Ana Sayfa Blog Sayfa 69

Direniş ve kitlesel 1 Mayıs

Bugün, tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, ülkenin her alanından, her yanından, her fabrikadan, işyerinden, okuldan, işçilerden, kadınlardan, gençlerden direniş haberleri geliyor. Gezi Direnişi ile başlayan bir süreçtir bu ve bugün, Gezi’den daha örgütlü, ama o kadar kitlesel olmayan bir tarzda, direniş yayılıyor.

Evet, burjuva medya, tüm bunları gizliyor, örtüyor, karartıyor.

Görevleri zaten budur.

Ama buna rağmen, direniş haberleri bir biçimde yayılıyor. Daha çok, direnişte olanlar birbirinden haber alıyor. Seyredenler, direnişe gözünü dikmeyenler, kulağını direniş haberlerine vermeyenler, elbette bu haberlerin çok azına ulaşabiliyorlar.

Egemenler, Saray Rejimi ile işçi ve emekçileri, direnişin her türünü yok etmeyi hedeflediler ama bugün direniş sürüyor ve Saray Rejimi çözülüyor. Baskılara, karartmalara, yalanlara rağmen işçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler direnişlerini sürdürüyorlar.

Egemenler, kendi rejimlerinin geleceğini garanti altına almak için, Saray’dan saldırılarını artırırken, burjuva muhalefet kanalı ile de işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri oyalamaya, evlerine hapsetmeye çalışıyor.

Gün geçtikçe, Saray Rejimi’nin tüm halk düşmanı karakteri ortaya çıkıyor.

Gün geçtikçe, yağma-rant ve savaş ekonomisi tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor.

Gün geçtikçe, devletin tekellerin devleti olduğu açığa çıkıyor.

Gün geçtikçe, sahte burjuva muhalefetin foyası ortaya çıkıyor.

Gün geçtikçe, gerçekler, kendini daha net ve çıplak olarak ortaya koyuyor.

Saray Rejimi, ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere, halka yıkmak istiyor. Bu konuda da oldukça saldırgandır. Baskı ve yalan, her türlü hile ve manipülasyon, Saray Rejimi’nin ayakta durmasının yolu olarak devrededir. Muhalefet, burjuva muhalefet ise, tüm ciddi konularda Saray Rejimi’nin açık destekçisidir.

İşte bu koşullarda, işçi sınıfının kendi çözümünü ortaya koyması bir zorunluluktur. Bu en başta devrimci işçilerin, devrimci sosyalist işçilerin görevidir.

İşçi sınıfı, hiçbir burjuva partinin ardına takılmak, onun peşinde yürümek zorunda değildir. İşçi sınıfının kendi yolu vardır.

İşçi sınıfı, Saray Rejimi’ne karşı, şu ya da bu burjuva muhalefete güvenerek iş yapmak zorunda değildir.

İşçi sınıfı, Saray Rejimi’nin saldırılarını eleştirerek, “ama devlet bu değil” diyen liberallerin, CHP muhalefetinin peşinden gitmek zorunda değildir.

Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi gücü ile, bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmasını önlemek içindir. Tüm bunlar, işçi sınıfının devrimcileşmesini önlemek içindir. Tüm bunlar işçi sınıfının, kadın ve gençlik eylemlerini de içine alacak şekilde devrimci sınıf politikasını ortaya koymasını engellemek içindir.

Bu konuda, sadece açık devlet terörü, baskısı, polis copu, hapis tehdidi, yargı tehdidi ile karşı karşıya değildir direnişçiler. Ülkenin direnen her gücünün, her işçisinin, kadınının, gencinin karşısına, tüm güçleri ile devlet çıkmaktadır. TOMA’sı, copu, süngüsü, mermisi, basını, yargısı ile devlet, işçi ve emekçilerin karşısına dikilmektedir.

Direniş buna rağmen sürmektedir.

Burjuva muhalefet, işçi sınıfını evine tıkmak, direnişten ve sokaklardan uzak tutmak için uğraşmaktadır. Bu da devletin görevlerinden biridir. Baskı ve şiddetle önleyemiyorsan, o zaman oyla, seçime kadar susun çağrısını yap. CHP eli ile yapılmak istenen budur.

Sendikaların çok büyük bir kısmı da bu konuda görevlidir. Sendika mafyası, işçi sınıfını kontrol edebilmek için, işçi sınıfının biriken öfkesini boşaltmak için devrededir. Birçok sendika, doğrudan devlete ve patrona, aynı anda ikisine birden çalışmaktadır.

Ve tüm bunlara rağmen, direniş gelişmektedir.

Direniş durmuyor.

Bıçak kemiğe dayanıyor.

Açlık ve işsizlik kol geziyor.

Krizin faturasını işçilere yıkmak hedefi ile devlet, her türlü adımı atıyor. Zamlar ve akıl almaz vergiler peş peşe geliyor.

Burjuva muhalefet, imamlar, papazlar, sendika mafyası, hepsi hep birlikte işçilere, “sabredin, seçim yakında” diyor.

İyi ama seçimin anlamı ne?

Seçim ile, işçilerin sömürülmesi mi son bulacak?

Seçim ile, insanların aşağılanması mı son bulacak?

Seçim ile, kadınların öldürülmesi mi son bulacak?

Seçim ile, doğanın yağmalanması mı son bulacak?

Hayır, hiçbiri son bulmayacak.

Dahası, ortada bir seçim olacağı da şüphe götürür.

Bu masalları bir yana bırakmalı ve direnişçiler, kendi gündemlerine, kendi işlerine odaklanmalıdırlar.

Bugün, her türlü zorluğa karşın direniş büyümektedir.

Bu direnişi geliştirmek, daha örgütlü hâle getirmek, kök salmasını sağlamak mümkündür.

İşçi sınıfı ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi cephelerini örgütlemek zorundadırlar.

1 Mayıs 2022, bunun için iyi bir fırsata dönüştürülebilir.

Sarı sendikacıların, sendika mafyasının denetimindeki unsurların, korkakların, işçi sınıfını “sokaklardan uzak tutmak isteyen” CHP’li sendikacıların, devletçi sendikacıların sözlerini dinlememe dönemidir.

İşçiler, gerçek işçi sendikacılarının sözlerini dinlemeli, diğerleri ile, aralarına kalın bir çizgi çekmelidirler. Ne onlar bize, ne biz onlara, herkes kendi yoluna, demenin zamanıdır.

Kadınlar ve gençler, işçi sınıfının direnişi ile kendi direnişlerini birleştirmelidirler.

Kendi direnişini önemli, diğer direnişleri önemsiz görme, aslında sınıf bilincinden uzak olma hâlidir. Buna son vermek gerekir.

1 Mayıs, 2022’de, direnişi daha da artırmak, daha da örgütlü kılmak, daha da kökleştirmek üzere, kitlesel bir eylemle kutlanmalıdır. Bunun için, sendikalardan değil, işçilerden gelecek kararlılık önemlidir. Bunun için, kadınların ve gençlerin kararlılığı önemlidir. Bunun için çevreci hareketlerin kararlılığı, kısacası direnişçilerin kararlılığı önemlidir.

Devrimci sosyalistler, kitlesel 1 Mayıs için kolları sıvamalıdır.

Her direniş odağı, her direniş yeri, her yerel direnişçi grup, 1 Mayıs’ta toplanmalıdır.

1 Mayıs 2022, direnişin gelişiminin bir basamağı olmalıdır.

Savaşa, açlığa, işsizliğe, sömürüye, katliamlara, doğanın yağmalanmasına, yağma-rant ve savaş ekonomisine karşı, Saray Rejimi’ne karşı gelişmekte olan direniş, bir adım daha yükseltilmelidir.

Daha örgütlü, daha kökleşmiş, daha yaygın direnişler, işçi sınıfının bir sınıf olarak siyasal gücünü ortaya koymasının yoludur.

Bu bilinçle 1 Mayıs 2022 örgütlenmelidir.

Artık, uzlaşmacı sendikacıların zırvalarını dinlemenin, işçi sınıfına bir şey kazandırmayacağı görülmelidir. Her direniş yeri, her direniş odağı doğrudan muhatap alınmalıdır. Her gerçek işçi sendikası, her dürüst sendikacı, bu konuda açık tutum almalıdır.

Önümüz kavga yeridir.

Sınıf savaşımı daha da sertleşecektir.

Dün, sınıf savaşımının üzerini örten örtüler, bugün tek tek ortadan kalkmaktadır.

Mücadele daha da netleşecek, cepheler herkesin göreceği kadar net hâle gelecektir.

İşte bu bilinçle, işçiler, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek zorundadırlar.

“İşçinin alınteridir
bey, paşa sarayları,
önümüz kavga yeridir,
yürü iş alayları”

NATO dağıtılmalıdır! Savaş suçu varsa, suçlusu NATO’dur

“Ukrayna savaşı” deniyor. Doğruluğundan şüphe etmeliyiz. Rusya, 24 Şubat 2022’de, önce, Donetsk ve Lugansk Cumhuriyetlerini tanıdığını açıkladı, ardından, bu iki bölgeye asker göndermeye başladı. Neo-Naziler, saldırılarını, NATO kuvvetleri ile tırmandırdılar. Ardından, Harkov ve Kiev’e doğru asker göndermiştir. Hâlâ, taraflar, “savaş” adını koymuş değildir.

Olaylar, şöyle gelişmiştir:

Öncelikle, ABD ve AB, Ukrayna’yı, Rusya’ya karşı kullanmak için, her fırsatı denemiştirler. SSCB çözüldükten sonra da, bu hamlelerine devam ettiler. Bunun için, her türlü adımı attılar. Aynı anda Gürcistan üzerinden de aynı oyunları oynadılar. Hatta, Gürcistan’da yenilen Saakaşvili, sonraları, neo-Nazi yönetimindeki Ukrayna’da ortaya çıkmıştır. Yani, bu durum, her iki ülkedeki operasyonlar arasındaki bağı göstermesi açısından önemlidir.

Tüm bu müdahale projelerinin mimarı ABD’dir, ancak tümünde de AB, İngiltere, Japonya destekçisidir. Almanya, sahada en çok pazar elde eden ülke olarak (tüm eski sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinde Almanya, pazar hâkimiyetini sağlamıştır dersek abartılı olmaz), bu projeleri desteklerken, aynı zamanda ABD kontrolünden kurtulma uğraşı içindedir. Bu nedenle, savaş konusunda ikili tutumu ortaya çıkıyor. Önceleri, Ukrayna için boş miğfer gönderirken, şimdi tüm ırkçı ve savaşçı yüzü ile hareket ediyor. Hepsi, 1 haftalık bir süreçtir.

İkinci Dünya Savaşı döneminde, Kızıl Ordu’nun önünden kaçmaya başlayan Alman ordusuna yardım eden Ukraynalılar, Nazi işbirlikçileri, hemen ABD tarafından, Kanada ve ABD’ye tahliye edildiler. İşte, bu Nazi artıkları, bir süre sonra, SSCB çözüldükten sonra, ülkeye taşındılar.

Herkesin gözü önünde, Ukrayna’da açık bir darbe tezgâhladılar. 2014 yılından beri de fiilî olarak ülke onların kontrolündedir.

Herkesin gözü önünde Odessa’da insanları otel odalarında yaktılar.

Sivas’ta insanları yakan, Suriye’de IŞİD eli ile insanları yakan, Ukrayna’da insanları yakan, bu aynı mekanizmadır, NATO’dur.

O günlerden bu yana, son altı yıl içinde, Ukrayna’da, 14 bin insan, 3’te biri çocuk, bu neo-Nazilerce katledilmiştir.

Soru şudur: Bugün, savaşın sivillere zararından, demokrasiden, savaş karşıtlığından vb. söz edip, büyük tiyatronun sahnesine yer almak için koşanlar, o günlerde, neden sessizdiler? Madem, yaşam önemlidir, neden 14 bin insanın, üstelik ortada savaş yokken, öldürülmesini seyrettiniz?

Bu neo-Nazi iktidar, Ukrayna yönetimini aldı. Bu sürece direnen Donetsk ve Lugansk, “halk cumhuriyeti” olarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Savaş, bu kez, bu bölgelerde daha da yoğunlaştırıldı.

Ukrayna’da bir iç savaş yaşanıyordu, ama bu iç savaşın, ülkenin diğer bölgelerindeki etkisi zayıf hissediliyordu.

Muhtemelen Ukrayna halkı, bugünlerin bir sonraki seçimle biteceğini düşünüyordu. Belki bu nedenle, belki de başka nedenlerle, bu neo-Nazilere karşı mücadele gelişmiyordu, gelişemedi. 14 bin insanın öldürülmesi bile durumu değiştirmeye yetmedi.

Öte yandan, Ukrayna, tam anlamı ile, kukla bir hükümete sahip hâle gelmişti. Rusya’nın “askerî operasyon” dediği süreç başlamadan 1 hafta kadar önce, bazı Ukraynalı yetkililer (bir bölümünün soyadları hâlâ Ukrayna soyadı gibi), “NATO’ya girmek istemiyoruz” türünden açıklamalar yaptılar ve ABD ve İngiltere baskısı devreye girdi. Bu durum, aslında, hem kukla hükümet meselesini gösteriyor, hem de durumun ne hâle gelmiş olduğunu.

Bir ülkenin yöneticileri NATO’ya girerse, mesela bizim Türkiye’nin 1952’de girmesi gibi, bu meşru ve demokratik sayılıyor. Sanki halka sorulmuş gibi. Ama Ukrayna’da, bir diplomat bile NATO’ya girmeyi reddederse, kıyamet kopuyor. Hem NATO, Ukrayna’yı almıyor, hem de “girmekten vazgeçmesine” müsaade etmiyor.

Ukrayna, hem neo-Nazi bir hükümetçe hem de kukla bir hükümetçe yönetilmektedir. Ve tüm bu yakın geçmişte, bu iktidar, ABD-NATO uzantılı olarak varoldu. Katliamlar gerçekleştirdi.

Bugün, hâlâ, ne Rusya ne de Ukrayna’nın neo-Nazi yönetimi, bir savaş ilanında bulunmuş değildir.

Bu nedenle, bu savaşa, tam olarak bir savaş demek bile fazladır. Eğer savaş ise, bu savaş, ABD ile NATO ile, Rusya arasındadır. ABD, eski müttefiki AB’yi, tekrar denetimine almak istiyor. Avrupa’yı kontrol etmek, böylece Rusya’nın üzerine sürmek istiyor. Bu yolla, kendi hegemonyasının çözülmesini önlemek, durdurmak istiyor.

İkincisi burada başlıyor, bu savaş ABD-NATO cephesine aittir.

Biliniyor, ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist-emperyalist sistemin başına oturmuştur. Buna ABD hegemonyası diyelim. İşte bu ABD hegemonyası, çözülmeye başlamıştır. Hem de bu yeni değildir. Biz, Kaldıraç’ta, bu hegemonyanın çözülüş sürecini detaylıca anlatıyoruz. Hatta bu konuda tespit edebildiğimiz yeni aşamaları da ortaya koyuyoruz. Bu nedenle, bu yazıda, daha fazlaca bu detaylara inmemeyi tercih etmek isteriz.

ABD hegemonyası çözülüyor. Bu önemlidir, akılda tutulmalıdır.

Bu hegemonyanın çözülüşü, ABD’nin, emperyalist kamp içindeki ayrıcalıklı rolünü kaybetme riski demektir. Bu durum, doğası gereği, en çok, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa için yeni olanaklar yaratıyor. Bu 5 emperyalist güç arasında kavga büyüyor ve biz bu kavgaya “paylaşım savaşı” diyoruz. Bugün, dünyayı üçüncü dünya savaşı arifesine getiren şey, Ukrayna meselesi değil, bu paylaşım savaşımıdır.

ABD, bu hegemonyayı kendi kendine devretmez. Kuraldır, egemen egemenliğini, konuşarak devretmez, onu korumak için her yola başvurur. Bu da akılda tutulmalıdır.

Ve ABD, bugün, bu savaşta, askerî yönden, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa karşısında daha güçlüdür. Bu da önemli bir noktadır.

ABD, Suriye savaşında, “tek dünya devleti”, “büyük imparatorluk” hayallerinin daha uzun zaman alacağını görmüş oldu. Rusya ve Çin sahaya indiler. Çin 2010’dan sonra büyük ekonomik atak yaparken, Rusya, SSCB çözülüşü sürecinde kendilerine verilen sözlerin işe yaramayacağını görmüştü. Ve süreç, bu iki gücü bir araya getirdi.

Rusya ve Çin, sosyalist oldukları dönemde, sistemin elbette dışında idiler, ama bunu anlayabiliyorlardı. Ekonomik olarak sisteme entegre olmaya çalışıyorlardı. Dünya devrimi hayallerinden vazgeçmişlerdi.

Sanmış olmalılar ki, eğer sosyalizmden vazgeçersek, o zaman sistemin içinde eşit ortaklar olarak yer alabiliriz.

Öyle olmadı.

Efendiler, ne Rusya ne de Çin’i o masaya almadılar. Çünkü onlara eşit ortak lazım değildi, onlara yeni sömürgeler lazımdı. Dünya kapitalist sisteminin büyük krizini çözecek olan bu yeni sömürge alanlar olabilirdi. Bu nedenle, Rusya ve Çin’e, sömürge olmayı dayattılar, dayatıyorlar, her iki ülkenin iradelerini kırmak istiyorlar. Bir kez daha söyleyelim, bu iki ülke sosyalist olduğundan değil, sömürge olmayı kabul etmediklerinden, dünya sisteminin içinde yer bulmasınlar isteniyor.

İşte Rusya ve Çin’in sahaya inmesi böyle gerçekleşti. Onlar da, bu sürece boyun eğmeme kararı vermişlerdir. Her bağımsız devletin böylesi bir hakkı vardır.

ABD, Suriye savaşında, “askerî gücünün” sınırları ile tanıştı.

Hem, diğer dört emperyalist güce karşı savaşa girmiştir, hem de askerî açıdan da çok güçlü olmadığını anlamaya başlamıştır.

Bu durumda, yeni plan devreye konmuştur.

Rusya ve Çin düşman olacak. ABD önderliğinde Batı, bu iki ülkeyi sömürge hâline getirmek için uğraşacak. Bunu başardıktan sonra, ABD, paylaşım savaşımından kârlı çıkmış biçimde hegemonyasını koruyacak.

Böylece, Rusya ve Çin düşmanlığı, aynı zamanda, Batı’nın tekrar kontrole alınmasının da yoludur. Madalyonun diğer yüzünde bu var.

Bu amaçla NATO, tekrar ayağa kaldırılmalıdır.

İşte plan budur.

Bu olaylar içinde Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi gündeme gelmiştir.

Süreci bu biçimde özetlemek mümkündür.

Şimdi, bugünün bazı tespitlerini yapmak mümkündür.

 

1

Bu savaş, Rus-Ukrayna savaşı değildir. Bu savaş, ABD önderliğinde NATO’nun, Rusya’yı sömürge hâline getirme sürecinin adımlarından biri olarak, onu güçten düşürme savaşıdır. Kazakistan’da geçen ay ortaya çıkan gelişmeler, Ukrayna işine endekslenmiş iken, Rusya ve Kazakistan tarafından kontrol altına alınmıştır.

Bu savaş, ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı savaşıdır.

Bu savaş, ABD’nin NATO eli ile Avrupa’yı savaşa sürükleme, bu yolla, kontrolü altına alma savaşıdır.

Bu savaşın başını, ABD ve İngiltere çekmektedir.

Bu savaşın kundakçısı ABD’dir ve savaş makinası NATO’dur.

 

2

Ortaya çıkmıştır ki, ABD ve İngiltere, Rusya’ya karşı açıktan savaşa girmeye niyetli değildir.

Peki neden bu durumda Ukrayna’yı bu denli kışkırttılar?

Nedeni açıktır. Çünkü, esas olarak, ABD, AB’yi, en çok da Fransa ve Almanya’yı etkisiz hâle getirmek, onların aşmaya başladıkları ABD kontrolünü yeniden tesis etmek istiyor. Mesele budur. Almanya ve Fransa, ABD kontrolüne yeniden girsinler istenmektedir.

Bu arada ise, Rusya’nın çizgilerini kontrol etmek, cesaretini ölçmek istiyorlar.

Onlara göre bu, “dinamik araştırma”dır. Rusya, Ukrayna’ya müdahale ederse, iki ülke arasında kan dökülecek ve bunun temizlenmesi zordur, zaman alır, bu durum ABD cephesine bir kazançtır. Yok etmezse, bu kez biraz daha ileri gitmek mümkün olur. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi ordularının ardında bu aynı emperyalist güçler vardı. Bu aynı emperyalist efendilerin emrinde Nazi orduları, Ukrayna’ya varana kadar çok şeyi yakıp yıkmışlardı. Oysa şimdi, Kanada’dan taşınan bu neo-Naziler, Ukrayna’yı istedikleri hâle getirirlerse, o İkinci Dünya Savaşı sınırlarına ulaşmış olacaklardı.

Rusya’nın buna razı olması, kendi varlığını inkâr etmesi demek olur.

 

3

Şu soru sorulmalıdır: NATO niye var?

SSCB çözülene kadar NATO, komünizme karşı vardı. En büyük etkinliği, üyesi olan ülkeler içinde kontrgerilla yapılanmaları idi. İtalya’da Gladio, dağılmış olduğundan, iyi bir örnektir. Biz, Türkiye’de, bunun daha fazlasını biliriz. Ergenekon da böyledir, Gülen hareketi de, AK Parti’nin yeni örgütlenmesi de, İslamî örgütlenmeler de, birçok Kemalist örgütlenme de.

Peki, SSCB çözüldüğünde, bu komünizm tehdidi ortadan kalkmadı mı?

Eğer kalkmadı ise, o zaman neden “zafer”ler ilan ettiniz? Neden “tarihin sonu” kitaplarını yazdınız? Bu sevinç neydi?

Madem ortadan kalktı, peki bu durumda NATO, neden 30 üyeye ulaştı?

Birisi, barış sever olarak geziniyorsa, hayvan haklarından, ekolojiden vb. söz ediyorsa, birisi insanların öldürülmesinden dem vuruyorsa, nasıl olur da NATO’ya karşı çıkmaz?

NATO bir savaş makinasıdır.

ABD, gerçekten, Ukrayna’nın meleği midir?

ABD veya NATO, ne zaman, kiminle ilişkisinde melek olmuştur?

NATO, Batı’nın, emperyalizmin ortak savaş örgütüdür.

Aslında Fransa, NATO’nun beyin ölümünden söz ettiğinde, NATO’yu dağıtmak değil, onu AB kontrolüne almak istiyordu.

Şimdi, Bay Macron, kontrol denilen şeyi, kişisel olarak deneyimliyor, ABD tam da bunu yapıyor. Bu ortak savaş örgütünü devreye sokuyor.

AB, ABD politikalarına bir kere daha boyun eğiyor.

Bir kere daha, İngiltere-ABD ikilisi, Rusya’nın çökertilmesinden açıkça söz ediyor.

Bir kere daha bu ikili, savaş alanı olarak Avrupa’yı görmek istiyor.

 

4

Türkiye, NATO’ya, Kore savaşına asker göndererek girmiştir. Ülkeden söz eden varsa, vatandan söz eden varsa, önce bu ihanetin hesabını sormaya niyetlenmelidir. Sahtekârdırlar. Vatandan, ülkeden söz ederler, ama askerlerin cent cent satışından söz etmezler. Sanki, NATO’ya girmek, “demokrasiyi” seçmekmiş gibi anlatırlar. Onca insan Kore’de ölmüştür ve bunun vatan için olduğunu anlatmışlardır. Bugün de NATO, sanki demokrasinin garantörü olarak sunulmaktadır. Bir savaş makinası, demokrasi garantörü; bir katil, en demokrat olarak sunulabilmektedir.

Bize “kurtuluş savaşı”ndan söz etmek isteyenler, önce Sovyet yardımlarını anlatmalıdır. Büyük Taarruz’un başındaki Kızıl Ordu liderlerinin adlarını söylemelidir.

Bugün, Ukrayna meselesi ortaya çıkınca, Ergenekoncusu, Kemalisti, Gülencisi, tarikatçısı, SADAT’çısı, İslamcısı, Erdoğancısı nasıl olup da aynı bayrağın altında toplanmaktadır; görülmeye değerdir.

Karanlık, güneşten kaçıp nasıl deliğe sığınırsa, bunlar, hep birlikte, NATO ve ABD bayrağı altına koşuyorlar.

Cepheler netleşmektedir.

Ukrayna’ya Rus müdahalesi, bu cephelerin netleşmesini hızlandırmıştır. Bundan sonrası da hızlanacaktır. Artık, kıvırmayı dans olarak sunup, büyük dış politikadan söz etmek mümkün olmayacaktır.

TC devleti, Saray Rejimi ile, tıpkı Ukrayna’daki gibi bir kukla rejim olduğunu göstermektedir.

Belki de bu nedenle, Rusya, Ukrayna’daki hedefleri Akdeniz’den vuruyor. Belki bu nedenle Rusya, savaşın daha fazla büyümemesi için, sesten 5 kat hızlı füzeleri havalarda dolaştırıyor.

 

5

AB, bu savaşta, ABD’ye karşı koymayı başaramamıştır.

Konu Ukrayna olunca, Almanya’nın aklının karışması çok da doğaldır. Önceleri, destek diye boş miğferler gönderdiler, ama şimdilerde füzeler göndermekten söz ediyorlar. Ukrayna ordusu, silahlarını bırakırken, Rus TV kanallarında Ukrayna ve Rus askerlerinin ortaklaşa sohbetleri yayınlanırken, neo-Nazi birlikleri, Donetsk ve Lugansk’a füzeler fırlatmaktadır. Batı, tüm güçleri ile buralara silah sevk etmektedir.

Öte yandan, ekonomik yaptırımlar devreye sokulmaktadır.

Bu durum, küresel krizi daha fazla artırmaktan başka bir sonuç da vermeyecektir. İngiltere’nin, tehditleri, ABD’nin baskıları, durumu değiştirmeyecektir.

Avrupa, bir kere daha, ABD kontrolüne razı olmaktadır. AB, artık “bağımsız bir güç” olma iradesini, ABD kontrolünde Rusya ve Çin’e karşı savaşın cazibesine kaybetmiştir.

ABD, bu açıdan bir kazanç elde etmiştir.

Aynı ABD, Uzak doğuda, Çin ile Tayvan arasında çatışma yaratma isteğindedir.

Plan açıktır: Rusya ve Çin’in direncini kırmak, kendilerini korumalarını engellemek ve ardından dünyayı yeniden paylaşmak üzere dümdüz etmek.

Bize, insanlığa, demokrasiden söz edenler, bunlardır.

Suriye’de, Irak’ta milyonlarca çocuğun öldürülmesinden sorumlu olanlar bunlardır.

NATO’nun, 30 üyeye ulaşmasının nedeni nedir?

AB, adeta kendi ayağına sıkmaktadır.

Almanya, Kuzey Akımı 2’yi askıya almıştır. Bunun sonucu, yüksek maliyetli enerjidir. Rusya’yı, bu yolla, diz çöktürmek istiyorlar.

Çin, kapitalist-emperyalist sistemin koyduğu kurallarla, büyük oyuncu hâline gelince, tümden harekete geçiyorlar.

Şimdi, Avrupa’da, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri gömülmüş olan tüm ırkçılık, tüm faşist eğilimler, tüm saldırganlık yeniden hortlamaktadır. Hollanda’sından Almanya’sına, Fransa’sından en küçük ülkelerine kadar hepsi, birer ırkçı, birer faşist olarak ortaya çıkmaya başlamışlardır. Avrupa medeniyeti cilasının altındaki ırkçılık ve gericilik bir kere daha akıllarını başlarından almış durumdadır.

Hepsi hep birlikte IŞİD güçlerini, tüm neo-Nazileri devreye sokmaktadırlar. İngiltere’nin öncülüğünde kafatasçılar, Ukrayna savaşına katılmak için harekete geçmiştir bile.

Cepheler netleşiyor: IŞİD’in gerçek sahiplerinin kim olduğu, bir kere daha ortaya çıkıyor. Her gün, insanlık ve demokrasi dersi verenler, şimdi, ne propagandası yaparlarsa yapsınlar, ırkçı ve neo-Nazi saldırganlığını öne çıkartmaktan bir adım geri durmuyorlar.

 

6

Ülkemiz liberal solu, bize, masal gibi, cennet vadeder gibi, “demokrasi”den söz ediyor. Diyorlar ki, “Batı değerleri ve demokrasi için” katil bir savaş makinası da olsa NATO’ya evet demek zorundayız. İşte söylenen budur.

NATO’ya karşı çıkmadan, savaşa karşı çıkılamaz.

NATO’ya karşı çıkmadan, demokrasiden söz edilemez.

NATO’ya karşı çıkılmadan, anti-emperyalist mücadeleden söz edilemez.

Sadece ülkemize bakın, tüm katliamların arkasında NATO mekanizması vardır. Kurulduğu günden beri NATO, insanlığa karşı suçlar işlemektedir. Bize hümanizmden söz edenler, en azından, ciddi olmalıdır, NATO’yu savunup, hümanizmden söz edilemez.

Ülkemiz solu da, aydınları da bu propagandadan etkilenmektedir.

Tek taraflı basının karanlık üreten medyanın bilgileri ile, bize NATO ve Batı’yı övmelerinin sol üzerindeki etkileridir bunlar. Zaten Batı kanalları dışında kanalların yayınları yasaklanmaktadır. BBC açıktan yalan haber yapmakta, Donetsk’te Ukrayna tarafından vurulan bir evi Harkov’da vurulan ev diye vermekte, ama kimse BBC’nin kapatılmasından, yasaklanmasından söz etmiyor. RT ve Sputnik, tüm Batı dünyasında yasaklanmıştır. Oysa onlar ne kadar taraflı ise RT ve Sputnik de o kadar taraflı olabilir. BBC yasaklandığında demokrasi elden gider, ama RT yasaklandığında, “demokrasinin” gereği olur.

Ukrayna halkı, bu savaşı istemiyor.

Bu savaş, Rus ve Ukrayna savaşı değildir.

Bu savaş, Batı’nın, emperyalizmin egemenliğini sürdürmek, dünyayı bölüşmek için savaşımıdır. Bu savaşta Çin ve Rusya, sosyalist oldukları için değil, sömürge olmayı kabul etmedikleri için hedef tahtasındadırlar.

Rusya Kazakistan’a asker gönderdiğinde, “Rusya buradan çıkmaz” diyorlardı. Biz ABD’nin, Japonya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin girdikleri yerleri ne hâle getirdiklerini biliyoruz. Ama bugün Rusya, Kazakistan’da değildir.

Bizim için mesele, açıktır.

NATO’ya, ABD ve Batı egemenliğine karşı çıkmadan, savaşa karşı çıkılamaz.

Kimse Rusya ve Çin’in sosyalistliğinden söz etmiyor. Kimse, Putin’in bir sosyalist direnişçi olarak mücadele ettiğini söylemiyor. Bu da gerekli değildir. Ama her ülkenin, emperyalist saldırganlık ve NATO savaş makinası karşısında direnme hakkı vardır.

Ukrayna’da olup biten, Batı saldırganlığıdır. Buna dur demenin zamanı çoktan gelmiştir. Keşke, Donetsk ve Lugansk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Ukrayna halkı Odessa’da da, Kiev’de de tepki vermiş olsaydı. Bugüne kadar öldürülen 14 bin kişinin katilleri, Rusya Today ekranlarında tek tek gösterilmektedir. Bunlara sessiz kalıp, NATO’yu aklayıp, Rusya’yı suçlamak, Batı propagandasının etkisidir.

Biz, dünya devrimcileriyiz. Ne Rus imparatorluğu için ne de Batı emperyalizmi için kan dökülmesinden yana değiliz. Biz ancak, halkların emperyalizme karşı, egemenlere karşı savaşından yanayız. Savaşa karşıyız. Bu nedenle, savaş kundakçısı olan NATO’ya karşı çıkmadan, savaşa karşı çıkılamayacağını söylüyoruz.

ABD, nereye saldırırsa, o ülke haksız, ABD hep haklı oluyor. ABD Afganistan’da haklı, Irak’ta haklı, Libya’da haklı, Suriye’de haklı oluyor. Bu propagandayı ters çevirmek gereklidir. ABD ve NATO’nun Ukrayna üzerindeki planlarını açık olarak görmek gerekir. Bunu yok sayarak, savaşa karşı çıkılamaz.

ABD ve onun arkasına dizilen AB, açıkça, Rusya ve Çin’e diz çöktürmek istemektedir. Bu savaşta ABD ve Batı’ya karşı her direnişlerinde Rusya ve Çin’i emperyalist ilan etmek, körlüktür, her sakallıyı imam ilan etmek gibidir.

Ukrayna halkını, en azından bir bölümünü, direnişe çağıran neo-Nazilerdir, NATO’cu güçlerdir. Bu yolla kan dökülmesini istiyorlar. NATO ve neo-Naziler, Ukrayna’da direnmiyor, tersine, sivilleri devreye sokmak, iki halkı birbirine kırdırmak istiyorlar. Silah bırakan binlerce Ukrayna askeri, aynı nedenlerle silah bırakıyor.

ABD ve NATO, tüm bölgeyi kana boyamak istemektedir. AB bu konuda yardımcı rolüne bürünmüştür. Almanya, ABD’ye karşı gösteremediği dişlerini, bu vesile ile hemen ortaya çıkarmıştır. Ne de olsa eski Naziler, neo-Nazilerle aynı cephededir.

Bu durum, savaşı daha da tehlikeli hâle getirmektedir. Bu nedenle, NATO’ya karşı çıkmadan, NATO’nun dağıtılmasını savunmadan, barıştan yana olmak mümkün değildir.

Açıktır ki, savaşı durduracak tek şey, devrimdir.

Dünya kapitalist sistemi büyük bir bunalımın içindedir.

2021 sonu itibarı ile, borçluluk durumu şöyledir:

Dünya hane halklarının borcu, 56,9 trilyon dolar. Dünya toplam GSYH’sinin %64,8’i eder.

Finansal olmayan şirketlerin borçları, 88,8 trilyon dolar. Toplam GSYH’nin %104,7’si eder.

Devletlerin, kamunun borcu: 88,1 trilyon dolar. Dünya GSYH’sinin %98,4’ü eder.

Finansal şirketlerin borçları (banka vb.): 69,8 trilyon dolar. Toplam GSYH’nin yüzde 83’ü eder (bakınız IFF Küresel Borç Monitörü Raporu). Bu durum, krizin boyutlarını göstermektedir. Kapitalist sistem, şişmiş bir balon gibidir. Patlamaya hazırdır.

Dünya halkları, işçi ve emekçileri giderek daha da yoksullaşmaktadır.

Tüm bu durum, kapitalizme duyulan öfkeyi artırmaktadır.

İşte tam da bu nedenle, ABD lideri Biden, gidip gelen aklı ile, Putin SSCB’yi yeniden kurmak istiyor, diye çığlık atmaktadır. Bu da sosyalizm korkusunun yeniden ayyuka çıkmasının kanıtıdır. ABD bu yolla, yeni bir soğuk savaş başlatmış olduğunu itiraf etmektedir.

Rusya ve Çin’i diz çöktürüp sömürge alanı hâline getiremeyen, oraları yağmalayamayan kapitalist sistem, şimdi, eski konumuna çekilerek, toparlanmak istiyor. Bu yolla ABD, NATO mekanizması ile, hegemonyasını korumaya çalışıyor. ABD korkusu, AB’yi bu hedefe “ikna” etmektedir.

İşte bu ortamda, gelişecek bir devrim, eski Sovyet coğrafyası dışından gelecek bir devrimci yükseliş, tüm dünyayı değiştirme olanağına sahip olacaktır.

Böylesi bir devrime, hava ve su kadar ihtiyaç vardır.

Dünya proletaryasının ayağa kalkma, dizlerinin üstünden doğrulma dönemi gelmiştir.

Dünyayı savaştan kurtaracak, gezegeni savaş ve kapitalist egemenlik yıkımdan kurtaracak tek güç, dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesi olacaktır.

Bu nedenle, dünya devrimcileri, sağlam durmak zorundadır. Bu nedenle, tüm gücümüzü, işçi sınıfının zaferi için seferber etme zamanıdır. Bu nedenle, şimdi, yeniden sosyalizm bayrağını yükseltme zamanıdır.

Kapitalizm, çürümüş, fazladan ömür süren, zorbalıktır. İnsanın insana kulluğuna dayanan sömürü sistemlerinin, sınıflı dünyanın son sistemidir. Kapitalizmi yıkmak, sadece işçi sınıfının değil, insanlığın da, gezegenimizin de tek kurtuluş yoludur.

Yeter demenin tam zamanıdır.

Emperyalist paylaşım savaşı

Bugün, dünyanın yeniden paylaşımı için bir emperyalist paylaşım savaşımının sürdüğünü, herhâlde, kabul etmeyen yoktur. Belki de tarihçiler, yarın, bu savaşımın başlangıç tarihini bugünden öncesine götürecektir. Ama yine de biliyoruz ki, henüz, cepheler tam anlamı ile kurulmuş ve herkes yerini almış değildir. Yani, daha savaşın en şiddetlisi ortaya çıkmış durumda değildir.

Bu açıklamada iki tespit var; birincisi emperyalist paylaşım savaşımının varlığı, ikincisi de daha en şiddetli savaşımın önümüzde olduğu tespitleri.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak bu iki tespiti, 25 yıldır yapmaktayız. Ve bu emperyalist paylaşım savaşımının 1990’larda, SSCB’nin 1989’daki çözülmesinin ardından, açık bir hâl almaya başladığını vurguluyoruz.

Soğuk savaşın ardından, yeni bir sıcak savaş, üçüncü dünya savaşı, üçüncü paylaşım savaşı başladı diyebiliriz.

Tek farkla ki, “soğuk savaş” hiç bitmedi ve bitmeyecek. Bu vurguyu şunun için yapıyoruz: Diyalektik materyalizm, şeylerin değişimini, hareketin sürekliliği ile birlikte ele alır. Ayrı ayrı değil. Devletler, tümü, bir sınıf egemenliğinin aracıdır. Amacı kendini söndürerek komünizme, devletsiz ve sınıfsız topluma geçmek olan sosyalist devlet hariç, diğer tüm devletler, “kardeştir”.

Yani köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet (kapitalist devlet içinde burjuva demokrasisi ve faşizm), kardeştir. Bizim Tekelci Polis Devleti analizimiz iyi okunursa, bizim bu tarihsel sürekliliğe vurgu yaptığımız görülecektir. Bu nedenle, kapitalist devleti, günümüzde faşizmin tüm dişlilerini içermiş Tekelci Polis Devleti olarak adlandırıyoruz. Bu adlandırmayı yaparken, devlet çarkının nasıl sınıf savaşımına göre şekillendiğini açıklıyoruz. Uzatmayalım, isteyen okuyucular, Tekelci Polis Devleti (Kaldıraç yayınlarından çıkmıştır) adlı çalışmaya bakabilirler.

Soğuk savaş bitmedi derken, sınıf savaşımı koşulları altında, devletlerin şekillendiği gerçeğinden hareket ediyoruz. Dünya burjuvazisi, yani gümümüzdeki şekli ile uluslararası tekeller ve finans kapital, sınıf savaşımının tüm deneyimlerini kendi organizasyonları içinde içselleştirmeye çalışırlar. SSCB gibi Ekim Devrimi’ne dayanan bir süreci, bu süreçteki “soğuk savaş” olarak adlandırılan anti-komünist mücadeleyi unutmazlar. İngiliz devleti, mesela İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, yıllarca İngiliz istihbaratına kök söktüren komünist ajanları unutmaz.

Burjuvazinin örgütü, en gelişmiş siyasal örgütü olarak devlet, sınıf savaşımına göre şekillenir ve öyledir.

Demek oluyor ki, “soğuk savaş” diye adlandırılan süreç, kapitalist devlet var olduğu sürece, hiçbir zaman gömülmeyecektir. Elbette, eskisi kadar “canlı” olmayacaktır, ama yine de kalıntıları ile sürecek, yaşayacaktır.

Bu çalışmada, “soğuk savaş”ın, emperyalist güçler arasındaki savaşa rağmen, hiç sönmeyeceğini ileri sürüyoruz.

Soğuk savaş, SSCB ve sosyalist bloğa karşı, emperyalist dünyanın, kendi aralarındaki çelişkileri bir miktar geriye iterek, bastırarak, ortak bir hiyerarşik örgütlenme kurmuş olmalarını anlatır. Soğuk savaş, komünistlerin nasıl direniş yöntemleri geliştirdikleri ile anılmaz, tersine, yeryüzüne egemen olan ve olmak isteyen emperyalist dünyanın hiyerarşik örgütlenmesi ile anılır.

Bu hiyerarşik örgütlenme, kendini askerî olarak NATO’da ifade buluyordu. İdeolojik olarak “hür dünya” ve “demir perde” kavramlarında simgelenen anti-komünizm zehiri ile yönetiliyordu. Hitler’in tüm Gehlen teşkilâtı, CIA’nın kurucuları olarak ortaya çıkıyordu.

Dönemin burjuva liberalleri, o zamanlar açıktan anti-komünist kampın ideologları olarak hizmet vermekteydi. SSCB çözülünce, bizim kampın kenarlarında dolaşmış okur-yazar takımı, kuru kafalı efendilerine para karşılığı hizmet etmek ve bu sayede popüler olmak için önlerine açılan sahneye doluştular. Bizim bugünkü sol liberallerimiz, aslında bu denli derinlikten yoksun nasıl olabiliyorlar diye soran varsa eğer, yanıtı burada gizlidir, kuru kafalılara hizmet etmek için, dolar ve sahne almak, insanı derinlikten yoksun bırakır.

Acaba, bu yeni burjuva ideologlarının hepsi, ama hepsi, bu kadar iki boyutlu mudur, yani derinlikten yoksun mudur? Yanıtımız evettir.

Bir ara not yazabilir miyiz: Burjuva sınıfa ve egemenliğe hizmet eden “aydın”, iki boyutlu hâle geldikçe, hâlâ bir biçimde üç boyutlu olmayı sürdürebilenler, eninde sonunda burjuvaziye karşı cephe almak zorunda kalacaklar. İşte bu cepheyi erkenden açanlara, biz gerçek anlamı ile entelektüel, işçi sınıfının davasının, özgürlük ve insanlık davasının, sınıfsız toplum davasının aydınları diyebileceğiz.

Bu emperyalist kamp, SSCB dağıldıktan sonra, hızla, iki işe koyuldu; ilki, kendilerini toparlamak, savaşa hazırlanmak, bunun için içte sosyalizm döneminin bir yan ürünü, katlanılması gereken ürünü olarak ortaya çıkmış olan işçi haklarını, ücretlerin yüksekliğini vb. yenmek, ikincisi ise, dünya çapında başlamakta olan yeni bölüşüm savaşımı için hızla hazırlanmak, konum kazanmak.

Bugün, “hür dünya” denilen şeyin ruhuna fatiha okutan süreç budur. “Hür dünya”, hemen demir yumrukları ortaya çıkarmaya başladı, devlet çarkının faşizan karakterinin üzerine örtülü şal kalkmaya başladı ve demokrasi lafları, ABD ordusunun Afganistan ve Irak’a ihraç etmek istediği sistem olarak söylenmeye başladı.

Her savaş bir iç savaştır.

Bu nedenle, tüm emperyalist merkezlerde “otoriterleşme”, “gericileşme” kendini ortaya koymaya başlamıştır. Zira, devlet, sınıf savaşımına göre örgütlenmiş ve iç savaş örgütü olma özelliği olan bir makinadır.

Şimdi, hepimizin hafızalarında canlı olan hikâyeye bakabiliriz. Kısaca, çünkü Kaldıraç sayfalarında bizler, başka yerlerde de birçok başkaları, bunun üzerine sayfalarca yazmıştır.

ABD, soğuk savaşın hiyerarşik emperyalist kamp örgütlenmesinde lider konumdaydı ve bunu kullanmak istedi. 1990’ların sonlarına gelindiğinde, beş emperyalist güç arasındaki savaşın ipuçları artık açık hâle gelmişti. Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere, ABD “kontrolü”nden, “hegemonyası”ndan kurtulmaya çalışıyordu ve bu konuda “uzun vadeli” planlar yaptıkları açıktı. Bizim ülkemizin başında olan ve her şeyin başkanı olan Erdoğan gibi bağırarak gürültü çıkarma yolunu tutmadılar. Her biri, her fırsatta bir adım atarak ilerliyordu. Bir yandan, ülkelerindeki ABD üslerini kapatmak istiyorlardı, diğer yandan Avrupalı olanlar NATO mekanizmasını kendi kontrollerine almaya çalışıyordu.

ABD ise, bir yandan onları Rusya ve Çin korkusu ile korkutmaya çalışıyordu. Soğuk savaşın kodlanmış korkularını canlı hâle getirmeye çalışıyordu ve birçok noktada bunlar iş yapmaktaydı.

ABD, hazır askerî üstünlük onda iken ve ufukta ekonomik üstünlüğü kaybedeceğine dair emareler çoğalmış iken, hamle yapmaya karar verdi. Hemen, “Üçüncü Roma” teorileri ortaya çıktı. ABD, tek süper güç olarak dünya imparatorluğunu ilan etme hazırlıkları içinde idi. Kissinger, açıkça, bu politikayı dile getiriyor ve “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye soruyordu. Bu “cesur” soru, aslında acil dünya imparatorluğu ilanı için harekete geçme isteğini ifade ediyordu. Yani içinde korku da vardı. Öyle ya, tüm dünya ABD’nin olacaksa, ABD’nin diğer devletlerle ilişkisi bir iç politika olarak ele alınmalı idi.

Tüm bu süreç içinde, küreselleşme propagandası yükseliyor, finansallaşma artıyor, özelleştirmede ifadesini bulan neo-liberalizm ortalığı kasıp kavuruyordu.

Erdoğan ve AK Parti projesi, ABD’nin bu küresel planlarının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır, organize edilmiştir.

Afganistan ve Irak işgalleri, “demokrasi ihraç etmek” denilen sürecin sürdürülemez olduğunu kısa sürede ortaya koydu.

ABD, hızla olmasa da, zamanla planlarını revize etti.

Libya saldırısı ile, tüm Avrupalı dostlarına bir parmak bal vererek, onları müttefik olarak “hegemonyası” altında tutma yolları aradı.

Ve hemen, bir tehdit algısı geliştirmeye ve böylece Avrupa’yı kendine bağlı tutmaya yöneldi. Bunun için bulduğu tehditlerden biri, soğuk savaş döneminin içinden geldi. Rusya ve Çin, daha çok da Rusya, Avrupa için tehdit olarak ortaya kondu. NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesi, aslında sosyalizmden vazgeçmiş ülkelerin ekonomisini kontrol etmeye başlamış olan Almanya’nın, askerî olarak ABD kontrolünde kalmasının da yolu idi. Öte yandan ise, hemen soğuk savaş döneminde “komünizme karşı savaş” için hazırlanmış İslamcı güçlerin yeniden organizasyonu ele alındı.

2011’de Suriye savaşı patlak verdiğinde, bu İslamî radikal çetelerin sahaya sürülmesi, hazırlığın önceden yapıldığının kanıtıdır.

Suriye savaşı, aynı zamanda Rusya ve Çin ikilisinin yeniden, “ortak düşman” ilan edilmesinin de başlangıcıdır. Bu sayede ABD, NATO mekanizması ve bu yolla diğer emperyalist Avrupalı güçleri kontrol altında tutacak, hegemonyasını sürdürecektir. Çin tehdidi yaygarası ise Japonya’nın hegemonyadan çıkışını yavaşlatacaktı.

Ama aynı anda, Batı dünyasını korkutmak için, İslamî çetelerin vahşeti sahne almalı idi, bunun sahası da Suriye oldu.

Komünizmden yönünü kapitalizme çevirmek için yol alan Rusya ve Çin, bu durumu okumakta gecikmediler. Ve Suriye savaşı, bu güçleri yeniden sahneye çıkardı. Rusya ve Çin, açık olarak “yeni bir dünya savaşı”nı önlemek için uğraşırken, savaş onların kapısına dayandı. ABD saldırganlığı, hem Suriye’de, hem Ukrayna’da, hem Çin denizinde açık bir tehdit olarak organize edilmeye, bu iki gücün refleksleri ölçülmeye çalışıldı.

Savaşın bugünkü aşamasında, durum şöyle tespit edilebilir:

1- IŞİD’de ifadesini bulan İslamî çetelerin vahşeti, Batı için hâlâ bir tehdit olarak sunulsa da, büyük ölçüde sonlandırılmıştır.

2- Suriye savaşını, ABD ve müttefikleri kaybetmiştir. Henüz bunun, yani kaybetmiş olmanın sonuçları dünya sahasına yansımasını bulmamıştır. Zira ABD bu yenilgiyi kabul edip etmemek arasında gidip gelmektedir.

3- 2008’de zirve yapan kriz, sadece bir finansal kriz olarak kalmadı, neo-liberalizmin sonunu getirdi, onunla birlikte de emperyalistler arasındaki çelişkileri daha da artırdı. Kriz bugün hâlâ sürmektedir ve ABD’den yeni bir dalga yükselmesi an meselesidir. Kriz, kapitalist sistemin ilan edilmiş zaferinin de sonudur. Kapitalist-emperyalist sistem, açıkça iflas etmişliğini tescillemiştir. Elbette, bu durum geniş kitleler için geçerlidir. Yoksa kapitalist dünya ekonomisi, Ekim Devrimi’nden bu yana ömrünü uzatmak için her yolu kullanmakta olan bir ucubeye dönüşmüştür. Ama artık, geniş kitleler için kapitalist dünya, insanlık için, yeryüzü için bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyada gelişen protestolar bu ortak paydaya sahiptir.

4- Latin Amerika’da, ABD ve emperyalizme karşı gelişen dalga, Bolivya’da bir kayıp yaşasa da, hâlâ diridir ve bu durum ABD için bir tehdit oluşturmaktadır.

5- Ukrayna ve Çin denizindeki ABD denemeleri, ABD’nin istediği sonuçları vermekten hâlâ uzaktır.

Tüm bunların sonucu olarak ABD, hegemonyasını kaybetmektedir. Kapitalist sistem içinde beş emperyalist güç arasında paylaşım savaşımı daha da hızlanacaktır. Trump ile başlayan ticaret savaşları, çok açık bir göstergedir.

Burada bir miktar duralım ve Rusya ile Çin konusunda birkaç şey söyleyelim. Bu iki büyük güç, bazılarına göre “emperyalist” güçlerden iki yenisidir. Yani onlara göre, bu güçler de emperyalist güçlerdir.

Bu görüşe katılmamız mümkün değildir.

Bunu söyleyince, bu iki gücün, dünyada yaptıkları her şeyi onaylıyoruz anlamına gelmesin. Çünkü, bu iki güce emperyalist demeyince, hemen, sizi Rusya ve Çin yanlısı olmakla suçlayacakları açık.

Bize göre, bu iki güç de büyük güçlerdir.

Çin, düne kadar “dünyanın fabrikası” olmaya başlamıştı. Kapitalist sistem, üretimi, ucuz emek cennetlerine kaydırıyordu. Çin, Hindistan, Endonezya, Sri Lanka, Singapur vb. gibi ülkeler hem dünya kapitalist ekonomisine eklemleniyordu, hem de ucuz emek cennetleri olarak ortaya çıkıyordu. Bu süreç 1980’lerde başlamıştır ve neo-liberal saldırının bu ülkelere dayattığı şey, gümrük duvarlarının indirilmesi, sermayenin (emeğin değil) uluslararası alanda serbest dolaşımı idi. Çin, bu ülkeler içinde diğerlerinden birçok noktada ayrıştı. Bugün Çin, ekonomik olarak, dünya çapında bir güçtür. Aynı şeyi, diğerleri için söylemek o kadar kolay değildir.

Çin’in ekonomik gücü ile Rusya’nın toparlanmış hâli ile askerî ve stratejik gücü, ABD hegemonyasını sarsan önemli etmenlerdendir. Ama ABD hegemonyasını sarsan etmenlerden biri de, diğer emperyalist güçlerin, yani, açık olsun, Fransa, Almanya, İngiltere ve Japonya’nın kontrol dışına çıkma istemleridir, süreçleridir. Ekonomik açıdan Almanya ve Japonya’nın daha ciddi güçler olduğu da açık. İngiltere ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya sisteminde Almanya ve Japonya gibi askerî alanda kontrol altında olmadılar. Eşitsiz gelişme yasası, burada da işledi ve bu iki güç, militarist sanayiye büyük ölçüde dayanmadan, ekonomik olarak kendilerini geliştirebildiler. Bugün Almanya, Hitler’in askerî yollarla aldığı toprakların Rusya bölümü hariç, tümünde etkindir.

ABD, Rusya ile Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın ve Çin ile Japonya’nın yakınlaşma eğilimlerine savaş açtı.

Rusya ve Çin ekonomileri, hâlâ devletin büyük ölçüde ağırlığa sahip olduğu ekonomilerdir. Ve hâlâ, dünya finans sisteminin içinde tutulmak, alınmak istenmemektedir. Özel sermaye yerine, devlete ait sermayenin bu denli ağır bastığı bir sistem, kelimenin gerçek anlamı ile emperyalist olarak ele alınamaz.

Eğer biz, iki dünya kapitalist ekonomisi (iki farklı dünya sistemi demiyoruz) var demeyeceksek, bu çelişkiyi açıklamak kolay olmayacaktır. Rusya ve Çin’e, sadece büyük güçler oldukları için “emperyalist” demek, aslında, emperyalizmi de sulandırmaktır.

Rusya ve Çin’in, özellikle de Rusya’nın, Suriye sahasında oynadığı etkin role “emperyalist” demek, aslında ABD ve diğer Batılı emperyalist güçlerin yaptıklarını “aklamak” için de bir yol olarak ortaya çıkmaktadır.

Buradan şu sonuç çıkmasın, Rusya ve Çin, emperyalist değillerse, demek ki sosyalisttirler. Bunu söylemek de mümkün değildir. Bizim de amacımız bu değil. Çin’in yeni başkanı ile birlikte, sosyalizme yapılan vurgular, insanı sevindirse de, sosyalist bir ekonomiden söz etmek o kadar kolay değildir.

Meseleyi, Rusya ve Çin tartışmasını, tarihsel boyutu ile ele almak, daha yerinde olacak ve bizi, “emperyalist değilse peki sosyalist mi” gibi, kolaycı soruların tuzaklarından da uzak tutacaktır. Rusya ve Çin, sosyalist devrimlerini yapmış, ama bu devrimler dünya çapında komünizmin kuruluşuna yönelememiştir. Komünizm, ancak, dünya çapında tüm emperyalist zincir parçalandığında gerçekleştirilebilecek bir sistemdir. 20. yüzyılın başında ortaya çıkan Ekim Devrimi ve onu izleyen diğerlerinin en büyük talihsizliği, komünizme gidiş sürecinin oldukça uzamış olmasıdır. Bu ne demektir? Bir ülkede sosyalizmden komünizme geçmek diye bir süreç olamaz. Bu ancak, emperyalist dünya yoksa mümkündür. İşçi sınıfının savaşımının enternasyonalist karakteri düşünülürse, bu söylenen şey anlaşılırdır. İki sistemin sonsuza kadar birlikte barış içinde yaşaması, ham bir hayaldir. Uzun süren sosyalizmden komünizme yolculuk, bir ülkenin sınırları içinde ele alınırsa, sonuçta ortaya bulaşık bir sistem çıkmaktadır. Olan da budur.

Bugün, Çin ve Rusya, büyük güçlerdir. Bu güçlerin, dünya çapında süren ve bugün daha çok bölgesel alanda ortaya çıkan savaşlarda kendini gösteren savaşlarda sahaya müdahale etmesi, bunların, diğerleri gibi emperyalist güçler olduğunu kanıtlamaz. Bu güçlerin, Rusya ve Çin’in kendi çıkarlarını savunduklarını görebiliriz. Burada “savunma” sözcüğünün altını her anlamda çizmek gerekir. Elbette dünyanın herhangi bir ülkesindeki işçi hareketi, devrimci hareket, bu büyük güçlere, Rusya ve Çin’e dayanarak bir devrimci strateji çizerse, bunun sonu hayal kırıklığı olacaktır. Bu hiçbir zaman doğru bir tutum olmaz. Devrimci hareketler, bu ülkelerden medet umarak bir varlık gösteremezler, rollerini doğru oynayamazlar. Bir yeni devrimci enternasyonalden söz ettik mi, tam da bunu, büyük güçlere dayanmamayı söylemiş oluyoruz.

Rusya ve Çin, olsa olsa, konumları gereği, kendilerini korurken, emperyalist güçlerin yürüttüğü paylaşım savaşımını etkileyebilirler. Nihayetinde bunlar büyük güçlerdir ve dünya çapında süren bu oyunu bilebilmektedirler. Suriye savaşının bugün geldiği aşamada, NATO’nun “beyin ölümü”nden söz ediliyor olması, dünyanın herhangi bir coğrafyasında yürüyen devrimci savaşıma bir dolaylı katkı sağlayabilir, bir yere kadar, bir dereceye kadar ama sağlayabilir.

Rusya ve Çin devletlerinin tutumları daha çok kendilerini, kendi çıkarlarını korumak olarak ele alınabilir. Bunun devrimcilik olarak adlandırılmasından söz etmiyoruz, ama bu emperyalist olmak da demek değildir. Elbette Putin, güçlü bir Rusya istediğini söylemektedir. Bu sosyalizm demek değil ve bunu vurgulamak bile fazla. Rusya, Türkiye’yi, NATO’yu sarsmanın aracına dönüştürmek istiyor. Türkiye’nin NATO’dan, bir devrim olmadan çıkacağını sanmıyoruz, ama Rusya’nın Türkiye-NATO bağlarını sarsıcı bir politika oynamasının, doğrusu bize bir zararı olmadığı kesindir. Eğer Rusya, bu yolla NATO’yu etkiler ve gücünü sınırlandırırsa, bu elbette bir büyük güç politikası olduğu hâlde, emperyalist bir politika olarak adlandırılamaz. Bu konularda çok da aceleci isimlendirmelerin bize bir şey kazandıracağını da sanmıyoruz.

Dünya kapitalist sistemi içinde, emperyalizme bağımlı, sömürge ülkeler ile, emperyalist güçler vardır. Rus ya ve Çin, bu sistem içinde, geçmişlerinde dayandıkları sosyalizm birikimi ile, hâlâ bağımsız birer güç olmayı sürdürebilmektedir. Meseleye, Rusya ve Çin’in, herhangi bir sahadaki adımlarının doğruluğu veya yanlışlığı olarak bakmak ayrı bir konudur. Pek çok yanlış adımları var. Hatta bazıları, bu iki gücü, adımları sosyalist olmadığı için eleştirmektedir. Bizim tartışmamız bu değil. Ama bu iki gücü, düşünmeden emperyalist ilan etmek, aslında gerçek emperyalist güçleri bir anlamda “temize” çıkarmak olur. Burada hassas bir nokta olduğunu vurgulamak istiyoruz.

NATO meselesi de, ülkemiz için öyledir. Türkiye, NATO ile bazı problemler yaşadığında, Erdoğan baştan aşağıya bir kurgulanmış oyun gereği Amerika’ya ve İsrail’e karşı sözler söylediğinde, S-400’lerin alınması gibi süreçler ortaya çıktığında, Türkiye’nin bazı okur-yazar kesiminde bile, “eğer Doğu blokuna dahil olacaksak, eğer evrensel Batı değerlerinden uzaklaşacaksak, NATO’da kalmaya devam etmeliyiz” diyebilmektedirler. Bu okur-yazar kitle, öte yandan, ülkemiz tarihindeki tüm darbelere, tüm katliam ve cinayetlere karşıdırlar. Batı değerleri diye bize evrensel normlardan söz ediyorlar. Ama ülkemizdeki 1950 sonrası hemen hemen tüm katliamların arkasında NATO vardır dersek, büyük bir hata yapmış olmayız. Nasıl oluyor da “demokrasi” talep ederken, NATO’da kalmaya razı olmaktan söz edebiliyoruz? Aynı nedenden dolayıdır, yani durumu, resmi tam olarak ortaya koymayınca, Rusya ve Çin etkisinden ise, NATO’ya razı olalım denmeye başlanıyor. Celladına âşık olmak, esas olarak bu “okur-yazar” kitle içinde etkilidir. Oysa resmin tamamına baktığımızda, dün, tüm Batı emperyalist güçlerinin Sovyetler’e karşı ileri karakolu ve “ortaklaşa sömürgesi” olan Türkiye, bugün, bu Batı güçlerinin dünyayı yeniden paylaşma savaşına tutuşmuş olması nedeni ile, AB ve ABD arasında paylaşılmak üzere savaş sahasına çevrilmiştir. AB’nin mi, yoksa ABD’nin mi sömürgesi olacak, yoksa daha farklı bir paylaşım mı devreye sokulacak mücadelesi efendilerin konusudur. Bu güçler çarpışırken, Suriye savaşı nedeni ile Rusya’nın sahaya dalması, bugüne kadar gelen S-400 tartışmalarının zeminini oluşturmuştur. Eğer, Türkiye’nin bu durumdan kurtulması ve bağımsız bir ülke olmasını istiyorsanız, sosyalizm dışında bir şey savunamazsınız. Sosyalizmin savunulması, Rusya ve Çin dahil bir başka güce değil, Kürt devrimi başta olmak üzere, bölgedeki tüm halkların ortak devrimci mücadelesine dayanmak demektir. NATO’dan çıkılması, bu süreci kolaylaştırır. Demokrasi ve evrensel değerler mi diyeceksiniz, işte sosyalist devrim, tüm bölge halklarını kardeş yapacaktır ve gerçek anlamı ile demokrasi ve insanlık değerleri, bir kere daha bu bölgeden boy atacaktır. Yani, “demokrasi ve evrensel değerler” için, NATO’da kalmak bir tercih değildir, NATO her zaman bu değerleri yok eden bir savaş makinasıdır. Bunu da en çok, bizim bölgemizin, ülkemizin halkları bilir.

Tekrar emperyalist paylaşım savaşımına dönebiliriz.

Bugün, hâlâ bu savaş, bölgesel savaşlar şeklinde sürmektedir. IŞİD güçlerini örgütleyen, sahaya süren akıl, aslında bir paylaşım savaşı sürdürmektedir. Yoksa ABD’nin, İngiltere’nin amacı, “dünya nüfusunun Ortadoğu” sahasını planlamak olarak açıklanamaz. ABD, rakiplerinin elinden Ortadoğu’yu almak istemiştir. Bu, stratejik bir hamle idi. Suriye sonrasında, muhtemelen İran üzerine yürüyeceklerdi. Bunları başarmış olsalardı, dünya çapında ABD hegemonyası daha da güçlenecekti ve ekonomik alandaki zayıflıklarını da örtmenin aracı hâline gelecekti.

Bu bölgesel savaşlar, kanımızca daha devam edecektir.

Olaylara şöyle bakmak acaba mümkün müdür?

Dünya kapitalist sistemi, bir anlamda, 1900’lü yılların başına dönmüş gibidir. Elbette bazı farklılıklarla, mesela Çin ve Rusya faktörü gibi.

1900’lerin başında, Doğu’nun paylaşılması için, emperyalist güçler, bir savaşa tutuşmuşlardı. 1914’te savaş patlayana kadar, pek çok geçici anlaşma, farklı cepheleşmeler yaşanmıştır. Örnek olsun, o zamanlar Osmanlı’nın İngiltere’nin safında savaşa girmesi, daha büyük olasılık idi. Almanya safında savaşa girdi ve bu kendiliğinden olmadı. Ordu dahil pek çok alanda Almanya, epeyce etki kazanmıştı. Bağdat demiryolu projesini hatırlayalım.

1900’lerin başı gibi vurgusu, daha çok da bölgemiz için geçerlidir. Ekim Devrimi patlak verince, tüm kapitalist dünyayı sarstı. Bu durum, paylaşım savaşının sonunu getiren etkendir. Aslında, Ortadoğu haritalarının cetvelle çizilmiş gibi olmasının nedeni burada başlar. Burada, sanki, 1. Dünya Savaşı bitmemiş, tamamlanmamış gibidir. Sanki bugün emperyalist güçler, daha çok da bu beş güç, bu haritaları yeniden oluşturmak, bu alanı her biri yeniden paylaşmak için savaş hâlindedir.

ABD, askerî açıdan üstünlüğünü kullanıp, bu savaşı zaman zaman başka alanlara kaydırmak, o alanlardan yeniden Ortadoğu’ya dönmek gibi bir yol izlemektedir.

Bu paylaşım savaşımı, aynı zamanda 2008’de başlayan ve giderek derinleşen ekonomik krizle de birleşmektedir.

ABD desteği, belki de planı ile, İngiltere Brexit sürecini başlattığında, muhtemelen AB’nin sonunu hazırlamak istemiştir. Bu süreç hâlâ da devam etmektedir. Bu, bugün İngiliz ekonomisinin kurtuluşu olarak görülebilir mi? Bu da son derece tartışmalıdır. Beklenen, İngiltere’nin ayrı bir güç olarak daha aktif rol alması olabilir. İngiltere bunu elbette ister. Ama ekonomik olarak çok rahat bir durumda olduğunu söylemek mümkün değildir. ABD ve İngiltere arasında var olan bağlar, belki AB gölgesinden kurtulacak ve İngiltere-ABD ilişkisi daha da gelişecek olabilir. Ama bunun tersine de pek çok gösterge vardır. İngiltere, kendini, bağımsız bir emperyalist güç ve belki de kamp olarak, yeni dönemde ABD sonrası dünyanın hegemonyasına talip olarak ortaya koyabilir mi? Bunu isteyeceğinden şüphe yok, ama durum hiç de kolay değildir.

Çin ile ABD arasında ne zaman gerilim artarsa, Japonya’nın uçaklarını kaldırmaya kalkması da buna benzer bir durumdur. Japonya, ülkesindeki ABD kontrolünden kurtulmak istiyor ama aynı zamanda Çin’in komşusu olarak, ABD ile ortak hareket etme isteğini açıkça, fırsat kaçırmaksızın ortaya koymak istiyor. Ama aynı Japonya, AB ülkeleri ve özellikle Almanya ile yeni bir ekonomik yakınlaşma süreci organize etmeye çalışıyor.

Daha birbirine yakın hareket eden Fransa ve Almanya ikilisinden Fransa, her zaman daha atak olarak siyasal ve askerî rol almaktan geri durmuyor. Macron’un, “NATO’nun beyin ölümü”nden söz etmesi, Merkel’in ise bu görüşlere katılmadığını ifade etmesi, bu ikilinin durumunu tam olarak ortaya koymaktadır. Ekonomik gücü ile paralel olmayan bir askerî güç eksiği olan Almanya, daha sessizden gitmeyi tercih ediyor. Almanya’nın ABD kontrolünden kurtulması girişimleri ile, ABD’nin NATO’yu Doğu Avrupa’da genişletmesi karşılıklı hamleler olarak da ele alınabilir.

“Soğuk savaş” örgütlenmelerini koruyan emperyalist kamp, aynı zamanda kendi aralarındaki çelişkileri de yönetemez durumdadır. Paylaşım savaşı dediğimiz de budur.

Emperyalist dünya, bu paylaşım savaşımını, her birinin kendi topraklarında sürdürmüyor. Tersine, paylaşılacak alanlarda sürdürmek istiyor. Savaş yeri olarak mesela Suriye’nin seçilmesi de bu açıdan ele alınabilir.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, hatta bir miktar da ondan önce, Ekim Devrimi sonrasında, “ortaklaşa sömürge” olarak var oldu. Ekonomisi AB’ye, ordusu, polisi, yargısı, kısacası siyasal alanı ise ABD’ye bağlı bir ortaklaşa sömürge.

Bugün, Türkiye üzerindeki savaşın ana karakteri de budur. Bu iki güç de Türkiye’yi, kendi kontrollerine almak istiyor.

Bir ABD projesi olarak, hem Gülen hareketi, hem Erdoğan ve AK Parti, bu sürece ABD açısından müdahaledir. Bunun “İslamî” bir tarzda yapılıyor olması, Fuller’in kitabında ortaya koyduğu çerçevede, yeni bir format oluşturma girişimidir. ABD, tüm yapıyı kendi kontrolüne almak, NATO mekanizmaları içindeki AB etkisini yok etmek, kendine daha doğrudan bağlı bir sermaye grubu oluşturmak istemiştir. Bu aynı zamanda hem siyasal, hem de ekonomik alanda bir “yeni durum” yaratıp, bunu AB’ye kabul ettirme girişimidir. Bu isteği hâlâ devam etmektedir. Ama muhtemelen artık Erdoğan olmadan devam edecektir.

Tüm bu paylaşım savaşı boyunca, dünya çapında, kapitalist sisteme karşı tepki birikmektedir. Ekonomik kriz ile de birleşince bu tepki, birçok yerde kitlesel eylemlere yol açmaktadır. Mesele, bu eylemlerin, işçi hareketini ayağa kaldırması, devrimci bir işçi hareketinin sahaya girebilmesi sürecine dönüşebilmesi meselesidir. En genel anlamı ile görev budur. Bugün, dünyayı, işçi sınıfının sınıfsız sömürüsüz bir dünya mücadelesi çerçevesinde ele almak, süreçlere bu gözle bakmak çok daha olanaklıdır. Sınıf savaşımları, kendini daha açık biçimlerde ortaya koyacaktır. Önümüzde böylesi bir süreç vardır.

Kapitalist-emperyalizm savaşsız var olamaz

Emperyalistler arasında 3. paylaşım savaşımı Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra başlamıştır. Tekellerin giremediği devasa büyüklüğe yayılmış bir “pazar”ın yağmalanması, emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki rekabeti askıya aldıracak sosyalizm “tehdidi”nin olmadığı bir dünyada bu paylaşım savaşı başlamıştır.

Bugün Rusya ve Ukrayna arasında gözüken savaş, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya arasındaki paylaşım savaşının kendini sıcak savaş olarak gösterdiği bir biçimdir.

Bugün yaşananların doğru analizi mücadelenin kime karşı ve nasıl verileceği sorularına da cevap olacaktır. Bu nedenle tarihe ve tarihin kırılma noktalarına ihtiyacımız vardır.

Kapitalist-emperyalizmin var olduğu bir dünya savaşsız olamaz. 

Sınıflı toplumlar tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Sınıf savaşı görünürlüğünden bağımsız, her gelişmede, her durakta ana belirleyendir. Burjuvazinin bir tutkalı olarak işçi sınıfı iktidarlarının dünyayı sarsmadığı her an emperyalistler arasında paylaşım savaşımını doğurur.

Kapitalizm bir dünya sistemi hâline geldiğinden bu yana dünya çapında iki büyük dünya savaşı yaşanmıştır ve savaşlar, kapitalist-emperyalist sistem yeryüzünden silinmedikçe de devam edecektir.

Birinci Paylaşım Savaşı’nı bitiren Ekim Devrimi, İkinci Paylaşım Savaşı’nı Alman faşizmini yenerek bitiren ise Sovyetler öncülüğündeki sosyalist cephedir. İki savaşı da topraklarında karşılamayan ABD ise İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda atom bombaları ile savaşa dahil olmuş ve batı cephesinin liderliğini almıştır.

NATO, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde sosyalizmi yok etmek için kurulmuş bir savaş örgütüdür. ABD, dünya imparatorluğunu ilan ettiği, dış politikaya ihtiyacının kalmadığını söylediği bir dönemde diğer emperyalist devletleri, pek gönüllü olmasalar da arkasına almıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise emperyalist güçleri bir arada durmaya zorlayan blok ortadan kalkmış ve kendi aralarındaki savaşım da artmıştır. Kızıl bayrakların indiği topraklar artık yeni paylaşım alanları hâline gelmiştir.

Henüz ABD başkanı olan Biden’ın da itiraf ettiği gibi kapitalizm rekabetsiz var olamaz. Bu rekabetin gerekliliğine uygun olarak emperyalist devletler ABD hegemonyasından kurtulmak için ekonomik, siyasi ve askerî adımlar atmaktadır.

ABD ise liderliğini devam ettirmenin yolu olarak savaşı görmektedir. Afganistan işgali, ardından demokrasi taşınacağı iddiası ile gelen Irak savaşı, ardından sonuçları itibariyle birçok batılı emperyalist gücü yeniden bir araya getiren Libya saldırısı ardından Suriye savaşı.

Fakat ABD’nin bu savaşlardan kesin zaferler elde edememesi güç kaybını görünür hâle getirmiştir. Kaybedilen güç hep bir sonraki savaş, yağma ve yıkımla toparlanmaya çalışılmaktadır.

Bugün Ukrayna’da yaşanan da bu savaşın devamıdır. 2014’te Kanada ve ABD’den getirilen neonazi Ukraynalı faşistler tarafından Ukrayna’da Maidan darbesi gerçekleştirilmiştir. Fakat yaptıkları katliamlar ve ırkçı politikalar direniş ile karşılanmış ve sosyalist geçmişin canlı olduğu Donbas bölgesinde Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ilan edilmiştir. Donbas bölgesindeki savaşın sonucunda Minsk Anlaşması’yla ateşkes ilan edilmesine rağmen ABD’nin savaşı yayma politikaları devreye girmiş, Ukrayna rejimi silahlandırılmış, NATO üyeliği gündem hâline getirilmiştir. Bugüne ABD ve İngiltere’nin savaş kışkırtıcılığıyla adım adım gelinmiştir.

Sovyetler’in çözülüşü sonrası kapitalistleşme sürecine girerek yoluna devam eden Rusya, bugün paylaşım savaşında paylaşılacak bir alandır. Rusya, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşında pay alacak olan değil paylaşılmak istenendir ve bunun da farkındadır. Henüz ABD başkanı olmayan Harris’in yaptığı müthiş çıkarıma göre “Ukrayna’ya komşudur, güçlüdür ve büyüktür.”

ABD bu savaş ile yeni bir ortak düşman yaratarak NATO’yu toplamak istemekte ve emperyalist rakiplerine de paye olarak paylaşılacak Rusya toprakları vadetmektedir. Beyaz Saray’dan NATO’yu en çok birleştiren kişi olduğu için Putin’e yapılan teşekkür, aslında ABD’nin savaş makinasının çalışmaya başlamasından duyduğu mutluluktur. NATO’nun tekrar bir araya geldiği gerçektir fakat emperyalistler arasındaki savaş da düşünüldüğünde bu durumun ne kadar süreceği kuşkuludur. Özellikle Almanya, Rusya ile olan yatırımları nedeni ile şu an bu birlik içinde en zorakî duran devlet gibi gözükmektedir. Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” ifadesi de çok eski değildir.

Kapitalist-emperyalist sistem savaşsız olmadığı gibi yalansız da olamaz. Biri olmadan diğerinin olması da pek mümkün değil gibidir.

Propagandanın ne kadar büyük bir güç olduğu tekrar açığa çıkmıştır. Her gün manipülasyona yönelik yüzlerce haber, yorum okunmaktadır. Tek gerçek, gerçekliklerine güvenilemeyecekleridir. Gezi Direnişi’nde penguen belgeselleri yayınlayan kanalların isimlerinin sonuna “international” gelince bilgiler gerçek olmamaktadır.

Özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi kavramların sahibi olduğu iddiasında olan “Batı”, Rus kimliği taşıyan herkese karşı cadı avına girişmiştir; buna sahibi Rus olan kediler bile dahildir. Dünyada bugün emperyalistlerin savaşı yüzünden dört bir yana dağılmış milyonlarca mülteci vardır. Ancak bu katliamların gerçekleştiricileri bugünkü demokrat yüzlerini savaş bölgelerinden tahliye edilen kendilerine benzeyen sarı saçlı, mavi gözlülerin arkasına saklamaktadır. Profile uygun olmayanlar içinse ölüm kaderdir.

Sosyal medyada gündem hâline gelen talepler, sloganlar her zaman geçer akçe değildir. İlk anda yayılan “barış istiyoruz”, “savaşa hayır” söylemleri milyonların tepkisinin dışavurumları olsa da, kimden istiyoruz, nasıl savaşları durdurabiliriz sorularına, muhatapları yanıt üretmelidir. Bu önemli isteklerin içleri boşaltılmamalıdır.

Kapitalist emperyalist sistemde savaş hiçbir zaman bitemeyecek. Henüz savaş devam ederken Biden’ın yanlışlıkla mı bilerek mi söylediği meçhul olan İran konusu akıllarının nasıl çalıştığını göstermektedir. Şu an yaşananlar, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurulana kadar vaat ettiklerinin teminatıdır.

Gerçeklerin soğuk bir tarafı vardır. Tüm bu yaşanan savaşlarda, milyonlarca insan öldürüldü, yerlerinden edildi, kadınlar tecavüze uğradı, çocuklar sakat kaldı. Savaş, emperyalizmin hayatta kalmasının tek yolu iken işçi sınıfı için ölüm demektir.

İşçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların, gençlerin safı her zaman olduğu gibi onun ya da bunun değil kendi saflarıdır. Sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya kuracak olan işçi sınıfının safıdır. Bu savaş ve yalan makinasına karşı örgütlü devrimci bir mücadele yürütmekten başka bir yol yoktur.

Topraklarında sınıf savaşımı süren hiçbir devletten de, işçi sınıfının mücadelesine karşı kurulmuş hiçbir örgütten de barış istenmez, “hemen şimdi” hiç istenmez. Barış ancak sosyalizm, komünizm mücadelesi ile sağlanabilir.

Burjuva ideoloji hayatın her anında ve her yerdedir bundan arınmak ancak örgütlü mücadele ile mümkündür. Rusya gibi yaygın yayın kanalları olan kapitalist bir devlete uygulanan sansür ve yalan haber politikası, sosyalizm için mücadele edenlerin nasıl görünmez kılınıp manipüle edileceğini göstermektedir.

Anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelenin bir arada yürütülmesi gerektiği bir kez daha görülmüştür. Enternasyonalist dayanışmanın ihtiyacı kendini hissettirmektedir.

Bugün “savaşa hayır” diyenlerin, dünyada barış, kardeşlik, eşitlik görüntülerini görmek isteyenlerin, bir savaş örgütü olan NATO’nun ortadan kaldırılması, emperyalistlerin geldikleri yere kovulması için mücadele etmesi gerekmektedir. NATO’ya bağlı her ülkede emekçilerin, halkların NATO’dan çıkılması ve emperyalist üslerin kapatılması için yürütülen mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Bu ise devrimsiz, sosyalizmsiz mümkün değildir.

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Saray Rejimi, gerçekler ve niyetler ya da devlet ve “demokrasi”

Ülkemiz devrimci sosyalist işçi hareketinin, 12 Eylül ile hesaplaşması, hâlâ tamamlanmış bir süreç değildir. Devam etmektedir ve bu konuda epeyce yol alındığını söylemek mümkündür, abartı olmaz.

12 Eylül devrimci sosyalistler için bir yenilgidir. 12 Eylül, iktidarı alma mücadelesine açıktan atılmayan devrimci hareketin, karşı-devrim ile durdurulmasıdır.

Tarihe, sınıfların savaşımı olarak bakanlar için, hep böyledir, devrimi yapamazsan, karşı-devrim gerçekleşir.

12 Eylül, SSCB’nin yenilgisi ile de birleşti. Böyle olunca, yükselen Kürt devriminin olumlu etkisi bile devrimci hareket içinde bir olanak olarak ele alınamadı. Ve bu süreç, sonuçta sadece bir yenilgi olarak ortaya çıkmadı, aynı zamanda devrimci saflarda dağılma, bilimsel ve ideolojik temellerde bir erozyon olarak ortaya çıktı. İdeolojik ve teorik alanda ortaya çıkan erozyon, pek çok şeyi birbirine karıştırmanın da temelini oluşturdu.

Bugün, bu nedenle, devrimci sosyalistler, daha hızlı bir toparlanmayı gerçekleştirmekte zorlanmaktadır. Hem, devrimci sosyalistler işçi hareketinin liderliğini almalı, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun en ileri kesimlerini kendi saflarında örgütlemelidir, hem de bunu yaparken, erozyonun tüm etkilerine karşı mücadele etmelidir.

Mesela, “bireysel devrimcilik” kavramı, bize 12 Eylül’ün yarattığı erozyonun mirasıdır. “Ben kişisel olarak devrimciyim.” Tuhaf olmalıdır. Çünkü devrim, tarihsel ve toplumsal bir eylem olarak örgütlülüğe dayanır. Yani, devrimin sivrilmiş isimleri, liderleri olur ama bunlar bir örgütlü mücadelenin parçası olurlar. Kolektif, örgütlü mücadele onları lider yapar. Bu dünyada tek olma, bu dünyada tek ve devrimci olma hâli, bizim ülkemizde bugün çok yaygındır. Bizim sol çevrelerde, “lider lazım”, ile “örgüt mü var” sözleri, her zaman bir adım ileri atmamak için bahane olarak kullanılabilmektedir. “Lider lazım” diyen, aslında ortaya bir lider çıksa, ardına mı takılacak? Sanmıyoruz, buna daha var. Ama bugün iş yapmamak için bunu söylüyorlar. “Örgüt mü var” diye soranlar, gerçekten bir örgüt bulup içinde saf tutmak için mi bunu soruyor, yoksa, mücadeleden uzak durmasının bahanesi olarak mı bunu ileri sürüyor?

Konumuz bu değil. Ama bu örneklerle ben, erozyonun ne olduğunu anlatabilme olanağı elde ettiğimi düşünüyorum. Zira her yenilgiden sonra, kavramların bu kadar içinin boşalması bir zorunluluk değildir. Yenilgiden yenilgiye fark var. Meydana çıkıp çarpışıp yenilmek, meydana çıkmadan yenilmeye bin kere yeğdir. Erozyonun nedeni buradadır.

İşte bu erozyon, doğru düşünme yeteneğimizi etkiliyor.

Burjuva cephe de bunu fırsat biliyor.

Dahası, uzun süredir, hem dünya çapında hem de ülkemizde devrimci değerlere saldırı, aynı zamanda kavramların içinin boşaltılması ile birlikte sürdürüldü. Mesela insanların kendi günlük hakları için yürüttükleri mücadele için gerekli olan sendika, dernek, kooperatif vb. gibi demokratik kitle örgütleri yerine, devlet güçleri ve onların hizmetkârları yeni bir kavram koydu: “Sivil toplum kuruluşları” (STK). Oysa ne ortada bilimsel anlamda devletin elini atmadığı bir “sivil toplum” kaldı, ne de bu STK’ler, insanların günlük ekonomik ve demokratik haklarını savunurlar.

Kavramlar iğdiş edildi ve böylece, doğru düşünmenin hem moral hem de bilimsel temelleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

Sınıf mücadelesidir bu. Egemen, elbette bunu yapacak. İnsanın insan tarafından sömürüldüğü hiçbir toplumda egemen, kendi gerçek durumunu çıplak olarak ortaya koymaz. Hele ki kapitalizm, bu egemenliği örtmenin binlerce aracını üretmiş iken. Piyasa ekonomisi nasıl ki tekellerin hâkimiyetini gizliyorsa, “devlet baba” kavramı da burjuva egemenliği gizliyor. İşçinin, işgücünü özgürce kapitaliste satması nasıl ki sömürüyü gizliyorsa, adalet sistemi de burjuva egemenliği “evrensel hukuk” hâline sokuyor. Genel oy sistemi, burjuva diktatörlüğü, “demokrasi” olarak halka yutturmaya yarıyor.

Bu nedenle kavramlar çok ama çok önemlidir.

Bugünlerde bu daha da önemli hâle gelmiştir.

Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının iktidarı alabilmesinin nesnel olanaklarını görüyoruz. Bunu gerçekleştirmek, çok yönlü, yaşamın her alanında ve sürekli bir mücadeleyi gerektiriyor. Bu mücadele, sadece bir ekonomik hak mücadelesi değildir, siyasal, ideolojik bir mücadeledir de. Bu mücadele sadece legal bir mücadele değildir, tersine özü gereği illegal, burjuva yasaları aşan bir mücadeledir de. Bu mücadele sadece kitlesel eylemlere dayalı bir mücadele de değildir. Çok yönlü bir mücadeledir bu. Yaşamın her alanında sürdürülmesi gereken, sürekliliği sağlanması gereken bir mücadeledir bu. Bu nedenle örgütlü mücadeledir. Devrim için örgüt, burjuvazinin en gelişmiş örgütü olan devletin karşısında konumlanmış örgüttür.

Mücadelenin ideolojik ve teorik alanı, bugünlerde çok daha fazla önemlidir. 12 Eylül’den miras kalan ideolojik erozyonun aşılması için bu gerekli ve zorunludur.

Bu uzun giriş, aslında, içinden geçtiğimiz koşullar nedeniyledir. Saray Rejimi, çözülüyor (Çözülüyor demek, aslında kendi kendine yıkılacak demek değildir. Sınıf mücadelesi tarihi gösteriyor ki, hiçbir yerde, hiçbir zaman egemen sınıf, kendi kendine egemenliğini bırakmaz). Bu durum, nesnel olarak, ülkemiz işçi hareketinin gündemine, “gelecek” sorununu daha pratikleşen bir sorun olarak sokmaktadır.

“Erdoğan sonrası” tartışmaları bu “pratikleşen” sorunun etrafında oluşmaktadır. Dikkat edilsin, “Erdoğan sonrası” tartışmaları değildir önsel olan, önsel olarak başlayan mesele, işçi sınıfının önünde duran “gelecek” sorunudur. Bu konuyu lütfen dikkatlice ele alalım. Çünkü, burjuva kalemşörler, hem kavramların içini boşaltmada mahirdir hem de olguların yerini değiştirmekte. Bu iki yolla, işçi ve emekçilerin öncüsü olan devrimcilerin kafalarını karıştırmakta ustadırlar. Bugün, böylesi tartışmalar günceldir. Biz de bu tartışmaları, biraz daha geniş bir perspektifle ele alma niyetindeyiz.

1

Öncelikle, tabloyu ortaya koymaya çalışalım.

Egemen sınıf, duruma çözüm aramaktadır. Sahaya sürülen çözümler, bizim adlandırmamızla, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” ve onların adlandırması ile ikinci alternatif olarak “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” olarak ifade edilebilir. Öyle de ediliyor.

Pratikte bu durum, Saray Rejimi ile burjuva muhalefet arasındaki bir tartışma olarak organize ediliyor, böyle edilmek isteniyor ve böyle sunuluyor.

Gerçekte bu sunum, egemenlere ait bir sunumdur. Yani, gerçek olan bu değildir. Gerçek olan, Saray Rejimi denilen bir organizasyona ihtiyaç duymuş burjuva egemenlerin, bu Saray Rejimi ile devam etmekte zorlanmalarıdır. Bu zorlanma, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi nedeni ile, yani öznel bir güç nedeni ile değildir. Bu zorlanma nesnel bir sürecin sonucudur. Egemenler, şiddet ve yalan dışında yönetme olanaklarını kaybetmektedir, buna zorlanma diyoruz. Bu bir açıdan tükeniştir, çürümedir. Ama bu, kendiliğinden işçi sınıfının iktidarı alacağı anlamına gelmez, işçi sınıfının iktidarı almasının nesnel olanaklarının varlığı anlamına gelir. Hiçbir nesnellik, iktidarın el değiştirmesi için öznel eylemi yok sayacak, gereksiz kılacak bir varlık değildir, olamaz. Eğer siz, hiçbir zahmete katlanmadan, çürümüş sistemin çökmesini beklerseniz, tarihe tembeller, korkaklar vb. olarak geçersiniz.

Demek ki, güçlendirilmiş Saray Rejimi veya güçlendirilmiş parlamenter sistem, aslında “restorasyon” amaçlıdır. Burjuva devleti ayakta tutmak için, birden fazla yola aynı anda başvurmaktır. Bunun bir “nesnel” temeli de var. Burjuvazi, asıl olarak, Saray Rejimi’ni güçlendirmek ve oturtmak istiyor. Ama bu o kadar kolay olmadığından, güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarını da canlı tutuyor.

2

Sistemin çözülmesine zemin hazırlayan süreçler, aslında Saray Rejimi’nin oluşum süreçleri ile aynıdır. Yani, Saray Rejimi’ni, olağanüstü devlet örgütlenmesini yaratan süreçler, bugün Saray Rejimi’nin çözülüş süreçleri ile bağlıdır.

Saray Rejimi, bizim tekelci polis devleti dediğimiz ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde tüm kapitalist-emperyalist dünyanın burjuva devleti (isteyen buna burjuva demokrasisi diyebilir ve bizce de sakıncası yoktur. Çünkü her demokrasi bir diktatörlüktür ve tekelci polis devleti burjuvazi için bir demokrasidir. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen emperyalist dünya, faşizmin dişlilerini “burjuva demokrasisi”nin içine alarak içselleştirdi.) olan devletin, bizim ülkemizde ortaya çıkardığı olağanüstü örgütlenmesidir.

Bu olağanüstü örgütlenme, başlıca üç etkene dayanmaktadır. (a) İlki, emperyalistler arası paylaşım savaşımıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında süren emperyalist paylaşım savaşımı, tüm yeryüzünü kaplamıştır. Bu savaş, değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Bölgesel savaşlardan siber savaşlara, biyolojik savaşlara kadar birçok örneğini gördük, görüyoruz. Tüm gezegeni kaplayan bu savaş, SSCB’nin çözülmesi ile hem su üstüne çıkmış hem de hızlanmıştır. Bu savaşın bugün, belirgin yönü, sistemin eski hegemonu (hâlâ da hegemondur) olan ABD’nin hegemonyasını kaybetmeye başlamasıdır (Biliniyor, bunun da uzun bir tarihi vardır. 1973 petrol krizi, aslında bunun ekonomik kanıtlarından biri idi. Kimisi bu süreci Vietnam savaşına kadar uzatır ki bana da uzak değildir). Bu nedenle, ABD, rakipleri olan diğer dört emperyalist güç (daha küçük güçleri, mesela İtalya, Kanada vb. burada saymıyoruz, yok olduklarından değil, bugün konumuzun anlaşılması açısından çok da önemli olmadıklarından) karşısında hâlâ üstün olduğu askerî alan nedeni ile, savaşçı politikaları daha fazla dayatan güçtür. Bu vurgudan, diğer dört emperyalist gücün barışçıl olduğu sonucu çıkmaz. Bugün ABD, askerî alanda daha güçlüdür ve bu nedenle, güçlü yönünü kullanmak istemektedir. Hepsi budur.

Bu paylaşım savaşımı dünyanın her yerinde sürmektedir. Evet ama, içinde yer aldığımız bölge, başka bazı bölgeler gibi, savaşım, paylaşım savaşımının öne çıktığı, yoğunlaştığı alanlardan biridir.

Söz konusu olan Türkiye olunca, bu paylaşım savaşımı, daha çok ABD ile AB arasında bir savaş olarak bize yansımaktadır. İngiltere daha çok ABD cephesinde imiş gibi görünür, Japonya ise daha uzak ve soğuk hareket etmeyi yeğlemektedir.

TC devleti, en başından beri, bir sömürge olarak, emperyalizme bağımlı bir ülke olarak kurulmuştur. Kurtuluş savaşı, burjuvazinin, emperyalist efendilerinin desteği ile, halk hareketini ezerek, burjuva egemenliğin kurulması ile sonuçlanmıştır. İşgale karşı başlayan ve yayılan direniş (biz buna anti-işgal direniş diyoruz. Daha anti-emperyalist bilinç yeni yeni gelişmekte iken, burjuvazi Kemal liderliğinde bu hareketi boğmuştur), doğru bir önderlikle, kapitalist-emperyalist zincirden ülkeyi kurtaramamıştır. Bu bir yenilgidir de. Nâzım Hikmet, “28 kânunisaniyi unutma” derken (kânunisani 28, 28 Ocak 1921’i kastediyor, Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının Karadeniz’de katledilmesi olayını), tam da buna işaret ediyor. Buna Çerkes Ethem ve arkadaşlarını, Yeşil Ordu vb.yi eklemek gerekir. Bu açıdan Mustafa Kemal önderliğinde burjuva hareket, zafer kazanmıştır. Bu işçi sınıfı ve halklar adına bir yenilgidir. Yani, ülkemizde burjuva devrim, saltanatın yıkılmasından önce ve öncelikle, işgale karşı halk direnişini ezmiştir. Bu bizdeki burjuva devrimin karakteri açısından çok önemlidir.

Bir not gereklidir. Cumhuriyet’i kuran bürokrasinin “anti-emperyalist” olduğu söylemi, bugün CHP aracılığı ile devletin pompaladığı, bazı “bilim” insanlarının canlı tutmaya çalıştığı bir yalandır. Tersine, Cumhuriyet’in kuruluşunda, işgale karşı direnen, anti-emperyalist bilince sahip olanlar da dahil tüm hareketin yok edilmesi söz konusudur. Anti-emperyalist bir tutuma sahip hiçbir kişi, Suphi ve yoldaşlarının katlini, Çerkes Ethem ve Yeşil Ordu’nun dağıtılması sürecini destekleyemez. Bu nedenle, Cumhuriyet’i kuran kadroya anti-emperyalistlik affetmek, sosyalist devrim için savaşımı engellemek isteğinin ürünüdür. Tıpkı bugün, Erdoğan’a anti-emperyalistlik atfetmek gibi. Solun yanılgısıdır bu: Kemalizmde anti-emperyalistlik aramak ile, “yetmez ama evet” tutumu, farklı tarihsel süreçlerde, aynı devletçi zihniyetin ürünleridir.

TC devleti, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiştir. Bu örgütlenmede İngiliz ve ABD emperyalistlerinin belirleyici etkisi vardır.

TC devleti, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyalist cephenin anti-komünist örgütlenmesine uygun olarak, NATO mekanizmasının içine alınmıştır. Bu dünya çapında sosyalist devrime karşı emperyalist mücadelenin adımları ile şekillenmiştir. TC devleti, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, iki kocalı hürmüz gibi yaşamıştır; siyasal olarak ABD tarafından kontrol edilen, ekonomik olarak AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge” olmuştur. Bu nedenle, ülkemiz solunun “ulusal” vurguları, burjuva egemenliğe destek vermeyi hedefleyen, yanılgılı bir düşünüş tarzının ifadesidir. Gerçek ile niyetler arasındaki fark burada anlam kazanır. Belki sol hareketin bir kesimi, “ulusal” vurgusu ile bağımsız olmayı “niyet”lemiştir. Ama TC devleti, dünya çapında süren devrim ve karşı-devrim mücadelesi içinde, emperyalizmin bir ileri karakolu olarak konumlanmıştır. Alman burjuvazisinin, Fransız burjuvazisinin “ulusal”lıktan söz ederken dayandığı şeyler ile, ülkemiz burjuvazisinin “ulusal”lık vurgusu aynı değildir. Galiba, solun Kemalist çizgiyi baş tacı edinenleri, bu nedenle, “ulusal”cılık üzerine bu kadar “niyet” kurmuşlardır.

İşte bugün, bu “ortaklaşa sömürge”nin eski hâli ile kalamayacağı bir durum oluşmaktadır. Henüz bitmemiş bir süreçtir bu. ABD, siyasal alandaki egemenliğini kullanarak TC devletini sadece kendi sömürgesi hâline getirmek isterken, AB ve özellikle de Almanya, ekonomik gücünü kullanarak Türkiye’yi, kendi sömürgesi hâline getirmek istemektedir. Biri diğerini kovmak istiyor. Bu arada da ülkede işçi sınıfının önderliğinde bir sosyalist devrim olmasını engellemek istiyorlar. Bu iki seçenek ülkemiz halkı için, işçi sınıfı için, ne bugünkünden farklıdır, ne de birbirine tercih edilecek bir durumdur. Kimin sömürgesi olacağımız, işçi sınıfının tercihlerinden biri olamaz. İşçi ve emekçiler, emperyalist boyunduruğun her biçimine son verecek sosyalist devrimin, aynı zamanda her türden sömürü ve aşağılanmaya da son vereceğinin bilincinde olmalıdır. Onların seçeneği, sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim, hem “bağımsız” olmanın tek yoludur hem sömürüye son vermenin, hem barışın hem de bu topraklarda insan olarak kalabilmenin tek yoludur.

Emperyalist güçler arasındaki bu hegemonya savaşı, TC devletini de çözücü bir etki yaratmaktadır. ABD ve AB arasında, Türkiye’nin hâkimiyeti kavgası, eski “ortaklaşa sömürge” hâlinin son bulmasını dayatmaktadır. Bu süreç hâlâ sürmektedir.

Türkiye’nin AB yolunda yürümesi gerektiği fikri, aslında sömürge olma durumunun, sahip-efendi değişerek devam etmesi fikridir. Savundukları budur. Bunu “evrensel insanî değerler”, “ileri Batı demokrasisi” gibi hedeflerle açıklamaları durumu değiştirmez. Hangi emperyalist güç, bizim sömürgemiz olun, diye bir seçeneği halka açıktan sunacaktır ki?

İşte Saray Rejimi’ni dayatan süreçlerden biri budur. Bu süreç, Suriye savaşı ile hızlanmıştır. Suriye savaşının bir aşamasında Rusya ve Çin sahaya inince, savaş yön değiştirmiştir. Savaşın içine ABD emri ile, tetikçi olarak dalan burjuvazi, TC devleti, savaşın bu aşamasından sonra yenilgiyi tatmaya başlamıştır. Yeni Afganistan olarak planlanan Suriye, Türkiye’yi de yeni Pakistan hâline getirmeye başlamıştır. Her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır denilmiştir. Bu durum, TC devletini yeniden organize etmek de demektir. Zaten, AK Parti projesi ile, bölgede ABD hegemonyasının geleceği için hazırlanan TC devleti, bu savaşın etkileri ile olağan mekanizmalarını yeniden örgütlemek yoluna gitmiştir.

Demek bu sürecin bazı aşamalarını ayırt edebiliyoruz: AK Parti-Erdoğan projesi. Bu ilk net hamledir. Susurluk ile, NATO’ya bağlı bazı mekanizmaları dağıtmayı başaramayan AB, bu kez ABD’nin AK Parti-Erdoğan projesi ile karşılaşmıştır. Suriye savaşı ve bu savaşın Rusya’nın sahaya indiği aşaması, ayrı bir dönemdir.

TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinin, Saray Rejimi’nin ortaya çıkışının (b) ikinci etkeni Kürt devrimidir. Kürt devrimine karşı kirli bir savaş yürüten TC devleti, Suriye savaşının dönüm noktalarına bağlı olarak, uluslararası-bölgesel bir hâl alan Kürt sorununa karşı savaş naralarını yeniden yükseltmiştir. Bu savaş, birçok katliamla daha ileri bir boyuta yükseltilmiş olsa da, Kürt devrimi yenilememiştir. Bu durum da, Saray Rejimi organizasyonunun önemli etkenlerindendir.

TC devletinin Kürt devrimine karşı yürüttüğü savaşın pek çok kirli biçimi, 1990’larda da sergilenmiştir. AK Parti-Erdoğan projesi döneminde ABD, Kürt hareketini kendi rotasına, Barzani çizgisine çekmek istemiştir. Irak işgali, bu yönde bir “dönem” açmış, ama ABD bu işi başaramamıştır. Çözüm sürecinin 2015’te masanın devrilmesi ile sonuçlanması, yeni bir taktiği devreye sokmuştur. ABD, tetikçisi TC devletine, “sen içeriden saldır, PKK sıkışınca biz ona bize sığın diyelim” şeklindedir bu taktik.

Saray Rejimi’nin oluşumunun bir (c) üçüncü etkeni ise Gezi Direnişi ile başlayan, direniş sürecidir. Gezi Direnişi, bir kendiliğinden eylemdir, sosyal patlamadır. Bu sosyal patlama, burjuvazinin, egemenlerin kimyasını bozmaya başlamıştır. Tüm bu olağanüstü Saray Rejimi mekanizmalarının oluşumunda bu etken, oldukça önemli bir yer tutmaya başlamıştır.

Dışarıda, bölgede Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmak isteyen ve kullanan ABD, içeride de, ekonomik alanda kendine bağlı bir zengin kesim yaratma politikalarını devreye sokmuştur. Bunun için, Erdoğan ve AK Parti iktidarı oldukça elverişli bir seçenek olmuştur.

Saray Rejimi’nin ekonomik politikası, rant- yağma ve savaş ekonomisidir. Hem savaş politikaları hem de Körfez sermayesinin ülkeye akışı için ABD ve İngiltere cephesinin açtığı yol, sadece yağma ve rant yolu da değildir, bu aynı zamanda AB sermayesine karşı da bir hamledir. Bunları gerçekleştirirken, rant ve yağma yolu ile oluşan vurgunlar, göz yumulması gereken sonuçlardır. Nasıl olsa, ABD ve İngiltere için, bu paraları geri almanın binlerce yolu vardır, sonuçta Erdoğan, beşli çete vb. bu paraları ahirete götürecek değildir.

Rant ve yağma ekonomisi, yetersizdir. Doğrusu buna savaş ekonomisinin de eklenmesidir. Rant ve yağma işi, sadece birilerinin cebini doldurması demek değildir, sadece hırsızlık demek değildir. Aynı zamanda katliamdır da. Aynı zamanda, sermaye transferidir de. Bugünlerde elektrik ve enerji alanındaki fahiş fiyatlar, aslında sermaye transferinin de bir biçimidir. Ve tüm bunlar savaş ekonomisine bağlıdır. Bu nedenle, rant-yağma ve savaş ekonomisi demek ile, “rant ve yağma ekonomisi” demek ayrı şeylerdir.

İşte bu üç etken, Saray Rejimi’nin oluşumunu koşullamıştır.

3

Şimdi bu Saray Rejimi ile devam etmek, sürdürülebilir bir egemenlik oluşturmak, eskisi gibi mümkün ya da kolay değildir. Saray Rejimi, çözülmeyi durduramamıştır. Dahası artırmıştır da. Çünkü ne emperyalistler arası paylaşım savaşımı sonuçlanmış ne Kürt devrimi kontrole alınmıştır. Üstüne, Gezi ile başlayan direniş, aynı görkemle olmasa da, süreklilik kazanmaya başlamış ve tüm burjuva egemenlik, karşısında gelişmekte olan devrim fikrini bulmaya başlamıştır.

Yine buradan, Saray Rejimi’nden ABD vazgeçti sonucu çıkmasın. Ortaya çıkan “Erdoğan sonrası” tartışması, böyle gündeme gelmiştir. Vurgulanması gereken nokta burasıdır.

Egemenler, bu koşullarda, bir restorasyona ihtiyaç duymaktadır.

Açıktır ki, ilk alternatif, Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamı alternatifidir. Egemenler için. Bu sadece ABD için değil, emperyalist efendiler için değil, burjuvazi için de böyledir. Saray Rejimi’nin Erdoğan ile devamı ya da Erdoğansız devamı mümkün müdür? Bunu tartıştıkları anlaşılmaktadır. Saray Rejimi’ni sürdürmek birincil hedefleridir.

Egemenler için kendi egemenlikleri, kendi cennetleridir. Öyle ise onu korumak için, her yola başvuracakları biliniyor. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Öyle ise, “güçlendirilmiş Saray Rejimi”nin yanına, “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” hazırlıklarının yapılmasını çok görmemek gerekir. Hem anlaşılırdır hem de çok da fazla ciddiye alınacak bir durum değildir. Güçlendirilmiş parlamenter sistemi savunan burjuva muhalefetin bizzat kendi tutumu bile, bu durumun o kadar da ciddiye alınmaması gerektiğini göstermektedir. Durum ciddidir, çünkü, nesnel olarak burjuvazinin tüm iktidarı kaybetme riski vardır. Bu riske karşı, “istikrarlı” bir ekonomi yaratma alternatifi elbette devrede olacaktır.

Başını Kılıçdaroğlu ve Akşener’in çektiği burjuva muhalefetin, aylardır, yıllardır bir parlamenter sistem çerçevesi bile ortaya koymamış olması, aslında, esas olanın bu olmadığının da kanıtıdır. Yoksa projeleri hazırdır. Ama esas olan Saray Rejimi’ni korumak ve sürdürmektir. Bunu yapmak her geçen gün zorlaşmaktadır ve onlar da diğer alternatifleri ısıtmaktadır.

Egemenler, iki şeye bakmaktadırlar: Birincisi Kürt devrimini Barzani çizgisine çekmek, ikincisi ise tüm toplumsal muhalefeti bastırmak, sistemden günlük yaşamlarında kopmaya başlamış ama bunu henüz bir sınıf bilinci düzeyine çıkaramamış işçilerin sisteme entegre olmasını sağlamak.

 

4

Bu arada ise, Saray Rejimi cephesinden, ikili politika öne çıkmaktadır: Dini ve milliyetçiliği yeniden harmanlayarak kullanmak. Baskı ve şiddet, yalan ve karanlık mekanizmaları ile beslenen Saray Rejimi, her fırsatta, bu şiddetin ve yalanın azalan gücünü takviye etmek için, dini ve milliyetçiliği öne çıkarmaktadır.

Din ve milliyetçilik, eskisi gibi para etmemektedir. Zira her ikisi de eskidir. Bu tartıştığımız uzun süreç, eski üçlünün tekrar farklı dozlarda gündeme gelmesine sahne olmuştur, olmaktadır. Bu üçlü, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktür. Son ikisi, din ve milliyetçiliktir.

Bu etkiyi aşındırdıklarına inandıkları sosyal medyayı kontrol etmek ya da daha iyi kontrol etmek için, yeni mekanizmalar devreye sokmaktadırlar. İşte size güçlendirilmiş Saray Rejimi. Sanki yasalarını kendileri hesaba katıyormuş gibi, yeni yasalar çıkarmaktadırlar. Bizzat kendi eylemleri ile yok ettikleri parlamentoyu, sanki önemli imiş gibi, sosyal rıza üretebilmek adına, yasalar hazırlamak için kullanmaktadırlar. Dün sıfırladıkları parlamentoyu sanki işlevli imiş gibi kullanmak istiyorlar.

Ama Saray Rejimi, bu yolla sonuca ulaşabilecek durumda da değildir. Yapısına terstir, ancak bu yolla kendisine hareket sahası açmayı umabilir.

Saray Rejimi, çetelere, tarikatlara vb. dayanmaktadır. Onların hareket sahası o kadar genişlemiştir ki, birçok işte etkileri ortaya çıkmaktadır. Bu çürümedir de. Dinin kullanımı, tarikatlar eli ile farklı bir biçime sokulmaktadır.

Örnek olsun, tarikat yurtlarında öğrencilerin öldürülmesi veya intiharı, bizzat devlet mekanizmaları ile örtülmektedir. Her yeni gelişmeden bir Gezi çıkar korkusu, her türlü pislik için ittifakları geliştirmektedir.

Saray Rejimi’nin yapısını gizlemek artık mümkün değildir.

Çetelerin, tarikatların vb. devlet içindeki etkileri, birçok alanda, Erdoğan sonrası hazırlıkları ile birleşmektedir.

Bu arada İstanbul ve Ankara’nın kaybedilmesi ile oluşan yeni durum, Saray Rejimi’nin bazı hamlelerini ekonomik olarak engellemektedir. Bu durum da kendi içlerinde çatışmaları artırmaktadır. Tüm bu çatışmalara, farklı emperyalist güçlerin içteki hamlelerini eklemek gerekir.

Bu çatışmalara bağlı olarak Erdoğan, sürekli yeni birilerini görevden almakta, yenilerini göreve getirmektedir. Her birinin de ömrü, işbaşı yaptığı gün tartışmaya başlanmaktadır.

Tüm bu hamleleri, emperyalist efendilerin hamlelerinden bağımsız düşünmemek gerekir. Her ne kadar bu hamleleri her şeyi ile açık olarak göremiyor olsak da, bu hamlelerin varlığı bilinmektedir.

Soylu’nun Erdoğan sonrası hazırlıkları, bir noktadan sonra deşifre olmuştur. Ama buna rağmen Soylu yerini korumaktadır. Saray Rejimi, son derece ucuz gösterilerle, çatışma ve barışma görüntüleri vermektedir.

Adalet Bakanı’nın görevden alınması sonrasında, Soylu’nun gücünü koruduğu fikri de bir açılış töreninde Giresun’da Erdoğan’ın Soylu’yu yanına çağırması ile verilmiştir.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem alternatifini savunanlar ise, yumuşak bir iniş ile Saray Rejimi’ni değiştirmek istiyorlar. Bunun için, geniş bir okur yazar takımını (OYT) yanlarına alarak açılımlar yapmaya çalışıyorlar.

Ana fikirleri ise şöyledir:

Bir, Saray’a, bir fırsat verip, olağanüstü hâl ilanına olanak tanımayalım. Bunun için, söylemlerimize dikkat edelim.

Gören der ki, söylemleri nedeni ile Saray “olağan” davranmaktadır.

Saray’ın eline koz vermeyelim. Peki koz ne? Mesela sokağa çıkalım, iktidarı devirelim demeyelim. Ne diyelim?

İki, seçimleri bekleyelim. Eninde sonunda sandık gelecek. O zamana kadar eylem yok, sokağa çıkmak yok. Ne yapılacak? Konuşulmadan beklenecek. Çünkü konuşursak, bu sefer de kanallarımızı kapatırlar. Konuşmamak üzere kanal kurarsanız, bunu kim niye kapatsın ki? Daha da garantisi var, sizin kanallarınız da, onların kanalları gibi konuşsun, asla kapatılmazsınız.

5

Tam bu noktada, iki olayı, Ocak ayında yaşanmış iki olayı ele almak faydalı olacaktır. Biri, Sezen Aksu olayıdır, ikincisi de Sedef Kabaş.

Sezen Aksu, Adem ile Havva’ya cahil dediği için, İslam dinine, peygamberlere hakaret etmiş sayıldı. Bunu beş yıl önce bir şarkıda söylemişti. Erdoğan, bir camide “dillerini koparmak bizim görevimizdir” dedi.

Sedef Kabaş ise, bir Çerkes atasözünü tekrarladı: “Saraya öküz girdiğinde, öküz kral olmaz, ama saray ahır olur” dedi. Bu da Cumhurbaşkanı’na hakaret sayıldı, tutuklandı.

Bu durum, ilgi çekici tartışmalara neden oldu.

Biz bu tartışmaların, sol ve OYT içindeki etkilerini ele almaktan yanayız. Yoksa Saray Rejimi nezdindeki tartışmalarla çok da ilgili değiliz.

Sedef Kabaş’tan başlayalım.

Görünen o ki, Kabaş, her gazetecinin bugünlerde moda olduğu üzere, kendine uyguladığı otosansürü, bir anlığına bir kenara bıraktı. Çerkes atasözünü tekrarladı. Saray, içinde saray ve öküz geçtiği için, hemen üzerine alındı. Böylece, Erdoğan kastediliyor sonucu çıktı ve dava açılmadan Kabaş tutuklandı. Sen, nasıl olur da, saray ve öküz sözlerini bir arada bulunduran bir atasözünü tekrarlarsın? Oysa, o söz, belki yüzlerce yıl önce söylenmiştir ve o zamanlar saraylara oturan krallar, toprak mülkiyeti ve aile bağları ile gelmekteydi. Soydan kral olunuyordu. Eski kralın her oğlu birbirine benzemiyordu. Kimi boğa idi, kimi öküz. Boğa olana övgüler, öküz olana sövgüler diziliyordu. Ama Saray’da bu kadar tarih bilgisi yok. Diyelim ki onlar bu nedenle alındılar.

Ama CHP dahil, bazı sol kesimler, OYT, hepsi birlikte, aslında Sedef Kabaş’ın sözlerinden, Saray’dan önce ve Saray’dan fazla ürktüler. “Aaa kral çıplak” diyen çocuğun ağzını acaba annesi kapatmış mıdır? Bunlar, hep birlikte Sedef Kabaş’ın ağzını kapatmak istediler. Merdan Bey, kendi kanalında Sedef Kabaş’ın konuşmasının yanlış olduğuna karar verdi. Sedef Kabaş’a en başta sahip çıkması beklenen Merdan, o sözleri tekrarlamak yerine, Sedef Kabaş’ı neredeyse suçlar pozisyon aldı.

Oldu mu şimdi, bak sen Erdoğan’a bir saldırı için fırsat yarattın, demeye getirdiler. O kadar ki, ceza alan Merdan kanalı, o sözleri tekrarlamadan, kendisine verilen cezayı ağır bulduğunu açıkladı. O programı kaçırmış birisi, acaba Kabaş ne dedi, diye merak etmeye başladı. Öyle ya, Saray’ını başına yıkacağız mı dedi, yoksa halkı sokak eylemlerine mi çağırdı? Ne dedi? O günden başlayarak, Halk TV ve TELE1, artık, konuşmacılarının ne söylediğine bir kere daha dikkat etmeye başladı. Moderatörler, konuşmacılara, “sakın diyeceğinizi demeyin” diye ön müdahalelerde bulunmaya başladı. Yakında, her iki kanalda tartışmalar, “susarak” yapılacak. Moderatörler, en az riskli kelimeleri bulacak, öyle program yapacaklar. Peki ama, ya Saray, onların en az riskli bulduğu kelimeleri riskli ilan ederse ne olacak? Mesela “muhalefet liderlerinden Akşener” dedikleri zaman, Saray “muhalefet” sözcüğü suçtur derse, “hayır efendim, yasalara göre suç değil” mi diyecekler? Bu durumda Sedef Kabaş’ın hangi sözü suç? Saray mı, yoksa öküz mü, ahır mı, hangisi? OYT’ye göre suçlu Sedef Kabaş oldu. CHP içinden bazıları, hatta bazı solcular, “abi Kabaş’ın yaptığı da olmaz, bu donkişotluk” demeye başladılar. Böylece Kabaş, aslında hizaya getirilmesi gereken bir kişi hâline geldi.

İşte size yumuşak muhalefet denilen şey.

Öküz, kim tarafından, kime karşı söylendiğine bağlı olarak suç, kim tarafından kime karşı söylendiğine göre bir atasözünün parçası olabilir. İşte size “demokrasi”nin gelmesinin yolu. İşte size güçlendirilmiş parlamenter sisteme giden güvenli yol.

Sezen Aksu olayı da ilginçtir.

Saray, sonrasında “ben Sezen Aksu’yu kastetmedim” dedi. Dedi ama, Sezen bir kere kendi üstüne alınmış oldu. Ve “Sen yolcusun ben hancı” diye bir şarkı sözü yazmış oldu.

Adem ile Havva’ya cahil dediği için aforoz edilen Sezen Aksu, Adam ile Havva’ya hakaret etmiş oldu. Evinden alınmadı, çünkü Cumhurbaşkanı’na hakaret etmemişti. Ama evinin önüne çeteler yığılmaya yeltendi. Peki Sezen, “sen yolcusun” dediğinde, bu hakaret olmaz mı? Buna karar verilmedi. Şimdi, Soylu, bir Sezen dosyası hazırlayacak ve belki de Sezen’den, katkı isteyecektir. Ver şu kadar para, dosyanı kapatalım, sigorta edelim. Ne de olsa Soylu, nokta vuruşlu printerların poliçe keserkenki sesini müzik sanmaktadır. Sezen’in yeni sözlerini, “sen yolcusun” şarkısı olarak printer müziği ile bestelemek de ona düşer.

İyi ama, cennetten kovulmaları, şeytana inanmaları nedeni ile olduğu için, bu kanma işinde bir cahillik yok mu?

Bizim solcu takımımız, hemen işe koyuldu, sosyal medya çalkalandı: “Sen yetmez ama evetçi idin.”

İşte bu durum bizim “sol”umuz hakkında da bilgi vermektedir. Merdan, mutlaka, bu konuyu ele almıştır. Bakmadım. Mutlaka, Sezen’e “yetmez ama evet”çi olduğunu hatırlatmıştır.

Okur yazar takımımızın hâli budur, bir uçta “yetmez ama evet”, diğer uçta ise “ulusal”cılık. Demek ki, “ulusalcılarımız”, Sezen’in Saray ile problem yaşaması hâlinde, ilk iş olarak ona saldırmakla işe başlayacaklar. Ama öte yandan, tüm sola diyecekler ki, gelin Saray’a karşı CHP ile ittifak yapın. Neden siz mesela Sezen ile dayanışma içine giremiyorsunuz? Saray ile ilişkileriniz mi buna engel?

Devletçi solculuk budur.

Ulusalcı solculuk, devletçi solculuktur.

Ve tabii, iş bir noktaya geldiğinde, devletçi solculuk, Saray yanlısı olmak zorunda kalır. Kalır, çünkü, devlet orasıdır.

Devleti tanımamaktır bu. Devlet karşısında “yetmez ama evet” tutumu ne kadar körce ise, “ulusalcı solculuk” da o kadar körcedir. “Yetmez ama evet”, devletin, reformlarla düzeleceği fikrindedir. Kendi mücadelesinin, daha açık söyleyelim, sınıf mücadelesinin sonucu ortaya yan ürün olarak çıkan reformları, devletten geliyor sanırlar. Bu nedenle, reform ile restorasyonu ayırt edemezler. Devletin her yaptığı düzenlemeyi, reform sanırlar. Yaklaşık 10 ay önce, adalet alanında reformlar başlatıyoruz dediklerinde, bu okur yazar takımı, Erdoğan’ın yeniden reform çizgisine döndüğünü ilan etmiştir. “İnsan, hakları ile insandır” diye başlayan metinler, onlara işte “demokratikleşiyoruz” diye gelmişti. Çünkü, kendileri, süren sınıf mücadelesinde, işçi sınıfı ile yan yana olma durumunu, en korkunç durum olarak görürler. Bu nedenle, devletteki her değişimi, iktidardaki her adımı “olumlu” görmek için uğraşırlar. Kendileri, işçi ve emekçilerden halktan korktukları için, devlete biat ederler. Öte yandan, “ulusalcı solculuk” da öyledir. Devrim ve sosyalizm, onlar için bir sözdür. İşçi ve emekçilerin bayraklarında devrim ve sosyalizm gördüler mi, “devlet elden gidiyor” diyerek, ulusalcılığı öne çıkartırlar. Her ikisi de, işçi sınıfından uzaktır. Kimisi bu uzaklığı, iğrenme düzeyinde bir his hâline getirmiştir, kimisi ise işçi sınıfına hiç inanmadıkları için bir refleks hâline getirmiştir. Kimisi, devlete yakın olmayı bir görev olarak kabul etmiştir, kimisi ise çaresizlik içinde bir umut olarak beslemiştir. Ulusalcı solculuk, devleti vatan saymıştır. Devleti burjuva egemenliğinin aracı olarak ele almazlar. Onlara göre, devlet, iyi ve kötü adamlar tarafından yönetilebilen, sınıflar üstü bir varlıktır. Onlara göre, şu anda kötü adamlar orada olduğu için sorun var. Yoksa, devlet, “ulusal çıkarlarımızı” korur. Sezen olayı, bu süreci bir kere daha çığa çıkarmıştır.

“Yetmez ama evet” liberalizmi ile “ulusalcı solculuk”la devleti korumak arasında, görüntüde fark vardır. Özünde her ikisi de, işçi sınıfına, halka güvensizliğin ürünüdür. Bu güvensizlik, işçi sınıfı ve halka uzaklık, devlete ise bir yakınlık olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, her iki kesimin de iyi burjuvaları vardır. Bazı burjuvalara iyi, bazılarına kötü derler. Burjuvaların iyilerini, çok içten “anlarlar.” İşçi ve emekçileri ise, siz burjuvaların kötüleri ile iyilerini birbirinden ayırt edemiyorsunuz, diye suçlarlar.

6

Bu görüşlerin en “teorik” dile getirildiği alan ise, devlet ve demokrasi tartışmalarıdır.

Bugün bize Saray Rejimi karşısında, çıkış olarak sandık ve seçimi sunanlar, tam da buradan hareket ediyorlar.

İki temel dayanak oluşturmak istiyorlar. Biri, devlet ve iktidar arasındaki farklılık, ikincisi ise devlet ve demokrasi alanında bir farklılık. Her iki alanda da oldukça derin bir sis perdesi yaratmak istiyorlar. İşçi sınıfının bu sis perdesi içinde görüş ufkunu daraltmak istiyorlar.

Onlara göre, devlet ayrıdır, siyasal iktidar ayrıdır. Onlara göre, devletler, demokratik olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrılırlar.

Burjuva parlamenter sistemde, genel oy hakkı da içinde oluşmuş olan işleyişi, böyle özetliyorlar.

Genel oy ile oluşan sisteme, “temsilî” demokrasi diyorlar. “Burjuva demokrasisi” elbette burjuvazi için bir demokrasidir. Faşizm, tekeller için bir demokrasidir. Tekelci polis devleti, tekeller için bir demokrasidir. Bunu vurguluyoruz ki, “demokrasi” denildi mi, diktatörlük dışında bir şey anlaşılmasın.

Atina demokrasisi, “yurttaş” olanlar için bir demokrasi idi, köleler için değil. Köle zaten insan da sayılmıyordu. Onların oy hakları yoktu. Atina demokrasisi, köleci devlettir, köleci demokrasidir. Köleci toplumun devleti, köle sahiplerinin demokrasisidir. Yurttaşlar, doğrudan, temsilcileri olmaksızın sürece katılırlardı. Temsilî demokrasi denildi mi, bu “doğrudan” demokrasi ile ayrımına vurgu yapılmış olur.

Burjuva demokrasisi, başlangıçta, belli bir gelir düzeyine ait insanların oy kullandığı, temsilciler seçtiği bir yapı olarak organize edildi. Genel oy hakkı, 1900’lere gelirken ortaya çıktı. Ne ilginç, 1870’lerde başlayan tekelci kapitalizmin yükselişi ile bir arada gibidir. Oysa tekelci kapitalizm, hâkimiyet ilişkileri ve onun doğurduğu şiddete dayanır ki, devletin niteliği açısından bunun “demokrasi” diye genel bir şey içinde ele alınması mümkün değildir. Dahası, tekelci kapitalizmde “burjuva demokrasisi”, burjuvazinin tümü için bile demokrasi değildir.

“Burjuva demokrasisi”nde, genel oy hakkı ile, insanlar temsilcilerini seçiyorlar. Atina’dan farklı olarak, doğrudan demokrasi değildir.

Bu seçimlerle oluşturulan parlamento, siyasal partiler aracılığı ile, hükümeti, yani siyasal iktidarı oluşturuyor. Bu nedenle, devlet ve siyasal iktidar aynı değildir cümlesi doğrudur. Biz işçiler, seçimleri kazanırsak, devleti ele geçirmiş olmayız. Bu nedenle devrim diye bir derdimiz vardır. Ve devrim, burjuva devlet makinasını yıkmakla başlar.

Siyasal iktidar dışında, devlet bürokrasisi denilen bir mekanizma orada vardır. Siyasal iktidar, teorik olarak bu devlet çarkına yön verir. Bu yön verme işi, belli kanunlarla sınırlandırılmıştır. Bunu garanti altına alacak, yargı, yürütme ve yasama organları oluşmuştur. Yürütme, dar anlamda siyasal iktidardır. Bizim günlük yaşamımızda kullandığımız, siyasal iktidar ve muhalefet kavramları, bu ayrımlara dayanır. Elbette, muhalefet, toplumsal muhalefet gibi, işçi ve emekçilerin muhalefetini içermediği sürece.

Şimdi bize bu genel bilgilerden hareketle, “devlet ve siyasal iktidar” ayrımı üzerinden, Saray Rejimi’nin, seçimle oraya gelmiş bir meşru yapı olduğu anlatılmaktadır.

Madem, Saray Rejimi oraya seçimle gelmiş ve meşrudur, o hâlde seçimle indirilebilir. Bu nedenle, bugün, Saray Rejimi’ne karşı muhalefet seçimlere kilitlenmelidir, denmektedir.

Bu görüş, bugünkü burjuva muhalefetin parlamenter demokrasiye geçiş planlarının haklılığını açıklamak için kullanılmaktadır.

Peki bu görüşlerle kimi ikna etmek istemektedirler? En başta OYT ve ardından işçi sınıfı ve halkı.

Öncelikle, Saray Rejimi, bir seçim sürecinin sonucu değildir. Bu konuda bir netliğe sahip olmamız gerekir. AK Parti ile oluşan iktidar, evet bir seçim sonucudur. Oysa Saray Rejimi’nin oturtulması demek olan süreç, böylesi bir süreç değildir.

Belki 7 Haziran seçimleri temel alınabilir. Bu seçimlerden öncekiler, hilesiz, hurdasız anlamında olmasın ama, bu seçimlerden sonra gerçekleşen seçimlerin hiçbiri meşru değildir. Seçimleri meşru hâle getiren, gerçekte, Saray kadar, ona muhalifmiş gibi görünen CHP vb. partilerdir. Ne referandum ne Cumhurbaşkanlığı seçimi meşru değildir.

Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.

Birincisi, ortada bir parlamento yoktur. Parlamento işlevsizdir. Parlamentoda kürsü dokunulmazlığı bile yoktur. Yasama organı değildir. TC devletinin yeni yasama organı Saray’dır. Saray’ın hangi odası olduğunu bilmiyoruz.

İkincisi, yargı tümü ile, polis gücünün uzantısı hâline getirilmiştir. Bunu sadece davalarda görmüyoruz. Her uygulamada bu vardır ve yargı artık Saray’ın bir başka odasıdır.

Üçüncüsü, seçim sistemi hiçbir kriteri karşılamaz durumdadır. Yerel seçimlerde seçilen belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlarla yönetilmektedir belediyeler. Ve bugünlerde, eğer ABD kabul ederse, İstanbul’da da kayyum atanması mümkündür.

Muharrem İnce’nin Erdoğan’la yarıştığı seçim, baştan aşağıya hilelidir ve bu hilenin içinde Akşener ve Kılıçdaroğlu da vardır, sadece İnce yoktur. İnce, Saray’daki Kalın gibidir.

Şimdi, Saray Rejimi’nin meşruluğunu neye göre ileri sürüyorsunuz?

Muhalefetin ve OYT’nin en çok tekrarladığı cümle, “laik, sosyal hukuk devleti”dir. Bu anayasada yazmaktadır. Bu doğru. Ama, gerçeklere gözlerinizi kapatmıyorsanız ya da işçi ve emekçileri kandırmak için konuşmuyorsanız, TC devletinin “laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu nasıl ileri sürebilirsiniz?

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır.

TC devleti, hiçbir zaman “sosyal” olmamıştır.

TC devletinin “hukuk” devleti olduğu olmuştur. Hepsi budur. Bugün, hukuk, iç savaş hukukudur. İç savaş hukuku da bir çeşit hukuk olduğuna göre, nihayetinde bugünkü Saray Rejimi, bugünkü TC devleti de bir hukuk devletidir diyebilirsiniz. Bu duruma nasıl meşru diyebilirsiniz? Her tür hile ile gerçekleşen seçimleri meşru ilan edip, yeni bir seçimi bekleyin demek, Saray Rejimi’ne karşı, ne müthiş bir mücadeledir? Devlet, siyasal iktidar, demokrasi vb. üzerine yazdıklarınız, artık, komedi bile değildir.

Gerçeklikle bağı kopmuş olan sadece Saray değildir. Aynı zamanda ona muhalefet ettiğini söyleyen burjuva partilerin de gerçekle bağı yoktur. OYT’nin de gerçekle bağı yoktur. Hepsi, Saray’dan yayılan hafıza kaybını yaşamaktadır. İstenildiği zaman unutulan gerçekler, halka başka bir dünyanın tarif edilmesi için, baştan aşağıya çarpıtılmaktadır.

Tüm yasalar, istenirse bir anda değiştirilebilmektedir. Konu işçi, konu emekçi, konu kadın, konu gençlik eylemleri olduğunda hiçbir yasa uygulanamaz durumdadır.

Fiilî olarak Saray, işçi ve emekçilerin sokağa çıkmasını önlemek üzere baskıyı devreye sokuyor. Burjuva muhalefet ise, kitlelerin korku duvarını delmeye başladıkları yerde devreye giriyor ve sakın bir provokasyona neden olmayın, geri dönün, bizde bilgi var katliam yapacaklar minvalinde konuşuyor. İkisi arasında fark nerededir? İktidarda olan, devlet gücünü elinde tutan, “evinize dönün katliam yapacaklar” diyemez, bizzat şiddeti ve yalanı kullanır. Yani, iktidarı da muhalefeti de görevini yapıyor.

OYT, demokrat görünen profesörler de, hep birlikte, işçi ve emekçileri sokaktan uzak tutmak için, var güçleri ile, “teori”ler üretiyorlar.

Bugünlerde her biri, okumuştur ve yazmaktadırlar, hep birlikte “teoriler” yazmaktadırlar.

Onlara göre, Saray Rejimi, tam bir diktatörlük değildir. Peki nedir? Hibrit bir sistemdir. Hibriti biz, son yıllarda, elektrikli otomobil ile bilir hâle geldik. Benzinli otomobilden elektrikli olana geçerken, birçok firma-üretici, hibrit arabalar çıkardılar, yani hem benzinle eski sistemle hem de elektrikle çalışan arabalar. Bunu Saray Rejimi’ne uyguluyorlar. Onlara göre, Saray Rejimi, “demokrasinin” bazı unsurlarını içeriyor. Bu unsurlar, parlamento ve siyasal partiler, seçim vb. olarak sıralanıyor. Parlamento, gerçekten var mıdır? Varsa, ne iş yapar? Mesela yasa mı yapar? Saray’ın istemediği bir yasa mı yaptı? Bu mümkün değildir. Egemenler, parlamentoyu bir görüntü olarak orada tutmaktadırlar. Ancak, milletvekillerinin dokunulmazlığı, yurtdışına asker gönderme vb. işlerde, tüm burjuva partilerin ortak hareketini istediklerinde ona bir iş vermektedirler. Bunun dışında parlamento, kürsü konuşmalarının bile sansüre uğradığı bir yerdir. Yani, burjuva “demokrasisi” için bile bir işlevi yoktur. Siyasal partiler de öyledir. MHP, AK Parti birer parti midir? Onlar ilk önce parti olmaktan çıkmıştır. CHP ve diğerleri de peşi sıra parti olmaktan çıkmaktadır. Seçimlere gelince, yukarıda açıkladık, biliniyor, yerel seçimler bile sistemin tahammül etmediği sonuçlar doğurduğunda işlevsiz hâldedir. Seçimlere hile bulaştırma işi ileri bir boyuttadır ve CHP hariç kimse için bu seçimler meşru değildir. “Bilim insanı” sıfatı ile, bunların işlevli olduğunu savunmak, olsa olsa Saray’ın tartışılan meşruluğunu artırma girişimidir.

Kılıçdaroğlu, sık sık, bürokrasiye sesleniyor ve onların içinde iyi unsurlar olduğunu dile getiriyor. Bu pratik adımı, bazı OYT içinde yer alan kişiler, ileri bir boyuta taşımak istiyorlar. Onlar, işe “derinlik” katma hevesindedirler. Diyorlar ki, Cumhuriyet’i kuran kadrolar, üç özelliğe sahip idi: İlki anti-emperyalist olmak, ikincisi laik olmak ve üçüncüsü de kamucu olmak. Böyle söylüyorlar. Üzerinde durmaya değerdir.

Bu görüşler TC devletini hiç anlamamaktır. Hem devleti hem de TC devletini anlamamaktır. Ne devletin egemen sınıfın bir örgütü olduğunu, onun diktatörlüğü olduğunu anlıyorlar, ne de TC devletinin ne olduğunu anlıyorlar.

(a) TC devleti, yukarıda açıkladık, en başından, anti-işgalci, işgale karşı direnen güçleri bertaraf ederek kurulmuştur. TC devletinin en büyük mücadelesi, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve komünist harekete karşı verilmiştir. Ekim Devrimi’ni sınırlandırmak, yayılmasının önünü kesmek için emperyalistlerin ördüğü bir duvardır TC devleti. Bunda anti-emperyalist bir yön yoktur. İşgalin sona ermesi, bir yandan beğenmedikleri halkın mücadelesinin sonucudur, diğer yandan da Ekim Devrimi’nin emperyalist dünyada yarattığı korkunun bir sonucudur. Ki, o halkın işgale karşı mücadelesinin önderleri yok edilmiştir. TC devleti, bu nedenle daha ilk günlerinde işçi sınıfının mücadelesine karşı, halkların mücadelesine karşı konum almıştır. Onların düşmanları, halklar ve işçi sınıfı olmuştur. Bunun kanıtları oldukça kanlı biçimde ortaya konmuştur.

Elbette, bu toplumda anti-emperyalist unsurlar vardır. Bunların devlet bürokrasisinde bir gücü hiçbir zaman olmamıştır

(b) TC devleti, hiçbir zaman kamucu olmamıştır. İzmir İktisat Kongresi, TC devletinin seçtiği yolun en açık kanıtıdır. Kapitalist kalkınma yolunu seçip emperyalizmden bağımsız olmak mümkün değildir. Kapitalist yolu seçip kamucu olmak mümkün değildir. Devlet eli ile burjuva yaratma politikalarını “kamuculuk” olarak sunmak, “kamuculuk” konusunu hiç anlamamaktır. Devlet, burjuvaziyi besler ve yaratırken, bir yandan Ermeni ve Rumlarınki başta olmak üzere, burjuvaların mülklerini yağmalamış, bunu katliamlarla gerçekleştirmiştir, diğer yandan, sistemi ayakta tutacak biçimde bazı alanlarda devlet yatırımları organize etmiştir. Sümerbank, şeker fabrikaları, demir-çelik fabrikaları vb. aslında böylesi adımlardır. Bu adımların tümünde Sovyetler’in desteğini almıştır. Sonra, bu kamu kuruluşları, artık işlevini tamamlayınca, onları özelleştirmiştir.

Bugünlerde, 2008 krizinin ardından, kapitalist dünya, “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük” işletmelerin kurtarılması operasyonlarını görmüştür. Bu, “kamulaştırma” değildir. Bu, kapitalistlere, tekellere sermaye transferinin bir başka biçimidir. Özelleştirme nasıl ki sermaye transferi ise, aynı biçimde bu kamulaştırma tipi de öyle sermaye transferidir. Özelleştirme nasıl bir yağma ise, bu çeşit kamulaştırma da bir yağmadır.

TC bürokrasisinde bir “devletçilik” olabilir. Bunun izlerini araştırmak isteyen başka bir iş yapabilir. Ama buna kamusallaştırma denemez. Kamulaştırma, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı hamle yapmak anlamını taşır. Bunların hiçbirinde böylesi bir şey yoktur.

(c) TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde laik olmamıştır. Bir nüfus kâğıdında dini bölümünün olması bile, bunun kanıtıdır. Bir tenisçi, Avustralya’ya giderken, kendisine verilen evrakta din hanesini doldurmadığı zaman sorunla karşılaşmıştır. Bu burjuva normların bile dışındadır. Kişinin dinî inancı, kendisine aittir. Bu devletin işi değildir. Oysa TC devleti tarihine baktığımızda Diyanet İşleri Başkanlığını görürüz. Bu, dinin devlet tarafından kullanılmasıdır. Laik burjuva devlet sisteminde, devletlerin dini olmaz. TC devletinin en başından beri dini İslam’dır ve dahası, Sünni İslam’dır ve mezhebi de bellidir. Halkın vergilerinden beslenen bir devlet kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı olarak dinin kullanılmasının açık biçimi olarak orada durmakta iken laiklikten söz etmek güncel burjuva politikanın ötesinde bir “bilimsel” anlam taşımaz.

Devletin kadrolarının laik olduğundan söz etmek, tuhaf bir açıklamadır. Çok sık tekrarlanmaktadır: TC devleti, “laik, sosyal hukuk devletidir.” Bunun gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa, bazılarının niyeti olabilir. Onlar, devleti, anayasada böyle yazdığı sürece, böyle kabul etmeye niyetlidirler. Hepsi bu olabilir.

Saray Rejimi’ni anlamamalarının bir nedeni, devleti anlamamaları olabilir. Ama daha baskın olanı, devlet konusunda halkı yanıltma istekleridir. Bu yanılgıyı beslemek istiyorlar. Bunun için, halka, Saray Rejimi’nin aslında “seçimlere” dayalı bir “meşru” yapı olduğunu anlatıyorlar. Buna bağlı olarak da, sakın sokağa çıkmayın, sakın devlete karşı, sisteme karşı topyekûn bir mücadelenin içine girmeyin diyorlar.

Bugün bunu yapmalarının önemli bir nedeni, işçi sınıfının, emekçilerin, sınıf bilincinin eksik olmasıdır. Onlar, işçi ve emekçilerin bu sınıf bilincinin gelişiminden korkuyorlar. Bu yolla ise, gerçekte Saray Rejimi’ni, CHP ve İYİ Parti’nin yetmeyen meşrulaştırma çabalarına katkı yapmak istiyorlar.

Saray Rejimi, oturtulmak isteniyor.

Söylenen şudur: Aslında başında Erdoğan olduğu için Saray Rejimi kötüdür. Oysa Saray Rejimi, yarın başına başkası geçse de kötüdür. Halkın, işçi ve emekçilerin düşmanıdır. Bu durum, dün gizlenebiliyordu. Bugün, devletin halkın düşmanı olduğu, işçi ve emekçilerin düşmanı olduğu açıktır, açığa çıkmaktadır. Bu nedenle, korkuları artmıştır. Bilim insanı sıfatlı tüm şarlatanlar, tüm OYT, devreye sokulmuştur ve hepsi birlikte, işçi sınıfını direnişten vazgeçirmeye, devrimci solu seçimlere endeksli bir muhalefet yürütmeye ikna etmek istiyorlar. Devrimci hareketin öznel yetersizlikleri, işçi sınıfının örgütlülüğündeki eksiklikler, direnişin henüz aşması gereken zorluklarının olması, onlara bu propagandaları için olanak sağlıyor. Devrimin zorluklarını görenler, bu yolla, düzen içi muhalefete eklensin istiyorlar.

Saray, efendisi emperyalistlerin emirlerini yerine getiriyor. Burjuva muhalefet ise, kendileri için emirler bekliyor, onları yerine getiriyor. Hepsi, aynı işi yapmaktadır.

Çökmekte olan sistemi ayakta tutmak için, burjuva cephe, egemenler, her yolla, tüm güçleri ile savaşmaktadır.

Ve buradan hareketle, burjuva muhalefet, solun CHP’nin yedeği hâline gelmesini, “demokrasi” mücadelesine eklenmesini, “Erdoğan gitsin sonra bakarız” politikasına yatmasını istiyor.

Oysa direniş cephesi, işçi sınıfının ayrı bir politika ile sahnede yer almasının zeminine sahiptir. Sol, tüm güçleri ile, Birleşik Emek Cephesi içinde, sisteme karşı savaşı yükseltebilecek olsa, küçümsenir bir güç değildir.

Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının, tıpkı “yetmez ama evet” gibi, tıpkı “ulusal çıkarlar” politikaları gibi, burjuvazinin yedeği hâline getirilmesine karşıyız.

Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının kendi yolunun, gerçek alternatif olarak örgütlenmesinden yanayız.

Bunun için, işçi sınıfından yana aydınların, namuslu herkesin, insan olmak bu sisteme karşı savaşmaktır, diyen herkesin, işçi sınıfının devrimci mücadelesini örgütlemek üzere saf tutmasını savunuyoruz. Evet biliyoruz devrim kolay bir yol izlemeyecektir. Bu, geçmiş yenilgilerimizle net bir hesaplaşmayı gerektirmektedir. Bunun zorluklarını görüp de, devrim saflarına katılmayı riskli olarak görenlerin varlığını biliyoruz. Ama bugün, devrim alternatifi, açık ve geniş kesimlerce tartışılıyorsa, bu zorluklarla başa çıkmanın olanakları da var demektir.

Elbette, kimseyi, kolay bir zafer için saflarımıza çağırmıyoruz. Ama devrimci sosyalizmin kendi zorluklarını aşmasının olanaklı olduğunu biliyoruz.

Bunun yolu olarak birleşik emek cephesini örgütlemeyi önemsiyoruz.

Saray Rejimi, halkın direnişi ile gidecektir.

Gerçekten demokrasiden yana olanlar varsa, samimiyseniz, şu soruyu sormalısınız: Kimin için demokrasi, burjuvalar için mi, işçi sınıfı ve halklar için mi? Eğer işçi sınıfı ve halklar için bir demokrasiden söz ediyorsanız, bunun tek gerçek yolu, devrimdir. Devrim, bugün, üzerinde yaşadığımız topraklarda, adım adım mayalanmaktadır. Gözümüzü buraya çevirmemiz gerekir.

Gerçekten anti-emperyalist bir mücadelede samimi iseniz, tarihten öğrenmelisiniz, tarih, anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olmakta bir tutarlılık elde etmenin mümkün olmadığını gösteriyor. TC devletinin kuruluşunda da bu vardır. Kapitalizmi yıkmadan, kapitalist-emperyalist zincirin içinde kalarak, anti-emperyalist olunamaz.

Seçim ve sandık hesapları üzerine dayalı eylemsizlik, işçi ve emekçilerin direnişine sırt çevirmektir.

Egemenler, tüm güçleri ile, her koldan, her seçeneği tartışarak, bir restorasyon süreci örgütlemektedir. Hiçbir şey işçi ve emekçilerin kurtuluşu mücadelesini savunanları, restorasyon çabalarının parçası hâline getiremez.

Bize reformlardan söz eden solcularımız, biraz ciddi olmalıdırlar. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olarak reformlar ortaya çıkabilir. Biz sonuna kadar gidemeyiz ve burjuvazi bir adım geri attığında ortaya reformlar çıkar. Bugün yanıbaşımızdaki Kürt devriminin tüm kazanımları, mesela Kürtçenin günlük kullanımı gibi, devrimci mücadelenin meyvesidir. Reform talepleri karşısında iktidarın gösterdiği iyi niyetin sonucu değildir. İşçi sınıfı, iktidar mücadelesinde, geçici bir durum olarak zafere ulaşamadığında bu reformlar ortaya çıkabilir. Ama bize düşen, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin zaferi için mücadele etmektir.

Devrimcilerin görevi, bugün gelişmekte olan direnişi, daha da boyutlandırmak, daha da sağlam hâle getirmek, daha bütünlüklü ve örgütlü hareket etmesini sağlamaktır. Devrimin uzun bir yol olduğunu biliyoruz. Ama devrimin sadece gerekli değil, mümkün olduğunu da görebiliyoruz. Mesele, biz devrimcilerin kararlılığındadır, mesele işçi sınıfının devrimci örgütlülüğündedir. Bu konuda daha almamız gereken yol olduğu açıktır. Biz, farklı olarak bu yolun, ancak işçi sınıfının devrimci yolunun örgütlenmesi ile alınacağı fikrindeyiz.

ABD hegemonyası, NATO ve savaş “histeri”si

Son aylarda, Ukrayna sorunu ile yatıp kalkıyoruz. ABD, Rusya’nın “Ukrayna’yı işgal edeceğini söylüyor. CIA, bunun için gün bile verdi, 16 Şubat 2022. Batı basını, tümü değilse de çoğunluğu, her gün Ukrayna meselesi ile yatıp kalkıyor. Elbette bizim Saray basınımız da. Saray, Ukrayna savaşı patlar diye ellerini ovuşturmakla kalmıyor, bu konuda ABD adına rol çalmaya, verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyor.

Ülkemizde de “savaş çıkar”, “savaş çıkmaz” diye tahminler birbiri ile yarışıyor. Öyle ya, hem NATO üyesi bir ülkedir Türkiye hem de Saray Rejimi’nin savaş ile aşkı dillere destan bir tetikçilik temeline dayanmaktadır. Bu durumda, savaş histerisi bizi yakından ilgilendiriyor.

Olur mu “savaş histerisi”?

Sanki, ABD emperyalizmi, savaş olmadan duramaz, yaşayamaz gibidir. Bu nedenle savaş ve gerginlik politikaları sürekli gündemi dolduruyor.

Böyle olunca, mesela Ukrayna’da, Rusya ne kadar “sağduyulu” davransa, ne kadar savaştan kaçınsa da, bu gerilimli hâl bir savaşa dönüşebilecek durumdadır.

ABD’nin bu savaş histerisi, sadece bugüne ait değildir.

ABD, hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşlarının “kazananı” olmayı başarmıştır. Her iki savaşta da, çok az yara almış, çok kazançlı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşizmini yenen, Sovyetler Birliği öncülüğündeki halkların cephesidir, sosyalizm cephesidir. Ama ABD, en uygun anında savaşa girebilmek için, Pearl Harbor saldırısını gerçekleştirsin diye Japonlara büyük provokasyonlar organize etmiştir. Sonunda savaşa dahil olmuş ve Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarını atarak, bitmiş savaşın Batı cephesindeki galibi unvanını almıştır. Hitler’in artıklarını toplayıp, Alman faşizminin tüm katillerini bünyesine alıp, “Batı dünyasının” lideri olmuştur. Büyük kazançtır ve “the great reset”in ilkidir.

İki dünya savaşı sonunda kapitalist-emperyalist kampın liderliğine oturmuştur.

Şimdi, bu hegemonyasını kaybetmektedir. Deniz Adalı’nın benzetmesi ile, bu hegemonya bir “eğik düzleme” binmiştir ve sürekli irtifa kaybetmektedir.

Hegemonyasının çözülmesi, Vietnam savaşı sonrasında başlar. Sahte (karşılıksız anlamında) dolar basarak ayakta duran bir sistem yaratılmıştır ve 1973’te petrol krizi ile bu sistem çökmüştür. Batı’nın anti-komünist savaş bayrağı altında ABD önderliğini kabul etmesi, bu hegemonyanın çözülüşünü yavaşlatıcı bir etken olmuştur. Petrol satışlarının dolara bağlanması ile, bu kriz atlatılmış ve daha büyüğü kapıya dayanmıştır.

Ekonomik olarak, Almanya ve Japonya, 1970’lerden bu yana, ABD ekonomisini geride bırakmıştır. Kontrolü altındaki dünya bankacılık sisteminin verdiği hızlı hareket etme olanakları ile Çin’e üretimi kaydırmanın öncülüğünü almış, bir nefes almış, ama bu da uzun sürmemiştir. Almanya ve Japonya ekonomileri, ciddi bir gelişimle, ABD ekonomisini geride bırakmıştır. Meseleye milli gelir rakamları ile bakanlar, bunu elbette göremezler.

ABD ekonomisi, daha çok askerî sanayie dayalıdır. Militarist bir ekonomidir. Oysa Japon ve Alman ekonomileri, İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda oluşmuş yasaklara da bağlı olarak, daha az militaristtir.

Sovyetler’in çözülmesi, anti-komünist savaş dayatmalarını bir nebze olsun azaltmış ve bu durum, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımını öne çıkarmaya başlamıştır. Doğu Avrupa ve Balkanlar konusunda Almanya ve ABD rekabeti biliniyor. Almanya, ciddi biçimde Doğu Avrupa’ya yayılmıştır.

Bugün, başlıca beş emperyalist güç arasında bir paylaşım savaşımı söz konusudur. Bunlar, ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Diğer bazı ülkeleri, mesela İtalya, Kanada vb. gibi, daha az etkileri olduğu için bir kenara bırakmak, durumu anlamayı etkilemez. Elbette onlar da bu savaşın içindedir.

Bu savaş içinde, ekonomik olarak ABD’nin gücünü zorlayan Almanya ve Japonya’dır. Ama, siyasal olarak Fransa ve İngiltere daha rahat hareket etme olanaklarına sahiptir. Bu durum, geçici ittifakların oluşumu ve bozulması, yeniden oluşumu sürecini etkilemektedir.

Bugün ABD, askerî alanda rakiplerinden üstündür.

Bu durumu sahaya yansıtmak istiyor.

İkizkuleler indirildiğinde ABD, bunu fırsat bilerek, Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Bu işgal politikaları, bizim cephenin “yeni sömürgecilik” dediği şeyi bir kere daha düşünmemize neden oldu. Olmalıdır da. Emperyalizm çağı, savaşsız ülkelerin sömürgeleştirilmesine olanak vermektedir. Sermaye ihracı bunu sağlamaktadır. Bu gerçektir. Ama Sovyetler’in olmadığı bir dünyada, sermaye, işgal politikalarını devreye sokmakta eskisinden daha cesur davranabilir ve öyle yaptılar.

Afganistan ve Irak işgali döneminde, Kissinger tarafından cesurca ilan edilen “tek dünya devleti” ya da “imparatorluk” politikası, “ABD’nin bir dış politikaya ihtiyacı var mı” küstahlığına kadar varmıştı. Dünya, ABD’nin egemenlik alanı olarak görülüyordu. Tüm dünya, ABD için “iç” idi, dış politikaya gerek kalmıyordu.

Sovyetler sonrası ABD politikasının ilk dönemi budur.

Ama istenilen sonucu vermemiştir.

Bölgemizi kasıp kavuran BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), bu birinci döneme aittir. Ama, istenilen sonucu vermemiş olan bu politikada, rötuşlar gerekli hâle gelmiştir. Zira bu süre içinde Almanya ve Japonya başta olmak üzere NATO müttefiki içindeki İngiltere de ABD’nin kontrolünden kurtulmak için hamleler yapmış ve yol da almıştır. Obama dönemi bu rötuşların dönemidir. ABD, güçlerini yeniden organize etmek, hegemonyasının çözülmesini durdurmak için yeni güç konuşlandırmak üzere harekete geçmiştir. Libya, ardından Suriye savaşı, aslında, bu eski politikanın bir kere daha denenmesidir. Ama sonuç daha da kötüdür.

Suriye savaşında, Rusya ve Çin’in sahaya inmesi, durumu değiştirmiştir.

Emperyalist Batı güçleri, Rusya ve Çin’i, kapitalist dünya sistemine, yeni ortaklar olarak kabul etmemiş, onlara sömürge olmayı dayatmıştır. Trajiktir: Rusya ve Çin, sosyalist iken sistemin kabul etmediği ülkeler idi, ama kapitalist yoldan ilerlemeye yöneldiklerinde de kabul görmediler. Emperyalist dünyaya yeni sömürge toprakları gerekli idi. Bunu da bu iki büyük güç reddetmiştir. Rusya’nın askerî gücü, Çin’in ekonomik gücü, tüm sistemi etkilemiştir ve ABD hegemonyasının çözülüşünü de hızlandırmıştır.

Suriye savaşının bir evresinde, 2013’te, Rusya ve Çin, açıktan sahaya çıkmıştır. Bu hem ABD’nin Suriye yenilgisi ile sonuçlanmış (ki savaş devam ettiği sürece hiç bir yenilgi tam yenilgi değildir) ve bu durum, hegemonyayı daha da fazla çözmeye başlamıştır.

ABD, bu durumda, Batı cephesini bir arada tutabilmek için, yeni bir düşman yaratmıştır. Uzun yılların Sovyetler’i kuşatma siyasetinin ürünü olan Yeşil Kuşak içinde beslenen, kullanılan İslamî unsurlar, IŞİD, El Kaide gibi isimlerle Batı’nın ortak düşmanı olarak sahaya sürülmüştür. Bugün -Afganistan ve Irak da dahil- ABD, istediklerine ulaşamamış durumdadır. Suriye’de durum, ABD açısından zafere uzaktır.

İşte Biden ile başlayan yeni ABD politikası -Biden’dan çok yakın gelecekte Harris adı ile anılacaktır-, NATO’yu tekrar diriltmek, toparlamak ve Rusya’ya karşı, Çin’e karşı daha açık bir savaş yürütmek olarak ortaya konmuştur.

İşte Ukrayna meselesi bu açık savaş politikasının uygulama örneğidir.

ABD, NATO’yu devreye sokmuştur.

NATO, emperyalist kampın bir savaş makinasıdır. NATO’nun, bizim bazı liberal solcularımızın, AB hayranlarının sandığı gibi, barışla, demokrasi ile alakası yoktur. Zerre kadar yoktur, hiç de olmamıştır. Liberal solun Batı hayranlığı, anti-komünist Soğuk Savaş döneminin kalıntısıdır, başka bir anlam ifade etmez. Bu nedenle, Batı değerlerine bağlı kalalım yeter, NATO üyeliği de dahil, demeleri, körlük değil ise, nesnel olarak emperyalist cephenin savunusudur.

NATO, anti-komünizm ile özdeştir, savaş kundakçılığı ile özdeştir, Batı dünyasının emperyalist saldırganlığı ile özdeştir, ABD hegemonyasının önemli araçlarından biridir. Ki bugün, ABD’nin elinde hegemonyasını sürdürmek için kalan en önemli uluslararası örgütlenmedir.

ABD, tüm Batı cephesini, kendi etrafında IŞİD korkusu ile birleştirmeyi başaramadı. Bu artık işlemez. Bu durumda yeni düşman, eski düşman olan Sovyetler’in yerine, Rusya ve Çin olarak tarif edilmektedir.

ABD, emperyalist rakiplerine, gelin Rusya ve Çin’i birlikte yenelim, sonra önümüze yepyeni bir sömürge coğrafyası açılacak, demektedir. Projeleri budur.

Bu proje bugün, Rusya’yı baş hedef hâline getirmek şeklinde işlemektedir.

Anlaşılırdır.

Rakiplerine göre askerî açıdan üstün olan ABD, Rusya’nın askerî gücünü bir tehdit olarak sunmaktadır. Ukrayna’da yaptığı budur. Bu askerî güçten korkmalarını istemektedir. Böylece Rusya’ya karşı kendi kanatları altına sığınmalarını istemektedir.

Öte yandan, eğer Rusya’ya karşı saldırı tehditleri artarsa, Rusya’nın Çin ile ittifakını bozabileceğine yatırım yapılmaktadır. Yani bu iki yönlü stratejidir; bir, Rusya ve Çin ittifakını bozmak, iki, AB’yi ABD’nin kontrolüne yeniden sokmak.

Demek oluyor ki, Ukrayna savaşı, Rusya’ya karşı provokasyon olduğu kadar, AB’ye karşı da açık tehdittir.

Bunu AB’nin, Almanya ve Japonya’nın, Fransa’nın görmemesi mümkün değildir. İngiltere ise, bu süreçte, ABD ile yakınlaşarak, hem kendini sağlama almaya çalışmakta hem de ABD’nin tahtına aday olduğunu açıklamaktadır. ABD ile çatışmadan, onun yardımcısı olarak bunu yapmak istemektedir.

Kasım 2021’den başlayarak, Ukrayna sorunu ortaya çıkarılmış, alevlendirilmiştir.

ABD, Karadeniz’de güç gösterisi yapmıştır, İngiltere ardından gitmiştir, Fransa ha keza. Ama Rusya, bu sürtüşmede, kendine ait iki uyduyu uzayda vurarak indirince, durum değişmiştir.

Bu kez, Ukrayna içine neonazilere destek vermek üzere, asker, askerî uzman, IŞİD’li savaşçı, paramiliter güçler, silah vb. yığılmaya başlanmıştır. Bağımsızlığını ilan eden iki bölgeye karşı, Ukrayna, her türlü provokasyon ve saldırıyı devreye sokmaktadır. Buna karşın, Rusya, savaş zorunlu ise hazırız, mesajını verecek hamlelere başlamıştır.

Gerilim tırmandırılmıştır.

Tüm Batı medyası, tümü değilse de büyük çoğunluğu, yalan ve uydurma haberlerle beslenmiş ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceği sanki bir gerçekmiş gibi sunulmuştur, sunulmaktadır. Bu yolla, yapay bir gerçeklik üretilmektedir. Batı cephesinde bu eski bir alışkanlıktır, eskimiş bir numaradır ve eski numaraların devreye bu denli şiddetle alınması, çaresizlik olarak görünmektedir.

Elbette bunca gerilim, iplerin bir yerden kopmasına da neden olabilir. ABD ve Batı, Ukrayna’daki vatandaşlarını geri çağırmış, Kiev’deki elçiliklerini boşaltmıştır. Böylece Rus işgali tezi işlenmektedir.

Rusya’nın kuşatılması için Kazakistan’da yapılan deneme boşa çıkmıştır. Şimdi, eğer Ukrayna’da savaş naraları işe yaramazsa, ABD, bir provokasyon için her şeyi yapacak gibi tutum almaktadır.

Rusya, açık olarak NATO’nun sınırlarından çekilmesini istemiştir.

NATO, bir savaş makinası ve ABD hegemonyasının Soğuk Savaş dönemindeki askerî dayanağı olarak yaşatılmak istenmektedir. Kore savaşının kundakçısı ABD ve NATO’dur. Türkiye, Kore savaşına katılmak bedelini ödeyerek NATO’ya üye olmuş bir ülkedir.

NATO, üye ülkelerde de Gladio gibi aygıtları yaratan, besleyen bir iç savaş örgütü olmuştur. Ülkemizde 1952’den bu yana gerçekleşen her katliamda NATO’nun izleri vardır.

Bugün, Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri, hep birlikte NATO şemsiyesi altına toplanma hevesindedir.

Ukrayna süreci gösterdi ki, aslında bu ülkeler, nasıl bir yola girdiklerinin de çok farkında değildirler. Ukrayna’nın İngiltere elçisi, bir vesile ile, savaş istemediklerini, NATO üyeliğinden vazgeçmeye hazır olduklarını söyleyince, kıyamet koptu. ABD ve İngiltere bu açıklamaları reddetti. Ukrayna, bağımsız bir ülke midir şimdi? Ukrayna Başkanı, elçinin açıklamalarını düzeltti. Demek oluyor ki, Ukrayna içinde ABD ve NATO güçleri egemen olmaya çalışmaktadır. Ukrayna’da gizli bir iç savaştır bu.

Biden’ın gelgit aklı, duruma yetmedi ve Harris, devreye girdi. Açıklamalar yapmaya başladı. Demek ki, bu iç savaş, ABD içinde de kargaşa yaratma eğilimindedir.

Tüm bu süreçte, ABD’nin iki tetikçisi, Polonya ve Türkiye devreye girmiştir.

TC devleti, açık bir ABD tetikçisidir. Bunu biz, Suriye’den, Irak’tan, Libya’dan, Ege’den, Kafkaslardan biliyoruz. Şimdi buna Karadeniz ve Ukrayna eklenmiştir. Saray Rejimi, açık olarak Ukrayna cephesinde yer aldığını beyan etmiştir. Ardından da durumu toparlamak üzere, Rusya ve Ukrayna arasında arabuluculuk önermiştir. Rusya’nın duruşu, NATO’nun bir adım geri atmasına neden olmuştur.

Şimdilerde NATO, aslında Rusya’nın tüm Avrupa’yı işgal etmeyi planladığını beyan etmektedir.

Karanlıktan beslenen emperyalist egemenlik, savaş naralarını yükselttikçe, saklanabilmek için karanlığı daha da artırmakta, zifiri karanlığa çevirmektedir. Tüm Batı basını, hep birlikte, bu propagandanın arkasındadır.

İşte size Batı değerleri.

İşte size gazetecilik etiği.

İşte size haber alma hürriyeti.

Pandemiye karşı geliştirilen ilk aşı olan Sputnik V’i kabul etmemek için her dereden su getiren Batı, insanlık değerleri diye liberal “aydın”ların sarıldığı Batı, işte budur. Emperyalistler, her zaman maske ile dolaşırlar, her zaman güneş altında durmak yerine karanlığa sığınırlar, her zaman demokrasi şampiyonu gibi davranırlar, her alanda kendi değerlerini “insanlık değerleri” olarak sunarlar. İngiliz, Amerikan, Hollanda, İspanyol sömürgelerine gidin ve bu değerlerin ne olduğunu, medeniyet taşımanın ne olduğunu onlara sorun. Irak’a gidin ve ölü, öksüz, sakat çocuklara demokrasinin nasıl taşındığını sorun.

İşte Batı değerleri diye yere göğe sığdırılamayan değerler bunlardır.

NATO, bu sistemin kanlı örgütüdür, savaş kundakçısıdır, dünyayı tehdit eden bir ağın askerî gücüdür, tekelci egemenliğin kendisidir.

Ukrayna halkı, bu NATO’yu mu istemektedir?

Ukrayna halkına sorulsa eğer, Rusya ile bir savaştan yana mı olacaklardır?

Ukrayna’da, Kanada ve ABD’den getirilen, eski Nazi artıkları ile iktidar alınmıştır. Bunu demokrasi olarak Ukrayna halkına satmak mümkün müdür?

ABD, savaş politikalarına devam etmek zorundadır. Bu onun için bir yaşamsal meseledir. Yoksa hegemonyasını kaybedecektir. Barış içinde kendi hegemonyasını kaybetmeyi kabul mü edecektir? Sanmıyoruz. Bu çok ama çok iyimser yaklaşım olur. Savaşın yıkıcılığı açıktır, ama NATO ve ABD’ye boyun eğmek, barışın garantisi olabilir mi?

ABD, diğer emperyalist rakiplerine göre askerî alanda daha güçlüdür ve bu hâlâ böyledir. Almanya ve Japonya, çok barış sever olduklarından değil, ama askerî güçleri yetmediğinden, bu savaşı ertelemek istemektedirler.

İngiltere’nin tuhaf başbakanı Johnson, Rusya’nın 1945’tekinden daha büyük bir savaş planladığını iddia etmektedir. Oysa İkinci Dünya Savaşı, Hitler Almanyası’nın başlattığı bir savaş olarak biliniyor. Johnson, bu savaşın sonuçlarına bakıyor ve Kızıl Ordu’nun Berlin kapılarına dayanmasını hatırlıyor. Ölmüş olan 20 milyon Sovyet insanını hatırlamasını beklemek hata olur elbette.

Saray Rejimi, bu savaşta ABD tetikçisidir. Kimse Türkiye’ye, kimin yanındasın diye sormayacaktır. Saray Rejimi, hem kendi geleceği için bu savaştan yanadır hem de savaş ekonomisi bunu gerektirmektedir. Bu sadece Erdoğan’ın isteği değildir, onunla birlikte tüm TC devletinin politikasıdır, vazgeçilmez politikasıdır.

Bu nedenle TC devleti, savaş politikaları söz konusu olduğunda, ABD’den çok ABD yanlısı olarak hareket etmektedir. Tetikçilik de budur. Bunu gerektirir.

Savaş histerisi, tüm emperyalist kampı sarmış gibidir. ABD’nin histerisi, şimdi, tüm Avrupa’yı sarmaktadır. Oysa ABD’nin tehdit ettiği ana unsur, Rusya kadar AB’dir de.

Tüm bu politikalar, ABD’nin, AB’yi, kendi politikalarının esiri hâline getirme isteğinin açık kanıtlarıdır.

Bu savaş, emperyalist sistemin bunalımının da sonucudur.

Bu savaşı durduracak tek güç, dünyada gelişecek bir yeni sosyalist devrim dalgasıdır. Dünya proletaryası böylesi bir savaşı önleyebilir. Bu savaştan en çok zararı görecek olan, her savaştan en çok zararı gören, işçi sınıfı ve emekçilerdir. Bu nedenle de işçi sınıfı ve emekçiler, bu savaşı durdurmak için, devrim bayrağını dalgalandırmak zorundadır.

ABD, bugün Ukrayna’da geri adım atsa, yarın bir başka yerden savaşı körüklemeye başlayacaktır. Afganistan’dan kuvvetlerini çektiğinde ABD Başkanı, gelip giden aklı ile, bu geri çekilmenin daha büyük savaşlar için yapıldığını ilan etmiştir. Bu nedenle, ABD’nin durmasını beklemek mümkün değildir. ABD emperyalizmi, bu savaşa muhtaçtır.

Bu savaşı durduracak güç, dünyanın her yerindeki proletaryadır.

Artık, dünyada yeni bir dönem açılmaktadır. Bu dönem, sınıf savaşımının öne çıkacağı bir dönem olacaktır. Bunun birçok açıdan işaretleri mevcuttur. Bu nedenle, bir toplumsal devrim, dünyanın herhangi bir bölgesinden kapitalist zincirin kırılması, büyük bir olasılıktır. Devrimci iradenin, gözünü bu noktaya dikmesi gereklidir.

Ukrayna’da da bir devrim, bir altüst oluş, tüm durumu düzeltme olasılığını yaşama geçirebilir.

ABD emperyalizmi, Rusya ve Çin’e karşı, onların çevresinde her türlü savaş kundakçılığını geliştirmeye devam edecektir. ABD tetikçisi olarak TC devleti, bu her türlü savaş gerginliğinin, savaş hâlinin içine dalmaktan geri durmayacaktır. Öyle ise, ülkemizde de gelişecek bir devrim, dünyanın değişmesi için büyük bir olanak olmaya adaydır.

Elbette biliyoruz, devrim, kendiliğinden gerçekleşmez. Bir örgütün, işçi sınıfının öncü örgütünün eseri olacaktır. İşçi sınıfı, ancak devrimci öncüsü etrafında kenetlendiğinde gerçek bir güç, dünyayı değiştirebilecek bir güç hâline gelebilir.

Nesnel durum ile, devrimi gerçekleştirecek öznel güç arasındaki açıklık, bugünün ana sorunudur. Bu sorun, bizi olayları seyreder pozisyona kilitlememelidir. Tersine, tüm gücümüzle işçi sınıfının örgütlenmesi mücadelesini yürütmek zorundayız. Seyretmek, kendini hareketsiz kılmak, kabul edilemez.

Sahi elektrik çarpar mı? Çarparsa kimi çarpar?

Aylardan Kasım ayı idi, 2021. Yani, birkaç ay öncesi sayılır. Kaldıraç Hareketi, elektrik, su, doğalgaz, sağlık, eğitim gibi alanların hem kamulaştırılmasını hem de ücretsiz hâle getirilmesini işçilerin güncel talebi olarak öne sürdü. Konu asgarî ücret tartışmaları idi. Sendikalar, asgarî ücret üzerine tartışırken, şu kadar olsun, şu kadar olmalı diyorlardı. Sürekli olarak TÜİK’in enflasyon rakamlarının yanlış olduğunu dile getiriyorlardı, hâlâ getiriyorlar ve asgarî ücret için rakamlar veriyorlardı. Oysa asgarî ücret tespit komisyonu baştan aşağıya bir oyundur ve TÜİK rakamları, resmî yalanlardan bir kısmıdır. Soylu’nun, bir yıl önce ülke içinde 160 terörist kaldı demesine benzer. Çünkü aynı Soylu, birkaç ay sonra, bu rakamdan fazla sayıda teröristin öldürüldüğünü de açıklar. TÜİK rakamları da böyledir.

Saray Rejimi, yalan ve karanlıktan faydalanarak yaşamak istiyor. Baskısı ve şiddetinden önce, bu yalan ve karanlık vardır ve her şeyi karanlıkta bırakmak için, daha fazla karanlık, daha fazla yalana sarılıyorlar.

Sendikaların, TÜİK’in rakamlarını ciddiye alması saçmadır. Nihayetinde Türk-İş, Hak-İş birer devlet sendikası olsalar da, bu rakamları doğru kabul etmeleri saçmadır. Burjuva sistem içinde de her birinin oynayacağı rol gereği bu böyledir. Oysa Saray Rejimi, yaşayabilmek için, var gücü ile saldırdığı için, en küçük bir aykırı sese tahammül edemiyor. Sendikalar da bunu biliyor. Türk-İş Başkanı, bir günde yerinden edilebileceğinin bilincindedir.

İşte bu nedenle, asgarî ücret oyunu, sahneye konurken, hem Saray Rejimi bundan ne fayda çıkarabilirim diye düşündü, hem de sendikalar, yerimizi korumak için, nasıl bir davranış yolu tutalım diye düşündü.

Oysa mesele, insan olarak yaşamaktır.

Elektrik, su, doğalgaz, sağlık ve eğitim, ulaşım hizmetleri, eğer ücretsiz olursa, eğer bunlar kamulaştırılırsa, bir nefes almak mümkün olabilir. Bu hem işçiler için kamulaştırmanın önemini anlama anlamında bir yol olur, hem de ciddi bir maddi rahatlama sağlar.

Şimdi, asgarî ücretteki artışın, zamlarla ne kadarının eridiği tartışılıyor. İyi ama bu zaten bilinen bir gerçektir. Yarın da böyle olacak. Asgarî ücret, işçilerin ücretleri, memurların maaşları artacak, ama bu artış, vergilerle, artı enflasyonla geri alınacak. Hep böyle olmuştur.

Bizim sendikalarımız, sadece “dolar kuruna bağlı” gelir kaybı hesabı yapmaya başlayınca, yine hatalı bir iş yapmış olurlar. Elbette kur, bir hesaplama yoludur. İyi ama asgarî ücretle ne kadar simit, ne kadar ekmek alındığı da bir hesaplama yoludur. Bunların hepsini ortaya koymak gerekir. Dahası, açık ve net bir biçimde, vergilerin + enflasyonun, işçilerden kapitalistlere para transfer etmenin, gelir transfer etmenin aracı olduğunu, yolu olduğunu ortaya koymak gerekir.

İşte bu kamulaştırmalar, tersi bir işlev görürler. Elektrik, su, doğalgaz, eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlar, işçilerden kapitalistlere sermaye transferinin en hızlı ve kesin yollarıdır. Bunu önlerseniz, işçilerin nefes alma ihtimali artar. Ki, bu sadece günlük mücadeledir ve sonuçta işçi sınıfının kurtuluşu demek değildir.

Sendikalar, DİSK dahil, bunu söylemekten, kamulaştırma isteklerinden geri durdular.

Bugün, Kasım 2021’de bu kamulaştırma bildirilerinin yayınlanmasının ardından, 3 ay geçmiş bulunuyor.

Saray Rejimi, tüm tekeller adına, tüm burjuvalar adına krizin faturasını halka yıkmak için önemli bir araçtır. Ne de olsa Saray’daki “sultan”dan bozma, hızlı kararlarla, kapitalistlerin kârlarına kâr katacak hamleler yapmakta mahirdir. Saray, tümü ile bunun için hazırdır.

Ekonomistler Saray’ın ekonomik hamlelerine kızıyorlar. Bu hamlelerin “ülkeyi kurtarmayacağını” söylüyorlar. Doğrudur da, eksiktir. Çünkü zaten Saray’ın ülke dediği şey, olsa olsa uluslararası sermaye ve tekellerdir (bazan sadece Erdoğan ailesine kadar daralsa da). Yani, tekeller için, Saray Rejimi’nin ekonomik kararlarının hiç bir sakıncası yoktur. Zaten onlar için bu kararlar alınmaktadır.

Biz açık ve net bir biçimde, birçok yolla, Saray Rejimi’nin, “yağma-rant ve savaş ekonomisine” dayandığını açıklıyoruz. Israrlıyız, “yağma ve rant” ekonomisi demek yetersizdir. Dahası, Saray Rejimi’ni açıklamaz. Saray Rejimi’ni, sadece Erdoğan ve ailesi, beşli çete vb. olarak ele almaya neden olur. Bu CHP’nin zorla geldiği noktadır. CHP, 2 yıl önce Saray Rejimi’ni, Erdoğan ailesi ile açıklıyordu. Bugünlerde, çok şükür, beşli çeteyi de işin içine kattılar. İyi ama, neden uyuşturucu işi yok, neden Falyalı öldürüldüğünde CHP’den ses çıkmaz, neden savaş ekonomisi yok? Savaş ekonomisi, uyuşturucu da içinde, daha kritik bir roldedir. TC devletinin, Irak’a, İran’a, Libya’ya, Suriye’ye, Ege’ye, Ukrayna’ya, Kafkaslara, Kazakistan’a saldırı konusundaki hevesleri, bu savaş ekonomisinin de gerekleri içindedir ve tetikçilik rolü, bunu gerektirmektedir.

Tüm bunların elektrik başlığı ile ilişkisi ne? Oraya geleceğiz.

Ama öncelikle, bizim “ekonomistlerimizin”, savaş ekonomisini anlaması, bilince çıkarması önemlidir. Eğer savaş ekonomisi yoksa, yağma ve rant, Erdoğan ailesi ve birkaç müteahhit ile sınırlı bir mesele hâlini alır.

* * *

Saray Rejimi, elektrik fiyatlarını, son dönemlerde sürekli artırıyor.

Bazı mallar, bazı hizmetler, fiyatları devlet tarafından belirlenen mallardır. Mesela domates bugün böyle değildir. Fiyatını devlet belirlemez. Ama elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, eğitim ve sağlık bu alanlardandır. Her biri de aynı değildir. Mesela eğitim ve sağlık biraz daha farklıdır.

Peki neden kapitalist sistem, bu fiyatları “kutsal piyasa ekonomisine” göre belirlemiyor? Çünkü bu hizmetler, gerçekte, kamu hizmetidirler ve bunları özelleştirseler de, fiyatları, siyasal sonuçlara yol açabilecek mal ve hizmetlerdir. İşte, sendikaların, kamu hizmetlerinin kamulaştırmasını istemesi, aslında “ileri bir talep” de değildir. Gerekli, günlük yaşam açısından önemli bir taleptir o kadar.

Sistem şöyle işliyor. Devlet, elektrik dağıtımını özelleştirdi. Ama elektriği kendisi üretiyor. Bunun dağıtımı da ülke çapında bir hat gerektiriyor ve bu altyapı, zaten hâlihazırda, devlet tarafından yapılmıştır. Mesela bir şirketin, tüm ülkenin sıfırdan enerji hatlarını, telefon hatlarını, ulaşım hatlarını kurması mümkün değildir. Bu hatlar kurulmuştur. Bu halkın vergileri ile yapılmıştır. Devlet, elektrik dağıtımını özelleştirirken, bu hatları, özel şirketlerin kullanımına verdi. Altyapı budur.

Yani, diyelim ki bir özel şirket, mesela Sabancıların dağıtım şirketi, sıfırdan enerji dağıtım hatları kurmaz. Özel şirket, devletin altyapısını kullanır. Üstelik, elektrik enerjisini, mesela kamyonlarla sevk etmez. Şalter açık ise, enerji kendi kendine ilerler.

Devlet, bu özel şirketlere, elektriği satar.

Diyelim ki, siz, bir güneş enerji paneli kurdunuz, oradan kendi elektriğinizi sağlamak istiyorsunuz. Buna devlet, doğrudan izin vermez. Size, elektriği bana sat, ben sana vereyim der. Siz ürettiğiniz elektriği devletle takas edersiniz. Fazlasını devlet sizden satın alır, ihtiyacınızdan az enerji üretmişseniz, kullandığınızı size fatura eder. Yani devlet bu alandaki “tekel”ini korur. Yoksa süreci denetleyemez. Ayda 70 bin TL fatura ödeyen her dükkân, kendi enerjisini üretmek için harekete geçmeye başlar ve buna müdahale etmezse devlet, denetimini de kaybeder. Bu durumda enerji işini alan şirketler, zarar ederler.

Özelleştirme yapılırken, Saray, birçok kişiye sermayesi olmadığı hâlde, bu ihaleleri vermiştir. Bu işin rant dağıtım ayağıdır da. Rant varsa, yağmalanacak bir şey varsa, devlet, bunu kime vereceğine karar verir. Bu şirketler, dolar cinsinden borçlar alırlar ve işe girerler.

Devlet bunlara, 2,9 cent/USD cinsinden fiyatla enerjiyi satar. Bu şirketler zora girince, sanırım 2020’de olsagerek, devlet bu fiyatı 2,35 cent’e indirdi. Bugünkü kurla bu, 0,31-0,32 TL eder. 2021 yılında elektriğe defalarca zam yapıldı. Yani, dağıtım şirketlerinin 0,32 TL’ye aldıkları elektrik fiyatı (maliyeti) değişmediği hâlde, onların satış fiyatları artırıldı. Böylece bu şirketler, daha büyük kârlar elde ettiler. Buna sermaye transferi diyebiliriz. Devlet, bu şirketlere, bedavadan kaynak aktarmıştır. Bu çoğu batık durumda olan şirket, bu yolla yeni kaynaklar elde etti.

Bugün, yaz-kış saati uygulamasının kaldırılması da, bu elektrik şirketlerine kaynak aktarmanın bir yoludur. Ne kadar çok tüketim, o kadar çok kaynak.

Yetmez, sayaç okuma bedeli, güvence bedeli, kayıp-kaçak bedeli gibi adlarla faturalara eklenen tutarlar, elektrik soygununun yolları olarak devreye sokulmuştur. Siz, “benim sayacımı okuma” diyemezsiniz. Bir dükkâna gittiniz, gömlek alacaksınız, karşınızdaki kişi size gömleği 100 TL’den satıyor, sonra, kredi kartı makinası kullanım bedeli, ardından fiş bedeli, ardından iyi hizmet bedeli vb. adlarla sizden ilave paralar istiyor olsa, sanırım o dükkândan çıkarsınız. Oysa elektrik kullanımında bu durum söz konusu değil. Milyonlarca aboneden 2 TL fazla toplasa, dünya para eder. Ama siz, buna itiraz dahi edemezsiniz. Diyelim ki, dava açacaksınız, iyi ama Saray Rejimi ne güne duruyor? Sizin davalarınız, size bir ekonomik yük yüklemekten başka sonuç vermez. İşte bir kere daha Saray Rejimi’nin şirketler için ne kadar faydalı olduğunu anlamış olursunuz. Yargı, bu nedenle Saray Rejimi’nde kolluk-kuvvetlerinin bir parçası olarak açık bir tehdit unsuru olarak örgütlenmiştir.

20 Aralık’ta dolar zirve yaptıktan sonra, 20 Aralık gecesi “dolara karşı asrın fethine” çıkan Erdoğan ve gözleri ışıldayan bakanı, baştan aşağıya yalan yanlış hamlelerle “ekonomiye nefes” aldırdılar. Böylece, dolar bir yerde “durdu” (durmadığını biz biliyoruz ve yakında göreceğiz). Ama tekeller için bu yeterli değildir. Asgarî ücret artmıştır ve bunun geri alınması mekanizmaları devreye sokulacaktır. Günü kurtarmanın başka yolu yoktur. 31 Aralık gecesi, saat gece 24:00’ı geçer geçmez, yeni zamlar devreye sokuldu. Bunlardan en acıtanı, elektrik zamları oldu.

Bugün, dağıtım şirketleri, 2,35 cent üzerinden aldıkları elektriği (yani 0,32 TL’den aldıkları elektriği), ortalama 155,25 TL’den (11,5 cent üzerinden) halka satmaktadırlar. Bu yaklaşık beş kat kârlılığa denk düşer.

İşte bu yolla elektrik şirketlerine büyük bir kaynak aktarılmaktadır.

Elektrik fiyatlarındaki bu devasa artış, hem hazineden finanse edilmekte, çünkü maliyetler artırılmamıştır, hem de halktan zorla para toplanarak, bu şirketlere para aktarılmaktadır.

İşte CHP ve burjuva partilerin tuhaf tutumları da burada bir kere daha açığa çıkıyor. Onlar bu çıplak gerçekleri halka söylemiyorlar. Çünkü bunu önlemenin tek yolu, kamulaştırmadır. Ama bu kamulaştırmanın, başka bazı toplumsal sonuçlara yol açacağı düşüncesi vardır. Dahası, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”nin zarar göreceği fikri vardır.

Bu zamlara karşı, özellikle de elektrik zammına karşı, halktan tepkiler yükselmeye başladı. Bir yandan gösteriler başladı, bir yandan dükkânların camlarına elektrik faturalarının asılması. Ve çok ciddi miktarda hane, elektrik faturalarını ödeyemez hâle geldi. Dahası, halk, elektrik kullanımını bedavaya getirecek teknik önlemler almaya başladı. Tümü, gerekli ve meşrudur.

İşte bu noktada, birçok açıklama gelmeye başladı.

İlki cem evlerinin talebidir. Onlar, “biz de elektrik faturalarını ödemeyeceğiz” dedi. Öyle ya, biz de ibadethaneyiz, nasıl ki camiler, kiliseler, sinagoglar ödemiyor, biz de ödemeyelim, dediler. Haklı gibi duruyor ama eksiktir.

Bizim önerimiz şudur: Sinagoglar, kiliseler, camiler, cem evleri, hepsi kendi faturalarını ödemek zorundadır. Değil mi ki, “laik”likten söz ediliyor. Öyle ise, sinagoglar, kiliseler ve camiler de faturalarını ödesinler. Devlet, hiçbir ibadethanenin parasını ödemesin. Sinagoga hiç gitmeyen, kiliseye hiç gitmeyen, camiye hiç gitmeyen, neden onların elektrik paralarını ödesin ki? Dinî kurumların masraflarını, laik bir ülkede, dinî cemaatler öderler. Belki o zaman elektrik tasarrufu da sağlanmış olur. Bu, doğalgaz, su vb. için de geçerlidir.

Doğru talep, biz de ödemiyoruz, değildir. Doğru talep sinagoglar, kiliseler ve camiler de elektrik paralarını ödesinlerdir, tıpkı cem evleri gibi.

İkinci açıklama, Kılıçdaroğlu’ndan geldi.

Gelmesi uzun sürdü.

Çünkü Kılıçdaroğlu, “Saray Rejimi’nden” olur bekledi. Ne zaman halk, elektrik faturalarını ödeyemez hâle geldi, ne zaman protestolar büyüdü, CHP devreye sokuldu, “ben de ödemeyeceğim” dedi. Bahçeli, Kılıçdaroğlu’na, mum gönderme kampanyası başlattı. Karanlıkta oturmasına içi elvermedi.

Erdoğan, bizden önce elektrik yoktu türünden açıklamalar yaptı ve mum ile gaz lambası kullandığınızı hatırlayın, dedi. Halkı nankörlükle suçladı. Ama Bahçeli, halka mum gönderme kampanyası başlatmadı, askıda gaz lambası kampanyası başlatmadı. Ne zaman Kılıçdaroğlu ben de ödemeyeceğim dedi, o zaman “elektriğini keseriz” tehdidi ile ona mum gönderme kampanyası açtı. Büyük atasözleri dizisine, Atasagun ekibi, mum kampanyası parodisini ekledi. Ama Bahçeli, Isparta’da 4 gün elektriksiz kalan, mum ışığında romantik yemekler yediği hâlde zevk almayan, soğuktan donan, gaz lambası bulamayanlara da, bir yardım eli uzatmadı. Oysa Bahçeli’den beklenirdi, değil mi? İçişleri Bakanı, Kıbrıs ile çok meşgul olduğu için, bu konuda açıklamayı Bahçeli’ye bıraktı. Ne de olsa elektrik meselesi artık siyasal bir mesele hâline gelmiştir. Bahçeli, yakında, Sedef Kabaş gibi açıklama yapan insanların bulunduğu kanalların elektriğini kesme önerisini de hazırlar diye düşünüyoruz. Kabaş’a elektrik falakası uygulansın, Merdan Yanardağ’a da karanlıkta kalma becerisini geliştirme cezası. Ne de olsa dünya karanlığa gidiyor, Merdan, şimdiden alıştırma yapmış olur. Böylece Sedef Kabaş, haddini aştı demek zorunda kalmaz.

Üçüncüsü var. 13 Şubat’tan başlayarak, saat 21.00’da elektrikleri 1 saat kapatma kampanyası önerildi. Yazık.

Evet, eylem eylemdir.

Ama Susurluk sürecinden kalma, insanların en geri eylem biçimleri ile hareket etmek zorunda kaldığı dönemlerden kalma eylemleri hâlâ önermek büyük unutkanlık değilse nedir? Gezi Direnişi’ni hatırlamıyorsanız dahi, bari daha dün gerçekleşen yürüyüşleri, işçilerin eylemlerini, Migros’u, Farplas’ı hatırlayın, Boğaziçi’ni, kadın eylemlerini hatırlayın.

Devlet, nasıl bir devlet olursa olsun, bir açıdan bakıldığında açık bir soyma işine girişmiş iken, bir açıdan bakınca, doğrudan bu şirketlere kaynak aktarma işini yürütürken, böylesi ışık kapatma eylemlerini önermek artık kendinden korkma hâlinin göstergesidir.

Demek 1 saat ışıkları söndüreceğiz.

İyi ama birçok insanın evinde elektrik yok, saatleri kapatılmış, elektrikleri zaten kesilmiş durumdadır. Zaten insanlar, ısınabilmek için güneşi bekler hâldedirler. Soğuktan donanlar vardır. Elektriği saatlerce kesilenler vardır. Şimdi, tüm bu insanlar, bu müthiş eyleme katılmayacak mı? Olur mu hiç!

Talep açık ve nettir. Elektrik, su, doğalgaz, sağlık ve eğitim ücretsiz olmalıdır. Bu kamulaştırma ile sağlanmalıdır.

Bu olana kadar, elbette, işçiler, emekçiler, tüm halk, elektriği bedavaya getirecek her türlü yolu denemek zorundadır. Bu hem bir haktır, hem de bir eylemdir.

Devlet koruması altında, devlet eli ile, şirketlerin halkı soymasına, fahiş faturalar ortaya koymalarına nasıl izin verildiğini biliyoruz. Öyleyse kimse bize, “yasalar”dan söz etmesin. Kimse bize, elektriklerin faturası ödenmezse, saatleri sökeriz demesin. Mahalleler, bu saatleri söktürmemenin yolunu bulmalıdır. Yoksula, başka seçenek bırakılmamıştır. Öyle ise bu yaşama hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Elektrik, eğer faturasını ödemeye kuzu kuzu devam edecekse, işçi ve emekçileri çarpacaktır.

Eğer, işçi ve emekçiler, faturaları ödemeyi, elektriklerin kesilmesini önlemeyi, elektrikleri ücretsiz, bedava hâle getirmeyi başarırlarsa, işte o zaman elektrikler halkı değil, Saray Rejimi’ni çarpacaktır?

Evet cereyan insanı çarpar.

İşçi ve emekçileri çarpmasın istiyorsak, bizi çarpmasın istiyorsak, tek seçenek vardır: İktidarı çarpmasını sağlamak.

Kaldı ki, mesele sadece elektrik faturaları, elektrik fiyatları meselesi de değildir. Doğalgaz, sağlık, eğitim, yeme-içme faturaları da hayatı yaşanmaz kılmaktadır.

Ölmek ucuzlamakta, hayatta kalmak pahalılaşmaktadır.

İş cinayetler artmakta, kadın cinayetleri artmakta, çocuk cinayetleri artmakta, intiharlar artmakta, kısacası, Saray Rejimi, işçi ve emekçilere hayatı zindan etmektedir. Bir ekmek bulabilmek pahalılaşmaktadır.

Utanmazlar, soğan-ekmek yiyin diye tavsiyeler veriyorlar, TV ekranlarından çöplükten toplanan malzemelerle yemek yapma yolları öğretiyorlar, kendileri ışıklı ortamlarda caka satarken halka tasarruf edin diyorlar, utanmadan evde atletli dolaşmak şart değil, soğukta oturmak kan dolaşımını hızlandırır gibi önerilerde bulunuyorlar. Açıkça, tüm ülke ile, işçi ve emekçilerle, halkla dalga geçiyorlar.

İşte yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

İşte Saray Rejimi budur.

Bu sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak hem zorunludur hem de meşrudur.

Korkuyorlar, şarkılardan bile, Tarkan’dan bile

Tarkan’ın, “Geççek” şarkısı ortalığı birbirine katmaya yetti. Saray Rejimi, onun paralı medyatörleri, hepsi hep birlikte, Tarkan’a karşı saldırıya geçtiler.

Tarkan, FETÖ’cü oldu. Buna göre, aslında Erdoğancı da demektir, zira Erdoğan ile Gülen arasındaki bağlar biliniyor. Ama, artık öyle akıl ile iş yapılmadığı için, hepsi, hep birlikte Tarkan’ın “Geççek” şarkısının karşısına dikildiler.

Nâzım Hikmet, “Korku” adlı şiirinde bakın nasıl da bu durumu anlatıyor.

KORKU

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson
kartal kanatlı kanaryam
inci dişli zenci kardeşim
türkülerimizi söyletmiyorlar bize.

Korkuyorlar Robeson
şafaktan korkuyorlar,
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar
yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten
(sizin de bir Ferhadınız vardır elbet Robeson
                                                               adı ne?)
tohumdan ve topraktan korkuyorlar,
akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar.
ne iskonto, ne komisyon, ne vâde isteyen bir dost eli
sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine
ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar,
                                                              ümitten,

korkuyorlar, kartal kanatlı kanaryam
türkülerimizden korkuyorlar Robeson.

İşte Nâzım, 1949’da yazdığı bu dizelerle, sanki, bugünü anlatıyor.

Egemenler, birbirine benzerler, en çok korkuları ile.

Tarkan’ın “Geççek” şarkısı, birdenbire, tüm iktidarı korkutmaya başladı. O kadar ki, Ahmet Hakan, “bir şarkıcıdan Che Guevara çıkartıyorlar” diye saldırmaya başladı. Ne incelik ama, Ahmet Hakan, bunları hangi okulda öğrendi bilmiyoruz, ama şunu demek istiyor, Tarkan’dan Che Guevara olmaz, sakın bu şarkıyı övmeyin. İnceliğe bakın siz. Doğan medya grubunda bu incelik vardı, oysa Saray medyasında bu incelik pek azdır. Buyurun, Ahmet Hakan bu inceliği göstermektedir.

Ama bize bilgi vermiş değil. Kim Tarkan’ın şarkısına bakarak, Che Guevara çıkartıyor? Kim? Bu kim ise, hemen de Ahmet Hakan’a mı haber vermiş? Yalan makinasına dönmüş diller, hissetme duygusunu kaybetmiş sinir sistemi içinde hareket ediyorlar. Utanma duygusunu kaybetmiş kişiler, tüm marifetleri ile Saray’a yaranmak için kalem oynatıyorlar. İçlerinde ne kadar karanlık varsa, kendi korkularını bastırmak için, o karanlığa sığınıyorlar.

Hayır Ahmet Hakan, biz kimden Che Guevara çıkartacağımızı biliriz. O senin Che Guevara dediğin şey, öyle çıkmaz. Bir gün Che Guevara çıktığında, sen de böyle konuşmaz olursun, belki de hissiz diline his gelir. Hayır, siz öyle görüyorsunuz. Kimsenin Tarkan’dan Che çıkarmaya niyeti yok. Kendisinin de. Emin ol. Rahat etsin için.

Rahat uyuyamamanın sebebi, efendilerinin uykusunu kaçıran şey, korkularınızdır. O kadar çok korkuyorsunuz ki, mesela sen, Tarkan’da Che görüyorsun. Bu, korkunun boyunu aştığı duruma delalettir. Gözlerin artık görmüyor.

Tarkan, bir pop müzik sanatçısıdır.

Duyarlıdır.

Elazığ’da ölen genç Enes Kara’nın ardından, ilk tepki verenlerden biridir. Bu tepki, Enes’in eylemini, Enes’in çığlığını daha görünür kılmıştır. CHP dahil tüm siyasal burjuva partilerin tarikatları rahatsız etmeme politikasına rağmen Tarkan, insanî tepkisini ortaya koymuştur.

Koyunca ne oldu?

Ardından başka sanatçılar da, başka tanınmış isimler de bu konuyu ele almaya başladılar. CHP dahil tüm muhalefet suskun ve Saray Rejimi olayı kapatmak için tarikatlarla kol kola. Ama birkaç tanınmış isim, tepki vermektedir.

İşte sizi korkutan budur.

Her olaya, Gezi Direnişi mi geliyor, diye bakmanıza neden olan budur.

Tarkan’ın Enes Kara olayına tepkisi, Tarkan’a karşı saldırı dalgasını başlattı.

Tarkan, eşcinsel oldu.

Şarkısı Cuppa, “cunta” anlamına gelir diye lanetlenmeye başlandı. Zaten, denildi kulaktan kulağa, bu şarkı Gezi Direnişi’ni hatırlatmak içindir.

Cuppa’nın sözlerini Sezen Aksu yazdı.

O zaman, Sezen de topa konmalıdır ve kondu. Onun şarkılarından biri bulundu ve Adem ile Havva’ya cahil dedi diye harekete geçildi. Tüm Saray medyası, ayin yapar gibi, bu konuyu işlemeye başladı. Troller, bilmem ne dernekleri, hepsi hep birlikte sahaya sunuldu. Soylu, Akar, Altun, hepsi, bu karanlık için seferber oldular. Sezen Aksu’nun evine adam gönderdiler.

Ve nihayet, Erdoğan, bir camide, “dilini kopartırız” dedi.

Ve işte bu noktadan sonra, iş değişmeye başladı. Sezen, “sen yolcusun, ben hancı” dedi. Bu yeni şarkı sözleri, Erdoğan için bir geri adım oldu. Erdoğan, ben bunları Sezen için demedim, dedi. Camide dil kopartan, TV kameralarının ardındaki prompter’ın önünde adam gibi özür de dileyemedi.

İşte bunların arkasından geldi Tarkan’ın “Geççek” şarkısı.

İşte Ahmet Hakan’ın bizi, Tarkan’da Che Guevara aramakla suçladığı olaylar böyle gelişti. Oysa Ahmet Hakan o kadar korkmuş ki, efendilerinin korkusunu o kadar teneffüs etmiş ki, bu hayalleri görmüş, kalemine sarılmış ve sanki bu gördüğü şey gerçekmiş gibi saldırmaya başlamış.

Sen korkmuşsun Ahmet Hakan, hem de çok.

Sen kiralıksın ve kalemini harekete geçirmek üzere kâğıda abanmışsın, ama yazdıkların senin korkunu, efendilerinin korkusunu ele vermiştir. Hepsi budur.

Saray Rejimi, tüm medyası, tüm organları ile, bu korkunun içindedir. Bu nedenle Tarkan’a FETÖ’cü dediler. Tutması mümkün değil. Artık öyle yalanlar söylüyorlar ki, yalan söyledikleri belli oluyor. O kadar korkuyorlar ki, ne yapsalar, korkularını gizleyemiyorlar.

Bu nedenle, hemen karanlığa koşuyorlar.

Tarkan’ın Geççek şarkısı, bir anda listelerin en başına yükseliyor. Belki de onlar bu kadar saldırmamış olsa, bu denli yükselmeyecekti.

Şarkıda, isyan çağrısı mı var? Hayır yok. Olsa da ne çıkar, bir şarkıdır bu. Ama, onları korkutuyor.

En küçük direnişten, en küçük bir aykırı sesten, en küçük bir ümitten korkuyorlar.

Çünkü köhnemiştirler.

Saray Rejimi, köhnemiş burjuva egemenliğin olağanüstü örgütlenmesidir ve köhnemişlik her yerinden akmaktadır.

Saray Rejimi, örgütlenmiş karanlık demektir. Burjuva egemenlik, ömrünü sürdürebilmek, cennetlerini korumak için, karanlığa, yalana sığınmaktadır.

Ama karanlığa sığınsanız da, yerin yedi kat altına girseniz de, işçi ve emekçilerin isyan ateşi, sizi saçlarınızdan tutuşturacaktır. Bunu biliyorsunuz.

Yakında, Saray’ın Tarkan için yeni örgütler bulacağı da kesindir.

Kesindir, çünkü CHP Saray’ı desteklemek için Tarkan’ın sülalesini öne çıkarmaya çalışmaktadır. Demek, devlet, hep birlikte Tarkan’a karşı hücuma geçecektir.

Tüm devlet, pop star Tarkan’a karşı, “geççek” dediği için, topyekûn saldırı başlatmaktadır.

Niye mi?

Çünkü tanınmış bir ses, aykırı bir şey söylemektedir.

Devletin köküne kibrit suyu dökmek değilse bu, nedir? İşte böyle düşünüyorlar.

Tarkan’a sahip çıkanlar olmasından korkuyorlar.

Tüm toplumun “geççek” diye konuşmasından korkuyorlar.

Zaten “cuppa” derken de cunta demek istemişmiş. Öyle ise geççek diyerek, kesinlikle Erdoğan’a hakaret etmiş, Saray Rejimi’ne isyan etmiş sayılmalıdır. Tez elden saldırı başlatılmalıdır.

Daha durun beyler.

Bu şarkıdan korkmuş hâliniz.

Daha gölgelerinizden korkan hâlinizi göreceğiz.

Daha, bu türkülerin “fena”larını göreceksiniz.

Bakın ne diyor Nâzım:

ŞARKILARIMIZ

Şarkılarımız
varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.
Şarkılarımız
evlerimizin önünde durmalı
camlara vurmalı
kapıların ellerini sıkmalıdır,
sıkmalıdır
                        acıtana kadar,
kapılar
                        bağlı kollarını açana kadar…

Biz anlamayız
                        tek ağzın türküsünü.
Her matem gecesi
                        her bayram günü,
şarkılarımız
                        bir gaz sandığını yere yıkarak
                        sandığın üstüne çıkarak
                                    kocaman elleriyle tempo tutmalıdır.
Şarkılarımız
                        çam ormanlarında rüzgâr gibi bize kendini
                                   hep bir ağızdan okutmalıdır!!.

Şarkılarımız
ön safta en önde saldırmalıdır düşmana.
Bizden önce boyanmalıdır
                       şarkılarımızın yüzü kana…

Şarkılarımız
varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!
Şarkılarımız
bir tek yüreğin
                        perdeleri inik
                        kapısı kilitli evinde oturamaz!..
Şarkılarımız
rüzgâra çıkmalıdır…

Daha, işçi ve emekçilerin hep bir ağızdan yükselen türkülerini duyacaksınız.

Daha korkunuz, sizi çok ama çok küçültecek.

Daha karanlığınız, en önce sizi gösterecek.

Az sayıda kişiden milyonluk yürüyüşlere [1] – Doğu Hartum Direniş Komiteleri Sözcüsü Muzna Al Haj’la röportaj

Yusuf Alp: Merhaba sevgili arkadaşlar. Bugün konuğumuzla birlikte karşınızdayız. Bizi iyi takip edenler sıkça Sudan’la ilgili yaptığımız haberlerle karşılaşmıştır.

Kuzey Afrika ülkesi Sudan’da 2018 sonundan beri çok etkileyici bir direniş, bir devrim süreci yaşanıyor. Ömer El Beşir’i deviren ekmek isyanı, darbelere, büyük baskı büyük saldırılara rağmen ivmelenerek sürüyor. Son olarak geçtiğimiz Ekim’de, tekrar ivmelenen halk hareketine darbe yapılmıştı. 25 Ekim darbesinden beri direnişi geri çekmeyen, aksine ileri taşıyan Sudanlılar çok sayıda şehit verdiler. Biz de, programımıza başlamadan önce onların anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Sudan Devrimi’nin sahadaki en önemli örgütlerinden biri de, şu anda milyonluk yürüyüşlerin de örgütleyicilerinden olan Direniş Komiteleri.

Biz de bugün Doğu Hartum Direniş Komiteleri Sözcüsü Muzna Al Haj’ı konuk ediyoruz. Yoldaş Haj’la Sudan Devrimi’ni ve Direniş Komitelerini konuşacağız.

Merhaba yoldaş, sizi gördüğüme sevindim. Teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Anadolu işçileri, devrimcileri ve sosyalistleri adına, şehitleriniz için başsağlığı diliyoruz. Biliyoruz ki onlar, sosyal adalet ve özgürlük mücadelemizde yaşıyorlar. Şu anda siz devrimin kalbindesiniz. Öncelikle, nasılsınız?

Muzna Al Haj: Merhaba yoldaşlar, beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Gayet iyiyim, teşekkürler. Özgürlük, barış ve adalete ulaşma yolunda şimdiye kadar kaybettiğimiz tüm şehitleri, büyük ruhları ve akılları selamladığınız için çok teşekkür ederim. Bu sadece devrimin bir sloganı değil, insanların uğruna hayatlarını ortaya koyduğu bir hedef.

Lütfen taziyelerimizi bir defa daha kabul edin. Direniş komitelerini sahadaki en önemli örgütlenmelerden biri olarak görüyoruz. Peki, komiteleri örgütlemeye nasıl başladınız, ana motivasyonunuz neydi?

Öncelikle cevabımı temellendirmek için şunları söylemek isterim:

NCP (Ulusal Kongre Partisi), El Beşir rejimi sırasında, herhangi bir siyasi eylemde bulunabilmek için güvene ihtiyacımız vardı. İnsanların birbirine güvenmesi gerekiyordu. Güven fikri, Direniş Komitelerinin oluşumunun temeliydi.

Direniş Komiteleri 2013’teki ayaklanmayı 2013’e ve hatta daha öncesine dayandıyor. Ancak o zamanlar, coğrafî bölgelerle ilgili değildi. Kendi başına şimdiki mahalle direniş komiteleri gibi değildi. Direniş Komiteleri adı verilen bu küçük gruplarda bir araya gelen ve belirli mahallelerde belirli alanlarda aktivizm, eylemler yapmaya başlayacak bir grup aktivist veya arkadaşa bağlıydı.

Sonrası, 2013 ayaklanması, söylediğim gibi şok edici bir dönemdi. Çünkü Hartum’daki ayaklanmayı sona erdirmek için 3 veya 4 gün boyunca yüzlerce genç öğrenci, Beşir rejimi tarafından RSF (Hızlı Destek Kuvvetleri) kullanılarak öldürüldü.

Sonra tabii 5 yıl aradan sonra tekrar başladığımızda, 2018’de, bir mahallede birbirine güvenen gençleri örgütlemeye ve birlikte protestolara çıkmaya başladık. Bence mahalle direniş komitelerini oluşturmanın temeli buydu. Şahsen, yaşadığım mahallede -bir tür üst sınıf bölge- birçok NCP destekçisi vardı. Dolayısıyla insanları örgütlemek, onlara güvenmek ve aslında orada açıkça siyasi bir eylemde bulunmak çok kolay olmadı. Böylece mahalledeki büyük bahçelerden birinde toplanmaya başladık ve sanırım orada Direniş Komiteleri çalışması başladı.

“Devrim statik bir şey değil, çok dinamik bir eylem”

Daha önce de söylediğim gibi, Türkiye’den bakınca Direniş Komitelerini en önemli ve öğrenmemiz gereken çok şey olan örgütlerden biri olarak görüyoruz.

Arkadaşlarımla konuşup “Direniş Komiteleri ile bir röportaj yapacağız” dediğimde, hakkınızda birkaç soru sordular. İnsanları direnişlere nasıl kattığınızı, bu kitleselliğe ve genişlemeye ulaşmak konusunda nasıl başarılı olduğunuzu sordular. Bununla ilgili bizimle paylaşmak istediğiniz önemli noktalar nelerdir?

Şimdi Sudan’ın her tarafındaki mahalle direniş komitelerini anlamak için, daha önce söylediğim gibi; bunlar, farklı sorunlar için yerel düzeyde toplanan bir örgüt birimidir.

Birçok mahalle ve daha geniş coğrafî alanlar birbiriyle örgütlenmeye başladığında, daha yüksek ölçekte bir koordinasyon organı oluşturduk.

Bu koordinasyon organı belirli bir coğrafiî alanı kapsıyor. Tüm şehir için ve ardından tüm eyalet için birer koordinasyon organları da var. Bu, Hartum’daki, Sudan’daki ve diğer birçok eyaletteki modeldir.

Dediğim gibi çok az sayıda kişiyle başladık. Sokaklara çıkar, toplanmaya, protesto etmeye, devrimin tüm farklı sloganlarını atmaya ve tüm şiirsel devrimci eylemleri söylemeye başlardık.

Ayrıca lastikleri ateşe verdik, sokaklarda barikatlar kurduk. Bunlar eskiden yaptığımız devrimci eylemler arasında yer alıyor.

Tabii başlarda dediğim gibi çok zorlayıcıydı. Bu zorluk, yaşadığınız mahalleye göre değişiyordu. Bazı mahallelerde, mahalleliler sizinle etkileşime giriyor ve aslında sizi destekliyordu. Diğer mahallelerde daha zordu: Özellikle üst sosyal ekonomik sınıf mahallelerde veya NCP destekçilerinin veya genel olarak rejimden çıkarı olan insanların olduğu mahallelerde…

Böylece daha küçük gruplar hâlinde toplanmaya başladık. Tabii bundan sonra güvenin arttığını düşünüyorum. Sonra devrimci eylemin tırmanışı ve yoğunluğu… Daha çok insan katıldı.

Ve sanırım bunu kısmen kolaylaştıran da Sudan nüfusu. Sudan devrimi nispeten genç bir devrimdir, ayrıca nüfusun çoğunluğu gençlerden oluşmaktadır. Ve bunun direniş komiteleri fikrini oldukça popüler hâle getirdiğini düşünüyorum. Bu durum aynı zamanda birçok gencin katılımını da kolaylaştırdı.

Çünkü tüm bu gençler olan biten her şeyden etkilendiler. Hayatları tehdit altındaydı. [Gençler] Daha iyi bir hayat istiyorlar, özgür olmak istiyorlar. Daha iyi ekonomik koşullar istiyorlar. İş sahibi olmak istiyorlar. Bu yüzden Direniş Komitelerine katılmak onlar için çok cazipti.

Tabii o zamanlar, 2018’de bile Direniş Komitelerinin bugünkü kadar gelişkin olmadığını söyleyebilirim. Çünkü bu farklı koordinasyon organlarının çoğunu 2020 yılında, geçiş dönemindeki iki buçuk yılda, oluşturduk.

Ama olay şöyle gerçekleşti: Elbette direniş komiteleri sadece gençler için değil; her cinsiyetten, her yaştan, farklı geçmişlerden insanlar var.

Örnek vermek gerekirse, üyesi olduğum direniş komitesi, haftalık olarak, bazen de daha sık toplanıyor.

Tüm protestoları Hartum ve Sudan’ın her yerindeki farklı direniş komiteleriyle koordineli olarak planlıyoruz. Ve sonra tabii ki afişlerimizi basmak ve rota planlamakla uğraşıyoruz.

Elbette, çalışmak için farklı mekanizmalarımız da var: Medya ofislerimiz, yolları belirleyen ve daha büyük protestoları koruyan saha ofislerimiz, acil durumlar için tıbbî ofislerimiz vb. var.

Dolayısıyla, gelişmişlik düzeyi artık kesinlikle farklı ve kendimizi daha güvenli ve örgütlü hissediyoruz. Ve bence bu yüzden, darbeden 3 ay sonra hâlâ bunu yürütebiliyoruz. Hâlâ protestolara çıkabiliyor ve farklı türde devrimci eylemlere devam edebiliyoruz.

Teşekkür ederim. Şimdi farklı bir soruyla devam ediyoruz. Bir devrimi nasıl tanımlarsınız? Sudan Devrimi hakkında konuşuyoruz. Bir devrim sürecini nasıl tarif edebilirsiniz?

Devrimci bir sürecin kademeli bir süreç olduğunu anlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnişleri ve çıkışları var ve bu kesinlikle Sudan Devrimi’nde kendini gösteriyor.

Sudan Devrimi’nin zirvesine 2018 sonu, 2019 başlarında Beşir devrilene kadarki süreçte ulaştığımızı düşünüyorum. Ve sanırım o zamandan, geçiş hükümetinin atanmasından sonra, direniş komitelerinin kendileri, lobi organları gibi baskı grupları olarak, geçiş hükümetinin kararını gerçekten etkilemek için çok uğraştılar.

Ve sanırım o dönemde örgütlenme anlamında daha da olgunlaştık ama devrimin düşüş dönemine tanık olduk. Pek fazla insan katılım sağlamadı, insanlar bir şekilde, hiç iyi performans göstermese de bir geçiş hükümetimizin olduğu gerçeğine razı oldular.

Ve tabii yine 25 Ekim darbesinden birkaç gün önce, 21 Ekim civarında, Sudan Devrimi’nin yeniden zirveye ulaştığı büyük protestolar yaşadığımızı düşünüyorum. Ve elbette, Ekim, Kasım, Aralık ayları boyunca ve şu ana kadar Sudan Devrimi’nin yüksek bir zirvede olduğunu söyleyebilirim.

Bu sürecin uzun bir süreç olduğunu anlamak da önemlidir ve bu nedenle sabırlı olmanız gerekir. Aynı zamanda örgütlenmeye de dikkat etmeniz gerekiyor. Her zaman yaratıcı olmanız ve yeni taktikler bulmanız gerekir.

Dolayısıyla devrimin kendisi statik bir şey değil çok dinamik bir eylem. Ve her zaman aynı ilerlemez.

“Sudan Devrimi’nin bu aşamasında Direniş Komitelerinin rolü en önemli roldür”

Peki, bu süreç için talepleriniz nelerdir ve Sudan Devrimi’nde Direniş Komitelerinin rolünün ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Bence Sudan Devrimi’nin bu aşamasında Direniş Komitelerinin rolü en temel ve önemli roldür.

Darbeden hemen sonra farklı profesyonel sektörler de, farklı protesto eylemlerine girişti; sivil itaatsizlik, grev vb. Ama sonra tabii ki, sürecin kendisi uzadığı için başlı başına bir ilerlemeye tanık olmadık.

Farklı profesyonel sektörler artık grevlere ve sivil itaatsizliklere eskisi gibi dahil olmuyor. Dolayısıyla, bu devrimi nihayet istenen sonuçlara ulaşarak veya hedeflere ulaşarak güvenli bir yere götürmenin, şu anda Direniş Komitelerinin omuzlarında olduğunu düşünüyorum.

Direniş Komitelerinin amaçları veya taleplerine gelince, askerî kurumun ve onun tüm biçimlerinin mutlak surette siyasi sürecin dışına çıkmasını talep ediyoruz. Sudan’daki siyasi sürece askerî kurumun herhangi bir müdahalesini görmek istemiyoruz. %100 sivil bir hükümet istiyoruz.

Devrimin ilk döneminde veya geçiş hükümetinin ilk döneminde meydana gelen farklı ekonomik biçimlerin gözden geçirilmesini istiyoruz. Çünkü aslında bu ekonomik reformların insanlara haksızlık olduğunu görüyoruz.

Reformlar yoksulluğun zirvesine neden oldu, özellikle çevre ve kırsal alanlarda Sudan halkının geniş kesimlerini etkiledi. Sudan’ın farklı eyaletlerindeki Sudanlılar şimdi kıtlığın eşiğinde. Açlar. Ekonomi söz konusu olduğunda, birçok sorunla karşı karşıyalar.

Ve bence askerî kurumun siyasete girmesi tehlikesi, sadece siyaseti değil, aynı zamanda onların milis olarak nasıl işlev gördükleri ve doğal kaynakların farklı sektörlerini nasıl kontrol ettikleri açısından da önemli.

Altını kontrol ediyorlar, ticareti kontrol ediyorlar, tarımı kontrol ediyorlar ve biz bunun olduğunu görmek istemiyoruz. Sudan devletinin, ekonomisinin gelişmesini fiilen engelleyen bu paralel ekonomi biçimine son vermek istiyoruz.

Şimdilik tabii ki taleplerimizi, üç noktada özetleyebileceğimizi söyleyebilirim: Fiilî, tavizsiz, müzakeresiz.

Bu da temelde hiçbir zaman bir müzakere sürecine girmeyeceğimiz veya herhangi bir sivil hükümet ile askerî bir kurum arasında yeni ortaklığa dahil olmayı kabul etmeyeceğimiz anlamına geliyor.

Sorularımı düşünüyorum ve soracaklarımın bazılarına cevap verdiniz ama bence tüm süreç hakkında daha fazla konuşmamız gerekiyor. Bu yüzden Anadolu’dan, Türkiye’den görüyoruz ki, tüm aşağılanmaya karşı benzersiz bir direnişiniz var. Bizim için, buradaki işçi sınıfı için, emekçiler için bir eylem, bir örnek var. Her hafta milyonluk-yürüyüş düzenliyorsunuz ve bu bizim ders almak istediğimiz bir örnek.

Peki, devrimde, özellikle milyonluk yürüyüş eyleminde mevcut durum nedir? Ve karşı-devrimci saldırılar ne durumda?

Direniş Komiteleri tarafından planlanan aylık bir programımız var. Eyalet düzeyinde anlaştılar ve eyalet düzeyinde başladılar ve daha sonra ülke çapında bir düzeye geldi. Yani, her ay milyonluk yürüyüş için yeni bir programımız var.

Ancak belirli bir coğrafî alandaki her bir koordinasyon organı, haftanın geri kalanında yapacakları devrimci eylemleri seçme özgürlüğüne sahiptir.

Ama sonra milyonluk yürüyüş günü, elbette farklı rotalarımız var, ancak artık başkanlık sarayına giden sabit bir hedef var. Bu ayın programında her pazartesi milyonluk yürüyüş yer alacak. Ve her perşembe mahalleler düzeyinde gerçekleşen merkezî protestomuz var.

Bu protestoların katılımcı sayısı ve yoğunluğu değişiyor. Her seferinde yüz bin kişiyi hatta fazlasını dışarı çıkarmayı başardığımızı söylemeyeceğim. Ve özellikle şiddetin artmasıyla birlikte insanların buna farklı tepki verdiğini düşünüyorum.

Ayrıca varış noktası, kullandığımız farklı rotalar konusunda iç konuşmalarımızda çok şeffaf davrandık. Generallerin gücünü gerçekten tehdit etmek ve onlara orada olduğumuzu söylemek için, başkanlık sarayının olduğu yere gitmenin ve pes etmeden, korkmadan onlara çok yakın olabildiğimizi göstermenin bizim için önemli olduğunu biliyoruz.

Tabii ki başkanlık sarayı en şiddetli olan rota. Hartum’u oluşturan üç şehirde insanlar her zaman köprülere yaklaşırlar ve Omdurman ve Bahri gibi köprülerden geçmeniz gereken şehirlerde insanlar öldürülür. Ayrıca, son zamanlarda Hartum’da insanların başkanlık sarayına doğru yürürken öldürüldüklerine tanık oluyoruz.

Ama yine de, Direniş Komiteleri üyelerinin çoğunluğunun, bundan vazgeçmeden her protestoya katılmaya özen gösterdiğini düşünüyorum. Çünkü rahatladığımız, pes ettiğimiz ya da statükoya teslim olduğumuz an, bunun hepimizin sonu anlamına geleceğini anlıyoruz. Ve bu, temelde cuntanın yönetimini daha da güçlendirecek ve istikrara kavuşturacaktır.

Haftanın diğer günlerinde ise farklı devrimci eylemlerimiz var: Barikatlar kuruyoruz, lastikleri ateşe veriyoruz, tutukluları veya gözaltındaki direniş komiteleri üyelerini selâmlamak gibi belirli bir amacı desteklediğimiz sessiz protestolarımız var.

Bazen sadece kuzeydeki Mısır sınırlarında olduğu gibi, Sudan’ın diğer bölgelerinde meydana gelen diğer isyan eylemlerine selâmlama veya dayanışma göstermekte, sokakların çoğunun, ana yolların elektrik fiyatlarındaki artışı protesto etmek için kapatıldığı görülmektedir.

Aynı zamanda Sudan’daki kaynakların Mısırlı yetkililer ve hatta bireyler tarafından sömürülmesi protesto ediliyor.

Dediğim gibi, perşembe günleri yerellerde protestolarımız var. Bu, farklı mahallelilerle daha fazla etkileşim kurmamızı sağlıyor. Anneler, babalar ve yaşlıların olduğu bu mahallelerde aslında evlerimizin yanındaki sokakta yürüyoruz.

Böylece herkes evinden çıkıp, protestoya katılmaya başlıyor.

“Sudan halkının mücadelelerini birbiriyle bağlamak çok önemli”

Bu noktadan devam etmek istiyorum. 2019’dan bu yana tüm devrimci süreci biliyorsunuz. Harekette kadınların rolünü nasıl görüyorsunuz? Kadın dinamiği, kadın hareketi konusunda bir gelişme görüyor musunuz?

Daha fazla gurur duyamazdım. Bence devrimin başlamasından bu yana, 2018’in sonunda bile, kadınlar her zaman oradaydı. Her zaman orada ve ön saflarda, her protestonun başlangıcını işaret ediyorlar. Her kademede görev aldılar. Askerler veya güvenlik güçleri ile daha şiddetli diyebileceğim çatışmalarda bile kadınların ön saflarda yer aldıklarını gördük.

Ve erkeklere haksızlık yapmak istemiyorum ama Sudan sokaklarındaki protestocuların çoğunluğunu kadınların oluşturduğuna gerçekten inanıyorum. Sudan halkının geri kalanı gibi fedakârlıklarda bulunuyorlar. Öldürüldüler, tecavüze uğradılar, saldırıya uğradılar ve gözaltına alındılar.

Yani bence, evet, kadınların Sudan Devrimi’nde yaptıkları harika eylemler, aynı zamanda onların eşit vatandaşlar oldukları fikrini de güçlendiriyor. Erkeklerden daha az değiller ve bence iyi gidiyorlar.

Farklı siyasi örgütlere katılımları açısından… Direniş Komiteleri hakkında konuşacağım, [kadınlar] oradalar ve ciddi oranlarda da diyebilirim. Ama aynı zamanda yerele bağlı, bazı bölgelerde kadınların daha fazla aktif olduğunu ve diğer alanlarda direniş komitelerinde daha az kadın olduğunu söyleyebilirim.

Ancak genç kadınları ve genç kızları Direniş Komitelerine katılmaya teşvik etmek için farklı kampanyalara tanık oluyoruz. “Komiteye Katıl” adında özel bir kampanya var ve aslında bu, kızları mahallelerindeki Direniş Komitelerine katılmaya teşvik ediyor.

Aynı noktada işçi sınıfıyla devam edersek, tüm devrimde işçi sınıfının durumu nedir?

Sudan halkının mücadelelerini birbiriyle bağlamanın aslında çok önemli olduğunu söyleyebilirim: Sudan halkının kentsel alanlardaki mücadelesi ile kırsal alanlardaki mücadelesini; farklı mesleklerden olan Sudanlıların mücadelelerini; aynı zamanda profesyonellerin mücadelesini işçilerin mücadelesine bağlamanın…

Dolayısıyla, farklı sosyal ekonomik sınıflar arasında, farklı meslekler arasında, farklı işçiler arasında ve Direniş Komiteleri ile diğer siyasi örgütler arasında bu bağa sahip olmak devrimi daha da sağlamlaştırıyor.

Bu dayanışma duygusu her zaman vardı. Devrim sırasında ve sonrasında Sudan’daki işçi sektörlerinin çoğunun kendilerini örgütlemeyi başardığını söyleyebilirim. Henüz kendi başlarına seçilmiş sendikaları yok, ancak gerektiğinde devrimci bir eylemde bulunabilecek örgütlenme biçimleri ve yönlendirme komiteleri var.

Darbeden hemen sonra, tüm farklı profesyoneller ve işçi sektörlerinin bu darbeye karşı oldukları konusunda çok net bir ton belirlediklerini düşünüyorum. Çok sayıda grev, çok sayıda sivil itaatsizlik günü yaşandı. Ve aslında tüm farklı devrimci güçler uyum içinde çalıştı.

Şimdi şunu söyleyebilirim: Tabii Sudan’daki çok zor ekonomik durumla birlikte, özellikle işsiz kalma tehdidi altında olduklarından, işçilerden ve farklı meslek sektörlerinden grevlerini uzatmalarını beklemek aslında çok zor. Bu otoriter rejimin bulunduğu bir zamanda, ancak arada sırada Sudan’da gerçekleşen bu devrimci eylemin bir parçası olmak için ellerinden geleni yaptıklarını düşünüyorum.

Bazılarının hâlâ grevde olduğunu söyleyebilirim. Birkaç ay önce burada, Hartum/Sudan’da büyük bir banka olan Hartum Bankası’ndaki işçilerin büyük bir grevine tanık olduk. Ve tabii ki ekonomik durumla ilgili olarak söylediğim gibi, işçiler her zaman daha iyi çalışma koşulları, daha iyi maaşlar talep edecekler ve şu anda gerçekleşen bir sömürü var.

Devrimdeki kadınlar ve işçi sınıfından bahsettik. Aynı noktadan öğrenci ve gençlik hareketi ile devam edelim.

Direniş Komitelerinin göreceli olarak gençlerin çoğunlukta olduğu hareketler olduğunu düşünüyorum. Direniş Komitelerinin üyelerinin çoğu üniversite öğrencileri, üniversite öğrencileri yaşlarında ve lise son sınıflarında olan öğrencilerdir.

Aynı zamanda tabii ki lise seviyesindeki, temel okul seviyesindeki daha genç öğrencilerin bile aslında sık sık protesto düzenlediklerini söyleyebilirim. Genellikle okullarından üniformalarıyla çıkıyorlar ve hemen Hartum’da ve Hartum’un dışında El Ubeyd, Mavi Nil’deki Damazin gibi yerlerde protestolara katılıyorlar.

Ve tabii ki, biraz arka plan aktarmak için, 2018’deki devrimin başlangıcının aslında okul öğrencileriyle, lise öğrencilerinin Hartum dışındaki kırsal alanlarda ekmek fiyatlarını protesto etmesiyle başladığını söyleyebilirim.

Bu yüzden aslında devrimi başlatanın bu gençler olduğunu düşünüyorum. Ve şimdi burada, özellikle lise düzeyinde, bir biçimde örgütlenip örgütlenmediklerinden emin değilim, ama bazıları dediğim gibi Direniş Komitelerinin üyeleri ve bazıları kendilerini yeniden örgütlediler ve arkadaşlarıyla birlikte okullarından dışarı çıkıyorlar.

“Genel politik grev; başarırsak, devrime çok hizmet edecek”

Bazı devrimci güçlerden bir genel siyasi grev çağrısı var. Bu çağrı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tamam, bu çağrılar genellikle iki farklı fraksiyonu olan Sudan Meslek Birliğinden (SPA: Sudan Profesyoneller Birliği, Sudanese Professionals Association) geliyor. Bunları başarırsak ya da gerçekleştirebilirsek tabii ki bu çağrıların çok faydalı olacağını düşünüyorum.

Hükümeti felç etmek her zaman çok faydalıdır, özellikle de kamu hizmeti söz konusu olduğunda. Kamu hizmetinin çalışmasını durdurmayı başarırsanız, ana hizmetleri kesmeyi başarırsanız, o zaman hükümet sektörüne, bir kamu sektörü diyebilirim; öğretmenleri, pilotları, bankacıları, elbette doktorları, tüm bu farklı profesyonelleri aynı anda greve gidiyor görmek her zaman iyi bir şeydir. Bence bu rüyamız. Devrime çok hizmet edecek. Hem generallere hem de darbe otoritesine çok şeye mâl olacak.

Bunu başarmak için ne düşünüyorsunuz, Direniş Komitelerinin rolü ne olacak?

Elbette grevlerde ya da sivil itaatsizliklerde direniş komiteleri sokaklara barikatlar kuruyor. Bunun grevleri kırmak ya da bu sivil itaatsizliği kırmak ve hiçbir şey yokmuş gibi sokaklarda özgürce dolaşmak isteyenlerin hareketine müdahale olduğunu söyleyebilirim. Ama aynı zamanda, Direniş Komitelerinin kapasiteleri dâhilinde elbette medya ofislerini kullanabileceklerini de söyleyebilirim. Grev veya sivil itaatsizlik sırasında destek için protesto gösterilerine devam edebilirler. Sadece dışarı çıkmanın anlamı yok. Ondan önce sadece eylemin propagandasını yapmak için protestolara gidiyorlardı, eylemlerin propagandasını yapmak için farklı medya kapasitelerini kullanıyorlardı.

Elbette Direniş Komiteleri her zaman grev veya sivil itaatsizlik sonrasıyla ilgilenir. Çünkü dediğim gibi, kolay bir süreç değil. Bazen profesyoneller ve işçiler, grev yaptıkları için işten atılma tehdidinde ve işten atılmaya karşı savunmasız kalıyorlar.

Dolayısıyla, Direniş Komiteleri açıkça farklı dayanışma eylemlerine girişiyor ve hatta işçilerin grevde olduğu için veya sivil itaatsizliklere katıldığından dolayı işten atılmaması için kurumlara karşı baskı grupları olarak hareket etmeye devam ediyor.

O halde, şimdi sizin eşsiz mücadelenizin Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’ndeki (ODKA) tüm bölge halklarına çok şey öğrettiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla, sizden öğrenmenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Direniş Komiteleri olarak bahsetmek istediğiniz ana deneyim nedir? Sizce temel sorunlar nelerdir? Ya da bizlerle, ülkemiz halkları, Anadolu halkları ya da bölge halkları ile neler paylaşmak istersiniz?

Tabii ki dayanışmayı bir değer olarak benimsemek önemli diyebilirim, değil mi? Mücadelenizi her zaman sadece ülkenizdeki diğer grupların mücadelesine bağlamayacaksınız, ama sadece bölgenizdeki değil, dünyadaki diğer grupların mücadelesine de kendi mücadelenizi bağlamak istemelisiniz.

Ve bu neden önemli? Dediğin gibi birbirimizden öğreniyoruz. Bence dünya çapında gerçekleşen ve hâlen devam etmekte olan farklı devrimlerin her birinin başkalarına öğreteceği çok şey var.

Yani dikkat etmek çok önemli, değil mi? Ayrıca dayanışma duygusu, bu farklı mücadeleleri güçlendiriyor ve coğrafî sınırlarını aşan bir düzeyde bağlantı kurmalarını sağlıyor.

Sudan’da verebileceğimiz deneyimin, aslında, güvenin değeri olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda sabrın ve gelişimin; bir varlığı veya bir organizasyon hareketini geliştirmek için aynı anda beklemek ve çalışmanın değeri…

Direniş Komitelerinin şu anda organize göründüğü kadar, dünyanın her yerinden insanlar için ilham verici bir model olmasına rağmen küçük başladığını söyleyebilirim. Ve bence isyancıların kendi aralarındaki güven ve aslında bu ortak hedefe nasıl sahip oldukları, bu ortak hedefe ulaşma konusunda çok hevesli olmaları, onları bu yolda ilerleten şey.

“Tabanın mücadeleleri hakkında söylemek istediklerini gerçekten söylemelerine izin vermek çok önemli”

[Direniş Komiteleri için] Gelişmiş organizasyon birimleri diyebilirim. Bu yüzden iyiye sahip olmak için bir değer olarak örgütlenmeyi benimsemek çok önemli… Fakat aslında yeni liderlik modellerini de düşünüyorum. Direniş Komitelerini bu ana kadar ayakta tutan şeyin de yatay düzeyde çalışmaları olduğunu düşünüyorum. Dikey bir liderliğimiz yok. Direniş Komitelerinde kimse bir diğerine liderlik etmiyor. Evet, daha geniş bir koordinasyona giden temsilcilerimiz var ama, karar alma mekanizması da hep tartışma, istişare, birbirini ikna etme yoluyla oluyor.

Dolayısıyla, liderliğin her zaman dikey veya yukarıdan gelen bir şey olmak zorunda olmadığını anlamanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bence önemli deneyimlerden bir kısmı da örgütlenme ve tabanla etkileşim sağlama konusu. Çünkü zor siyasi ve ekonomik koşullardan en çok etkilenenler aslında tabanlardır.

Bu nedenle, kendilerini ifade etmelerine, günlük mücadeleleri hakkında söylemek istediklerini gerçekten söylemelerine izin vermek çok önemli, sadece onların adına konuşan insanlara sahip olmak yerine. Çünkü bence burada Sudan’da ve birçok ülkede sorun hep bu oldu, ama herkes adına konuşmaları gerektiğini düşünen çok sıkı bir siyasi elit çemberi var.

Ama şimdi teknolojik gelişmeler, sosyal medya ve insanların ağ kurabileceği ve birbirine daha yakın olabileceği diğer yollar ile birlikte, tabana platformlar vermek ve onu kendi sorunlarını ifade etmeleri için güçlendirmek de çok önemli. Çünkü onlar daha iyi anlıyor ve yaşıyorlar. Bu yüzden, herkesin öğrenebileceğini ve faydalanabileceğini umduğum deneyimlerden bazıları bunlar olduğunu düşünüyorum.

Çok teşekkür ederim yoldaş. Sizleri ağırlamaktan ve Sudan Devrimi hakkında konuşmaktan çok memnunuz. Peki, takipçilerimiz ve yoldaşlarımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Beni ağırladığınız için ayrıca teşekkür ederim yoldaşlar. Bu bir zevkti.

Sonuç olarak, dünyanın her yerindeki devrimciler olarak benzer platformlara sahip olmamızın bizim için çok önemli olduğunu söyleyebilirim.

Ortak bir mücadeleye sahip olma fikrine inanıyorum. Aslında konuşmak, deneyim alışverişinde bulunmak, teknik ve taktik alışverişinde bulunmak, ayrıca genel insanî ortak fikir ağları, ortak ideolojiler ve ortak devrim eylemlerine sahip olmak; sadece adaletsizlik etrafında dönen, kapitalizm kavramları etrafında dönen, kitleleri sömürme ve kaynakları sömürme kavramları etrafında dönen ve aslında onların mücadele etmesine neden olan küresel siyasi alanı gerçekten değiştirebilmek… Ve hatta onu sona erdirmek.

Bu yüzden platformunuz ve bizi bir araya getiren diğer platformlar için çok müteşekkirim.

[1] Direnişteyiz’in 17 Şubat’ta twitter hesabından paylaştığı video röportajın tamamı.

Sudan Dosyası: “Müzakere yok, ortaklık yok, pazarlık yok”

Latin Amerika: “Pembe Dalga”, yeniden mi?

“Birini aldatan

ötekini de aldatır.”[1]

 

Latin Amerika’nın 1990’lı yıllarda yükselen “pembe dalga”sı geri çekileli epey oldu.

Teslim etmeli; Venezuela’nın Chávez’iyle (göreve başlayışı: 1999) birlikte sol/solumsu devlet başkanları ve partilerin [Şili’de Ricardo Lagos (2000) ve ardından Michelle Bachelet (2006), Arjantin’de Nestor Kirchner (2003), ardından Cristina Fernandez de Kirchner (2007), Brezilya’da Lula da Silva (2003), ardından Dilma Rousseff (2011), Bolivya’da Evo Morales (2006), Honduras’ta Manuel Zelaya (2006), Nikaragua’da Daniel Ortega (2007), Ekvador’da Rafael Correa (2007), Uruguay’da Tabaré Vazquez (2005, 2015) ve José Mujica (2010), Paraguay’da Fernando Lugo (2008), El Salvador’da Mauricio Funes (2009) ve ardından Salvador Sanchez Cerén (2014), Peru’da Ollanta Humala (2011)] iktidara gelişi, kapitalizm karşıtlarının neoliberalizmin “TINA” (“There Is No Alternative = Seçenek Yok”) dogmasının boğuntusundan sıyrılarak, sosyal hareketlerin “Başka Bir Dünya Mümkün” şiarının hayata geçirilebileceği umuduna yönelmesinde işlevsel olmuştu.

Dahası var: “Pembe Dalga”, aynı zamanda, sömürgecilik çağından bu yana kesintisiz bir kolonyalist/emperyalist talanın hedefi olan, 20. yüzyılın büyük bölümünü ABD destekli askerî rejimlerin çizmeleri altında geçiren, neoliberalizmin deneme tahtası kılınmış bu dünyanın en eşitsiz coğrafyasında, en alttakilerin, yoksulların bir nebze soluk almasını sağlamıştı. “Pembe dalga” boyunca bölge ülkelerinde açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus oranları düştü, okur-yazarlık oranları arttı, sağlık göstergelerinde belirgin bir düzelme yaşandı, kadın, yerli ve LGBTİ+ haklarında kayda değer ilerlemeler sağlandı. “Pembe dalga” iktidarları bu düzelmeleri sosyal harcamaları arttırarak, asgarî ücretleri yükselterek, en kırılgan kesimlere (yaşlılar, tek ebeveynli haneler, işsizler, enformel sektör çalışanları, bedensel engelliler…) nakit yardımlarda bulunarak sağladı.

Böylelikle, örneğin Arjantin’de Kirchner’lerin yönetimi boyunca sendikalaşma oranı yüzde 20’lerden yüzde 30’lara çıkarken, ortalama işçi ücretleri katlanacak, geliri asgarî ücretin altında olan, formel istihdam dışındaki ailelere çocuklarını okula göndermeleri, aşılanmasını sağlamaları ve düzenli sağlık kontrolünden geçirmeleri koşuluyla nakit destek sağlanacak ve ülkede günde 3 doların altında bir gelirle geçinenlerin oranı yüzde 20 azalacaktı.[2] Brezilya’da Lula yönetiminde “Sıfır Açlık” gibi programlar sayesinde açlık sınırı altında yaşayan nüfusta büyük düşüşler yaşanırken nüfusun sağlık ve eğitim koşullarında ciddi iyileşme kaydedildi.[3] Venezuela’da yoksullara sağlık ve eğitim alanlarında ücretsiz destek sağlayan Bolivarcı Misyonlar programı sayesinde bu alanlarda hızlı bir gelişme sağlanırken Chávez barınma, yerel altyapılar ve gıda sübvansiyonlarıyla en yoksulların yaşam koşullarında köklü bir düzelmeyi gerçekleştirdi. Uruguay’da düşük gelirliler için konut yapımına hız verilmesi, kamu hastanelerinin ücretsiz olması, en yoksullara nakdî yardımlar ve yerli haklarında iyileştirmelerle[4] en kırılgan kesimler soluk alabildi vb.

İktisatçılar bu “yeniden dağıtım” politikalarını, 2000’li yıllardan itibaren kıtanın ihraç ürünlerinin fiyatlarındaki patlamanın mümkün kıldığı konusunda görüş birliği içerisindeler. “Yükselen ekonomiler”, özellikle kıta ülkelerinin ABD ile gerilimli ilişkilerini fırsata çeviren Çin’in kıtanın petrol, kömür, çeşitli madenler, soya, kereste vb. ihraç ürünlerine olan talebi, sol yönelimli Latin Amerika ülkelerinin sosyal bütçelerine cömertçe harcayabilecekleri bir gelir sağlamaktaydı.

Ancak, bu kaynak akışı ebedî değildi. 2010’ların ortalarında, özellikle ağırlık merkezini imalat sektöründen hizmetler sektörüne kaydırmaya yönelen Çin’de yaşanan borsaların çöküşü, Latin Amerika’nın “pembe dalga” iktidarlarını zora sokacaktı.

Zora sokacaktı, çünkü Webber’in de belirttiği gibi, Latin Amerika’nın orta-sol/sol hükümetleri alternatif ekonomik model arayışına ilişkin söylemlerine karşın, üretim ilişkileri yapısına dokunmaksızın, kapitalist işleyiş çerçevesinde elde ettikleri kârları sosyal harcamalara yönelterek, yani yeniden dağıtım politikalarıyla en kırılgan kesimleri kalkındırma yoluna gitmişlerdi. Sermayeye meydan okumak bir yana, onun neoliberal hatlarda işleyişinin önünü açtılar. Ve bu çabaları IMF, Dünya Bankası gibi finans kurumlarının övgülerine mazhar oldu.[5] Venezuela, Bolivya gibi daha radikal iddialardan yola çıkan hükümetler ise, [Bolivya’da eski gerilla lideri, Evo Morales’in yakın mesai arkadaşı, devlet başkan yardımcısı Álvaro García Linera’nın “And-Amazon kapitalizmi” “tez”(?)inde öngörüldüğü gibi], “yandaş bir kapitalist fraksiyon”un biçimlenmesinde etkin oldular. (Bir parantez: Linera’nın “And-Amazon kapitalizmi” tezi, 1960-70’li yıllarda Türkiye’de de gündemde olan, sosyalist devrimi “üretici güçler, özellikle de sınaî proletaryanın gelişmesine erteleyen ve bu amaçla bir çeşit “yerel/millî bir kapitalizmin desteklenmesini savunan “Millî Demokratik Devrim” görüşüne koşuttur. Morales Bolivyası’nın “yerli” girişimcileri destekleme yönelimi, özellikle ülkenin batı kesiminde Morales iktidarının toplumsal tabanını oluşturan Aymara ve Quechua cemaatlerde dikkate değer bir zenginleşmeye yol açarken ülkenin doğusunda (Oriente) küçük, içe kapalı kırsal cemaatler hâlinde yaşayan diğer gruplarla belirgin bir farklılaşma, hatta zaman zaman -çoğunlukla yönetim tarafından zor kullanılarak bastırılan- protesto gösterilerinde vücut bulan tepkilere yol açtı.)

Yorumcuların, “orta-sol” olarak nitelendirdikleri Şili, Brezilya, Arjantin’le tezat olarak “aşırı sol” buldukları Bolivya örneği temelinde açımlayayım: “Yükselen ekonomiler”in (BRICS: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika Cumhuriyeti) enerji ve diğer girdilere artan ihtiyacı, tedarikçi Latin Amerika ülkelerini 2000’li yılların krizinin etkilerinden korumuş ve büyümelerini sağlamıştı. Bu durum, bu coğrafyada madencilik, doğalgaz ve petrol çıkarma ve sınaî tarım faaliyetlerinin yoğunlaşması anlamına geliyordu. Dev çokuluslu şirketler bölgenin her köşesinde arama, çıkarma, işleme faaliyetlerini sürdürüyordu. “Pembe dalga” iktidarlarının yaptığı ise, kurdukları devlet şirketleri eliyle bu şirketlerle ortaklıklar oluşturmak ve/fakat onları daha yüksek imtiyaz ücretleri ve vergilendirmeye tabi kılmaktı.

Böylelikle Evo Morales hükümeti, 2009 sonlarında Bolivya’nın neoliberal başkanı Sanchez Losada’nın (1993-97) yerli ayaklanmalarıyla püskürtülen, 13 milyon hektarlık alanı doğalgaz arama ve işletmesine açma planını devralarak, 12 milyon hektarlık alanı arama ve işletmeye açtı. Bu alanın yaklaşık yarısı, çokuluslulara tahsis edilmişti. Dahası, hükümet sözcüleri, sömürgecilik yıllarından beri maden arama-çıkarma faaliyetlerinin yürütüldüğü ülkenin batı kesimlerinin (altiplano) yanısıra, o güne dek dokunulmamış Amazonlar bölgesini de işletmeye açmaktan söz ediyor, bunun halkın refahı açısından vazgeçilmez olduğunu öne sürüyordu. Tarım alanlarının sınaî ürünlerin (özellikle biyoyakıt imalinde kullanılan soya) monokültürüne tahsisi, dolayısıyla geçimlik tarım yapan cemaatlerin topraksızlaştırılmasına yönelik girişimlerle birlikte bu ısrar, Bolivya’nın farklı yerli halkları arasında gerilimlere ve Doğu (Oriente) yerlilerinin protesto ve ayaklanmalarına neden olurken, MAS yerli protestolarını “emperyalist provokasyon” olarak kriminalize ediyordu…[6] (Geçerken belirtilmeli, benzer bir durum, Rafael Correa’nın Ekvador’unda da geçerliydi: yoksullukla mücadele programı ülkedeki madencilik faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasına dayanan Correa iktidarı, Cumhuriyet Savcılığının açıklamasına göre 2009 yılından itibaren madencilik faaliyetlerine yönelik protestolara, “devlet güvenliğine karşı faaliyet” suçlamasıyla her yıl 300-400 dava açmıştı).[7]

Yerli cemaatlerin hoşnutsuzluğu, işçi ücretlerinin düşüklüğünün yarattığı mayalanmaya eklemlendiğinde, MAS hükümetinin toplumsal destek tabanı hızla aşınacaktı. 2019 yılı sonlarında Santa Cruz oligarşisinin gerçekleştirdiği (ABD destekli) darbenin zemini hazırdı…[8]

Son yıllarda sağın “sivil darbeler” aracılığıyla iktidarı “pembe dalga”nın elinden aldığı tek ülke, Bolivya değil. Lula da Silva’nın halefi, Brezilya devlet başkanı Dilma Roussef yolsuzluk suçlamasıyla görevden alınırken Lula aynı suçlamadan mahkûm edilerek cezaevine gönderildi – “yolsuzlukla mücadele” vaatleriyle seçimleri kazanan “Tropikal Trump”[9] Bolsonaro, Lula’yı mahkûm eden yargıcı adalet bakanlığıyla ödüllendirecekti.[10] Honduras’ta Manuel Zelaya, Anayasa değişikliği için bir referandum düzenleme konusunda ısrarlı olunca, Anayasa Mahkemesi’nin çağrısıyla müdahale eden ordu tarafından Kosta Rika’ya sürgüne gönderilirken (2009), Paraguay’da Fernando Lugo, güvenlik güçleriyle toprak işgalcisi çiftçiler arasında çıkan silahlı çatışma bahane edilerek, 2012’de bir “kongre darbesi”yle görevden alındı.

Diğer ülkelerde ise, sol hükümetler seçimleri kaybederek iktidardan uzaklaştılar (Şili, Arjantin, El Salvador, Uruguay…) Ekvador’da ise, Rafael Correa’nın üç dönem başkanlığının ardından Correa’nın desteğiyle seçimleri kazanan yardımcısı Lenin Moreno’nun (2017-21) neoliberal politikalara yönelmesi (kamu harcamalarının kısıtlanması, serbest ticaret rejimi, çalışma yasalarının esnekleştirilmesi, ALBA’dan ayrılma, şirketlerin vergilerinin düşürülmesi ve vergi borçlarının affı, dahası Venezuela ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi, ABD ile ilişkilerin güçlendirilmesi…) ile “Pembe Dalga” “içeriden” ihanete uğrayacaktı… Moreno’nun kemer sıkma politikalarına yönelik yoğun protestoların ardından, 2021 Nisanı’nda gerçekleşen seçimlerde muhafazakâr bir eski banker, Guillermo Lasso oyların yüzde 52.4’ünü alarak başkanlık koltuğuna oturdu…

Böylelikle 2010’lu yılların ortalarında, Latin Amerika’nın “Pembe Dalga”sı bir-iki istisna dışında (Meksika’da 2018’den beri devlet başkanlığı görevini yürüten Andres Manuel Lopez Obrador – AMLO, Nikaragua’da 2007’den beri devlet başkanı olan Sandinist lider Daniel Ortega Saavedra, Venezuela’da Chávez’in ölümünden sonra koltuğu devralan Nicolas Maduro…) hemen tümüyle çekilmiş, meydan “ılımlı”sından “aşırı”sına, sağcı iktidarlara bırakmıştı: Brezilya’da Bolsonaro, Kolombiya’da Duque, Arjantin’de Mauricio Macri, Şili’de Sebastian Pinera…

Ama yerkürenin bu “en düşük büyüme hızına sahip, en şiddete belenmiş, en eşitsiz bölgesi”nde[11] sağ yoksullar için ne vaad edebilirdi ki? Bogota merkezli “Kolombiya Risk Analiz Merkezi’nden Sergio Guzman, “Sağ kırsal eğitim, altyapı, eşitlik, su ve arıtma vaat ediyordu ama bunların hiçbirine sahip değiliz,” diyor. “Dolayısıyla bundan sonraki adım iş insanları sınıfı ve mevcut iktisadî modelin reddi…”[12]

Kırsal mülksüzleştirme, talan, baskı, sömürünün yoğunlaşması, ırkçılık, kadın ve LGBTİ düşmanlığı, sosyal bütçelerin daha da budanması, yolsuzluklar, sokak şiddeti… “Pembe Dalga”nın yerini alan sağ iktidarların hamaseti, hele ki pandemi koşullarında, hızlı sönümlendi… Covid-19 Latin Amerika’yı büyük bir şiddetle vurmuştu. Bölgede 25 milyonu aşkın kişi enfekte olurken, 1 milyonun üzerinde can kaybı yaşandı. Sağlık sistemleri birbiri ardı sıra çöktü, başta informel çalışanlar olmak üzere en yoksullar hem sağlık hem de ekonomik açıdan darbe üzerine darbe alırken yalnızca bankada hesabı olanlar hükümet yardımlarına erişebiliyordu. Aşıya erişim ise neredeyse imkânsızdı: zenginler ve siyasal gücü olanlar aşı olmak için Miami ve San Diego’ya giderken öfke daha da kabarıyordu.[13]

Aslında protestolar pandemiden önce sokağı zapt etmişti: Şili’de toplu ulaşım ücretlerine yapılan zam, öğrenciler başta olmak üzere yüz binleri sokağa dökmüş, halk muhalefetinin basıncı, Şili siyasal elitlerini Pinochet yadigârı Anayasa’yı çöpe atarak yeni bir Anayasa için Kurucu Meclis oluşturulmasını kabullenmek zorunda bırakmıştı… Kolombiya’da ise yüz binler Başkan Duque’nin pandemi sürecindeki destekleri karşılama gerekçesiyle vergilerin arttırılması ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi girişimine karşı sokağa çıktı… 2021 1 Mayısı Kolombiya tarihinin en görkemli kalabalığına tanık olacaktı…

* * *

Latin Amerika 2020’lerde yeni bir “Pembe Dalga”ya sahne oluyor. 2018’de Meksika’da başkan seçilen Lopez Obrador’u, 2019’da Arjantin’de ılımlı-sol Peronist lider Alberto Fernandez izledi. Bolivya’da 2020’de yapılan ve seçmenlerin yüzde 90’a yakın bir katılım gösterdiği seçimlerde MAS yüzde 55’in üzerinde oy alarak başkan seçilen Luis Arce ile birlikte iktidara döndü. Arce’nin ilk icraatlarından biri, darbe yönetiminin aldığı 351 milyon dolarlık krediyi, “ülkenin bağımsızlığını korumak ve kredi koşullarının uygunsuzluğu” gerekçesiyle IMF’ye iade etmek oldu.

“Sivil darbe” ile başkanlığını ilan eden Jeanine Añez ile Luis Arce’nin seçimlerdeki rakibi Carlos Mesa seçim yenilgisini kabullenerek Arce’yi kutlamış olsalar bile, Bolivya sağı, özellikle de ülkenin doğusundaki oligarklar MAS’ı iktidardan indirme niyetlerinden vazgeçmediklerini, Kasım 2020’de hükümetin çıkardığı “haksız kazançların soruşturulması”na ilişkin yasaya karşı başlattıkları grev ile gösterdiler. MAS’ın buna tepkisi ise, Bolivya’nın en büyük işçi konfederasyonu COB ve diğer kitle örgütlerinin desteklediği, başkent La Paz’a 200 kilometrelik “Demokrasi Yürüyüşü” başlatmak oldu…[14]

Bolivya’yı, bir çiftçi ailenin öğretmen/sendikacı oğlu olan Pedro Castillo’nun 2021’de, az bir farkla (44 bin oy civarında) devlet başkanı seçildiği Peru izledi. Seçim kampanyası boyunca maden şirketlerini Peru’yu yağmalamakla suçlayan ve çokuluslu şirketlerden alınan vergileri arttırarak sağlık ve eğitim hizmetlerinin iyileştirilmesine harcayacağını vurgulayan Castillo, Lima’nın elitlerini ve Peru’nun finans piyasalarını şimdilik ürkütmüş gözükse de, 2010’ların “pembe dalgası”nın sınırlarını aşmayacağının, üretim ilişkilerinin temel yapısına ilişmeyeceğinin güvencesini vermiş oluyor böylelikle. Partisi Özgür Peru’nun Marksist kanadının ısrarıyla başlarda dile getirdiği maden ve hidrokarbon endüstrilerini millileştirme vaatlerini ise, çoktan bir yana bıraktı. Eşcinsel evliliği, kürtaj, ötenazi gibi konularda muhafazakâr kampta yer alan Castillo, idam cezasını geri getirebilmek için Amerikan İnsan Hakları Konvansiyonu’ndan çekilmeyi öneriyor…[15]

Peru’yu, solcu Özgürlük ve Yeniden Kuruluş Partisi’nin adayı, kongre darbesiyle görevden alınan Manuel Zelaya’nın (2006-2009) eşi Xiomara Castro’nun oyların yüzde 53’ünü alarak başkan seçildiği Honduras izleyecekti… Castro’nun programında kadın ve insan hakları konusunda iyileşme, daha yetkin bir sağlık ve eğitim sistemi için sosyal harcamaların arttırılması, tekel ve oligopollerin iptali, serbest ticaret bölgeleri (ZEDE) projesinin iptali ve yurttaşların krediye erişimini kolaylaştırmak için kredi faizlerinin düşürülmesi bulunuyor.[16]

Latin Amerika’nın yeni “pembe dalga”sının son halkası ise, şimdilik Şili oldu. Toplu taşıma ücretlerine yapılan zammın ardından patlak veren protestolar, uluslararası sermaye çevrelerinin “kıtanın istikrar ve zenginlik adası” olarak övgüler düzdüğü ülkede neoliberal sisteme karşı dev bir protestoya dönüşürken, önce eski Anayasa’yı, ardından da neoliberal Sebastián Piñera iktidarını süpürüp götürdü. 21 Kasım 2021’de yapılan Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda 1999-2000’deki öğrenci hareketinin liderlerinden Gabriel Boric, faşist aday José Antonio Cast karşısında oyların yüzde 55.85’ini alarak Devlet Başkanı seçildi. Göreve Mart 2022’de başlayacak olan Boric’in kabinesinin 24 bakanından 14’ü kadın. Aynı zamanda Şili tarihinin ilk açık LGBTİ bakanı da kabinede yerini alıyor. Katledilen sosyalist devlet başkanı Salvatore Allende’nin torunu Maya Fernandéz Allende ile 1999 öğrenci ayaklanmasının simge isimlerinden Camila Valejo da kabine üyeleri arasında…

Bu “radikal görüntü” bir yana, Boric ve arkadaşlarının Şili kapitalizmi karşısında “ne” yapabileceğine gelince… Seçim kampanyaları sırasında yaptığı “Şili neoliberalizmin beşiği olduysa, mezarı da olacaktır”[17] çıkışını, Başkan seçildikten sonra, “(neoliberal politikaların -b.n.) başarıları da oldu, iyi gitmeyen şeyler de,”[18] sözleriyle “tashih edecekti.” Ekonomik programında ise, eğitimin kamusal niteliğine vurgu, kamusal bir sağlık sistemi, 40 saatlik iş haftası, şirketlerin yönetim kurullarında cinsiyet eşitliği ve işçilerin temsil edilmesi, lityum çıkarma ve işletmesinin bir devlet şirketi eliyle yapılması, maden işletme şirketlerinin imtiyaz ücretlerinin arttırılması ve çevrenin korunması bulunuyor…[19]

Kıtanın yeni “pembe dalga”sı, süreceğe benziyor. Kamuoyu yoklamaları Kolombiya ve Brezilya’da 2022 yılında gerçekleşecek seçimlerde sol güçlerin iktidara geleceğine işaret ediyor. Brezilya’da Bolsonaro kâbusunun ardından Lula da Silva’nın, Kolombiya’da ise solun adayı, eski M-19 gerillası, Bogota eski belediye başkanı Gustavo Petro’nun başkan seçileceğine kesin gözüyle bakılıyor…

* * *

Evet, Latin Amerika’da sol, yeniden yükselişte… Sevinmek gerekir belki ama, sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş…

21. yüzyılın (neoliberal) vahşi kapitalizmi el koyduğu coğrafyaların iliğini, kemiğini sömürdükten sonra faturayı “sol”a ödettirme gibi bir huy edindi… Kronik krizlerinin talan ettiği halklarda uyandırdığı tepkileri yatıştırma görevini, sandıkla göreve gelip sandıkla gitmeyi, sistemin özüne, mülkiyet ilişkilerine dokunmamayı taahhüt etmiş “sol” parti ve/veya koalisyonlar üstleniyor. Bu oluşumlar yerel elitleri kısmen zarara uğratsalar da, çokuluslularla ve uluslararası finans kuruluşlarıyla ilişkilerini sürdürmek zorunda kalıyor, dolayısıyla kendi hareket alanlarını daraltıyorlar. Tepkiler yatıştıktan, sokağın ateşi dindikten sonra, durumun aslında pek de düzelmediğinin (üretim/mülkiyet ilişkileri köklü biçimde değişmedikçe, bir başka deyişle, kapitalizmden vazgeçilmediği sürece, mevcut sistemin emekçilere, sömürülenlere verebileceği hiçbir şey yok, artık…) ayırdına varan kitleler, bir sonraki seçimlerde yeniden yerel ve uluslararası oligarkların özgün siyasal temsilcilerine yöneliyorlar… “Syriza modeli”…

2000’lerin “pembe dalga”sı buna bir istisna olmadı. “Pembe Dalga hükümetleri doğal kaynakların çıkartılması ve ihracatına dayalı bir birikim modelini devralıp yoğunlaştırdılar,” diyor Thea Riofrancos. “Bu model kitleler açısından önemli sosyoekonomik destek biçimlerini olanaklı kılsa da, aynı zamanda daha radikal dönüşümlerin önünü kesti.”[20]

Yeni “pembe dalga” bu oyunu bozabilecek mi? Şimdilik işbaşına gelen sol yönetimlerden hiçbiri bu yönde sinyal vermiyor. Dahası, 2000’li yıllarda kıtadaki sol yükselişe ilişkin “kaygılarını” sık sık dile getiren, hatta Venezuela, Bolivya ve Honduras’taki “sivil darbe”leri ve darbe girişimlerini desteklediği açığa çıkmış ABD yönetiminin bu seferki “hayırhah” suskunluğu da bu olasılığın gündemde olmadığına işaret ediyor.[21] ABD’nin en önemli think-tank kuruluşlarından Wilson Center’ın Latin Amerika uzmanlarından Andres Beal’in Şili’nin seçimi konusundaki şu sözleri, bu “hayırhah suskunluk”u biçimlendiren motifleri net bir biçimde gözler önüne seriyor:

“Şili Latin Amerika ve Karayibler’de piyasalarla sosyal politikaların birlikte işlemesine dayanan güçlü demokratik yönetişim ve kurumların gerçekten de sonuç alıcı olduğunu gösteren ilk ülke olabilir. Sosyalist denilen anti-demokratik Venezuela, Nikaragua ve Küba hükümetlerinin bölge için izlenecek bir model olmadığını göstermekle Şili, genç sosyal demokratlar kuşağı için küresel bir model olarak Brezilya’dan Belarusya’ya yeni liderler için esin kaynağı işlevini üstlenebilir.”[22]

 

11 Şubat 2022, İstanbul

 

N O T L A R

[1] Stefan Zweig.

[2] René Rojas (2018). The Latin American Left’s Shifting Tides, Catalyst 2 (2): 6-71.

[3] NACLA, “Introduction: Lula’s Legacy in Brazil”, 12 Mayıs 2011, https://nacla.org/article/introduction-lula%E2%80%99s-legacy-brazil.

[4] Natalia Ruiz Diaz (2008), “Mixed Results for Lugo’s First 100 Days”, http://www.ipsnews.net/ news.asp? idnews =44857.

[5] Jeffery R. Webber, “Managing Bolivian Capitalism”, Jacobin, 01.12.2014, https://jacobinmag.com/2014/01/managing-bolivian-capitalism

[6] Webber, a.y.

[7] Pablo Ospina Peralta, “Ecuador’s Dilemma”, Dissent Magazine, Kış 2019, https://www.dissentmagazine.org/article/ecuadors-dilemma. Ancak Correa yalnız muhaliflerine karşı dava açmakla yetinmemişti. 14 Aralık 2016’da Shuar yerlilerinin yıllardır topraklarındaki madencilik faaliyetlerine karşı mücadele yürüttükleri Morono Santiago bölgesinde olağanüstü hal ilan ederek orduyu yerli protestolarını bastırmakla görevlendirdi. 2009-15 yılları arasında Shuar yerlilerinin bölgedeki bakır çıkarma faaliyetlerine yönelik protestoları devlet güçleriyle yerlileri sık sık karşı karşıya getirmiş, protestocular arasında yaşamını yitirenler olmuştu (Thea Riofrancos, “What Comes After Extractivism?” Dissent Magazine, Kış 2019. https://www.dissentmagazine.org/article/what-comes-after-extractivism).

[8] Bkz. S. Özbudun, “ ‘İsa Bolivya’ya Dönüyor’ mu? Ya da Bolivya Dersleri”, Kaldıraç, Ocak 2019, sayı 222, ss. 73-82

[9] “Protest politics and the ‘crisis of the Left’ in Latin America, Bath, https://www.bath.ac.uk/case-studies/protest-politics-and-the-crisis-of-the-left-in-latin-america/

[10] Patrick Iber, “After the Pink Tide”, Dissent Magazine, Kış 2019, https://www.dissentmagazine.org /article/after-the-pink-tide

[11] Ethan Bronner, “Peru Signals Leftist Revival will Spread Across Latin America”, https://www.bloomberg.com/news/articles/2021-06-10/latin-american-politics-poised-to-shift-left-after-peru-elections

[12] Ethan Bronner, a.y.

[13] Ethan Bronner, a.y.

[14] “Bolivianos se mobilizan en rechazo al paro y en apoyo al Gobierno”, https://www.telesurtv.net/news/bolivia-rechazo-paro-oposicion-apoyo-gobierno-luis-arce-20211117-0019.html

[15] Peru: Pedro Castillo sworn in as president”, Deutsche Wellat, https://www.dw.com/en/peru-pedro-castillo-sworn-in-as-president/a-58672989

[16] “Conozca las metas del Gobierno de Xiomara Castro en Honduras”, Telesur, https://www.telesurtv.net/news/principales-objetivos-gobierno-xiomara-castro-honduras-20220125-0034.html

[17] “Gabriel Boric: From student protest leader to Chile’s president”, BBC, 20 Aralık 2021.

[18] “Una muy buena conversacion: Gabriel Boric confirmó que se reunió con Michelle Bachelet y Ricardo Lagos”, ADN, 13.12.2021. https://www.adnradio.cl/politica/2021/12/13/una-muy-buena-conversacion-gabriel-boric-confirmo-que-se-reunio-con-michelle-bachelet-y-ricardo-lagos.html

[19] Nestor Restivo, “Cual es el programa econonico de Gabriel Boric para el nuevo Chile”, Pagina 12, 10 Şubat 2022, https://www.pagina12.com.ar/391329-cual-es-el-programa-economico-de-gabriel-boric-para-el-nuevo

[20] Thea Riofrancos, “What Comes After Extractivism?” Dissent Magazine, Kış 2019. https://www.dissentmagazine.org/article/what-comes-after-extractivism

[21] ABD Başkanı Joe Biden’ın Aralık 2021’de düzenlenen “Demokrasi Zirvesi”nin açılış konuşmasında “toplumsal bölünme ve siyasal kutuplaşma yangınına körükle giden ve halklarda demokratik hükümetlerin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiği kanısını güçlendiren sesler”e dikkat çekmesi, yönetimi için şimdilerde “sağ popülizm” (“Trumpizm” mi demeli?)tehdidinin öncelikli olduğuna işaret ediyor. (Bkz. Anders Beal, “Social Democracy in Chile and Latin America’s New Millenial Left”, Global Americans, 4 Ocak 2022, https://theglobalamericans.org/2022/01/social-democracy-in-chile-and-latin-americas-new-millennial-left/

[22] Anders Beal, a.y.

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...