Ana Sayfa Blog Sayfa 84

Kaldıraç Dergisi’nin yeni sayısı çıktı!

Merhaba

“Felaketler peş peşe gelir, derler.

“Bunun nedeni, egemenlerdir. Sömürenler, mülk sahipleri, para babaları, uluslararası ve yerel tekeller egemenliklerini sürdürdükleri sürece, her gün yeni bir felaket haberi ile karşılaşmak işten değildir. Bu nedenle, kapitalist sistemi yıkmak, ülkemizde burjuva egemenliğin her biçimine son vermek, acil bir devrimci görevdir. Bu, sadece işçi sınıfının ihtiyacı değildir. Bu, sömürülen, aşağılanan, hor görülen herkesin ortak ihtiyacıdır. Bu, insanlık görevidir.

“Bu devlet, tekelci polis devletidir. Bu devlet, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin egemenliğidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur hem de meşrudur.”

***

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…
Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Dergimize abone olmak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizi pdf formatında okumak için tıklayabilirsiniz.
Dergimizin temin noktaları için tıklayabilirsiniz.

“Felaket” mi dediniz?
En büyük felaket kapitalizmdir

Temmuz sonunda başladı yangınlar.

Kimin yaktığını bilmesek de, kimin söndürmediğini bildiğimiz bir yangındır bu.

Ardından seller geldi. Yüzlerce insan öldü. Dere yataklarına yapılaştırma izni verenleri, sahil yolu inşaatlarını yapanları, kâr ve rant için doğayı ve insanı tahrip edenleri biliyoruz. Suçluları bellidir.

Ama Saray Rejimi, tüm bunları “felaket” olarak sunuyor. Saray’ın doğrudan borazanının etkisi yetmeyince, bu kez CHP borazanı başlıyor ve halka felaketleri anlatıyor. Özeti şudur: Diyorlar ki, felaket bu, elbette dere yataklarına ev yapılmasa idi, elbette yangın söndürme uçakları olsaydı, ama yine de bu bir felaket. İşte demek istedikleri budur. Vermeye çalıştıkları mesaj budur. Saray bunu başaramıyor, CHP imdada yetişiyor, “bu bir felakettir, gelecek seçimlerden sonra biz varız.”

Hangi seçimler?

Anayasa, TC devletinin anayasasıdır ve buna uymayanların seçim yapacaklarına nasıl güvenirsiniz?

“AK Parti, devlet değildir” diyorlar.

Peki devlet kimdir? Sen, ben, o mu? Haydi oradan!

Devlet, egemen tekellerin, uluslararası sermayenin devletidir. Sahipleri bunlardır.

Ergenekoncusu, “ulusalcısı”, Fethullahçısı, İslamcısı, AK Partilisi ile tüm bu seçkinler, Saray Rejimi etrafında birleşmişlerdir.

Saray Rejimi, devlettir, devletin olağanüstü koşullarda aldığı biçimdir.

Seçimlerle, hükümetlerin değiştiği olur. Ama Saray Rejimi böyle bir şey değildir.

Ülkeyi yöneten Saray Rejimi’dir ve Erdoğan bunun sadece sahnedeki yüzüdür. Artık, Erdoğan, “Varlık Fonu başkanımı da çağırdım konuştum” diyor. Oysa Varlık Fonu başkanı zaten kendisidir. Bu Erdoğan mı ülkeyi yönetiyor? Güldürmeyin bizi. Onun için bize “tek adam rejimi” gibi bayatlamış, sınıf mücadelesini gizleyen “hapları” sunmayın. Bunlar ancak, CHP kadrolarında işe yarar, CHP tabanında işe yaramaz, halkta işe yaramaz.

Yangınları biz gördük. Selleri gördük. Soma’yı biliyoruz. Hepsi bize şunu göstermiştir: Yardım edecek bir devlet yok. Tersine, halk kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Bu nedenle biz diyoruz ki, iktidar işçi sınıfı tarafından alınmalıdır. Biz, yasalarımızı sokakta yapmayı, kendimizi yönetebilmeyi öğreniyoruz.

“Felaket” diyorlar.

Ülkede her gün kadın cinayetleri işleniyor. Bunlar devlet destekli cinayetlerdir. Biz biliyoruz ki, bunu önlemeyen bizzat devlettir, bunu teşvik eden bizzat devlettir. Saray diyor ki “İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmamız bir geri adım değil.” Değilse ne? İstanbul Sözleşmesi yeterli değil, evet, dahası lazım. Ama onu bile ortadan kaldırmak, nasıl bir tutumdur? Bu, doğrudan TC devletinin kadın cinayetlerine teşvik vermesi demektir. Yakında, “kadın öldürenlere ucuz faizli kredi” diye bir uygulama başlatırlarsa, şaşmayız.

Ülkemizde, her gün, işçiler iş cinayetlerinde katlediliyor. Felaket mi bu? Devlet, Saray Rejimi, bizzat bunu teşvik etmektedir. Soma işçileri haklarını bile alamadılar. Soma davasında işverenler neredeyse aklandı. Ve Soma, sadece bir örnek. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu konularda vaazlar vermiştir, işyerlerinde önlem almayı, allaha şirk koşmak olarak sunmuşlardır. İşyerlerinde iş güvenliği önlemleri alınmaması bir yana, bu teşvik edilmektedir. Ülkede çalışan işçilerin %30’undan fazlası, sosyal güvencesiz, sigortasız çalışmaktadır. Üçüncü Havalimanı inşaatında ölenleri betonların altına gömmüşlerdir. Bu bir “afet” midir?

Ankara gar katliamı, “fıtrat”a uygun mudur? Suruç katliamı bir “afet” midir?

Kürt illerinde ormanları yakanlar, hem kimlikleri ile bellidir hem de devletle bağları ile bellidir. Binaların altında çoluk çocuk demeden öldürün emrine uygun olarak yakılan insanların yaşadıkları felaket midir? Roboski katliamı bir “afet” midir?

Kaz Dağlarının yağmalanması bir felakettir evet, ama bu felaket devlet ve tekellerin birlikte yazdığı bir felakettir.

İkizdere’de dağın yok edilmesi girişimi, bir rant projesi uğruna doğanın yağmalanmasının en iyi kanıtlarından biridir. İkizdere direnişçilerinin, daha iş makinalarına dinamit bile koymamışken “terörist” ilan edilmesi bir felaket midir?

Manavgat yangını başlar başlamaz, “orman vasfını kaybetmiş arazilerin” pazarlanması bir felaket midir?

Hangisi felaket değildir?

Hepsi birer felakettir.

Ama kapitalizmin yarattığı felaketlerdir. Kâr hırsının, gözü doymaz kapitalist mülkiyet ilişkilerinin vahşetini gösteren birer felakettir bunlar. Tanrıların yarattığı felaketler değildirler.

Ülkemizde her yıl on binlerce çocuk kaybolmakta, organ mafyasının elinde can vermektedir. Bunlar “felaket” midir?

Küçük çocukların ırzına geçilmekte, dinî maskeler altında bu tecavüzler “meşru” ilan edilmektedir. Sizce de bunlar, yaratanın dileğiyle olmuş felaketler midir?

İçme sularının yok edilmesi, tarımın uluslararası tekellerin isteklerine göre adım adım şekillendirilmesi, ülke tarımsal alanlarının yağmalanması, bir “felaket” midir?

Yeni de değildir bu.

Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban
domuzunun.
Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.
Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
elinizden de gelse
yüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız.
Milletimin en talihsiz gecesi
ana rahmine düştüğünüz gecedir.

Nâzım, işte böyle yazıyordu 1950’lerde.

Yeni değildir bu.

Sadece bu kadarı görülmemiştir. Kapitalizm sürdükçe, Saray Rejimi ömrünü uzattıkça, daha da kötüsü olacaktır.

Bu nedenle, tüm bu felaketler, dünya çapında kapitalist egemenliğin bir sonucudur. Ülkemizde buna, bir de Saray Rejimi’ni eklemek gerekir. Saray Rejimi, kapitalist tahribatı daha da artıran, ülkeyi, dünya ve ülkemizin tekellerinin yağmasına sunan bir rejimdir. Bu nedenle, en büyük felaket, TC devletinin bizzat kendisidir. Kapitalizm, tüm insanlık için bir gerçek felakettir. Kapitalist egemenliğin sürdüğü her gün, yeni ve görülmemiş felaketler anlamına gelmektedir. Saray Rejimi’nin, TC devletinin egemenliği, her yeni günün yeni felaketler doğurması demektir.

Bu nedenle, kapitalizmi yıkacak, işçi sınıfının iktidarını, emeğin iktidarını kuracak olan bir sosyalist devrim, gerçek anlamda tüm felaketlere de son verecek tek şeydir.

İşçi ve emekçiler, bu bilinçle hareket etmelidirler.

Birleşik emek cephesi, bu nedenle acil bir hamledir.

İşçi sınıfı, sadece kendisini değil, tüm toplumu kurtaracak olanaklara sahiptir.

Bugün, yangınlarda ortaya çıkan halk direnişi, halk dayanışması, bu nedenle devletin yasakları ile önlenmek isteniyor. TC devleti, Saray Rejimi, kendi sonunu görmektedir. Onların en çok korktuğu şey, ezilen, sömürülen, aşağılanan milyonların birleşik örgütlü gücüdür. Bacaklarının arkadan birleştiği yere tekmeyi vuracak güç budur.

Felaketler peş peşe gelir, derler.

Bunun nedeni, egemenlerdir. Sömürenler, mülk sahipleri, para babaları, uluslararası ve yerel tekeller egemenliklerini sürdürdükleri sürece, her gün yeni bir felaket haberi ile karşılaşmak işten değildir. Bu nedenle, kapitalist sistemi yıkmak, ülkemizde burjuva egemenliğin her biçimine son vermek, acil bir devrimci görevdir. Bu, sadece işçi sınıfının ihtiyacı değildir. Bu, sömürülen, aşağılanan, hor görülen herkesin ortak ihtiyacıdır. Bu, insanlık görevidir.

Bu devlet, tekelci polis devletidir. Bu devlet, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin egemenliğidir. Bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur hem de meşrudur.

Ülkenin her alanında gelişen direniş, açık olarak, halkın, milyonların, Saray Rejimi ile karşı karşıya gelmesi sonucudur. Saray Rejimi, açık olarak halkı, tüm halkları, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri düşman olarak ilan etmiştir. Uyguladıkları hukuk, düşman hukukudur. Bugün, direnişi yaymak, geliştirmek, örgütlü hâle getirmek, ana devrimci görevdir. o

Başka bir seçenek var

Her gün seçimlerin bin bir türlüsüyle karşı karşıyayız işçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençler olarak.

Bir seçim yap diyor egemenler, yönetenler:

İşsiz kalmayı mı seçeceksin, yoksa günde 14 saat çalışıp yine de geçinememeyi mi?

Dilinin, kültürünün saldırıya uğrayıp yok edilmesini mi seçeceksin, yoksa saldırılardan korkup kendi kendini asimile etmeyi mi?

İşçi cinayetinde öldürülmeyi mi seçeceksin, yoksa intihar etmeyi mi, yoksa yanı başında sınıf kardeşlerin ölürken susup uyuşarak bir mezarlık gibi “yaşamaya” devam etmeyi mi?

Bölgemizdeki savaşın tetikçiliğini yapan iktidarı alkışlamayı mı, yoksa “bu Suriyeliler nereden doldu ülkemize, defolsunlar” demeyi mi? Savaş politikalarına karşı çıkmadan, savaş tetikçiliğini onaylayan tüm yönetenlerden hesap sormadan öfkeni göçmenlerden çıkarmayı mı? “Sınır/hudut namustur” sözünü savunmayı mı?

Memleketin ormanlarını, derelerini, dağlarını; oteller, Kanal İstanbul gibi mega projeler, HES’ler yaparak  yağmalamalarına “Ülkemiz kalkınacak” diye sevinmeyi mi seçeceksin? Yoksa için yansa da tepki vermeden seyretmeyi mi?

Sandığı önüne koyduklarında iyi kötü bir seçim yapmayı mı? Peki ya Diyarbakır’a, Van’a, Mardin’e kayyum atadıklarında; “oh iyi olmuş Kürtlere” demeyi mi, yoksa “Oh iyi ki İstanbul’a kayyum gelmedi” demeyi mi, İstanbul’a da kayyum atamasınlar diye susup tepkisiz kalmayı mı?

Elektriğe, ulaşıma yapılan zamları görüp “buna da şükür” demeyi mi, yoksa sıradaki zammın nereye geleceğini tahmin etmeye çalışmayı mı, yoksa aynı cümleleri ağzında sakız edip “bizi mahvettiler” diyip durmayı mı?

Hukuk bitmiş” deyip, adaletten vazgeçmeyi mi, yoksa iyi niyetlilikle adalet çıkmayacak mahkemelerden medet ummayı mı? Hangisini seçeceksin?

Çocuğunu bir okula yerleştirememeyi mi seçeceksin, yoksa güç bela yerleştirdiğin okulda evladının beyninin çöple doldurulmasını mı?

Çocuk istismarcılarını “bir kereden bir şey olmaz” diye savunmayı mı seçeceksin, yoksa her yeni gördüğün istismar haberinde yüreğin kabararak içine gömülmeyi mi, sonra onu bir yeni haberle unutmayı mı? Harekete geçmek için daha da iğrencinin, en iğrencinin olmasını beklemeyi mi seçeceksin?

Ölümlerden ölüm beğenme cumhuriyetinde hangi ölümü seçeceksin? İşçi cinayetini mi, ‘namus’ cinayetini mi, tecavüze uğrayıp öldürülmeyi mi, yakılıp öldürülmeyi mi, tren kazasında öldürülmeyi mi, kamyon altında kalıp öldürülmeyi mi, 3 aylık bebekken öldürülmeyi mi, kendi halinde yaşlı bir kadınken öldürülmeyi mi, önlenebilir hastalıklardan mı, kalp krizinden mi, kanserden mi, yalnızlıktan mı… Hangisi?

Bir kurtarıcı siyasetçi çıksın, tüm sorunlarımızı çözsün diye iki seçim beklemeyi mi, “o değil de bu kurtaracak bizi” demeyi mi, sonra bir diğerini beklemeyi mi? Bu sırada “Aman sokağa çıkmayın” sözüne uyup, dayatılan her şeye boyun eğmeyi mi?

Bak, egemenler, patronlar, onlar adına yönetenler ne kadar çok çeşitli seçenek sunuyor önümüze… Demokrasinin böylesini tarih görmemiştir.

Yine de hiçbirini seçemedin mi? Hiçbiri içine sinmiyor mu? Hiçbiri sana insanca gelmiyor mu? O zaman sen de bizdensin. Ya açıktan, ya gizliden. Ya korkarak, ya korkmadan. Ya bugün kısık sesle, ya haykırarak… Ama bizdensin demektir.

Bir başka seçenek olmalı, diyorsun. Haklısın. Başka bir seçenek var.

Bugününden kaygılı, yarınından umutsuz yaşamaktan başka bir seçenek…

Gerçekten insanca olan başka bir seçenek. Emeğinden başka verecek hiçbir şeyi olmayanların; yatı katı, madeni, arazisi, fabrikası, CEO’su, çetesi, bankası, kölesi olmayanların ve köle olmayanların seçeneği: Örgütlü mücadele.

Bu kadar yalın, bu kadar gerçek. İşte önümüzde.

Çünkü kendi yaşamını savunabilecek, senden başka bir kurtarıcı yok.

Çünkü yönetenlerin tek derdi, yağma, rant ve savaşın sürmesi… İşçilerin nasıl geçineceği, çocukların nasıl bir geleceğinin olacağı onların gündeminde yok. Patronların vergilerini silinir; bize borç verilir ya da düşük faizle borç ertelenir. Seçim dönemlerinde hesapladıkları yüzdeler dışında biz yokuz onlar için.

Ne pandemide kendilerine rant yaratmadan maske dağıtabildiler, ne orman yangınında yangın uçağı gönderdiler… Sellerde insanların öleceğini bile bile HES’leri ve dere yatağına konutları yaptılar. Ortaya çıkan korkunç sonuçları ise birbirlerine karşı seçim malzemesi yapmak ve ‘devletin bekası’nı savunmak dışında bir şeyle ilgili olmadılar.

Bizse her ihtiyaç duyduğumuzda, yanımızda bizim gibi olanları bulduk; yönetenleri değil… Pandemide, depremde, sellerde, orman yangınlarında dayanışmamızla yine bizler birbirimizin yanında olduk.

Çünkü aynı tarafta olan bizleriz.

Çünkü maskeyi üreten de biziz, yangın uçaklarının pilotları da, orman işçileri de, ekmeği yapan da, doktor da, mühendis de, itfaiyeci de, hepsi biziz. Bütün bu işleri biz yapıyoruz. Ama bunlara dair hiçbir fikri olmayanlar, elindeki tüm imkanları satıp yiyenler ve bizim dayanışmamıza engel olmaya çalışanlar yönetiyor. Şiddetle saldırmak dışında halkla herhangi bir bağı olmayanlar; savaştan, sömürüden, yağmadan beslenenler, savaşın sonuçlarını halkların üstüne yıkanlar yönetiyor.

Öyleyse bugün yalnızca muhalif olmak, bize yaşamımızı vermeyecek. Kurtarıcı beklemek, çocuklarımıza gelecek vermeyecek. Artık gerçek bir çözüm için, insanca, onurlu bir yaşam için örgütlenmenin, kendimiz yönetmeyi göze almanın zamanı.

İşyerimizde birbirimizin yaşamına sahip çıkalım, işyeri komiteleri kuralım, örgütlenelim.

Mahallelerimizde, sorunlarımızı birlikte çözmek için mahalle meclisleri kuralım.

Kadınlar olarak dayanışma geliştirelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim.

Mahallede, işyerinde, okulda, sokakta, eylemli olalım, örgütlenelim. Bizden olanları da mücadeleye çağırarak örgütlülüğümüzü büyütelim.

Egemenlerin sunduğu seçenekleri değil, gerçek bir çözümü isteyenleri devrim ve sosyalizm mücadelesine emek vermeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

Geleceğimizi kazanmak için; önce kendimiz örgütlenelim!

Ve birlikte yaşamlarımızı savunacağımız siyasal bir gücü; Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye güç verelim!

Tüm üretenleri; fabrika işçisini, orman işçisini, itfaiyeciyi, kent emekçisini, mühendisleri, mimarları, inşaat işçilerini, metal işçilerini, market işçilerini, sanatçıları, doktorları, hemşireleri, akademisyenleri, kadınları, halkları, gençleri, öğrencileri çağırıyoruz!

Öz örgütlenme ve dayanışmalarımızla, mücadeleci sendikalarımızla, sınıf örgütlerimizle ortak bir yaşam programı oluşturacağımız ve sırtımıza binen asalaklarla mücadele edeceğimiz siyasal bir odağı, Birleşik Emek Cephesi’ni birlikte örgütlemeye çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

03.09.2021

Soru şu: Kim yönetecek?

Sınırsız yağmanın, rantın, talanın, sınırsız sömürünün ve savaşın sonuçları; son bir ayda göç dalgası biçiminde, ırkçı saldırılar biçiminde, orman yangınları, seller biçiminde yıkıldı yaşamlarımızın üzerine.

Orman yangınları 12 gün boyunca devam etti. Devlet ortada yoktu. Ne zaman ki halkın, orman işçilerinin, gönüllülerin, bölgeye giden devrimcilerin dayanışmasıyla örgütlenen çalışmalar öne çıktı, devlet “ben buradayım” dedi ve bölgedeki dayanışma çalışmalarını engellemeye başladı. Van’da ve Batı Karadeniz illerinde yaşanan sellere, devletin hiçbir önlem almadığını, dahası büyük bir çabayla ölüm sayılarını gizlemeye çalıştıklarını biliyoruz. Tıpkı Soma maden katliamında olduğu gibi. Ve bugün sel bölgelerinde de halk sele kapılan yakınlarının bedenlerine ulaşmaya çalışırken, dayanışma için giden gönüllüler ise yönetenler tarafından engellenmeye çalışılıyor.

Halkın en zor anlarda günlük yaşamı kendisinin örgütleyebildiğini birçok örnekte gördük. Orman yangınlarında, İzmir depreminde bunu gördük. Yönetenlerin el koydukları tüm olanaklar halkın elinde olsaydı, biliyoruz ki o yangın söndürme uçakları hangarda kilitli kalmazdı, dahası, aylar önce bilgisi edinilen orman yangınlarına önlem alınabilir ve başlamadan önlenebilirdi. Sel bölgelerinde dere yatağına konutlar yapılmaz, HES’ler yapılmazdı ve ölümlerin önüne geçilebilirdi.

Pandeminin ilk aylarında uzunca süre maske satışı yasaklandı ve birçok insan maskeye ulaşamadı. İktidar kliklerindeki çete/cemaat/şirketlerin maske piyasasını parsellemesi beklendi. Ancak ondan sonra maske satışları serbest oldu. Bu kapitalist devlet yerine halk bu inisiyatife sahip olsaydı, biliyoruz ki herkese yetecek kadar ücretsiz maske üretilebilir ve dağıtılabilirdi. Çünkü onları zaten biz işçiler üretiyoruz. Ki o süreçte tüm imkânsızlıklara rağmen dayanışmayı örgütleyen ve evlerinde siperlik üretip sağlık emekçilerine ulaştıran da yine halk oldu.

Maskeyi üreten de biziz, yangın uçaklarının pilotları da, orman işçileri de, ekmeği yapan da, doktor da, mühendis de, itfaiyeci de, hepsi biziz. Bütün bu işleri biz yapıyoruz. Ama bunlara dair hiçbir fikri olmayanlar, ellerindeki tüm imkânları satıp yiyenler ve bizim dayanışmamıza engel olmaya çalışanlar yönetiyor. Şiddetle saldırmak dışında halkla herhangi bir bağı olmayanlar; savaştan, sömürüden, yağmadan beslenenler, savaşın sonuçlarını halkların üstüne yıkanlar yönetiyor.

O yüzden soru şu: Kim yönetecek?

Düzenin sunduğu seçenekler belli: İktidar var, muhalefet var, A, B, C var…
Erken seçim tartışmaları pişiriliyor şimdi ve önümüze konuyor: Seçin bakalım…

Kafanıza çay fırlatan mı yönetsin, yangın boyunca etkili tek bir iş yapmadan oturup seyreden mi?

Ormanları turizme açan yasayı öneren mi, yoksa bu yasayı mecliste kabul eden mi?

Saldıran mı yönetsin istersiniz, “aman sokağa çıkmayın” diyerek saldırılara boyun eğmemizi salık veren mi?

Savaş tetikçiliği yapan mı, yoksa hem tetikçiliği destekleyip hem de “hudut/sınır namustur” gibi söylemlerle savaşın sonucu olan göçleri ırkçılığı yükseltmek için fırsata çeviren mi?

Yağmalayan da, yağmaya göz yuman da; bölgede savaşı büyüten de, savaş politikalarını destekleyen de, işçilerin, emekçilerin, halkın karşısında tüm bu yıkımın sorumlusudur. Kendi aralarındaki çıkar çatışmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Kâh anlaşarak, kâh kavga ederek; ama mutlaka işçilerin, emekçilerin, halkların sırtına birlikte binerek bu tabloyu yarattılar.

Şimdi de bize diyorlar ki, birimizi seçin.
Yapamayız, biz sizi birbirinizden ayıramayız.

Biz “seçmen” değiliz; üretenleriz, toplumun %99’uyuz. Bunu fark etmemiz, bu gücü görmemiz, egemenlerin en büyük korkusudur. Bu yüzden, her şeyi üretenler, devletin yokluğunda yangın söndürme çalışmalarını ve günlük yaşamı örgütleyenler, depremde enkaz taşıyanlar, pandemide dayanışma örgütleyenler olarak bu gücümüzü görmeyip “seçmen” olmayı kabul etmemizi istiyorlar. “Afganistan gibi olmayalım” korkusuyla seçimi beklememizi istiyorlar.

Onlar bizi “seçmen” olarak görüyorlar ve önce ABD’den onayı aldıktan sonra bize kendilerini seçtirmek istiyorlar.

Burjuva muhalefet olası bir erken seçim için adayını tartışıyor bugünlerde. Ne için peki?

ABD’nin savaş politikalarına karşı mı çıkacaklar? Biden’a rest mi çekecekler? Ekonomik krizi mi bitirecekler? Koç’un, Sabancı’nın, Cengiz’in, Limak’ın mal varlıklarına el mi koyacaklar? Zenginlerin halktan çaldıklarını halka geri mi dağıtacaklar?

Bunlar yapılmadığı sürece, emin olabiliriz ki savaş, işsizlik, açlık, sömürü devam edecek. “Biraz daha iyisi” bile olmayacak. Çünkü işçiler, emekçiler için “biraz daha iyi” olabilecek yaşam koşulları, egemenlerin kârlarının azalması demek. İktidara gelen, patronların, çetelerin çıkarlarını gözettiği sürece sistem aynı biçimde devam edecek, belki “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı altında… O da bize sus payı…

Saray Rejimi; yağma-rant-savaş denkleminde örgütlenmiştir. Bu iktidara gelen partiyle ya da kişilerle ilişkili bir durum değildir. “Parlamenter demokrasi” de olsa, parlamento kimin çıkarlarını gözetiyorsa onun kuralları geçerli olur. Yani bugün olduğu gibi büyük şirketlerin, zenginlerin kâr hırsı ve rant üzerine güdülenir.

Bu düzende “biraz daha iyi” egemen olamaz. Bu düzen ya yıkılacak ve her şeyi üretenler olarak bizler kendi yaşamlarımızı yönetmeyi göze alacağız ya da açlık, sömürü, yağma, afetler artarak devam edecek.

 Öyleyse bir kez daha soru şu: Kim yönetecek?

Egemenlerin sunduğu seçenekler değil, insanı insan yapan dayanışmayla, bu her şeyi üreten sınıf yönetebilir; işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, halklar olarak biz yönetebiliriz ve ancak bu şekilde bu yaşam insanca olabilir.

Sınıfın özneleri, her koşulda sınıfın çıkarlarını savunanlar bu gerçeği görmek zorunda. Egemenlerin yarattığı yıkımın karşısında, sınıfın örgütleri olarak siyasal varlığını, siyaset olarak iradesini ortaya koymamak, sınıfın ve halkın çıkarına değildir.

Kendilerini toplumsal muhalefetin tarafında sayanlar, düzen partilerinden bir farkları olduğunu iddia ediyorlarsa, çözülen devleti kurtarmaya çalışmaktan, ‘sorunun devlette değil, AK Parti’de’ olduğunu savunmaya çalışmaktan vazgeçmelidirler. Kapitalist devletin düzen partileri tarafından seçim vaatleriyle tamir edilmesine yardımcı olmak yerine; kendi gücüne, sınıfın ve halkın gücüne güvenmek; halkın örgütlenmesini taşıyacak bir siyasal odak oluşturmaya yoğunlaşmak; eşitlik, adalet ve insanca yaşam konusunda gerçekçi olanların tek seçeneğidir.

Biz bu seçeneği örgütlemeye devam edeceğiz. İşsizlik, geleceksizlik, emperyalist savaş, pandemi, yangın, deprem, iklim krizi, ekonomik kriz, kadın cinayetleri, halklara yönelik saldırılar, ırkçılık, egemenlerin doğrudan ya da dolaylı ürettiği tüm toplumsal sorunlar karşısında, siyasal varlığımızla buradayız.

Kazanmak için, bu düzenden bir çıkarı olmayan herkesi çağırıyoruz.

Kazanmak için; sandığa değil, Birleşik Emek Cephesi’ne çağırıyoruz!

Tüm üretenleri; fabrika işçisini, orman işçisini, itfaiyeciyi, emeğini-alınterini ortaya koyan gönüllüleri, mühendisleri, mimarları, inşaat işçilerini, metal işçilerini, sanatçıları, doktorları, hemşireleri, akademisyenleri, kadınları, gençleri, öğrencileri; öz örgütlenme ve dayanışmalarımızla, mücadeleci sendikalarımızla, sınıf örgütlerimizle ortak bir yaşam programı oluşturacağımız ve sırtımıza binen asalaklarla mücadele edeceğimiz siyasal bir odağı, Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeye çağırıyoruz.

Sinop Ayancık’ın anlattığı: Afet değil cinayet

Geçtiğimiz günlerde yoğun yağışlarla başlayan ve birçok şehri vuran sel felaketinin yaşandığı Sinop’un Ayancık ilçesindeydik. 11 Ağustos Salı gecesi başlayan yağışlar Çarşamba sabahı sele dönüşmüş. Ayancıklılar için aslında “sel” basması normal, çünkü anlatılanlara göre her yıl olan bir durum. Tam olarak bu yüzden de herkes olağan bir sel gibi arabalarını uzaklaştırarak, dükkanlarının kepenklerini indirerek kendi önlemlerini almışlar. Selin boyutuna dair hiçbir uyarı yapılmamış. Bozkurt’ta bir röportajda söylendiği gibi: ”Bize kimse canınızı kurtarın demedi.”

Peki bu felaket neden yaşanmış? Bütün Sinoplular ve Ayancıklılar için cevap net: Tomruklar. Çay yatağına kurulan tomruk deposu zaten bir risk teşkil etmekteyken, 100 bin m3′lük depoya 300 bin m3 tomruk depolanması bu felaketin asıl sebebi olarak görülmekte. Tomruk deposu, Ayancık ilçe merkezinin üst kısmında yer alan Babaçay köyünde, yerleşim yerlerinin hemen altına yapılmış durumda. Nedeni ise Orman ve Çevre Müdürlüğü’nün ve yöre halkının lojistik maliyetini düşürmek istemesi. Yani para. Yani kâr… Neden 100 bin m3 yerine 300 bin m3 tomruk depolanmış peki? Yine para. Yine kâr…

Devletin ihmali sadece tomruk deposuyla sınırlı değil. Bölge halkı Babaçay köyünde 32 yıl önce yine bir sel felaketi sonrası afetzedeler için yapılan 47 evi anlatıyor ve “çay yatağına afet evleri yapıldı” diyorlar. Bu evlerin hepsinin sel ve heyelanla beraber yıkıldığı söyleniyor.

Bir diğer ihmal ise sanayi bölgesinin yerle bir olmasına sebep olan köprü. Çay üzerine yapılan köprülerin suyun akışına izin verecek şekilde ve çok güçlü bir akış olduğunda yıkılabilecek şekilde kemer sayısıyla yapılması gerektiği söyleniyor. Babaçay’dan Ayancık Merkez’e doğru olan ilk köprü, kim bilir yine hangi sebepten bu standartlara uygun yapılmamış. Böyle olunca, tomruklar köprüyü tıkamış, birikmiş ve sonunda sel suyu yön değiştirerek Sanayi Bölgesi ve Ayancık Devlet Hastanesi’ne taşmış. Bahsetmek gerekir, Ayancık temel geçim kaynağı ormancılık ve kerestecilik olan, sanayisi de mobilya üretimine dayalı bir bölge. Sel sonrası Sanayi Bölgesi’nde çalışmaya devam edebilecek neredeyse hiçbir dükkanın kalmaması da Ayancıklıların nasıl geçineceğine dair sorular oluşturmakta.

Hangi iktidar, hangi belediye, hangi kişiler, nasıl bir rant peşindeydi de bütün bu ihmaller yaşandı bilmiyoruz belki ama hepsinin bizatihi devlet eliyle olduğu, devlete bağlı olduğu açık ve net görülmekte. Bir kez daha rant peşindeki devletin yıllar boyu ihmalleri biriktire biriktire bugün Ayancık’taki felaketin müsebbibi olduğu ortada.

Peki devletin felaket sonrası görevi ne? Ayancık’a ilk gidenler sanabilir ki devlet yaraları sarmak için orada. Belediyesinden Kızılay’ına, Sağlık Bakanlığı’ndan AFAD’ına birçok devlet kurumu Ayancık’ta. Peki neden?

Bu konuda iki izlenimimiz mevcut. Birincisi devlet Muğla’daki yangınlarda ortaya çıkan dayanışmadan bir ders(!) çıkarmış olacak ki halkın Ayancık’a gelmesini, dayanışmasını “biz zaten buradayız” diyerek önden kesmek, engellemek istiyor. Bakın su dağıtıyoruz, bakın getirdiğiniz malzemeleri iletiyoruz diyerek. Oysa pek bilinmiyor ihtiyaç malzemelerinin birçok Ayancıklı aracılığıyla toplanıldığı, belediyenin sadece araç vererek malzemeleri topladığı, sonra da malzemeleri AFAD’a teslim ettiği. Oysa pek bilinmiyor “Kızılay’ın alana kişisel bağlantılar aracılığıyla getirildiği”. Oysa pek bilinmiyor “elektrik ve suyun yeni gitmeye başladığı birçok köye göre daha iyi durumda olan Ayancık köylülerinin malzeme taşıdığı”…

Ve devlet tüm varlığıyla Ayancık’ta!

Çünkü görünen o ki Babaçay’da 80 üzeri hane varken ve bu hanelerden sadece 3-4 tanesi yıkılmamışken, Yenikonak’ta yıkımlar varken, Sanayi Bölgesi’nden, denize ve dereye birikmiş tomrukların arasından insan bedenleri çıkarılmaya başlanmışken, erzak götürmek için yola çıkan helikopterler bütün gün cansız bedenler taşırken, devlet istiyor ki felaket sonucunda kaç insanın öldüğü bilinmesin. Devlet bunu saklamak için o kadar organizedir ki bölgede kaç kişinin olduğuna dair sayı vermemektedir, ne kaç kişiyi kurtardıkları nettir ne de kaç kişinin kayıp olduğu. Devlet o kadar organizedir ki diğer illerden gelen AFAD gönüllülerine gelmeden önce “ölü yok” demekte, gönüller geldikten sonra ise “telefonlarını kaldıkları yerde bırakma zorunluluğu” getirmektedir. Devlet o kadar organizedir ki gönüllülerin gelmesine imkan tanımayarak, alana yığdığı kolluk kuvvetleriyle sürekli denetimde ve gözetimde kalarak, evi yıkılan can kaybı olan insanlara “yardım” sağlayacağını ifade ederek yaşananların konuşulmamasını sağlamaya çalışmaktadır.

O yüzden bir kez daha söylemek gerekir. Bütün yaşananların sebebi olan devlet, bugün Ayancık’ta “sayıları gizleme” göreviyle vücut bulmaktadır. Ve diğer tarafta Ayancıklılar bu sayıların açığa çıkması için çağrı yapmakta, kendi imkanları ile kayıp kişilere ulaşmaya çalışmakta.

Depremlerde, yangınlarda, sellerde yaşadıklarımızdan çıkarttığımız sonucu tekrar edelim: Yara kimde ise merhem ondadır.

Ayancık’ta görülen, seli felakete dönüştürenin yağma, rant ve sömürü düzeni olduğu tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Ya sosyalizm ya ölüm!

18.08.2021

Yangından sele, sisteminiz çürümüştür!

10 Ağustos gününden itibaren sel birçok yeri vurdu. Bölgeyi vuran sel midir yağma ve rant mıdır? Yangından sele yaşananlar birer doğal afet değil kapitalizmin işleyişidir.

Bölgenin neredeyse tamamı etkilenirken, Bozkurt, Abana, İnebolu, Şenpazar, Küre, Azdavay, Ayancık, Ulus, Türkeli, Çatalzeytin, Devrekhani, Çaycuma ilçelerinde ve köylerde hasar çok daha büyüktür. Şimdiden hayatını kaybeden insan sayısı 51’e yükselmiştir.

Göz göre göre, metrekareye 51-100 kilogram yağmur beklendiği haberleriyle, sarı ve turuncu alarmlarla günler öncesinden bilinmesine rağmen halk yine ölüme terkedildi.

Daha bir hafta önce Muğla’da devletin söndürmediği yangın devam ederken, dayanışma merkezlerinde gönüllüler “buradan sonra da selde buluşuruz” diyerek birbiriyle vedalaşıyordu.

Binlerce insanın suyun altında kayıp olduğu bölgede uyarıyı “araçlarınızı çekin” diye yapıyor insan müsveddeleri. Dünyaları “beyaz et”lere ödenecek paralardan, imara açılacak arazilerden, “sıfırla”nacak dolarlardan, çökülecek derelerden, açılacak madenlerden ibaret olanlar için canlarımızın bir kıymeti yoktur.

Tıpkı pandemide, depremde, Soma’da, yangında yaptıkları gibi yine gerçeği gizliyorlar. Derelerin yağmalanması için yapılan HES’lerin yarattığı yıkım bir ilçeyi neredeyse yutarken AFAD sadece kendisine yapılan başvuruları kayıptan saydı. RTÜK ise 48 saat boyunca elektriksiz, iletişimsiz kalan 9 bin nüfusluk Bozkurt ilçesinde yaşananları aktarmayı yasakladı. Bu sefer suçu Kürtlere atamadıklarından sermayeye peşkeş çektikleri doğamızı yok eden HES’lerin kapakları tartışma konusu olmuştur.  “HES’in kapağı yok, dolayısıyla patlayamaz” açıklaması yapan Devlet Su İşleri, üzerinden 4 gün geçmişken sel bölgesinden bir tane HES’in bile fotoğrafını paylaşamamıştır. Açığa çıkarılması gereken bir konudur ancak sadece HES’lerin varlığı, dere yatağının daraltılması dahi bu felaketin yaratıcılarının kim olduğunu bize göstermektedir.

Her felakette en büyük felaket, toplumsal bir felaket olarak Saray, Saray’lığını yapıyor. Saraylarda halkın yararına, doğanın yararına, yaşamdan yana hiçbir şey yoktur.

Her ‘afet’ tekrar göstermektedir ki birlikte hareket etmek bir zorunluluk haline gelmiştir. Geleceği, yaşamları, doğası çalınan milyonlarca insan örgütlü bir güç olarak hareket edebilirsek, afetleri yaratan sistemi de, bunun sonuçlarını her defasında bize acı bir şekilde yaşatan düzeni de alaşağı edebiliriz.

Biz, işçiler, emekçiler, kadınlar, halklar, öğrenciler, yaşamdan yana olanlar bu sistemin felaketlerini örgütlenerek durduracağız.

Emperyalistler adına bölgede yaptığınız tetikçiliğin sonuçlarını ırkçılıkla halklara ödetemeyeceksiniz!

TC devleti, emperyalist efendilerinin 3. paylaşım savaşındaki hamlelerine uygun olarak Saray Rejimi olarak örgütlenmiştir.

Ve Saray Rejimi çözülmektedir. Bunu Saray’ın dostları da düşmanları da biliyor.

Dostları diyoruz; liberal solcular, burjuva demokratlar, hepsi birden TC’nin tetikçiliğinin sonuçlarını gizlemek için hezeyan hâlindedir. Hepsi, kendine “aydın” demekten hoşlanan bu okur-yazar takımının hepsi, yağma-rant ve savaşın yarattığı açlığın, yoksulluğun, öfkenin, devlete yönelmemesi için özel çabalar içindedir. Suriye, Libya, Kıbrıs, Azerbaycan… Hiçbiri, “bu savaşa karşıyız” diyemiyor.

Oysa kuraldır, önce kendi ülkene bakacaksın. Egemenlerin giriştikleri savaş, kendi halkının kanı da dâhil gerçekte başka halkların kanını akıtmak için girişilen savaşın bir parçasıdır. Ve her paylaşım savaşında işçiler, emekçiler, halklar egemenlerin savaşında taraf olmak yerine kendi ülkelerinin egemenlerinden başlayarak bu savaşın yaratıcılarına karşı çıkmak zorundadırlar.

CHP, son iki ayda peş peşe yapılan ve planlı olduğu görülen ırkçı saldırıların, yükseltilen milliyetçilik dalgasının, rant ve yağmanın sonuçlarının ağır biçimde yansıdığı afetlerin bu saldırılara zemin olarak kullanılmasında Saray Rejimi’nin bir parçası olarak aktif rol almıştır.

“Suriyelileri bir yılda evlerine göndereceğiz” açıklamaları yapana kadar hangi tezkereye hayır oyu verdiniz? Siz bu tablonun dışında mısınız? Güya muhalefet ettiğiniz iktidar, milyonlarca insanı açlık-hastalık cenderesinde sıkıştırırken büyüyen öfkeyi “aman sokağa çıkmayın”larla siz bastırmaya çalışmadınız mı? Su gibi en temel ihtiyaca insanlık dışı açıklamalar yapan Tanju Özcan’a “partiyi bağlamaz” dışında ne yaptırım uyguladınız? Ankara’daki göçmenlere saldırıların arkasından “Davul zurna ile uğurlayacağız misafirlerimizi. Lütfen sakin olun ve bize güvenin. “ diyorsunuz, ortağı olduğunuz iklimden sonra bu çağrınız saldırganlara değilse kime? Yoksa size kim, niye güvensin? Bu saldırılar, toplumsal mücadele güçlerine de gözdağı olarak sizin sayenizde kullanılmıyor mu?

Madem bu tablo Afganistan’daki savaştan oluşuyor, TC devleti Afganistan’da kimin adına bekçilik yapıyor?

Savaşın sahiplerine akıtılacak öfkeniz mi var; buyurun ABD elçiliklerinin önüne. Savaşın işbirlikçilerine, tetikçilerine mi hıncınız var; buyurun Saray’ın önüne.

Bir yanda emperyalist paylaşım savaşında tetikçilik, bir yanda asla dinmeyen içerideki direniş çizgisi, yönetememe krizini her geçen gün daha da derinleştirmektedir.

Öfke, yaratıcısına yönelmelidir. Halklara, işçilere, öğrencilere, kadınlara hiçbir gelecek sunmayan Saray Rejimi’ne bu öfkeyi kullanma fırsatı vermeyeceğiz. Savaş kundakçılığının, yağmanın, rantın ırkçılıkla saklanmasının karşısında duracağız.

Tek çıkış, halkların, işçilerin kendi kaderlerini ellerine almalarıdır. Halkların ortak mücadelesini büyütmekten, işçi sınıfının örgütlenmesinden başka çıkış yolu yoktur.

12.08.2021

Anıları şiirlerimizde yaşayacak*

8 Ağustos 2020, cumartesi günü eve yorgun argın geldim. Duş alıp uzandım direkt. Uzanmak çok iyi gelmişti. Çünkü hafta içleri saatlerce yol çekip işe gidiyor, çalışmak adı altında bir şeyler yapıp saatlerce gerisin geriye eve dönüyordum. Uzanmak güzel bir şeydi. Telefonda boş boş takılmak uzanmanın yoldaşıydı. Sosyal medya da o yoldaşın diğer adıydı. İşte o vakit gördüm geç kalmanın pişmanlığını… Bir fotoğrafın altında “Kardeşim çok üzgünüm” yazıyordu. Fotoğrafı tanıyordum ama anlam verememiştim ilk başta… Sonra, Semaver Kumpanya’nın paylaşımını gördüm ve anlamak istemediğim bir anlama zorlandım. Birkaç kişiyi aradım. Bir numara kullanılmıyordu, diğer numara ise kapalıydı. En sondaki numaradaki açan kişinin ağzından duyunca inanmak zorunda kaldım, Nurgül Abla’nın öldüğüne…

Geçen o yılların bütün pişmanlığı üzerime yağmur gibi aktı. Nurgül Abla nasıl ölebilirdi? Daha kırk dokuz yaşındaydı… Daha ilkokula giden küçük bir kızı vardı… Daha hayattan alacakları, tiyatroda yapacakları vardı… Bitmeyen umudu ve sevgisi vardı… Bu kadar var’a rağmen nasıl ölebildi? Bilmiyorum… Adaletsizliğin üzerine kurulu bu dünyada keşke ölüm adil olsaydı, diyorum. Başka bir şey de diyemiyorum.

Bu yazıyı yazıyorum, çünkü bence herkes Nurgül Uluç’u bilmeli… Herkes tanımalı… Biliyorum, bu yazıyı çok okuyan olmayacak. Belki Nurgül Abla’yı seven birkaç kişi okur ve yad ederiz… Belki onlar bile okumaz… Hiç önemli değil… Nurgül Abla düşünceleriyle, sevgisiyle ve o güzel gülüşüyle benim hayatıma dokunan nadir insanlardan biriydi. Keşke herkesin hayatına dokunabilseydi, o vakit belki daha güzel bir dünyada yaşardık.

Bu yazıyı yazmak çok zor geliyor bana. Çünkü öykü yazmak gibi derdini bir kılıfın arasına sokup sunmuyorsun insanların önüne. Bütün gerçek duygularını bir bir açıklıyorsun… Üryan kalıyorsun herkesin önünde. Ve üryan kalan insan elini kolunu nereye koyacağını nasıl bilemezse ben de nereden başlayacağımı o kadar bilemiyorum. Geveliyorum ama galiba artık Nurgül Abla’yı anlatmak lazım… En azından tanıdığım kadarıyla. Ve inanın bana, benim tanıdığım kadarıyla tanısaydınız bu yazıyı yazmak zorunda hissederdiniz kendinizi.

Nurgül Uluç kırk dokuz yaşındaydı ve bir tiyatro sanatçısıydı, bir anneydi, bir hocaydı, bir evlattı. Maalesef annesi ve babası evlat acısı çekiyor şu anda… Çocuğu, hiç kimsenin çekmek istemeyeceği bir acıyla sınanıyor o küçük yaşında. Ve nicesi… Onu tanıyan herkesin benim gibi durumu bir türlü kabullenmekte zorlanıyor olması lazım…

Nurgül Abla, çok başarılı bir tiyatro sanatçısıydı… Akademi İstanbul’da eğitim almış, Semaver Kumpanya’nın kuruluşunda yer almıştı. Daha sonra nice sanatçıyla beraber çalışmıştı. Ben bunları ondan ve bir kısmını da internetten öğrendim. Araştırdıkça o kadar yıldır tamamen tanıyamadığımın daha çok farkına vardım.

Kadıköy’de bir eylemde tanışmıştım onla. O zamanlar, daha tiyatronun ne demek olduğunu dahi bilmeden bağımsız tiyatro yapacağız deyip boyumuzdan büyük işlere girişmiştik birkaç arkadaş. Sanki tiyatroyla, ilk başta bu ülkede sonra başka yerlerde devrim yapacakmışız gibi… Ama bilmiyorduk insanın kirlendiği gibi, tiyatronun da bunu yapanın da en başta kirlendiğini… Tabii istisnalar var, çok iyi insanlar var ama çok az… Öyle az ki; bence çoğumuzun tanıdıkları o istisnaya bile girmiyor. Çoğu kişi Nurgül Abla’yı tanımıyordu… İşte Nurgül Abla, gerçekten insan kalabildiği için tanınmıyordu… Ben bunu o sanatçı olanlar ve olmaya çalışan tayfalarda gördükçe daha çok anladım. Tanınmak isteği arttıkça insanlığından kaybediyor insan, önemsenme arzusu uğruna her şeyini yitiriyor. Maalesef bu dönemde de çoğu öyle… Suçlamıyorum kimseyi… Hayat tragedyalar gibi iyi ve kötülerden oluşmuyor, Rus edebiyatı gibi ikisini birden barındırıyor.

O zamanlar Nurgül Abla bize inanmıştı, ben size öğretirim, demişti. İnanın bana, benim o yaştaki hâlim bana aynı şeyi söylese şu anda, bir git derim. Bir git, manyak mısın, derim. Yel değirmenlerine karşı don kişotluk yapmayın, derim… Biz daha o zamanlar don kişot gibi yel değirmenlerinin üzerine yürüyemiyorduk bile ama o bize inanmıştı. Öyle bir insan bize inanmıştı.

Biz mekân bulduk, boya yaptık, masa sandalye çözdük… Her şeyi bedava oradan buradan ayarlamıştık. Nurgül Abla, bir hoca daha bulmuştu bize… Necdet Abi… Eski maden işçisi ve aynı zamanda Zonguldak’ta uzun süre tiyatro oyunculuğu yapmış, yönetmenlik yapmış ve müzikle uğraşan gerçekten tam bir halk sanatçısıydı.

O zamanlar, birkaç kişi eğitime para verilmez diye başlamıştık buna. Ama bu kadar hızlı olacağını inanın biz de ummuyorduk. Tek derdimiz, yapmak istediğimiz şeyi yapmaktı ve paramız da yoktu. Hâlâ yok, orası ayrı mesele…

Birkaç kişi gerçekten isteyerek, birkaç kişi ise iş olsun torba dolsun diye eğitim almaya gelmişti. Nedeninden öte, emeği önemliydi. Nurgül Abla ve Necdet Abi kendi dallarında bölüşmüşlerdi alanları. Oyunculuk ve doğaçlama alanlarını Nurgül Abla, metin çözümleme ve tiyatro tarihi gibi teorik alanları ise Necdet Abi anlatacaktı. Hatırlıyorum da her şeyin bu kadar hızlı ve basit olması beni hem mutlu etmişti hem de şaşırtmıştı. Ben ise daha çok teknik işlere bakacaktım. Fotokopiymiş, cartmış, curtmuş… Ama öyle olmadı işte. Keşke öyle olsaydı.

Nurgül Abla uzun zamandır tiyatro yapmıyordu ve bizle başlayacaktı bu sürece. Ailevi sorunlar ve sağlık sorunları tiyatroyu hep ondan uzak tutmuştu ve yine bir sağlık sorunu kapıya dayanmıştı. Nurgül Abla’nın vücudunda kanser hücresi çıkıverdi ve tekrardan tedaviye başladı. O yüzden derslerden ayrılmak zorunda kaldı. Onun ardından Necdet Abi de gitti. Biz dımdızlak ortada kalmıştık.

Neye üzüleceğimi o an bilememiştim. Nurgül Abla’nın sağlık sorunu bir süre sonra geçer ve tekrar döner diye umuyordum. O yüzden eğitimi ben ele almıştım. Çünkü o kadar insan topladık, mekân bulduk, ayarladık. Bunun devam etmesi gerekiyordu. O yüzden her gün okulda derslerde kitap okuyor, temrinler (temel oyunculuk alıştırmaları) öğreniyordum ve akşamları ise o alıştırmaları yaptırmaya çalışıyordum. Haftada iki akşam çalışıyorduk. Ben Nurgül Abla’nın yanına her hafta gidemiyordum maalesef, bir de gitsem ne yapacaktım, bilemiyorum. Ama her hafta arayıp ekibe neler yaptırmam gerektiğini soruyordum. Tek tek notlarımı açıklıyor, o ise bazılarını çıkarttırıyor, bazı şeyler eklettiriyordu. Uzaktan eğitim nasıl verilir, tek tek anlatıyordu bana. O hasta hâlinde bunu dert etmişti ve hâlâ buna uğraşıyordu. Ve ben hâlâ sağlık sorununun çok daha ciddi olduğunu bilmiyordum.

Velhasılı kelâm, bu süreç bir süre böyle devam etti. Ekipten çıkanlar oldu, girenler oldu. Ama eğitimler devam etti. Nurgül Abla ile telefon üzerinden aldığım eğitimler de bitmedi. Yavaş yavaş yanına gidip yüz yüze görüşmelerim de olmaya başladı. Her gittiğimde daha çok mutlu oluyordu. Farkındaydım, tiyatroya ömrünü adamış bir kadındı ve tiyatro üzerine konuşmak ona çok iyi geliyordu. Ben geldiğimde ise annesine ve babasına ‘öğrencim geldi’ deyip balkona sigara içmeye giderdik ve saatlerce tiyatro hakkında konuşup dururduk.

Şimdi o konuşmalar aklıma geliyor da birkaç hafta sadece eğitim vermişti bize ve daha sonra hastalığı çıkmıştı. Tam anlamıyla bir eğitim süreci gerçekleştirememiştik ama benim Nurgül Abla ile her konuşmam bir eğitimdi. Tiyatrodan konuşmasak bile her konu oraya dayanıyor ve sonunda hep bir şey öğreniyordum.

Tiyatroda usta-çırak ilişkisini ben orada görmüştüm. Ondan önce de sonra da bazı kurumlardan ve kişilerden tiyatro eğitimi aldım ama usta-çırak ilişkisini hiçbir zaman oralarda göremedim. Çünkü ustalık sadece kendi alanıyla ilgili öğrettiği teorik ya da pratik bilgiler ve deneyimler değildi. Ustalık cidden çırağının hayatına dokunmaktı. Bu dönemde çok az insan çok az insanın hayatına dokunabiliyor. Hele ki tiyatroda usta bulabilmek, bu zamanda parayla alınamayan en nadir şeylerden biri sanırsam. Birçok sanat kurumu eğitim veriyor ama usta bulunduramıyor. En azından bakış hiçbir zaman öyle olmuyor artık. Nurgül Abla’da öyle bir bakış vardı. O yüzden Nurgül Abla benim ustamdı.

Kısacası, her tiyatro grubu gibi bizimkisi de yavaş yavaş dağıldı ve bitti. Fakat bu süreç aylar sürdü, bir anda pes etmedik. Ama pes edeceğimiz süreç geldiğinde mecburen dağıldık. Ben o süreçte Nurgül Abla’yla ilişkimi her zaman korudum. Ondan sonra artık tiyatro ekibiyle ilgili tavsiyelerden öte daha çok neler yapmamla ilgili tavsiyeler vermeye başladı bana. Ben ise artık bu alanda eğitim almam gerektiğini düşünüyordum, aslında Nurgül Abla da benim hakkımda öyle düşünüyordu ve eskiden yer aldığı Semaver Kumpanya’dan tanıdığını ayarlayarak oranın eğitim programına yazdırmıştı beni. Tanıdıklık sayesinde yüzde elli indirim sağlamıştı bana. Ben ise her ay yatan bursumun bir miktarını oraya veriyordum. Toplam dört aylık bir eğitimdi ama ben sadece üç aylık parasını ödedim son ayı ödemedim. Çünkü orada da kişi sayısı azaldıkça zaman doldurup gidelim kafasına erişmişlerdi ve o istek olmayınca kursiyerlerin aldıkları verim de düşmekteydi. En azından benim için öyle oldu. Normalde dört aylık bir eğitimdi ama ben üç aylık bir verim almıştım, o yüzden son ayın ücretini vermedim. Nurgül Abla vermemi ve bu alanda her zaman kurumdaki insanlarla yüz yüze bakacağımı söyledi. Ben tamam, dedim ama hâlâ vermedim. Haklıydı, ona göre vermem gerekirdi ama ben bir ay boş zaman geçirmenin neden parasını vereyim ki? Bence onların bu bakışı ayıptı. Ama bu bakış meşrulaştığı için ayıplığını git gide yitirmişti.

Daha sonrasında başka bir kurumun sınavına girdim ve eğitim almaya başladım. Sınava beni Nurgül Abla hazırlamıştı. Ve ben o süreçte mümkün oldukça yanına gidiyor ve yaptıklarımızı anlatıyordum. Nurgül Abla ise daha çok kemoterapiye giriyor ve kemoterapinin etkisi vücudunda daha çok ortaya çıkıyordu. Bu yüzden yanına gidemiyor, bazı zamanlar sadece telefonla görüşebiliyordum, çünkü dışardan biriyle görüşmek o zamanlarda sıkıntı yaratabiliyordu.

On yaşında kızı vardı ve o geldiğinde çok mutlu olduğunu gittiğim zaman hem gözlerinden hem de sözlerinden anlayabiliyordum. Bir konuşmasında; kızı Ayşe, Nurgül Abla’yı arkadaşlarından kıskandığını anlatmıştı. Çünkü Nurgül Abla çocuklarla nasıl oynandığını ve neler yapılacağını çok iyi biliyordu, çok uzun zaman farklı kurumlarda drama eğitimi vermişti. Bu yüzden Ayşe’nin arkadaşları da Nurgül Abla’yı çok seviyorlarmış, ama Ayşe ‘benim annem’ deyip arkadaşlarından ayırıyormuş Nurgül Abla’yı. Ayşe ise babasıyla yaşadığı için belli zamanlarda gidiyordu Nurgül Abla’nın yanına ve doya doya zaman geçirmeye çalışıyorlardı.

Bu hastalık sürecinde, bir kızıyla yaşadığı anılardan bir de gittiğimde konuştuğumuz tiyatro muhabbetinden zevk aldığını gözlerinden görebiliyordum. Hastalık süreci o kadar uzun sürdü ki; çoğu zaman yanına bile gidemiyordum. Bir süre sonra evde kendince kukla tarzı oyuncaklar yapmaya başlamıştı ve kızıyla onları oynuyorlardı. Ve kafasında hep planları vardı. Yapacağı tiyatro oyunlarını ve onların nasıl tarzda olacağını anlatıyordu.

Hastalığı çok ilerlemediği bir zamanda, ben ve bir arkadaşım kendimizce birer tiyatro oyunu yazmıştık. Ve o zaman sorsanız, o oyunlar dünyanın en iyi oyunları derdik ama tabii ki öyle değildi. Bizi umursayan bir tek Nurgül Abla olunca ondan okumasını ve yorum yapmasını istedik. O ise mail adresi verdi bize, oyunları oraya gönderdik. Şimdi bilsem direkt yazılı halde kâğıt olarak götürürdüm yanına. Çünkü telefonu word dosyasını açmadığı için gitmiş internet kafede saatlerce bizim o iki oyunu okumuştu, bizim ise sonradan haberimiz olmuştu bu durumdan. O hasta hâliyle yine bizi düşünmüş ve oyunlar hakkında notlar tutmuş, yorumlar yapmıştı. Necdet Abi’ye de göndermiştik oyunları. Buluşmaya gittiğimizde Necdet Abi ‘çöp’ deyip bir kenara atmıştı oyunları. “Oyun değil bunlar, kahve muhabbeti” demişti. Haklıydı, oyun değildi, kahve muhabbetiydi. Nurgül Abla ise derinlikli olarak nasıl oyunlardan etkilendiğimizi, yazım tarzımızı, oyun temasını tek tek bizle tartıştı ve eksikliklerimizi söyledi. Oyunlar gerçekten çöptü ama çöpten yine bir şeyler çıkartmıştı.

Şimdi hatırlıyorum da her muhabbetimiz, her sohbetimiz benim daha çok neler yapmam, neler yapmamamla ilgili oluyordu. O hasta hâliyle bununla ilgilenip dert ediyordu. Acaba ben mi bencillik yapıp öyle davranıyordum, diye düşünüyorum da hayır, o da bunun derdindeydi. Kendi sıkıntısını başkasına sıkıntı etmek istemiyordu ve bir usta gibi sorumluluk hissediyordu içinde. Ve ben genellikle onun yapma dediği şeylerin hepsini de yapıyordum. Bir şeylerin daha hızlı olması için, başarı için, kendimi gösterebilmek için… Ama sonunda o haklı çıkıyordu. Yapmamam gerekenleri yapmaya çalışsam da çoğu olmadı ve yarım kaldı.

Ölüm haberini duyduğumda ise onun pişmanlığı daha çok acıtmıştı. Çünkü o sadece eğitime odaklanmamı, özel tiyatroya girmememi istiyordu. Ben ise bir değil, tam iki özel tiyatroda yer almaya başlamıştım. Bunun sadece birini söyleyebilmiştim ona, zar zor onay alabilmiştim. Ama ikincisini söylememiştim. Tek derdim, oyun çıkarmak ve o oyuna çağırmaktı Nurgül Abla’yı. Ama oyunlar tam olarak çıkmadan pandemi vurdu bizi ve her şey darmadağın oldu. Pandemide herkes gibi ben de kabuğuma çekildim. Nurgül Abla’yla bir tek kısa bir telefon sohbetimiz oldu sadece. Sonra kendi lisans alanımla ilgili düzenli işe girdim ve pandeminin geçmesini bekledim. Ama işte pandemi geçmeden Nurgül Abla vefat etti.

Şimdi görüyorum ki; benimkisi bencillikten başka bir durum değildi. Konuşmalarımızda onun hastalığı ve hayatından öte benim tiyatro planlarım daha çok öne çıkıyordu. Belki o bunu bir sorumlulukla yapıyordu ama ben ufak da olsa sorumlulukla yaklaşamadım. Arayıp başarısızlığımı anlatmaktan öte hiç aramamayı tercih ettim.

Şimdi ise vefat edeli tam bir yıl geçti. Bence hatırlanması, bilinmesi ve anılması gereken biri Nurgül Abla. Bu yazıyı yazarken bile fark ediyorum ki hep kendi hayatım üzerinden anlattım Nurgül Abla’yı. Maalesef bu durum onun hayatına tam olarak giremediğimden ve bilmediğimdendir. Benle yaşadığı bu birkaç örnek, Allah bilir daha kimlerin hayatına benim gibi böyle dokunduğunu düşündürüyor bizlere. Kırk dokuz yıllık yaşamında daha nicelere ustalık yapmıştır. Bilemiyorum… Bu yazı biraz olsun onu tanıtıyorsa, merak ettiriyorsa ya da tanıyanlar için hatırlatıyorsa ne mutlu bana…

Nurgül Abla ve daha nice güzel insanların anıları şiirlerimizde yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır.

Emre Kalaylar

*: “Hakikat, Elbet Bir Gün” oyunundan bir replik

Mücadele keskinleşiyor, saflar netleşiyor

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir. Birçok olay ve süreç, aslında bu sınıf savaşlarının damgasını taşırlar, ister bunu dolaysız ortaya koysunlar isterse sınıf savaşımını örterek gelişmiş olsunlar.

Bunu söylerken, aslında toplumsal yaşamın tüm yönleri ile, sınıflar arasındaki savaşım arasındaki, görünür veya görünmez tüm bağlara dikkat çekmiş oluruz. İlk bakışta, dıştan göründüğü hâli ile sınıflar arasındaki savaşımla hiç bağı yokmuş gibi duran pek çok şey, gerçekte, iyi bir inceleme ile bu savaşımın bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkarlar.

Sınıf savaşımının belirleyiciliğini, sınıflı toplumlar için, yadsıyan pek çok görüş, eğer gerçekten sınıf savaşımını kavramak konusunda bir eksikliğin ürünü değil ise, sistemi, kurulu düzeni ayakta tutmak için iş gören ideolojik manevralardır. Bu görüşlere “haklılık” payı veren “okur-yazar takımı” (Şu noktada ihtiyaç var sınırım: Okur yazar takımını, OYT olarak kısaltmak istiyoruz. Bu kavram bundan sonra, mücadelenin her aşamasında bize oldukça fazla yardımcı olacak. Ülkemizde, ucuz bir “aydın” olma hâli vardır ve yaygındır. Okumuş, mürekkep yalamış birçok kişi, kendini “aydın”, entelektüel anlamında aydın saymakta, ama sıra olup bitene ilişkin tutum konusuna gelince, rahatına düşkün bir tarzın verdiği kolaylıkla halkı suçlamaktadır. Halkı suçlarken, birçok söyledikleri de doğru olabilir, ama entelektüel tutum, “tavır almama” veya “tarafsız kalma” gibi tuhaf bir biçimde tanımlanamaz. Gerçekten yana tutum, maliyetlidir ve bizim okur-yazar takımımız, kendine unvan olarak “aydın” kavramını yakıştırmada gösterdiği “irade”yi, mücadele etme konusunda asla göstermemektedir. Dahası, sistemin sürekli “uzman” üretmesi ucuzluğunun OYT içinde yansıması da var. Bunlar, gerçekliği, istek ve ihtiyaçlarına göre eğip bükmekte oldukça isteklidirler, tüm maharetlerini bu alanda göstermektedirler.) “bilmiş” hâlleri ile, sınıf mücadelesi dışında alanlardan söz etmeyi çok sever. Mesela kadın mücadelesini böyle ele alır ve sunarlar. Kadın sorunu, sınıf savaşımından “azade”, onun dışında bir sorun olarak ele alınır. Sanki, karşı cephede, kadın sorunu, komünizme kadar hiçbir şey yapılmaması gereken bir alandır diyenler varmış gibi, onu sınıf savaşımından koparmak için savunular üretirler. Onların savunularına bakınca, biz devrimci sosyalistlerin, devrimin zaferine kadar “kadın sorunu yok hükmündedir” dediğini sanırsınız. Savunu şöyle ilerler: Zengin kadının da sorunu yok mu? İşte budur derinlik. Gençlik hareketini ele alalım, zengin gençlerin de sorunları yok mu? Ne âlâ bir akıl yürütmedir bu! Biz komünistler, devrimci sosyalistler, kadın sorununu, erkek egemen kültürün, tüm sınıflı toplumlar tarihinin bir ürünü olarak görürüz. Kadının aşağılanması, erkek cinsin de aşağılanmasıdır, böyle bakarız. Kadın vücudunu cinsel bir metaya dönüştüren sistem, aslında insanın insan tarafından sömürülmesi demek olan sınıflı toplumlardır. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü aşağılanmanın da kaynağıdır, kadının aşağılanmasının, ırksal aşağılanmanın vb. Biz devrimci sosyalistler, kapitalizmi yıkma (tedavi etme, tamir etme değil) mücadelesini, tam da tüm bunların ortak bileşeni olarak ele alırız. Sorunun, kökten, tümden çözümünü savunuruz. Ama bu durum, bizim bugünden o sorunlara karşı mücadele etmemizi gereksiz kılmaz. Tersine, gerekli kılar. Diyelim ki, devrim için savaşan bir grup, fabrikadaki grevde daha iyi haklar elde edilmesi için mücadele etmez mi, elbette eder. Ama grevden “zafer” ile çıkmak, abartılmamalı ve “kurtuluş” anlamına gelmez. Aynı şekilde aşağılanmanın her türüne, sömürünün her türüne karşı mücadele, “devrimden sonraya” ertelenmiş bir tutum değildir. Evet, devrimci cephede de, hatta bizim saflarımızda da, kadın sorunu, tüm varlığı ile, tüm yönleri ile yansımasını bulur. Devrimci sosyalistler, erkek egemen ideolojinin kendi saflarına yansımasının her biçimine karşı mücadele etmeyi savunur. Kapitalist sistem içinde, kapitalist sistemi yıkmaya yönelmiş bir insanın, devrimcinin, o sistemin tüm etkilerine karşı bağışıklık kazandığını savunmak hafiflik olur. Bu doğru değildir. Bunu savunan devrimci de biz bilmiyoruz. “Meta ufku”, günlük hayatımızın içinde o kadar derinleşmiştir ki, onu söküp atmak, ancak ve ancak devrimci örgütün içinde bilfiil savaşarak mümkündür. Bunu kadın sorunu konusunda, erkekte ve aynı zamanda kadında birikmiş burjuva önyargıları ve kalıntıları söküp atmak konusunda yol almak için de söyleyebiliriz; bir devrimci örgüt içinde bu “arınma” sağlanabilir. Ve bunun otomatik hâle gelmiş bir “mekanizması” yoktur, tek “mekanizma” devrimci mücadelenin kendisidir.

Devrimci örgüt, devrimi örme mücadelesinde, kendi saflarında, embriyon hâlinde “gelecek” insanı, komünizmin kurucusu olan insanı yaratmayı hedefler.

En ileri işçiler, en ileri kadınlar, en ileri gençler, bu sistemin içinden gelmektedirler ve derinde o hesaplaşmak istedikleri sistemin izlerini taşırlar. Bu nedenle, biz dünya devrimcileri, dünyanın her ülkesindeki devrimciler, biliriz ve söylemekten çekinmeyiz ki, devrim mücadelesinin büyük kısmı, devrimci örgütün içinde süren bu “görünmez” mücadeledir.

Bu uzun girişin nedeni, “sınıf savaşımı” dışında mücadele alanları vardır diye kaleme sarılacak olanları durdurmak değil, tersine, “sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşları tarihidir” derken, bu bilinen sözün derinliğine dikkat çekmek içindir. Ne ekolojik mücadeleyi ne her türden ayrımcılığa karşı mücadeleyi yok saymaz, tersine sınıf savaşımının içinde görür.

Sınıflı toplumun temel belirleyeni, sınıf savaşımıdır. Oldukça açıktır, devlet bu sınıf savaşımının hem itirafı hem de bu savaşta egemen sınıfın örgütüdür.

Devlet varsa, demek ki sınıf savaşımı da sürmektedir.

İlk sınıflı toplum olan kölecilikle kıyaslandığında, kapitalist toplum, burjuva egemenlik, çok daha gelişmiş (aynı anlama gelmek üzere, OYT için söylersek, çok daha “kötü”) olanıdır. Daha gelişmiş bir sınıf egemenlik aracıdır. Kendinden önceki sınıfların egemenlik aracı olan o çağın devletlerinin mirasları üzerine yükselmiştir.

Nasıl ki, kapitalist ilişkiler ağı, tüm toplumu sarıyor, meta ilişkileri her ilişkinin içine sızıyor ve ona “karakterini” veren hâle geliyorsa, aynı biçimde günümüz burjuva devleti olan Tekelci Polis Devleti de, müdahale alanlarını genişletiyor. Yatak odasına belki önce meta ilişkileri girmiştir, ama ardından devlet de oradadır. OYT’nin sık sık kullandığı ve sevdiği Sivil Toplum Kuruluşları (STK), aslında devletin “dışında” olarak tanımlanırlar. Buyurun, bize “devlet dışı”lığı gösterin. Devlet, tüm bu kurumları, aslında demokratik kitle örgütlerinin varlığını tehdit gördüğü için denetim altına almaktadır. Devlet ve ona karşı mücadele edenlerin dışında bir “sivil toplum” ortada yoktur. Feodal dönemde, bundan söz etmek mümkündü, en azından bir fotoğraf olarak, film olmayacak olsa da. Fotoğraf, donmuş şekilde bir anlık gerçeği yansıtabilir, ama film olduğunda, ortaya bir hareket, bir yön, bir eğilim de koymak gerekir. “Sivil toplum”, eğer devletin henüz müdahil olmadığı, denetlemediği alan ise, bu feodal toplumda belki bir fotoğraf karesi/kareleri şeklinde bulunabilirdi. Bugünün kapitalist toplumunda bundan söz edilemez. Meta ilişkilerinin girmediği alan kalmamıştır ve modern kapitalizm tekelci kapitalizmdir, bu meta ilişkilerinin üstüne “hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti” örgütler.

Diyelim ki, bir işçi sendikası söz konusu olsun, bir istisna değil ise, tüm kapitalist dünyada, devlet bu işçi sendikasının ya doğrudan karşısında barikattadır ya da onun içine sızmış ve orayı işçi örgütü olmaktan çıkarmıştır. Bu aynı şeyi kadın hareketi için de söyleyebiliriz. Ya da mesela Pir Sultan Abdal derneği için de. Gerçekten “Alevi” derneği gibi davranmak istiyorsanız, gerçekten Pir Sultan Abdal derneği olacaksanız, devlete karşı, açık tutum almak zorundasınız. Devletten “ihsan” bekleyerek mücadele edilemez.

Tüm bunlar, sınıf savaşımının her zaman tüm çıplaklığı ile açık ve ortada olduğu anlamına gelmez. Bazı dönemlerde sınıf savaşımı, sanki yokmuş gibi yer kabuğunun altına iner. Mesela 12 Eylül sonrası dönemde, özellikle de 1986 sonrasında bundan söz edebiliriz. Sanki bu ülkede (yeni harekete geçmiş olan Kürt devrimi bir yana bırakılarak konuşuyoruz) sınıf savaşımı yokmuş, sanki sınıflar ortadan kalkmış ama onlardan birinin egemenliğinin aracı olan devlet havada asılı duruyormuş gibi varlığını sürdürmektedir şeklinde bir görüntü ortaya çıkmıştı. Bu veya daha ilerisi sınıf savaşımının örtüldüğü, gündeme farklı biçimlerde çıktığı dönemler yaşanmaktadır.

Diyelim ki, sendikaları devlet ele geçirmiş, diyelim ki, demokratik kitle örgütleri (OYT kusura bakmasın, STK kavramı bir aldatmacadır ve biz devrimciler gerçeğe bağlıyız. Onun için Demokratik Kitle Örgütleri-DKÖ diyeceğiz) devletin denetimine girmiş ya da mesela bir “savaş” toplumun tüm duygularını kabartmış vb. işte böylesi dönemlerde sınıf savaşımı, yer kabuğunun altına çekilir.

Sınıf savaşımından kaynaklanan ya da onun içinde ele alınması gereken birçok çelişki, sınıf savaşımını örten bir örtü olarak öne çıkmaya başlar.

Böylesi dönemlerde, cepheler net değildir ve dost ile düşman çok fazla birbirinin içine karışmış gibidir. Gibidir, çünkü, gerçekte, bunu bilmek, ayırmak, anlamak mümkündür hem de her zaman. Bilim, Marksizm bunun için vardır.

Birçok ekonomide, yüksek büyümenin gerçekleştiği bazı dönemlerde, her yüksek büyüme döneminde değil, buna benzer bir durum ortaya çıkabilir. Ama bu mutlaka büyüme ile bağlı bir süreç değildir, ki örneklerini yukarıda verdik. Eğer iki sınıf arasındaki mücadele açık biçimler alıyor ve sokaklara yansıyorsa, bunu örtmek kolay değildir.

Cephelerin net olmadığı böylesi dönemlerde, insanların mücadeleye katılımı da geri düşer.

* * *

Biliniyor, bizim dışımızda bir toplumsal bilinç var. Bu toplumsal bilinç, gerçekte, o andaki ortalama bilinci yansıtır ve elbette sınıf savaşımı da dahil toplumsal gerçekliğin bir ifadesidir. Diyelim ki, toplumun ahlâk, estetik vb. anlayışı, bu toplumsal bilinç olarak karşımıza çıkar. Ve elbette, egemen sınıfın bilincini yansıtır.

Kişi için toplumsal bilinç, kendisi dışında bir maddedir, bir maddi varlıktır. Ahlâksızlıkla suçlanan ve taşlanarak linç edilen bir kadın görüntüsü, bu toplumsal bilincin nasıl bir maddi varlık, ne kadar sert olduğunu da göstermektedir. Oysa, o toplum için bile kabul edecek olsak “ahlâksızlık” sadece kadının işi olmamış olmalıdır. Kendi ahlâk anlayışlarına göre bile, ilk taşı “günahsız atsın” dense, taş atacak kişi çıkmaz.

Toplumsal bilinç, bir genelleme yapılacaksa, bireyin bilincini belirler. Bireyin bilincinin dışında, katı bir varlıktır ve genel kural olarak bireyin bilincini belirler.

Diyelim ki, siz bu ilişkiyi bozdunuz ve devrimci bir tutum alıp, sisteme savaş açtınız ve bunun için de örgütleriniz var. Buna rağmen, bu toplumsal bilinç, sizin için dışsal bir durumdur. Onu aşma hâliniz, sürekli bir örgütlü mücadeleyi gerektirir. Sizin alışkanlıklarınıza kadar sinmiş olan bu toplumsal bilinç, ancak süreklilik arz eden bir mücadele ile aşılabilir.

Hatta biz devrimciler, eylemlerimizi belirlerken, hem bu toplumsal bilincin durumunu hem de o ana özgü ruh hâlini, toplumsal havayı analiz etmeyi hedefleriz.

Sınıf savaşımının geri düştüğü, sanki sınıf savaşımı diye bir şey yokmuş gibi, bambaşka gündemlerin oluştuğu dönemler, aslında egemen sınıfın, şu ya da bu olanakla, sınıf savaşımında düşmanı olan işçi sınıfını örgütsüz bıraktığı, onu karanlığın içine itmeyi başardığı, onu “esir” aldığı dönemlerdir. Ağır yenilgi dönemleridir. 12 Mart öyle değildir, 12 Eylül öyledir, ağır yenilgi dönemidir.

Böylesi dönemlerde, bize burjuva cephe “sınıf savaşımı bitti” diye mavallar okur ve bunun en büyük destekçileri kendini ayrıcalıklı sayan OYT’dir. En çok onlar bu koroya katılırlar. Bize, Marx’tan alıntılar yaparak, sınıf savaşımının bittiğini anlatmaya çalışırlar. Sınıf savaşımı bitmiş, ama sınıflar var. Sınıf savaşımı bitti ise, buyurun burjuva devlet kendini feshetsin. Sınıf savaşımı bitmiş ama burjuvalar var.

Bu dönemler ağır dönemlerdir. Sadece bu dönemlerde yaşayan devrimcilerin, yaşadıkları ve kaybettiklerinin yükü nedeni ile ağır değil, aynı zamanda bu dönemlerde zaman biraz ağır akar, tarih biraz yavaşlamış gibidir, sanki bir yay gibi zaman gerilmektedir.

Öyle ya, sanki, bu gerilen yay, daha hızlı bir tarihî akış için okun menzilini hesaplamaktadır.

* * *

İşte böylesi bir dönemi geride bırakıyoruz.

Sınıf savaşımının sanki yokmuş gibi önde olmadığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Sadece ülkemizde değil, ama özellikle ülkemizde. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin yarattığı soldan kaçış ve örgütsel-ideolojik erozyon, diğer yandan SSCB’nin çöküşünün yarattığı sosyalizmden kaçış, tarihin hızla “geriye doğru” gerilmesine yol açmıştır. İşte bu dönem geride kalmaya başlamıştır.

Önümüze bakmak, ufka bakmak, gelecekten bugüne bakmak denenmelidir, zamanıdır.

Ülkemizde sınıf savaşımı üzerine tartıştığımız zaman, üç kol, üç kuvvet özellikle önemlidir ve başkaları bir anlamda hesaba alınmasa bile bu üç kuvvet hesaba katılmalıdır. Bunlar, genelden özele doğru sıralarsak, (1) emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, (2) Kürt devrimi ve (3) Gezi ile başlayan direniş ya da işçi hareketidir.

Mücadele keskinleşiyor.

Demek ki, saflar netleşmektedir.

Daha zamanımız olduğunu söyleyebilirsiniz. Muhtemelen doğrudur.

 

1

Dünyayı yeniden paylaşmak için harekete geçen emperyalist güçler, en başta ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, tüm savaş tutkularını ortaya koymaya başlamışlardır. SSCB var iken, “Batı değerleri” masalı ile “demokrasi” şampiyonluğu yapanlar, şimdi dünyayı yeniden kana boyamaktan çekinmediklerini açıkça ortaya koymaktadırlar.

En eli kanlı emperyalist güçler, en çok “demokrasi” kahramanı olarak ortaya çıktılar.

Aslında, emperyalist ülkelerin sicili son derece açıktır. Her biri, dünyanın hemen her alanında katliamlar gerçekleştirmiştir ama buna rağmen “insanlık değerleri”nin en gözde temsilcileri olarak kendilerini sunabilmeyi başarabilmişlerdir. Kurtlar, dünyaya, koyunların en büyük koruyucuları olduklarını, hatta bunun tanrının iradesi olduğunu kabul ettirmişlerdir.

Eli kanlı ülkeler ve yönetimler, medya ve OYT eli ile, sosyalist kamptan liderlerin “demokrat” olmadıklarını ifade eden örnekler anlatmışlardır.

Bu yolla, kitlelere, işçilere, “siz bize mecbursunuz” demek istemiş olmalılar. Kurtlar, kendilerine karşı mücadele edenlerin de “cana” kıydıklarının örneklerini sunmuşlardır. Yani; bizi suçlamayın, komünistler de cana kıyıyorlar. Bunu sürekli propaganda ettiler. Bu yolla “Batı medeniyeti”, sürekli alkış almıştır. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de, Ukrayna’da vb. gerçekleştirdikleri her katliamı, “medeniyet taşımak”, “demokrasi götürmek” olarak sunmuşlardır. OYT, her zaman bunları, onlardan çok savunmuştur. Zaten “geri bir halk olan Yemen Araplarına” “demokrasi” ancak onların eli ile götürülebilirdi, ancak gökyüzünden füzelerle inebilirdi, demokrasi bu “cahil” ve “geri” halklar için ancak bomba olarak patlayarak gelebilirdi. Efendi, yani Beyaz Adam, medeniyet götürmekteydi. ODTÜ’nün ormanından yol geçmesi, bu medeniyet taşımanın efendiden komisyoncu kâhyaya taşınmış şekli olmalıdır. Komisyoncu kâhya, bugünlerde, ABD tarafından onaylanmış olan Saray Rejimi’ni, en azından bir “moda” olarak Kıbrıs’a taşımak için, müjde, müjde, müjde diye bağırmaktadır. Burjuva sınıf adına da rezilliktir. Kıbrıs’a saray yapımı, bir yandan inşaat şirketlerine bir yeni iş ve kendi ailesi için büyük bir rant demektir, bir yandan da Abdülhamid taklitçisi olarak “padişah eseri” bırakıp, Kıbrıs işgalini taçlandırma girişimidir. Ne yapsın, komisyonculuk bu kadar sonuç verebiliyor. Yağma ve katliamlara dayanarak yükselmiş Türk burjuvazisi, en estetik birikimi Erdoğan’ın kişiliğinde bulmuş gibidir. Tencere kapak hikâyesi gibi.

Efendinin, Batı medeniyetinin, demokrasi ve medeniyet taşıması uzun bir hikâyedir.

Bugün, bu süreç, tüm yönleri ile açığa çıkmaktadır.

Emperyalist merkezler, kendi savaşlarının hedeflerini, kurallarını açıkça ortaya koymaktadırlar.

Dün, eski SSCB topraklarında kapitalist ilişkilerin egemen kılınması hedefleri idi. Bugün, açık olarak Rusya ve Çin’e, sizleri eşit ortaklar olarak “kurtlar sofrası”na, efendiler katına almayız, birer yağma alanı, birer sömürge olarak kapitalist dünyaya dönebilirsiniz, demektedirler (Sosyalizmi korumak, yaşatmak belki zordu, ama eğer sömürge olmayı kabul etmeyecekseniz kapitalist dünyaya entegre olmak da daha az zor değildir).

Sadece emperyalist güçler arasında, dün geri planda tutulan paylaşım savaşımı öne çıkmıyor, aynı zamanda, her güç, kendi hedeflerini de ortaya koymaya başlıyor. Paylaşım savaşımı, kendi içinde daha bir netlik kazanıyor.

Trump ile, diğer emperyalist güçlere, özellikle AB’ye, haddinizi bilin diyen ABD, bugün, “siz bizim partnerimizsiniz” diyerek, Soğuk Savaş dönemi taktikleri ile, Rusya ve Çin’e karşı savaşı kızıştırıyor.

Bu savaş, dünya kapitalist sisteminin zirvesindeki ülkelerin, savaşı içeriye taşımalarına da neden olmaktadır. Değil mi ki, her savaş bir iç savaştır.

Çin’e kaydırılmış yatırımları içeri çekmek, ABD’nin mali teşvikleri kadar, sonuçta işgücünün ucuzlatılmasını da gerekli kılmaktadır. Bu durum, uzun süredir var olan işçilerin sosyal haklarını tırpanlama eğilimini daha da artıracaktır. ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist metropollerde, işçi ücretleri aşağıya çekilecek, emek gücü ucuzlatılacaktır. Bunun işaretleri gelmiştir. Pandeminin yarattığı işsizlik, bu açıdan tekellere büyük olanaklar sunmaktadır. Bunun krizin çözümü olamayacağı açık, ama konumuz bu değil. Vurgulamak istediğimiz; efendiler kendi içlerinde işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için önlemler alacaklarıdır.

Bu nedenle, artık “demokrasinin vatanı” diye anılan ülkelerde, “demokrasi” tanımlarında keskin değişimler görmeye başladık, başlayacağız.

Biz diyoruz ki, tekelci polis devleti, modern burjuva demokrasisidir. Bu, aslında faşizmin dişlilerinin kadife bir örtü ile örtülmesidir. Şimdi, bu kadife örtünün de ortadan kalkmakta olduğunu görüyoruz. İhtiyaç vardır ve dişliler ortaya çıkacaktır. 11 Eylül saldırıları bahane edilerek, hemen her emperyalist ülke, “terör”e karşı savaş başlığı ile, olağanüstü yasaları devreye sokmuştur, sokmaktadır.

Yani, hem emperyalist paylaşım savaşımında emperyalistler arasındaki savaş keskinleşmektedir hem de bu ülkelerin içinde mücadele keskinleşmektedir.

Emperyalist paylaşım savaşımı, çeşitli biçimlerde halkların birbirine karşı savaşımının kullanılması aşamalarını aşmaktadır. Bölgesel savaş, evet sürmekte ama yeterli olmamaktadır. Özellikle çözülen ABD hegemonyası olduğundan, ABD emperyalizmi çok daha atak bir savaş politikası devreye koyma peşindedir. Çin denizinde, Karadeniz’de, doğrudan hedefe atılmasa da silah patlamaktadır.

Her gün yapılan anlaşmalar, bir diğer anlaşma ile bozulmakta, savaş hazırlığı, her cephede, her düzeyde geliştirilmektedir.

ABD, şimdilik ilk hamle olarak AB’yi kendi arkasına almış gibi durmaktadır. Ama buna rağmen, bu “ittifak” birçok zayıflık ve çelişkisini doğrudan, ilk günlerinde açığa vurmaktadır.

Tüm bunlar sürerken, emperyalist metropollerde yer yer işçi eylemleri ortaya çıkmaktadır. Emperyalist ülkelerde üretimi Çin başta olmak üzere Asya’ya taşımaktan kaynaklı olarak ağırlığı artan hizmetler sektöründeki işçiler, artık kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görme sürecine girmişlerdir. Bu henüz bir bilinç durumundan çok, tepki şeklinde gelişmektedir. Hizmetler sektöründe, hem ücretler düşmekte, çalışma koşulları ağırlaşmaktadır hem de gelişen eylemlilikler işçilerin kendilerini tanıma sürecini hızlandırmaktadır. Amazon, Walmart, Google gibi işletmelerin çalışanları, çalışma şartlarının ağırlaşması sürecinin bilincine varmaktadırlar. Pandemi, süreci belli açılardan perdelemiş olsa da, durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Yakın dönemde, ABD, AB ve Japonya’da işsizliğin baskısı ile işçi ücretleri aşağıya çekilecektir. Son 30 yılın bir eğilimidir bu ve bugün daha da şiddetle uygulanacaktır.

Gelişmiş ülkelerde ruhuna fatiha okunan işçi sınıfı, yeniden mezarından çıkmaktadır.

Evet bunun zaman alacağı da kesindir.

Mücadele keskinleşmektedir, cepheler netleşmektedir. Bunu söylemek mümkündür. İngiltere’de, nehirden kurtarılan “sömürgeci”nin heykeli, sokaklara dönememiş, müzenin deposuna kaldırılmıştır. Bu küçümsenir bir durum değildir. ABD’de ırkçı saldırılara karşı gelişen direniş, devlet için tehdit olarak okunmaktadır.

ABD, müttefiklerini, eski Soğuk Savaş bayrağı altında, Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirmek isterken, aynı zamanda savaşın da cepheleri netleşmektedir. Artık, savaş, daha doğrudan müdahaleleri beraberinde getirecek gibidir. Artan kriz, sistemi tehdit etmektedir. ABD ve ortakları, Rusya ve Çin’i birer sömürge hâline getirmek yönünde iradelerini koymuşlardır. Bu yolla, krizin içinden çıkmayı ummaktadırlar. Rusya ve Çin’in, ister birlikte ister tek tek bunu kabul etmeyecekleri açıktır. Bu koşullarda savaş daha da keskinleşecektir.

Kapitalizmin, doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribat, doğanın savunulmasının da sınıf savaşımının alanı hâline gelmesini açığa çıkarmıştır. Bu durum, belli bir yaygınlık kazanan direnişin, daha da derinlik kazanacağı yönündeki inançlarımızı pekiştirmektedir.

Elbette, daha yolun başında sayılırız. SSCB’nin çözülmesi ve sosyalizmin prestij kaybı ve gündemden düşmesi ile oluşan tahribat, henüz giderilmiş değildir. Zaten beklenmesi gereken, önce bu tahribatın tamiri de değildir. Tersine, daha ileri bir sıçrayış beklenmelidir. Ama bu açıdan yolun başındayız. Dünya proletaryası yeterince örgütlü değildir. Direnişler, kolektif bir devrimci iradenin nüveleri olarak ele alınabilir. Önümüzde, işçi hareketi açısından, son derece yaratıcı gelişmelere gebe bir on yılın durmakta olduğunu söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz kanısındayız.

 

2

Emperyalistler arası paylaşım savaşımının odak noktalarından biri, yoğunluk kazandığı alanlarından biri bölgemizdir. Bölgemiz, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasları kapsayacak şekilde geniş bir alan olarak şekillenmektedir. ABD emperyalizmin BOP olarak tarif ettiği projenin alanı ile, bir eksik bir fazla örtüşmektedir.

ABD emperyalizmi, hem enerji kaynakları hem de Rusya ve Çin’in kuşatılması projesi açısından bu bölgeye yüklenmektedir. Bölgede oldukça derin bir geçmişe sahip olan emperyalist egemenlik, bugün bölge ülkelerinin yeniden dizayn edilmesi gibi projelerle varlığını sürdürmek istemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda cetvelle çizilen pek çok sınır, Üçüncü Dünya Savaşı ile yeniden çizilecek diye hesap yapıyorlar. Bu onların hesabıdır.

Bu nedenle, bölgemizde savaş eksik olmamaktadır. Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yugoslavya savaşları hâlâ sürmekte olan savaşlardır. Bölgenin her yanında kan dökülmekte, her yerde savaş yıkımları ve katliamlar yaşanmaktadır.

Bölgemizin en canlı mücadelesi Kürt mücadelesidir. Kürt devrimi, Türkiye Kürdistanında başlamış, bölgenin diğer dört ülkesinde etkisini göstermiş bir devrimdir. Bölgemizin en gelişmiş örgütlenmesi de Kürt hareketindedir.

Kürt sorunu, uluslararası ya da bölgesel bir sorun olarak ele alınmaktadır. Doğrudur da. Hem dört parçada var olması nedeni ile böyledir hem de bölgede süren uluslararası paylaşım savaşımı nedeni ile bu böyledir.

Dar anlamda, bir halkın kimliğinin bilincine varılması anlamında bir zafere ulaşmıştır da. Bunun bir “ulus devlet” şeklini almamış olması, sorunun bölgesel bağları nedeniyledir. Ama sorunun özgünlüğü nedeni ile Kürt devrimi, sosyalist anlamda bölge devrimi ile birleşmektedir. Emperyalist politikalar, başta ABD politikaları, Kürt meselesini, paylaşım savaşımının bir parçası hâline getirmek istemektedir. Kaba bir söylemle Barzani çizgisi budur. Öte yandan Kürt devrimi de bölgeyi kapsayacak olan sosyalist devrimin bir parçasıdır.

Bu iki çizgi, pek çok farklı versiyonları ile, Kürt hareketinin bütününün içinde de vardır. Barzani hareketi, emperyalizme bağlılığın, gericiliğin ifadesi ise de, onu da tek bir parça olarak düşünmek yerinde değildir.

Bugünlerde, Barzani’yi PKK üzerine sürmek için oldukça aktif ve birçok emperyalist güç tarafından beslenen bir politika mevcuttur. Buna rağmen, Barzani hareketinin gericiliğine karşı direnen Kürt hareketinin, Barzani denetimindeki alanda da temelleri vardır. Başkası düşünülemez. Barzani hareketi işbirlikçi bir harekettir ve gericiliği temsil etmektedir. Bu tutumunu, Kobanê’de, Şengal’de ve defalarca Irak Kürdistanında ortaya koymuştur. Bu yola devam edecekleri de açıktır. Kürtler içinde buna razı olanlar, Barzani hareketi ile bir gelecek arayanlar vardır. Ama bu eğilim, geleceği değil, dünü temsil etmektedir.

ABD ve TC işbirliği ile Kobanê devrimini boğma girişimi, TC tarafından PKK’ye ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı ile birleştirilmiştir. 2015 yılından bu yana, şiddetli bir saldırı, bir katliam politikası, bir çeşit soykırım saldırısı devreye sokulmuştur. Sonuç alamamaları, Kürt hareketinin örgütlülüğü nedeniyledir. Yoksa amaçları budur.

ABD, TC devletinin bu saldırısı açıktan desteklemektedir. Bu nettir. Cephelerin netleşmesi açısından kaydedilmelidir. ABD bu saldırıyı desteklerken, öte yandan Kürt hareketi ile “bana sığın” şeklinde özetlenecek bir ilişki geliştirmek istemiştir. TC devletine “sen saldır” diyor, ama öte yandan Kürt hareketine “bana sığın, seni korurum” diyor. Bir süre sonra, burada yol alabilmek için, PKK önderlerinin “kellesine” ödül koymuş olan kovboy, kendisi için bir farklı Kürt hareketi örgütlemek ve nihayetinde bu hareketi Barzani hareketinin “ruh ikizi” hâline getirmek istemektedir. Bu bir yandan Barzani’yi de tehdit ederken, diğer yandan, Barzani cephesinde yer almayan ama kararsız olan, savaş yorgunu olan kesimleri, özellikle Suriye sahasında kendine bağlama girişimidir de.

Bir yandan katliamlar, IŞİD’in devreye sokulması sürdürülürken, öte yandan, halkın HDP içindeki örgütlenmesini kırmak için, HDP’nin yönetim kadrosunun hapsedilmesi süreci yaratılmıştır. Böylece, hem askerî hem de siyasal alanda bir soykırım devreye sokulmuştur. Sadece Demirtaş ve arkadaşları tutuklanmamıştır. Dahası, on binlerce HDP yöneticisi, aktivisti nedensiz hapse atılmıştır. Bu konuda bir nedene bile ihtiyaç duymamaları, ABD ile olan yakın işbirliklerinin de sonucudur.

Seçimler yolu ile, büyük oy çoğunlukları ile kazanılan belediyeler, kayyum politikaları ile gasbedilmiştir. Böylece, Kürt hareketinin siyasal olarak önü, tümden kesilmek istenmektedir.

Hem gerillayı kırmak hem de siyasal olarak Kürt hareketini ezmek istemektedirler. Katliam politikaları bunu beslemektedir.

Bu arada ise, Barzani uzantısı, uzlaşmacı unsurlardan bir yeni siyasal parti yaratma planları sürmektedir.

Savaş, giderek daha da sertleşmektedir.

Ekonomik kriz de buna eklenmiş durumdadır.

Tüm güçleri ile, “uzlaşmacı” bir Kürt hareketini yaratmak istemektedirler. Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti, aslında OYT’nin tarif ettiği gibi, “bir yeni çözüm süreci” başlatılması amacını gütmüyordu. Sanıldığı gibi, yeni seçim hazırlığı da değildir. Bu iki düşünce de, meseleyi eksik okumaktır. Seçim meselesi sürekli bir gündem olarak ortadadır. Ama bu seçimin yapılıp yapılmayacağı bir tartışma konusudur. Ama öyle görünmektedir ki, Saray Rejimi, bu konuda karar almış değildir. ABD ve AB ortaklaşa olarak seçim baskısı ile Erdoğan’ı kaybedeceği bir seçime sokma kararı vermezse, böylesi bir seçimin Saray’dan çıkması mümkün görünmüyor. Hatta “zamanında seçim” bile görünmüyor.

Erdoğan’ın ziyareti, aslında bu tartışmaları güncelleyerek, Barzani taraftarı uzlaşmacılara bir cesaret verme girişimidir. “Çözüm masasını ben kurdum”, bana bağlanırsanız yine kurarım anlamına gelir, ama “çözüm masasını ben devirmedim” vurgusu, bana Barzani tarzı ile gelin, PKK tarzı ile gelmeyin, demektir. Onurlu bir çözüm girişimine sistemin tahammülü yoktur. Sistem, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, Kürtler bizi seçer” mantığını en üstten ilan etmektedir. Mesele budur.

Murat Karayılan, Erdoğan’ın, Garê operasyonunu yapanların, kendilerine görüşme teklif ettiklerini açıkça söylemiştir.

Saray Rejimi, Osmanlı sarayının bir komik versiyonu olsa da, “Osmanlı’da oyun bitmez” hâlini iyi temsil etmektedir.

Üstelik bu politikada, Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP olarak var değil, aynı zamanda CHP, İYİ Parti olarak da vardır. Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’den oluşmuyor. Aynı zamanda burjuva muhalefet de bunun içindedir. Baykal, “devletimizi kaybettik, onu yeniden kurmamız lazım” derken, sadece devletten pezevenklik hizmeti almış olmanın gereği olarak konuşmuyor, aynı zamanda Saray Rejimi’ne desteğini ifade ediyor.

Bugün bu saldırılar, HDP il binalarına Batı kesiminde saldırılarla sürmektedir. Bu yeni bir boyuttur. Bu saldırlar, hem HDP’nin Batı’da örgütlenmesine dönük bir saldırıdır ve hem de devrimci harekete dönük bir gözdağıdır. Saray Rejimi, kendisi için tehdit gördüğü Gezi ruhu ile Kürt hareketine, bu yolla aynı anda vurmak istemektedir.

Bu durum, CHP’nin her fırsatta halka, sokağa çıkmayın, bunlar katliam yapar şeklindeki korkutma hikâyelerinin kuvvetlenmesi için de destektir. Habire kayıp silahlardan söz ediyorlar. Bu kayıp silahların, halka karşı kullanılmasından söz ediyorlar. HDP binasına, devlet koruması ve teşviği ile dalıp bir kadını öldürmek, katil olmak demektir, ama bunda “cesaret” yoktur. Kaybolmuş silahlar, ister devletin elinde olsun ister devlet destekli paramiliter güçlerin elinde olsun, aynı işi görürler. Bunca kanın döküldüğü, bunca işkencenin yaşandığı, katliamların yaşandığı bir ülkede, dinci ve milliyetçi çetelerin eline silah vererek halkı korkutmak artık mümkün değildir. Devrim anında o silahların namluları, sahiplerine dönerler.

Kürt direnişi, uzun deneyimlere, birçok açıdan test edilmiş bir dirence, gelişmiş bir örgütlülüğe sahiptir. Egemenlerin, katillerin bir aklı var elbette, ama Kürt devrimcilerinin de aklının olduğu, yıllarca ortaya konmuştur.

Yaşananlar, sadece mücadelenin çetinleşmekte olduğunu ve daha da çetinleşeceğini, aynı zamanda buna bağlı olarak da safların netleşeceğini, netleşmekte olduğunu gösterir.

 

3

Gezi Direnişi, korku perdesini araladı. Henüz korku duvarını alaşağı edemedi. Ama onu yırttı. Bu yırtık, öyle terzi marifeti ile kapatılmıyor. Saray’ın basını, tüm kara propaganda araçları ve yöntemlerini devreye sokmuştur. Ama yine de işler istedikleri gibi gitmiyor.

TC devleti, Saray Rejimi, gelişmekte olan direnişi kırmak için, yayılmakta olan işçi, emekçi, kadın ve gençlik direnişlerini bastırmak için, daha fazla ve daha fazla zora başvuruyor.

Ama bir tarihî gerçektir, tüm sınıflı toplumlar tarihi tarafından ispatlanmış bir gerçek: Zorun doğurduğu zor, daha güçlüdür, gelecektir.

Her işçi eyleminin, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına, TOMA’larla, baskılarla, tutuklamalarla, işkencelerle çıkmaktadırlar. Rabia Naz olayını hatırlayalım. 11 yaşında bir kız çocuğudur ve öldürülmüştür. Davayı takip eden babası hapsedilmiş, zulüm görmüştür. Canikli, her kimi koruyorsa, tehditler savurmuştur. İlçenin kaymakamı, daha sonra atandığı yeni ilçede arabasının içinde ıssız bir yerde ölü bulunmuştur.

Silvan’da sürekli intiharlar gündeme gelmektedir.

Muş’ta, 12 yaşında bir kuran kursu öğrencisi, tuvaletin kapısında asılı olarak bulunmuştur.

Kız ya da erkek çocukların ırzına geçilmektedir.

Öğrenciler, haklarını aradıkları için hapsedilmekte, işkence görmektedirler.

Açlık yaygındır ve Emine Sultan, “lokmalarınızı küçültün” demektedir.

Çocuğunu tren kazasında kaybeden bir kadın, mahkeme önlerinde dayak yemiş, gazlanmıştır.

Somalı işçiler, bilmem kaç kere kendilerine verilen tazminat sözleri yerine gelmediği için Ankara’ya yürüyüş başlatmışlardır ve Saray, kendilerine, “gelin, buyurun” dememiştir. İşçiler de zaten muhataplarına, Saray’a yürümeyi akıl etmemiştir, eksikliktir.

İkizdere’de kadınlar, 30 milyon ton taş taşımak isteyen şirketin tahribatını önlemek için eylem yapmış, polise “sen şirketin polisi misin, devletin polisi misin” diye sormuşlardır. İkizdereliler, henüz hiçbir iş makinasına dinamit koymadıkları hâlde, sadece ağaçlara çıktıkları, sadece iş makinalarının önüne oturdukları için, “terörist” olarak gözaltına alınmışlardır.

Bugüne kadar hep AK Parti’ye oy vermiş, Erdoğan’ı desteklemiş Adıyamanlı tütün üreticileri, tütün ekimi yasaklanmakta olduğundan, sigara şirketleri böyle istediğinden, eyleme kalkışmış, karayolunu kesmişlerdir. Daha lastik yakıp yola atmamış, yollara iş araçları ile barikatlar kurmamışlardır. Ama yine de Saray’ın şiddetine maruz kalmışlardır. Onlar da “terörist” olmuştur.

Terörist olmak, direnmek anlamına geliyor, Saray’ın sevmediği adam anlamına geliyor ve itibardır.

Migros işçileri bir adım ileri atmış ve Özilhan’ın villasının yerini bulmuşlar ve orada eylem yapmışlardır.

Boğaziçi öğrencileri, sonunda kayyum rektör Bulu’nun görevden alınması ile sonuçlanan eylemlerine yüzlerce gün devam etmişlerdir. Ve olayın ardından, Bulu, “benim haberim yok, ben görevden alındım” diye dalga geçerken, gerçekten haberi olmadan görevden alınmıştır, ama Boğaziçi öğrencileri, öğretim üyeleri, “on dakikalık sevinç”in ardından, işe koyulmuşlar, gevşememe kararı almışlardır.

Gezi ruhu budur.

Direniş yayılmaktadır ve gelişmektedir.

Ama daha yolun başındayız.

Saray Rejimi, ha deyince yıkılmayacaktır ve Gezi’den daha ilerisi gereklidir. İşçi sınıfı sahneye çıkmalıdır, tüm ağırlığı ile, sınıf kimliği ile. Şalterler indirilmelidir.

Henüz işçi sınıfı, kendi gücünün farkında değildir. Henüz, kendi örgütlü gücü ile devasa eylemlere kalkışmıyor ve hâlâ eylemler, yerel, fabrika fabrika, işyeri işyeri biçiminde sürmektedir. Daha, sınıf kardeşliği denilen şeyi, daha bir sınıf olmanın bilincini geliştirebilmiş değildirler.

Ama buna rağmen, ülkede direniş yayılmaktadır.

Kadın hareketi, 1 Temmuz’da resmen süresi dolarak geçersiz hâle gelen İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için, sürekli eylemler geliştirdi. Taksim eyleminde, ilk barikatı aşmayı da başardılar. Ama ikinci barikatı aşma iradesi zayıf kaldı. Kadınlar, meselenin muhatabı olarak Saray’a yürüme iradesini gösteremediler. Ama buna rağmen, ciddi bir eylemlilik yürüttüler, yürütecekler.

Olaylar gösteriyor ki, hemen her işin muhatabı Saray’dır.

Erdoğan, sürekli saraylar yapmaktadır, ihtiyaç hâlinde en yakın saraya başvurulsun diye olmalıdır. Ne kadar ince bir düşünce! Doğrudan Saray ile konuşmak, demek ki, oraya yürümek gerekir. Avukatların, Ankara’ya geldiklerinde, polis “nereye” dediğinde Anıtkabir’e demeleri, aslında kaçamak dövüşmektir. Bu kaçamak dövüş, sonunda İstanbul’da, bir AK Parti-MHP-BBP-Perinçek barosunun oluşumuna neden oldu. Pelikan, Soylu vb. çeteleri de AK Parti içinde sayıyoruz. Sayıları 2700 civarında oldu. Eğer avukatlar, kararlı olsalardı, bu sonuç olmazdı. İş işten geçmiş midir? Elbette hayır. Şimdi, avukatlar, ülkenin genel gündemine müdahale edecek, taraf olacak hâlde tutum almalıdır. Mesela Somalı işçilerden yana, onlarla beraber yürümek gibi. Örnek bulmak çok kolay, yeter ki niyet olsun. Ülkenin her yanı “suç mahalli” hâline gelmiş iken, avukatların kimi savunacaklarını bilmeleri yeterli olacaktır.

Sendikalar, gerçekten işçi sendikası olmayı isteseler, yapacak çok işleri var, ama eğer Saray sendikası olarak kalmak ya da Saray sendikalarına özenmek istiyorlarsa, gerçekten yapacakları hiçbir şey yoktur. Ellerinden sendikaları işçiler alacaktır.

Bu bir ayrışma sürecidir.

Bu bir netleşme sürecidir.

İşçiler, direnişlerini geliştirmek zorundadırlar. Daha iyisini yapacak, daha örgütlü hâle gelecek deneyimleri hem tarihte vardır hem de bugün bizzat yaşayan işçi önderlerinde, devrimci harekette vardır. Bu konuda tereddüde yer olmamalıdır. Sendikalarını geri almaları mümkündür. Her fabrikada işçi komiteleri kurmaları mümkündür.

Birleşik Emek Cephesi’ni örmenin zamanıdır.

Devrimci hareketten uzak durarak, ancak ve ancak, burjuva politikacıların kuyruğu olmak mümkündür. Onurlu yaşamak için, hakkını almak için, iktidarı almak için, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, devrimci harekete ilgi duymak, devrimci saflarda örgütlenmek gerekir.

Kendini aydın sayan, sol cephede yer aldığını ilan eden, gerçekten sisteme karşı mücadele etmekten yana olan herkes, saf tutmalıdır. Öyle bir ayağı ile o tarafta, söylemleri ile bizim tarafta olma dönemi bitmektedir.

İşçi hareketi, devrimci hareket, en çok bir ayağı ile bizde olanlardan zarar görmektedir. Bir ayağını sisteme yerleştirip, sadece söylemi ile bizden yana olduğunu söyleyenler, açıkça saf tutmalıdır. Ya o tarafa ya da direnişe, direniş cephesine. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bir ayağını bizim saflara koyup, diğer ayağını öbür cephede tutanların bizdeki ayaklarını çekmelerini istiyoruz, önce bizdeki ayaklarına vuracağız. Sizi, iki ayağınızla, aklınız, eyleminiz ve düşlerinizle saflarımızda görmek istiyoruz, kimin gücü ne kadarsa o kadar, ama net bir şekilde. Büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmanın zamanıdır.

Bu, sendikal hareket için de geçerlidir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, artık direnişin her alanında net bir tutum almak, saf tutmak bir gerekliliktir. Başka türlüsü mücadeleyi geliştirmeyecektir.

Mücadelenin sertleşmekte olduğu açıktır. Saflar da buna uygun olarak netleşecektir.

Birleşik Emek Cephesi, sadece işçilerin ihtiyacı değildir. Mücadelenin tümünün ihtiyacıdır. Birleşik Emek Cephesi, sadece bugün ihtiyaç duyulan bir taktik değildir. Aynı zamanda devrimin de ihtiyacıdır, yani stratejik önemdedir. Uzun süreli mücadelenin gereğidir.

Kapitalizm, doğayı, doğanın bir parçası olarak insanı kirletmekte, yok etmektedir. Bu sistemin, şu ya da burasını onarmak, böylece yaşamaya devam etmek mümkün değildir.

Saray Rejimi, tüm çıplaklığı ile devletin ne olduğunu göstermektedir.

Devlet, bizim, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve öğrencilerin devleti değildir. Devlet, burjuvazinin, parababalarının, tekellerin, şirketlerin, uluslararası sermayenin devletidir. Bu devlet, sömürünün, aşağılanmanın, her türlü ayrımcılığın temeli olan burjuva egemenliğin devamı için vardır. Onların cenneti, halkın cehennemidir, onların cenneti işçi ve emekçilerin cehennemidir. Bu cehennemden kurtulmanın yolu, onların cennetini yıkmaktan geçmektedir. Savaşsız, sömürüsüz bir dünya mümkündür, kardeşlik dünyası mümkündür. Bunun tek yolu, burjuva egemenliği yıkmaktır.

Çöküş ve çürüme “Lokma lokma yiyin” “Açları da siz doyurun” “Maddenin plazma hâli”

Biz diyoruz ki, Erdoğan, cuma namazında afyon çekmektedir.

Düzeltmeliyiz.

1- Sadece Erdoğan değil. Hepsi.

2- Afyon olmayabilir, en azından afyon çekmektedirler. Başka şeyler de almaları mümkündür. Jiplerin içinde pudra şekeri çekiliyorsa, Venezuela’ya, test kitini Binali’nin oğlu götürüyorsa, iş fena demektir. Bu nedenle, “en azından afyon” ve “sadece Erdoğan değil” düzeltmesini yapmalıyız.

Her cuma çıkışında Erdoğan, önünde prompter olmadığı için ekrana bakıp okuyamadığından olacak, ilginç açıklamalar yapıyor. Biri “biz uçuyoruz kimse görmüyor” diye başlamıştı ve “bizden önce buzdolabı yoktu” ile bitmişti.

Beynin, bilinçten arındığı bir anın yansımaları ya da bir nedenin yaşattığı halüsinasyon olmalı. Siyasal eğilimle de uyumludur, Saray Rejimi, egemenler adına yönetenlerin gerçeklikten kopma hâlleridir. Bu bir siyasal tercih değil, bir zorunlu akıştır. ABD emperyalizminin tetikçiliği rolüne aday oldunuz mu, başınıza gelen her şeyi “iyi” okursunuz.

Çöküş hâlinin, devlet çarkının üst düzeyine yansımasıdır bu. Artık, en azından afyon olmadan yaşayamıyorlar. Pudra şekerini de unutmayalım, bu nedenle “en azından.”

* * *

Damat, bir dönemler şöyle demişti. “Aya dört gidiş dört geliş yol yaptık desek bu millet inanır.” Bunu düşünmesi, bir afyonlanma hâlidir, ama bunu öylece dillendirmesi cuma hutbesinin ardından özellikle afyonlanma sonucudur. Görünmez damat, aya dört gidiş dört geliş yol yapamadı. Henüz bu yalanı söylemedi, yaptık demedi. Ama her adımlarının yalan olduğunu, kara propaganda konusunda Goebbels’i geride bıraktıklarını, bununla da “gurur” duyduklarını itiraf etmiştir.

* * *

Kadın Bakan, tecavüze uğrayan çocuklarla ünlenen Karaman olayından sonra, “bir kereden bir şey olmaz” diyordu. Kendi deneyimini anlatmadığına göre, afyonlanmanın başka bir aşamasında sayılmalıdır.

* * *

Erdoğan, geçen aylarda, açlar var diyenlere, “muhalefete”, onları da siz doyurun diyordu. Tuhaf bir hafifliktir. Erdoğan, yer çekimini aşmış, kilolardan kurtulmuş, adeta uçmaktadır. İktidarda olan kendisidir ve aslında kendisi ile aynı devletin adamı olan Kılıçdaroğlu’na, “onları da siz doyurun” diyor. Bu işten feragat ettiğini ifade ediyor.

Hafiflik, muktedirlikle bu kadar yan yana olunca, “şaşkınlık” yaratıyor. Ama yaratmamalı. Erdoğan, en “güçlü” olduğunu ilan ettiği anda, en zayıf ve hafif hâlindedir. Bir yandaşı, Erdoğan’ı övmek için, onun maddenin dördüncü hâli olduğunu söylemektedir. Hatırlayalım, maddenin üç hâli şöyle sayılıyor ve ortaokul fen dersidir: Sıvı, katı ve gaz. Dördüncü hâli ne olabilir? Yanıtı övgüde zaten var: Plazma hâli. Bir çeşit jel hâlidir, uygun ortamlarda akıyor olabilir. Belki de “belkemiği yok” demenin özel söylenişidir. Normalde, bunu Akşener söylese, üzerine yürürler, hakaret davası açarlar. Kılıçdaroğlu, devletin âlâ çıkarları için, plazma hâlini ifade bile etmez. Ama övgü olduğu özellikle belirtilince, “plazma hâli”, yani sövgü, yoksayış olarak görünüyor.

Saray Rejimi’nin tüm yönetenleri, övgüye muhtaçtırlar, kendilerini en çok övene bel bağlıyorlar, en çok yükselmek için övgüler düzüyorlar.

Burada lütfen bir durun. Sizce, bunlar “tuhaf” değil midir?

Tuhaf diyorsanız, yanılıyorsunuz derim. Çünkü, doğrusu çöküştür.

Acaba, ABD, tetikçisi hâline getirdiği bu “plazma” hâli üzerine deneyler yapmakta mıdır, yoksa deneyler sonucu ulaşılan hâl mi budur? Devam edelim, örnek çok.

* * *

Biden ile görüşen Erdoğan, görüşmeye giderken, 24 Nisan Ermeni soykırımı açıklamasını soracağını söylüyordu. Sormak isterdi, “afedersin Ermeni” sözü kendisine aittir. “Afedersin Ermeni” derken, aslında genlerine işlemiş olan tarihsel-toplumsal milliyetçilik, ırkçılık, yağmacılık ve katliamcılık dile geliyor, kelimelere dökülüyordu. En pespaye küfürler, saray ağzı olarak tarihe geçmelidir. “Afedersin Ermeni” derken, bugünkü anlamda afyonlanmış değildi. Görüşmeye giderken, “soykırım lafını elbette soracağız” diyordu, sesinde bir titreme, kelimelerinde efendiye göre ayarlanmış bir korku vardı. Ama görüşmeden çıktı ve kendisine konunun gündeme gelip gelmediği soruldu. Gazeteci görünümlü kişi, aslında bu soru ile Erdoğan’a pas atıyordu ve onun da “elbette hesabını sordum” yanıtı vereceğini sanıyordu. Ama görüşmeden sonra, afyon imdada yetişmiş olmalı ki, Erdoğan, “hamdolsun gündeme gelmedi” dedi. Kim bilir soruyu mu yanlış anladı? Kim bilir soruyu “mal varlığınız gündeme geldi mi” diye mi anladı? Aklındaki en büyük konu, mal varlığı idi. Ve görüşmede o gündeme gelmedi ise, kötü hiçbir şey olmadı diye düşünmüş olmalıdır. Efendisinden azar işitecek diye korkan bir “plazma hâli”nin tepkisi olsa gerek.

Maddenin “plazma hâli” acaba moleküllerde bir diziliş değişimi anlamına mı geliyor? Plazma hâlinde maddeye, elektrik verilirse acaba ne sonuçlar elde? Plazma hâli, bir noktadan sonra, “hare”ler şeklinde bir dönme yaratıp, yok olmak anlamına mı geliyor?

* * *

Erdoğan, Kanal İstanbul için açılış törenine benzer bir şeyler yaparken, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin, Bakırköy meydanında polis eşliğinde “protestoculuk” oyunu sahnelemesinden çok memnun hâlde, nasıl ihaleyi alanların parasını vermeyeceksiniz, “söke söke alırlar” dedi.

Afyonlu, daha doğrusu en azından afyonlu idi.

Bu yolla Erdoğan, bazı itiraflarda bulundu: Ben gidiyorum ama sizlerin (beşli çete ve diğerlerinin) haklarını yiyemezler, çünkü anlaşmanız var ve devlette devamlılık esastır. Zaten yetkili mahkemeler de Londra mahkemeleridir, dedi.

Bir anda, (a) ben gidiciyim dedi. Hani “helâlleşme” hâllerinde olduğu gibi, (b) kendisinin aslında beşli çetenin parçası olduğunu itiraf etti ve tam bu noktada, maddenin dördüncü hâli olmaktan çıkıverdi ve katı hâline dönüştü ve (c) Londra mahkemelerinin sırrını da açıklamış oldu. Londra mahkemeleri, TL’yi tanımaz, doları tanır. Bu nedenle anlaşmaların para birimi dolardır. Londra mahkemeleri, iktidar değişikliklerini de tanımaz. Umduğu budur.

Bu duruma rağmen, CHP, açıkça halkı temel atma töreninin olduğu alana çağırmadı. Kanal konusunda duyarlılık gösterdiklerini anlatıyorlardı, ama bir anda “devlet”e olan bağlılık öne çıktı. İmamoğlu, Erdoğan’ı uygun bir anını bularak “ikna etme” hayali içindedir. Oyun bu şekilde oynanmaktadır.

* * *

Yine Saray’dan bir ses, hani “harem eğitim yuvasıdır” diyen ünlü Emine Hanım’ın sesi, bir kere daha yükseldi. Bu kez “lokma lokma yiyin” dedi. Çok yemeyin, az yiyin demek anlamında olmalı. Demek ki, Saray’da afyon başka hâller almış ve pudra şekeri yaygınlaşmış.

Emine Hanım, bu sözleri halka söylüyor olmalı. Halk ise, zaten en küçük yiyecek ölçüsü olan lokma lokma yemeğe bile uzaktır. Varlığı yoktur. Açlık içindedir. Eğer çoğunluk açlık içinde olmamış olsa bile, lokmadan fazlasını “ham” etme yolunu tutacak kadar kaba değildir. O kabalık saraylara, açgözlülerin sofralarına, gökten zenginliğin yağmur gibi çatısına yağdığı evlere aittir. Kulübelerde, gecekondularda, sıkışık apartman dairelerinde “ham” yapma kültürü yerleşik değildir. Saray’da, kepçe ile mi yiyorlar? Saray’da kazanla mı yemekleri boğazlarına boca ediyorlar? Hem açtırlar hem de görgü yoksunu.

Halka “tasarruf edin” demek istiyorsanız, bari “ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” şeklinde beyanat verin ki, sorun olursa, “ben demedim” dersiniz, tarihe gönderme yaparsınız.

Porsiyonlarınızı küçültün fikri, Emine Hanım’a olsa olsa bir doktor tavsiyesidir. Doktor “porsiyonlarınızı küçültün” demiştir, “lokma lokma” yiyin demiştir armudu sapı ile götürme adeti olanlara, bir hekim tavsiyesi bu kadar olabilir. Ama Emine Hanım, olmadık bir biçimde bu sözleri, halka söylemiştir. Acaba Emine Hanım, tüm halkı, “kendi muhitinden” kendi ailesinden ibaret mi sanıyor? Acaba Emine Hanım, bir “eğitim yuvası” olarak nitelediği harem içinde çalışanların kilo fazlalığından mı söz ediyor?

Demek Saray’da tasarruf çok ama çok sevilmektedir.

Saray’da tasarruf çok “sevilmektedir.” O kadar ki, yemekten sonra ağızlarını çalkalarken, su içinde dökülen kalıntılar israf olmasın diye, suyu bir geniş kaba boşaltmaktadırlar ve sonra da bu kabın içinde biriken kırıntılar bir elekten geçirilerek ayıklanmakta ve zekât olarak dağıtılmak üzere, iletişim başkanlığına devredilmektedirler. İletişim başkanlığının, Ahmet Hakan’a ve Abdülkadir Selvi’ye verdiği dolarlar, aslında bu yolla biriktirilmiyor. Hayır. Onlara ve onlar gibilere verilen dolarlar, beşli çetenin artıklarından havuzda toplanmaktadır ve bu gazeteciler bu havuza cumburlop atlayıp dolar toplamakta, bu yolla Saray’daki efendilerini eğlendirmektedirler. O şairane yazılar, o edebî metinler, ancak o yolla Hürriyet gazetesinin ya da diğerlerinin köşelerini süslemek üzere üretilmektedir.

Sarayda yaşamak böyle bir şeydir. “Ulvî”dir. Sarayda yaşayanın hâlinden ancak sarayda yaşayan anlar. Ve ülkemizde onların hâlinden kimse anlamaz, bu nedenle Erdoğan, en çok Abdülhamid’i yad eder. Gel ki, Vahdettin de onu anlardı ama neyleyelim o, Abdülhamid’e meyletmektedir.

* * *

Erdoğan, pandemi ile çok ilgilidir. Kendisi üçüncü aşısını yaptırmıştır ve aşı konusunda çok iyi yolda olduklarını söylemektedir. Bunu anlatmak için, “aşı, İngiltere’de 100 sterlin, Avrupa’da 100 euro” demektedir. Tam sözleri şöyledir: “… Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri aşı yapıyor ya, bu aşıyı ücretli yaptırıyor biliyor musunuz? Ücret alıyor, ücret. İngiltere’de 100 sterlin gibi rakamla ücret alınıyor. Bizde böyle bir şey yok.” Bu adı geçen Avrupa’da milyonlarca Türkiyeli göçmen yaşar ve aşının paralı olup olmadığını bilirler.

“Bize, ya böyle de olmaz, belli bir bedel alın dediler” diye söylüyor. Demek, bazı AB ülkeleri, Erdoğan’a aşı bedava olmaz demektedir. Buna rağmen aşı bizde bedavadır. Ne mutlu!

Ertesi gün Erdoğan, aşının fiyatını Avrupa için 50 euro’ya indirmiştir. Demek ki, “çok yalan” oldu demişlerdir. İyi ama yalan olanı, 100 olan bölümü değildi sadece. Yalan olanı, paralı olması idi.

Bu “afyonlanma”nın ileri safhası olmalıdır.

Yalan olduğu apaçık olan bir şeyi, kılıfa bile sokmadan, gerçekmiş gibi söylemek. Bu durum, Sedat Peker’in iddia ettiği gibi, Erdoğan’ın çevresini sarmışlar sözleri ile uyumlu değildir. Değildir, zira, Erdoğan’ın kendisi de bunun yalan olduğunu bilmektedir.

* * *

Anketler yapılıyor. Anketlerde, cumhur ittifakının oy oranlarının düştüğü, ama millet ittifakınınkinin ise yükselmediği ya da az yükseldiği, epeyce bir çoğunluğun “kararsızlar” olduğu söyleniyor.

Kararsızlar, saçma bir sözdür. Çünkü, halktaki tepkinin, sistemin değişmesi talebinin bir yansımasıdır bu.

Ama biz bununla ilgili değiliz. Onlar anket firmaları ve elbette, halka yaptıkları yorumlar ile devlete aktardıkları farklıdır.

Ama, bir soru var: Neden, anketlerde, Erdoğan ve karşısında başka adaylar konularak sorular soruluyor. Erdoğan’a karşı Akşener, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a karşı İmamoğlu, Erdoğan’a karşı Yavaş gibi seçenekler neden var? Çünkü yasal olarak Erdoğan, iki kere seçilmiş ve bir daha seçilmemesi gerekir.

Demek anket şirketleri, Erdoğan’ın bir yolunu bulup aday olacağını, her zaman olduğu gibi yasaları hiçe sayacağını düşünüyor. İyi ama, bu durumda “muhalif” partiler, sadece adet yerini bulsun diye bile olsa neden itiraz etmiyorlar?

Yoksa anket şirketleri bu çalışmalarla Erdoğan’a, sessizce bırak, zorlama işi mi demek istiyorlar?

Öyle olmalı.

* * *

Erdoğan, bir konuşmasında, iktidarı “teslim etmeyiz” demektedir. Bunu halka mı söylüyor? Sanmıyoruz. Bunu, kendisinden bunu isteyenlere söylüyor olmalıdır. “Bu memleketi teslim edemeyiz” sözü kimedir?

Demokrasiyi “seçim” olarak halka yutturan burjuva egemenlik, şimdi, seçim yapmama noktasında mıdır?

Kaybedeceği seçime gitmez denilen Erdoğan, seçime gitmemek için yollar mı aramaktadır?

“Muhalefet” denilen partiler, yanlarına “okumuş-yazmış”ları da alarak, “Türkiye sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye tekerleme okuyor. Kemalist kadrolar, “bunu ne kadar tekrarlarsak o kadar faydalı” diye düşünüyor olmalıdır.

Ne muhalefet ama!

Ne bilim insanları ne yazar çizerler ama!

Ortada 7 Haziran seçimlerinden sonra, 1 Kasım seçimlerine kadar uzanan süreç var. Bu süreci dönemin başbakanı Davutoğlu, “konuşursam” milletin yüzüne bakamazlar diye açıklıyor. Gar bombalamasından sonra, “oylarımız yükseliyor” diye açıklama yapmış bir başbakandır. Buna rağmen “laik hukuk devleti” sözleri söyleniyor.

Avukatların yürüyüşü var.

İşçi ve emekçilerin, öğrenci ve kadınların uğradığı saldırılar var.

Sadece Cumartesi Annelerini hatırlamak yetmez mi?

Polis gücünün uzantısı olmuş bir yargı var.

Parlamento işlevsiz, yok hükmündedir.

Zaten en başından beri devlet partisi olan siyasal partiler, çoktan çeteleşmiş, parti olmaktan bile çıkmıştır.

Hâlâ “TC, bir hukuk devletidir” nutukları atıyorlar.

Somalı maden işçileri kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmemesi üzerine Ankara’ya yürüyor ve polis saldırısı ile karşılaşıyorlar. İşte hukuk devleti.

Geri dönüş yolunda sendika başkanı ve bir sendikalı işçi, trafik kazasında, Soylu yöntemlerini andırır bir tarzda ölüyor. İşte size hukuk devleti.

Seçimle iş başına gelen belediye başkanlarının yerine, kayyumlar atanıyor. İşte size seçim sistemi.

1 Temmuz itibarı ile netleşti, Saray Rejimi, “İstanbul Sözleşmesi”nden çıktı. Her gün kadın cinayetleri haberleri ile gazeteler dolu iken. İşte size hukuk devleti. Saray, kadına şiddete karşı “diyanet” eli ile harekete geçiyor. O diyanet ki, kadını insan saymıyor bile. İşte size hukuk devleti, adalet.

İkizdere’de yağmaya karşı direnen köylülerin evleri basılıyor, tehditler ayyuka çıkmış. İşte size demokrasi.

Tütün üreticisi köylüler, haklarını istiyorlar ve onlara saldırıların arkası kesilmiyor. İşte size hukuk devleti.

Saymakla bitmez.

* * *

Sedat Peker’in açıklamaları üzerine, kendini aklamak için TV programlarına koşan Soylu (süslü Süleyman yerinde bir tanımlana olmuştur), Peker’in bir milletvekiline ayda 10 bin dolar para verdiğini söylüyor. İçişleri bakanıdır ve bunun kim olduğunu açıklamıyor.

Peker, bunun üzerine, 10 bin dolar ne ki diyor, isim veriyor ve yüzbinlerce dolardan söz ediyor, ben öyle 10 bin dolar mı veririm, diyor.

* * *

Son bir örnek daha vermek istiyorum. Konu “kum çalmak”tır. Bir ülkede ya da ülkenin birinde, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kendini allahın yeryüzündeki gölgesi, ülkesinin sahibi sanan çakma taç giymiş biri, yazlık saray yaptırırken, sarayın plajı için gerekli gördüğü kumları, kendi ülkesinden, yeryüzündeki temsilcisi olduğu yaratanın gözleri önünde, Patara’dan çalmıştı. Bu inanılmaz olay, hırsızlık tarihine, “akıl almaz kurnazlıklar” olarak yazılmıştır.

Erdoğan, Marmaris’teki yazlık sarayın plajı için gerekli kumları, Patara plajından çalmıştır. Patara’dan çalınan kum miktarı binlerce kamyon olarak tahmin edilmektedir.

Çürümedir, çözülüştür.

Sıra biz işçilerdedir. İşçi sınıfı, bugün, tüm gücü ile ayağa kalkmak, tüm toplumu birleştirecek eylemler geliştirmek, direnişi büyütmek zorundadır.

Sessizlik var, eylemsizlik var türünden açıklamalar doğru değildir.

Saray basınına, burjuva medyaya bakarak, orada haber çıkmıyorsa toplum sessiz demek doğru değildir.

Evet henüz yer yerinden oynamıyor.

“Okur yazar” takımı, kendi sessizliğini, kendi eylemsizliğini, işçi sınıfının eylemsizliği halkın eylemsizliği olarak sunamaz.

Kadınların eylemleri, işçilerin eylemleri, doğanın yağmasına karşı eylemler, öğrencilerin direnişleri sürekli var. Bunu yok saymak, kendi eylemsizliğine bahane aramaktır.

Hiç kimse bu iktidarı, işçi ve emekçilerin ellerine vermeyecek.

Devrim dışında bir çıkış yolu yoktur.

Burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin kurucu ortaklarındandır. Bu sadece MHP-AK Parti iktidarı değildir. Bir kere buna Perinçek karşı çıkar. Ama dahası vardır. CHP, İYİ Parti vb. bu iktidarın parçalarıdır. Çıkış, buradan olmayacaktır.

Çıkış devrimdedir.

Devrim, “eylem yok” diyerek kendi eylemsizliğini örtenlerin işi değildir. Onlar, hiçbir risk almak istemeyen, her zaman iktidarın hışmından korkanlardır. Her zaman bu “okur yazar” takımı, en çok korkandır.

Direniş korku üzerine yükselmez.

Direniş, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya talebi üzerine yükselir.

Bu talep, sadece Türkiye sınırları ile sınırlı bir talep de değildir.

Sorun eylemsizlik değildir. Sorun, daha ileri bir örgütlenme ve daha ileri bir örgütlenmeyi hedefleyecek tarzda direnişin geliştirilmesindedir.

Çözümden söz ettik mi, sormalıyız, kimin için çözüm? İşçiler ve emekçiler için çözüm, devrimdir, örgütlenmedir.

Birleşik emek cephesini örmenin zamanıdır.