Ana Sayfa Blog Sayfa 71

Korkuyorlar ya da Saray Rejimi nasıl yıkılır

Korku, insan kimyasında acaba nasıl bir değişiklik yapar?

Soru soruyu doğurur. Bundandır, egemenler hiçbir çağda soru sorulmasını sevmezler.

Diyelim ki, korkudan söz ediyoruz ve bunun insan kimyası üzerinde yapabileceği değişiklikler hakkında çok da bilginiz olsun. Peki ama kimin korkusundan söz ediyoruz? Mesela bir işçinin, bir kadının, bir öğrencinin, aç insanın korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa Saray erkanının korkusundan mı? Kölelerin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa efendilerinkinden mi? Serfin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa toprak sahiplerininkinden mi? Kapitalistin korkusundan mı söz ediyoruz, yoksa işçi ve emekçilerin korkusundan mı?

Egemenlerin her çağda korkusu bir başkadır. Dünya onlar için cennettir. Kurdukları düzen cennetleridir. İşçi ve emekçiler için ise bir cehennemdir. Ve cehennemdekinin korkusu ile, cennetin sahiplerinin korkusu farklı olur.

Egemenler, cennetlerini kaybetme korkusunu yaşarlar.

İşte öyle bir dönemdeyiz.

Elazığ’da bir genç intihar etti. Adı, Enes Kara’dır. Babası, oğlunu “problemli” ilan etti. Korkudandır. Tarkan, pop müzik sanatçısı, bu intihardan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Fazıl Say da ardından.

CHP, İYİ Parti, burjuva muhalefet, hep birlikte, bu olayı kapatmak için, hem tarikata hem de Saray’a yardımcı olma kararı verdiler. Nedenleri açık, “aileyi rahatsız etmeyelim.” İnceliğe bakın hele siz! İntihar etmiş genç, geriye koskoca yüreğini ifade eden bir video bıraktı ve bu Saray’a, burjuva muhalefete, egemenlerin hepsine korku saldı. Hepsi, birlikte hareket etmeye başladılar. CHP, bu sefer, “insanlar sokaklara çıkar” demedi. Ama “aile”yi bahane etti. Ortaçağ zihniyeti, burjuva muhalefeti de sardı.

Saray’ın özel görevlileri, tarikatla bağlantılı olarak, bu olayı kapatabilmek için, bir karşı saldırı planladılar ve icraya koydular.

Tarkan, onun “Cuppa” şarkısının sözlerini yazan Sezen, hedefe kondu. Diyanet İşleri, Hz. Muhammed’i aşarak, Adem peygamberden söz etmeye başladı. Cennetten kovulma hikâyesi unutuldu.

Ama Saray, egemenler, bu dünyada kurdukları cenneti hatırladı. Şimdi, oradan kovulma, cennetlerini, iktidarlarını kaybetme korkusunu yaşıyorlar. “Yetmez ama evet”çi Sezen’i bile hedefe koydular. Bunun için, eskiye gittiler. Tarkan, bu işin bahanesi oldu.

Tam bu sırada, Sedef Kabaş, “Saray’a bir öküz girdiğinde, öküz kral olmaz, ama saray ahır olur” atasözünü hatırlattığı için tutuklandı. Saray, üzerine alındı. Uygundur. Ama eksiktir.

Saray üzerine alındı. Çünkü, Sedef Kabaş, bugünlerde gazetecilerin, sözü dinlenen tanınmış kişilerin, “aydın”ların, okur yazar takımının (OYT) kendine uyguladığı otosansürü aşmış oldu. Kabaş, belki bir atasözünü hatırlattı. Ama Saray, bu sözü, kendine bir saldırı olarak gördü.

Korkuyorlar.

Saray’ın her odası, adeta deprem varmış gibi titriyor. Her odasını dolduran kişiler, kişileri de aşarak her odasındaki hava, titriyor. Sadece kâbuslarında korkmuyorlar, Her yeni gün ile birlikte tekrar ve tekrar korkuyorlar. Bunun için toplumu susturmak istiyorlar.

Tarkan’ın “Cuppa”sında cunta, askerî darbe ihtimali yok. Ama Gezi Direnişi’nin izleri var. Sezen’in şarkısında Adem ve Havva için hakaret yok, ama sorgulamanın izleri var. Sedef’in hatırlattığı atasözü, tüm bunlarla birleşiyor.

Demek, ünlüler, demek sanatçılar, demek OYT içinden bazıları, korku ile kendilerine uyguladıkları otosansürü delme eğilimi taşımaktadırlar. Onlar bunu yaparsa, Saray, denetimini kaybeder diye korkmaktadır.

Korkuları boylarını aşmıştır.

Abdülhamid bir sultan idi; tacı, soyundan, toprak mülkiyetinden geliyordu. Saray’ın yeni efendisi, bir sultan müsveddesidir ve tacı Amerikalının eli mahsulüdür. Ama sıra korkuya gelince, Abdülhamid’in korkuları, daha da büyüyerek Saray’ın içinde egemen durumdadır. Bu, egemenlerin cennetlerini kaybetme korkusudur.

Yakında, kendi çevrelerinden, ardından da kendi gölgelerinden korkacaklardır.

Bu süreç yaşanırken, bu korku, devletin her kademesinde yerleşik hâle gelmiştir. Bu nedenle, Saray gibi, burjuva muhalefet de korkuyor. Bu nedenle, Enes Kara’nın intiharına açık bir cinayet diyemiyorlar.

Bu arada ise, en çok gündem hâline gelen şey, Saray Rejimi’nin nasıl yıkılacağıdır. Tüm toplumun gündemi budur.

Saray Rejimi, ne olursa olsun, Saray Rejimi’ni sürdürmek için uğraş vermektedir. Bu, onlara, egemenlere göre, düzeni, sistemi ayakta tutmanın tek yoludur. Ama aynı egemenler, bunu sürdürebilmenin zorluklarını, risklerini görüyorlar. Bu nedenle, bir yandan da “yumuşak bir iniş” ile parlamenter sisteme geri dönmenin yollarını arıyorlar, bunun için hazırlık yapıyorlar.

Burjuva muhalefet, CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği muhalefet, devleti kurtarmak için, parlamenter sisteme seçimle dönüş yolları arıyorlar. En azından, seçim ve sandık dışında her türlü direnişi, her türlü mücadeleyi boğmak, engellemek istiyorlar. İşçilerin, kadınların, gençlerin direnişini önlemek, durdurmak istiyorlar. Sokaklara çıkmış bir kitlesel direnişi, en büyük tehlike olarak görüyorlar ve her yolla bunu engellemek için uğraşıyorlar.

Bize anlatılan şudur: (1) Erdoğan iktidarı yıkılıyor, sakın ona bir koz verip sokağa çıkmayın, (2) zaten şunun şurasında seçime en çok 1,5 sene kaldı.

Bu uyarılar, “sokağa çıkmayın, direnmeyin” amacına dönüktür. Yoksa, “normal” bir burjuva demokrasisinde, elbette ki muhalefet, iktidarın yıkılmakta olduğunu görürse, onu hemen indirmek ister.

Ama, burjuva muhalefet, kendisi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Saray Rejimi, tekelci polis devletinin, olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Emperyalist efendileri için bölgede bir tetikçidir. Kürt halkına ve ülkemiz işçi sınıfına, kadınlarına, gençlerine karşı açık bir baskı aygıtıdır. Rant, yağma ve savaş ekonomisinin üzerine yükselmiş bir rejimdir. Parlamento bir süstür. Burjuva partileri aslında bir parti olmaktan çoktan çıkmıştır. Bunu, AK Parti ve MHP’de görmek çok olanaklıdır, diğerleri de bu yoldadır. Seçimler hilelidir, sandıklar göstermeliktir. Erdoğan’ın başkanlığı meşru değildir.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan iktidarı, Erdoğan diktatörlüğü, MHP-AK Parti koalisyonundan ibaret değildir.

Bunları bilmek, bilince çıkartmak gereklidir.

Bu nedenle, Saray Rejimi’nin bir seçimle gideceğini düşünmek doğru bir yol değildir. Hem seçimin olmama ihtimali yüksektir. Yasalardan vb. söz etmenin bir anlamı yoktur. En son AYM üyelerinin seçiminde, yeni Baro’nun tutumu, Saray Rejimi meselesini anlamaya yetecek netliktedir. Saray Rejimi, istediği zaman yasaları tanımamakta, ayaklar altında çiğnemektedir. Bu sadece İçişleri Bakanı’nın tavırlarında var olan bir durum değildir, aynı zamanda tüm Saray’ın davranışları böyledir.

Saray Rejimi, elinde tuttuğu medya ile, her türlü yalanı egemen kılmaktadır. Karanlık yayan bir devlet merkezidir medya. Yargı, defalarca ve defalarca görüldüğü gibi, polis gücünün uzantısıdır. Bizzat Cumhurbaşkanı, açık ve net bir dille her türlü hukukî sürece müdahale etmektedir. Bunu gizlemek için de yaptığı hiçbir şey yoktur. Normal şartlarda “aday olması” bile mümkün olmayan Erdoğan’ın, seçim ve sandıkla ilişkisi, burjuva muhalefetin OYT’nin bize anlattığı gibi değildir.

Diyelim ki bir seçim olacaksa, bu seçim ABD-AB arasında bir anlaşmanın sonucu olarak gündeme gelecektir. Ve onlar, yeni sistemi dizayn etmek üzere böylesi bir anlaşmaya varacaklardır.

Bizim gözümüzü, ülkenin her yanında yükselmekte olan direnişlere çevirmemiz gereklidir. Bu direnişler, tüm seçeneklerden çok daha gerçektir.

Burjuva medyanın karanlığı, bu direnişleri görmekte bir engeldir. Dahası, bu direnişleri boğmak için, karanlık-yalan etkili biçimde kullanılmaktadır. Baskı ve şiddetten daha etkili hâldedir yalan ve karanlık.

Bu baskı ve şiddeti, bu yalan ve karanlığı, bu bezirgânlığı yıkacak şey, işçi sınıfının üretimden gelen gücüdür. İşçi sınıfı bu gücün farkına vardığında, işçi sınıfı devrimcileşerek zincirlerini kırdığında, bu karanlık, bu Saray Rejimi de yerle bir olacaktır.

İşçi sınıfı ve emekçiler, direnenler, kadınlar ve gençler, bu gerçekliğin farkına ne kadar erken varırlarsa, o kadar daha az acı ile güzel günlere ulaşmak mümkündür.

Saray Rejimi’ni yıkmanın gerçek yolu budur.

Sadece ve sadece seçimler olacak, iktidar seçimle yenilecek ve gidecek üzerine plan kurmak, gerçekte, direnişi feda etmek, işçi sınıfı ve emekçilerin umutlarını bir kere daha kırmak demektir. Umut, evde oturanların dualarında gizli değildir. Umut, direnenlerin eylemlerinde gelişir. Umudu büyütmek, direnişi, her düzeyde ve her yerde büyütmekten, daha da örgütlü hâle getirmekten geçmektedir.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu örgütlenmedir. Birleşik Emek Cephesi, hiçbir grup, parti ya da hareketin kendini örgütlemesinin önünde engel değildir. Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının bağımsız sınıf hattını ortaya koymanın yoludur.

Olur da seçim gündeme gelirse, Birleşik Emek Cephesi bir kayıp olmayacaktır. Seçimlerde nasıl tutum alınacağı, önce seçimin olup olmayacağına, sonra seçimlerin hangi biçimde gündeme geleceğine bağlıdır. Bugün, seçimler üzerine konuşmak için erkendir. Hele ki, tüm varlığını seçimler üzerine kurulu taktiklere bağlamak, büyük hatadır.

Bu yalan-karanlık makinasının etkisini yok etmek, baskı ve şiddet ile örülmüş duvarı parçalamak, ancak direnişi geliştirmek ve derinleştirmekle mümkündür. Ülkenin her yanında mayalanmakta olan direniş, bizim, işçi sınıfının gerçek kurtuluş yoludur. Tüm enerjimizi buraya vermek gerekir. Saray Rejimi kendi kendine yıkılmayacaktır. Evet korku içindedirler, evet egemenlikleri sallanmaktadır. Bu nedenle diyoruz ki, tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor. Saray Rejimi’ni yıkmak ellerimizdedir.

Ellerimizden korkuyorlar, onların isyan etmiş hâlinden.

Ellerimizden korkuyorlar, onların her rakamın üzerine basarak hesap sormasından.

Ellerimizden korkuyorlar, yeni dünyayı kuracak olan ellerimizden.

Direniş ve Birleşik Emek Cephesi

2021 yılının sonuna gelirken, gerçekte gündem direniş hâline gelmeye başlamıştır.

Bunu iddia etmek mümkün müdür? Ya da bu iddia ne kadar gerçektir? Çünkü ben böyle düşünüyorum; 2021 yılının sonunda, her şeye rağmen, direniş, temel gündemdir.

Biliyorum, her gün gündemi dolduran birçok şey var. En başta, Erdoğan’ın her biri bir sonraki tarafından yalanlanan açıklamaları. Bu açıklamalardan her biri, gündem olmaktadır. “Nankörler” diye başlayıp işsizlik yoktur dediğinde, bu, gündem hâline gelmektedir. Zaten burjuva muhalefetin, bu açıklamaları temel alıp onlara yanıt vermek dışında bir eylemi, bir muhalefeti yoktur desek yeridir.

Pandemi, mesela yılın başında, 2021 yılının ilk günlerinde bir gündem idi. Şimdi ise Sağlık Bakanlığı adı verilen bir yerden, sistematik biçimde rakamlar açıklanmaktadır. Bu rakamlar, sanırım, birisi tarafından her gün yazılmaktadır. “Sen otur, her gün bize rakamlar at” denilen bir kişi, bu rakamların uydurma olmadığını ispat etmek için, her gün aynı rakamı açıklamaktan uzak durmakta, ama doğrusu kendini daha fazla ele veren rakamlar açıklamaktadır. Yalan, sistemin, Saray Rejimi’nin propaganda mekanizmasının temel unsuru olduğundan, pandemi rakamlarını atıp tutmak da “normal” hâl almıştır. Bu metotla, yaşamın zorluklarının öne çıkması da üstüne eklenerek pandemi gündem olmaktan çıkmıştır. Bazı bilim insanları bir yana bırakılırsa pandemi bir gündem dahi değildir. Henüz bilinmeyen bir varyant ortaya çıktığında, Biontec, hemen kendi aşısından bir doz daha yaptırmanın faydalarından söz etmektedir. Sağlık Bakanlığı, pek yakında, “sadece biz yalan söylemedik ki, herkes söyledi” diye bir savunma yapacaktır.

Erdoğan’ın açıklamalarının, burjuva muhalefetin de gayreti ile özel olarak gündem hâline getirilmesini bir yana bırakırsak, ekonomik kriz bir gündem olarak ortaya çıkmaktadır.

Ekonomik kriz, sadece kurların yükselmesi ve düşmesi şeklinde değil, bir gündem olarak ağırlığa sahiptir. Kurlar oynadıkça, dalgalanma çok aşırı hâl aldıkça, bu konuda da tartışmalar yoğunlaşmaktadır.

Kriz bir gündemdir.

Ama bu kriz, elbette canlı ve boyutludur. Yani, kendi köşesinde hareketsiz duran bir anlık “durum” değildir, bu anlamda canlıdır. Aralık ayında, asgarî ücret meselesinin hızla bir gündem olması, Saray Rejimi’nin %50’lik zam yapma kararı ile ilgili değildir. Tersine, ücretlerin satın alma gücünün düşmesi, “enflasyon altında ezilme”, işsizlik ve açlığın artması ve tüm bunlara karşı gelişen, gelişmekte olan direniş nedeniyledir. Asgarî ücret, ne Türk-İş’in, ne de kusura bakmasınlar ama DİSK’in eylemleri nedeni ile gündem olmadı. Tersine, esas olarak, ülkede sürmekte olan direniş ve artan toplumsal tepki nedeni ile oldu. Krizin “canlı” olması ile, bu açıdan her gün yaşanmakta olanı kastediyoruz. Bir anlık bir “kötü durum” fotoğrafı değildir bu. İşçi sınıfının üzerine krizin faturasını yıkma girişimidir bu. Bunu egemenler, tekelci sermaye, parababaları, devletleri eli ile yapmaktadırlar. Açık ve nettir. Vergiler, elektrik, su, doğalgaz, eğitim ve sağlık hizmetlerinin faturaları, bunun en açık kanıtıdır.

Açlık kol gezmeye başlamış iken, sendikalar, asgarî ücretin %50 olmasına sevinmektedirler. İşçiler de. En çok da örgütsüz işçiler sevinmektedir. Demek ki, beklentileri daha da düşüktür. İki kişinin çalıştığı dört kişilik bir ailenin 4250 TL ile nefes alacağı söylenmektedir. Her ne kadar bu geçici bir nefes alma olacaksa da, işçiler buna memnundur, en çok da örgütsüz işçiler.

Oysa, daha Aralık ayı enflasyonu açıklanmamıştır. Anlaşılan bir tahmin yapılacaksa, TÜİK’in dahi bu Aralık 2021 enflasyonunu %10’un altında açıklaması zordur. Ve daha şimdiden, açlık sınırı çalışmaları, asgarî ücretin açlık sınırının altında kaldığını göstermektedir. Daha, ilk zamlı asgarî ücret alınmamış iken.

Yine de bu hâli ile de olsa asgarî ücretin gündem olmasını sağlayan direniştir.

Kriz aynı zamanda boyutludur. Salt ekonomik kriz değildir bu. Pandemiyi tümü ile es geçiyorum. Ama kriz, aynı zamanda siyasal bir krizdir de. Ve dahası, Saray Rejimi ile oluşturulan “iç savaş” ortamı, Kürtlere karşı savaş ile de birleşmektedir. Dahası, tüm bunlar, dışarıda süren savaşın ya da dünyayı saran Üçüncü Paylaşım Savaşı’nın içinde onun etkileri altında gerçekleşmektedir. Yani kriz, uzun bir süre, yakın gelecekte, gündem olmaya, gündemi etkilemeye devam edecektir.

Bu nedenle, kriz, daha boyutludur ve öyle kullanılmasında fayda vardır. Bu denli boyutlu olduğu için, sermaye, egemen güçler, büyük sermaye transferleri de gerçekleştirmektedirler. Bu sadece “ne koparırsak kâr” mantığı değildir. Bu bir yandan sermayenin krizden kazançlı çıkmasının yoludur, diğer yandan ise emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının ülkemizdeki biçimlerinden biridir. ABD-İngiltere ittifakı, Körfez sermayesinin Türkiye’de güçlenmesinden yanadır ve bu Avrupa sermayesini dengelemekle kalsın diye de değildir, daha uzun erimli bir oluşumdur.

“İç savaş” dediğimizde, konunun doğru anlaşılması gerekir.

Kürt halkına karşı savaş, sadece bu nedenle “iç savaş” demiyoruz, bu da içindedir ve en başında bu vardır, Kürtlere karşı savaş vardır. Ama bu, son yıllarda, Saray Rejimi ile birlikte, tüm ülkeyi kaplamıştır.

Deniliyor ki, “hukuk bitti.” Doğrudur. Anayasa rafa kaldırıldı, doğrudur. Tuhaf hukukî süreçler yaşanmaktadır. Doğrudur. Savunma gücü olarak Baro yolu ile tüm savunma, kontrol altına alınıp, devletin hâkim-savcı sisteminin devamı hâline getirilmek istenmektedir. Doğrudur. İşte bu “şaşırtıcı” diye sunulan gelişmeler, gerçekte “iç savaş” hukukudur. “İç savaş” hukuku işçilere, emekçilere, entelektüellere, Kürtlere, işçi sınıfının devrimci iktidarından yana olanlara uygulandığında sorun yok, ama sıra CHP içinden, burjuva muhalefetten birilerinin susturulmasına geldiğinde, “düşman hukuku” diye yaygara basılmaktadır.

“Düşman hukuku”, özensiz bir kavramdır. Kimdir düşman, kime düşmandır? Kemalistlerle İslamcılar arasında bir savaş değildir bu. Öyle olsa idi, mesele Kürtler, mesele işçiler, mesele devrimciler olduğunda birleşemezlerdi. Hayır bu, “iç savaş” hukukudur ve bu “iç savaş hukuku”, esas olarak, işçi ve emekçilere, devrimden yana olan güçlere, direnenlere karşı uygulanmaktadır.

Kürt illerine baktığınızda, bu iç savaşı hemen görebilirsiniz. Zaten, Saray Rejimi, Kemalisti ve İslamcısı ile tüm devlet, buna savaş demekten geri durmaz. Sıra Batı’ya geldiğinde, bir “iç savaş” vardır ama, devlet güçlerinin karşısında Kürdistan’da olduğu gibi bir gelişmiş örgütlülükle çıkılamadığı için, henüz o aşamada olmadığımız için, “iç savaş” yokmuş gibi bir algı yaratılabilmektedir. İstenildiğinde “iç savaş” hukuku devrededir, ama bu iç savaş, tüm çıplaklığı ile açık hâlde değildir.

Kriz ve onunla birleşmiş olan “iç savaş”, ister devletin saldırıları ve attığı adımlar şeklinde olsun, isterse direnişin gelişmesi ve sokağa sarkması şeklinde olsun, direnişi ana gündem hâline getirmektedir.

Elbette direnişi gündem yapmak ve gündemde daha etkili bir yer tutmasını sağlamak, bizim cephenin işidir.

Bizim cephe, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birleşik Emek Cephesi, hem bizim özellikle söylediğimiz bir şeydir hem de gerçek anlamda bu cephenin, direniş eğer fiilî veya örgütlü olsun bir cephe olarak ele alınacaksa bu cephenin, gerçeklikle örtüşen ismidir. Yani mesele hangi ismi seçmeliyiz meselesi değildir, mesele direniş cephenin karakteri, sınıfsal yapısı vb.dir. Bu açıdan Birleşik Emek Cephesi demekte hiçbir sakınca yoktur.

Henüz, örgütlü olarak kurulmuş böylesi bir Birleşik Emek Cephesi yoktur. Ama fiilî olarak direniş, bir Birleşik Emek Cephesi yaratmaktadır.

Devrimci grupların, sol grupların, kendi durumlarına ve amaçlarına uygun olarak, kendilerine en yakın güçlerle birlikte işler yapmaları, bazı durumlarda bu işlerin bir tek eylem ve hedefe, bazı durumlarda ise, daha kapsamlı hedeflere dönük birliktelikler ortaya çıkarmaktadır. Bunlar, bazan çok etkili, bazan da etkisiz kalabilmektedir.

Bugün, tüm sol muhalif harekette en uzun soluklu birliktelik, HDK çatısı altında oluşmuştur. Bu, seçimler vb. durumlarda, HDP çevresinde oluşmuş ortak davranışlara da temel oluşturmaktadır. Zaman zaman ise, farklı sol grupların, HDP dışında birlikte hareket etme arayışları ortaya çıkmaktadır. Bu arayışlar, zaman zaman HDP’nin mutlaka dışında olmak gibi bir “saplantıya” dönüşmektedir. Buna ilke diyemeyeceğimiz için, “saplantı” diyoruz. Oysa birlikte ortak eylemlilik arayışları, önümüze çıkan gelişmeler etrafında, kısa ya da uzun vadeli bir çizgi tasarlayarak olmalıdır. Kürt hareketine Kemalist bakış ile bakmayı aşamamış hareketlerin, HDP konusundaki bu “hassasiyeti”, bizce anlaşılırdır ama kabul edilir değildir.

Elbette bunun dışında da, birlikte, ortak eylemlilik geliştirmeye, ortak tutum almaya dönük hamleler olmaktadır, dün de bugün de. Bunu elbette saygı ile karşılıyoruz ve doğrusu, bu arayışların, pratik mücadelede devrimci bir tutum almayı, bunu birlikte yapabilmeyi hedeflemesini olumlu buluyoruz.

Aslında, tüm bu arayışlar, tek tek hareketlerin istek ve iradeleri ile bağlı olduğu kadar, bu isteklerin nesnel zeminle örtüşmesini de önemsemek gerektiğini düşünüyoruz.

Bu nedenle, önümüze tartışma olarak, genel anlamda “devrimcilerin birliği” tartışmasını koymayı yol açıcı bulmuyoruz.

Onun yerine, gelişmekte olan, yaygınlaşan direniş hattının, Birleşik Emek Cephesi içinde bir örgütlenme ile büyütülmesini yol açıcı buluyoruz. Yanlış anlaşılmasın, “devrimcilerin birliği” her zaman gereklidir. Ama bugünkü nesnellik, gelişmekte olan direniştir. Bu nedenle bu direnişin, özellikle gündem hâline getirilmesini çok önemsiyoruz.

Kaldıraç Hareketi olarak bizim, bir programatik yaklaşımımız vardır. Anadolu Devriminin Yolu broşürü, bu konuda bir bilgi verir niteliktedir.

Bu programatik yaklaşımda da biz, sosyalist devrimin zaferi için, bir aşamada Birleşik Emek Cephesi’nin gerekliliğini görüyoruz. Bugün, Birleşik Emek Cephesi, içinden geçtiğimiz kriz ve iç savaş ortamı nedeni ile, daha erken gündeme gelmiştir.

Sınıf savaşımının bugünkü evresinde, duruma kısaca bakmak faydalı olacaktır kanısındayım. Kaldıraç sayfalarında, bu açıdan yeterli metin vardır kanısındayım. Bu nedenle kısa bir özetle yetinmek istiyorum.

Birinci nokta Saray Rejimi’nin niteliği meselesidir. Biz Saray Rejimi’ni, tekelci polis devletinin, olağanüstü koşullardaki örgütlenmiş hâli olarak ele alıyoruz. Suriye savaşının sonrasında daha da canlı hâle gelen emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı ve buna bağlı olarak, TC’nin ABD ve AB arasında “ortaklaşa sömürge” olma hâlinin geleceği meselesi, Kürt devrimine karşı savaş ve bu savaşın bölgeyi kapsaması ve içeride Gezi Direnişi’nin patlak vermesi sonrasında, devlet, Saray Rejimi şeklinde örgütlenmeye başlamıştır.

İkinci nokta, bugün bir “iç savaş” yaşanmaktadır.

Üçüncü nokta, egemen güçlerin siyasal krize çözüm olarak öne sürdükleri ikili yaklaşımdır. Bir yandan güçlendirilmiş Saray Rejimi ile diğer yandan güçlendirilmiş parlamenter sistem ile krizi aşma alternatifleri tartışılmaktadır. Bu hem TC devletinin “efendileri” olan ABD ve AB arasında bir yol tartışmasıdır hem de tekelci sermayenin, devletin, kendi iç tartışmasıdır. Bu iki alternatif, her ne kadar birbirinden ayrı güçler tarafından dillendiriliyor olsa da, aslında “devleti kurtarma” ya da restorasyon amacına dönük çözümün iki yüzüdür. Egemenler, eğer bugün, içinden geçilen günlerde ve ortamda, sadece güçlendirilmiş Saray Rejimi’ni tartışsalardı, bu onların gücünü çok zayıf hâle getirecekti. Çünkü bu çözümü desteklemeleri demek, burjuva muhalefetin de toplumsal zeminini kaybetmesi demektir. Kaldı ki, efendilerin, ABD ve AB’nin farklılaşan çıkarları, buna izin vermemektedir.

İşte bu aşamada, biz, devrimci sosyalistler, işçi sınıfının gerçek alternatifini ortaya koymakla yükümlüyüz. Birleşik Emek Cephesi’ni hızla gündemleştiren, bir yandan direnişler iken, diğer yandan da bu nesnelliktir.

İşçi sınıfının iktidarı almasını zayıf bir olasılık olarak görenler, bu alternatife yanaşmamaktadır. Onlara göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tarafında olmak, onu soldan etkilemek daha yerinde ve gerçekçi bir tutumdur.

Bizim katılmadığımız şey de tam budur.

Devletler, egemenler, “reform”lara, ancak gelişmekte olan devrimi durdurmak için başvururlar. Yoksa onların parlamenter sisteme dönme isteklerini, onların kuyruğuna takılarak etkilemek, böylece reformlar elde etmek mümkün değildir.

İşte bu durumu azıcık olsun somut bir örnekle anlatmak için, asgarî ücret sürecini yukarıda ele aldık. Asgarî ücretin %50 artırılması (ki bu bir yanılgı oluşturma girişimidir, bir aldatma girişimidir) ne Saray Rejimi’nin isteği ne Saray Rejimi’nin olası seçim yatırımı ne Türk-İş’in kuvvetli bir direnişinin sonucu değildir. Tersine, bu görülmek ve gösterilmek istenmeyen işçi sınıfı ve emekçilerin direnişinin sonucudur. Gezi Direnişi’nden bu yana söndürülemeyen direniş ateşinin sonucudur. Elbette asgarî ücretin artırılması bir reform değildir. Asgarî ücretin gelir vergisinin dışında tutulması bir reform olarak ele alınabilir. Ama bu hâli ile bile bu sonuç, direnişin sonucudur, yoksa anlayışlı siyasal iktidarın, anlayışlı patronların, insaflı Saray Rejimi’nin jesti değildir.

Bir kere daha hafızalarımızı tazelememiz gereklidir.

Bir, bu ülkede parlamento bitmiştir. Parlamento işlevsizdir. Parlamento, Saray Rejimi’nin apış arasını örtmekte bile etkisizdir. Bütçe görüşmelerinde, muhalif milletvekillerinin ortaya koyduğu gerçekler önemsiz değildir, ama bir sonuca varmaları mümkün değildir. Birçok durumda, bir kürsü dahi ortada yoktur. Ve sonuçta, bütçe kabul edilmektedir. Başkaca bir sonuç mümkün değildir. Yoksa HDP’li veya diğer milletvekillerinin ortaya koydukları şeyler azımsanır şeyler değildir. Bir kere daha anlamak ve idrak etmek gerekir ki, parlamento işlevsizdir ve Saray Rejimi’ne, meşruluk kazandırmaktadır.

İki, seçimler, 7 Haziran seçimlerinden bu yana, anlamsızdır. Seçim sonuçları üzerine yapılan konuşmalar, siyasal partilerin halk içindeki desteğini araştıran araştırmalar, anlamsızdır. Seçimleri meşru görmek, Saray Rejimi’ni meşru hâle getirmek içindir. Muhalefet gece gündüz, yağma, rant ve savaş ekonomisinin “liyakatsiz kadroların” işi olduğunu söylemektedir. İyi ama, zaten seçilmemiş bir cumhurbaşkanını kabul etmek, diplomasız ve saralı bir cumhurbaşkanını kabul etmek, hileli seçimleri kabul etmek “liyakatli” kadrolar için mi bir zemindir? Seçim sandıkları konulmakta, hangi belediye başkanı seçilirse seçilsin Kürt illerine kayyum atanmaktadır. Bu nasıl bir seçim sistemidir? Egemenler, Saray Rejimi, sandığı gömmüştür.

Üç, seçimin ve sandığın olmadığı bir burjuva devlette, burjuva siyasal partiler de yoktur, ölüdürler. MHP bir çetedir, AK Parti bir çeteler ittifakıdır, CHP bir başka çetedir. AK Parti’nin çeteleştiği bir yerde, burjuva partilerin tümü bu çeteleşmeden paylarını alırlar, almışlardır.

Şimdi, işçi sınıfına, emekçilere hangi alternatif sunulmaktadır: a- Saray Rejimi’ni destekle, b- Parlamenter sisteme geri dönüşü destekle. Bu her iki alternatif de, işçi sınıfının devletin kuyruğuna yeniden takılması, kendini bir sınıf olarak reddetmesi demektir.

İşçi sınıfına açlığı, işsizliği, ölümü, işyeri cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk cinayetlerini, örgütlenme yasaklarını, sesini çıkarma yasaklarını reva gören kimdir? Tüm burjuva partileri ile bu sistemdir. Hepsi birlikte Saray Rejimi’nin oluşumunu sağlamışlardır. OHAL koşullarında Saray Rejimi’nin kurulmasını oylatanlar, hileli seçim sonuçlarını kabul etmek için kendi partilerini ve halkı sokaktan uzak tutmaya çalışanlar kimlerdir? CHP, İYİ Parti bu işin içinde aktör olarak yer almışlardır. Muharrem İnce vakasını unutan olmamıştır henüz.

Şimdi, işçi ve emekçilere, yeniden parlamenter sistem için kendilerine destek verdirmeye çalışanlar, yine aynı özenle, kitleleri sokaktan, direnişten uzak tutmak istiyorlar. TÜSİAD’dan yardım istemelerinin nedeni, işçi ve emekçileri daha fazla sokaklardan uzak tutmada yetersiz kalacaklarını hissetmelerindendir. 24 Ekim 2021’de işçilerin mitinglerde bir araya gelmesi, 22 Kasım gecesi birçok fabrikada iş bırakılması vb. CHP’nin miting yapmasının nedenidir. Bunun için Mersin’i seçmeleri de bu nedenledir. Kendi parti tabanlarını durdurabilmek, kontrol edebilmek içindir. İşçi ve emekçilerin direnişlerinin gelişimini ve kontrollerinden çıkmasını önlemek içindir. DİSK bile, miting kararını, almak zorunda kalmıştır.

İşte tüm bu gelişmeler, gelişmekte olan ya da durdurulamayan direnişin, ülkenin temel gündemi olduğu gerçeğinin işaretidir.

Şimdi, tüm bu direnişi, işçi sınıfının iktidar alternatifi olduğu gerçeğini ortaya koymak üzere, Birleşik Emek Cephesi’nde toplamayı, biz devrimci bir çözüm, devrimci bir çıkış, devrimci bir yol olarak öneriyoruz.

Bu perspektifle, bu bakış açısı ile, direnişe bir kere daha bakmak yerinde olacaktır. Bizim tüm detayları ortaya koymamız gerekli olmayacaktır kanısındayız.

1

Direniş, Gezi Direnişi’nin hâlen canlı olan, farklılaşan, evrimleşen “devam”ıdır. Dar anlamda devamı değil, geniş anlamda, direnişin ruhunu taşıması anlamında, daha da derine inmesi anlamında devamıdır.

Öyle ise, okur yazar takımının (OYT) ısrarla vurguladığı gibi, “Gezi Direnişi sonuç vermemiştir” vurgusu yanlıştır. Bu, Gezi Direnişi’ni, bir toplumsal patlama, bir kendiliğinden eylem olarak görmemenin sonucudur. İnsanların bir kısmı sürekli, bazıları da bazı durumlarda, kendisinin yapamadıklarını bir sihirli elin yapmasını ister. Sanki OYT, Gezi Direnişi’nin, bir devrimle sonuçlanmış olmasını bekliyor gibiydi. Bu bir yandan Gezi Direnişi’nden çok etkilendiklerini gösterir. Bu “çok etki”, direniş hızını kesince, Taksim Meydanı boşaltılınca, o barikatlardaki direniş geri çekilince tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştür. Şimdi OYT, bu hayal kırıklığı ile, Gezi’yi suçlamakta, Gezi’yi yargılamaktadır. Oysa Gezi Direnişi, hiçbir zaman “devrim” hedefi ile gelişmemiştir. İçinde bu potansiyel, başka bir dünya arayışı, savaşsız ve sömürüsüz bir ortaklık dünyası arayışı nesnel olarak vardır. Ama bu hedefe dönük değildir.

Devrim, bir örgütlenmenin sonucunda gerçekleşir. Devrimciler, örgütlüdür ve işçi sınıfının devrimci eylemini yöneterek, onu zafere taşırlar. İşçi sınıfı olamadan devrim olmaz ne kadar doğru ise, örgüt olmadan da devrim olmaz o kadar doğrudur.

Gerçekten devrim istiyorsanız, gerçekten Gezi gibi bir kalkışmanın başarıya ulaşmasını istiyorsanız, o hâlde, örgütlü bir mücadeleye atılmalısınız ve bu yolla kitlelerin ayaklanmasını sağlamalısınız. Siz risk almadan, siz içinde olmadan, gerçekten hayaliniz ise, hiçbir hayaliniz gerçekleşmez. Hayaller, o hayaller için mücadele edenler varsa anlamlıdır.

İşte bugünkü direniş, hâlen sürmekte olan direniş, içinde Gezi’yi taşımaktadır.

Bir eylem, siz onu gerçekleştirdikten sonra, nesnelleşir. Tıpkı bir taş gibi, tıpkı bir sevda gibi, tıpkı bir silah gibi sizin sonraki mücadelenizin parçası hâline gelir. Bu en az iki kuşak böyle devam eder, etkisini taşır.

Bugünkü direniş, bu etkiyi canlı tutmakta, daha da ileriye taşımakta, yeni ve daha ileri bir eylemliliğin nesnelleşmesine yardımcı olmaktadır.

Gezi Direnişi’ne bakıp, o kalabalıkları, her direnişte beklemek, o kalabalıklar ortaya çıkmayınca da hayata küsmek, eylemsizlerin işidir. Yaşlılık belirtisidir, özne olmayı reddetmenin biçimlerindendir.

2

Bugün direniş, yerel alanlarda ortaya çıkmaktadır. Fabrikalarda, işyerlerinde, üniversitelerde, kadın hareketinde, çevre hareketinde vb. İkizdere’de olduğu gibi. Bu direnişler, burjuva medyanın karanlığını çoğunlukla yırtamamakta, en geniş kitlelere haber olarak dahi ulaşamamaktadırlar. İşçi Gazetesi’ni her okuduğumuzda, direnişlerin ne denli yaygın olduğunu gördüğümüzde, aslında bu burjuva medyanın karanlığının etkisini bir kere daha anlıyoruz.

Bu karanlık, burjuva devlet örgütlenmesinin nasıl bir burjuva sınıf bilincine dayandığını anlamamızı sağlamalıdır. Onlar, kendi cepheleri açısından nettirler. İşçilere karşı, direnişe karşı bir aradadırlar.

Ama artık, yıllardır sürmekte olan bu direnişin, yaşamın her alanında gelişmekte olduğunu görmek için, yeni bir direniş haberine ulaşmış olmaya gerek yoktur. Sağlık emekçilerinin direnişlerini gördüğümüzde “bak direnenler var” demeye gerek yoktur. Elbette her direniş, her işçi eylemi, her kadın eylemi, her çevre eylemi, her öğrenci eylemi bir kere daha direniş ile dolmak için bir etkendir. Ama artık biliyoruz ki, bu direnişler, sürekli gelişmektedir.

Direnişlerin yerel olması bir dezavantaj değildir. Tersine, eğer fabrika fabrika bir örgütlenmenin aracı olmaları gerektiği düşünülürse bir avantajdır da.

Ama biliyoruz ki, bu direnişler, daha ileri örgütlülüklere sahip değildirler. İşte tam da bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının devrimci yolunu ve rotasını ortaya koymanın önemli bir aracıdır.

3

İşçi sınıfı örgütsüzdür. En başta sendikaları, işçi sendikası olmaktan uzaktır. Sendikal hareket hem zayıftır, işçi sınıfının çok küçük bir kesimi sendikalıdır, hem de var olan sendikalar, daha çok devletin denetimi altında, sendika mafyasının kontrolü altındadır.

Devletin 12 Eylül’den bu yana ortaya koyduğu sendikal örgütlenme, sendikal kontrol, bir sendika bürokrasisini aşmıştır, bir sendika mafyasına dönüşmüştür. Sendikal bürokrasi tanımları artık yetersizdir. Durumu anlatmaktan uzaktır.

Bu önemlidir. Çünkü, sendika bürokrasisinin egemenliğini kırmak, bugünkü sistemi, sendikal sistemi değiştirmekten daha kolaydır.

Sendika mafyasının egemenliği, sadece sendikal örgütlenme ile kırılmaz. Sendikalar, diyelim ki yeni bir fabrika veya işyerinde gelişmekte olan sendikal örgütlenmeyi, bizzat kendi elleri ile devlete, patrona teslim etmektedir.

Sendikaların bir işçi sendikası, gerçek bir işçi sendikası hâline gelmesi, elbette çok yönlü bir mücadeleyi gerektirmektedir. Elbette bir yandan sendikal çalışmalar devam ettirilecektir. Ama aynı zamanda işyerlerinde örgütlenme temel alınmalıdır. Bu işyerlerindeki örgütlenmeler, sağlam bir yapıya dayanmak zorundadır. Bu örgütlenmeler, sadece sendikal örgütlenmeler olamazlar. Elbette siyasal örgütlenmeler de olmak zorundadırlar. Aynı zamanda, sendikal çalışmanın dışında, belki farklı sendikal çalışmalar ve işyeri örgütlenmelerinin arasında, işçi birliklerine ihtiyaç vardır. Birleşik İşçi Kurultayı tam da budur. Tek örnek değildir. Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler, devrimcilerin, farklı anlayışta olsalar da ortak örgütlenmelerini ifade ederler.

Ve ne olursa olsun, bu üç alandan birlikte bir örgütlenme gereklidir. Hiçbiri, diğerini gereksiz kılmaz. Ancak, sendikalar gerçek birer işçi sendikası hâline geldiğinde, durum yeniden ele alınabilir.

4

Direniş, sadece işçi sınıfının içinde yoktur. Hayatın her alanında vardır. Devrimciler, tüm direnişe duyarlı olmak zorundadırlar. Kadın hareketinin direnişleri, öğrencilerin direnişleri, çevre hareketlerinin direnişleri, hepsi ama hepsi, işçi sınıfının burjuva devlete karşı direnişinin bir parçasıdırlar.

Bir çevre direnişinin gelişimi veya desteklenmesi için, bu direnişe katılanların siyasal bilinçlerinin gelişmiş olması gerekmez.

Herhangi bir direnişe katılanların, tek bir siyasal örgüt gibi hareket etmeleri gerekli değildir, bu zaten beklenemez.

Önemli olan, birincisi, bu direnişlerin gelişmesi ve sonuç almasıdır. İkincisi, bu direnişlerin sonuçları ne olursa olsun, örgütlenme yaratmalarıdır. Ve üçüncüsü, bu direnişlerin, başka yerlerdeki direnişlerle bir bağ kurmalarıdır. Bu bağ, sadece bir psikolojik bağ olarak kalmamalıdır. Mesela Boğaziçi Direnişi’ne katılanlara, diğer üniversitelerin aktif destek vermesi yetmez. Aynı zamanda direnişteki işçilerin, çevrecilerin, kadınların vb. de destek vermesi gerekir. Ya da mesela Gebze’de bir fabrikada başlayan direnişe, Boğaziçi Direnişi’nin fizikî destek vermesi gereklidir.

Bu direnişlerde oluşmuş tüm örgütlenmeler, Birleşik Emek Cephesi’nin bileşenidir. Birleşik Emek Cephesi, bu direnişleri birbirine bağlamak, olabildiğince bağlarını kurmak için gereklidir. Dayanışmanın direnenler arasında gelişmesi, gerçek anlamda sınıf bilincinin gelişiminde önemli bir adımdır.

5

Her devrimci grup, aslında bu Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçasıdır. Elbette içinde yer alarak parçası, bileşeni olmak ayrı bir adımdır.

Devrimci bir grup veya hareket veya parti, kendi örgütlenmesini elbette ki kendi bildiği yolda sürdürecektir. Başkası saçmadır. Bu durum, ortak eylemliliğin önünde bir engel değildir. Bunun son yıllarda sayısız örneği vardır. Pratik gösteriyor ki, bu pratik savaş arkadaşlığı, mücadele arkadaşlığı, birçok “birlik” tartışmasından çok daha ilerleticidir. En azından bugün böyledir.

Biz, bugün, devrimin olanaklı olduğuna inanıyoruz.

Bu olanaklılık, nesnel anlamda açıktır. Nesnel koşullara bakıldığında, işçi sınıfının iktidarı ve devrim için koşullar uygundur. Ama devrim elbette sadece bir nesnelliğin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Onu zafere ulaştıracak öznel koşullar da gereklidir. Bu öznel şartların başında, devrimci örgüt, devrimci parti gelir. Devrimci örgütün varlığı da yeterli değildir. Bu devrimci örgütün, toplumun en ileri kesimleri içinde etkili olması gereklidir. Toplumun dediğimizde en başa işçi sınıfını koymak şarttır.

İşçi sınıfı devrimci bir örgütlenmeye, kendi öncüsüne sahip olmadan, burjuva devlete karşı savaşımını zafere ulaştıramaz.

Bu bir yandan, işçi sınıfının devrimci birliği demektir. İşçi sınıfı hem örgütlü olmalıdır hem de devrimci olmalıdır. Devrimci değilse işçi sınıfı hiçbir şeydir, salt ekonomik bir sınıftır. Ve salt ekonomik bir sınıf olarak işçi sınıfı, fabrikalarda kanının emilmesine, köleleştirmeye razı demektir. Bu anlamda devrimci değilse hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı devrimcileşirken, aynı zamanda toplumsal mücadelenin toparlayıcısı, öncüsü olmaya başlar. Devrimcileşen işçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefeti, kapitalizme karşı her türlü mücadeleyi birleştirir.

Hayatın olağan akışı, devrimin olağan gelişimi içinde Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının tüm müttefiklerini devrim saflarına toplaması, kendi devrimci birliğini sağlamasından sonra gündem hâline gelebilir. Ama içinden geçtiğimiz nesnel ve öznel şartlar, dünyanın ve ülkemizin durumu, devrimin nesnel olarak yakınlığı ile öznel olarak uzaklığı arasındaki çelişki, Birleşik Emek Cephesi’ni, bugün, sınıfın gündemine sokmuştur. Bu durum, Birleşik Emek Cephesi’nin, kendi içinde uzun bir evrimi olacağını göstermektedir.

Gelişmeler, gözlerimizi daha çok ama daha çok, direniş cephesine çevirmemiz gerektiğini göstermektedir.

İşçi sınıfının devrimci alternatifi, bugün, yaşanan siyasal kriz içinde, ortaya konmak zorundadır. Bu, Birleşik Emek Cephesi’ni daha da yakıcı kılmaktadır.

Avukatların, hekimlerin, sağlık emekçilerinin, fabrikalardaki işçilerin, belediye işçilerinin, kadınların, atık toplayıcısı emekçilerin, öğrencilerin, eğitim emekçilerinin, çevre örgütlenmelerinin, farklı duyarlılıktaki tüm toplumsal muhalefetin, burjuvazinin ortaya koyduğu alternatiflere mahkûm olmadığı açıktır. Birleşik Emek Cephesi, tüm emekçilerin kendi örgütlenmelerine, kendi güçlerine dayanan çözümlerinin gündeme taşınmasıdır.

İşçi sınıfı, bir sınıf olarak sahneye çıkmalıdır. Biz de varız demenin, siyasal iktidara alternatif olduğunu ortaya koymanın, kırıntılarını değil dünyayı istemenin yolu buradan geçmektedir.

Yaşasın direniş!

Yaşasın boyun eğmeyen isyan!

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

Rekabet böler, eylem birleştirir!

Yeni yıl, 2022, büyük çaplı zamlarla başladı. Büyük çaplı zamlar, asgarî ücret artışını, bir anda geri aldı.

Ve elbette bu durum, çok farklı tartışmalara da yol açtı.

Derler ki, bir görüşü desteklemek için, herhangi bir görüşü desteklemek için, yeterince veri bulunabilir. Bu nedenle, nereden baktığınız çok önemlidir. Diyelim ki, “dünya düzdür” diyenler, hâlâ bunu söyleyenler var, bunun için tüm ovaları kanıt olarak gösterebilirler. Ayakkabı kutularının içindeki paraları evinde saklayan, milyonlarca euro ve doları evinde tutan bankacı, tuhaf açıklamalar yapmıştı ve inananı epeyce oldu. Mesela Türk Yargısı, buna “tam cephe” inandı. Mesela oylar çalındı, sandıklardan oylar çöp kutularından çıktı ve buna da bir açıklama getirenler olmuştur. Mesela Şevki Yılmaz, yansıyan video kaydında, 700 ton altını satın, savın, ama seçimi kazanın demektedir. Aslında, kamuya ait, devlete ait altınlardan söz ediyor. Bunları satarak, seçimi kazanın, iktidarı bırakmayın, diyor. Bu görüntülere bakarak, bu çıplak gerçeği bambaşka şekilde yorumlayıp açıklamalar getirenler olabilmektedir. Erdoğan, kulaklarımızla duyduğumuz sesi ile Bilal’e, “sıfırla sıfırla” demekteydi. Bu açık olarak duyulduğu hâlde, “aslında bu çalınan paralar, İslam için kullanılacaktır”, “peygamber de %10 alırdı” gibi açıklamalar ile tersine kanıtlar sunanlar olmuştur ve bunlara inanmak isteyenler de. Bu nedenle, esas olan nereden baktığındır, bakış açısıdır.

Bugün, olup biten “sıradan” olaylara da böyle bakmak önem kazanmış gibidir.

Bugün, ekonomik alanda olup bitene, çok ama çok farklı açıklamalar var ve bunların bir bölümü, en azından kafa karıştırmaya yetmektedir.

İlki şudur: Asgarî ücret, %50 artırıldı.

Gerçekten de öyledir. Eskisi ile yenisi oranlanırsa %50 artış görünmektedir.

Ama bununla birlikte iki şey daha oldu.

– Bir, çok ciddi bir zam yağmuru devreye girdi. Mesela elektrik %52 ile %130 arasında zam gördü. Doğalgaz öyle, benzin ha keza.

– İki, asgarî ücretteki artışın bir bölümü, gerçekte asgarî ücretin vergi dışı tutulmasından kaynaklıdır. Asgarî ücretin vergi dışı tutulması, %50 artmasından daha önemlidir. Ama asgarî ücret vergi dışı kalınca, devlet, hemen, tüm vergileri hızla artırdı. Dün, bir işçi, eğer eline bordosunu alıyorsa, maaş bordosunda ne kadar vergi verdiğini görürdü. Şimdi, bu vergiler, KDV, ÖTV, harç vb. adlarla dolaylı vergiler hâline geldiler ve faturalara yansımaktadırlar.

Sonuçta, asgarî ücret ile eline daha fazla para, 1425 TL daha fazla para geçecek olan işçi ve emekçi, şimdi bunu fazlasıyla geri verdi bile. Elektrik, doğalgaz faturalarından, telefon, su faturalarından, dolaylı vergilerden, sigara ve alkol ÖTV’lerinden vb. daha fazlasını kaybetmiştir. Bu yolla devlet, kaybettiği vergi gelirlerini denkleştirmiştir bile.

Demek ki, işçi cephesinde;

1- Asgarî ücret %50 artırılmış, ama bu artış, birkaç günde, daha asgarî ücret işçilerin eline geçmeden yok olmuştur.

2- Asgarî ücret vergi dışı bırakılmış, ama işçilerin üzerine dolaylı vergiler bindirilerek, bu para geri çıkarılmıştır.

Ve şimdi, ortada bir gerçek daha var.

Enflasyon gerçeği.

Asgarî ücretin ne kadar artması gerektiği konusunda minimum oran enflasyona bakarak bulunur. Enflasyon, TÜİK verilerine göre %36,08 olarak açıklanmıştır. Biz Kaldıraç’ta yazıyoruz, bu rakamı 3 ile çarpın diye. Demek %108,24’tür.

Ciddi bir emek vererek, önemli bir iş yapmakta olan ENAG içindeki emektar hocalar, %82 bulmuşlardır. Bakın biz, kısa hesap yolunu gösteriyoruz. Eskiden, bu ülkenin egemenleri, enflasyon rakamını saklarken, küsuratlı işlemler yaparlardı, 2,15 ile çarpın, 1,98 ile çarpın şeklinde. Öyle ya, mesela TÜSİAD, gerçek anlamda enflasyonu bilmez mi? Bilir. Saray Rejimi, öyle ince hesaplara girmiyor. Belki de Allah’ın hakkı üçtür sözüne (her ne demekse Allah’ın hakkı neden üçtür, sanki sonsuz gibidir) uygun olarak, bölen veya çarpan olarak 3 rakamını kullanmaktadırlar.

Şimdi bu enflasyon, önümüzdeki günlerde tam olarak kendini ortaya koyacaktır. Bu durumda, %50 asgarî ücret artışı ne anlama geliyor? Gerçekte fakirleşmedir bu.

Hem enflasyon, gerçek anlamda, yoksuldan alıp, zengine aktarmanın bir aracıdır da. Ülkenin egemenleri, kârlarına ancak bu yolla kâr katmaktadırlar.

Rant, yağma ve savaş ekonomisine son derece uygundur.

Demek oluyor ki, yeni asgarî ücret bir yoksullaşmadır.

Ama bu arada ortaya çıkan bir tartışma var. İşçiler, kendi aralarında şunları tartışmaktadırlar.

– Asgarî ücret arttı. Bu durumda, beni işten atarlar ve yerime, Suriyeli, Afgan vb. alırlar. Bu durumda ben, asgarî ücretin altında bir ücrete, sigortasız, kayıt dışı çalışayım.

Bu aslında, son derece hatalı bir düşünüş tarzıdır. İşçi kendini bir “satılık işgücü” olarak gördüğü ve bununla yetindiği zaman, kaybetmeye mahkûmdur.

Bu düşüncenin nedeni, gerçek anlamda, örgütsüzlüktür. Her işçi, kendini en aza mahkûm ederek yaşama yolu aramaktadır. Yoksullaşma, işçileri daha düşük ücrete razı olarak çalışma ile karşı karşıya bırakmaktadır.

Öte yandan, 1000 TL ücrete çalışmaya hazır Afganlı, Suriyeli göçmen işçilerin varlığı da bir gerçektir.

İşte bu gerçeğe farklı açıdan bakmaktan söz ediyoruz.

İşçi eğer örgütlü ise, bir işyerinde, 10 kişi bile çalışıyorsa onlar, hep birlikte hareket etmeyi başarabiliyorlarsa, işte o zaman, bu sorunu aşmaları mümkün olacaktır. Bu gerçek, daha düşük ücrete razı olma hâli ve kayıtsız-sigortasız çalışmayı kabul etme hâli, aslında örgütlü olunduğunda değişmektedir. Yani bu durum, örgütsüz ve sadece kendini düşünmekle yetinen işçilerin gerçeğidir. Örgütlü işçi, bunu aşmanın yolunu bulacaktır.

2020’de, yine durum böyle idi ve daha az ücrete razı olduk.

2021’de aynısı oldu.

Şimdi 2022’ye girdik ve daha verdikleri zam elimize geçmeden bunu aldılar. Demek, örgütlenmezsek, bu durumu değiştiremeyiz. İşte gerçek budur.

Örgütlenme yoksa, işçiler arasında rekabet var demektir.

İşçiler, işi almak, işini korumak için, daha düşük ücrete razı olmak zorunda kalacaklardır. Suriyeli veya Afgan işçileri kendi düşmanları olarak göreceklerdir. Oysa, Suriyeli ve Afgan olmamış olsa, bu kez daha çok sayıda işçi daha az ücrete, sigortasız çalışmaktan geri durmayacaktır.

İşsizlik ne kadar büyük ise, işçiler o kadar düşük ücrete çalışmaya, kapitalistin isteklerine boyun eğmeye, daha uzun çalışmaya, güvencesiz çalışmaya, ölüme gider gibi işe gitmeye razı olacaklardır.

Çünkü, işçiler arasında rekabet vardır.

Devlet, işçiler arasında rekabeti körüklemek için, işçilerin örgütsüz olmasını ister. Bu örgütsüzlük ne kadar yaygın ise, işçiler arasında rekabet de o kadar yaygın olacaktır.

“Rekabet böler, eylem birleştirir” sözü tam da bu durumu anlatan bir slogandır. Biz işçilerin asla unutmaması gereken bir slogandır.

İkinci düşünce biçimi şudur: Ben 2021’de, asgarî ücretten daha fazla alıyordum. Mesela asgarî ücret 2824 TL iken, ben 3100 TL alıyordum. Asgarî geçim indirimi ile birlikte, elime, 3218 TL geçiyordu. Şimdi, patron, asgarî ücret 4250 TL oldu diye, benim ücretimi de asgarî ücret ile aynı düzeyde tutuyor. Oysa ben, daha iyi çalışıyorum, daha eski bir çalışanım vb.

Bu düşünce de gerçeğin bir bölümünü göstermektedir. Gerçekten de durum böyledir. Ama bizim kızmamız gereken şey, asgarî ücretin artmış olması değildir. Asgarî ücret alan emekçinin durumunun, benim durumumdan daha iyi olması, aslında benim o işçiye karşı çıkmamın nedeni olamaz. “Ben onunla aynı ücreti mi alacağım” sorusu, ilk akla gelen sorudur. Ve sonuçta, 100 TL açıktan, elden ödeme alarak susmaya neden olacak bir sorudur. Doğrusu, bu da işçiler arasındaki rekabetin yansımasıdır. Oysa örgütlü bir işyerinde, işçiler örgütlü ise, durum daha farklı olacaktır.

Diyelim ki, asgarî ücret 3000 TL olsun ve senin maaşın, 3500 TL olsun, kendini daha mı iyi hissedeceksin? Sorun, asgarî ücretin artması değildir, sorun, senin bir başka işçi ile aynı maaşı alman değildir. Sorun, senin fakirleşmen, senin gibi tüm çalışanların yoksullaşmasıdır. Sorun, senden alınanın zenginlerin kasasına gitmek üzere devlete aktarılmasıdır. Sorun, senin örgütsüzlüğündür.

Bizim önerimiz açıktır: Sağlık, eğitim, elektrik, su, doğalgaz vb. kamulaştırılmalıdır ve ücretsiz olmalıdır. Bu, işçi ve emekçilerin açıktan savunması gereken bir taleptir. Bunu gerçekleştirmek, aslında, dünyaya, çevremize daha farklı bakmamızı da sağlayacaktır.

Bir işçi, sadece kendi alacağı ücrete göre davranamaz. İşçiler, işçi sınıfının bir parçası olarak davranmayı öğrendiklerinde, gerçekten bir güç olabilirler ve “bana ne verdiler” demek yerine, “ne alabildik” demeyi öğrenirler.

Hak verilmez, alınır.

Size bir “hak” bahşedenler, bilmelisiniz ki, aslında sizden bunu kat be kat çıkartabilmektedirler. Bu nedenle, size kimse, devlet ya da patron, bir hak bahşetmez. Siz, hakkınızı mücadele ile, söke söke alırsınız. Çünkü siz işçisiniz. Yaşamı üreten sizsiniz. Yaşamı üreten olarak, patronlara, devlete ait olan her şey, ama her şey, sizin emeğinizin ürünüdür. Siz, bunların tümünü geri almayı hedeflemelisiniz. Herkese eşit olarak dağıtılmak üzere, her şeyi kamulaştırmayı savunmalısınız. Fabrikalarda sizi sömürenler, size iş cinayetlerini dayatanlar, sizin kanınızı emenler, size asla ve asla bir şey vermezler.

Asgarî ücreti artırdılar, çünkü, yoksa isyan etmenizden, sokaklara taşmanızdan, onların iktidarına son vermenizden korkuyorlar.

Bir elle verdiler ve öbür yandan, avuç avuç aldılar. Daha işçiler asgarî ücreti ellerine almadan, fazlasını ödemeye başladılar ve daha Ocak ayında durum böyledir.

* * *

Saray Rejimi, asgarî ücret artışını “oy alabilmek için” yapmadı. Asgarî ücretin artmış olmasının yanılsaması olsa olsa birkaç ay sürer. Daha fazlası mümkün değildir.

Saray Rejimi, emeklilerin maaşlarını, memurların maaşlarını, asgarî ücret gibi artırmadı.

Türkiye’de bugün, en düşük emekli maaşının 2500 TL olacağını söylüyorlar. Emekliye ve memura %25-30 arası zam yapmakla yetindiler. Eğer dertleri sadece seçim, sadece “oy almak” olsa idi, bu zamları da %50 yaparlardı. Üstelik akla gelmez hilelere başvurarak bunu yaptılar. TÜİK, enflasyonu zaten düşük açıklıyor. Daha da düşük olması için, zamları 31 Aralık gece yarısında, 00.00’da yaptılar.

Hilekârların, hırsızların kendilerine has bir zekâsı var. Hırsız, sizin cebinizden o kadar ustalıkla çalıyor ki, bir yandan verdim dediğini, hokus pokus, öbür yandan fazlası ile geri alıyor.

Asgarî ücret 4250 TL iken, emekli maaşlarını 2500 TL yaptık diyebilmektedirler.

Bunu diyorlar, çünkü;

– Emekliler, hayatı durdurma, grev silahına sahip değildirler.

– Memur sendikaları devletin denetiminin oldukça güçlü olduğu alanlardan biridir ve onların da “grev” yapma hakları yoktur. Buna güveniyorlar.

Yani, örgütsüzlüğe, grev silahı olmamasına güveniyorlar.

Biliyoruz ki, grev hakkı, bizzat kullanılarak alınır. Grevi örgütlersin, ardından yasası gelir. Memur sendikaları da böyle kurulmuştur. Memurların sendika hakkı yoktu. Ama memurlar bunun için mücadele ettiler ve haklarını kazandılar. Şimdi, aynı görev grev hakkı için, memurların önlerinde durmaktadır. Memurlar, greve çıkarak haklarını alabilirler.

“Benim memurum işini bilir” hesabı ile, rüşvet alarak, başka bir emekçiyi soyarak, yaşam koşullarını iyileştirmek, tıpkı grev hakkı gibi yasal değildir. Sadece meşrudur. Her memur, fırsatını bulduğunda, kime gücü yetiyorsa ondan rüşvetini alır. Bunu en çok ve en rahat polisler yapar, gümrük çalışanları yapar vb. Rüşvet ile gelirini artıranlara devlet her zaman göz yumar. Çünkü bu yolla, hem o rüşvetin büyük bölümünü üste doğru paylaşırlar hem de rüşvet ile yozlaşmış memur-emekçi, grev ve direniş gibi seçeneklerden tümden kopar.

Rüşvet sistemi, çalışanlar arasındaki rekabetin bir başka biçimidir de. Hem yozlaştırıcıdır hem de işçi ve emekçilerin birliğini yok edicidir. Rekabet böler.

Bir memur, şöyle yakınmaktadır. “Ben 1900 TL alıyordum. Komşum ise 1623 TL alıyordu. Şimdi, ikimiz de 2500 TL alacağız, bu bana haksızlık.” Bu, doğru düşünme tarzı değildir.

Sen, 1600 TL alan ile aranda 300 TL fark olduğu döneme mi daha iyi diyorsun?

Oysa gerçek, başka bir açıdan bakılınca, çok farklıdır.

Senin karşı çıkman gereken şey senin fakirleşmendir. Elektrik, su, doğalgaz, telefon, sağlık vb. harcamalar için, 2500 TL’nin de yetmeyeceği ortadadır. Bu durumda, diğer kişi, yine senden 300 TL az alsa, mesela 2200 TL alsa, sen “şükür” mü diyeceksin?

Savunman gereken ilk şey, senin, yıllarca çalışmış bir insan olarak, maaşının, aylığının insanca yaşamaya yetecek kadar olması olmalıdır. Sen, sağlığı ücretsiz istemelisin, sen eğitimi ücretsiz istemelisin, sen ulaşımı ücretsiz istemelisin, sen doğalgazı ücretsiz istemelisin, sen elektriği ücretsiz istemelisin, suyu ücretsiz istemelisin. Tüm bu alanların kamulaştırılmasını istemelisin.

Dün doldurduğun file, 200 TL tutarken, bugün 450 TL tutmaktadır. Sen, bunun nedenini sormalısın.

Bana 2500 veriyorsun, benden az alana da 2500 TL veriyorsun, oldukça bencil, oldukça korkakça düşünme biçimidir.

Tüm bu süreçte, sen kendini bir başka emekçi ile rakip görmemelisin.

Sen hayatı üreten işçi sınıfının bir parçasısın.

Fabrikalarda kanı emilen işçilerin bir parçasısın.

Her gün işe giderken ölüme gider gibi evi ile helalleşen işçilerin kardeşisin.

Her gün yoksullaşan, yoksullaştığı için intihar eden işçi senin kardeşindir.

Sen, işsiz gezen, iş bulamayan, açlığa mahkûm olan emekçilerin bir parçasısın.

Sen, sokaktan atık toplayan, fabrikada makina başında hasta hasta çalıştırılan, maden ocaklarında yerin yedi kat dibinde kazma sallayan, kafelerde sigortasız çalışan, maaşını alamadan inşaatlarda çalışan işçilerin kardeşisin. Bu işçi sınıfının bir üyesisin.

İşçi olmak, utanılacak bir şey değildir.

Yoksul olmak, aç kalmak, senin suçun değildir.

Senin suçun, örgütsüz olmandır.

Senin suçun, bu dünyada kendini yalnız hissetmendir.

Senin suçun, işçi sınıfının bir parçası olduğunu bilince çıkarmamandır.

Senin suçun, örgütlü bir direnişle hakkını aramaktan vazgeçmiş olmandır.

Senin suçun, burjuva politikacıların kuyruğuna takılmandır.

Senin suçun, dünyayı istemek yerine, zenginlerin sofrasından kalan kırıntılarla yetinmeyi alışkanlık hâline getirmendir.

Senin suçun, uyku hâlinde yaşamandır.

Senin suçun, direnen emekçilere katılmamandır.

Senin suçun, devrimci harekete katılmak için tereddüt duymandır.

Senin eksikliğin, iktidarın senin ellerinin üzerinde durduğunu, onların cennetlerinin senin cehennemin sayesinde gerçekleştiğini görmemendir.

Senin eksiğin, isyan etmemektir.

Senin eksiğin, örgütlenmemektir.

Senin eksiğin, kurtuluşu, başkalarından gelecek nimetlerde aramandır.

Senin kanını emenler, seni sömürenler, seni aşağılayanlar, seni ölümle ve açlıkla sınayanlar, sana asla dünya nimetlerini vermezler. Ki, onların sofrasındaki, onların kasalarındaki her şeyi üreten sensin. O nimetleri, zaten onlar senden zorla, baskı ile, uyutma ile, yalan ile, hile ile, hırsızlıkla aldılar. Onları geri almak için, mertçe, yiğitçe, açık bir savaşa, mücadeleye gerek vardır. Bunu içten içe her işçi bilmektedir. Sen de biliyorsun. Öyle ise, senin eksiğin, bildiğin doğrultuda mücadeleye atılmamaktır.

Egemenler, biz işçileri, emekçileri böldükleri, örgütsüz tutabildikleri için, kendi cennetlerini, kendi iktidarlarını sürdürebilmektedirler.

Rekabet, işçi sınıfının içinde, emekçilerin içinde olmamalıdır, sökülüp atılması gereken bir urdur.

Rekabet, böler, eylem birleştirir!

İşçi sınıfı, örgütlü değil ise, devrimci değil ise hiçbir şeydir.

Sana “hiçbir şey” olduğunu kabul ettiren, onların iktidarıdır.

İşçi sınıfı örgütlü ise, devrimci ise her şeydir.

Her şey olmak için, ayağa dikilmek, onurluca mücadele etmek gerekir.

Her işçinin, her işsizin, her emekçinin, her memurun, her çalışanın yeri, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Evet bu zordur. Mücadele etmek, hakların için sokaklara dökülmek, örgütlenmek zordur. Ama tek onurlu yoldur. Aşağılanmayı kırmanın tek yolu budur.

Buna yaşamak denmez. Bu yaşamak değil, her gün, an be an ölmektir, aşağılanmaktır, dilenci konumuna düşmektir.

Yaşama hakkını elinden alan, kapitalist sistemin kendisidir, kapitalistlerdir, onların devletidir, onların iktidarıdır.

Buna son vermek için onurlu mücadele dışında yol yoktur.

Gerçek açık ve çıplak olarak böyledir.

Rekabet böler, eylem birleştirir!

Eylem, öğrenmenin, yaşam ile barışmanın, aşağılanmayı kırmanın, zincirlerini parçalamanın, dilenci konumundan çıkmanın, hakkını almanın tek yoludur.

Rekabet böler, eylem birleştirir!

Eylem, işçilerin, emekçilerin bir sınıf olduğunu anlamanın da tek yoludur.

Kardeşlik, ucuz bir şey değildir, bedeli vardır.

Eylem, sınıf kardeşliğini geliştirmenin tek yoludur.

Öğrenmek, mücadele içinde olur, öğretmek de öyle.

İşçiler mücadele ettikçe, hem kendini hem de kendisi ile birlikte kardeşlerini tanıyacaktır. Birleştiren budur.

Haydi, sen de direnişe katıl.

Haydi, Kaldıraç saflarında mücadeleye katıl.

Haydi, Birleşik Emek Cephesi’ni kurmak için “ben de varım” de.

Şimdi zamanıdır.

Rekabet böler, eylem birleştirir!

Sokaklar mı dediniz? İstanbul’a kayyum mu?

Sokaklardan mı söz ediyorsunuz?

Sokağa çıkmaktan mı söz ediyorsunuz?

Stop!

Önce bir durun.

O kadar da değil.

Haydi seçim falan filan derken, siz zaman verip siz tartışabilirsiniz.

Hani, elektrik zammı, doğalgaz zammı falan derken, siz tartışıp durabilirsiniz.

Hani, MEB’e mi gideceksiniz, TÜİK’in kapısına mı zincir vuracaksınız derken, siz tartışabilirsiniz.

Ama sokaklar denildi mi, bir kere durun beyler!

Yutkunun!

Şöyle bir kâbuslarınızı hatırlayın beyler!

Bir nefes alın.

İşin öznesini konuşmadan, cümleler kurmayın beyler!

Cennetinizden bakıp, cehennemdekilere ayar vermeye çalışmayın. Cennetinizin üzerine yükseldiği şey, işçilerin, emekçilerin cehennemidir. Bize, cehennemde yaşayanlara, “sizi yakarım” diyerek korku salınamaz.

Sokaklardan söz ediyorsanız, işçilerden, emekçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, gençlerden, kısacası direnenlerden söz ediyorsunuz demektir. Mesela Gezi’de sokaklara çıkanlardan, mesela Boğaziçi Direnişi’nden, mesela kadınların eylemlerinden, mesela fabrikalardan sokaklara bakmaya başlayan işçilerden söz ediyorsunuz.

Öyle ise, içinde bunlar olmadan, konuşmayın.

Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Akşener, Babacan, Davutoğlu, hepsi, sokaklar üzerine konuşmaya başladılar.

Önce Erdoğan buyurdu: “Sokağa çıkmaktan söz ediyorlar” dedi. Kimi kastetti bilen yok. Sonra da, siz “15 Temmuz’u unuttunuz mu” diye sordu. Okuyucu bizi affetsin, tam Erdoğan’ın sözlerini birebir buraya alıntılamadık. Umursamıyoruz da. Bu manada şeyler söyledi.

Kılıçdaroğlu şaşırdı.

“Biz sokağa çıkmaktan söz etmiyoruz ki” dedi.

Derler ya, derdini anlatırken suçunu itiraf etmek diye, işte tam da budur.

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın söylediklerini, “devletin uyarısı” olarak alıyor. Devlet uyarınca, Kılıçdaroğlu, hizaya geçer. Bu nedenle, hemen yanıt veriyor: Biz sokağa çıkmaktan söz etmiyoruz. Tersine, insanlara sokağa çıkma diyoruz. Bak Mersin’de miting yaptık, yapmasaydık, bu devrimciler, kitleleri alıp radikal eylemler organize edecekti. Bunu önledik. Hem, orada miting yapma dediniz, orada yapmadık. Burada yap dediniz burada yaptık. Biz, kitleleri sokağa çağırmadık.

İşte biz de bunu anlatmaya çalışıyorduk.

Kılıçdaroğlu, CHP, işçi sınıfının, kitlelerin eylemlerinin önünü kesmekle meşguldür. Bizim söylediğimiz budur. Görevi, işçi sınıfı ve kitlelerde birikmiş tepkiyi eve hapsetmek, söndürmek, düzenin sınırları içine çekmektir. Bu nedenle, Kılıçdaroğlu da dahil tüm muhalefet, devletçi muhalefettir. Bu nedenle, sadece ve sadece, ipe sapa gelmez konularda Erdoğan’ı eleştirirler, ciddi konularda ise, tereddütsüz Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni desteklerler. Mesela, dokunulmazlıklar, mesela hileli seçimlerin meşrulaştırılması, mesela seçilmemiş Erdoğan’ın seçilmiş gibi kabul edilmesi, mesela dış politika, mesela Suriye işgali vb.

İşte Kılıçdaroğlu, bu resmi, itiraf etmiştir. Ben, diyor, hiçbir zaman kitleleri sokağa çağırmadım. Ben, diyor, sadece ve sadece seçimlerde gidin oy kullanın dedim.

Şimdi, Erdoğan, zaten bunu biliyor. Kılıçdaroğlu’nun Saray Rejimi’ne ve devlete bağlılığını biliyor. Peki, neden Kılıçdaroğlu, sanki bir suç imiş gibi, sokağa çıkma eylemlerini 15 Temmuz ile tehdit eden Erdoğan’a karşı savunmaya geçiyor?

Sorudur.

Tüm CHP gençliğini, bu soru üzerine düşünmeye davet ediyoruz.

Seçimler ve parlamenter sistem konusunda akıl almaz hayallere düşmüş olan tüm solcuları, bu soru üzerine düşünmeye davet ediyorum.

Madem, ülkede sokak eylemleri suç değil, madem gösteri yapmak için izin almak gerekmiyor, madem bu anayasal bir hak, o hâlde Kılıçdaroğlu, neden “zaten ben böyle bir şey yapmadım, kimseyi sokak eylemlerine çağırmadım” diye savunma yapıyor?

Erdoğan biliyor ki, Kılıçdaroğlu, TÜİK’in kapısına temsilen gitti, kendi örgütlerini bile çağırmadı. MEB kapısına neredeyse duyurmadan gitti, haksızlığa uğramış öğretmenleri bile çağırmadı. Sadece öğretmenler için bir web sitesi kurdu. Sanki öğretmenler böyle bir site kuramıyor ve sanki bu yolla torpil, haksız atamalar vb. çözülecekmiş gibi.

O hâlde, Erdoğan konuşunca, Saray Rejimi devreye girince, neden Kılıçdaroğlu savunmaya geçiyor?

Sadece Kılıçdaroğlu mu?

Hepsi. Tüm muhalefet, tam kadro savunmaya geçiyor.

Babacan, Akşener, Davutoğlu ve diğerleri, “biz kimseyi sokağa çağırmadık” diyorlar.

Neden?

İnsanları sokağa çağırmak, miting yapmak, siyasal propaganda yapmak, suç mudur? Değil ise neden bu savunmayı yapıyorlar?

Atasagun, pardon Bahçeli, devreye girdi. El yükseltti. “bak sen” der gibi, “kitleleri bir de sokağa mı çağıracaktınız” diye sorar gibi.

Eğer siz, “sokağa davet etmeyin, 15 Temmuz’u ne çabuk unuttunuz” tehdidine, aaaa, biz öyle bir şey yapmadık, yapmayız vb. diye yanıt verirseniz, işte o zaman Atasagun-Bahçeli çıkıp, size “bir de kitleleri sokağa mı çağıracaktınız” diye sorar.

Eğer siz, “sokağa çağırmadık” derseniz, o zaman Atasagun-Bahçeli ikilisinin, atasözleri ve deyimlerden oluşan nutkunu dinlemek zorunda kalırsınız.

Saray Rejimi’ne önerimizdir. Alın siz bu muhalif liderleri, sizin olsunlar, onları bir odaya toplayın, karşılarına Bahçeli’yi, Bahçeli’nin arkasına Atasagun’u koyun, Bahçeli onlara, bir hafta boyunca atasözleri ve deyimler söylesin, onlar da bu atasözleri ve deyimleri tek ayak üstünde dinlesinler. Uyumak yasak olsun. Dinlemek mecburi. Sonra, onları tek tek sınava, sözlü mülakata çekin. Böylece, kimin muhalefet görevi ile görevlendirileceğine karar verirsiniz. Bahçeli’nin sözlerini sonuna kadar dinlemeyip uyuyanları, önce Erbaş’a havale edin, Erbaş onları bir güzel okuyup üflesin. Yine de olmadı ise, o zaman bunları Ağar ve Soylu ikilisine havale edin, biri uyuşturucu partisi yapsın, öbürü de sigorta poliçesi hazırlasın. Tam olur.

Öyle Saray’da hahamları toplayıp Arvit duası okumak ile bu iş çözülmez.

* * *

Bir de İstanbul’a kayyum meselesi var.

Erdoğan, Soylu’nun önerisine sarılmış gibidir. Soylu, İçişleri Bakanı olarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi kadrosu içinde terörist avına çıktı.

Aynı Soylu, ülkede 160 terörist kaldı demişti. Rakam 160 değil ise okurdan özür dileriz, bu civardaydı. Bakmak gereği bile duymuyoruz. Siz okuyuculara saygısızlığımızdan değil, ciddi olmadığındandır. 160 terörist, ülke içinde hepsi bu kadar. Ama sadece Boğaziçi’ndekiler daha fazla değil miydi? Ya şimdi İBB’de, 400’den fazlası ne geziyor?

“İltisaklı” diyorlar.

Yeni hukuk, yeni kavramlar da yaratıyor.

Savaş hukuku çerçevesinde yeni kavram, moda kavram “iltisaklı”.

Öyle suçların kişiselliği vb. ortada yok. Ne Roma Hukuku var, ne Batı hukuku, ne TC anayasası. Onların hepsi rafta. Olağanüstü dönem Saray Rejimi’ni getirdi ise, demek ki savaş hukuku da devreye sokulacaktır. Dün, Kürtlere karşı uygulanan savaş hukuku, bugün tüm ülke çapında etkindir.

Sevmediğin birisi varsa, onu “terörist” ilan edersin.

Artık, ülkemizde “terörist” ilan edilmeyen kişi, utanılacak kadar sessiz, utanılacak kadar işbirlikçi, utanılacak kadar “Saray iltisaklı” demektir. Artık “terörist”, bir anlamda onur madalyası almak gibidir.

Terörist tutmuyorsa, o zaman “iltisaklı” dersin.

“PKK’ye terör örgütü” demiyor musun, öyle ise sen de “terörle iltisaklı”sın. Bu kadar açık, bu kadar net. Buna iç savaş hukuku ya da savaş hukuku denir.

Kürtlerin belediyelerine kayyum atarlarken ses çıkarmayan kim ise, sıra mutlaka ona da gelir.

Şimdi sıra İstanbul’dadır.

İstanbul’a kayyum mu atanacak?

Kılıçdaroğlu, emrediyor, dosyalarınızı açın, ne istiyorlarsa verin.

İyi ama hangi hukuka göre?

Kılıçdaroğlu, açıkça söylemelidir, bu savaş hukukudur ve savaş hukuku bunu gerektiriyor. Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin kendi kadrolarına bile sahip çıkmayacağını hep birlikte göreceğiz.

Ona göre, “kayyum atayamazlar.”

Bahçeli, İmamoğlu’nun yargılanması yetmez, hapsedilmeli, görevinden alınmalıdır, diyor. Niye? Bahçeli ve Atasagun, İBB’den gelen ranttan pay mı alacaklar?

* * *

Bir olay daha var. Üçüncüsüdür. Bu biraz daha farklı bir yerden. Foreign Affairs’ten. Foreign Affairs Kasım-Aralık 2021 sayısından.

Bir Türkiye vatandaşı, Foreign Affairs’in Kasım- Aralık 2021 sayısında bir makale yazdı. İsmi Soner Çağaptay’dır. Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nde görevli analisttir Soner Çağaptay. Kaynak veriyoruz, zira okunması gereken bir yazıdır. İlginç bir yazıdır. Yazının başlığı “Erdoğan’s End Game” şeklindedir.

Foreign Affairs, ABD’nin dış politika dergisidir. Dergi, ABD devlet politikalarını yansıtıyor. CIA mı, yoksa Pentagon mu sahibidir bilmiyoruz. Ama çok da önemli değil. Kısacası bu dergide her makale yayınlanmıyor ya da herkesin her makalesi yayınlanmıyor. Muhtemelen sipariş üzerine makaleler yazılıyor.

Soner Çağaptay’ın makalesinin ana konusu, Erdoğan’ın, iç kargaşa olmadan iktidarı nasıl teslim edebileceği üzerinedir.

Çağaptay’ın ulaştığı, dile getirdiği öneri şöyledir:

Muhalefet -yani bununla “Millet İttifakı” kastediliyor olmalı-, Erdoğan’a yargılanmama garantisi vermelidir. Bu garanti yetmez. Erdoğan ile gelecek olan yeni yönetim arasında TC ordusu arabulucu, bir çeşit garantör olmalıdır.

Böylece, iç savaş çıkmadan, büyük olaylar yaşanmadan Erdoğan, bu garanti ile, bir seçim ile çekilebilir. Garanti, yargılanmama garantisi, aynı zamanda Erdoğan ile birlikte tüm ailesine de verilmelidir.

Şimdi, bu üç olayı, üç gelişmeyi birlikte ele almayı öneriyoruz.

Çünkü, Saray Rejimi çözülmektedir. Ve TC devleti, arkasındaki emperyalist efendileri ile birlikte, bu duruma bir çözüm üretme arayışındadır.

İki yol ortaya koyuyorlar.

İlki, Saray Rejimi’nin restore edilerek, güçlendirilerek devamıdır. Bunun Erdoğan ile veya onsuz olması mümkündür ve ayrı bir tartışma konusudur.

İkincisi ise parlamenter sisteme dönüştür. Bunun da bir geçiş aşaması ile yapılması, önce birisinin Erdoğan yerine cumhurbaşkanı olması, sonra da parlamenter sisteme dönüş için bir plan açıklaması, böylece, düzenin sağlanması öngörülüyor.

Aslında bu iki alternatif, gerçekte iki ayrı alternatif de değildir. Daha çok, emperyalist efendilerin kavgalarının yansımasıdır.

Emperyalist efendilerin kavgası dedik mi, paylaşım savaşımından söz ediyoruz. Türkiye bu paylaşım savaşımının alanlarından biridir. Daha iyi ifade etmek istersek, paylaşım savaşımının yoğunlaştığı, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu alanının içinde yer alan bir ülkedir.

Ekonomisine AB, siyasal alanına ABD’nin hakim olduğu Türkiye’de, ABD ile AB arasında bir pazarlık da sürmektedir.

ABD, hegemonyasını kaybetmektedir. ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam olarak oturtulan, emperyalist cephe üzerindeki hegemonyası, SSCB çözüldükten sonra, hızla çözülmektedir. Bu durumu durdurmak için ABD, TC devletini bölgede tetikçi olarak kullanmaya karar vermiştir. Saray Rejimi, bu politika ile yakından ilişkilidir. Olağanüstü bir devlet örgütlenmesi olarak Saray Rejimi, elbette tekellerin, yerli ve uluslararası sermayenin devleti olma özelliğini kaybetmemiştir. Ama Saray Rejimi, aynı zamanda Kürt devrimine karşı ve içeride de Gezi ile gelişen direnişe karşı organize edilmiştir. Bu nedenle, bugün, sürdürülmesi oldukça zor bir hâl almıştır. Sürdürülmesindeki zorluklar, kendiliğinden yıkılacağı anlamına gelmez elbette.

AB ise, Erdoğan ile oturtulan Saray Rejimi’nden zarar görmeye başlamıştır. Bu süreçte Suriye savaşı ve ABD ile artan savaş etkili olmuştur. Bugün AB, dün desteklediği Saray Rejimi’nden kurtulmak istemektedir.

ABD ile AB arasında, Türkiye üzerinde, başka alanları da kapsayacak şekilde bir pazarlık vardır.

ABD, hâlâ bir tetikçiye ihtiyaç duymaktadır ve doğrusu bunun için Erdoğan hâlâ kullanışlıdır. Ama Erdoğan, eskisi kadar güçlü değildir. AB için ise istikrarlı bir alan ihtiyacı öndedir. Ekonomi buna bağlıdır. Savaş ekonomisinden ne kadar pay alırsa alsın AB, başka çözümler peşindedir.

Bu pazarlık, görüldüğü kadarı ile, oldukça şiddetli sürmektedir.

Barlas’a yazdırılan makale, 150’likler makalesi, çok eski değildir. Barlas, buradan geri adım atmak istedi ise de, Nagehan Alçı, bu makaleye sahip çıkmıştır. 150’likler, gerçekte ABD’nin AB’ye tehdididir. “Uzlaşalım, yoksa 150 kişiyi yasaklı ilan ettiririm” tehdididir bu.

Bu tehdide karşı, AB, sokaklardan gelme ihtimali olan tehdidi masaya sürmüş gibidir. Kapının arkasında elbette. Biz bunu duymadık bile. Ama, bu tehdit, Kaldıraç’ın önceki sayılarında dile getirilmiştir. Belli edilmiştir.

Şimdi ABD cephesi, bu üç olayla, üç hamle yapmıştır.

1- İBB soruşturması başlatılmıştır. Bu soruşturma, 150’likler listesinin ciddiyetini anlatmak içindir. Arkası getirilecektir. Böylece ABD, “bak biz ciddiyiz” demektedir.

Aslında, İBB saldırısı, uydurma bir saldırıdır. Bu biliniyor. Böylesi bir saldırının İmamoğlu’nu yükselteceği de kesindir. Ama saldırı sadece bu kadarla sınırlı değildir. Bahçeli çetesi, bu nedenle, daha şiddetli bir saldırıdan yanadır. Soylu, belki Erdoğan’ın yerine geçemeyecek. Ama yine de İmamoğlu’na saldırı ile, ciddi bir tehdit devreye sokulmuştur.

Bahçeli-Soylu-Atasagun ekibi, bu yolla, ABD’ye, biz bu hamleyi gördük ve destekliyoruz, diyorlar.

2- İkinci ABD hamlesi, Saray’dan yükselen, 15 Temmuz tehdidi ile bağlanan “sokaklardan uzak durun” açıklamasıdır.

Aslında CHP’nin ya da burjuva muhalefetin bu konuda açık bir tutumu var. Onlar, işçi ve emekçileri sokaklardan uzak tutmak, eylemden, direnişten uzak tutmak istiyorlar. CHP, hiçbir direnişe destek bile vermemektedir. Tersine, ancak kamuoyu tarafından çok alkışlanan eylemlere, zaten karanlığı yarıp, basına rağmen kitleselleşen eylemlere ilişkin açıklamalar yapmaktadır. Bu açıklamalar, sürekli olarak, eve dönün çağrısı şeklindedir.

Ama ABD, Erdoğan’ın ağzından, AB tarafını tehdit etmektedir. 15 Temmuz örneği boşuna değildir.

Erdoğan, 15 Temmuz’u unuttunuz mu derken, aslında, kendi suçunu da itiraf etmektedir. 15 Temmuz, açıklamalara göre bir FETÖ darbesi idi. Biz ise 15 Temmuz’a “Allah’ın bir lütfu” diyen Erdoğan’ın aktif rol aldığı bir tiyatro oyunu olduğunu söylüyoruz. Kanlı bir tiyatro oyunu. Boğaz Köprüsü’nün tek yönünü keserek başlayan bir darbe başka ne olabilir ki? Bizzat devlet tarafından tasdik edilen Gülen Hareketi’nin, devletçe verilen bir isim ile FETÖ olarak ilan edilmesi, bu oyunun ne kadar pespaye bir oyun olduğunu açıklar.

Şimdi Erdoğan, “sokağa çıkmak” ve 15 Temmuz’u bir araya getirmiştir. Sokağa çıkana, 15 Temmuz’daki gibi kanla saldırırız, demek istemektedir.

Kılıçdaroğlu, muhalefet, bu tehdide katılmışlardır. Sokağa çıkmayı “yasadışı” ilan etmişlerdir. Böylece Saray Rejimi tarafından korkutulan halk, bu korkuları dikkate almaz hâle gelince, Kılıçdaroğlu ve muhalefet, bu korkuları beslemek istemiştir. Bu, işin bir yönüdür. Yani, halk, polis copundan, işkenceden, sokak eylemlerine saldırılardan, tutuklanmalardan vb. korkutulduğu hâlde eylemlere, direnişlere devam etmekte iken, Kılıçdaroğlu ve muhalefet, bu korkuların ciddi olduğunu ilan etmişlerdir. Saray yolu ile devletin saldırısı korkusu etkisini yitirmeye yüz tutunca, bu kez “muhalefet” de aynı korkuları artırmak istemektedir.

Erdoğan’ın “daha dur, bunlar iyi günleriniz” dediği Akşener, aynı biçimde geri adım atarak, halkın evinde kalmasını salık vermektedir.

Ama bu tehditler, aynı zamanda, AB’ye de tehdittir. Öyle seçim yolu ile iktidar devrinin garanti olmayacağını hatırlatmaktadırlar.

3- Çağaptay’ın “senaryosu”, meseleyi, biraz daha açmıştır.

ABD, AB’ye şunları söylüyor:

– Erdoğan’ın bir suçlu olduğunu kabul ediyoruz.

– Ama yargılanmamalıdır. Ailesine garanti verilmelidir.

– Bu garantinin kurumu ordu olmalıdır. Ordu, NATO vb. mekanizmalarla ABD emrindedir. Böylece, bir uzlaşma noktası bulabiliriz, demektedir.

Bu, elbette Erdoğan için çok da iyi bir durum değildir.

Erdoğan, hem suçlu ilan edilmekte hem de feda edilmektedir.

Geriye, bu pazarlığın açıklanmayan bölümü kalıyor.

Öyle ya, ABD, Saray Rejimi’nden vazgeçmek istemez. Bunu sürdürmek için, tüm egemenlerin ortak kararı ile, yeni bir yol arayışındadır.

Ordu bu sürecin garantörü olacaksa, belki de Akar, yeni aday olarak pazarlık masasındadır.

Çağaptay, bu konulara girmiyor.

Çağaptay aracılığı ile ABD, tüm taraflara, açıkça bir teklif sunuyor. Hem AB’ye ve esas olarak AB’ye, hem içerideki burjuva muhalefete, TÜSİAD’a, hem de Erdoğan’a. Böylece tümü, bu teklif üzerinde tartışmaya başlayacaktır.

– Bu arada ABD, Erdoğan’ı, kendine bağlı bir yerde saklamayacağını, en azından bu teklif çerçevesinde de beyan etmektedir.

Varsayalım ki, böyle anlaştılar. Erdoğan’ın yargılanmayacağı garantisi, çok da işe yarar değildir. Erdoğan da bunu bilecek durumdadır. Doğrusu bu teklif çerçevesinde ABD’nin Erdoğan’ın geleceği ile çok da ilgili olmadığı açıktır.

Demek oluyor ki, ABD, AB’ye şu teklifi yapmaktadır:

(a) Saray Rejimi devam etsin.

(b) Bu Erdoğan’sız olsun. Erdoğan’a ve ailesine yargılanmama garantisi verin ama şimdilik, sonra yargılarsınız.

(c) TC devletinin tetikçi rolü sürdürülsün.

Bunun anlamı açıktır.

Suriye’de ortaya konan savaş pratiği, Libya’da devreye sokulan savaş pratiği, başka ülkelerde de devam edecek. Artık, bu başka ülkeler İran mı olacak, yoksa başka bir yer mi, Rusya’ya karşı hamleler olacağı kesin denilebilir.

Yoksa, ne olur?

AB bu teklifi olumlu bulmazsa, elbette ABD, Türkiye’yi AB’ye karşı kullanacaktır. Nasıl bilmiyoruz ama, başka türlü pazarlık yapılmayacağını bilebiliyoruz.

Tam bu noktada, Katar’ın F-16’larının Türkiye’de üslenmesinin anlamı üzerinde de düşünmek gerekir. Bu uçaklar, kime karşı saldırıda kullanılacak?

Demek ki, savaş ekonomisi devam edecek.

Savaş ekonomisi demek, aynı zamanda, rant ve yağmanın devamı demektir. Başka türlüsü olmaz. Ülkemizde yağma ve rant ekonomisi, savaş ekonomisinden önce başladı. Savaş ekonomisi, Suriye savaşını da içine alınca, hem büyüdü hem de rant ve yağmayı da büyüttü. Bu üç yön, yağma, rant ve savaş, birbirine bağlı büyür hâle geldi. Bu, yerli ve uluslararası tekeller için büyük kâr kaynakları demektir.

2008 yılından bu yana, 2 trilyon dolarlık bir varlık, Türkiye ekonomisinden emperyalist metropollere aktarılmıştır. Uluslararası kapitalizmin krizi açısından bu önemli bir rakamdır. Bu açıdan uluslararası sermaye için Saray Rejimi, kaybedilmesine kolayca göz yumulmayacak bir varlıktır. 2 trilyon dolar kaynak alındıktan sonra, Türkiye’nin yeniden sistem içinde kalabilecek büyüklükte yaşaması da önemlidir. Ama bu konuda sorun var: ABD ve AB, dünya kapitalist sisteminin iki önemli gücü, bunlara İngiltere ve Japonya’yı da ekleyin, bu konuda aynı yoldan ilerleme fikrine sahip değildirler.

Emperyalist merkezlerin bu konudaki fikir ayrılığı unutuldu mu, olup biteni anlamak zorlaşacaktır.

Şevki Yılmaz’ın, “700 ton altını satın savun”, bu altını ne yapacaksınız, bunu satarak seçimi alın, demesi, aslında, hem sıkışmışlığı göstermektedir hem de aktörlerin ellerindeki araçları ortaya koymaktadır. Paylaşım savaşımı o denli şiddetlenmiş gibidir.

İşte bu noktada, biz, işçi sınıfının çözümünü tartışmak durumundayız.

Buraya kadarki tablo, aslında egemenlerin arasındaki kavganın, farklı kesitlerdeki yansımalarıdır. Fakat, işçi sınıfının kendi kurtuluş yolu da vardır.

1

İşçi sınıfı, bölgemizdeki tüm direnen halkların, tüm direnen işçi ve emekçilerin bir parçasıdır, öyle olmalıdır.

İşçi sınıfı, emperyalist güçler ve daha genel bir söylemle, egemenler arasındaki savaşta, hiçbirinden yana tutum alamaz, almamalıdır. Bunu önermek, körlük değilse, ihanettir, işçi sınıfının davasına, halkların direnişine ihanettir.

Saray Rejimi kötü, öyle ise parlamenter sistemden yana tutum alalım demek, körlüktür. Bilerek veya bilmeyerek, işçi sınıfını, burjuva devletin kuyruğuna takmaktır.

Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, restorasyon için yapılan çabalar ile parlamenter sisteme dönüş için ortaya konan “seçim sandık” yolu, aslında birbirinden farklı yollar değildir. Egemenler için mesele, düzenlerini ayakta tutmaktır. Ama işçi sınıfı için mesele, düzeni yıkmak, Saray Rejimi ile başlayarak tüm burjuva devlet çarkını dağıtmaktır.

İşçi sınıfı, şu emperyalist merkezde kotarılan çözüme karşı, diğer emperyalist merkezde kotarılan çözümü destekleyemez. Bu kendini inkâr etmek, baştan teslim olmak demektir. İşçi sınıfı ve emekçiler için, emperyalist merkezlerin tümünün kovulması, sadece ülkeden değil, tüm bölgeden kovulması temeldir.

Burjuva egemenlik bize Saray Rejimi şeklinde veya parlamenter sistem şeklinde sunulduğunda, bizim birini tercih etmemiz söz konusu olamaz. Her ikisini de reddetmek gerekir. Her ikisi de sonuçta aynı kapıya çıkar.

Emperyalist boyunduruğun ipinin hangi emperyalist gücün elinde olacağına bakarak bir seçim yapmak, bunu önermek, işçi ve emekçilerin mücadelesine, bugün sürmekte olan direnişe ihanettir.

2

İşçi sınıfının bugün sürmekte olan direnişi vardır. Bu direniş, Gezi ile bir yol almıştır. Bu direniş, toplumun tüm kesimlerinde yankılanmaktadır. Kadınların direnişi bunun bir parçasıdır. Gençlerin direnişi bunun bir parçasıdır. Ekolojik direniş diye isimlendirilen, yağma-rant ve savaş ekonomisine karşı gelişen direniş bunun bir parçasıdır.

Evet, denilebilir ki, direniş güçleri yeterince örgütlü değildir.

Bu doğrudur. Diyelim ki, savaş bizi yeterince örgütlü olmadığımız bir anda yakaladı, bu durumda, kazanma ihtimali olsun diye, egemenlerden birini mi destekleyeceğiz? Bunu reddediyoruz.

İşçi sınıfı ve emekçilerin kendi ayakları üzerinde mücadeleye atılması, onurlu olan tek çizgidir, tek çıkış yoludur.

Kaldı ki, Kürt devrimi başta olmak üzere, bölgemizde direniş devam etmektedir. Her birinin kendine has sorunları vardır. Bunu biliyoruz. İyi ama bu durum bizim direniş çizgisinden vazgeçmemiz için bir bahane olabilir mi? Bunu reddediyoruz.

Sorun, direnişin yeterince güçlü olmamasındadır. Kabul.

Demek ki, direnişi büyütecek, onu sağlam bir örgütlülüğe oturtacak bir devrimci hat çizmemiz gerekir. Yoksa var olan egemen güçlerden birinin yedeği olmamız gerekmiyor.

Direniş yeterince güçlü, yeteri kadar örgütlü değil dediniz mi, demek ki siz, bunu istiyorsunuz, direnişin daha güçlü, daha örgütlü olmasını istiyorsunuz. Bu demek ise, demek ki, örgütlenme ve daha militanca bir mücadele sizin de çözüm yolunuzdur.

Kimseye, bugüne kadar hiçbir devrimci, mücadelenin kolay olacağını, iktidarı almanın çantada keklik olduğunu söylememiştir. Elbette zor olacaktır. Bunca katliamın yaşandığı, bunca ihanetin yaşandığı bu topraklarda kolay zafer yoktur, olmayacaktır.

Bugün devrimcilerin görevi, direnişe odaklanmaktır.

Direnişi örgütlemek, bunun için yollar bulmak, geliştirmek ve her açıdan, her türlü mücadeleye yatkın sağlam bir örgütlülük geliştirmek gereklidir. Bu ertelenemez, önüne başka aşamalar konulamaz bir görevdir.

Bize göre bunun yolu, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birleşik emek cephesi, kimsenin, hiçbir grubun kendi örgütlenmesini geliştirmesinin, sağlamlaştırmasının önünde engel de değildir. Birleşik emek cephesi bakışı içinde küçük veya önemsiz direniş yoktur. Her alanda, yaşamın her cephesinde, mücadeleyi geliştirmenin yolu budur.

Bu konuda sakin, açık ve kararlı olmak gerekir.

Yolu belirlemenin kararlılığı, sakinliği, mücadelenin gereklerini yerine getirmek için de bir olanaktır.

Bakışımızı bu noktaya, direnişe ve direnişin büyütülmesine çevirmek gereklidir.

Onlar sokaklar üzerine tuhaf tartışmalar yürütüyorlar. İşçi ve emekçilerin direnişi üzerinden, sanki bu direnişin sahipleri onlarmış gibi birbirlerini tehdit ediyorlar.

Oysa bu direnişin öznesi, devrimci işçi ve emekçilerdir. İşçi ve emekçilerin devrim saflarında birleşmesi, işçi sınıfının devrimci bir güç olarak, hayatı üretenin kendisi olduğunun bilincinde bir sınıf olarak sahneye çıkması demektir.

Sokakların sahibi biziz.

Sokakların sahibi, direnenlerdir.

Sokakların sahibi, işçilerdir, kadınlardır, gençlerdir.

Savaş naralarının egemenlerin cephesinden her gün yükseldiği, işçi ve emekçilerin açlıkla, işsizlikle karşı karşıya olduğu, işçi sınıfının esir tutulmaya çalışıldığı bugünkü koşullarda, sandık ve seçim mavalları ile kitleleri evlerinde durmaya, sokaktan uzak tutmaya çalışmak boşunadır. İşçiler her gün fabrikalarda, işyerlerinde, inşaatlarda ölmektedir. Kadınlar her yerde ölmektedir. Gençler her yerde hapis hayatı içine mahkûm edilmektedir. Bu koşullarda, kitleleri ölümle korkutmak artık sonuna gelmiş bir Saray politikasıdır. Bu politikaya alet olan sendikacılar, “burjuva muhalefet”, basın vb. işçilerin önünde barikat gibi dikilmektedir.

Barikat varsa, üzerine yürümek zorunludur. Barikat varsa, kendi barikatlarını kurmak sadece gerekli değil, zorunludur da. Sokaklar, egemenlerin korku salma alanları değildir, sokaklar, işçilerin, gençlerin, kadınların mücadele ile korkuyu aşma alanlarıdır.

Kılıçdaroğlu yolu mu bulamıyor?

Kılıçdaroğlu, 2021’in son eylemi olarak, Milli Eğitim Bakanlığının kapısına gitmiş.

Önceden randevu istemiş. Buna “haberli misafirlik” diyelim. Haber veriyor, randevu alamayacağını biliyor. “Koskoca Ana Muhalefet” Lideri, Bakanlık ziyareti için randevu istiyor ve alamayacağını biliyor. Çünkü ne muhalefettir ne de “ana”.

“Ana muhalefet” kavramı, parlamenter sistemden arta kalan bir kavram olmalıdır. Çünkü Saray Rejimi, artık parlamentoyu apış arası için kullanıyor ve siyasal partilerin de bir önemi yoktur. Bu nedenle, parlamentodaki bir “ana” muhalefetin bir önemi de yoktur.

Ama konumuza, ziyarete dönelim.

Randevu istemiş ve alamamış.

O da Milli Eğitim Bakanlığı kapısına gidiyor. Fazla değil, on civarında kişi ile. Hesaplanmıştır, şu kadar kişiden fazla olsak, devlete zarar verebiliriz. Hem gidene kadar kimse duymasın hem de asla sayı sınırını geçmeyelim. Öyle yapıyorlar. Önceden ilan yok, kimseyi çağırmak yok, “uslu” çocuk olduğunu ispatlamak ister gibi gidiyor.

MEB’in kapısı zincirle kilitlenmiş.

Sanki, karanlıkta sokakta yürüyen bir adam sokaktaki köpekten korkuyor, köpek de adamdan hesabı. Her ikisi de korkuyor. Biri “haberin olsun geleceğim” diyor. Diğeri “kapıya zincir” vuruyor. Aslında her ikisi de durumdan haberdardır.

Hep birlikte bir uzman grup kafa yorsa, nasıl hiçbir şey yapmadan, eylem yapmış olabiliriz diye, işte bu sonuca ulaşırlardı. Eğer bir şey yapmadan hayatı idame etmek nasıl olur diye bir uzmana ihtiyacınız olursa, uzman Kılıçdaroğlu ve CHP’dir.

Bu manzarayı düşününce, Boğaziçi Üniversitesi’nin giriş kapısına kelepçe takılmasını, elbette ve elbette fazla görmüyoruz.

Saray Rejimi’nin kapılarla derdi var.

Betonu çok seviyorlar. Beton mutlaka içinde demir ile işe yarıyor. Betonların içinden demir çalmayı daha çok seviyorlar. Ve demir gördüler mi, hemen “hapishane”leri hatırlıyorlar. Ve akıllarına demir kapı görünce, kelepçe ve zincir geliyor. İşte beton aşkının kaçınılmaz sonucu, zincir ve kilit. MEB, kendini içeriye kilitliyor.

MEB’in kapısına zincir, çok da güzel yakışır, zincirin üzerine de bir kilit. MEB, sanki Kılıçdaroğlu’nun gelişi ile kirlenecek, kutsallığını kaybedecek gibi, zincir ve kilitle korunuyor. Kanımızca çok da yakışık almıştır.

Saray Rejimi’nin korkularını anlıyoruz. Manzara budur.

Peki, Kılıçdaroğlu neden korkuyor?

Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına sızan korkunun kaynağı nedir? Neden Kılıçdaroğlu, konuşup da hiçbir şey söylemeyen, yapıp da hiçbir şey yapmayan yollardan gitmektedir?

Atanamayan, mülakatlarında hile olan yüzbinlerce öğretmenin uğradığı açık haksızlığa karşı, MEB’in kapısına giden, orada zincirli kapı ile karşılaşan Kılıçdaroğlu,

– Bir, kapıyı kırma yolunu seçmiyor. CHP yönetimi, demirden çok korkuyor, hapisten, kilitten, özellikle de demirden. O nedenle kapıyı zincirli görünce, geri dönüyorlar. Kapıyı kırmayı, kapının üstünden aşmayı düşünmüyorlar. Devlet malı ya, ona zarar vermek istemiyorlar. Kapının üzerinden geçecekler ama, çok riskli, pantolonları demirlere takılır yırtılırsa, olmadık yerleri görünür diye korkuyor olabilirler mi? Yırtık pantolon, “devlet terbiyesi” ile uyuşmaz.

Ama bunlara, Saray, “Şuraya tebeşirle bir çizgi çiziyorum. Tebeşir devlet emri ile kullanılmıştır. Bu çizgiden öteye geçemezsiniz,” dese, onlar buna da uyacaklardır ve böylece halkı “çizgiyi geçme” provokasyonuna karşı uyaracaklardır. Bu konuda gönüllüdürler. O kadar ki, aslında hiçbir şey yapmak istemiyorlar, ama devlet görev vermiş, halkın tepkisini, öfkesini yumuşatın. Ondan yapıyorlar, yoksa kendilerine kalsa, devlet terbiyesi ile davranır ve hiçbir şey yapmazlardı.

– İki, hemen bir açıklama yapıyor. Açıklama “binlerce haksızlığa uğramış gencin” önüne düşeceğim ve MEB kapısında eylem yapacağız demiyor. “Binlerce haksızlığa uğramış gencin” hakkını aramak için, onlara hukukî destek sunacağız diyor. “Binlerce haksızlığa uğramış” diye başlayınca bir cümle, doğal olarak onların da çağrılacağı ve MEB kapısına yığılacağı hissine kapılıyorsunuz. Ama Kılıçdaroğlu, “terbiyeli”dir.

Burada iki sonuç kayda geçmelidir.

Bir, bundan böyle, Saray Rejimi sürdükçe, CHP liderleri ancak cikletten çıkmış hâli ile var olabilirler. Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir, siyasal partileri de. AK parti diye bir parti yoktur. Nagehan Alçı, bunda iyi bir şey buluyor ve Erdoğan’ı övmek için, AK Parti yoktur, diyor. İyi ama MHP de yoktur. Gelin, MHP yoktur’u, Bahçeli’yi övmek için kullanın. Hemen size Bahçeli, “Nagehan Hanım böyle demekle ne yapmak istemektedir” diye sorar. İşte bu olmayan partiler diyarına CHP de katılmaktadır. Bu durum, parlamenter sistemden kalan bazı partileri, parti imiş gibi bir kenarda tutuyor. CHP de, İYİ Parti de öyledir. Bu nedenle, CHP liderleri bundan böyle sadece cikletten çıkabilir. Fazlasına ihtiyaç yoktur.

İki, Kılıçdaroğlu da cikletten çıkmıştır. Saray Rejimi, anayasayı tanımıyor. Yasaları tanımıyor, ama on binlerce gence hukukî destek verecekmiş. Yani, onların davalarına bakacak avukatların parasını vereceğiz diyor. Cikletten çıkan şey budur. Bari cikleti verseler, hiç değilse çiğnemeye yarar.

Saray Rejimi, hiçbir yasayı tanımıyor, “sorumlu muhalefet” yasalara sarılıyor. Saray Rejimi ülkenin tüm kaynaklarını yağmalıyor, “sorumlu muhalefet” 128 milyar dolar nerede, diyor. Saray Rejimi savaş naraları atıyor, “sorumlu muhalefet”, tezkerelere destek veriyor.

Kayıt bu kadar.

Binlerce haksızlığa uğramış genci, bir burjuva muhalefet lideri yanına alır, eğer gidecekse MEB kapısına öyle gider. O gençler, zaten kapıdaki zinciri kırar ve içeriye kadar giderek, “Sayın Bakan, Kılıçdaroğlu, az sonra sizi makamınızda ziyaret edip, sorular soracak” derdi. Telefona da gerek kalmazdı.

Ama bizim esas önemli gördüğümüz şey bu değil.

Bize göre önemli olan şey, karikatür tarzında burjuva muhalefetin ne kadar şaşkın, aciz olduğunun ortaya konmasıdır.

Biz, Saray Rejimi’nden söz ediyoruz. Saray Rejimi, sadece Erdoğan, sadece Bahçeli, sadece Saray şürekâsı değildir. Saray Rejimi, devletin kendisidir. Bazı profesörler, bazı emekli askerler, CHP ve İYİ Parti yöneticileri, bazı okur yazar takımı (OYT) içindekiler, Saray Rejimi’ni, ısrarla, bir Erdoğan iktidarı, bir sultanlık, bir AK Parti-MHP iktidarı olarak sunmaya, öyle göstermeye, öyle kabul etmeye çalışıyorlar. Oysa bizim Saray Rejimi dediğimiz şey, burjuva muhalefeti de kapsıyor. Yani, Saray Rejimi, devlettir ve içinde CHP’si, İYİ Parti’si ile tüm muhalefet vardır. Ordusu, polisi, yargısı, basını, uluslararası tekelleri, onların uzantısı “yerli” tekelleri, parababaları vb. hepsi içindedir. Bu nedenle, Saray Rejimi’ne, “Erdoğan diktatörlüğü” demek, onun gerçek karakterini gizlemek olur. Meseleye, “kişisel güç zehirlenmesi” ile sınırlı bakmak hata olur. Elbette o da var, ama Saray Rejimi bu değildir. Saray Rejimi, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Ne öncesi demokrasi idi, ne de sonrasında bir burjuva demokrasisi vaadi vardır. Ve burjuva muhalefet de Saray Rejimi’nin bir uzantısıdır.

Sen, açıkça halkın oylarının çalındığı referandumu neden meşru kabul edersin?

Madem rahatsızsın, çalınan oylarla ilan edilen Erdoğan zaferinin ardından neden sokaklara dökülmezsin de, YSK kararlarını kabul edersin? Madem Saray Rejimi’nin dış politikasına karşısın, neden tezkerelere onay verirsin? Madem parlamenter sistemden yanasın, neden dokunulmazlıkların kaldırılmasının yolunu açarsın?

Buna “sorumlu muhalefet” diyorlar.

Sorumlu olduğu doğrudur, Saray’a karşı sorumludur. Muhalefet olmadığı ise açıktır.

Biz de burjuva muhalefetin karikatürü diyoruz. Cikletten çıkmış liderler bunun için gereklidir. Yoksa kimliği, karakteri, kişiliği olan muhalifler, rollerini bu kadar iyi yerine getiremezler.

“Sorumlu muhalefet”, aslında devlete sahip çıkmak isteğini beyan etmektedir.

Bu devlet hepimizin diyorlar, öyle ise devlet zarar görmesin diyorlar.

İyi ama devlet kim, nerede? Saray Rejimi, devletin ta kendisidir. Değilse, neden korkuyorsunuz?

Bu devlet, ne dün, ne bugün işçilerin, halkın devleti değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Bu devlet, parababalarının, zenginlerin, egemenlerin, tekellerin devletidir. Ve burjuva muhalefet, bu çarka muhalif değildir.

Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Burjuva muhalefet buna muhalif değildir.

Öncelikle bu konunun netleşmesi gereklidir.

Diyelim ki, burjuva muhalefet olsa, ciddi olsa, ortadaki durumun vahim olduğunu söylediklerine göre, ellerindeki bilgileri ne pahasına olursa olsun halka açıklarlar.

128 milyar dolar nerede diye kampanya yürüttükten sonra, kalkarlar o 128 milyar doların nerede olduğunu açıklarlar. Bir Nebati Bakan’ın tüm mizah anlayışlarını yok eden açıklamaları ile halkı karşı karşıya bırakmazlar. Saray Rejimi diyelim ki paraları, yağmayı, rantı, savaş ekonomisini saklıyor. Tamam, anlıyoruz. İyi ama muhalefet niye saklıyor?

Anlıyoruz ki, sorumlu muhalefet, “halkı sokaktan uzak tutmak”tır.

Anlıyoruz ki, “sorumlu muhalefet”, Saray’ın yalanlarını halka kabul ettirmek için yeni sis perdeleri oluşturmaktır.

Anlıyoruz ki, “sorumlu muhalefet”, her türlü hak arama eylemini engellemektir.

Anlıyoruz ki, “sorumlu muhalefet”, Saray’ın baskı ve saldırılarına rağmen direnen halkı, işçi ve emekçileri korkutmak için yeni yalanlar devreye sokmaktır.

“Zaten Saray da, halkın sokaklara çıkmasını bekliyor”muş. Ne büyük yalan. 22 Kasım’da, insanlar sokaklara çıktığında, devletin emri açıktı, başlamadan ezin. Hani halkın sokağa çıkmasını istiyorlardı?

İşçi ve emekçiler, kitleler sokaklara taşarsa, mesela hakkı yenilen 10 binlerce genç öğretmen sokaklara çıkarsa, onlar da sıkıyönetim ilan edeceklermiş. Buyursunlar etsinler. Sanki, sıkıyönetim bir tarzda yok mu?

Sanki Saray Rejimi yasalara mı uyuyor? Sanki Saray Rejimi, olağan hâllerin rejimi midir?

CHP politikaları, kitleleri evlerine kilitleme politikalarıdır.

“Sandığa kadar bekle” tutumu, sandıkların gömüldüğü, Saray’ın meşru olmayan yollarla iktidarı zaten gasbetmiş olduğu bugünün koşullarında, kitleleri korkutmanın bir başka yoludur. Saray’ın baskı ve şiddeti yetmiyor ve burjuva muhalefet devreye giriyor. Onlar da, bu korku duvarının delinmesini önlemek istiyorlar.

Erdoğan, “sokağa çıkacaklarmış, 15 Temmuz’u unuttunuz mu” diyor. Açıktan, halka, işçi ve emekçilere tehdittir. Ve tüm burjuva muhalefet, hepsi birlikte, “sokağa çıkmaktan söz eden kim” diye sorar.

Mesela biz, sokağa çıkmaktan söz ediyoruz.

Kılıçdaroğlu, Akşener, hepsi birlikte, anayasada yer alan protesto haklarını bile savunamaz durumdadırlar. Buna burjuva muhalefet mi denir?

Saray Rejimi, yakında şöyle diyecek; şurada toplanamazsın, şuraya yürüyemezsin, evden çıkamazsın, soru soramazsın, ayağa kalkamazsın vb. Ve emin olun, Kılıçdaroğlu, evet, biz zaten yapmıyoruz, diyecektir.

Tüm burjuva muhalefet, Erdoğan’ın halkı tehdidine “evet haklı” demektedir.

Demek, “sokağa çıkmaktan söz eden kim” diyorsunuz.

Demek, sizi tehdit edenlere, “efendim biz yasalara uygun davranıyoruz” demektesiniz. Demek, hiçbir hak arama eylemini doğru bulmuyorsunuz. Demek, siz halkın sokaklara çıkmasını yanlış buluyorsunuz. Peki öyle ise sizin Erdoğan’dan farkınız nedir?

İktidar, devlet, hep birlikte halkı tehdit ediyor ve muhalefet, “sokağa çıkmayacağız” demekle yetiniyor.

Bu yolu açanlar, arkasını beklemelidir. Yarın size nefes almayacaksınız diyeceklerdir ve siz de almayacaksınız.

Kılıçdaroğlu’nun TÜSİAD’a yalvarmasının nedeni budur.

Kılıçdaroğlu, “sorumlu muhalefet” ile, yolunu kaybetmiş, şaşkın ördek gibidir. Bir Merkez Bankası’na gidiyor, bir TÜİK’e gidiyor. Sıra ile kapıları deniyor. MEB kapısına gidiyor. Yakında Diyanet İşlerinin kapısına gidecek ama ondan biraz korkuyor. Nedense Sağlık Bakanlığına gitmiyor. Pandemiyi çok karıştırmak istemiyorlar.

Oysa, hiçbir bakanlığın bir önemi yoktur.

Mesela Milli Eğitim Bakanlığının bir önemi yoktur. Bakan, aslında sadece bakma işini bile yapamayacak durumdadır.

Gerçek Milli Eğitim Bakanı, aslında Bilal’dir.

Kılıçdaroğlu ille de bir şey anlatmak istiyorsa, kalkıp Bilal’in kapısına gitmelidir. Böylece hiç değilse, gerçek bakanın kim olduğunu açıklamış olurdu. Peker açıklamadan, Kılıçdaroğlu, Milli Eğitim Bakanı gerçekte Bilal’dir demiş olur. Çok da oy toplar hani.

Tüm bu kapılarda şaşkın ördek gibi dolaşmasına gerek yok.

Gidilecek tek kapı vardır: Beştepe’deki Saray’ın kapısı.

Bakın, iş dünyası bunun nasıl da farkındadır.

Hepsi, en küçük bir mesele için Saray’dan randevu almaya çalışıyor. Tek umutları, Saray’ın iyi bir anında oraya varabilmektir. TÜİK Müdürü şaşırıyor. Bu adam neden bize geliyor, diye düşünüyor. Kılıçdaroğlu’ndan değil, Saray’dan korktuğu için kapıyı kilitliyor. Kilit açılmasın diye, bir de zincir devreye sokuluyor. Böylece, tüm toplumu hapse tıkanlar, kendilerini de hapsediyor.

MEB şaşırıyor. Saray’dan zılgıt yememek için, hemen kapıya zincir vuruyor.

Devletin kurumları diye muhalefetin kabul ettiği kurumlar, kapılarını kapatıyor. Zira gerçekte tek devlet adresi vardır, o da Saray’dır.

Kılıçdaroğlu, Saray’ı mı bilmiyor, yoksa Saray’ın adresini mi?

Söyleyelim, Beştepe’dedir, her gün önünden, sağından, solundan geçmektedir. Olur da bu ziyaretlere devam edecekse, hemen yol tarifini Yandex’e sorsun, söyleyecektir. Kendisini en kısa, en az trafik olan yoldan Saray’a ulaştıracak uygulama mevcuttur.

Kılıçdaroğlu, muhalefet bilmelidir ki, Saray’a kalkan otobüs yok, sokaklara çıkmadan, sokakları aşmadan Saray’a varılmıyor.

Yani, sana sokağa çıkarsan, 15 Temmuz’da olanı yaparız, asarız, keseriz diyorlar. Sen de “haşa ben sokağa çıkmaktan söz etmiyorum” diyorsun. Yani, sen busun, halkın sokağa çıkmasını önlemek için Erdoğan’la işbirliği yapmaktasın.

Güçlendirilmiş Saray Rejimi için kolları sıvamış olan devlet, muhalefete de, “siz de güçlendirilmiş parlamenter sistem” için kolları sıvayın, diyor. Devletten geldi mi, Kılıçdaroğlu için bir emirdir bu. Kutsal emir. Onlar da parlamenter sistemden söz ediyorlar.

Döviz kurları, bir ay gibi bir süre içinde, 8 TL’lerden 18 TL’lere, sonrada oradan 12 TL’lere hareket ediyor. Bu yükseliş ve düşüş, bankaların fiilî iflaslarının kapıya geldiği bir ortamda gerçekleşiyor. Kaldıraç sayfalarında bulunabilir, 20 Aralık günü, MB’den döviz talep eden bankalar, döviz taleplerini karşılayamayacak durumdaydı. Dövizlerini bankalardan çekenler, bu dövizlerini evlerindeki kasalardan çok, bankalardaki kasalara saklamaktadır. Bankalar, bu kasaların dolup taştığını biliyor.

30 Aralık günü MB’nin verilerine bakılınca, 20 Aralık’tan 30 Aralık’a kadarki sürede, gerçek kişilerin hesaplarında 136 milyon dolarlık bir azalma olmuştur. Buna karşılık, tüzel kişilerin, yani şirketlerin döviz hesaplarında 1,6 milyar dolarlık artış olmuştur. Yani kimse, döviz kuru garantili TL mevduat işine dönmemiştir. Bir anlamda Saray, bu hamle ile dövize hücumu engellemiştir, o kadar. Yani, bir emekli, aldığı 1500 TL’lik maaşını, o gün dövize çevirmekten vazgeçmiştir. Hepsi budur. Azalan 136 milyon doların ne kadarı banka kasalarındadır, bu da belli değildir.

Muhalefet bu gerçeği bile açıklamaktan, ortaya koymaktan uzaktır. Birkaç iktisatçı, o da son derece sınırlı bir biçimde olup bitene ilişkin bilgiler açıklayınca, haklarında soruşturma tehdidi yükseltilmiştir.

Burjuva muhalefet, rant, yağma ve savaş ekonomisinden bir satır bile söz etmemektedir. Bunu yapmadan, nasıl muhalefet edilebilir? İşte size Kılıçdaroğlu’nun kapıları şaşırmış bir şaşkın ördek gibi hareket etmesinin gerçek nedeni?

2008 krizi, ABD ekonomisini epeyce yaralamıştır. ABD, bu krizin faturasını sadece kendi işçi ve emekçilerinin omuzlarına yıkma olanaklarına sahip değildir. Tüm emperyalist güçler, krizin faturasını, sömürgelere yıkma olanaklarına da sahiptir. Kur politikaları, sermaye hareketleri, bunu yapmakta oldukça büyük avantajlar doğurmaktadır. Örnek olsun, konudan biraz sapma pahasına bir örnek, ABD’den birisi, diyelim ki 20 Aralık 2021 sabahı İstanbul’a gelsin. Havalimanında 1000 dolar bozdursun, muhtemelen 18.000 TL almış olacaktı. Ertesi gün, 11 uçağı ile dönmeden önce, otelde kalsın, bir şeyler alıp çantasını doldursun. 21 Aralık günü havalimanında elindeki Türk parasını dolara çevirsin, 14.000 TL’si varsa 1000 dolar alıp geri uçsun. Bu adamın, otel masraflarını, taksi parasını, aldığı hediyelikleri, yani diyelim ki harcadığı 4 bin TL’yi kim ödemiş oldu? Gelirken bin doları vardı, çıkarken yine bin doları. Bu örnek, krizin nasıl aktarıldığı konusunda küçük bir örnek olsun.

2008’den bugüne kadar, hesaplamalara göre, Türkiye’den 2 trilyon dolar çıkarılmıştır. Ülkenin 2021 yılı için beklenen GSMH’si 750 milyar dolardır. Demek oluyor ki, yaklaşık olarak 3 kere Türkiye ekonomisi, emperyalist metropollere aktarılmıştır.

Bu transfer işleri, mesela Yeni Gine ekonomisinde bu denli yapılamaz. Ancak, sömürgelerin büyüklerinde dişe dokunur bir kaynak vardır. Mesela Türkiye’de, mesela Brezilya’da, Arjantin’de, Meksika’da vb.

Konumuza dönelim.

Katar ile bir anlaşma, TBMM’den geçmiştir. Bu anlaşmaya göre, 36 Katar uçağı, ülkemizde üslenecektir. Neden burjuva muhalefet, OYT vb. bunu gündeme bile almaktan uzaktır? Herhangi bir kalem bunları neden incelemez?

CHP’nin “sorumlu muhalefet” anlayışı, Saray Rejimi’ni koruma amacına dönüktür.

Ülkenin egemenleri, uluslararası sermaye ve onun yerli ortakları, tekeller, hepsi birlikte, Saray Rejimi’ni korumaktan yanadır. Bunun için yollar aranmaktadır. Bir olumsuz olasılık durumunda, Saray Rejimi’nin yerini, usulca parlamenter sisteme bırakması için bir kapı aralanmıştır. Bu aralanan kapıdan dalmak, burjuva muhalefet için bir zorunluluktur. Ama bu, sol için bir çıkış yolu değildir, olamaz.

İşçi sınıfına, Saray Rejimi’ne karşı, “parlamenter sistem” önerilmektedir. Bu, gerçekte, işçi sınıfını kendi iktidar yürüyüşünden, toplumsal kurtuluşa önderlik etmekten alıkoyma girişimidir. İşçi sınıfını yolundan saptırma girişimidir.

İşçi sınıfı, hiçbir zaman burjuva siyasetin destekçisi olarak, bağımsız bir sınıf olamaz, kendi çıkarlarını koruyamaz ve toplumsal kurtuluş mücadelesine önderlik edemez.

İşçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün zayıf olması, işçi sınıfının burjuva siyasetin kuyruğuna takılması için bir bahane değildir, olamaz. Eğer işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi daha yeterince gelişmemiş ise, demek ki görev, onu geliştirmektir.

Saray Rejimi’nin gerçekten gitmesinin, alaşağı edilmesinin tek yolu, işçi sınıfının devrimci mücadelesini örgütlemekten geçmektedir.

Bize bunun zor olduğunu söylüyorlar. Doğrudur, zordur. Ama bunun dışındaki yollar, imkânsızdır. Tarihte hiçbir ezilen, ezenlerin yolundan zafere ulaşamaz. İblisin yolundan kutsal olana varılamaz. Zalimin yolundan özgürlüğe kapı açılamaz. Öyleyse, işçi sınıfının devrimci yolu, hem gereklidir hem de zorunludur.

Bu devlet, tekelci polis devletidir. Saray Rejimi onun özel koşullardaki örgütlenmesidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak meşrudur.

İşçi ve emekçiler için gerçek muhalefet, toplumsal direnişi örgütlemekten geçmektedir. Gerçek mücadele, sokaklarda, işyerlerinde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda verilmektedir. Devrimci hareketin dikkat noktası tam da burasıdır.

İşçi ve emekçilerin dayanması gereken kapı, Saray’ın kendisidir.

İşçi ve emekçiler, ellerindeki mücadele gücünü tanımak zorundadırlar. Hayatı üretenler, ülkenin de, dünyanın da gerçek sahipleridir. Üreten, yönetir de.

İşçi sınıfı, üretimden gelen gücünün farkına varmalıdır. Bunun yolu, örgütlülükten geçmektedir. Bizim için temel olan, her direnişi daha örgütlü hâle getirmek, direnişleri daha da geliştirmektir. Devrimin yolu budur.

Bugün bu yolda ileri bir adım, Birleşik Emek Cephesi’ni örmektir. Bu adım, tüm direnişi birleştirmekle kalmaz, aynı zamanda işçi sınıfının gerçek anlamda kendi çözüm yolunu da toplumun gündemine taşımasını sağlar.

Yaşasın işçi sınıfının devrimci birliği!

Yaşasın direniş!

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

Enes Kara olayının düşündürdükleri ya da tarikat, aile ve devlet

Yer Elazığ’dır. 81 adet olduğu söylenen illerden biridir.

Enes Kara, bir üniversite öğrencisiydi.

Bu ilde, Elazığ’da tıp okuyordu ve intihar etti.

Bir insanın kendi canına kıyması, kolay bir iş değildir. Öğrenci, daha 20 yıl kalmamış bu dünyada, kendi canına kıydı. Üstelik bunu, tam da planlayarak yaptı.

Geriye bir video bıraktı.

Video, ülke gerçekliğini, tarifsiz bir bütünlük içinde ortaya koyuyor. Yaşananları, kendi özelinde, ama müthiş bir duyarlılıkla ortaya koyuyor.

Eğer, insanca düşünme yeteneğini hâlâ koruyan okur yazar takımı (OYT) içinde insanlar varsa, tam da ders almaları gereken bir videodur bu. Hayatın baharındaki bir genç aklın, duru ve berrak bir biçimde, kendi yaşamını, acıyı dile getirişidir bu. Hiç abartısız, onun gibi yaşayan insanların çıkışsızlığının ifadesidir bu video.

Çok insanı üzdüğünü okuduk. Öyle yazdılar. Doğrudur. Ama galiba, bu olayın ne demek olduğu üzerine, detaylıca durma cesareti ya da aklı eksik gibidir. Birçok yazar, bize “acı” ve “üzücü” olaydan söz ediyor. Biraz ileri gidenler “tarikat”lardan söz ediyor.

Devlet, Saray Rejimi ise, açıktan, “bu olayı kullanmayın” diyor. Oysa Enes’in babası, ailesi, bağlı olduğu tarikat ve devlet, bizzat bu olayı, kendi amaçları için, hiçbir değer gözetmeden kullanıyorlar.

Kılıçdaroğlu, her zaman bir Saray destekçisi olduğu için, burjuva muhalefetin öncüsü olarak, bu olayı kullanmak yanlıştır mavalları okuyor.

Onlara göre, devlete, Saray Rejimi’ne, burjuva muhalefete göre olayı konuşmak, “tarikat”lar hakkında konuşmak, olayı kullanmak olur. Peki ne hakkında konuşacağız? Öğrenci yurtlarının hâli hakkında konuşmayacağız, eğitim sistemi hakkında konuşmayacağız, ne hakkında konuşacağız? İşte bu konuda bir adım öne çıkan yazarlar, tarikatlar meselesini ele alıyorlar. Haklıdırlar, ama çok çok eksik bir yaklaşımdır bu.

Bu ilk olay değil. Biliniyor. Yakın zamanda Antalya’da bir çalışan, anlaşılan önemli bir görevli, satırla bir çocuğun kafasını koparttı. Ve bunu “şeytan”la mücadele olarak ifade edecek tarzda konuştu.

Cinayetleri bir yana bırakalım. Bu tarikat yurtlarında, çocukların ırzına geçilmiyor mu? Bu tarikat yurtlarında, her türlü müdahale yapılmıyor mu? Yani, tarikat yurtları vb. sanırım vukuatsız gün geçirmiyor olmalıdır. O kadar ki, bu yurtlarda işlenen hiçbir suçun, ardı arkası kesilmiyor.

İşte bu nedenle, Enes Kara’nın bıraktığı video önemlidir.

İşte bu nedenle, polis, bu olayı protesto etmek isteyenlere saldırmakta, gözaltına almaktadır. Oysa son derece açık bir süreçtir bu. Yurt yöneticileri, oradaki ismi ile abi ve ablalar ele alınmıyor, onlara dokunulmuyor. Bu olayı protesto eden öğrencilere saldırılıyor. Devlete göre suç, bu olayları dile getirmek, protesto etmek vb.dir. Devlete göre, intihar eden çocuk da, ölen de, ırzına geçilen de, saldırıya uğrayan da suçludur. Suçlu olan, öğrencilerdir. İşte devletin mantığı budur.

Eğer, biz, “hümanizm” adına, gözyaşı dökmekle yetinmeyeceksek, “iyi insanlar” olarak üzüntülerimizi bildirmekle yetinmeyeceksek, sanırım, gerçeği, olduğu gibi, tüm yönleri ile ortaya koyma cesaretini göstermeliyiz. İşte bizim, okur yazar insanlardan beklentimiz, en azından budur. Oysa, tepkilerini, “kendi sınırları” içinde hapsetme eğilimindeler. Gerçeğin sadece tarikat boyutunu görmekle yetinmektedirler ve yazık ki, en cesurları bunlardır. Yaptıklarını da küçümsemiyoruz. Ama gerçek, tarikatlarla sınırlı değildir.

1

Acaba, Elazığ’da, çocuğunuz bir üniversite kazanırsa, çocuğunuzu, oğlunuzu, kızınızı, kız kardeşinizi, kardeşinizi, arkadaşınızı oraya, üniversite okumaya gönderir misiniz?

Bence göndermemelisiniz.

Niye peki?

Elazığ’ın yaşanacak yer olmaması vb. gibi bir düşünce ile bunu söylemiyoruz. Hayır. Bin kere hayır. Ama 81 ilde üniversite kuruldu mu, bu üniversitelerin gerçekten üniversite olması gerekir. Elazığ da dahil, birçok ildeki üniversite, üniversite değildir.

Öğretim üyeleri kadrosu zayıftır. Bu biliniyor. Mesela bu üniversitelerden mezun olmuş bir genç, sıra iş bulmaya geldiğinde, hiçbir şansa sahip değildir. Neden? Çünkü, orada bir üniversite eğitimi verilmemektedir.

“Öğretim üyesi kadrosu zayıf” demek, aslında doğru biz söz değildir. Bunu, cesaretini yitirmiş ve konuşurken yanlış bir söz söylemekten korkan akademisyenlere kinaye olarak yazıyorum. Öğretim üyesi, tarikatçıdır bu okullarda. Fizik anlatacak bir öğretim üyesi, fizikle alakalı olmalıdır. Matematik anlatacak olan bir öğretim üyesinin, en azından Kuran’da matematik aramaktan ileri gitmiş olması gereklidir. Biyoloji anlatacak bir öğretim üyesi, canlıların üreme sistemleri arasındaki farkları anlatabilecek durumda olmalıdır. Tıp anlatacak bir öğretim üyesi, cesetlerin “avret” yerleri olmayacağını bilebilecek olgunlukta olmak zorundadır. Güzel sanatlar öğretecek bir öğretim üyesi, insan figürü çizmenin “günah” olmadığını biliyor olmalıdır.

Oysa öyle değil. Tıp eğitimini ilahiyat eğitimi olarak vermek, edebiyat eğitimini Kuran kursu tarzında vermek mümkün değildir.

Bu bilimsel bir eğitim değildir.

Oysa üniversite, bilimsel bir eğitim alanıdır.

Ve bu durum, sadece Elazığ gibi illerin sorunu da değildir. İstanbul’daki üniversitelerde de durum aynıdır. Bilimsel bir eğitim, ülkenin hiçbir yerinde verilmemektedir.

Ama yine de, üniversite bir kent işidir ve büyük kentlerde üniversite okumanın bir anlamı vardır. Elazığ’dan farklıdır.

Bir apartman dairesinden bozma binada, üniversite ya da lise eğitimi yapmak mümkün değildir. Yokluk ve yoksulluk ifadesidir. Eğitim, kendine göre binalarda yapılabilir. Binaların, bahçenin vb. kendine has bir anlamı, bir bütünlüğü olur.

Yanlış anlaşılmasın, biz sosyalist bir ülkede eğitim sisteminden söz etmiyoruz. Hayır, kapitalist bir ülkedeki eğitim sisteminden söz ediyoruz. Hâlâ buradayız.

Binalar, bahçeler, salonlar, koridorlar, bir eğitim kurumuna özgü özellikler taşımak zorundadır.

İşte, bunun gibi, üniversitenin olduğu ilin de, buna uygun olması gerekir.

Fırat’ın kenarında bir kadın ve erkek öğrenci birlikte dolaşamıyorsa, bir çay bahçesinde çay, bir bira bahçesinde bira içemiyorsa, okulun içinde ya da öğrenci yurdunda, tartışma yapamıyor ve sohbet edemiyorsa, film seyredemiyor, tiyatroya gidemiyorsa, orada bir üniversite olmaz.

81 ilde var olan üniversiteler, tüm bu özelliklerden uzaktır. Kâğıt üzerinde üniversite var, öğrencisi de. Ama gerçekte bir üniversite eğitiminin hiçbir koşulu ortada yoktur. Çocuklarının herhangi bir üniversite diplomasını alması için uğraşan aileler, aslında bu gerçeğin farkındadırlar. Buna rağmen çocuklarını bu okullara göndermektedirler. Buna çaresizlik demek yerindedir.

81 ilde üniversite olmaz.

Olmalıdır, ama bugünkü Türkiye’de, adı üniversite olan, tarikatlara emanet edilmiş yapılar ortaya çıkar.

Bu üniversiteler, sadece tarikatların değil, ama devlet-tarikat-mafya ağının içinde, farklı amaçlar için öğrencilerin kullanıldığı ortamlar hâline gelirler. Devlet-tarikat-mafya ağı, il il, üniversite öğrencilerini farklı şekilde kullanmaktadır. Birçok ilde öğrenci yurtları, genelev gibi çalışmaktadır ve bu durum, o ilin yönetici kadrolarınca yakinen bilinmektedir. Kadın öğrencilerin pazarlandığı, fuhuşun organize edildiği, uyuşturucu organizasyonunun bir parçası hâline gelmiş, tarikatların cirit attığı ve tüm bunların devlet kontrolünde gerçekleştiği kurumlardır bunlar. Ve bundan en büyük zararı, yoksul ailelerin çocukları görmektedir.

Bizim anladığımız anlamda değil, ama burjuva anlamda bile, bu ülkede üniversite sayısı, 20’nin üzerinde değildir. Saray Rejimi, tüm bu süreci daha da ağır hâle getirmektedir. Her ilde IŞİD dahil cihat örgütlenmeleri yaygınlaştırılmıştır. Sadece İstanbul’da 500’e yakın tekke olduğu söylenmektedir. Çocuk yaşta, 3 yaşından başlayarak çocukların tarikatlar tarafından eğitildiği bilinmektedir. Siirt’in Tillo’su, bu konuda gelişmiş bir örnektir ve Genelkurmay Başkanlığından darbe sürecinde Bakan olan Akar, bu tarikat yuvalarına tüm generalleri ile gidip, desteklerini talep etmiştir. Saray Rejimi, bizzat devlet, bu tarikatların yuvasıdır ve tarikatlar, artık eskisi gibi salt dinî kurumlar da değildir. Hemen hemen her tarikat, mafyatik bir örgütlenmeye sahiptir ve her biri birer holding büyüklüğündedir.

CHP ve burjuva muhalefet, bu tarikatların oyunu almaya hevesli olduğundan mı, bu tarikatları incitmek istememektedir? Bu tarikatların gücü, “oy” mudur? Sanmıyorum. Bu tarikatlar, devletin içindedir ve CHP dahil muhalefet, bu tarikatlarla da içli dışlıdır.

Süreç, çok eskidir. Ve 1950’lerde yeniden güç olarak örgütlenmeleri, devlet eli ile yapılmıştır. Devlet tarikatlara, her zaman yol açmıştır. Komünizme karşı mücadele süreci, sadece Gülen Hareketi’ni beslememiştir. Devlet, CIA projelerine uygun olarak dini öne çıkartmak için, tüm kanallarını açmıştır. 12 Eylül, bu konuda büyük atılım yapmıştır. Cunta, açıktan tarikatları devletin içine davet etmiştir. AK Parti iktidarları bunu beslemiştir ve Saray Rejimi, tamamen tarikatlarla iç içedir. Devlet budur.

2

Eğitim sistemi söz konusu olunca, devletin ikili politikasına dikkat etmek gerekir. Bu politika, bilim adına ne kalmış ise onu, eğitim sisteminden söküp atmayı hedeflemektedir. Bunun için, özelleştirmenin devamı olarak eğitim, büyük çaplı bir rant alanı olarak ele alınmıştır.

İnşaat alanı, nasıl bir rant alanı ise, sağlık ve eğitim de birer rant alanıdır.

Doğa nasıl yağmalanıyorsa, eğitim sisteminde, gençler, kadın veya erkek öyle yağmalanmaktadır. Her gencin aklı, vücudu bir yağma alanı hâline getirilmiştir.

Özel okul furyası budur.

Ülkemizde, ilkokul çağında eğitim veren 10.000 özel okul mevcuttur. Bunun içine dinî eğitim veren kurumlar dahil değildir. Bu 10 bin okulda 1,4 milyon öğrenci eğitim görmektedir. Bu özel okulların, büyük bir çoğunluğu, mesela %40’ı, tarikatların okullarıdır.

Dinî eğitim veren kurs vb. içinde eğitim alanların sayısı 1.5 milyon olarak hesaplanmaktadır. Bu konuda çalışma yapan Ege Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi, adeta cezalandırılmıştır. Doğrusu, okur yazar takımı (OYT) bu alana girmek istememektedir. Zira tarikatların dikkatini çekmek, devletin dikkatini iki kere çekmek anlamına gelmektedir.

Devlet okulları ise, “imamhatip” olarak, örgütlenmektedir. Diyanet İşleri, her okulda cami, olmazsa mescit için çalışmalar yapmaktadır. Bu konuda da yol aldıkları açıktır.

3

Enes Kara, videosunda, bir gününü anlatmakla işe başlıyor. Bir günün özeti, gerçektir. İçinde yaşadığı yurtta, ortaya konulan cendereyi, cehennemi çok güzel özetlemektedir bu.

Derler ki, şeytan ayrıntıda saklıdır. Bu söz, ayrıntının önemli olduğu anlamındadır. Eğer şeytanı kovacaksan, o ayrıntılara bakmak gerekiyor. Enes’in yaşadığı yurttaki günlük yaşam, “hayat şekillendirme” programıdır.

Tam olarak şöyledir:

“Hayat pahasına hürriyet

Esirlik bedava”

Öğrencilere sunulan budur. Esir olun ya da hayatınıza kıyın. Hayatına kıyacak cesareti olmayanlar, esir olsun programıdır bu. Bu, Saray Rejimi’nin eğitim sistemidir. Öyle sıradan bir hatanın, özel bir durumun sonucu değildir. İstisna değildir. Zaten tek değildir.

Sabah, güne namazla başlayan, namazını kılmayana ceza uygulanan, akşam namazla ve risaleyi nur eğitimi ile devam eden bir yurt yaşamı, cenderenin kendisidir.

OYT, bunu şöyle eleştirmektedir: Efendim bu laik eğitim değildir.

Koskocaman bir alkış!

Demek laik eğitim değildir bu!

Doğru elbette.

İyi ama bu ülke laik mi ki, eğitimi laik olsun?

Diyanet İşleri’nin bulunduğu bir ülke laik olabilir mi?

Yine burjuva anlamda konuşuyoruz, laik olmak demek, devletin dininin olmaması demektir. Devlet, her kademede kendini Müslüman bir devlet olarak ilan etmektedir. Dahası, devlet, bizzat o Müslümanlar adına, onlar istemese de dini kullanmaktadır. Dinin bu denli kullanıldığı bir ortamda, anayasada yazıyor diye, devleti laik olarak düşünmek, hayal âleminde yaşamak değilse nedir?

TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Dini, sürekli kullanmıştır. Bugün, dini çok daha aktif kullanmaktadır. TC devleti, zaman zaman Osmanlıcılığı, ama her zaman İslam’ı ve milliyetçiliği kullanarak yönetmektedir.

Artık iş, her bir yurtta, gençlerin, çocukların günlük hayatını planlamak düzeyine getirilmiştir. Ve elbette buna uygun ceza sistemleri olduğunu da düşünmek gerekir.

Açık olarak Enes, tıp eğitimi almıyordu, dinî bir yaşam sürmek üzere, diyelim ki 5 yıllık cehennem hayatını yaşıyordu. Bu, onun istediği bir yaşam değildi.

4

Burada aile işin içine girmektedir.

Babanın, ölüm sonrası açıklaması, cemaatin, tarikatın açıklaması gibidir. Duygudan uzaktır. Ölen oğlunun ardından, “o zaten sorunlu idi” diye bir açıklama yapmak, baskı ile yapılan bir açıklama bile olsa, iğrençtir.

Bize aile kurumunun tüm gerçek yüzünü de göstermektedir.

Baba için çocuk, kendi malıdır. Bir eşyadan farklı değildir. Çocuk, iyi bir okul kazandığında, kendi yarış atı kazanmış gibi sevinecek, kendisinin dinî inancının dışında bir yaşam arayışı varsa, çocuk “problemli” çocuk olarak ele alınacaktır.

Çocuğunu, kadın veya erkek, malı olarak gören, onu bir insan olarak görmeyen, onun hayatını yaşama talebine duyarsız kalan mantık, çocuğu istemediği bir şey yaptığında da onu “aile şerefine zarar veren” olarak ilan etmektedir.

Aile kurumu budur.

Aile, mülkiyet ilişkileri üzerine örgütlenmiştir.

Enes, videosunda bunu içgüdüsel olarak görüyor. Biriktirdiği parasını, kardeşleri ve annesine vermeyi öneriyor. Annesini kurtarmak ister gibidir. Aile reisi olarak baba, erkek, anneye de belli ki bir yaşam tarzı dayatmaktadır. Cemaatin yurduna çocuğun verilmesi, parasızlıktan da değildir. Bu örnekte öyle değil. Birçok aile, çocuğunu okutacak parası olmadığı için, “laik Türkiye’de” eğitim paralı olduğu için, çocuklarını tarikatlara emanet etmektedir. Bu yolla, çocuklarının hayatını “garanti” altına aldığını düşünmektedir. Bu örnekte ise, mesele para meselesi değildir. Baba, tarikat üyesidir. Öyle anlaşılmaktadır. Baba, çocuğunun ölümünde tarikatın suçunun olmadığını düşünmektedir. Ona göre, çocuk, ateist arkadaşlarının etkisi altına kalmıştır. Böylece “problemli” olan çocuk, “iyi bir yaşamı” seçmemiş ve intihar etmiştir. Baba, bir gencin, hayatının baharında canına kıymasının ne demek olduğunu dahi düşünmeyi reddetmektedir. Açıklaması, kendi iradesi ile olsun, olmasın. Çocuğunun ölümü sonrasında baskı ile bir açıklama yapıyorsa, bu da sorundur. Bu nedenle, açıklamayı baskı yokmuş gibi ele almak gerekir.

Bu aile yapısı, sadece mülkiyet meselesi de değil, aynı zamanda mülkiyet + tarikat meselesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Aile, devletin örgütlenmesinde önemli bir araçtır. Devlet, biliniyor, sınıflı toplumlara aittir. Sınıfların ortadan kalktığı durumda devlet de olmaz. Öncesinde de yoktur. İlkel komünal hayatta devlet yoktur. Devlet, egemen sınıf adına, baskı aygıtıdır ve devletler, her zaman dini, mülkiyet ilişkilerini korumak için, kendi amaçlarına uygun kullanmışlardır. Bu mülkiyet ilişkileri, ailenin bir kurum hâline getirilmesini sağlamaktadır. Bizim ülkemizde son derece yaygın olan “namus cinayetleri” hem bu aile kurumuna hem de ailenin devletin dayanağı olması gerçeğine dayanmaktadır. Aile, toplumsal bir hücre olarak, içinde din-körce inanç-buna dayalı namus anlayışı ve mülkiyet ilişkilerini içselleştirmiş bir kurumdur.

Enes, birikmiş parasını, annesinin kurtuluşu olarak bırakmıştır, isteği budur. Annesi ve kardeşlerini kurtarma isteği görülmektedir. Annesinin ekonomik olarak ayakta durabilmesi için bir fırın işletmesi kurmasını çözüm olarak görmektedir.

Bu video, sorunlu, problemli bir beynin ürünü değildir. Bu video, yaşadığı cehennem hayatının bir özetidir ve çıkış yolu bulamamanın ifadesidir.

Enes, sisteme karşı, devrimci bir mücadeleyi, bireysel değil, toplumsal kurtuluş yolunu seçememiştir. Hepsi budur. Bunun verdiği çaresizlik ile, kaybettiği özgürlüğünün bedeli olarak, esir bir yaşamın reddi olarak canına kıymıştır. Yapması gereken, sisteme karşı devrimci mücadeleye yönelmek olmalıydı.

“Hayat pahasına hürriyet” işte budur.

Nâzım’ın dediği gibi, Kore savaşına gidip, 2 metre karelik bir toprak parçasına uzanarak son bulmuş hayat bir “hürriyet” ise, “hayat pahasına hürriyet” budur. Ama “esir”lik bedavadır. Bedeli tüm yaşam sürecinle ödenen bir “bedavalık”tır bu.

Diyorlar ki, çocukları ölmüş aileyi yıpratmamak lazım. İyi ama, çocukların ölümü ne olacak?

Fabrikada işe giden ve ekmeğini kazanan bir kişi, iş cinayetine kurban gidiyorsa, Soma’da ölenlerin yakınları tekmeleniyorsa, Adapazarı’nda patlayan fabrikada ölenlerin aileleri eziyet görüyorsa, adalet diye bir şey yok edilmiş ise, kadınlar her gün ve her gün öldürülüyorsa, çocukların her gün ırzına geçiliyorsa, “aileyi rahatsız” etmemek ne demektir?

Elbette Enes, hayatına kıymamalıydı. İyi ama bunun suçlusu “problemli” olması mıdır? Problemsiz insan mı var? Enes’in hayatını alan sistemin kendisidir, yaşadıklarıdır.

Biz, devrimciler, bu nedenle, özgürlük ve devrim için savaşıyoruz. İşte biz devrimciler bu nedenle, herkesin tek tek hayatı önemli olduğu için, bu koşulları yaratan sistemi yıkmak, paramparça etmek için mücadele ediyoruz.

Çıkış yolu da budur.

Bireysel mücadele ile bu sistem, bu yaşam değişmez.

Elbette, nihayetinde herkes, bir insan olarak mücadele edecektir. Ama bu mücadele, ancak örgütlü bir mücadele olursa, sonuç verecektir.

Saray Rejimi, hayatı çekilmez, hayatı pahalı, yaşamayı esirlik hâline getirmektedir. Ailesi ile, tarikatları ile, devleti ile Saray Rejimi, insan yaşamına kastetmektedir. Her gün bir başka cinayet/cinayetler ortaya çıkmaktadır. Yaşamak pahalı, ama can ucuzdur.

İnsan olarak kalmak, mücadele etmek, bedelleri olan, pahalı bir yoldur. Boğaziçi Direnişi’ne bakalım. Gençler, kendi eğitimlerine, yaşamlarına müdahaleyi reddetmektedirler. Onlara sistemin sunduğu şey; susun ve söyleneni yapın “hürriyeti”dir. Sesini çıkarana, polis copu, kelepçe, TOMA, hapis sunulmaktadır. Özgürlüğü istemenin, mücadele etmenin, insan olarak yaşamanın bedelleridir bunlar. Ateş pahasınadır hürriyet. Ve başka da bir yolu yoktur. İnsan olarak kalmak, direnmekle mümkündür. İnsan olarak kalmak, sisteme karşı devrimci mücadeleden yana olmakla mümkündür. Bunun tersi “esaret”tir. Esareti kabul etmek, yaşamaktan vazgeçmektir.

Her genç, her öğrenci, sistemin kendisine dayattığı esareti, cehennemi yıkmak üzere, devrim saflarına, örgütlü mücadeleye katılmalıdır.

Saray Rejimi, çürümenin, çürümüş sistemin, kokmuş karanlığın itirafıdır. Bu sistemi yıkmak, bu karanlığı parçalamak, en çok gençlerin ve gençliğin işidir.

Dinci gericilik “gemi azıya almışken”…

Son Milli Eğitim Şurası’nda ana okulu çağındaki çocuklara (4-5 yaş) dinî eğitim verme kararı alınmış. Aslında bu gidişle 2-3 yaşa da inebilirler… Böyle bir şey herhâlde Taliban’ın bile aklına gelmezdi… Neyse bizim eğitimcilerimiz erken davranmışlar. Çocukların kimlere emanet edildiğini bir düşünün… Asgarî pedagojik formasyona sahip biri bu kepazeliği kabullenebilir mi? Aslında bu kadarı bile Türkiye’de eğitimin düzeyi, nerelere geldiği hakkında bir fikir vermiyor mu?

Amaç çok açık: Çocukların düşünme yeteneğini dumura uğratmak… “ağacı yaşken eğmek”, bilinci köreltmek… Eğer bunu başarabilirlerse, kolay yönetebileceklerini, ilelebet iktidarda kalabileceklerini, ülkenin varını-yoğunu yağmalamaya devam edebileceklerini düşünüyorlar… Fakat sadece “dindar nesiller” yetiştirmek yeterli sayılmıyor. Aynı zamanda “kindar” olmaları da isteniyor… Bu çağda böyle bir şey, bir zorlama ne demeye geliyor? Laik bir rejimde böyle şeylere tevessül edilebilir miydi?

Cunta Anayasası’nın başlangıcında: “…laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı;” deniyor. İkinci madde de: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayış içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belertilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor. Onuncu madde de şöyle: “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.

Türkiye hiçbir zaman laik olmadı. Siz anayasaya, kanunlara bakmayın. Laiklik, kesin olarak dinin devletin dışına taşınmasını gerektirir. Laik bir rejimde Diyanet İşleri Başkanlığı diye koskoca bir kurum olmaz. Zorunlu din dersi hiç olmaz… Laikliğin bir tanımı yok mu? Hem devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurum olacak ve hem de laiklikten söz edilecek… Zaman zaman “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atılıyor… Laikliğin ne olduğunu bilselerdi, o sloganı atarlar mıydı?

Bir rejimin laik sayılabilmesi için devletin tüm inançlar karşısında eşit mesafede durması gereklidir ama yeterli değildir… Vazgeçilmez koşul, devletin hiçbir dinî işlev üstlenmemesi, dinin de her ne surette olursa olun, siyaset alanına karışmamasıdır. Birçok bakanlıktan daha büyük bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı her şeye burnunu sokuyor… Türkiye’de şimdilerde fetvalarla yönetilen bir rejim var… Mahkemeler bile Diyanet’ten görüş aldığına göre… Fakat fetvalar sadece Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından verilmiyor… AKP’li “ulema” ve tarikat şeyhleri de fetvalar vermekte kendilerini çok rahat hissediyor… Ekonomi politikaları da artık Nas’a, Kur’an ve sünnete dayandırılmaya çalışılıyor…

1945 sonrasında adım adım dinci gericiliğin önü açıldı. Süreç 12 Mart 1971-12 Eylül 1980 askerî darbeleriyle daha da hızlandı. 20 yıllık AKP iktidarında da devlet aygıtını ve toplumlu “kuşattı”… İmam Hatip Okulları münhasıran imam yetiştirmek için kurulmuş değildi… “Din kadını” imam olamadığına göre, kızların İmam Hatip Okullarına alınmaması gerekirdi. Oradaki amaç, dinci ideolojik hegemonyayı büyütmek, toplumu dincileştirmekti…

Toplanan vergilerin yurttaşlık esasına göre kamu hizmetleri için harcanması gerekirken, mezhep esasına göre harcanıyor… Vergilerle dini finanse eden bir rejimin laiklikle ne kadar ilgisi olabilir? Rejim, anayasal vatandaşlık bağıyla değil, din, mezhep ve etnik milliyetçilik üzerinden yurttaşlarla ilişki kuruyor. Sünnî Müslüman olmayanları dışlıyor, düşmanlaştırıyor… Siz hiç bugüne kadar Ermeni bir bakan, Yargıtay başkanı bir Yahudi, genelkurmay başkanı bir Süryani, komünist bir vali, Rum bir üniversite rektörü gördünüz mü? Velhasıl hiçbir zaman gerçek durum Anayasa’nın onuncu maddesindeki gibi değildi… 90 bin kadar Hanefi camisi, 5 bin 138 Sünnî İmam Hatip Okulu, 125 ilahiyat fakültesi… devlet bütçesinden finanse ediliyor… Dolayısıyla, dine harcanan kaynak sadece Diyanet bütçesiyle sınırlı değil. Yaklaşık 20-25 milyar TL’nin dinin finansmanında kullanıldığı tahmin ediliyor… Sağlık Bakanlığının bütçeden aldığı pay %6,6… İnsanlardan toplanan vergilerle bir mezhebin beslendiği-büyütüldüğü rejimin laiklikle ne kadar ilgisi olabilir?

Türkiye’de laikliğin kökleşmesini zorlaştıran önemli bir şey var: Türkiye’de hiçbir zaman bir modernite devrimi ve gerçek bir aydınlanma yaşanmadı. Geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerçekleşmedi. Gerçi demokrasi laikliği varsayar ama laiklik de modernite devrimini varsayar…

Dinci taife laikliği bir Batı icadı, din düşmanlığı sayıyor ve şiddetle karşı çıkıyor. Kadir Cangızbay’ın dediği gibi: “Laiklik asla din düşmanlığı değildir ama laiklik düşmanlığının insanlık düşmanlığı olduğu kesindir…” Laik rejim insanların neye inanıp, inanmadığıyla ilgili değildir. Düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin de teminatıdır… Dolayısıyla, sadece Diyanet İşleri Başkanlığının “aşırılıklarından” şikâyet etmek yeterli olmaz… Zira, Diyanet’in iyisi-kötüsü olmaz…

Şimdilerde Alevi çatı kurumları, demokratik kitle örgütleri, siyasî partiler ve sendikalar, siyasetçiler, sanatçılar, akademisyenler, gazeteciler ve yazarların destek verdiği, “Laik Bir Eğitim İstiyoruz! Zorunlu Din Eğitimi, Çocuğun Yararı İlkesine Aykırıdır” temalı bir kampanya yürütülüyor. Bu kampanyayı büyütmek, dayatılan sefil saldırıyı püskürtmek hayatî önem taşıyor… Analar-babalar çocuklarınıza sahip çıkın…

Soru(n)larıyla Kanal İstanbul faciası – Sibel Özbudun & Temel Demirer

Bu kent öldürüldü diyorlar

bahar gelmez artık buraya.”[1]

 

Kapitalist kent(leşmey)i, İstanbul’u ve dahi Kanal faciasını konuşmak,[2] Marcus Fabius’un, “Quis, Quid, Ubi, Quibus Auxiliis, Cur, Quomodo, Quando?/ Kim, ne, nerede, neyle, neden, nasıl, ne zaman?” ifadesiyle müsemma zorlu bir mesaiyi “olmazsa olmaz” kılar.

Kolay mı? Ücretli kölelik düzen(sizliğ)i olarak kapitalizm, emeğin sömürüsü ve doğanın talanı temelinde yüksel(til)en özel mülkiyetçi mekânlarla ufkumuzu, manzaramızı betonla, rant kaynağı binalarla karartmakta; güneşimizi çalmaktadır. Oysa doğa, gökyüzü, çevre, kuşların göç yolları, toprak canlılığı özel mülke feda edilememeli; ne ki, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin açıklamasında, Danıştay’ın AOÇ üzerinde inşa edilen ‘Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin hukuksuzluğunu teyit eden kararına işaretle, “Kaçak Saray acilen tahliye edilmelidir,”[3] denildiği bir yerdir Türkiye!

* * * * *

Kapitalist kent(leşme) gerçeğinden arî olmayan Türkiye’deki hâl(imiz)de “Kent bugün, zengin din adamlarının yoksul ve aç insanlara ‘erdem’ üstüne vaaz verdikleri bir rezillik yeridir.”[4]

Eşitsizliğin giderek ağırlaştığı “rezillik yeri”nde “Servet ve iktidarın dağılımında artan kutuplaşmanın sonuçları şehirlerimizin mekânsal formu üzerinde geri dönüşsüz izler bırakmakta, onları giderek etrafı çevrilmiş kent parçaları, güvenlik kontrollü konut alanları ve sürekli olarak gözetim altında tutulan özelleştirilmiş kamusal mekânlardan oluşan kentler hâline getirmektedir.”[5]

Bunda şaşırtıcı bir şey de yoktur; çünkü “(Toplumsal) mekân, üretim tarzına hem sonuç, hem de neden ve gerekçe olarak müdahale etse de, bu üretim tarzıyla birlikte değişir.”[6]

Sanayileşme, modernleşme ve hızlı kentleşme sonucunda, ekonomik, sosyal, teknik ve kültürel bir fenomen olarak kapitalist metropol yıkımı ortaya çıkar.

Kapitalizm metropolün özel ve kamusal, iç ve dış tüm mekânlarını rasyonellik ideali doğrultusunda örgütleyip, düzenlerken; kent, yerleşim planı, mimarî yapı kapitalizmin kâr ihtiyacını karşılayacak biçimde düzenlenir. Kent azami kâr isteğinin belirlediği ölçülere göre “gelişir”!

Söz konusu düzlemde kent(ler), mega projeler, kentsel dönüşüm süreçleri ile birlikte incelikle işlenip hızlı bir biçimde dönüştürülürken; sermaye birikiminin ihtiyaçlarına yanıt üretir. Burada insan da, doğa da yok sayılır!

Eric Hobsbawm’ın ifadesiyle sanayileşme devriminin simgesi olan kent; bugün finansallaşmanın, hizmet sektörünün, “orta sınıflaşmanın”, tüketimin simgesi olarak ele alınmaktadır. Bu süreçte kent, insanların çalışma, barınma, beslenme, kamusal hizmetlere erişiminin aracı olmanın ötesinde, sermaye birikiminin gereksinimlerini temel alan talandır. Böylelikle de inşa edilen yapılar değil, aynı zamanda eşitsizliktir.

Tıpkı yıkım eşitsizliğiyle malûl İstanbul örneğindeki gibi!

25 yılda tarım alanlarının yaklaşık yüzde 25’ini kaybeden İstanbul’un kıyılarının yüzde 40’ı erişilemez durumda. Kişi başına düşen aktif yeşil alan ise sadece 2.67 metrekare. Kentteki nüfusun yüzde 70’i deprem bölgesinde yaşıyorken;[7] İstanbul’un nüfusu sürekli artıyor.

TÜİK’in 2019 verisi kentte 15 milyon 67 bin kişinin yaşadığını söylüyor. 10 yıl öncesine göre yaklaşık 2.5 milyon daha fazla. Kapitalizm ülke nüfusunun beşte birini bir kente doldurmayı başarmış!

Oysa nüfusu 1 milyar 400 milyona gelmiş Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’da toplam nüfusun sadece yüzde 2’si yaşıyor; toplam nüfusun İstanbul’da yaşayan oranı ise, yüzde 19![8]

Bu noktada Aristoteles’in, “Çok kalabalık bir kentin iyi yönetilmesi neredeyse olanaksızdır,” uyarısı kulaklara küpe edilmeliyken; “Az gelişmiş yörelerde yeni gelişme odakları oluşturmak ve böylece bu bölgelerdeki nüfusu bölge içinde tutmak suretiyle ülkemizdeki büyük metropollerin daha da büyümesinin önüne geçilmelidir,” demişti 2011’de kapatılan Devlet Planlama Teşkilâtı’nın (DPT) 2000 yılında hazırladığı “Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu” raporu…

Milenyumun başında İstanbul ve çevre illerindeki nüfus yoğunlaşmasına ilişkin yapılan DPT uyarılarına 20 yıldır kulak verilmiş değil. 2000’de 11.1 milyonluk İstanbul nüfusu 20 sene sonra 15.5 milyona ulaştı. 1970 nüfus sayımında 3 milyon olan İstanbul nüfusuna karşılık Türkiye nüfusu 35 milyondu. Bir başka ifadeyle İstanbul nüfusun yüzde 8.5’ine ev sahipliği yapıyordu. Bu oran günümüzde yüzde 18.5’e yükselmiş durumda. Başka bir ifadeyle Türkiye’de yaşayan her 5 kişiden yaklaşık 1’i İstanbul’da ikamet ediyor.

İstanbul bu hâliyle kilometrekareye düşen kişi sayısında 2 bin 976 kişiyle en yakın rakibine 5 kat fark atıyor. En yakın rakibinin de kenti doğu yakasındaki komşusu Kocaeli olması bir başka düşündürücü olay. İstanbul artık nüfus kapasitesini dolduruyor ve doğu ve batı komşularına taşmaya başlıyor. Kentin batı komşusu Tekirdağ ve doğu komşusu Kocaeli’ndeki nüfus artış hızı olağanüstü…

2000’den beri Türkiye’nin nüfusu yüzde 29 artarken aynı dönem içinde Tekirdağ’ın nüfusu yüzde 87 artışla 578 binden 1 milyon 81 bine yükseldi. Aynı dönem içinde Kocaeli’nin nüfusu ise yüzde 67 artışla 2 milyona dayandı.[9]

Bunlar böyleyken; İstanbul’un başına bir de “Kanal” belası sarılmak istenmekte!

* * * * *

24 Şubat 2021’de AKP’nin İstanbul il kongresinde “Şimdi beğenmiyorlar ya… Engellemeye çalışıyorlar ya… Onlara rağmen Kanal İstanbul’u yapacağız. İnadına yapacağız!”[10] diye haykırıyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan…

Öncelikle Kanal İstanbul’un inadına ve istemeyenler “çatlasa da patlasa da” yapılacağı demeçlerine rağmen, her şey ama her şey sorunsuz ilerlese bile Kanal işletmesi en erken 2028 yılında başlayabilecek![11]

Boğazı olan İstanbul’a, bir de “Kanal” yaptırma ısrarı da “Neden” mi?

Malûm, İstanbul Boğazı jeolojik süreçlerle oluşmuş ve Karadeniz’i Marmara’ya bağlayan doğal bir coğrafî yapıdır. Uzunluğu yaklaşık 33 km olan boğazın genişliği ve derinliği yer yer değişiklik göstermektedir. En dar yeri Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasında 700 m, en geniş yeri ise Büyükdere ile Beykoz arasında yaklaşık 3 bin 500 m’dir. Derinliği güneyden kuzeye doğru artan boğazın en derin yeri Kandilli önlerinde 110 m, en sığ yeri ise kıyılarda 10 m olup ortalama derinliği 60 m civarındadır. Genel doğrultusu kuzeydoğu-güneybatı olan İstanbul Boğazı, bu doğrultu boyunca düz uzanan bir boğaz olmayıp yer yer keskin virajları olan bir suyoludur. Örneğin 80 derecelik Yeniköy virajı bunların en önemlisidir. Boğazın kuzeydoğu-güneybatı doğrultusu boyunca 11 adet daha viraj bulunmaktadır. Bu virajlar boğazın genişliğini önemli ölçüde daralttığı gibi özellikle yüksek tonajlı gemilerin manevra kabiliyetini azaltarak karaya vurmalarına, ciddi tehlikelere ve önemli deniz kazalarına neden olmaktadır.[12]

Kanal İstanbul projesinin asıl amacı İstanbul’da yeni bir rant alanı oluşturmak değil de gerçekten boğaz trafiğini rahatlatmak mı?

Çiğdem Toker’in, “Garantileriyle sadece çevreye, tarihi mirasa değil, Hazine’ye de kasteden Kanal İstanbul’u ne kadar konuşsak, anlatsak azdır,”[13] notunu düştüğü tabloda kesinlikle değil!

Çünkü AKP modelinin özelliği “rant” yaratmasıdır. Zeyyat Hatipoğlu Hoca, buna “rantlarla büyüme” adını takmıştı. Rant, katma değer yaratmayan gelir büyümesidir. Rantlarla büyüme, kas geliştirmeden kilo almaya benzer. Ölçülen hacim artmıştır ama bünye güçsüzdür, kırılgandır.[14]

Söz konusu kırılganlığın bir diğer artısı da israfken; Kanal İstanbul’a en iyimser tahminle 21 milyar dolarlık kaynak ayrılacak. Sanayi Bakanlığının verilerine göre bu para ile 296 bin 452 kişiye istihdam yaratılabilir. Bu, 19 ilin işsizlik sorununun çözülmesi anlamına geliyor. Yani Kanal parasına 19 kent ihya olurdu.[15]

Egemenlerin buna da, “Kanal İstanbul Marmara Denizi’ni öldürür,”[16] uyarısına rağmen devreye sokulan tahribata da aldırdığı yok…

“Nasıl” mı?

Örneğin Prof. Dr. Yasin Çağatay, Kanal İstanbul’un yaratacağı etkilere yönelik olarak, “Kanal İstanbul, iklim krizinin etkilerini artıracak,”[17] derken; “çılgın proje”nin çevreye etkisi ağır olacak!

Kanalda su akıntılarının şekli de belirsiz; Tuna Nehri ile Karadeniz’e gelen kirli suların Marmara’ya akmasıyla geri dönüşü olmayan büyük sorunların ortaya çıkması beklenmelidir. Tuna’nın Karadeniz’deki kirliliğe etkisinin araştırıldığı bilimsel çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Kanal projesinde buna ilişkin bir belge ve bilgiye ulaşılamamıştır. Bu bağlamda kanaldaki akıntı nedeniyle Marmara’da oluşması kaçınılmaz görünen sorunların Marmara ile sınırlı kalmayacağı, Ege’ye hatta Akdeniz’e kadar yayılacağı düşünülmelidir.[18]

Açıklanan verilere göre kanal için 25 m derinlik, 250 m genişlik öngörülüyor. Kazıya başlandığında çukuru, yapılaşma ilkeleri uyarınca daha derin ve geniş açmak gerekiyor. Bu durumda 30 m derinlikte ve 300 m genişliğinde bir kazı yapılacak demektir. Kanalın uzunluğu da yaklaşık 40 km olarak belirlendiğine göre 360 milyon m3lük devasa bir kazı söz konusu. Kazılan zeminin serbest hacminin yüzde 20 mertebesinde arttığı da düşünülürse 432 milyon m3lük bir dolgu ortaya çıkıyor. Dolgunun m3 birim hacim ağırlığı 2 ton olduğuna göre 864 milyon tonluk bir kazı ve nakliye gerekiyor. Bunlar sıra dışı ve ürkütücü rakamlar…

Aynı hususlar kanal için dökülmesi gereken betonarme betonu için de geçerli. Kanal yüzeylerinin en azından 1.5 m kalınlıkla oluşturulması gerektiği düşünülürse 18 milyon m3 betonarme betonunun dökülmesi gereği ortaya çıkıyor. İstanbul çevresinde bu kapasite yok. Kentte beton için malzeme üreten tüm taş ocakları buraya yönlendirilse bile yeterli değil. Bu nedenle oluşacak büyük açığı kapatmak için Trakya yöresine yönelmek gerekecek. Bu durumda da açılacak yeni taş ocakları için yeni orman kıyımlarıyla elde kalan son yeşil alanlar da büyük ölçüde yok olacak.

Kanalın geçeceği bölgede 350 milyon m2lik (350 bin dönüm) bir tarım alanının ortadan kalkacağı belirtiliyor. Bu, kenti besleyen böylesi geniş bir alanın yok olması demek.[19]

Özetle Marmara Denizi’ni Küçükçekmece Gölü’nden ayıran noktadan başlayarak, Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam eden, Terkos Gölü’nün doğusunda Karadeniz’e ulaşan güzergâhta yer alan Kanal İstanbul’un doğaya etkisi ağır olacak.

Kanal İstanbul’a son şekli verilen bin 595 sayfalık Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu, incelendiğinde projenin kentin ekonomisine ağır darbe indirmesi bekleniyor. Kanal İstanbul’un çevresindeki tarım alanları “Yenişehir İmar Planları” ile yapılaşmaya açılırken, kanalın inşa edileceği hatta ise tarla ve meralar yok alacak.

ÇED raporuna göre, Kanal İstanbul projesinin çalışma alanının yüzde 52 ile en büyük bölümünü tarım arazileri oluşturuyor. Geriye kalan alanın yüzde 10.8’i göl, yüzde 8.1’i kıyı kumulları, yüzde 7.3’ü mera, yüzde 6.5’i çayır, yüzde 6.5’i fundalık, yüzde 4.1’i yerleşim ve yüzde 3.8’i orman alan alanlarından oluşuyor.

Proje güzergâhında yer alan 440 meradan, 13 milyon 437 bin metrekare büyüklüğündeki 418’inin mera niteliği kaldırılacak, 22’sinde ise tapu kaydında tedbir veya davalar olduğundan henüz çalışmalar sonlandırılamadı. Kaybolacak tarım ve mera alanları toplam 40 milyon 710 bin metrekare…

Proje üzerinde 4.5 milyon metrekare de orman alanı bulunuyor. ÇED raporuna göre ormanlık alanda bulunan 200 bin 878 adet ağaç ya sökülecek ya da kesilecek. Ancak, bu sayının rapora eklenmeyen genç ağaçlarla iki katına çıkarak 400 bini bulabileceği belirtiliyor.

Kanal İstanbul projesinde çıkarılacak 1 milyar 155 milyon metreküp hafriyatla, Marmara Denizi’nde 3 yapay ada yapılması planlanıyordu. Mali açıdan etkin görülmediği için çıkarılan toprak ile Karadeniz kıyısında 38 kilometrelik kıyı dolgusu yapılacak.[20]

Bunlar böyleyken; TBMM Küresel İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu Başkanı ve eski Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, komisyon toplantısında Kanal İstanbul projesiyle ilgili endişelerini dile getiren Manisa Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu’nun sorularını yanıtsız bıraktı.

İklim krizinin su kaynaklarına olan etkisinin ele alındığı komisyon toplantısında Bakırlıoğlu, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) Kanal İstanbul’la ilgili iki görüş yazısının ÇED raporlarında bulunmadığına dikkat çekti. Eroğlu, “Bu görüş yazılarında DSİ’nin Kanal İstanbul’la ilgili endişeleri dile getirilmekte, İstanbul’un yeraltı ve yer üstü sularına, kaynaklarına olası olumsuz etkilerinden bahsedilmekte. Terkos Gölü’nün doğusunda yer alan yaklaşık 20 kilometrekarelik su toplama havzasının devre dışı kalması ve bunun da yaklaşık 18 milyon metreküp su kaybı anlamına geldiği söylenmekte” ifadelerini kullandı.[21]

* * * * *

ÇED raporlarına gelince…

Kendi ihtiyaçlarını ülke ihtiyaçlarının yerine ve önüne koymayı politik strateji hâline getiren Cumhurbaşkanı, Kanal İstanbul meselesini de ekonomik bir proje olmaktan çıkartıp bir tür bekâ meselesi hâline getirerek, projeye karşı çıkanları kriminalize etmeye çalışıyor.

Cumhurbaşkanı projede bu denli ısrarcı ve aceleci olunca, büyük bir titizlikle yürütülmesi gereken proje ve ÇED süreçleri de yeterli incelemeler yapılmaksızın alelacele ilerletiliyor. Bu kapsamda önce projenin 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı değişiklikleri, ardından 1/5000 Ölçekli Nazım İmar Planları ve 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından askıya çıkartıldı.

Proje için verilen ÇED olumlu raporuna, hazırlanan planlara, yapılan ihalelere karşı TMMOB tarafından açılan davalara, yurttaşlar tarafından yapılan itirazlara rağmen süreç iktidarın ihtiyaçları ve direktifleri doğrultusunda hızla ilerliyor. Diğer pek çok projede olduğu gibi, Kanal İstanbul’da da dava konusu edilen planlarda yapılan küçük değişiklikler, açılan davaları konusuz bıraktığı için, hukuk süreci bir türlü işlemiyor.

Hukuk sürecini devre dışı kılmak için yapılan plan değişikliği, 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı ana kararlarıyla çelişmektedir. Bölgedeki büyük mülk sahiplerinin talepleri doğrultusunda yapılan bu değişiklikler kamu yararına değil, sermaye gruplarının çıkarlarına hizmet etmektedir.

Yapılan plan değişiklikleri, üst ölçekli planlama ilkeleri dikkate alınmadan yapılmıştır. İstanbul’un sürdürülebilir gelişmesi açısından vazgeçilmez öneme sahip ekolojik kuşak ve koridorların ana bileşenlerinin içme suyu havzaları ve orman alanları olduğu gerçeği göz ardı edilmiştir.

Bölgenin tüm yaşamsal kaynakları, projeden yüksek düzeyde etkilenecektir. Karadeniz’in kıyı coğrafyası bozulacaktır. Su fakiri İstanbul’un su kaynakları yok olacaktır. Temel haklardan olan yaşam hakkı, su hakkı halkın elinden alınmaktadır.

Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na göre, birçok arkeolojik alan, planın uygulanmasından yüksek derecede etkilenecektir. Planlama alanında iki antik şehir, doğal ve arkeolojik SİT alanları kaybedilecektir.

Plan değişikliği, üç canlı fay hattının yer aldığı bölgede yoğun nüfus birikimi yaratacak, böylece deprem ve tsunami riskinin etkileri büyüyecektir.[22]

Bu kadar da değil!

ÇED raporuna göre proje alanının yüzde 52’si tarım alanı. İBB’nin rakamlarına göre ise proje ile 23 milyon metrekare orman alanı, 45 km uzunluğunda ve ortalama 150 metre genişliğinde 136 milyon metrekarelik çok verimli tarım ve orman alanı sonsuza kadar ortadan kaldırılıyor. Tarım arazisi kaybı ise sadece kanalın geçtiği güzergâhla bitmiyor. Ortaya çıkacak olan yapılar ve yollarla birlikte bu kayıp korkunç boyutlara ulaşacağı belirtiliyor. Toprak kaybı ile birlikte orman ve su havzaları tamamen yok ediliyor. Kanal çevresine inşa edilecek yapılarda en az 500 bin ailenin yaşayacağı belirtilirken bugün büyük bir susuzluk tehdidi altındaki İstanbul, bu yapılarla birlikte tamamen susuzluğa mahkûm edilmek isteniyor. Terkos Gölü, Uzungöl gibi seyirlik hâle getirilmek istenirken, Sazlıgöl tamamen ortadan kaldırılıyor. Küçükçekmece Gölü ise deniz suyu ile dolarken, bu proje sonrası mevcut İstanbul’a dahi suyun yetmeyeceği bir durum ortaya çıkıyor ve yeni kentle birlikte su hayal hâline getirilmek isteniyor.[23]

Ve çok önemli bir şey daha: Kanal İstanbul projesiyle ilgili tartışmalı ÇED raporunda tarihî eser ve SİT alanlarına ilişkin Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı koruma kurullarının uyarı yazılarının sümen altı edildiği ortaya çıktı.

İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun tarihî eser ve SİT alanını içeren itirazlarının ÇED raporunda yer almadığı, bu kapsamda raporda değişiklik yapılmasının talep edildiği belirlendi. Gülizar Biçer Karaca, “ÇED raporunda projeyle ilgili olumsuz görüş içeren kurum yazışmalarının saklanması, ‘ÇED Olumlu’ kararını hukuken sakatlamaktadır,” dedi.[24]

* * * * *

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, “İstanbul’a katmerli ihanet projesi” olarak nitelediği “Kanal İstanbul”[25] konusunda Adalet Komisyonu üyesi ve Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül, “Bu proje çevre, doğa ve insan düşmanı, tüm bölgenin ekosistemini tahrip eden Marmara Deniz’ini bitirecek olan bir rant projesidir,”[26] derken; Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları (TMMOB) Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube 2. Başkanı Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu da, “Kanal İstanbul’un bir ulaştırma ve lojistik projesi değil, gayrimenkul ve rant projesi olduğunu”; Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Raşit Fırat Deniz de, “Projeyle birlikte İstanbul’un su kaynaklarının yok edileceği”ni belirttiler.[27]

TMMOB İnşaat Mühendisleri (İMO) eski Başkanı Cemal Gökçe, kanal projesinin temelinin rant olduğunu belirterek, diğer düzenlemelerin bu rantı bazı müteahhitlere, belli firmalara aktarmak için birtakım gerekçeler yaratmakla yapılan düzenlemeler olduğunu vurgusuyla ekliyor: “Başta Katarlılar olmak üzere Körfez ülkelerinde bazı insanlar, yine Türkiye’de etkili ve yetkili bazı kişiler geniş araziler kapattılar kanal güzergâhında. Oysa İstanbul’un kuzeyi, kanalın yapılacağı söylenen yerler, İstanbul’un su havzalarıdır. Kanal yaparak yer altı sularının dengesini, drenajını bozuyorsunuz. Tarımı yok ederek, çiftçiyi kuraklıkla baş başa bırakıyorsunuz. O bölgede birtakım insanların kapatmış olduğu arsanın üzerine kanal yapmak için proje yapıyorsunuz. Bana göre kanal bahane, hiçbir yararı yok, tersine zararı var. Dolayısıyla işin temeli rant.”

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu da, Kanal İstanbul projesinin İstanbul ve ekolojik yapısı için bir eko-kırım projesi olduğunu ekliyor.[28]

Aslı sorulacak olursa; “Kanal İstanbul’un ekonomi politiğini ortaya koyarsanız zaten sıradan bir proje değil, bir rejim modeli olduğunu görürsünüz. Çünkü Kanal İstanbul bir proje değil, geleceğin Türkiye’sinin bir modeli”dir.[29]

“Neden” mi?

Kanal İstanbul Projesi kapsamında bulunan alanın yüzölçümü yaklaşık 33.674 (336.740.000 m2) hektardır.

Proje kapsamında bulunan parsellerin yaklaşık yüzde 70’i şahıs ve özel şirketlere aittir. Yapılan araştırmalara göre proje güzergâhın açıklandığı 2014 yılından 2021 yılına kadar bölgedeki arazi fiyatlarında 6-8 kat artış görülmüştür. Ancak oluşan ve oluşacak rant arazi sahiplerinden çok komisyonculara, spekülatörlere, gayrimenkul şirketlerine ve güzergâh bilgilerine önceden ulaşabilen ayrıcalıklı alıcılara gitmektedir. Nitekim bazı Arap şeyhlerinin, kimi siyasilerin, iktidara yakın işadamlarının, bürokratların, çıkar ve baskı gruplarının Kanal İstanbul Projesi kapsamında bulunan alanlarda aldıkları geniş araziler sıklıkla gündemi meşgul etmektedir. Örneğin 2011-2019 yılları arasında proje güzergâhı civarında 30 milyon m2 arazinin el değiştirdiği ve en büyük payın üç Arap şirketinde olduğu belirlenmiştir. Yine bir holdingin altı yıldan beri Kanal güzergâhında 600.000 m2 arazi topladığı medyaya yansımıştır.

Kanal İstanbul kapsamındaki 33.674 hektarlık (336.740.000 m2) alan en son 07.04.2020 tarih ve 105645 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlık makamı oluruyla “Rezerv Yapı Alanı” ilan edilmiştir. Böylece 6306 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi gereğince söz konusu alana ilişkin tüm planlama yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığına geçmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bölgeye ilişkin Çevre Düzeni Planı Değişikliğini 16.03.2021 tarihinde onaylamıştır. Yine Söz konusu 33.674 hektarlık proje alanının 13.060 hektarlık kısmının nazım ve uygulama imar planları 2021 yılı içerisinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca yapılmıştır. Bu planlar kapsamında “Yenişehir” adıyla yaklaşık 500 bin nüfuslu yeni bir yerleşim alanı kurulması öngörülmektedir. Proje kapsamında imara açılacak alanların 83 milyon m2 olacağı (ortalama bir İstanbul ilçesinin, örneğin Bağcılar’ın 3.5 katı bir alan) hesaplanmaktadır.

Maliyeti Ulaştırma Bakanlığı tarafından 15 milyar ABD Doları olarak açıklanan, ancak gerçek maliyetin 40-50 milyar ABD Doları’nı bulabileceği öngörülen Kanal İstanbul Projesi’nin KÖİ yöntemiyle yapılması planlanmaktadır. Böylece diğer KÖİ projelerinde olduğu gibi verilen garantiler yine kamu yani halk tarafından ödenecek, bütçeye ağır bir yük daha yüklenerek bir kara delik daha açılacaktır.

Dolayısıyla proje maliyeti 84 milyon vatandaş tarafından karşılanırken, oluşan rant çıkar ve baskı gruplarına, spekülatörlere, Arap şeyhlerine ve ayrıcalıklı siyaset, işadamı ve bürokrasi çevrelerine gidecektir.

Öte yandan Kanal İstanbul Projesi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) de çok ciddi bir maliyeti olacaktır. Sadece İSKİ’ye maliyetinin 3.3 milyar ABD Doları olacağı hesaplanmaktadır. İBB bu maliyetlere katlanırken proje kapsamındaki imar düzenlemeleri sonucu ortaya çıkan değer artışlarından 1 TL bile rant vergisi alamayacaktır. Çünkü proje alanı “rezerv yapı alanı” alanı olarak ilan edilmiştir ve 7221 sayılı kanun gereğince rezerv yapı alanlarındaki uygulamalar değer artış payından istisnadır. Dolayısıyla İBB ile birlikte İlçe belediyeleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Hazine de Kanal İstanbul kapsamında oluşan devasa ranttan hiçbir pay alamayacaktır.

Kimi hesaplamalara göre Kanal İstanbul Projesi’nin 120 milyar dolarlık kentsel rant oluşturacağı öngörülmektedir. Oluşacak bu rantın kamuya aktarılması için; proje kapsamında bulunan ve ilk defa imar planı kapsamına alınacak arazilerin arsaya dönüşüm aşamasında ortaya çıkan değer artışları ile imar plan değişikliklerinden ortaya çıkan değer artışlarının kamuya aktarılması gerekirken kamu bir kuruş dahi alamayacaktır.[30]

“Nasıl” mı? Şöyle!

“Yeniçağ” gazetesi yazarı Murat Ağırel, “Toplamda 26.7 milyon metrekare arazi el değiştirmiş,” diyerek, Kanal İstanbul güzergâhından arazi alan isimleri sıralayıp, kamuoyunun yakından tanıdığı birçok ismin güzergâhtan arsa aldığını açıkladı.

“Bölgede bulunan emlak şirketleri, arsa sahipleri ve tapudaki kaynaklarım ile görüştüm. Resmî belgelere ulaştım. Öğrendiğim bilgiler üzüntü verici” diyen Ağırel, güzergâhta arsa değişikliklerine ilişkin şu bilgileri verdi:

“Kanal İstanbul güzergâhı toplamda 100 bin 630 kişiye ait 163 bin 745 adet tapudan oluşuyor.2013 yılında yabancı yatırımcıların alım satım hareketleri 25 bin metrekare arazi ve 7 tapu ile işlemdeyken 2014-2018 yılları arasında 11 kat aratarak 383 bin metrekare ve 80 tapuluk bir işlem hacmine kavuşuyor.

“Şirketler ise 2009-2013 yılları arasında 656 bin metrekare arazi ve 65 tapu ile alım satım hareketinde bulunmuş. Fakat 2014-2018 tarihleri arasında bu veriler 7 kat artıyor ve 476 tapu 4 milyon 800 bin metrekare gibi inanılmaz bir artış sergilemiş. Toplamda 26.7 milyon metrekare arazi el değiştirmiş.”

El değiştiren arazilerden en büyük alana sahip ilk 10 şahıs/şirketten 3 tanesi Arap yatırımcılar olduğunu söyleyen Ağırel, “2015 yılından sonra Kanal İstanbul’u duyup arazileri satın almışlar” dedi.[31]

 

AĞIREL’İN ÇIKARDIĞI LİSTE

EYÜP AKDAĞ MÜSİAD Madencilik Kurulu’nun temsilcisi. İstanbul Ayazağa’daki orman arazisinde maden ocaklarının kazı yapabilmesi için çam ağaçlarını devlet eliyle katletmesiyle bilinen Akdağ Madenciliğin sahibi. Taş ocaklarına izin verilmesi için yürüttüğü lobi faaliyetiyle tanınıyor.

İnşaat sektöründe kullanılmak üzere agrega madenlerinin çıkarılması için faaliyet gösteren firma, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan gerekli izinleri alarak kazı yapacağı bölgedeki ağaçların İstanbul Orman Bölge Müdürlüğü tarafından kesilmesine yol açmıştı.

2013 yılında Arnavutköy’de 65 bin metrekare büyüklüğünde 1 tapu sahibi oluyor.

AZİZ TORUN Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imam hatip lisesinden arkadaşıdır. Torunlar Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı Anonim Şirketi’nin sahibi. 2013 yılında parsel büyüklükleri 60 bin metrekare olan 5 tapu sahibi oluyor. Dikkat edin Erdoğan, Kanal İstanbul’u ilk olarak 2011 yılında açıklamıştı.

ERDOĞAN BAYRAKTAR İsmi 17-25 Aralık operasyonlarında çok tartışıldı. Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı olarak görev yaptı. 2007 yılında kurulan Vatan Eğitim ve Teknoloji Vakfı Başkanlığını üstlendi. Eşi ve oğlunun da hissedar olduğu Oğuzkağan şirketi, Bulvar Atakent projesinin arsasını vakıftan ihale ile almıştı. Arnavutköy’de 2012 ve sonrası 14 tapu sahibi oldu. 2018 Aralık ayında da ne olduysa bu arsaları elinden çıkarıyor.

İSMAİL DOĞAN Arnavutköy’de 2013-2018 yılları arasında 21 bin 839 metrekare araziyi 11 tapu ile topladı. 19 yıldır MHP üyesi olan İsmail Doğan ve ailesi, AKP’ye geçmesiyle biliniyorlardı. Aileye rozetini ise milletvekili adayı Ahmet Uzer takmıştı.

RECAİ EROL VE NECMİ EROL Muratbey peynirlerinin sahibi. Recai Erol 2013-2014 yılları arasında 50 bin 841 metrekare araziyi 9 tapuda, Necmi Erol da 53 bin 785 metrekare araziyi 9 tapuda toplamış. Toplamda kanal civarında yaklaşık 105 dönüm araziye sahip olmuşlar.

NUR MUHAMMED GENÇ 17-25 Aralık sürecinden sonra istifasıyla dikkat çeken eski Arnavutköy Belediye Başkan Yardımcısı Melik Genç’in kardeşi. Arnavutköy’de 2013-2018 yılları arasında 22 bin 502 metrekare araziyi 6 tapuda parça parça toplamış. Konuyla ilgili geçen yıl Sözcü’den Özlem Güvemli’nin sorularını yanıtlayan Genç, “Arazileri 5-6 yıl önce sattım. Kanal İstanbul güzergâhında şu anda arazim yok. Emlak işi yapıyorum. O günkü fiyatlar iyiydi, sattım. İnşaat işine girdim. Pasif tapularda olabilir ama aktif olarak üstümde tapu yok” demişti.

SÜLEYMAN KARAMAN TCDD Genel Müdürü olarak da görev yapmış olan makine yüksek mühendisi. 2015 yılında TCDD bünyesindeki görevinden istifa ederek AKP Erzincan milletvekili adayı olup seçildi. 41 canın gittiği Pamukova tren kazasında TCDD Genel Müdürü’ydü.

Oğulları ve sahip oldukları firma da Kanal İstanbul’dan arazi alan isimler arasından çıktı.

Daha kimler yok ki; Cenk Yerlikaya’nın 9 tapuda 36 bin metrekare, Yakup Önder Mercangöz’ün 8 tapu ve 75 bin metrekare, Aydın Keleş’in 7 tapu ve 30 bin metrekare, Emine Sabancı Kamışlı’nın 7 tapu 35 bin 929 metrekare, Hediye Sekman Çetinkaya’nın 7 tapu ve 87 bin 924 metrekare, Veysel Gürbüz’ün 6 tapu ve 23 bin metrekare, Mehmet Babacan’ın 5 tapu ve 72 bin metrekare, Beşir Uğur’un 4 tapu ve 67 bin metrekare, Ayşe Memişoğlu’nun 3 tapu 17 bin 800 metrekare arazisi var ve bu liste uzayıp gidiyor…

Hepsi de 2011 sonrasında özellikle 2013 yılından sonra toplanmaya başlamış.

MUSTAFA TIRAŞ Haznedar-Özel Kolej Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı. Babası Hasan ve annesi Zehra için kurmuş olduğu “Hasan Zehra Tıraş Vakfı” bulunmakta. Bu vakıf ile birlikte Afrika ülkelerinde su kuyuları açıyor. Ülke içinde de yardım faaliyetleri düzenleniyormuş. 2013-2014-2015 yıllarında 3 tapu yaklaşık 500 bin metrekare araziye sahip gözüküyor.

EROL TABANCA Polimeks İnşaat’ın Yönetim Kurulu Başkanı. Diğer ortaklar Cem Siyahi ve Abdullah Gözener. Türkmenistan’a iş yapıyorlar.

Bu firmanın ismi daha önce haberlerde çokça yer aldı. Akşam gazetesinden Ufuk Türkyılmaz’ın haberine göre; Bir ihbar üzerine Türkmenistan uçağını durduran gümrük görevlileri ‘lavabo’ beyan edilen konteynerlerde 1.3 ton altın ele geçirdi.

Altınların göndericisi ise Polimeks İnşaat olduğu ortaya çıktı. Meğer İran ambargosunu delmek için yapılmış. Şirket bu durumu ise “Yaşanan olay, ihraç işlemleri sırasında sehven yapılan zamanlama ve prosedürel hatanın yetkililere anlatılamamasından kaynaklı bir durumdur” diyerek açıklamış ve ortada bir kaçakçılık olmadığını savunmuş.

Capital 500 Türkiye’nin en büyük 500 özel şirketi araştırmasında, 30’uncu sırada yer alıyorlar.

İşte söz konusu bu firma Kanal İstanbul’da 14 tapu ile 249 bin 780 metrekare arazinin de sahibi.

SÜLEYMAN ÇETİNSAYA Artaş İnşaat’ın Yönetim Kurulu Başkanı. 1995 yılında Bakırköy Carousel alışveriş merkezinin inşaatını tamamladı ve yüzde 28 hissedarı oldu. Avrupa konutları, Vadi İstanbul, Tema İstanbul’u yapan şirket. Bank Asya kurucularından. FETÖ’nün iş adamlarının çatı örgütlenmesi olan TUSKON’un yönetim kurulu üyesi. FETÖ’nün ilk iş insanları derneği olan, kapatılan İş Hayatı Dayanışma Derneği (İŞHAD)’nin de kurucusu.

Arnavutköy’de 2013 ve sonrasında 10 tapu olmak üzere 578 bin metrekare arazinin de sahibi. Yani Kanal İstanbul’un ihya edeceği isimlerin başında adı, FETÖ ile yan yana olan Çetinsaya da bulunuyor.

Avrupakent Gayrimenkul Geliştirme Anonim Şirketi de 3 parselde 130 bin 122 metrekare alana sahipler. Şirketi yine Süleyman Çetinsaya’nın da içinde yer aldığı Çetinsaya mensubu kişiler kuruyor. Yani toplamda 700 dönümden fazla Kanal İstanbul arazisine sahipler.

SULAİMAN ALMUHAİDİB Körfez Bölgesi’nin önemli yatırımcılarından Al Muhaidib Grup’un Yönetim Kurulu Başkanı. Ağaoğlu Maslak 1453’e yatırım kararı almıştı. Türkiye’ye yaklaşık 1 milyar dolarlık gayrimenkul ve enerji yatırımı yaptığı belirtilen Suudi Arabistanlı iş adamı, Erzurum’a hayvancılık alanında yatırım yapmak için geldi. Ağaoğlu ve Erzurum Belediye Başkanı ile birlikte iş yaptı. 2015 yılında 5 tapu sahibi oluyor. Parsel büyüklüleri 99 bin metrekare!

MOHAMMAD ALMARZOUQ/ KHALES ISSAM ALMARZOOQ Shurak Al Ajdad Gayrimenkul Turizm İnşaat ve Ticaret A.Ş.’nin sahipleri. Şirket 2015 yılında 3 milyon 600 bin TL sermaye ile kuruluyor. Fakat ilginçtir hemen Kanal İstanbul’dan 5 tapu ve 125 bin 402 metrekare araziye sahip oluyorlar.

NAGİ BİNSHAKH Binsheikh İnşaat Turizm ve Dış Ticaret Limited Şirketi. Bu şirket 9 Şubat 2018 yılında 200 bin TL sermaye ile Seyhan Yılmaz ve Yemen Uyruklu Suudi Arabistan Cidde’de yaşayan Waled Naji Saleh Bın-Sheıkh tarafından kurulmuş. Sonrasında Seyhan Yılmaz hisselerini Suudi Arabistan uyruklu Saleh Nagi Binshakh’a devretmiş. Bu şirket 2018’de 200 bin liraya kurulmasına rağmen toplamda 19 bin metrekare arazi almış.

AHMAD NASSER ALSWAİDAN CANALHILL Gayrimenkul A.Ş.’nin sahibi. Şirket diğerleri gibi 2018 yılında 1 milyon sermaye ile kurulmuş. Kurucusu Suudi Arabistan uyruklu. Kanal güzergâhından 21 bin 688 metrekare araziyi sahiplenmiş.

MASOOD GHEYATH MOHAMMAD GYEYATH Datum Turkey İnş.A.Ş.’nin kurucusu. 1 Kasım 2017 tarihinde 1 milyon sermaye ile kuruluyor. Kurucusu Dubai’de yaşıyor ve Birleşik Arap Emirlikleri uyruklu. Yaklaşık 30 bin metrekare araziye sahip.

AHMED HUMAİD MATAR ALTAYER Noora Gayrimenkul Turizm İnşaat ve Ticaret A.Ş.’nin sahibi. Şirket 14 Temmuz 2017 tarihinde kurulmuş. Dubai’de yaşıyor ve Birleşik Arap Emirlik uyruklu. 1 milyon TL sermaye ile kurulan bu şirket Arnavutköy’de 2015 yılında 79 bin 81 metrekare (2 tapu) sahibi oluyor.

İşin ilginci SHURAK, CANALHILL, DATUM ve NOORA adlı firmaların Ticaret Sicil Gazetelerindeki adresleri Ziya Gökalp Mahallesi, Karacaoğlan sokak… Yani hepsi aynı adreste kurulmuş gözüküyor.

Hepsinin yer aldığı adres Ağaoğlu My World Europe… Muhtemelen bir iş merkezi olsa gerek!

BANDAR ABDULMOHSEN ALKNAWAY HAYA Gayrimenkul İnş. ve Dış. Tic. Ltd. Şti.’nin kurucusu. 11 Kasım 2015 tarihinde 50 bin Türk lirası sermaye ile Hatip Alpöz ile birlikte bu şirketi kuruyor. Hatip Alpöz, Florya’daki Hatay Sofrasını işleten Mardinli iş insanı. Bu firma toplam 33 bin metrekare arazi almış.

 

“Son tahlilde Kanal İstanbul’dan geride kalacak olan egemenlik tehditlerinden başka, muazzam yeni zenginlikler olacak. Bu zenginliklerin rantını da daha şimdiden kanal boyunca tüm arsaları kapatmış olan, Araplar ve dostları iktidar, siyaset ve çevresi alacak; kanal boyunca yapılacak lüks evler, mahalleler, yaşam alanları olacak.”[32]

İşte birkaç örnek daha!

i) Kanal İstanbul Projesi ihalesi tamamlanmadan TOKİ, konut ihalesine çıktı. TOKİ eliyle ranta açılan bölgenin imarı için yasal süreç tamamlanmış değil. İBB Meclis üyesi Nadir Ataman, “Hayatımda böyle saçmalık görmedim. Arsa tapuları olmadan inşaata da başlarlarsa hiç şaşırmam,” dedi![33]

ii) TOKİ’nin, Kanal İstanbul’un güzergâhında sessiz sedasız ihalesine çıktığı konut projesinin ikinci etabının detayları belli oldu. Sazlıbosna bölgesindeki proje kapsamında, toplam bir milyon metrekareden fazla “tarla” ve “ham toprak” alanına yüzlerce konut yapılacak. İhale dosyasında projenin ikinci etabının görselleri de mevcut. Görsellerde “bodrum artı 5 katlı” binalar yer alıyor![34]

iii) AKP tarafından Meclis’e sunulan yeni “turizm torbası”nda, belediyelerin bazı yetkileri ellerinden alındı. Kanal İstanbul’un turizm alanları için de uygulanabilecek hükümlerde “yat limanları” için arsa tahsisi de yer aldı![35]

iv) AKP’li Başakşehir Belediyesi, Kanal İstanbul’a komşu olan toplam 39 bin metrekare büyüklüğünde iki arazisini konut alanı olarak satışa çıkaracak. Arazilerin “gelir sağlamak için” satışa çıkarıldığı belirtildi![36]

* * * * *

Özetle “Kanal, geleceğini spekülatif kentleşmeye, inşaat, emlak rantına bağlamış üretemeyen ekonominin ve dolayısıyla iktidarın can simididir. Tam da bu nedenle, ‘isteseniz de istemeseniz de!’ İstanbul’un son bakir arazilerinin Kanal vasıtasıyla küresel inşaat emlak ve finans sermayesinin yağmasına açılması devletin ve İstanbul’un bekası için değil ama otoriter neo-liberalizmin bekası için elzemdir,”[37] formülü ile ifade edilmesi mümkün olan “Çılgın Proje”yi halk istemiyor.

Metropoll Araştırma’nın anketinde halkın yüzde 51’i Kanal İstanbul için “Bu bir rant projesi” dedi; yüzde 48.6’sı ise “bu projeyi doğru bulmadığını” belirtti.[38]

İstanbul Barometresi 2021 Haziran Raporu’na göre, yüzde 71.1 Kanal İstanbul projesine İstanbulluların karar vermesi gerektiğini, yüzde 62.7’si ise kanalın israf olduğunu ifade etti.[39]

Konda’nın araştırmasına göreyse 15-30 yaş arasındaki kesimin yüzde 98’i Kanal İstanbul Projesi’ni desteklemiyor.

Uzmanlar, bilim insanları tam 10 yıldır bu projenin İstanbul’un felaket projesi olduğunu kanıtlarla söylüyor. Çevre ve doğa katliamı yaşanacağını anlatıyor.

Haliç’i temizleyen bilim insanı Prof. Dr. Cemal Saydam’ın ifadesiyle, İstanbul “çürük yumurta” kokacak.[40]

Kaldı ki bir de Kanal, Anayasa md. 90 ve 56 çerçevesinde yasalara üstün olan Paris Anlaşması’na (R.G.:7.10.21); Paris Anlaşması (4.11.16), Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) aykırıyken; başta Barselona ve Bükreş gelmek üzere, taraf olduğumuz birçok uluslararası sözleşmeyi ve uluslararası çevre hukukunun temel ilkelerini de ihlâl ediyor.[41]

* * * * *

Diyeceklerimizi noktalıyoruz.

Öncelikle “Nil Desperandum/ Asla umutsuzluğa kapılmayın.”

Hem ekolojik yıkım hem rant hem de demografik değişimin “çılgın projesi” (ve hatta daha da fazlası!) olan Kanal projesi bir hayal tacirliğinden ibarettir.

Ve halk buna izin vermeyecektir…

17 Ocak 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Ahmet Telli, Su Çürüdü, Dost Kitabevi, 1987.

[2] Bkz: Sibel Özbudun- Temel Demirer, Kent(in) ve Kanal(ın) Soru(n)ları”, Kaldıraç, No: 237, Nisan 2021…; Temel Demirer, “Kapitalist Kent(leşmemiz)in Hâl-i Pür Melali”, Newroz, Mart 2018…; Temel Demirer, “Kent(imiz) ve Çevre(miz): Yaşam(ımız) ile İnsan(lık) Kazanacak”, Newroz, Yıl: 8, No: 254, 20 Temmuz 2014…

[3] “Mimarlar Odası: Sarayın Kaçak ve Hukuka Aykırı Olduğu Tescillendi”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2020, s. 6.

[4] Umberto Eco, Gülün Adı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 1986

[5] David Harvey, Asi Şehirler- Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis Yay., Mart 2013, s. 57.

[6] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s. 25.

[7] Hazal Ocak, “Ne Orman Var Ne Kıyı”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2020, s. 16.

[8] Özgür Gürbüz, “Kentlerin Nüfusu Kendi Kendine Artmaz”, Birgün, 20 Haziran 2019, s. 2.

[9] Ozan Gündoğdu, “Marmara Yükünü Kaldıramıyor”, Birgün, 3 Haziran 2021, s. 10.

[10] Recep Tayyip Erdoğan, aktaran: Emin Çölaşan, “İnat Uğruna Yapacakmış!”, Sözcü, 26 Şubat 2021, s. 5.

[11] Çiğdem Toker, “Kanal İstanbul’un Finansman Hesapları ve KÖİ”, Sözcü, 11 Nisan 2021, s. 11.

[12] K. Erçin Kasapoğlu, “Kanal İstanbul, Boğaza ‘Ters Kelepçe’…”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2021, s. 11.

[13] Çiğdem Toker, “Kanal İstanbul Garantileri”, Sözcü, 12 Nisan 2021, s. 8.

[14] Ege Cansen, “Kanal İstanbul Pahalılık Yaratacaktır”, Sözcü, 3 Haziran 2021, s. 7.

[15] Ozan Gündoğdu, “Kanal Parasına 19 Kent İhya Olur”, Birgün, 11 Nisan 2021, s. 11.

[16] A. Cemal Saydam, “Kanal İstanbul Marmara Denizi’ni Öldürür”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2021, s. 2.

[17] Hazal Ocak, “Çağatay: Kanal İstanbul’u Yakacak”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2021, s. 8.

[18] Kaya Özgen, “Bir Kez Daha Kanal İstanbul”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2021, s. 2.

[19] Kaya Özgen, “Verilerle Kanal İstanbul”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2021, s. 2.

[20] “200 Bin Ağaç Kanal İstanbul İçin Kurban Edilecek”, Sözcü, 8 Temmuz 2021, s. 9.

[21] Meral Danyıldız, “Kanal İstanbul Soruları Yanıtsız”, Birgün, 20 Mayıs 2021, s. 3.

[22] Emin Koramaz, “Kanal İstanbul’a Hayır!”, Birgün, 9 Nisan 2021, s. 3.

[23] Yusuf Gürsucu, “Bir Deli Dumrul Hikâyesi”, Yeni Yaşam, 12 Mart 2021, s. 8.

[24] Mahmut Lıcalı, “Tarihi Eser ve SİT Önemsenmemiş”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2020, s. 4.

[25] Emre Kongar, “Kanal İstanbul: Katmerli İhanet!”, Cumhuriyet, 30 Mart 2021, s. 2.

[26] Bilal Çelik, “Kanal İstanbul’un ‘Paralarını Söke Söke’ Alabilirler mi?”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2021, s. 2.

[27] Hazal Ocak, “Rant Cephesinde Değişen Yok”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2021, s. 16.

[28] Hüseyin K. Akçadağ, “Kanal İstanbul: Rant ve Seçim Projesi”, Yeni Yaşam, 9 Mart 2021, s. 9.

[29] Önder Algedik, “Kanal İstanbul Sadece Bir Proje Değildir!”, 12 Nisan 2021… https://direnisteyiz28.org/kanal-istanbul-sadece-bir-proje-degildir-onder-algedik

[30] Duran Bülbül, “Bir Rant Projesi: Kanal İstanbul”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2021, s. 2.

[31] Murat Ağırel, “26.7 Milyon Metrekare El Değiştirdi”, Sözcü, 8 Nisan 2021, s. 11.

[32] Orhan Bursalı, “Kanal İstanbul ve Montrö, Bir Taşla İki Kuş Vurma Eylemi”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2021, s. 6.

[33] Hazal Ocak, “Kanal Talanı Başladı”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2021, s. 4.

[34] Hazal Ocak, “İkinci Konut İhalesinin de Detayları Ortaya Çıktı”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2021, s. 5.

[35] Hüseyin Şimşek, “Torbadan Kanal İstanbul Çıktı”, Birgün, 31 Mart 2021, s. 13.

[36] İsmail Arı, “Kanal’a Komşu Kupon Araziler”, Birgün, 4 Kasım 2021, s. 3.

[37] Cihan Uzunçarşılı Baysal, “Nasıl Bir Yeni Şehir? Kim/ler İçin Bu Yenişehir?”, Birgün Pazar, Yıl: 17, No: 735, 11 Nisan 2021, s. 11.

[38] Veli Toprak, “Halkın Yüzde 51’i Kanal İstanbul İçin ‘Bu Bir Rant Projesi’ Dedi”, Sözcü, 29 Haziran 2021, s. 5.

[39] “Kanal İstanbul Araştırması: Yüzde 62.7 ‘İsraf’ Dedi”, Sözcü, 30 Temmuz 2021, s. 5.

[40] Jale Özgentürk, “Kanal Çin’e Açılıyor”, Cumhuriyet, 9 Nisan 2021, s. 10.

[41] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Kanal İstanbul, Paris Anlaşması’na Aykırı”, Birgün, 23 Aralık 2021, s. 11.

 

Umutsuzluğun korkularına son vermek [1]

Seni öpsem, gülse bir halk

Seni öpsem, yoksulluk

Utansa verdiği acılardan

Kırılsa her türlü korkunun kanadı.”[2]

 

Thomas Stearns Eliot’un, “Bir şeylerin yoluna girmesi için, her şeyin raydan çıkması gerekir bazen,” saptamasını anımsatan bir kördüğümün/körlüğün orta yerindeyiz. Buna şüphe yok.

“Sonu”, başladığımız nokta ilan etmesi muhtemel bir kaos hâli bu.

Türkiye’de banka hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olan mudi sayısı ise bir yılda 202 bin kişilik artışla 511 bin 685’e yükseldi. 2021’de aynı dönemde bu sayı 309 bin 730 kişiydi. Saray verilerine göre ise 2019-2020 kesitinde “muhtaç” durumda olan aile sayısı yüzde 100’lük artışla 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.

Milyonerler servetlerine servet katarken; 2020 Kasım döneminde hesabında 1 milyon TL ve üzeri mevduat olanların serveti 1 trilyon 985 milyar 987 milyon TL’den, 2021’in Kasım döneminde 3 trilyon 246 milyar 796 milyon liraya yükseldi.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, yurt içinde ve yurt dışında yerleşik milyonerlerin toplam sayısı 2021 Kasım döneminde 2020’in aynı dönemine göre yüzde 65 arttı. Söz konusu milyonerlerin toplam mevduatı ise son bir yılda 1 trilyon 260 milyar 809 milyon TL yükseldi. Milyoner başına düşen ortalama mevduat tutarı, 6 milyon 345 bin lira seviyesinde gerçekleşti.

Türk-İş’in, “Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 4 bin 13 TL” açıklamasını ifade ettiği tabloda yurt içinde yerleşik milyonerlerin sayısı 2021 Kasım’ında önceki 2020 yılının aynı dönemine kıyasla 181 bin 141 kişilik artışla 461 bin 917 kişiye fırladı. Aynı dönemde yurt içinde yerleşik milyonerlerin toplam mevduatları da 1 trilyon 862 milyar 350 milyon liradan 3 trilyon 32 milyar 413 milyon liraya çıktı. Yurt içinde yerleşik milyonerlerin mevduatlarının 960 milyar 306 milyon lirası yerel para cinsi, 1 trilyon 964 milyar 496 lirası döviz tevdiat hesabı, 107 milyar 610 milyon lirası da kıymetli maden depo hesaplarından oluştu. 2020’ye göre özellikle kıymetli maden depo hesaplarında ciddi artış söz konusu.

Yurt dışında yerleşik mudi sayısı 2021 Kasım sonu itibarıyla 49 bin 768 kişiye yükseldi. Yurt dışında yerleşik mudilerin bankalardaki mevduatlarının 17 milyar 134 milyon lirası yerel para, 194 milyar 533 milyon lirası yabancı para cinsinden oluştu. 2020’de bu alandaki yabancı para cinsindeki mevduat miktarı 105 milyar 409 milyon liraydı.

Cumhurbaşkanlığının kamuoyuna açıkladığı 2022 yıllık programına göre, döviz kurunun hızla arttığı, pandeminin ortaya çıktığı 2019 ila 2020 arasında ülke genelinde devlet yardımlarına muhtaç hâle gelen aile sayısı ikiye katlanarak 3.3 milyondan 6.6 milyona çıktı.[3]

Hasılı “Açlık sınır tanımıyor”ken;[4] “Yerli milyonerler 2021’in ilk 5 ayında 40 bin kişi arttı”![5]

Veya “324 bin yerli milyoner var”ken;[6] “Gelir eşitsizliğinde Avrupa birincisiyiz”![7]

Ya da Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesidir,”[8] saptamasındaki vb.leri…

Fyodor Dostoyevski’nin, “Çift süren mandalar gibi çalışıyoruz. Köpekler gibi açız, yoksuluz! Başkaları yan gelip yatıyor, çalışmıyor; ama onlar zengin biz fakiriz,”[9] ifadesiyle müsemma tablo, kelimenin tam anlamıyla felaket ve daha da ağırlaşacak!

* * * * *

“The Time” dergisinin, “2022’nin En Büyük 10 Küresel Riski” listesinde 10. sıraya koyduğu Türkiye’de[10] sadece ekonomik değil; bir de korkunun egemenliğinde somutlanan soru(n)lar var!

Denilebilir ki tehdit ile imkânın iç içe geçtiği patlamalı bir güzergâhtayız; Karl Marx’ın, “Devlet, en eski biçimine, kılıncın ve rahip cübbesinin aşırı basit egemenliğine dönüştü,” biçiminde tarif ettiği kapitalist totaliterlik ile özgürlük talep(ler)i arasındaki yaman çelişki ile karşı karşıyayız…

Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük rejimleri; baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır,” tanımıyla müsemma yerkürenin (ve elbette coğrafyamızın) hâli, “demokrasi” (denilen şey)i hayalete (verili durumda da kâbusa) dönüştürüyor.

Tam da Hannah Arendt’in izahındaki üzere: “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil, yenilmezliğidir, buna olan inanç biterse, totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır. Herkes sürekli yalan söylediği zaman sonuçta buna inanmazsınız ama hiç kimse de hiçbir şeye inanmaz. Böyle bir toplum, hiçbir konuda fikir sahibi olamaz. Giderek düşünme, yargılama ve eylem yetisini kaybeder. Böyle bir topluma her istediklerini yaptırabilirler!

“Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı hâline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük bir taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacak.”[11]

Bunların ne demek olduğunu kapitalizmin coğrafyamızdaki “tek adam/şahsım” iktidarının tehditleriyle gördük, yaşadık; Fernando Pessoa’nın, “İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve yalanlarla aldatmak!” uyarısındaki üzere…

Örneğin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş. 15 Temmuz’da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de aynı dersi evellallah alırsınız. Bizler Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız,” haykırışı ve CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, “Resmen iç savaş naraları atmaya başladın,” yanıtındaki gibi![12]

Evet, “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok ama haksızlığa uğrayan herkesin hakkını arayacağız, demokratik yollardan arayacağız… Erdoğan erken seçime gitmek zorunda,”[13] diyen Kılıçdaroğlu ekliyor:

“Beyefendi bizim sokağa çıkmamızı istiyor. Özel çatışma alanı yaratmak istiyor, biz o tuzağa düşmüyoruz. Gerekeni sandıkta yapacağız.”[14]

Ardından da parti tabanına, “Taşkınlık yapmayacaksınız, sokağa çıkmayacaksınız,”[15] talimatı veriyor! Ya sokağa çıkılmamayı devreye sokan faktör, sandığa gidilmesinin önünü keserse?!

Bir şey daha: Soner Çağaptay, yumuşak bir geçiş süreci için muhalefetin Erdoğan’la, kendisi ve ailesinin işlediği tüm suçlardan affedilmesini içeren bir anlaşma yapması ve bu anlaşmaya ordunun garantörlük etmesinin “mevcut en iyi seçenek” olduğunu iddia ettiği[16] zırvalara hatırlatalım; sokakta yaşayanlar sokaktan korkmaz; sokaktan korkanlar salonlara hapsolanlardır!

Onlara Eduardo Galeano bakın nasıl sesleniyor:

“Bize ‘sokağa defolun!’ dediler ve işte buradayız.

Televizyonu kapat ve sokağı aç.

Ona kriz diyorlar, ama asıl adı düzenbazlık.

Para az değil: hırsızlar çok kalabalık.

Piyasalar yönetiyor. Ben oyumu onlara vermedim.

Onlar bizim için bize sormadan karar veriyorlar.

Ekonomik köle kiralanır.

Haklarımı aramaktayım. Onları gören oldu mu?

Eğer hayal kurmamıza izin vermezlerse, biz de onların uyumasına izin vermeyeceğiz”![17]

* * * * *

Söz konusu hâlin ağırlığına rağmen; “OECD 2021 raporu çok can acıtıyor. Durumun iyi olmadığını biliyordum ancak bu kadar düştüğümüzü tahmin etmiyordum…

“Türkiye’nin asla düzelemeyecek olmasının sebebi…

“Temel yeteneklerden (basic skills) mahrum insanlar: Türkiye nüfusunun yüzde 39’unu oluşturuyor…

“Well-rounded denilen temeli sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli nüfusun Türkiye’deki oranı ise sadece yüzde 3.

“Kısacası, hem yeteneksiz hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur,” türünden tespitlere katılmam mümkün değil!

Benzerini; “Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlâksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyor?”[18] sorusuyla Thomas More da ifade etse de…

Mesele sessiz yığınların kapitalist yabancılaş(tırıl)mışlığında…

Kültür endüstrisinin anlamdan yoksunlaştırdığı kalabalıklar ya da “kitle” amorf, değişken bir kategoridir.[19]

Kapitalizm her şeyi emip, yutarak anlamsızlaştırmaktayken; gerçekliğini yitirmiş sessiz yığınların tepki ver(e)memesinde, korkularına teslimiyetinde şaşırtıcı bir şey yok. Şu var olan hâliyle kitlelerin kendileri için hiçbir şeyi temsil etmediğini de unutmadan!

Hayır düş kırıklığına mahal yok. Çünkü her şey biz ona nasıl bakarsak bize öyle görünür.

Malum: Devrimci felsefeye yaslanan bir tercih ancak sınıf mücadelesinde işgal ettiği konum aracılığıyla var olurken; kilit mesele hep insan(lık)ın en zorlu düşmanının, kendi zayıflığı oluşudur.

Bunu aşabilmek için Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar; öbür türlü aralarındaki rekabetle birbirlerine düşman konumda yer alırlar,”[20] uyarısına kulak vererek; çürüten yoksulluğun devrimci örgütlenmesini yaratmak gerek.

Malumun ilamıdır, bilinir: Paris Komünü’nde, Ekim Devrimi’nde ayaklananlar pek öyle “sağlam, eğitimli ve yüksek yetenekli” kitleler değildi!

* * * * *

Yoksulluk realitesini abartmayın; lakin asla küçümsemeyin…

Yerküreye ve coğrafyamıza dikkatle bakıldığında, acı, çaresizlik ve acımasızlığın öne çıktığı görülecektir. Yoksulluk, eşitsizlik ve umutsuzluk emekçilerin hayatını karartıyor.

“Hastalıklar, ölümler, çocuk ölümleri… Daha birçok acı. Yoksulluk, açlık, dünyanın güzelliğinin, mutlu yaşamın dışına atılmış insanlık. Ve biz bu insanlığı tanımaktan yoksunuz.”[21]

Yönelinen yer; hangi saik ile olursa olsun; “Eat the Rich/ Zenginleri Yiyin!” noktasına müteallik olacağa benzer.

Sürdürülemez özellikleriyle yaşa(tıla)nan sefalet doğanın yasalarından değil, kapitalist sömürüden kaynaklanıyor; yoksul kalmanın en kesin yolu emekçi olmak. Yani “Yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa, yoksul olmanın binlerce yolu vardır.”[22]

“Yoksul olan, iyi olan her şeyden yoksun”ken;[23] bu hâl sistemin suçudur, açgözlü ve kurnaz kimselerin diğerlerini sömürüp yükseldikleri kapitalist eşitsizliğin kabahatidir.

O hâlde “Yoksulluk ve yoksunluk insanları susturur, onlara boyun eğdirir, başkaldırının soylu ruhunu boğar,”[24] gerçeğini unutmadan; yığınların yoksulluğunu politikleştirmek güncel görev(imiz) olup çıkıyor!

Hem de Joseph Murphy’nin, “Bu dünyaya yoksulluk içinde yaşamaya, açlık çekmeye gelmediniz”;[25] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski’nin, “Yoksulluk ayıp değil, bir gerçek… Yoksulluktan utanmak aptallıktır. Aptallıktan utanın,”[26] uyarıları eşliğinde…

* * * * *

Yerküre ve coğrafyamızın sürdürülemez kapitalist yörüngede debelendiği dönemin içindeyiz…

Suzanne Collins’in, “Açlık, hiçbir zaman resmî ölüm nedeni olarak belgelenmez,” notunu düştüğü; tarihin sıkıştığı kırılgan bir kesit bu!

Emeğin azgın sömürüsü, sınıfsal baskı, toplumsal ayrımcılık ve ırkçı söylemin egemen şiddetin aslî unsuruna dönüştürülüp, ivme kazan(dırıl)dığı güzergâhta ötekileştirme ile ayrıştırma resmî politika hâline gelmiş durumda.

Egemen korkunun kollarındaki meta fetişizmi, var olan her şeyi, bedenleri ve ruhları, insanı ve onun emeğini yıkıcılığa emanet ediyor. Bu şimdilik içten patlamalı bir kaos. Bunun sonrasında, sıkışan patlayacak!

Patlama kaçınılmaz; kafa yorulması gereken bunun örgütlenmesi ve yönelişi…

Burada bir parantez açılması gerek: Kapitalist “Egemenlik ilişkileri, meta ilişkileri, rekabet ve başarı ilkesiyle kapitalist toplumun sakatlanmış insanı; azınlığın özel kâr çıkarları uğruna bireyselliğini ve özerkliğini terk etmek zorunda kalan insan; yabancı güçlerin eline terk edilmiş ve korkudan zaman zaman fenalaşan insan. İşte bu tamamen yabancılaşmış insan, sefaletini çocuklarında yeniden üretecektir.”[27]

Çünkü “Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısıdır.”[28]

O hâlde yoksulluğa karşı emekçilerin mücadelesi iktidar bilinciyle politikleştirilmeliyken; cenneti yeryüzüne indirme bilinciyle ve aklı özgürleştiren laiklikle silahlanmalıdır.

Çünkü “İnsan ne kadar zor koşullar altında yaşıyorsa ya da halk ne kadar ezilmiş, bitkin, yoksulluk içindeyse, o kadar büyük bir inatla cennette ödüllendirilmeyi bekler; hele bir de bu arada yüz bin papaz, din adamı vs. birtakım spekülasyonlarla onların bu hayallerini kışkırtacak çalışmalar yürütürlerse…”[29]

“İnsanlar, öteki dünyadaki kurtuluşa inanarak, bu dünyadakinin yerini tutacak bir yedek kurtuluşa inanarak bu dünyanın kötülüklerine daha kolay katlanmaya hazırlanmaktadır.”[30]

Bunlarla birlikte “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı. İlk olarak, bundan bile daha beter bir durumda olabilecekleri tehdidini sürekli yineleyerek. İkinci olarak, itaatkâr ve sadık olanlara, başka bir hayatta, Tanrı’nın krallığında, bu dünyada servetin satın alabileceği bütün her şeyin, hatta daha fazlasının onların olacağını vaat ederek.”[31]

Yalanları, korkuları “Ama”sız, “fakat”sız karşımıza almaktan başka bir yol yoktur.

Siz hâlâ verili tabloda “Çoğunluğu karşımıza alamayız” ya da “Almamalıyız” mı diyorsunuz?

Yanılıyorsunuz! Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Çoğunluğun ona inanması, bir yanlışın, yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez,” derken ekler Niccolo Machiavelli: “Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şerefsizliğini, alçaklığını, hırsızlığını, yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir.”[32]

“Ya bendensin ya da düşmansın” hamaseti mübahken; çözüm, veriliye teslim olmakta değil, aşmakta; Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, “AKP, krizle geldi, krizle gidiyor,”[33] tespiti -gerçekle alâkâsı olmayan- bir dilek ve temenni olmanın ötesine geçmiyorken…

Bu mümkün! Çünkü 2021, ekonomik, siyasi, kültürel hatta ekolojik olarak çözülmeye başlamış bir dünya “düzeni” devralmıştı. 2022, bu çözülme eğiliminin, belki Covid-19 hariç derinleşerek devam edeceği bir yıl olmaya aday.

Prof. David Potter’in, tarihte önemli değişikliklere yol açan kopuşların ortaya çıkış koşullarını araştırdığı “Distruption, Why Things Change” (2021) başlıklı çalışmasını, “Belirtiler, zamanın yine bir kopuş için olgunlaştığını gösteriyor” diyerek noktalaması boşuna değil.[34]

* * * * *

Yeter ki Antonio Gramsci’nin ifadesiyle, “Zırh içindeki ölü” olarak tanımlaması mümkün olan sürdürülemez kapitalizmin koltuk değneği işlevini gören korku aşılabilsin…

Aklı esir alan korku mutlak yıkım getiren küçük ölümdür; en bulaşıcı hastalıktır.

İnsanı zayıf düşürüp, zayıflık korkuları arttıran korku, insan(lık)ı kör edip; kınadıklarımıza dönüştürür.

Korku beyni felce uğratır.

Denetim odaklı korku kültürü olmaksızın, iktidar kalplere/beyinlere korku ekmezse kitleleri kontrol edemez.

İnsanlar artık özgür özneler olarak değil, nesnel yasallıkları işleme koyanlar ya da yabancı otoritelerin icra organları olarak belirirler. Toplumsal sistem (pazar sistemi, yönetim sistemi vs.) kendi yasalarına göre işler ve insan, yaşamak istiyorsa, kendi kişisel düşüncelerinden tamamen bağımsız olarak, bu yasaların emrine girmek zorundadır

Toplumsal varoluş, insanın bilincini belirlerken; çevre, yalnızca insanları yöneten yabacı bir güç olarak değil, aynı zamanda, onların yargıcı olarak da egemendir.

Korku(lar), resmî ideolojinin biçimlendirdiği zihin hâlinden başka bir şey değilken; aslında kapitalizm koşullarında korkulan her şey zaten insan(lık)ın başındadır.

İş bu nedenle “Korku insanın gözünü kör eder.”[35] “Korku, ölümün yarısıdır.”[36]

“Korku cezadan çok daha fazla ürkütücüdür, çünkü ceza kestirilebilir bir şeydir, ancak korku belirsizdir ve o gerginlik sonsuz bir dehşet duygusu yaratır.”[37]

“Korku her zaman iyi bir akıl hocası değildir.”[38] “Korku kendi bilincine varmaya görsün, bunalım olur.”[39] Ancak “Ne kadar mantıksız olursa olsun, korku korkudur.”[40]

“Korku insanı hep boyun eğmeye zorluyor”ken;[41] “Asıl bulaşıcı olan korkudur; ömrümüzün sonuna kadar bize eşlik edecek birini bulamamaktan duyduğumuz o geçmek bilmez korku. Bu korkunun yüzünden akıl almaz şeyler yaparız, yanlış kişilere evet, deriz ve tek doğru kişinin o olduğuna, karşımıza tanrı tarafından çıkarıldığına kendimizi inandırırız.”[42]

El özet, tüm vazgeçilemezliğiyle “Korku, kapitalizmin malıdır.”

Çünkü “Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalist toplumun ‘sağlıklı’ insanı, hasta oluşu dikkati çekmeyen biridir. Ne var ki, o, aslında sonuna kadar hasta, bozuk ve sakat bir insandır. Hastalığı topyekûn ve her yerdedir.”

“Egemenlik ilişkileri sürdürülecekse, kuralları çiğneyenlerin cezalandırılması, tarihi bakımdan zorunludur. Çünkü insan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır.”[43]

“İnsan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır. Bu durumda, egemenlik ilişkileriyle korku arasındaki bağlantı gayet basitleşmektedir: Egemenlik ilişkileri, ancak dıştan uygulanan zor yoluyla yürütülebilmektedir; zor da korku üretir.”[44]

“Egemenlik ilişkilerinin yalnızca dıştan gelen zorla ayakta tutulabildiği doğrudur. Ne var ki, zorun türü ve boyutları sabit kalmayıp, egemenlik sisteminin yerine oturduğu, olgunlaştığı ve inceldiği ölçüde değişmektedir. Bu tarihi sürecin başında, uygulanan zor, sert ve acımasız olmak durumundaydı. (Baskıya karşı direnen işçiler, işten çıkarılmış, hapse atılmış, dövülmüş ve öldürülmüştür.) Bu yolla, baskı altındaki insanlarda belirgin bir reel korku yaratılmıştır. Bunlar, açlığa, işkenceye ve ölüme karşı duydukları korkudan dolayı, kapitalist egemenlik ilişkileriyle uyum sağlamışlardır.”[45]

“İnsanlar birbirlerinden korkmaktadır ve bu sırada biri diğerine, üstün bir güce sahip, yabancı ve düşman bir dünyanın temsilcisi gibi görünür; anonim bir yargı gücünün kişileşmiş yasası, bu yargı gücünü uygulayan kimse olarak gelir.”[46]

“Boyun eğmek, egemen olanların isteklerine karşı çıkmamak ve yerine getirmek, kendi kararlarından, kendi isteklerinin karşılanmasından, kendi kaderini belirlemekten vazgeçmek demektir… Boyun eğmek, şiddetli korkuların yumuşatılmasına yarayan bir çaredir de aynı zamanda; çünkü, boyun eğen kimsenin, en azından reel bir cezalandırmadan korkmasına artık gerek yoktur.”[47]

“Korkuya karşı en genel savunma mekanizması, uyum sağlamaktır; daha açık söylemek gerekirse, toplumun güçlerine boyun eğmektir. Bu yolla korku, mükemmel bir egemenlik aracı olur.”[48]

“Bu teslim edilmişlik duygusu, yabancılaşmış hayatın temel anlayışı olmuştur. Teslim edilmiş olmak, yabancı güçlerin elinde oyuncak olmak, korku demektir. Yabancılaşmış insan, korkuyu bile, doğal ve kendisine yabancı bir güç olarak yaşar.”[49]

El özet, kapitalizm korkuttuğu ve korkulduğu için hâlâ ayaktayken; “Ne zaman ki insan, meta fetişizmini iyice kavrar, toplumsal güçlerde kendi faaliyetini ve kendi gücünü yeniden bulur ve ne zaman ki, ‘yabancılaşmış bilinci’ni, ‘yabancılaşmanın bilinci’ne dönüştürmeyi başarır, işte o zaman kurtulabilir ve kendini toplumsal özne olarak yeniden tanıyabilir.”[50]

* * * * *

Yeri gelmişken Horatius’un, “Korkularına boyun eğen özgürlüğüne sırt çevirir”; Michel de Montaigne’in, “Kişi ileride eziyet çekeceği için korkuyorsa, şu anda korkusundan eziyet çekmeye başlamış demektir,” saptamalarının altını çizip; Robert Louis Stevenson’dan aktarayım: “Korkularınızı kendinize saklayın, ama cesaretinizi başkalarıyla paylaşın.”

Asla unutulmasın: “Başımıza ne geliyorsa, korktuğumuz için geliyor. Bizi yönetenler korkumuzdan yararlanıyorlar, bu daha da çok korkutuyor bizi.”[51]

Bu hâli tersyüz etmek yani korkutanları korkutmak gerekiyor.

Acı veya zorluk çeken insan(lık) tutumunu değiştirip, korkularından vazgeçerek mücadeleye başlarsa, her kötülüğün üstesinden gelebilir.

Bu yolda kendimizi cesur hissetmek için insani irademizi kullanıp cüret etmeye mecburuz.

Başka çare(miz) yokken; “Işığı yaymanın iki yolu vardır; ya ışık olursun ya da onu yansıtan ayna,” sözleriyle uyarır hepimizi Edith Wharton…

“Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç”[52] hakikâtine sırt dönmeyen insan(lık) neye inanıyor ve başkaldırıyorsa onu başarabilir.

Çünkü bu güzergâhta başkaldırı ve hayal gücüdür insan(lık)ı insan kılan…

Malum insan(lık), düşleri öldüğü gün ölürken; dünyayı değiştirecek örgütlü bilinç başkaldırıyla doğar.

“Unutmayın, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez…”[53]

* * * * *

Elbette umutla silahlanmış örgütlü bilinç korkuyu yok ederken; insan(lık)ın hayalleri, korkularınızdan büyük olduğu zaman korkunun egemenliği nihayete er(diril)ecektir; Dante Alighieri’nin, “Ve böylece yeryüzüne çıkıp yeniden yıldızları gördük,” ifadesindeki üzere!

O hâlde; “Hem yeteneksiz hem de ahlâksız bir toplumdan ilerlemesini beklemek hayalcilik olur” demek yerine; onları yeteneksiz kılıp, ahlâksızlaştıran sisteme karşı çıkıp; Lev Tolstoy’un, “Kötüyü değil, kötülüğü yok etmeli. İyi insanlar ancak böyle çoğalır,” saptamasının gereğini hayata geçirmektir olması gereken.

Nihayet Paulo Coelho’nun, “Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın”…

José Saramago’nun, “Kör adam o gece düşünde kör olduğunu gördü.” [54]

Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır, yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Ilya Ehrenburg’un, “Bir tek şey önemliymiş eskiden: Ölümü göze almak. Oysa bugün yaşamak gerekiyor, yenmek gerekiyor… Ne pahasına olursa olsun. Ve bu daha zor… Fakat gerekli.”[55]

Mao Zedong’un, “Marksizm birçok ilkeyi içerir, ancak son tahlilde hepsi tek bir cümle ile dile getirilebilir: isyan etmek doğrudur,” saptamalarını kulaklarımıza küpe ederek yine (ve yeniden) yollara düşüp, sokaklara çıkmalıyız.

Bu gerekli ve mümkündür!

6 Ocak 2022, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] 8 Aralık 2021’de Antep KKP ve SYKP il örgütlerinin ortak düzenlediği söyleşide yapılan konuşma… 7 Ocak 2022’de YouTube kanalı Yeni Dalga TV’deki konuşma… “İŞİN ASLI: Ekonominin Demokrasiyle İmtihan”… https://www.youtube.com/watch?v=fnKduLpK43Y

[2] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 1, Kırmızı Kedi Yay., 2012, s. 125.

[3] “Türkiye’deki Milyoner Sayısı Son 1 Yılda Yüzde 65 Arttı”, 1 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/turkiyedeki-milyoner-sayisi-son-1-yilda-yuzde-65-artti

[4] “Açlık Sınır Tanımıyor”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2021, s. 9.

[5] “Yerli Milyonerler 2021’in İlk 5 Ayında 40 Bin Kişi Arttı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2021, s. 11.

[6] “324 Bin Yerli Milyoner Var”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2021, s. 9.

[7] “DİSK-AR: Gelir Eşitsizliğinde Avrupa Birincisiyiz”, Birgün, 18 Haziran 2021, s. 11

[8] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[9] Fyodor Dostoyevski, Budala, çev: Ayhan Aktar, Güven Yat., 2008.

[10] “Time Dergisi Türkiye’yi En Büyük 10 Küresel Risk Listesine Koydu”, 5 Ocak 2022… https://www.avrupademokrat.com/time-dergisi-turkiyeyi-en-buyuk-10-kuresel-risk-listesine-koydu/

[11] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/ Totalitarizm, çev: İsmail Serin, İletişim Yay., 2014.

[12] https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-59863598

[13] “Kılıçdaroğlu: Erdoğan Erken Seçime Gitmek Zorunda”, 5 Ocak 2022… https://www.dokuz8haber.net/kilicdaroglu-erdogan-erken-secime-gitmek-zorunda

[14] Sarp Sağkal, “Muhalefet Sokak Oyununda Yok”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2022, s. 1-4.

[15] 5 Ocak 2022… https://www.indyturk.com/node/456196/siyaset

[16] Haberdar (@Haberdar) Tweeti… https://twitter.com/Haberdar/status/1478768252461346821?s=20

[17] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s. 157.

[18] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006.

[19] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 1991.

[20] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[21] Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe, Yapı Kredi Yay., 2009, s. 100.

[22] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s. 84.

[23] Miguel de Cervantes Saaverda, Don Quijote, çev: İsmail Yerguz, Alfa Yay., 2001, s. 334.

[24] Thomas More, Utopia, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İş Bankası Yay., 2006, s. 50.

[25] Joseph Murphy, Bilinçaltının Gücü, çev: Aysun Babacan, Ötesi Yay., 2000.

[26] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev: Toros Öztürk, NTV Yay., 2009, s. 13.

[27] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 166.

[28] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s. 118.

[29] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Ecinniler, çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Yay., 2018, s. 238.

[30] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 153.

[31] John Berger G., John Berger, çev:: Tomris Uyar, Metis Yay., 2007, s. 84.

[32] Niccolo Machiavelli, Prens, çev: Murat Satıcı, İlya Yay., 2002.

[33] Mustafa Çakır, “Boratav: AKP, Krizle Geldi, Krizle Gidiyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2021, s. 9.

[34] Ergin Yıldızoğlu, “2022’ye Girerken”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2021, s. 11.

[35] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 136.

[36] Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, Alfa Yay., 2019, s. 105.

[37] Stefan Zweig, Korku, çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2015, s. 70.

[38] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 197.

[39] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1983, s. 41.

[40] Charles Dickens, Büyük Umutlar, çev: Gülcan Coşkun, Bilge Kültür Sanat Yay., 2003, s. 20.

[41] Honore de Balzac, Vadideki Zambak, çev: Murat Küçüker, Karanfil Yay., 2016, s. 3.

[42] Paulo Coelho, Aldatmak, çev: Emrah İmre, Can Yay., 2014.

[43] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Kalem Yay., 1987, s. 26.

[44] yage, s. 81.

[45] yage, s. 54.

[46] yage, s. 116.

[47] yage, s. 134.

[48] yage, s. 64.

[49] yage, s. 102.

[50] yage, s. 101.

[51] Maksim Gorki, Ana, çev: Osman Çakmakçı, Bordo Siyah Yay., 2005.

[52] Victor Hugo, Sefiller, çev: Aylin Yıldız, Venedik Yay., 2016.

[53] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yay., 1966.

[54] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 2010, s. 197.

[55] Ilya Ehrenburg, Paris Düşerken, 1. Cilt, çev: Attila Tokatlı, May Yay., 1967.

 

Göçmenler, Ortadoğu’nun kendiyle imtihanı ve devrim için kardeşlik görevi – Doğa Önel

Sömürgeciliğin getirdiği şiddetli, insanlığı yok edici ve aşağılayıcı etkilerinin arasında, belki de en çok gözden kaçırabileceklerinden biri, sömürgeleştirilmiş kişide oluşan çelişkili öz-tanımlar ve aşağılık psikolojisidir. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin ideolojik ve politik ana hatlarından birini oluşturan ırkçı tanımlamalar, anlam yüklemeleri ve hiyerarşiler, dünyanın neredeyse bütün halklarını etkilemekte, onların sadece diğer halkları değil, kendilerini, kendi coğrafyalarını, görüşlerini belli ölçüde belirlemektedir. Bu ideolojilerin yayılım, devam ve gelişim sürecini, bunun Avrupa sömürgeciliğinin küreselleşmesi ve sonrasında kültürel ve medya hegemonyaları aracılığıyla ilerleyen tarihini burada tartışmayacağız. Ortadoğu’da bu ideolojilerin sonuçlarından bazılarını, birincil olarak da kendisini tanımlaması kendini reddeden kategorilere dayanan insanların bu sömürge kişilik yapısıyla başka halklara, özellikle göçmenlere, olan yaklaşımına bakacağız. Kendisini sömürge kategorilere hapsetmiş insanın burada nasıl kendini ve kardeş halklarını hep daha aşağı götüren bir döngüye girdiğini göreceğiz. Bu döngüde gerçek kendine zıt bir görüntü almakta, kendini yükseltmek olarak görünen hareket gerçekte kendini aşağılamak, kendine ve başkalarına yabancılaştırmak olmaktadır.

Kendini başkasından daha üstün bir medeniyetin seviyesine ulaşma sürecinde görmek, eğer bu üstün seviye sömürge halkların aşağılanması ve sömürüsü üzerine kuruluysa ve bu sömürünün sacayaklarından biri hiçbir sosyal yapının değiştirmeyeceği ten rengi veya diğer ırksal, fiziksel ayrımlarla belirleniyorsa; bu kendini aşağılık bir konuma ve imkânsız bir sürece mahkûm etmek olmaktadır. Burada özgürleşme olarak görünen süreç, tam tersine mahkûmiyetin ve düşük bir seviyenin ebedî kabulü olmaktadır. Bunun nedeni hareketin, ötekinin aslında sömürgeleşmiş halkların aşağılık seviyesinin varsayımı ile oluşan yüksek statüsünün kavramlarında ilerlemeye çalışmaktan gelmektedir. Bu doğrultudaki insanın sömürgecilik tarafından yaratılan aşağılık kompleksi, kendisi bunu kabul etmese de, etrafındaki başka halklara yaklaşımında da ortaya çıkmaktadır. Burada kökeni sömürgeci ve ırkçı ideolojik yapılarda bulunan söylemlerin kullanılması, gerçekten kendi içinde katliamlara da yol açabilen bir şiddet olmasının yanında, aynı zamanda sömürge kişiliğin bilinçaltında kendi içinde kendine dönük hissettiği tanımlamaları ve anlamları başkasına yönelterek kendini bunlardan ayrıştırma çabasının ve bunları reddetme isteğinin ortaya çıkışı da olabiliyor. Ancak yeniden vurgulayalım; bu şekilde ileri gidiyor gibi görünmek geri gitmek olmaktadır. Çünkü ırkçı söylemleri başkasına yöneltmek beyaz adam kulübüne girmeyi değil, bütün sömürge halkları ezen yapıları devam ettirmeyi garantilemektedir. Bu tanımlamaların, anlamların ve kategorilerin içinde hareket etmek sadece kendini değil coğrafyasını da paylaştığı halkların da daha da aşağılanmasını getirecektir.

Günümüzde özellikle Suriyeli göçmenlerle ilgili videoların veya haberlerin göçmen karşıtı ve ırkçı biçimlerde paylaşılması ve yorumlanması bir normallik döngüsüne girmiştir. Ortadoğu’nun başka bölgelerinden gelen göçmenler söz konusu olunca, konuya yaklaşımlarda, yukarıda anlattığımız şekilde kendini tanımlamasını kendisini de reddeden ve olumsuzlayan kategoriler üzerine dayamış bir halkın ilginç yaklaşımları ortaya çıkıyor. Burada bunlara ilginç diyoruz ancak tabii ki bunlar kendini göçmenlere karşı şiddet dolu eylemler ve söylemlerde gösteriyor. Bu açıdan ele alınmalı ve en yüksek ciddiyetle sosyalistler ve devrimciler tarafından karşı çıkılmalılar. Coğrafyamızın var olan halk çeşitliliği her gün gelişmektedir ve bu sömürünün katmanlarına da kendini yansıtmaktadır. Devrimci işçi birliğini halkların kardeşliğiyle ilerletmek, işçi sınıfının her sömürü katmanını birleştirebilmek için bir şarttır.

Özellikle Suriyeli göçmenlerin coğrafyamızda bizimle daha çok buluşması, kendi kimliğini Ortadoğu’nun olumsuzluğuna bağlamış olanlar için bastırılan ve reddedilen bir bilincin gerçek hayatta karşılarına çıkma durumu yaratıyor. Bu aslında, TC’nin halkların imhası ve inkârı üzerine kurulu tarihinin bir devamıdır elbette. Türk dili ve kültüründen başka bir şey kabul etmeyen ve farklı halkları, dilleri, kültürleri gerekirse asimilasyon gerekirse de katliamlarla karşılayan bir devletin tarihi içinde ilerliyoruz. Bu tarihin Anadolu halklarında yarattığı kimliksel bozulmaların ancak halkların kardeşliğine dayalı bir yeni doğum ile çözebileceğine inanıyoruz. Sömürgecilik hâlâ yasal biçimleriyle de devam ederken başlayan TC, ideolojik olarak kendini bu coğrafyadaki diğer halklardan, onların (ve kendinin) tarihinden, coğrafyanın kendisinden, yeteri kadar soyutlayabilirse, onlardan gerçekten farklı olduğunu kanıtlayabilirse, Avrupa’nın beyaz adam kulübüne girme hayaliyle yaşayan bir yaklaşımın doğumuna neden olmuştur. Batı’ya yönelik hareket, emperyalizmin ileri karakolu olma karakteri ile de başka halkların ezilmesi ve sömürgeci yapıların ve eylemlerin tekrarı ile gelişmiştir.

Şimdi yine aynı kültürel yaklaşım, Ortadoğulu göçmenlere bakışta kendini buluyor: Lütfen, bakın, biz onlar gibi değiliz, bakın lütfen biz de sizler gibi düşünüyoruz onlar hakkında, biz bu orta çağda değiliz, biz böyle barbar değiliz, bir sonraki seçimde vallahi biz de sizin gibi olacağız gibi mesajları bu yaklaşımdan doğan söylemlerin alt metinlerinde bulabilirsiniz. Burada sadece, Avrupa’nın sömürgecilik zamanında ve günümüz Avrupa-ABD emperyalizminin, insanlık tarihinin en kanlı ve en küresel sömürü, kölecilik, katliam ve soykırımlar düzeninin mimarı olduğu gerçeğine tamamen bir göz kapama yoktur. Aynı zamanda, Avrupa’nın kurduğu ırk hiyerarşisi ve sömürge sisteminde, kendinin de yerinin bir yanlış anlaşılması mevcuttur. Burada umulan, eğer emperyalizmdeki sömürge durumu yanlış anlaşılmasa da umulan, “Ortadoğu karanlığından” kurtularak “medeniyet” kulübüne girilebileceğidir. Burada sanılan, gerçekten de belli bir siyasal sistem, değerler, demokrasi, insan hakları, özgürlükler falan yeteri kadar oturtulursa onların arasına kabul edileceğimizdir. Hatta aslında öz bu şekildedir zaten de sadece şu Ortadoğu gericiliğinden arındırılmalıdır. Fakat asıl ayrım zaten demokrasi, insan hakları vs. ile değil, ırkçı hiyerarşisi ve emperyalizm ile çizilmiştir. Emperyalist “demokrasi”lerin dünyanın kalan her yerinde faşist çeteleri ve hükümetleri desteklemeleri, sosyalist ve devrimcilere her yerde gerçekleştirdikleri darbeleri ve suikastları, demokrasiye, insan haklarına vs. çok inandıkları için midir? Her nerede halklar, işçiler gerçek özgürlükleri için ayaklansalar karşılarında bitmeleri bu emperyalist devletler özgürlüğün temsili olduğu için midir?

İşte bu sevda, bu hayranlık, birçok gözü kör etmiştir. Nasıl zararlı bir ilişkide karşıdakinin tacizleri gözden çıkarılır, söylenen kötü sözler ve şiddet hemen unutulur ve her an sevdalının ağzından bir övgü beklenirse, benzer bir durum burada da mevcuttur. Birçok kişi Avrupalı beyaz adamın ağzından Türkiye hakkında denilen her şeyi yakından takip etmektedir. Gazetelerde, sosyal medyada, Avrupa’dan, ABD’den nasıl görülüyoruz sorusu normalleşmiştir. Aslında bu bakışın normalleşmesinin tarihi çok öncelere dayanmaktadır. Sadece bu örnek bile, Avrupalı veya Amerikalı beyaz insanın en yüksek standart olma kabulünü ortaya koyar. Hangisinin olduğu önemli değil, sokaktan geçen rastgele birinin bile dediği, coğrafyamızı nasıl gördüğü, büyük konu olabilmektedir. Ancak kendini anlaması, kendisinin ilkel Ortadoğu’dan daha gelişmiş Batı’ya varma süreci içinde bulunduğu varsayımına dayanan bir insandan bu çeşit bir davranış ortaya çıkabilir. Her zaman medeni ve daha gelişmiş, daha yüksek bir insan olan beyaz ağabeyinden takdir ve iyi sözler beklemektedir. Kendisinin onlar gibi görülebilmesi, coğrafyamızın diğer halklarından farklı algılanmak en büyük onurdur. Ne kadar kendileri gibi olanlara da hayran olduğu ülkelerde ırkçılık olsa da, yine de bu, onlar gibi olmanın büyük hayalini etkilemez.

İşte böyle bir kendini ve diğerlerini ret, içinde kaldığı imkânsız bir hayal ve tabii kendi yetisiyle, başka halklara şiddet ve inkâr tarihi olan bir halkı göz önünde bulundurduğumuzda, günümüzdeki olayları yeni bir gözle görebiliyoruz. Günümüzdeki göçmenlere yaklaşımda ırkçılık, Batı sevdasıyla birleşince ortaya çıkan gerçekten trajikomik durumlardan biri Avrupa’daki veya ABD’deki ırkçıların göçmen karşıtı “çalışmalarının” veya haberlerinin direkt olarak alınması ve kendi coğrafyamızdaki göçmenlere uygulanmasıdır. Bu tür haberleri yayanlar, Afgan göçmenleri tecavüzcü, Suriyeli göçmenleri barbar göstermeye çalışırken, ırkçı ideolojilerin artık en kabul edilmiş yöntemlerini ve tiplemelerini kullanmaktan geri kalmıyorlar. Bunlardan bir tanesi göçmenleri Türk kadınlarına tehdit olarak gösterme çabasıdır. Bu tür bir ırkçı ideolojinin temellerini bulmak isteyenler, siyah erkeklerin Avrupalı ve Amerikalı beyazlar tarafından nasıl yüzyıllarca ve hâlâ beyaz kadınlara tehdit olarak gösterildiğini, bunun yüzünden sayısız siyah erkeğin linç edildiğini araştırabilirler. Daha 2015’te ABD’de siyahi bir kilisede 9 kişiyi öldürerek katliam yapan bir beyaz Amerikalı, saldırısına başlamadan önce kurbanlara kadınlarına tecavüzle suçlayan sözler söylemişti. Bu kökenden gelen ırkçı ideoloji daha sonrasında, özellikle 11 Eylül sonrasında İslamofobinin yaygınlaşmasıyla ve genel olarak oryantalist kalıplarla birleşerek kendini Müslüman halklara ve erkeklere yansıttı. Bütün bu tiplemelerin bir diğer tarafında da tabii ki Arap, siyah, Ortadoğulu kadınların egzotik ve birer cinsel obje olarak gösterilmesi ve bu nedenle uğradıkları cinsel saldırılar yatmakta. Hem yasal sömürgecilik hem kölelik zamanında, sömürgeci Avrupalı erkekler tarafından yerli ve siyah kadınlara tecavüz normal hayatın bir parçasıydı. Günümüzde de emperyalist merkezlerde siyah kadınlar cinsel saldırılara maruz kalmada daha yüksek bir risk altında yaşamaktadırlar.

Irkçı ideolojinin bir diğer, günümüzde de coğrafyamızda sıkça rastladığımız yansıması, ezilen bir halkın kötü örneklerinin o halkın bütün üyelerine yansıtılırken, beyaz insandan ne kadar kötü örnek görsek de her zaman halk olarak Avrupalı ve Amerikalıların ve bu halkların bireylerinin üstün statülerini korumalarıdır. Bunu tabii ki en açık olarak bir Suriyeli göçmen tarafından yapılan her negatif bir davranışta bütün göçmenlere nefret kusanlarda, onları barbar ve düşük insanlar olarak göstermeye çalışanlarda görüyoruz. Bu nefret çığında, insanlara yamyam diyenler de var – yine Avrupalılar tarafından siyah halklara karşı sömürgecilik zamanında kullanılan bir sıfat. Avrupalı ve Amerikalıların bile artık kullanmaktan utandığı sıfatları Ortadoğulu göçmenlere kullananlar, kendi Ortadoğululuklarını ayaklar altına almak bir yana, bize aslında önemli bir ders veriyorlar. Kendilerini Batı’ya yakın, daha yüksek ve medeni görmelerini diğer halkları ezerek göstererek, bu özentilikleriyle, zaten bizim bildiğimiz bir gerçeği, yani ABD ve Avrupa’nın da halkların imhası ve inkârı, soykırımı üzerine kurulduğu gerçeğini bize bir daha kanıtlıyorlar. Biz biliyorduk zaten, ama siz bir kez daha özendiğiniz davranışlarla bunu ortaya koyuyorsunuz. İşte böylece, Batılı olmanın koşulu olan başka halkları ezme geleneğini ağabeylerine kanıtlamaya çalışıyorlar. Bir göçmenden yola çıkarak (ya da birden çok daha fazla olabilir) bütün bir halk için yargıya varanlar, o zaman her gün Anadolu’daki insanlar tarafından gerçekleşen tecavüz haberleriyle kendilerini de tecavüzcü olarak görsünler. Hiçbir halkın homojen olduğunu zaten biz hiç söylemedik. Bu ancak, halklar ve ırklar üzerinden hiyerarşi kurmaya çalışan ırkçı ideolojinin yapısıdır. Bunu bugün ileri götürenler, birçok halkın tamamını bir tehlike, daha düşük insan olarak gören bir ideolojiyi destekleyerek bunu yaygınlaştırmaktadırlar.

Beyaz olmayan halkların bireylerinin yaptıkları negatif davranışlar ırkçı ideoloji tarafından ne kadar genele yansıtılıyorsa, o kadar da tekil beyaz insanlar ne derecede suçlar işleseler de diğer beyaz insanlar bundan ideolojik olarak uzak kalabiliyor. Bunu ABD’de çoğu silahlı saldırı beyaz erkekler tarafından yapılsa da nasıl medyada eğer saldırgan beyaz ise bunun hemen saldırganın hayatta yaşadığı zorluklar veya zihinsel sorunları ile açıklanırken, bir siyah insanın veya Ortadoğulu veya beyaz olmayan Müslüman birinin çok daha küçük bir yanlış davranışta cani, terörist vs. ilan edilmesinde görüyoruz. Beyaz insanlar kendi bireyselliklerini kötü örnekler karşısında koruyabilirken, diğer insanları daha sürüvari gören ırkçı ideoloji birinin davranışını herkese atfediyor. Irkçı ideolojide beyazlık işte ideolojik olarak beyaz bireylerde bu şekilde kirlenmeyen bir ışık halkası oluşturabilirken, diğer halklara ise en kötü ve tabii ki hayalî örneklerden doğarak o halkın bütün bireylerini kirleten ve bütün bireylere atfedilen bir şema örüyor. İşte her Ortadoğulu göçmenin kötü bir davranışını gördüğünde bütün göçmenler hakkında söylemlerle karşılık verenler de bu ırkçı sürüleştirme yapısını tekrar etmektelerdir.

Tartıştığımız yapılar arasında bahsetmeye değer bir başkası ise karşıdaki halkın anlamlar bütününü, yaşam tarzını yok sayma ve hatta onun kültüründen, dilinden en küçük işaretlere karşı bir nefret ve tehlike hissetme duygusu yansıtmaktır. Zaten bir açıdan, kendi coğrafyasında yüzyıllardır yaşamış halkların dillerini hâlâ inkâr eden bir devletten de daha aşağısını beklememek lazım. Ancak, göçmenler söz konusu olunca bu, anlamlar bütünlüğünün ve kültürel önem dünyasının içine girmeye bile çalışmadığı eylemleri ilkel veya uygarlık dışı olarak nitelemeye varmaktadır. Bir giyim biçimi veya başka bir dildeki bir tabela (İngilizceyse sorun yok) bu zihniyet için bir gerileme kanıtı olarak okunuyor. Aslında gerçek mesele Arap alfabesini görmektir, çünkü ideolojik milli eğitim sürecinde Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş ilkellikten uygarlığa geçiş olarak gösterilmiştir. O yüzden de Arap alfabesinin olduğu yerden ancak gericiliğin geleceği zihinde kodlanmıştır. Bu tür bakışlar zaten ancak Avrupa ve ABD medeniyetlerini üstün noktaya koymuş ve Ortadoğu’yu, kendi coğrafyamızdaki Batılılık dışındaki şeyleri bir gerileme unsuru olarak gören bir yönelimin okuması olabilir.

Bunun bir diğer yanı ise tabii ki milliyetçi, ulus devlet ideolojisi ve bunun yarattığı işgal korkusundan gelmektedir. Gelen göçmenlerin sanki bir işgal gücü olarak, yine sürüvari gösterildiği görsellerde bunu görmek kolay. Afganistan’dan gelen göçmenlerin yolculuklarının Türkiye’de haberleştirilmesi ile ABD’ye gelen Latin Amerikalı göçmenlerinin yolculuklarının ABD’deki haberleştirilme biçimleri bazı örneklerde neredeyse birbirinden ayrılamaz hâle gelmiştir. İnsanlıkla bağlantısını diğer herkesi hiçbir zaman bunun fiziksel karşılığını belki görmeyeceği sınırlarla dışlayan bir ulusa mensup olmakla küçültmüş bir görüş tabii ki başka halkların varlığını tehdit ve düşmanlıkla görebilecektir. Göçmenlikle ilgili bir tartışmaya, ama Türk vatandaşları da şöyle eziliyor böyle eziliyor zaten, diye başlamak da bu ideolojiye aittir. Bu yaklaşıma göre, ilk olarak vatandaşların problemleri çözülmeli sonra geri kalan hâlledilmelidir, sanki bu ikisi kapitalizmin yarattığı ekonomi politikte ayrılabilir gibi. Bu mantığın sosyo-ekonomik mantıksızlığı bir yana, insan olmak kategorisinin üzerine vatandaşlığı, ulus üyeliğini yerleştirdiğini görmeliyiz, işte bu da milliyetçiliğin yozlaşmalarından biridir. Bu yaklaşımla, mesela herkes kendi ulusundan medet olsun veya bir ulus devlet ilk kendi vatandaşına bakmamalı mı diyenler, ulussuz göçmenleri zaten yaşamdan bir medet umamayacak bir insanlık dışı noktaya götürmüşlerdir. Kapitalizmin kendi içindeki rekabetle şekillenmiş ve örgütlenen ulus devletler zaten halklara değil sermayeye bakmak için vardır ve ulus devlet ideolojilerinden bahsettiğimiz konuda bir özgürleştirme beklenemez. Sosyalistler de her zaman bu vatandaş-vatandaş olmayan ayrımına karşı çıkmalı; insan olmak ve insan gibi yaşamak için gerekenlerin her insan tarafından temini zemininde çalışmalıdır.

Göçmen ve halkların anlam bütünlerine saygı ve bunlarla karşılıklı diyalog konusunda ayrıca ne zaman TV kanallarında, sosyal medyada, gazetelerde vs. göçmenlerle ilgili bir tartışma olsa, o tartışmaların kaçına göçmenler dâhil oluyor diye herkesin sorması gerekmektedir. Burada görülecektir ki coğrafyamızda göçmenliğin, göçmenlerin yokluğunda tartışılması normalleşmiş bir mesele hâline gelmiştir. Göçmenler yokluklarında, sessizliklerinde analiz edilmekte, yargılanmakta ve aşağılayıcı kalıplara mahkûm edilmektedir. Karşıdakinin sesinin bu şekilde yokluğunda yapılan analizlerin tabii ki ne doğruluk ne de bütünlük standartlarına ulaşması beklenebilir, ki zaten biriyle direkt diyalogda bile tam olarak bir anlam paylaşımı yeterince zordur. Halklara onların yokluğunda dışarıdan yapıştırılan, onlara atfedilen ırkçı kavram bütünlükleri büyüdükçe ve genişledikçe, bu anlamlar dünyası kendi ivmesini kazanmakta, tekrar edildikçe de gerçeklik görünümleri katılaşmaktadır. Bu da halkların kendilerinin, kendi tanımlamalarını yapmalarını zorlaştırmaktadır ki bu hak da her halkın özgürlüğünün vazgeçilmez bir parçası olmalıdır. Bu döngünün devamı ancak coğrafyamızın halklarının önemli bir bölümünü oluşturan ve oluşturacak göçmen halkların bizlerden daha da soyutlanmasına ve yabancılaşmasına, aramızdaki iletişimin daha da zorlaşmasına yol açacaktır.

Bu gibi başka örnekler verilebilir. Ancak sadece bunlardan da görülmektedir ki, kendini Ortadoğu “karanlığından” kurtarmak isteyenler, ırkçılıklarını şaşırtacak seviyelere indirmişlerdir ve bu yolda da bazen gerçekten kendileri de göstererek Avrupalı ırkçıları örnek almaktadırlar. Aslında yaptıkları kendilerini de aşağılayan bir sistemi ve söylemler bütününü ilerletmektir. Fakat tabii ki burada asıl şiddet artık sıkça, her ağızdan, aşağılayıcı, insanlıktan çıkarıcı anlamlara mahkûm ettikleri, sömürdükleri, dövdükleri, öldürdükleri göçmenlerdir.

Fanon’un en etkileyici keskinlikte belirttiği gibi, emperyalist sözde “uygarlık,” kendi içinden de çıkan idealleri gerçekleştirmekte başarısız oldu. Günümüzde, coğrafyamızda ABD’den ve Avrupa’dan birçoğunun beklediği idealler, yaşamlar ve değerler; Afrika’daki sömürgelerde ve artan askerî operasyonlarda, Latin Amerika’da devrimci ve sendikacı avlayan ABD’nin kiralık çeteleriyle, Avrupa ve ABD’nin metropollerinin kenar mahallerinde polis ve sağcı-Nazi milisler tarafından öldürülen halklar ve devrimcilerle, kime atıldığını artık atanın da bilmediği drone bombalarıyla, Akdeniz’de ölüme terkedilen göçmenlerle batıyor.

Fanon’un dediği hâlâ geçerlidir: “Ağzından insan sözünü hiç düşürmeden sokak köşelerinde, dünyanın bütün köşelerinde insanları katleden bu Avrupa’yı bir kenara bırakalım.” Devam edelim: “Yani kardeşlerim, bu Avrupa’nın ayak izlerini izlemekten başka yapacağımız daha iyi şeyler olduğunu nasıl anlamayız? İnsandan söz etmeyi asla bırakmayan, tek kaygısının insan olduğunu iddia etmekten bıkmayan Avrupa’nın her bir ruhsal zaferi için insanlığın ne acılar çektiğini artık biliyoruz… Avrupa’nın tekniği ve yaşam tarzında insanı aradığımda, sürekli insanın inkârıyla, çığ gibi büyüyen cinayetlerle karşılaşıyorum… Yoldaşlar, üçüncü bir Avrupa yaratmaktan başka yapacak işimiz yok mu?.. Afrika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, Amerika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, o hâlde ülkelerimizin kaderini Avrupalılara emanet edelim. Onlar bizim en iyimizden daha iyi iş çıkarırlar… Avrupa için, kendimiz ve insanlık için, yoldaşlar, yeni bir başlangıç yapmalı, yeni bir düşünce tarzı geliştirmeli ve yeni bir insan yaratmaya çalışmalıyız.” Burada ancak belli bölümlerini verebildiğimiz Yeryüzünün Lanetlileri’nin çok da uzun olmayan sonuç bölümünü herkesi okumaya davet ediyoruz.

İşte bizim coğrafyamızda da yeni bir insan, bizimle yaşamaya gelmiş halklar ile kardeşlik ilkesiyle bütünleşerek yaratılabilecektir. Anadolu’da olacak bir devrim için coğrafyamızın bütün halklarının arasındaki bu dayanışma ve özellikle daha eksik kalmış olan, göçmenlerle olan dayanışmayı arttırmamız gerekmektedir. Devrimci sosyalistler bu durumun ve tartışmaların dışında kalamaz. Bunun dışında kaldıkça, bahsettiğimiz ırkçılıklara şahit olan bazı göçmenlerin, kendilerini yeri geldiğinde Saray Rejimi’ne yakın görmelerine şaşırmamak lazımdır. Yeni insanın, gerçekten insan diyebileceğimiz insanın zeminini oluşturabilecek tek toplum olan sosyalist toplum için gerekli olan devrimci işçi birliği, halkları fabrika zeminlerinde, çöplüklerde, tarlalarda bir araya getirebilecek potansiyeldedir. Bu mücadelede birleşmiş halklar kardeşliklerini, yeni insanın yaratım süreci olan mücadelenin kendisinde büyüteceklerdir. Devrimcilere burada düşen görev de kardeşliği kıran ve böylece her insanı aşağılayan ve özgür bir geleceği herkese kapayan ideolojileri, ırkçılığı, milliyetçiliği, göçmen karşıtlığını devrimci işçi mücadelesinin kızgın demirinde eritmek ve buradan yeni kardeşlik bağlarıyla birbirine tutunmuş insanlığın ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...