Ana Sayfa Blog Sayfa 71

Ölüm*

Göbeğini kemerin üstünden tuttu. Kaldırıp salladı. Yağlarını lömbürdetti.

– Asya Hanım bu kankamı çalışmadığım için mi yaptığımı düşünüyorsunuz?

Gökhan Bey çalışanlarıyla tartışırken espri yapma çabasından vazgeçmeyen biriydi. İTÜ’den mezun olan patron, ağzı laf yapabilen, sürekli enerjik ve heyecanlı bir ses tonu kullanan geveze biriydi.

Asya’nın toplantı talebini, oluşturduğu ‘çok meşgul adam’ profiliyle yaklaşık iki haftadır erteliyordu. Kızın sabrı tükenmişti artık. O gün yarım saatliğine ofise uğrayan adamın odasında bitmişti.

Adam ortası açılmış uzun saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Sırtındaki genç işi sırt çantasının askılarını tuttu; ayağı yerden kalkmadan sıçrayıp durdu. Ellerini fermuarı açık şişkin montunun cebinde tutuyor, çıkardığında abartılı jestler yapıyor; çalışanına reveranslar yapıyordu.

Kızın hiçbir sorusuna ve isteğine yanıt vermiyor, türlü “şirinliklerle” karşılık veriyordu.

Asya sorularını tekrarlasa da durumu değiştiremedi. Kendisini kötü yazılmış bir absürt durum komedisinde hissetmeye başladı. Artık nefessiz kalınca Gökhan Bey’in bir duvarı komple cam olan balkonlu odasından kaçıp, küçük ve sadece üstten yarım açılabilen bir camı olan odasına kaçtı.

Sinirleri bozulan Asya, masayı tuttu: döner sandalyesinde kendisini sağa sola doğru saatlerce salladı. Odasını toparlamaya başladı. Masasını sildi, bilgisayarın kasasını ve ekranını sildi. Klavyeyi söktü, tuş takımının altındaki tozlara üfledi. Sandalyesinin altını temizledi. Çerçeveletip duvara astığı andromeda galaksisinin illüstrasyonunu çivisinden çıkardı. Arkasını sildi. Bilgisayarını açıp fazla dosyaları sildi. Mimarisini en çok sevdiği şehirlerin yüzlerce fotoğrafından oluşan klasörde ortalardan bir tane seçip sağ oka tıklayarak geçmeye başladı.

Çıkışa bir saat kala iş arkadaşına kötü hissettiğini söyledi ve dışarı çıktı. Sahile indi. Saatlerce yürüdü. Arkadaşlarıyla haberleşip Taksim’e çıktı. Canlı balkan müziği yapan bir grubun olduğu bara gitti.

Geç saatte eve gitmesine rağmen, mesai saatine bir saat kala uyandı. Geri uzandı. 2 saat daha uyuyup işe geç gitti. Tüm gün hiçbir çizimini açmadı. İki gün süren bu rutinden sonra müdürü konferans salonunun çiziminin yetişmesi için sıkıştırmaya başladı. Sonra akıllı apartman projesi için ve 62 villalık huzur sitesinin demo mutfak projesi için…

Asya bütün bu uyarıları kulak ardı etti. Sadece canı istediğinde çalıştı. Arka terastaki sigara içme alanında geçirdiği vakit arttıkça arttı. Sigara içtikleri vakitlerde üretim bölümünden Cenk’le muhabbeti ilerletti.

Cenk ofisteki işleyişten ve haksızlıktan bahsediyor, bunun şirketlerin doğası gereği oluştuğunu vurguluyordu. Bu Asya’nın; müdürün patronla ilişkisinden, patronun çalışanla ilişkisine; çalışanın müdürle ilişkisinden, çalışanların birbirleri arasındaki ilişkiye kadar daha önce kesik kesik duyduğu şeyleri, derli toplu anlamasını sağlıyordu.

Bir gece vakti Cenk’in story’sinde gördüğü fotoğrafta kuryelerle dayanışma çağrısıyla karşılaştı. Bu boykot çağrısının üzerine düşünmeye başladı. Kendisini onlar gibi hissetti. Ücretleri yetersiz hale gelmiş, iş saatleri ve yoğunluğu artmış, yönetici baskıları yükselmişti. O, onlardı. Yıllarca okuduğu okul, farklı yollardan geldikleri upuzun yol, onca emek onu aynı kavşağa getirmişti kuryelerle.

Aynı yerde farklı insanlardı Asya ve onlar. Onlar kendileri için bir şey yaparken, o yapmıyordu. Asya imrenerek baktı haberdeki fotoğraflara. Döndü kendisine baktı. O kendisi için bir şey yapmıyordu.

Ertesi gün iş çıkışı Cenk’le yemek yediler. Yemekte kuryelerin direnişini konuştular. Toplumsal dayanışmanın öneminden bahsederek açtıkları konu; kuryelerin yoğunluğundan, aşırı tüketim ve israfa geldi.

“Asya biz topraktan koptuk. İşyerlerimizde kâğıt işleriyle uğraşıp duruyoruz. Fabrikalardakiler de ne üretiyor ki? Binlerce işçi koca bir arabanın krank milini falan üretiyor. Başka bir ülkede başka binlercesi sadece yakıt tankını yapıyor. Başkasında da birleştiriyorlar. Böyle olunca aslında artık bizim yaptıklarımızın bizim üzerimizde etkisi olmuyor. Bir mil yapmak seni nasıl değiştirebilir ki?”

“Oysa tükettiklerin seni baştan aşağı değiştiriyor. Aldığın bir araba, iyi bir ses sistemi hayatını etkiliyor. Evet, mesela iyi bir dolap yahut iyi bir sırt çantasının çok yardımı dokunuyor ama bugün hiç ihtiyacımız olmayan şeyleri de alıyoruz. Aldığımız şeyler, alma biçimimiz bizi değiştirir. Yani aslında aldıklarımız hayatımızı kuşatıyor. Her sene telefon değiştirmek çok saçma değil mi abi?”

Asya 24 yılını bugünden geriye giderek düşünmeye başladı. Son bir buçuk yılı geçirdiği işyerinde daha başlarken beklediğini bulamamış ancak uyum sağlayacağı zamanı beklemişti. Bu sırada ev kirasını, faturalarını ödemesi gerekiyordu. Son birkaç ayda almak istediği birkaç şey dışında sadece dümdüz yaşamaya çabalıyordu. Üniversitedeyken ekmek kavgası deyimini hep garipsemişti. Hayatın doymaktan ibaret olabileceğine inanmıyordu. Eğlenceli, heyecanlı, sosyal biri ve hatta organizasyonları yapan kişiydi. Gidilecek yere karar veren ve ayarlayandı. Bal rengi güzel gözleriyle baktı mı birine hiçbir teklifi kolayca geri çevrilemezdi.

Lisede tiyatroya ilgi duymuştu. Hayatının bir yarısı tiyatro diğer bir yarısı da kavgalardan ibaretti. Hiç sinirli biri değildi aslında ama içten içe kavga etmeyi çok seviyordu. Zaten liseyi bitirdiğinde kavga ettiği 48 farklı kişinin 41’iyle arkadaş oldu.

Çocukluğunun hatırladığı ilk günlerinden beri hayali mimar olmaktı Asya’nın. Dünyanın en büyük ve en eğlenceli şehrini yapmak istiyordu. Bunun için planları da vardı. İlk projesi de şehrin ortasındaki çok büyük lunaparktı.

Cenk’in heyecanlı sesi O’nu düşüncelerinden kopardı.

“Yani neden bu kadar tüketiyoruz ki? Evimizdeki eşyaların hepsine gerçekten ihtiyacımız var mı? Gerçekten ihtiyacımız olan şeylere erişebiliyor muyuz?”

“Ya sokağa çıkma yasakları döneminde herkes vızır vızır dolaşan kuryelerden, kargoculardan ne kadar tükettiğini fark etti ya… İşte bu korkunç bir şey. Sadece israftan bahsetmiyorum. Doğayı ve kendimizi de her gün tüketiyoruz. Bu gidişle bir distopya bana hiç uzak görünmüyor.”

Asya bu fikirlerin ilk başta doğru olduğunu düşünse de katılmadığı yerler vardı.

<< Hayır! Yani evet ama hayır! Çocukken hayallerim hep nasıl üretmek istediğime dairdi. Yani çikolata, şeker ve top istedikten sonraki hayallerim… Ben bir şehir kurmak istiyordum. Bütün arkadaşlarımla pedalını çevirebileceğim bir bisiklet yapmak istiyordum. Sonra büyüdükçe hayallerimi unutmaya başlayıp istediğim eşyalar girdi hayatıma. >>

Hem tüketmesek, israf yapmasak da nasıl üreteceğimiz ne tükettiğimizi belirlemez miydi? Asya haklıydı. Ama bu haklılığı içini ferahlatmıyor ona daha zor sorular soruyordu. En son ne zaman gerçekten istediği bir şeyin yapımına istediği gibi dâhil olduğunu ilk başta hatırlayamadı. Biraz daha zorlasa tabi ki aklına ufak tefek birkaç şey gelecekti. Ama bu onun düşüncelerini ve ortaya çıkan soruları değiştirmeyecekti.

Erkek arkadaşı gelince rutin sohbete döndüler. Sonra Cenk’in kız arkadaşı geldi. Dörtlü masada tatil planları ve bölgenin keşfedilmemiş mekânları tartışılmaya başlandı. Asya hafif sersemlemişken eve dönüş yoluna geçtiler.

Yalnız kalmak istediği için uzunca bir süre lavaboda bekleyip, sevgilisinin uyumasını bekledi. Salona dönüp televizyonu sessiz modda açtı. Hiç uykusu yoktu ama bir süre gözlerini yumdu. Sonra telefonunu açtı. Biraz boş boş dolandı. Sonra gelen maillerini kontrol etti. Faturalarına, kullandığı sitelerin haftalık bildirimlerine baktı.

Gelen onlarca reklam ve spam mailinin arasında alt alta gelen biri üyelik aidatı hatırlatması diğeri de güçlü oda için aktif üye çağrısından oluşan mimarlar odasının iki mailine baktı. İki yıldır birkaç ayda bir gelen birbirinin benzeri bu mailler dışında odanın gerçekten ne yaptığına; buraya neden aidat ödediğine dair bir fikri yoktu. -Her yıl gelen ajanda dışında-

Siteyi açtı baştan aşağı inceleyip kapattı. Uzandı, boşluğa bakarak düşüncelere daldı. Birkaç gündür yaşadıkları ve bugün tartıştıklarını hatırladı. Üzerine uyudu.

Sabaha karşı sevgilisi Asya’yı yatağa geçmesi için uyandırdı ve minik balkonda hava almaya çıktı. Kız da onun yanına gitti. Birer sigara yaktılar. İçlerine çektikleri dumanı geceye üflediler. Dumanlar birbirine karıştı. Gökyüzünde görünen bir iki yıldıza doğru yayılıp yoğunluğu azalarak yükseldi.

İki çift gözün her bir tanesi aynı çizgiyi takip edip aynı yıldıza takıldı.

Kız o yıldızdan kendine baktığını düşündü. Adam balkondan o yıldızda yaşayan insanlara baktığını hayal etti. << Ne istemediğimi biliyorum. >> dedi kız. << Ama isteklerim o yıldız kadar uzak bana. Çok uzakta sönmeye yüz tutmuş minik bir parıltı >>

Adam düşünde yıldıza uçtu. Kız, balkona düştü. Adam yıldıza ulaşamadı. Kızın hayali acıdı. Söndürmedikleri izmaritlerinden birer sigara daha yaktılar. Bir tane daha…

Hiç istemedikleri halde, işe gitmek için evlerinden ayrıldılar. Asya sevgilisini işe bırakıp arabayı park etti. Odasına çıktı. Bilgisayarı açtı. Huzur sitesinin çizim dosyasını açtı. Antet kısmında adını yanlış yazmıştı, düzeltti. Çizimi incelemeye başladı: başlar başlamaz sıkıldı, bıraktı.

Mutfaktan kahve koydu şirket adıyla süslü geniş turkuaz kupasına. Balkona çıktı. Yarım saat boyunca yolu izleyip sigara içti.

Asla yavaşlamayan şehrin, asla azalmayan hareketliliğini gözlemledi. Baktı, dinledi. Onunkine benzer arabalarla, benzer plazalara giren, benzer işyerlerine giden insanlara baktı. Aralarında mutlu olanları seçmeye başladı. Gözlemlerken kendi mutsuzluğundan etkilenmemeye çalıştı. Ama işe yeni başlamış olduğunu tahmin ettiği birkaç kişi dışında kimsede mutluluk göremedi. Aslında onlar da mutludan daha çok heyecanlı ve meraklı görünüyordu.

Sevgilisi aynıydı. Cenk aynıydı. İş arkadaşları aynıydı. Hatta patronunun bile aynı olduğunu düşündü. 2 bölüm müdüründen emin olamadı. Düşündü durdu. Sadece o semtteki plazalarda ve çevresinde çalışan binlerce, on binlerce insanı düşünmesinin bile yeterli olduğunu düşündü: istisnalar hariç, hepsi aynıydı.

Kendisini çok küçük gördü. Bir devasa canavar tarafından yönlendiriliyormuş gibi duran, acı çeken devasa kalabalığın içinde mini minnacık bir birdi. Twitter ekonomistlerinin bahsettiği piyasanın görünmez eli bu canavarın eli diye düşündü.

Gerçekten bir canavar veya bir görünmez el mi vardı? Canavar kim, el kimindi? Sorulara çelişkili cevapları vardı okuma kulüplerinden aklında kalan. Bu mutsuzluğu nasıl değiştireceğini düşündü. En azından kendisi bir yöntem bulup bunu yayabilir miydi ki…

Bir cevap bulamadı. Bir süre aramayı bıraktı. Odasına döndü. Huzur sitesini tamamladı, üstüne iletti.

Arkadaşlarıyla haberleşti. Moda sahnesinde 8’de Gomidas vardı. Sözleşip bilet aldılar. O günkü işlerini bitirip erken çıktı. Erkek arkadaşı mesaiye kalacaktı. Arabayı ona bırakıp metrobüsle geçti. Sokağa yayılan sivil polisler, camları çelik telli bir iki otobüs ve çevik kuvvet polislerinin arasından yürüyüp Bahariye’yi kesen sokaklardan birinde oturdu. Arkadaşları gelene kadar bira içmeye başladı.

Polislerin sürekli her yerde olmasına hala sinirleniyordu ama alışmıştı. Bir gözü sokakta bir gözü internette oyunla ilgili yazılanlardaydı. Buranın salatasını çok seviyordu. İlk birası bitince ikincisiyle birlikte bir de salata istedi.

Gözünü kaldırdığında farklı farklı şeyler yazılı farklı renkte önlükler giyen, genci yaşlısı çeşitli yaşlarda kızlı erkekli grubu gördü. Ellerindeki kötü tasarlanmış, siyah beyaz bildirileri dağıtıyorlardı. Aralarından genç bir kız ve orta yaşlı bir adam sırayla tam anlayamadığı, iyi duyamadığı bir şeyler bağırıyordu.

İçlerinden kendi akranı olduğunu tahmin ettiği bir kız ona da bir tane uzattı.

Ne olduğunu, ne yaptıklarını, neden sokakta sürekli polis olduğunu sordu Asya. Sıcakkanlılıkla cevapladı karşısındaki. Kız elindekileri arkadaşlarına verdi, müsaade istedi ve karşısına oturdu.

5 dakika boyunca sohbet ettikten sonra üstünde ‘Direniyoruz; omuz omuza güçleniyoruz’ başlıklı bildiriyi uzattı.

”Destek olmak istersen altta yazan iletişimlerden bize ulaşabilirsin. Çok da seviniriz.” dedi ve kalktı.

Ismarladığı salata geldi sonunda. Midesi kazınıyordu artık.

 

* “…Hava toprak gibi gebe / Hava kurşun gibi ağır…”

Yarım kalmış hikâyeler, kovalanmamış hayaller ve eksik kalmışlığa gebe insanlar. Tanışlarımız, tanışmadıklarımız, dostlarımız, müstakbel, eski ve yeni yoldaşlarımızla hep birlikte, parçası olduğumuz sakat bir bütünlüğü eğrisi doğrusuyla, gördüğüm kadarıyla yazmaya çalıştım.

‘Ölüm’le tamamladığım (g-ebeye) öykü serisi:

Şubat tarihli 247. sayıdaki ‘Gölge’

Mart tarihli 248. sayıdaki ‘Yansıma’

Mayıs tarihli 250. sayıdaki ‘Yanılsama’

Temmuz tarihli 252. sayıdaki ‘Çatışma’

Aynı sayıdaki ‘Gerçek’ ve okuduğunuz ‘Ölüm’den oluşuyor.

Peki ne mi yapacağız?

Nazım Hikmet Dersliği – 17. Kaldıraç Öğrenci Kampı

Bugün sizlere Nazım Hikmet’i anlatacağız. Onu anlatırken kronolojik bir akış içerisinde gitmeye dikkat göstermeyeceğiz ya da özellikle son yıllarda öne çıkartılmaya çalışılan aşk hayatı gibi “sevimli” özelliklerini başlık başlık ele almayacağız. Bizim bildiğimiz tek bir Nazım vardır: örgütlü mücadelenin içindeki şiir emekçisi Nazım. Yaşamı seyretmeyen, ona müdahale eden, okuruna “yüreğini göğsünün kafesinden çıkarıp güneşten düşen ateşe, diğerlerinin yüreklerinin yanına fırlat” çağrısı yapan, “halkın soyulmuş derisinden sırtına frak geçirenleri” hicveden, milyonların milyonda biri, sıra neferi Nazım. Yazdığı şiirleriyle o, sınıfının savaşçısıdır; işçiyi şimdiki haliyle alıp yüceltmez, yaşamının her alanında sömürülen, eksiltilen, çürüyen ve şarabını vermek için üzüm gibi ezilen işçi sınıfını her yönüyle çözümler ve aklına/yüreğine seslenerek onu hareket etmeye, ürettiği yaşamın yöneteni de olmak için al atlarını emperyalizmin göbeğinde koşturmaya çağırır. Bu hareketin de ancak örgütlü gerçekleştirilebileceğini bilir. Kavgasını da sanatını da aşkını da bu örgütlü yaşamın içinde yarattığı Nazım olarak biçimlendirip yaşamış, tüm hayatını bu sınıf savaşımının içerisinde işçi sınıfının yanında saf tutan bir devrimci olmasının üzerine kurmuştur. Kişiliğine ve sanatına saldırılması, saldırılamayan yerde ise makul zeminlere çekilmeye çalışılması bu sebeptendir, örgütlü bir devrimcinin melankolik bir aşk şairine dönüştürülüp sistem içi hale getirilmesi hedeflenmektedir ancak Nazım’ın hayatı da yazdıkları da ortadadır. Biz de bugün örgütlü mücadelesini verirken doğrusuyla yanlışıyla yaptığı tercihlerden ve bu tercihlerden doğru gelişen eyleminin yani şiirlerinin konu ve biçim bakımından hangi saiklerle oluşturulduğundan söz edeceğiz. Nazım’ı bütünlüklü olarak anlamaya çalıştık, bu çabamızın sonucu olarak aynı şekilde anlatmaya çalışacağız.

İlk başta biraz döneminin nesnel koşullarından ve bu koşulların gerekçelerinden bahsedeceğiz, Nazım’ın içine doğduğu dünyayı anlatacağız, sonrasında ilk yol ayrımıyla birlikte Moskova’ya gittiği yılları konuşacağız. Burada Nazım’ın esas doğumudur artık mevzubahis olan, örgütlenmesiyle birlikte bir devrimci olarak yaşaması ve eserlerini bu bakışla yazmasıdır. İlerleyen yıllarda Kuvayı Milliye Destanı ve Memleketimden İnsan Manzaraları‘nda görülen örgütlü ve örgütçü Nazım’ın çelişkisini ortaya koyarak bitireceğiz sunumumuzu.

Nazım 1902’de doğuyor. Doğduğu çağ, devrimler çağı. Az sayıdaki büyük şirketler pazarlara hâkim olmaya başlamış, bir yandan üretim bir yandan sermaye merkezileşiyor, sömürgelerin yağması yoluyla sermaye birikimi artıyor. Tekelci kapitalizm yani emperyalizmle beraber emperyalist devletler yeni sömürgelere, yeni sömürü biçimlerine ihtiyaç duyuyor; dünya topraklarını yeniden paylaşmak, yeni sömürgeler elde etmek hırsı içindeler. Yaşanan sıcak çatışmalarla Birinci Paylaşım Savaşı’na giden yoldayız. Öbür yandan kapitalizmin tekelci boyuta varmasıyla birlikte işçiler de artık sınıf kimliğini belirgin olarak kazanmaya başlıyor; yalnızca ekonomik değil politik açıdan da durdukları yeri görüp birlikte hareket etmenin, topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanlar olarak iktidarı alma gerekliliklerinin farkına varıyorlar. 1848 devrimlerinde işçi sınıfının rolü ve 1871 Paris Komünü deneyimi bunlara bir kanıt oluşturabilir.

20. yüzyılın başlarında Osmanlı, kapitalistleşme yarışında geri kalmış, feodal bir devlet olarak hüküm sürüyor. Geniş toprakları paylaşılmaya elverişli bir konumda, bu yüzden de hedef tahtasındakilerden yalnızca biri. Çatırdayan devleti bir arada tutabilmek adına Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi fikir akımları oluşsa da bunlar fikrî sahadaki etkileri hariç politik bir değişim yaratabilecek güçte değiller. Sanat alanında bu yansımalar ise şöyle vücut buluyor: Ya Batı özentiliği içinde ağır bir dil kullanarak çok daha şahsî meseleleri konu edinenler ya da biraz daha sonraları ortaya çıkan, dilde sadeleşmeyi benimseyip konularını halktan alan ama halkın davasına ortak olamayan milliyetçi şairler.

Nazım Hikmet böyle bir ortama doğuyor işte. Özellikle Mevlevilik tarikatına mensup paşa dedesinin okuduğu şiirlerden aklında kalan aruz ölçüsünün taklidine kalkıştığı, Osmanlıca kelimelerin yoğunlukta olduğu ilk şiirlerini veriyor. Bunlar daha dindar bir çerçeveden yazılmış şiirler. Sonrasında artık Birinci Paylaşım Savaşı’yla yükselen anti-işgal hareketinin de etkisiyle, milliyetçi bir tutumla, biçimin heceye döndüğü şiirler yazmaya başlıyor. Ancak o da yaşananları ancak gözlemci bir pozisyondan izlemekte, okuyup işittikleriyle sınırlı. Yani yazdıkları ikinci el verilerin üzerine oluşturulmuş hayallerin yansımaları bir nevi. Kendisi bu davanın bir parçası olmadığı için yazdıkları da o derecede dışarlıklı. Bu mücadeleyi kendi mücadelesi haline getirip bir ucundan tutmak için İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya gidiyor. Ama Anadolu’da bildikleri tersyüz oluyor. Açlığı, sefaleti, katliamları, halkın yaşadıklarını doğrudan görüyor. Gördüğü yalnızca halkın yaşamı değil. Paşaların, iktidar savaşında olanların, anti-emperyalist mücadeleye önderlik etmeye kalkışanların yaşamını da görüyor. Zenginliktir gördüğü, rakı şişesidir, biraz mezedir, eğlencedir, âlemdir, halktan kopuk kendi aralarında dönen bir iktidar mücadelesidir. Henüz sınıf bilinci oluşmamış olsa da ortada topyekûn bir “milli mücadele” olmadığını, bu mücadelenin içinde aynı safta gözükenlerin arasında bir ezen bir de ezilenin olduğunu fark ediyor. Bu süreçte Almanya’da Marksist mücadele yürüten Spartakistlerle tanışıyor ve sol neşriyatla haşır neşir oluyor. Mustafa Suphi ismini de o günlerde tanıyor. Mustafa Kemal tarafından Rusya’dan dönerken boğdurulan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hikayesini Anadolu’da öğreniyor. Mustafa Suphiler TKP’nin kurucularındandır, mücadeleyi sosyalist bir çizgiye çekmek amacıyla memlekete gelirken Mustafa Kemal’in emriyle Karadeniz’de boğdurulmuşlardır. Birkaç yıl sonra şiirinde “Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak/Kalbim yine çarpıyor/ kalbim yine çarpacak!” diyerek canlandıracaktır Suphileri.

Artık bir yol ayrımına girmiş durumda. Ya Moskova’ya gidecek. Emperyalistlerin Birinci Paylaşım Savaşı’nı sonlandırıp kendisine karşı tek cephe haline gelmelerine, TC devletini kendisine karşı bir ileri karakol olarak örgütlemelerine sebep olan; burjuvaziye karşı iktidarı Sovyetlere veren Ekim Devrimi’nin merkezine ve devrim ateşini yaşayacak orada. Ya da memlekette şöyle böyle bir iş bulup hayatına devam edecek. Bir hesaplaşmaya varıyor bu tercih. Kendisine soruyor: “Oğlum, sen hapiste yatabilir misin, kör kalabilir misin, asılmak var günün sonunda, ölmek var Suphi gibi. İçkiyi, yemeyi, sanatı, kadınları bırakabilir misin?”. Seçimini yapıyor sonra, görmüş Anadolu’yu, iki uzlaşmaz sınıfı sezinlemiş yerinde. Karar veriyor Moskova’ya gidilecek.

Moskova’ya doğru yol alırken, Nazım yeni kurulan bu ülkede Anadolu’dan çok da farklı bir manzara bulamaz önce; yeniden açlıkla, sefaletle yüzleşir ve bütün bu açları milletinden, cinsinden bağımsız olarak insanlık adına sahiplenir: “Değil birkaç/Değil beş on/ Otuz milyon/ Aç bizim”.

Moskova’ya vardığında ise devrim ateşinin ortasında bulur kendini, Ekim Devrimi’nin havası Moskova’dan Avrupa’ya yayılmış, herkes devrimler dalgasını beklemektedir. Burada Devrim önderlerinin mitinglerine katılma ve fikirlerini kendilerinin ağzından dinleme şansına kavuşur. Doğu Emekçilerinin Komünist Üniversitesi yani “KUTV”da eğitim görür, eğitimi esnasında kendisini teori ve sanat açısından geliştirir ve Mayakovski gibi alanın öncüleriyle tanışır. Şiirleri içerik ve biçim bakımından fikrini örgütlemek üzere şekillenir, hatta tamamen ajitasyon ve propaganda biçimini alır, yer yer bu durum kaba didaktik bir anlatıma bile varır. Bu dönemde Anadolu’da yayınlanmak üzere gönderdiği ve didaktik yönü ağır basan şiirlerin yanında, mitinglerde kürsüden okunmak için yazdığı, içerikten ziyade ses uyumu ve yapının önde olduğu şiirler de yazar. Lenin’in ölümü üzerine yazdığı Matem Marşı bu dönem yazdığı şiirlerine örnektir: “Çan/çalmıyoruz/çan /çalmıyoruz/yok/salâ veren! / Giden/o/biten/bir/şarkı değildir…/ O/büyük/bir/ışık/gibi döğüştü. /Kasketli/bir güneş/halinde düştü…”

Bu şiiri barındırdığı ses uyumu ve biçimi itibariyle Moskova’da kürsüden okunduğunda Türkçe bilmeyen yoldaşlarını dahi Nazım’ın deneyimlediği durgun yasa sürükleyecek şekilde yansıma seslerden faydalanarak yazılmıştır.

Aynı dönemde Suphi ve on beş yoldaşının faaliyetleri sebebiyle Mustafa Kemal tarafından kumpas kurularak katledilmesini konu alan 28 Kanunisani’yi yazar:

“….

Trabzon’dan bir motor açılıyor

sa-hil-de-ka-la-ba-lık!

motoru taşlıyorlar

son perdeye başlıyorlar!

burjuva kemal’in omuzuna binmiş

kemal kumandanın kordonuna

kumandan kahyanın cebine inmiş

kahya adamlarının donuna

uluyorlar

 

hav… hav… hak… tü

yoldaş unutma bunu burjuvazi

 

ne zaman aldatsa bizi

böyle haykırır:

hav…hav…hak…tü

 

– gördün mü ikinci motörü?

– içinde kim var?

– arkalarından gidiyorlar.

– ikinci motör birinciye yetişti

– bordoları bitişti

– motörler sarsılıyor

– dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.

– hayır

 

iki motörde iki sınıf çarpışıyor

….”

 

TC devletinin ve kurucusunun burjuva karakterini olanca sadeliğiyle ortaya koyduğu bu şiirinde Nazım’ın dönemini aşan bir berraklıkla yaklaştığını görürüz Anadolu’daki burjuva devrimine.

Nazım’ın Sovyetler’de sağlamlaştırdığı dünya görüşünün ve teorisinin temelini, devrimci mücadele ve mücadeleye uygun bir araç olarak parti faaliyeti oluşturur. KUTV’daki eğitimini tamamladıktan sonra Avrupa Devrimi’nin beklendiği gibi gerçekleşmemesi ve Lenin’in ölümünün de etkisiyle devrim fikrini yaymak üzere Anadolu’ya döner. Türkiye Komünist Partisi üyesidir. Parti perspektifine uygun şekilde kitleleri ajite etmeye yönelik, anti-emperyalist niteliği önde şiirler yazar. Nazım iyi bir ajitatördür, bu dönemde yazdığı Güneşi İçenlerin Türküsü şiirinde gördüğümüz üzere insanca bir yaşam mücadelesini zengin çağrışımlarla, sosyalizm demeden anlatmanın yollarını bulur:

“Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!

Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,

toprak kokuyor bakır sakallarımız!

Neşemiz sıcak!

kan kadar sıcak

delikanlıların rüyalarında yanan

o “an”

kadar sıcak!

Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak

ölülerimizin başlarına basarak

yükseliyoruz

güneşe doğru!

Ölenler

dövüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var

güneşe akın

Güneşi zaaaptedeceğiz

Güneşin zaptı yakın!”

Bu dönemde Nazım’ın ve çevresinin faaliyetleri devletin gözünden kaçmaz, yazı ve şiirlerinin yayınlandığı Aydınlık Dergisi baskına uğrar ve çoğu yazarı tutuklanır. Nazım önce Moskova’ya gider ve dönüşünde ilk defa hapishaneye düşer. Burada yaşadıkları şiirinin içeriği bakımından köklü bir değişime sebep olacaktır. O zamana kadar şiirlerinde propaganda yönü ağır basmış, kaynağını doğrudan hayatın içinden değil; fikirlerinden almıştır. Hopa Hapishanesi’nde ise şimdiye kadar yaşamlarını ancak yakından gözlemleyebildiği insanların, kendi insanlarının hayatına dahil olmuş, onlarla ortak bir yaşam kurmuş ve onların şiirlerini yazmıştır. “Dar yalakta aptes alan ihtiyar Kızkapan Oğlu Vehpi”dir arttık anlattığı, “Bir gece bir kanca alıp yanına damından inmiş dedesinin dükkanına” dediği Muhittin’dir. Onun şiirlerini büyüten de bu olmuştur. Artık bir hatip gibi kitabi bir yerden doğruları art arda sıralayan biri olmaktan çıkmış; yaşamın içinden olanı, bu doğruların süzgecinden geçirerek görüp hayatın kendisini anlatmaya koyulmuştur. Teorik bilgisini bir gözlük gibi kullanarak gördüğü insanları doğrudan bir sadelikle anlatabilmesi, onu memleketin şairi yapmaya başlamıştır. Mücadelesini hayatın geri kalanından ayırarak en tepeye yerleştiren ve bu uğurda aşk şiirleri yazmamaya ant içen bir Nazım’dan, yaşamın dört bir köşesini mücadeleyle ören, su içmekten uyumaya her bir eylemi devrimci olarak gören yaşayan eyleyen Nazım’a dönüşmüş, bu da her türden konuyu bir komünist olarak işleyerek şiirlerini genişletmeye götürmüştür onu. Kuru bilgileri estetize etmez artık, “Ustanın şarap parası için çırpı bedenini ateşe atan çırak” gibi, “para yüzünden itin birine varan taze bir gül Ayşe”* gibilerini sayfalarında yontabilmesinden gelir devrim demeden insanların gönüllerinde kızıl meşaleyi yakabilen sahiciliği.

Bu esnada dünya devrimi dalgasının yaşanmamasıyla tek bir ülkeye sıkışan sosyalist devrim, kendisine yeni yollar aramaktadır, Nazım bu dönemde devrimin yayılmasını önlemek amacıyla Sovyetlerin etrafının bir duvar gibi çevrilmesini duvar şiirinde anlatır. Bu şiirin devamında bulunan Duvara Cevap kısmında ise kendi örgütlü mücadelesini insanlığın tarihsel gelişimi içerisinde diyalektiğin zorunlu bir ürünü olarak görüşünü şöyle anlatır: “Bize karşı koyanlar/karşı koymuş demektir. /Maddede hareketin/yürüyen cemiyetin/ezeli kanunlarına. /Sükûn yok, hareket var/bugün yarına çıkar/bugünü yıkar/ve bu durmadan akar/akar/akar.”

Nazım’ın örgütlü mücadeleye bakış açısını en açık biçimde teşhir edebileceğimiz şiirlerinden bir tanesi de yıllar sonra yazacağı Ceviz Ağacı’dır.

“…

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.

…”

Gülhane Parkı’nda ceviz ağacı yoktur, aynı tutuklanacağı için Moskova’da olup İstanbul’un dışında bulunan Nazım gibi. Ama Nazım Hikmet her ne kadar İstanbul’da olamasa da dokunur ona yüz bin eliyle, çünkü örgütlü bir devrimcidir ve Nazım örgütü kadardır. Tek bir yaprağın hareket kabiliyetini aşmış, yüz bin yaprağın bir araya gelip yarattığı nitelik sıçramasıyla ağaç olmuş, bir ağacın potansiyeline ulaşmıştır. Yüz bin tane insan bir tek mücadele için savaşım verirken onun bedenen İstanbul’da olmaması bir şeyi değiştirmez. Örgütlülüğüyle, örgütüyle o; yüz bin insanın hareketinin parçası olarak İstanbul’a müdahale etmeye kadirdir. Kendi kişisel sınırlarını aşmak, mücadelenin sürekliliğini tekil şahsiyetlerin becerilerinden çıkarmak, kolektifin oluşturduğu bilgi birikimi ve tecrübeyle varılan teoriyle bireysel bakış açılarının sınırlılığını yıkıp hakikate yaklaşmak ancak mücadeleyi bireysel bir itirazdan çıkarıp örgütün içerisinde hareket etmekle mümkündür, o da bunun farkındadır. Hele ki karşıda burjuvazi tek tek değil, en gelişmiş örgütü yani devletiyle saldırıyorsa biz devrimcilere, bu zorunluluktur. Nazım da bu zorunluluğun getirisiyle örgütlenmiştir ve hayatı boyunca örgütlü mücadelenin içerisinde yer almıştır.

Öte yandan Komintern’in devrimin yayılmaması ve faşizmin yükselişine karşı üreteceği politika burjuvanın içerisinde ittifaklar arayarak devletlerin faşist hükümetlerle yakınlaşmasına karşı Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ler örülmesi olur. TKP bu politikaya uygun olarak Mustafa Kemal ve onun önderliğinde gerçekleşen burjuva devrimi sahiplenmiş, bir “milli mücadele” anlatısını benimsemiştir. Partili Nazım, Komünist Nazım, daha 1923’te “Burjuva Kemal’in sırtına binmiş, Kemal kâhyanın donuna” diyebilmiş Nazım; Suphi’lerin katili, burjuvayı omuzlamış Kemal’le nasıl uzlaşabilir? Tarihe ve devlete berrak bir sınıf bilinciyle bakan Nazım, Parti’nin bu politikayı benimsemesini başta kabullenemez, muhalefet eder, partinin içinde muhalif kanadı örgütler. Fikrini parti içerisinde örgütlemeye çalışan Nazım’ın mücadele süreci partiden ihracına kadar gidecektir. Ancak Nazım örgütçüdür, partiden ihraç edildiğinde bile ilk ve en önemli hamlesi yeni bir parti örgütlenmesi yaratmaya çalışmak olmuştur. Yine de yeni parti örgütlenemez, Nazım da yeni bir yol ayrımına gelir. TKP ile devam etmek veyahut örgütsüzlük. Nazım örgütçüdür. KUTV’daki eğitiminden ve Ekim devrimi deneyiminden bilir: devrimci parti devrim yolunda sınıfın yegâne silahıdır. Devrimci olarak burjuvazinin karşısında işçi sınıfının yanında yer alabilmesi, mücadele etmesi ancak örgütlüyken mümkündür. Tek yolu TKP içerisinde faaliyet yürütmektir, bunun için Nazım partiyle uzlaşma yoluna gidecektir.

Şimdi tabloyu tekrar önümüze serelim: Nazım, Komünist Nazım, burjuvayı omuzlayan Kemal’e karşı “Onlar-biz” diyebilmiş Nazım, nasıl uzlaşır burjuva devletle? İşte bu çelişki Nazım’ın şiirlerinde de kendini tarif edecektir. Parti politikasıyla uzlaşı içerisinde olan Kuvayı Milliye Destanı (“Sarışın bir kurda benziyordu/ ve mavi gözleri çakmak çakmaktı”) ve sınıfın durumunu filtresiz gözler önüne seren Memleketimden İnsan Manzaraları (“510 numaralı üçüncü mevki vagon/Jandarmalarla mahkûmlar birinci bölmede/Çavuş, daha bir kere olsun gülmedi/Mavzerler yatırıldıysa da raflara/kelepçeler çözülmedi/Ayrı ayrı dünyalarda iki taraf.”) bu dönemin ürünleridir. Kuvayı Milliye’de Anadolu’daki anti-işgal hareketler, Kemal’in önderliğinde bir milli kurtuluş mücadelesi olarak anlatılırken Nazım kendi bildiğini mi unutmuştur? Hayır. Nazım örgütçüdür. Örgütlü mücadeleyi her şeyin önüne koyar. Yazık ki bu yolda gerçeği görmesine rağmen fikrini sonuna kadar götürememiş, ısrar yerine uzlaşı yolunu tercih etmiştir. Bilgisine sahip olduğu gerçek ve partiyle ters düşmemek isteği ise bundan sonraki mücadele hayatında süreğen bir çelişki olarak kendini var etmeye devam edecektir. Nazım niçin uzlaşı yolunu seçmiştir? Bir yanıyla bu süreçte Parti içerisinde Nazım’a karşı örgütlenen kanadı ve saldırıları görmek gerekir. Devletin sürekli saldırısı altındaki Nazım, parti tarafından sahiplenilmemiş, genç şairler kendisine karşı kışkırtılmıştır. Nazım 1951’de açlık grevine başlayana kadar parti, hapishaneye düşmesini bile gündem etmemiştir. Bu saldırılar karşısında Nazım, gerçeği örgütlemek konusunda bir adım geri kalmış, dahası dört bir yanda Komintern kararınca uygulanan Faşizme Karşı Birleşik Cephe teziyle tekil olarak mücadele edememiştir. Şiirlerinden görürüz ki Nazım bildiğine sırtını dönmemiş, ama gerçeği örgütlemek için sonuna kadar diretecek tutumu da sergileyememiştir. Burada şunu görmek gerekir, evet Nazım örgütü kadardır ama örgütü de Nazım kadardır. Parti, üstten alta yapılması gerekenleri aktaran bir oluşum; kolektif, kişinin dışında ona emirler buyuran bir yapılanma değildir. Örgüt, elbette kişilerin toplamından fazladır ama onlardan meydana gelir. Kolektif akıl, kişilerin fikirlerinin birbirini gerçeğe doğru açmasıyla ulaşılan noktada sağlanan birlikle oluşur. Fikrinin gerçek olduğunu düşünen de ne denli ısrarcı olursa onun arkasında ne denli durup diğerlerini ikna edebilirse, oluşacak ortak irade de o ölçüde bundan beslenerek hakikate yakınlaşır. Yani Nazım örgütünü örgütleyemediği noktada -tarihsel koşulların da bu yönlü geliştiğini göz önünde bulundurmakla beraber-, gerçek olmayan ve kendisinin de bunu bildiği bir fikrin arkasında durmak zorunda kalmış, Memleketimden İnsan Manzaraları’na ekleme çıkarma yaparak bir milli mücadele anlatısı yaratmış, Kuvayı Milliye Destanı gibi resmi tarihin içerisinde yer alabilecek bir eser vermiştir.

 

Nazım doğrusuyla yanlışıyla bizimdir. Bugün doğumundan 110 yıl sonra hala onun şiirleriyle ümidi, direngenliği, birliği, yası, aşkı yaşıyorsak, birbirimize güç veriyorsak bundandır. Ancak onu iyi tespit etmek, uçlara savrulmadan yaşadığı ve yazdıklarını olduğu gibi görüp eleştirebilmek de lazımdır ki onu aşabilelim, maddede hareketin yürüyen cemiyetin ezeli kanunlarına karşı koymayalım. Bu takdirde Nazım’ın hayatından şu iki hakikat çıkarılabilir: Örgütlenmek, halkların karşısında en gelişmiş aygıtı -devletiyle- üzerimize gelen burjuvaziyi yıkmak adına gereklidir çünkü tekil itirazlar ancak örgütlü mücadeleye akıtıldığı takdirde süreklileşebilir, büyüyebilir, güçlenebilir, birey ancak örgütü kadar vardır. Bir yandan da bu tekiller doğru bildikleri fikirlerini sonuna kadar götürüp ısrarla örgütlemeye çalışmalıdırlar ki kolektifin aklı bu yönlü çalışsın, hareketin rotası gerçeğe doğru çizilebilsin çünkü örgüt de bireylerin kendisi kadar vardır. İsyanı örgütte birleştirmek, gerçeği örgütlemek, bir tarafıyla hayatının her alanını mücadeleye çevirmek ve üretmek, devrimciliğini bütün olağanlığıyla yaşamın ortasında sürdürmek gerekir. Çünkü:

“Türkülerimiz

varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.

….

Biz anlamayız

tek ağzın türküsünü

Türkülerimiz

ön safta en önde saldırmalıdır düşmana

….

Türkülerimiz

bir tek yüreğin

perdeleri inik

kapısı kilitli evinde oturamaz

Türkülerimiz

rüzgara çıkmalıdır!”

 

 

*Bekir Kilerci-Fırtına Kopanda

 

“İnsanlık” değil, kapitalizm…

Atmosfer ısınmaya devam ediyor, biyo-çeşitlilik ve canlı türleri hızlı bir tempoyla azalıyor, şimdilerde yok oluşun normalin 100 ila 1000 kat arttığını tahmin ediliyor… Bilim insanları önümüzdeki on yıllarda ekosistem için vazgeçilmez olan 1 milyon türün yok olacağını haber veriyor ve insanın da “o türlerden biri” olduğu pek akla gelmiyor… Kuraklık, seller, orman yangınları artıyor, deniz seviyeleri yükseliyor, okyanuslar tuzlanıyor, balıklar ölüyor, açlık, yoksulluk derinleşiyor, “iklim göçleri” görülmemiş sayılara ulaşıyor, birçok ülke daha şimdiden gıda güvenliğini ve egemenliğini kaybetmiş durumda… Bütün bunlar yaşanırken sermayenin kârları da hızla artmaya devam ediyor. Zirvelerde alınan kararlar, peşi sıra yayınlanan raporlar işlerin her geçen gün daha da sarpa sardığına dair kaygıları açık ediyor, lâkin ekolojik yıkımın, iklim krizinin sorumlusunun “insanlık” olduğu söyleniyor… Binlerce, on binlerce sayfalık değerlendirme raporlarında kapitalizm kavramı hiç geçmiyor… “Konunun uzmanları” ve “her konunun uzmanları” televizyonlarda saatlerce iklim krizini, ekolojik yıkımı “tartışıyor…” hiçbirinin ağzından kapitalizm çıkmıyor… İyi de siz o sorunu hangi temel üzerinde tartışıyorsunuz? Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir?

Egemen sınıfların hizmetindeki “Sivil Toplum Örgütleri” [NGO’lar) ve büyük medya yıkımın asıl sorumlusunu gözden uzaklaştırmak için seferber olmuş durumda. Asıl sorumlunun insan (Homo Sapiens) olduğu söyleniyor… WWF (Dünya Vahşi Doğayı Koruma Vakfı) 1970 yılından beri vahşi hayvan popülasyonunun %60’ının yok olduğunu ifade ediyor ve yok oluşun insanların aşırı tüketiminden kaynaklandığını ileri sürüyor… Vakfın 148 sayfalık 2018 Raporunda “insanlık” kelimesi 14 kere, “tüketim” kelimesi de 54 defa geçiyor… “Kapitalizm” bir defa dahi geçmiyor… Yok sayarak bir sorun anlaşılabilir, bilince çıkarılabilir mi? Eğer canlı türleri aşırı tüketimden kaynaklanıyorsa, aşırı tüketim de kapitalizmin eseri değil mi?

Kapitalizm, sürekli büyümeye mahkûm netameli bir sistemdir. Orada durmak da, yavaşlamak da mümkün değildir. Hiçbir zaman bana bu kadarı yeter demez, diyemez… Varlığını büyümeye borçludur… Büyüme veya yok olma ikilemi söz konusudur… Hem her seferinde daha çok üretme zorunluluğu var ve hem de amacın hasıl olabilmesi için üretilenin satılması, tüketilmesi, Marksist bir kavramı kullanmak gerekirse, realizasyon gerekiyor. Kapitalist endüstriyel tarım (agro-endüstri), canlı türlerinin yok oluşunun başlıca nedenlerinden biri. Yegâne ereği kâr olan bir üretim tarzının doğaya, insana, canlılara saygılı olması mümkün olmadığına göre…

Yegâne ereği, her seferinde daha çok kâr olan bir sistemden doğaya, insana, canlılara saygılı olması, doğanın sınırlarını dikkate almasını beklemek abestir… Kapitalizmi değil de “tüketimi” yıkımın ve kötülüklerin sorumlusu saymanın bir anlamı olabilir mi? Eğer ortada bir saçmalık, bir irrasyonellik varsa, asıl nedene odaklanmak, şeyleri adıyla çağırmak gerekmiyor mu?

Yıkımdan “aşırı nüfusun” sorumlu olduğunu söylemek de yaygın bir tevatür… Bu dünyada yaşayan herkesin yıkımdan aynı derecede sorumlu olduğunu söylemenin bir inandırıcılığı olabilir mi? Eğer ortada bir yıkım varsa, işler sarpa sarmışsa, bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi ortaya çıkmışsa, bunun nedeni dar bir ayrıcalıklı küresel azınlığın yaratılan zenginliğe el koymasıdır… Atmosferin ısınmasında asıl sorumlu olan “Büyük İnsanlık” değil, dünya nüfusunun sadece %10’unu oluşturan “mutlu azınlık”. En zengin %10 atmosferin ısınmasına neden olan karbon gazı emisyonunun %50’sinden sorumlu… Sorumluluk ayrıcalıklı azınlığa ait ama iklim krizinin, ekolojik yıkımın, biyolojik çeşitliliğin yok olmasının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda olanlar bu dünyanın zenginliğini üreten yeryüzünün lânetlileri, Büyük İnsanlık… Asıl sorumlu, insana canlılara, doğaya saygısız kolonyalist, emperyalist kapitalist sistem… Velhasıl yıkıma maruz kalanlarla, yıkımdan kâr edenler ayrımını iyi yapmak gerekiyor…

Aslında ekolojik yıkımın, iklim krizinin başlıca nedenini nüfus artışına bağlamak, küresel oligarşinin ve temsilcilerinin suçunu başkalarının üzerine atmak, asıl sorumluyu görünmez kılmaktır… Kapitalizmde “benden sonra tufan” anlayışı geçerlidir… Kapitalistler insanların kaderiyle de ekolojik yıkımla da ilgili değillerdir… Öylesi kaygılara yabancıdırlar. Nüfus artışını, ne demekse “aşırı nüfusu” günah keçisi saymak ideolojik bir manipülasyondur… Eğer bugün dünya ölçeğinde, nüfus artışı oranı farklılık gösteriyorsa, zengin ülkelerde düşük, yoksul ülkelerde yüksekse, bunun nedeni zenginliğin küresel planda aşırı eşitsiz bölüşülmesindendir. Bir şey daha var: insanlık dendiğinde, sosyal eşitsizlikler, sınıfsal farklılıklar, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisi, sınıf çatışmaları görünmez kılınıyor… Netice itibariyle insanlık dendiği zaman bir genelleme, bir soyutlama yapılmış oluyor…

Her toplumda zenginlerin nüfusu yoksullardan daha az artar. Bu, dünya ölçeğinde de öyledir… Zengin ülkelerden yoksul ülkelere doğru gidildikçe nüfusun daha çok arttığı gözlenir. Fakat yoksulluğu yaratan da kapitalizmdir. Mesela yoksul kesimden 10 çocuklu bir aileden biri okuyup devlet bürokrasisinde görev alsa, ekseri ikiden fazla çocuğu olmazdı! Kaldı ki, kapitalizm göreli ve mutlak yoksulluk yaratmadan yol alamaz. Dünya nüfusu %30 azalsa, ekolojik yıkım ve iklim krizi cephesinde değişen bir şey olmazdı…

Yüz yüze geldiğimiz sorunlar, sayısız kötülükler, akılsızlıklar, radikal dönüşümleri gerektiriyor… Yeni bir perspektife ve paradigmaya acilen ihtiyaç var. Sürdürülebilir bir yaşam için üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı radikal olarak değiştirmemiz gerekiyor ve bu mümkün…

Bir sorunu yaratanlardan çözüm beklenemeyeceğine göre, iş başa düşüyor… Bozulanı yapmak da sonuçta yeryüzünün lanetlilerine kalıyor ve yapılacak olan da bir sır değil… Vakitlice insanlığa yıkımdan, ölümden, savaştan, açlık, yoksulluk, sefaletten, aşağılanmadan… başka bir şey teklif etmeyen lânetli kapitalizmden çıkmak gerekiyor… Zira geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir…

 

Direnişin dünyası… Demokrasiniz diktatörlük, ekonominiz köleliktir; yiyin efendiler yiyin geleceğiniz çöplüktür!

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” Ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Derinleşen ekonomik krizle birlikte her geçen gün artarak gelişen kitle eylemleri ile işçiler bir sınıf olarak hem kendi gücünü görmekte hem de egemenleri görüp tanımaktadır. Emperyalist merkezlerin demokrasi şalları işçilerin direnişi ile ortadan kalkıyor. Tabii bir de “ulusal çıkarlar” şalı var. Hani şu uluslararası holdinglerin, şirketlerin kârları olunca rafa kalkan ama söz konusu işçilerin hak ve talepleri olunca polisiyle, kanunuyla işçilerin karşısına dikilen “ulusal çıkarlar”. Almaya, İngiltere gibi “ulusal çıkarlara” pek önem veren devletler büyüyen grev dalgası karşısında grevlerin gücünü azaltmak için her yolu deniyor.  

İşçiler ise bütün saldırılara, baskılara, “şallara” rağmen kendi sınıfsal çıkarları için dünyanın her yerinde mücadeleyi büyütüyor. Temmuz ayında dünyanın pek çok yerinde grevler ve kitlesel sokak eylemleri gerçekleşti. Derleyebildiğimiz kadarıyla temmuz ayında gelişen grev ve sokak eylemleri:   

Demokrasi abidesi (!) İngiltere devleti grev kırıcılığına soyundu

İngiltere’de büyüyen grev dalgası karşısında devlet grevlerin gücünü azaltmak için her yolu deniyor. 

Demiryolu, Denizcilik ve Taşımacılık Sendikasının (RMT) Haziran ayındaki üç günlük grevi büyük dayanışmayla karşılanmış ve devamında aralarında makinistler, telekom işçileri, posta işçileri, eğitimciler ve sağlıkçıların da bulunduğu kamu ve özel sektördeki birçok iş kolunda yüz binlerce işçinin grev hazırlığı gündeme gelmişti. İşçilerin özellikle artan enflasyon nedeniyle ücret artışı ve iş güvencesi için çıktığı grevlere karşı İngiltere devleti grev kırıcılık rolüne soyundu. 

İngiltere, İskoçya ve Galler’de patronların grevlerde geçici işçi istihdam etmesine izin veren bir yasa yürürlüğe girdi. Yasa, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) sendikal örgütlenmeyi güvence altına alan 87 No’lu sözleşmesi başta olmak üzere çalışma koşullarını düzenleyen bağlayıcı uluslararası anlaşmaların ihlali olarak yorumlanıyor.

İş, Enerji ve Endüstriyel Strateji Bakanı Kwasi Kwarteng, Muhafazakâr Parti hükümetinin işçilerin en temel haklarını çiğneyerek yaptığı “yasal” düzenlemeyi “Ceza gerektiren bir suç olan yasal düzenlemeyi değiştirdik. Sendikaların ekonomimizi durdurmasına izin vermeyeceğiz” açıklamasıyla duyurdu.

Devlet, grev dalgasının önünü kesebilmek için aynı yasal düzenleme içinde ayrıca sendikaların ödemek zorunda kalabileceği tazminat miktarını da artırdı.

Yeni düzenleme, grevin “yasa dışı” olduğunun tespit edilmesi hâlinde, mahkemelerin bir sendika aleyhine verebileceği maksimum tazminat miktarını değiştiriyor. Bu da yasal bir grev için hâlihazırda oldukça yüksek bir grev oylama barajının yürürlükte olduğu İngiltere’de üye sayısı milyonları geçen en büyük sendikalar için azamî cezanın 250 bin sterlinden 1 milyon sterline yükseleceği anlamına geliyor.

İngiltere işçi sınıfı ayağa kalkıyor, grevler dalga dalga büyüyor

İngiltere işçi sınıfı, egemenlere karşı mücadele hattına girdi. Birçok iş kolunda bu ay sonunda büyük grevler gerçekleştirilecek.

41 bin demir yolu işçisi, 6 bin makinist ve 40 bin telekom işçisi greve çıkıyor. 115 bin posta işçisi, 500 binden fazla eğitimci, 170 bin kamu işçisi ve birçok iş kolunda yüz binlerce işçi grev hazırlığı yapıyor. 

Birçok iş yerinde 30 yıl sonra ilk defa yapılacak grevlerde, başta ücret artışı olmak üzere çeşitli talepler dile getirilecek. İş güvencesi, emeklilik haklarına saldırıların son bulması ve iş koşullarının iyileştirilmesi işçilerin öne çıkan talepleri arasında.

Demiryolları yine duracak

Demiryolu İşçileri Sendikası RMT, 21, 23 ve 25 Haziran’daki üç günlük grevinin ardından, yeni grev tarihlerini açıkladı. Üç günlük grev sonrası demiryollarını işleten toplam 14 şirketle görüşmeleri sürdüren RMT, bu görüşmelerden sonuç alamayınca yeniden grev ilan etti. Buna göre, 27 Temmuz, ile 18 ve 20 Ağustos tarihlerinde iş durdurulacak. Greve 41 bin işçi katılacak.

Tren makinistleri de grev dedi

Toplam 8 ayrı şirkete bağlı çalışan makinistler de grev gününü açıkladı. 6 bin makinistin greve çıkması, ulaşımda hayatın felç olacağı anlamına geliyor. 30 Temmuz’da trenleri durduracak Tren Sürücüleri Sendikası ASLEF Genel Sekreteri Mick Whelan, “2019 yılından bu yana doğru dürüst bir ücret artışı alamadık. Hükümetin desteğini arkasına alan bu şirketler, gerçek hayatta aslında ücretlerimizi düşürmüş durumda. Buna daha fazla sessiz kalamazdık” dedi.

BT’de 35 yıl sonra ilk grev

İletişim İşçileri Sendikası da (CWU) grev tarihlerini açıkladı. Ücretlere zam ve iş koşullarının iyileştirilmesini isteyen 40 bin British Telecom (BT) işçisi 29 Temmuz ve 1 Ağustos günlerinde 2 günlük grev gerçekleştirecek. 1987 yılından bu yana ilk kez greve çıkacak olan işçiler, kriz ve salgının yükünü daha fazla yüklenmeyeceklerini ve hayat pahalılığı karşısında sessiz kalmayacaklarını açıkladılar.

İngiltere’deki en zengin 350 şirketin kârlarında yüzde 73 artış olmasına ve enflasyonun yüzde 10’a dayanmasına rağmen işçilerin maaşlarında sadece yüzde 1 ya da 2 dayatması karşısında işçiler, grev oylamasını da yüzde 95’le geçti. 350 şirket arasında olan BT, geçtiğimiz yıl 1.3 milyar sterlin kâr yaptı. BT’nin CEO’su yılda 3.5 milyon sterlin maaş alırken, işçilere yüzde 2 önermesi işçileri daha da öfkelendirdi.

Grev dalga dalga yayılıyor

Ulusal Eğitim Sendikası (NEU) 510 bin üyesine grev oylamasına başladı. Ücretlere zam talebinin yanı sıra, eğitim müfredatı ile yöntemleri belirlenirken sendikanın görüşüne de başvurulmasını talep ediyor.

Başta bakanlıklar olmak üzere pasaport dairesi, iş ve işçi bulma kurumu, sürücü sınavları yapan memurlar ve sosyal servislerde çalışan işçilerin üye olduğu PCS sendikası da grev oylamasına başlayacak. 170 bin işçinin üye olduğu PCS, devletin 91 bin işçiyi işten atma planına karşı da eylemlere hazırlanıyor.

UNITE sendikasına üye otobüs şoförleri, belediye işçileri ve havaalanı işçileri de grevlere hazırlanıyor.

İngiltere’de işçiler ücret artışı, iş güvencesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için art arda grev kararları alıyor. Demiryolları, British Telecom ve tren sürücülerinin ardından 115 bin Kraliyet Postası işçisi de grev kararı aldı.

İletişim İşçileri Sendikası (CWU) tarafından yapılan açıklamada, toplam 115 bin posta işçisini ilgilendiren grev oylamasına yüzde 77 katılım olduğu ve bu işçilerin yüzde 97,6’sının greve “evet” dediği belirtildi. 87 bin 325 işçinin katıldığı oylamada 85 bin 184 işçi grevden yana oy kullandı.

Grev günlerini henüz açıklamayan sendika, üyelerinin artık saldırı karşısında sessiz kalmayacaklarını ve sokağa inerek emeğinin karşılığını alacaklarını söyledi.

Norveç devletinden enerji işçileri grevine yasak!

Norveç devleti, açık denizdeki petrol ve gaz platformlarında çalışan sondaj işçilerinin başlattıkları grevi yasakladı.

İşçiler yükselen enflasyon nedeniyle ücret zammı istedikleri için 5 Temmuz Salı günü greve başlamışlardı. Norveç Çalışma Bakanlığı, grevin Avrupa’daki enerji krizini kötüleştireceği endişeleri gerekçesiyle grevi sona erdirdiklerini açıkladı.

Ülkedeki enerji işçilerinin büyük kısmını temsil eden sendikalar, maaşlarında artış istemek için greve çıkmıştı.

Grev İngiltere’ye ve Avrupa kıtasının çoğuna giden gaz arzını azaltırken, gaz fiyatları dört ayın en yüksek seviyesine çıktı.

Financial Times’ın haberine göre, grevin, Norveç’in gaz üretimini hafta sonuna kadar yaklaşık yüzde 60 oranında azaltacağı tahmin ediliyordu.

Almanya’da liman işçilerinin grevi yasaklandı, işçiler yasağa karşı grev dedi

Alman deniz limanlarında devam eden toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin uyarı grevi yapması yasaklandı. Grevin yasaklanmasına öfkeyle yanıt veren Hamburg liman işçileri şehir merkezini eylem alanına dönüştürdü.

Farklı fabrikalardan yüzlerce işçi liman işçilerinin mücadelesine destek vermek üzere dayanışma grevine çıkarak eyleme katıldılar. Uyarı grevi ve eylemler, 16 Temmuz Cumartesi sabah 06.00’ya kadar devam etti.

15 Temmuz Cuma günü sabah erken saatlerde işyerlerinin önünde buluşan işçiler saat 10 gibi Birleşik Hizmet Sendikası Verdi’nin çağrısı ile merkezî tren garının yanındaki Heidi-Kabel-Platz alanını doldurdu. Burada yapılan konuşmalarda işçiler ve farklı işletmelerden temsilciler işçilerin haklı taleplerinin karşılanmasını ve grev yasağının kabul edilemez olduğunun altını çizerek tepki gösterdiler.

Grev yasağına karşı grev!

Yapılan kısa mitingin ardından yürüyüşe geçen işçiler liman HAPAG – LLOYD tekelinin binasının önüne gelindiğinde işçilerin tepkisi daha da yoğunlaştı. Burada uzun süre yapılan protestonun ardından işçiler yürüyüşe devam ettiler. Eylem boyunca grev yasağına “grev, grev” diyerek cevap verdiler.

Hamburg DGB binasının önüne kadar yürüyen işçiler burada polisin havai fişek patlatan bir işçiyi gözaltına almasına tepki gösterdi. İşçilerin “defolun”, “serbest bırakın” gibi sloganlarına polis gaz sıkarak saldırdı. Bunun üzerine işçiler hep birlikte polisin üstüne yürüyerek polisi miting alanının dışına çıkardı. Polisin alandan çıkmasından sonra işçiler mitinge devam ettiler.

Almanya’da G7 protestoları: Dünyanın talan edilmesine hayır!

Münih’te gerçekleştirilen G7 ülkeleri zirvesi protesto edildi. Polis saldırısına rağmen barikatı aşanlar “Daha adil ve barış içinde bir dünya” için seslerini yükselttiler.

G7 zirvesinin yapılacağı otel ve çevresi binlerce polisin koruması altına alındı. ABD, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Japonya, Kanada ve Almanya’nın katıldığı G7 zirvesinde pandemi sonrası ekonomi ve Ukrayna meselesi gündemiyle bir araya gelen “zengin ülkeler” bir kez daha ekonomik ve siyasi paylaşımı ele aldılar.

Polis ablukasına rağmen alana girildi

G7 zirvesinin yapılacağı Garmisch Patenkirchen (Elmau) şehrinde binlerce kişinin haklı talepleri için katıldığı yürüyüşte polis alana gelenlere saldırdı. Onlarca kişi gözaltına alındı, yaralananlar da oldu.

Yürüyüşte ısrar edilmesi üzerine polis ablukası kaldırıldı ve kitle alana “Yaşasın enternasyonal dayanışma” sloganıyla girdi.

Yunanistan’da kamuda çalışan gazeteciler greve çıktı

Yunanistan devlet medyası kuruluşları, sendika üyesi gazeteciler için daha yüksek ücret talebiyle 24 saatlik grev yaptı. Greve Yunan Radyo Televizyonu ERT, Atina-Makedon Haber Ajansı AMNA, belediye radyoları ve televizyon kanalları, devlet dairelerinin basın servisleri, bilgi ve iletişim genel sekreterliği katıldı.

Yunanistan Gazeteciler Birliği açıklamasında “Sendikalarımızın kamu medyasındaki üyeleri olan gazetecilerin ve çalışanların mali taleplerinin derhal karşılanmasını talep ediyoruz. Müzakere kapısını kapatmıyoruz ve gerçek artışlar konusunda ısrar ediyoruz. Ücret dışı yan haklar, reel artışların tamamlayıcısıdır. Hepimiz birleştik, kamu medya çalışanları olarak grevdeyiz ve insanca muamele talep ediyoruz.” dedi.

Şili’de 50 bin bakır işçisinden ulusal boyutta grev

Dünyanın en büyük bakır üreticisi olan Şili’de devlete ait bakır şirketi Codelco’nun Ventanas döküm tesisini kapatma kararına karşı işçiler greve gitti. Bakır İşçileri Federasyonu (FTC) Başkanı Amador Pantoja, yaptığı açıklamada ülke genelinde 50 bin civarında işçinin greve gittiğini bildirdi.

FTC, yaptığı açıklamada Codelco’nun tüm üretiminin durduğu, eyleme 40-50 bin arasında işçinin katıldığını belirtti. Günün ilerleyen saatlerinde El Teniente’deki eylem sırasında işçilerin gözaltına alınmasından dolayı Codelco’nun üst yönetimiyle görüşme girişimlerini askıya aldıklarını ve ulusal greve aktif olarak devam ettiklerini belirtti.

Zimbabve’de sağlık emekçileri enflasyon altında kalan %100 zam taleplerinin reddedilmesi üzerine greve çıktı

Zimbabveli sağlık emekçilerinin %100 ücret zammı teklifi reddedildi. Yerel para birimindeki düşüşle birlikte ABD Doları cinsinden ödeme taleplerinin baskılanmasının ardından sağlık emekçileri 20 Haziran Pazartesi günü greve gitti.

Zimbabve’nin hemşireler birliği, devleti müzakereye çağırdı ve anlaşmazlığın hızlı bir şekilde çözülmemesi hâlinde hayatların tehlikede olacağı konusunda uyardı.

Sağlık emekçileri Mayıs ayında enflasyonun %131,7’ye yükselmesiyle krizden fazlasıyla etkilenmekte. Devlete enflasyonun altında kalan %100’lük ücret zammı teklif eden emekçilerin talebi ise geri çevrildi.

Taleplerinin reddedilmesi üzerine emekçiler greve gitme kararı aldı.

Zimbabve Hemşireler Derneği Başkanı Enock Dongo ülkenin dört bir yanındaki sağlık emekçilerinin, yerel para birimi düşmeden önce 2018’de aldıkları maaş olan ayda 540 ABD Doları ödenene kadar grev yapmaya karar verdiğini söyledi.

Zimbabve devleti Afrika ülkesini saran ekonomik rahatsızlıklardan 2001’den bu yana ABD ve Avrupa Birliği tarafından uygulanan yaptırımları sorumlu tutuyor.

Panama’da hayat pahalılığı protestoları sürüyor

Orta Amerika ülkesi Panama’da yakıt ve gıda fiyatlarının yüksekliğine karşı eylemler sürüyor. Yaşam için Birleşenler İttifakı, Örgütlü Halkın Hakları için Ulusal İttifak (ANADEPO) ve İnşaat İşçileri Sendikası (SUNTRACS), sokaklarda ve otoyollarda protestolara devam edeceklerini duyurdu. 

6 Temmuz’dan bu yana Panamalılar, yakıt ve gıda fiyatlarını, yoksulluğu, işsizliği, konut sıkıntısını ve yolsuzluğu azaltmakta başarısız olmakla suçladıkları Başkan Laurentino Cortizo’yu protesto ediyor. 

Hâlihazırda başkent Panama City’de ve Colon, Chiriqui ve Veraguas gibi eyaletlerde birçok yol protestolarla ulaşıma kapatıldı. Yerli örgütler ve çiftçiler de Bocas del Toro, Veraguas, Azuero ve Pacora gibi bölgelerde Pan-Amerikan otoyolunu kapattı.

Bir hafta içinde öğretmenler, öğrenciler ve nakliyeciler; sermaye çevreleri ve neoliberal hükümete karşı yükselen protestolara giderek daha fazla katılıyor.

Aylar önce yoğun protestoların kaydedildiği Colon’dan Panamalı işçiler, halkın gerçek temsilcileriyle yapılacak ulusal bir diyalog talep ettiler. Cortizo yönetiminin başlaması beklenen müzakere masalarına en önemli işçi örgütlerini davet etmediği belirtiliyor.

11 Temmuz Pazartesi günü tencere tavalarla “Halk aç” sloganları eşliğinde binlerce kişi Panama Ulusal Meclisi’ne yürümüştü.

Tunus’ta referandum eylemi: Devrimin kazanımlarından ödün verilmesine hayır

Tunus’ta yüzlerce kişi, yeni anayasa taslağının oylanacağı 25 Temmuz’daki referandumu protesto etmek için sokağa döküldü.

Protestoya katılanlar, “Devrimin kazanımlarından ödün verilmesine hayır” ve “Anayasa taslağını halk yazmadı” şeklinde pankartlar açtı. Habib Burgiba Caddesi’nde bulunan İçişleri Bakanlığına yürümeye çalışan halka polis göz yaşartıcı gaz bombası ile saldırdı. 

Macaristan’da vergi artışlarına karşı halk sokakta

Macaristan’da Viktor Orban hükümetinin vergi oranlarını artıran yasayı mecliste kabul etmesi üzerine 13 Temmuz Çarşamba günü binlerce kişi sokağa çıkarak yasaya hayır dedi.

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de, Viktor Orban hükümetinin yüz binlerce küçük işletmenin vergi oranlarını artıran yasayı mecliste kabul etmesi üzerine çarşamba günü başlayan gösteriler devam etti. 14 Temmuz Perşembe günü de binlerce kişi bütün gün şehrin merkezindeki ana caddeleri ve bazı köprüleri trafiğe kapattı. Gösterilere, çoğunluğu küçük işletme sahipleri ve işçilerinden oluşan binlerce kişinin katıldığı belirtiliyor.

Arjantin ve Haiti’de yüksek akaryakıt fiyatlarına karşı eylemler

Arjantin’in çiftçi temsilcileri Mesa de Enlace’nin çağrısıyla 24 saatlik greve giden çiftçiler eyleme traktörleriyle katılırken yüksek vergi oranları ve dizel krizi gibi nedenlerle hükümeti protesto etti.

Haiti’nin başkenti Port Au Prince’de de akaryakıt fiyatlarındaki artış nedeniyle halk sokağa çıktı. Halk başkent sokaklarına barikat kurdu.

İtalya’da taksicilerden protesto

İtalya’da taksiciler, sektörü rekabete ve çokuluslu şirketlerin erişimine açmayı öngören kamuoyunda “rekabet” yasası olarak bilinen tasarı dolayısıyla 13 Temmuz Çarşamba günü yol kapatma eylemi yaptı.

Başkent Roma’nın merkezinde başbakanlık sarayı Chigi’ye çıkan Corso caddesini trafiğe kapatan taksiciler, hükümete ve “Uber” gibi uygulamalara tepki gösterdi.

Sudan halkı başkanlık sarayına yürüdü

Sudan halkı askerî darbe hükümetine direnmeye devam ediyor. 19 Temmuz’da başkent Hartum’da toplanan halk, “İç savaşı durdur” ve “Mavi Nil kanıyor” yazılı dövizlerle başkanlık sarayına yürüdü. Yürüyüşü engellemeye çalışan polis, halka biber gazı ve plastik mermilerle saldırdı. Polis saldırısına direnen halk, tuğlalarla yol üzerine koyduğu lastikleri ateşe vererek barikatlar ördü.

Sudan halkı, farklı kabileler arasında bir haftada yaşanan çatışmalarda 30’dan fazla insanın katledildiğini ve 100 kişinin yaralandığını söyleyerek, darbe hükümetinin kabileler arası çatışmaları kışkırttığının ve sivilleri korumadığının altını çizdi. Sudan halkı, darbe hükümeti devam ettikçe ölümlerin artacağını vurguladı. 

Gana’da halk yoksulluğa karşı sokaklarda

Gana’da kendilerine Arise Ghana “Ayağa Kalk Gana” adını veren grup, yüksek yaşam maliyetlerine karşı iki gün sürecek eylem çağrısında bulunmuştu. Başkent Akra’da gerçekleştirilen eylemlere çok sayıda kişi katılırken, 29 kişi gözaltına alındı.

28-29 Haziran’da Arise Ghana tarafından yüksek yaşam maliyetleri, akaryakıt fiyatları, artan enflasyon rakamları, tartışmalı E-levy (bir elektronik ödeme sistemi) dayatması, belirsiz Covid-19 harcamaları ve Achimota Ormanı’nın satışa çıkarılması iddialarına karşı halk sokaklara çıktı.

“Yaşam pahalılığı bizi öldürecek”, “Akaryakıt ücretlerini karşılayamıyoruz”, “E-levy nasıl bir vergi”, “Covid-19 harcamaları hemen araştırılsın”, “Achimota Ormanı satılık değildir”, “Yağmalamayı bırakın” dövizleri ile sokaklarda tepkilerini dile getiren halka polis plastik mermi ve biber gazı ile saldırdı. 29 kişi gözaltın alındı.

Ekvador’da direniş devlete geri adım attırdı

Zamlara, özelleştirmelere ve kamu harcamalarındaki kısıntılara karşı 18 gün direnen Ekvadorlular, devlete geri adım attırdı. Ekvador devleti, akaryakıt fiyatlarının düşürülmesi dâhil halkın taleplerini kabul ettiğini ilan edince 1 Temmuz’da eylemler sonlandırıldı

Ekvador’da Yerli Uluslar Konfederasyonu’nun (CONAIE) çağrısıyla başlatılan direnişte devletle halk arasında yapılan görüşmelerde anlaşmaya varıldı. 18 günlük direnişin ardından IMF programı dayatan Guillermo Lasso geri adım atmak zorunda kaldı. Varılan anlaşma sonrasında CONAIE, eylemlere son verdiğini açıkladı.

Başkent Quito’da düzenlenen bir basın toplantısında devletle halk arasında anlaşmaya varıldığı ilan edilen maddeler şöyle:

• Tüm valiler fiyat spekülasyonunu önlemek için kontrolü yoğunlaştıracak.

• Hükümet sağlık sisteminin krizde olduğunu ilan edecek.

• Benzin fiyatı galon başına 15 sent düşürüldü. Bu indirimle birlikte benzin fiyatı 2,40 dolar, motorin fiyatı ise 1,75 dolar olacak.

• Kentsel ve kırsal alanlar için kamusal telafi politikaları hayata geçirilecek.

• Devletin petrol piyasasına katılımını azaltan ve petrol sahaları için uluslararası ihale süreçlerini teşvik eden 95 sayılı kararname yürürlükten kaldırılacak.

• OHAL ilan edilen kentlerde OHAL kaldırılacak.

CONAIE, yaptığı açıklamada herhangi bir mutabakat metni imzalamadıklarını özellikle vurguladı. Vaatlerin takipçisi olacağını ifade eden CONAIE, karşılanmaması durumunda direnişe devam edeceklerini ilan etti.

Sri Lanka başbakanı ülkede OHAL ilan etti: Halk başbakanlık binasını bastı

Halkın ekonomik krize karşı sokağa çıktığı Sri Lanka’da devlet başkanı Rajapaksa ülkeden kaçtı, Başbakan Wickremesinghe OHAL ilan etti. Halk başbakanlık ofisini bastı.

Tarihinin en büyük ekonomik krizine karşı protestoların yükseldiği ve halkın başkanlık sarayına akın ettiği Sri Lanka’da Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa’nın ülkeden kaçtığı doğrulandı. Sri Lanka Başbakanı Ranil Wickremesinghe ise başkan vekili olarak atandı, ardından olağanüstü hâl ilan ettiğini açıkladı. İstifası istenen Başkanvekili Wickremesinghe, televizyondan yayınlanan konuşmasında asker ve polise “ülkede düzeni sağlamaları” emri verdi.

Halk başbakanlık binasını bastı

İstifa kararını açıklaması beklenen Rajapaksa’nın ülkeyi terk etmesinin ardından, Ranil Wickremesinghe’nin başkan vekili olarak atandığı belirtildi. Wickremesinghe’nin medya sekreteri Dinouk Colombage Reuters’e yaptığı açıklamada, “Başbakan başkan vekili olarak (ülke çapında) olağanüstü hâl ilan etti ve batı eyaletinde sokağa çıkma yasağı getirdi” dedi.

OHAL’in açıklanmasının ardından binlerce kişi başkent Kolombo’da yer alan Sri Lanka Başbakanı’nın ofisini basarken polis göz yaşartıcı gaz kullandı. BBC’nin haberine göre, Başbakan Ranil Wickremesinghe’nin baskın sırasında başbakanlık ofisinde bulunmadığı bildirildi. Eyleme katılanların Başbakan’ın konutunu ateşe vermesinden bu yana Wickremesinghe’nin gizlendiği kaydedildi.

Halk, Ranil Wickremesinghe’nin Maldivler’e kaçan Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa ile birlikte istifa etmesini talep ediyor.

Zaho kaymakamı: TSK’nin bombalı saldırısında çok sayıda sivil hayatını kaybetti

Güney Kürdistan Bölgesi’nde Zaho’ya bağlı Perex köyünde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırı nedeniyle 2’si çocuk 9 sivilin yaşamını yitirdiği, çok sayıda kişinin de yaralandığı bildirildi. Saldırının ardından Irak’ın birçok kentinde eylemler yapıldı. Irak Başbakanı inceleme yapmak üzere bölgeye giderken, BM saldırıya ilişkin soruşturma başlatılmasını istedi.

Rûdaw’a konuşan Zaho Kaymakamı Muşir Beşir, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Derkar kasabası Perex köyünde pikniğe giden turistlerin bulunduğu bölgeyi bombaladığını söyledi.

Kaymakam Muşir Beşir, “Bombardıman nedeniyle ilk belirlemelere göre 8 kişi hayatını kaybetti, 23 kişi de ağır yaralandı” dedi. Perex köyünün bölgede turistler tarafından piknik amacı ile sık kullanıldığını belirten Muşir Beşir, hayatını kaybeden kişiler Irak’ın orta ve güney kesiminden gelen turistler olduğu bilgisini paylaştı.

Ekoloji gündeminden… Salda Gölü’ndeki Millet Bahçesi özel şirkete devredildi: Girişler de ücretli!

Millet Bahçesi projesi kapsamında ranta açılan Salda Gölü’nün işletmesinin Subartu isimli özel şirkete verildiği ortaya çıkarken, Millet Bahçesi’nin yapıldığı alana ücret karşılığında girildiği belirlendi. TOKİ Finansman Daire Başkanı Ayhan Karaca, Millet Bahçesi’nin işletmesini TOKİ’nin çekiliş organizasyonlarını da yapan Subartu şirketine geçen yıl verdiklerini ve bu yıl sonuna kadar Subartu’nun orayı işleteceğini söyledi.

UNESCO’nun Doğal Miras Listesi’ne alınması için başvuru işlemlerinin sürdüğü ve dünyanın sayılı doğal miraslarından biri olarak görülen Burdur’un Yeşilova ilçesindeki Salda Gölü, Millet Bahçesi projesi kapsamında inşaat alanına çevrilerek büyük tahribata uğramıştı.

Sinpaş Marmaris’te doğa katliamına devam ediyor

Sinpaş GYO, Muğla’nın Marmaris ilçesindeki Kızılbük Koyu’nda yer alan Marmara Milli Parkı’nda tüm tepkilere rağmen otel ve devremülk projesi kapsamında doğa katliamına devam ediyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı turizm faaliyetlerinin olumsuz etkilenmemesi sebebiyle turistik bölgelere 31 Mayıs’tan itibaren geçerli olmak üzere inşaat yasağı getirmişti. Marmaris Kent Konseyi sosyal medya hesabından yapmış olduğu paylaşımla bu durumu hatırlatarak “31 Mayıs itibarı ile tüm inşaat firmaları için geçerli olan inşaat yasağına, Sinpaş hangi imtiyazla uymuyor?” diye sordu. 

Marmaris Kent Konseyi üyeleriyle birlikte inşaatın yapıldığı alana giden HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni ÇED Raporu olmadan inşaatın başladığını belirterek, “Burası şantiye alanı olmamasına rağmen etraf bariyerlerle çevrilmiş durumda. Burası işgal edilmiş durumda. Şantiyeye 1 kilometre uzaklıkta olan ormanlık alan şirket tarafından kapatılmış. Buradan sadece 3-5 tane şirket, 3-5 tane patron cebini dolduracak. Burada doğa katliamı devlet kurumlarının izniyle yapılıyor. Sinpaş denilen şirket sanki devletin sahibi gibi büyük bir özgüvenle  bu inşaatı devam ettiriyor, denizi katlediyor, ekosistemi katlediyor ve burayı işgal ediyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığına sesleniyorum burada devlet eliyle bir suç işleniyor. Bu suça ortak olan herkes bunun hesabını mutlaka verecek.”dedi.

Mersin Silifke’de eylem: ÇED toplantısı yaptırılmadı

Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Taşucu Mahallesi’nde yapılmak istenen liman projesine karşı mahalleli gerçekleşmesi beklenen ÇED bilgilendirme toplantısına izin vermedi. Toplantı öncesi Taşucu Park Das Petrol önünde toplanan kitleye birçok kişinin yanı sıra HDP Silifke ilçe yöneticileri, İHD Şubesi ve çok sayıda ekoloji örgütü katıldı.

Toplantının yapılacağı salona giren halk “Çevreyi hor gören geleceği zor görür”, “Mersinlilerin sağlığıyla oynamayın” ve “Kanser olmak istemiyoruz” dövizleri taşıdı. Burada sık sık “Emperyalist şirket Taşucu’nu terk et”, “Taşucu halkındır halkın kalacak” ve “Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı.

Öğrenci hareketinden… // Temmuz 2022

Market, fatura, kira fiyatları savaş ilanıdır. Zamlar bizi kenara sıkıştırsa da gelişmekte olan isyan dalgası bize nasıl nefes alabileceğimizi hatırlatmaktadır. Saray Rejimi için stepne işlevi gören CHP, bizi çembere hapsetmek için kendince kazanımlar uydurmakta, direnişimizin kazanımlarını kendi başarısı imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Tüm yaşananlara rağmen rüzgâr arkamızdan esmektedir. Tüm sıra arkadaşlarımızı gelişen direnişin bir parçası olmaya, rüzgârı fırtınaya çevirmeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz. Öğrenci hareketinden Temmuz ayı…

Barınma haktır satılamaz! 

Asgarî ücrete açlık sınırı altında %30 zam geldiği gün, KYK yurt ücretlerine de %80 zam geldi. KYK yurtlarına yapılan zammın ardından, EHP Gençliği’nden yoldaşlarımız ile Vezneciler KYK Kız Öğrenci Yurdu önünde basın açıklaması gerçekleştirdik. 

Karşımızda, devletin en temel haklarımıza dahi göz diktiği bir tablo varken sıra arkadaşlarımızı haklarımız için mücadeleye davet ettik. “Müşteri değil öğrenciyiz!”, “Barınma haktır satılamaz!” sloganları ile devam eden eylemimizi, “Yıkılmakta olan para babalarının devletini bizim paramızla kurtaramayacaklarını” haykırarak sonlandırdık. 

Tüm sıra arkadaşlarımızı insanca yaşam koşulları için örgütlenmeye, mücadele etmeye çağırıyoruz! 

– 4 Temmuz

Boğaziçi’nde alternatif mezuniyet

Boğaziçi kayyumu Naci İnci’nin eylem korkusuyla iptal etmeye yeltendiği mezuniyet törenine alternatif mezuniyet töreni düzenledik. Akademisyenlerin, öğrencilerin ve ailelerin katılımıyla yüzleri bulan mezuniyet törenini kampüs içi yürüyüşümüzle, pankartlarımız ve sloganlarımızla gerçekleştirdik. 

Kayyumluğu almadan bu okulu bırakmayacağız. Kayyumla gelen direnişle gider, Naci’yi ve tüm kayyumları defedene kadar direnmeye devam edeceğiz. 

Üniversiteleri yönetmeye geliyoruz!    

5 Temmuz

Suruç için adalet, Gezi için adalet!

“Suruç için adalet, Gezi için adalet” şiarıyla, gençlik örgütleri olarak Karaköy’deki Gezi Nöbeti’ni yürüyüşümüzle ziyaret ettik. 

Polis engelini sloganlarımızla aşıp TMMOB Mimarlar Odası önüne geçerek basın açıklamamızı okuduk. Gezi’den Kobanȇ’ye köprü kuran 33 düş yolcusunu anmak için 20 Temmuz günü gerçekleşecek Suruç anmasına çağrı yaptık. 

Katillerden hesabı gençlik soracak!

– 14 Temmuz

Direnen Sri Lanka halklarına selâm olsun!

Ekonomik krize karşı tarihî bir direniş gerçekleştirerek başkanlık konutunu kamulaştıran ve devlet başkanını istifa ettirerek ülkeden kaçmak zorunda bırakan Sri Lanka halklarını Anadolu’dan bir metinle selâmladık. Selâmlama metnini dergi sayfalarının devamında okuyabilirsiniz.

– 14 Temmuz

Koç Üniversitesi işçileri direnişte, öğrenciler işçi sınıfının safında! 

Derinleşen ekonomik krizin etkilerini günbegün daha çok hisseden Koç Üniversitesi taşeron temizlik işçileri, 19 Nisan günü Ramazan Bayramı’yla başlamak üzere bayram ikramiyesi talep etmek için 103 işçinin imzaladığı dilekçeyi teslim etmişlerdi. 1 Temmuz günü dilekçeye imza atan işçilerden 6’sı farklı görev yerlerine dağıtılarak rotasyona maruz bırakıldılar. Gerekçe gösterilmeksizin yapılan bu rotasyonun sürgün olduğu ve işçilerin haklı mücadelesinin önünü kesmek için yapıldığı ortadadır. İşçiler, bu baskı ve yıldırma politikasına karşı çıkmak için 18 Temmuz Pazartesi günü Koç Üniversitesi Rumelifeneri Kampüsü önünde direnişe başladılar.

Koç Üniversitesi işçilerinden, öğrencilerinden ve akademisyenlerinden oluşan Taşeron İzleme Kurulu’nun bileşeni öğrenciler olarak, en başından beri “Safımız işçi sınıfının yanıdır!” diyerek direnişi sahiplendik ve bir parçası olup büyüttük. Genel sekreterliğe verilmek üzere işçilerin eski görev yerlerine geri dönmesi için dilekçe yazdık, imza topladık.

Direnişin ilk günü; direnişçi işçiler, öğrenciler ve desteğe gelen herkesi jandarma Koç Üniversitesi servisleriyle gözaltına aldı. Koç Üniversitesi öğrencilerinin ve işçilerinin, gözaltı esnasında kampüse girişini önlemek için kapılar kapatıldı, kilitlendi. Koç ailesi işçilerin direnişinden öyle korkmuş olacak ki “jandarmasıyla” işçileri yıldırabileceğini sandı. İşçiler bu saldırı karşısında ortaya koydukları net tutumlarını bozmayarak direnişi sürdürme kararı aldılar. Nitekim sonraki günlerde bu kararlı ve ısrarcı duruşları sayesinde Koç Üniversitesi kapısı önünde şarkılarla, türkülerle direnmeye devam ettiler.

Direnişin 3. günü, işçiler kendilerine bayram ikramiyesi haklarını vermeyeceklerini söyleyen, “Eğer size bu hakkı verirsek firmaya bağlı geri kalan 35 bin işçiye de vermemiz gerekir.” diyen taşeron firma Eurest Service bölge müdürüyle yaptıkları görüşme üzerine; Eurest Service genel merkezi önünde açıklamalarını gerçekleştirdiler. Kölelik sistemi olan taşerona karşı olduklarını, kadrolu çalışan olmak istediklerini belirttiler.

Direnişin 5. gününde ise, direnişçi 6 işçi işten çıkarıldıkları öğrendi. Buna karşı işçiler kararlılıkla mücadele etmeye devam edeceklerini açıkladılar.

Bütün bu süre boyunca öğrenciler olarak işçilerle birlikte direnişi örgütledik, yaydık, büyüttük. Biliyoruz ki işçiler de bu saldırılara karşı kararlılıklarını korurken, direnişi büyütürken bu dayanışmadan güç alıyorlar. Bize güç veren de bu, direniş alanı bizim için de en büyük öğretmen olmaya devam ediyor.

Koç Üniversitesi öğrencileri olarak, işçilerin insanca ve onurlu bir yaşam için verdikleri mücadelenin yanındayız. Yaşasın işçi-öğrenci dayanışması!

– 18-22 Temmuz

Suruç için adalet, herkes için adalet!

Suruç katliamının 7. yılında, kaybettiğimiz 33 yoldaşımızı, 33 devrimciyi anmak için yine sokaklardaydık. 7 yıl önce, 20 Temmuz 2015’te yıkılan bir kenti, Kobanȇ’yi, yeniden inşa etmek için yola çıkan ve devlet destekli IŞİD çeteleri tarafından katledilen 33 yoldaşımızın hesabını sormak için 24 devrimci öğrenci ve gençlik örgütü yan yana geldik. Kadıköy’den Beşiktaş’a; Gazi Mahallesi’nden Sarıgazi’ye İstanbul’un dört bir yanında bildiri dağıtımları yaptık, afişler astık. 7 yıldır olduğu gibi, adalet mücadelemizi sokaklara taşıdık. Ölümsüzleşen yoldaşlarımızdan aldığımız bayrakla devrimci mücadeleyi büyüterek; bulunduğumuz her alanda “Suruç’un hesabı sorulacak” dedik.

17 Temmuz’da Kadıköy’de Adalet Zinciri’nde buluştuk. Suruç ailelerinin ve direnişçi işçilerin konuşmalarından sonra herkesi 20 Temmuz’da Kadıköy’e, “Suruç için adalet, herkes için adalet!” demeye ve 33 yoldaşımızı anmaya çağırdık.

20 Temmuz günü ilkin saat 18.00’da Halitağa’da gerçekleşen Adalet Nöbeti’ne katıldık. Ardından, saat 19.30’da Süreyya Operası önündeki eylemimize çağrı yaptık. Yürüyüşe geçtiğimiz sırada polis ablukasına alındık ve birçok yoldaşımız gözaltına alındı. 

Biz tekrar bir araya gelerek Khalkedon’dan sloganlarla, ajitasyonlarla Süreyya Operası’na doğru yürüyüşe geçtik. Devlet Kadıköy’ün her sokağını kapatmaya çalışsa da yıllardır olduğu gibi yine sokaklarda “Katillerden hesabı gençlik soracak!” diye haykırdık. Bir süre yürüdükten sonra tekrar polis ablukasına alındık. Ablukada direnmeye devam ederek, Suruç’ta katillerle işbirliği yapan devletin, bugün yine devrimcileri, 33’leri anmak isteyenleri engellemeye çalıştığını söyledik. Burada da yoldaşlarımız gözaltına alındılar.

Gözaltına alınan 106 yoldaşımızdan 16’sı mevcutlu olarak tutuldu ve 21 Temmuz’da Anadolu Adliyesi’ne çıkarıldı. 2 kişiye ev hapsi, aralarında ortaklarımızın da bulunduğu 14 kişiye ise adlî kontrol kararı verildi. Tüm yoldaşlarımızı aldıktan sonra, gözaltılarla, cezalarla devrimcileri yıldıramayacaklarını, her sokakta, her okulda mücadeleyi büyütmeye devam edeceğimizi bir kez daha söyledik.

Katil devlet hesap verecek!

Suruç’un hesabı sorulacak!

– 20 Temmuz

Kocaeli’nde Kaldıraç faaliyetleri

Dergi tartışması – 4 Temmuz 2022

Kaldıraç dergisini tartışarak güncel politik durum değerlendirmesi yaptığımız etkinliğimizde bu ay göç meselesini konuştuk. TC devletinin göç politikalarının yağmacı, rantçı ve işgalci politikalarının bir uzantısı olduğunu, göçmen karşıtlığının egemenler tarafından nasıl perçinlendiğini tartıştık. Göçmenlere yöneltilen öfkeyi konuşarak, öfke yerinden edilene değil, yaratıcısına yönelmelidir, dedik ve tek çıkış yolunun halkların ortak mücadelesini büyütmek olduğunu vurguladık. 

Suruç anması – 20 Temmuz 2022

Suruç katliamının 7. yıldönümünde, Kocaeli Emek ve Demokrasi Güçleri’yle birlikte İzmit Uğur Mumcu Parkı’na eylem çağrısı yaptık. Çağrıyı yaptığımız alanın polis ablukasına alınması üzerine 33 düş yolcusunu İnsan Hakları Parkı’nda andık. Açıklamada Suruç katliamının hesabını soracağımızı tekrar vurgulayarak Kocaeli Üniversitesi’nde okuyan ve Suruç katliamında yaşamını yitiren yoldaşlarımız Nazlı Akyürek ve Nuray Koçan’ı andık. 

Suruç şehitleri ölümsüzdür!

Beşiktaş’ta Toplumsal Çürüme ve Direniş söyleşisi; “Gerçeği görebilme gücü, kabullenme cesareti, değiştirme iradesi”

21. yüzyıl kapitalist-emperyalizminin altüst oluşlar, savaşlar, krizler içinde dünyayı getirdiği aşamada, her geçen gün daha da açığa çıkan çelişkiler, hem toplumsal yaşamın kendisinde hem de tek tek kişilerde çeşitli karşılık buluyor. 

Bugün artık dünya tekelci sisteminin kendini devam ettirebilmesinin tek koşulu olarak savaşların derinleşmesi, neoliberal politikaların çöküşü, çöküş içindeki bir sistemin kendiyle birlikte tüm bir toplumsal yaşamı çöküşe ittiği günümüzde, “Toplumsal Çürüme ve Direniş” başlıklı bir söyleşi ihtiyacı hissettik.

3 Temmuz günü, toplantı, afiş ve sosyal medya görselleriyle çağrısını yaptığımız söyleşimize 20’ye yakın kişi katıldı. Gelenlere sorulan “yaşamak nedir” sorusuyla başlayan söyleşi “Bir ay ömrünüz kalsa ne yapardınız?” sorusuyla devam etti. Ortaya çıkan cevaplarla birlikte bugün artık yaşananların kapitalizmin suçu olduğu, yaşananların kapitalizmin krizinin sonuçları olduğu ajitasyon-propagandasının anlamını yitirdiği, yıkmak ve yeniden yaratmanın eylemlerinin örgütlenmesi gerektiği, düzenin muhattap alınacak, talep edilecek çözülüş içinde olmayan tek bir mekanizmasının kalmadığı, bu gerçeğin de kabul edilmesi gerektiği belirtildi.

Direnişlerin önünü açtığı, örgütlülüğün kaçınılmaz bir şarta dönüştüğü bu dönem içinde; direnişlerin yol açıcılığı için verilen örneklerin yanı sıra, söyleşiye katılan yakın zamanda kazanımla sonuçlanan Ağaç Aş. direnişçisi arkadaşımızın varlığı da söyleşiyi canlı kılan etkenlerdendi.

Söyleşi “Gerçeği görebilme gücü, kabullenme cesareti ve değiştirme iradesi” başlıklarına ilişkin tartışmanın sürdürülmesi ve “düşüncede berraklık, eylemde netlik, mücadelede kararlılık” perspektifinin yaşama örgütlenişinin yollarını tartışılması önerileriyle noktalandı.

Hapishanelerde disiplin bahanesiyle yeni hak ihlali: İnfazlar yanıyor

Hapishanelerde yaşanan hak ihlallerine her gün bir yenisi ekleniyor. Yüzlerce tutsak, cezasını tamamlamasına karşın disiplin bahanesiyle infazları yakılarak serbest bırakılmıyor. İHD, bu kararların keyfî olduğunu belirtiyor.

Tecrit, işkence, kötü muamele ve hak gasplarıyla gündemden düşmeyen hapishaneler, ülkenin en sorunlu alanlarından biri oldu. Hapishanelerde özellikle siyasi tutsakları hedef alan ihlallere son olarak, haklarındaki cezaların infazını tamamlamış hükümlülerin tahliyelerinin önüne geçen, kamuoyunda bilinen adıyla “infaz yakmalar” eklendi. Pandemi koşullarında dahi binlerce adlî mahkûm salıverilirken, siyasi tutsakların bir kısmı, cezalarını tamamlayıp koşullu salıverme şartları oluşmasına karşın serbest bırakılmayarak, özgürlükleri gasp edildi.

31 Mart 2020’de Resmî Gazete’de yayımlanarak, yürürlüğe giren “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelik” tutsaklara dönük yeni bir hak ihlâli olarak görülüyor. AK Parti ve MHP tarafından Meclis’e getirilip, her iki partili vekillerin oylarıyla kabul edilen yönetmelikle infazını tamamlamış hükümlülerin “iyi hâlli olup, olmadıklarını” değerlendirmek üzere cezaevlerinde İdare ve Gözlem Kurulu (İGK) oluşturuldu. Bu kurullar ise 1 Ocak 2021’den itibaren koşullu salıverme şartları oluşmuş hükümlüleri “iyi hâlli” olup olmadıkları hususunda değerlendirmeye tâbi tutmaya başladı. Kendilerini doğrudan mahkeme yerine koyan bu kurullar, aldıkları kararlarda birçok tutsağın tahliyesini engelledi.

İnsan Hakları Derneği (İHD) kendilerine ulaşan bilgilere göre yüzlerce tutsağın tahliye edilmediğine işaret etti.

“Bu yeni bir cezalandırma yöntemi”

İHD Diyarbakır Şubesi Hapishane Komisyonu üyesi avukat Yusuf Erdoğan, “İdarî gözlem ve değerlendirme kurullarının somut bir dayanak belirtmeden kimi zaman kendisini mahkeme yerine koyarak, kimi zamansa bir cezalandırma yöntemi olarak mahpusların infazlarını uzattığı, derneğimize yapılan başvurular ile hapishanelerde mahpuslarla görüşmeler sonucu tespit edilmiştir. İdarî gözlem kurulları ‘iyi hâl’ değerlendirmesi yaparken, soyut ve genel geçer ifadeler kullanarak, mahpusların ‘umut hakkını’ ihlal etmektedir” dedi. 

“Son iki yıldır arttı”

İHD İstanbul Şube Başkanı avukat Gülseren Yoleri ise hapishanelerdeki hak ihlallerinin artarak devam ettiğini belirterek, “Hazırladığımız periyodik raporlar bu ihlalleri açıklıkla gözler önüne seriyor ve mahpuslar üzerindeki ciddi sonuçlarını ortaya koyuyor. Bu ihlaller arasında son 2 yıldır; infaz yakma, şartlı tahliye hakkının engellenmesi, denetimli serbestlik hakkından yararlandırılmama başlıkları daha da görünür oldu. Kişi özgürlüğü hakkının ihlali olan bu durumların çözüme kavuşturulmaması, özellikle hasta mahpuslar, bakımından hasta mahpusların sağlıkla cezalarını bitirip dışarı çıkabilmeleri umudunu da tehdit ediyor. Ve infaz yakılması gibi infazın uzatılması süreli hapis cezalarında da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarının politik mahpuslara olan uygulaması yani ölünceye kadar hapiste tutulma uygulaması ile paralellik gösteriyor. Bu uygulama ile süreli hapis cezası alan politik mahpuslar, bir anlamda ‘hapishaneden tabutla çıkmakla’ tehdit ediliyorlar. İnfazda eşitlik kuralına aykırı tüm düzenlemelerin hukuka aykırı olduğuna dair tespitler yapılmakla birlikte, bu hukuka aykırılıkların giderileceğini gösteren bir adım henüz atılmış değil” ifadelerini kullandı.

İHD raporlarından bazı infaz yakma örnekleri

• Demokratik Bölgeler Partisi eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel’in kardeşi Erdal Tuncel’e verilen 13 yıl 6 ay hapis cezası bitmesine rağmen infazı “arkadaşlarından kopmadığı” gerekçesiyle yakılarak, tahliyesi engellendi.

• Bayburt M Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutulan 12 kadın siyasi tutsağın infazı yakıldı.

• Bayburt M Tipi Kapalı Cezaevi’nden 25 Ekim 2021’de cezasını bitirerek tahliye edilen yazar Leyla Saraç, tahliyesinden 8 ay sonra 14 Haziran’da “9 hücre cezası” olduğu gerekçesiyle tutuklandı. 5 yıl 8 ay cezaevinde kalan Leyla, 1 yıl 7 ay daha cezaevinde kalacak.

• Bayburt M Tipi Kapalı Cezaevi’nden 22 Ocak 2022 tarihinde tahliye edilen Gamze Demirbaş, 21 Haziran’da “infazının yandığı” gerekçesiyle tutuklandı. Demirbaş, infazının yakılmasıyla 1 yıl 10 ay daha cezaevinde kalacak.

• Bayburt M Tipi Kapalı Cezaevi’nden 11 Temmuz 2020 tarihinde cezasını bitirerek tahliye edilen Berivan Gürhan, “infazının yakıldığı” gerekçesiyle tutuklanarak Konya E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. Gürhan, 1 yıl 5 ay daha cezaevinde tutulacak.

• Silivri 3 No’lu Cezaevi’nde kalan bir mahkûm, tellerle örülü kafes gibi bir odaya bırakıldıklarını, bu uygulamaları kabul etmeyip itiraz ettikleri takdirde “senin infazını yakarım” tehdidiyle karşılaştıklarını aktardı.

• Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalan bir mahkûmun annesi, oğlunun infazının yakıldığını söyledi.

• Düzce T Tipi Cezaevi’nde kalan bir mahkûm da halay çektiği ve türkü söylediği için infazının yakıldığını aktardı.

Kayhan Can / BirGün

26 Temmuz 2022

Cumartesi Anneleri 901. hafta: Devlet şiddetinin yönetme biçimi olmaktan çıktığı bir Türkiye istiyoruz

Cumartesi Anneleri/İnsanları adalet arayışlarının 901. haftasında, geçtiğimiz hafta Galatasaray Meydanı’nda yaptıkları eyleme yönelik gözaltılara dikkat çekti.

Basın metnini 42 yıl önce gözaltında kaybettirilen Hayrettin Eren’in kardeşi İkbal Eren okudu.

Eren, Galatasaray Meydanı’nda eylem yaptıkları için iktidarın düşmanca tavrıyla karşı karşıya kaldıklarını söyledi. İktidarın şiddet ve baskı politikalarıyla kendilerini susturmaya çalıştığını ifade den Eren, “Biz her seferinde sözümüzü söylemenin bir yolunu bulduk” dedi.

Açıklamada “Gözaltında kaybettirilen yakınlarımız için tüm engellemelere karşı meşru taleplerimizden vazgeçmeyeceğiz. Talebimiz açık ve net: Devlet şiddetinin bir yönetme biçimi olmaktan çıktığı bir Türkiye istiyoruz.” denildi.

Cumartesi Anneleri 902. hafta: Bu topraklarda bayramlar herkesi kapsamıyor

Cumartesi Anneleri, 902. haftalarında polisin engelleme girişimlerine rağmen Galatasaray Meydanı’na karanfiller bıraktı.

12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in ablası İkbal Eren, “Galatasaray Meydanı bizim hafıza mekanımızdır, kayıplarımızla buluşma mekânımızdır. Bize sevdiklerimizin mezarını gösterene kadar burada olacağız. Biz sevdiklerimizin mezarını bulana kadar burada olacağız, onları burada anacağız” dedi.

Cumartesi Anneleri’nin Twitter hesabından da “Bayram vesilesiyle bir kez daha haykırıyoruz; kayıplarımıza mezar sözümüzün gereğini yerine getirmekten asla geri durmayacağız. Bayramı mazlumlar için takvimdeki bir yazıdan ibaret hale getirenler bilsin ki, bayramların herkesi kapsadığı bir Türkiye mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz” mesajı paylaşıldı.

Cumartesi Anneleri 903. hafta: Hasan Gülünay davasında zamanaşımı kaldırılsın 

Cumartesi Anneleri, Hasan Gülünay için yapılan 903. hafta eylemini online gerçekleştirdi.

Ne olmuştu?

23 Mayıs 1992 tarihinde Artvin’de gözaltına alındıktan sonra işkence ile öldürülen Ali Ekber Atmaca’nın üzerinden İstanbul’da aynı mahallede yaşadığı Hasan Gülünay’ın kimliği çıktı.

Bu nedenle Hasan Gülünay, polis tarafından aranmaya başlandı. Eşine bir süredir polis tarafından takip edildiğini söyleyen Gülünay, 20 Temmuz 1992 günü evinden işyerine gitmek üzere çıktı ve bir daha geri dönemedi.

Hasan’ın işyeri telefonunu arayan bir kişi, Terörle Mücadele Şubesi’nden aradığını ve Hasan Gülünay’ın gözaltında olduğu bilgisini verdi. Ancak savcılık ve İstanbul Emniyeti’ne başvuran aileye, Hasan’ın gözaltında olmadığı, arandığı söylendi. Bunun üzerine aile memleketlileri olan ve o dönem İstanbul Emniyeti’nde üst düzey yetkili olan Hüseyin Kocadağ’la görüştü.

Kocadağ aileye “Hasan Gülünay sağ, içeride işkence yaraları iyileştikten sonra gözaltına alındığını açıklayacaklar” dedi.

Aile bu bilgiyi kamuoyuna duyurdu. Hasan’la aynı tarihlerde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde sorguda olan bir tanık da yüzünü görmediği bir kişinin işkencede “Ben Hasan Gülünay, beni gözaltında kaybetmeye çalışıyorlar!” diye bağırdığını açıkladı. Bu iki açıklamanın ardından hem ailenin hem de tanıklık yapan kişinin evleri polis tarafından basıldı ve konuşmamaları için tehdit edildi. Hasan Gülünay için açılan dava 2016 yılında AİHM’de “yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün ihlal edildiği” şeklinde karar olmasına rağmen zaman aşımı nedeniyle tekrardan görülmedi.

Cumartesi Anneleri 904. hafta: Abdulgani Dağ dosyasında 28 yıldır süren inkâr ve cezasızlık son bulsun

904. hafta eylemi online gerçekleştirilirken, yapılan açıklamada 14 Temmuz 1994’ten beri haber alınamayan, yıllar sonra öldüğü söylenen Abdülgani Dağ için süren 28 yıllık inkâr ve cezasızlığın son bulması istendi.

Ne olmuştu?

Abdulgani Dağ, 14 Temmuz 1994’te halasını ziyaret etmek için Nusaybin’in Akarsu beldesine giderken bindiği minibüs Kızıltepe-Nusaybin yolunda kimlik kontrolü yapan askerler tarafından durduruldu ve üç yolcu ile birlikle gözaltına alındı. 

Durumu öğrenen ailesi Mardin Cumhuriyet Savcılığına, bölgedeki asker ve polis karakollarına başvurdu. Ancak Abdulgani’nin gözaltına alındığı reddedildi.

Aileye oğullarının 14 Temmuz 1994 tarihinde Kızıltepe yakınlarındaki bir çatışmada üç PKK’li ile birlikte öldürüldüğü bilgisi verildi. Ailenin “Oğlumuz askerler tarafından gözaltına alındı, günlerce Mardin Tugay Komutanlığında tutuldu.” itirazı boşlukta kaldı. “Öldürüldüyse cenazemizi verin” talebine ise savcı “Onu asker bilir beni o işlere karıştırmayın.” dedi.

2013 yılı içinde aile yeni tanıklar ile bir kez daha savcılığa başvurdu. Abdulgani Dağ’ın çatışmada öldürülmediğini, gözaltında öldürülmesine çatışma süsü verildiğini beyan ederek yeni bir soruşturma açılması talebinde bulundu. Bu talep de reddedildi.