Ana Sayfa Blog Sayfa 84

Walter Benjamin’in tarih ve zaman anlayışı: Proustyen bir an / Feraye Yeşil

Giriş

Bu makalede Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine Tezler” adlı çalışmasından da hareketle, onun tarihe bakışı ve zaman anlayışı ile kendisinin de etkilendiği ve üzerine yazdığı Marcel Proust’un, romanlarında benimsediği zaman kavramına ilişkin analojiler ele alınacaktır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, hâkim düzeni, modernitenin kırılgan yapısı içerisinde aşılmaya çalışılırken Benjamin’in tarihin oluşumuna ilişkin gündeme getirdiği eleştirilere değinilecektir. Benjamin’in tarih yazımına ilişkin görüşleri ve tarihsel maddecinin nasıl hareket etmesi gerektiğine dair fikirleri açılımlanacaktır.

Walter Benjamin yaşadığı dönem içerisinde, adeta bir felaket çemberinin içinden seslenmektedir bizlere. Bu sesleniş, onu içinden çıkmak için çabaladığı yığının altında bırakmıştır. Tıpkı Angelus Novus’un çekip kurtaramadığı diğerleri gibi o da geçmişin yığınlarının içinden bugün de kurtarılmayı beklemektedir. Benjamin’in zaman anlayışı, modernitenin getirdiği ilerlemeci, hep daha parlak bir yere doğru gittiği söylenegelen anlayıştan farklıdır. Onun zaman anlayışındaki bu farklılık, içerisinde türlü eleştirileri de barındırmaktadır. Çizgisel zaman anlayışının kendisinde, ileriye doğru gidişin sürekli olarak arkasında bıraktıklarını görürüz. Benjamin’e göre tarih böyle bir ilerlemeler, olaylar zincirinden ibaret değildir. Bu olsa olsa galip olanların, hakim sınıfın yazdığı tarih olabilir. Benjamin geçmişinden kopuk hâlde rüyada yaşayan bir birey benzetmesi yapar ve galip gelenlerin geçmişin izlerini, ilerleme dedikleri unsurun da etkisi ile nasıl ortadan kaldırmaya çalıştıklarına dikkat çeker. Geçmiş acılar, hatıralar hepsi orada kalmış ve şimdinin içerisinden kurtarılmayı, anımsanmayı beklemektedir. Bunu bir zincirin halkası gibi bizi bugüne getiren anılara, yaşanmışlara bir dönüş olarak değil; şimdinin imkânında sürekli olarak yeniden ele alınması gereken bir neticeymiş gibi görmek gerekir. Benjamin’de olduğu gibi Proust’ta da zaman düz bir şekilde ileriye doğru akmaz. Tam da hâkim sınıfın, galip gelenlerin belleğe etki ettiği gibi bir unutuluşun geri getirilmesi, kayıp zamanın geri getirilmesi olarak adlandırabileceğimiz bir anlayışa sahiptir. Bunu yaparken birtakım tekniklere başvurur. Belleğinde canlandırdığı geçmiş, koku, nesneler, rüyalar yoluyla şimdiye taşınır. Benjamin’in rüyada olan kişisi Proust’ta rüyada olma durumunu, geçmişi şimdiye getirmenin aracı olarak kullanır. Romanlarının yapısına da yansıttığı üzere, sonsuzluğu yakalamanın, zamanın akışını kırmanın bir yoludur bu.

Proust’a göre zaman parçalanmaz bir bütündür ve şimdi, sürekli olarak geçmişin belleğe yansımaları ile vücut bulur. Proust’un zamanın bütünsel akışını bu denli reddedişi onun uzlaşı zamanının (takvimsel zamanın), parçalanmaların, yok oluşların ve yeniden elde edilemeyenlerin zamanı olduğunu düşünmesinden kaynaklıdır. Benjamin için de benzer bir durum, geçmiş acıları, unutulmaya yüz tutmuşları şimdiye getirme ihtiyacından doğar. Eğer tarih, yazılmış olduğu gibi bizi bugüne getiren geçmişe borçlu olsaydı bu, geleneğin otoritesinin bir ürünü olmaktan farksız ve ardında bıraktıklarını yok saymak demek olurdu. Tarihi yazanlarla galip gelenler arasındaki ilişkide, tarihsel maddecinin yapması gereken geçmişi şimdiye taşıyıp, unutulanları, yok sayılanları, mağlupları, anlatılmayanları saplandıkları yığının içinden çekip almaktır. Bunu bir anlığına parlayan geçmişin imgesinden yakalaması gerekmektedir. “Bu yıkıntıdan bir şeyler kurtarmak isteyen tarihsel maddeci, olsa olsa bir paçavra toplayıcısı gibi davranabilir. Kültürün sürekliliğini oluşturan değerleri değil, tüketilmiş, bir kenara atılmış nesneleri, kültürel artıkları, tarihin döküntülerini toplar. Amacı, ‘tarih imgesini, tarihin en silik nesnelerinde, artıklarında bulmak’tır.” Tıpkı Baudelaire gibi, flaneur gibi tarihsel olana bakışını yöneltirken görmeyi bakmaktan ayıran bilinçle hareket eder. Fakat flaneur de tarih meleği gibi harekete geçmekten acizdir. Caddelerde, sokaklarda dolanır her ne kadar kalabalığa sığınıyor olsa da ondan kopamayan bir yanı da vardır. Kalabalığı kendi iç dünyasına dönüştürmeyi başarmıştır. Modernitenin kaçınılmaz değişimleri onu bir gözlemci rolünü üstlenmeye itmiştir. Flaneur her ne kadar görmeyi başarabilmiş olsa da onda değiştirici bir güç bulunmadığını belirtmek gerekir. Benjamin’in flaneur’lüğe vurgusu onun görmeyi bilen bir gözlemci olarak kenara atılmışları, kimi önemsiz gibi görünen nesneleri bakışında tutabilmesinden ileri gelir. İlerleme denen rüzgâr, tarih meleğinin kanatlarını nasıl tutuyorsa flaneur de kalabalıklar içerisinde aynı yığınları yalnızca görebilmekle kalmıştır. Bu görmenin kendisi yabancılaşmanın körleştirdiği, uykuya düşürdüğü yerde gözlerini açıp bir kenara atılmış olanı dışlanmaktan kurtarması açısından önem taşımaktadır. Nesneler yığınlar arasında önemlerini kaybederken görmeyi bilen bir göz tarafından bir “an”da yakalanırlar. İşte Proustyen bir an dediğimiz de bir anlığına belleğimize gelmesiyle yakaladığımız şimdi ile geçmişin aynı noktada birleştiği, geçmişi buraya getirmiş olan andır. Bir unsur aracılığı ile (bazen dejavu olmak olarak da adlandırılır) geçmiş duygulanımlarımızın bugünde vuku bulması bu momente tekabül eder. Bellek burada büyük bir rol üstlenir. Şimdi ile geçmiş arasındaki köprü olmakla birlikte içine aldıklarını saklama görevi de görmektedir. Proust’ta geçmişi bir nesne aracılığı ile bugüne getirmenin, zamanı çizgiselliğin boyunduruğundan kurtaracağına inanıyordu. “Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlığın, bir hayvanın, bitkinin veya cansız nesnenin içinde tutsak olduğu yolundaki Kelt inancını çok makul bulurum; bu ruhları gerçekten de kaybetmişizdir, ta ki, birçokları için hiç yaşanmayan bir gün, ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçinceye, ruhu barındıran nesneyi tesadüfen ele geçirinceye kadar. O zaman ruh irkilip ürperir, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh ölümü yener ve bizimle birlikte yaşamaya başlar tekrar.”

Proust, Benjamin’in vurguladığı tarihsel maddecinin görevi olan unutulanı, yok sayılanı geri getirmeyle ilişkilendirilebilecek bir noktaya değinir. Tarihin çizgisel yanını kesintiye uğratıp olaylar zincirini koparmak amacıyla geçmiş belleğe getirilmeli ve benimsenmelidir. Proust’un geleneksel romancıların zaman anlayışını çözdüğü gibi Benjamin de tarih yazıcılığının eleştirisi için aynı eleştiriyi dile getirmektedir. O halde hâkim olanın bellekten koparmaya çalıştığı geçmişi, şimdinin içerisinden ele geçirmeli ve sahip çıkmalıyız der Benjamin. Bu hatırlamanın kendisi irade dışı bir hatırlamadır ve bir “an”da belirdiğinde yakalanmalıdır. “Yitik Zamanın Peşinde, bütün bir ömrü, aslında ancak tek bir an üzerinde toplanabilecek bir dikkat ve bilinçle aydınlatma çabasıdır. Canlandırmaktır Proust’un yöntemi, düşünmek ve çözümlemek değil.” Benjamin için ise tarihsel maddeci, yalnızca bu “moment”de beliren imgeyi yakalamakla kalmayacak onu şimdide özgürleştirecek olan bir kefaret arayışına girecektir. “Zamanın katmanlarına işlemiş kefaret imgesi, bu imgenin okunabilirliğini haiz bir bakışı tümüyle belirler ve mekânın kronolojik bir yapıda katedilmesini imkânsız kılar. Şimdiki zaman, burada, geçmişin tehditkâr imgesinin baskınına uğramış ve mutlak egemenlik yanılsamasını yerle bir eden tarihsel anlar tarafından işgal edilmiştir. Walter Benjamin, zamanın bu katmanlı biçimine “şimdi zamanı” (Jeztzeit) der; burada “geçmiş” failini şimdiki zamanda bekleyen bir kalıntı niteliğindedir, “şimdi” ise, geçmişin anıtlarını canlandırma dinamiği şeklinde tarif edilebilir. Dolayısıyla, şimdi-zamanı’nda verilen her karar, kişiyi geçmişin olaylarında da etkin kılar; geçmiş henüz müdahaleye kapanmamıştır ve kurtarıcı bir bakışı talep etmektedir.” Benjamin’in tarihsel materyalizm ile mesiyanik görüş arasında kurduğu bağ da bu kurtarıcı talebin altında yatmaktadır. Tarihsel maddeci bakışını yöneltip geçmişi bugüne getirebildiği anda onun için bir umut, özgürleştirici bir durumu gözetme gayreti içinde olmalıdır.

Benjamin, tarihin düz bir çizgide ilerlediğine olan inancı, aynı zamanda hükmedenlere hayranlık duyulmasını amaçlayan bu yaklaşımı değiştirip “tarihi kendimizin kılmamız” gerektiğine vurgu yapar. Galiplerin, hükmedenlerin, baskıcıların değil kenarda köşede kalmış, görünmeyenlerin, sesini duyuramayanların tarihini buraya getirmek gerektiğine işaret eder. Bu da dünyayı, tarihi değiştirecek olan devrimci yaklaşımın kendisi olacaktır. Bunu yaparken de Mesihçi anlayıştaki kefaret duygusu ile hareket edilip geçmişin kefareti ödendiğinde sonunda bir özgürlük ve mutluluk getireceğine inanmaktaydı. Ancak geçmişi kurtarmış olmak bizi bir tür gelecek tahayyülü kurabilme aşamasına getirebilir. Bu da Benjamin’in vurguladığı gibi “tarihi kendimizin kılmak”tan geçecektir. Benjamin, bakıldığında bir araya gelmesi nadir görülebilecek türden anlayışları düşüncesinde harmanlamış bir düşünür olma özelliği gösterir. Mesiyanizm ile Marksizmin kimi düşüncelerini birleştiriyor bir de bunlara gerçeküstücülüğü ekliyor gibidir. Adı Frankfurt Okulu ile anılıyor olsa da onu ayıran mistik bir yönünün olmasıdır. Bu anlamda kendine özgü bir düşünce anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Aynı zamanda kurduğu dostluklar da düşüncelerinden bağımsız olmaksızın, birbirine zıt kutupları içeren türden dostluklardır. Scholem, Benjamin’e getirdiği yorumlardan birinde, tarih meleğinin başarısızlığını Mesih’e başvurarak telafi ettiğini söylemektedir. Bu daha çok teolojik bir bakışı içerir. Bu farklı yorumları beraberinde getiriyor olsa da özgürleşmeye gidecek olan yolda, tarihi kurtarmak açısından bir metot olarak görüldüğü kanıları da bulunmaktadır. O hâlde tarihsel maddeciyi, flaneurden, tarih meleğinden ayıran nokta, onun geçmişin yığıntılarını görebildiği anda, kefaret duygusu ile birlikte hatırlamanın ötesinde bir yere varabiliyor olmasıdır. Tarihsel akıştaki bütünselliği, sürekliliği kopuşa uğratmayı üstlenebilmesi açısından gözetilen bir farktır bu.

Geçmişin yığınlar hâlindeki kalıntılarını tanımak son noktada bakışı eğitmeyi gerektirecektir. “Zamanın okunurluğunun koşulunu, fenomenolojik özler aracılığıyla değil diyalektik imgelerle düşünür Benjamin. Bu da zamanın belirli imge yığınlarıyla türdeş hale geldiği momentleri gerektirir. Fakat bu türdeşlik, zamanın çözümlenmesine yönelen bir anlayışla, örneğin Hegelci bir alacakaranlık mantığıyla tesis olmaz. Aksine Benjamin, zamanın baskın kültürel kodlarla dayatılmış homojenliğini bozan, yadırgatıcı uğrakların arayışındadır.” Benjamin’in yapmaya çalıştığını var olanın devamı olan geleneğin baskıcı tavrından kurtulmak için girişilen bir tür çaba olarak görmek mümkündür. Benjamin’in Marksizm ve Mesiyanizmden yararlandığı gibi gerçeküstücülerden de etkilendiğine değinmiştik. Gelenek aktarılan bir şeye tekabül ettikçe hegemonyası onunla birlikte gelecektir. Benjamin geleneğin baskıcı otoritesini engellemenin bir yolunu da alıntı yapma tekniğinde bulmaktadır. Alıntı yapmayı, yazının otoritesini kırmanın bir yolu olarak görmektedir. Kendi söylemini, “ben”in vurgularını ne kadar azaltırsa metnin hegemonik unsurlar olmadan o kadar öne çıkacağına işaret etmektedir. Benjamin’in yapmak istediği ve metinlerde montaj tekniğini kullanmasının sebebi buydu, buradan yola çıkarak aynı ilkeyi tarih için benimsetmek, geleneği kesintiye uğratmak amacı gütmektedir. Benjamin moderniteyi kendi içerisinden hedef almıştır aslına bakılırsa. “Eski yeni şeylerden değil, yeni kötü olan şeylerden yola çıkın” diyen bir Brecht özdeyişine göre Benjamin de modernitenin hem içinden konuşmakta hem de onu yargılayan bir konumda bulunmaktadır. Gerçeküstücüler, egemenlik ilişkileri, tabular, yasaklarla oluşan modern toplumda alternatif varoluşu, aklın dışladığı bir alanda, bilinçdışında aramaktaydı. Sistemli olarak, hiçbir etkiye kapılmadan sansürün zorunlu varlığını inkâr ederek, bilinçdışını, harikulade, rüya, cinnet, korkunç gibi kavramlarla değerlendirdiler. Bu denemeler anlamlı, bilinçli ve rasyonel davranışlara karşıttı. Benjamin, “düşlerin devrimci rolü” konusunda ve metalaşmış burjuva kültürüne karşı verdikleri savaşta gerçeküstücüler ile aynı noktada olsa da kurtuluşun ve özgürleşmenin hakiki maddi koşulunun “uyku hâlinden uyanma” ile geçekleşebileceğini düşünür. “Son Avrupalı entelektüeller” dediği gerçeküstücülerde farkı budur.” Tarihsel maddeci uyku halinden uyanan kişi olarak devrimci rolü üstlenecek ve tarihin akışındaki zinciri koparan olacaktır. Geçmişteki umut kıvılcımlarını körüklemek tarihçinin bir görevi olmaktadır.

O hâlde materyalist bir tarih yazımı da benzer ilkelerle oluşturulmalıdır. Öncelikle zamanı bütünselliğin, çizgiselliğin, sürekli gelişme düşüncesinin boyunduruğundan kurtaran bir anlayışa sahip olmalıdır. Benjamin vakanüvis bir tarih yazıcılığına, historisizme karşı çıkmaktadır. Geçmiş durup orada bizi bekleyen bir şey olmaktan çok onu yanıp sönen bir “an”da birden ele geçirilmeyi bekleyen olarak görmek gerekmektedir. Historisizm, geçmişi ebedî bir şey olarak tasvir eder. “Evrensel tarih (historisizmin zirvesi) düşüncelerin akışına; materyalist tarih yazımı ise düşüncelerin tutuklanmasına dayanır.” Geçmişi olgular silsilesi olarak görmekten çok onun içerisindeki umut parıltılarına tutunarak, geride bırakılmış nesneleri bir anlığına belleğine getirdiğinde sarıp sarmalayarak tarihin akıntısını tersine çevirmektedir. Böylece ölüler unutulmaktan kurtulur, bir kenara atılmışlar öne çıkarılmaya hak kazanırlar. Geleceğin inşası, geçmişi bu şekilde tutabilmekle, kefaret duygusunu unutmayarak tarihte devrimci bir rol almakla, ezilenlerin tarihini yazabilmekle, onu modernizmin takındığı ilerici anlayıştan koparmakla, acı çekmişlerin kurtarıcısı olabilmeyi her dönemde yeniden yapabilmekle mümkündür. Benjamin aslında ezilenlerin geleneği olabilecek bir tarih anlayışının yaratılması peşindedir.

“Benjamin, Naziler Fransa’yı işgal ederken Gestapo’dan kaçacaktı. Benjamin kaçamadı: Kaçışı, Gestapo’nun eline düşme ihtimalindense canına kıyacağı Fransız-İspanyol sınırında engellendi. Bu intiharın öyküsü, Scholem ve Arendt tarafından da anlatıldığı gibi, tarifsiz bir biçimde trajikti. Benjamin “Tezler”ini kaleme aldığında, Nazilerin her tarafından yayıldığı bir Avrupa’dan nasıl ve hangi yollarla kaçacağı sorunu tarafından tam anlamıyla tüketilmiş durumdaydı; Hitler ile Stalin arasındaki anlaşma halen yürürlükteydi. Benjamin’in kaderi, zirveye çıkmış felaketle dolu bir zamandan uzakta, ilerleme kasırgası tarafından kovalanmakta olan tarih meleğininkinden farklı olmadı.” Bugün kulak verdiğimiz seste Benjamin’in de yankısı bulunmaktadır.

Kaynakça

Avcı, A. (2015). Ünsal Oskay’ın Walter Benjamin Üzerine Çalışmaları. Marmara İletişim Dergisi (23), 25.

Beiner, R. (2013). Walter Benjamin’in Tarih Felsefesi. (M. Alican, Dü.) Tarih Okulu Dergisi (6), 609-7.

Benjamin, W. (2012). Son Bakışta Aşk. (N. Gürbilek, Dü.) İstanbul: Metis Yayınları.

Bostan, C. (2020). Divandaki Tarih Meleği: Walter Benjamin’de İmge-Uzam. Cogito (97).

Proust, M. (2020). Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı. (R. Hakmen, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Michel Foucault’nun özne-iktidar ve panoptikon modeli üzerine yaklaşımları / Kıvılcım Yılmaz

Özne ve öznel deneyim Foucault’un, sorunsallaştırma yoluyla kurgulandığını düşündüğü ve üzerine yazıp çizdiği kavramlardan iki tanesidir. Foucault, insan öznelerinin her birinin kendi tarihsel süreci içinde gelişim ve değişim gösteren spesifik bir model olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla öznel deneyimlerimiz de kendi tekil tarihleri içinde münferittirler. Bununla birlikte, insan doğası düşüncesi etrafında şekillenen evrensel bir özneyi, her tarihsel dönemde var olmuş aynı insan modelini savunan fikirleri reddetmiştir. Foucault için öncesinde var olmuş ya da var olan değil, tarihten bağımsız, düşünsel etkinliği olan, öznellik taşıyan özneler vardır. Bu sebeple fiziksel dünyanın herkes için aynı anlamı taşımadığını ve bireylerden bağımsız olmadığını, bireylerin anlam ve yorum dünyasının farklı olduğunu ifade eden fenomenoloji yaklaşımından etkilenmiştir. Marksist yaklaşımdan da etkilenmiş bir düşünür olmakla birlikte, Foucault’nun tarihsel özne analizi, kurgulanan, üretilen ve nesneleştirilen bir söylemsel pratik üzerinde ilerlemektedir. Marksizm, bu bağlamda kendisine ideolojik çerçevede ekonomik indirgemeci bir yaklaşım olarak gelmiştir.

Foucault’nun kurgulandığını düşündüğü özne, bizim gerçekliğimizden uzaktır. Hakikat ise tarihsel olarak bir mikro fizik olan iktidar eliyle yaratılır. İnsanların yaşamını düzenleyen, koşullandıran bir biyo-iktidardan bahsetmiştir. Biyo-iktidar tarafından yaratılan öznel deneyimler ise sorunsallaştırılarak, tanımlanır. Yani herhangi bir şeyi doğru ya da yanlış olarak sınıflandıran, düşünceleri nesneleştiren ve bireyler için bilgi üreten bütün söylemler “sorunsallaştırma”nın kendisidir. Kuşatılmış bilgi olarak kimlik ve bireysellik aynı zamanda tarihsel olarak evrensel bir toplum öznesi de yaratmıştır. Öyleyse, iktidar analizinde nasıl özneler kurulmuş, iktidara bağımlı nasıl bir etik ve normlar oluşturulmuştur? Bunun cevabı Foucault için delilik, hastalık, cinsellik, suç gibi deneyimleri sınıflandıran ve bireyleri toplumdan soyutlayarak ayrıştıran sistem/sistemlerin tarihsel analizini yapmakta gizlidir. Bu ayrıştırmadan kurtulmanın çözümüne kavuşmak hakikatimiz olacaktır. Kimin normal kimin sapkın olduğu, kimin deli kimin akıl sağlının yerinde olduğu, kimin suçlu kimin suçlu olmadığı ayrımında kendimizi tarihsel bir deneyim olarak kabul mü ediyoruz? Bu kimlik biçimlerinin nasıl kurulduğunu sorgulamamız gerektiğini söyleyen Foucault, 17. yüzyıl ile ortaya çıkan üretim kapitalizminin esas kaynaklardan birisi olduğunu da belirtmiştir. Foucault’a göre üretim kapitalizminin amacı; yaşamı yasaklamadan, zorba bir negatif anlayışından uzak kalarak, nüfusu düzenlemek, yaşamları kontrol etmek, üretkenliği arttırıcı sağlıklı bir işgücü yaratmaktadır. Foucault, biyo-iktidarın bu paradoksal yanıyla iki biçimde karşımıza çıktığını söylemiştir:

İnsan bedenini makinalaştıran disiplinci iktidar; göç politikalarını, korunma ile doğum kontrol yöntemlerini düzenleyen nüfusun biyo-politiği. Burada kadın bedeni üzerinde bir iktidarlaşmanın varlığını da belirtmek gerekir. İşgücüne dahil edilen beden gücü bu mekanizmalarla denetlenebilir, itaatkâr, iktidara tabi kılınan bir özne olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’ya göre modernliğe girme eşiği tam da burada başlamaktadır. Böylece modern devlet, cezalandırdığı, sınırlandırdığı, kontrol ettiği bir modern toplumu üretken bir özne olarak kurgulamış olacaktır.

İktidarın mikro-fiziği ise söylem üzerinden etik ve bilgiyi modern ruhlarda hapsedecektir. Foucault, özneliğin mekânının ruh olduğunu ve belli söylemlerle tanımlanmış etik ve bilginin iktidar eliyle terbiye edildiğini ifade etmektedir. Büyük kapatılma dediği şey ruhların tutsaklığıdır. İktidar, özne üzerinde kuracağı disiplini belli tekniklerle ele almaktadır. Foucault, iktidar tarafından uygulanan disiplin tekniklerini kavramsallaştırmıştır. Bu teknikleri incelemek Foucault’nun deyimiyle kurgulanan hakikat oyununu anlamamıza fayda sağlayacaktır:

1- Bedenlerin Dağılımı, dört şekilde karşımıza çıkarılmaktadır:

– Çitleme: Mekânsal alanda sınırların inşa edilmesi ve bu sınırlarda gerçekleştirilmesine izin verilen eylemsellik.

– Çerçeveleme: Mekânın örgütlenerek hücrelere bölünmesi. Her bir hücreye bir kişinin konacak şekilde kurgulanması.

– Manifaktür: İş bölümlerinin olduğu bir atölye kurgulanarak o mekânsallıkta işlevselliğin arttırılması.

– Mertebe: Okul, hapishane, hastane gibi mekânlarda hizaya sokulan bir düzenin varlığı. Buna okuldaki koridor, avlu, bahçe için verilen misyonlar ve arka arkaya dizilen sıraları ve sınıfları örnek verebiliriz.

Görülüyor ki kurgulanan bu disiplin yöntemleri ile işgücü bölümlere ayrılırken üretim süreçleri rahatlamakta, emek gücü ise bireyselleşmektedir. Hiyerarşinin varlığı bireylerin bedenlerini kontrol altına alırken, üretime en verimli şekilde dahil olmalarını sağlamış olacaktır. Bu ise mekânın sınırları altında bireylerin yalnızlaşmasını doğuracaktır.

2- Faaliyetlerin Denetimleri, zamanın yönetimi ve kullanımı ile ilgili olarak üç şekilde karşımıza çıkmaktadır:

– Eylemin zamansal yoğunlaşması: Bu modelde bireylerin eylemleri toplu şekilde programlanarak detaylara bölünmektedir. Buna askerî birliklerin belli disiplin içinde, parçadan bütüne doğru, denetimli ve programlı bir şekilde yürüyüş biçimini örnek verebiliriz.

– Bedenle jestin korelasyon içine sokulması: Beden-alet-makina bütünü ile bedeni nesneleştirerek bir denetim söz konusudur. Bedenin yönetilen bütüncül tutumu özgürleşemez.

– Oluşumların örgütlenmesi: Öznelerin faaliyetleri belirlenen zaman içinde sıralanır ve bu zaman içinde sonuçlanır.

3- Güçlerin Birleşimi:

Eğitimle birlikte birliklerin oluşturulması. Bu modele, ordu düzenini bir disiplin gücü olarak örnek verebiliriz. Foucault’nun burada bahsettiği güç birliği, söylem üzerine kurulu, daha önce varmış gibi ve olması gerektiği için kurulan bir disiplin gücüdür.

Foucault’nun tespit ettiği mikro disiplin araçları, iktidar ve bilgi ikilisinin işbirliği ile nasıl özneler yaratıldığını anlatmaktadır bize. Mekânı bölünebilir hâle getiren, onu çitleyerek, çerçeveleyerek emek gücünün işlevselliğini belirleyen bir biyo-iktidar varlığının altını çizmektedir. Böylelikle beden gücünün verimliliğinden fayda sağlayan, siyasi olarak itaatkâr ve kendine tabi kılınmış bireyler yaratan bir biyo-politikanın da varlığını belirtmiş olmaktadır.

“Panoptikon” hapishane biçimi, Foucault’nun ısrarla üzerinde yoğunlaştığı, gözetlenebilir, kontrol edilebilir ve bedenselliğin iç baskı ile şekillenebilir olduğu mikro fiziklerden bir tanesidir.

Panoptikon, İngiliz toplum kuramcısı Jeremy Bentham tarafından 1785 yılında tasarlanmış bir hapishane modelidir. Tek kişilik hücrelerden oluşan, daire şeklinde inşa edilen panoptikon; dış cephesinin duvar penceresinden süzülen gün ışığı sayesinde mahkûmların silüetlerini izleme imkânı sunuyordu. Kuledeki nöbetçiler tarafından tek taraflı izlenen mahkûm, her bir hareketinde denetlendiğini bilerek davranmak durumunda kalmaktaydı. Bu bize görülmeden gözetimin ve belli kurallarla çizilmiş normlara uyum sağlamanın zorunluluğunu hissettiren, görünmez bir iktidar varlığını hatırlatır. Tarihsel süreçten günümüze panoptikon modelinin hastane, fabrika, ofis gibi birçok kurumun işleyişi ile benzeştirilebileceğini söyleyebiliriz.

Foucault’nun gözetleyen iktidar ile gözlenen özne ikilemini, panoptikon modeli bağlamında bir film, bir belgesel örneği ile ilişkilendirmek isterim.

 

Foucault’nun düşünceleri bağlamında

“Truman Show” üzerine bir analiz

Peter Weir’in yönettiği 1998 yapımı olan Truman Show filmi, bizlere bir televizyon yapımcısının kurguladığı özneyi, Truman’ı anlatmaktadır. Truman, erken doğan bir bebek olduğu için bir televizyon şirketi tarafından seçilir. Bu seçim kendisinden habersizce gerçekleşirken, bütün dünyanın olup bitenden haberi vardır. Truman, böylesine bir distopya için seçilirken tüm dünya karşısında “ödüllendirilmiş” bir bebektir. İçinde yaşadığı ada, eğitimini aldığı okullar, arkadaşlıkları, işi ve evliliği tamamen kurmacadır. Yaratılan yaşam alanı ve bu yaşama dahil olan özneler para ile tutulmuş sahte, kurgusal kişiliklerdir. Bir gün babasıyla birlikte denize açılırken adanın çok daha ötesini görmek ister. Yaşadığı ada o kadar küçüktür ki, küçük yaşına rağmen, başka bir dünyanın kapılarını hep aralamak ister. Fakat Truman bütün dünyanın kitlenerek izlediği, onu izleyenlerin bir an olsun kendi tutsaklıklarından sıyrılabildiği bir hakikat oyunun içindedir. Çünkü onun yaşamı oyuncuların televizyonlarda bizlere sahte duygular vermesinden, şaşalı sahnelerden ve efektlerden çok uzaktır. Truman’ın hikâyesi herkes için hiç sahte değildir. Sadece kontrol altındadır ve özel yaşamın ta kendisidir.

Truman normal olarak dayatılmak istenenin en iyi modeli olmalıdır. Dünyayı keşfetmesi için evinden, yaşadığı yerden ayrılmasına gerek yoktur. O çerçevelenmiş ve çitlerle örülmüş, sınır ötesinin yasaklı olduğu adada dünyayı ayaklarının altına serebilirdi. Tüm bu hakikat oyunun içinde tüm gerçekliğine yabancılaştırılması istendi. Kendisine sunulan tüm yaşam koşullarına, var olan kurulu düzene tabi olması için önce sorgulamadan yaşaması gerekirdi. Bu sebeple önce gözleri önünde babasını suda kaybetmesi kurgulanmıştı. Bu yüzden çocukluğundan yetişkin hâline kadar bu travmayla yaşaması istendi. Suların ardına geçip kendi gerçekliği ile karşılaşmasına engel olundu. Bir gün babasıyla tekrar karşılaştığında gerçekliği olarak düşündüğü her şey ters yüz oldu. Bundan sonraki yaşamı, içinde bulunduğu her anı sorgulamak ve mutsuz olduğu, ait hissetmediği dünyayı değiştirmek üzerine çabalamak oldu.

Bu filmde, Foucault’nun adından sıkça bahsettiği biyo-iktidar olarak televizyon yapımcısını, yaratılan ve olması istenen özne olarak Truman’ı görüyoruz. Bununla birlikte, özneye yüklenen işlevsel fonksiyonun mêkan sınırlaması ile disipline edildiğini, küçük bir adada kusursuzca işlenen düzene tabi kılınan bir Truman yaratıldığını görüyoruz.

Foucault’ya göre, iktidar bir bilgi ve söylem, üretmedikçe var olamaz. Bireylerin kendisiyle kurmuş olduğu ilişki ise üretilen bilgiler yoluyla biçimlenir. Peki bu nesneleştirilmiş bilgi alanından nasıl kurtulabiliriz? Hayatımızın birçok alanına nüfuz eden panoptikon mimarisinden nasıl sıyrılabiliriz? Foucault, olduğumuz kişiden kurtulmamız için önce kurulan kurguyu anlamakla başlamamız gerektiğini savunmaktadır. Tıpkı Truman gibi…

İkinci bir analiz olarak “The Social Dilemma”

Son zamanlarda büyük etki uyandıran belgesel film “Sosyal İkilem”, Facebook, Twitter, Instagram ve Google gibi sosyal medya platformlarının tasarım olarak, çıkış zamanından bugüne değin oldukça dönüşüme uğradığını dile getirmektedir. Belgesel, bu platformların düzeyli, sınırlı ve bilinçli bir bilgi erişimi sunarken nasıl bu denli radikal dönüşüme uğradığını da tartışıyor. Yapay zekâ ve simülasyon yoluyla kullanıcıların nelerden etkilendiği bu platformlar tarafından tespit ediliyor. Yapay zekâ bir sunum sistemi ile her kullanıcıya özel çalışıyor ve böylece kullanıcının alışkanlıklarına uygun reklamlar sunuluyor. Paylaştığımız her satır ve fotoğraf reklamlarla güncellenerek yapay zekâ tarafından bir kodlama oluşturuluyor. Kişiye göre uygunlaştırılmış bu reklamlar bizi yönlendirerek bir ürüne dönüşmemize neden oluyor. Belgeselde sosyal medya platformlarının belli mevkilerinde daha önce çalışmış kişilere yer veriliyor. Belgeselde, Firefox ve Mozilla’nın yazılımcısı Aza Raskin’in sosyal medya üzerine bir sözü çarpıcı nitelik taşıyor: “Kullandığımız ürünlerin parasını reklam verenler ödüyor. Yani müşteri reklam verenler, satılan şey ise biziz.”

Belgeselde anlatılmak istenen başka bir şey, asıl amacın insanların olabildiğince ekran başında kalmasını sağlamak olduğunu vurgulamaktır. Bu sayede reklam döngüleri o kadar fazla ve hedef odaklı yayınlanabilecektir. Belgeselde dikkatimi çeken başka bir söz örneği ise şöyledir: “Ürüne para ödemiyorsanız ürün sizsinizdir.”

Son olarak belgeselin biyo-teknolojiye karşı sunduğu çözümlerden bir tanesi, reklam şirketlerinin ulaştıkları her veri tabanı için vergilendirilmesidir. Böylelikle eriştikleri her bir veri onlar için bir mali yük olacak ve yaşamlarımız üzerindeki kontrol mekanizmaları bu oranda engellenecektir.

Sonuç

Foucault’nun çözümlediği üçlemede, teknoloji endüstrisi biyo-iktidar; reklam dünyası; panoptikon; kullanıcılar ise kurgulanmış birer özne olarak karşılık bulmaktadır.

Peki tüm bu kötücül etkileri bildiğimiz hâlde neden tutsaklığı ve nesne olmayı tercih ediyoruz?

Sanırım, Foucault’nun dediği gibi öncelikle içselleştirilmiş zorunluluğumuzdan sıyrılmamız ve özneliğimizi çıplaklaştırmamız gerekiyor.

Kaynakça

Foucault, M. (1992). Hapishanenin Doğuşu. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi.

Foucault, M. (2014). Özne ve İktidar. (I. Ergüden & O. Akınbay, Çev.) İstanbul: Ayrıntı.

“Bizim hikâyemiz”(!): Pontos meselesi…

“Yalan, ona inanmaktan

hoşlananlar çoğaldıkça,

‘Doğru’ sayılmaya başlar!”

İbn-i Sina’nın ifadesiyle, “Kuşku duymayan kişi bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır”ken; gerekli ve vazgeçilemeze ilişkin olarak, “Düşünülebilir olmayanı düşünebilmeliydik,” diye uyarır Ludwig Wittgenstein de…

Hepimize “Ne olursa olsun kendinle yüzleş, çünkü seni değiştirecek şey asıl kendindir,” diye fısıldayan “susturulmuş” Pontos meselesi de bu kapsamda ele alınması gerekenlerdendir.

Evet, “Pontos meselesine resmi tarihin bakış açısı inkâra dayanır.” Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur; tüm soykırımcılar için her yerde böyledir bu.

Ancak “Hayır” denip; sorgulanmalıdır biz(ler)e dayatılan suskunluk; “Eğer varolan düzeni sorgulamaktan kaçınıyorsak bunun nedeni, toplum tarafından kabul gören her şeyin doğru olduğunu düşünmemizdir aslında,” uyarısı eşliğinde…

Bir anlığına düşün(elim): Byzerler, Bekhiriler, Heptakometler, Mossynoikler, Makronlar, Kolkhisler… Onlar Doğu Karadeniz yaşayan eski otokton halkların adları… Yaklaşık 4 bin yıllık, belki daha da eski…

Söz konusu halkların adları Helen yazıtlarında var; bir de Ksenophon’un ‘Anabasis’inde kayıtlı…

Tarih içerisinde kolonileştirilmeye karşı Helenler, Persler vb.leriyle mücadele eden Doğu Karadeniz’e Romalılar geldiğinde, bölgenin önemli bir bölümünü kendilerine benzettiler. Dil Rumca, din Ortodoks Hıristiyanlık oldu…

Ardından da Osmanlı hâkimiyeti başladı. Bu kez de dil Türkçe, din ise İslâm olacaktı…

Söz konusu değişimler kolay olmadı; zorluydu; katliam ve trajedilerle biçimlendi. Direnen halklar soykırıma uğradı…

Fatih Sultan Mehmet’ten Abdülhamid’e, oradan da 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışına uzanan Pontos hikâyesindeki gibi…

1919-1923 kesitinde 350 binden fazla Rum katledildi; arta kalanlar ise mübadele ile Yunanistan’a gönderilip, köklerinden koparıldı.

“Peki üç binyıl önce yaşayan bu halklara ne mi oldu? Bakın aynaya, onları karşınızda göreceksiniz. Onların kaderleri her birimizin yüz hatlarında derin izlerle çizilmiştir… Bakın horonlarımıza, kemençemize tulumumuza, o ortak kültürün kendisini göreceksiniz…”

O hâlde Umberto Eco’nun, “Şimdi kimliğin anlamı, nefret üzerinde temelleniyor, aynı olmayana duyulan nefret üzerine,” diye betimlediği geç(me)mişten bugüne; Arundhati Roy’un, “Gerçekten de ‘sessiz’ diye bir şey yoktur. Sadece kasten susturulmuş veya tercihen duyulmamış olan var,” uyarısı eşliğinde Pontos meselesini bir kere daha anımsa(t)makta yarar var.

PONTOS NERESİ (VE NE OLDU)?

Önce Pontos ne demektir, Pontoslu Rumlar kimdir onları açıklamakta fayda var.

Siz bakmayın, “Türkler, 1071’de Anadolu’ya geldiği zaman karşısında soy bakımından Helen olmayan ama türlü nedenlerle Yunanca konuşan Hıristiyan insanlar (Rumlar) buldu. Bu insanların büyük bir çoğunluğu 200-250 yıl içinde Müslüman oldu. Egemen halkın dili olan Türkçeyi öğrendi. Daha sonra, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki halkları gibi Anadolu insanı da kendi ulusal kimliklerini buldu,” güzellemesine!

Tarihte MÖ 293 ile MÖ 63 yılları arasında Pontos adı verilen bir devletin varlığı biliniyor.

Helen Mitoloji’sinde Toprak Tanrıçası Gaia’nın babasız doğurduğu oğlu Deniz Tanrısıdır Pontos. Helenler ticari koloniler kurmak için MÖ 1100 yıllarında gittikleri bölgeye, bugünün Karadeniz’ine Pontos adını verirler.

Ancak dünyanın tanıması bir krallığın kuruluşuyla yaşanır. Pontos’un güney sahillerinde MÖ III. yüzyılda kurulan Pontos Krallığı’ndan dolayı bu coğrafya Pontos olarak anılır.

Roma’ya biat etmeyen tek Helen krallığıdır Pontos ve sonunda MS 62’de Roma tarafından yıkılır.

Pontos, Karadeniz sahil şeridinde Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize’nin yarısı içine alan; güneyde Tokat, Amasya, Sivas’ın kuzeyi, Gümüşhane ve Bayburt’un bulunduğu bölgenin antik çağdan beri coğrafî ismidir.

Önce Roma, ardından Osmanlı egemenliğinde olsa da Pontos coğrafyası Helen kimliğini 1919’a kadar korur. Örneğin bugün bile bazı Karadeniz kentlerinde 13 Ocak’ı 14 Ocak’a bağlayan gece kutlanan Kalandar yani yılbaşı, 3 bin yıllık Pontos geleneğidir.

Pontos halkının varlığı Karadeniz’de MÖ IV. yüzyıla kadar dayanır. Helen soyundan gelen Pontos halkının konuştuğu dil, Romeika’dır.

Küçük Asya’nın kuzeydoğusundaki ve antikçağda Pontos/Karadeniz (= πόντος) Bölgesi olarak adlandırılan coğrafyanın kuzeyinde Pontos Eukseinos (Karadeniz); güneyinde Galatia ve Kappadokia bölgeleri yer alırken, bölgenin batısı Halys Nehri (Kızılırmak); doğusu ise Apsarros Nehri (Çoruh) ile sınırlanmaktadır.

Bölgenin coğrafî yapısına ve iklim koşullarına dair bilgilerimizin büyük bir kısmı, bu bölgede yaşamış Amaseialı (Amasyalı) ünlü coğrafyacı Strabon’a dayanmaktadır. Genel olarak kendine has coğrafî özelliklerinden dolayı Pontos Bölgesi dört kısma ayrılmıştır. Buna göre: bölge Halys’ün kuzeyinde kalan yükseklikler; Iris (Yeşilırmak) ve Lykos (Kelkit) Nehri vadileri; Halys ve Iris vadileriyle bölünmüş Kuzey Anadolu Dağlık Bölgesi ve kıyı kesimlerden oluşmaktadır. Iris ve Lykos Nehri vadisinin etrafında son derece verimli olan Phazemon (Vezirköprü), Khliokomon (Binköy Ovası) gibi araziler ve korunaklı Amaseia (Amasya) kenti bulunmaktaydı. Halys’ün kuzeyinde kalan yüksek bölgede ise Zela (Zile) ve Komana (Gümenek) kentleri bulunmaktaydı. Pontos Bölgesi’nin diğer bir coğrafi kesimini Kuzey Anadolu Dağlık Bölgesi oluştururdu. Burası Themiskyra’dan (Çarşamba Ovası) başlayarak Küçük Armenia’ya kadar uzanan Paryadres Dağlarını ve onun bir uzantısı olarak görülen Moskhika Dağlarını kapsamaktaydı. Kıyı kesimler ise Halys Nehri’nden başlayarak Apsarros Nehri’ne kadar uzanan bölgede Amisos (Samsun), Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun) ve Trapezos (Trabzon) gibi önemli liman kentleri bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra Themiskyra ve Gazelonitis (Bafra Ovası) gibi ovaların da bu kesimde bulunması buraya ayrı bir önem kazandırıyordu.

Doğal zenginlikleri, çarpıcı coğrafî yapısı ve iklim koşulları nedeniyle bölgeye farklı anlamlar yüklenmiş, hem etimolojik hem de semantik açıdan Pontos Bölgesi olarak anılması uzunca bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Doğal zenginlikleri ve verimli toprakları yerleşim ve üretim bakımından bölgeyi cazip kılmış, nitekim tarih boyunca birçok halk bu bölgeye yerleşmiştir. Benzer şekilde Hellenlerin de bölgeye MÖ I. binyılın ilk yarısında ya da daha erken dönemde keşif seferleri düzenledikleri düşünülmektedir. Bu bölgenin zenginlikleri, üretim kapasitesi ve ticari potansiyeli göz önünde bulundurularak Büyük Kolonizasyon olarak adlandırılan süreçte (MÖ 750-550) Hellas ve Küçük Asya’da yaşayan Hellenler tarafından zenginliklerinden faydalanmak amacıyla bölgeye koloniler kurulmuştur.

Özellikle Miletosluların Pontos Eukseinos’un güney kesimlerinde son derece etkin oldukları ve buradaki üretim ve ticareti kontrol edebilmek için birçok koloni kurdukları görülmektedir. MÖ 547/546’dan itibaren Perslerin Küçük Asya’ya hâkim olmasıyla birlikte bölge iç dinamikleriyle varlığını sürdürmüş. Büyük İskender Perslere karşı çıktığı seferde Küçük Asya’nın çeşitli bölgelerini ele geçirmiş olsa da onun Pontos Bölgesi’ne geldiği ya da bölgeyi boyunduruk altına aldığına dair bir bilgi yoktur. Nitekim ne Büyük İskender’in ne de onun haleflerinin (diadokhoi) bölgede etkin bir şekilde hâkimiyet sağladıkları söylenemez. Sözü edilen dönemde bölge hem stratejik hem de ekonomik açıdan giderek önem kazanmaya başlamıştır. Öyle ki, bu süreçteki otorite boşluğundan faydalanarak bölgede hâkimiyet kuran Mithradates Hanedanı yöneticileri bölgenin kaynaklarını kullanarak giderek güçlenmiş ve dönemin en büyük güçlerinden biri olan Roma ile kıyasıya mücadele edebilecek duruma erişmiştir. MÖ 63 yılında oğlu II. Pharnakes’in ihanetiyle intihar eden Mithradates VI Eupator’un ölümüyle birlikte Pontos Bölgesi Romalıların hâkimiyetine girmiş ve zamanla yapılan düzenlemelerle birlikte Pontus et Bithynia eyaleti olarak Roma’ya tabi kalmıştır.

Pontos tarihinde kilit öneme sahip Trabzon, Grekçe de “masa” ya da “trapez/yamuk” manasına gelen “Trapezos” kelimesinden gelir. Trabzon adına, Trapezos olarak ilk kez, Ksenophon tarafından kaleme alınan ve MÖ IV. yüzyıldaki olayların anlatıldığı ‘Anabasis’ başlıklı antik kaynakta rastlanmaktadır.

İyon kökenli Miletosluların Batı Anadolu’dan sonra MÖ VII. yüzyılda Karadeniz’e gelerek kıyılarda koloni kentleri kurduğuna değinmiştim. Trabzon da, merkezi Sinop olan bu kolonilerin arasında sayılmaktadır ve birçok araştırmacı, kentin ilk kuruluşu olarak bu dönemi gösterir. Oysa Kolkhlar, Driller, Makronlar gibi yerli kavimler Trabzon civarında çok daha önceden beri yaşamaktaydılar.

Aynı yüzyılda Karadeniz Bölgesi Kafkasya’dan gelen Kimmerler ve onların ardından İskitlerin akınlarına uğrayacaktı. Ancak bu akımların kolonilerin kuruluşundan önce mi yoksa sonra mı olduğu konusu tartışmalıdır. MÖ VI. yüzyılda ise Trabzon Perslerin egemenliğine girerek, Pont Kapadokyası’nın Satraplık’ında kalmıştır.

Büyük İskender MÖ 334’te Pers hâkimiyetine son vermişti. İskender’in ölümü ardından Pont Satrabı II. Ariantes’in oğlu Mithridates, yerli halkın desteğiyle Karadeniz’de Pontos Krallığını kurdu. Trabzon, MÖ 280’de merkezi Amasya olan Pontos devletinin sınırları içinde kaldı.

MÖ I. yüzyılda batıda güçlenen Romalılar Anadolu’yu da işgal etmeye başlamışlardır. Roma kralı Pompeius’un Pontos Kralı V. Mithridates’i Kelkit vadisinde bozguna uğratmasıyla Pontos Krallığı dağıldı. Böylece Trabzon, MÖ 66’da Roma yönetimine girdi.

Roma İmparatorluğu 395’te ikiye ayrılınca Trabzon, merkezi İstanbul olan Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu’nun sınırları içinde kalacaktı.

Bizans İmparatorluğu’nun 1204’te IV. Haçlı seferleriyle gelen Latinlerin işgaliyle imparator I. Andronikos Komnenos’un İstanbul’dan kaçan torunları Alexios ve David, Gürcü Kraliçesi Tamara’nın da yardımıyla Trabzon’da Komnenos Krallığını kurarlar.

I. Aleksios devletin kurulmasının ardından kendisini Roma İmparatoru olarak adlandırmıştı. Hanedanın devlet hâline dönüşmesinde Gürcülerin desteği de etkili olmuş ve 257 yıl boyunca Karadeniz’de hâkimiyet kurmuştu.

Devlet kuruluşundan bir süre sonra Sinop ve Karadeniz Ereğlisi’ni de sınırlarına katmıştı. Pontos Rum Devleti, tarihteki en parlak dönemini, I. Andronikos Dönemi’nde yaşayacaktı. Bu dönemde, Selçukların devleti yıkmak adına gerçekleştirdiği girişimler başarı ile püskürtülmüştü.

Trabzon merkezli bir imparatorluk olarak Pontos Rum Devleti’nin resmî olarak tarih sahnesine çıkışı 1204’tür. Gürcülerin desteğiyle I. Aleksios, Trabzon’u topraklarına katmış ve burayı devletin merkezi ilan etmişti. I. Aleksios, Selçukluların Trabzon içlerine ilerlemesine engel olmuş ayrıca bölgenin ticaretini zenginleştirerek buranın önemli bir ticaret şehri hâline gelmesini sağlamıştı. Bölge, Cenevizliler ve Türkmenler tarafından da pek çok kez kuşatılmışsa da bu kuşatmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Antik Çağ uygarlığının etkilerini devam ettiren Trabzon Rum İmparatorluğunun sınırları doğuda Karadeniz Ereğli bölgesini de içine alırken, kuzeyde Rusya sınırlarındaki Kırım’ın Kerç topraklarına kadar uzanıyordu; Pontoslular ticaret, denizcilik, astronomi ve mimarı alanlarda önemli gelişmeler göstermişti.

Anadolu Selçukluları ile evlilik bağı oluşturarak ve vergi ödeyerek siyasi varlıklarını sürdürebilen Komnenos Krallığı, I. Manuel Komnenos zamanında (1238-1265) en parlak dönemini yaşamıştır. Gümüşhane’deki gümüş madenlerinin etkisiyle de ekonomik olarak güçlenen Manuel I’in sikkeleri üzerinde “en mutlu” unvanı yer almaktadır.

Devletin yıkılışını hızlandıran olay her ne kadar Timur’un Gürcistan’ı egemenliği altına alması olsa da öncesinde yaşanan iç karışıklıklar, 1340’ta patlak veren  veba salgını, Türkmenler ve ardından da Cenevizliler ile ticaret yollarına hâkim olmak adına verilen mücadelelerin her biri devletin gerilemesinde ve çöküşünde etkili olmuştur.

I. Bayezid’in 1398’de Samsun yöresini almasından sonra Trabzon Komnenos Krallığı Osmanlı Devletine yıllık vergi ödemek zorunda bırakılmıştır. David Komnenos, iktidarı döneminde (1458-1461) vergi ödemeyi durdurarak, önceden ödediklerini de Akkoyunlu Devleti Sultanı Uzun Hasan aracılığıyla geri istemiş, Osmanlılara karşı Avrupa’daki büyük devletlere ittifak önerisinde bulunmuştur. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet’in öncülüğündeki Osmanlı kuvvetleri bölgeyi kuşatarak, 1461’de Trabzon’u ele geçirmiş ve Komnenosların egemenliğine son vermişti.

Devletin resmî olarak yıkılmasına sebep olan olay ise Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in emrindeki 140.000 kişilik ordu ile şehri kuşatması ve Trabzon’u ele geçirmesi olmuştu.

Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u işgal ve sonrasında yaptıkları, Osmanlı’nın yağma-talan düzeninin en seçkin örneklerinden birini oluşturur.

Trabzon, karadan ve denizden kuşatılıp Akkoyunlulardan beklenen yardım gelmeyince İmparator II. David Komnenos, ailesinin hayatının bağışlanması ve sürgün olarak imparatorluğun herhangi bir yerinde ikamet etmesine izin verilmesi karşılığında kenti savaşsız olarak teslim etmeyi kabul etmişti.

İmparatorluk merkezi Trabzon’un böylece düşmesine ve artık “savaşan” düşman olmamasına karşın Fatih şehir halkını üç bölüme ayırdı:

i) İmparator ailesi dahil soylu ve zengin ailelerden ve zanaatçılardan oluşan ilk grup Trabzon’dan sürülüp, Kostantinopolis’te ikamete mecbur tutuldu.

ii) İkinci grup, Sultan’ın ve Osmanlı paşalarının hizmetçileri, esirleri cariyeleri olarak tutsak alındı.

iii) Üçüncü grup, kentin yoksul yerlileri ise şehir surlarının dışına çıkarılarak, kırsal alanda ikamete mecbur edildi.

Ayrıca 800 kadar Rum genci de Yeniçeri Ocağına “devşirilmek” üzere götürüldü.

Kent üç gün üç gece yağmaya açık bırakıldı. Sürgün edilenlerin hepsinin taşınır taşınmaz mallarına el kondu.

Trabzon kalesi Yeniçerilere teslim edildi; çıkarılanların yerlerine Osmanlı aileleri, Müslüman topluluklar yerleştirilmeye başlandı.

Fatih, İmparator II. David Komnenos ile İmparatoriçe Eleni ve ailenin diğer bireylerini Trakya’nın Serez kentinde ikamete zorladı. II. David’in sekiz oğlundan biri İslâmiyeti seçti; Fatih’e hizmet etmek amacıyla Enderun’a gönderildi. Kızı Anna ise saraya cariye olarak alındı.

Ancak bir süre sonra Sara Hatun’un II. David’e yazdığı mektubu bahane eden Fatih, bütün Komnenos Ailesini zincire vurdurarak İstanbul’a getirtip; “Kur’an ile ölüm arasında bir tercih yapmasını” emretti.

Kadınların ve çocukların yalvarmaları, imparatorun gözyaşları padişahı kararından döndürmedi. Ama II. David Hıristiyanlıktan vazgeçmedi, İslâmiyet’i kabul etmedi. Bunun üzerine Fatih’in emriyle Komnenos ile yedi oğlunun hemen başı kesildi.

Komnenoslara verilen cezayı daha da ibret verici bir duruma sokmak isteyen Fatih, ölülerin gömülmesine izin vermedi. Cesetleri Yedikule zindanlarının arkasındaki boş araziye atıldı. Kargalar ve akbabalar hemen cesetlere üşüştüler.

Başları kesilenlerin annesi ve eşi olan İmparatoriçe Eleni, ölenlerin mezarını kazmak için tek başına surların dışına çıktı, yırtıcı kuşlarla uzun süre mücadele ettikten sonra sekiz çukur kazmayı ve çok sevdiği eşi ile çocuklarını gömmeyi başardı. Sonra kendisi de mezarların yanına oturarak ölümünü beklemeye başladı.

“İşte İslâm’ın ‘Fetih’ kılıcı böyle çalıştı…”

Ve sonrası da gelecektir: Osmanlı’nın Pontos’u işgal etmesi ile dil ve din asimilasyonu politikaları da başlar. Trabzon’da 1461’de yüzde yüz olan Hıristiyan nüfusu, 1523’te yüzde 86’ya geriler.

Bunca baskı ve asimilasyona rağmen Osmanlı’nın 1914 kayıtlarına bakıldığında Samsun’dan Rize’ye 450 bin Pontoslu Rum yaşadığını görülürken; Pontos halkına yönelik saldırganlık Köprülüler Dönemi’nde (1656-1670) üst seviyeye çıkar.

1670’te Rumca konuşmak yasaklanır. Konuşanların ölümle cezalandırılacağı duyurulur. Bununla da yetinilmez, Osmanlı askerleri ve muhbirleri çarşı pazar, Rumca konuşanların izini sürer. Konuşurken yakalananlar cezalandırılır.

Osmanlı İmparatorluğu saldırganlığın sonuç vermediğini görünce yeni bir yöntem üretir. Padişah’ın imzasıyla Pontoslu Rumlara “Ya dininizi ya dilinizi değiştireceksiniz,” fermanı yollanır.

Sonrası malum!

ULUSAL ARKA PLAN

Ahmet Hamdi Başar, Mustafa Kemal’in 1930’larda Samsun’a gelişini şöyle anlatır:

“Samsun’a geldiğimiz zaman başka yerde görmediğimiz bir manzara karşısında kaldık: gece her tarafta fevkâlâde inzibatî tedbirler alınmıştı- İstasyondan itibaren bütün yollar süngülü askerler tarafından tutulmuştu. -Halk asker kordonlarının arkasına sinmişti. Bu suretle askerden ve polisten mâada hiç kimseyi görmeden, âdeta bir düşman şehrine henüz giren bir kumandan gibi Gazi ve bizler otomobillerle, Gazinin misafir edileceği konağa geldik- O Samsun ki, 1919 senesi Mayısında, Gazinin, vatanı kurtarmak üzere Anadolu’ya ilk adımını attığı yerdi- On bir sene sonra vatanı kurtarmış, davalarını ortaya atmış, inkılâbını tamamlamış bir şef, bir kurtarıcı sıfatı ile ve daha iyi neler yapılabileceğini anlamak maksadı ile buraya girdiği gece ayni adam bir inzibat kordonunun himayesine muhtaç kalmaktadır.”

Bu hâl 1930’larda bile hâlâ Türkleştirilememiş Pontos’un tarihindeki derin ve yaygın bir uluslaşma sürecinin ürünüydü.

Bu gerçeğin arka planına göz atacak olursak: 1450’den itibaren Avrupa’nın Ortaçağ karanlığını yıkıp aydınlanma dönemine girdiği Rönesans, başını Trabzonlu Rum Kardinal Vissarion’un çektiği o günün aydınlarının antik Helen eserleri güncelleştirilerek, Latince tercümeler yapılarak bölgeye yayılır.

Rönesans’ı başlatan Helenizm dalgası, 1453 ve 1461’de İstanbul ve Trabzon’un Osmanlı egemenliğine geçmesi yüzünden Pontos’ta kesintiye uğrar. XIX. yüzyılda ise Helenizmin izleri Pontos’un şehirlerinde yeniden görünecektir.

1890’da Trabzon Filarmoni Orkestrası kurulur. 1895’te önemli ameliyatların yapıldığı büyük bir hastaneye sahiptir Trabzon. Opera binalarının, tiyatro binalarının dolu dolu olduğu, kemençenin dışında her sokağından keman ve piyano sesleri gelen Samsun, Trabzon şehirleri aynı zamanda dünyanın en önemli liman ve ticaret merkezleridir ve bu limanlarda Fransızca, İtalyanca, Helence, Rusça, İngilizce gazeteler satılır.

Dünyada sağır ve dilsizler için yaygınlaştırılmış, bilimsel eğitim veren kurumların sayısı çok azken, 1915’te Amasya’da ayna ile gırtlak hareketlerini takip edip harfleri tanıyan, dudak okuma yöntemi ile eğitim veren Merzifon Koleji gibi okulları vardır Pontos’un.

Genç kadınlar Pontos şehirlerinde okuma imkânına sahiptir. Trabzon Kız Okulu 1846’da faaliyete başlar ve daha sonra 1873’te Gümüşhane Kız Okulu kurulur.

Sinop, Amasya, Ordu, Safranbolu, Giresun gibi birçok Pontos şehrinde açılan yeni okullarla genç kadınlar erkekler gibi ücretsiz okuma hakkına sahip olur.

Ve bu genç kadınların sayıları yıldan yıla artmaktadır. 1870’te 250 öğrenci Trabzon’da öğrenim görürken, 1880’de sayıları 738’dir. Gümüşhane’de 1874’te 28 olan öğrenci sayısı, 1906’da 100’e ulaşır.

Genç kadınlar bu okullarda sadece dikiş nakış gibi cinsiyetlerine yönelik dersler almazlar; ekonomi, matematik, fizik, tarih, coğrafya, Fransızca gibi konularda da eğitim görürler.

Ayrıca bugün büyük kentlerde yaşayanların bile büyük çoğunluğu kriket nedir bilmezken Trabzonlu kadınlar kriket oynuyorlardı. Okullarda, hastanelerde çalışan kadınlar vardı.

Gözleri önünde bir Osmanlı çavuşu tarafından oğlu öldürülen Eleni adlı bir köylü kadınının, o çavuşu öldürüp dağa bir partizan olarak çıkması tesadüf değil, cesaret ve fedakârlıkla ilgilidir.

Ve işte bu yüzden 1923’te Mübadele Anlaşması imzalanıp Hıristiyan olan Rumların binlerce yıllık topraklarını terk etmeleri istendiğinde dağlardan yükselen tek bir “Hayır” çığlığının bir kadına ait olması tesadüf değildir.

“Ben Rum’um, ne dilimi ne dinimi değiştireceğim ve topraklarımdan gitmeyeceğim” diyen o kadının, partizanların kaptanı Eleni Çavuş’un 1924’ün Aralık’ında bir mağarada son kurşununa kadar çarpışıp hayatını kaybetmesi bir tesadüf değildir.

Bu arada Türkiye’deki resmî tarihçilerin verdiği sayıya göre, 1918-1923 kesitinde Pontos dağlarının tümünde toplam 25 bin partizan bulunurken; bunların yarısı kadındı.

Ayrıca eğitimci olan Trabzonlu gazeteci Nikos Kapetanidis eğitim üzerine yayınladığı makalelerinde kilisenin eğitime karışmasına karşı çıkar.

Dört dilde eğitim yapan okullarının kütüphanelerinin, botanik bahçelerinin bugünün üniversitelerinde dahi olmadığı bir coğrafyadır Pontos. Sadece Pontos şehirlerindeki Rumlara ait okul sayısı XX. yüzyılın başında 1401’dir ve toplam öğrenci sayısı 85.890’dır.

Edebiyat ve sanat dergileri yok satar.

Pontos köylerinde bugün de devam eden halk tiyatroları (Momoeria) yüzlerce yıllık gelenektir.

Doktorları, eczacıları, mühendisleri, seramik ustaları, bakır işlemecileri, madencileri, demircileri, arabacıları, yorgancıları, fırıncıları, çorbacıları, köylü şehirli hayatı var eden aydın insanları ile 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın 600 yıl süren İslâmlaştırma politikalarına rağmen Rum/Helen kimliğiyle modern ve aydın bir coğrafyadır Pontos.

Tabir caiz ise 1916 ile 1918 kesitinde yarı bağımsızlığı tatmış Pontos, Türk-Yunan Savaşına kadar (1922) politik mücadelesini sürdürmüştür.

XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Karadeniz’deki ticaret büyük bir gelişme gösterir. Tütün, fındık gibi ürünlerle kapitalist pazar için üretim yapılmaktadır. Ekonomik güç ister istemez siyasi talepleri de harekete geçirecektir. Pontos aydınlarının ulusal Helen ideallerini benimsemeleri XIX. yüzyılın ikinci yarısına dek uzanır ve 1870’te İstanbul’da yayınlanan Pontos’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleştiği görülür. Pontos hareketini XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar götürenler de bulunmaktadır.

Ancak, Balkan savaşlarına kadar da Pontoslu aydınlarda hâkim olan görüş: Türklerle barış içinde ve işbirliği ile bir “Türk Pontos Birliği”nin yaratılmasına ilişkin kanılarıdır. Bu düşüncelerin yayılmasında Trabzon Metropoliti Khrisanthos’un Doğu Partisi’nin görüşlerinin katkısı belirleyicidir. Balkan Savaşı sonunda Jön Türkler artık Osmanlıcılık maskesini çıkarmış Türkçülük temelinde toparlanmaya başlamışlardır. Balkan Savaşı, Türk milliyetçiliğinin zincirinden boşalmasında etken olacaktır.

Hükümetin Balkan göçmenlerinin bir bölümünü bölgeye yerleştirmeye çalışması önemli bir dönemeçtir. Pontos köylülerinin, göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları, otoritelere ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Bu durum karşısında hükümet 1915 sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini önlemiş olan köylere karşı (Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma harekâtına girişir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan silahlı gruplara katılırlar. Çok sayıda silahlı grup Bafra Nebiyan bölgesinde toplanır. Genel görüşe göre, Rusların ilerlemesiyle birlikte Pontos’ta bir “genel devrim” öngörülmektedir.

Ancak Rus ordusunun çakılıp kalması ve Pontos bölgesini bütünüyle işgal edememesi Anthopoulos’un da bütün planlarını alt üst eder. Zamanla Anthopoulos ile Ruslar arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkar; Vasilis Anthopoulos hemen yapılacak müdahaleden, Ruslar ise Türk ordularının uzun dönemde oyalanmasından yanadır. Sonunda Rusların onu oyalamalarından endişe eden Vasilis Anthopoulos, 24 Eylül’de büyük bir darbe indirmeye karar verir. 80 arkadaşıyla hem bir cezalandırma eylemi hem de Rusları etkilemeyi amaçlayan bir eylem tasarlayarak harekâtı başlatır. Vasilis Anthopoulos ve adamları Türk köylerinden geçerken Hıristiyanlara eziyet ettikleri varsayılan insanları öldürüp evlerini yakarlar. Ordu yakınlarında, askerî birliklerle yapılan çatışmanın ardından Vasilis Anthopoulos’un birlikleri çatışmayı kaybederler ve Anthopoulos’la 9 arkadaşı 18 Ekim’de Trabzon’a sığınır; Vasilis Anthopoulos, savaşın sonuna kadar Trabzon’da kalacaktır.

Bu olaylar İttihat ve Terakki mensubu Topal Osman ve yardımcılarını sahneye çıkarır.

Kemalistlerin Sağlık Bakanı ve Lozan’daki temsilcisi olan Rıza Nur ‘Hatırat’ında, Topal Osman’la aralarında geçen bir konuşmayı şöyle aktarır: “… ‘Ağa, Pontusu iyi temizle,’ dedim. ‘Temizliyorum,’ dedi. ‘Rum köylerinde taş taş üstünde bırakma,’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum,’ dedi. ‘Onları da yık, hattâ taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler,’ dedim. ‘Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim,’ dedi. Topal Osman yeni bir Koroğlu’dur.”

Evet Topal Osman böylesi bir teröristtir. Öyle ki Giresun Alayının 3. taburunun Ordu Sancağına geleceğinin haber alınması bile eşrafı telâşa düşürmeye yetmiştir. Ordu Mutasarrıfı Merkez Ordusu kumandanı Nurettin Paşa’ya endişelerini bildirir. Ordu eşrafının Osman Ağa’dan korkuları boşuna değildir. Osman Ağa’nın teröründen Türkler de nasibini almaktadır. Osman Ağa birliklerinin Tokat’ta ve Mecitözü’nde de birçok köye tecavüzleri şikâyet konusu olur.

Pontos silahlı birliklerinin başındaki en önemli isimlerden (askerî lider de diyebiliriz) biri de Andon Paşa’dır. Eşi Pelagia ile birlikte Pontos gerilla birliklerini yöneten Andon Paşa Pontos köylerini savunurken, bir yandan Türk devletinin diğer yandan da Türk çetelerinin en önemli korkularından biri hâline gelir. Türk devleti başına 50.000 lira ödül koymuştur. Andon Paşa gerilla birlikleri için birleştirici bir öğedir aynı zamanda. Kendisi 1917’de öldürülür ancak eşi (ki kaptan Pelagia olarak anılmaktadır) 1923’e kadar da yoluna devam eder.

PONTOS SOYKIRIMI

1894’te Abdülhamid’in Ermenilere yönelik katliamlarıyla başlayıp, 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi tarafından 1.5 milyon Ermeni ve 300 bine yakın Süryanî’nin hayatına mal olan Büyük Gayrimüslim Soykırımı’nın son etabıdır Pontos Rum Soykırımı.

1914-1921 arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134.078, Niksar’da 27.216, Trabzon’da 38.434, Tokat’ta 64.582, Maçka’da 17.479, Şebinkârahisar’da 21.448 olmak üzere 1921-1923 arasında ve Mübadele yollarında hayatını kaybeden 50 bin insanla birlikte toplam 353 bin Rum soykırıma uğratılmıştı.

Evet soykırıma evrilen süreç ile geride Rumlardan iz bırakılmamaya çalışılmıştır.

“Soykırım mı?” sorusuna şu yanıtı verebiliriz.

Soykırım suçu, ulusal, etnik, ırksal veya dinî bir grubu, tamamen veya kısmen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki eylemlerden herhangi biridir: i) Grup üyelerinin kasten öldürülmesi. ii) Grup üyelerinin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verilmesi. iii) Grubun, tamamen veya kısmen yok olması sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. vi) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. v) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.

Pontoslular bu eylemlerin tümüne maruz kalmışlardır.

“Nasıl” mı? İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki 1910 Konferansı’nda, “Er ya da geç tüm tebaanın Osmanlılaştırılması sağlanmalıdır, ancak şu netleşmektedir ki bu hedefe asla ikna yolu ile ulaşılamaz ve zor yoluna başvurulmalıdır,” denirken; yine İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki 1911 Konferansı’nda hareketin ideologlarından Dr. Bahattin Şakir de ekler: “İmparatorluğumuzda eski dönemlerden kalan milletler, yabancı ve zararlı otlarla akrabadır ve kökleri sökülmelidirler. Vatanımızı temizlemek için…”

Gerçekten de Osmanlı’da XIX. yüzyıldan itibaren öne çıka(rtıla)n “Osmanlı’yı kurtarma” düşüncesi; “Batıcılık”, “Türkçülük”, “İslâmcılık”, “Yeni Osmanlıcılık” başlıklarında tedavüle sokulur. XX. yüzyıla gelindiğinde öne çıkan “kurtuluş” düşüncesi, “tekçi etnik ve dinî kimlik”e yaslanmış “milli devlet”tir. Söz konusu gaye İttihat ve Terakki Cemiyeti ile hayata geçirilmeye çalışılır. Bu, özünde sermayenin Türkleştirilip, Müslümanlaştırılmasından başka bir şey değildir.

Özetle Abdülhamid döneminden başlayıp İttihat ve Terakki projesiyle derinleşen ve Mustafa Kemal tarafından tamamlanan soykırımı süreci, tek bir günle ya da tek bir yılla tarif edilemez. Osmanlı’nın son dönemine tekabül eden Abdülhamid’in İstibdat Yönetimi’nin 1894’te Ermenilere yönelik katliamının ardından İttihat ve Terakki’nin tüm Hıristiyan nüfusa yönelik tehcir, imha ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla tamamlanan Pontos Rum Soykırımı ve ardından Yunan ordusunun yenilgisiyle sonuçlanan ve İzmir Yangını ile nihayet bulan Rumlara yönelik Küçük Asya kırımı… Hepsi birden bu büyük soykırımı ifade ederken; her şey ilk önce 1911’de Rumlara karşı alınan sürgün/tehcir ile başlar. Bu soykırımın ilk provasıdır. Söz konusu süreçte 500 bine yakın Rum sürgüne zorlanır.

İttihat ve Terakki’nin “Anadolu’yu Müslüman Olmayanlardan Temizleme Operasyonu” 1915’te Ermeni Tehciri ve Soykırımı ile 1.5 milyon Ermeni’nin, 250 bin Asurî/Süryanî’nin katledilmesiyle sürer.

Süreç, 1916’dan itibaren ise iki yıl sürecek “Rumların Tehciri” ile devam edecektir. 1919’a kadar Karadeniz/Pontos’ta hayatını kaybeden Rum sayısı 150 binin üzerindedir. Ancak asıl soykırımı uygulamaları 1919’dan sonra gündeme gelir.

Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümeti ve İngilizlerin onayı ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a müfettiş olarak atanmasının ardından, Pontos Rumlarını toptan imha girişimine başlarlar.

Evet Pontos soykırımı birinci Jön Türk (İttihat ve Terakki) ve ikinci Jön Türk (Kemalist) olmak üzere iki safhada gerçekleşmiştir. Soykırımın birinci evresi 1916 başında başlar (9 Aralık 1916) sürgün kararnamesi ise 12 Mart 1916’da yayınlanmıştır. Soykırımın ikinci evresi 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile devreye giren kitlesel sürgünlerle devam eder. Pontos halkı dışarıdan bir yardım almadan kalan gücüyle topyekûn direniş gösterir. Bu direnişin bir anlamda tutsak halkların mücadelelerine örnek olduğunu söyleyebiliriz.

Direniş Santa ve Bafra’da olmak üzere iki yerde kırılamamıştır. Ancak Pontos halkının direnişi asimetrik savaşa rağmen kırılamasa da dönemin reel politik gerçeğine yenilir. Ve Lozan Antlaşmasıyla vatanın kaybedilmesi tescil edilir.

Pontos soykırımı, 1915 soykırım sürecindeki Ermeni ve Asurî-Süryanî soykırımında olduğu gibi, günümüze uzanarak devam eder. Tolika’nın, Tamama’nın ve diğerlerinin hikâyeleri soykırımın günümüze uzanan yüzüdür…

Müslümanlaştırma/ruhlarını çalma aynı zamanda “sevabın” yanında bir zenginleştirme/sermayenin el değiştirme mekanizmasıdır. 11 Ağustos 1915 tarihli genelgenin direktifi; ailenin erkeklerini yok et, kadınları ve çocukları İslâmlaştır ve mülküne el koy demekten başka bir şey değildir.

Rumlar neredeyse hiçbir şeyleri kalmayacak şekilde mecburî resmî taleplerle yüz yüze bırakılmışlardır. İttihatçılar Rum tebaaları Müslüman olmaya zorlamaya kalkışmışlardır; Rum kızları, aynı Ermeni kızları gibi, çalınarak haremlere kapatılmışlardır ve Rum erkek çocukları kaçırılmış ve Müslüman evlere yerleştirilmişlerdir…

Özetle Argyroupolis (Gümüşhane), Rodopolis (Maçka), Trebizond (Trabzon), Kerasountos (Giresun), Tripolis (Tirebolu), Ordou (Ordu), Kolonia (Sebinkarahisar), Gialıla Giouzou (Yaylayüzü), Melanthos (Mesudiye), Ressatiğe (Reşadiye), Amaseia (Amasya), Sevasteia (Sivas), Sousechn (Suşehri), Koılaşsai (Koyulhisar), Evdokia (Tokat), Erpaa (Erbaa), Nixar (Niksar), Fatsa (Fatsa), İnoi (Ünye), Amisos (Samsun), Sinopi (Sinop), İnepolis (İnebolu), Parthenion (Bartın)’da “sadece öldürmek değildi amaçlanan. Amaçlanan kadınları aşağılamak ve küçük düşürmekti ve kiliselerde bile bunu yapmaktan çekinmiyorlardı. Tecavüz ve katliamlar karşısında yüzlerce kadın intiharı tercih edecekti.

“Nurettin Paşa ‘Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılık yapılması’ suçlamasına yönelik ‘izahlarının’ bir bölümünde kadınlara ve çocuklara yönelik zalim tutumunu şu cümlelerle savunuyordu: ‘Kadınlara gelince: Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikâttir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkar kadınlar da mahkemelere sevk edildiler. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık.’

“Bunların yanında soykırımda Pontoslu Rum kadınlar Müslüman erkeklerin hedefindeydi.”

Evet Pontos’ta sadece soykırım değil; aynı zamanda bir kadın kırımı yaşandı. Kadın ve çocuklar her zaman nüfusun korunmaya muhtaç olan hassas parçasını teşkil eder. Kadın ve çocuklara uygulanan şiddet ve imha olayları yabancı konsolos, büyükelçi, misyonerlerin ihbarname ve raporlarında açıkça ifade edildi. Suç unsurlarını bolca göz önüne seren bu kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, Türk ordusu ve çetelerinin özellikle kadınlara karşı vahşi ve planlı bir imha sistemi uygulamasına giriştiğini açıkça gösteriyor.

Aralık 1916’da Palazana ve Trupsi (Trabzon) köylerinde zorla Müslümanlaştırılan kadınların akıbetleri Türk haremlerinde noktalandı. Nikopolis’te yaşayan bir Türk olan Halil Topanoğlu açık açık, savaştan önce kendisinin neredeyse açlıktan ölecek durumdayken, şimdi çok sayıda Müslümanlaştırılmış kızla (Rumların) cennette gibi bir hayat sürüyor olduğunu anlatıyordu.

Bir diğer örnek: 11 Aralık 1916: Beş Rum köyü talan edilip yakıldı. Köy sakinleri sürüldüler… 12 Aralık 1916: Kent çevresindeki köyler de yakıldı… 14 Aralık 1916: Köyler, içindeki okul ve kiliselerle birlikte ateşe verildi… 17 Aralık 1916: Samsun sancağındaki on bir köyü yaktılar. Yağmalar sürüyor. Köylülere kötü muamele ediliyor… 31 Aralık 1916: Yaklaşık 18 köy tamamen yakıldı, 15’i kısmen yakıldı. 60 kadar kadının ırzına geçildi. Kiliseler de yağmalandı…

20 Ocak 1917’de Büyükelçi Pallavicini Viyana’daki amirlerini muhacirlerin durumları hakkında uyarmış ve onları birkaç yıl önceki Ermeni tehcirleriyle kıyaslamıştır: “Muhacirlerin durumu iç acıtıcı. Hepsini ölüm bekliyor. Sadrazamın dikkatini olaylara çekmeye çalıştım ve Rum unsurlara yönelik mezalim şekil ve boyut olarak Ermenilere yönelik mezalime benzemesinin çok üzücü olacağını vurguladım.”

Frunze’nin şu satırları Pontos soykırımına dair hiçbir tereddüde yer bırakmaz: “Samsun, Sinop ve Amasya’da yaşayan 200 bin Rum’dan yalnızca dağlarda dolaşan birkaç çete kaldı. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların hemen hepsi ülkenin başka yerlerine, Diyarbakır, Harput, Konya bölgelerine göç ettiler. Bunlar öyle bir zamanda ve öylesine yokluk içinde gittiler ki, yeni yerlerinde yoksulluk ve kölelik hayatı yaşayan, sürünen bütün bu kitleden birkaç bin kişinin bile sağ kalmadığını söylemek mümkün!”

Tüm bunların yanında Pontos Rum Soykırımı ile 353 bin Rum’un acımasızca katli, sadece Karadeniz’de 200 bine yakın Rum’un “mübadele” adı altında sürgün edilmesiyle sınırlı değildi.

Söz konusu katliamdan, insanlığını yitirmemiş namuslu Müslüman Pontoslular da payını almışlardı. Bu namuslu insanlar, her şeyden önce insan olduklarının bilinciyle yapılan haksızlıklara karşı çıktılar, tavır aldılar. Yeri geldi partizanlara evlerini açtılar, yeri geldi katledilmek için aranan Rumları sakladılar. Bunlar arasında müftüler, belediye başkanları, subaylar ve kadınlar da vardı. Kimileri sürgün edildi, kimileri yıllarca hapis yattı, kimileri çeteler tarafından öldürüldü, kimileri de istiklal mahkemelerinin kararlarıyla idam edildi. İşte bu namuslu insanlardan bazılarını analım.

4 Ekim 1921 tarihinde merkez ordusu kumandanlığına yollanan, 1028 numaralı ve 10. Fırka kumandanı İsmail imzalı bir telgraf, 31 Müslüman kadının Rumları saklamak suçundan İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmek üzere tutuklandığını öğreniyoruz.

“Merkez ordusu kumandanlığında, Rumların Anadolu’nun iç kısımlarına gönderilmek üzere tutuklu olduğu bilinmektedir. Bu Rumların bir bölümü saklanırken, diğer bir bölümü de gönderildikten sonra firar edip geri dönerek saklanıyor durumda bulunmuş iken, yakalanan 132 erkek ve 5 kadın olmak üzere 137 Rum, bugün sabah vakti Samsun’dan Amasya’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmiş. Eşkıya ile temasta bulunan ve evinde sevke tabi Rum saklayan 31 kadın, aynı şekilde İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmek üzere tutuklu olarak bulunduğu arz olunur… 10. Fırka kumandanı İsmail.”

Rumlara yardım ettiği gerekçesiyle gözaltına alınan 56 Müslüman, 29 Eylül 1921 perşembe günü ile 5 Ekim 1921 çarşamba günleri arasında TBMM gizli oturumlarında Koçgiri’nin yanısıra Pontoslu Rumlara yönelik uygulamalar gündeme getirilip tartışılırken, milletvekillerinden bir kısmı yapılanlardan Nurettin Paşa’yı sorumlu tutarak görevden derhâl alınmasını isterken, bazıları da Nurettin Paşa’nın asılmasını istediler. TBMM’de bu konudaki gizli oturumlar Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen meclis, Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve muhakeme edilmesine karar verdi. Ayrıca Koçgiri ve Pontos İsyanlarını yerinde incelemek için bir araştırma heyeti kurulmasını kararlaştırdı.

İzahnamesi’nde, “Bütün Rumlarda bir devlet mefkûresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır,” diyen Nurettin Paşa hem Koçgiri’de hem Pontos’ta kadın, erkek, çoluk çocuk ayırmaksızın kan döken, Mustafa Kemal’in sadık askerlerinden ve adı daha sonra İzmir’in yakılmasında geçecek olan merkez ordusu komutanı sakallı Nurettin Paşa idi.

Burada bir parantez açıp, hatırlatalım: 19 Mayıs efsanesinin tarihsel arka planını, Osmanlı imparatorluğunun Hıristiyan vatandaşlarının topyekûn katlini, yağmayı, çapulculuğu önlemek için İstanbul hükümeti tarafından müfettiş olarak Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal’in, saf değiştirmesi oluşturmaktadır. Mustafa Kemal’in, neredeyse tamamı soykırım suçlularından oluşan Anadolu içlerine çekilmiş İttihat ve Terakki kadrolarının, Teşkilât-ı Mahsusa elemanlarının kontrolündeki Osmanlı askeriyesinin, çete teşkilâtlarının başına geçmesi eylemidir.

Ve nihayet Türkiye ve İngiltere ile Bekir Sami arasında 16 Mart 1921’de imzalanan anlaşma ile Pontos’un kaderi çizilmiş olur. İngiltere, Sovyetlerle arasındaki Türkiye’yi bir tampon devlet olarak desteklemektedir.

Bu tarihten sonra İngilizler tarafsızlıklarını ilan ederler. Başta Yunan devleti olmak üzere Pontos da kaderine terk edilir. Dönemin reel politiği -bir anlamda detant diyebiliriz- Pontos hareketinin sonunu belirleyen koşuldur.

Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra kalan son gerilla birlikleri de dağlardan Karadeniz sahillerine inerek gemilerle ya Yunanistan’a ya da Rusya ya doğru kaçtılar. Yunan ordusunun Anadolu’daki yenilgisinden bir yıl sonra bile Pontos dağlarında çarpışan gerillalar mevcuttur.

“TARİHİMİZ”DEN!

Önceliyle birlikte İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e Türk(iye) tarihi, (sermayenin) Türkleştir(il)me zorbalığıdır.

“Türk milliyetçiliği, Türk olmayan topluluklar için bir tehdidi ifade eder”ken; her şey -Falih Rıfkı’nın ifadesiyle- “Türkleşmek amacına hizmet etmektedir.”

Zaten 1894-1896, Ermeni katliamları; 1909 Kilikya (Adana) katliamı; 1915 Ermeni ve Asurî/Süryanî soykırımı; 1919 Pontos soykırımı; 1921 Koçgiri katliamı; 1929 Ağrı katliamı; 1934 Trakya Yahudi pogromu; 1938 Dersim soykırımı; 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünleri, toplama kampları; 6-7 Eylül 1955 pogromu; Sivas, Maraş, Çorum gibi Alevî katliamları insanlık suçları da milliyetçilik felaketi kapsamında ele alınmalıdır.

Buna milliyetçilik felaketi de denilebilir; kimileri “Milliyetçilik, bireylerin bir siyasi düzenin üyeleri arasında topluluk oluşu vurgulayan sembol ve inançlar dizisine mensubiyeti olarak psikolojik nitelikli bir olgu” diye tanımlasa da; meselenin iktisadî bağıntısı “es” geçilmemelidir.

“Nasıl” mı?

Örneğin 1914’teki Rum ve 1915’teki Ermeni tehciri ile Anadolu’daki belli başlı aileler yabancılardan kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, dönme ya da Selanik’ten göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. Sonraları Türkiye’de öne çıkan büyük sermaye gruplarının bazılarının kökenleri Cumhuriyetin ilk yıllarına dek uzanmaktadır. İş Bankası bu dönemde en hızlı gelişimi sergilemiş ve sonraki dönemlerde de büyümesini sürdürmüştü. Bunun dışında Koç, Sabancı, Çukurova gibi büyük grupların kurucuları 1920’lerde iş dünyasında henüz ilk adımlarını atıyorlardı…

Mesela, Çukurova grubu, 1887’de Rum azınlıklar tarafından kurulan bir iplik fabrikasını 1925 yılında ele geçirerek erken bir tarihte sanayici kimliği de kazanacaktı. Adana’da Fransız işgalinin 1921’de sona ermesinin ardından Ermeni Aristidis Simyonoğlu’nun bez fabrikası, Kayseri milletvekili Nuh Naci Yazgan tarafından (Kadir Has’ın babası) Nuri Has ve diğer iki ortakla beraber devralınarak Milli Mensucat Fabrikası’na dönüştürülmüştü.

Türkiye’de özel sektörün gelişmesinin önünde en büyük engellerden biri olarak yabancıların, özellikle Yahudilerin ticaretteki hâkim rolleri görülmekte idi. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, Yahudilerin dışlanmasına yönelikti ve İstanbul’da sermayenin değişimini başlattı. Vergiyi ödemekte zorluk çeken azınlıkların çoğunun mülkleri haczedildi ya da kendileri tarafından satışa çıkarılarak düşük fiyatla el değiştirdi. Kısacası, Varlık Vergisi uygulamada gayrimüslimlerden Müslüman-Türk kapitalistlere sermaye aktarımı anlamına geldi.

Kim ne derse desin! Ziya Gökalp’in 1913’te, Ömer Seyfettin’in 1917’deki manzum öyküleri, 1920’de Enver Paşa’nın Orta Asya macerası; 1940’lı yıllarda Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in kutsayıcı anlatımları; Alpaslan Türkeş’in siyasal açılımları ile “Kızıl Elma”cı saldırganlık Türk(iye) milliyetçiliğinin özünü oluşturur.

Hatırlanırsa Afrin’e (Efrîn) yönelik “Zeytindalı Harekâtı”nda bir askerin “İstikamet Kızıl Elma” demesi üzerine Erdoğan’ın da, “Bizim bir Kızıl Elmamız var, o hedefe doğru gidiyoruz,” diyerek katılması yanında; Bahçeli’nin de “Kızıl Elma ülküdür, âleme nizam iradesinin tezahürüdür, Türk milletinin cihana hâkimiyet mefkûresi ve sembolüdür,” vurgusuyla omuz verirken; harekâtın ilk gününden itibaren camilerde Fetih Suresi okunması meselenin özünü ortaya koymaktadır.

Bir şeyin altını daha çizmeden geçmeyelim: Fetih suresi müşriklere karşı bir savaşla ilgilidir. XVI. ayet öyle der: “Ya onlarla çarpışırsınız, yahut onlar Müslüman olurlar.” Ayrıca XIX., XX. ve XXI. ayetlerde “ganimetler”den söz edilir.

Ki bunların hepsi, elbette de facto yarattığı Topal Osman örneğindeki üzere, Pontos meselesinde bulmaktadır öncelini!

TOPAL OSMAN HAKİKÂTİ

Hepimize Eugene V. Debs’in, “Vatanseverlik, alçaklığın son sığınağıdır,” sözünü anımsatan Topal Osman kimdir?

Topal’ın Ermeni, Rum Pontos jenosidiyle Koçgiri katliamındaki rolü nedir?

Topal kim(ler)in, hangi ideolojinin hizmetinde bulunmuş ve ne adına, kim adına tetikçilik yapmıştır?

Topal Osman gerçeği nedir? Tarihteki misyonu nedir? Ne tür bir amaçla heykeli dikilmiştir?

Koçgiri’de işlediği insanlık dışı suçlar, yaşattığı vahşet ve katliam nedeniyle yargılanması önlenen, bizzat Mustafa Kemal tarafından korunup kollanan, muhaliflerine karşı tetikçi olarak kullanılıp sonra da ortadan kaldırtılan bir piyondur.

Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkûmu çetesine ilave etmesiyledir. Kendi ifadesine göre I. Balkan Harbinde yaralanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri (!) Teşkilât-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar.

Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile.

Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman Ağa ile görüşmüştür. Hâlbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur, ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. Hasan İzzettin Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak,”der.

Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar “başarılı” olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir.

Ocak Ağustos 1920’de 3. Fırka komutanı Rüştü Bey BMM’ye Osman Ağa’nın eşkıyalığından, taşkınlığından şikâyet eder. Mustafa Kemal’den Topal Osman’a çekilen tel şöyledir:

“Hizmet vatanseverliğini takdir, fakat işlerinizde daima hükümeti güçlendirecek biçimde hareket etmeniz.” 1921’de Lazistan mebusu Osman Bey Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon liman içinde yapmaya başlıyor ki… bu hâlin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”

Bir örnek vererek ilerleyelim: “Acente Kâtibi Yorgi ve Ahiskalioğlu Ahmet Ağa’nın arasında önceden sıkı bir dostluk varken, İzmir ve İstanbul’un işgalinden sonra tıpkı Çıtroğlu Sava gibi, kâtip Yorgi’nin de hâl ve hareketleri değişmeye başlar. Bir konuşma esnasında Ahmet Ağa’ya ‘Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur bunda ne var?’ der. Bu sözleri içine sindiremeyen Ahmet Ağa, durumu Osman Ağa’ya anlatır. Osman Ağa Yorgi Efendi’yi yanına çağırır. ‘Yorgi Efendi demek Türk Hükümeti olmaz Yunan Hükümeti olur, bunda ne var değil mi?’ der.

“Yorgi, ‘Evet Ağa hazretleri’ diye cevap verirken başına geleceği anlamıştır. Yorgi’yi o günden sonra gören olmamıştır”! İşte bir “kahraman”…

Dahası da var: Sadık Varer’in, “Önce bir yanlışı düzeltelim. ‘Mustafa Kemal’in muhafızı Laz Osman’ olarak da bilinen Topal Osman, Lazcanın Le’sini bile bilmezdi; Lazların binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyaya yaklaşık 250 km. uzaklıktaki Giresunlu Topal Osman, büyük olasılıkla, Fatih’in 1461’de Trabzon’la birlikte Giresun, Tirebolu, Görele ve Bedreme kalelerini ele geçirdikten sonra bölgeye yerleştirdiği yüz bin civarındaki Çepnilerdendir,” notunu düştüğü Topal, 1883 Giresun doğumludur. Osmanlı ordusu mensubu iken sahtecilik nedeniyle Osmanlı ordusundan atılmış, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında ordudan (ç)aldığı buğdayları yine sahte mazbatalarla tekrar orduya satmış bir dolandırıcıdır.

Belediye Başkanlığı yaptığı sırada Rumların arazilerin tapularını çeşitli oyunlarla kendisine ve akrabalarına pay etmiş, Pontos köylerinde kadınlara, kızlara tecavüz etmiş, mallarına ve ziynet eşyalarına el koymuş bir canidir.

1920 Aralık’ta TKP kurucusu Mustafa Suphi ile 15 yoldaşını Karadeniz’de katledilmesinde görev almıştır.

1921 Koçgiri İsyanında Sakallı Nurettin Paşa ile birlikte yüzlerce Koçgiriliyi katletmiş, yakıp yıktıkları, yağmaladıkları köylerde, ziynet eşyalarını, mal, davar ve koyunları gasp etmiş, taciz tecavüzden kaçınmamış, bir hırsız, bir tecavüzcü ve eli kanlı bir katildir.

Topal Osman’a, önce Ermeni soykırımında, Rum Pontos katliamlarındaki başarısı nedeniyle de yarbay rütbesi ve İstiklal madalyası verilmiş, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı yapılmıştır.

Topal Osman Koçgiri’den sonra da çeşitli suikast ve olaylarda kullanılmıştır ki, bunlardan bir tanesi de Mustafa Kemal muhalifi Trabzon mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesidir. Yıllarca Papazın Bağı denilen yerde yaşayan Topal Osman, Ali Şükrü cinayetinden sonra, tarihteki birçok maşa gibi efendileri tarafından kullanılıp bir tarafa atılmaktan kaçınamamıştır. O, 2 Nisan 1923’te kafasına sayısız kurşun sıkılarak öldürülmüş bir tetikçidir. Mecliste katilin yakalanıp Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararıyla Çankaya yakınlarına gömülen Topal Osman’ın cesedi mezardan çıkarılmış ve Meclis’in kapısında ayağından asılarak teşhir edilmişti.

MUSTAFA KEMAL İLE!

Topal Osman’ın “sonu” şaşırtıcı olmadığı gibi, Elias Canetti’nin, “Kişi az şey bilince, duyduğu her şey ne kadar da ikna edici geliyor,” ifadesindeki ironiyle oldukça uyumluydu Mustafa Kemal’in ilişkisi…

Örneğin bir resmî rapora göre Topal Osman’ın Samsun havalisinde 900 kişiyi mağaraya koyup öldürülmesine Mustafa Kemal’in yanıtı şöyleydi:

“Osman Ağa hakkında şikâyet edilen hâllerden bittabi pek müteessir oldum (…) Bu biçim hareketlerin onaylayıcısı ve destekleyicisi olmadığımı bu vesile ile hatırlatmak isterim (…) Ancak şikâyetnamenizin son fıkralarında ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki lüzumsuz ve yersiz görmekteyim efendim” şeklindedir. Aslında işlediği suçlar hakkında adeta bir referans mektubu işlevi görmüş gibidir çünkü, bir ay sonra Topal Osman BMM tarafından Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı olarak Ankara’ya davet edilir, ancak Osman Ağa yolda da boş durmaz ve Çorum-Alaca civarında evlere tecavüz eder, bazı hayvan ve malları gasp eder. Olayları rapor eden içişleri ve savunma bakanlığı telgrafları üzerine Mustafa Kemal’in Topal Osman’a yazdığı kısa telde “Yol boyunca müfrezeniz erlerinden bazıları uygunsuz hâllere başvurduklarından bahisle şikâyet edilmektedir. Buna kesinlikle ihtimal vermiyorum,” sözcükleri anlayana çok şey söyler!

Kaldı ki “19 Mayıs bayram değil Pontos Pogromu ve yas günüdür,” saptaması da bu hakikâtten mülhemdir.

Çünkü ne 19 Mayıs 1919 emperyalizme karşı verilmiş bir kurtuluş savaşıdır, ne de Mustafa Kemal Samsun’a gizli saklı gitmiştir.

Mustafa Kemal’in 9. Ordu (12 Haziran 1919’dan başlayarak bu unvan 3. Ordu olarak değiştirilmiştir) Müfettişliğine atanmasıyla ilgili yönetmelik Meclis-i Vükela tarafından 6 Mayıs 1919’da onaylanır.

Yani Kemalistlerce 1930’lardan sonra yazılan yeni resmî tarihe göre “vatan haini” ilan edilmiş İstanbul’daki mecliste alınmış bir karardır, Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi. Üstelik de bu onayla Mustafa Kemal’e verilen yetki, askerî yönden “başkomutanlık”, mülkî idare yönünden “Genel Vali” yetkisidir.

Sadi Borak’ın ‘Atatürk’ başlıklı kitabında Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce 6 Mayıs 1919’da Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile yaptığı görüşme şöyle aktarılır:

“Şakir Paşa bir dosya uzattı bana, (sonra): ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim: Özeti şuydu. ‘Samsun ve bölgesinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osmanlı Hükümeti bu vahşi saldırıların önüne geçememektedir. Bu bölgenin güven ve huzurunu sağlamak, insanlık adına borcumuzdur.’ (İşgal kuvvetleri subayı) Raporlar İstanbul Hükümeti’ne verilirken bir de protesto ilave edilmişti: Bu tecavüzleri engellemek lazımdır. Eğer siz acizseniz, görevi üstümüze alacağız.”

Görüldüğü üzere öncelikle Karadeniz’de yaşanan duruma dair bir tespitte bulunulmaktadır. Rum köyleri, her gün tecavüze uğramaktadır. Ve Osmanlı yönetiminin bu konuda aciz olduğu iddiasıyla İngilizler, bir uyarıda bulunmuşlardı.

Sonrası mı?

O da Giordano Bruno’nun, “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider,” ifadesindeki üzere belgelerde!

İşte birkaç tanesi…

TBMM’de 21 Ağustos 1922’deki bir gizli oturumda Sinop milletvekili Hakkı Hami Bey öne çıkarak, hükümetinin sürgün politikasına karşı gelir. Yaptığı konuşmada şunları vurgular: “Eğer sürgünler insanların öldürülmesiyle ilgiliyse bu çok vahimdir. Dünyanın gözleri önünde bizi lekeliyor. Hükümet kendini savunamayacaktır. Ne yazık ki bugün, bir kez daha, araştırma komisyonuna gelip gelmeyeceğini ve gelirse onu kabul edip etmeyeceğimizi konuşuyoruz. Bence bu hiç doğru değildir. Eğer araştırma komisyonunu kabul edersek büyük zarar göreceğiz. Çünkü kendi gözlerimle memurlarımızın öyle cinayetler işlediklerini gördüm ki, İngilizler bile böyle cinayet işlemezler. O vakit hükümet kendini savunamayacaktır…”

Daha sonra sözü Kırşehir vekili Yahya Galip alır ve aynı konuda şunları söyler:

“Pontos meselesi uzun zaman önce başlamıştır… Pontosluların bir örgüt kuracağını ve hükümet kuracağını şunu bunu yapacağını duyardık. Ancak insanları sürerek bir sorunu yok edilmesini duymamıştık… Beyler, emin olun ki bu kötü durum verilen olağanüstü güçlerden kaynaklanıyor. Bir ülkeyi yükselten yasalar ve mahveden ise yasal olmayanlardır. Olağanüstü güç bir kişinin keyfine göre insan kesip aşması demektir, önünde bulduğu şehirleri yok etmesi, evleri yıkması ve her yeri imhaya terk etmesi demektir. Neden bu işlerler ilgilenenler çalınan şeyler hakkında hesap vermemek için evleri yakıyorlar… Pontos meselesini yaratanlar ve Pontos’a zarar verenler şimdi daha büyük kayıplara yol açıyor… Pontosluların sürülmesi bahanesiyle köylerin servetleri imha ediliyor… Herkesin önünde ben kimsenin sürülmesinden yana olmadığımı söylüyorum. Sürgün köyler için bir bombadır. Bir felakettir. Kaç yıl sonra hesap sorulacak… Suçluları ve masumları mahkemeler belirler.”

“Dahası” mı?

1985’ten beri basılı kitap olarak duruyor. 1920 ile 1923 yılları arasında meclisteki gizli görüşmelerde Pontos’un nasıl kan gölüne çevrildiğinin birçok detayı var. Sadece bu görüşmeler bile soykırımın itirafı ve belgesi niteliğindedir. TBMM Gizli Celse Zabıtları adında 4 ciltten oluşan bu kitap İş Bankası Kültür Yayınları tarafından (7000 adet) basılmış.

Birinci cilt 457 sayfa (24 Nisan 1920-1921 Şubat 1921)… İkinci cilt 894 sayfa (17 Mart 1921-1925 Şubat 1922)… Üçüncü cilt 1325 sayfa (6 Mart 1922-1927 Şubat 1923)… Dördüncü cilt 595 sayfa (2 Mart 1923-1925 Ekim 1934)’deki yüzlerce sayfalık aylarca süren konuşmalardan sadece birkaçı şöyle:

21 Ağustos 1922/ Hakkı Hami Bey (Sinop): Tehcirlerden dolayı yüzümüzdeki utanç lekesi ebediyen silinmeyecek.

Yahya Galip Bey (Kırşehir): Pontosluların tehcir edilmesi adı altında köylerdeki yaşamı, mal ve mülkü ortadan kaldırdılar.

Selahattin Bey (Mersin): Acaba hangi ulusun tarihinde katliamlarla onur duyulur ve övünülür?

Osman Bey (Kayseri): Bu yağmaya ve yıkıma dönük bir politikadır.

24 Ağustos 1923/ Ziya Hurşit (Lazistan): Pontus köylerinin yanmasına ve Pontosçuların dağa çıkmasına rağmen Pontus ocağını Hükümet söndürememiştir.

Mehmet Şükrü Bey (Karahisarısahip): Pontos meselesini ortadan kaldırmaya gidenler yağmayla keselerini dolduruyor.

Şeref Bey (Edirne Milletvekili): Dünyaya bu yaptıklarımızdan dolayı hesap vereceğiz.

Mustafa Sabri Bey (Siirt): Öldüreceğiz ya. Tohumluk diye mi besleyeceğiz?”

TANIKLIK(LAR)

Yeri gelmişken, birkaç tanıklık ekleyelim:

I. Tamama’nın Öyküsü: Giresun Espiye’de 1909’da bir kız çocuk doğdu. Anne Kyriaki ve baba Papayiannis bir erkek çocuk istiyorlardı. Ama Marigoula ve Symela’nın ardından üçüncü kez bir kız çocukları oldu. Vaftiz töreninde Papayiannis kızının adını Tamama koydu. Bu hiç duyulmamış ad, Türkçeden türetilmişti. Papayiannis kızgınlığını, kızına yeter, tamam adını koyarak göstermişti.

1913’e geldiğinde Papayiannis, ailesi ile Sümela’ya, Meryem’e adanmış büyük ayine gitmek için ant içti. Tamama daha dört yaşındayken ailesi ile Trabzon’a zor ve zahmetli bir yolculuk yaptı. Sümela’ya katırlar üzerinde ulaşıp, binlerce Rum gibi 15 Ağustos’taki büyük ayine katıldılar.

1915’te Kyriaki ve Papayiannis’e bir armağan geldi. Bir erkek çocuk. Anne ve baba büyük ayinde ettikleri duaların kabul edildiğini düşündüler. Bebeğin vaftizi büyük ayin günü olan 15 Ağustos’ta yapıldı. Ona, Aleksandros (İskender) adı konuldu. Ona çoğu zaman Aleko denilecekti.

Yıl 1916 Kasım ortasında kara haber Espiye’ye ulaştı. Tellal, Rumların hemen kilisenin önünde toplanması gerektiğini duyurdu. Hasta, çocuk, yaşlı ayrımı yapılmayacaktı. Herkes, ama herkes ancak taşıyabileceği kadar eşya alarak yola düşmek zorundaydı. Espiye Rumları sürgüne gönderiliyordu.

Zenginler at arabası kiralayabilmişti. Çoğunluk ise yürümek zorundaydı. Onlara denizden 50 km içeri gidecekleri söylenmişti. Oysa 200 km uzaktaki Sivas’a sürülüyorlardı. Sivas hiç bilmedikleri bir yerdi.

Tamama daha küçüktü, olanları kavrayabilecek yaşta değildi. Ama hasta amcası Kostis’in yola çıkar çıkmaz öldüğünü anlayabildi. Dördüncü gün dolmadan Tamama’nın küçük kardeşi, Papayiannis’in gözbebeği Aleko da öldü. Yirmi gün geçti. 50 km çoktan aşılmıştı. Sürgünler artık kar fırtınasıyla karşı karşıyaydı. Papayiannis’in bu fırtınaya gücü yetmedi. Tamama artık babasızdı. Bu yetmezmiş gibi, tifo salgını başladı. Tamama’nın annesi mum gibi eriyip gitti.

Tamama daha yedi yaşındaydı. Önce evini ve yurdunu, sonra küçük kardeşini, sonra da babasını ve annesini yitirdi. Ablaları ile birlikte öksüz ve köksüz kaldılar. Onlara yengeleri Eleni sahip çıkacaktı.

Sivas’a vardıklarında iki buçuk ay geçmişti. Espiyeli Rumların çoğu çoktan ölmüştü. Sivas’ta bir kışlada tutuldular. Verilen yemek kimseyi doyurmuyordu. Çocuklar kışladan kaçıp dileniyorlardı. Sivaslılar sevecen ve iyi niyetliydi. Dilenen çocuklara yardım ediyorlardı. Yetim çocukları evlat edinenler de vardı. Örneğin, ayakkabı tamircisi Hacı Emir yoksul bir adamdı. Sekiz çocuğu olmasına karşın iki oğlanı evlat edindi. Belki de Papayiannis gibi erkek evlat istiyordu; çocuklarının hepsinin kız olması onu evlat edinmeye itmişti.

Tamama da kışladan kaçıp dilenen çocuklara katıldı. Önce ablaları ile dileniyordu ama kendi başına dilenme cesaretini de çok geçmeden buldu. Bir gün çaldığı kapılardan birini bir genç kız açtı. Tamama’yı içeri çağırdı ve onu bir güzel doyurdu. Sonra ona temiz giyecekler giydirdi.

Tamama ertesi gün aynı saatlerde, aynı kapıyı çaldı. Kapıyı yine o genç kız, yani Ayşe açtı. Bu kez Tamama’yı doyurmakla kalmadı, onu hamama soktu ve bir güzel yıkadı. Sıcacık suda banyonun ardından yediği yemek, daha sekiz yaşındaki Tamama’yı uykuya çekti. Tamama oturduğu yerde kıvrılıp uyuyuverdi.

Tamama uyandığında Ayşe’nin babası Binbaşı Mustafa ile tanıştı ve ödü koptu. Neyse ki, binbaşı Tamama’nın bildiği askerlerden değildi. Ayşe’nin ısrarı ve Tamama’nın rızası ile, binbaşı Tamama’yı evlat edindi. Birlikte, el konulmuş Ermeni evlerinden birinde yaşamaya başladılar.

1918’e geldiğinde Rusya ile savaşın bittiği ve hâlâ yaşamakta olan sürgünlerin evlerine dönebilecekleri söylendi. Söylenmeyen ise bu sürgünlerin artık evlerinin olmadığıydı. Topal Osman vb. kahramanlar, sürgünlerden geriye ne kaldıysa kurtarmıştı. Yani, Karadeniz Pontuslu Rumlardan kurtarılmıştı.

Buna rağmen, evlat edinilen çocukların çoğu bulundukları evlerden, evlerine dönmeleri için sökülüp alındılar. Oysa, geriye dönebilen ve atalarının yurdunda yaşayabilen Pontuslu Rum olmadı. Tamama’nın ablaları ve onları koruyan yengeleri Eleni, Yunanistan’a göçtüler. Espiye’yi ve kardeşleri Tamama’yı belleklerine gömdüler.

Yetkililer Tamama’yı da geri göndermek istediler ama Binbaşı Mustafa ‘Hayır’ diyebilecek denli güçlüydü. Tamama artık onun kızıydı. Binbaşı, yıllar sonra, Soyadı Kanunu çıkınca, Okay soyadını aldı. Tamama ise nüfusa Raife Okay olarak kaydedildi.

Binbaşı Mustafa öldüğünde Tamama artık evli olan Ayşe ile yaşamaya başladı. Ayşe’nin eşi bir subay olduğu için her tayinde Tamama Türkiye’nin başka bir yerine gitti. Hiçbir zaman evlenmeyi veya ötesini düşünmedi. Ayşe’nin dört çocuğuna ikinci ana oldu. Ayşe ve eşi Ankara’ya yerleştiklerinde, Tamama da artık bir Ankaralı olacaktı.

Cumhuriyetin kuruluşundan elli yıl sonra, 1973’te Raife’nin Tamama olduğu ortaya çıktı. Bu uzun ve ızdıraplı öyküyü kısaltmak gerekirse, Tamama hastalandığı bir dönemde Rumca konuşmaya başladı. Bu durum Ayşe Okay’ın, babasının isteği üzerine herkesten sakladığı gerçeği çocuklarına anlatmasına neden olacaktı.

Tamama’nın kendi çocukları bildiği dört yetişkin, Raife’nin aslında Tamama olduğunu öğrendiler. Espiye’ye haber salındı. Yunanistan’a da haber salındı. Tamama’nın ablalarına ulaşıldı. Devreye kendisi de bir Pontus çocuğu olan Yorgo Andreadis girdi. Tamama’nın ablası Symela Ankara’ya gelince Tamama’nın sağlığı düzeldi. Belki de Tamama, Ayşe’nin kendisine kapıyı açmasından bu yana -yani elli yıldan fazladır-içinde taşıdığı bir yükten kurtuldu. O kapıdan içeri girdikten sonra kardeşlerini hiç aramamıştı.

Tamama 1992’de öldü. Ablaları ise ondan önce Yunanistan’da öldüler. Hiçbiri Espiye’de yaşayamadı; Espiye’ye gömülemedi. Tamama’nın mezartaşında Raife Okay yazıyor. Altında ise, Cici Annemiz Tamama.

II. Çika nam-ı diğer Eftalya’nın Anlatısı:

Osmanlı döneminde Giresun’da doğan, Pontus soykırımı sonrası İstanbul’a gelmek zorunda kalan ve Galata genelevlerinde çalışan Çika nam-ı diğer Eftalya’nın anlatısı dönemine ayna tutar

‘Fahişe Çika’nın yazarı Thomas Korovinis, 1987-1995 arasında İstanbul’da Zapyon ve Merkez Rum liselerinde öğretmenlik yapmıştı. Eftalya nam-ı diğer Çika ile tanışması da bu dönemde 1989’un Haziran ayında oldu. O zamanlar seksen yaşlarında olan Eftalya, İstanbul’da Yunan Konsolosluğu’nun önünde cüzi miktarda parasal yardım bulmaya çalışan “son trajik figürlerden” biriydi. Korovinis de Eftalya’nın, “bu çok çekmiş kadının hayat hikâyesini kendi ağzından dinlediği gibi kaydettiği” notunu düşüyor.

Eftalya savaşın etkilerine, 1917’de memleketi Giresun’da 7 yaşında tanık oluyordu. Okula gittiği ilk gün uyuyakalıyor, sonrasında tek başına köyüne giderken bölgesindeki Rus askerlerinin Erzincan mütarekesi ile çekildiğini fark ediyor, yanında jandarma bekleyen darağacına asılanları görüyordu: “Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kız kardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah, neler olmuş Giresun’a, ama bütün Karadeniz’e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hıristiyan, iyi Hıristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz.”

Eftalya’nın babasını “tutup götürmeleri”, annesinin de ölümü üzerine ninesi ile dağa çıkış sürecine tanık olacaktı, çünkü köylerinde onları ölüm bekliyordu: “Biz ninemle savaş olan yere gittik, çetecilerin oraya, Pontus’a, Giresun dağlarına çıktık; büyük kadınların sırtına kırk okka fişeklik yüklediler, yukarıya taşıdılar savaşta.”

İstanbul’a bir Müslüman kadın tarafından getirilen Eftalya’yı ailesi tesadüfen buluyordu. Henüz mübadelenin olmadığı yıllarda… Halası “Laz Maria” onu koruyacak, büyütecekti. Bu dönemde İstanbul’daki diğer Pontusluları da görüyordu. Başkente göç etmiş Pontusluların arasında Hıristiyan olmayanlar da vardı: “Dönmeler de, Türk Pontuslular, onlar da yakışıklı, Rumca konuşmazlardı, az Rumca konuşurlardı, bari anlaşabilir miydin diyeceksin? Anlaşamazdın. Azıcık biliyorlardı, do ftas? [nasılsın], bu kadar biliyorlardı. Ama boyları posları, endam, görünüş, güzellikleri aynı bizim gibi. Anlıyorsun, sanki aynı tohumdan çıkmış gibi, ne diyeyim. Kızları esmer, esmer, esmerim güzelim, uzun hilal kaşlı ve gözleri, bazısı zümrüt gibi, kimisi tatlı bir kahverengi. Ve bir kirpikleri vardı, sık, sürmeli. Hamarat kızlar, terbiyeli, kibar.”

Eftalya, I. Dünya Savaşı yıllarında ülke içindeki Rum erkeklerin önemli bir bölümünü ordu içerisinde geri hizmeti gören birliklere, yani amele taburlarına alınmasıyla ilgili de haber almıştı: “İnsanları Anadolu’nun içine, kayaların arasına götürdüler, onları susuz bıraktılar, yemeksiz koydular, amele taburlarına yazdılar ve yavaş yavaş onları mahvettiler.”

Zor koşullarda çalıştırılan Rumlar arasında çok ciddi can kaybı yaşanırken Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı hem Eftalya hem de bölgedeki Rumlar için bir başka felaketi başlatacaktı: “Yunan gemilerindeki Efzonlar indi, buradaki yerlilerle savaştılar. Hani İzmir’i yaktılar. Çok da Pontuslu vardı arada, kaderleri ne oldu, belli değil. Büyük, o büyük muhacirlik oldu, Hıristiyanları kestiler. Bazıları kayıklara binip gittiler, giden gitti. Şimdi artık çok iyi hatırlamıyorum, şöyle böyle, rüyada gibi konuşuyorum işte. Gittiler, gittiler, gidecekler. Hıristiyan ahaliyi temizlediler.”

Eftalya, halası Laz Maria’nın yanından kaçacak, farklı evlerde “konuk” edilecekti. Bu süreçte İtilaf güçlerinin denetimindeki Osmanlı başkenti İstanbul’un el değiştireceğinin ilk sinyalleri gelmeye başlıyordu: “O göçmenler dedikleri şey oldu, sultanlar devrildi, sarayları kapattılar, şalvarları çıkarıp onları kostüm yaptılar, donları Avrupa stili fistan yaptılar, başa Atatürk geldi; Türkler korktu, daha çok Ermeniler korktu, ama onlardan da çok Yunanlılar korktu, Rumlar. Eşyalarını, çocuklarını saklamaya başladılar. Herkes gitmek istiyor, hepsi gitti. Dünya bir gidip bir geldi Türkiye’de, her şey altüst oldu, insanlar kimden sakınsın bilemedi.”

Bu yıllarda kalanlar, kalabilenler arasında Eftalya da yer alacaktı. Fakat kendisi gibi Türkiye’deki Rumların Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kaderlerine de şahit olmuştu: “Çok az kaldık, bir avuç. Sonra mübadele oldu ve artık bir insan bile kalmadı bir laf edecek, Yunanca konuşacak”!

Fahişe Çika namlı Eftalya konuşmasının sonunda hayalini de kayda geçiriyordu yazara. Bu, eğer topraklarında soykırım yaşanmamış olsa, ya da buna rağmen Pontus’ta kalabilmiş olsa, ya da kaderi hayatta kalanların çoğu gibi Ege’nin karşısına, kendine yabancı ama kültürünün devamının yaşayacağı topraklara geçmekten yana olsaydı nasıl bir hayata sahip olabileceğine dairdi. Çünkü Eftalya kendi deyimiyle “çilelerle dolu” yaşamı boyunca bir şeyin özlemini çekmişti, bir günde “yabancı”sı olduğu topraklarda, başkent Polis’inde, İstanbul’unda. “Yabancı” olmamayı, ayaklar altında kalmamayı, anadilini konuşabilmeyi yani özgürlüğü…

“Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim yerlerde çıkar. Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişirecektim, ondan güzel pideler yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan’da olsaydım. Yunanistan, Atina, Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest ölseydim…”

III. Acem’in Acısı: “Bir canlı tanıklık hikâyesidir size aktarmak istediğim. Annemin bana anlattığı Acemin hikâyesi. Anaların çocuklarına ‘neler gördü bu gözler’ diyerek anlattığı olay Ordu’nun Perşembe ilçesinde yani Vona’da vuku bulmuştur.

Acem, 1919 sürecinde kimsesiz bırakılmış küçük bir Rum erkek çocuğu ve muhtemel özellikle Acem dendi ona korumak için. Perşembeli büyütüyor. Acem’i, kimsenin ona, onun kimseye ilişemeyeceği yukarılarda bir yerde tek göz oda bir ev yapılıyor. Hâlâ durur o karanlık ev. Bakacak bir de analık bulunuyor. Acem kedileri ve hayvanları çok seviyor. Dağ bayır demeden yiyecek taşıyor onlara. Hiç evlenmiyor sessiz sakin. Analığı ile o tek göz odalı evde birlikte yaşayıp yaşlanıyor Acem. Vakti kerahat gelince de yine yaşadığı gibi sessizce ölüyor.

Yıkanırken Acemin ölüsü sünnetsiz olduğu fark ediliyor ve ölmüş Acem’in ölüsü sünnet ediliyor ve gömülüyor o içinde yaşadığı yaşlandığı öldüğü tek göz odalı evin bahçesine. Fakat Acem’in ölmesinden sonra herkes gördüğü rüyayı anlatıyor huzursuzca birbirine. Tuhaf olan herkes aynı rüyayı görüyor. Görülen rüyada rüyayı görenlere deniliyor ki ‘Acemin yeri ora değil onu oradan çıkarın ve aşağıdaki caminin yanına gömün.

‘Köy huzursuz olur mu olmaz mı?’ derken Acem gömülü olduğu yerden çıkarılıyor ve rüyada görülen yere gömülüyor ve başına türbe yapılıyor. Giden olursa Perşembe’de türbeyi görebilir.”

IV. Kromni (Krom)/ Stavriotlar’ın Hikâyesi: Trabzon Maçka ilçesi ve kuzey Gümüşhane’de bulunan Krom, Yağlıdere, Stavri, Zigana, Santa, Torul gibi ulaşılması güç dağlık bölgelerde yaşayan Rumların bir bölümü zorlama sonucunda veya ekonomik nedenlerle, XVII. yüzyılda İslâm’a geçer gibi görünmüş ama XIX. yüzyıl ortalarına dek kalben Hıristiyan olarak kalmayı başarabilmiş, bunlara gizli Hıristiyan/Krypto Hıristiyan/Cryptochristians veya yaşadıkları bölgelere atfen Kromlu, Stavrili gibi isimler verilmiştir.

Anthony Bryer, Doğu Karadeniz’de özgürlüğün sınırının 1000-2000 metreden itibaren başladığını, bu amaçla baskının en yoğun olduğu yıllarda 1500 metrenin yukarısında yerleşim birimleri kurulmasıyla çözüm bulunduğunu söyler.

Gizli Hıristiyanlar, biri Müslüman diğeri Hıristiyanlığa ait iki isim taşıyorlar, vaftiz oluyor, oruç tutuyorlar, muhtemelen sünnet de oluyorlardı. Biri Hıristiyanlara özgü, diğeri imam nikâhı olmak üzere iki defa evleniyorlardı. Kızlarını, Hıristiyanlara da gerçek Müslümanlara da vermiyorlardı. Her ikisi de sırlarının ortaya çıkmasına ve öldürülmelerine sebep olabileceğinden (bir Müslümanın Hıristiyanlığa geçmesinin cezası şeriat kanunlarına göre ölümdü) kendi gibi olanlarla, muhtemelen akrabalarıyla ya da en yakın köydeki Stavriotlarla evleniyorlardı.

Müslüman ailelere kesinlikle kız vermeyen Kromluların, Müslüman gelin alıp Hıristiyanlığa döndürdükleri bilinmektedir.

Yorgo Andreadis, Kromlu Murtaza Efendioğlu Aziz Ağa’nın, İspir Keleverik’ten bir Müslüman kızıyla evlendikten sonra karısını Sümela Manastırı’nda vaftiz ettirip, Sophia adıyla Hıristiyan yaptığını, kızın ailesine durumu anlatmasının ardından olayın örtbas edilmesinin büyük miktarda para ve yalancı şahitlikle sağlandığını söylemektedir.

Ramazanlarda camiye gidiyor, Hıristiyanlara özgü bir törenle ama Müslüman mezarlığına ve ‘tabutla’ gömülüyorlardı. Gerçek Müslümanların önünde Hıristiyanlardan “domuz” diye bahsediyorlardı.

Devlete karşı Müslüman gibi görünen Stavriotlar, Hıristiyan inancını sürdürebilmek için yeraltında, mağaralarda ve korunaklı yerlerde şapeller inşa ediyorlardı (Pek çok örneğinin yanı sıra, Maçka’nın Haçavera köyünde, içeri fresklerle bezenmiş, bahçe duvarı görünümünde ve bugün hâlâ iyi durumda olan iki tanesi görülebilir).

Camiden çıkıp şapele giden bu ikili inanç sisteminde hem papaz hem imam olan ruhani liderlerin sayısını küçümsememek gerekir. Stavriotların çocuklarını vaftiz etmesi zordu, çünkü birçok köyde papaz yoktu. Genellikle geceleri bu işin yapılabileceği en yakın Hıristiyan köyüne gitmek, gün doğmadan geri dönmek gerekiyordu.

Evlenmeleri de ayrı bir problemdi. Evlerine bir papaz çağırmaları gerekecekti. Bu tür işler Santa gibi gerçek Müslüman yaşamayan bölgelerde önemli değildi ama birkaç kuşak önce İslâm’a geçmiş köylülerle birlikte yaşanan yerlerde çok tehlikeliydi. Bir Müslüman’ın evine papaz girdiği görülürse o ev halkının sonu gelmiş demekti. En büyük sorun ise gömülmeydi. Birçok Stavriot köyünde, imam aynı zamanda papaz olduğundan bu tür törenler gece yarısı yapılırdı. Ramazanlarda devlet her köye gerçek imam gönderirdi. Bu ay ölenleri gömerken gerçek imamı şüphelendirmemek gerekirdi. Stavriot papaz-imamlar, Türkçeyi ve Kur’an-ı mükemmel bir şekilde bilirler ve gelen imamları şüphelendirmezlerdi.

Gümüşhane kökenli ve ataları gizli Hıristiyan olan Yorgo Anderadis “Gizli Din Taşıyanlar/ The Cyrptochristians” adlı kitabında 1700 yılında nüfusa, madenlerdeki güvenli yaşama ve halkın belli düzeydeki gelirine rağmen, Kromni’nin köylerinden hiçbirinde cami ya da kilise olmadığını, her evin, gizlice ibadet edebildiği bir mabede sahip olduğunu anlatır.

Bununla birlikte Müslüman ve gizli Hıristiyanların ortak yaşadıkları köylerde, Müslümanların komşularının durumundan hepten habersiz olmadıkları da ortadadır.

18 Şubat 1856 tarihinde Abdülmecit’in Paris Anlaşması’nı imzalaması ve 30 Mart’ta arkasından gelen Hatt-ı Hümayun, ülkedeki Hıristiyanların kendilerini güvende hissetmelerine sebep olmuştur. Zorla veya Müslüman vatandaş olmanın avantajlarından yararlanmak amacıyla bir şekilde Hıristiyan oldukları hâlde, İslâm görünen Stavriotlar bu güven sonucu, Batılı ülkelere durumlarının incelenmesi için başvurmuş, İngiliz Büyükelçiliği, Trabzon’daki Vice-Konsül’den detaylı rapor istemiş. Hazırlanan raporda sadece Krom’da bile 17 bin 260 gizli Hıristiyan (Koromlis) yaşadığı belirtilince olay gerek Osmanlı sarayı, gerek Batı’da bomba gibi patlamıştı. Trabzonlu Müslümanlar bu inanılmaz olayı bir atma türküyle dile getirmişlerdi: “Uzun sokak çamur oldi, Kromlilar gavur oldi.”

V. Mihail Vasilyeviç Frunze’nin Gözlemleri: Taksim Anıtı’nda Atatürk’ün arkasında ve İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak’ın yanında iki Sovyet generali duruyor. Bunlardan biri olan Mihail Vasilyeviç Frunze, Kızılordu’nun kurucularındandır. 1921’de SSCB’nin Kemalistlere desteğinin ilk taksiti olan 1.1 milyon altın rubleyi Ankara’ya getirmiş; Sovyet delegasyonunun başı olarak Mustafa Kemal’le görüşmüş ve Türkiye-SSCB arasındaki işbirliği anlaşmasını imzalamıştır.

Samsun’dan Ankara’ya yaptığı seyahatte edindiği izlenim ve gözlemlerini aktardığı ‘Journey to Ankara/ Ankara’ya Yolculuk’ başlıklı kitabının Moskova’daki Frunze Askerî Akademisi’nde saklanan elyazmasından kısa bir alıntı yapalım: “Samsun eskiden kıyı kalesiydi, fakat pek de müstahkem değildi. Eski kalenin üç binası korunmuştu, ikisi körfezin kuzey kesiminde, diğeriyse güneydeydi. Bugün, terk edilmiş ve harap durumdalar. Kentin dışında, tepelerde, altı yüz askerin barındığı kışlalar var. Kentin nüfusu, Türkler, Rumlar ve az sayıda Ermeni de dâhil olmak üzere, karışıktır.

“Yakın zamana kadar, Rum isyanı patlak vermeden önce, Türkler ve Rumların sayısı eşitti. Yetişkin Rum erkekler artık yok. Trabzon’da olduğu gibi, sürgün edildiler. Genel oran da aniden Türkler lehine değişti. Samsun’un 27.000 mukiminin şu an en az 18-20.000’i Türk. Kent çevresindeki nüfus da, Türkler, Rumlar, Çerkesler ve Kürtlerden oluşan karışık bir karaktere sahip, daha doğrusu, sahipti. Rumlar en büyük grup iken isyandan beri neredeyse tüm Rum nüfus köylerden ayrıldı. Kentin bir zamanlar zengin çevresi artık neredeyse tamamen terk edilmiş durumda. Samsun’dan, yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki Bafra, Amasya ve Çarşamba’ya kadar anayol boyunca tek bir Rum köyü kalmamış görülüyor; aslında pek çok Müslüman köy de yok olmuş. Genellikle burada olduğu gibi, Rum isyancılarıyla Türkler arasındaki ihtilaf, bir genel imha biçimini almış ve gelişen bir bölgeyi harabeye çevirmiş. Biz oraya vardığımızda, bir dizi etnik temizlik faaliyeti ve Rum nüfusun kıyımı sonrasında, ancak sağ kalmayı başarmış binlerce Rum kadın ve çocuk dağlara çıkmış ve oradan Türk karakol ve köylerine zaman zaman saldırı düzenliyor olsalar da isyan bastırılmış sayılıyordu. İsyanın nedeni, otoritelerin 1921 başlarındaki nakil dayatmasıydı. Dağ geçidine doğru giden son yokuşun eteklerinde ben ve at sırtındaki refakatçilerim Türk askerler bir ara bir yan yola döndük. Az ileride bir ceset bulduk. Üstünde mavi pantolon, bir ceket ve yıpranmış bir ayakkabısıyla sıradan bir Türk çiftçisi gibi giyinmiş bir adamdı. Sefil bir manzaraydı. Kafatası kırıktı ve omzundan vurulmuştu. Öldürüleli çok olmamıştı; en fazla, biz gelmeden bir saat önce. Askerlerden biri indi, cesede yaklaştı, pantolonun düğmelerini çözüp içinde bir şeyler aradı. Onu izlerken, ‘bu ölü adamın paçavralarının mı peşindeler acaba?’ diye düşündüm. Aniden ‘Rum’ dediğini duydum ve atına gülümseyerek bindiğini gördüm. O an dank etti kafama: kökenini tanımlamak için, sünnetine bakmıştı.

“Köyden ayrıldığımızda refakatçilerime sormuştum: ‘siz ve genel olarak insanlarınız biz Ruslara ve diğer yabancılara niye bu kadar iyi davranıyorsunuz?’ cevabı, epey geveze ve yardımsever bir Çerkes olan Hamit vermişti: ‘Ruslar şimdi bizim dostumuz. Siz olmasaydınız, çoktan kaybolmuş olurduk.’

“Konuştuğumuz gibi, vadinin solundaki geniş bir alana yayılmış bir köye yaklaştık. ‘Burası, Rum köyü’ dedi, askerlerden biri. Durdum, dürbünümle baktım. 300’den fazla haneli kocaman bir köydü. Evler iki katlıydı; alt kat taştandı; damları kırmızı kiremitliydi; hiç çit yoktu; her yeri sessizdi; etrafta ne insan vardı, ne hayvan, ne de kuş. Askerlerden birine ‘köye yakından bakmak istiyorum’ dedim. Yoldan ayrıldık; dereyi geçtik ve köyün bulunduğu tepeye tırmanmaya başladık. Gözlerimizin önünde korkunç bir manzara belirdi; kapılar ve pencereler kırıktı; evlerin yanında kırık ev eşyaları, çiftlik aletleri, hayvan iskeletleri ve insan iskeletleri vardı. atımdan indim ve evlerden birinin içine göz attım: aynı felaket ve yıkım manzarası; üstlerine yırtık-pırtık kilimler örtülmüş insan cesetleri.

“Askerlere kadın ve çocukların nerede olduklarını sordum. Çoğunun erkeklerle birlikte dağlara çıktıklarını; bazılarının da öldürüldüğünü söylediler. Bunlar, ‘kültürlü’ ve ‘uygar’ itilaf devletlerinin yaratıp teşvik ettiği Yunan-Türk ihtilafının sonuçları… İlginçtir ki, konuştuğumuz bütün Türkler, bu olaylardan önce, Hıristiyanların bölgedeki Müslüman nüfusla gayet iyi geçindiklerini söylüyorlardı. Emperyalist savaş sırasında Rum çiftçiler yüzyılların geleneğini kırmış (Osmanlı devletinde Hıristiyanlar özel bir vergi ödeyip askerlikten muaf tutuluyorlardı) hükümetin çağrısı üzerine orduya gönüllü katılmışlardı. Ve tüm Türk cephelerinde çok da iyi savaşmışlardı.

“Şimdi, Türkiye’nin bu zengin, yoğun nüfuslu bölgesi inanılmaz bir yıkıma karşı karşıya kaldı. Yüzlerce Rum ve Türk köyü küle döndü ve Samsun, Sinop ve Amasya sancaklarındaki 200,000 Rum’dan sadece bir avuç insan dağlarda dolaşıyor. Yaşlıların, kadınların ve çocukların çoğu Diyarbakır, Harput ve Konya civarlarına götürüldü. En soğuk mevsimde yanlarına hiçbir şey alamadan götürdükleri için birkaç bininin bile hayatta kalmayı başardığı şüpheli; hayatta kalmayı başaranlar da şu anda yabancı topraklarda, sefalet, yoksulluk ve esaret içindeler.”

Frunze devam ediyor: “Havza’daki tanıdıklarımız aracılığıyla, pogrom müfrezelerinin, isyanla hiçbir ilgisi olmayan şehirli Rum nüfusa karşı bile uyguladığı mezalimler hakkında bilgi edindik. Laz reisi Osman Ağa, faaliyetlerinden özellikle gurur duyuyordu. Bütün bölge kılıcının ve baltasının gölgesi altındaydı. Yerel Türklerin bile dehşete düştüğünü ve onu pek de sevmediğini tespit ettik.

“Ayın 12’sinde, saat 12’de, Kavak’a hareket ettik. Havza’dan sadece 10 kilometre uzakta, az önce silahlarını teslim etmiş yaklaşık 60-70 kişilik bir grup Rum’la karşılaştık. Bitap düşmüşlerdi. Gayet zayıftılar. Hele bazıları bir deri bir kemikti. Üstlerindekiler paçavraya dönmüştü. Çoğunun ayaklarına saracağı bir çaputu bile yoktu; çıplak ayakla dolaşmak zorundaydı. Grubun ortasında, konik papaz şapkası giymiş uzun boylu bir papaz vardı. Hava sıcak değildi; soğuk bir rüzgâr esiyordu ve refakatlerindeki muhafızlar itekleyip duruyorlardı. Grup Havza’ya doğru gidiyordu. Bizi gördüklerinde, bazıları haykırarak ağlamaya başladılar, ancak göğüslerinden çıkan ses acı çektirilen bir hayvanın inlemesini andırıyordu. Durdurdum. Bana eşlik eden asker muhafızlara mahkûmlara vurmamalarını emretti ve yollarına devam ettiler… Müthiş bir sessizlikle devam ettik Samsun’a doğru. Her yerde felaketin izleri vardı. Her tepede devriyeleri görebilirsiniz. Nöbetçiler gergin. Sanki yakında bir yerlerde düşman gizlenmiş gibi. Bu yolu hayatım boyunca unutmayacağım. 30 kilometre boyunca cesetlerle karşılaştım; şiddet izleri taşıyan en az 58’ini ben şahsen saydım. Bir noktada başı kesilip eline tutturulmuş güzel bir kızın cesediyle karşılaştık. Az sonra, çıplak ayaklı, üstünde sadece gecelik olan 7-8 yaşlarındaki küçük sarışın bir kızın cesedini bulduk. Öyle görünüyor ki küçük kız yüzünü toprağa gömüp ağlarken bir kasaturayla şişlenmişti’…”

SÜRÜLENLER

İşaret ettiğimiz acılara bir de Theo Angelopoulos’un, “Biz zaten hiçbir yere ait değildik, hep sürgündük. Sevmek bile yaşamın kıyısında büyük bir soruydu. Çıplak ve üşüyorduk,” betimlemesindeki yurdundan, toprağından kopartılan sürülenler eklenmeli!

Mesela Katerini’dekiler gibi!

“Katerini, Pontus mübadillerinin Yunanistan’daki memleketi… Özellikle Trabzon, Giresun, Samsun gibi Karadeniz şehirlerinden sürgün edilenlerin, Anadolu’daki memleketlerinin başına Yunanca yeni anlamına gelen Nea ekleyerek kurdukları kasabaların yer aldığı bir kent. Bunlar arasında sıklıkla Türkiye’den ziyaretçilerin uğradığı Trabzon-Oflular tarafından kurulmuş ‘Nea Trapezounta/ Yeni Trabzon’ kasabası yer alıyor.

Pontus Rumları dilsel ve kültürel anlamda diğer Anadolu Rumlarından farklı özellikler taşıyor. Yunanistan’da kendi aralarında dayanışma ağları çok kuvvetli. Başta Selanik ve Atina gibi büyük şehirlerde olmak üzere dernekler ve federasyonlar kurarak örgütlenmiş durumdalar. Geleneklerini, kültürel faaliyetlerle aktarmaya devam ediyorlar. Evlilikler önemli oranda kendi aralarında gerçekleşiyor. Kemençe ve kartal simgeleri yaşadıkları her yerde görülüyor. Kasabaların küçük kahvehanelerinin duvarlarında bu simgelerin yanı sıra Karadeniz’deki köylerinin resimleri asılı. Pontus Rumlarının kiliselerinin dışında üzerinde kartal imgesi olan bayrak asılı. Tek başlı kartal motifli bu bayrak, Trabzon Rum İmparatorluğu’nun simgesi. Çoğunlukla PAOK futbol takımının desteklendiğini yine duvarlardan anlıyoruz. PAOK’un amblemi olan çift başlı kartal ise Bizans İmparatorluğu’nun simgesi…

Kentte gezerken Türkçe konuşmaları duyduğunuzda bu kadar çok bilinmesine şaşırıyorsunuz. Ta ki Pontus Rumlarının bir kısmının Karadeniz’den göçmeden önce ana dilini Türkçe olarak kabul ettiklerini ve bugün yaşayanların bu nedenle Türkçeyi benimsediklerini öğrenene dek… Ancak ikili bir ayrım söz konusu. Doğu Karadeniz’den gidenler Pontiaka ya da Pontus Rumcası denilen arkaik Yunancayı andıran dili kullanırken sadece Batı Karadeniz’den gidenler Türkçe konuşuyor. Pontiaka dili, Karadeniz’in bazı köylerinde de konuşulmaya devam ediyor. Her iki ülkede bu dille müzik yapan sanatçılar ortak albümler yaparak ve konserler düzenleyerek arada bir köprü oluşturuyor.

Türkçe konuşan Pontuslularla sohbet ederken aile büyüklerinden öğrendikleri şiveli bir Türkçeyi kullandıklarını duyunca şaşırıyor ve mekânın ne kadar soyut olduğunu kavrıyorsunuz. Atalarının memleketlerini görmeyenlerin özlemlerini dinlediğinizde ise bir toprağa bağlanmanın ne kadar karmaşık olduğunu bir kere daha hatırlıyorsunuz!” diye aktarıyor gözlemlerini Asya Eren…

Yunus Emre’nin, “Zulümle âbâd olanın, ahiri berbad olur,” vurgusu eşliğinde toparlarsak!

Acılar karşısında Nikolay Vasilyeviç Gogol’vari, “Hayat nedir? Acılar vadisi. Dünya nedir? Hissiz insan kalabalığı!” demeyip; “Rahatınız bozulmasın diye,” doğrudan vazgeçmezsek; gerçeğin anlamına ancak onu sorgulayan sorular sorarak ulaşabiliriz.

Bu noktada tarafsızlık, söz konusu olamaz. Zulüm karşısında tarafsızlar hep zalime yardımcı olagelmişlerdir; unutulmamalıdır ki gerçeğe sırt dönmemek, insan(lık)ın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkıp, yalanın egemenliğine başkaldırmaktır.

10 Mayıs 2021, İstanbul.

Kapitalizm-devlet-mafya…

“Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasal olmayan kapitalizmdir.”

Dario Bötancourt-Maria Garcia

“Kapitalizm, egemen sınıf tarafından kanunileştirilmiş (yasalara bağlanmış) bir kanunsuzluktur.” Al Capone (Amerikalı mafya lideri, milyoner)

“Devlet için kurşun atan da şereflidir, kurşun yiyen de şereflidir.”

Tansu Çiller (Eski başbakan)”

Mafya lideri Sedat Peker’in yaptığı peş peşe açıklamalar, ‘organize suç örgütü’ denilenleri yeniden gündeme taşıdı… Bu konudaki ‘tartışmalar’ hiçbir zaman sorunun kaynağına inmiyor, bir hamaset olmanın ötesine geçemiyor… Amaç kitleleri aldatmak-oyalamak, sorunun üzerine gidiliyor izlenimi yaratmak… Dikkat edilirse, kamuoyu ‘skandaldan’ ancak mafyatik örgütler arasında bir sürtüşme ya da Susurluk vakasında olduğu gibi, bir kaza sonucu haberdar olabiliyor. Oysa, mafyatik örgütler, kibarca ‘organize suç örgütü’ denilenler, arızî ve istisna değil. Doğrudan kapitalizmin mantığının ve işleyişinin ürünü…

Organize suç örgütü dendiğinde ekseri uyuşturucu, silah, kadın ticareti, organ ticareti vb. akla geliyor. Oysa bu kadarı buzdağının görünen kısmı… Elbette ‘klasik mafya etkinliği’ -esrar, kokain, silah- önemsiz değil ama şimdilerde enerji ve ‘inşaat’ da mafyanın ilgi alanına daha çok girmiş bulunuyor… Aslında sorun doğrudan kapitalizmde mündemiç; zenginliğin bir hırsızlık olmasıyla ilgili… Lakin, kapitalist toplumda zenginlik tabudur. Kimse onu tartışmaya cüret etmez, edemez… Tabu, tanımı gereği yasaklanarak korunan demektir… Dokunanın elini yakar… Zenginliğin kaynağını sorun eden, servet düşmanı ilan edilir ve lanetlenir; sanki servet düşmanı olmak kötü bir şeymiş gibi… Tam tersine asıl kötü olan servet düşmanı olmamaktır…

Bu dünyada zengin olmanın bir tek yolu vardır: Başkasının emeğinin ürününe el koymak… Zira, bir insan ne kadar akıllı, yetenekli, becerikli, çalışkan olursa olsun, sadece kendi emeğiyle, kendi çabasıyla zengin olamaz… Elbette rahat bir yaşam sürebileceği imkânlara sahip olabilir ama asla zengin olamaz… Ünlü Amerikalı işbitirici kapitalist Elon Musk’ın 2021 yılı itibariyle 191 milyar dolar serveti olduğu söyleniyor… (Tabii işbitirici olmak da birilerinin ‘işini bitirmeden’ mümkün değildir)… Akıllara durgunluk veren bu servetin sahibi olan zat; ortalama insandan, mesela asgarî ücrete talim eden bir işçiden 191 milyar kat zekâya, yeteneğe, beceriye, çalışkanlığa sahip olduğu için mi bunca servetin sahibi oldu? O insanüstü bir yaratık mıdır ki, akıllara durgunluk veren skandal servetin üstünde oturuyor?

Mülkiyet gasptır, zorla, şiddet ve hileyle topluluğa (kamuya, socium’a, herkese) ait olana özel şahıslar tarafından el konulan zenginliktir. Hukuka uygunluk, sorunun esasını angaje etmez, şeylerin seyrini değiştirmez… Zira, yasal olan, haklı olan, adil olan demek değildir… Son tahlilde o yasaları yapanlar da, yaptıranlar da mülk sahibi sınıflar (büyük hırsızlar) olduğuna göre… Aslında özel mülkiyetin kural olduğu bir toplumda, hukuk adalete karşıdır… Doğal ve sosyal zenginliğin küçük bir azınlık tarafından gasp edildiği, geniş kesimlerin açlığa, yoksulluğa çaresizliğe, sefalete sürüklendiği bir toplumda adalet söyleminin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? O zaman kimin adaletinden söz edeceksiniz?

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışıklığının da aşılması gerekir… Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde ‘özel mülkiyet’ kastedilmektedir; ikincisi, bir insanın ve ailesinin yaşamı için gerekli üretim, tüketim ve yaşam araçları “mülkiyet” tanımının dışındadır. Zira, bir arabaya sahip olmakla, o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir… Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyaçlarını mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir… Maalesef bu konuda büyük bir kafa karışıklığı söz konusu…

Hiç kimse sadece kendi çabasıyla zengin olamaz… Farz edelim ki, büyük bir sermaye grubunun son derece yetenekli, çalışkan, işbitirici milyoner CEO’su (patronu) bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri küçük bir ıssız adaya çıkmayı başardı… Dışarıyla bağ kurması imkânsız iken, kazazedemiz neleri ne kadar yapabilir? Neye ne kadar sahip olabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç vb. avlayarak ya da yenilebilir bitki ve meyve toplayarak geçirebilir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir. Ağaçlardan ve otlardan baraka yapabilir, belki ağaçlardan küçük bir sal yapabilir. Zamanla bazı bitkileri yetiştirmeyi öğrenebilir. Avlanabilirse, hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir. Bir gün adadan kurtulma umuduyla, eşine ve çocuklarına veya sevgilisine hediye edeceği deniz kabukları biriktirebilir… Daha fazlasını yapması pek mümkün olmaz… Denize düşmeden önce istediği hemen her şeye sahip oluyor iken… Demek ki, bir insanın neye, nelere sahip olabileceği, bireysel emek ve yeteneğinden başka şeylere de tabidir… Sadece bireysel başarı sorunu değildir… Emeğin (çalışmanın) hangi koşullarda harcandığına bağlıdır…

Sadede gelirsek, zengin olmanın iki yolu vardır: Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmiş, emeğini satmadan yaşamını sürdüremez durumda olan, işçilerin (proleterlerin) emeğini sömürmek; ya da yasalara uygun olarak veya aykırı şekilde, üretilmiş zenginliğe el koymak… Zengin olmanın başkaca bir yolu yoktur… İşte mafya veya ‘kibarca’ organize suç örgütü grubuna girenler bu yolla servet sahibi olanlardır. Ama bunlar üretilmiş zenginliğe el koyan büyük kitlenin sadece küçük birer parçasıdırlar… Aslında, güya organize suç örgütlerinin üzerine gidilerek, daha doğrusu gidiliyormuş gibi yaparak, büyük hırsızlar korunur… Böylece sömürü düzeni meşrulaştırılır…

Merkez Bankası’ndaki 128 milyar doları mafya tarafından, organize suç örgütleri tarafından çalınmadı, gasp edilmedi… O iş ‘saygın, işbitirici’ para babası, ‘etkili ve yetkili’ zevat tarafından kotarıldı… Bu 128 milyar dolar, şu anda irili-ufaklı ‘organize suç örgütü’ denilenler tarafından el konan zenginliğinin kaç katıdır? ‘Kara para’ aklamak, Vergi Cennetlerine servet kaçırmak ‘organize suç’ kategorisine giriyor mu? Ülkenin varını yoğunu yağmalayan, doğayı talan ve harap eden, Türkiye’nin en ‘yetenekli’ kapitalisti, Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz, onca servetin üzerine nasıl konuyor? Yasalara uygun olarak değil mi? Herhâlde ‘Kamu İhale Kanunu’nun AKP iktidarı döneminde neden 191 kere değiştirildiğini biliyorsunuzdur… İşte o yasa, yasalara uygun olarak değiştirildikçe, bütçenin, hazinenin ve doğanın yağması-talanı da yasalara uygun olarak devam ediyor… Hukukun, burjuva yasalarının aslında ne olduğu, kimlere, nasıl hizmet ettiği tartışma konusu yapılmıyor?

Kapitalist toplumda ‘organize suç örgütleriyle’ hiçbir zaman gerektiği gibi mücadele edilemez. Zira, organize suç örgütleriyle, devlet içindeki ‘etkin odaklar’ ve siyasetçiler arasında ‘çıkar ortaklığı’ ve geçirgenlik vardır… Devlet ve kapitalizm madalyonun iki yüzüdür. Biri olmadan diğeri olmaz… Susurluk’ta kaza eseri ortaya çıkan kirli ilişkiler için TBMM’de bir Araştırma Komisyonu kurulmuştu ama komisyon olayı araştıramadı… ‘Devletin yüksek çıkarları’, ‘devlet sırrı’ denilene tosladı… Eğer, sonuna kadar üzerine gidilebilseydi, Kutsal Devlet suçüstü yakalanacaktı… Bu iş komisyon kurmakla olacak bir şey değildir… İyi de komisyon neye yarıyor? Kitleleri aldatmaya- oyalamaya… O günün aktörleri bugün de sahnede değil mi?

Devlet de ‘devletin yüksek çıkarları’ adına suç işliyor… Bu amaçla bütçeden ‘örtülü işler’ için ‘örtülü ödenek’ ayrılıyor… Ne için?.. Verili yasalara ve ahlâka aykırı, insanlık suçu kategorisine giren işler ‘kotarmak’ için… Mesela ‘faili meçhul cinayetlerden’ söz ediliyor… Binlerce, on binlerce faili meçhul cinayet olur mu? Kutsal devlet yaparsa niye olmasın; şeylerin adını da o cinayetlerin faili olan devletin ‘has adamları’ koyduğuna göre… İşte o alan, bildik ‘organize suç örgütleriyle’ devletin kesiştiği alandır… Kirli işler için kullanılan katiller bazen ‘özerkleşip’, başına buyruk ‘Organize Suç Örgütlerine’ dönüşebiliyorlar… Devletin ‘Yüksek Çıkarları’ o kadar yüksek ki, insanların o yüksekliğe çıkıp ‘olup biteni kendi gözleriyle görmeleri mümkün olmuyor…

Kapitalizm hızla çürüyor, çürüdükçe, her şeyi bir tsunami gibi kaplayıp, çürütüyor… Velhasıl şeyleri adıyla çağırmadan ve kapitalizmden vakitlice çıkmadan, yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak asla mümkün olmayacak… Kimse kendini aldatmasın…

Unutmamalı… Kanıksamamalı! / Sibel Özbudun-Temel Demirer

“Haklarımı aramaktayım.

Onları gören oldu mu?”

Yaşar Alperen Savaş (17)… Felek Batur (7)… Raşid Oso (8)… Hakan Sarak (5)… Mahmut Buluk (16)… Zeliha Cuma (7)… Helin Şen (12)… Serhat Savaş (15)… Enes Ata (8)…

Bu isimleri olasıdır hiç duymadınız. Ya da belki duydunuz/okudunuz, sonra da unuttunuz.

Oysa unutmamak gerek… Bunlar 2007-2020 arasında güvenlik güçlerinin elinden ölen 93 çocuktan bazılarının isimleri… Ya polis kurşunu ile yitirdiler yaşamlarını ya da kolluk kuvvetlerinin kullandığı zırhlı aracın altında kalarak… Birkaçı ise polisin attığı gaz bombalarıyla kopartıldı yaşamdan. Bu cinayetlerden (evet, çoğunun “suç”u sadece polisle eşzamanlı olarak “olay yerinde” olmak. Bu nedenle öldürülmelerine “cinayet”ten başka bir ad bulmak mümkün değil…) çoğunun, faili yüzeysel bir soruşturmanın ardından hafif bir cezayla atlattı.

Baran Tursun’u hatırlarsınız. 2007 yılında, İzmir’de trafikte seyir hâlindeyken “Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından başından vurularak öldürülmüş 20 yaşında bir delikanlı. Baran’ı öldüren polis memuru tutuksuz yargılanmış, 2 yıl 3 aylık bir cezayla “ödüllendirilmişti”, davanın sonucunda. Olayın peşini bırakmayan aile mensuplarının yaptıkları açıklamalar için istenen cezalar ise bundan çok daha fazlaydı!

Yine bilirsiniz, Baran’ın babası Mehmet Tursun 2010 yılında, güvenlik güçlerinin elinde canını yitirenler konusunda kamuoyunda bir duyarlılık oluşturmak amacıyla, oğlunun adına bir vakıf kurdu. Baran Tursun Vakfı ya da tam adıyla ‘Baran Tursun Uluslararası Dünya Ölçeğinde Silahsızlanma, Yaşam Hakkı, Özgürlük, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Vakfı (BARANSAV)’ kuruluşundan bu yana polis elinde ölenleri titizlikle izleyip, hukuksal süreçler hakkındaki bilgileri kamuoyuyla paylaşıyor.

Baran Tursun Vakfı, 2021 tarihli bir rapor yayınladı: “Kolluk Güçlerinin Orantısız Güç Kullanımı Sonucunda Yaşam Hakkı İhlâlleri Raporu: Ölmek Zorunda Değildiler”…

“Ölmek zorunda olmasa da”, 2007-2020 yılları arasında, Vakfın tespit edebildiği, polis kurşunuyla, gaz bombasıyla, polis aracı çarpması sonucu vb. yani güvenlik güçlerinin elinden ölen 404 kişinin (DÖRTYÜZDÖRT KİŞİ!) isimleri, yaşları, öldürülme tarih ve şekilleri, raporun sonunda tek tek sıralanıyor.

Polisler tarafından katledilen 404 kişinin 93’ü 18 yaşın altında; 70’i kadın, 241’i erkek. Ve en çarpıcı veri, bunlardan HİÇBİRİ, polis ile çatışmaya girmemiş! Bir başka deyişle, “dur” ihtarına uymadıkları, barışçıl protesto gösterilerine katıldıkları ya da sadece rastlantı sonucu olay yerinde oldukları için sokakta, gözaltında ya da kendi konutlarında (evini aramaya gelen polislere galoş giymeleri için uyarıda bulunan ve çıkan tartışmada polis kurşunuyla yaşamını yitiren Dilek Doğan’ı unutmayın) öldürülen bu kişiler, en fazla, “kabahatler kanunu”ndan yargılanmalarını gerektirecek eylemlerin failleriydi. “Ülkenin özellikle doğusu ve güneydoğusunda devam eden silahlı çatışmalardan kaynaklı yaşam hakkı ihlâllerinin konu dışı tutul”duğu (¶ 3) raporda belirtiliyor.

Anımsanacaktır; 2259 sayılı Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun (PVSK) kimi maddelerinde, 2 Haziran 2007 tarihinde değişiklikler yapılarak kolluk güçlerinin başta silah kullanmak üzere yetkileri genişletilmiş, PVSK ve Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu’nda 27 Mart 2015 tarihli değişikliklerle de kolluğun “makul şüphe, öngörü ve takdir” gibi tasarrufları tanımlanmıştı. Böylelikle,

“Durdurma ve kimlik sormanın nedenleri, konusu, amaçları, işlemin şekli, süresi ve usulü, konularında düzeneme yapılmasına rağmen, makul şüphe, öngörü ve takdir gibi soyut kavramlara ilişkin kolluğa yeterli eğitim verilmediğinden, kolluğa silah kullanma yetkisini düzenleyen PVSK madde 16’ya her kolluğun kendine göre bir anlam yüklediği, dolayısıyla yüklenen anlama göre de her kolluğun kendine göre bir işlem yapması sonucunda (…) 400’den fazla vaka ölümle sonuçlanmıştır.” (özet)

Bu iki düzenleme, hiç kuşkusuz, kolluk güçlerinin elini “keyfi davranma” konusunda bir hayli rahatlatmıştır. Ama buna bir de “acımayın, vurun-kırın aslanlarım, arkanızdayım!” yollu kendilerine “coşkuyu veren” İçişleri bakanlarının ve eğrisi doğrusuna denk gelir de olay yargıya intikal ederse, faile ya “nefsi müdafaa”dan, “orantılı güç kullanımı”ndan beraat, olmadı, en düşük cezalarla cezalandırılmalarının etkisini eklemeli. Polislerin yargı önüne getirilmesi gereken fiillerde olay yeri delillerini yine polis toplar; sanığın tutuksuz yargılanması ise neredeyse kuraldır:

“Zanlılar tarafından üretilen ve toplanan delillere göre güvenlik birimleri tarafından olayın fezlekesi düzenlenmektedir. İzmir’de Baran Tursun’u öldürdükten sonra, ateş etmeyi gizlemek suretiyle trafik kazası raporunun düzenlenmesi, Ankara’da 20 yaşındaki Soner Cankal’ı öldürdükten sonra, cesedinin üzerine kurusıkı tabanca bırakılması, Antalya’da motosikletiyle gezerken öldürülen 17 yaşındaki Çağdaş Gemik’in cesedinin yanına birkaç gram uyuşturucu bırakılması, Kızıltepe’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı öldürdükten sonra cesedinin üzerine silah bırakılması gibi delil yaratma fiilleri diğer vakalarda da yaygın bir şekilde görülmektedir.” (¶ 41) Çoğunluğu “devletin karşı işlenen suçlar” ile “devletin işlediği suçlar”ı farkı değerlendiren (¶ 45) ve “devletin âlî menfaatler”i söz konusu olduğunda gerek ideolojik tutumları, gerekse atama, terfi ve cezalandırılmaları iktidarın elinde olması nedeniyle hemen her zaman “devletten (yani devletin kolluk güçlerinden) yana kararlar alan yargı mekanizması, kolluk “cinayetleri”nin fiilen cezasız kalmasını adeta bir “devlet geleneği hâline getirmiştir. Buna karşılık kurbanların, acılı ailelerin, mağdurların yakınlarının, insan hakları örgütlerinin, avukatların adalet arayışları kovuşturulmakta ve (kimi zaman faillerden daha ağır biçimde) cezalandırılmaktadır! (¶ 47-52)

Öte yandan, polisin elinden ölenler, en azından sayılabiliyor… Toplumsal belleğe -bir gün, ama mutlaka bir gün hesabı sorulmak üzere- kaydedilebiliyorlar. Ya polisin kaçırıp veya gözaltına alıp, darp edip, işkencelere uğratıp sonra salıverdikleri? İnsan hakları örgütlerinin kimsenin ilgi duymadığı tenha basın açıklamalarında, sol gazetelerin, dergilerin sayfalarında, harf sayısı sınırlı twit’lerde birbiri ardı sıra adları anılıp sonra unutulup gidiyorlar. Oysa unutmamalı… Kanıksanmamalı…

Örneğin sadece 2019 yılında, 1474 kişinin işkence başvurusu yaptığı… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, “otomobiline aldığı bir akrabasıyla beraber gözaltına alınan Naci Çelik isimli yurttaşın, götürüldüğü Sultangazi Şehit Bülent Özkan Karakolu’nda sabaha kadar işkenceye uğradı”ğı, “tüm vücudu morluklar içerisinde olan Çelik’in, sivil giyimli 8-10 polis tarafından darp edildiğini belirtti”ği… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, Cumhurbaşkanı’nın nikâh şahitliği yapacağı bir düğün için kesilen trafikte saatlerce beklemek zorunda kalan avukat Sertuğ Sürenoğlu’nun, yolun neden kapalı olduğunu sorması üzerine Cumhurbaşkanı korumaları tarafından iki saat boyunca araç içerisinde dövüldüğü ve kendisine zorla cumhurbaşkanına hakaret ettiğini kabul eden bir tutanak imzalatıldığı… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, 15 Şubat 2019’da Van’ın İpekyolu ilçesinde gözaltına alınan üç çocuğun, fotoğraflarla ve hastane raporlarıyla belgelenen, gözaltındayken “kafasının klozete sokulduğunu, dipçikle, mermiyle dövüldüğünü, ters kelepçelenerek yere yatırılıp tekme ve yumruklarla dövüldüğünü” anlatan çocukların ifadelerinin Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yalanlandığı, olaya müdahil olan Van Barosu hakkında “terör örgütüne destek”ten suç duyurusunda bulunulduğu… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, “İstanbul’un Fatih ilçesinde 15 Şubat 2020 akşamı iki yeğeni ve kardeşinin eşini korumak isterken polis şiddetinin hedefi olan ve aldığı darbeler sonucu beyin kanaması geçiren Mehmet Yaman’ın (48), 10 gündür yoğun bakımda” kaldığı; Savcılığın güvenlik kamerası kayıtlarını istediği hastane yönetiminin, ‘kameralar kayıtta değildi’ yanıtı verdi”ği… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, “İzmir Torbalı’da gözaltına alınan Yiğit Üste adlı gencin, emniyet yerine ormana götürüldüğü ve burada kar maskeli 4 polisin işkencesine maruz kaldığını ileri sürdüğü,” Baba Harbi Üste’nin, oğluna ormanda “ajanlık” teklif edildiğini, kabul etmeyince 6 saat boyunca işkence edildiğini bildirdi”ği… Üste’ye darp raporu verilmediği, Polisin Üste ailesinin evine baskın düzenleyerek baba ve anneyi darp etti”ği, “anne Üste’nin, kötü muamele sonucunda hastaneye kaldırıldı”ğı; Baba Üste’ye de silah gösteren polislerin, ‘Yiğit’in hakkı budur’ diye ölümle tehdit etti”ği… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Örneğin, Bahçelievler’de polisin kimlik kontrolü yapmak için durdurduğu araçta bulunan şoför Ebubekir Demir ve yanında bulunan Ferhat Atılğan ile polisler arasında yaşanan tartışmanın ardından Demir ve Atılğan’ın polis tarafından öldüresiye dövüldüğü, Polis tutanağında Demir’in abisinin karakola gelerek polis arabasını tekmelediği ve “Tayyip’in p.. polisleri” diyerek hakaret ettiğinin öne sürüldüğü, Bakırköy 1. Sulh Ceza Hâkimliği’nin işkence izlerine rağmen polisler hakkında herhangi bir işlem yapmadığı… unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Hele ki “Türkiye’de gözaltında işkence yapıldığı iddialarının Birleşmiş Milletler’in gündemine girdi”ği, “BM İşkence Özel Raportörü Nils Melzer’in, Türkiye’de işkence iddialarının arttığını, gözaltında kaba dayak, elektrik şoku ve cinsel saldırı gibi işkence yöntemlerinin uygulandığını söyledi”ği koşullarda, bunlar asla unutulmamalı, kanıksanmamalı!

Hukukun berhava edildiği şu “Tek Adam Rejimi” günlerinde, adaleti bir gün yeniden tesis edebilmek için, kimsenin “devlet gücü”nü temellük edip, hiçbir “âlî menfaat” adına gencecik insanları, çocukları, ihtiyarları, iktidarını sürdürebilmek adına katlet(tir)memesi, işkence etmemesi, özgürlüğünden yoksun bırakmaması için bellek, çok önemli…

O belleği her daim diri tutmamız, ölülerimize, işkence görmüşlerimize sahip çıkmamız gerek…

20 Mayıs 2021, İstanbul.

 

 

 

Esaret zincirlerini kıralım sarayları yıkalım

İşçi sınıfı esirdir. İşçi sınıfı, kendi örgütlerini kaybetmiş, sendikaların başına sendika mafyası yerleşmiştir. Bu artık eskisi gibi “sendikal bürokrasi” değildir. 12 Eylül’den başlayarak oturtulmuş bu sistemde, sendikaların başına, ticaret-parasal işler-devlet memurluğu-mafyatik işler ile bağlantılı “kadrolar” getirilmiştir. Ve bu sendika mafyası, sendikaların başına çöreklenmiştir. Bu nedenle, bir yandan sendikalar “işçi sendikası” olmaktan çıktığı için, ülkedeki işçilerin çok az bir kısmı sendikalıdır, diğer yandan da var olan sendikalar, sadece ve sadece işçileri denetlemek için iş görmektedir. Sendikaların başına çöreklenmiş olanlar, sendika gelirlerini iç etmektedir.

İşçi sınıfı, 12 Eylül hukuku ve düzeni ile hesaplaşmamıştır. Devlet, bu alanda, işçileri denetim altında tutma konusunda, sendika mafyası aracılığı ile ciddi bir güç elde etmiştir. Devletin, sendikaları denetleme gücü, 12 Eylül’den bu yana kırılamamıştır.

Bugün, işçi sınıfının esareti, giderek tüm toplumun esaretine dönüşmektedir. Gezi Direnişi, birçok kesim için bu esareti kırmaya başladığımız an olmuştur. Ama bunun işçi sınıfı içindeki etkileri, sadece bireyler bazında kalmıştır.

Gezi Direnişi’ne ve Kürt devrimine karşı, “rant-yağma-savaş ekonomisine” dayalı Saray Rejimi, tam bir “iç savaş hukuku” ortaya koymaktadır. Bu iç savaş hukuku, işçi ve emekçilere, hakkını arayanlara, kadınlara ve gençlere, susmayanlara karşı artan şiddet ve saldırı, aynı zamanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” alanında ise ölçüsüz bir özgürlük olarak ortaya çıkmaktadır. Bir azınlık, ceplerini, kasalarını doldurmakta, bu konuda sınır tanımamakta, hırsızlık en gözde alan olmakta, diğer yandan ise milyonlarca insan, çoğunluk, açlık, işsizlik vb. ile yaşamaktadır. Pandemi süreci bahane edilerek, işçi ve emekçilerin her eylemine saldırılar düzenleyenler, yasaklar getirenler, kendi işleri için sınırsız alanlar açmaktadırlar.

Saray Rejimi, parlamentonun, seçimlerin vb. bittiğinin açık ilanıdır. Her seçimde, her alanda hile yapmayı ve bunu kural tanımazca, fütursuzca yapmayı sürdürmektedirler.

Saray Rejimi’nin bu durumunu örnek alan herkes, yukarıdan aşağıya doğru kendine saraylar kurmaktadır.

Adalet için “saraylar” vardır. Kocaman adalet sarayları, “adaletsizliği” ile ünlü saraylardır.

Bu saraylar bununla sınırlı değildir. Zenginlerin saray gibi evleri, saray gibi ofisleri ile sınırlı değildir. Devlet çetelerinin sarayları vardır. Devletin kendisi bir organize suç örgütüdür. Ve her kademede, “saray”laşma yaşanmaktadır. Herkes kendi küçük sarayını kurmaktadır.

Sendika mafyası için de bu geçerlidir. Artık eskisi gibi “bir araba + bir ev” yeterli değildir. İşçilerin sırtından, küçük saraylar inşa edilmektedir.

Bu saraylar, elbette ki “saraylaşma” modasına da uygun olarak artmaktadır.

İşte işçi sınıfının esaretinin, artan işsizlik, yoksulluk ve açlığın, diğer ucu bu saraylardır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler ne kadar “esaret zincirleri” ile bağlanmış bir yaşam sürerlerse, o kadar cehennemde yaşarlar. Hayat bir cehennem hâline gelmiştir bugün. Ama bu cehennemin üstünde, bu küçük saraylarda ifadesini bulan, bir cennet hayatı sürmekte olan azınlık vardır. Sayıları en geniş olarak ele alınsa bile bin ailedir. Bu azınlık, saraylarda, işçi sınıfının cehenneminin üzerinde yaşamaktadır.

İşçi sınıfının esaretinin ana nedeni, bilinç eksikliğidir.

İşçi sınıfının esaretinin sürmesinin nedeni, örgütlenme eksikliğidir.

Sendikaları, elbette kendi sendikalarımız hâline getirmeliyiz. Bu mücadeleden vazgeçmek olmaz. Ama işçi sınıfı, devrimcileşmek, devrimci örgütlerini oluşturmak zorundadır. Bu konuda cesur olmak zorundadır. İşçiler, içinde bulundukları gerçeği görecek bilince, bunu kabul edecek cesarete sahip olmalıdırlar. Bunu başarırsak, bu koşulları değiştirme iradesini ortaya koyabiliriz.

Zaten bildiğimiz gerçekleri, her gün bir kere daha deneyimlemek niye? “Efendim sendika çalışmasını yürütürken, sendika bizi ihbar etti.” Bunu hep yaşıyoruz. Öyle ise, işi sonuna getirene kadar, gizli örgütlenmeyi başarmalıyız.

En önemlisi, işçi önderleri ve dürüst sendikacılar, bireysel adımlar atmakla sonuç alamayacaklarını görmelidirler. Örgütlü bir çalışma gereklidir ve devrimci örgütlenme bunun için vardır. Biz, tüm işçi önderlerini, tüm dürüst sendikacıları, saflarımıza davet ediyoruz. Bu mücadeleyi başarıya ulaştırmanın başka yolu yoktur. Sendikalarımızı geri alabilmenin başka yolu yoktur.

İkincisi, işçi sınıfı, kendi istemleri için, kendi hakları için eylemler yürütürken, bunları daha planlı, daha örgütlü hâle getirmek zorundadır.

Bu konuda da gerçeği görmek gerekir.

Esaret zincirlerini kırmak demek, aslında bizi esir tutan bağları, akıl ve cesaretle parçalayacak bir tutum almak demektir. En sıradan demokratik haklarımızı kullanırken bile, karşımıza konan “iç savaş hukuku”dur. Bir hak, işçiler kullanacaksa “yasak”tır. Bir toplantı, işçilerin hak aramasına hizmet edecekse yasaktır. Bir eylem işçi eylemi ise yasaktır. Ama aynı yasaklar, futbol takımları için, dinci gösteriler için, milliyetçi holiganlar için geçerli değildir. Bu açıktır. Bu “iç savaş hukuku”dur. Bunu açıklıkla kabul etmek, görmek gerekir.

Madem böyledir, biz de eylemlerimizi buna göre organize etmeliyiz. Bu her şeyden önce, durumu kavramak demektir. 30 Nisan 2021’de Cuma günü neden sokağa çıkma yasağı konmuştur? Bunun pandemi ile alâkası yoktur. 1 Mayıs kutlamalarını yasaklamak için bu yapılmıştır. Bunu bileceğiz. Kendimizi kandırmadan, olup biteni açıkça ortaya koyacağız ve bu, işçilerin gerçeği olmalıdır.

Esaret zincirleri, önce bilinçte kırılmalıdır.

Herhangi bir hak arama eylemine, “izin vermezler” diye başlamak hatadır. İzin almaya gerek yoktur, izin vermelerini talep etmeye de gerek yoktur. Hakkımızı arayacaksak, esir kafasıyla düşünmeye son vermeliyiz.

İşçi sınıfı örgütlenirse, işçiler devrimci saflara katılırlarsa, dürüst sendikacılar ve işçi önderleri devrimci örgütlenmeye yönelirlerse, işte o zaman bu esaret zincirlerini kırmak için, işçi sınıfının 30 milyonluk gövdesi harekete geçirilebilir. O zaman sendikalarımızı geri alabiliriz. O zaman sendika mafyası hızla kaçış yollarını aramaya başlar. İşte o zaman bu esaret zincirleri parçalanmış olur.

Devlet, “iç savaş hukuku”nu uygulamaktadır. Bunu görmek gerekir.

İnşa ettikleri küçük sarayları içinde sendika mafyasının üyeleri, işçi sınıfının sırtından yaşamaktadır. Esaret zincirlerini kırmadan, sarayları yıkamayız.

Sırtımızda da olsa bu sarayları yakacağız.

Esaret zincirleri, ne kadar sağlam olursa olsun, ne kadar uzun süre bu şekilde yaşanmış olursa olsun, kırılacak. Her zincir, eninde sonunda kırılır.

Saraylar, sırtımızda kurulan, bizim cehennem hayatımızın üzerinde yükselen saraylar, yıkılır ve yıkılacaktır.

Kitlelerin ruh hâli ve devrimcilerin rolü – Ferda Meriç

Bugün kapitalist emperyalizmin çürümesi pandemiyle beraber ayyuka çıkmıştır. İşçi sınıfına salgın ve açlık arasında bir seçimden başka bir şey vadetmeyen bu sistemin egemenleri, varlıklarını sürdürmek için var gücüyle saldırmaktadır. Yöne tenlerin tüm yalan ve manipülasyonuna rağmen, direniş bir kıvılcım yakaladığı her toplumsal mücadele alanında gelişmektedir. Bu gelişen direnişleri yorumlamak ve kitlelerin ruh hâlini analiz etmek, elbette bu topraklarda mücadele eden sınıfın öznelerinin görevidir. Ve elbette kitle hareketiyle örgütlü güç arasındaki diyalektik bağı her seferinde yeniden ele almak da…

Mücadele alanlarında yan yana geldiğimiz yoldaşlarımızla yürüttüğümüz tartışmalarda, yoldaşlarımızın yayınlarında, kitle hareketine ve kitlelerin ruh hâline dair çeşitli analizlerle karşılaşıyor, analizlerimizin farklı ve benzer olan yanlarını görüyoruz. Bu konuda tartışmayı derinleştirmeye tüm özneler açısından ihtiyaç olduğunu ve ortak mücadele için bu tartışmaların geliştirici olacağını düşünüyoruz.

Analiz ne için yapılır?

Nesnel durumu kavramak ve amacına ulaşmak üzere hareketini planlamak için özneler yapar analizi. Amaç burada kritik öneme sahiptir. Nesnel durumu radikal biçimde değiştirmek isteyenin yaptığı analiz, nesnel durumun adım adım niceliksel değişimle orantılı biçimde değişmesini yeğleyenin yaptığı analizden farklıdır. Amacı devrim yapmak olanın analiziyle, “faşizme” karşı daha “demokratik” bir kapitalizmi olanaklı görenlerin yalnız analizi değil; mücadele yöntemleri, ilkeleri, tüm stratejileri birbirinden farklı olur.

Tüm bağlamın ötesinde; bir özne, amacını ne istediğine göre değil de, sadece verili koşulların sınırlı analizine göre belirlediğinde; mücadele ufku da bu çerçeveyle sınırlı olur. Analiz yaparken de bu koşulların ötesinde bir ufku göremez. Örnek olsun; “faşizme karşı demokrasi” mücadelesi yürüten bir örgütün; bugün kitlelere dair analiz yaparken sınıfı “seçmen” olarak görme, yorumlama eğiliminde olması muhtemeldir. Çünkü yürüdüğü mücadelede düzen partilerinin bir kısmıyla ittifak kurabilmenin yollarını aramaktadır ve seçim burada stratejik olarak kritik bir yerde durmaktadır. Bu yüzden gerçekten ne istediğimiz ile, belirlediğimiz amacın birbiriyle ne denli örtüştüğü, öznelerin kendilerinde incelemeleri gereken önemli bir konudur.

Amacın ne olduğuyla beraber; analizi belirle yen en önemli faktörlerden bir diğeri ise, nereden bakarak analiz yaptığımızdır. Sınıfın örgütleri için uygun olan; sınıfa, kitlelere dair analiz yaparken; kitlenin içinde, ama bir adım önünde durarak yapılan analizdir bize göre. Özne olma iddiası, mücadelenin varacağı yere, ufka gözünü dikmeyi ve ona göre konum almayı gerektirir.

Analizde bir diğer önemli nokta ise; kitleleri nasıl kesimler biçiminde ele alacağınızdır. Devrimci duruma dair nesnel koşulları analiz etmek istiyorsunuz; bir bütün olarak 81 milyonu ele alırsanız eğer, 81 milyon insan artık eskisi gibi yönetilmek istemediğini ifade edene kadar devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığından söz edemezsiniz. Tarihte hangi devrim nüfusun büyük yoğunluğunun örgütlenmesini ve direnişe geçme sini beklemiştir, hangisi böyle gerçekleşmiştir; bu bir soru. Bu devrimin doğasına aykırıdır. Öyleyse, devrimden bakarken nesnel durumun analizini, sadece kitlenin çoğunluğunun eylemi ya da eğilimleri üzerine kuramayız.

Kaldı ki; bugün kitlenin ne ileri unsurları için ne de çoğunluğu için sistem gerçek anlam da rıza üretememektedir. Geçmişte rıza üretme ile manipülasyonu ve zoru aynı anda örgütleyen devlet, bugün rıza üretememekte ve kitleleri uyuşturmak; yalanla, medya başta olmak üzere bin bir çeşit uyuşturma yöntemiyle sersemleştirmek ve şiddetle saldırmak dışında yönetme yöntemi bulamamaktadır. Bu, kitlenin çoğunluğu için geçerli bir hâlken, biz yine de kitlenin ileri unsurlarına; direnenlere ve direnme eğilimi gösterenlere odaklanan bir analiz yapmak durumundayız. Çünkü örgütlü güce dönüşecek olan nokta burasıdır.

Sınırlı olmakla beraber, bazı verileri önümüze koymak buradaki tartışmamızı geliştirecektir.

2019 yılının verilerine göre; en az 65 bin işçinin katıldığı, en az 423 iş yerinde gerçekleşen, günde en az 3 işçi eylemi yapılmıştır. Bu veriler son üç yıl için güncellendiğinde, 1 yılı aşan pandemi döneminde bile eylemlerin azımsanmayacak ölçüde olduğu görülecektir.

Eylemlerin yüzde 21’i fiilî grev şeklinde yapılmaktadır, OHAL’in ilan edildiği 2015’ten bu yana ayda ortalama 52 işçi eylemi olmaktadır, eylemlerin 3’te 1’inde kadınların sayısı erkeklerle ya eşit ya da daha fazladır.

İstanbul Sözleşmesi’nin iktidar tarafından tartışmaya açıldığı Haziran ayından itibaren, kadınlar ülke genelinde bu gündemle 100’den fazla eylem gerçekleştirmişlerdir. Veriler toplanmaya devam etmektedir.

Kitlelerin hareketini yorumlarken, 81 milyona dair genel çıkarımlardan daha farklı bir noktaya odaklanmayı gerektirir böylesi veriler: Kitlenin ileri unsurlarına. Kitleyi işçi sınıfı ve sistemle yoğun çelişkileri olan toplumsal dinamikler olarak ele aldığınızda ve bu kitlenin ileri unsurlarına odaklandığınızda; eğer ufkunuzda devrim varsa; yaptığınız analiz size bir önceki örnekteki analiz den çok farklı sonuçlar ortaya çıkarır.

Gördüğümüz şudur; işçilerin, kadınların, öğrencilerin, doğasını savunan köylülerin bugün sistemle bağları geçmişe göre daha zayıftır. Güvencesizdirler ve yönetenler tarafından gözden çıkarıldıklarını iliklerine kadar hissetmektedirler. Bu hâl, direniş durumlarında, sistemle pamuk ipliğiyle bağlı bir tablo ortaya koyar. Yani, kitlenin ileri unsurlarının hareketi, böylesi dönemlerde ön açıcı olur ve düne kadar harekete geçmemiş olan daha geniş kesimleri de etkiler. Ancak kazandırıcı olan her zaman örgütlenmedir. Bunun böyle olma sı ise, direnişlerin taşıdığı potansiyeli ve direnişle örgütlenme arasındaki bağı önemsiz hâle getirmez.

Gördüğümüz, devrimin geçmişten değil, gelecekten geldiğidir.

Bugün yakıcı çelişkileri hissederek mücadeleye atılan, direnişe geçen; geçmiş mücadele deneyimlerinin büyük bölümünden habersiz, ancak geçmişten taşınan kararsızlıkların, ikirciklerin de yükünü taşımayan bir kitle hareketinin geliştiğidir. Bu, kendi hikâyesini yazmak üzere yola yeni çıkan genç bir kitledir. Yeni harekete geçen, sendikal mücadeleyi yeni deneyimleyen işçiler; kendi mücadelesini ilk kez deneyimleyen öğrenciler; şiddete, aşağılanmaya karşı direnişlerini geliştiren kadınlar… Bu kitle, örgütlü unsurlarla buluşabildiği ölçüde de örgütlenme, kendi deneyiminden öğrenme ve mücadeleyi sürekli hâle getirme eğilimi göstermektedir. Tabii örgütlü unsurlar için burada direnişe geçen kitleye neyi taşıyacağı bir konudur: 10 Ekim sonrası ruh hâlini mi? 80 darbesi yenilgisinden yadigâr “dengeli” siyaseti mi? “Aman sokağa çıkmayın” diyen CHP’nin aklına uygun olan “seçime kadar direnme” komedisini mi? Yoksa Kavel direnişi gibi, 96 öğrenci hareketi gibi, Gezi gibi yakın tarihlerin mücadele deneyimlerinden süzülen dersleri mi? Hangisi taşınırsa taşınsın; devlet gerçeği, sınıf bilinci ve direnişin dönüştürücü gücü, bugün canlı çelişkilerle, bu genç kitleyle birlikte yeniden tanınacaktır. Geçmişten bakiye olarak değil, geçmişin dersleriyle yeniyi örgütlemeye, yeni olandan öğrenmeye gözümüzü dikerek tanınacaktır.

Güncel olarak kitlelerin kendiliğinden eyleminin, nesnel durumun basıncı karşısında henüz o kadar yaygın olmadığını söylemek gerekir. Bu eylemler artacak, yaygınlaşacak ve çeşitli biçimlerle kendini ortaya koyacaktır. Özneler için de, bugün gelişen her bir direnişi, örgütlenmenin de önünü açacak birer kıvılcım olarak görmek, onlara bugünden olmadıkları roller biçmeden, yaratabilecekleri etkiye, potansiyele yoğunlaşmak; tahlilin, analizin ve iddianın birlikte bir sonucudur. Bu noktada kitlelerin ruh hâlinin yanı sıra, öznelerin de ruh hâlinden bahsetmek gerekir.

Özneler, yani sınıfın örgütleri bir sıkışma yaşamaktadır.

Bu sıkışma tahlil sorunundan başlamaktadır. Solun içerisinde yaygın olan “faşizm” tahlili öylesine muğlaktır ki, neye karşı mücadele edileceği somutlanamamakta; Saray ile tekellerin, çetelerin ilişkisi kavranamamakta, iktidarın saldırıları soğukkanlı bir analize yer bırakmayacak kadar öne çıkmaktadır. Sorun bu tahlilden başlıyor ve adeta ne idüğü belirsiz karanlık bir gücün “tepemize binmeye hazırlandığı” şeklinde bir algıya dönüşü yor. Devamında bu durum, gönlünden sınıfsız, sömürüsüz bir dünya geçen devrimci insanların savunma hâline geçmesine, kendi gücüne ve sınıfın potansiyeline güvenmemesine ve ‘faşizme’ karşı sistem içi ittifaklar aramasına neden oluyor. Böylece bir kısım özne, amacını “koşullar”la sınırlandırıyor, stratejisini de buna göre oluşturuyor, kitle analizini de bununla sınırlı bir ufukla yapıyor.

Sistem büyük bir hızla çürürken, yeniyi örgütlemek için karşısındaki gücü somutlayamamak, perspektifini nasıl kazanacağına göre belirleyememek, mücadelede hız almamak, topyekûn saldırıların karşısında iddiasını yükseltmek için peygamber sabrıyla ‘doğru zamanı’ beklemek; çürüyen bu sistemin ömrünü uzatmasına engel olmuyor.

Sınıfın örgütleri, kazanmak için; sermayenin, egemenlerin saldırılarından yakınmanın, bunları teşhir etmenin ötesine geçmelidir.

Pandeminin de sınıf savaşımının bir alanı olduğu ortadayken, “bu koşullarda mümkün olan en ileri şeye” değil, ufka odaklanmak zorundadır. Öbür türlüsü ‘ayakta kalma’ mücadelesi olur ve devrimci bir hâl değildir. Sınıfı ve kendisine yüzünü dönen kitleleri oyalamaktan başka bir işe de yaramaz. Oysa devrimcilerin görevi en uzun süre boyunca ayakta kalmak değil; bu mücadeleyi kazanmak, sömürü düzenini parçalamak, devrim yapmaktır.

Bu mücadelenin varacağı ufka odaklanmayı, örgüt aklını, kolektif bilinci devreye sokmayı; başlıca görevi işçi sınıfına ve direnen kesimlere saldırmak olan devletin karşısında savunma hâlinden çıkmayı gerektirir. Hareketin içindeki potansiyeli görmeyi gerektirir.

Örneğin bugün kitlelerin ruh hâlini ele alır ken; İstanbul Sözleşmesi fesih kararı sonrasında kadınların “çok da öfkeli olmadıkları” yorumunda bulunmak (bazen bizzat bir kadın, bir işçi ola rak kendi ruh hâlimizi de analizin içine koymak önemlidir); işçi direnişlerine, doğa ve yaşam alanı mücadelelerine, öğrenci direnişlerine ömür biçmek ya da bu eylemlerin varabileceği noktanın “nesnele dayalı öngörülerle” sınırını çizmek, bir özne için nasıl bir ufka işaret eder?

Sistemin çelişkileri giderek derinleşirken; sınıfın bu denli örgütsüzlüğünden söz ediyoruz. Evet, örgütlenme, sınıfın derinden hissettiği öfkeye, direnme eğilimine karşılık hâlâ oldukça zayıftır. Ama bir soru da şu olmalı öyleyse; kitleler neden örgütsüzdür? Bunda her devrimci hareket, kendi payına düşeni anlamalı. Örgütlenmedeki çabalarımızın kitlelerin taleplerini karşılamaya yetmemesi bir sorundur ve özneler tarafından daha çok kabul edilen yönü budur. Peki, sınıfın özneleri acaba kitlelerin aradığı cesareti, umudu, gücünü kalabalıklardan almayan iddia ve iradeyi göstermekte yeterli midir?

Kitleler korkmakta mıdır? Evet. Peki, ne zaman cesaret alırlar? Kimden cesaret alırlar? İçlerindeki ileri unsurlardan cesaret alırlar. Bu yüzden “Bizden çaldıklarınızı almaya geri geleceğiz” diyen bir direnişteki işçi kadın, hem işçilere, hem kadınlara, hem öğrencilere cesaret verir. Bu yüzden saldırılara rağmen direnişten vazgeçmeyen öğrencilerin eylemleri, işçilere de cesaret verir. Maden işçilerinin yürüyüşü, sanatçılara da cesaret verir. Aslında bu, işçi sınıfının siyasal bir güç olduğunun, sınıfın safında hangi toplumsal dinamiklerin olduğunun henüz yeterince görünür olmasa da önemli bir ifadesidir.

Burada bir parantez açmakta fayda var: İşçi sınıfının siyasal bir güç olduğunun kimler bilincindedir? İşçiler bunun bilincine, kararlı bir direnişe geçtiklerinde, karşılarında devletin polisini, tomalarını bulduklarında varırlar çoğu kez. Kendi eylemlerinden öğrenerek varırlar ve örgütlendikleri ölçüde de bu bilinç gelişir.

Peki, sınıfın özneleri, işçi sınıfının siyasal bir güç olduğunun bilincinde midir? Eğer öyleyse, sınıfın safındaki birçok farklı mücadele alanında ge lişen direnişlerini görünür kılmak, desteklemek, en ileri noktaya taşımak için mücadele etmek, kitlele rin aradığı cesareti eylemin içinde büyütmek yeri ne; yeterli bir niceliğe, yeterli örgütlülük seviyesi ne gelene kadar bu direnişleri rutin bir çalışmayla desteklerse, bu özneler sınıfa ne anlatmış olur?

İhtiyaç olan siyasal odak ve iddia

İşçiler bir araya geldiklerinde, 1 Mayıs’larda alanda buluşanların sadece sendikalı işçiler değil, devrimciler, kadınlar, öğrenciler, halklar, velhasıl tüm ezilen kesimler olduğunu gördüklerinde; güçlerini hem kendileri görür hem de düşmana gösterirler. İşçi sınıfının siyasal gücünü, öncü rolünü gösterirler. Biz Kaldıraç Hareketi olarak kitlesel ve militan 1 Mayıs’ları da bu nedenle önemseriz. Bu yıl birçok ilde yasakları tanımayan 1 Mayıs eylemleri, özellikle de İstanbul’da devlet denetimin de sayı ve isim vererek yapılacak temsilî eylemi reddeden devrimcilerin ve sınıf mücadelesini esas alan sendikaların pek çok noktadan Taksim’e yönelen meşru eylemleri; yarının kitlesel ve militan 1 Mayıs’larını örgütlemek için önemli bir adım olmuştur. Sendika konfederasyonlarının içine düşerek hareketsiz kaldıkları umutsuzluk tablosunu yırtarak iddia ve cesaretle gündemini örgütleyen 1 Mayıs Platformu, sınıfın siyasal gücünü bir hat olarak ortaya koyacak bir odağa ne denli ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur. Saray Rejimi’nin çizdiği sınırları delerek iddiasını örgütleyen bir odak, kitlelerin kendiliğinden eylemleriyle de, direnen kesimlerle de buluşma, örgütlenmeyi geliştirme potansiyelini taşımaktadır. Yani kitlelerin analizi ile devrimcilerin rollerini iç içe ele almak, bu potansiyeli örgütleyecek bir bakış geliştirmeyi sağ layabilir ancak.

Kitlenin ileri unsurlarına, direnişe, direnme eğilimine odaklanmak; farklı mücadele dinamiklerinin eylemlerinden hem öğrenirken hem bu mücadelelerin önünü açabilmek ve durmaksızın her kıvılcımın içinde örgütlenmeyi geliştirmek, kitlelerin eseri olacak olan devrimde öznelerin bugünkü görevleri olarak öne çıkmaktadır. Analiz yaparken kendi rolümüzü de yeniden ele almak ve tekrar kavramak gerekir ki; devrimciler buz kırıcılardır.

Çözülme, çeteleşme, çürüme, yalan, baskı ve şiddet İşte Saray Rejimi – Fikret Soydan

Elbette, bizim Saray Rejimi dediğimiz TC devletinin bugünkü yapılanmasının dayandığı gerçekler üzerinde epeyce tartıştık. Hâlâ da tartışmalıyız.

İlkin, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, günümüz kapitalist-emperyalist sistemi içinde devletin niteliğinin farklılaştığını, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizmin yenilmesi ile bu farklılaşmanın, faşizmi aratmayacak bir tarzda devlet örgütlenmesinin geliştiğini vurguluyoruz. Günümüz kapitalist dünyasında devleti, Tekelci Polis Devleti olarak adlandırıyoruz. Bu konu bizim için yeni de değil (Bakınız Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, Birinci Baskı 1990, Dördüncü Baskı 2007). Mesele, modern kapitalizm koşullarında, Ekim Devrimi ile başlayan kapitalizmin yıkılışı ve sosyalizmin kuruluşu (ki bizce hâlâ bu sürecin içindeyiz ve SSCB’nin çözülmesi, elbette büyük bir kayıp da olsa, sürecin niteliğini değiştirmiş değildir) sürecinde, burjuva devlet çarkının nasıl değiştiğinin ortaya konması, anlaşılmasıdır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Ekim Devrimi sonrasında ortaya çıkan faşizm, modern burjuva devleti “demokratik” olarak niteleme olanağını mı bize veriyor? Yoksa modern burjuva devlet, aslında faşizmin dişlilerini kadife bir örtü ile mi örtüyor? Devlette, tekeller çağında ortaya çıkan bu değişimin, sınıf savaşımı ile bağı nedir?

İşte bizim Tekelci Polis Devleti çalışmamız, 1980’lerin özellikle ikinci yarısında şekillenmiştir.
Tekelci Polis Devleti denildi mi, bu, günümüz kapitalist-emperyalist sistemi içinde devleti ortaya koyar, ama elbette bu devletin her ülkede, her başka coğrafyada, kendine has bir gelişim çizgisi vardır.

Ve dahası, canlı bir burjuva örgütü olarak devlet, sürekli değişimler geçirmektedir.

Tüm bunların ışığında, biz, TC devletini Tekelci Polis Devleti olarak görüyoruz. Bu 1990’da da böyle idi. Bu 2000’li yıllarda da böyle idi. Dolayısıyla, biz “demokrasi ile diktatörlük” ya da “demokrasi ile faşizm” arasında gidip gelen bir devlet tanımını yetersiz, aldatılmaya açık buluyoruz.

Bugün, TC devleti, son yıllarda değişik örgütlenmeler geliştirdi. Baskı ve şiddet arttı ve TC devleti, açık katliamlara varan bir devlet terörünü “açık”tan uyguluyor. Bunlar elbette devlet üzerine yeniden tartışmamızı gerektirir ama işin özü değişmez; tekelci polis devleti.

Bu noktayı belirledikten sonra, ikincisine geçebiliriz: Devlet, bir egemen sınıf örgütüdür ve sınıf savaşımı içinde, sınıfların durumunu analiz etmekle görevli devrimciler tarafından, her yeni durumda, somut olarak incelenmelidir. İşte bu nedenle, sürekli olarak, burjuva cephenin, egemen sınıfların durumunu analiz etmek için, TC devletine yeniden ve yeniden bakmak gerekiyor.

Bizim bugünü ifade etmek üzere vurgumuz “Saray Rejimi”dir. Saray Rejimi, hem devletin Tekelci Polis Devleti niteliğini kabul eder, hem de ortaya çıkan “ilgiye değer” değişimleri vurgular niteliktedir. Biz bu nedenle Saray Rejimi diyoruz.

Saray Rejimi’nin gelişimi, içten ve dıştan gelen etkenler altında oluşuyor.

Dıştan gelen etken, en genel anlamı ile, SSCB’nin çözülmesi sonrası dünyada, emperyalist güçler arasında gelişen ve giderek bölgemizde yoğunlaşan dünyanın yeniden paylaşımı savaşıdır. Görüldüğü gibi bu, geneldir. Bunun, nasıl devleti etkilediğini biraz detaya girerek bulabiliriz.

1- TC devleti, kuruluşunun en başından beri, kapitalist-emperyalist sistemin, Sovyetler’e karşı bir ileri karakolu olarak organize edildi. Ekim Devrimi’nin etkilerinden kendini kurtarmak için, hem, halkların uyanışına karşı bir halklar hapishanesi olarak organize edildi, hem de en başından anti-komünist bir hassaslıkla organize edildi.

Ekim Devrimi’nin halkların özgürleşmesi yönündeki etkilerini kırmadan, Ekim Devrimi’nin Anadolu’ya yayılmasını durdurmak mümkün değildi. 1915 soykırımı, bu açıdan rastlantı değildir. Bu katliama verilen uluslararası destek, tam da Ekim Devrimi’ni durdurma amacı ile örtüşmektedir. Halklar hapishanesi yaratmanın katliamlardan başka yolu yoktur. Bunu yapmışlardır.

Aynı şekilde, en başından burjuva hareket, Mustafa Kemal liderliğinde, gelişen halk hareketini ezmeyi hedefledi. Çerkes Ethem olayı ve Mustafa Suphi’lerin öldürülmesi, hem burjuva bilincin, egemen sınıf bilincinin ne kadar gelişmiş olduğunu gösterir, hem de anti-komünizmin emperyalizme bağımlılık ile ne kadar atbaşı geliştiğini gösterir. Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi, burjuva bilincin karşısında, devrimci bilincin daha romantik kaldığını gösterir (Bu konuda çok şey yazılmıştır. Ama meseleyi, Sovyetler’in Suphi ve yoldaşlarını feda etmesi diye ele almak, kesinlikle bu tarihi bilmemek olur. Elbette, SSCB’nin reel-politik yaklaşımı ile birçok yanlışını, hatasını biliyoruz. Ama, her adımda ortaya çıkan durumları, kayıpları vb. SSCB’ye ve onun reel-politik yaklaşımlarına bağlamaya kalkmak, doğru değildir, kazandırıcı hiç değildir).

Bu anti-komünizm, İkinci Dünya Savaşı döneminde de, sonrasında da devam etti. TC devleti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir “ortaklaşa sömürge” olarak organize edildi. Kapitalist-emperyalist sistemin tepesinde oturan ABD, bu sistemin askerî organizasyonu NATO eli ile, Türkiye’deki tüm siyasal sistemi belirlemiştir. Siyasal sistem denildi mi, askeri, ordusu, polisi, basını, ideolojik aygıtları, dini, parlamentosu, paramiliter örgütleri, siyasal partileri anlaşılmalıdır. Yoksa sadece siyasal partiler, parlamento değil. Ekonomik olarak ise Türkiye daha çok Avrupa’ya bağımlıdır. Bu “ortaklaşa sömürge” durumu, emperyalist sistemin anti-komünizm üzerine geliştirdiği örgütlenme ile yaşadı.

SSCB çözülünce, bu tablo değişmek zorundadır. “Ortaklaşa sömürge”nin “ortak”ları, artık birer rakip olarak kendi yollarını çizmeye ve dünyayı yeniden paylaşmaya yöneldiler. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere beşlisi (bu son üçünün içinde bulunduğu AB yapısı nedeni ile sadece AB demeyi tercih edenler de vardır. Ama Brexit süreci gösteriyor ki, işler biraz farklı ilerleyecek), dünyayı kendi aralarında paylaşmak için, kendilerini kontrol eden tekellerin ellerinde işlev görmeye başlamışlardır.

İşte TC devletini çözen etkenlerden biri bu paylaşım savaşıdır. TC açısından sorun şöyledir:

Ya siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanda da kontrolü eline alacak ya da ekonomik alana sahip olan AB siyasal alanı kontrolüne geçirecek. Her iki taraf işleri yoluna ve zamana bıraksa, elbette AB kanadı kazanır. Ama ABD buna razı değildir ve işte Erdoğan iktidarının özel bir proje olarak gelişiminin ana nedeni budur.

2- TC devletini çözen ikinci bir etken var. Bu da içeride süren devrimci mücadele ve sınıf savaşımıdır.

Burada, Batı tarafında gelişen ve Gezi Direnişi ile bir noktaya ulaşan, kendine güvensizliğini belli ölçülerde aşmaya çalışan devrimci hareketin ve sınıf hareketinin etkileri sınırlıdır. Daha doğru ifade edecek olursak, ancak Kürt devriminin etkilerinin varlığı koşulunda çözücü etken olarak işe yaramaktadır.

Gerçekte çözücü devrimci etken, Kürt devriminin gelişimidir.

Bugün, her iki alandan gelişen devrimci mücadelenin yaratacağı riskler, sadece TC devletinin “yerli ve milli” unsurlarının değil, onların bağlı olduğu “efendileri”nin de, ABD, AB’nin de dikkat noktasıdır. Bu nedenle, Saray Rejimi, taraflar arasındaki tüm çatışmalı durumlara rağmen, aralarındaki paylaşım savaşımının şiddetlenmesine rağmen, özgün ortaklıklar geliştirmeleri nedeni ile kendine alan bulmaktadır.

Yani, TC devleti, gerçekte kendisi üzerinde süren, kendisinin paylaşılmasını da içeren bu paylaşım savaşımında, devrimci hareketi ve Kürt hareketini bastırmayı öne çıkartarak, egemen sınıflar için bir ortak nokta buluyor.

Saray Rejimi, ne zaman sıkışsa, hemen devrimci harekete, özellikle de Kürt hareketine saldırıyor. Bugünlerde, bunun örneklerini açık olarak görüyoruz. Saray sıkışınca, Ergenekon tayfasını kendine yapıştırmak için, hemen Kürtlere karşı savaş naraları atıyor. Saray Rejimi, “birleştirici unsur” olarak, Kürtlere karşı savaşı kullanıyor. Erdoğan mı Ergenekoncuları bu iş için kullanıyor, yoksa Ergenekoncular mı Erdoğan’ı kullanıyor sorusu bile fazladır. Bugün, TC devleti, “halklar hapishanesi”nde egemenliklerini sürdürmek için, katliamlar dışında yolları kalmadığı fikrindedir. Bu onlar için sonun başladığı yerdir.

3- İşte çözülmenin bu iki ana kaynağını, bu biçimde özetleyebiliriz.

Bu aynı etkenler, çeteleşme denilen süreci de etkilemektedir. TC devleti, baştan aşağıya bir çeteleşme sürecindedir. Elbette bu çeteleşmenin arka planında, yukarıda saydığımız iki etkene bağlı çözülme yer almaktadır. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, bir yandan TC devletini Ortadoğu’da tetikçi olarak kullanma süreçlerine yol açarken (ki Saray Rejimi buna çok ama çok heveslidir. Erdoğan bu sayede ortaya çıkacak kaostan rant çıkacağı fikrindedir), diğer yandan Türkiye’de kontrolü ele geçirmek üzere devletin her kurumunda kendilerine bağlı çeteler örgütlemeye varmaktadır. Bu beşli emperyalist güç, her biri kendi çetelerini örgütlemektedir.

Ama iş bu kadar sınırlı değil.

Ergenekon ve Erdoğan, tarikatlar ve başkaları, genel “milliyetçi” hava içinde, uygun anları kullanarak kendi çetelerini örgütlemektedir. Kaldı ki, bu tarikat çeteleri, bu mafya grupları, bu paramiliter çeteler, bu “yerli-milli” çeteler içinde, beşli emperyalist güçlerin ayrı ayrı kanalları olduğu açıktır.

Böylece tüm ülke çeteleşmektedir.

Saray Rejimi’nin anlaşılması için bu çeteleşmenin iyi anlaşılması gerekir. Gezi direnişçilerine karşı “palalı sivil” çeteler, Kürt hareketine karşı “yerli ve milli” çeteler, Saray’ın SADAT tarzı çetelerini beslemeye, geliştirmeye varıyor. Tüm sistem, tüm ülke baştan aşağıya çeteleşiyor.
Ama ne ki, ordu ve polisin yerine, devletin çok kirli işlerini yapmak üzere organize edilen çeteler, paramiliter gruplar, SADAT’lar, kendi güvenliklerini ve geleceklerini tehlikede görüyor olmalılar ki, KHK ile “sivil” güçlere koruma, yargılanmama garantisi verilmeye çalışıyor. Öyle ise SADAT ya da diğer paramiliter “sivil” güçlerin, ordu ve polisten farkı nerede kalır?

İşte çeteleşme bu boyutlara varmıştır.

Gerçekte bu çeteleşme süreci, günümüz burjuva devletlerinin (ki biz bunlara Tekelci Polis Devleti diyoruz) çoğunda görülmektedir. Ama çözülme arttıkça, çeteleşme daha da artmaktadır. Ukrayna’da devletin kendisi bir çete hâline gelmiştir. IŞİD bir çetenin devlet olarak ilan edilmesi demektir. Ne olursa olsun, IŞİD örneği, analize değerdir. Emperyalist güçler, uluslararası tekeller, IŞİD diye bir örgütü organize ederek, bizzat yöneterek, kendini devlet ilan eden bu çete ile diplomatik açık gizli ilişkiler kurarak, çürümenin boyutlarını ortaya koymuşlardır. Günümüz kapitalizmi, çürümüştür.

Bu çürüme, devletin kendisine, ideolojik mekanizmalara yansımaktadır. Tam olarak bu çürüme, her alanda bir çeteleşme olarak gelişmektedir.

Bu çeteleşme, TC devletinin her alanında, sistemin tüm noktalarında kendini ortaya koymaktadır. Silâh sektörü için çeteler, tarikatlar vardır. Sağlık bakanlığı bir tarikat-çetenin elindedir. Milli eğitim bakanlığı başka bir çetenin elindedir. Ya da bakanlıkları saymayalım, inşaat sektörü bir çetedir, mafya tarzı bir çetedir. Şeker piyasası bir çetenin denetimindedir. Bunları her alanda görmek mümkündür.

İşte Saray Rejimi, bu çürüme ortamı içinde, kendine alan açmak için, çeteleşmeyi kullanmaktadır.

Saray Rejimi, yalan, baskı, yasaklar, devlet terörü üzerinde ayakta durmaya çalışmaktadır.
Bunu başarmak için, polis ve ordunun dışında, yargının baskı aygıtlarına doğrudan eklenmesi söz konusudur.

Dahası, kendine bağlı paramiliter güçler oluşturmaktadır. ÖSO denilen şeyi biliyoruz. 100 dolar TC verirken ondan yana oluyorlar, ama 150 dolar IŞİD’den gelince silâhları ile birlikte oraya geçmektedirler. İşte Saray Rejimi, kendine bağlı paramiliter güçleri, dolar karşılığı oluşturmaktadır.

Bu şartlar altında, devlet terörü, yasaklar, sivil paramiliter güçleri korumak için KHK’lar, sonu gelmez baskılar, OHAL uygulamaları vb. Saray Rejimi’ni ayakta tutmak, sürdürebilmek içindir.

Saray Rejimi için, yolun sonunun başladığı yerdeyiz.

Bu rejim dağılacak, işçi ve emekçilerin sahneye çıkışı süreci başlayacaktır.

Artık önemli olan, Tekelci Polis Devletinin sadece Saray Rejimi hâlinin alaşağı edilmesi değildir. Aynı zamanda, bu Saray Rejimi ile birlikte, Tekelci Polis Devletini alaşağı edebilmektir. Böylece, bu topraklardaki burjuva egemenliğe son verme olanağını hayata geçirmeye başlamış olacağız. Bu, binlerce yıllık tarihle barışmaktır; bu, halklar hapishanesini halklar mozaiğine çevirmektir; bu özgürlüktür, bu eşitliktir, bu kardeşlik ve sömürüsüz bir dünya demektir. Bu sosyalizmdir.

(Özgür Bir Dünya İçin Kaldıraç, Sayı 200, Mart 2018)

Çeteleşme, Saray Rejimi ve işçi sınıfı – Fikret Soydan

Kaldıraç dergisinin Mart 2019 tarihli 211. sayısında yayımlanmıştır.
Saray Rejimi diyoruz ve demekte ısrarlıyız. Saray Rejimi, bizim günümüz burjuva demokrasisi ya da burjuva devleti dediğimiz, faşizmin tüm dişlilerini içermiş olan Tekelci Polis Devleti’nin (daha geniş bir okuma için, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi), özgün hâlidir. Saray Rejimi “ayrı bir devlet” değildir. Burjuva devletin, Tekelci Polis Devleti’nin, bugünkü Türkiye koşullarında aldığı şekildir. İzninizle biraz çerçeveyi genişletelim ve sonra bu noktaya yeniden dönelim. Bugün, bölgemizde odaklanan, ama gerçekte tüm dünyada süren bir emperyalist paylaşım savaşımı vardır. Bu paylaşım savaşımının 5 ana aktörü, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’dır. Bu beş büyük emperyalist güç dışında İtalya, Kanada vb. gibi güçlerin de yer aldığı daha geniş bir halka vardır. Ama bunlar, bu beş ana emperyalist güçten biri veya ötekisi ile birlikte hareket etmektedir. Demek ki diyoruz ki, Rusya ve Çin, bu emperyalist güçlerden birileri değildir. Rusya ve Çin büyük güçlerdir ama emperyalist olarak tanımlanmaktan uzaktırlar. ABD, bu dünya savaşımının ana itici gücüdür. Konumu, Soğuk Savaş döneminden geliyor. II. Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçlerinden Japonya ve Almanya başta olmak üzere, diğer emperyalist güçler üzerinde de, “komünizme karşı ortak mücadele” bayrağı altında “kontrol” mekanizmaları elde etmişti. ABD, bu gücünü kullanmakta heveslidir.
  • SSCB dağıldığında, ABD hemen dünya imparatorluğunu ilan etti. Kissinger, hiç utanmadan, pervasızca ve meydan okur tarzda “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye sormakta idi. Bu vurgu, ABD’nin dünyanın tek egemen gücü olarak, dünyanın diğer tüm ülkelerini kendi müdahale alanı olarak, içişleri olarak görmek istediğinin göstergesiydi. Hiç utanmadan, Negri, bu politikaya “tek egemen güç gerçek barışı garanti eder” diye destek çıkmakta idi.
Hemen not etmeliyiz. Önceden de Negri üzerine yazdık. Ama not daha geniş; ihanetçi solcular, SSCB yıkıldıktan sonra “liberal demokrat”, “savaşçı barışsever” oldular. İşçi sınıfı bu tipleri Türkiye topraklarında da tanıdı, savaş sıcaklaştıkça daha da tanıyacak.
  • ABD’nin tek egemen imparator devlet hayali çabuk son buldu. Ve ardından ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’yı kendine karşı hareket edemez kılmak için, NATO’nun varlığının devamını istedi.
İlk aşamada bu, tüm “Batı değerlerini” tehdit eden bir düşman yaratmaya vardı. El Kaide, bunun için sahne aldı. Komünizme karşı beslenen, yeşil kuşak projesinin ürünü olan İslamî hareketler, CIA denetiminde sahne aldı. İslam adı altında, bir yandan İslam’ı paralize ettiler, diğer yandan ise Batı için bir yeni tehdit sahnelediler. Ama bu durum da uzun sürmedi. Afganistan, Irak işgalleri, istenilen sonuçları vermeyince, bir adım geri atma dönemi geldi. Bu süre zarfında ise, Japonya ve Almanya, “özgürlüklerini satın alacak” hamleler yaptılar. ABD dışındaki emperyalist güçler, kendi konumlarını güçlendirecek adımlar attılar. Yine de güçleri, askerî açıdan henüz ABD’ye yetecek durumda değildi. 2008 krizi, ABD’yi biraz daha düşünmeye itmiş olmalıdır. Hem daha saldırgan olmalı, hem de içeriyi sağlama almalıydılar. ABD, bazı emperyalist “ortak”larına Libya örneğindeki gibi bazı ayrıcalıklar, pastadan paylar vererek, bir “ortak”lık sürdürme yolu aradı. Ama bu da yeterli olmadı. Ve sonrasında ABD, Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etti. Böylece, hem eski anti-komünist ittifakın alışkanlıkları ve geleneklerini devreye sokmaya başladı, hem de esas olarak bu beş emperyalist güç arasındaki savaşı, kendisi ve Rusya-Çin ittifakına karşı bir savaş hâline getirmeye çalıştı. Hâlâ da bunu yapmaya çalışmaktadır. Suriye savaşı, bu yolda ilerlemek için, Rusya’nın tehditlere boyun eğip eğmeyeceğinin testi olmuştur. Ve Rusya, Çin, bu tehditlere boyun eğmeyeceklerini ilan etmiştir. ABD, Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak ve diğer Batılı eski ittifaklarını yanına çekmek için, birçok operasyon sahneye koydu. Kore krizi ısıtıldı, Ukrayna krizi yaratıldı, Japonya ile Çin arasında gerginlik beslendi, Japonya ve Rusya arasında gerginlik için son aylarda düğmeye basıldı. Tüm bunlar, bazı sonuçlar da verdi. Mesela Ukrayna krizi, Rusya ve Almanya arasında, hatta Fransa arasında gerilimi artırdı. Aynı biçimde Suriye savaşında Fransa’nın daha aktif rol alması için özel alanlar açıldı. Çin ile çatışma süreci, Japonya ile ABD arasında daha sıcak ilişkiler oluşturdu vb. Böylece bugün, savaş, Rusya ve Çin ile tüm diğer beş büyük güç arasında imiş gibi bir izlenim ortaya konulmaktadır. Oysa bu doğru bir algı değildir. Evet ABD, Rusya ve Çin’e karşı açık bir saldırganlık içindedir. Ama aynı zamanda Almanya, Fransa ve Japonya ile keskin bir paylaşım savaşımının da içindedir. Bu paylaşım savaşımı, ülkemizde de yansımasını bulmaktadır. Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’ya bağlı bir üs olarak kullanıldı. Türkiye, siyasal olarak ABD’nin uzantısı, onun sömürgesi, ekonomik olarak ise AB’ye bağlı, onların sömürgesi durumunda idi. Bu açıdan biz, bu dönemi, “ortaklaşa sömürge” olma durumu olarak ifade ediyoruz. Bu paylaşım savaşımı, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı ya da nasıl paylaşılacağı sorusunu da masaya getirmiştir. Soru en genel hâli ile şöyledir: Siyasal alana sahip olan güç ABD, NATO’yu vb. de kullanarak, sermaye transferi gerçekleştirerek, AB’nin ekonomik gücünü kırıp, Türkiye’yi tam olarak kendine bağlayabilecek mi? Çünkü, eğer iş zamana ve kendiliğindenliğe kalırsa ekonomik alanı elinde tutan AB, daha çok da Almanya, siyasal gücü kendine tabi kılacaktır. Şimdi, bu ana çatışma, belki de Türkiye’nin daha farklı tarzda paylaşımını da gündeme getirebilir. Mesela kimsenin kimseye gücü yetmezse, bir anlaşma olarak, mesela İstanbul nasıl paylaşılabilir gibi. Bunu anlamak için, Kanal İstanbul projesinin ortaya atıldığı tarihe bakmak gerekir. Bu bakış açısına sahip iseniz, belki, neden bu denli inşaat ve enerji yatırımının yapıldığını, belki neden dünyada en büyük ihaleleri alan 10 şirketten 5’inin Türkiye’de olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, sermaye transferidir. ABD’nin saldırgan tutumunu burada daha net görebilirsiniz. Ve yine bunu anlarsak, Almanya’nın neden Türkiye’de döviz kurunun yükselmesine karşı çıktığını anlayabilirsiniz. Ve yine bu durumu anlarsanız, 24 Haziran seçimlerinin sandıktan çıkmadığını, NATO operasyonu olarak “uzlaşma” ile gerçekleştirildiğini anlayabiliriz. Uzattık ama, konumuza bağlıyız, işte bu durum, Saray Rejimi dediğimiz yapılanmanın arka planından biridir. TC devleti, bu paylaşım savaşına bağlı olarak, ABD tarafından açık ve net olarak bir tetikçi olarak kullanılmaktadır. Suriye’de yapılan budur. Buna ikinci neden diyelim. Arka plandaki ikinci etken, Türkiye’nin Ortadoğu’da kullanılması isteğidir. Bir tetikçi olarak Türkiye, ABD tarafından kullanılmak istenmektedir ve buna uygun bir rejim gereklidir. Öyle parlamentosu, yargısı vb. ayrı ayrı işleyen bir sistem uygun değildir. Tezkere krizlerine takılmak istemeyen ABD, “bir çeşit başkanlık” sistemi devreye sokmuştur. Saray Rejimi’nin arka planındaki gerçeklerden biri de budur. Ve üçüncüsü, Kürt meselesidir. TC devleti, tüm bunları, normal şartlarda yapmıyor. Bir yandan emperyalist güçler arasında çekişme sürerken, diğer yandan da Kürtlere karşı bir savaş içindedir. Bu konuda TC devleti, ABD ile birlikte hareket etmektedir. En son Suriye süreci, çekilme vb. tartışmaları, PKK yöneticilerine ilişkin tutumlar, Barzanici güçlerin organizasyonu vb. bunun kanıtıdır. Dördüncüsü, içeride Gezi ile ortaya çıkan direniştir. Gezi Direnişi, 12 Eylül duvarlarının dağılması demektir ve bu durum egemen sınıfların tümünü çok ama çok korkutmuştur. Erdoğan’ın kimyasını değiştirmiştir. Bu durum, Kürt direnişi ile birleşirse olabilecek olanlardan korktukları için, açık olarak Kürt halkına dönük katliam politikalarını, Türkiye’nin diğer bölümlerinde, Anadolu’nun genelinde devlet terörünü egemen kılarak taşıdılar. İşte Saray Rejimi’nin oluşum sürecini belirleyen etkenler bunlardır. Bu sürecin tümü, devlet içinde parçalı yönetim ortaya çıkarmıştır. Bu parçalı yönetim, bugün, tam bir çeteleşmeye dönüşmüştür. Hem de ne çeteler. Her çete, bir yandan ticaretle uğraşmakta, büyük ölçüde rantın paylaşımından pay almakta, hem bir parça mafyalaşmakta, hem de devlet içinde çöreklenmektedir. Erdoğan çetesi de var, Soylu çetesi de. Ağar çetesi mi istersiniz, Bahçeli çetesi mi, Perinçek çetesi mi istersiniz, askerî çeteler mi istersiniz, hepsi bir aradadır. İslamî hareket içindeki her tarikat, hem bu çetelerin uzantısıdır, hem de kendileri birer çetedir. İslamî çeteler-tarikatlar, birbirine karışmıştır. Hem ranttan, yağmadan pay almaktadırlar, hem de silâhlı birlikleri oluşmaktadır. Saymaya gerek var mı bilemiyoruz. Bu çeteler artık açıktadır. Sağlık bakanlığında bir çete, hazinede başka bir çete. Hemen her bakanlıkta çetelerin de savaşı vardır. Her inşaat şirketi birer çetedir. Limak bir çetedir, Cengiz bir çetedir, Kolin bir çetedir, MNG bir çetedir, IC holding bir çetedir, Astaldi bir çetedir, Kalyon bir çetedir, Özaltın bir çetedir. Bu en çok ihale alan çete-şirketler, aynı zamanda silâhlı çetelerdir, aynı zamanda devletin silâhlı birimlerinde de uzantıları vardır İslamî gruplar içinde de bu geçerlidir. Hemen her tarikat, belki birkaçı hariç, tıpkı Gülen gibi, birer çetedir. Menzil tarikatı bir çetedir, Cüppeli tarikatı bir çetedir, İsmailağa tarikatı bir çetedir vb. Ve bu çeteler, her birinin silâhlı grupları olduğu gibi, devlet içinde, ordu ve poliste uzantılara sahiptir. AK Parti, birden fazla çeteden oluşmaktadır. MHP, BBP, Perinçek Partisi vb. içlerinde farklı çeteleri de barındıran çetelerdir. Ve elbette, paylaşım savaşımının ana aktörleri, doğrudan veya dolaylı yollarla, bu çetelerin içindedir. Böylece tüm devlet çarkı, bu çeteler tarafından paylaşılmaktadır. Bu çetelerin kendi aralarında kavgalar, daha çok rant ve güç paylaşımına bağlı olarak çıkmakta, belli dönemlerde ise koalisyon yapmaktadırlar. Mesela Kürt meselesi denildi mi hepsi birleşmektedir, mesela Gezi denildi mi hepsi birleşmektedir. Bu çeteler, 24 Haziran seçimlerinde de arkada NATO emri ile birleşmişlerdir. Şimdi, bu çeteler, camilerde, 8500 camide, 10’ar kişilik silâhlı gruplar oluşturulması emri ile yeniden yapılanmaktadır. Bu emir, diyanet içinde egemen olan çetelerin işine gelmektedir. Zira diyanet içindeki çetelerin gücü artacaktır. SADAT tarzı daha profesyonel çeteler, doğrudan bu diyanete bağlı camiler aracılığı ile daha detaylı bir örgütlenme yaratma peşinde olacaktır. Peki ordu ve polis, yargı vb. ne olacak, diye sorarsanız, elbette onlar da birden fazla çetenin denetimi altındadır. Yerel seçim sürecinde mesela Soylu çetelerinin seçmen değiştirme, silme, kaydırma operasyonlarını, yarın katliam politikalarının temeli olarak düşünmek gerekir. Konu seçim olunca Erdoğan ve Soylu çeteleri bir arada davranmaktadır ama mesele sadece seçim değildir. Bu çeteler basında da vardır. Saray medyası denilmesi bu nedenle önemlidir, çünkü bu, Saray Rejimi’dir. Saray medyası, tek bir bütün gibi görünmektedir, ama bu yanıltıcıdır. Gerçekte orada da birçok çete vardır. Nasıl ki, İslamî hareket içindeki çeteleşme ortaya çıkmaya başlamıştır, rant ve güç kavgası herkesi öne çıkmaya itmekte ise, basında da bu gerçekleşecektir. Çok uzun sürmeyeceği açıktır. İşte bu noktada CHP milletvekili Özgür Özel’in açıklamalarına bakmalıyız. Özgür Özel, Gazete Duvar’a verdiği röportajda, devleti gerçekte ne Bahçeli’nin, ne Erdoğan’ın yönetmediğini, arkada başka güçler olduğunu söylemektedir. Tıpkı Ecevit gibi, 1974 yılında kontr-gerillayı öğrendiğinde Gladio’yu öğrendiğinde verdiği tepkilere benzer tepkiler veriyor. Önce öğrendiği isimleri deklere etmesi gerekir. Özgür Bey, ne biliyorsa açıklaması gerekir. Zaten ortaya çıkmış olan bir gerçeği, bir CHP milletvekilinin de görmüş olması iyiye işarettir. Demek görme yetenekleri körelmemiş. Özgür Özel anlamalıdır ki, AK Parti nasıl bitti ise, artık bir parti değil ise, MHP nasıl artık bir parti değil ise, CHP de bir parti olmaktan çıkmıştır. Artık öyle bir parti yoktur. CHP’nin İnce-Erdoğan seçiminde Erdoğan yararına kitlelere attığı kazık, unutulacak cinsten değildir. İnce Erdoğan’ın adamı olmaya hak kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor, “devleti yönetenler” şimdi de İmamoğlu’na, Erdoğan’a git demişlerdir. CHP bu politikaları ile tüm emirleri yerine getirdikten sonra, bir varlığı da kalmayacak. Bu durumda CHP tabanı sola yönelecektir. Özgür Özel, o günlerde CHP tabanını tutabilmek için devreye sokulmak için hazırlanmaktadır. Oysa biz Özgür Bey’e gerçek bir çözüm sunabiliriz, buyurun bildiklerinizi açıkça ortaya koyun. Kılıçdaroğlu, İnce acaba bu “devleti yönetenlerden” nasıl emirler almışlardır? CHP içinde bunların uzantıları kimdir? Bunları açıklayın ve belki o zaman gelecek sol dalga sizi de sürüp götürmez. Samimi hiçbir insanın, CHP’de duracağı bir dakika kalmamıştır. Tam da burası yeridir. Çetelere dayalı bu sistem, Saray Rejimi, korku ile ayakta durmaktadır. Korkusunu halka bulaştırmak istemektedir. Ne kadar korkuyorlarsa, halka karşı o kadar saldırgan davranıyorlar. Tüm Saray, korkunun gölgeleri ile dolmuştur. Saray’ın her odasında korku egemendir. Erdoğan hangi odada toplanırsa toplansın, korkusunu azaltacak bir iksir bulamamaktadır. Her geçen gün bu korku büyümektedir. Bu nedenle, hem büyük bir karanlık örmektedirler, hem de büyük bir kinle saldırmaktadırlar. Karanlık ve devlet terörü, Saray Rejimi’nin ana dayanaklarıdır. Biz, tüm Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’yu kurtaracak, tüm bu savaş, baskı, karanlık, rant ve yağma dönemini kapatacak, güneşli günleri müjdeleyecek şeyin bir sosyalist devrim olduğunu görüyoruz. Kürt halkının mücadelesi, direnişi, bir örnektir. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, ayaklarının üzerine doğrulacaktır, karanlığı yırtacak, korku duvarlarını parçalayacak ve güneşe uzanmak üzere yürüyecektir. Ülkenin, tüm toplumun, tüm bölgenin tek ve gerçek kurtarıcısı işçi sınıfı ve emekçilerin ellerinde yükselecek olan bir sosyalist devrimdir. Ülkenin tüm namuslu insanları bu devrim mücadelesine destek vermeli, devrimci saflarda kendilerini örgütlemelidir. Dışarıdan, başka yerden bir kurtarıcı gelmeyecektir. Devrim, devrimcilerin öncülüğünde, işçi sınıfının öncülüğünde hayata geçecektir. İşte o zaman, halklar arasında kardeşlik başlayacaktır. İşte o zaman bölgemizden tüm emperyalist güçlerin sökülüp atılması sağlanacak ve gerçekten barış dönemi açılacaktır. İşte o zaman insanın insana kulluğu, sömürü ve aşağılanma, ırk ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığı, dinin azgınca kullanımı son bulacaktır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için, Anadolu’da, güneş ülkesinde yeni bir hayat kurulacaktır. Bunu yapacak güç, işçi sınıfı ve emekçi halkta vardır. Bölgemizin tüm direnen halklarına, direnen işçilere, gelişen özgürlük ve sosyalizm arayışına selâm olsun!

Saray Rejimi: Bir fotoğraf – Deniz Adalı

Kaldıraç dergisinin Ekim 2015 tarihli 171. sayısında yayımlanmıştır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...