yapmak istemiyorlar. Diyorlar ki, “siz yapsaydınız.” Evet, bizi bu göreve layık gördüğünüz için teşekkür ederiz. Ama bundan dolayı neden Gezi Direnişi’ni olumsuzluyorsunuz? Sizin hayallerinizi, toplumsal patlamalar mı gerçekleştirecek? Siz bir devrim olsa, ona da, “oldu ama, bakalım iyi mi olacak” diye yaklaşacaksınız. İçinde siz olmayacaksınız, ama eleştirmekten de geri durmayacaksınız. Üstelik eleştirileriniz, sizin bir şeyler yapma isteğinizin, doğrusunu yapma isteğinizin nüvelerini bile taşımayacak. Bu durumda sizin bilginizin, isteğinizin ne önemi kalıyor?

Bu hastalıklı hâldir. Özne olmaktan çıkma, eylemsiz-seyirci hâli hastalıklı hâldir.

Bir hastalıktan kurtulmanın tıbbî yolları vardır. Hastalığa göre doktorlar, size birçok şey önerirler. Ama galiba önce sizin hastalıktan kurtulma isteğiniz olmalıdır. Hastalık ne olursa olsun, yaşam biçimini, günlük yaşam ve alışkanlıklarınızı değiştirmek, ilk yapılması gereken şeydir. Bunun için, bir yeni eylemli sürece girmeniz gerekir. Eylemli süreç, sorunlu süreçtir. Biz öyle diyoruz, ölülerin sorunları olmaz, ama yaşayanların sorunları olur. Yaşamak, eylemli olma hâlidir. Eylemli süreç, en basit hareket biçiminde bile, sürtünme demektir. Sürtünme, sizin eski alışkanlıklarınızdan, deyim uygun düşerse, yüklerinizden kurtulmanızın da tek koşuludur. Eskiden, dün solcu olmak, elbette bir değerdir. Şimdi, bu solculuk size bir yola çıkmayı emreder. Bunu yapmadan, solcu olmayı sürdürmek mümkün değildir. Yeni bir yola girdiğinizde ise, sürtünme olacaktır. Bunu hoş görmelisiniz, zira sizde kalan tortuları, bu sürtünme sonucu atabilirsiniz. Evet sürtünme acı da verebilir. İyi ama, hastalığa ilaç bulmak, hep acılı bir süreç değil midir? Kimse ilacı, hoşuna gittiği için içmez, yemek değildir o. Sürtünmenin acısına katlanmamak, değişmeyi reddetmek, öğrenmeyi reddetmek demektir.

Birçok direniş görmüş olmakla övünmek boşunadır. Önemli olan, yeni bir direniş sürecine girip, var olan direnişe katılıp, bilgi ve birikimini bir kere daha hayatın sınavına sokmaktır.

Biz bir kere daha yenilmekten korkmuyoruz. Belki bir kere daha yenileceğiz. Zafere kadar bu böyle sürecek. Ama eğer yenileceğiz korkusu ile, direnişin bir parçası olmazsak, zaten zafer diye bir konumuz da olmaz. Ölü gibi yaşamak, ama bu arada her eylemde önceden “yenilgiyi” görmek, bir yaşam şekli hâline gelmiş ise, tek çareniz kalır, üzerinizdeki ölü toprağını savurup atın. Bunu siz yapmazsanız, yaşam, mücadele bunu daha acımasızca yapacaktır.

İnsan olmak, insan olarak kalabilmek, bugün, devrimci saflarda, işçilerin yanında, direnenlerin yanında yer almakla mümkündür. Sizde iyi ne varsa anlatabileceğiniz, o, dünkü mücadelenizden gelmektedir. Buyrun, daha yeni “iyi”ler yaşayın. Saf tutun, direnişe katılın, yürüklerinizi, bileklerinizi, aklınızı bizimle aynı safa koyun. Bu hastalıklı hâlden kurtulmanın yolu budur. Görev ve iş seçmeyin, saf tutun. Sizden kimse büyük ve büyülü işler beklemiyor. Zaten devrim büyük ve büyülü işlerle örülmüyor. Herkesin, mücadeleye katılan her neferin eylemleri ve emeği ile, büyük olaylar, büyülü süreçler ortaya çıkıyor. Herkes, kendi gücü ile, devrimci bir örgütlülük içinde, duvara tuğlalarını yerleştiriyor. Yapı, böyle yükseliyor. Tamamlanmış bir yapının görkemine bakıp büyülenmek mümkün, ama biliyoruz ki, o yapı, bir seri küçük işle yapılıyor, adım adım, tuğla tuğla.

Devrimci saflara giren bir kişi, kendini bir nefer olarak görmelidir. yanlışlardan azade bir süreç değildir mücadele. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir iş, değil ki devrim, yanlışsız ortaya çıkmaz. Hep aynı yanlışı yapmaktan korkmalıyız. Yoksa yanlışsız bir yürüyüş yolunu kimseye garanti edemeyiz. Eğer sizin bir birikiminiz varsa, eğer sizin bir fikriniz varsa, muhtemeldir ki, bu yanlışları da aza indirecek bir şey yapma şansınız yüksek olur. Ama işe asılmadan, mücadeleye tüm organlarınla dalmadan, safına endişesiz girmeden, kimseye bir şey öğretme şansınız olmaz.

Bu sınıf mücadelesidir. Siz olsanız da, olmasanız da bu mücadele sürecektir. Bu mücadele sizinle daha güzel, daha güçlü olabilir. Bunu henüz bilmiyoruz. Ama siz bu saflara katılırsanız, siz kendiniz güzelleşeceksiniz, özgürleşeceksiniz, bunu kesinlikle biliyoruz.

Mücadele gelişmektedir.

Direniş büyümekte ve yaygınlaşmaktadır.

Bugün devrim saflarına katılmak, mücadeleye katılmak, yarı ölü yaşamları terk ederek saf tutmak, oluşacak güzelliklerin bir parçası olmaktır, ama en başta, insan olarak kalabilmek demektir. İnsanı ve gezegeni yok eden, kirleten bir sisteme karşı sessiz kalmak, ona karşı mücadele etmemek, hele hele bunu savunmak, bunu kendinde hak olarak görmek, daha fazla kirlenmek, daha uzun süre yarı-ölü olarak yaşamayı seçmek demektir. Biz mücadele etmekte, sisteme karşı her yol ve araçla savaşmakta özgürüz, siz de seyretmekte, seyirci olarak kalmakta özgürsünüz. Biz, sadece bu ülkede işçi sınıfı iktidarı alıp sosyalizmi kurana kadar değil, tüm dünya kapitalizme mezar olana, dünyada komünizm zafere ulaşana, insanın kendi kaderini kendi eline alana kadar mücadele edeceğiz. Ya siz, ne zamana kadar seyirci kalacaksınız? Biz bu mücadele ile, belki zaferden önce öleceğiz, belki zaferi göreceğiz. Kimseye de zaferi garanti etmiyoruz. Ama siz, seyrettikçe, sizin insan olmaktan daha da fazla çıkacağınızı size garanti ediyoruz.

Tüketim toplumu ve sanat hakkında

Kavramlar, her bilim dalı için olduğu kadar, sınıf mücadelesinde de çok önemlidir. Bilim derken, sanat ve edebiyatı dışında bırakmadan söylüyoruz.

“Günlük düşünce” ile, “bilimsel ve sanatsal düşünce” arasında bir ayrım koyuyoruz. Bunu “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” isimli çalışmada, Deniz Adalı’nın yazılarında görmek mümkün. Bu bizim için bir vurgudur. “Günlük düşünce” ile, bir yılın 365 gün olduğunu söyleriz, ama bu aslında tam “doğru” değildir. Bilimsel dilde, yıl kaç gündür sorusunun yanıtı, “dünyada bir yıl 365 gündür” şeklinde olur. Günlük dilde, kadınlara “namus” diye dayatılan ahlâkı düşünün, bununla, bilimsel anlamda etik, asla aynı şey değildir. Günlük dilde “güzel” ile sanatta veya eylemde estetik aynı şey değildir. Günlük dilde “çirkin” denilenin, kendine has bir estetiği vardır.

Bilim ve sanat, insanın günlük faaliyetlerinden doğar kuşkusuz. Gökyüzünden düşmez, yerden fışkırmaz. Ama yine de kendine has bir dil oluşturur ve bu dilde kavramlar çok önemlidir.

Devrimci mücadele, düzeni değiştirmeyi hedefler. Onun da, kendine has kavramları olur. Birçokları için örgüt, bir otoritenin altına girmek ve kendini kısıtlamaktır. Oysa bizim için örgüt, ortak eylemi zafere götürecek bir araçtır ve güç toplama ve yönetme işinin temelidir, toplumsal öznedir ve mücadeleyi geliştirebildiği sürece özgürlüktür.

Kavram olarak özgürlük, çok ilgi çekicidir. Şükür ki, hâlâ öyledir. Hâlâ insanlar, ister köle olsunlar, ister meta toplumunda tüketici hâle gelmiş ve özne olmaktan çıkmış olsunlar, sık sık “özgürlük”ten söz ediyorlar.

Kimine göre özgürlük, kafana göre takılmaktır. Kimine göre özgürlük, aile baskısından kurtulmaktır. Oysa, bilimsel anlamda öyle değildir.

İnsan toplumsal bir varlıktır.

Öyle olduğu için, özgürlüğünü kaybetmez. Tersine kazanır. Ama toplumsal ilişkiler, ağlar, onu köle hâline getirmişse, o bu toplumsal bağları görmezden gelerek, arkadaşının önerilerine hayır demek için “sana ne, ben özgürüm” diye haykırıyorsa, özgürlüğü anlamamış demektir. Yanlış bilmek, işi hep zorlaştırır.

Derler ki, gerçek daha basittir. Sadedir. Ama eğer senin yanlış bir bilgin var ve onunla ilerliyorsan, her zaman yanlış tutumlar almaya başlarsın ve doğru ile yanlış birbirine karışmaya başlar. O zaman gerçek “basit” değilmiş gibi görünür.

Diyelim ki, bir kadın, mevcut mülkiyet ilişkileri altında, bir yandan cinsel bir meta olarak pazarlanıyor, diğer yandan birçok toplumsal kuralla “namus” objesi hâline getiriliyor, öte yandan evine bağlı bir yaşama mahkûm ediliyorsa, bu onun eşi ile ilgili, sadece ailesi ile ilgili bir sürecin sonucu değildir. İşin derinine inmek gerekir. Bu derine inme süreci, bir tepki ile, en yakın olana isyanla başlayabilir. Sakıncası yoktur. Ama eğer orada kalırsa, aslında hiçbir yere varmaz.

Bilim ve sanat, günlük düşüncenin sınırlarını aşarak, bize, gerçeklik hakkında daha derin bilgiler sunar. Bilim, bize hareketin yasalarını anlama şansı verir. Ve eğer bunları anlarsak, neyin, o hareketin içsel zorunluluğu olduğunu kavrayabiliriz. Diyelim ki, mülkiyet ilişkileri ile mesela erkek egemen sistem arasında ilişki kurabiliriz. Mesela evliliğin aslında mülkiyet ilişkileri ve miras hukukunun bir çekirdek örgütlenmesi olduğunu anlayabiliriz. Bunu bilirsek, bir adım atarken, “özgür” olma şansımız olabilir. Diğer hâlde, olup biten bir kader olarak görünür ve kadere isyan, bir gençlik hastalığı olarak algılanır, o kadar. Sonra, sisteme uyum sağlama süreci başlar.

Mesele kapitalist sistemi, içinde yaşadığımız toplumu doğru anlamakla ilgilidir. Hem genel olarak kapitalist sistemi hem de içinde yaşadığımız ve belli bir tarihe sahip toplumumuzu anlayabilirsek, birçok şeyin arkasındaki gerçeği görebiliriz. Bu da bize, karar verirken, eyleme geçerken, seçim yaparken, bir “özgürlük” alanı sağlayabilir.

Bir insanın bir başka insanı köle hâline getirmesi süreci, insanoğlu varolduğunda var olmadı. Yani, eğer birisi bir yazgı yazdıysa, başlangıçta, köle diye bir şey yazmadı. Nedense, kölelik için binlerce yıl geçmesi gerekti. Büyük oyuncu, nedense, en başından kimseyi köle yazgısı ile var etmedi.

Köle sahibi olmak ve köle, iki karşıt sınıf şeklinde bölünmüş toplum, belli bir toplumsal gelişim sürecinde ortaya çıktı. Kölelik ortaya çıktığında, özgürlük talebi de çıkmış olmalıdır.

Köle sahibi olmak, öyle kolay iş değildir. İnsanın bir üretim aracı olmalı ve o üretim aracının sahibi olarak kabul edilmeli. Dahası, üretim aracı sahibi olmayanlar olmalı ve onların emeği, o üretim aracılığı ile kendilerine yetecek olandan fazlasını üretebiliyor olması gerekir. Ve tabii bu da yetmez, bu kölenin, gönüllü olarak köle olmayı kabul etmiş olması olasılığının çok küçük olması nedeniyle, köle sahibinin elinde bir zor aracı, kılıç olmalı.

Demek, özgürlük kavramının kutsallığı, insanlığın uzun tarihi içinde, böyle başlamış olmalıdır. Ve bugün, 1948’de BM kararı ile kölelik kaldırılmış olduğu hâlde, hâlâ köleler var. Sadece modern işçilerden söz etmiyoruz, bildiğiniz köleler varlar.

İşin temelinde mülkiyet var. Bu bildiğiniz anlamda bir sandalyenin mülkiyeti, bir ceketin mülkiyeti değildir. Bu, üretim araçlarının mülkiyetidir.

Üretim araçları mülkiyeti, esir-efendi diye arzın evlatlarını iki yana ayırmıştır. Gerçekte ise, üretim aracı, daha önceden üretilmiş cansız emektir. Bu açıdan, o üretim aracı, toplumca üretilmiştir. Yani, karakteri gereği toplumun olduğu hâlde, şimdi özel mülkiyettedir. Ve üretim aracının sahibi, elbette üretilenin de sahibi olur. Üretilen, kendisine yetenden fazladır ve bunu pazara çıkartır. Meta üretimi böyle başlar.

Tüm sınıflı toplumlar boyunca sürer.

Deniz Adalı okuyanlar, bizim, sınıflı toplumları, kendi içinde bir süreklilik içinde ele aldığımızı bilirler. Yani bize göre, ilkel komünal toplum, sınıflı toplumlar ve komünizm vardır. Sınıflı toplumlar ise, kendi içinde, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak ayrılırlar. Bu, vurgudur, ama çok önemlidir.

Bu nedenle, meta üretiminin başladığı sınıflı toplumun ilk hâlinden bugüne gelişi izlemek daha olanaklı oluyor. İşte kapitalizm meta toplumudur derken bunu ifade ediyoruz. Bu hem meta üretiminin evrenselleştiğini hem de her şeyin, her türden insan ilişkisinin de metalaştığını bize gösterir.

Adalı’nın yukarıda adı geçen kitabında, meta toplumu, meta fetişizmi ve tüketim toplumu üzerine epeyce detay bulacaksınız. Biz burada tüketim toplumu ve sanat üzerine durmak istiyoruz.

Bilimsel ve sanatsal düşüncenin, düşünce tarihinde günlük düşünceden ayrılmak demek olduğunu yukarıda kısaca belirttik. Günlük pratikten doğan, nihaî kaynağı günlük pratik olan, insanların kendi yaşamlarını sürdürmek için maddi malların üretimi ve kendi neslini devam ettirmesi olan bilimsel ve sanatsal düşünce, o pratikten kopar, gelişir. Böylece, gerçeği daha farklı olarak görmeyi sağlar. Bundan sonra ise, bilimsel ve sanatsal düşüncenin, tekrar o günlük pratiğe gelmesi, dönmesi gerekir. Bu nedenle, bilim insanları ve sanatçılar, toplumsal düşüncede önemli bir rol oynarlar. Böylece, diyelim ki, bir sanatçının, kendi üretimini topluma aktarması gerekliliği ortaya çıkar.

Etik ve estetik, aslında bu insan eylemi ile ilgilidir. Günlük yaşamımızda yer alan, toplumsal ortalama bilincin (ki bu egemenin bilincidir) bize öğrettiği ahlâk ve güzellik, etik ve estetik kavramlarından oldukça uzaktır.

İçinde yaşadığımız toplum, meta toplumu demek olan kapitalizmdir. Ve kapitalizm, tekelci aşaması ile birlikte, kabaca 1900’lerin başı ile birlikte, artık bir tüketim toplumuna dönüşmüştür.

Kişi, tükettiği ölçüde ve tükettiği şeylere göre bir “değer”dir. Bu süreci, kitlesel üretim, tekelci pazar hâkimiyeti, onun gerektirdiği şiddet ve tüm bunların ortak çocuğu demek olan reklamcılık şekillendirmiştir, şekillendirmektedir. Tekrardan zarar gelmez ama düzenli Kaldıraç okuyanları sıkmamak için, tekrar Adalı’nın “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” kitabını önermek istiyoruz. Hem o kadar geniş bir tartışmayı bu konu bağlamında sürdürmek de zordur.

Bu süreç, sanatsal faaliyetleri de kapsıyor.

Tüketim toplumu, bir yandan, kişiyi tüketici hâline sokuyor. Diğer yandan da, “her şeyi” tüketim nesnesine dönüştürüyor.

Tüketici hâline gelmiş olan kişi, aslında artık özgür değildir. Ama çelişkiye bakın ki, o kendini daha “özgür” hissediyordur. Bira içmekte özgürüm, şu elbiseyi almakta özgürüm, şu şarkıyı dinlemekte özgürüm, şu TV kanalını dinlemekte özgürüm, şu kadar satın almakta özgürüm, tatile gitmekte özgürüm.

Ne çok “özgürlük” var. Ama hepsi paraya bağlı. Ne kadar satın alma gücün varsa o kadar “özgür” oluyorsun.

Durun olmadı galiba, ben cildimi güzelleştirecek bir malzeme almakta param kadar özgürüm belki ama, o malzemenin cildimi kanserle tanıştıracağını bilme hakkım yok. Ben aslında kola içmekte özgürüm ama, o kolanın içindekini bilme hakkım yok. Ben aslında Televole izlemek istemiyorum, ama onu izlemekte özgürüm. Aslında tüm TV kanalları aynı ama ben istediğimi izlemekte özgürüm. Aslında, çok giysim olsun istiyorum ama bazlarını giymekte hiç de özgür değilim. Dahası, benim giydiğimi zaten herkes de giyiyor ama ben kendimi hep farklı hissediyorum, çünkü o markayı aldım. Aslında ben tatile gitmekte özgürüm ama galiba gidemiyorum. Ben aslında İstanbul’da yaşamamakta özgürüm ama burada yaşamak zorundayım. Ben çalışmak istemiyorum ama çalışmak zorundayım. Ben fikirlerimi söylemekte özgürüm ama, bana farklı bir fikir söyleyenleri dinlemek bile istemiyorum. Ben düşünmekte özgürüm ama konuşmak başıma iş açar.

Çok özgürüm dedikçe, çok köle olduğumuzu anlıyor olabilir miyiz?

TV program yapımcıları, “kaliteli programlar” yapmak istiyoruz ama halk seyretmiyor, daha çok Televole seyrediyor, diyorlar. İyi ama, “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” Başka programlar yapıldı da, halk mı seyretmedi? Sen TV kanallarını pislik akıtan kanallara ve reklam ile dönen bir sisteme çevirmiş iken, bunları her gün seyretmeye mecbur kalan halk mı suçlu oldu şimdi?

Sanatçı, aslında toplumsal gerçekliği daha farklı ve daha duyarlılıkla gören bir kişidir. Böyle olmalıdır değil, öyledir, değilse sanatçı değildir. O hâlde, bugün, sanatçı olmayan, pek çok sanatçımız var. Hele devlet sanatçıları, bir ayrı tür, bir ayrı insan çeşidi olmalıdır. Duyarlılık ve toplumsal gerçekler söz konusu olunca, devlet sanatçıları, özel bir türdür; sadece para düşünen, sadece sığıntı olan bir tür.

Kişi tüketici ise, bir anlamda bir nesnedir, hiçtir ve reklam hedefidir. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydir. Özne olmaktan çıkmış olmak demektir. Tükettikçe var olmak, aslında tekellerin nesnesi olmak demektir. Reklamcılar, seni avlarlar. Sen bir avsın ve istedikleri senin olduğu ölçüde parandır, bunun için ayartıcı birçok söz duyarsın ve aslında seni bu nedenle, “özel varlık” olarak inceler, sınıflandırırlar. A grubu müşteri, tatminsiz müşteri vb. Bununla da bitmez, sana, aslında insan doğası budur derler. Sen böylece “normal”, “istenen” olursun.

Bir de buna her şeyin tüketilmesini eklemek gerekir. Sen işçisin, çalışma ve uyuma dışında mesela günde 4 saatin mi var, bunu nasıl tüketeceksin? Sana, sen zaten yoruldun, şimdi tüket ve eğlen derler, elbette paran kadar.

Aşk, her tür insan ilişkisi, tüketim üzerine kuruludur. “Ben bugün bir erkekle, çok güzel zaman geçirdim.” İşte işin sırrı budur. Her şey sahtedir ve nihayetinde yorulunca, sen aslında kendinin de tükendiğini anlarsın. Zaten yaşın onlara para kazandıracak yaşı geçmişse, kalan birikimine el koymak ve seni mezara göndermek için sistem hazırdır.

Sanat da, sanatçı da bunun içindedir.

Çakma sanatçılardan söz etmiyoruz. Diyelim ki, düşünebilen, diyelim ki, kendisi dışında toplumsal gerçekliği anlamış olanlardan söz ediyoruz, yani bize en yakın olanlardan.

Diyelim ki, ressamsın, ya da mesela müzisyen. Sana bir “sponsor” lazım. Akbank, İstanbul Bienali’ni sunar. İşte sihirli kelimeler bunlardır. Sanat dostu olarak Akbank, İstanbul Bienali’ni sunuyorsa, orada para aklamak dışında bir iş, rastlantı sonucu olabilir.

Sponsor, zehirlidir.

Gerçek anlamda sanatçı, eğer sponsora ihtiyaç duyuyorsa, o ve sanatı zehirlenmeye başlamış demektir.

Nasıl ki bilim, tekellerin kasasına girmiştir, aynı biçimde sanat, tekellerin karanlığına sığınmış gibidir.

Bu sadece üretim sürecini kapsamaz.

Sanatçı, eserlerini sergileyecekse, sistem, tekeller, müzeler dahil, o sergi mekânlarını, kendi çıkarlarına göre düzenlerler. İlk gözetilen şey, halka uzak olmasıdır. Saklamak anlamında değil, ama boğmak anlamında. O gösterişli müzelere çamurlu ayaklarla girilmez ve o müzelerde öyle şeyler vardır ki, gerçek bir sanatçının eseri müzeye girdiğinde, soluklaşmaya başlar. Mekân, onu boğmaya başlar.

Sadelik yerine sanat üretiminde bireysellik ve karmaşa egemen olur. Sunumda da görkem. O kadar görkemli alan vardır ki, eser artık görünmez.

Sanatçı kendi üretimini, doğrudan halka sunacak mekânlardan yoksun bırakılmaya başlanır. Bu durumda, sanatçı, eserini satmak için hareket ettiği an, çarkın içine girmiş demektir.

Öte yandan, sanatçı, kendini geçimini farklı yolla sağlayıp, ekonomik bağımsızlık elde edebilirse, iş değişmeye başlar. Ama bu kapitalist meta ekonomisinde, oldukça zordur, profesyonelliği önleyecek bir şey olarak görülür ve sanatçı için fazla külfet doludur. Eğer sanatçı, “profesyonelliği” reddederek, amatör bir ciddiyetle çalışır ve geçimini başka yollarla sağlayabilirse, işte o zaman taviz vermeme olanağını elde edebilir.

Burada da sanatın, sınıf savaşımı ile iç içe girme meselesi başlar.

Gerçek anlamda sanatsal üretim, o zaman yapılabilir hâle gelir. Eğer aileden gelen bir gelirle sanatçı, sistemin dışında bir üretim yapabiliyorsa, durum farklı olabilir. Diğer hâlde, pazara göre şekillenmek veya sınıf savaşımının içine girmek dışında yol kalmaz.

Sistemin içine girip, pazar için üretim yapıldığında, eserin sahibi olan seyirci nitelik değiştiriyor ve eseri satın alıyordur. Bu durum, pazara göre şekil almayı beraberinde getirecektir. Pazara sunulan her eser, metadır ve meta, talebe göre ambalaj ve içerik sahibi olmalıdır. Sanatçı, pazar için üretim ile, eğer iyi satıyorsa kendini özgür ilan edebilir ama, aslında sanatsal bir üretim yapmıyordur, varsa bir birikimi tükeniyordur. Ülkemizin iyi satan ressamları, mesela Devrim Erbil, mesela Bedri Baykam, bunlar sadece örnek, hemen hepsi, tükenmiştir. Ne yaptıkları sanattır ne de kendileri sanatçı. Ne toplumsal gerçeklikle bir ilgileri ne de etik ve estetik değerleri vardır. Pazar için üretirler ve kendilerini tüketirler. İyi ressam demek, cambaz ve pazar ilişkilerini iyi bilen ressam demektir. Sade değildirler ama havalıdırlar. Onlar da zaten, artık asistanlarına iş yaptırırlar. Eserleri metadır ve bant sistemi içinde üretime girmektedirler. Kendileri, kendi alanlarının kapitalistleridir.

Mekân olarak sanat, halka ulaşmak için, bazı durumlarda fırsatlar elde edebilir. Bu, toplumsal süreçlere, duyarlılığa, mücadeleye bağlıdır. Ama sanatçı, tüm mekânın kendisine kapatıldığı anda, sözünü sokakta söylemekten geri durmamalıdır. Bu elbette paralı bir alıcı kitlesi bulmamak demektir. Ama zaten alıcı değil de, sanatın gerçek sahibi olacak olan izleyiciye yönelmek gerekir. Bu da, sanat üretiminin niteliğini değiştirmek demektir.

Rönesans, herkesin üzerinde durduğu bir aydınlanma dönemidir. Orta Çağ karanlığının yıkılışıdır. Bu konuda bilim insanları ve sanatçılar etkilidir. Ama yine de dünyanın döndüğünü, dünyanın evrenin merkezi olmadığını, dolayısıyla da kilisenin evrenin merkezinde, siyasal iktidarla birlikte tanrının temsilcisi olmadığını söyleyen bilim insanlarından çok, sanatçıların cesur hamleleri perdeyi yırtmıştır. Aydınlanma, bilim ve sanatın katkısı ile ortaya çıkmıştır.

Bugün karanlık bir tekeller çağı yaşıyoruz. Bu çağ, Orta Çağ’dan daha örgütlü bir karanlığın ifadesidir. Bu karanlık tekeller çağını yırtacak devrimlerde, bilim ve sanat insanlarının büyük rolü olacağını düşünmek mümkündür. Yeter ki, bilim ve sanat insanları, kendilerini, örgütlü bir devrimci pratiğin içinde bulsunlar. Başka da yolu yoktur.

Şöyle bir soru vardır elbette; bizim örgütlü mücadelemiz, bugün, bilim ve sanat insanlarının örgütlü mücadeleye katılmasına olanak tanıyabilecek olgunlukta mıdır? Bu sorudur. Kanımca, bilim ve sanat insanları, bunun bir yolunu bulduklarında ya da biz bunun bir yolunu onlarla birlikte yaratabildiğimizde bu sorunun olumlu yanıtı ortaya çıkmış olacaktır.

Bugünden bildiğimiz, bizim organik olarak mücadeleye katılacak bilim ve sanat insanlarına ihtiyacımız olduğudur. Bugünden bildiğimiz, bilim ve sanat alanında, gerilla savaşını andıran bir mücadele olmadan, sürekli sonuçlar elde edilemeyeceğidir. Bugünden bildiğimiz, gerçek anlamda sanat ve bilimin buna ihtiyaç duyduğudur. Biz, bilim ve sanatın, özgün dokunuşunu, cesur ve ufuk açıcı hamlelerini ihtiyaç olarak görüyoruz. İşçi ve emekçiler buna ihtiyaç duymaktadır. Bunlar olmadan, mücadeleyi ancak yavan bir mücadele olarak yürütebiliriz. Onların katkısı, organik bir katkıdır ve aslında onları tarihe yazdıracak olan da bu organik duruşları olacaktır.

Elbette, herkes “özgür”dür.

Ancak toplumsal ve tarihsel gelişim, sınıflar mücadelesi, bize birçok şeyi yapma görevi vermektedir. Bu görevi anladıktan sonra, hiç hileye başvurmadan, herkes özgürdür ve bu hâli ile o özgürlüğe saygımız olur. Biz mücadele etmekte, başkaları karanlığa sığınmakta özgürdür.

Bugün dünyada, ama yakından bildiğimiz ülkemizde, sanatçıların katkılarına, işçi sınıfının önderliğindeki devrim ve sosyalizm mücadelesi ihtiyaç duymaktadır.

İdamı geri getirmek! (mi?) – Sibel Özbudun & Temel Demirer

 

“Yalnızca despotlar

otoriteyi sağlamak için

ölüm cezasını gerekli görürler.”[1]

 

Coğrafyamızın her kriz momentinde, temcit pilavı gibi ısıtılarak tekrar tekrar devreye sokulan “idam cezası” popülizmi yeniden ve bir kez daha gündemde…

En son idam cezası 25 Ekim 1984 tarihinde infaz edilmiş olsa da Cumhurbaşkanı’nın idam cezasını geri getirme söylemi, -olası?- 2023 seçimleri öncesi popülist bir manevrayken; dört bir yandan da, “İdam isteriz!” haykırışları yüksel(til)iyor.

Bu eski(tilemeyen) bir hikâyedir! Örneğin önceleri Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici, “Hain ve katiller için idam cezasının geri getirilmesi gerekiyor,”[2] demiş ve bir hayli de ilgi görmüştü!

Oysa idam, telafisi olmayan ceza infaz yöntemiyken; 1960’tan idam cezasının kaldırıldığı 2004’e kadar tam 390 kişi hakkında idam cezası verilen coğrafyamızda; idama çarptırılanlardan 129’unun cezasının infazı için yasa çıkarılmıştı.

1960’tan sonra idam cezasına çarptırılanlardan 261’inin idam dosyası TBMM’den geçmediği için infazları da yapılmadı. Ancak çoğu siyasi hükümlülerden 129’u o kadar şanslı olmadı. TBMM kayıtlarında yıllara göre idam edilenlerin sayısı şöyle: 1960 (13), 1961 (18), 1962 (22), 1963 (10), 1964 (2), 1967 (2), 1968 (3), 1970 (6), 1972 (3), 1975 (2), 1976 (2), 1977 (2), 1978 (4), 1979 (3), 1980 (6), 1981 (10), 1982 (10), 1983 (9), 1984 (2)…

Bugünlerde idam tartış(tırıl)malarına ilişkin olarak, “Önüme gelirse imzalarım,” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde, miting meydanlarında, idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun son mektubunu okuyup ağladığı ve Erdal Eren’in yaşının büyütülüp idam edilmesini eleştirdiği herkesin bilgisi dahilindedir.

Anayasanın, Kişinin Dokunulmazlığı; maddi ve manevi varlığı başlıklı 17. maddesinin 4. fıkrasındaki “Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hâli ile…” ibaresi 07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı kanunun 3. ve 15. maddenin 2. fıkrasındaki “ölüm cezalarının infazı” ibaresi de aynı kanunun 2. maddesi ile madde metinlerinden çıkarılmışken; idam popülizmi gündemleştirilip, kalabalıklar “idam” diye bağırdığında “muhalif” geçinen burjuva akımlar “Hayır bu yanlış olur” diyemiyorlar.

Oysa iktidarın siyasal manipülasyonları yanında, toplumun tepkisini çeken suçlar nedeniyle ölüm cezasının yeniden gündeme geldiği tabloda, toplumsal öfkeye karşın soğukkanlılıkla düşünülmesinde yarar vardır.

Kaldı ki Türkiye, idam durup dururken kaldırmadı, kaldırmak zorunda kaldı. Türkiye’nin kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi, 1983’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ek 6 No’lu protokolü kabul etti. Bu protokole göre, savaş ve yakın savaş hâlleri dışında, idam cezası yasaklanıyordu. Arkasından 2002’in Şubat’ında AİHS’ye ek 13 No’lu protokolü kabul ederek, ölüm cezasının her koşulda kaldırılmasını düzenledi.

Bu çerçevede Türkiye, 6 No’lu protokolü 2003’te, 13 No’lu protokolü ise 2005’te imzalamıştır. 13 No’lu protokolün 3. maddesi ile taraf devletlere “Çekince koyma yasağı” getirilmiştir. Anayasanın 38. maddesindeki idam yasağı ve 90. maddesindeki “Uluslararası sözleşmelerin yasalardan üstünlüğü” ilkesi nedeniyle de idamın yeniden mevzuata konulması mümkün olamaz.

Öte yandan idam cezasını kaldıran protokol, Avrupa Konseyi’nin 47 üyesinden 44 devletçe imzalanmış ve hakları tanımıştır. Türkiye de bu 44 devletten biriyken; ölüm cezasını geri getirmesi için, TBMM’den kanun geçirmesi yetmez. TC Anayasası’na göre kanun niteliğinde sayılan bu protokolden çekilmesi gerekir. Böyle bir çekilme ise bugünkü koşullarda Avrupa Konseyi üyeliğine veda etmek demektir.

İDAM CEZASI NEDİR?

İdamın bir cezalandırma yöntemi olarak çağdaş hukuktan kovulması ise insanlığın bir kazanımıdır.

XXI. yüzyılda idamı hâlâ caydırıcı bir ceza olarak gören zihniyet, “Sallandıracaksın iki üç kişiyi, bak bakalım bir daha yapabilecekler mi!” ilkelliğinin günümüzdeki kalıntısıdır. Kan kültürüdür bu!

İdamın artık tartışılması bile ayıp çağdaş bir tanımı var: İdam, devlet eliyle işlenen cinayettir…

Hem de tasarlanarak, yani taammüden işlenen bir cinayet.

Yıllardır coğrafyamızda hukukçular, üniversite çevreleri, eğitimciler, ölüm cezasının hiç ama hiçbir caydırıcı niteliği olmadığını; ölüm cezasının, Albert Camus’nün ifadesiyle, “Devlet eliyle işlenmiş cinayet” olduğunu ortaya koydular ve hep amansız bir direnişle karşılandılar…

Örneğin Aydınlanma düşünürleriyle tanışmış olan Cesare Beccaria, ölüm cezasının tek sebebinin, tanrıların öfkelerinin kanla bastırıldığı pagan dönemlerinde insanların kurban edilmeleri olduğunu belirtirken; “Bütün cezalar içinde en faydasızı ve iğrenci ölüm cezasıdır. Ölüm cezası, insanlara verdiği canavarlık örneği nedeniyle de yararlı olmamaktadır,” der.

Albert Camus’ye göre “Ölüm cezası kanun dışı bırakılmadıkça ne kişilerin vicdanları ne de toplumun töreleri huzura kavuşabilir.”[3]

İdamın suçu engelleme konusunda hiçbir değer taşımadığı unutulmamalı; kısasa kısas mantığıyla şekillenen bir hukuk insanı ıslah etmez, aksine daha vahşi kılar.

İdamın faydalarından yararlananlar sadece politikacılardır; intikam duygusunu parlatıp onaylar ve toplumun hassasiyetlerini suiistimal ederler.

Diğer yandan da egemen oldukları politik arenada muhaliflerine karşı çok güçlü bir hukukî kozu ellerinde tutarlar.

Bülent Tanör, “Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu” başlıklı yapıtında coğrafyamızda sivil yılların infaz ortalamasının yaklaşık olarak 2, askeri yılların ortalamasının ise 13.5 olduğuna işaret etmesi[4] bile hukuku ve iktidarı böylesine sorunlu bir ülkede, idamın yeniden ağıza alınmasına karşı çıkılması için yeterli bir gerekçedir.

“Nasıl” mı?

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ile bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmesi sonrası pişmanlık ve trajediydi.

12 Mart 1971 askerî muhtırasından sonra Meclis’te “Üç bizden üç sizden” bağırışları arasında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmesi de rezalet ve trajediydi.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra biri daha 17 yaşında olan 50 insan idam edilmesi ise utanç ve trajediden başka bir anlam taşımıyordu.

Konuya ilişkin olarak Karl Kraus, “İdam belki caydırıcı olabilir; ama yargıçlar için caydırıcı olduğu hiç görülmemiştir,” derken Thomas More de meselenin aslî çerçevesini şöyle çizer:

“Ölüm cezası böyle durumlarda hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü hak etmedikten başka, açlıktan ölmemek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar…

“Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?”[5]

BİRAZ TARİH!

Tarihi Sümerlere kadar giden ve M.Ö. VII. yüzyılda Antik Yunan’da Drakon Kanunlarına göre elma çalmaktan adam öldürmeye kadar her suçun tek cezası olarak kabul edilen idam, Avrupa’da da kanlı bir geçmişe sahiptir.

Avrupa, XI. yüzyıldaki I. William dönemi hariç çok sayıda idama şahit oldu. XV. yüzyılda VIII. Henry İngilteresi ve XVIII. yüzyıl Fransa’sında ağaç kesmek, tavşan çalmak gibi küçük suçlar dahi ölümle cezalandırıldı.

Fransız İhtilali sonrası, 1789-1799 kesitinde özellikle siyasi sebeplerden ötürü idam edilenlerin sayısı 40 bini buldu. 1793-1794 döneminde Fransa’da 16 bin kişinin giyotine gönderildiğinden söz edilir.

İdamın sorgulanması XVII. yüzyılda Montesquieu, Voltaire, Bentham gibi düşünürlerle başlar. Düşünürlerin etkisiyle cezası idam olan suçların kapsamı pek çok Avrupa ülkesinde daraltıldı. Bu konudaki en önemli etkiyi ise “Devletin can alması hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz” diyen İtalyan hukukçu Cesare Beccaria’nın 1767’de kaleme aldığı “Suçlar ve Cezalar Hakkında” başlıklı eseri yaptı.

Bunun etkisiyle 1786’da Toskana’da ilk kez kalıcı olarak idam cezası kaldırıldı. İdam sorgulamaları ve karşıt örgütlenmelerin çoğalmasıyla 1867’de Portekiz’de, ardından Hollanda’da; I. Dünya Savaşı sonrası İsveç ve Danimarka’da; II. Dünya Savaşı sonrası da İtalya, Finlandiya ve Avusturya’da idam cezası resmî olarak kaldırıldı.

İngiltere, İspanya, Lüksemburg, Fransa, İrlanda, Yunanistan ve Belçika gibi ülkelerde ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında kaldırılmasına rağmen idam, bu tarihin öncesinde de ya çok nadir uygulanmakta ya da fiilen bulunmamaktaydı.

Avrupa’da idamın kaldırılma sürecinde dikkat çeken nokta ise cezanın referandumla değil daha çok mecliste yapılan tartışmalarla kaldırılmış olması. İdamın kaldırılma sürecindeki tartışmaların baş konusu ölüm cezasının “İnsanlık onurunun pekiştirilmesi ve insan haklarına saygı” prensibiyle çelişen bir ceza olduğuydu.

HAKLAR PARANTEZİ

Tarih boyunca sınıflı sömürücü toplumlarda Max Horkheimer’ın ifade ettiği üzere, “Çoğunluk her zaman ve istisnasız olarak azınlığın haklarını çiğnemiştir.”

Gerçekten de yeryüzü ve gökyüzü egemenliklerine karşı borçlu bırakılmış, biat etmediğinde ise suçlu kılınmış insanı ve hakları nasıl yazmalı?[6]

İnsanı, onurunu ve haklarının ayaklar altına alındığı bu rezil kapitalist dünya da hakikât nasıl dile gelmeli?

Sürdürülemez kapitalizm şahsında insan(lık)ı, onurunu ve haklarını unutmaya başladığımız yerküredeyiz.

Ve de insan(lık) hakları mezarlığına dönüşmüş yerkürede, insan(lık)ın tek var oluş imkânı geleceğini kazanma mücadelesidir.

Kaldı ki bu doğrultuda insan(lık)ın kazandığı tüm haklar, iktidara karşı başkaldırının eseri olmuştu; 26 Ağustos 1789’da yayımlanan “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde olduğu gibi…

Fransız halkının hükümet karşısındaki haklarını sıralayıp, 17 maddeden oluşan bu bildirge dikkat çekerek, öne çıkan noktalar şunlardı:

• İnsanlar haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar.

• Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir.

• Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılır.

Burada durup yaşam hakkına veya ihlâli kapsamındaki idam cezasına ilişkin olarak şunun da altını özenle çizerek hatırlatalım:

“Mafên kesane ne girêdayê (referandûm) dengdanê gel e; piranî nikare mafên hindikayiyê bi dengên xwe tune bike. Peywira mafan a polîtîk, hindikayî li hemberî zordestiya piraniyê parastin e. Û em ji bîr nekin ku hindikayiya herî biçûk takekes bi xwe ye./ Bireysel haklar halk oylamasına tabi değildir; çoğunluk, bir azınlığın haklarını oylarıyla yok edemez. Hakların politik fonksiyonu azınlığı çoğunluğun baskısından korumaktır. Ve unutmayalım ki en küçük azınlık bireyin ta kendisidir,” der Ayn Rand…

BİRKAÇ ŞEY

Bilinmeli, görülmeli, unutulmamalı, hatırlatılmalı: “İnsan hakları yasası insanın elinden düşeli çok olmuştur,” diyen Georges Politzer sonuna dek haklıdır!

Kaldı ki sınıflı sömürücü toplumların tarihi boyunca “Kısıtlı olmayan tek şey, her tür yasaklama, engel ve müdahaleydi,”[7] geçmişinden kapitalist bugününe dek insan(lık)ın…

O hâlde insan hak(sızlık)ları meselesi, onu var eden ekonomi-politik denklem çözülmeden hâlledilemez!

Öyleyse, “Kalkın ayağa/ Kırın zincirlerinizi/ siz çoksunuz, onlar az!/ Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler,/ Yapışmışlar sülük gibi ülkenin üzerine./ Aç ve çıplak, ezilen ezilen ve ezilen bir halk,/ Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu./ Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan,/ Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın,” dizelerini telaffuz etme zamanıdır Percy Bysshe Shelley’in; ısrarla ve cesaretle!

14 Temmuz 2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Anatole France.

[2] Alican Uludağ, “Topluma İdam Tehdidi”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2018, s. 4.

[3] Albert Camus-Arthur Koestler, Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, çev: Ali Sirmen, Alan Yay., 1986, s. 71.

[4] Bülent Tanör, Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu, BDS Yay., 1991.

[5] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s. 11.

[6] “Hayvan haklarını da insan hakları kadar destekliyorum. Tam bir insan olmanın yolu budur.” (Abraham Lincoln).

[7] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev: Attila Tokatlı-Roza Hamken, Sel Yay., 2015.

 

SADAT’lı Türk(iye) realitesi ile seçim(sizlik) olasılığı

“Zaferi göremeyebiliriz!

Ama o yolda yürümüş olacağız.”[1]

Önce Türkiye’den 18 Temmuz 2022 tarihli bir haber: “Deniz Poyraz davası için toplanılan İzmir Bayraklı Adliyesi önüne otomatik silahla gelen saldırgan, ‘Hepinizi öldüreceğim’ diyerek tehditler savurdu. Saldırgan gözaltına alındı. Duruma tepki gösterenlere müdahale eden polis SGDF MYK üyesi Birkan Polat’a yumruk atarak dudağını patlattı. Adliye önündeki kaldırımdan, otomatik silahla yolun ortasına gelerek silaha mermi süren saldırganın, ‘Solcular nerede, solcuları gösterin. Ben polise sıkmam. Getirin onları öldüreceğim’ şeklindeki sözleri dikkat çekti. Polis, silahlı saldırganın elindeki silahın oyuncak olduğunu iddia etti.”[2]

Steve Best’in, “Özgürlük hiçbir zaman oy pusulasında olmayacak. Kurtuluş elimizde pankart taşıyarak ya da dilekçe yazarak gelmeyecek”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Yukarıda ne olduğu bizi hiç ilgilendirmiyor. Dert ettiğimiz, aşağıdan yükselecek olandır. Bu başkaldırıyı hayata geçirdiğimiz zaman, bütün politikacılar sınıfını defedeceğiz, kendilerini parlamenter solcu diye adlandıranlar dahil,” sözlerine müthiş değer atfeden birisi olarak SADAT’lı Türk(iye) siyaseti açısından bu haberin dikkat çekmek istediklerimin soyutlaması/sorgulaması olduğunu ifade etmeliyim.

“Dünya, hakkındaki bilgimizin gittikçe daha derinlemesine geliştiği hareket hâlindeki madde”yken;[3] soyutlama nedir mi? Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem. Yani, gerçeklikte ayrılmaz olanı düşüncede ayırma işlemi. Bir şeyi etkin bir biçimde bir yerden çekip çıkarma. Ya da edilgin bir şekilde bu işleme maruz kalma. Yeryüzündeki her varoluş biçimi, diğer varoluş biçimleriyle nitelik ve ilişki bakımından iç içe geçmiştir, ayıramazsınız. Ama insan soyutlar; zihninin etkinliği soyutlamaya dayanırken; “– Sorgulamak bana ne kazandıracak?” sorusunun yanıtını da, “– Sadece gerçekleri,”[4] diye verir Denis Diderot…

Yerküremize, coğrafyamızda yaşananların aşılması/değiştirilmesi için devrimci teorik bir soyutlama/sorgulamaya, yani “reel politiker” manipülasyonları deşifre edecek devrimci bir eleştiriye ihtiyacımız, “olmazsa olmaz”dır.

Çünkü Dünya Bankası’nın (DB) Küresel Ekonomik Beklentiler/ Global Economic Prospects başlıklı raporu, yaşananların 1970’lerin sonunda başlayan süreci anımsattığına dikkat çekiyor.

The Financial Times’a göre, DB’nin ekonomik beklentiler analizi bölümü başkanı, “Yılbaşında işlerin kötüye gitmesini bekliyorduk… Şimdi kötüden berbata doğru gitmeye başladı” diyormuş.

Türkiye, işte bu “kötüden berbata” gidişin, “süreç olarak faşizmin” sertleşen rüzgârlarını bir kasırgaya dönüştürme riski altında yolunu bulmaya çalışacakken;[5] “Toplumsal bunalıma dikkat çeken” Prof. Dr. Özgür Orhangazi de ekliyor:

“Yeni bir döviz şoku riski var. Artık çok yüksek faiz artışları gerekecek. Bu durumda da ekonomi sert biçimde küçülecek, işsizlik ve yoksulluk daha da artacak… Gelecek dönemde bu yoksullaşmanın derinleştireceği bir toplumsal bunalımdan söz etmeye başlayacağız.”[6]

İfade edilenleri “öznel” bulabilirsiniz; ancak, “Öznellik içermeyen bir nesnellik tasavvur edilemez”ken; “Gerçek bir söz söylemek, dünyayı dönüştürmektir.”[7]

Tüm bunlara karşın hâlâ “Hayal kurduğumdan” mı söz ediyorsunuz?!

Öncelikle Marcel Proust’un, “Biraz hayal kurmak tehlikeliyse, bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır”; Emma Goldman’ın, Artık hayal kurmadığımızda ölürüz,” uyarılarını anımsayın!

Sonra da Erich Maria Remarque’ın, “Mezarlarımıza oturmuş da üstümüze toprak atılmasını bekliyormuş gibiyiz,” eleştirisini devreye sokan hâlet-i ruhiyenin edilgen saçmalığı ile Anton Çehov’un, “Aşılmasına imkân olmayan hiçbir duvar yoktur,” sözlerini…

Her şey çok daha sertleşecekken, bir an görün: “Seçimler gündeme yerleşti. Cumhurbaşkanı çok sertleşti. ‘Sen çıraksın. Önce haddini bil’ diyor; ‘hükümet’ yerine ‘iktidarımız’ diyor; ‘iktidarın kapısından içeri bile giremezler’ derken ‘iktidarı’ mekânlaştırıyor; ‘Bu kardeşinize saldırmak Türkiye’ye saldırmaktır derken ülkeyi kendi bedeniyle özdeşleştiriyor. O sırada, yeni bir yasa, medyayı, kültür ve sanatı, ağır sansür ve cezalandırma rejimi altına alıyor. Muhalefetin elinden konuşmaktan başka bir şey gelmiyor.

“Bu süreci izlerken Yahudi kara mizahının parlak örneklerinden, ‘iki mesele var’ fıkrasını anımsamamak mümkün değil: Ya rejim seçimleri yaptırmayacak ya da seçimler yapılacak. Yaptırmazsa, muhalefet, artık ‘miş’ gibi yapmayı bırakıp durumla yüzleşecek. Seçimler yapılırsa iki mesele var: Ya rejim seçimleri çalacak ya da kaybedecek. Çalarsa kaos. Rejim seçimleri kaybederse iki mesele var: Ya gitmem diye tutturacak. O zaman kaos…

“China Miéville’i anarak bitireyim: ‘Umutsuzluğu hissetmiyorsan, gözlerini açmamışsın demektir ama bu, teslim olmak anlamına gelmez”ken;[8] “Her umutsuzluk mesajı, herkesin özgürce çıkış yolu araması gereken bir durumun ifadesidir,” diye ekler Eugene Ionesco da…

Malum: “Eleştirel bilincin uyanması, sosyal hoşnutsuzlukların ifade edilmesinin yolunu hazırlar çünkü bu hoşnutsuzluklar baskıcı bir durumun gerçek bileşenleridir.”[9]

DURUM(UMUZ)

Hemen her şeyin Anton Çehov’un, “Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, Kötü haber; hâlâ yaşıyoruz,” ifadesindeki denge(sizlik)de seyrettiği coğrafyamızda “olduğu kadar”lık(!) kapitalist parlamentarizm oyunu sınırlarına varmışken; “sırrı”nı da açığa çıkardı…

Parlamenter rejimin istikrarı, güçler ayrılığına, güçlü bürokrasilere, siyasette genel kabul görmüş teamüllere ve “toplumsal mutabakata” dayanır.[10] Seçilen hükümetler, liderler bu “teamüller”, yasalar ve uzman bürokratlar yoluyla denetlenirler. Yasalar bir yana, teamüllere uymayan liderlerin görevlerini bırakmaları gerekir. Parlamenter rejimde, siyasi iktidar söz konusu olduğunda, esas olan hükümet ve liderler değil, devlettir. Teorik olarak, hükümetler değişir ama devlet (teamüller, yasa ve bürokrasi) değişmez.

Parlamenter rejimin ilk “sırrı” burada gizlidir: Toplumsal mutabakatın bozulduğu bir ortamda mecliste çoğunluğa sahip bir lider, bu çoğunluğu kullanarak, devleti ele geçirebilir; “hükümetin başı” konumundan “iktidarın başı” konumuna yükselebilir; devleti, toplumu, ekonomiyi ve de kültürü yeniden şekillendirebileceğine inanmaya başlar. Ancak devleti, toplumu, kültürü yeniden şekillendirmek, yıkmaktan çok daha zordur. Bu zorluk zamanla toplumu parçalamaya başlar.

Parlamenter rejimin ikinci “sırrı” egemen ideolojiye ilişkindir. 1980’lerde kapitalizmin yapısal krizi içinde, kriz öncesinin egemen ideolojisi verimliliğini kaybetti, egemen anlamlar sisteminin, toplum, sınıf, ilerleme, kalkınma, dayanışma, sosyal devlet, vatandaşlık hakları, gerçek gibi kavramları neo-liberalizmin, post-modernizmin etkileri altında giderek belirsizleşti. Bu belirsizlik parlamenter sistemin içinin boşaltılmasını kolaylaştırdı.[11]

Bu noktada sürdürülemez kapitalizmin “olduğu kadar”lık(!) parlamentarizmine/seçimlerine bel bağlamak nafile bir tutumken; Max Weber’in, “Demokraside insanlar güvendikleri bir lider seçerler. Sonra seçilen lider, ‘Şimdi sus ve bana itaat et’ der. İnsanlar artık o partinin işine karışmakta özgür değildir,” saptaması boşuna değildir.

Kaldı ki “Demokraside meclisler ahır gibidir, içerdekiler tepişir; ama tekmeyi hep dışarıdakiler yer”ken;[12] “Demokrasiyi yüceltirken halkı susturmak yüzsüzlüktür; hümanizmden dem vururken insanı hor görmek, bir yalandır.”[13] “Adaletsiz bir sosyal düzen; ölüm, çaresizlik ve sefaletle beslenen bu ‘yüce gönüllülük’ün sürekli kaynağıdır.”[14]

Evet Max Weber’in, “Kapitalistler, sığırı sıkıp mum yağı, insanı sıkıp para çıkartırlar,” saptamasıyla müsemma sürdürülemez kapitalizm ile demokrasiyi birlikte telaffuz etmek mümkün değilken; “Maymuna kralların elbiseleri de giydirilse, maymun yine maymundur”![15]

Burada durup Herbert Marcuse’ün uyarılarına kulak vermekte büyük yarar var:

“Liberal ve demokratik görünen yönetim kendisini, büyük ölçüde, görünmeyen despotizme barınaklık ederek uygarlığı yok ederek ayakta kalır” diyen Herbert Marcuse ekler:

“Uygarlığın doğurduğu güçlüklerin parça parça ve sürekli biçimde yönetilmesi yoluyla ahlâki ve siyasal açıdan ayakta kalmak imkânsızlaşır. Köktenci seçenekler göz ardı edilmemelidir.”

Coğrafyamıza dönersek gerçekten de Bertelsmann Vakfı’nın verilerine göre, demokrasi ve hukukta son 10 yılda en fazla gerileyen Türkiye’de;[16] siyasal, toplumsal yaşamın seyri, sosyal yapının her kesiminde altüst oluşu, çözülme ve çöküşü öne çıkartıyor.

Tüm bunlar Theodor Adorno’nun, “Bir toplumda öfkeli insanlar popülerleşiyorsa, orada akıl tutulması baş gösterir. Düşünce suç, özgürlük ihanet, eleştiri saldırı olarak algılanır,” ifadesinde somutlanan kaos ile özleşirken; 1938’ler Almanya’sı ile paralelliklerimiz çoğalıyor. Malum: Adolf Hitler’in Almanya’yı yönettiği diktatörlük yıllarında, “doğruluğun ve gerçekliğin” tek bir ölçütü vardı, o da Hitler’in kendisiydi! Hitler, neyin “doğru ve gerçek”, neyin “yanlış ve gerçekdışı” olduğunu belirleyen tek kişiydi!

Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels, “Hitler ölçütüne” göre, halka nelerin “doğru ve gerçek”, nelerin “yanlış ve gerçekdışı” olduğunu aktarıyordu.

Bu hâli Kemal Kılıçdaroğlu da teyit ediyor:

“Olağanüstü bir durum. Hukukun olmadığı, tek adamın kararları uygulandığı bir durum. Kişiyi mahkûm ettirmek istiyorsa mahkûm ettiriyor, dünya kadar örnekleri var. Bir davada hâkimi değiştirip istediği sonucu alıyor, bir mahkeme Erdoğan’ın istemediği demokratik bir karar verdiği zaman, hâkimler dağıtılıyor mu, evet. Biz en zor koşullarda, hukukun askıya alındığı bu koşullarda seçime gidiyoruz.”[17]

MAFYA DEVLETLEŞİP, DEVLET MAFYALAŞIRKEN

Bir Türkistan Atasözü’nün, “Bugün göz yumduklarımız yarın bize göz açtırmayacak olanlardır,” uyarısını kulaklarımıza küpe ederken; “Mafya mı devletleşiyor, devlet mi mafyalaştırılıyor” sorusunun yanıtı coğrafyamızda, XIV. Louis’ye atfedilen “Devlet, benim” sözünde ifadesini buluyor.

Nasıl mı?

Örneğin, “Süleyman Soylu diyor ki: ‘Uyuşturucu satıcısının ayağını kırmak polisin görevidir.’

“Bülent Arınç diyor ki: ‘Arabasında kokain çeken adamı genel merkeze almışsın. Ben olsam 30 kilometre yakına yaklaştırmam.’

“Haberler diyor ki: ‘Ödüllü narkotik polisi eroinle yakalandı’…”[18]

Milletvekili Faik Öztrak’ın, “Durum Susurluk’tan beter,”[19] dediği tabloda; siyasi tarihimizde siyaset-mafya-ticaret-devlet ilişkisi gündemden düşmemiştir, nitekim Sedat Peker videoları da hemen akla Susurluk hadisesini ve “Yoksa 90’lara mı dönüyoruz?” sorusunu gündeme getirdi.

Soru hiç de haksız değil!

MİT’in Susurluk Raporu, 1996’da hazırlandı. Raporda adı geçenler 2021’de de sahnedeyken;[20] İkinci Susurluk mu yaşanıyor?

Yeraltı dünyasının siyasetçilerle ve güvenlik bürokrasisiyle ilişkisi hep olageldi. Silah ve uyuşturucu kaçakçıları bu sayede koruma zırhına kavuşuyordu…

Yeni Türkiye’de… MHP lideri Devlet Bahçeli, Çakıcı ile hastanede baş başa, Erdoğan bir düğünde Peker ile tokalaşırken fotoğraf verdi![21]

Konuya ilişkin olarak devamla: Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Erdoğan’ın, istenirse mafyamsı tiplerin iki dakikada tasfiye edilebileceğini söyledi.

Meral Akşener de eski bir İçişleri Bakanı, iddiaları “vahim”, ortaya çıkanları “rezalet” olarak niteledi…

Ali Babacan’a göreyse, “Çete, mafya, suç örgütü gibi yapılar devletin zayıfladığı, kamu görevlileriyle bu tür yapılar arasındaki ilişkilerin güçlendiği durumlarda böyle tezahür eder. Şu anda Türkiye’de devlet yapısı ve yönetim sistemi iflas etmiş durumda.”

Ahmet Davutoğlu da şuna dikkat çekti: “Devlet yeni mi öğrendi suç örgütü lideri olduğunu? Referanduma destek için, Cumhurbaşkanlığına destek için neredeyse mitingler yaptı ve Anadolu’da AKP’liler tarafından karşılandı. Bugün İçişleri Bakanı, suç örgütü tanımlamasıyla açıklama yapıyor. Peki daha önce devlet adına koruma veren siz değil miydiniz?”[22]

Tüm bunlar yeni değil; öncesi, tarihi var!

“Nasıl” mı?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve iki arkadaşı Meclis Başkanlığına verdikleri bir teklifle Topal Osman’ın itibarının hukuken iade edilmesini talep etti. Bu, bu yasama yılında Bahçeli’nin kendi imzası ile verdiği ilk kanun teklifiydi. Topal Osman, Cumhuriyet kurulmadan az önce, Meclis tarafından ölüm cezasına çarptırılmış ve Meclis önünde asılmasına karar verilmişti. Topal Osman çatışmada ölü ele geçtiği zaman kafası kesildiği için, Meclis önünde ayaklarından asılarak karar yerine getirildi.

Hepsi bu kadar değil. Bahçeli’nin iadesini istediği itibar, devletin arşivlerine göre, katliam, yağmacılık ve suikastlardan oluşuyor. Karadeniz bölgesinde Rumların ve Ermenilerin katledilmesinde rol alan Topal Osman, Koçgiri’de Kürtlerin katledilmesinde ve malların yağmalanmasında rol aldı.[23]

Bunlara bir de İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa’yı da ekleyin!

ÇAKICI’DAN PEKER’E

70’lerden 80’lere uzanan tarihsel kesitte “Ülkü Ocakları” adlı paramiliter örgütlenmenin ürünleri olan Çakıcı’dan Peker’e uzanan hikâyeyi Konfüçyüs’ün, “En tehlikelisi kurtla birlikte kuzuyu yiyip çobanla birlikte ağlayandır”; Mikhail Bakunin’nin, “Şimdi bütün bu satılmış gevezeler tekrar milliyetçi oldular ve bununla övünmeye giriştiler,” diye özetler sanki…

Alaattin Çakıcı’nın “Kod Adı Atilla”[24] başlıklı yapıta özetlenen öyküsü herkesin malumuyken; bugünlerde “muhalif” (? denilen ve o her ne ise!) Sedat Peker öne çık(artıl)ıyor.

Peker’in ifşalarıyla polis-mafya-siyaset üçgenindeki kirli ilişkiler, bir süredir gündemde. Çete elebaşısının 90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili iddiaları ise kirli ilişkiler ağının boyutunu gözler önüne seriyorken; “Sedat Peker, AKP iktidarına Susurluk kamyonu gibi çarptı” deniyor!

Örneğin Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı, yıllar önce öldürüldü. Bugün Peker’in iddialarıyla, cinayette Mehmet Ağar’ın ve Korkut Eken’in parmağının olduğu tartışılıyor.[25]

Suç örgütü lideri Sedat Peker’in yayımladığı videolardaki Uğur Mumcu cinayetine yönelik iddialar, Mehmet Ağar’ı işaret etti.[26]

Pandora’nın kutusu kısmî/kontrollü açılmasına yönelik ifşalara ilişkin eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “Peker, ‘Beni kullanın’ mesajı veriyor,[27]) derken; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da, Peker’in iddialarına ilişkin “İddiaların hepsi saçmadır,”[28] ifadesiyle zevahiri kurtarmaya gayret ediyor.

VE SADAT!

“Gölge ordusu”[29] olarak betimlenen SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi), bir şirket olarak sunulan bir askerî örgüt…

1997’de ABD’deki “Blackwater” adıyla özel şirket statüsünde kurulan askerî örgüt gibi. Bu tür örgütlenmeler, Afganistan’dan Irak’a ABD işgalinin etkin olduğu bölgelerde karanlık işler için kullanıldı.

Rusya da benzer biçimde “Wagner” adlı bir örgüt kurulduğu gibi…

İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ahat Andican’ın, “Korku iklimi yaratılmasında SADAT’ı kullanacaklar”[30] notunu düştüğü teşkilâtı, tuğgeneral görevindeyken emekli olan ve İslâmcı siyasete yakınlığıyla bilinen Adnan Tanrıverdi tarafından 28 Şubat 2012 tarihinde kuruldu. “SADAT” Arapçada “seyitler” anlamına geldiği için bu ismin seçildiği ifade ediliyor.

Şirketin kuruluşunda Tanrıverdi ile birlikte 23 emekli subay ve astsubay da yer aldı. Adnan Tanrıverdi’nin oğlu Mehdi Tanrıverdi, şu an SADAT Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

Albaraka Mütevelli Heyeti Üyesi Emekli Tuğgenaral Mehdi Sungur ile adı Bitlis Mutki’de bulunan toplu mezarla anılan ve bölge halkı tarafından “kelleci general” olarak tanımlanan Korkmaz Tağma da şirketin danışmanları arasında yer alıyor. Yeni Akit yazarları Ahmet Varol ile Abdurrahman Dilipak da SADAT’ın “Ortadoğu uzmanı” sıfatıyla başvurduğu isimlerden.

Merkezi İstanbul Beylikdüzü’nde bulunan ve bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) emekli olan çok sayıda askerin olduğu SADAT, danışmanlık, eğitim, konvansiyonel ve alışılmadık askerî eğitim, özel kuvvetler eğitimi ve ordu donatımı üzerine çalışıyor.

SADAT kendini, “Ülkemizin Silahlı Kuvvetlerinin yetişemediği ülke ve askeri sahalardaki boşluğu doldurmak üzere milli sorumluluk hisseden kişilerin bir araya gelerek oluşturduğu, yasal bir şirket” olarak tanımlıyor. İnternet sitesinde kendi misyonunu, “İslâm ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmayı ve İslâm Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yerini almasına yardımcı olmak” olarak açıklıyor.[31]

Bu kadar da değil; artısı var. Örneğin SADAT’ın sildiği iş ilanlarının birisi şu başlığı taşıyor: “Nizami, Gayri Nizami ve Özel Harekât Eğitmeni Personel Alımı Duyurusu.”[32]

Bu teşkilâtın verdiği eğitimler arasında “Gayri nizami harp (GNH) kursu” da var. Bu konuda SADAT sitesinde şunlar deniliyor:

“Kursiyerler, GNH Kursları sonucunda; başta psikolojik harp ve harekât olmak üzere, sabotaj, baskın, pusu, tahrip, suikast, kurtarma ve kaçırma, tedhiş imkân ve kabiliyetine ulaştırılır.”[33]

SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi, “Gayri nizami Harp Kursu” görmüş, Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı ve Akit yazarlığı yapmış bir isimken; kurduğu SADAT da “Gayri Nizamı Harp” ve “Keskin Nişancılık”, “Kara Harekâtı”, “Keskin Nişancılık”, “Koruma”, “Tahrip”, “Gayri Nizami Harp”, “İleri Tek Er Muharebe”, “Topçu ve Havan İleri Gözetleyicilik”, “Tank/ Zırhlı Araç Avcılığı” gibi kurs eğitim paketleri ile “hizmet” veriyor.[34]

Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, TBMM Başkanlığına verdiği soru önergesinde Suriye’de iç savaş çıkaran Suriyeli ve yabancı eylemcileri eğitmek, silahlandırmak üzere SADAT’ın 28 Şubat 2012’de kurulduğunu, o güne kadar 2 bin 800 kişiye gayri nizami savaş eğitimi verdiğini öne sürerken; [35] yine SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin, “Resmi ideoloji anayasada olmasın, anayasada laiklik ilkesi olmasın”[36] demesi yanında; yine SADAT’ın kurucularından da olan Ersan Ergür Nisan 2021’de, “Laikliğin, İslâm düşmanlığının karşısında, bir sopa olarak kullanıldığını”[37] ifade edip ekledi: “22 İslâm ülkesiyle çalıştık.”[38]

SADAT da bunların eylem için kurdukları şirket. İstanbul merkezli, şeriatla yönetilen İslâm ülkeleri konfederasyonu hedeflerini gerçekleştirmek için, hem ideolojik-siyasi fikir ve yapılarıyla yol alıyorlar hem de bu amaçla kurdukları SADAT şirketi ile pratikte askeri iş yapıyorlar.[39]

SADAT’ın ortaklarından Mehmet Naci Efe, ASELSAN’ın ve MKE’nin ürettiği askerî ürünleri, yurtdışında sattıklarını açıklarken; yurtdışındaki faaliyetleri hakkında Dışişleri Bakanlığının bilgisi olduğunu da söyledi.[40]

Ayrıca yine SADAT’ın ortakları Mehmet Naci Efe ile Mehmet Tek’in adliyelerden üniversitelere kadar özel güvenlik işini almadığı kamu kurumu neredeyse yokken;[41] devlet, SADAT’çılara 110 ayrı ihaleyle tam 545 milyon TL ödemiş…[42]

SADAT’ın iktidarla içlidışlı ilişkisi konusunda AKP Osmaniye Milletvekili İsmail Kaya TBMM Genel Kurulu’nda “Çok değerli milletvekilleri, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte, Savunma Sanayii Başkanlığımız birçok firmayla çalışmaktadır, SADAT da bu firmalardan bir tanesidir,”[43] derken; Adnan Tanrıverdi, Habertürk’ten Kübra Par’a verdiği röportajda, kendi mensuplarından TSK’ye dönenlerin olduğunu şöyle anlatıp, “3-4 arkadaş var. Referans olduğumuz için alındılar. Mülakat komisyonlarında görev aldılar,”[44] dedi!

Konuştuğumuz ordunun mülakat komisyonlarında görev alan SADAT’tır!

Konuya ilişkin olarak İzmir Milletvekili Murat Bakan, SADAT Başkanı Melih Tanrıverdi’nin çalışmaları ile ilgili Dışişleri Bakanlığına, Milli Savunma Bakanlığına ve Milli İstihbarat Teşkilâtı’na bilgi verdikleri yönündeki açıklamalarını TBMM gündemine taşıdı. SADAT Başkanı Melih Tanrıverdi’nin açıklamalarını referans vererek, şirketin faaliyetlerini sürdürürken devletten aldığı izinlerin ayrıntılarını sordu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, CHP’li Bakan’ın sorularına, “Konu bakanlığımın görev alanına girmemektedir,” yanıtını verdi.[45]

Bu kadar da değil! Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, SADAT’a ilişkin vergi incelemeleri hakkındaki soruyu “gizli kalmalı” diyerek yanıtsız bıraktı;[46] ne âlâ değil mi?

Tam da bu koordinatlarda Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kapısına gidip, parmağıyla gösterdiği SADAT’a ilişkin, “Bu kuruluşun hedefleri arasında gayri nizami harp eğitimi var. Yani, sabotaj, baskın, pusu kurma, tahrip, suikast ve tedhiş. Arapça ‘tedhiş’, Türkçesi de ‘terör’…”[47] demekle kalmadı, ardı ardına sıraladı:

“Cumhur İttifakı’nın üçüncü ortağı ortaya çıktı. AKP, Milliyetçi Hareket Partisi ve yeraltı dünyasının çeteleri…”[48] “Burası terörist yetiştiren bir kurumdur.”[49]

“SADAT bir paramiliter kuruluştur. Bu kuruluşun hedefleri arasında gayrı nizami harp eğitimi de var. SADAT gibi kuruluşlar, kim olursa olsun seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliğini sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT’tır ve Saray’dır.”[50]

“Erdoğan ‘SADAT ile alâkâm yok’ demişsin. Tanıştırayım, devlet sırlarının konuşulduğu toplantıda solundaki 6. kişi SADAT’ın kurucusu. Silah tüccarı. Başkenti İstanbul, dili Arapça olan yeni bir devlet kurmak istiyor. Bu başdanışmanından dinlediklerini bize de anlat, aydınlanalım.”[51]

“SADAT gibi bir kuruluş demokratik bir ülkede dernek adı altında örgütlenemez. Gayri nizami harp, sabotaj, terör gibi konularda insanları alıp eğitmek bir derneğin işi değil. Eğer bunu bir dernek üstlenmişse ve bu bağlamda iktidardan da destek alıyorsa, Türkiye sağlıklı bir demokratik sistem oluşturamaz.”[52]

SEÇİM (Mİ?)!

Buraya dek işaret ettiklerim ekseninde SADAT’lı Türk(iye) realitesinde, seçim(sizlik) olasılıklarına göz atmadan önce -ifade etmiş olsam da- seçime ilişkin kanaatlerime tercüman olan Herbert Marcuse’ün, “Efendilerin serbestçe seçilmesi, ne efendileri ortadan kaldırır, ne de köleleri…”

Lucy Parsons’un, “Zenginlerin servetlerini oylamanıza izin vereceğine asla aldanmayın.” “Mülk sahibi sınıf barışçıl bir değişimin gerçekleşmesine izin vermeyecektir.”

Franz Kafka’nın, “Seçim diye bir şey yoktur. Çünkü siz onları seçmiyorsunuz, onlar sizlere kendilerini seçtiriyorlar.”

Paulo Freire’nin, “Başkalarının beklentilerini temsil ettikleri ölçüde, seçimler yanıltıcıdır/ hayalidir,”[53] ifadeleri aktarmam gerekir ki, “Seçim tek umut… Ne zaman değişir bu düzen? İktidar değişince. İktidar nasıl değişecek, seçimle!”[54] türünden nafile beklentilerin ne olduğu açığa çıksın!

Hemen her şeyin -nihai kertede hiçbir şey olmayan- “nafile seçim(sizlik)lere” bağlandığı coğrafyamızda; ne yazıktır ki “ittifaklar” da “seçim sandıkları”na endekslenmiştir; “Tüm muhalefet bugünden seçimin ilk turda kazanmayı temel alan bir siyaset izlemelidir,”[55] ifadesindeki gibi…

Korkunç olan tam da burasıdır; sokaksız, sınıfsız, yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa sonuçların iktidar tarafından kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan bir “seçim(sizlik)” sevdasına “Halk İttifakı” ya da “Demokrasi İttifakı” demek!

Bunlar böyleyken; “Solda ittifak ülke için umut veriyor,”[56] ifadelerinin hiçbir inandırıcılığı; pratik karşılığı yoktur; yaşama dokun(a)mamaktadır; masa başı istişareler bataklığında kaybolmaktadır.

SADAT’lı Türk(iye) realitesinde mesele yapmak, yapmaya muktedir ve örgütlü olmaktan; yolunu açan devrimci praksisten geçmektedir.

“Anti-emperyalist, kamucu, laik ve sınıf eksenli bir siyasete dayalı ilkelerle politika üretmelerini ve sağlayacakları işbirliği”[57] (anti-şövenist ve anti-faşist açıdan yetersiz olsa da!) elbette önemlidir.

Ancak ekonomik kriz, toplumda etkisini göstermeye başlayıp; emekçi sınıflarda belirgin bir öfke, hareketlenme varken; soyut ve parlak kelâmlar ötesinde yapılması gerekenler nasıl ve hangi maddi güçle yapılacaktır?

Ernst Bloch, “Düşünceler kurşun askerler gibidirler, istendiği şekilde dizilebilirler ama onlarla bir imparatorluk ele geçirilemez”; Johann Wolfgang von Goethe, “İnsanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir; doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir”; Stefan Zweig, “Neden onların gücü var? Çünkü bu gücü onlara siz veriyorsunuz. Ve sizler korkak olduğunuz müddetçe onların gücü hep olacaktır”;[58] Lucy Parsons, “Değişim ancak bir devrim yoluyla gelebilir”; Felix Dzerzhinsky, “Sosyalizm, geleceğin yalnızca bilimsel bir ön izlemesi olmaktan çıkmalı; sarsılmaz bir inanç ve enerjiyle insanların kalplerinde yanan meşale olmalıdır,” sözleri, anlatmak istediğimi en net biçimde tarif etmektedir.

BİRKAÇ ŞEY DAHA!

Federico García Lorca, “Özgür olmayan insan nedir?” diye sorarken not edin ve asla unutmayın:

Friedrich Hebbel, “Nasıl vururum diye düşünen okçu, hedefi ıskalar…”

Charles Dickens, “Ölümden korkmak mı? Asıl trajedi, yaşamaktır…”

Jorge Luis Borges, “Hayatının sahibi olan insan, ölümüne de sahip çıkmalıdır…”

Blaise Pascal, “Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır,” derler…

Artık düşünme ve yapma zamanı değil mi?

19.07.2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Charles Dickens.

[2] “Deniz Poyraz Duruşmasında Silahlı Saldırı Girişimi”, 18 Temmuz 2022… https://pirha.org/deniz-poyraz-durusmasinda-silahli-saldiri-girisimi-332949.html/18/07/2022/

[3] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.307.

[4] Denis Diderot, Felsefe Konuşmaları, çev: Adnan Cemgil, Sosyal Yay., 1984.

[5] Ergin Yıldızoğlu, “Kötüden Berbata Doğru”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2022, s. 9.

[6] Şehriban Kıraç, “Prof. Dr. Özgür Orhangazi, Toplumsal Bunalıma Dikkat Çekti”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2022, s. 10.

[7] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 69.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimlere Gider ‘İki Mesele’…”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2022, s. 11.

[9] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 19.

[10] “Kapitalist devletin ‘demokratik’ biçimi sınıf iktidarının sürekliliğini varsayan bir ikili yapıya sahiptir. Bu süreklilik bir anayasa ile güvenceye alınır. Bu ‘demokrasi’, hükümetlerin (seçilmişlerin=milli irade) anayasada çizilen (sınıf iktidarının) sınırları içinde kalmasını sağlamak için, seçilmişlerden bağımsız, onları denetleyen ve gerektiğinde eylemlerini, uygulamalarını sınırlayan, hatta durdurabilen uzman kurumlara sahip olacaktır. Güçler ayrılığı bu demektir.” (Ergin Yıldızoğlu, “Kafa Karışıklığı mı, Teslimiyet mi?”, Cumhuriyet, 7 Mart 2022, s. 11).

[11] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalist Parlamentarizmin ‘Sırları’…”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2022, s. 9.

[12] Platon, Devlet, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Yay., 2006.

[13] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 111.

[14] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 23.

[15] Desiderius Erasmus, Deliliğe Övgü, çev: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., 2013.

[16] “Demokrasi Endeksinde 10 Yılın Birincisi Türkiye!”, Karar, 24 Şubat 2022, s. 7.

[17] “Kılıçdaroğlu’ndan Yeni ‘SADAT’ Açıklaması”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2022, s. 6.

[18] Barış Pehlivan, “Polis Aracında Esrarla Yakalanan AKP’li”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2021, s. 4.

[19] “Susurluktan Beter”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2021, s. 5.

[20] Aytunç Erkin, “İşte MİT’in 1996 Tarihli Susurluk Raporu”, Sözcü, 25 Mayıs 2021, s. 14.

[21] İsmail Saymaz, “90’ların Günahına Girmek”, Sözcü, 18 Mayıs 2021, s. 4.

[22] L. Doğan Tılıç, “Organize Suç Örgütü!”, Birgün, 11 Mayıs 2021, s. 3.

[23] Hüseyin Kalkan, “… ‘Devlet’in ‘Bahçesi’nde Yetişen Bir Topal Osman”, Yeni Yaşam, 18 Haziran 2022, s. 9.

[24] Nedim Şener, Kod Adı Atilla, Güncel Yay., 2004.

[25] Barış Pehlivan, “Susurluk Şoförüyle Konuştum”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 4.

[26] Sefa Uyar, “Halil Sevinç: Suyu Bulandırmak İstiyorlar”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 5.

[27] Selda Güneysu, “Tantan: Sedat Peker, ‘Beni Kullanın’ Mesajı Veriyor”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s. 5.

[28] “Soylu, Sedat Peker’in İddialarına İlişkin Açıklamada Bulundu”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2021, s. 6.

[29] Mehmet Ali Güller, “SADAT’ın Anayasası”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2022, s. 11.

[30] Ruhat Mengi, “Andican: Korku İklimi Yaratılmasında SADAT’ı Kullanacaklar”, Sözcü, 18 Mayıs 2022, s. 14.

[31] “Kılıçdaroğlu’nun Kapısına Dayandığı SADAT Nedir?”, Birgün, 14 Mayıs 2022, s. 8.

[32] https://www.sadat.com.tr/tr/insan-kaynaklari/personel-alimi-duyurulari.html

[33] Barış Terkoğlu, “SADAT’ın Bıraktığı Parmak İzi”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2021, s. 3.

[34] Orhan Bursalı, “SADAT: Önce İdeolojileri Sonra İç Savaş Eğitimleri”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2022, s. 6.

[35] Saygı Öztürk, “10 Yıl Önce, 10 Yıl Sonra Yine SADAT”, Sözcü, 17 Mayıs 2022, s. 4.

[36] Barış Terkoğlu, “SADAT’çıların Harp Okullarında Ne İşi Var?”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2021, s. 3.

[37] Sefa Uyar, “SADAT’ta Bir Yılda İki Değişiklik”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2022, s. 5.

[38] Saygı Öztürk, “SADAT Yöneticisi Anlattı: 22 İslâm Ülkesiyle Çalıştık”, Sözcü, 18 Mayıs 2022, s. 12.

[39] Orhan Bursalı, “SADAT-Asder-Assam Tek Bir Örgüt”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2022, s. 6.

[40] İsmail Arı, “SADAT’ın Ortağı Konuştu: Devletin Silahlarını Dışarıya Satıyoruz”, Birgün, 17 Mayıs 2022, s. 9.

[41] “SADAT tartışmalarının ardından gözlerin çevrildiği özel güvenliğin kamuya yükü her geçen gün artıyor. Çok sayıda kamu kurumunun korunması için özel güvenlik şirketlerine on yılda aktarılan para 30 milyar TL’yi geride bıraktı.” (Hüseyin Şimşek, “Özel Güvenliğe 31 Milyar TL”, Birgün, 19 Mayıs 2022, s. 8).

[42] İsmail Arı, “Kamu Kurumları ‘SADAT’a Emanet”, Birgün, 15 Mayıs 2022, s. 5.

[43] Orhan Bursalı, “SADAT, İktidarın Bir Parçası mı?”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2022, s. 6.

[44] Barış Terkoğlu, “SADAT’ın Kayıp İş İlanları”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2021, s. 3.

[45] “Çavuşoğlu: Bakanlığımın Görev Alanına Girmemektedir”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 6.

[46] Mustafa Çakır, “Nureddin Nebati SADAT’a ‘Sır’ Dedi: ‘Gizli Kalmalı’…”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2022, s. 4.

[47] Barış Terkoğlu, “Sokak Eylemlerine SADAT Hazırlığı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 3.

[48] “Kılıçdaroğlu, Cumhur İttifakı’nın Üçüncü Ortağını Açıkladı”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s. 6.

[49] Arif Kızılyalın, “SADAT’ın Farkında mısınız?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 2.

[50] Sercan Meriç, “Cevat Öneş: SADAT’a Karşı Mücadele Şart”, Birgün, 18 Mayıs 2022, s. 8.

[51] Özdemir İnce, “İnsan ve Siyaset”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 3.

[52] Orhan Bursalı, “Kılıçdaroğlu: SADAT İç Siyasete Müdahale İçin Kullanılabilir…”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2022, s. 6.

[53] Paulo Freire, Eleştirel Bilinç İçin Eğitim, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 2021, s. 30.

[54] Yazgülü Aldoğan, “Adalet İstiyoruz!”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2022, s. 4.

[55] Cengiz Karagöz, “SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen: Halk Seçeneksiz Değil”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2022, s. 4.

[56] Zülal Kalkandelen, “Solda İttifak Ülke İçin Umut Veriyor”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022, s. 6.

[57] Zülal Kalkandelen, “Sol İçin Bir Dönüm Noktası”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2022, s. 6.

[58] Stefan Zweig, Mecburiyet, çev: Serhat Tunar, Zeplin Yay., 2016, s. 33.

 

Kolombiya, yeni “pembe dalga”… Ve düşündürdükleri

“İnsanlık tarihinde her yıkım eylemi

er ya da geç, bir yaratım eyleminde

tepkisini bulur.”[1]

 

Kolombiya’da 19 Haziran 2022 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı ikinci tur seçimlerinde, eski kent gerillası Gustavo Petro devlet başkanlığına seçildi.

Petro, 1970’lerde ülkenin kentsel kesimlerinde etkin olan Movimiento de 19 Abril (19 Nisan Hareketi) /M-19’un lider kadrolarındandı; örgüt ile Kolombiya hükümeti arasında barış görüşmelerinin sürdüğü 1980’lerin başlarında tutuklanarak bir buçuk yıl cezaevinde kalmıştı.

M-19’un silah bıraktığı 1990’lı yıllarda Cundinamarca departman meclisinde görev aldı, 1994’te Ernesto Samper iktidarı döneminde diplomatik görevlerde bulundu. 2002’de Temsilciler Meclisi’ne seçildi, 2006’da Polo Democratico Alternativo (Demokratik Alternatif Kutup) Partisi’nden senatör seçildi. 2012’de ise başkent Bogotá’nın belediye başkanı oldu.

Siyasal analizcilerin “İkinci Pembe Dalga”nın yükselişinden söz ettiği Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak, iktidarın “sol” ittifaka geçmesi, Kolombiya tarihinde bir “ilk.”[2] Kolombiya’da devlet, 20. yüzyılın ortalarında patlak veren iç savaş (La Violencia) ve özellikle de hemen ardından, 1970’li yıllarda başlayıp 2010’lara dek süren kontrgerilla savaşının etkisi, ABD’nin ülkeyi Latin Amerika’daki sol çıkışlara karşı bir “muhrip” olarak kullanma hevesi, uyuşturucu kartelleriyle politikanın içli-dışlı ilişkileri, büyük toprak sahiplerinin, maden şirketlerinin ve bilumum oligarkların çıkarlarını korumak için kendi paramiliter birimlerini oluşturmaları gibi etkenlerin sonucu, narko-paramiliter bir “çete devleti” hâlinde çürümüş bir yapı arz eder. Ve 20. yüzyıl ortalarından bu yana (bir kısmı askerî diktatörlükler olmak üzere) hep sağcı iktidarlarca yönetilegelmiştir. Bu bakımdan Gustavo Petro (ve yardımcılığını üstlenecek olan çevre aktivisti, siyahî, feminist Francia Márquez) Kolombiya açısından bir “ilk”…

Bu “ilk”in çeşitli nedenleri var. Öncelikle, “Uribe/Duque etkisi”…

Uribe, Duque ve Kolombiya’nın Kirli Savaşı

Kolombiya’nın en etkili gerilla örgütü FARC ile iktidar arasındaki barış görüşmeleri, Başkan Andrés Pastrana döneminde (1998-2002) başlamıştı. O yıllarda (ülkenin en muhafazakâr bölgesi olan) Antioquia valisi olan Alvaro Uribe, barış görüşmeleri karşısındaki şiddetli muhalefetiyle büyük toprak sahipleri, sığır çiftçileri, tarım işletmeleri sahipleri, uyuşturucu baronları, paramiliterler, Liberal Parti’nin bazı kesimleri, polis ordu ve tabii ki çokuluslu şirketlerin desteğini kazanarak 2002 seçimlerinde devlet başkanı oldu. Ve ilk icraatı FARC ve diğer gerilla örgütü olan ELN’ye (Ulusal Kurtuluş Ordusu) karşı şiddetli bir savaşı ateşlemek oldu. Hiçbir kayıt-kural tanımayan, acımasız, kirli bir savaş. Ordu milyonlarca köylüyü yerlerinden ederken, paramiliter çeteler köyleri basarak savunmasız insanları katlediyor, insan hakları savunucuları, yerli cemaat önderleri, çevre aktivistleri, sendikacılar, velhasıl tüm muhalif unsurlar asker-polis-paramiliter şiddetten kaçınamıyordu.

Uyuşturucu kartelleri arasındaki paylaşım savaşlarının, çevrecilerin, topraksız köylülerin eylemlerine karşı kiralık paramiliter çeteleri üzerlerine salan toprak ağalarının, ödül avcılarının, işletmelerindeki sendikal örgütlenmeleri engelleme peşindeki işletmecilerin… dâhil olduğu bir kirli savaş… Ve tüm bunlar, ABD’nin takdir dolu bakışları altında gerçekleşiyordu. Kıtadaki “sol” yükselişe karşı Kolombiya’yı koçbaşı olarak kullanmaya kararlı, bu amaçla kötü şöhretli Kolombiya Planı (Plan Colombia) eliyle Kolombiya ordusunu (ve el altından paramiliter çeteleri) karşı-ayaklanma gereçleriyle donatan ABD, Uribe’den o denli hoşnuttu ki, Başkan George Bush 2008’de “terörizme karşı yürüttüğü başarılı mücadele” nedeniyle onu “Barış Madalyası”yla onurlandıracaktı. Aynı Uribe, birkaç yıl sonra rüşvet, yolsuzluk, oy satın alma, paramiliterlerle ilişkiler, sistemli köylü katliamı gibi suçlamalarla yargı karşısına çıkıyordu![3]

Kolombiya siyasal yaşamında “Uribismo” olarak anılan uzatmalı kirli savaş süreci, Uribe’den sonra sonra devlet başkanlığına seçilen ve FARC ile barış görüşmelerini yeniden başlatan Juan Manuel Santos döneminde de devam edecek, hatta Başkan Santos’un FARC’la 2016’da imzaladığı Barış Anlaşması sonrasında ordu, paramiliter çeteler, büyük toprak sahipleri ve uyuşturucu baronları koalisyonunun desteğiyle daha da tırmanışa geçecekti. Sonuç, Barış Anlaması’nın referandumla reddedilmesi ve 2018’deki seçimlerde Uribe’nin adayı, öğrencisi, mukallidi Iván Duque’nin (2018-2022) devlet başkanlığına gelmesi olacaktı…

Duque, hamisine layık bir yanaşma olduğunu kısa sürede kanıtladı. Kolombiya’da insan hakları alanında faaliyet gösteren bir STÖ olan Kalkınma ve Barış Araştırmaları Enstitüsü (INDEPAZ) verilerine göre FARC ile barış anlaşmasının imzalandığı 24 Kasım 2016 ile 31 Mayıs 2022 tarihleri arasında Kolombiya’da 1307 muhalif aktivist ile 320 eski gerilla öldürüldü. Sadece 2022 yılının ilk beş ayında öldürülen muhalif aktivist sayısı 80, eski gerilla sayısı ise 21’di; ve bu süre içerisinde 45 katliam gerçekleştirilmişti![4] Cinayetlerin büyük bölümü (İnsan Hakları ve Çatışmalar Gözlemevi ile INDEPAZ koordinatörü Leonardo Gómez Perafán’a göre[5]) Duque iktidarında gerçekleşmişti: 930 sosyal aktivist ve insan hakları savunucusu, 245 eski FARC üyesi ile köylüleri, yerli halkları hedef alan 261 katliam…

Neoliberalim + Pandemi

Ancak bu kadar değil… Kolombiya, Uribe iktidarından bu yana, şiddetli bir neoliberal saldırı altında. Uribe ticaret ve finansın serbestleştirilmesini hızlandırmış, kamu sektöründe geniş çaplı özelleştirmeleri gerçekleştirmiş, emeğin deregülarizasyonu konusunda dev adımlar atmış, Kolombiya’nın maden ve enerji kaynaklarının ihracına dayalı birikim modelini daha da kapsamlı kılarken bu sektörlerin yanısıra tarımı da tümüyle yabancı sermayeye açmıştı. Böylelikle ülke, ABD merkezli çokulusluların cirit attığı bir serbest bölge hâline geldi. Dünyanın kahvesiyle tanıdığı Kolombiya, artık kahve ithal eder hâle gelmişti!

Bu durum, doğal olarak ülkedeki gelir uçurumunu daha da derinleştirecek, ulusal gelirin büyük bölümü çapı giderek daralan bir oligarşinin elinde yoğunlaşırken, emekçi sınıfların durumu daha da vahimleşecekti. Kolombiya gelir eşitsizliğinde Honduras’tan sonra Latin Amerika ikincisi…

20 küsur yıllık neoliberal yağmanın sonucu, nüfusun yüzde 42’sinin, yani (ağırlığı gençlerden oluşan) 22 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı, bir devlet kuruluşu olan Ulusal İstatistik Kurumu’na göre işsizlik oranının yüzde 10.8’de seyrettiği, istihdamın yüzde 63’ünün informel sektörde gerçekleştiği…[6] harap bir ülke. Bir OECD raporu, mevcut koşullarda yoksul bir Kolombiyalı ailenin yoksulluktan sıyrılması için 330 yıl, yani 11 kuşak gerektiğini belirtiyor.[7]

Pandemi, zaten kötü olan durumu daha da beterleştirdi. Kolombiya, Covid-19 pandemisini Uribe özelleştirmelerinin çökerttiği sağlık sisteminin enkazıyla karşılamak durumunda kaldı. 80 binin üzerinde ölümle Kolombiya Covid ölümlerinde bölgede (Brezilya ve Meksika’dan sonra) üçüncüydü. Hastanelerde, yoğun bakım ünitelerinde yer bulamayan hastalar, sokaklarda yitirdiler yaşamlarını.

Ama pandemi yalnız sağlık sistemini değil, Kolombiya ekonomisini de yerle bir etti… Bu yıkımın altında kalanlar da, hiç kuşkusuz, yoksullar oldu, yani ülke nüfusunun yaklaşık yarısı… Yoksulların nüfus içindeki oranı, 2020’de pandemi öncesine göre yüzde 6.8 arttı. Pandemi ile birlikte aşırı yoksulluk içinde yaşayan nüfusun oranı yüzde 15’e yükseldi. Peso’nun değerindeki hızlı düşüş halkın alım gücünü daha da düşürdü, insanlar hayatta kalabilmek için gereken gıda maddelerine erişemez oldular. Pandemiyle birlikte 5 milyon Kolombiyalı daha işini yitirerek işsizler ordusuna katıldı – işsizlikte (Kosta Rika’dan sonra) kıta ikincisi olan bir ülke[8] için sürdürülemez bir durum…

Ve Ayaklanma…

Başkan Duque’nin pandemi sırasında hazırlayıp meclislere sevk ettiği ve elektrik, su, doğalgaz tüketim vergilerini arttırırken büyük sermaye gruplarına bir dizi vergi muafiyeti getiren ve sağlık sektöründeki özelleştirmeleri hızlandırmayı öngören “reform paketi” (aslında OECD’nin IMF ve Inter-Amerikan Kalkınma Bankası uzmanlarına hazırlattığı Kolombiya için Kamusal Politika Tavsiyeleri raporunun bir tekrarıydı[9] “paket”) bardağı taşıran son damla oldu…

Kolombiya 21 Kasım 2019 günü ayaklandı. İlkin Duque’nin “paket”ini geri çekmesi talebiyle başlatılan genel greve katılımlar genişledikçe, taleplerin kapsamı da genişleyecekti: Barış anlaşmasının uygulanması, çevrenin korunması, siyasi cinayetlere ve kadına yönelik şiddete son verilmesi… Yüzbinler, Bogotá, Medellín, ve Bucaramanga gibi büyük kentlerin, ama aynı zamanda ücra bölgelerdeki küçük kasabaların sokaklarını doldurdu.

Ancak rejimin müdahalesi gecikmedi. ESMAD’ın (=Escuadrón Móvil Antidisturbios: Kolombiya’nın Çevik Kuvvetleri) biber gazlı, plastik mermili saldırılarıyla barışçıl gösteriler kısa sürede kentleri muharebe alanına çevirecekti. Polis şiddetinin ilk kurbanı, 18 yaşındaki bir lise öğrencisi, Dilan Cruz oldu. Dilan’ın ölümünden birkaç saat sonra, ülke sokakları tencere-tava sesleriyle doldu. O gün bugündür, ülkenin büyük kentlerinin sokakları geceleri tavalı protesto (caceloras) patırtısıyla şenleniyor.

Duque’nin protestolara tepkisi, karmaşık oldu: Göstericilerin üzerine ESMAD’ı sürerek protestoları şiddet yoluyla bastırmak ve diyalog çağrıları. Ama diyalog çağrısı protestoculara, sendikalara, sivil toplum örgütlerine değil, Kolombiya’nın iş çevrelerine yönelikti.

Pandemi Duque’nin yardımına tam zamanında yetişti, gösterilerin hızı -geçici bir süre de olsa- kesildi. Ama geçici bir süre… 28 Nisan 2021’de, iktidarın Covid-19 pandemisini yönetmedeki beceriksizliği ve ortaya çıkan sağlık krizi sonucu daha da yoksullaşmanın da öfkesiyle Kolombiya bir kez daha ayaktaydı. Bu kez daha kararlı ve örgütlü bir biçimde. Kitlesel protestolar işçilerin, öğrencilerin, sendikaların, sol partilerin, toplumsal hareketlerin, köylü cemaatlerinin, yerli ve Afro-Kolombiyalı örgütlerinin, kadın kolektiflerinin çağrısıyla başlayan genel grev, kısa sürede neoliberal politikalara, ekonomik sıkıntılara, sosyal adaletsizliğe, çevrenin tahribine, yolsuzluklara, polis şiddetine ve siyasal cinayetlere karşı milyonları sokağa döktü. Reform “paketi”nin geri çekilmesi talebi, kısa sürede Duque’nin istifası ve temel toplumsal, iktisadi ve siyasal reformlar talebine evrildi. İşin ilginç yanı, 2022 seçimlerinde devlet başkanı olacak olan Gustavo Petro’nun bu gösterilerde herhangi öncü bir rol üstlenmeyişiydi.[10]

Duque’nin tepkisi de şiddetli oldu. Beş milyonu aşkın Kolombiyalının (nüfusun yüzde 10’u) katıldığı hesaplanan gösteriler ilk günden itibaren görülmemiş bir polis şiddetiyle karşılaştı.

Bu kez yalnız polis de değil. Başta Cali olmak üzere ülkenin büyük kentlerinde Duque orduyu ve paramiliter çeteleri de devreye sokmakta duraksamadı. Kentlerin zengin mahallelerinden gençler, silahlanarak güvenlik güçlerinin hoşgörülü bakışları altında göstericiler üzerine ateş açarken görüntülendi. Protestoların sürdüğü Nisan-Haziran 2021 sürecinde ESMAD ve paramiliterler 75 kişiyi öldürdüler, 1200’ün üzerinde kişi de yaralandı.

Ancak sonunda geri adım atan, Duque oldu: Vergi reformu tasarısı geri çekildi, Maliye Bakanı istifasını açıkladı, sağlık sektöründe özelleştirmeleri genişletmeyi hedefleyen tasarı iptal edildi…

Kolombiya Mart 2022’de gerçekleştirilen başkanlık ön seçimi ve parlamento seçimlerine bu gerilimli koşullarda gitti. Seçimlerde sol partilerin oluşturduğu Tarihsel Pakt Senato’da 108 koltuktan 20’sini[11] kazandı. Temsilciler Meclisi’ndeki koltuk dağılımı ise şöyle: Tarihsel Pakt 28, Liberal P. 32, Muhafazakâr P. 25, Demokratik Merkez 16, Birleşik Halk Partisi 15, Radikal Değişim 16, Yeşil İttifak 11, Komünler 5, diğer partiler 24, diğer 16.[12] Ancak belirtmeli: Bu seçimlere katılım oranı oldukça düşüktü: yüzde 44.22.

“Sol Yükseliş”, Başkanlık seçimlerinde de sürecek ve Tarihsel Pakt’ın adayı Gustavo Petro 19 Haziran 2022’de yapılan ikinci tur seçimlerde oyların yüzde 50.44’ünü alarak Kolombiya’nın yeni devlet başkanı olacaktı…

Burada duraklayıp iki soru soralım:

Gustavo Petro’nun başkan seçilmesi Kolombiya’da sosyalizme yönelik bir değişim sağlayabilecek midir?

Bu bağlamda, Latin Amerika’da yeniden yükselişe geçtiği söylenen “pembe dalga”, “başka bir dünya mümkün” şiarını sosyalizme dönük, kapitalist-olmayan bir tahayyül olarak yorumlayanlar için ne denli anlam ve önem taşımaktadır? Ya da Latin Amerika “pembe dalga” deneyimlerinden sosyalistlerin çıkartacağı dersler nedir?

Ve ilk sorunun yanıtını aramaya başlayalım…

Kolombiya’nın Sol Açılımı – Olanaklar, Sınırlar

Siyasal analizciler, yıllardır ABD’nin kıtadaki “Truva atı” rolü oynayan Kolombiya’da “Sol”un ilk kez her iki mecliste de anlamlı bir temsile kavuşup, sağ partileri, özellikle de Uribe-Duque’nin “şahin” politikalarının savunucularını azınlığa düşürmüş olmasının önemi konusunda hemfikir. Böylelikle ABD’nin Latin Amerika’daki sol çıkışlara Kolombiya üzerinden müdahalesi zorlaşacak. Olasıdır ki Petro iktidarı, tıpkı 2000’lerin ilk on yılındaki “pembe dalga” gibi insan hakları konusunda daha özgürlükçü bir tutum alacak, siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki kontra-narko baskısını hafifletecek adımlar atacak, yoksulları açlık sınırının üzerine taşımaya yönelik yeniden-dağıtımcı önlemler alacak…

“Bu kadarı bile yeterli…” mi dediniz? Sorun neyin yeterli olup olmadığı değil ki… Sorun, bu adımların dahi ne kadar sürdürülebilir olacağı…

Açımlayayım: Önce “Tarihsel Pakt”ın ne olduğu.

Kolombiya’nın “Tarihsel Pakt”ı, ılımlıdan radikale, irili ufaklı bir dizi sol parti ve hareketin liderinin 11 Şubat 2021 tarihinde bir araya gelerek duyurdukları bir seçim ittifakı. Şu partilerden oluşuyor:

 

Humane Colombia (Sol, lideri: Gustavo Petro)

Todos Somos Colombia (merkez sol)

Fuerza Ciudadana (merkez sol)

Poder Ciudadano (sol)

Alternatif Demokratik Kutup (sosyal demokrat)

Yurtsever Birlik (sol: Komünist Parti ile FARC’ın, barış görüşmeleri sırasında kurdukları yasal parti)

Kolombiya Komünist Partisi (komünist)

Komünler (komünist)

Marcha Patriótica (radikal sol)

MODEP (orta-radikal arası)

İşçi Partisi (orta-radikal arası) Congreso de los Pueblos (sol)

Ciudadanías libres (orta sol)

Unidad Democrática (orta sol)

Movimiento por la Constituyente Popular (sol)

Movimiento por el Agua y la Vida (orta sol)

Movimiento de Integración Democrática (orta sol)

AICO (yerli – sol)

Alternatif Yerli ve Toplumsal Hareket (yerli – orta sol)

Alianza Democrática Amplia (merkez)

 

Görüldüğü üzere Pakt, solun farklı eğilimlerinden oluşan bir koalisyon görünümünde. Petro’nun tanımıyla ise “toplumsal hareketler, yerliler, feministler, LGBTİ+’ler ve ekolojistlerle geniş bir birliktelik”[13] olma özelliğini taşıyor. Belki geniş, ama kırılgan, istikrarsız bir birliktelik…[14] İddialarının altında kalan.

Bu ne mi demek? Tarihsel Pakt’ı oluşturan örgütlerin liderleri seçim ittifaklarını açıkladıkları toplantıda, hedefleri arasında, Senato’da 55, Temsilciler Meclisi’nde ise 86 koltuk kazanarak Kongre’de çoğunluğu sağlamak ve devlet başkanlığı seçimlerini kazanmak olarak açıklamışlardı. Son bölümü karşılamış olsalar da, Tarihsel Pakt’ın Senato’da kazandığı 20, Temsilciler Meclisi’nde kazandığı 28 koltuk, hedefinin bir hayli altında kaldıklarını gösteriyor.

Pakt içi ilişkilerin ve Kongre içi dengelerin nasıl işleyeceğini kestirmek zor, ama dengelerin bir hayli istikrarsız ve kırılgan olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Çevrecilerden yerli ve Afro-Kolombiyalı gruplara, kadınlardan eski gerillalara, LGBTİ+ bireylerden formel-informel işçilere dek uzanan, ve bugüne dek “neyi istemedikleri” konusunda uzlaşıya varmış siyasal eğilimlerin, “neyi istedikleri” konusunda anlaşabileceklerini ileri sürmek çok zor.

Hele ki merkezden radikale, sağcı partilerin yarıya yakınına hükmettiği ve gidişatın Liberal Parti’ye bağlı olduğu bir yasama (Senato + Temsilciler Meclisi) söz konusu olduğunda… Bir başka deyişle, Petro’nun kırılgan ve değişken Kongre dengelerinin elinde rehin olacağını, bu durumun da Kolombiya politikasının “gerçek” sahiplerinin, Çokulusluların, büyük iş çevrelerinin, toprak sahiplerinin ve giderek ABD’nin siyasal gidişata müdahalelerinin zeminini oluşturacağını öngörmek, zor değil.

Bu saptamalar bizi, yukarıdaki soruların ikincisine yöneltiyor ister istemez… Nasıl mı?

Yeni “Pembe Dalga”: Birinciyi Aşabilecek mi?

Aslında sorun (üstelik de yalnızca Kolombiya’da değil, bütün Latin Amerika solu ve daha geniş çerçevede sol için) tam da burada yatıyor: “değişim”i mevcut siyasal ve iktisadi statüko içerisinde gerçekleştirme yükümlülüğü…

Bu, Latin Amerika’da “darbeler dönemi”ni sona erdirdiği iddia edilen “neoliberal uzlaşı”nın bir devamı.

Açımlayayım: Neoliberal iktisadî modelin başat paradigma hâline geldiği 1980’lerin sonları ve 90’lı yıllarda Latin Amerika kıtası askerî diktatörlüklerin ve gerilla örgütlerinin tasfiye edildiği bir “demokratikleşme” sürecine yöneldi. Böylelikle “devletin küçültülmesi” retoriği altında, yolsuzluğa belenmiş askerî rejimlerin, gerilla ve kontra örgütlerinin tasfiyesi, “sivil toplum”un güçlendirilmesi, “sınıf” politikalarının “kimlik” politikalarıyla ikamesi, az çok şeffaflık terimleri çerçevesinde gerçekleşen seçimlerle işbaşına gelen, iç ve dış denetim mekanizmalarına tabi, güçler ayrılığı ilkesine ve örgütlenme, basın, ifade vb. özgürlüklerine saygılı iktidarların önünün açılması hedefleniyordu.

“Tabii ki, yalnızca görünüşte… Gerçeklikte ise, 1990’lı yıllarda iktidara gelen neoliberal güdümlü hükümetler olanca ‘demokratlık’ ve ‘şeffaflıkları’ içerisinde kapıları ardına kadar Çokuluslu Şirketlerin faaliyetlerine açacak, sosyal destek programlarını terk edecek, ihracata dayalı büyüme stratejileri çerçevesinde toprak dağılımındaki eşitsizliği katmerlendirecek, bulaştıkları yolsuzluklarla büyük çaplı sosyal krizlere yol açacak ve nihayetinde, kıta ülkelerinde 2000’li yıllarda gözlemlenen sola yönelişi tetikleyeceklerdi…”[15]

Birinci “Pembe Dalga”…

“Pembe Dalga”nın aktörleri, (gerilla savaşı verenler dâhil) sol örgütler bu uzlaşı gereği, “seçimle gelip seçimle gitmeyi” zımni ya da açık olarak kabullenen siyasal partilere dönüşmüşlerdi. Bu “taahhüt”, sermaye, ÇUŞ’lar ve ABD müdahaleciliği tarafından birinci “Pembe Dalga”nın tasfiyesi sürecinde bozulmuş olsa da (Venezuela’da Chávez ve Maduro’ya karşı çok sayıda darbe girişimi, Bolivya’da MAS’a, Brezilya’da Dilma Rossef’e, Honduras’da Manuel Zelaya’ya, Paraguay’da Fernando Lugo’ya karşı düzenlenen sivil ya da askerî darbeler…) sol, bu “kavli” sürdürecekti.

Sisteme bağlılık, aynı zamanda solun iktidara geldiği ülkelerin ekonomik yapılarında, mülkiyet ilişkilerinde bir değişikliğe gitmemesi anlamına geliyordu. Bu çerçevede, ilk “Pembe Dalga” iktidarları (kabaca 2000’lerin ilk on yılı) neoliberal talanın vahşet boyutuna vardırdığı eşitsizlikler ve yoksulluğun sonuçlarıyla baş etmeye, açlıkla, sefaletle, kötü sağlık koşullarıyla mücadeleye, yoksullara sürdürülebilir yaşam, barınma, eğitim olanakları sağlamaya yoğunlaştılar. Bunun için ise, “üretim araçlarının mülkiyeti”ne dokunmaktansa, “yeniden dağıtım” politikaları üzerine odaklandılar.

“Yeniden dağıtım” politikalarını mümkün kılan ise, 2000’li yıllardan itibaren kıtanın ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki patlama olmuştu. “Yükselen ekonomiler”, özellikle kıta ülkelerinin ABD ile gerilimli ilişkilerini fırsata çeviren Çin’in kıtanın petrol, kömür, çeşitli madenler, soya, kereste vb. ihraç ürünlerine olan talebi, sol yönelimli Latin Amerika ülkelerinin sosyal bütçelerine cömertçe harcayabilecekleri bir gelir sağlıyordu. Çin ve diğer “yükselen ekonomiler”in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Güney Afrika) enerji gereksinimleri, kıtadaki “ekstraktivist” (maden ve doğal kaynakları arama ve çıkarma çalışmaları) faaliyetleri yoğunlaştıracak, bu da bu alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerin etkinliklerini arttırması anlamına gelecekti.[16] “Pembe dalga”nın en “aşırıları”nın yapabildiği ise, kurdukları devlet şirketleri aracılığıyla onlara ortak olmak ve/veya imtiyaz ücretlerini ve vergileri arttırarak devletin payını yükseltmekti. Bu kaynak akışı sayesindedir ki Latin Amerika’nın orta-sol/sol hükümetleri üretim ilişkileri yapısına dokunmaksızın, kapitalist işleyiş çerçevesinde elde ettikleri kârları sosyal harcamalara yönelterek, yani yeniden dağıtım politikalarıyla en kırılgan kesimleri kalkındırma yoluna gidebileceklerdi.

Ancak, bu kaynak akışı sonsuza dek süremezdi. 2010’ların ortalarında, Çin’de yaşanan borsaların çöküşü, Latin Amerika’nın “pembe dalga” iktidarlarını zora soktu. Latin Amerika’nın sunduklarına yönelik talepte ani bir düşüş yaşandı. Kaynak daralması yaşam koşulları son derece kırılgan olan yoksulları doğrudan etkileyerek “Pembe Dalga”nın destek tabanını daraltacak, bu da “pusudakiler”in, kıta ülkelerinin parlamentolarında, senatolarında, sanayi-ticaret odalarında, yargı sistemlerinde, kiliselerinde sinmiş bekleyen sağcıların ordu ve paramiliterlerle el ele iktidarı darbe ya da seçimler yoluyla yeniden ele geçirmelerinin önünü açacaktı…

Ancak bu kez işbaşına gelenler, çoğunlukla siyaset bilimcilerin “sağ-popülist” olarak yaftalamaktan haz ettiği, “demokratik” maskelerinden sıyrılmış, aşırı muhafazakâr-faşizan, çoğu kez kontralar ve uyuşturucu mafyalarıyla iç içe, talanda sınır tanımayan gözü kara otokratlardı… Arjantin’de Mauricio Macri, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Bolivya’da Jeanine Áñez, Honduras’ta Juan Orlando Hernández, Ekvador’da soldan sağa çark eden Lenin Moreno…

Buenos Aires Üniversitesi Latin Amerika Araştırmaları Enstitüsü’nden profesör Mabel Thwaites Rey, Jeffrey Webber’le söyleşisinde, bu “yeni sağ”ı şöyle tarifliyor:

“1990’ların neoliberal dalgasıyla günümüz arasında çok önemli bir fark olduğunu düşünüyorum. 1990’larda Sağ’da güçlü bir entelektüel, siyasal ve iktisadi yoğunluk vardı. Washington Uzlaşısı önlemlerini -özelleştirme, deregülarizasyon, liberalizasyon, mali disiplin- uygulamanın kayda değer ilerlemeler sağlayacağına dair bir vaad vardı. Ve hepsinin üzerinde, küreselleşme bütünleşmiş ve mutlu bir dünyanın umut verici sancağıydı… Sosyal devletin sınırları aşıldıktan sonra refaha erileceği konusunda güçlü bir vaad içeriyordu. (…)

“Bugün ise sağın çeşitleri açık bir perspektiften yoksunmuş gibi gözüküyor. Geleceğe yönelik bir yanılsama yaratabilecek bir coşku sunmuyorlar. Böyle bir şey yok. Yok, çünkü krizin sonuçları o denli berbat ve kalıcı uyum politikaları hiç de baştan çıkarıcı değil. Tam tersi. Ancak kaygı verici olan, bu durum sağın başka bir tarzını ortaya çıkarması -daha kıyıcı, daha yabancı düşmanı, daha halk düşmanı ve şiddet ve güç kullanmaya daha yatkın- tanık olmaya başladığımız tam da bu…”[17]

Ne ki, zirve yapan eşitsizlikler, yoksulluk ve yoksunluğun hızla yaygınlaşması, “pembe dalga” ile elde ettikleri kazanımları hızla yitiren “en alttakiler”in düş kırıklığı, Covid-19 pandemisinin yıkıcı sonuçlarıyla birleşerek durumu kısa sürede tersine çevirecek, 2020’ler, kıtada “İkinci Pembe dalga” olarak nitelenen sürece sahne olacaktı.

Ancak “ikinci pembe dalga” olarak nitelenen bu yeni “sol” iktidarlar hem içeride hem de dışlarında çeşitli dezavantajları, kırılganlıkları paylaşıyor. Hemen hepsi, toplumsal hareketler ile solun çeşitli tonlarının -ve kimi zaman da merkez ve yolsuzluk ve çürümeden rahatsız sağcı partilerin- yapısız, gevşek (giderek gerilimli) koalisyonundan oluşuyor, örneğin. Sol iktidarlar, hemen tümü 1990’lı yılların neoliberal uzlaşısı çerçevesinde biçimlendirilmiş ve Sağ’ın hâlen önemli bir yer tuttuğu yasama-yürütme-yargı organları üzerine yerleşiyorlar. Latin Amerika ülkelerinin ordularının önemli bölümü hâlen ABD’nin “School of Americas”ından yetişmiş ve özellikle isyan bastırma teknikleri konusunda uzmanlaşmış sağcı subayların denetiminde. Dahası da var: ülkelerden gerilla savaşı geçmişine sahip olanlarda 1990’lardaki “pasifikasyon” süreçlerinde tasfiye edilen kontra örgütleri, uyuşturucu, büyük toprak sahiplerinin, maden şirketlerinin tetikçiliği, haraç vb. işlere yönelmiş olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar… Ve nihayet, “pembe dalga iktidarları” mevcut ekonomik ve siyasal yapıları değiştirme, mülkiyet ilişkileriyle oynama, örneğin büyük toprak mülklerinin yoksul köylülere dağıtılması, çokuluslu şirketlerin bedelsiz kamulaştırılması, iktidarın doğrudan halk tarafından oluşturulan organlara devri… gibi bir programları yok (“İronik bir biçimde, diyor Kristen Weld, “Pembe Dalga hükümetleri dönüştürücü toplumsal-iktisadi reformlarda fazla ileri gittikleri için değil, yeterince ilerleyemedikleri için kendilerini sağın karşı saldırısı karşısında bu denli savunmasız kıldılar.”[18]). İktidara geldikleri an, ülkelerinde yürürlükte olan ekonomik ilişkiler tarafından kuşatılıyor, “Yükselen Ekonomiler”deki talep daralması sonucu ABD merkezli şirket ve finans kurumlarına mecburiyetin basıncıyla karşı karşıya kalıyorlar.

Böylelikle, son “dalga”yla iktidara gelen solcu devlet başkanları, daha ilk günden iktidarlarını payandalayan koalisyonlardaki radikal unsurlarla ters düşerek sağa taviz veriyor-sağcılaşıyor…

Örneğin 2021’de Peru’da devlet başkanlığına seçilen sendikal eylemci-öğretmen, solcu Pedro Castillo, Nicolas Allen’in deyişiyle, daha seçimlerin ikinci turunda “belirgin biçimde daha ılımlı bir pozisyona kayarak anahtar sanayilerin doğrudan millileştirilmesi, bağımsız merkez bankasının millileştirilmesi ve daha ‘maksimalist’ program maddelerini öne süren parti platformu Peru Libre ile arasına mesafe koydu.”[19] Gerilim Haziran 2022’de Castillo’nun Peru Libre’den istifasına dek uzanacaktı.

Bu, bir “ihanet”ten çok, mevcut sistem üzerine “yeni”nin inşasını imkânsızlığı üzerinden açıklanmalı: “Castillo 6 Haziran’da yapılacak olan ikinci turu kazanırsa, yönetmek, bir tepeye tırmanmak gibi güç bir muharebe olacak. Yeni Kongre aşırı derecede bölünmüş – birkaç sağcı parti koltukların büyük bölümünü denetliyor. Sadece geçen dönemde Kongre üç başkanı ya Yüce Divan’a sevk etti ya da istifaya zorladı. Gündemlerine ters düşmesi durumunda Pedro Castillo’ya da aynı şeyi yapabileceklerini söylemek zor değil.”[20]

Benzer durum, Honduras’ın solcu başkanı Xiomara Castro için de söz konusu:

“(Castro – bn.) Ülkenin en yoksulları için ücretsiz elektrik ve yakıt fiyatlarında indirim sözü verdi. Ancak hükümetin kasasının boş olduğu göz önünde bulundurulduğunda, politikaları yabancı kreditörlerin -özellikle ABD’nin talepleriyle sınırlanacak. Zaferini gölgeleyen yoğun bir iktidar mücadelesi içerisindeki Honduras Kongresi de onu sınırlandıracak.

“Seçimler sırasında Honduras Selamet Partisi, liderleri Salvador Nasralla’nın başkan yardımcılığı ve kongre üyesi Luis Redondo’nun Kongre başkanlığı karşılığında Xiomara Castro’yu desteklemeyi kabul etti. Ancak Castro’nun Özgür Parti’sinden yirmi bir vekil partiden koparak Jorge Cálix’in Kongre başkanlığını desteklemek üzere muhafazakâr Ulusal Parti’yle anlaştılar. Kongre salonunda bağrış çağrış ve itiş-kakışın eşlik ettiği sefil görüntülerin ardından iki ayrı yemin töreni oturumu gerçekleştirildi. Bugün Honduras’ta iki ayrı kongre var.”[21]

Ve Şili devlet başkanlığına seçilmesi, bu coğrafyanın kimi sol çevrelerinde büyük bir coşku ve umut yaratan eski öğrenci lideri Gabriel Boric…

Seçim propagandasında “Neoliberalizm Şili’de doğdu, yine Şili’de gömülecek”, keskinliğinden seçilir seçilmez, “(neoliberal politikaların) başarıları da oldu, iyi gitmeyen şeyler de,”[22] mülayimliğine çark eden Boric, iktidarının ilk altı ayında ülkenin güneyindeki, topraklarında maden çıkarma faaliyetlerine karşı çıkan Mapuche yerlileri üzerine orduyu göndermek,[23] siyasi tutukluları serbest bırakmamak, öğrenci gösterilerine polisin sert müdahalesinin önünü açmak, NATO ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen vekâlet savaşında kendini “Zelenski’nin Latin Amerika’daki dostu” ilan etmek[24] gibi çıkışlarla, baştaki halk desteğini hızla yitiriyor.

* * *

Latin Amerikalı sol ideologların Avrupalı “yeni sol/radikal demokrat” kuramcılardan devralıp uygulamaya soktukları bu “model” Latin Amerika’daki sol iktidarları (ve hiç kuşkusuz Avrupa’daki denklerini de: Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da PODEMOS…) neoliberal uygulamaların soluksuz bıraktığı yoksullara “pansuman” niyetine işbaşına gelip ardından da “light” darbeler ya da seçimlerle püskürtülen “yararlı aygıtlar”a dönüştürüyor.

Sistemin krizinin bir uygarlık krizine tahvil olduğu ve “ya sosyalizm ya barbarlık” şiarının hiç olmadığı kertede ete kemiğe büründüğü koşullarda, sol aktörlerin “21. yüzyıl sosyalizmi”, “demokratik sosyalizm”, “radikal demokrasi” gibi “cilalı” kavramlarla oyalanmayı bırakıp mevcut toplumları üretim ve bölüşüm ilişkilerini dönüştürecek ve mevcut idari mekanizmaları doğrudan emekçi sınıfların denetimindeki yönetim aygıtlarıyla ikame edecek sosyalist dönüşümlere yönelmelerinin zamanı geldi de geçiyor oysa…[25] Bugün yeryüzü yaşamının sürdürebilmenin tek yolu, artık “bios”u tüketen bir “Erysikhton”a[26] dönüşmüş kapitalist sistemi sonsuza dek tarihin mezarlığına gömmektir, yoksa onun sınırları içerisinde yıkıcı sonuçlarını düzeltmeye çabalamak değil.

Günümüzde ayaklanarak Başkanlık saraylarını basan, Merkez Bankalarını işgal eden emekçi yığınlarının gözü karalığı böylesi bir dönüşüme hazır olduklarını haykırmaktadır, duymasını bilen kulaklara…

Latin Amerika’nın “pembe dalga” deneyimlerinin sosyalistlere anlattığı, özetle budur…

13 Temmuz 2022, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Eduardo Galeano.

[2] Bkz. “Kolombiya’da Sol İttifakın ve Gerillanın Tarihi Zaferi”, Yeni Yaşam, 21 Haziran 2022.

[3] Aaron Tauss, Joshua Large, “In Latin America, The Long Shadow of Colombia’s Far Right is Receding”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/12/colombia-right-wing-uribismo-2022-election-petro

[4] “Colombia Human Rights Update May 2022”, 8 Haziran 2022, https://justiceforcolombia.org/news/colombia-human-rights-update-may-2022/

[5] “Colombian NGO: 903 Leaders Killed During Duque Administration”, 6 Haziran 2022, https://www.telesurenglish.net/news/Colombian-NGO-903-Leaders-Killed-During-Duque-Administration-20220606-0023.html

[6] Nicolas Allen, “Colombia’s Uprising Isn’t About Duque. It’s About Overturning Neoliberalism. An Interview with Jennifer Pedraza”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/06/colombia-ivan-duque-government-neoliberalism-protest-general-strike

[7] Cristian Acosta Olaya ve David Santos Gómez, “When Colombia Caught Fire”, Jacobin, https://jacobin.com/2019/12/colombia-protest-demonstration-strike-ivan-duque

[8] Tobias Franz, “Sabotaging Peace”, Jacobin, https://jacobin.com/2017/03/colombia-peace-farc-paramilitaries-santos

[9] Nicolas Allen, “Colombia’s Uprising Isn’t About Duque. It’s About Overturning Neoliberalism. An Interview with Jennifer Pedraza”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/06/colombia-ivan-duque-government-neoliberalism-protest-general-strike

[10] Aaron Tauss, “Colombia is in Revolt against Neoliberalism”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/05/colombia-neoliberalism-ivan-duque-revolt-uprising-socioeconomic-reform

[11] Diğer partilerin senatör dağılımı şöyle: Muhafazakâr P. 15, Liberal P. (merkez sol, Sosyalist Enternasyonal üyesi) 14, Umut Merkezi-Yeşiller İttifakı (merkez, merkez sol) 14, Demokratik Merkez (Duque’nin partisi) 13, Radikal Değişim (merkez sağ)11, Birleşik Halk Partisi (merkez, liberal eğilimli) 10, MIRA-CJL (muhafazakar, Hıristiyan sağ) 4, Komünler (eski FARC militanları – komünist) 5, diğer 3.

[12] Kaynak: “Colombian Parliementary Election”, Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/2022_Colombian_parliamentary_election#Results

[13] “Kolombiya’da Sol İttifak Seçim Zaferine Hazırlanıyor”, Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/kolombiyada-sol-ittifak-secim-zaferine-hazirlaniyor-baskanligi-kazanmanin-esigindeyiz-haber-1556643)

[14] 2019 ve 21 ayaklanmalarının aktörleri kendilerini pueblo (halk) olarak tanımlamayı yeğliyor. “Kolombiya bağlamında terim açıkça bir sınıf kavramı. Dışlanan, sömürülen, marjinalleştirilen ve muhalif halk sınıflarını kapsıyor – formel ve informel işçiler, ev kadınları, öğrenciler, köylüler, yerli ve Afro-Kolombiyalı cemaatler, solcular, kadınlar ve LGBT gruplar- ve onları büyük toprak sahiplerinin, agro-sanayinin, ulusaşırı şirketlerin, büyük finansın, iş insanlarının ve paramiliterlerin çıkarlarını savunan baskıcı bir hükümetin karşısına yerleştiriyor.” (Aaron Tauss, “Colombia is in Revolt against Neoliberalism”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/05/colombia-neoliberalism-ivan-duque-revolt-uprisingsol genelde bu “uzlaşı”ya sadık kaldı.-socioeconomic-reform)

[15] Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”, Mevsimlik Dergi, Bahar 2015, sayı 1, ss. 13-25.

[16] Jeffery R. Webber, “Managing Bolivian Capitalism”, Jacobin, 01.12.2014, https://jacobinmag.com/2014/01/managing-bolivian-capitalism

[17] Jeffrey Webber, “Latin America’s Bitter Stalemate, An Interview with Mabel Thwaites Rey”, Jacobin, https://jacobin.com/2019/10/latin-american-political-parties-pink-tide

[18] Kristen Weld, “Holy War: Latin America’s Far Right”, Dissent, Bahar 2020, https://www.dissentmagazine.org/article/holy-war-latin-americas-far-right

[19] Ben Burgis, “Peru’s Pedro Castillo Can Break With Neoliberalism for Good. An Interview with Nicolas Allen”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/07/peru-election-pedro-castillo-neoliberalism-fujimorismo-indigenous.

[20] Liam Meisner, “Pedro Castillo’s First Round Is an Opportunity for the Peruvian Left”, Jacobin, https://jacobin.com/2021/04/pedro-castillo-peruvian-left-rural-elections.

[21] Medea Benjamin, “Honduras’s First Woman President Is a Socialist With a Vision”, Jacobin, https://jacobin.com/2022/01/honduras-president-xiomara-castro-inauguration-left-challenges

[22] “Una muy buena conversacion: Gabriel Boric confirmó que se reunió con Michelle Bachelet y Ricardo Lagos”, ADN, 13.12.2021. https://www.adnradio.cl/politica/2021/12/13/una-muy-buena-conversacion-gabriel-boric-confirmo-que-se-reunio-con-michelle-bachelet-y-ricardo-lagos.html

[23] Carole Concha Bell, “Chile’s Identity Crisis: Mapuche Still Under Fire”, NACL, 31 Mayıs 2022, https://nacla.org/chile-mapuche-boric-emergency.

[24] Kavel Alpaslan, “Şili’de Boric’e Biçilen ‘Sol’ Kaftan Bol Geldi”, Alınteri, 9 Temmuz 2022, http://alinteri6.org/silide-borice-bicilen-sol-kaftan-bol-geldi

[25] Bkz. Serhat Halis, “Plazadan sallanan pembe bayrak”, Birgün Pazar, 26.12.20121

[26] “Kral Triopas’ın oğludur Thessalialı Erysikhton. Çok huysuz bir adamdır. Müthiş öfkelidir.

Kimseyi bulamayınca kendi kendine kızdığı bile anlatılır.

Ayrıca kendini çok beğenir, kendinden başka kimseyi de beğenmezmiş. Bütün yasaları, değerleri, nasihatleri hiçe sayarmış.

Bir gün bütün uyarılara karşın Tanrıça Demeter’e ait kutsal meşe ağacını durup dururken keser.

Bunu öğrenen Demeter, Erysikhton’u şimdiye kadar hiç görülmemiş ve duyulmamış biçimde cezalandırmaya karar verir. Yeryüzündeki bütün canlılar için ürün yetiştiren, yiyecek sunan Tanrıça Demeter, Açlık Tanrısı Fames’e haber gönderir Erysikhton’u cezalandırması için. Korkunç görüntülü Fames açlık diyarından uçarak gece yarısı Erysikhton’un sarayına gelir, yatak odasına girer.

Erysikhton derin bir uykudadır. Kolları arasına alır ve açlık zehirini nefesi ile onun nefesine katar.

Erysikhton’un ağzından boğazına, midesinden bağırsaklarına kadar bütün vücuduna yayılır açlık.

Daha uykusundayken acıkmaya başlar, rüyasında yemek yerken görür kendini.

Sonra büyük bir açlıkla uyanır. Midesinden başlayan, bütün vücudunu kasıp kavuran bir açlığın pençesine düşmüştür. Çok uzun süren bir kıtlıktan çıkmış gibiydi.

“Açım” diye bağırarak fırladı yatağından. Bütün hizmetçilerini, kölelerini seferber etti.

Masasına sürekli yemek taşınıyordu. Hepsini bir solukta tüketip daha fazlasını istiyordu. Yedikçe açlıktan kıvranması artıyordu sanki.

Bütün malını, mülkünü, kölelerini sattı, varlığının hepsiyle yiyecek bir şeyler aldı. Artık ne malı kalmıştı, ne mülkü, ne de parası… Ama hâlâ açtı. Sonunda çocuklarını da köle olarak satıp karnını doyurmak için bütün parasıyla yiyecek aldı. Ne yaparsa yapsın, ne kadar yerse yesin açlığını asla bastıramamıştı ve artık yiyecek bir lokması bile kalmamıştı.

Açlıktan çıldırmış gibiydi. Sonunda kendi gövdesine saldırır. Kendisini yiye yiye öldürür.” (Celal Başlangıç, “Kendini Yiyen Canavar Başkan olmak İsterse”, Artıgerçek, 8 Mayıs 2015, https://artigercek.com/yazarlar/celal-baslangic/kendini-yiyen-canavar-baskan-olmak-isterse).