Ana Sayfa Blog Sayfa 90

Bu bizim devrimimiz!

Yeni ve özgür bir dünya istiyoruz!

Eskidi her şey, çürüdü.

Çürüdü bu düzen, koktu…

Bu pisliğin üzerinden ayağa kalkmalıyız artık. Kapalı kapılar ardında veya sokak ortasında kız kardeşlerimizin canlarını alan erkeklerden, onları koruyan, sırtlarını sıvazlayan mahkemelerden, organize tecavüz ve istismar şebekelerini kollayan devletten… Şu sırıtan ağızlarının pis kokularını üzerimizden silkeleyip ayağa kalkmalıyız!

“Vurdum, öldü” derken nasıl da rahatlar. “Bir kereden bir şey olmaz” derken nasıl da rahatlar. Emeğimizi sömürürken, krizde ilk kadınları işten çıkarırken nasıl da rahatlar. Yaşamlarımıza dair fetvalar verirken nasıl da rahatlar… Yüzlerce kadın katilini aklayıp serbest bırakırken, öz savunma yapan kadınları hapsederken nasıl rahatlar. Bizim bir araya gelmemizden, bizim sokakları doldurmamızdan, örgütlü mücadele etmemizden büyük bir korku duyuyorlar. Yine de tüm bunları yaparken sistemlerinin verdiği rahatlıkla, sermayelerinin ve devletlerinin verdiği güçle bize saldırıyorlar. Parmaklarını sallaya sallaya bize had bildirmeye çalışıyorlar. Sahi siz kimsiniz?

Siz baba mısınız, koca mısınız, siz aile misiniz, sevgili misiniz? Siz patron musunuz, sermaye sınıfı mısınız, siz diyanet misiniz, siz devlet misiniz? Siz polis misiniz, siz çete misiniz, saray rejimi misiniz?

Yoksa siz bunların hepsi misiniz?

Evet, siz bunların hepsisiniz… Alayınıza isyan o zaman! Alayınıza karşı direniş o zaman. Her yerde direniş o zaman! Yetti sizin bu devranınız. Yetti her bir kelamınız. Yetti yasalarınız, yetti “adam”lıklarınız… Çürüdü, çürüdü, çürüdü… Gökyüzüne bakıp beraber derin bir nefes alacak, o dolu nefesimizle tekrar sizin pisliğinize dönecek, sizinle hesaplaşacağız.

Arjantin’de, Polonya’da, Sudan’da, tüm dünyada sokakları dolduran kadınlar biziz. Emeği, bedeni, kimliği, özgürlüğü için mücadele edenler; ezilmenin, sömürülmenin tarihine baş kaldıranlarız!

Yaşanan bir kadın devrimidir. Eskiyen, çürüyen her şeyin karşısında, kapitalist-emperyalizmin, erkek egemenliğin karşısında, bu devranın eskisi gibi dönmeyeceğini birbirimizin gözlerinde görüyoruz. Bir kadın devrimi yaşıyoruz. Özgürlüğümüzü kazanmak için, bizi kuşatan bu sisteme karşı kazanmak için devrimimizi daha da örgütlememiz gerek!

8 Mart’ın tarihi yolumuzu aydınlatıyor. İşçi kadınların greviyle başlayan, bugüne taşınan bir mücadele tarihi, bizim tarihimiz… Şimdi her gün 8 Mart olmalı. Sermaye düzeninin ve erkek egemenliğin tüm kuşatmasını böyle yarabiliriz. Onlar çok mu güçlüler? Hayır, biz daha güçlüyüz. Çünkü çarklarını bizim sırtımızda döndürüyorlar.

Biz güçlüyüz, ama nasıl kazanacağız? Her günümüzü 8 Mart yaparak! Örgütlenerek, kesintisiz mücadele ederek… Bir araya gelip, aklımızı ve emeğimizi birleştirerek…

Nefesimizi birbirimizin yanında toplayacağız. Özgürlüğümüzü beraber mücadeleden öğrenerek kazanacağız. Kazanana kadar her seferinde daha güçlü karşılarına dikileceğiz.

Sen de katıl; 8 Mart’ta sözümüzü birlikte haykıralım. Ve örgütlü mücadele edelim; her günümüzü 8 Mart yapalım.

Bu yaşam bizim, bu emekler, bu mücadele… Bu bizim devrimimiz.

SOSYALİST KADIN HAREKETİ

Direnişin 48. Gününden öteye

Boğaziçi Direnişi’yle beraber öğrenci hareketi yeni bir döneme girmekte. Direnişin toplumun bütününde yarattığı etkinin yanı sıra, ana gövdeyi oluşturan üniversite öğrencilerinin bugünkü durumu ve direnişin devamı, örgütlenme olanaklarını yarattı. Direnişin başlangıcıyla bir araya gelişler artarak, üniversitelerde var olan dayanışmalara katılım artmış, dayanışma bulunmayan okullarda dayanışmalar kurularak öğrencilerin katılımlarına olanaklar sağlanmıştır. Dayanışmalar kendi içlerinde komisyonlar kurarak fakülte, kulüp ve topluluklar bazında tartışmalarını yürütmeye başladı. Peki bundan sonrasında ne yapacağız?

Hem örgütlenmede hem eylemlerde bir adım öne!

4 Ocak’tan bu yana gelişen süreçte İstanbul merkezli ve diğer illere sıçrayan eylemlerde katılımcıların gösterdiği direngen tutum direnişin yaygınlaşmasında ve kararlılığını göstermesinde büyük etken oldu. Eylemciler polis saldırısına, “provokatörler” martavallarına yerinde cevap verdi, aşağı bakmadı. Güney Kampüs meydanında kol kola giren öğrenciler bu direngen çizgiyi öne taşıdı. Ancak özellikle 2 Şubat’ta Kadıköy’de gerçekleşen eylemin öğrencilerin yoğun katılımıyla oluşan kitleselliğinin yanı sıra göze çarpan bir diğer yönü, örgütsüzlüğüydü. Kadıköy’ün dört bir yanına yayılan eylem, direngen ve ısrarcı olduğu kadar dağınıktı da. Eylemlerimiz başarısını tartışırken, eksikliklerine yönelik eleştirileri de dinlemeli ve anlamalıyız gerçeğinden hareket ederek bu noktaya işaret etmek isteriz.

Elbette neden bu kadar direngen olduğunun anlaşılır olduğu kadar bu dağınıklık da anlaşılırdır; ancak anlamakla yetinmemeli, değiştirmeyi hedeflemeliyiz. Kitlesel eylemlerin gelişimi ve devrimci bir temelde bu kitleselliğinin artması için çabalamalıyız. Bu noktada eylemlerin sözünün gelişmesi, katılımının artması ve organize hareket edebilme zeminlerinin yaratılması hedefiyle hareket etmeliyiz. Dolayısıyla bu eksikliği gidermeye gönüllüysek, eylemlerimizde gösterdiğimiz ısrarcılığı örgütlenmede de göstermeliyiz. Direnişin özneleri olan öğrenci gençlik olarak, her düzey ve biçimde örgütlenmemizi arttırmalıyız.

Devrimci öğrenciler bulundukları üniversitelerde dayanışmalar örgütlemeli, var olanlara katılmalı, farklı gruplar ortak zeminde hareket edip katılımı artırarak fikirlerini tartışacağı, hem kendini örgütleme hem dayanışmayı büyütme yolları yaratmalıdır.

Yüreği Boğaziçi Direnişi’yle atan her üniversiteli bulunduğu üniversitede varsa dayanışmalara katılmalı, yoksa aynı istekte olan öğrencilerle yan yana gelerek kurmalıdır. Nasıl yapacağım sorusuna cevaben deneyim aktarımı alabileceği birçok üniversite dayanışması bugün var ve birlikte hareket etme zeminleri oluşmakta. Bu adreslere başvurmaktan kaçınmamalıdır.

Rüzgar bizden esiyor, rotamız belli, kasırgayı yaratmak ellerimizde!

Üniversitelerde kurulan dayanışmalar öğrencilerin direnişte özneleşmesine, katkı sunmasına olanak sağladı. Odağımız örgütlü gücü temel almak ve onu geliştirmekse dayanışmaların temsiliyet zemini ve istemleri üzerine çalışmamız gereken iki nokta olacaktır.

Uzaktan eğitim biçiminin bahar döneminde devam edeceği kesinleşti sayılır. Bu nedenle fiziki yan yana gelişlerimiz kısıtlı olsa da online toplantılar üzerinden düzenlenen forumlar aracılığıyla bugüne kadar yürüttüğümüz biçime devam etmemiz söz konusu. Boğaziçi Üniversite’si öğrencilerinin bileşenler meclisi kurma girişimi her üniversitenin kendi özgün koşulları içinde tartışılarak dayanışmanın tabanını güçlendirmek adına yollar bulunmalıdır. Bu topraklardaki öğrenci hareketi tarihinden hareketle, fakülte temelli bir modelin, kulüpleri de içine alacak şekilde kurulması hem tartışmayı yayacak ve zenginleştirecek hem de süreklilik sağlamasına yol açacaktır.

Boğaziçi Direnişi’yle her üniversitelinin benimsediği dört talebin yanı sıra dayanışmalar öğrencilerin günlük sorunlarından akademik sorunlarına kadar her konuda, bir odak haline gelmeyi hedeflemelidir. Örneğin online eğitimle aile evlerine dönmek zorunda kalan ve herhangi bir başkaca barınma desteği sunulmayan öğrencilerin bu sorunundan, ders içeriğine kadar geniş bir yelpazede hareket etmelidir. Öğrenciler dayanışmaları bu konularda hareket edebileceği bir alan olarak görürse katılımı ve buraya yönelik emeği de artacaktır. Öğrenci hareketindeki somut sorunlar hemen siyasal mücadeleye bağlanmaya başlayan sorunlardır; yeter ki doğru bağlamı kurabilelim. Bu nedenle siyasi talep-günlük talep ayrımı yapmak doğru bir hareket tarzı olmayacaktır; çünkü kişi başı 5 maskeyi dağıtamayan devletten barınma talep etmek bizim talebimizin absürtlüğünü değil, bunu yapamayanların acizliğini göz önüne serecektir.

Bir bütün olarak hareketin talepleri, örgütlü gücü temel almalı ve onu geliştirmek üzerine olmalıdır. Bir ayı aşkın bir süredir direnişin içindeyiz; eylemlerimiz ülke çapında büyük yankı uyandırdı. “İstifa yok tek başına, ya tüm kayyumlar ya tüm kayyumlar” derken, gözaltına alınan ve tutuklanan arkadaşlarımız için Melih Bulu’nun kapısının önüne gidip konuşmaya çağırırken, Güney Meydan’da ve Kadıköy’de aynı ısrarı devam ettirirken haklılığımızı yaptıklarımızla göstermiş olduk. Bu bizim bugüne kadar eylemlerimizle desteklediğimiz söylemlerimizin etkisini gösterir. Direnişin büyümesi için söylemimizi bir adım daha öne taşırken dikkat edeceğimiz yer söylemin ne kadar doğru ve ileri olduğu değil; direnişin bütün öznelerinin eğilimlerini hesaba katması ve bunu öne taşıma ihtiyacına karşılık gelmesidir. Örgütlü gücü esas almayan, uzaktan doğru gözüken istemler ne kadar doğru olsa da içinin boşalması ve zeminsizleşmesi kaçınılmaz olur; direnişin enerjisini tüketir.

Direnişin merkez üssü olan Boğaziçi’de bileşenler meclisi modeli kapsamında, kalıcı bir öğrenci örgütlenmesi yaratmak hem bütünde direnişin devamlılığı hem de söz, yetki ve kararın üniversite bileşenlerinde olması için elzemdir. Direniş büyüdükçe saldırıları beraberinde getirdi; disiplin soruşturmaları, yeni fakültelerin kurulma kararı, karalama kampanyalarıyla saldırıların devamının geleceğinin göstergesi. Bütün bunlara cevap verebilmek ve yalnızca cevapla sınırlı kalmayıp hareketi kapsayan dört talep etrafında kendi gündemimizi işletmek için kararlı ve sürekli bir örgütlenme gerekmekte. Bu açıdan direnişi bahar döneminde de sürdürmek adına uzun vadeli planlar yapılması ve bunu gerçekleştirebilecek bir zemin oluşturulması için kollarımızı sıvamalıyız. Kendi okulumuz hakkındaki kararları karşımıza çıkmaya dahi yüz bulamayan kayyum Melih Bulu’ya bırakmaktansa; rektörlük seçimleri gerçekleştirerek irademizi ortaya koymalıyız.

Boğaziçi’de başlayan ve ülke çapında üniversitelileri harekete geçiren bu direnişi yaygınlaştırmak, toplumun direnen bütün kesimleriyle hareket ettirebilmek için en başta hareketin ana gövdesi olan üniversite dayanışmalarının birlikteliği önemlidir. Bu açıdan, hareketin taleplerini benimseyen ve ortak ilkeler doğrultusunda kurulacak, talepleri sürekli kılıp kendi gündemlerini yaratacak bir platformun kurulması hem olanaklı hem de öğrenci gençliğin toplumsal hareketteki dinamik rolünün süreklileşmesi için ihtiyaçtır.

Biliyoruz ki rotası belli olmayan geminin yelkenlerini rüzgar doldurmaz. Bugüne kadar yaptıklarımızı önümüze koyup, üstüne nasıl katarız sorusuna cevabımızı kendi deneyimlerimizden ve tarihimizden öğrenerek bulmalı, bulduğumuz gibi küreklere asılmalıyız. Deniz daha bembeyazken çıktığımız yolda, ırıpların çalkantısında giderken üniversiteleri, bilimi ve aklımızı özgürleştireceğiz.

Toplumsal cinsiyet rolleri 2 – Antakya AKA-DER Kadın Faaliyeti

EĞİTİM

Eğitim, bireyin sosyalleşme sürecinden başlayarak, hayatının bütününde, kişiliğini, düşünce yapısını, amaçlarını, inançlarını, kendini-başkalarını algılayışını, yorumlayışını, davranışlarını  büyük oranda etkiler. Toplumdaki eşitsizliklerin oluşmasında, sürdürülmesinde ve yeniden üretilmesinde de büyük bir etkiye sahiptir. Bu eşitsizliklerden biri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir.[1]

Ailedeki iş bölümü, çocukların sosyal yaşamda hangi davranış kalıplarıyla yaşaması gerektiği, çocuğun cinsiyetine göre ilgi duyması gereken alanlar, meslekler sistematik biçimde öğretilir. Bunun sonucu olarak, ikincil rolleri normal karşılayan, asıl kimliğini annelik etrafında tanımlayan, birçok alanda ikincilleşmeye razı olan kadınlar ve kadınlardan üstün olduklarını düşünen erkekler  yetişir.

Eğitim sistemi ve okullar hem toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden ve toplumsal kalıplardan etkilenir, hem de bunu sürdürür. Diyebiliriz ki eğitimde var olan cinsiyet temelli ayrımcılık, toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinin hem nedeni hem sonucudur.

Kadınlar ve erkekler arasında eşitsizlik, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim hayatının her döneminde devam etmektedir. Okuma yazma bilmeyenlerin ağırlıklı kısmını kadınlar oluşturmaktadır.

Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliğini iki açıdan incelemek gerekir. Birincisi sistemin her iki cinse eğitimde fırsat eşitliği sunmuyor oluşudur. Eğitime erişim güvence altında değildir ve her iki cins eşit biçimde yararlanmamaktadır. Bunun için eğitimin öncelikle eşit, parasız bir kamu hizmeti olarak sunulmasını esas alan eğitim politikasına ihtiyaç vardır. Eğitimin giderek paralı hâle geldiği ve her geçen gün daha da ticarileştiği bu koşullarda eğitimde eşitliğin sağlanması mümkün görünmemektedir.

İkincisi, eğitimin içeriği, okul kültürü, müfredat ve ders kitapları ve okul hayatının nasıl yapılandırıldığı ile ilgilidir. Eğitim sistemi biçimsel olarak her iki cinse eşit fırsatlar sunuyor görünse de, toplumsal cinsiyet eşitsizliği okul ortamında da devam etmektedir. Öğretmen tutum ve davranışları, algıları, inançları, kabulleri, okulun kültürel ortamı, müfredat ve ders kitapları, cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı körüklemektedir. Okullarda genelde kız öğrenciler, okulun ve çevrenin düzenli ve temiz tutulması, hizmet işlerinin örgütlenmesi gibi işlere yardımcı olurken, erkek öğrenciler kapı nöbeti, denetim gibi işlerle görevlendirilmektedir. Kadın işi-erkek işi ayrımını pekiştiren bu pratikler çocukların ve gençlerin toplumsal cinsiyet asimetrisini içselleştirmesini sağlamaktadır. Öğretmenlerin içinde bulundukları kültürdeki cinsel rol ayrımcılığının ne ölçüde farkında oldukları ve buna karşı tavırları, çocuklarla iletişimi, tavır ve davranışlarını, uygulamalarını etkileyecektir.

Müfredat ve ders kitaplarının içeriğinde de, erkek egemen değerler öğretilir ve benimsetilir. Hem içerik hem söylem olarak ders kitapları, cinsiyetçi öğeler taşımaktadır. Öğretmenlerden ise, resmî olarak sınırları belirlenen, yasa ve kurallarla desteklenen müfredat doğrultusunda, öğretim programlarını işlemeleri ve dolayısıyla toplumda hâkim olan ataerkil, erkek egemen yapıyı sorgulamadan, onun yeniden üretimini devam ettirmeleri ve yeni nesillere aktarmaları beklenir. Okul bu anlamda bireylerin kadınlık ve erkeklik rollerine hazırlandıkları bir aşamadır.

Liselere baktığımızda özellikle meslek liselerinde, cinsiyetçi işbölümüne uygun bir dağılım göze çarpmaktadır. Meslekî liseler, cinslere bölünmüş işgücünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Kızlara ve erkeklere istihdam yapısının ve ailedeki işbölümünün devamını sağlayacak biçimde beceri ve vasıflar kazandırılmaktadır.

Ticaret ve turizm, sağlık ve özel öğretim liselerindeki kızların oranı son on yılda düşerken, açık öğretim liselerindeki kız öğrenci oranı iki kat artmıştır. Bu durum giderek paralı olan ve aileler için maliyeti yükselen eğitimden kızların çekildiğini ve açık öğretim gibi daha ev merkezli ve maliyeti düşük öğretim alanlarına kaydığını göstermektedir.

Okul hayatının pek çok yönü, yönetimi, eğitsel, idarî ve kültürel faaliyetler gibi okuldaki işlerin tamamının cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde örgütlenmesi, geleneksel cinsiyet rollerinin yeniden üretimine neden olmaktadır. Yönetim düzeyinde de erkek egemenliği göze çarpmaktadır. Kadınlar, öğretmen olarak eğitim sisteminde sayıca yoğun olarak temsil edilmelerine karşın, idarî ve karar verme mekanizmalarında yeterince yer almamaktadırlar. Kadınlar nadir olarak müdür oldukları zaman “bayan müdür” olarak adlandırılmakta, ama hiçbir erkek müdüre “bay müdür” denmemektedir. Karar verme mekanizmalarında yer alan kadınların da, çoğunlukla evlenmemiş veya çocuk yapmamış kadınlar olduğu görülmektedir. Bunda ataerkil sistemin kadına dayattığı ev işi ve çocukların bakımının ve yoğun ev hizmetinin aldığı pay büyüktür.

Cinsiyete dayalı iş bölümü yaygın eğitimde de kendini göstermektedir. Milli eğitim sisteminin yaygın eğitim alanı da okul sistemine benzer biçimde, piyasadaki ve ailedeki cinsiyete dayalı işbölümünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Yaygın eğitim faaliyetlerine katılanların ağırlıklı kesimini kadınlar oluşturmaktadır. İstihdama dönük meslekî yetiştirme kursları tipik biçimde kadın işi ve erkek işi ayrımına uygun biçimde yapılanmıştır ve kadınlar daha çok ev, ailedeki rollerine uygun ve hizmet sektöründe istihdama dönük alanlardaki beceri kurslarına katılırken, erkekler daha iyi ücret ve düzenli istihdama dönük imalat sektörü ve teknik beceri kurslarına devam etmektedir. Okuma yazma kurslarına katılanlar da ağırlıklı olarak kadınlardan oluşmaktadır.

Eğitim sürecindeki cinsiyetçilik ile ilgili yapılan çalışmalar ve yönelimler, toplumsal yaşamın her alanında karşılaştıkları “ayrımcılık” olgusunun ve kadını ikincil konuma iten “cinsiyetçi” bakışın çözümlenmesinde ve ortadan kaldırılmasında eğitim sürecinin ve uygulamalarının gücünü ortaya koymaktadır. Ve eğitim sürecinin bu gücünün olumluya kullanılmasının değeri ve anlamı da bir o kadar büyüktür.

SİYASET

Kadınların toplumsal ve sosyal hayatın hemen her alanında ikincil pozisyonda olmaları, siyasi arenada da yetersiz temsil edilmeleri sonucunu beraberinde getirmiştir. Kadına biçilen roller, eş, anne, ev kadını tamlamasından ileriye gidemediği için, bu roller kadının kamusal alanda ve siyasi arenada yer almasını güçleştirmektedir. Erkek ise kamusal alanla bir tutulmuş, karar alıcı, kanun yapıcı olarak görülmüştür.

Kadınların siyasal varlığı daha çok sembolik görünürlük üzerine yürümektedir. Çünkü bu görünürlüğü temsil eden özne, ait olduğu grubun çıkarlarına yönelik herhangi bir eylemde bulunmasa dahi, o grubun politik yararına olumlu bir etki üretmektedir.

Kadınların biyolojik olarak temsil edilmesinin, cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılmasında bir önemi yoktur, önemli olan kadının, politik mücadelenin öznesi olabilmesidir.

IPU’nun 2017 verilerine göre parlementonun alt kanadında, kadınların %50’den fazla bir oranda temsil edildiği sadece 3 ülke, Ruanda, Küba ve Bolivya bulunmaktadır.

Siyasette cinsiyetçi dil: Siyaset, toplumun dilini besleyen en güçlü kanaldır. Ve şiddetin zemini, bu dil ile beslenmeye devam etmektedir.

İktidar partisinin belediye başkanı, adaylığının açıklanmasının hemen ardından, ne dedi yönetmek istediği kent için? Kentin ne bir özelliğinden söz etti ne orada yaşayanların beklentilerinden ne de kendisinin kentle ilgili hayallerinden… “İzmir mahallenin en güzel kızı, kim istemez ki?” dedi. Mahallenin en güzel kızını hakettiğini düşünen bir erkek iktidar, isteğini hiç çekinmeden, cinsiyetçi bir dille ifade etmektedir.

2012’de dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç ile CHP milletvekili Aylin Nazlıaka arasında geçen bir tartışmada, Nazlıaka, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasından sonra, Başbakan vajina bekçiliği yapmasın, demişti. Arınç da şanı gereği “Yüzüm kıpkırmızı oldu, yerin dibine geçtim, çok mahçup oldum. Bir bayan kendi organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” demişti. Burada kadın bedenini, cinselliğini, doğurganlığını denetlemeyi kendine hak gören anlayış, kadının cinsel organının adının söylenmesini ayıp bulmaktadır. “Anası tecavüze uğruyorsa, neden çocuk ölsün, annesi ölsün” diyen Melih Gökçek, “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” diyen Recep Akdağ, “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diyen AK Parti eski milletvekili Sefer Üstün’ün söylemleri, cinsiyet ayrımcılığının ve cinsiyetçi dilin siyasetteki yansımasını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

EV İÇİ EMEK

Cinsiyetçi işbölümünde ev, kadın için temel yaşam alanı olmaya devam eder. Kapitalist sistem, bütün kadınları dışarıda üretime katsa bile, kadını ev işinden sorumlu tutmaya devam eder, kadının evdeki köleliğinin temelleri değişmez.

Evde çocuk bakımı, erkeğin ve çocukların beslenmesi, temizlik, hasta ve yaşlı bakıcılığı vs. gibi işleri kadın, karın tokluğuna yapmak zorundadır. Bu tabii ki, doğal bir işbölümü sonucu değil, erkek egemen sistemin biçtiği cinsiyetçi bir rolün zorunlu yaptırımlarıdır. Bu işlerin, kadın doğasının bir gereği olarak “sevgi” karşılığı yapıldığı kabul edilir. Ne manevi ne de parasal bir karşılığı yoktur. Kadın tam mesai evde çalışır.

Kapitalistleşme süreci ve üretim merkezlerinin evin dışına kayması, kadın emeğini ücretlendirilmiş emekten uzaklaştırdığı gibi, kadın emeğinin ucuz emek kaynağı olarak kullanılmasına da neden olmuştur. Kapitalist sistem, erkek işçinin, burjuvaziye bağımlılığını, köleliğini üretirken, erkek egemenliği olduğu yerde kalır, erkeğin egemenliği altında, kadının evdeki köleliğini üretir. Erkek, evdeki egemenliği sayesinde, kadının emeği üzerinden, işgücünü yeniden üreterek, sermayeye artı- değer üretecek potansiyele ulaşır.

Meta üretimi ile, toplumsal hayatın üretimi, birbirinden kopuk ayrı süreçler olarak ilerlemezler. Metayı, daha doğrusu artı-değeri üreten işçinin üretim kapasitesinin belirli bir düzeyin altına düşmemesi için, birinin o işe gitmeden kahvaltı hazırlaması, ertesi günü sistem tarafından sömürülebilmesi için birinin akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Ya da bu emek gücünün sürekli bir şekilde arzının sağlanması için, birinin çocuk doğurması ve o çocuğa bakması gerekmektedir.

Kadının erkek tarafından baskı altına alınışından beri, beş bin yıldır, ev-çocuk-koca-yaşlı bakıcılığı, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumların bütününde egemen durum olmuştur. Evlilik düzeni daha baştan kadınlar için bir kölelik anlaşması olmuştur. Emeğine, evlilik sözleşmesiyle, toplum adına el konulan kadın, ekonomik olarak evde kocaya bağımlıdır.

Kadınlar, dünya gelirlerinin ancak yüzde 10’una, üretim araçlarının yüzde 1’ine sahiptirler. Evde yaratılan ekonomik değer, hesap dışıdır. Ev kadınları soyun üretimi ve yeniden üretimini sağlayan emekleriyle büyük bir değer üretmekte, ama bu, buhar olup uçmaktadır. o

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1]    Kaldıraç dergisinin 232. sayısında yayınlanan “Toplumsal cinsiyet rolleri” yazısının devamıdır.

 

Sönmeyen bir yıldız

“Kendiniz gibi olduğunuz

zaman iyisinizdir.”[1]

 

Friedrich Hegel’in, “Dünyadaki büyük işlerin hiçbiri tutku olmadan gerçekleşmemiştir,” sözlerini doğrularcasına; Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür,” vurgusundaki sönmeyen/ölümsüz yıldız(lardan)dı Yıldız Kenter…

Onun hakkında yazmış olsam da,[2] onu bir (ya da binlerce!) kez daha anımsamamak mümkün mü?

Evet; “Tut elimden yaşam, tut, bırakma bırakma,” diyen “Yıldız”da hep aşk vardı.[3]

Hem annesini, hem kendini, hem de kızını oynadığı (belki de oynamayıp, olduğu) ‘Hep Aşk Vardı’yı hem yazmış hem de tek kişilik oynamış ve “Oyuncu olarak, konum hep ‘insan’ oldu. Doğal. Bu yüzden ‘anı’ türü yazına farklı bir ilgi duydum. Aslında her tür yazıda yazarın kimliği, kişiliği, bütünün orasında burasında çıkıverir ortaya… Geçmişi durmadan anımsarız, yeniden yaşarız. Geçmişi anlatırız, bu defa oynayarak yaşarız. Şu an durduğumuz noktada, şimdi, geçmiş, gelecek hep var,”[4] demişti.

Galiba o, buydu ve bunun için de ölümsüz bir yıldızdı.

Malum Eric Hoffer, “Dünya üzerindeki gücümüz hayal ettiğimizden daha fazladır. Dokunduğumuz her şeyi kendi suretimize büründürürüz,” derken; yine “Ölümsüz olan düşüncedir, fikirdir,” vurgusuyla eklemez miydi Cengiz Aytmatov da, “Yalnız yıldızlar ölümsüzdür,” diye…

* * * * *

11 Ekim 1928 tarihinde İstanbul’da doğmuştu. Asıl adı Ayşe Yıldız olan Kenter, Olga Cynthia (Nadide) ile Ahmet Naci Bey’in çocuğu olarak dünyaya geldi. Ablası Güner, ağabeyleri Nedim ve Mahmut ile küçük kardeşi Müşfik’ten oluşan 7 kişilik bir ailede büyüyen Kenter, yokluklarla dolu ama mutlu bir çocukluk geçirir.

Yıldız Kenter, İltekin İlkokulu’nda okurken Ankara çocuk kulübünde tiyatroya başladı. Ankara Halkevi’ndeki çalışmaları görmesiyle tiyatrocu olmaya karar verdi. Konservatuvara gitmeyi kafasına koyan Kenter, annesi ve abilerinin tüm itirazlarına rağmen babasıyla gidip gizlice konservatuvara kayıt oldu. Parasız yatılı olarak… O kadar başarılıydı ki konservatuvarda sınıf atlatılan ilk öğrenci olacaktır.

Ankara Devlet Konservatuvarını bitirdikten sonra, Ankara Devlet Tiyatrosunda çalıştı. “Rockefeller” bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yaptı. Ankara Devlet Konservatuvarı’na hoca olarak atandı.

Usta sanatçı, 1956-1959’da çalıştığı Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra bir yıl Muhsin Ertuğrul ile çalıştı, daha sonra kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile Kent Oyuncuları topluluğunu kurdu.

Daha sonraki yıllarda sürekli olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ta “Değişen Eğitim Metotları” ve “Oyunculuk Metotları” üzerine çalışmalar yaptı.

1962’de tiyatroya hizmetlerinden ötürü “Yılın Kadını” seçildi. 1968’de İstanbul’da Kenter Tiyatrosu’nun binasının inşaatını tamamladı. Sinema oyuncusu olarak üç kez “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sahneledi.

1984’te Roma’daki İtalyan Kültür Birliği’nce “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. Profesör Yıldız Kenter, 37 yıl sahne hocalığı yaptı.

1989’da, Korsika-Bastia Film Festivali’nde “Hanım” filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.

1991’de tiyatro sanatına hizmetlerinden ötürü Uluslararası Lions Kulübü’nün “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. İki kez Ulvi Uraz “En İyi Kadın Oyuncu”, üç kez de aynı dalda Avni Dilligil ödülüne layık görüldü. 1994’te “Konken Partisi” oyunundaki ‘Fonsla’ rolü ile “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı yüz kadınından biri olarak onurlandırıldı.

1995’te Kültür Bakanlığı’nca, tiyatro sanatına katkılarından dolayı “Onur” ödülüne değer görüldü. 1998’de Ankara Sanat Kurumu “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülü, 1998 Muhsin Ertuğrul yaşam boyu tiyatro sanatına katkılarından dolayı onur ödülü, 1998 Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü, “Martı” adlı oyunda Madam Arcadina rolüyle 1999 Afife Tiyatro Ödülleri – En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı.

Sanatçı ayrıca, Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergiledi.

Shakespeare, Çehov, Brecht, Arthur Miller, Sergey Kokovkin gibi uluslararası yazarların yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Adalet Ağaoğlu, Muzaffer İzgü’nün oyunlarını da sahneye koydu.

Tiyatro tarihinin en önemli kadın oyuncularından biriydi Yıldız Kenter. Tiyatroya olan sevdası çok büyükken; 100’ün üstünde oyunda rol aldı, ayrıca 100’e yakın oyunda yönetmenlik yaptı. Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simón, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi pek çok yazarın yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının oyunlarını da sahneye koydu ve oynadı.

* * * * *

“Bir özgürlük tutkunu”;[5] “Ömrünü büyük bir tutkuyla tiyatro sanatına adamış bir sanatçı”;[6] “Tiyatronun temel taşlarından biri”;[7] “Tiyatro savaşçısı”;[8] “Sürekli parlayan bir yıldız”;[9] “Güçlü bir tiyatro maratoncusu”;[10] “Çorak sanat iklimimizde bir yediveren gülü”;[11] “Ülkenin onur kaynaklarından biri,”[12] olarak betimlenen Yıldız Kenter hakkında; “O kadar yetenekliydi ki bu iş için doğmuş gibi,”[13] türünden nitelemeler söz konusudur ve haksız da değildir…

Kolay mı? O; “Oyuncu, yönetmen, oyun yazarı, idareci, patron, sanatçı, hoca, diva… Carl Ebert’in raporunda; ‘Fevkâlâde. Devlet Konservatuarının bugüne kadar yetiştirdiği en kuvvetli elemandır,’ dediği bir oyuncu”dur![14]

“Bir tiyatro sanatçısı düşünün ki 1950’lerin başından 2010’ların ortalarına kadar Türkiye’nin sanat gündeminde kalmış, birbiri ardından gelen çeşitli kuşakları etkilemiş, tüm bu kuşaklara tiyatro tadını, beğenisini, tiyatro bilgi ve görgüsünü aşılamış, böylece tüm kuşakların derin sevgi ve hayranlığını kazanmıştı. Yalnızca tek kişilik “Ben Anadolu” oyunu onlarca yıl sahnelerden inmemiş, hatta gittiği yerlerde çoğu kez kapalı gişe oynamıştı.

Onun inanılmaz tiyatro yeteneği, bir sahne yaratığı olarak doğmuş olması ve bunu olağanüstü bir biçimde sergilemesi yanında, çok büyük tiyatro aşkını, tükenmek bilmeyen enerjisini, kendine uyguladığı disiplin, sadelik, sevecenlik ve sevimlilik, bu nedenlerle insanlarla iletişim kurmadaki kolaylık, ayrıca dünyada olup bitenleri sürekli olarak merakla ve hevesle izleme güdüsünü, tiyatro konusunda her şeyi okuma, görme ve izleme arzusunun hiçbir zaman tükenmemiş olması Onu niteleyen özelliklerden bir kaçıdır sadece.

Yıldız Kenter’in şahane bir tiyatro sanatçısı olduğu tartışılamaz. Ama o, aynı zamanda, şahane bir insandı.”[15] “Yalnızca bir tiyatro, sinema, kültür insanı olarak değil, mütevazı, çağının bilincinde ilerici, demokrat, iyi bir insan olarak yaşadı.”[16]

“Güçlü olduğu kadar kırılgan, sert olduğu kadar yumuşacık, inatçı, cesur, meraklı, özgür, kışkırtıcı, ezber bozan bir eğitimciydi. Ve hep aşkla tiyatro için yana yana yaşadı. Onun için yaşamak sahnede olmaktı. Oynamak soluk almak, var olmaktı.”[17]

Tüm bunlardan ötürü “İzleyicileri ona aşkla bağlandı, çünkü onları hep derinden etkiledi.”[18]

* * * * *

Oynadığını yaşayan, yaşatan müthiş oyunculuğuyla müsemma bir yıldızdı; tarihsel birikimdi…

Ankara Devlet Konservatuvarı, Nazi zulmünün önüne kattığı sanatçıların eşsiz katkılarıyla, akademik tiyatro eğitiminin çıtasını mümkün olan en yüksek düzeyine yerleştirdi.

O zamanlar oyunculuk, alışılan biçimiyle alaylı mesleklerdendi. Okulunu okumanın çok da meraklısı yoktu işin başında. Bu nedenle seçiciler oldukça hoşgörülü, anlayışıydı. Cüneyt Gökçer sınava girdiğinde sesi kısıktır. Carl Ebert ondaki yüksek istidadı görür ve ikinci bir şans verir kendisine. Cüneyt Gökçer iyileşince sınava girer, kazanır ve kariyerinin ilk adımlarını atmaya başlar.

Devlet Tiyatrosu henüz kurulmadığı günlerde Tatbikat Sahnesinde, 1945-1946 sezonunda oynadığı ‘Faust’, ilk oyunu olur Yıldız Kenter’in.

‘Yazılan Bozulmaz’, ‘Kadınlar Arasında’, ‘Anton Usta’, ‘Köroğlu’ oyunlarının ardından sıra ‘On İkinci Gece’dedir. Hocası Muhsin Ertuğrul, başrolü oynadığı oyun için bir kutlama mektubu yazar:

“Yıldız, iki gözüm kızım” diye başlayan mektup, Shakespeare gibi bir dâhinin oyununda başrol oynamanın ayrıcalıklı oluşuna dair övücü cümlelerle devam eder ve şöyle biter:

“Fakat sakın bu başlangıç seni gurura sürüklemesin, bilakis daha çok çalışmaya ve daimî bir tevazua bağlasın. Esasen ben senin dürüst ve kuvvetli seciyenden bunu bekliyorum. Bugünün hayatında çok uğurlu olmasını bütün kalbimle diler, sana Tanrı’dan muvaffakıyet, sıhhat ve saadet temenni ederim, evlâdım.”

Yıldız Kenter, meslek hayatı boyunca Carl Ebert ve Muhsin Ertuğrul’un yolundan ayrılmadı. Muhsin Ertuğrul da “iki gözü”nde tespit ettiği kişilik özelliklerinde yanılmadı. Öğrencisi mesleğine tutkuyla bağlanacak, çalışkanlıkta sınır tanımayacaktı.

Muhsin Ertuğrul’un 1958’de görevden alınmasıyla Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldı. Daha sonra ayrılık kervanına kardeşi Müşfik Kenter de katıldı. İki kardeşin İstanbul’a gelişi, tiyatro dünyası için yepyeni hamlelerin başlangıcı oldu. İlk yılın ardından sıfırdan bir tiyatro kurma hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvadılar. “Meşhuriyet” dönemi henüz başlamamıştı. Tiyatroya yalnızca dramanın hazzını yaşamak için gidiliyordu. Toplumsal dayanışma duygusu, yeni bir tiyatroyu taşıma motivasyonuna ve gücüne sahipti.

Tuğla tuğla, ilmek ilmek, koltuk koltuk örüldü yeni tiyatro. 1960 yılında seyircisiyle buluştu Kenter Tiyatrosu. Dönemin politik tiyatro modasına çok da bulaşmadan yürüdü yolunu. Yıldız Kenter, “Tiyatro benim açımdan bir düşünceyi tek yanıyla yansıtmamalı, çok yönlü bakış açıları sunarak seyirciyi düşünmeye yönlendirmeli,” derken, politik söylem için sertlik gerekmediğini ekleyerek devam etti: “Bizim Kent oyuncuları olarak belli bir duruşumuz vardı. Türkiye’nin en karanlık günlerinde adalet mekanizmasının sorgulandığı oyunlar oynadık. Repertuvarımızda daima sözü olan oyunlar yer aldı. İfade özgürlüğüne gelince; baskı ve sansür, dolaylı ya da dolaysız, bu ülkenin sanatçılarının yıllardır yüzleşmekte olduğu bir gerçektir.”

‘Miras’tan ‘Çöl Faresi’ne, ‘Üç Kuruşluk Opera’dan ‘Martı’ya… ‘Salıncakta İki Kişi’, ‘Savunma’, ‘Seneye Bugün’, ‘Gece Mevsimi’, ‘Harold ve Mode’, ‘Nükte’den… ‘Konken Partisi’nden ‘Ben Anadolu’ya… Ya da Ionesco’dan Shakespeare’e, Necati Cumalı’dan Melih Cevdet Anday’a, Çehov’dan Brecht’e uzanan cesur bir repertuvar politikasıydı o…[19]

Özetin Özeti: 60’ı aşkın yıl boyunca beş ayrı kuşaktan insanın coşkuyla izlemiş olduğu bir “diva”ydı…

Hatırlayın: 1948’de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’ oyununun Olivia’sı olarak yıldızlaştı. Ondan sonra da hiç sönmedi. 1959’da İstanbul’a yerleştikten sonraki ilk oyunu Müşfik’le oynadığı ‘Salıncakta İki Kişi’ydi. Oyunu başyapıt sayılmasa da Kenterler İstanbul’u büyülemeyi başardılar. Sonra ‘Çöl Faresi’ ile popülerlik kazandılar. Tiyatronun çetin ceviz oyunlarından olan John Osborne’un ‘Öfke’si ise onları doruğa taşıdı.

1962-1963 döneminde Ionesco’nun tek perdelik ‘Sandalyeler’ ve ‘Ders’ oyunlarının ilkinde 100 yaşında bir kadını, ikincisinde de bir öğrenciyi oynuyordu Yıldız. Her yaştan kadın oyun kişilerini rahatça yorumluyordu. 1963’te Çehov’un ‘Martı’sında canlandırdığı gencecik Nina’dan yaşça büyük, bir yıl sonra sunulan Edward Albee’nin ‘Kim Korkar Hain Kurttan’ oyununun Martha’sıyla ise yaşıttı.

Kent Oyuncuları 1964-1965 döneminde Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Operası’nın ülkemizdeki ilk yapımını sunarken, Yıldız’ın fahişe Jenny’yi epik değil de dramatik biçemde oynaması Brecht uzmanlarını kızdırmıştı. Usta bir şarkıcı ve dansçı olarak ulaştığı başarı yine de gölgelenmedi.

Kent Oyuncuları’nın ‘dünya prömiyeri’ni yaptıkları ‘Nalınlar’, ‘Fadik Kız’, ‘Derya Gülü’, ‘Pembe Kadın’ gibi Türk oyunlarının arasında -1967’de Kenter kardeşlerin ustalığı bağlamında ‘tarih yazan’- M. C. Anday’ın ‘Mikado’nun Çöpleri’ de yer alıyordu.

1968-69 döneminde, Yıldız’ın yoğun çabalarıyla Harbiye’de yapılan Kenter Tiyatrosu’nun açılış oyunu ‘Hamlet’ti. Yıldız, Kraliçe Gertrude’u canlandırıyordu.

1970’te Çehov’un ‘Üç Kız Kardeş’inde Olga, 1978’de ‘Vanya Dayı’da yaşlı anne yorumlarından geçerek 1984’te Güngör Dilmen’in -birçok kadın oyun kişisini tek kadın oyuncunun canlandırdığı- ‘Ben Anadolu’sunun ‘dünya prömiyeri’ ile gündeme oturan Yıldız Kenter 1997-98 döneminde ‘Maria Callas’ oyununda ünlü sopranoyu büyük ustalıkla yorumluyordu. 2000’lerin başında ise kendi yaşamöyküsünü anlattığı ‘Hep Aşk Vardı’ ile seyirciyi kucaklıyordu. Kısa bir süre sonra ne yazık ki Şükran Güngör’ü yitirecekti.

Kendisini emekliliğe hazırlayışı 2009-2010 döneminde ‘Kraliçe Lear’ oyunuyla başladı belki de. Ezberde zorlandığı için bir genç kızı yardımcı olarak tutan kıdemli oyuncuyu canlandırdığı bu oyunu Yıldız’ın yaşamıyla özdeşleştirmek olanaksızdı. Çünkü Yıldız, çevresindeki herkesten daha enerjikti.

Bir süre sonra ise bütünüyle emekli etti kendini…[20]

* * * * *

Ve nihayet, “Delilik korkusunun bizi hayal gücünün bayrağını dürülmüş şekilde tutmak zorunda bırakmasına izin vermeyeceğiz,” diyen André Breton’un aşkınlığını anımsatırcasına yaşayan onun için, “Bazı insanların ölümsüz olduğunu düşünürüz, onlara ölümü yakıştırmayız çünkü… O artık bir efsane olarak kalacak,”[21] diyen Filiz Kutlar sonuna kadar haklıydı.

Çünkü o, sönmeyen bir yıldızdı… o

19 Aralık 2020, İstanbul.

 

[1]    Halil Cibran.

 

[2]    Bkz: Temel Demirer, “O Ses Peşinden Sürüklenen Yıldız Kenter”, Patika Dergisi, No: 100, Ocak-Şubat-Mart 2018.

 

[3]    Zeynep Oral, “O ‘Yıldız’da Hep Aşk Vardı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2019, s. 13.

 

[4]    Hikmet Altınkaynak, “Bir Çılgının Son Yolculuğu”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[5]    Mustafa Balbay, “Yıldız Kenter: Bir Özgürlük Tutkunu!”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 11.

 

[6]    Öznur Oğraş Çolak, “Zeliha Berksoy: Yıldız Kenter Yaşamını Yitirdi”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2019, s. 13.

 

[7]    “Nevra Serezli: Yıldız Kenter Son Yolculuğuna Uğurlandı”, https://www.evrensel.net/haber/391273/usta-tiyatrocu-yildiz-kenter-son-yolculuguna-ugurlandi

 

[8]    Nedim Saban, “Kenter Tiyatrosuna Sahip Çıkılmalı”, Evrensel, 20 Kasım 2019, s. 10.

 

[9]    Orhun Atmış, “Dikmen Gürün: Tiyatronun Yıldızına Veda”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 17.

 

[10]  Ayşegül Yüksel, “Yıldız Kenter: Güçlü Bir Tiyatro Maratoncusu”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[11]  Dikmen Gürün, “O Bir Yediveren Gülü idi”, Evrensel, 20 Kasım 2019, s. 10.

 

[12]  Dikmen Gürün, “Kenter Tiyatrosu Bu Kentin Zenginliğidir”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s. 14.

 

[13]  Özlem Özdemir, “Türkiye’nin ‘Yıldız’ı”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2020, s. 2.

 

[14]  Mehmet Birkiye, “Kenter Tiyatrosu’nu Var Etmek”, Birgün, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[15]  Varol Özkoçak, “Cumhuriyetten ‘Yıldız’ Kaydı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2019, s. 2.

 

[16]  Güray Öz, “Yıldız Hanım”, Birgün, 20 Kasım 2019, s. 8.

 

[17]  “Tilbe Saran: Tiyatronun Güneşi Söndü”, Birgün, 19 Kasım 2019, s. 14.

 

[18]  Genco Erkal, “Unutulmazsın!”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 17.

 

[19]  Tuncer Yığcı, “Yıldız Olmak Kolay mı?”, Birgün, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[20]  Ayşegül Yüksel, “Yıldız Kenter’i Anarken…”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2020, s. 17.

 

[21]  Filiz Kutlar, “Tiyatronun Güneşi Söndü”, Birgün, 19 Kasım 2019, s. 14.

 

ABD seçim(sizlik)i: Made in USA – Sibel Özbudun/Temel Demirer

                                                       “Her şeyden önce,

                                                       zor anlardan korkmayın.

                                     En iyisi onlardan gelir.”[1]

Geleceğin önünü açıp biçimlendiren hızlandırılmış (ve sıkışık) bir tarihsel süreçteyiz; “Eski dünya ölüyor ve yenidünya doğmak için mücadele ediyor. Şimdi canavarların zamanı,” diyen Antonio Gramsci’nin ifadesindeki üzere.

Bu güzergâh hem “içeri”de, hem de  “dışarı”da patlayıcıları tüm tehditleri ile biriktiriyor.

Bu bağlamda yaşanan traji-komik ABD hikâyesi -kanımızca- çöküş/çözülme tohumlarını içinde barındıran bir momenttir.

Küresel çaplı kapışmanın, hegemonya mücadelesinin, sürdürülemez kapitalizmin kriziyle beslenen altüst oluşun devreye soktuğu fragmantasyon ve polarizasyon ile karakterize olan seçimle ulaşılan ufuk, “Amerikan İmparatorluğu” için sonun başlangıcı mıdır? Bazı açılardan “Evet” demek zor! Ancak bir de “Ama” var ki, son “seçim parodisi” de bunun göstergelerinden birisi.

ABD’nin son “seçim(sizlik)i, “liberal” olduğu iddia edilen ABD’nin güçler ayrılığı, denetleme-dengeleme organları vb. ile övünen son derecede güçlü ve karmaşık emperyalist (oligarşik) devlet yapısında nelerin yaşanabileceğine ilişkin önemli derslerle dolu: ABD emperyalizmi, “liberal demokrasi”, seçim ve Joe Biden’a “güven(ilir mi?)” konusunda ve Yuval Noah Harari’nin, “İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişimden kaçınırlar. Ancak tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğidir,” uyarısını hatırlatırcasına!

ABD GERÇEĞİ

ABD emperyalizmi, tekelci kapitalizmin saldırganlığının bugündeki seviyesini tanımlar.

O bir askerî-sınaî kompleks örneğidir. “Özgürlük” adına Amerika’daki ırkçılığın, kapitalist iktidar ve mülkiyet ilişkileriyle iç içe geçmiş hâlidir.

“Nasıl” mı?

Hatırlanırsa tarih bunun en büyük tanığı, kanıtı!

Bilindiği gibi 4 Temmuz 1776’da Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu ilan eden Bağımsızlık Bildirgesi, devrimin, baskıcı ve halkın ‘mutluluğu’ açısından zararlı hâle gelen hükümetlerin iktidardan indirilmesinin meşru ve hatta gerekli olduğunu ilan ediyordu…

11 Haziran’da Philadelphia’da toplanan Kıta Kongresi, bir Bildirge taslağı hazırlama görevini Beşler Komitesi’ne verdi. Bu komite; Pennsylvania’dan Benjamin Franklin, Massachusetts’tan John Adams, Virginia’dan Thomas Jefferson, New York’tan Robert Livingston ve Connecticut’ten Roger Sherman’dan oluşuyordu.

Bağımsızlık Bildirgesi, şu sözlerle başlıyordu: “İnsanları ilgilendiren olaylar sırasında, bir halkın kendisini bir başkasına bağlayan siyasi bağları çözmesi gerekli hâle gelir…”

Ardından da şu dikkat çekici savla devam ediyordu: “Biz şu gerçeklerin tartışmasız olduğunu savunuyoruz: bütün insanlar eşit yaratılmıştır; yaratıcıları onlara devrolunamaz bazı haklar vermiştir; yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları bunlar arasındadır.”

Bağımsızlık Bildirgesi, devrimin, baskıcı ve halkın “mutluluğu” açısından zararlı hâle gelen hükümetlerin iktidardan indirilmesinin meşru ve hatta gerekli bir aracı olduğunu ilan ediyordu. Jefferson, bu ilkeye bağlı kaldı ve Amerikan Devrimi’nden ilham alan Fransa’daki kitleler, Kral XVI Louis’den ve aristokrasiden kanlı bir intikam alınca, en ufak bir alınganlık göstermedi. Jefferson, Louis’nin “Tıpkı diğer suçlular gibi” cezalandırılması gerektiğini ilan etti…

Jefferson’ın köle sahibi olduğu ve köleliğe tavizler verdiği inkâr edilemez tarihsel gerçeği, onun yaşamının büyük ironisini, hatta trajedisini temsil etmektedir…

1775-83 Amerikan Devrimi, kölelik sorununu çözüme kavuşturmadı. Bunun nedeni, Jefferson’ın ya da köle sahibi Washington gibi devrimin diğer önderlerinin çözümü engellemesi değildi.[2]

Yani “ABD patentli egemen özgürlük söylemi” hep köleleştirilme için kullanıldı 1898 İspanya’dan “kurtarılan” Küba’dan 2003’te Saddam’dan “kurtarılan” Irak’ın köleleştirilmesine dek!

Irkçı köleleştirme, sömürgeci emperyalist ABD’nin “raison d’etat”sıyken; kapitalist baskı/terör aygıtının, yargısı ve kolluk kuvvetleri ile siyahî Amerikalılara ve yoksullara karşı uyguladığı orantısız şiddetin, ırkçı cinayetlerin ve kurumsal ırkçılığın temeli “Kapitalist Amerikan Rüyası”dır ve Karl Marx’ın ifadesindeki gibi, “sermaye” bu hâlde “tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış”tır.

New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Güney Işıkara, “ABD’de ana akım siyasetin merkezi çöküyor. Bu dalgalar sürecektir. Irkçılık sadece toplumda değil, ülkenin kodlarında, kurumlarında bir sorun. Ülke kurumlarının içine işlemiş ırkçılık”tan[3] söz ederken; “Amerika’da genç ve beyaz olmamak ne demek? Ekmek almaya bile giderken şüpheli damgası yiyebilirsiniz… Sistem beyazlara daha üstün hissetmelerini sağlıyor,”[4] diye hatırlatıyor Johanna Roth…

Bu durumda “ABD’de ne oluyor?” sorusuna yanıt ararken hem bombaların sisi dumanı içinde parlayan koru, hem de tutuculuğun kendini savunmak için nasıl çabaladığını görüyoruz. Liberal yalan iflas etti, kapitalizm her türden gericilik, ırkçılık olmadan, insanî olana nefret duymadan varlığını sürdüremiyor. Siyah vatandaşı boğarak öldüren polis, ırkçılığın gittikçe küçülttüğü beyninde o hep beslenen tehlikeyi hissettiği için “nefes alamıyorum” diyen siyahın çığlığına aldırmadı. Kendini devlet sanıyor; gerektiğinde kesip atılacak gereksiz bir parça olduğunu bilmiyor.[5]

“Nasıl” mı?

  1. i) Amerika’da George Floyd cinayetinin üzerinden henüz üç hafta bile geçmemişken, Rayshard Brooks polis tarafından öldürüldü.[6]
  2. ii) ABD’nin Wisconsin eyaletinde siyah Jacob Blake’in yakın mesafeden ve sırtından beyaz bir polis memuru tarafından vurulmasının ardından üç gündür devam eden gösteriler sırasında 17 yaşındaki Kyle Rittenhouse adlı bir beyaz genç, uzun namlulu silahıyla protestoculara saldırdı, iki kişiyi öldürdü. Bölgede polislerin ise sivillere silah dağıttığı tartışılıyor.[7]

iii) ABD’de Donald Trump’ın açıklamalarından da cesaret alan polis bu kez Los Angeles kentinde, “kanunsuz şekilde bisiklet sürdüğü” iddiasıyla siyah yurttaş 29 yaşındaki Dijon Kizzee’i 31 Ağustos 2020’de katletti.[8]

  1. iv) 4 Aralık’ta ABD’nin Ohio eyaletindeki Franklin County’de 23 yaşındaki siyah Amerikalı Casey Goodson, şerif yardımcısı ve Baptist Kilise papazı Jason Meade tarafından evinin önünde vurularak öldürüldü. ABD’nin Ohio eyaletinde herhangi bir suç kaydı bulunmayan 23 yaşındaki bir siyah Amerikalıyı öldüren şerif yardımcısının sızan ses kaydında “İnsan avlıyorum, bu harika bir iş, işimi seviyorum” dediği ortaya çıktı.[9]
  2. v) Faşist gruplar, bir süredir, Arizona, Colorado, Georgia, Kentucky, Minnesota, Vermont Wisconsin gibi birçok eyalette sokak gösterileri düzenliyor.[10]
  3. vi) ABD-Meksika sınırında ailelerinden zorla koparılan 545 göçmen çocuğun ebeveynleri bulunamıyor.

‘Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin (ACLU) verilerine göre, Trump yönetiminin, Orta Amerikalı göçmenlerin ABD-Meksika sınırı üzerinden girişini önlemek amacıyla 2018’den beri uyguladığı “sıfır tolerans” politikası sonucu bin 500’den fazla çocuk ailelerinden ayrı düşerken yalnızca 485 çocuğun ailesinin yeri belirlendi.

545 çocuktan yaklaşık 3’te 2’sinin ailesinin, kendi ülkelerinde olduğuna inanıldığını ifade eden ACLU, bir mahkeme dosyasında, gönüllülerin söz konusu çocukların ailelerini bulabilmek için aramalar yaptığını ancak bu aramaların pandemi nedeniyle sekteye uğradığını kaydetti.

Çocukların ailelerinden ayrılmasına son verilmesi için dava açan ACLU avukatı Lee Gelernt, ailelerinden koparılan göçmen çocuklardan 207’sinin beş yaşından küçük olduğunu belirtti.[11]

Daha da fazlası olsa da burada duralım!

“AMERİKAN KÂBUSU”

Tüm bunlara karşın Amerika’da yaşayanlar değil; dünyanın her yerindeki insanlar ABD’deki rejimin “demokrasi” olduğu yalanına sarılıyorlar; oraya, demokrasinin beşiği, “Özgürlük ülkesi/ Land of the free” diyorlar!

“Oysa ABD kurulduğu 1783 yılından beri demokrasinin yanından bile geçmedi…

Gerçi bir demokrasi vardı ama orada geçerli olan köle sahiplerinin demokrasisiydi…

Devletin kuruluşunu izleyen ilk 34 yılın 32’indeki devlet başkanları köle sahibiydi…

Oradaki rejimin demokrasiyle, özgürlükle bir ilgisi yoktu ama şiddetin ve devlet terörünün merkezi olduğu kesindi…

Kıtanın yerli halkları vahşi jenositlerle (soykırımlarla) yok edildi…

Milyonlarcası hunharca katledildi, katliam artıkları da rezervasyon denilen alanlara hapsedildi…

Afrikalı Siyahlar hayvanlar gibi avlanıp gemilere yüklenerek ‘yeni dünya’ya taşındı…

Devlet köle emeği üzerinde yükseldi…

Yeni rejim Avrupalıların üstün sayıldığı ırkçı kolonyalist kültür üzerine bina edilmişti…

Demokrasi ve özgürlük şampiyonu ABD’nin yönetici elitinin Afrikalı kölelere reva gördüğü muamele, insan havsalasını zorlayacak boyutlardaydı…

‘Zenci’ denilen siyahî kölelerin maruz kaldığı vahşet ve kıyıcılığı -işkence, katl, aşağılama, ölesiye çalışmaya zorlama- anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalırdı…

Birleşik Devletler sadece mülk sahibi Beyaz Hıristiyanlar için ‘demokrasi ve özgürlük’ ülkesiydi… Sınırsız sömürme özgürlüğü densin…

ABD’yi köle sahiplerinin, kapitalistlerin kurduğu/kurdurduğu iki parti yönetiyor…

İnsanlar her dört yılda sandığa gidip, oligarşinin iki partisinden birine oy veriyor…

Oligarşinin bir partisine değil de diğerine oy vermekle şeylerin seyri değişir miydi? Lâkin bir işe yaradığı aşikâr; kitleleri aldatmaya/oyalamaya yarıyordu…

Esasen seçilenler seçenleri temsil etmiyordu…

Ortada gerçek bir temsil ilişkisi de yoktu…

Zaten Kongre üyelerinin yüzde 39’u milyoner…

Kendilerine oy verenlerle değil, başka şeylerle ilgileniyorlar…

Zamanın çoğunu fon toplamakla geçiriyorlar…

Geride kalan 10 yılda federal hükümete güven yüzde 15’le yüzde 20 arasında seyrediyor,”[12] diye hatırlatıyor Fikret Başkaya…

İtirazı olan var mı? Olabilir mi? O hâlde!

Ancak bu kadar da değil!

2020 Ekimi’nde Amerikan Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre, ülkenin 330 milyonluk nüfusunun altta kalan yüzde 50’si kişi başına 12.600 dolar, toplam 2.08 trilyon dolar servete sahipken, en zengin yüzde 1 kişi başına 10.4 milyon dolarla 34.2 trilyon dolar bir serveti kontrol ediyordu.

En zengin 50 Amerikalı şahsiyetin mal varlığı toplumun yoksul yüzde 50’sinin toplam serveti kadar. Covid-19 pandemisinin patlak vermesiyle birlikte piyasaya 3 trilyon dolar pompalanması borsaları havalara uçurdu. Salgın ortamında teknoloji şirketlerinin ürünlerine rağbetin artması da buna eklenince Amazon’un Jeff Bezos’u, Microsoft’in Bill Gates’i; Tesla’nın Elon Musk’ı gibi şahsiyetler servetlerine servet katmayı sürdürdüler.

Nüfusun yüzde 1’i doğrudan veya fonlar aracılığıyla borsanın yüzde 52.4’üne, sonraki yüzde 9’u ise yüzde 35.8’ine sahip. Dikkat çeken bir nokta da, emek piyasasına yeni katılan gençlerin ülkenin zenginliğinden pay alamamaları. Milenyum kuşağı olarak adlandırılan 1981 ile 1996 arasında doğanlar, işgücü içerisinde 72 milyon kişi ile en büyük ağırlığa sahip kesim. Buna karşın ülkedeki servetin sadece yüzde 4.6’sı onlara ait.[13]

ABD’deki durum aslında sınıf mücadelesinin sertleşeceğine işaret etmektedir. Milyonlarca insan işsiz, yoksul ve geleceksizdir; toplumsal çelişkiler giderek derinleşmektedir. Toplumun yüzde 1’i 34 trilyonluk bir servete hükmederken, toplumun yarısının toplam zenginliği yalnızca 2 trilyon dolardır. Dolayısıyla Trump gidip Biden geldiğinde de toplumsal eşitsizlikler ve sorunlar yerinde durmaya devam edecek, giderek daha da yoğunlaşacaktır.[14]

Çünkü Bernie Sanders’in, “Dokuz ayda Amerika’da 651 milyarderin serveti 1 trilyon dolardan fazla arttı. Aynı süre içerisinde işçi sınıfı, yaşlılar ve engellilere 1.200 dolarlık bir çekle hayatta kalmaları söylendi. Milyarderlere 1 trilyon. Geri kalana 1.200 dolarlık bir çek. Bu ahlâksızlıktır,”[15] notunu düştüğü tabloda coronavirüs gerekçesiyle işyerlerinin kapandığı 2020 Haziranı’nda sayısı 42 milyona çıkan işsizlerin sadece 10 milyonu işine geri döndü. Buna rağmen işsiz sayısı coronavirüs salgını öncesine göre hâlâ 11.5 milyon fazla. “Büyük kapatma” geride kalmasına rağmen hâlâ her hafta 800-900 bin insan ilk kez işsizlik sigortasına başvuruyor. İşsizlik sigortasından yararlanan işsizlerin sayısı hâlihazırda 13 milyon civarında seyrediyor fakat işsizlik sigortası için yeterli kaynak aktarılmadığı ve bu nedenle işsiz kaldığı hâlde işsizlik sigortası ödeneği alanların sayısının giderek azalacağı tahmin ediliyor. İşinin yanı sıra arabasını, evini kaybeden Amerikalıların sayısında büyük bir artış yaşanıyor. 30 milyondan fazla insan hiçbir sosyal güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

İşçi ve emekçilerin durumu buyken dolar milyarderlerinin sayısı ve servetleriyse katlanarak artmaya devam ediyor. ABD’de 30 yılda en zengin yüzde 1’lik kesimin zenginliği 275 kat artmış, en zengin 400 kişi nüfusun en yoksul yüzde 60’ının toplam varlığından daha büyük bir zenginliğe sahip hâle gelmişti. Coronavirüs salgını nedeniyle bu eşitsizlik daha da derinleşti. En zengin yüzde 1’lik kesim içinde bulunan kimi milyarderlerin serveti her gün birkaç milyon dolar artış gösterdi. Bu milyarderlerden biri olan Amazon şirketinin sahibi Jeff Bezos’un serveti 200 milyar doları geçti. Çelişkinin daha rahat anlaşılması için şöyle bir örnek verelim: Bezos sadece bir saniyede ortalama asgari ücretli bir Amerikan işçisinin bir saat çalışarak kazandığı paranın 350 katından daha fazla para kazanıyor![16]

Yaklaşık 332 milyonluk nüfusu ile dünyanın en kalabalık üçüncü ülkesi ABD’de açlıkla mücadele eden milyonlarca insan bulunuyor. ABD’de açlık problemi yeni değil. Coronavirüs salgınından önce 2019 verilerine göre 35 milyon insan açlıkla mücadele ediyordu.[17]

Kolay mı? Dünyanın en zengin ülkesi ABD’de, 2019’da “kişi başına düşmeyen (milli) gelir 62 bin 606 dolar”ken; nüfusun yüzde 58’i geçim sıkıntısı çekiyor. Birçoğu da birkaç işte çalışmadan ayın sonunu getiremiyor. 65 yaş üstü çok sayıda insan emekli maaşıyla geçinemediği için çalışmak sorunda. Amerikalıların yüzde 40’ının (yaklaşık 130 milyon kişi) acil durumlarda kullanabileceği bankada 400 doları bile yok… 80 milyon insan (nüfusun yüzde 25’i) önemli sağlık sorunuyla karşılaştığında tedavi masraflarını ödemekte zorlanıyor. Geride kalan 10 yılda 50 bin sağlıkçı kadrosu iptal edildi ve onlarca hastane ve sağlık kurumu kapandı… 1985 yılında orta düzeyde eğitimli 4 çocuklu bir ailenin, temel ihtiyaçlarını (konut, beslenme, sağlık bakımı, ulaşım, eğitim…] karşılamak için 30 hafta çalışmak yetiyordu. Bugün 53 hafta çalışmak zorunda…

Son yıllarda yetişkin nüfusta ölüm oranının yükselmekte oluşu da şaşırtıcı değil. Geride kalan 20 yılda sefalet ortamına sürüklenmenin sonucu 600.000 insan intihar etti…

Neo-liberal gerici ekonomik ve sosyal politikaların doğrudan sonucu olarak, zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü… Esasen kapitalizm dahilinde başka türlü olamazdı…

Nitekim en zengin binde bir [yüzde 0.1], yüzde 90’ınki kadar servete sahip. En zengin 3 kişi nüfusun yarısı kadar zenginliğin sahibi…

Bundan 40 yıl kadar önce bir şirket yöneticisi [CEO] ortalama işçi ücretinin 40 katını kazanırken, bugün fark 278 kat…

Ortalama bir beyaz aile bir siyah aileden 13 kat fazla kazanıyor…

Tabii sosyal eşitsizlik de artan şiddetle birlikte yol alıyor…

Her 15 dakikada bir kişi ateşli silahla öldürülüyor. Bu oran, diğer Batılı ülkelerin 25 katı… (ABD’de 100 kişiye 121 silah düştüğünü de unutmamak gerekir!)…

Her yıl 1 milyondan fazla cinayet, ırza geçme, hırsızlık, her türden şiddet suçu işleniyor. 6.7 milyon kişi cezai takip altında… Dünyada hapisteki tüm kadınların üçtü biri ABD’de…

İşte Rene Magritte’in, “Gördüğümüz her şey başka bir şeyi gizler, her zaman gördüklerimizin gizlediğini görmek isteriz,” uyarısını anımsatan “liberal demokrasi” modeli ya da “land of the free”nin gerçeği böyleyken; Trump mı, Biden mi nafile ikileminin seçim(sizlik) labirenti devreye girdi.

Burada bir parantez açıp; Charles Bukowski’nin, “Neden hep kötü ile daha kötü arasındaydı seçimlerimiz?”

Peter Moon’un, “Tarih boyunca hükümdarlar, ancak onları destekleyen insanların olmasına izin verdiği kadar güçlüdür.”

Max Weber’in, “Demokraside insanlar güvendikleri bir lider seçerler. Sonra seçilen lider, ‘Şimdi sus ve bana itaat et’ der. İnsanlar artık o partinin işine karışmakta özgür değildir,” uyarılarını anımsatalım!

NAFİLE İKİLEM SEÇİM(SİZLİK)İ

Hayri Kozanoğlu, “İyi ki Amerikan seçmeni değilim. Çünkü 3 Kasım’da bir oyum olsa Trump gibi pespaye bir şahsiyete karşı tavırsız kalmayı kabullenemez, buna karşı Biden gibi sağcı bir düzen figürüne destek çıkmayı da içime sindiremezdim,”[18] derken; çok önceleri, “Demokratlara ya da Cumhuriyetçilere oy veren işçi, oyunu çöpe atmaktan daha kötüsünü yapmaktadır. O bir sınıf kaçkını ve kendisinin en kötü düşmanıdır,” diye haykırmıştı Eugene Debs!

“ABD’de demokrat-ilerici seçmen seçimlere, ‘faşizm sürecini’ durdurma umuduyla, ‘demokrasiyi’ kaybetme korkusu arasında belirsizlik içinde gidiyor,”[19] notu düşülüp, “gerekçe”lendirilmeye kalkışılsa da, “Trump’a karşı Biden”cı “ehven-i şer”ci tutum(suzluk) seçmek falan değildir!

Çünkü 4 Kasım 2020 seçimde 83 binden fazla oy alan Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi’nin başkanı adayı Gloria La Riva’nın “Asıl diktatörlük kapitalizmin kendisi”[20] veya John Davis’in, “ABD seçimlerine demokrasi denebilir mi?”[21] ya da Yeşil Parti’nin başkan adayı Howie Hawkins’in, “Demokrasi değil seçim sanrısı,”[22] vurgusuyla işaret ettikleri gerçeği “es” geçmektedir.

Çünkü ABD’de tartışmalar -denize düşen yılana sarılır misali!- “Trump seçimleri kaybetmezse,” açmazına takılıp kalmıştır. Yani Trump’sız vurgusu, Biden’cılığa takılıp, onu aşmaya cüret edemeyen bir teslimiyette ifadesini bulmuştur.

WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) üstünlüğü anlayışı, ırkçılık, şovenizm, Evanjelizmde cisimleşen dinsel gericilik, vahşi kapitalizm, Amerikan emperyalizmi ve katıksız işçi sınıfı düşmanlığı oluşturup; üstelik, sadece ABD’de değil tüm dünyada faşist güçlerin hamiliğine soyunan bir ekibin temsilciliğini üstlenen Trump elbette büyük bir sorundu; ancak Biden da öyle! Çünkü her ikisini de ABD emperyalizminden soyut ele almak, irdelemek mümkün değildir ve olamaz da!

Trump’ın ne olduğu “sır” değilken; “ABD kapitalizminin zirvesindekiler Trump’ın artık gitmesi gerektiğini söyledi”[23] ve Biden da “ABD’de Demokratik Korku”yu[24] arkasına yedekleyen liberal yaygaralar eşliğinde sahnedeki yerini ald(ırtıld)ı.

LİBERAL BIDEN MI?

“Ama haksızlık etmeyelim Biden liberal” mi dediniz!

“Liberalizm” dediğiniz şey, her ne ise; Yuval Noah Harari’nin, “Ordular, polisler, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz olarak insanların hayali düzene uygun davranmasını sağlamak için çalışır,” tanımına uygun düşen ve Maximilien Robespierre’in, “İyi yurttaşlar sessizliğe mahkum edildiğinde, alçaklar hükmeder,” saptamasıyla betimlenen hâlden başka bir şey değildir ve “ABD çürük zeminindeki demokrasicilik oyunu”[25] da farklı olamaz! Bu bir…

İkincisine gelince; ABD Le Moyne Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Yrd. Doçent Yunus Sözen’in, “ABD demokrasisi için sıkıntılı zamanlar başladı,”[26] vurgusu.

Üçüncüsü (ve en önemlisi): “Kapitalizm-demokrasi evliliğinin geleceğinin belirsizliği söz konusu… ABD’de de durum tam böyle,”[27] diyen Prof. Dr. Murat Somer’in saptaması!

Malum üzere: Liberal demokrasi kavramındaki “liberal” sözcüğü sermaye sınıfının devlet müdahalesinden kurtularak “serbestleşmesine”, istediği gibi üretim ve ticaret yapma, sermaye ve servet biriktirme hakkına işaret eder. Sermayenin bu haklarını koruyan devlet, bu “serbestliği” toplum çıkarı adına sınırlamayı, liberal demokrasi yerine “toplumsal demokrasiyi” koymak isteyenleri etkisizleştirir. Liberalizmin haklar ve özgürlüklere koyduğu sınırları kabul etmeyenler, bu itirazlarına siyasi biçimler kazandırmaya başladıklarında “düzenin” türlü şiddet araçlarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar. Liberal demokrasi, karşıtlarını susturan “otoriter” bir siyasi düzendir.[28]

ABD’de olduğu iddia edilen liberal demokrasinin, aslında otoriter bir emperyalist/kapitalist düzen olduğunu görebilmek için, soruna tarihin ışığında bakmak yararlı olabilir.

Ayrıca liberal versiyonu ile “kapitalist gerçekçilik”, insanlığın “yaşam dünyasını” yalnızca kapitalizmin sınırları içinde düşünebilir: Başka bir “dünya” olanaklı değildir. Ancak yeni bir yıla girerken “kapitalist gerçekçiliği” yaşatan, liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini, insana ilişkin egemen ideolojik varsayımları anlatan ideoloji verimliğini hızla kaybediyorlar.

‘The Financial Times’da Martin Wolf’un ‘Liberal Demokrasinin Soluklaşan Işığı’ başlığını taşıyan denemesi, dünya halklarının liberal demokrasiye ilgisinin, güveninin zayıfladığını; Oxford Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Timothy Garton Ash’ın araştırması da XXI. yüzyılda, liberal demokratik olmayan ülkelerin sayısının, olanların sayısını geçtiğini gösteriyor.[29]

BIDEN’IN KİMLİĞİ

Joe Biden, Demokratların olduğu kadar müesses nizamın da adayı… Demokratik Parti’nin yaşı oldukça ilerlemiş bir Başkan’ın karşısına kendisinden de yaşlı bir adayla çıkması, kadro kıtlığından çok devlet geleneğine ve devlet aklına dönüş zaruretinin sembolüydü. Biden, 47 yıllık devlet adamı ve Obama döneminin başkan yardımcısı kimliğiyle Trump’ın karşısındayken; öyle görünüyor ki “Biden’ın adaylığı altında ABD müesses nizamı, bir geri dönüş savaşı veriyor”du.[30]

“David Griscom’un ifadesiyle ‘Bu, ikinci sezonunu görmek istemediğiniz bir dizi’ gibi… Trump’tan daha az kötü olmanın, Biden’ın işçi sınıfının azılı bir düşmanı olduğu gerçeğini unutturmaması gerekiyor. Yeni gelen Joe Biden yönetimi, doğru niyetlere sahip olduğu için bir onsluk krediyi ya da bir muhalif duruşuna dönmeden önce nasıl davrandığını görmek için ilericilerin sabırla bekleyeceği tek bir günü dahi hak etmiyor… O, Ocak 1973’te Delaware senatörü oldu. Ocak 2009’da Barack Obama’nın başkan yardımcısı olana kadar da bu ofiste kaldı. Bu görevi Ocak 2017’ye kadar sürdürdü ve o zamandan beri başkanlık için adaylığını yineledi. Bu da, Biden’ın kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini görmek için kırk yedi yıllık kanıtımız olduğu anlamına geliyor… Elbette, Biden değişmiş birisi değil. Tüm kariyeri gibi hâlâ alaycı ve fırsatçı biri… Onun saf bir bukalemun olduğunu söylemek, yanlış bir tespit olacaktır.”[31]

Kolay mı? “Korkut Boratav’ın, “Orta-sağ kanadında yer alır. Kıdemli, bir hayli geleneksel bir siyasetçidir. Bernie Sanders’a karşı Demokrat Parti yönetiminin bulduğu alternatiftir. Ön-seçimlerde geride kalsaydı, on üç yıl New York Belediye Başkanlığı yapmış olan milyarder Michael Bloomberg devreye girecekti. Seçim kampanyasında da sermaye çevrelerinden Trump’tan çok daha fazla bağış topladı,”[32] notunu düştüğü Biden’ın -Prof. Dr. Cihan Tuğal’ın da ifadesiyle-, “En büyük başarısı, hiçbir şey söylemeden seçim kazanması oldu. Siyahların ve Hispaniklerin durumunu düzeltme konusunda, Biden muhtemelen sadece sembolik uygulamalarda bulunacak. Şimdiye kadar (Trump karşıtlığından başka) dişe dokunur hiçbir şey söylemediği gibi, hiçbir şey de yapmayacak. Biden tarzı Demokratlar, ırkçılık karşıtı hareketlerin sırtını sıvazlıyor ama, ana taleplerine karşı çıkıyor. Bu taleplerin merkezinde, kamu kaynaklarının polis ve hapishanelerden çekilip, siyahların ve Hispaniklerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerdeki okullara ve sağlık merkezlerine aktarılması var. Demokratik Parti, bu kadar basit bir liberal reformu bile gerçekleştiremeyecek, belkemiğini kaybetmiş bir kuruluş”tu.[33]

Seçim sonrasında “Sert söylemi bir kenara bırakma, atmosferi sakinleştirme, birbirimize tekrardan bakma ve birbirimizi dinleme zamanı” diyen Biden, “Rakiplerimizi düşman olarak görmeyi bırakalım. Bu gece tüm dünya Amerika’yı izliyor ve Amerika’nın dünya için bir yol gösterici olduğunu düşünüyorum,” mesajı verirken; Demokratların tutacağı yol, iç politikada Cumhuriyetçi tabanla “kucaklaşmak” ve “birlik ruhu” adına solcu ve ilericileri marjinalleştirmek olacak. Dış politikada da “liberal insanî müdahalecilik” hattına dönecek!

Ancak “Biden ile ABD emperyalizminin ıslah olmayacağını, sırf kendine başkan yardımcısı olarak siyah bir kadını seçti diye Amerikan devlet politikalarında sömürülen halklar lehine radikal bir değişiklik gerçekleşmeyeceğini aklı başında olan herkes biliyor”ken;[34] inkâr etmek de mümkün değil: Biden’ın seçimi sadece Amerikan seçimi değil. Dünyanın hegemon gücü olması vesilesiyle bu seçim aynı zamanda maalesef ki “dünya”nın da seçimi…

Hâliyle “küresel jandarma”lığa soyunan, dünya genelinde 800 civarında üssü Amerikan emperyalizminin dümenine kimin oturacağı sadece bir Amerikalıyı değil; aynı zamanda Tanzanya’dan Kuala Lumpur’a, Suriye’den Doğu Timor’a, İtalya’dan Baltık ülkelerine herkesi ilgilendiriyor.

En çok da “kan gölü”ne dönüştürülen Ortadoğu’yu ilgilendirecek. Biden ABD’sinin Suriye, Irak, İran, Filistin politikaları bütün bir bölgedeki her bireyin kaderini yakından ilgilendirecek.

Biden’ın ülkesinin şu anki Ortadoğu politikalarının mimarlarından, Arap Baharı, Libya, Suriye müdahalelerinin baş sorumlularından olduğu düşünüldüğünde “insancıl emperyalizm”in yeniden ısıtılıp pazara sürüleceğini kestirmek zor olmasa gerek. Dış politikada da “liberal insanî müdahalecilik” hattına dönerek Amerikan militarizmini daha zarifleştirecek.

Yaklaşık kırk yıl boyunca aralıksız senatörlük yapan on yıllarca Dış İlişkiler Komisyonu’nda yer alan Biden, ABD’nin yeniden dış politikada provokatif olması gerektiğinin savunucusu. Peki bu nasıl olacak? Trump’ın tüm gelgitli, anlık kararlarına rağmen gerçekleştirmediği fiilî müdahaleler yeniden sağlanacak. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yarım bıraktığı işleri tamamlamaya çalışacak. Bölgesel ve küresel jeopolitik yeniden şekillendirilmeye çalışılacak.[35]

Tam da bu güzergâhta Biden yeni hükümetini hazırlıyor. ‘The Financial Times’ başyazısında, Biden yönetimine katılacak adaylara ilişkin olarak, “Yetişkinlerin geri dönüşü” diyordu. Bu “yetişkinlerin” esas olarak iki kaynaktan devşirildiği anlaşılıyor: Finans kapital ve silah sanayii. Yellen, eski Fed Başkanı; Adewale Adeyemo ve Brian Deese dünyanın en büyük “hedge fund” yönetim şirketi BlackRock’tan geliyor. Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Ulusal İstihbarat Direktörlüğü için adları geçen Blinken, Flournoy ve Haines, Pentagon kontratlarında uzmanlaşmış bir danışmanlık şirketi olan WestExec’ten geliyor.

Bu gelişmeleri büyük sermaye olumlu karşılıyorken;[36] Biden yönetiminin kadroları belli olmaya başladı. Belirgin biçimde, silah sanayii ve finans sektöründen gelen kadrolar, geçmişte “liberal enternasyonalizm” olarak adlandırılan “liberal demokrasi” kurallarını yaygınlaştırma politikalarını savunuyorlardı…

“Liberal enternasyonalizm”, ABD’nin şekillendirdiği uluslararası düzen içinde, uluslararası sermayenin serbestçe hareket etmesinin önündeki engelleri kaldırmayı, bu amaca uygun liderlikleri de parlamenter sistemin kuralları içinde iktidara taşımayı amaçlıyordu. Bu strateji, hedef aldığı ülkelerin ekonomik-siyasi yapılarını, bir askerî müdahaleye gerek kalmadan düzenlemeyi, yönlendirmeyi amaçladığından “modern emperyalizm” kategorisi içine giriyordu. “Liberal” sıfatı da uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimlerine açık olmak anlamına geliyordu.

Haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları da ülke halkının bu modeli kabul etme eğilimine göre belirleniyordu. Halk, demokrasiyi sermayenin serbestliğini sınırlamak için kullanmaya kalkarsa, haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları daralmaya başlıyordu. Sermayenin serbestliğini korumak için özgürlükleri kısıtlamaya, hatta kimi zaman “süreç olarak faşizm” aşamasına geçmeye başlayan bir rejimi, seçimlerin varlığına bakarak “illiberal demokrasi” kavramıyla tanımlamak tam bir saçmalıktı.

Aslında haklar ve özgürlükler olarak demokrasi doğası gereği “illiberaldir”. Son yıllarda ABD’de muhafazakâr entelijansiya arasında demokrasinin liberalizmi tehlikeye attığına ilişkin bir tartışmanın başlaması da boşuna değildir.

Biden yönetimi, dış ilişkilerde ABD liderliğini restore etme projesinde “liberal enternasyonalizm” ilkesinde iki düzeltme yapmaya hazırlanıyor. “Liberal enternasyonalizm” (küreselleşme), bu kez ABD’de “orta sınıfların” refahını da hesaba katacak, gerektiğinde, ticaret ve yatırım alanlarında “korumacı” uygulamalara başvurabilecek. İkincisi: ABD liderliğinin restorasyonuna ve ABD’de orta sınıfların refahına katkı yaptığı oranda, “liberalizminin”, “demokrasisinin” sınırları daralmış ülkelerle de işbirliği yapabilecek.

Liberal enternasyonalizmin teorisyenlerinden G. John Ikenberry, Biden yönetimine yön verdiği söylenen ‘A World Safe for Democracy’ başlıklı kitabıyla ilgili olarak “Şimdi buna illiberal enternasyonalizm diyenler de olacaktır,” diyordu.

Biden, ABD liderliğini restore edeceğini, liberalizmin küresel kurallarını koruyacağını söylüyor. Biden, Avrupa Birliği, Japonya gibi geleneksel müttefikleriyle, Trump döneminde bozulan ilişkileri düzeltecek; bir “demokrasiler bloku” oluşturacak, böylece Çin’i ABD’nin kurduğu düzenin kuralları içinde kalmaya zorlayabilecek. Bu noktada “gelişmekte olan”, “bağımlı ülke” gibi ifadelerle betimlenen, büyük güçler arası paylaşım konusu olan “III. Dünya” ülkeleri büyük önem kazanıyor…

Biden yönetimi bu alanlarda Çin’le rekabete girmeye kararlı görünüyor. Böylece birilerinin iyimser biçimde “yeni soğuk savaş” dediği bir ortama değil ama yine iki bloklu, XIX. yüzyılın sonunu anımsatacak kadar patlayıcı bir emperyalist rekabet dönemine giriyor olabiliriz.[37]

“YENİ(LENEMEYEN)” GERİCİLİK

“Biden Kazanmış Sevinmeyelim mi?” sorusunu “Sevinmeyelim” diye yanıtlayan Cenk Ağcabay ekliyor: ‘The Washington Post’ müjdeyi verdi. Trump’ın “beyaz kabinesine karşı Biden Amerika’nın çeşitliliğini yansıtan bir kabine hazırlıyor. Biden tüm Amerikalıların başkanı olacağını söylemişti ve şimdi bunu yapıyor.”

Biden’ın açıkladığı ekibin Savunma Bakanlığı’ndan (Pentagon) sorumlu olan bölümünün esas olarak, savaş kışkırtıcısı “düşünce kuruluşları” ve askerî-sınai kompleksle olan bağlantıları dikkat çekiyor. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi isimli savaş kışkırtıcısı “düşünce kuruluşu” ekibe 3 üye vermiş. General Dynamics, Raytheon, Northrop Grumman, Lockheed Martin gibi silah tekellerinin sağladığı fonlarla çalışan bu “düşünce kuruluşu” emperyalist saldırganlığı gür bir sesle savunmasıyla tanınıyor.

Bu “düşünce kuruluşu” silah tekellerinin yanı sıra ABD’nin çeşitli devlet organlarından, Suudi Arabistan’ın petrol tekeli Aramco’dan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden ciddi finansman sağlıyor ve onlar için Amerika’da lobi çalışmaları yapıyor.

Yeni Amerikan Güvenliği adını taşıyan bir başka “düşünce kuruluşu” ekibe 2 üyesini verdi. Bu kuruluş savaş kışkırtıcısı faaliyetleriyle tanınıyor ve temel finansman kaynağı aynı silah tekelleri. Bu kuruluş Kamala Harris’in Başkan Yardımcılığı kampanyasına danışmanlık hizmeti sunmuş.

Pentagon ve İç Güvenlik Bakanlığı tarafından fonlanan meşhur Rand Corporation ekibe 3 üye vermiş. Biden’ın ekibini açıklamasının ardından, Biden’ın kampanyasına destek veren “sol” çevrelerde ciddi bir hayal kırıklığı yaşanmış. Küresel Adalet İttifakı’ndan Ramon Mejia, “Biden onu bu pozisyona kim getirdi, unuttu mu” diyor…

Ramon Mejia, Biden’ın tercihleri karşısında duyduğu hayal kırıklığını dile getiriyor pek çok Biden destecisi “solcu” gibi. Daha çok hayal kırıklığı yaşayacaklarını belirtmek gerekir. Finans-kapitalin has siyasi temsilcisinin kuyruğuna takılıp, halkı sahte umutlarla aldatmanın günahı bu “solcuların” sırtındadır.

Trump Savunma Bakanı Esper’i görevden aldı. Pentagon yönetiminde önemli değişiklikler yaptı. Liberal basın ve Biden çevresi bu değişiklik üzerine çeşitli yorumlar yaptı. Trump’ın bu hamlesinin Afganistan’dan asker çekme projesini hızlandıracağı korkusunu taşıyan liberal basın ve Biden çevresi; böylesi bir hamlenin yanlışlığını anlatmaya başladı.

Şaka değil, “solcuların” desteklediği ekibin en büyük korkusu, ABD’nin dışarıdaki askerî varlığının azaltılmasıdır. Trump’ın Pentagon yönetiminde önemli iki noktaya yaptığı atamalar şikâyet konusu. Atanan iki eski general, Afganistan’daki Amerikan askerî varlığına karşı çıkan isimler.

Biden, ‘Foreign Affairs’in Mart-Nisan sayısındaki ‘Neden Amerika Yeniden Öncülük Etmelidir/ Trump’tan Sonra Amerikan Dış Politikasını Kurtarmak’ başlıklı yazıyla dış politika vizyonunu açıkladı. Yani “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak” sloganıyla koltuğa yerleşen Trump’tan sonra Biden, “Amerika’yı Yeniden Öncü Yapacak”tı.

Biden NATO’nun Amerikan güvenliği için taşıdığı önemi anlatıyor NATO ittifakını güçlendireceğini belirtiyordu. Amerika’nın dünyanın en büyük askerî gücü olduğunu ve bunu sürdüreceğini dile getiren Biden, iktidarının ilk yılında “özgür dünyanın temsilcileriyle Küresel Demokrasi Zirvesi” düzenlemeyi vaat ediyordu. Küresel Demokrasi Zirvesi, “küresel tehditlere” karşı keskin ve sert yanıtlar vermeyi amaçlayacak. “Rusya’nın saldırganlığına karşı” koymak için “özgür dünyanın ittifakı” güçlendirilecek.

“Dünya henüz kendini yeniden organize edememişken” diyordu Biden, “Amerika 70 yıldır hem Cumhuriyetçi hem Demokrat yönetimler altında yaptığı gibi, kuralların yazılmasında öncü rolünü oynamaya tekrar dönmelidir.” Trump Amerikan emperyalizminin aşınan hegemonyasını yeniden tesis etmeyi vaat etmişti. Görüldüğü gibi, Biden da farklı ifadelerle aynı şeyi vaat ediyor.

“Rusya Kuzey Pasifik’te Provokasyonlarını Yükseltiyor” imiş. Liberal New York Times’ın anlatımına göre, Rusya Alaska kıyılarında Amerika’ya ait olan bölgede avlanan Amerikalı balıkçıları taciz ediyor, o bölgede savaş uçakları uçuyormuş. Balıkçılar, Rusya’nın tacizleri nedeniyle, “istila mı ediliyoruz” sorusunu sormaya başlamışlar.

Amerikan Ordusunun Alaska’daki birimlerini yöneten General David Krumm gazeteye yaptığı açıklamada, değişen bir iklimden söz ediyor, bölgedeki askerî birimlerin “daha fazla eğitim, ekipman ve yatırım” gereksinimi duyduğunu belirtiyor. “Yapmamız gereken” diyor, “kavgaya hazır olmak ve kendimizi savunmak.”

Alaska’daki Rusya provokasyonları iddiaları, Biden yönetiminde sık duyacağımız sözler olmaya adaydır. Savaş suçlusu Finans-Kapital hizmetkârından bir “faşizm karşıtı” çıkarmak ancak liberal solun başarabileceği bir mucize idi. Mucize başarıldı. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. Amerikan emperyalizminin aşınan hegemonyasını askerî baskı yoluyla yeniden tesis etme girişimlerinin Rusya ve Çin’e odaklandığı son Amerikan Ulusal Güvenlik Belgesi’nde ifade edilmişti. Biden yönetimiyle birlikte mızrağın sivri ucunun Rusya’ya yöneleceği belirginleşiyor.[38]

Bu durumda egemen kalemlerin dahi, “ABD ve Türkiye için Trump’tan daha farklı problemler yaratacağını söyleyemeyiz,”[39] notunu düştükleri Biden’in “Denge politikaları”ndan[40] bir şeyler ummaya kalkışanların yine/yeniden hayal kırıklıkları yaşayacakları bir “sır” değil.

“Nasıl” mı? “Öncelikle şunu ifade etmek lazım Trump kaybetti, ama Demokratlar da kazanmadı doğrusu… Ve Trump gibi açıkça ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı bir adayın 70 milyon yakın oy alması başlı başına düşünülmesi gereken bir durum. Trump bir aktör olarak yenildi ama onun mobilize ettiği bu kitleler Amerikan siyasetinde uzun süre bir aktör olarak bulunacaklar. Trump kaybetmiş olabilir ama Cumhuriyetçiler önemli bir mobilizasyon elde ettiler,” vurgusuyla “Biden’in seçilmesi ile birlikte çok büyük değişiklikler beklememek gerektiğini” belirten Hişyar Özsoy ekliyor: “Seçimlerin galibi Joe Biden, Demokrat Parti için en statükocu noktayı ifade ediyor… Açıkçası Trump yerine Biden gelince Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok büyük değişiklikler beklemek bizi yanılgıya götürür.”[41]

“MALÛM ZIRVALAR”

Ve böylelikle geliyoruz zurnanın “zırt” ettiği yere!

Çoğu kişi Trump’ın yenilgisinde bir siyaset tarzının yenilmesinin olanaklarını görüyor, umuyor…

Müesses nizam, emperyalist devlet aklının taktik ve stratejik hedefleriyle uyumlu bir siyaset arzuluyor. Biden, “Trumpizm”e kaymasa da “Trumpizm”in zeminini güçlendirmeyi sürdürebilir. Nasıl mı? Demokratlar, son iki seçimdir Trump’ın karşısına önce Hillary Clinton ve sonra da Biden ile çıktı. Burada asıl mesele, Demokratların (kimi Cumhuriyetçileri de kapsayarak genel olarak müesses nizamın) Trump’ın kazanması pahasına, Demokrat aday adayı Bernie Sanders’ın önünü kesmek için gösterdikleri çabada saklı. Sanders, daha halkçı bir ekonomi politikası öneriyordu ve son seçimde Trump karşısında aday olması kesinleşmek üzereyken müesses nizam onun karşısında birleşip Biden’ı aday seçtirdi.

Özetle Biden’ın adaylığı, önce Sanders’ın temsil ettiği “sol çizgi”ye karşı şekillendi, sonra da Trump’a karşı… Böylesine ruhsuz/kirli zeminin, siyasetsizleştirilmiş merkezin temsilcisi Biden’ın emperyalist/kapitalist siyaset açısından -nihaî kertede- Trump’tan farksız olduğunu “es” geçenlere gelince; bunlardan birkaçını kayda geçsin diye aktarıyoruz!

  1. i) Yakup Kepenek: “Türkiye için çok önemli olan ABD seçimlerini Demokrat Parti Başkan adayı J. Biden ve yardımcısı K. Harris kazandı… Türkiye’nin en etkili ve önemli ortağında yönetim değişiyor… Şurası bir gerçektir ki tüm eksiklerine karşın ABD düzeni işleyecek ve Biden-Harris ikilisi iş başına gelecek… ABD’nin yeni yönetimi, hukukun üstünlüğüne, kurumların güçlenmesine daha çok demokratikleşmeye önem vererek ülkesi içinde ayrımcı değil birleştirici, baskıcı değil, özgürlükçü, savaşçı değil barışçı; dinci-ırkçı değil eşitlikçi olmaya çalışacaktır. Hiç kuşku yok ki Biden-Harris ikilisi bu evrensel değerleri izlemeyi uluslararası ilişkilerinde de sürdürecektir. Bu gelişme kaçınılmaz olarak, dünyada ve ülkemizde bu değerlerin güçlenmesinde etkili olacaktır…”[42]
  2. ii) Stawomir Sierakowski: “Trump kaybedince popülistler sahipsiz kaldı… Polonya, Macaristan ve Sırbistan gibi (ve bir ihtimal Boris Johnson’ın Birleşik Krallığı için) felaket çanları çalıyor…”[43]

iii) Sinan Çiftyürek: “Trump’tan farklı olarak Biden gelişmelere, bir telefon görüşmesiyle ‘haydi verdim gitti’ hayvan pazarında el sıkışan tüccar tarzı yerine daha dirençli Kürdistan politikası izleyebilir…”[44]

  1. iv) Ertuğrul Kürkçü: “… ‘Hangisi seçilse farketmezdi’, ‘Amerika Amerikadır’ türünden sinizmlerle avunmaya razı değilseniz, Trump’ın ‘zaferi’nin insanlığın ufkuna bir dört yıl için daha karanlık ve belirsizliklerin çökmesi demek olacağını görmek zor değil. ABD’nin çoğunluğu ve ‘büyük insanlık’ Trump’ın ve yeryüzündeki gölgelerinin suretinde bir dünyaya rıza göstermeyecek…”[45]
  2. v) Hüseyin Aykol: “Hangisi seçilirse seçilsin; fark etmez ama…”[46]
  3. vi) Taylan Durmuş: “ABD seçim sonuçları: Nefes alıyoruz!”[47]

vii) Erol Katırcıoğlu: “Amerikan seçimlerini Joe Biden kazanmış görünüyor… Doğrusu biliyorsunuz birçok yerden, en son olarak da Davos’un kurucularından Klaus Schwab’dan gelen bir mesaj aslında neo-liberal düzenin sonuna gelindiğini söylüyor. Tabii neo-liberal düzenden kastedilen de çokluk ‘küreselleşme’ ile ortaya çıkan kapitalist düzenin piyasacı hâli…

Bugüne dek yaşadığımız küreselleşme, ‘elitist küreselleşme’ olarak adlandırılabilecek bir küreselleşmeydi. Yani daha çok ulus devlet elitlerinin başını çektiği bir süreçti. Ulus devlet elitlerinden kastettiğim ise ulus devleti yöneten siyasiler yanında sermaye sahiplerinin, büyük şirketlerin, CEO’ların içinde bulundukları bir küreselleşme idi. İşte Trump’la biten bu küreselleşmenin bu hâli bence.

Şimdi ise artık daha demokratik bir küreselleşme zamanı. ‘Demokratik küreselleşme’den ima ettiğim de ulus devlet içinden daha alt kesimlerin, sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların başını çekeceği yeni bir küreselleşme…

Bu gelişmeleri bizim ekonomik ve siyasi ortamımızla ilişkilendirip de yorum yapmak erken ama şimdiden söyleyebiliriz ki içinde yaşadığımız bunaltıcı ve kutuplaşmış siyaset alanı biraz daha genişleyecek ve başlangıçta az da olsa nefes alma koşullarımız değişecek…”[48]

viii) Mehmet Uğur: “Tüm dünyada, özellikle de Türkiye gibi seçilmiş diktatörlük rejimi altındaki ülkelerde, ABD deneyine bir öğrenme kaynağı olarak; otoriteryenizme karşı mücadelede nefes almayı ve umut tazelemeyi mümkün kılan bir deney olarak görmek gerekiyor…

Bir kesim, iki emperyalist kötüden birinin kazanması hiçbir şeyi değiştirmez diyor.

Bu kötümser tahminlere katılmıyorum. Bunların sorunlu olduğunu, en hafif deyimle yenilgici bir ruh hâlini yansıttığını; daha az cömert bir deyimle de gerçeklik-ötesi toplum ideolojisine uygun bir siniklik yansıttığını iddia edeceğim…

Bazıları, ABD seçimlerinden çıkacak sınırlı ama olumlu sonuçları kafalarındaki maksimalist hedeflerle karşılaştırarak küçümsüyor. Bazıları da özgürlük mücadelesinin karmaşık ve gel-gitli bir mücadele olduğunu göz ardı eden şablonlarla fikir üretiyor…

Başkan seçilen Biden’in ilerici muhalefetin taleplerini ne kadar karşılayacağı belirsiz olmakla birlikte, George Floyd’un öldürülmesinden kısa bir süre sonra Trump’ın devrilmesi ve Kamala Harris’in ilk siyah kadın başkan yardımcısı olarak seçilmesi önemli kazanımlardır. Onların deneyinin otoriter rejimlere karşı muhalefet eden ilericiler için anlamlı derslerle dolu olduğuna inanıyorum…”[49]

  1. ix) Veysi Sarısözen: “Tüm muhalefet parti ve hareketlerine söylenmesi gereken en temel hakikât şudur: Eğer muhalefet en kısa zamanda birleşip, inandırıcı bir ‘politik alternatif’ olduğunu kanıtlayamazsa, iki ay sonra iktidara resmen gelecek olan Biden, birkaç imaj değişikliğinden sonra Erdoğan’ı ‘rögara’ süpürmek yerine kullanacaktır…

Sistem içi ‘demokratik’ bir gelişmede Biden ve ekibi olumlu bir rol elbette oynayabilir. Siz bunu ‘muhalefete destek verebilir’ şeklinde ifade edebilirsiniz, ben ‘Erdoğan’ın arkasındaki küresel desteği çekebilir’ derim. Şu şartla: Biden sizin Erdoğan sonrasına hazır olduğunuzu görmelidir. Hazır mısınız?”[50]

Biz “Hazır olmayanlar”danız; “evrensel değer”ler diye pazarlananlara prim vermeyenlerdeniz; “sinizm”le “suçlanma” pahasına doğruda durmanın felsefesine pragmatikçe yan çizmeyenlerdeniz; “Ama”lı, “Fakat”lı mantık(sızlık)ın incir yaprağına müracaat etmeyenlerdeniz; seçimler ile “Nefes almayan”lardanız; “Biden’lı demokratik küreselleşme” palavralarına aldırmayanlardanız; “ABD seçimlerinden çıkacak sınırlı ama olumlu sonuçlar” retoriği ardına sığınan reformist beklentilerin uzağındayız çünkü… Ve de, 1970’lerin “Umudumuz Ecevit”inden Yunanistan’ın SYRIZA’sına, ABD’nin “Karaoğlan”ı Barrack Obama’ya, kapitalizmin zaman zaman aktör değiştirdiğini, ama bunun rejimin sömürücü (ve de emperyalist) niteliğini değiştirmediğini, bunun için sahneye örgütlü işçi sınıfının çıkması gerektiğini bilenlerdeniz.

Hayır gereksiz, sonuçsuz polemiklerden yana değiliz ve de “Ne yazık ki hayatımız, ehven ve şer arasında sallanıp duran bir sarkaç hareketi üzerinde ilerliyor. Her seferinde birbirimize ya da kendimize, ‘ehven’ olanın ‘şer’ kısımlarını, bir daha bir daha hatırlatıp, fakat ardından ‘şer’in şirretini bir daha tekrarlayıp, kendi yuvamıza, ‘ehven’e sığınıp, yenisini bekliyoruz,” saptaması ile “Karşınızda yeni ehveniniz, güle güle kullanınız…”[51] hükümüne müthiş önem veriyoruz!

Bilmiyoruz anlatabildik mi?!

Anlamamakta ısrar edenlere Ziya Ulusoy’dan aktaralım: “Trump’ın düşmesi uluslararası arenada gerçekçi olmayan iyimser hava yarattı. Bunun büyük bir yanılgı olduğunu baştan vurgulayalım.

Biden ve partisi, ABD’nin kapitalist dünyada gerileyen hâkimiyetinin sürmesi için savaş saldırganlığını devam ettirecek. Trump döneminden farklı, Çin’le birlikte Rusya’yı da başlıca rakip hedefin içine alacak. Yine farklı olarak, Avrupa emperyalistleriyle rekabeti şimdilik şiddetlendirmekten vazgeçecek. Bunun askeri ittifakı NATO’yu emperyalist saldırganlığının aracı olarak işletecek. NATO’nun ‘beyin ölümü’nü bir süre erteleyecek…

Dünya işçi sınıfı ve ezilenleri, ABD’nin emperyalist karakteriyle çelişen temelsiz iyimserlik yerine, kendi sınıfsal amaçları yönünde mücadelesine güvenmelidir.”[52]

SEÇİM(SİZLİK) SONRASI: BİR “DARBE” KARİKATÜRÜ

Seçim(sizlik)lerin bir de “darbe” karikatürlü sonrası var ki, bu da geleceğin nasıl biçimleneceğini müthiş ilgilendiriyor.

“Nasıl” mı?

Seçimlerde aldığı yaklaşık 70 küsur milyon oyla Trump’ın ABD siyaset sahnesinde bir biçimde etkilediği ve toplumsal bölünmenin derinleşmesinde yol açtığı herkesin malumu.

Seçimlerde Biden, ABD tarihinin en yüksek oyunu aldı ama Trump da 2016 seçimlerine kıyasla oylarını 6 milyon artırarak 71.5 milyon ile tarihin ikinci yüksek oyunu aldı. Trump, Beyaz Saray’dan gitse bile bu seçmen bir yere gitmiyor.

Bu tabloda Biden yönetiminin rıza üretimi alanında zorlanacağını, hareket alanını daraltacağını öngörebiliriz. Tüm bunlar yapısal soru(n)lar ile artarak, ABD emperyalizminin içinde debelendiği belirsizliği derinleştirecek gibi duruyor.

London School of Economics’te sosyoloji profesörü Richard Sennett’ın, “Trump kaybetse bile tabanı onu terk etmeyecektir. Üzerinde ‘Amerika’yı yeniden büyük ülke yapın’ yazılı şapkalar, Trump markalı ceketler ve silah dipçiklerine yapıştırılan çıkartmalar, tahminen Amerikalıların yüzde 30’u için değerli simgeler. ‘Gerçek’ Amerika onların… 300 milyondan fazla nüfusu olan bir ülkede yüzde 30 çok sayıda aşırılıkçı demek… Trump’ın tabanı, insanların başkalarını aşağılayarak kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayan sapkın bir tür sıfır-toplamlı-oyunla harekete geçiyor. Bunun aksine başkalarının ihtiyaçları ve hakları olduğunu kabul etmek, kendini bu ihtiyaç ve haklardan yoksun bırakmak gibi görünüyor. Bana göre, Trump’ın tabanının başkalarına dönük düşmanlığını besleyen işte bu sıfır-toplamlı-oyun… Hayal kırıklığı Trump tabanını daha da aşrı uçlara itiyor… ABD yakın gelecekte iyileşmeyecek,”[53] diye betimlediği tabloya Elizabeth Drew ekliyor:

“Trump yalnızca dalavere peşinde olabilir. ABD iç savaşını kaybettikten sonra bir türlü toparlanamayan güneylilerin yazdığı masallara benzer, bir tür ‘ümitsiz’ destan yaratıyor olabilir. Bu tip destanlar önümüzdeki yıllarda Trump’ın işine yarayabilir.”[54]

Karşımızda, radikal olarak bölünmüş, başkanlık seçimlerinin bir siyasi ahlâkî kriz sergilemesini önleyememiş, siyasi istikrarı bıçak sırtında bir ülke var… ABD’nin, Biden döneminde, “yönetilemeyen ülke” imajından kurtulması, küresel liderliği restore etmesi zorken;[55] Trumpçılık mikrobu, Amerika’da ekilmiştir ve öyle kolay kolay da yok edilmesi beklenmemelidir, çünkü bu mikrop siyasidir.[56]

Bunun bir semptomu, karikatür boyutlu da olsa “darbe” girişimidir.

Başka ülkelere “sözde demokrasi” taşıyan ABD emperyalizmi, şimdi demokrasi oyununun kırılganlığıyla yüzleşiyor!

Cumhuriyetçi Kongre üyesi Adam Kinzinger, Twitter hesabından paylaştığı mesajda, “Bu bir darbe teşebbüsü” ifadesini kullandı.

Başkan Yardımcısı Mike Pence, “Kongre Binamıza yapılan bu saldırı hoş karşılanmayacak ve olaya karışanlar kanun önünde sonuna kadar yargılanacaktır” dedi.

Eski ABD Savunma Bakanı Jim Mattis, Kongre binasını hedef alan saldırının, Amerikan demokrasisine çete yöntemiyle boyun eğdirme girişimi olduğunu ve yaşananların Trump tarafından kışkırtıldığını söyledi.

Senato Çoğunluk Lideri Mitch McConnell, “ABD ve Kongre, bugün gördüğümüz rahatsız edici kalabalıktan çok daha büyük tehditlerle karşı karşıya kaldı” dedi.

Eski ABD Başkanı Barack Obama, ABD Kongre binasını işgal eden göstericilerin Başkan Donald Trump tarafından kışkırtıldığını söyledi.

Temsilciler Meclisi’nde Başkan Trump’ı destekleyen Cumhuriyetçi üyelerden Mike Gallagher, protestocuların Kongre binasının camlarını kırdığı sırada Twitter’dan yaptığı açıklamada, “Şu anda ABD Kongresi’nde tam bir muz cumhuriyetçi saçmalığına tanık oluyoruz. Donald Trump, bunun bitirilmesi için çağrıda bulunmalısınız” diye yazdı.

Kongre’deki oylamaların tamamına yakınında Trump’tan yana oy kullanan diğer bir Temsilciler Meclisi üyesi James French Hill de CNBC kanalına yaptığı açıklamada, “Gerginlikte Başkanın da sorumluluğu var,” ifadesini kullandı.

Trump’ı en çok eleştiren Cumhuriyetçi senatörlerden Mitt Romney ise, “Bugün burada olanlar, ABD Başkanı tarafından teşvik edilen bir isyandı. Meşru, demokratik bir seçimin sonuçlarına itiraz ederek onun bu tehlikeli oyununu desteklemeye devam edenler, demokrasimize karşı eşi görülmemiş bir saldırıda suç ortakları olarak daima hatırlanacaklar,” dedi.

Kongrenin basılması ile ilgili Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Bu olaylar, kutsal bir zaferin, çok uzun zamandır kötü ve adaletsiz davranılan müthiş vatanseverlerin elinden bu derece kabaca ve zalimce alındığı zaman yaşanan olaylar” değerlendirmesi yapan Trump daha sonrada “Sorunsuz şekilde görevi teslim edeceğini” belirtti.

ABD demokrasisi ve hukukun üstünlüğüne yönelik “görülmemiş saldırılara” son verilmesi çağrısında bulunan Biden, “Başkan Trump’ı TV’ye çıkarak ettiği yemini yerine getirmesi, Anayasa’yı savunması ve bu kuşatmaya son verilmesini talep etmeye çağırıyorum” dedi.

Biden, “Kongredeki kaos, gerçek Amerika’yı yansıtmıyor. Biz bu değiliz. Gördüklerimiz, kendilerini kanunsuzluğa adamış radikal küçük bir grup. Bu muhalefet değil kargaşa, kaos isyan sınırında. Bu bir kalkışmadır. Bu duruma şu an itibarıyla son verilmeli. Bu kalabalığı geri çekilmeye ve demokrasinin işlemesine izin vermeye çağırıyorum” diye konuştu.

Ve nihayet Kongre’ye düzenlenen saldırı sonrası şiddet olaylarını tahrik etmekle ve bölücü söylem kullanmakla suçlanan Donald Trump’ın başkanlık dönemi böyle sona erdi. Sessizce değil, şiddetle…

Ancak BBC Kuzey Amerika Muhabiri Anthony Zurcher’e göre Trump, Florida’daki yeni evine yerleştiğinde, hesaplaşmak ve belki de mahvolmuş mirasını inşa etmek amacıyla yeniden iktidara gelmek için planlar yapabilir.

Çünkü Trump’ın en büyük oğlu Donald Trump Jr’ın, başkanları için “dövüşecek” parti üyelerine bir mesajı vardı. “Bu onların Cumhuriyetçi Partisi değil artık” dedi ve ekledi: “Bu Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi”.

Seçimin “çalındığı” iddialarının arasında destekçilerine “evinize gidin, sizi seviyoruz, siz çok özelsiniz” diyen Trump da, “Asla vazgeçmeyeceğiz. Asla yenilgiyi kabul etmeyeceğiz. Ülkemiz usandı. Artık buna katlanmayacağız,” ifadesini kullanıyordu.[57]

Ve de olup da bit(mey)enin tümü emperyalist ABD gerçeğinden kaynaklanıyordu!

EMPERALİST SALDIRGANLIK

Evet, evet emperyalist ABD gerçeğinin saldırganlığından soyut ele alınması mümkün olmayan söz konusu hâli, “Kendisini insanların çobanı olarak gören… despot devlet, daha fazla koyunun kendisine itaat etmesini ister,” diyen Eric Hoffer gibi tanımlamak mümkün iken bir kez daha altını çizerek, hatırlatalım: ABD Trump sonrası yeni “liberal müdahaleciliğe” hazırlanıyor. “Önce Amerika” diyerek içe kapanan Trump’ın yerine “ABD düzen kurmada liderlik yapmalıdır. Bu sorumluluğundan vazgeçemez,” diyen Biden’ın gelişi bunun işareti.

Dizginlenemeyen neo-liberal kapitalist hırs, emperyalist yağmacılıkla birleşince dünyanın da payına hâliyle kaos ve kriz düşecek. Samir Amin ‘Liberal Virüs’[58] başlıklı yapıtında ABD’nin dünyayı militer olarak denetim altına alma tercihinin tüm halklara yönelik bir tehdit olduğunu vurgularken bunun Hitler’in yapmak istediğinin bir devamı niteliğinde olduğunu ifade ederken “liberal virüs”e dikkat…[59]

Çünkü bazıları Biden’ın Washington’daki en deneyimli politikacı ve “sistemin adamı” olduğu gerçeğini unuturken; Moskova Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İkbal Düre ekliyor: “Yeni bir ‘soğuk savaş’ dönemi başlıyor. Soğuk savaş dönemleri turnusol kâğıdı gibidir. Saflar netleşir. Herkesin işine gelmez. Başkan Biden, eşittir ikinci soğuk savaş”…[60]

Kolay mı? Seçim sonrası dönemde işlerin farklı gideceğini düşünenlerin aksine, çevresi yeni muhafazakâr savaş çığırtkanlarıyla çevrili Biden da Rusya, Çin ve Kuzey Kore için sık sık düşmanca laflar ediyor.

Ve unutulmaması gerekmektedir ki Biden, Obama yönetiminin attığı birçok dış politika adımının arkasındaki mimarken; bu adımlardan öne çıkan bazıları şunlardı:

  1. i) ABD ile İslâm dünyasının 11 Eylül’den sonra açılan arasını yeniden düzeltme adına Obama’nın Mısır’dan verdiği mesaj. Obama, basın toplantısına el ele çıktığı Mısır lideri Mübarek’i birkaç yıl sonra diktatör olarak ilan edecek ve iktidardan düşürülmesini sağlayacaktır.
  2. ii) 2010’da Ortadoğu’da baş gösteren ve hâlen farklı bir şekilde devam eden Arap Baharı süreci.

iii) El Kaide’nin tasfiye edilmesi, IŞİD’in ortaya çıkması.

  1. iv) ABD’nin Asya Pasifik bölgesine yönünü dönmesi.
  2. v) AB-Ukrayna çatışması.
  3. vi) Suriye’nin bugün içine düştüğü durum.

Özetle ABD başkanlarının dünyaya “çekidüzen verme” amaçlı doktrinleri, diğer ülkelere acı, kaos ve ölüm getirirken, Biden ile de bu durum değişmeyecek. Çünkü “Biden ‘Çok taraflı Amerika’nın dünyaya dönüşü’dür,”[61] Ceyda Karan’ın haklı ifadesiyle!

Hatırlayın: “Yakın geçmişin hemen tüm ABD yönetimleri Ortadoğu’da çok fazla insanın canına mal olmuş işler yaptılar. Rejimleri devirmeye kalkışıp, kontrol edemeyecekleri iç savaşlarla sığınmacılar yaratıp, uluslararası terörizmi besleyip savunma sanayine çalıştılar, hegemonyayı devam ettirdiler. Şimdi Biden geliyor diye memnun olanlar, aynı dönemlerde kendisinin başkan yardımcısı olarak yer aldığı, tüm bu icraatlarda payı olanları da şimdi kabine görevleriyle ‘ödüllendirdiğini’ dikkate almıyorlar.”[62]

Hatırlasalar çok iyi olur. Çünkü “Biden’ın ‘Foreign Affairs’ ile CNN’e yazdığı makalelerde şu ana vurgular var: “ABD demokrasisini yenilemek, Çin’e karşı ekonomik/teknolojik üstünlüğü ve dünyaya liderliğini yeniden tesis etmek”… “Yabancı liderlere konuştuğum zaman onlara şunu söylüyorum: Amerika geri dönecek. Oyuna geri döneceğiz,” diyen Biden ile işlerin eskiye döneceği, Amerikan neo-liberal modelinin sivil görünümlü militarizmi eşliğinde dünyayı hibrit savaşlarla kasıp kavuracağını öngörmek mümkün.”[63]

Bizden bir kere daha hatırlatması!

Hem de Bertolt Brecht’in, “Eski güzel günleri özlemeyi bırakın, yeni kötü zamanlarla başlayın işe”; Walter Benjamin’in, “İnsanları devrim yapmaya iten şey; özgürleşecek torunlarının hayalleri değil, köleleştirilmiş atalarının hatıralarıdır,” uyarıları eşliğinde… o

11 Ocak 2021, İstanbul.

 

[1]    Rita Levi-Montalcini.

 

[2]    David North, “Dünya Tarihindeki İki Amerikan Devrimi”, Yeni Yaşam, 29 Temmuz 2020, s. 9.

 

[3]    Mehmet Ali Çelebi, “Işıkara: Ana Akım Siyasetin Merkezi Çöküyor”, Yeni Yaşam, 22 Ekim 2020,

 

[4]    Johanna Roth, “Amerika’da Genç ve Beyaz Olmamak Ne Demek?”, Birgün, 12 Haziran 2020, s. 5.

 

[5]    Güray Öz, “ABD’nin Hafızası”, Birgün, 3 Haziran 2020, s. 9.

 

[6]    Rahila Gupta, “… ‘Polisin Feshi’ Toplumsal Devrim Olmaksızın Çözüm Değil”, Yeni Yaşam, 29 Temmuz 2020, s. 10.

 

[7]    “Wisconsin’de Protestolar Devam Ediyor: İki Kişi Öldürüldü”, Yeni Yaşam, 28 Ağustos 2020, s. 7.

 

[8]    “Polisten Cinayet Trump’tan Destek”, Yeni Yaşam, 3 Eylül 2020, s. 7.

 

[9]    “Siyah Amerikalıyı Öldüren Şerif Yardımcısının Ses Kaydı Ortaya Çıktı: İnsan Avlıyorum, Bu Harika Bir İş”, 31 Aralık 2020… https://direnisteyiz28.org/siyah-amerikaliyi-olduren-serif-yardimcisinin-ses-kaydi-ortaya-cikti-insan-avliyorum-bu-harika-bir-is

 

[10]  Ergin Yıldızoğlu, “ABD’de Faşizm Sokağa İndi”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2020, s. 11.

 

[11]  “ABD’de Göçmen Trajedisi: Çocukların Aileleri Kayıp”, Birgün, 23 Ekim 2020, s. 5.

 

[12]  Fikret Başkaya, “… ‘Özgürlük ve Demokrasi Cennetinden’ Sevgilerle…”, 1 Aralık 2020… https://iscigazetesi.org/ozgurluk-ve-demokrasi-cennetinden-sevgilerle-fikret-baskaya

 

[13]  Hayri Kozanoğlu, “Bidenomics Trumponomics’e Karşı”, Birgün, 27 Ekim 2020, s. 5.

 

[14]  Kerem Dağlı, “ABD Seçimleri Ne Anlatıyor?”, 8 Kasım 2020… https://marksist.net/kerem-dagli/abd-secimleri-ne-anlatiyor

 

[15]  Bernie Sanders on Twitter, 20 Aralık 2020… https://twitter.com/SenSanders/status/1340427267579781126?s=20

 

[16]  Ezgi Şanlı, “Amerika’da Neler Oluyor?”, 4 Ekim 2020… https://marksist.net/ezgi-sanli/amerikada-neler-oluyor

 

[17]  “Kapitalizmin Yüzü Amerika, Amerika’nın Yüzü Açlık”, 28 Aralık 2020… https://marksist.net/okurlarimizdan/kapitalizmin-yuzu-amerika-amerikanin-yuzu-aclik

 

[18]  Hayri Kozanoğlu, “Bidenomics Trumponomics’e Karşı”, Birgün, 27 Ekim 2020, s. 5.

 

[19]  Ergin Yıldızoğlu, “ABD: Faşizmden Önce Son Çıkış”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2020, s. 9.

 

[20]  Ömür Şahin Keyif, “Gloria La Riva: Asıl Diktatörlük Kapitalizmin Kendisi”, Birgün, 26 Kasım 2020, s. 5.

 

[21]  John Davis, “ABD Seçimlerine Demokrasi Denebilir mi?”, Birgün, 21 Aralık 2020, s. 13.

 

[22]  Ömür Şahin Keyif, “Yeşil Parti’nin Başkan Adayı: Demokrasi Değil Seçim Sanrısı”, Birgün, 21 Ekim 2020, s. 5.

 

[23]  Ergin Yıldızoğlu, “Trump Dersleri – II”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2020, s. 11.

 

[24]  Thomas Frank, “ABD’de Demokratik Korku”, Le Monde Diplomatique Türkiye, No:7, 10 Ağustos 2020, s. 1-6.

 

[25]  “ABD: Çürük Zeminde Demokrasicilik Oyunu”, Atılım, Yıl: 7, No: 452, 13 Kasım 2020, s. 18.

 

[26]  Şerif Karataş, “Yrd. Doç. Sözen: Trump’ın Kaybetmesi Otoriterleşme Dalgasını Etkileyebilir”, Evrensel, 7 Kasım 2020, s. 9.

 

[27]  Mehmet Ali Çelebi, “Prof. Dr. Murat Somer: Trump Çizgisine Karşı Modeller Üretilmeli”, Yeni Yaşam, 8 Eylül 2020, s. 9.

 

[28]  Ergin Yıldızoğlu, “Liberal Demokrasi ve Otoriterlik”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2020, s. 11.

 

[29]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Kapitalist Gerçekçilik’ Demokratik Dayanaklarını Yitiriyor”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2020, s. 11.

 

[30]  Zafer Yörük, “ABD Müesses Nizamının Geri Dönüşü: Çanlar Sağ-Popülizm İçin Çalıyor”, Yeni Yaşam, 4 Ekim 2020, s. 6.

 

[31]  Ben Burgis, “Joe Biden İçin Cicim Ayları Yok”, Birgün, 9 Kasım 2020, s. 13.

 

[32]  “Korkut Boratav: Sol Güçlenmezse Neo-Faşizm Yeniden İktidar Seçeneği Olur”, 27 Aralık 2020… https://www.birgun.net/haber/hocalarin-hocasi-korkut-boratav-sol-guclenmezse-neofasizm-yeniden-iktidar-secenegi-olur-328130

 

[33]  Şerif Karataş, “Prof. Dr. Cihan Tuğal: ABD’de Taban Örgütlenmeden Aşırı Sağcı Dönem Bitmez”, Evrensel, 14 Kasım 2020, s. 9.

 

[34]  Güven Gürkan Öztan, “… ‘Trump Reis’in Gidişine Sevinsek mi?”, Birgün, 9 Kasım 2020, s. 3.

 

[35]  İbrahim Varlı, “İnsancıl Emperyalizmin Yeni Neo-Liberal Prensi”, Birgün, 10 Kasım 2020, s. 7.

 

[36]  Ergin Yıldızoğlu, “Weimar Amerika”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2020, s. 11.

 

[37]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Liberal’ Emperyalizm”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2020, s. 11.

 

[38]  Cenk Ağcabay, “Biden Kazanmış Sevinmeyelim mi?”, 13 Kasım 2020… https://kritik.reviews/biden-kazanmis-sevinmeyelim-mi/

 

[39]  İlber Ortaylı, “ABD Seçimleri”, Hürriyet, 8 Kasım 2020, s. 4.

 

[40]  Hüseyin Kalkan, “Yusuf Karataş: Fazla Beklenti Yanılgıdır”, Yeni Yaşam, 10 Kasım 2020, s. 9.

 

[41]  Hüseyin Kalkan, “Hişyar Özsoy: Fazla Beklenti Yanılgıdır”, Yeni Yaşam, 10 Kasım 2020, s. 9.

 

[42]  Yakup Kepenek, “ABD’nin Seçimi ve Türkiye”, Birgün, 8 Kasım 2020, s. 4.

 

[43]  Stawomir Sierakowski, “Trump Kaybedince Popülistler Sahipsiz Kaldı”, Birgün, 30 Kasım 2020, s. 5.

 

[44]  Sinan Çiftyürek, “ABD’nin Avrasya Stratejisi, Biden ve Kürdistan Siyaseti”, Yeni Yaşam, 20 Kasım 2020, s. 8.

 

[45]  Ertuğrul Kürkçü, “İnsanlık Trump Suretinde Bir Dünya İstemiyor”, Yeni Yaşam, 5 Kasım 2020, s. 5.

 

[46]  Hüseyin Aykol, “Hangisi Seçilirse Seçilsin; Fark Etmez Ama…”, Yeni Yaşam, 2 Kasım 2020, s. 5.

 

[47]  Taylan Durmuş, “ABD Seçim Sonuçları: Nefes Alıyoruz!”, Yeni Yaşam, 11 Kasım 2020, s. 9.

 

[48]  Erol Katırcıoğlu, “Amerikan Seçimlerinin Anlamı Üzerine”, Yeni Yaşam, 8 Kasım 2020, s. 10.

 

[49]  Mehmet Uğur, “ABD’deki Seçimler Üzerine”, 9 Kasım 2020… http://siyasihaber5.org/abddeki-secimler-uzerine

 

[50]  Veysi Sarısözen, “Muhalefet Alternatif Olmazsa, Biden Erdoğan’ı Kullanacaktır”, Yeni Yaşam, 25 Kasım 2020, s. 5.

 

[51]  Metin Yeğin, “ABD, Seçim ve Ötesi”, Yeni Yaşam, 12 Kasım 2020, s. 7.

 

[52]  Ziya Ulusoy, “ABD’de Değişim Beklentisi ve Gerçek”, Atılım, Yıl: 7, No: 453, 20 Kasım 2020, s. 20.

 

[53]  Richard Sennett, “Donald Trump Seçimleri Kaybetse Bile ABD Yakın Gelecekte İyileşmeyecek”, Yeni Yaşam, 10 Kasım 2020, s. 7.

 

[54]  Elizabeth Drew, “Trumpokrasi’nin Çöküşü”, Birgün, 16 Kasım 2020, s. 5.

 

[55]  Ergin Yıldızoğlu, “Absürdistan Birleşik Devletleri”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2020, s. 11.

 

[56]  Orhan Bursalı, “… ‘İyileşme Zamanı’.. Bölünen ve Hasta Edilen Toplumlar”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2020, s. 6.

 

[57]  “ABD’ye Demokrasi Çağrısı”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2021, s. 7.

 

[58]  Samir Amin, Liberal Virüs: Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, çev: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004.

 

[59]  İbrahim Varlı, “Liberal Virüs”, Birgün, 17 Kasım 2020, s. 4.

 

[60]  İkbal Düre, “Başkan Biden, Eşittir İkinci Soğuk Savaş”, Birgün, 13 Kasım 2020, s. 5.

 

[61]  Ceyda Karan, “ABD’nin İran Yenilgisinin Anlattıkları”, Birgün, 24 Ağustos 2020, s. 4.

 

[62]  Ceyda Karan, “… ‘Topal Ördeğin’ İran İşleri…”, Birgün, 30 Kasım 2020, s. 4.

 

[63]  Ceyda Karan, “Sonsuz Savaşların Getirdiği ABD Demokrasisi ve Trump Şakası”, Birgün, 16 Kasım 2020, s. 4.

 

Emperyalist “demokrasi” ve Afrika’nın direnişi: Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Lumumba örneği – Yusuf Alp

Patrice Emery Lumumba, Kongo yurtseveri, Pan-Afrikacı bir siyasetçi, bağımsız Kongo’nun ilk başbakanı olarak görevinde sadece 3 ay kaldıktan sonra tekelci demokrasi ve Belçika koloniciliğinin hedefi oldu. Belçika kralının himayesinde gerçekleşen bağımsızlık ilanı ve kutlamasından sadece birkaç ay sonra 17 Ocak’ta katledildi.

Belçika Kongosu’nun Kasavi bölgesinde Élias Okit’Asombo ismi ile doğdu. Bir misyoner okulunda eğitim gördü ve Leopoldville (Kinşasa) ve Stanleyville’de (Kisangani) rahip ve gazeteci olarak çalıştı. 1955’te Lumumba bir sendikanın başkanı seçildi ve Belçika Liberal Partisi’ne katıldı. 1957 yılında zimmete para geçirme iddiasıyla tutuklandı ve bir yıl hapis yattı. Tahliye olduktan sonra 1958’de Kongo Ulusal Hareketi’ni (MNC) kurdu (Vikipedi).

“MNC’den 4 yıl önce 1954’te kurulan ve liderliğini ünlü bir aile önderi Joseph Kasavubu’nun yaptığı Alliance des Ba-Kongo’yu (Kongo-Bakogo İttifakı–ABAKO) kabileci anlayıştan kopamayan partilerin başındadır. Öyle ki MNC’ye göre kabilecilik bağımsızlık önünde bir engeldir. Bağımsızlık demişken Lumumba’nın hayatındaki belki en büyük dönüm noktası olan Gana’da düzenlenen Akra Pan-Afrika Konferansı’ndan söz etmeliyiz. Lumumba ‘emperyalizm’ ve onurlu, gerçek bir bağımsızlık düşüncesiyle böylece tanışır.”[1]

“Akra’ya gelen Lumumba, Cezayirli Frantz Fanon, Ganalı Kwame Nkrumah gibi bağımsızcılık ve Pan Afrika düşüncesinin önemli isimleriyle tanışır. Konferansta kabilecilik ve sömürgecileri destekleyen ideolojilere net bir çizgi çekilir. Bu çizgi sadece konferans belgeleriyle sınırlı kalmaz, Lumumba’nın hayatına da çekilir: Onun için barışın olmazsa olmaz koşulu artık bağımsızlıktır. Ülkesinde fikirlerini bu çerçeveye oturttuğunda sürekli ‘komünist’ olmakla suçlanır. Bu ‘suçlama’ ömrü hayatı boyunca peşinden gelecektir. Dolaylı yoldan Marksist düşünceye dokunan Lumumba kendisine yakıştırılan bu sözler hakkında şöyle diyor: “Afrika’da ilerlemeci olan, ilerleme eğiliminde olan herkes komünist olmakla, yıkıcı olmakla niteleniyor. Sömürgecilerin önünde eğilmeniz ve size sunduğu her şeyi kabul etmeniz gerek. O zaman sizi övecekler. Biz namuslu insanlarız, kimseyi aldatmayız. Tek bir amacımız var: ülkemizi kurtarmak, özgür ve bağımsız bir ulus kurmak.” Lumumba Afrika tarihinde bu ‘savunmayı’ yapan ilk ve tek kişi değildir. Kimi içten içe, kimi gerçekten komünist olan; kimiyse sadece ‘ülkesini kurtarmak, özgür, bağımsız bir ulus kurma’ amacında olan nice Afrikalı devrimci, benzer sözleri sarf eder.”[2]

1959’da Belçika, Kongo’ya beş yıl içinde bağımsızlığının verilmesini içeren bir planı açıkladı ve Aralık ayında yapılan yerel seçimlerde Kongo Ulusal Hareketi Lumumba’nın tutuklu olmasına rağmen büyük çoğunluk kazandı. Belçika’da 1960 yılında toplanan bir konferans Kongo’ya bağımsızlığın planlandan önce, Mayıs’ta yapılacak seçimleri takiben Haziran 1960’ta verilmesini kararlaştırdı. Lumumba ve Kongo Ulusal Hareketi 23 Haziran 1960’ta ilk hükûmeti kurdu. Lumumba başbakan ve Joseph Kasavubu devlet başkanı oldu (Vikipedi).

Lumumba’nın hayatını anlatan biyografi tarzındaki 2000 yapımı filmde de başarılı bir şekilde gösterilen sahne, suikaste gidecek olayların başlangıcı olacaktı. Belçika kralının himayesinde ve dünyanın gözü önünde gerçekleşen bağımsızlık töreninde kralın kibirli konuşmasından sonra, cumhurbaşkanı Kasavubu’nun sömürge kişiliğin yansıması olan konuşması yapıldı.

Onlardan sonra kürsüye Lumumba çıktı: Sömürgecileri öfke dolduran konuşması, Kongoluları coşturdu. Konuşmasında Kongo’nun geleceğinde Kongoluların sözü olacağını, bu geleceğin Brüksel, Washington veya Birleşik Milletler tarafından yönlendirilmeyeceğini belirtti.

Bağımsızlık ilanından önce de sömürge yönetim hükümet kurulmaması için uğraşmış, birleşik bir ülkedense parçalı, kabilelere bölünmüş bir yönetim kurulması için çaba sarfetmişti.

Kısa süre içerisinde Belçika güçlerinin desteğiyle ülkedeki zenginliklerin çoğunu barındıran Katanga bölgesi isyan başlatmış, ülke iç savaşa sürüklenmişti.

BM’den destek gelmemesine rağmen Lumumba komünist olarak suçlandığı için bir süre Sovyetler Birliği’nden destek istemedi.

Lumumba Sovyetler Birliği’nden destek istediğinde, Eylül’de devlet başkanı Kasavubu tarafından görevinden el çektirildi. Oysa Lumumba başkanlığındaki MNC en yakın rakibine 10 puan fark atarak en yüksek oyu almıştı. 14 Eylül’de Albay Joseph Mobutu önderliğindeki, Kasavubu ve emperyalistler tarafından desteklenen bir askerî cunta yönetimi ele geçirdi.

Askerî yönetim yapılanın darbe olmadığını ve kaosun dindirilmeye çalışıldığını belirtmesine rağmen, Kasavubu serbestken Lumumba’nın evinin etrafı askerle sarılmış fiilî bir ev hapsine alınmıştı.

Lumumba askerleri atlatıp ev hapsinden kaçtı: Kongolularla bir araya gelerek bu kuşatmayı yarmak istiyordu. Ancak askerler tarafından yakalanıp ona savaş ilan eden Katanga’daki Çombe güçlerine teslim edildi. Esirken çekilen fotoğraflarından birinde bağımsızlık töreninde yaptığı konuşmanın yedirilmeye çalışıldığı görülüyor.

Lumumba, Belçikalıların komuta ettiği bir tim tarafından iki arkadaşıyla birlikte kurşuna dizildi, parçalara ayrıldı ve asitte eritildi.

“Cinayetten 39 yıl sonra bağımsız Kongo’nun ilk Başbakanı Patrice Lumumba’yı öldüren Belçikalı komiser Soete, kurbanın cesetini parçalara ayırıp, sülfürik asitte erittiğini itiraf etti.

“Soete, Kongo’nun Doğu Bloku’nun etkisine girmesini engellemek için Lumumba’yı öldürdüklerini, Belçikalı yetkililerin de bu cinayetten haberdar olduğunu söyledi.”[3]

Avrupa demokrasisinden neşeyle bahsedenleri gördükçe aklıma bu hikâye gelecek artık. Bu budalalık tekrar edip Demokratların Biden zaferinden bahsederse birileri, hızını alamayıp Belçika’da insan haklarından bahsederlerse Soete’nin şu demecini hatırlayacağım:

“AFP’ye yaptığı açıklamada Soete, kendisine eşlik eden ‘bir beyaz ve birkaç Kongolu’ ile Kongo’nun ilk başbakanını öldürüp, cesedini parçalara ayırdığını, sonra da sülfürik asitte eriterek yok ettiğini itiraf etti.

“Cinayetten 39 yıl sonra vicdan muhakemesi yapan Soete, ‘Binlerce kişinin canını korumak ve patlamaya hazır gergin ortamda sükuneti korumak için yaptığımız şeyin doğru olduğunu düşünüyorum’ diye konuştu.”[4]

“Katanga polis teşkilâtını kurmakla görevlendirilen bir komiser olan Gerard Soete üç cesedi önce bir ormana attığını, sonra Katanga İçişleri Bakanı Godefroid Munongo’dan ‘cesetleri yok et’ emri geldiğini” söyleyerek ettiği itiraf emperyalizmden, kapitalist demokrasiden beklentileri düşürmüyorsa, Belçika’nın cinayette ahlaki sorumluluğu olduğunu kabul ederek sıyrılmaya çalıştığını, Amerikan demokrasinin katkılarının reddedilememeye başlandığını ama suikastten dolayı kimsenin ceza almadığını hatırlatmak gerekecek.

Bu da yeterli değilse Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin ilk seçilmiş başbakanının kızının “Babamın dişlerini verin artık biz de yasımızı tutalım” çığlığını 60 yıl sonra hâlâ attığını, bunun için Belçika Kralı Filip’e bir mektup yazarak, CIA ve Belçika’nın girişimiyle öldürülen ve cesedi yok edilen babasının tek kalıntısı olan dişlerini geri istediğini hatırlatmak yeterli olacaktır.[5]

Afrika’nın direnişi ama nasıl?

Lumumba’nın Afrika’nın direnişinde önemli liderlerinden biri olduğu, emperyalizme karşı Afrika’nın birliğini savunduğu, hem bir Pan-Afrikacı hem de bir Kongo yurtseveri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ancak onun, Serpil Güvenç’in Sol haberde yazdığı 3 Haziran 2018 tarihli yazısında belirttiği gibi Marksist bir devrimci olduğunu söylemek zor. Evet karısına yazdığı mektubundaki “… Tarih bir gün sözünü söyleyecek ama bu tarih, Brüksel’in, Paris’in, Washington’un ya da BM’nin öğretisi olmayacak, sömürgeciler ve kuklalarından kurtulmuş ülkelerimizde okutulacak onurun ve zaferin tarihi olacak…” sözlerinden de anlaşılabileceği gibi o anti-emperyalist biri. Belçika Liberal Partisinde başladığı siyasi hayatı büyük değişimler geçirdi. Ölmeseydi Marksizmle, komünizmle ilişkisi nasıl dönüşürdü bilemeyiz ancak “… 1987’de katledilen Burkina Faso başkanı Marksist Thomas Sankara’nın bir “sembol… bir sanat eseri” olarak tanımladığı Marksist Patrice Lumumba ise bağımsız Kongo cumhuriyetinin ilk başbakanı olur.”[6] sözleri iddialı kalıyor.

Lumumba veya anti-emperyalist, Pan-Afrikacı liderleri konuşurken bölgedeki tarihsel durumu hatırlamalıyız. Sovyetler ve Küba’nın olumlu etkileriyle ulusal kurtuluş hareketleri her ne kadar kapitalizmden daha çok sosyalizme yakın bir karakterde olsa da bu liderleri övmek veya direnişten öğrenmek onun ruhuyla coşmak için onu olduğundan fazla göstermenin yanıltıcı olacağını düşünüyorum.

Açık bir şekilde Marksist olduğunu söylemese de, lideri olduğu MNC hareketi doğrudan sosyalist bir programa sahip olmasa da Lumumba ve birçok Pan-Afrikacı lider, mücadelenin gelişmesi için dünya devrimci hareketinin savaşta kayıpları oldu.

Onların değerini Jacobin’de sosyalist öğrenci Said Hüseyni ile yaptığı röportajında Kongo ve Afrika ile ilgili çalışmalarından bilinen ve sorusunu sormadan önce “Amilcar Cabral, Thomas Sankara ve Steve Biko gibi Lumumba’nın şehit olması onu Afrika’daki radikal hareketlerin güçlü sembollerinden birine dönüştürdü.” diyen sözlerinden anlaşılacak Afrika gerçeğinden anlayabiliriz.

Onlar Afrika devrimci mücadelesinin sembolleri ve dünya devrimci hareketinin şehitleri oldular. En çok da baş eğmeyen son eylemleriyle…

26.01.2020

 

[1]    Kralın önünde ‘sömürgecilik’ ifşası: Patrice Lumumba!, Kavel Alpaslan, GazeteDuvar

 

[2]    Kralın önünde ‘sömürgecilik’ ifşası: Patrice Lumumba!, Kavel Alpaslan, GazeteDuvar

 

[3]    Lumumba’yı parçalara ayırıp asitte erittim, Hürriyet, 16.05.2000.

 

[4]    Lumumba’yı parçalara ayırıp asitte erittim, Hürriyet,16.05.2000

 

[5]    ‘Afrika’nın Che Guevarası’: Lumumba, Friederike Müller-Jung, DW, 25.07.2020

 

[6]    Kongo’nun Patrice Lumumba’sı ve günümüze dair… – Serpil Güvenç, Sol Haber, 03.06.2018

 

Kapitalizm, akıl sağlığı ve yabancılaşma – Derya Kızılova

Çağdaş delilik ve onun makine dünyası ve insanlar arasındaki doğrudan duygusal ilişkilerin ortadan kalkması ile bağlantısı hakkında birçok şey söylendi. Bu bağlantı, şüphesiz, gerçek bir bağlantıdır. İnsan, kendi dilinde olanlardan, kendi eyleminin ürünlerinin yaşayan önemlerinden yabancılaşınca, ekonomik ve sosyal gerçeklikler ona bir kısıt olduğunda ve kendini bu dünyada evinde hissedemediğinde, şizofreni gibi bir patolojiyi mümkün kılan bir kültürde yaşıyor demektir, dünyada bir yabancı olarak… Güncel dünyamız şizofreniyi mümkün kılıyor… kültürümüz dünyayı insanın kendisinin kendini içinde tanıyamayacağı biçimde okuduğu için.[1]

Akıl hastalıkları günümüzün ileri endüstriyel toplumlarının en ciddi sorunlarından biridir. Birkaç basit ampirik gerçek, akıl hastalığı sorununun bir yandan aciliyetini ve ölçeğini diğer yandan ise sosyal karakterini ortaya koymaya yeterli. Örneğin, Bruce M. Z. Cohen’in Psikiyatrik Hegemonya isimli kitabında yazdığı üzere, 2015 itibariyle tahmini olarak 450 milyon insan bir zihinsel veya davranışsal bozukluktan muzdarip. Ayrıca, 1997 ve 2007 arasında akıl hastalığı vakalarında 35 kat artış görüldü.[2] Günümüzde, John Hopkins Üniversitesi’nin tıp istatistikleri sayfasına göre, her yıl ABD’deki her 4 yetişkinden 1’ine zihinsel hastalık teşhisi konuluyor. Akıl hastalığının sadece yoksullukla bağlantılı olduğu değil, aynı zamanda daha yüksek eşitsizlik oranlarına sahip ülkelerde daha yaygın olduğu da araştırmalarda ortaya çıkmıştır.

Bu bulguların aksine, akıl hastalığına dair baskın söylem hâlâ apolitik ve tarih dışı bir nitelikte. Bu yaklaşım bireyleri yapısal sorunların bağlamından koparılmış ve atomize edilmiş birer örnek olarak görüyor. Bu yaygın bakış, akıl hastalıklarının nasıl bireylerin biyolojik veya psikolojik konfigürasyonlarındaki çeşitli bozukluklar veya dengesizlikler yoluyla ortaya çıktığına odaklanıyor.

Buna karşıt literatür, bu yazıda yakından bakacağım akıl hastalıkları üzerine inceleme yapan Marksist yazarların da içinde bulunduğu, akıl hastalığının tarihsel ve sosyal karakterini vurguluyor ve psikolojiye[3] de bir disiplin olarak eleştirel bir şekilde yaklaşıyor. Bu yaklaşımlar yapısal sosyoekonomik sorunları öncelikli kılıyor ve bu yapıların özelliklerinin akıl hastalığına ve sosyal patolojilere nasıl yol açtığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ayrıca bir disiplin ve pratik olarak baskın psikoloji biçimini sömürücü sosyoekonomik yapıların sürdürülmesine destek veren bir disiplin ve meslek olarak eleştiriyor. Psikoloji disiplinine ve akıl hastalıklarına tarihsel ve bütünlüksel yaklaşım, hem akıl hastalıklarını hem de psikolojinin kendisini kapitalizmin gelişimi ve sürdürülmesiyle bağlantılı ele almamızı sağlıyor.

Bu amaç doğrultusunda bu yazıda ilk olarak psikolojinin tarihinin birkaç özelliğine ve psikolojinin bazı varsayımlarına göz atacağım. Ardından Erich Fromm’a dönüp, kapitalist toplumlarda yabancılaşmanın insan üzerindeki etkilerine odaklanacağım.

Ron Robertson, 2015 tarihli Psikoloji ve Kapitalizm adlı kitabını, psikolojinin doğasının esasen sosyoekonomik ve politik yapılara bağlı olduğu iddiasıyla açıyor ve bu görüşünü desteklemek için psikolojinin tarihine dönüyor.[4] Robertson, 18. yüzyılda psikolojinin bir disiplin olarak yükselişini etkileyen birkaç önemli toplumsal değişikliği listeliyor. Bunlardan birincisi, sanayi devriminin başlamasıyla birlikte istatistiğin bir disiplin olarak yükselişi. İstatistik, başlangıçta bir devlet bilimi olarak tasarlanmış ve demografik verilerin sınıflandırılmasına ve ayrıştırılmasına adanmıştır. Robertson için istatistik bilimi, daha sonra psikolojinin benimsediği, insanların normatif sınıflandırmalarını başlattığı için önemlidir.[5] Psikoloji, istatistiğin sınıflandırma ve ayrıştırma yöntemini alır ve bunu davranışlara, ilişkilere ve diğer kişilik özelliklerine uygular. Bu uygulama ile ilgili tehlikeli olan şey, ayrıştırılan özelliklere (iyi veya kötü) değer yüklemiyor, bağımsız ve sadece tanımlayıcı şekilde yaklaşıyor görünse de, aslında kuralcı ve bir normal yaratan biçimde var olmasıdır.[6] Bu demek oluyor ki, psikolojinin istatiksel sınıflandırma yanı, insanların gerçek veya ortalama karakterlerini tanımladığını öne sürerken, aslında bu karakterlerle aynı zamanda bir toplumsal norm inşa ediyor.

Robertson ayrıca, psikolojinin yükselişinin arkasındaki diğer itici gücün, kapitalizmin gelişmesiyle nüfusun muazzam kesimlerinin yoksullaşması ve ekonomik hayatın dışına itilmesi olduğunu belirtiyor. Burada atıfta bulunulan tarihsel dönemde, kapitalizme geçiş aşamasında eskiden ortak kullanıma açık feodal arazilerin özel mülkiyete geçmesiyle birçok serf yerlerinden edilmişti. Hayatta kalabilmek için tamamen yeni bir hayata başlayıp kapitalist ücretli emeğe dönmeleri gereken serflerin bir önemli kısmı, ya onların hepsini işe alabilecek sanayinin henüz gelişememesinden ya da yeni kapitalist yaşamın önceki yaşamlarına aykırılığından, ekonomik yaşamın dışında kalmıştı. Ekonomik işlevleri yerine getiremeyen insanların ötekileştirilmesi, akıl hastanelerinin ortaya çıkmasıyla beraber oluştu. Kapitalizme üretken katılımcılar olabilmeleri için nüfusun bu kesiminin diğerlerinden ayrılması ve “iyileştirilmesi” gerekiyordu.[7] Bu tarih, sosyoekonomik değişikliklerin ve bu sosyoekonomik yapıya uygun bir nüfus oluşturma ihtiyacının psikolojinin ortaya çıkışını nasıl yönlendirdiğini gösteriyor.

Psikolojinin akıl hastalıklarının kalıtsal nedenlerini araştırma yönteminin ortaya çıkışı da masum değildir. Robert, başlangıçta bu yaklaşımın, Darwin’in kuzeni Francis Galton da dahil olmak üzere İngiliz üst sınıflarında tutkulu taraftarlar barındırdığını yazıyor. Galton aynı zamanda öjenik yaklaşımında bir öncüydü. Robertson, öjenistlerin temel amacının “hapishanelerde, tımarhanelerde ve tımarhanelerde” olan nüfusun ortadan kaldırılması olduğunu belirtiyor.[8] Bu, elbette, Nazizm tarafından benimsenen ve geliştirilen mantıkla aynı ve Robertson, “profesyonel psikolojinin tanınmasında ön planda olanların” Nazizm psikologları olduğunu belirtiyor.[9]

Sosyoekonomik tarih ve psikoloji arasında bu gibi birçok bağlantı açık olsa da, bunlar psikolojinin baskın söylemlerinde gizli kalıyor ve göz ardı ediliyor.[10] Bu durum, psikolojiyi kapitalizmi ve kapitalizmin insan ve toplum anlayışlarını doğallaştıran ve destekleyen ideolojik yapının bir parçası hâline getiriyor. Psikoloji için, örneğin, insanların “normal” olan ve arzulanan özellikleri en fazla üretkenliğe ve en iyi performansa neden olan özelliklerdir: “uygunluk”, “işini doğru yapmak”, “dakiklik”, “canlılık”, “tahammül edebilmek” veya “dayanıklılık”.[11] Dahası, psikoloji, kapitalist toplumun taleplerine ayak uyduramamayı sosyoekonomik yapıların değil, bireyin başarısızlığı olarak gören ideolojik bakış açısının güçlendirilmesinde göz ardı edilemez bir rol oynar. Robertson, bu bağlamada psikolojinin, sorumluluğun özelleştirilmesini teşkil ettiğini yazmaktadır.[12]

Bu özelleştirmeyi olanaklı kılan, psikolojinin, tekil bireyin dünyayı ve bireyin kendisini anlamak için öncelikli birim ve kavram olduğunu varsaymasıdır. Bu varsayım ile psikoloji en baştan bireyi tarihsel bağlamdan soyutlamaktadır.[13] Psikoloji bu yaklaşımı ile, başarısızlıkları, uyumsuzlukları ve normalin dışındaki bütün duyguları için kendilerini durmadan denetlemeye ve göz altında tutmaya alışmış bireyler oluşturur. Bu nedenle psikolojinin özünde yaratmaya çalıştığı birey sosyoekonomik bağlamlarından soyutlanmış, sürekli kendi kendini denetleyen ve sorumluluğu kendinde arayan birey türüdür.[14]

Robertson için sorunlu olan sadece psikolojinin ideolojik yönü değil, aynı zamanda psikolojinin bilimsel güvenilirliği. İlk olarak, Robertson’ın yazdığı üzere DSM[15] komitesi üyelerinin yarısından fazlası ilaç endüstrisi ile bağlantılıdır.[16] Cohen de aynı şekilde, DSM’nin son sayısını yazan psikiyatristlerin %69’unun bu finansal bağlara sahip olduğunu vurguluyor.[17]

Sorun sadece psikoloji veya psikiyatrinin ticari ilişkileri ile ilgili değil, aynı zamanda akıl hastalıklarının teşhisi için güvenilir ve bilimsel bir zeminin yetersizliği. Robertson, mesela, akıl hastalığı teşhisinin tarihsel olarak bilimsel keyfiliğine işaret ediyor: psikoloji, mastürbasyon veya “drapetomania” (siyah kölelerin kaçmasına sebep olduğu varsayılan hastalık) gibi şeyleri akıl hastalığı olarak teşhis eden bir meslektir.[18] Bir diğer öne çıkarabileceğimiz örnek ise, eşcinselliğin bir hastalık olarak teşhisi. Bu teşhis ancak eşcinsel topluluğun siyasi protestolarından sonra iptal edilmiştir.[19]

Akıl hastalığı teşhislerinin güvenilirliğine karşı olan tartışmayı yalnızca tarihsel örneklerle de sınırlamamız geremiyor. Örneğin Robertson, “Vietnam gazilerini yatıştırmak için bir araç olarak icat edilen” TSSB’yi (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) inceliyor.[20] TSSB ile ilgili sorun şöyle: DSM’nin önceki ciltlerinin zihinsel bozukluğu genel veya normal deneyimin dışında kalan, “psikolojik olarak rahatsız edici bir olayı takip eden semptomlar” olarak tanımlıyorlardı. Aynı zamanda, zihinsel bozukluğun belirli bir olaya genel veya beklenen bir tepki olmaması gerektiğini de öne sürüyorlardı. Ancak DSM’nin bu tanımları çelişkili bir sonuç yaratıyordu: TSSB hem bir zihinsel bozukluktu hem de değildi, çünkü TSSB psikolojik olarak rahatsız edici bir olayın genel sonucuydu.[21] TSSB’nin bu dinamiği aslında sosyal yapıların akıl sağlığıyla koparılamaz bağını vurguluyor. Robertson ayrıca şizofreni teşhisini de eleştiriyor: “yıllardır davranışların tıbbîleştirilmesi konusunda eğitim almış psikiyatristlerin ancak yarısı gerçekten şizofreniye inanıyor. Hakkında hiçbir testin olmadığı varsayımsal bir bozukluk ve uzmanlar bile kimlerde olduğu konusunda anlaşamıyor.”[22] DSM’nin eski baş editörü Allen Francis bile daha önce var olan tüm ruhsal hastalık tanımlarını “saçmalık” olarak adlandırmış ve akıl hastalıkları için tatmin edici bir açıklama olamayacağını söylemişti.[23]

Bu noktalar Cohen tarafından daha da vurgulanmaktadır. Cohen, Burstow’un 2015 yılında yapılan, “herhangi bir ‘zihinsel bozukluk’ için hiçbir biyolojik işaret bulunamadığını” ve ayrıca “psikiyatristlerin zihinsel olarak sağlıklı ve hasta insanlar arasında hâlâ ayrım yapamadığını” öne süren çalışmasına atıfta bulunuyor.[24] Daha sonra David Rosenhan’ın 1973’te yaptığı, psikiyatristlerin onları gerçek hastalardan ayırt edip edemeyeceklerini görmek için psikiyatri hastanelerine sahte hastalar gönderdiği çalışmasını anlatıyor. Çalışmada, psikiyatristler sahte hastaları fark edememekle kalmamış, bu hastaların davranışlarını, sahte hastalıklarının semptomları olarak not etmişlerdi.[25] Cohen ayrıca, Robertson’un şizofreni hakkındaki argümanını, psikiyatr Joel Paris’in bipolar bozukluk ve şizofreni hakkındaki “gerçekte, [bu tür] koşulların … gerçek hastalıklar olup olmadığını bilmiyoruz” dediği alıntı ile tekrarlıyor.[26] Cohen, hiçbir akıl hastalığı için hâlâ gerçek bir testin, yerleşik bir nedensellik kuramının veya gelecekteki vakalar için herhangi bir tahmin yönteminin olmadığını da vurguluyor.[27] Hem Cohen hem de Robertson için, ruhsal hastalıkların teşhisleri ve kavramsallaştırılmaları esasen sosyal olarak belirleniyor ve statükoya karşı sapma ve muhalefetin baskılanması üzerine kuruluyor.[28]

Bu tartışmaları ilerletmek için Erich Fromm’un Sağlıklı Toplum eserinin girişine bakabiliriz. Bu eserde Fromm, normalliğin patolojisi olarak adlandırdığı şeye ve özellikle Batı toplumlarında bulunan normallik biçimlerine odaklanıyor. Fromm, psikolojinin baskın biçiminin, akıl hastalığını, aklı başında bir topluma uyum sağlamayan bireylerin sahip olduğu bir şey olarak yorumladığını, hiçbir zaman akıl sağlığından yoksun olanın toplum olduğu ihtimalini dikkate almadığını söylüyor.[29] Fromm ise toplumun ve bireylerin ruh sağlığını değerlendirebileceğimiz “normatif hümanizm” yaklaşımını destekliyor.[30] Bu bakış açısı, insanlığın, bir tür olarak baz alındığında, ruh sağlığı için evrensel ölçütler olduğunu varsaymaktadır.[31] O hâlde bir toplumun yapısı, insan potansiyellerinin ve uğraşlarının sağlıklı gelişimine yatkın veya karşıt olabilir; bu nedenle, toplum, ortak bir özün normal veya patolojik ortaya çıkışlarını üretebilir.[32]

Fromm’un normatif hümanizminin ayrıntılı bir tartışmasını burada yapamayacak olsak da, Fromm’un psikolojiye yönelik önemli eleştirisinin akıl hastalıklarının normal bir popülasyondaki uyumsuz bir azınlığa ait olan bozulmalar olduğu varsayımına karşı olduğunu vurgulayalım. Fromm bize bir davranış biçiminin genelliğinin onun sağlıklı veya patolojik karakterini söyleyemeyeceğini ve bir toplumun “normal”inin hümanist bakış açısından patolojik olabileceğini gösteriyor.[33] Normalliğin patolojisinin kendini ifade ettiği birçok biçim arasında, Fromm için en önemlilerinden birine dönelim: yabancılaşma.

Fromm, Marx için de temel kavramlardan biri olan yabancılaşmanın analizinde, Marx’ın bu olguya bakışına önemli yorumlar ve ilerletmeler getiriyor. Fromm için yabancılaşma kişinin kendisini bir özne olarak değil, uzaklaşmış bir nesne olarak deneyimlediği bir durumu ifade ediyor. Yabancılaşmış kişi “kendi eylemlerinin yaratıcısı,” kendi eylemlerinin efendisi değildir, daha ziyade, eylemleri ve eylemlerinin ürünleri ona egemen olur. Kendine ve başkalarına yaklaşımı ve onları deneyimi, dünyadaki herhangi bir nesneyi deneyimi ile örtüşür hâle gelmiştir.[34]

Fromm, yabancılaşmayı daha iyi açıklayabilmek için putperestlik ilişkisine başvuruyor. Tektanrıcılığın putperestliği reddetmesinin kökeninde, çok tanrılı dinlerdeki tanrıların sayısına bir tepki değil, putperestliğin özünde bir kendine-yabancılaşma ilişkisi olduğunu öne sürüyor. Putperestlikte insanlar, daha sonrasında kendi kutsal güçleri olan ve ibadet nesneleri hâline gelen putları, kendi zaman, emek ve beceri ile yaratıyorlar. Yani, bir idol bittiğinde, içine giren gerçek insan emeğinin ve becerisinin izler yok oluyor: onun bir insan yaratımı olduğu gerçeği ortadan kalkıyor. O hâlde putperestlikte insanlar, kendi yarattıkları nesnelere, kendilerinin ötesinde ve onlardan ayrı bir şey olarak tapıyorlar.[35] Buna karşılık tektanrıcılık, tanrının bir eşya olmadığını öne sürüyor.[36] Ancak bu tabii ki, tek tanrılı dinlerin de yabancılaşma ilişkilerine dayanmadığı anlamına gelmiyor. Tektanrıcılıkta yabancılaşma, kişinin kendi gücünü ve aklını Tanrı’ya yansıtılan ve daha sonra dua ile geri alınacağı düşünülen şeyler olarak algılamasında görülüyor.[37]

Fromm’un analizi, Marx’ın Kapital, Birinci Cilt’te açıkladığı meta fetişizmi fikrini aydınlatıyor. Marx’a göre kapitalist üretim ve değişim ilişkileri putperestlikle aynı sebeple fetişisttir: çünkü insan emeğinin, kapasitesinin, becerisinin ve enerjisinin yarattığı bir şey insan eylemlerinden bağımsız hâle gelir ve kendi iç ve bağımsız yasaları ve değeri olan bir şey olarak algılanır.[38] Bu anlamda yabancılaşma, insanların eylemlerinden ortaya çıkan emek ve üretim ilişkilerinin insan üstü bir nitelik kazanmasıdır. Bu ilişkiler insanlar tarafından kontrol edilmelerinden ziyade insanları ve onların yaşamlarını onlardan bağımsız bir güç olarak kontrol ederler. Metalara yönelik bu fetişist tutum, kapitalizmde yabancılaşmanın önemli bir parçasını oluşturur.

Fromm, modern kapitalist toplumda, bu yabancılaşma olgusunun, kişinin işe, nesneler dünyasına ve tüketim nesnelerine, kişinin kendisiyle ve başkalarıyla olan ilişkilerine kadar, varoluşun neredeyse tüm yönlerini kapsadığını iddia eder.[39] İşçinin etrafındaki nesne dünyasıyla ilişkisi yabancılaşmadır: işçinin bu nesnelerde kendisini deneyimlemesinin yerine kendi yaratımları ona karşı durur ve ona hükmeder. İşçi ne kadar çok yaratırsa, bu ona hükmeden ve ondan bağımsız nesne dünyası o kadar büyür ve kendisi o kadar güçsüz ve yabancılaşmış hâle gelir.[40]

Fromm’un bu analizinin dayanağı tabii ki Marx’ın “1844 El Yazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe.” Burada Marx yabancılaşmayı ücretli emek ve özel mülkiyet ilişkileriyle ele alıyor. Kapitalist ücretli emek ilişkisinde, işçinin ürünleri ona hemen yabancılaştığı, yani derhal burjuvazinin özel mülkiyetine dönüştüğü için, işçiye karşı ve işçiden yabancılaşmış bir duruma  girerler. Dolayısıyla Marx şöyle yazar:

“İşçi kendini ne kadar çok harcarsa, kendisine karşı ve kendisinin üzerinde yarattığı yabancı nesnel dünya o kadar güçlenir ve kendisi -iç dünyası- o kadar fakir hâle gelir, kendisine o kadar az şey ait olur. Bu durum din ile aynıdır. İnsan Tanrı’ya ne kadar çok koyarsa, kendisi için o kadar az saklar. İşçi, hayatını nesnesine koyar; ancak artık hayatı artık ona ait değildir, tersine o nesneye aittir.”[41]

Öyleyse, kapitalist ücretli emek ilişkisi altında çalışmak, kişinin güçlerinin kendi dışına aktarılmasıdır. Kişi, emeğiyle dış dünyayı ne kadar çok yaratır ve geliştirirse, onun dışındaki yabancı güçler o kadar güçlü hâle gelir. Aynı zamanda bu kişinin iç gücünün tükenmesidir. Öyleyse kapitalizm altında yabancılaşmış emek, kişinin özneliğini ve benliğini kaybetmesidir: kişi ne kadar çok çalışırsa, o kadar çok kendinden yitirir.

Dahası Fromm, kapitalizmde çalışmanın mekanik niteliğinin yabancılaşma deneyimini yoğunlaştırdığını öne sürer. İş deneyimi o kadar monoton hâle gelmiştir ki, birey üretim sürecinin atomik bir kısmında ve sadece tekrardan oluşan eylemleri içeren özel bir görevi yapmaya indirgenmiştir. İş, genellikle sadece aynı motor eylemleri kesin bir şekilde defalarca gerçekleştirmeyi içerebilir. Sonuç, yaratıcılığın, merakın, düşüncenin veya kontrol duygusunun tüm unsurlarının iş deneyiminden ve gerçekliğinden kaldırılmasıdır.[42]

Ron Robertson da kapitalizmde çalışmanın işçinin kontrol duygusunun reddetmesinin yabancılaştırıcı yapısını vurguluyor. Robertson, kapitalist emekte, kişinin kendisini kendi eylemlerinin öznesi olarak görme fırsatını kaybettiğini yazıyor. Kişinin bütün eylemleri kendi iradesinin dışından gelmektedir ve iş boyunca yapılması gereken şey, örneğin, sadece bir montaj hattının bir bölümünü yerine getirmeye indirgenmiştir.[43] Robertson’a göre biri bu yabancılaşmanın farkına varıp, “sadece mekanik ve itaatkâr bir şekilde ‘yabancı’ emirlere cevap veren bir kukla olduğunu, bedeninin dış güçler tarafından kontrol edildiğini” iddia ederse, bu kişinin muhtemelen yetkililer tarafından en yakın psikiyatri merkezine yönlendirileceğini, “gerçeklikle temasını kaybetmiş olduğunun söyleneceğini ve ona paranoid şizofreni teşhisi” konulacağını yazıyor.[44] Yani Robertson, kapitalist iş yapısının hâkim olduğu günümüzde, psikolojinin şizofreninin bir belirtisi olarak göreceği yabancı kontrol “yanılsaması”’nın, patolojik bir gerçeklik algılaması yerine aslında gerçekliğin farkındalığı olabileceğini öne sürüyor.

Bu ilişkiyi detaylandırmak ve daha somut hâle getirmek için, kapitalizmin kontrol ve gözlem mekanizmalarını korkutucu seviyelere getirmiş Amazon firmasının depolarındaki çalışma koşullarına bakabiliriz. Bir Amazon deposunda, her ikisi de insanlık dışı sömürü, kontrol ve gözetim mekanizmalarına tabi tutulan iki pozisyondan olan toplayıcı veya paketleyici olabilirsiniz. Toplayıcılar, işçilere rehberlik eden ve eylemlerini durmadan zamanlayan bir el cihazıyla depolarda dolaşıyor.[45] Paketleyiciler için de üretkenliği hesaplayan benzer bir cihaz kullanılıyor ve bu cihaz size saatte kaç paket paketlediğinizi bildiriyor. Bu depolarda üretkenlik baskısı o kadar yüksek ki, bazı toplayıcıların günde 24-32 km kadar yürüdüğü ve paketleyicilerin saatte 120 pakete ulaşmasının beklendiği bildirildi.[46]

Amazon işyerinin baskısı birçok yerde detaylı belgelendi, burada ben işçilerin bu bütün farklı kaynaklarda hep robot olarak muamele gördüklerini hissettiklerini söylediklerini vurgulamak istiyorum. Kişi kendi gerçekleştirdiği eylemleri kendine yabancı olarak deneyimliyor ve inanılmaz miktarda duygusal ve fiziksel acı ürettiğinde bile, kendi eylemini kontrol edemiyor veya seçemiyor. Örneğin, bir toplayıcı depoda hareket ederken, yürüdüğü yer, ne kadar hızlı gidileceği, paketleri ne kadar hızlı tarayacağı, tamamen zamanlayıcı ve el cihazlarındaki talimatlar tarafından belirleniyor. Kişinin bedensel hareketleri, onu durmadan daha çok çalışmaya iten, elindeki bir ekran tarafından yönlendiriliyor. Bu cihaz işçiyi tam anlamıyla bitirene kadar kontrol ediyor. Örneğin, bir Amazon deposuna sadece üç yıl içinde 600 kere ambulans çağrıldığı ortaya çıkarılmıştı.[47] Ayrıca işçilerin tuvalet molasına bile çıkmasının iyi karşılanmadığı bu depolarda, işçiler talimatlarını zamanında yerine getirebilmek için şişelere işeyerek çalışıyorlar.[48] Bu gibi durumlara tabii ki biz yabancı değiliz, fakat bu koşullar dünyanın en “gelişmiş” ülkelerinde kapitalizmin doğasının değişmediğini gösteriyor. Aynı zamanda, Fromm’un da bahsettiği yabancılaşmış iş biçimini ortaya koyuyor.

Yabancılaşmanın incelemesine devam edelim. Fromm için yabancılaşma, kişinin kendisiyle ve diğerleriyle ilişkilerinde de hakimdir. Fromm, yabancılaşmanın iki insan arasındaki ilişkiyi, her birinin diğerini kullandığı ve her birinin diğeri için bir meta olduğu iki soyut makina arasındaki bir ilişkiye dönüştürdüğünü yazar.[49] Dahası, yabancılaşma, kişinin kendisi ile olan ilişkisini Fromm’un “pazarlama yönelimi” dediği şeye dönüştürür. Bu yönelimde, kişi kendini “aktif bir özne” olarak değil, piyasada pazarlanacak ve istihdam edilecek bir şey olarak deneyimlemektedir.[50] Kişinin kapasiteleri ve özellikleri, kişiye kazanç sağlaması beklenen bir sermayeye dönüşür. Buna bağlı olarak, kişinin öz değer duygusu da kişinin kendini başarılı bir şekilde satıp satamadığına göre şekil alır ve eğer kişi kârlı bir meta değilse kendini başarısız biri olarak deneyimlemeye başlar.[51]

Yabancılaşma olgusunu az çok incelediğimize göre, Fromm’un “yabancılaşmanın akıl sağlığına etkileri nedir?” sorusuna cevabına bakalım. Fromm ilk önce akıl sağlığı ile ne kastedildiğini anlamamız gerektiğini belirtiyor. Birinin sosyal bir işlevi yerine getirebileceğini, üretken olabileceğini ve üreyebileceğini kastediyorsak, o zaman yabancılaşmış bir kişi zihinsel olarak sağlıklı kabul edilebilir.[52] Fromm için bunun nedeni, zihinsel sağlığa ilişkin baskın tanımların ve kavramların yabancılaşmış olmasıdır. Bu nedenle, Fromm şöyle yazıyor: “yabancılaşmış psikiyatristler ruh sağlığını yabancılaşmış kişilik bazında tanımlayacaktır.”[53] Öyleyse yabancılaşma, akıl sağlığı ve birey olmakla ilişkin en yaygın varsayımları da etkilemektedir.

Örneğin, Robertson gibi, Fromm için de,  psikiyatri ve psikoloji, insanların yabancılaşmış durumdaki özelliklerini arzu edilen karakterler olarak almaktadır: “uyum, işbirliği, atılganlık, tolerans, hırs.”[54] Daha sonra Fromm, psikiyatrik söylemde ruh sağlığı ile güvenliğin eş tutulmasını eleştiriyor.[55] Bu eşlemenin amacının, insanları tüm duygusal, kişisel risk veya şüpheden arındırmak olduğunu, böylece çatışmalardan kaçınma yoluyla güvenlik sağlamak olduğunu yazıyor.[56] Ancak Fromm’a göre, yaşamın belirsizliği ve güvensizliği insan olmanın temel yönleridir ve önemli olan belirsizlik veya güvensizlikten kaçınma değil, onların “panik ve aşırı korku” olmadan hoşgörülmeleridir.[57]

Fromm’a göre sevgi ve yakınlık da psikiyatrinin ruh sağlığını değerlendirmek için kullandığı ölçülerdir, ancak onlar da yabancılaşma nedeniyle yozlaşmışlardır. Fromm, H. S. Sullivan’ın, samimiyeti iki insanın birbirlerinin kişisel değerini onayladığı ilişki olarak algıladığı psikanalitik teorisine bakıyor.[58] Fromm, bu tür bir ilişkiyi, kapitalizmin yarattığı pazarlayıcı insanın kişiliğini yansıtan “işbirliği” ilişkisi olarak yorumluyor: yani, birbirinden yabancılaşmış iki insanın ortak çıkarlarını müzakere ettiği bir ilişki biçimi.[59] Evlilikteki sevginin genel olarak “karşılıklı adillik ve karşılıklı manipülasyon” olarak anlanması da bu analizi güçlendirmektedir.[60] Bu yollarla, yabancılaşmış bakış açısı, samimiyet ve sevgiyle ilişkin psikolojik ve gündelik anlamlarına hükmediyor.

Son olarak Fromm, ruh sağlığını genel olarak tanımlayan başka bir kavram olarak mutluluğa bakıyor. Modern toplumda mutluluk anlayışının eğlenmeyle eşdeğer olduğunu belirtiyor. Fromm için bunun anlamı, mutluluğun zevkle eşdeğerliliği ve özellikle “sınırsız tüketimin zevki, düğme-basma gücü ve tembellik” anlayışı.[61] Böyle bir anlayış mutluluğu üzüntü ve kederle zıt şekilde ele alıyor ve Fromm, ortalama bir insan için mutluluğun bu duyguların yokluğu anlamına geldiğini öne sürüyor. Ancak, Fromm için bu zıtlık ilişkisi, genel mutluluk anlayışındaki temel hatayı göstermektedir. Fromm kederi insan varoluşunun temel bir parçası olarak alıyor; canlı ve duyarlı olmanın kişinin hayatında sık sık üzüntü ve keder hissetmek anlamına geldiğini söylüyor.[62]

Mutluluğu bir şeyle zıt olarak almak istersek, bu depresyon olmalıdır ve Fromm için depresyon, yabancılaşan toplumdaki insanları tanımlayan gerçek durumdur. Burada depresyon, duyarlılığın kapanması olarak anlaşılıyor – hiçbir şey hissetmeme, mutluluk veya üzüntü yaşayamama durumu.[63] Bu anlamda, Fromm, “yaşamsızlık” deneyimini ifade eden can sıkıntısı ile depresyonu yakın buluyor.[64] Can sıkıntısı ve depresyon, yabancılaşmış bireyi karakterize eden durumlardır. Kişi bir boşluk durumunda olduğu için, mutluluğu bu boşluğu anlık şekilde dolduran eğlence ve zevk deneyimleriyle eşleştirir. Aynı zamanda, mutluluğu eğlenceyle eşleştirdiğinden ve böylece kendini insan deneyiminin tüm yelpazesine (keder ve üzüntü dahil) kapadığından, yabancılaşmış kişi eğlenmediği zamanlarda ancak -hiçbir şey hissetmemek olan- depresyon veya can sıkıntısı yaşayabilir. Bu nedenle, çağdaş bir bireyin önünde, her türlü eğlence imkânı olabilir, ancak yine de mutsuzdur. Fromm’a göre bu durum, “yabancılaşmış bir dünyanın kategorilerinde sağlıklı kabul edilen kişinin hümanist bakış açısından en hasta olarak göründüğünü” kanıtlıyor.[65]

Öyleyse bu hümanist bakış açısına göre mutluluk nedir? Fromm, mutluluğun bir boşluğu doldurmaktan çok doygunluğu yaşamakla ilgili olduğunu yazıyor.[66] Mutluluğun başkaları ve kendimizle aktif, üretken bir ilişki içinde olmaktan, kendimizi gerçekleştirmek ve başkalarıyla birleşmek için doğuştan gelen sevgi ve akıl gücümüzü kullanmaktan oluştuğunu öne sürüyor.[67] Mutluluk “gerçekliğin dibine dokunmaktan,” içsel deneyimin canlılığından ve dünyayla ve kendimizle ilişkilenmekten oluşuyor.[68] Dolayısıyla, Fromm için akıl sağlığı, eleştirdiği genel anlayıştan farklı bir anlama sahiptir:

“Hümanist anlamda akıl sağlığı, sevme ve yaratma güçleriyle, aile ve doğayla yakın bağlarından ortaya çıkması ile, kişinin kendini kendi güçlerinin öznesi ve kaynağı olarak deneyimleyebilmesine dayalı bir benlik anlayışı ile, içimizdeki ve dışındaki gerçekliğin kavranması ile tanımlanır, yani nesnellik ve aklın gelişmesiyle. Yaşamın amacı, onu yoğun bir şekilde yaşamak, tamamen doğabilmek, tamamen uyanık olmak… her birimizin aynı zamanda evrendeki en önemli şey kadar önemli ve bir sinek veya cam parçacığı kadar önemsiz olduğu paradoksunu kabul edebilmektir. Hayatı sevebilmek, ama yine de dehşet olmadan ölümü kabullenebilmektir… Yalnız kalabilmek ve aynı zamanda sevilen biriyle olabilmek, bu dünyadaki her kardeşle, yaşayan her şeyle bir arada olabilmek.”[69]

O hâlde, Marksist yabancılaşma kavramının akıl hastalığı tartışmasında birçok önemi vardır. Yabancılaşma, kişinin kendini, emeğinin ürünlerini, diğer insanları ve toplumu bir bütün olarak kendi dışında, bağımsız ve kendine karşı olan şeyler olarak deneyimleme koşulunu tanımlar. Yabancılaşma ücretli emeğe nüfuz eder ve işçilerin kendilerini mekanik olarak dışarıdan belirlenen görevleri yerine getiren pasif özneler olarak deneyimlemelerine neden olur. Yabancılaşma aynı zamanda akıl sağlığını ve sağlıklı bir bireyin kim olduğunu anlamamızın temel yollarını da etkiler. Bu bağlamlarda, Fromm’un da tanımladığı gibi, yabancılaşma yaşamın birçok yönüne uzanan bütünleyici bir olgudur.

Peki psikoloji ve psikiyatriye yönelik eleştirilerimizden ve yabancılaşma kavramını incelememizden ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? Öncelikle, yazımın ilk kısımlarında bahsettiğim gibi, psikoloji ve psikiyatri, kendi söylemlerinin ve kendilerini anlayışlarının aksine, tarihten bağımsız var olmuş ve insan bilinci hakkında tarihsiz gerçekleri ortaya çıkaran bilimler değillerdir. Gördüğümüz üzere, bu bilimlerin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişiminin tarihi ve bu tarihle yaratılan yeni işçi sınıfına mensup kişilerin kapitalist üretim ilişkilerine en uygun özelliklerde olmasının sağlanması amacı ile yakından bağlantılıdır. Psikoloji bu üretim ilişkilerine en iyi uyan özellikleri en sağlıklı olarak nitelendirirken onlara tehdit oluşturanları ise uyumsuz ve patolojik olarak ele alır. Ayrıca topluma uyumlu özellikleri insanlar için bir norm düzeyine çıkarıp onların tarihsiz özellikleri ilan eder.

Bunun yanında, insanlara zarar veren akıl “hastalıkları” psikoloji ve psikiyatri için genel olarak sadece tekil olarak o bireyle ilgili olan ve hatta açıklaması beynin bazı bölümlerindeki kimyasal ve fizyolojik reaksiyonlara indirgenen olgulara çevrilmiştir. Yani, insanların bu deneyimleri bütün tarihi ve sosyoekonomik gerçeklerden ve toplumsal yapılardan soyutlanmış olarak ele alınmaktadır. Örneğin, şizofrenide görülen öznelik yitimi ya da yabancı bir güç tarafından kontrol edilme yanılgısının nörolojik-bilişsel bir açıklaması, (çok kısa bir şekilde açıklamamız gerekirse) pasiflik deneyimiyle bağlantılı olduğu gözlemlenmiş beyindeki sağ aşağı parietal lobun normalden fazla aktive olmasıdır.[70]

Bu yazıda öne sürülenler bu tür ampirik gözlemleri veya aynı şekilde depresyon teşhisi konulan bazı bireylerin (beyinsel veya hormonal) fiziksel değişimlerden geçtiğini reddetmemiz gerektiğini söylemiyor. Fakat, Marksist bakış açısı bu tür gerçekliklerin anlamını değiştirmelidir. Bu tür fiziksel, kimyasal veya nörolojik özellikler mekanik bir biçimde insanların deneyimlerini açıklayan ve onlara neden olan şeyler olarak değil, belli bir toplum yapısı içinde, belli toplumsal ilişkilerde yaşayan insanlarda bu ilişkilerin ortaya çıkardığı özellikler olarak ele alınmalıdır. Yani, bu özelliklerin gerçekliğinin tabanı insanın toplumsal tarihi, yaşamı ve ilişkileri olarak görülmelidir.

İşte ancak bu prensiple hareket eden bir psikoloji, baskın psikolojik söylemin insanı sadece tekil bir atom olarak alan perspektifinden kurtulup, insan deneyimini en derin ve kapsamlı bir biçimde anlayabilir. Ayrıca, bu tür bir psikoloji kendini insanda var olan tarihsiz gerçekleri inceleyen tarihsiz bir bilim olarak değil, kendi de insanlığın tarihiyle oluşmuş, bu tarihin içinde var olan ve onu etkileyen, buna ilaveten de incelediği insanlarda da toplumsal ve tarihsel özellikler bulan bir bilim olarak görebilir. Son olarak, bu tarz bir psikoloji kendini toplumun mahvettiği insanları yeniden kapitalist üretimde etkin elemanlara dönüştürmeye çalışan bir pratikten çıkarıp, çözmeye çalıştığı patolojilerden insanlığın gerçek kurtuluşunun toplumsal değişimde yattığını anlayabilecektir. o

 

Kaynakça:

Brady-Turner, Cameron. “c.” One Zero, 11 Mar. 2019.

Cohen, Bruce M. Z. Psychiatric Hegemony: A Marxist Theory of Mental Illness. Palgrave Macmillan, 2016.

Fromm, Erich. Sane Society. Routledge Classics, 2002.

Foucault, Michel. Madness: Invention of an Idea. Harper Collins , 2011.

Marx, Karl. Capital, Volume 1. Vol. 1. N.p.: Penguin Classics, n.d. Print, 1990.

“Mental Health Disorder Statistics.” HopkinsMedicine, www.hopkinsmedicine.org/health/wellness-and-prevention/mental-health-disorder-statistics.

Philip Gerrans. The Measure of Madness: Philosophy of Mind, Cognitive Neuroscience, and Delusional Thought. The MIT Press, 2014.

Schwantes, Marcel. “What’s It Really Like Working for Amazon? A Survey of 241 Employees Says It’s Toxic. One Called It ‘Worse Than Prison’.” Inc., 19 Apr. 2018, https://www.inc.com/marcel-schwantes/whats-it-really-like-working-for-amazon-a-survey-of-241-warehouse-employees-says-its-toxic-one-called-it-worse-than-prison.html.

Tucker, C. Robert. The Marx-Engels Reader. New York: W. W. Norton & Company, Inc., 197

[1]    Foucault, Madness: The Invention of an Idea, 138-139.

 

[2]    Cohen, Psychiatric Hegemony, 2.

 

[3]    Bu yazıda “psikoloji” ve “psikiyatri”yi birbirinin yerine geçebilir şekilde kullanacağım. Her ne kadar bu iki alanı aynı kefeye koymak ikisi arasında önemli farklardan bizi soyutlasa da, yazıda getirdiğim tarihsel, toplumsal ve yöntemsel inceleme ve eleştiriler bazında bu kullanımın meşru olduğunu düşünüyorum.

 

[4]    Robertson, Psychology and Capitalism, 1.

 

[5]    Robertson, Psychology and Capitalism, 5.

 

[6]    Robertson, Psychology and Capitalism, 6.

 

[7]    Robertson, Psychology and Capitalism, 7-8.

 

[8]    Robertson, Psychology and Capitalism, 9.

 

[9]    Robertson Psychology and Capitalism, 10.

 

[10]  Robertson, Psychology and Capitalism, 19.

 

[11]  Robertson, Psychology and Capitalism, 22.

 

[12]  Robertson, Psychology and Capitalism, 22.

 

[13]  Robertson, Psychology and Capitalism, 19.

 

[14]  Robertson, Psychology and Capitalism, 25.

 

[15]  Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM), Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından oluşturulan, dünya çapında psikolojik ve psikiyatrik tanılar için kullanılan ana rehber.

 

[16]  Robertson, Psychology and Capitalism, 43.

 

[17]  Cohen, Psychiatric Hegemony, 4.

 

[18]  Robertson, Psychology and Capitalism, 43.

 

[19]  Robertson, Psychology and Capitalism, 43.

 

[20]  Robertson, Psychology and Capitalism, 44.

 

[21]  Robertson, Psychology and Capitalism, 44.

 

[22]  Robertson, Psychology and Capitalism, 45.

 

[23]  Robertson, Psychology and Capitalism, 44.

 

[24]  Cohen, Psychiatric Hegemony, 10.

 

[25]  Cohen Psychiatric Hegemony, 12.

 

[26]  Cohen, Psychiatric Hegemony, 16.

 

[27]  Cohen, Psychiatric Hegemony, 16.

 

[28]  Cohen Psychiatric Hegemony, 12; Robertson, Psychology and Capitalism, 48.

 

[29]  Fromm, Sane Society, 6.

 

[30]  Fromm, Sane Society, 12.

 

[31]  Fromm, Sane Society, 12.

 

[32]  Fromm, Sane Society, 13.

 

[33]  Fromm, Sane Society, 14.

 

[34]  Fromm, Sane Society, 117.

 

[35]  Fromm, Sane Society, 118.

 

[36]  Fromm, Sane Society, 118.

 

[37]  Fromm, Sane Society, 119.

 

[38]  Marx, Capital, Volume I, 164.

 

[39]  Fromm, Sane Society, 121.

 

[40]  Fromm, Sane Society, 121.

 

[41]  Marx, Marx and Engels Reader, 72.

 

[42]  Fromm Sane Society, 121-122.

 

[43]  Robertson Psychology and Capitalism, 35.

 

[44]  Robertson Psychology and Capitalism, 35.

 

[45]  Picchi, “Inside an Amazon Warehouse: ‘Treating Human Beings as Robots.’” 2018.

 

[46]  Brady-Turner, “The Relentless Misery of Working Inside an Amazon Warehouse,” 2019.

 

[47]  Brady-Turner, “The Relentless Misery of Working Inside an Amazon Warehouse,” 2019.

 

[48]  Schwantes, “What’s It Really Like Working for Amazon?, 2018.

 

[49]  Fromm, Sane Society, 135.

 

[50]  Fromm, Sane Society, 137-138.

 

[51]  Fromm, Sane Society, 138.

 

[52]  Fromm, Sane Society, 186.

 

[53]  Fromm, Sane Society, 186.

 

[54]  Fromm, Sane Society, 187.

 

[55]  Fromm, Sane Society, 188.

 

[56]  Fromm, Sane Society, 189.

 

[57]  Fromm, Sane Society, 190.

 

[58]  Fromm, Sane Society, 192.

 

[59]  Fromm, Sane Society, 193.

 

[60]  Fromm, Sane Society, 193.

 

[61]  Fromm, Sane Society, 194.

 

[62]  Fromm, Sane Society, 195.

 

[63]  Fromm, Sane Society, 195.

 

[64]  Fromm, Sane Society, 196.

 

[65]  Fromm, Sane Society, 197.

 

[66]  Fromm, Sane Society,  196.

 

[67]  Fromm, Sane Society, 195-196.

 

[68]  Fromm, Sane Society, 196.

 

[69]  Fromm, Sane Society, 197.

 

[70]  Gerrans The Measure of Madness, 164.

 

Kaldıraç dergisinin 235. sayısı çıktı

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Şubat sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

Üstelik, biz açıkça söylüyoruz. Artık, Gezi Direnişi kendini tekrar etmeyecektir. Çünkü biz devrimciler, toplumsal muhalefet, işçi ve emekçiler çok daha deneyimlidir. Artık, Saray Rejimi’nin ne olduğu çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle tekrar yok, ilerleme var.

Perspektif – Boğaziçi Geriden öne, direnişe!

Google veya Facebook, WhatsApp veya Instagram, bu bilgileri elbette devletlere verirler. Biri her devlete verir, biri ise sadece bir tanesine. Google veya Apple, bilgileri belki Türkiye’nin polis güçleri ile MİT ile paylaşmayabilirler. Ama CIA ile elbette paylaşırlar.

Deniz Adalı – Tekelcilik ve medya

Ama eninde sonunda bu durum işçilerin yaşamsal sorunudur. İşçiler, ne yapıp edip, mutlaka sendikal alanda güçlü örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. Kimse işçilerin ihtiyacı olan örgütlülüğü onlar adına kuramaz.

Fikret Soydan – 2021’e girerken, işçi sınıfının durumu üzerine notlar

ABD tekelleri, Rusya tehdidi masalı ile, askerî operasyonlarını genişletmek, NATO’yu büyütmek isterken, Çin tehdidi vurgusu ile de ekonomik savaş üzerinde duruyordu. Bunlar Trump seçilmeden önce vardı. Böylelikle ABD, Rusya ve Çin tehdidi vurgusu ile, onlara karşı, tüm diğer emperyalist güçleri, Batı kampını kendi etrafında toplamayı hedefliyordu.

Aysun Sadıkoğlu – “Amerikan demokrasisi” ve ABD hegemonyası

Burjuva kalemşörler, neden işçiye gerek var sorusunu efendilerine, kapitalistlere sorsunlar, onların CEO’larına sorsunlar. Eğer işçiye gerek olmamış olaydı, tekeller bu teknoloji ile hayatın her alanında robotları devreye sokarlardı ve işçileri işlerinden etmekte bir saniye düşünmezlerdi. Onların işçilere ihtiyaç duymalarının nedeni, üretilen ve sahiplerinin kendileri olduğu kabul edilen malların satılması değildir. İşçi bir tüketici olarak vazgeçilmez değildir. Bundan önce işçi, artı-değerin üretimi için gereklidir.

Deniz Adalı – Kapitalizm ve gelecek üzerine

Suriye’de, Libya’da, Ege’de vb. yeni adımlarla geri çekilecek olan TC devleti, bunun için bir formül aramaktadır. Müziğini bilmedikleri bir dansla, şaşkınlık içinde dans eden ve yorulmuş bir Saray Rejimi vardır. Ve bu birçok açıdan, efendilerin istediklerini almaları için uygun ortam da demektir.

Fikret Soydan – “Az” ciddi tartışmalar: HDP’yi kapatmak, erken seçim, reform, AB’de gelecek arayışları

Erdoğan dar çevresinin isteğini yerine getirip Boğaziçi de bizim diye kenetlenmelerini istiyor, ama arkadaki beşli müteahhit çetesi, Katar’a satılacak bir arazi diye bakıyorlar. Acaba bulunmuş Bulu’nun görevi Boğaziçi’ni Katar’a satmak mıdır?

Aysun Sadıkoğlu – Her şeye kayyum iyi gider!

Ancak geri çekilmek durumunda kalan, nihayetinde sosyalizmin ilk dalgasıydı. Tarihin cilvesi öyle ki, sosyalist sistemin yıkılması, dizginsiz ve kontrolsüz bıraktığı kapitalizmin de sonunu hızlandırmakta. Sosyalizm, yeryüzünde sömürüyü sınırlandıran, emekçilerin, yoksulların elini güçlendiren bir vakı’a idi; çöküşü, kapitalizmi 19. yüzyıl başlarındaki “vahşi” hâline geri döndürdü.

Sibel Özbudun – Bilim, sosyal bilimler, sosyalizm üzerine sorular, yanıtlar

Ataerki kavramının yaşamsal karşılığının kökenlerini tartışırken, tarihsel uzamda yerini ve zamanını belirtmek oldukça tartışılan bir konudur. Bizim amacımız, ataerki sorunsalının temellerini köleci toplumdan önceye dayandırdığını fakat oluşum ve gelişim sürecini özel mülkiyetle okumak gerektiğini açıklamaya çalışmaktır.

Sude Karataş – Dünden bugüne ataerki

Dergimizin temin noktalarına buraya tıklayarak ulaşabilir, [email protected]’a mail atarak ya da buraya tıklayarak abone olabilirsiniz.

Üçüncü Yenilerden Boğaziçi direnişine müzik – Rüzgâr Kara

1960’lı yıllarda etnograf ve halkbilimci Arnold van Gennep kültürel çalışmalara “liminality” kavramını kazandırdı. Türkçesi eşiktelik, sınırdalık olan bu kavramı van Gennep ilkel toplumlar üzerinden tartışmaya açtı ve ritüellerle birlikte kavramsallaştırdığı bir geçiş aşaması olarak kullandı. van Gennep’e göre bu geçişkenlik ve dönüşüm süreci üç aşamadan oluşmaktadır ve bu aşamaların birincisi, bireyin sosyal yapısından ayrıldığı ayrılık, bir kopma süreci olarak görülebilir. İkincisi, bireyin artık kimlikle ilişkili olmadığı ve normal zaman ve yerin ötesinde olduğu kararsız bir konum olan geçiş aşamasıdır. Son aşama, bireyin sosyal yapıya farklı bir kişi olarak yeniden girdiği birleşmedir.[1] Literatüre van Gennep tarafından kazandırılan bu kavram ve yaklaşım, 1970’lerde ise özellikle İngiliz antropolog Turner tarafından modern toplumu anlamak amacıyla geliştirildi. Sonrasında ise, liminality’deki ve geçiş aşamasındaki yaratıcı[2] potansiyeli fark eden Turner, bu kavramı kişinin dünyadaki yeri üzerine düşünebileceği ve yeniden yaratabileceği “harikalar zamanı” olarak adlandırdı.[3] Çalışmalarında ise, bireylerin bir aşamadan diğerine geçerken sosyal düzenler arasında kendilerini ‘geçici olarak tanımlanmamış’ bulduklarını belirterek “geçici veya geçiş alanına” odaklandı.[4]

Geçiş alanına ve bunun etkilerine odaklanan Meyer ve Land ise liminality’i “söylemsel ve yeniden yapılandırıcı”[5] olarak tanımladılar. Daha spesifik olarak, birey ontolojik değişimler veya öznellikteki değişimin yanı sıra, daha sofistike olabilecek gelişmiş bir dil veya daha önceki uzak düşünceleri ve duyguları birleştirme becerisi göstereceğini ifade ettiler. Onlara göre, liminality süreci “özne peyzajı veya kişisel kimlik algısında önemli bir değişim, öznelliğin yeniden yapılandırılması” ile sonuçlanmaktadır.[6] Palmer ise “Liminal aşamasına geçen bir birey; bir bireyin potansiyeline sahiptir, ancak kendisini dünyalar arasındaki boşlukta bulur veya ‘burada’ ve ‘orada’ alternatif yapısı arasında belirli bir aracıdır”[7] diyerek bireyin durumu açıklamıştır. Bir bütün olarak bakıldığında, liminality teorisi, bireylerin aidiyetlerini yitirdikleri, bunun içinde dönüştükleri ve sonra yeni bir kimlikle yeniden birleştikleri süreçler anlamına gelmektedir.

Yazının bu kısmına dair liminality teorisinden bu kadar bahsetmemin sebebi aslında Gezi sırasında ve sonrasında oluşan sanatı anlamak adına iyi bir kavramsallaştırma olmasıyla ilintili. Çünkü; Gezi süresince ortaya çıkan sanat, Gezi sonrasında adeta yok oldu ve “apolitik”[8] bir sanat -daha özelinde- müzikle karşı karşıya kalındı. Hem de direnişte olduğu bilinen birçok müzisyen yeni müziği yönlendirirken…

Gezi Direnişi sırasında sanat kendini farklı şekillerde var etmişti. Bunun öncül sebeplerinden biri yaratıcılığı ve kolektif üretimi tetikleyen geçiş aşamalarını içeren bir süreç olmasıydı. Liminality teorisine göre; bireyler yapısal kısıtlamaları aştıkça, bir kopma ve kişisel özgürlük hissi yaşar. Bir diğer deyişle, böyle bir alan, yapısal prosedürler tarafından sınırlandırılmaz;[9] bireylerin mevcut sınırlara meydan okumalarını,[10] böylece sapmayı ve özgünlüğü teşvik eder[11] ve yaratıcılığı artırabilir. Ayrıca, bireyler aynı alanı paylaştığı diğer kişilerle yüksek bir aidiyet ve birliktelik duygusu yaşayabilir.[12] Bu bağlamda Gezi Direnişi zaten, kolektif yaşanan, niteliklerin birlikte ve eşit olarak sunulduğu ve bireylerin rasyonel özneler hâline gelmesine yol açan; yeni öznelliklerin ve yeni düşüncelerin gelişmesini sağlayabilen bir alan hâline gelmişti. Ve bu süreç, direnişçilerin kendilerine has yöntemlerle direnmesi ve üretim yapması için alan yaratmıştı. Bu üreticilik ve yaratıcılık bireylerin kendi özelliklerinden değil, birlikte paylaştıkları liminal alandan yani kolektif yaşamdan kaynaklanmaktaydı. Fakat Gezi sonrası, bireylerin kolektif yaşamdan kendi hayatlarına dönmeleri, Gezi dönemindeki beklentilerinin/umutlarının gerçekleşmeyişi, kimliklerindeki değişimlerin günlük hayatında gerçeğe dönüşememesi (dönüşecek alanlar yaratamaması) gibi etkenler ve bu kopuş sürecinin hızlı yaşanması aslında Gezi’den miras kalan müziğin ilerlemesinden ziyade tüketim toplumu içinde yaşamanın, bireyselleşmenin, yalnızlığın ve kentleşmenin ana konular hâline geldiği Üçüncü Yeniler tarzını açığa çıkardı. Üçüncü Yeniler, Gezi’deki kolektif alandan günlük hayatına dönen Gezicilerin yapmaya başladığı bir müzik…

Gezi sonrası ortaya çıkan ve gittikçe popülerleşerek 7 senedir var olan bu müzik tarzı bir tarafta dururken Gezi’nin ruhunu taşıyan müziğin ortaya çıkması ihtiyacı da diğer tarafta duruyor. Çünkü Gezi’nin yarattığı toplumsal hava Gezi sonrası müziğe toplumsal mücadeleyi yükseltecek şekilde yansımadı. Elbette bu hiç yapılmadığı anlamına gelmemekte, sadece Gezi ve sonrasında var olan toplumsal hava, müziğe aynı nitelikte ve kitlesellikte karşılık bulacak şekilde yansımamıştı. Yansıdığı kısım daha çok Gezisizliği anlatmaya odaklanırken Gezi’de öğrenilen kolektif yaşam, özne olabilme, direnme kendini gösterememişti.

Boğaziçi direnişine kadar…

Tabii bu yazıdaki iddia Boğaziçi direnişinin müziği dönüştürdüğü değil. Sadece Gezi’den kalanları nüveler hâlinde yansıttığı ile ilgili. Boğaziçi direnişinin bütün direnişlere ve direniş sürecine nasıl bir etkisi olduğunu/olacağını bir kenara bırakarak müziği bir direniş aracı olarak kullandıkları gayet açık. Fakat bu açıklık sadece bir araç olarak kullanmaktan öte nereye dair dönüştürdüğünü de düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Tabii ki bu dönüşümlerden ilki ve en bariz olanı içerik. Konusuna özgü, alt metinlerle ya da imalarla dert anlatmayan, hedefini açıkça ifade eden sözlerle yapılan müzik. Muhalefet niteliği taşıyan şarkılar özellikle son bir senedir daha çok piyasaya sürülmeye başlamıştı fakat bu netlikte ve açıklıkta bir içerik uzun süredir üretilmiyordu. İçeriğe dair bu etkileri; kendi direnişlerini daha keskin bir hâle getirmelerinden öte, önümüzdeki dönem direnişlerde “kaçıngan” ve “imalı” içerik üretiminin önünde bir bariyer hâline gelecektir. Sadece direnenlerin durumunu ifade eder bir söylemden ziyade karşısına kimi ya da neyi koyacağını ifade eden bir müzik koşullanacaktır.

Bir diğer durum ise hem üretim hem de sunuş aşamasında sergiledikleri kolektif tutum. Farklı müzik tarzıyla söyleyen grupların yan yana gelmesi ve şarkı üretmesi “Susamam” şarkısında ortaya konulan kolektif müzik üretimini birkaç basamak birden ilerletti. Neredeyse hiçbir şarkının tekil söylenmemesi -içeriğin üretimi tekil ise dahi bunun yansıtılmaması-, şarkıların bir müzik topluluğu tarafından değil dayanışma tarafından duyuruluyor olması, üniversite sınırlarında söylenen şarkılarda sözlerin önce diğer öğrencilere dağıtılması ve çıkan videolarda şarkının bütün öğrenciler tarafından söyleniyor görüntüsü; hepsi bir bütün olarak müziğe yaklaşımlarının kolektifle ilişkisine dair bir veri olarak duruyor. Üretimlerini kolektif için yaptıklarını ve kolektifle beraber dışa vurmanın üstünde durmaları, buna emek vermeleri; müzik de direnişi göstermenin bir yoludur yaklaşımı yerine, bu bakışın çok daha ötesinde müzik de bir direniştir fikrinin geliştiğinin göstergesi. Direnişle gelişen müzik sadece direnişin bir yansıması değildir kavrayışı, uzun vadede direniş ruhunun müzikle iç içe geçmesini ve direnişlerin azaldığı/toplumsal mücadelenin görece yavaşladığı zamanlarda da direniş fikrini örgütlemenin bir aracı olarak müziğin kullanabilmesini sağlayacak olan bilince yakınlaşıldığını da ortaya koymaktadır.

Değinmek istediğim son nokta ise çok spesifik bir konuya dair. Rap müzik, doğuşu itibariyle her zaman toplumsal muhalefetle daha iç içe daha yakın bir tarz olarak konumlandı. Alt kültürle ilişkisi sebebiyle politik bir yanı olan rap, özellikle Anadolu’da ortaya çıkan içerikleri ve biçimleriyle birçok tartışmaya sebep oldu. Bu konuda birçok farklı görüş olmasına rağmen bunlara hiç girmeyerek Boğaziçi direnişinde üretilen rap şarkısının bugüne kadar var olan birçok kalıbı kırarak “alt kültür”ü temsil etmeyen bir içerik olarak karşımıza çıkması sanıyorum ki ileriki dönemlerde özellikle rap şarkılarının sözlerinde ve hitap ettiği kesimde bir değişiklik yaratacaktır.

Özetlemek gerekirse, elbette Boğaziçi direnişi bütün müziği bir anda dönüştürecek değil. Fakat Gezi Direnişi’nden sonra müziğe yansımayan etkinin kalıntıları ve direnişin yükseldiği dönemlerde (yani önümüzdeki aylarda, yıllarda) ortaya çıkacak müziğin nüveleri Boğaziçi direnişinin müziklerinde var. Bugün Boğaziçi direnişi müzikte ne kadar büyük bir kırılma yaratacak sorusunun cevabını hep birlikte göreceğiz. Yine de sanat/müzik tartışmalarında içeriği ve biçimi nasıl büyütmeliyiz sorularına dair bazı cevapların bu direnişte yattığı da bir gerçek.

* Boğaziçi direnişinin bugünkü güncel politik durumda ne anlama geldiği, umut ve direniş bağlamında tuttuğu konum, özellikle pandemiyle beraber perçinlenen toplumsal olarak kolektif yaşama ve üretime duyulan özlem ve bunun yansıması gibi müzikteki dönüşümü tetikleyen -Boğaziçi’ndeki özgünlüklerin haricinde- bahsi geçmeyen önemli etkenler de var. Boğaziçi direnişinin müzik üretimleri bu yüzden nüveler olarak ifade edilmiştir. Diğer önemli etkenlerin açılması ve ifade edilişi daha çok Boğaziçi direnişinin analizini yapmaya gireceği için yazıda özellikle değinilmemiştir.

 

[1]    Van Gennep, Arnold. “The Rites of Passage, trans. MB Vizedom and GL Caffee.” London/Henley: Routledge&Kegan Paul. 1960.

 

[2]    Yazarın kullanış biçimden ayrı olarak yaratıcılık bu yazıda, kişilerin durumlara has yeni yol ve yöntemleri açığa çıkarması, daha önce kullanılan/alışılagelmiş biçimlerden farklı üretimler/fikirler sunması anlamında değerlendirilmiştir.

 

[3]    Turner, Victor. Dramas, fieldsandmetaphors, Ithaca and London. 1974.

 

[4]    Turner, Victor. The Ritual Process, Ithaca NY: Cornell University Press. 1977.

 

[5]    Meyer, Jan, and Ray Land. Overcoming barriers to student understanding: Threshold concepts and trouble some knowledge. Routledge, 2006.

 

[6]    A.g.e.

 

[7]    Palmer, Richard E. “The liminality of Hermes and the meaning of hermeneutics.”. 1980.

 

[8]    Apolitik kavramı ideolojik olarak yanlış bir ifade olmakla beraber anlaşılırlığı kolaylaştırmak için kullanılmıştır.

 

[9]    Garsten, Christina. “Betwixt and between: Temporary employees as liminal subjects in flexible organizations.” Organizationstudies 20.4 .1999: 601-617.

 

[10]  Sturdy, Andrew, Mirela Schwarz, and Andre Spicer. “Guess who’s coming to dinner? Structures and uses of liminality in strategic management consultancy.” Human relations 59.7. 2006:929-960.

 

[11]  Turner, Victor. The Ritual Process, Ithaca NY: Cornell University Press. 1977

 

[12]  Czarniawska, Barbara, and Carmelo Mazza. “Consulting as a liminal space.” Human relations 56.3 2003: 267-290.

 

Sosyalist Kadın Hareketi Kuruldu!

SOSYALİST KADIN HAREKETİ KURULUŞ BİLDİRGESİ

Dünyada bir kadın devrimi yaşanıyor. Bu, kadınların tarih boyunca yaşadığı tahakküme, sömürüye, aşağılanmaya, baskıya karşı bir başkaldırıdır. Bugün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar bir toplumsal dinamik olarak sözüyle, talepleriyle, eylemiyle, sınıf egemenliğine ve onun bir yansıması olan erkek egemenliğine karşı mücadele sahnesinde. Öfkesi büyüyen bir güç olarak sokakta. Erkek egemen kültürün, devletin tüm baskılarına rağmen ve tüm bu baskılara karşı önlenemez bir direnişi geliştiriyorlar.

Kadın hareketi, bugün tüm toplumsal mücadele dinamikleri içinde önemli bir güçtür. Ülkemizde ve tüm dünyada bu başkaldırıya; sömürüye, aşağılanmaya, baskılara karşı büyüyen kadın mücadelesine selam olsun!

Kadın hareketinin bugün önündeki önemli adımlardan biri, gücünü mücadelenin sürekliliği içinde örgütlemek, bunun için mevcut örgütlenmelerini büyütmek, geliştirmek ve yeni örgütlenmelerini yaratmaktır. Öfkesi büyüyen ve başkaldıran bu gücü, fikriyle ve emeğiyle sürekli bir mücadeleye çağırmaktır.

Bugün neoliberalizmin “özgürlük vaat eden” maskesi düşmüş, sistemin saldırıları keskinleşmiştir. Tüm toplumsal mücadeleler, sistemi karşısına alma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Sistemin karşısında duran, kitlesel, militan bir kadın örgütlenmesini geliştirmeyi mücadelenin ortaya koyduğu bir ihtiyaç olarak görüyor ve Sosyalist Kadın Hareketi olarak bu mücadeleyi geliştirmek üzere kuruluşumuzu ilan ediyoruz.

AMAÇ

  • Kadın kurtuluş mücadelesinin özneleri, ezilen sınıfın kadınlarıdır. Kadın kurtuluş mücadelesi olmadan devrim olmayacağı gibi, kadının kurtuluşu da sınıfsız, sömürüsüz bir dünyadadır. Bugün dünyada yaşanan kadın devrimi, gelişmekte olan sosyalist devrimi etkileyecek, onunla beraber büyüyecektir.

  • Bu yaklaşımla SKH, erkek egemen ideolojiye, kapitalizme ve her gün yeniden örgütlenen erkek ve devlet şiddetine karşı; emek-beden-kimlik mücadelelerini kadınların kurtuluşu ufkuyla, sınıf perspektifiyle ele alır. Bu yolun bugünden elde edilecek kazanımlarla örüleceği bilinciyle günlük mücadelesini örgütler.

  • Kadın mücadelesi, diğer tüm toplumsal mücadele alanlarıyla iç içedir. Toplumsal yaşamın her alanı ve tüm toplumsal gündemler kadının örgütlenme alanıdır. SKH, kadın mücadelesinin gündemleri üzerine örgütlenmeyi temel alırken, diğer toplumsal gündemlere de kadın örgütü olarak sözü ve eylemiyle müdahil olur.

  • SKH, eyleminde kararlı ve sürekli; kitlesel ve militan bir kadın örgütlenmesini geliştirmek üzere faaliyetini örgütler.
MÜCADELE HATTI
  • Aşağılanmaya ve emek sömürüsüne son!

Kadın emeği kapitalist sistem tarafından ucuz iş gücü olarak ele alınmakta, aynı zamanda kolayca gözden çıkarılabilecek bir unsur olarak görülmektedir. Esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının yanısıra, kadınlar çalışma ortamında aşağılama ve mobingle karşı karşıya kalmaktadırlar. SKH, kadınların eşit çalışma koşullarına sahip olması için mücadele yürütür.

  • Kadın cinayetleri politiktir!

Kadın cinayetleri, erkekler ve devlet eliyle sistematik olarak kadınların yaşamını tehdit etmektedir. Sınıf egemenliği aracı olarak devlet, ailenin korunması adı altında kadına karşı şiddeti ve aşağılanmayı sürekli kılmaktadır. Katiller, tecavüzcüler, tacizciler, kadınlara şiddet uygulayanlar, devlet tarafından korunmakta, erkek egemen söylemler ve cezasızlık politikasıyla teşvik edilmektedir. SKH; taciz, tecavüz, şiddet, kadın cinayetleri ve devletin cezasızlık politikasına karşı kadınların kitlesel olarak örgütlenmesini esas alır. Kadınların kendilerini ve birbirlerini savunmasını destekler.

  • Ev içi emek toplumsallaşmalıdır!

Kapitalist devlet, sömürü düzenin sürekliliğini sağlamak için ev içi emeği tüm ağırlığıyla kadınların sırtına yüklemektedir. SKH, ev içi emeğin toplumsallaşmasının yolunu açacak talepler üretir, bugünden geliştirilebilecek örnekler yaratmayı hedefler, gelecek sınıfsız toplumun kurucusu olacak olan yeni insanın yaratılması açısından bu mücadeleyi önemser, tüm bunlar için mücadele eder.

  • Dayatılan rollere karşı yeni insanı yaratalım!

Egemen ideoloji tarafından şekillendirilen toplumsal cinsiyet rolleri, hakimiyet ilişkileri kurmakta ve toplum tarafından her gün yeniden üretilmektedir. SKH toplumsal cinsiyet rollerine ve bunları yeniden üreten kurumlara karşı süregen, dinamik bir mücadele yürütür.

  • Kadınların bir arada mücadelesi dünyayı sarsıyor!

Kadınların bu topraklarda tarihe dayanan, süregen bir mücadelesi vardır. SKH bu tarihten öğrenerek kadın hareketini beraber yükseltmek için; kadınların hakları, eşitliği, özgürlüğü için mücadele eden tüm kadın örgütleriyle yan yana mücadele eder.

İŞLEYİŞ

1) SKH, bu ilke ve fikirler doğrultusunda harekete geçen kadınların oluşturduğu birlikler üzerinden yükselir. Alanlarda kurulan SKH birlikleri temsilcilerini seçer. Seçilen bu temsilciler, birliğin oy çokluğu kararıyla görevden alınabilirler.

2) SKH, seçilen temsilcilerin bir araya geldiği İl Yürütme ve Merkezi Yürütme toplantıları aracılığıyla örgütsel fikir birliğini oluşturur. Bu fikir birliğinden yola çıkarak, yerellerin/alanların özgünlüğünü göz önüne alarak pratik faaliyetlerini örgütler.

3) SKH birlikleri dışında bu ilke ve fikirlerde ortaklaşan dayanışma ağları, kadın dernek-kulüp-toplulukları vb. örgütlenmelerde İl Yürütme toplantılarında temsil edilebilirler.

4) SKH belirli periyotlarla tüm ülkedeki katılımcıların bir araya geldiği, yeni dönem örgütsel politikalarını ve merkezi yürütmesini belirlediği kurultaylar örgütler.

5) SKH bileşenleri, SKH birlikleri dışında da, alanında bulunan tüm diğer kadın örgütlenmelerine (kooperatif, haberleşme ağı, platform vb.) dahil olma ya da alanda yürütülen mücadelenin ihtiyaçlarına göre bu gibi yeni örgütlenmeler oluşturma perspektifiyle hareket eder.

MÜCADELEMİZİ BÜYÜTMEYE, ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ İÇİN ÖRGÜTLENMEYE!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...