Ana Sayfa Blog Sayfa 91

Irkçı saldırılar, Saray Rejimi ve çürümenin karşısında direnişi yükseltelim

Saray Rejimi çürümedir ve yönetememe krizi içindedir.

Saray Rejimi’nin yönetememe kriziyle yükselttiği saldırı dalgasının sonucunda, dün akşam saatlerinde Konya’da Dedeoğulları ailesi katledildi.

Son iki ayda peş peşe yapılan ve planlı olduğu görülen ırkçı saldırılar, yükseltilen milliyetçilik dalgası, rant ve yağmanın sonuçlarının ağır biçimde yansıdığı afetlerin bu saldırılara zemin olarak kullanılması derinleşen ekonomik ve siyasal krizin boyutlarını gösteriyor.

Ekonomik krizin, pandeminin, savaşların faturasının ödetildiği milyonlarca insanda öfke günden güne artmaktadır ve Saray Rejimi “işte size mülteciler, işte size Kürtler” diyerek TC Devleti’nin en bilindik hamlelerinden birini yapmıştır. Bir yandan hedef göstermekte, bir yandan bizzat planladıkları saldırıları bu ırkçılık dalgasının içine gizlemeye çalışmaktadır.

İşçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin eylemlerine saldırıların toplumsal mücadelenin önünü kesemeyişi, Saray’ı saldıran cephesini genişletme ihtiyacına zorlamıştır.

Son bir yılda kredi borçlusu sayısı 2 buçuk milyon kişi daha artmış, 34 buçuk milyon insanın ödeyemediği borç 899 milyar TL’ye çıkmıştır. Sigortalı işçi sayısı 21 milyondur ve en az 12 milyon kişi asgari ücretle çalışmaktadır, açlık sınırı ise 2903 liradır. İşçi sınıfı adına örgütsüzlüğün acı tablosudur bu. “Hayatta kalmak” milyonlarca insanın ana gündemi haline gelmiştir ve bunun öfkesi savaştan kaçıp hayatta kalmak isteyenlere yöneltilmek istenmektedir.

Kürt halkına, onların iradesine yönelik 7 Haziran 2015’ten bu yana başlatılan saldırılar her geçen gün artmaktadır. Kürt’ün dirisi Saray Rejimi için tehdittir ve onlarca yıldır katliamlara maruz bırakılan bu halkın boyun eğmeyen direnişi, örgütlülüğü, tüm direniş odaklarına moral taşımaktadır. Çözülen Saray Rejimi, çimentosunu bir kez daha Kürt kanıyla karmaya çalışmaktadır. İzmir’deki katilin Valiliğe bağlı otelde kaldığı ortaya çıkmıştı, Konya’nın Emniyet Müdürü ise Hrant Dink davasının sanığı, 10 Ekim’in istihbaratçısıdır. Saray Rejimi’nde artık çete devlet – devlet çetedir.

CHP Saray Rejimi’nin bir parçasıdır ve üstüne düşen rol daha özel olmalıdır. “Aman sokağa çıkmayın” diyerek kitlelerin sisteme yönelebilecek tepkilerini sindirme amacı artık biliniyor. Yeni olan arttırılan milliyetçilik dalgasıyla birlikte gerçekleştirilen saldırıların halk tarafından “makul” bulunması çabasıdır. Burjuva muhalefet partilerinin belli aktörleri özel bir çabayla bu ırkçılığı kitlelere pompalamaktadır.

Bir yandan emperyalist paylaşım savaşında efendilerinin tetikçiliği, bir yanda su yüzüne zaman zaman çıksa da asla dinmeyen içerideki direniş çizgisi, yönetememe krizini her geçen gün daha da derinleştirmektedir.

Saray Rejimi yönetememektedir ancak yaşanan her duruma karşı adımları nasıl yönettiklerinin de göstergesidir.

Pandemiden yangına, depremden ekonomik krize her olayda “devlet kalmadı-beceremiyorlar” serzenişi en hafifinden Saray Rejimi’ni anlayamamaktır.

Saray Rejimi bir çeteler koalisyonudur –yer yer çatışmasıdır da-, çeteler ve devlet iç içe geçmiştir ve yağma-rant-savaş ekonomisinin üzerine yükselmektedir.

Yani “bir maskeyi bile dağıtamadılar” eksiktir. Milyonlarca insanın hayatını hiçe sayıp, içinde rant olmadan bir maske organizasyonu dahi yapmadılar.

Yani “yangın söndürme uçağımız yok” eksiktir. Çetelerin besleme musluklarından inşaat sektörü sıkışmaktadır, yağmalanacak yeni alanlar lazımdır, 15 ilde ormanlık alanların yüzde 58’ine, tarımsal arazilerin yüzde 65’ine maden ruhsatı verilmiştir. Cerattepe’ye “çöken” Cengiz’in hemen ardından Karadeniz’de 1012 ayrı noktaya, sadece Balıkesir ve Çanakkale’de 1634 yere yağmalanma izni çıkmıştır. Bu işin sadece maden boyutudur, bir boyutu da Kanadalı tarım tekelinin Ortadoğu danışmanının aynı zamanda Tarım ve Orman Bakanı olmasıdır ki kendisine göre yangınlar çok şükür(!) otellere ulaşmamıştır.

Yani “Afganistan’da ne işimiz var” eksiktir. TC Devleti, tetikçidir. Geçtiğimiz Mart ayında henüz Biden’dan bir cevapsız çağrı bile gelmemişken Erdoğan Bloomberg’e yazıp “hâlâ Suriye’yi işgal edebiliriz” diyordu. Sonuçta kâhyadır, efendisi kadar oynayacak yeri yoktur ve tetikçiliği kadar kullanılabilmektedir. Mavi Vatan’ı, sınır güvenliğini, iki devlet bir millet’i, yavru vatan’ı hepsini içine katın, içinde ABD çıkarları olmayan, ABD adına olmayan tek bir şey yoktur. Son NATO zirvesinden sonra Afganistan hevesinin bir boyutu budur. Daha özelde iç savaşa yönelik kullanılmak istenen çetelerin uyuşturucu parasıyla beslenmesi de Hamid Karzai Havalimanının eroin ticaretinin ulaşım ve sevkiyatında tuttuğu yer de kayda değerdir.

Evet, tüm bunlar ve daha fazlası bir yönetme haliyle birlikte, “yönetememe” halidir.

Üstelik direniş çizgisi tüm saldırılara rağmen onlar tarafından bastırılabilmiş değildir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmıştır ancak kadınlar “vazgeçmiyor”lar, kapalı haliyle direnişlere sahne olan Eylül’de açılacak okulları şimdiden frenleme isteği Bulu’yu yerinden etmiştir -ki bu en az Bulu’nun düştüğü durum kadar acınasıdır-, grevler direniş çadırlar hiçbir işçi havzasından eksik olmamaktadır, binlercesi tutsak olmasının yanında her geçen gün artan saldırılara maruz kalmasına rağmen Kürt halkı diz çökmemiştir.

Saray Rejimi, direnişin de yayılacağını görmektedir.

Böyle yönetilmek istemeyenlerin sistemle zedelenen bağları bugün bir kez daha milliyetçilikle bağlanmak istenmektedir.

Böyle yönetilmek istemeyenlerin öfkesinin örgütlenmesi, ne istediğini açığa çıkaran direnişlerin büyümesi, yayılması, örgütlenmesi çözülen Saray Rejimi’nin bir daha bağlanmamak üzere tarihin çöp sepetine yollanması için en önemli adımlardan biridir. Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesi bu yolu açacaktır.

İşçilerin birliği ve halkların ortak mücadelesi hattında direniş çizgisini büyüterek saldırılara karşı koyacağız.

Katliamları hazırlayanları da, gerçekleştirenleri de, aklayıp kollayanları da, ırkçılığı pompalayanları da unutmayacağız!

Devrimcilikte Bilgelik

Devrimci, yüzyılların ürünü olan düzene ve taşlaşmış alışkanlık ve boyun eğme ilişkilerine meydan okumadır, başkaldırıdır. Bu ilişkileri değiştirmek üzere, bu soylu toplumsal mücadeleye önderlik etmektir. Bu açıdan bakıldığında, devrimci kişi, bilincin ürünü olan bir gönüllülükle, kendi dar dünyasını kırıp parçalayandır. Bir başka deyiş ile kabuğunu kırandır.

Bilge, nasıl olur da en sıradan bir soruya, akılları şaşırtan kısalıkta ve basit bir yanıt verir? Nasıl olur da bilge diye tanınan kişi, en çapraşık durumda bile o sade yanıtı bulup çıkarır?

Gerçekte, insan içinde bulunduğu koşulların kavranması konusunda tutucu ve taraflı olabilmektedir. Kendisinin de bir parçası olduğu toplumsal kabuller; toplumsal değerler, bazen çok basit bir gerçeği görmesini engeller. Örneğin, âşık olmuş ve sevgilisi tarafından aldatılan bir kişi, aldatıldığını görmek istemez. Her zaman tersine inanmaya hazırdır. Hazırdır çünkü sevmektedir ve sezdikleri eğer doğru ise kaybedeceklerini düşünmektedir. Bu nedenle de çok basit bir durumu görmez. Böyle bir ilişkide aldatma süreklilik kazanırsa, sevgi denilen duygunun özgürleştiriciliği, yüceliği ortadan kalkar. Yerine kölelik ilişkileri ve aşağılanma geçer.

Toplumsal koşullar öyledir ki, bir tek kişi bilmeden de olsa, bir eyleme yönelse, birden ortam değişmeye başlayacaktır. Ama bunu görüp de eyleme kalkışmak genellikle pek olanaklı olmaz. Bunu görmeyenler giderek susar ve bu suskunluk, başka bir şeye gerek bırakmadan korkaklığa dönüşür. Bunu kavrayan ise, bu kez zamanlamaya aldırmadan, ilk fırsatta eyleme yönelir. İkinci tip, kendisinin korkakça yaşayamayacağını anladığından boyun eğmeyen ama sonuç alıcı bir zamanlamaya da tahammül etmeyendir. Tabii ki, üçüncü bir tip gerekir ve elbette ki, ikinci tipi temsil eden, üçüncü tipi yaratır.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Anlatmak istediğimiz, kişinin toplumsal kabuller denilen şeyin nasıl bilmeden kölesi olduğu gerçeğidir. Bir genç kız, mutlaka anne ve babasının sözünü daha çok dinler. Ama bir kere o, çocukluktan beri ilmek ilmek örülen esaret ağını parçalamaya görsün, bakın erkekler onun yanında nasıl ana kuzusu kalır.

Yine bir iki kere içeri girin, eviniz basılsın, bakın aileniz nasıl daha net hale gelir ve sizin davanıza destek verir konuma geçer. Aileyi en çok korkutan, onlarca yoldaşın ifade ettiği gibi, sizin devrimci olmanız değil komşuların bunu öğrenip ailenizi aşağılamasıdır. Nasıl ki, hırsızlık yapan bir kişinin kendisi değil, ailesi onun adına utanırsa, benzer biçimde hava devrimden yana esmediği koşullarda devrimci olan bir insanın da ailesi aynı şeyi hisseder. Bu his ise ancak eylemle yenilir.

Demek oluyor ki toplumsal koşulların insan üzerindeki baskısı sıradan bir baskı değil. Bunun içindir ki, doktorun karşısında ezik dururuz, bunun içindir ki, “yekpare camdan 77 katlı mağazalara” bakarken bunların insan elinin eseri değil de bizi boğmaya gelen, bize fakirliğimizi hatırlatan binalar olduğunu düşünürüz.

Oysa, bilge kişi bunların dışındadır. Çok daha sade yaşamakta, çok basit şeylerle uğraşmaktadır. Hayatının temeline zevklerini ve toplumun ona dayattıklarını koymaz. Tersine toplumsal koşullara zıt bir yaşam kurar. Öyle ki, onun son derece basit ve maddi zenginlik ögeleri içermeyen yaşamı, insanları etkilemeye başlar. Gerisi ise kendiliğinden gelir. Bu kadar basit yaşayan kişi sade ve açık düşünür. Ama toplumsal ilişkiler ve kabuller altında kendisi olmayı unutmuş kişi, bu basitliği çok büyük bir cesaret ve çok büyük bir bilgi birikimi ile bağlamaya başlar.

Bir Çin atasözü, aslında doğada karışık bir şey yoktur, karışık olan sizin kafanızdır der: Durum tam da buna uymaktadır.

Don Kişot’ta bizi etkileyen nedir? Onun başından delilik dediğimiz, bizi kahkahalara boğan akılsız saldırıları değil midir? Yoksa, bizi gerçekten etkileyen bu akılsız saldırıların komik tarafı değil de toplumsal kabullerle dalga geçen eylemler olması mıdır? Mesele bunun kararını verebilmekte.

İşte bilgenin sizi şaşırtan sözlerinin, sizi şaşırtan eylemlerinin temeli de buradadır. O, toplumun kölece ilişkilerini kabul etmiyor ve bunları kendi üstünde baskı unsuru olarak hissetmiyor. O, her zaman aşkın özgürleştirici yönünü görebiliyor; zira bu yönü olmayan ilişkiye aşk demiyor.

Sınıflı toplumların insan kirliliği yarattığı açık. En büyük insan kirliliğini ise kapitalizmin bizzat kendisi yaratıyor. Çünkü o sınıflı toplumların en gelişmişi, insanı aşağılamanın zirvesi olan bir toplumdur. İşte böylesi bir toplumda, kendini bilmek, bilgelik oluyor. Kimsenin kendisi olmadığı, kimsenin bir dirhem özgür olmadığı bir toplumda, bunun dışına çıkan bilge oluyor.

Feodal toplumda, devletin henüz girmemiş olduğu toplumsal yaşam alanları vardı. Sınıflı toplumlar boyunca gelişen devlet, giderek toplumsal yaşamın daha geniş alanlarına giriyor. Kapitalizm ile birlikte devlet insan fizyolojisinin en ince noktalarına da giriyor, toplumsal yaşamın en mahrem bölümlerine de beyin korku ile dumura uğratılıyor. İdeolojik saldırılarla devlet, toplumsal ilişkilerin baskısı öylesine bir boyuta çıkarabiliyor ki korku yolu ile beyinler esir alınıyor. Gen teknolojisi ile uğraşıp korku yaratan haplar da belki yapmışlardır ama buna ne gerek var. TV-medya tümüyle bu işi görüyor kimse kendisi dışında kimseye güvenmiyor ve kimse, çok iyi bildiği doğruları doğru olarak görmüyor. Böylece, bu iğrenç canavar, insan kirliliğini en üst boyutlara çıkarıyor. Korku insanı teslim almak için yaratılıyor. Cinsellikten, babasından, korku filmlerinden, sevgilisinden, arkadaşından, yemeklerden, içeceklerden, hastalıklardan, kendinden korkan bir insan acaba ne kadar insandır.

Sınıflı toplumlara tek bir sosyo-ekonomik sistem demek daha uygun görünüyor. Yakında çıkacak olan “Ekonomi Politik Ders Notları”nda bu konu daha detaylı açılıyor. Ama, burada şu kadarı gerekli; sınıflı toplumlar içinde bir yeni evreye geçiş, aynı zamanda insanın kulluğunu ve devletin toplumsal ilişkilerin yeni alanlarına yayılmasını beraberinde getiriyor. Bu sınıflı toplumlar tarihinin bir yasası. Elbette, bu arada üretim araçları gelişiyor. Ama insanı boyun eğmeye bağlı üretim ilişkileri altında.

Devlet, feodal toplumda, örneğin yatak odalarına, köylere, komşuluk ilişkilerine, anne-baba ile çocukların ilişkisine, insan beyninin fizyolojisine bu ölçüde girmemişti. Buralar, o ünlü deyim ile, “sivil” alanlar olarak görülebilirdi. Bu nedenle de bilgeler genellikle, bu alanlardan çıkarlardı. Böylece de bilge kişilerin şaşırtıcı ve uzak durulan yaşamı aynı anda akla gelirdi.

Ama insanın bu kadar kirlendiği bir toplumda korku ile beyinlerin fizyolojisinin bile değiştiği insan denilen canlının atadan geçme reflekslerinin değiştiği bir toplumda durum biraz farklı.

1- Bilge, bu toplumda, kendini bilen, kendisi olabilendir.

2- Bunun, devrimci olmak, bu kölelik ilişkilerine, bu aşağılanmaya karşı savaşmak dışında da yolu yoktur. İşte bu nedenle bilge ile devrimci birleşmektedir. Şimdi, her devrimcinin, toplumsal çemberi kırmanın ürünü olan en sıradan eylemi, davranışı, sözü, kendisi dışındakine ya büyük bir cesaretin ürünü ya büyük bir bilgelik olarak görünüyor.

İdealler, büyük rüyalar bizim dünyamızla özdeşleşti. Bu topraklarda devrimciler hayalperest görülürler. Bunun bir nedeni bunca yıldır iddiamıza uygun adımları zafere ulaştıramamak ise, bir diğer nedeni de yarı deli yarı hayranlık uyandıran davranışlarımızla insana ait olan bir dünyayı savunuyor oluşumuzdur.

Kendinin bilincine varmak, kendin olmak, mevcut toplumda kimsenin istemediği bir şey. Herkes ezildikçe daha çok Madonna, daha çok Michael Jackson olmak istiyor. Kendisi dışında her şey olmaya hazır hale getirilmiş insanlar, elbette, kendisi olmayı erdem olarak gören birisini bilge olarak görürler. Ki gerçekten de öyle görünür.

Kendinin bilincine varmak, her şeyden önce toplumsal koşulları doğru çözümlemekle mümkün. Bunun için ise, kitaplar yutmaya gerek yok. Sadece, seni çevreleyen gerçeği görmek yetiyor. Yukarıdaki örneğimizde, kölelik doğuran bir aşk ilişkisi içinde olduğunu gören, kendini çevreleyen gerçeğin bir bölümünü de görmüş olur. Ama bunun cesaret gerektirdiği açık. Yani kendini çevreleyen koşulların gerçekten kavranması, sanıldığı gibi okumakla olmuyor, tersine cesaret gerektiriyor. Sevdiğinin seni sevmediğini, arkadaşının aslında çıkarcı bir tip olduğunu kabul etmek, ne büyük cesaret ister değil mi?

Bu cesaretin kaynağı ise, ikinci koşulu beraberinde getiriyor. Eğer insan düşünürken ilişkilere girerken adım atarken, dövüşürken, yeni bir sürece adım atarken çekeceği acıları, kaybedeceklerini veya alacağı ödülleri düşünürse, asla kendinde o cesareti bulamaz. Akıntıya karşı, dalgaya karşı kürek çekemez. Sadece onun cesareti, rüzgârın kendinden yana estiği koşullarla sınırlıdır ki, en sahte cesaret göstergesi budur. Onun için Ho Chi Minh’in şu sözünü hatırlamak gerekli; “Talihsizlikler, insanın sadakatinin ölçüsüdür”. Cesaretin ölçüsü de tıpkı böyle girilmemiş ve bilinmeyen yola kendini aşarak girebilmektir. Hiçbirimize, bir elma almak için kendini ateşe atan birisinin davranışı kahramanlık olarak görünmez. Hiçbirimiz maddi çıkarları uğruna ya da sadece kendi çıkarları için ilk adımı atandan etkilenmeyiz. Ama her zaman, bir başkası için, arkadaşı için ileri atılandan etkileniriz. Ferhat’ın aşkı, dağı delmeye koyulması kadar gerçektir. Ama Ferhat’ın aşkını büyük yapan Şirin’e kavuştuğu noktada durmayıp dağı delmeyi halka su sağlamak için sürdürmesidir.

İşte buna kendini aşmak denir. İnsan korkabilir, insanın pek çok anlamadığı şey, pek çok nokta olabilir. Ama acıların, ceza ve ödüllerin hesabını tutar noktaya gelmezse, kendini köleleştirmezse, kendini aşabilir. En kritik anlarda destanlaşabilir. İnsan denilen canlıda bu güç vardır. Onun için, burjuvaların korkunç silahları vb. hiçbir işe yaramaz. Hiçbir güç kendini bomba yapan Kürt kızının güzelliğinin güneşe karışıp aydınlık yaratmasını engelleyemez. Hiçbir güç onları yenilerinin izlemesini engelleyemez.

İnsan onuru denilen şey var oldukça, hiçbir güç bir Don Kişot’un çıkmasını önleyemez. Don Kişot, tıpkı bilgeler gibi ne çektiği acıların, ne kazanacaklarının, ne de kaybettiklerinin hesabını tutmamıştır.

Devrimciyi ayıran tek nokta vardır; inandığının gereğini yapmak. Bu son derece sade, son derece açık, son derece kolay, bir o kadar zor ve tek onurlu iştir. İnsan kirlenmesinin korkunç boyutlar aldığı bir toplumda, devrimcilik, yol açıcılık, insanlaşma için ışık oluşturmadır: Bilgelik gibi, Don Kişotluk gibi.

“Bir kişi daha kat…”

11 Temmuz günü “Güneşin sofrasında Direnenler Buluşuyor” şiarıyla Kaldıraç, İşçi Gazetesi, AKA-DER ve Özgür Lise’nin örgütlediği piknikte Kaldıraç Hareketi adına yapılan konuşmadır.

 

Merhaba

Kaldıraç adına herkesi selâmlıyorum.

Geçen gün şöyle bir haber vardı:

“Dakikada 11 insan açlıktan ölüyor”

“Salgının başından bu yana küresel ölçekli askerî harcamaların 51 milyon dolar arttığı ifade edilen raporda, bu rakamın Birleşmiş Milletler’in (BM) açlıkla mücadelede ihtiyaç duyduğu miktardan en az 6 kat daha fazla olduğu bildirildi.”

Veriler bize çok şey söyler, veriler bize hiçbir şey söylemez.

– Pandeminin başlangıcından bu yana şu kadar insan öldü.

– Şu kadar kişi işsiz kaldı.

– Rize’de sokak röportajında “işsizim” diyen kişi gözaltına alındı.

– Şu kadar kişi intihar etti.

– Şu kadar milyon dolar askerî harcama yapıldı.

Buradaki hemen herkes aşina bu verilere, hatta hatta isabetli tahminlerde bulunanımız da az değildir.

Veriler bize çok şey söyler ve hiçbir şey söylemezler de aynı zamanda. Nasıldı o laf hatırlayın; duymak istemeyen kulaktan sağırı, görmek istemeyen gözden körü yoktur.

Bugün verilerin bize bağıra bağıra söylediği tek bir şey var. Geleceğiz oraya.

Biz farkında olanlar, bilmekle lanetlenmiş olanlar; hayata müdahale etmezsek, bir toplama kampında kös kös gaz odalarına götüren ruh hâlini değiştirmezsek;

veriler gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçecek,

tecavüzler geçecek üstümüzden, beynimizin her kıvrımından ve daha çok,

cinayetler geçecek, cesetler ateş gibi kalbimizi yakacak,

başımıza madenler çökecek, bombalar düşecek ve daha çok,

çocuklar önlenebilir hastalıklardan ölecekler ve daha çok,

denizlerde hiçbir canlı kalmayacak, türler yok olacak,

müsilaj gibi yeni ve daha çirkin kelimeler işgal edecek dilimizi…

 

Eğer ki hayatta kalırsak -ki hayattayız- ve bu hayata müdahale etmezsek; kaybedeceğiz!

Kaldıraç adına konuşan kişi, mütemadiyen, bıkmadan aynı konuşmayı yaptı, yapıyor, yapacak da.

Bir hareket olarak Kaldıraç, vicdanımızın sesi, bir dev hafıza; hiçbir ismi unutmayan, hiçbir yanlışı, hiçbir hesabı.

Bugünkü savaş çağrısıdır, birleşik emek cephesinde örgütlenme çağrısıdır.

Yıkmaya ve yeniden yapmaya, reddetmeye ve değiştirmeye çağrıdır.

Diyor ki bu çağrı, bir kişi daha kat yanına, bir sokak daha, bir fabrika daha, bir sınıf, bir fakülte daha ekle örgütlendiğin alanlara.

Kapıları çal diyor, zillere bas, gözlerine bak insanların, ellerini tut, tut ki düşmanı olana çevirsin öfkesini.

Çünkü veriler tek bir şey söylüyor biz farkında ve bilmekle lanetlenmiş olanlar için; bağıra bağıra söylediği tek bir şey var:

“Ya sosyalizm ya ölüm!”

Ya Sosyalizm Ya Ölüm!

Son iki yılda 243 yeni yaptırımla abluka altına alınan Küba’ya dair emperyalizm yine “eski” hayallerle saldırdı.

Pandemiyle birlikte, ABD tarafından uygulanan abluka ve ambargo ağırlaştırılmış, Küba halkına, Küba Devrimi’ne yönelik insanlık dışı saldırılara yenisi eklenmiştir.

Küba, 11,3 milyonluk nüfusunun yüzde 20’si 60 yaş üstü olmasına rağmen pandeminin nasıl yönetebileceğine, insana yaklaşıma dair sayısız örnekler yaratarak bu süreci yürütmektedir.

Temaslıların tamamının yakınmaksızın test edildiği, birinci basamak sağlık hizmeti çalışanlarının düzenli olarak ev ev gezdiği, aşı çalışmalarının yapıldı, zorunlu olanlar dışında üretimin durdurulduğu Küba’da tüm bunlar ABD tarafından adaya gönderilen koruyucu malzemelere el konulduğu, şirketlerin Küba’ya tanı kiti satmasını engellendiği bir ablukada yapıldı.

Yeni yaptırımlarla ve ülkenin önemli gelir kalemlerinden biri olan turizmin de pandemi nedeniyle olmadığı, üretim sürecinden ürün geliştirmeye ve halka hizmet sağlamaya kadar büyük çapta bir kesinti yaşandığı Küba’da Devlet Başkanı Diaz Canel “Halka gerçekleri açıklamak, devrimimizin görevi, biz tüm süreci böyle yürüttük” diyerek, tüm sorunlara rağmen parti, devlet ve halk arasındaki güçlü bağa ilişkin emperyalistlerin saldırılarına vurgu da yaptı.

Diaz Canel’in “Bu kişiler, Küba hükümetinin bu durumdan çıkacak yetisi olmadığı iddiasını güçlendirme çabası içerisindeler, halkımızın sağlığını çok dert ediyormuşçasına. Halkı dert etmek istiyorsanız, ablukayı kaldırın ve nasıl katılım sağlıyoruz görün. Neden yapmıyorsunuz? “Küba’da sokaklar devrimcilerindir, sokağın kime ait olduğunu göstereceğiz. Devrimi yok etmek için cesetlerimizi çiğnemeleri gerekir.” çağrısından sonra emperyalistlerin saldırılarına karşı binlerce Kübalı sokağa çıktı.

Sosyalizm Kazanacak!

Kendini dünyanın imparatoru gören ABD’nin dibinde, sosyalizmin ışık saçtığı Küba’ya saldırılar yeni değil.

Her fırsatta, boğulmaya çalışılan Küba Devrimi yanıtını hep daha güçlü verdi, veriyor.

Fidel’in “Emperyalistlere teslim etmektense adayı batırırım” açıklaması ya da devrimden hemen sonra “Bu tarihimiz için çok belirleyici bir an. Tiranlık devrildi ama daha yapılması gereken çok şey var. Kendimizi geleceğin daha kolay olacağıyla kandırmayalım. Aksine belki de gelecekte her şey daha da zor olacak.” açıklaması Küba’nın bugününü de göstermektedir.

Kapitalistlerin tüm dünyada insanlığa savaş açarak yürüttüğü düzenleri açlık, sefalet, onursuzluk dışında bir şey vermiyorken, Kübalı devrimcilerin Küba Devrimi’nin her sorunu karşısında “bu defa batacaklar” hezeyanına kapılanlara en iyi cevabı vereceğinden şüphemiz yoktur.

Tüm dünyada kapitalizmin sorgulandığı, isyanların içinden sosyalizm fikrinin mayalandığı bugünlerde, Küba’ya saldırı sadece ABD’nin değil kapitalist-emperyalist düzenin sosyalizme saldırısıdır.

Anadolu’nun devrimci sosyalistleri olarak, emperyalizme direnen Küba’nın yanındayız.

Komutan Fidel’in sözleriyle bitirelim “Küba, ‘Ya sosyalizm, ya ölüm’ sloganıyla yönetilecektir. Bazıları akılları sıra ticaret yaparak bizi değiştireceklerini sanıyorlar. Hay hay, buyurup gelsinler. Gelenlerin başımızın üstünde yeri var. Biz böyle meydan okumalardan korkmayız. Bu devrim, kafa tutuyorlar diye korkmaz.

La calle es de los revolucionarios!
Sokaklar devrimcilerindir!

Socialismo o muerte!
Ya sosyalizm ya ölüm!

KALDIRAÇ

NATO “Doğu”ya, “hamdolsun”, askerimiz çok

Kore Savaşı’nın üzerinden epeyce zaman geçti, 70 yılı aşkın bir süre. TC devleti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’ye karşı ileri karakol olarak örgütlenmek istendi. “Savaşa girmemeyi başaran” TC devleti, savaşın sonunda, ABD emirlerine uygun olarak, konum almakta o kadar hevesli idi ki, NATO’ya katılabilmek için, Kore’ye asker gönderiyordu. Nâzım’ın, Kore Savaşı’nı anlatan şiirleri hâlâ dillerdedir. Kaç “cent”e binlerce asker Kore’ye gönderildi?

Gerçekten de TC devletinin, savaşta bağımsız kalma politikası olsa idi, TC devleti, en başından beri bağımsız bir ülke olsa idi, belki Kore’ye asker gönderme işi de gündeme gelmezdi. Sömürge idi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, SSCB’ye bir set olarak kurulmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen sadece Hitler faşizmi değildi. Elbette Hitler faşizmi yenildi. Ama onunla birlikte, tüm emperyalist kamp ağır bir yenilgi aldı.

ABD filmlerinden tarih “öğrenen” okur-yazar takımı, aslında ABD’nin de yenildiğini, İngiltere’nin de yenildiğini anlamakta zorluk çeker. Onlara diyecek bir şeyimiz yok. Ama onları “aydın” kabul ederek onlardan öğrenerek tarihe bakanlara, şu soruyu sormamız gerekir: Madem ABD zafer kazanmıştı, madem sadece Hitler faşizmi yenilmişti, neden ABD, Hitler’in tüm örgütsel mirasına sahip çıktı ve hepsini ABD’ye taşıdı? Bir soru daha, madem yenilen sadece Hitler idi, neden SSCB’yi kuşatma siyaseti ortaya çıktı, NATO ne için kuruldu?

İşte ABD-İngiltere cephesi, o günlerde TC devletini, SSCB’ye karşı ileri bir karakol, adeta bir üs hâline getirmek istediler. TC devleti ise, onlardan çok daha fazla heveskâr idi. İleri atıldılar ve NATO’ya girebilmek için, Kore’ye asker gönderdiler. Kore’de NATO’nun ne işi vardı? ABD’nin Kore’de ne işi vardı? TC devletinin Kore’de ne işi vardı?

TC devletinin NATO üyeliği işte böyle başlar. Kore’de can veren askerler ve bunun karşılığında alınan paralar, TC devletinin nasıl bir sömürge olduğunu çok iyi anlatır. Anlamak isteyene elbette.

Bugünlerde, Haziran ayının 14-15’inde, NATO toplantısı yapıldı.

ABD, “geri geldim” dedi. Bu geri gelme, AB tarafından “welcome” nidaları ile karşılandı. Böylece ABD-AB ittifakını sağlamanın yollarını aramaya başladı.

Hedefte, Rusya ve Çin var.

Saray Rejimi, Erdoğan, ömrünü, iktidarını uzatmak için, uzun süredir sürdürdüğü ABD tetikçiliği ile savaş politikalarında kendini kanıtlama peşindedir. Yani, ben senin tetikçinim. diyorlar. Mesela Suriye’de, mesela Kafkaslarda, mesela Libya’da vb.

Trump, Erdoğan’a “aptal olma, akıllı ol” diyordu. Biden, biraz daha farklı tonda konuşmaktadır; görevlerini bil, tonunda.

Saray Rejimi, hemen kendini ortaya atıp, “beni kullanabilirsiniz” diyor.

Ukrayna’da göreve hazırız efendim.

Polonya’da rol almaya hazırız.

Bize destek verin Suriye’yi tamamen alalım.

Kafkaslarda biz sizin askeriniz oluruz.

Afganistan’dan mı çekileceksiniz, peki sizin adınıza köpek olarak orada kalsak iyi olmaz mı?

İşte Saray Rejimi bu hamleleri yapmaya niyetli olduğunu açıkça ortaya koydu. “Benden yararlanın, beni süpürüp çöpe atmayın.” İşte Erdoğan-Biden görüşmesinin arka planı budur.

Önce, ABD-AB ittifakının neden Çin ve Rusya’yı düşman ilan ettiğini anlayalım.

1

ABD, dünya kapitalist sisteminin içinde hegemon güçtür. Bu hegemonya, İngiliz hegemonyasından sonra başlıyor. 1920’lerde açık hâldedir ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tam olarak resmîleşiyor. ABD hegemonyası, aynı zamanda Ekim Devrimi’ne ve sosyalizme karşı yürütülen Soğuk Savaş ile de, her ne kadar ondan önce başlamış olsa da, örtüşüyor. İşte bu hegemonya, artık çözülmeye, ABD güç kaybetmeye başlamıştır. ABD hegemonyası, eğik bir düzlemde sürekli aşağıya doğru irtifa kaybetmektedir.

2

SSCB çözüldükten sonra, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, yeniden hız almaya ve su üstüne çıkmaya başladı. ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, en önde gelen emperyalist güçler olarak, dünyanın yeniden paylaşılması savaşına tutuşmuştur. Elbette İtalya vb. gibi ülkeleri de saymak mümkün. Ama bu beşi, açık bir savaşın içindedir.

Bu güçler içinde, Almanya ve Japonya, ekonomik olarak ABD’yi sarsmaktadır. Ama her ikisinin de askerî gücü yeterli değildir. Her ikisi de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ordu beslemek ve silah üretmek konusunda çeşitli kısıtlamalara tabidirler. Japonya bunu aşmak için, otomobil fabrikalarını bir günde tank üretebilir hâle getirecek organizasyonlar yapmıştır. Toyota’nın “sıfır stoklu” üretim modeli, “esnek üretim” modelleri bunun içindir. Teknik olarak, ihtiyaç hâlinde bir otomobil fabrikasını tank üretim fabrikasına çevirmek mümkün olsa da, eğer araba stokları çok fazla ise, bu üretim dönüşümü gerçekleşemez. Bunun için stoksuz üretim, bunun için esnek üretim vb. modeller devreye sokulmuştur. Almanya, Leopar tanklarını, otomobil olarak Avusturya’ya satar ama bu arabalar, oradan tank olarak çıkarlar.

Almanya ve Japonya’nın tersine Fransa ve İngiltere, siyasal olarak daha bağımsız, askerî olarak daha güçlü bir görünüm çizerler. Almanya-Fransa zorunlu ortaklığı biraz bu duruma dayanır. İngiltere’nin Brexit ile amacı, sadece AB’yi zayıflatmak değil, ama aynı zamanda eski günlerine duyduğu özlemin, nesnel olarak gerçekleşebilir olması olasılığıdır. Belki de ABD’nin yerine, kendisi geçebilir. Belki de sıkı dostu ABD, bu geçişe de çok itiraz etmez!

3

Ama ABD, açık olarak hegemonyayı “rıza” ile bırakmayacağını ifade etmiştir. Bu nedenle, önce “dünya imparatorluğu”nu ilan etmiş, ardından Afganistan ve Irak’ı işgal etmiştir. Bunun tutmayacağını anlaması uzun sürmüştür. Demek ki, güç ne kadar egemen ise, kendinin durumunu da o kadar yanlış analiz etmeye meyilli oluyor. Suriye savaşı ile durum bir kere daha değişmiştir.

Suriye savaşı ile Rusya ve Çin, daha açık sahneye çıkmıştır.

Rusya’nın askerî hamleleri, diplomatik hamleleri, Çin’in ekonomik büyümesi ve net politikaları ile paralellik kazanmıştır.

Bugün dünya ticaretinde Çin’in payı %14’lerdedir. ABD’nin payı %9’un altındadır ve AB’nin payı da, %8’in altındadır. Bu rakamlar 2019 rakamlarıdır ve doğrusu 10 yıl önce, Çin bu sıralamada, ilk üçte yer almazdı.

4

Demek ki, hem emperyalistler arasında paylaşım savaşımı sürüyor hem de Rusya ve Çin, ABD hegemonyasını derinden sarsıyor.

İşte ABD, Trump döneminde, eski müttefiklerini tehdit ederek yol almak istedi. NATO bensiz nedir, para verin, dedi. Benim isteklerime uygun olarak “Amerika First” ekonomik tedbirlerine uyun, dedi. Ama olmadı.

Biden, aynı politikanın, başka bir makyajla yürütülme isteğinin ürünüdür. Biden, NATO önemlidir, ama benim isteklerim çerçevesinde, diyor. Biden, zaten kaybettiği pastayı, eski müttefiklerine “afiyet olsun” ama hepsini vermem, diyerek geri almaya çalışıyor.

NATO önemli, diyor.

5

ABD, AB’yi yanına alarak, onlara bazı tavizler vererek, Rusya ve Çin’e karşı ortak bir savaş cephesi örmek istiyor. AB, bu konuda oldukça isteklidir ve şimdiden AB üyeleri ile Almanya-Fransa ikilisi arasında açık görüş farkları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bazı tavizler alan AB, aslında bu tavizlerin üstüne yatmak istiyor. İyi ama ABD, bu tavizleri, üstüne yatılsın diye değil, Rusya ve Çin’e karşı savaşı yükseltmek için veriyor.

İşte NATO toplantısı bu koşullarda toplandı. Önceden ortaya konan bu anlaşma, pratik olarak örgütlenecek ve bunun ana direği NATO olacak.

NATO, bu nedenle, “Doğu”ya açılma yolunu işaret etti.

NATO toplantısından açıkça bir karar çıkmamasına rağmen, Ukrayna Başbakanı, “NATO’ya girme” sevinç gösterisine başladı. Demek ki ona, “işler yolunda biraz daha sabır” denmiş olmalıdır.

Putin, açık olarak, SSCB dağıldığında NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemeyeceği garantisinin sözlü olarak verildiğini söylemektedir. Yazık olmuş, koskoca SSCB’nin son başkanı, yazılı bir metin olmadan, “söz almış” ve buna uygun hareket etmiş.

NATO, sadece Ukrayna ve Doğu Avrupa üzerinden doğuya yönelmedi. Bu 2021 Haziran toplantısında NATO, Çin denizinde de etkili olacak politikalar devreye sokma kararlılığını ilan etti. Rusya düşman ama Çin “riskli” ilan edildi. ABD, Çin’i düşman olarak ilan etmek istedi ama AB, o noktayı fazla buldu.

Böylece NATO, tüm emperyalist güçlerin ortak örgütü olarak, son bir güçle canlandırılmak isteniyor. Tutmazsa, bu kez dağılma ihtimali artar.

Ne Rusya’nın ne de Çin’in bu planları bilmiyor olması düşünülemez. ABD’nin hegemonyasının çözülmesi sürecektir. Ancak, Rusya ve Çin, gerilim politikalarının geride kalmasını istemektedir. ABD bu durumu “zaaf” olarak ele alıyor gibidir. Yani, ABD saldırganlığına devam edecektir. AB, onun için “zorunlu müttefik” olsun istemektedir.

Türkiye gibi gönüllü olan müttefikler de var.

Durumu gören Saray Rejimi, onun başı Erdoğan, yanında bir CIA ajanı çevirmenle birlikte oturuyor ve Biden’a, “tam kontrol altındayım, Rusya ile ilişkileri merak etme, her şeyi yaparım, ama ne olur benim aile dosyasını açma, ne olur malıma dokunma” diyor.

Biden ile bir kare pozda yer alma isteği, onu tuhaf hâllere düşürmüş olsa da, onun “hamdolsun”u, aslında mal varlığı konusunun açılmaması ile ilgilidir. Diğer hiçbir şey onu ilgilendirmiyor. Ömrünü uzatacak işareti aldı mı, tamamdır.

Zaten görüşmeden önce, Suriye’yi fethederiz makalesini ABD gazetelerinde yayınladı, yeter ki NATO destek versin. Ukrayna’da Rusya’ya karşı görev almakta kararlılık sergileme şovu yaptı. Polonya ile hamleler yaptı ve açıkça Afganistan’da boşluğunuzu dolduralım, emriniz olur, dedi.

Böylece Erdoğan yeni bir görevlendirme aldı.

Soros, şöyle demişti: Sizin en kıymetli ihraç malınız askerinizdir. Bunu Türkiye ziyaretinde söylemiştir ve yanında o dönemin Genelkurmay Başkanı vardır.

İşte bu minvalde hareket eden TC devleti, Saray Rejimi ile birlikte, tüm bölgede ABD tetikçisi olarak savaşçı politikaları devreye sokmuştur.

Şimdi, bir ileri aşamaya geldik.

NATO toplantısı ve Biden görüşmesinden sonra resmî açıklama: NATO dünyanın her alanında, Asya’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de görev alsın ve Türkiye taşın altına elini soksun. Biraz ilgili bir okuyucu bu sözlerin açıklamalarda yer aldığını görecektir.

Biden görüşmesinden çıkan sonuç budur.

NATO doğuya açılıyor.

Erdoğan’ın aile dosyası açılmıyor.

TC devleti askerini ihraç malı olarak devreye sokuyor.

Bu anlaşmanın detaylarını muhtemelen Akar yapacaktır.

Soylu’nun Erdoğan sonrası hayalleri sona ererken (Peker’in açıklamalarının kesin sonucu budur ya da sonuçlarından en belirgin olanı budur) Akar’ın yıldızı mı parlayacak?

Erdoğan’ın hemen NATO toplantısından sonra Azerbaycan’a koşması, ilgiye değerdir. İster misiniz, Erdoğan, parasını kaçırmak için Socar’a yatırsın ve parayı Aliyev’e teslim etsin. O zaman şenliği görün!

Demek ki, NATO toplantısı ve Biden görüşmesinden çıkan sonuç, tetikçiliğin geliştirilmesi, ABD adına operasyonların devamıdır. İtalya, TC devletinin Libya’dan tümden çıkacağını düşünüyordu. Ne de olsa Biden bunun sözünü vermişti. İyi ama Biden, AB’ye tavizler verirken, istekleri yok mu? İtalya, hayal kırıklığına uğramış gibi, “değişen bir şey yok” diyor. İster misiniz İtalya, Erdoğan ile ilgili bir iki dosya açsın, görün o zaman şenliği!

TC devleti, tetikçilik konusunda rahatsız değildir. Tekeller, ülkenin egemenleri savaş politikalarından faydalanmasını bilirler ve bunu istemektedirler.

Halka düşen, daha çok çocuk yetiştirip askere göndermektir. ABD için ölecek, Saray Rejimi için ölecek çok askere ihtiyaçları var. Libya’da, Suriye’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Afganistan’da, yarın Ukrayna’da, Irak’ta, yarın İran’da.

Ancak bu yolla, milliyetçiliği şahlandırarak, bu yağma, rant ve savaş ekonomisini sürdürebilirler. Ancak bu yolla, ömürlerini uzatabilirler.

Biden, Erdoğan’ın başını okşamıştır.

Ama işçi ve emekçiler, halklar, o saraylara öfke ile bakmaktadır.

İşçi ve emekçiler, öfkelerini örgütlülüğe çevirmek zorundadırlar. Ülkenin sahibi, işçi ve emekçilerdir. Onlar, içinde bulundukları esaret koşullarını parçalayacak yolları bulmak zorundadırlar. Bunu başarana kadar, daha çok yoksul çocuğu askerî kayıp olarak anılacaktır.

Saray Rejimi, kendinin ömrünü uzatmak için, asker kanı pazarlamaya başlayacak, bu işi daha da artıracaklardır.

Saray Rejimi ve savaş politikaları

“Rant, yağma ve savaş ekonomisi”, bizim bugünkü ekonomik işleyişe verdiğimiz addır. Saray Rejimi ile yakından bağlıdır. Bu her ikisi ise, bir yandan paylaşım savaşımına bağlıdır, diğer yandan içeride yükselen (Kürt devrimi de dâhil) direnişe karşı yürütülen savaşa dayanır. Bu da iç savaş ve savaş anlamına gelir ki, birbiri ile de sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Yedi kocalı hürmüz gibi, “ortaklaşa” sömürge olan TC devleti, bugün gelişen emperyalist paylaşım savaşımını, tam da devlet çarkının içinde hissetmektedir. Emperyalist paylaşım savaşımının başlıca beş aktörü, ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere, kendi konumlarını en çok payı alacak şekilde ayarlamaktadır. Siyasal olarak TC devleti, ABD’ye bağlıdır. Demek ki, bağımsız bir ülke değildir. Bu bağımsız ülke olmama durumu yeni değildir, eskidir ve Osmanlı’da başlayan sömürgeleşme durumu, TC devleti ile tamamlanmıştır. TC devleti, 1920’de bir seçim yapmıştır ve emperyalist-kapitalist kampa bağlı kalmaya karar vermiştir. Bu amaçla SSCB’yi de kullanmıştır. TC devleti, ancak Sovyet kampına katılmayı seçse idi, bağımsız bir ülke olabilirdi. Bugün de öyledir, “bağımsız Türkiye” diye hayal kuran herkes, işin bilimsel anlamında, sosyalist bir Türkiye demek zorundadır. Önce bağımsız olup, sonra da sosyalist olalım gibi yollar yoktur. TC devleti, 1918’den başlayarak, Ekim Devrimi’ni durdurmak için organize edilmeye başlanmıştır. İngiltere’nin Sovyetler’i kuşatma politikasına karşın, emperyalist “Batı Dünyası”nın bir ileri karakolu olarak organize edilmek istenmiştir. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, NATO ile birlikte daha da ileri taşınmış ve sistemdeki değişiklikler ülkemize de taşınarak, ekonomik açıdan AB’ye, siyasal olarak ABD’ye bağlı bir “ortaklaşa” sömürge hâline gelmiştir.

ABD emperyalizmi, dünden, SSCB’nin varolduğu dünden farklı olarak bugün, “ortaklaşa” sömürge olan Türkiye’nin kendi planları çerçevesinde, Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak veya olmayarak, kendi sömürgesi olmasını istemektedir.

AB, en başta Almanya da, aynı planın peşindedir. Buna Fransa, İngiltere, Japonya (en az etkili) eklenmelidir. Hepsi, bu parçayı kendilerine bağlamak ya da sürmekte olan paylaşım savaşımında bir araç olarak kullanmak istemektedir.

İşte bu nedenle, bu TC devletinin efendileri, “dost güçler” şimdi, devletin ve hayatın her alanında, kendi güçlerini örgütlemekte, var olan kullanışlı güçleri kendi etki alanlarına çekmeye çalışmaktadır. Damat’ın “at izi it izi” benzetmesini bilemeyiz ama, biz bu at izi ve it izi karışımını, burada bu güçler için görebilmekteyiz. Açıktır. Devletin her kurumu, bu emperyalist güçlerin oyun alanıdır. Bunlara, ABD cephesi adına İsrail’i eklemek gerekir.

Suriye savaşı, bunun bir özeti değil midir? Tüm bu güçleri sahada gördük. TC devleti, Saray Rejimi olarak organize edildi ve tam bir tetikçi hâline getirildi. Şimdilerde, Peker’in açıklamalarından öğreniyoruz ki, uyuşturucu işi daha büyük çaplı bir finansal araç olarak bu savaşa eklendi.

Bugün, Saray Rejimi, savaş olmadan ayakta duramaz durumdadır.

Bu savaş politikaları, artık hem cukkayı doldurmanın yoludur hem yeni yaratılan zenginlerin “kadim zenginler” arasına eklenmesinin yoludur hem de Saray Rejimi’nin sürdürülebilmesinin yoludur. Öyle görünmektedir.

Savaş, dünya çapındadır ve “dünya lideri” ilan edilen Erdoğan’ın, bu dünyayı okuması mümkün değildir. Aç tavuğun darı ambarını hayal etmesi gibi, ülkenin parababaları, tekeller ve Saray, hep birlikte kendilerini savaş ganimetlerini bölüşürken hayal etmektedir.

Biden yönetimi ile birlikte ABD, bu paylaşım savaşımında bir adım geri atıp, iki adım ileri çıkabilmek için, AB ile anlaşma yolunu tuttu. Sadece AB ile de değil, Japonya da içinde. Onlara, eski dünyanın SSCB var iken geçerli olan dünyanın argümanlarını sundu: Rusya yenilmeden rahat yok, dedi. Rusya ve Çin hedef tahtasına alındı. Eski soğuk savaş dönemi politikaları, bazı güncellemelerle canlandırılmaya başlandı.

Durum elbette Saray’a da deklare edildi. Saray Rejimi, buna uygun olarak, savaş ve dış politika alanında dönüşüm içine girmeye meyletti. Ama o kadar da kolay değil. Çıkışı olmayan sokaklarda manevra zor oluyor. Suriye savaşından, Libya’dan, Kafkaslardan geri basmak o kadar kolay değil. Tetikçi aklı ile, vur denildiğinde öldüren bir mantık, manevra sahasını da kaybeder elbette. ABD’nin manevraları daha kolaydır, ama aynı şey, kendi politikaları olmayan bir devlet için zordur. Baş nereye gidiyorsa, kuyruk da savrularak oraya dönmek zorunda kalıyor. Ama her zaman kuyruk kesilebilirdir.

ABD-AB anlaşması ilk 6-7 ayını geride bıraktı. Ukrayna operasyonu ve Karadeniz istenilen sonuçları henüz vermedi. Şimdi 15-16 Haziran’da Putin-Biden zirvesi ilan edildi. Biden “katil” dediği kişi ile şimdi yüz yüze görüşmeye gidecek ve süren savaşa uygun olarak Cenevre’de, emperyalist dünyanın modern genelevinde görüşme yapılacak.

Biden göreve gelir gelmez, “modern Magna Carta”sını ilan eden Saray Rejimi, hâlâ duruma adapte olmak ve ABD ile özel anlaşmalar yapmak peşindedir. Erdoğan, kişisel anlaşmalara çok meraklı olmak zorundadır. Bu nedenle, TC devleti, savaş gücünü göstermek istiyor.

1- Suriye’yi birkaç günde alırız masalları yeniden ısıtılmış ve ABD medyasında Erdoğan makalesi olarak yayınlanarak hamle yapılmıştır.

2- Yunanistan ve Libya konusunda, ABD emri ile AB’nin isteğine uygun olarak, gönülsüz adımlar atılmaktadır.

3- Mısır ile, ABD emri ile ilişkiler kurulmaya başlanmıştır.

4- Filistin meselesinde zaten bilinen “kolpacı” tutum, son İsrail saldırısı karşısındaki tutumla teyit edilmiştir. Saray Rejimi, ABD ve İsrail politikalarına destekçi olmuştur. Birkaç “kolpacı” palavra söylenmeden bu olmazdı elbette.

5- Ukrayna konusunda ileri hamleler yapılmıştır.

6- Polonya ile Rusya’ya karşı tutum alacak adımlar atılmıştır.

Görünen o ki, TC devleti, Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için Biden’ın desteğini almak üzere, anlaşma yapmak üzere, “göreve talip” olduğunu beyan etmiştir. Bu yolla, biz çok işe yararız, demektedirler.

Saray Rejimi, Rusya karşıtı kampın içinde olmakla kalmıyor, daha ileri görevlere talip olduğunu da beyan etmiş oluyor. Bu yolla, efendileri ABD’den bir aferin bekliyorlar. Bunun ABD’nin işine geldiğinden de kuşku yoktur.

Saray, ayakta durmak için, görüldüğü gibi savaşçı politikalara daha çok sarılmayı bir yol olarak görmektedir. Bu amaçla, bir yandan Irak içlerinde İran’a karşı hazırlıklara katılmaktadır.

Elbette bu politikalar, Rusya ile ilişkileri de etkileyecektir. Başkası mümkün olmaz.

S-400 meselesi, Suriye meselesi giderek daha karmaşık bir hâl almaya başlayacaktır. Rusya’dan Türkiye’ye dönük uyarı açıklamaları, meselenin çok da ileri gittiğinin açık kanıtlarıdır.

Saray’ın başka çıkışı yoktur: Savaşa sarılmaktadır. Çıkarları bu savaş politikaları ile iç içedir. Tekellerin, parababalarının bu yoldan elde edecekleri gelirler, başka yolla elde edemeyecekleri kadar büyüktür.

Böylece Saray Rejimi’nin, içeride ve dışarıda savaş politikasına devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu, içeride Kürt halkına karşı şiddetli savaşa, kirli savaşa devam anlamına gelmektedir. Bu, içeride, Gezi ile başlayan direnişe karşı şiddetle karşı koyacakları anlamına gelmektedir.

Bu durum, her savaşın bir iç savaş olduğunu akılda tutmamızı gerektirmektedir. Durum tam da budur.

İşçi sınıfı ve devrimci cephe, tam da bugün, sınıf bilinci ile hareket etmeyi öğrenmek, bu yolda örgütlenmek, devlet denilen makinayı, burjuva egemenliğin araçlarını doğru kavramak zorundadır. Yılların önyargılarını üzerimizde taşıyarak bu mücadeleyi geliştirmemiz mümkün değildir.

İşçi sınıfının yolu, sosyalist devrimdir. İktidarı almak, tüm kalıntıları ile bu eski dünyaya son vermek zorunluluktur. Başka bir çıkış yoktur. Bu yolun önemli bir kilometre taşı, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Saray Rejimi ve direniş yolu

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda, savaş ve saldırı naraları atmak zorundadır. İçeride ve dışarıda savaş dışında ayakta kalma olanağı yoktur. Ama içeride ve dışarıda savaş seçeneğinin, Saray Rejimi’ni kurtaracağı da “garanti” değildir.

Bir yandan Afganistan’a asker göndermek için hamle yapıyorlar.

Bir yandan, Ege ve Akdeniz’de ABD emri ile gerginlik peşindeler.

Bir yandan, Azerbaycan’dan üs istiyor, Kafkaslarda görev almaya hevesli olduklarını gösteriyorlar.

Bir yandan, “bizi destekleyin, Suriye’yi hemen işgal edelim” diyorlar.

Bir yandan, Ukrayna’da ABD istekleri için çeteci neonazi devletle iş tutalım, bunu yapabiliriz, diyorlar.

Sırada Çin’e karşı operasyon isteğini dile getirmek olacaktır. Tutmazsa, sırada İran’a karşı savaş hazırlıkları devreye sokulacaktır.

Saray Rejimi, ABD tetikçisidir ve paylaşım savaşımında ABD emrinde, ABD’nin istediği ölçüler içinde AB ile işbirliği içinde olacağını ispat etmek zorundadır. Kendi geleceğini burada görüyor.

ABD, AB’yi arkasına alıp, Rusya ve Çin’e karşı savaş planlarını devreye koydukça, TC devleti de, ABD emrinde, AB ile ilişkilerini ayarlıyor. Bunun karşılığında ABD ve AB, Saray Rejimi’ni, “içeride istediğini yapmak”ta özgür bırakıyor. Kürtlere mi saldıracak, işçilere mi, kadın cinayetlerini mi savunacak, dinî uygulamalar mı devreye koyacak bunların hiçbiri görülmeyecek. İşte Saray Rejimi’nin her saldırısında “endişeli” olma huyunu edinmiş AB’den yardım bekleyenler, bu durumu kavramakta zorlanıyorlar. Paylaşım savaşımını görmüyorlar ve “Batı değerleri”ni, İsa’nın kutsal suyu, Muhammed’in zemzemi sanıyorlar.

Washington’da, bir dernek kuruldu, Haziran 2021’in sonunda, yani yeni. Dernek, “The Turkish Democracy Project” ismine sahip ve kurucuları arasında, eski ABD Ulusal Güvenlik danışmanı John Bolton, eski İtalyan dışişleri bakanı vb. var. İşte bizim “Batı değerleri” hayranı “okur-yazar takımı”mız (bundan böyle OYT diye kısaltalım) böylesi adımları, Erdoğan’dan, “tek adam rejimi”nden kurtulmanın anahtarı sayıyorlar. Düşünme yeteneklerini “Batı değerleri”ne endekslediklerinden olmalı, Erdoğan veya “tek adam rejimi” dedikleri şeyin, kimlerin projesi olduğunu unutuyorlar.

Haziran ayının son günlerinde, HDP İzmir İl ofisine, silahlı bir saldırı gerçekleşti ve saldırganlar, içlerinden yakalanması uygun olan kişiyi bırakarak, ortadan kayboldular. Deniz Poyraz öldürüldü ve katliamı hazırlayanlar, Deniz Poyraz’ı “terör yatakçısı” olarak yaftaladılar. Erdoğan ve Bahçeli’nin elleri kanlıdır ve bunu bir kere daha ortaya koydular.

Aynı zamanda, yanılmıyorsam ertesi gün, HDP’nin “açılmamak üzere” kapatılması için dava kabul edildi.

Bu iki olay sonrasında, ilgi çekici açıklamalar oldu ve bunları tartışmak istiyoruz. Belki bu yolla, “direniş yolu”nun ne olduğunu, Saray Rejimi’nin gerçekte ne olduğunu ortaya koyma olanağı olacaktır. Zira, biz ne kadar Saray Rejimi ve Tekelci Polis Devleti’ni anlatırsak anlatalım, bizim “muhalif” burjuva siyaset ile liberal solcularımız ve OYT (okur-yazar takımı), gerçeği görmek, gerçeğe ilişkin hiçbir şey duymak istemiyorlar. Bazı değerlendirmeleri, adresleri üzerinden değil de dedikleri üzerinden tartışmak istiyoruz. Onun için, alıntı yapmamaya özen göstereceğiz. Çünkü bizim derdimiz, aslında belli düşünce tarzını sergilemektir. Bu nedenle, önce tırnak içinde bir düşünceyi ortaya koyacağız ve sonra tartışacağız.

“İktidar, seçim hazırlığı yapmaktadır, bu nedenle HDP’yi kapatmak istemekte, bu işi de Bahçeli dile getirmektedir.”

Bu bir görüştür ve mantıklı da görünmektedir. Ama “seçim” meselesine takılı bir görüştür ve iktidarın yapısını, siyasal rejimi, devletin yapısını es geçmektedir. Saray Rejimi’nin yeni bir seçime gideceği kesin değildir. Buraya takılmak, sanki ülkede “demokrasi” var gibi konuşmak, akıl tutulmasıdır.

Diyelim ki HDP’yi kapattı ve diyelim ki, 451 kişiye siyaset yasağı koydu, bu durumda Kürtler AK Parti’ye veya MHP’ye mi oy verecek?

Oldukça çocukça düşünüş tarzıdır.

Saray Rejimi, Kürt halkına karşı savaşı, ABD koordinasyonu ile yürütmektedir. Türkiye içinden şiddetli saldırı sonucu PKK’nin, ABD ile uzlaşma çizgisine yatacağı beklentisini güçlendirmek, bunu sağlamak içindir. Garê operasyonunu TC devleti, ABD emri ve desteği ile yaptı. Bugün Barzani güçleri Irak’ta PKK’ye karşı savaşın araçları durumundadır. Tüm bu saldırılar, PKK’siz bir Ortadoğu yaratmak içindir. PKK, ABD çizgisine yatarsa, olur da bunu başarırlarsa diye Türkiye tarafında saldırılar artmaktadır.

Bu saldırılar artarken, elbette bir de içeride Barzanici bir güç hazırlamaktadırlar. Bu yeni Barzani partisi, HDP içinde de etkiye sahiptir ve HDP’yi kapatarak, yeni Barzani partisi ile iş görmek istiyorlar.

Yani, mesele basit bir oy hesabı, bir seçim hesabı ile sınırlı değildir. Bunun için 451 kişiye siyaset yasağı koymak istiyorlar.

“HDP kapatma davası açtılar ama aslında AK Parti kapatılmasını istemiyor, partiyi kapatmayacaklar.”

Baştan aşağıya yanlış bir değerlendirmedir. Liberal solun tutumunu yansıtır. Murat Belge, mafyatik ilişkiler ortaya çıkınca, “ben bunu bilmiyordum” diye yeminler ediyor. Belki de Belge, AK Parti’yi, İsa’nın kutsal suyu ile yıkanmış, Muhammed’in Mekkesinden gelen zemzem suyundan içmiş gibi düşünüyor. “Batı değerleri”, işte böyledir, akıl yürütme yeteneklerini kaybettiremediği adamları, tam bir yüzsüz, yüzüne bakılmaz adam hâline getiriyor.

AK Parti, elbette ki bu kapatma davasını istiyor. Saray Rejimi’nde, iyi olan şeyleri Erdoğan’a, kötü olanları Bahçeli’ye yükleyerek devleti aklama girişimi OYT içinde oldukça yaygın bir düşüncedir.

Örneğimiz de hazır. Bahçeli, HDP binasına saldırıp katliam yapan kişinin öldürdüğü Deniz için “terör yatakçısı” diyor, Erdoğan ise “saldırıyı kınıyoruz, bundan sonrakilerini de kınayacağız” diyor. Sizce hangisi daha tehditkâr, hangisi daha faşizan, hangisi daha “katile yakışan”dır? Bizce karar vermesi oldukça zor. Akşener’e saldırı sonrasında Erdoğan, “bu daha iyi günleriniz” diye buyurmuştu. Katile, “adın neydi abiciğim” diye soruyordu polis. Polisin devrimcilere “abiciğim adın ne” dediğini hiç duymadık. Bu “talihsiz bir söz” değil, bu bizzat açıktan sahip çıkmadır. Ve Hrant Dink katledildiğinde de bu resmi biz görmüştük.

Diyelim ki, AK Parti kapatma davasını istemiyor, peki bizim OYT, liberal solcularımız, bunu nasıl anlıyorlar? Mesela Erdoğan bir hamle mi yapıyor? Bahçeli elinde silahla Erdoğan’ı mı tehdit ediyor?

Belki de şöyle düşünmek mümkündür: HDP’nin kapatılması davası, Bahçeli tarafından dillendirilecek ki, bazı liberal solcular, eli kalem tutan OYT, bu konuda AK Parti’nin bir suçu olmadığını yazabilsinler.

“Sakın provokasyona gelmeyin, sakın sokağa çıkmayın, Erdoğan bir bahane arıyor.”

Bu görüş de çok yaygındır.

Erdoğan ya da daha gerçekçi konuşacaksak Saray Rejimi, bir bahane mi arıyor? Ne için? Mesela HDP binasında adam öldürmek için emirler verip itlerini sokağa salmak için mi? Bunu zaten yapıyor. Mesela öğrencileri coplamak için mi? Mesela kadınları yaka paça yerlerde sürüklemek için mi? Mesela “gece müziğini” yasaklamak için mi? Mesela işçi grevlerini ertelemek, yasaklamak için mi? Mesela her gösteriye saldırma şansı elde etmek için mi? Mesela var olan burjuva “yasaları” tanımamak, anayasayı çiğnemek için mi? Hapishaneleri doldurmak, ihaleleri götürmek, savaş naraları atmak, halkın malını yağmalamak için mi? Ne için bahane arıyor?

Biz diyoruz ki, kalın ve bağıran kelimelerle söylüyoruz ki, Kılıçdaroğlu, burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin destekçisidir. Onlara neden “muhalefet yapmıyorsunuz” diye sormak, Saray Rejimi’ne “neden yasalara uymuyorsun” diye sormakla aynıdır. Onların görevleri, bu sistemi ayakta tutma yolları budur.

Bir başka görüş şudur: “Seçimi kazanmak için ülkeyi çatışmaya, bölünmeye, yıkıma sürüklüyorlar.”

Yine aynı “yalvaran ses” var burada. Saray Rejimi’ni bir dirhem anlamamaktır bu. Saray Rejimi, vicdanlarına seslenerek yola getirilecek kadroların rejimi değildir. Elleri kanlıdır ve yağmacılık içindedirler. Roma ordusu, hiçbir yerde bu kadar yağmacı olmamıştır. Osmanlı ordusu acaba bu kadar yağmacı olmuş mudur?

OYT, yalvaran sesle, “seçimi kazanmak için ülkeyi bölme, yıkıma sürükleme” diyor. Oysa yalvaran sesin sahibi, zaten yıkıma sürüklenildiğini, zaten bir iç savaş yaşandığını görmüyor. Görse, belki “biz iç savaşın işçi ve emekçiler cephesindeyiz” demek zorunda kalacak. Bir okur-yazar, en çok işçi sınıfının safında olmaktan korkar. Bu nedenle iç savaşı görmez, görmek istemez.

Kaldı ki, “seçim” konusunda bu kadar “inandırıcı” olmaları da aptalcadır. Hem, iktidarda kalmak için her şeyi yapar, bakın 7 Haziran-1 Kasım arasında yaptıklarını hatırlayın diyeceksiniz, hem de “seçim” garanti diye düşüneceksiniz.

Saray Rejimi çöküş hâlindedir.

Bu çöküş hâli, ancak ABD, efendisi “seçim yap” derse seçim yapar. Doğrusu bu durumda şimdilik ABD’nin umurunda değildir. Dahası, bunu beklemek ahmaklıktır, kendi iradeni yok saymak, ABD iradesi ile çıkış aramaktır. Oysa, kolları sıvayıp, saf tutup, işçi sınıfı ve direnen güçlerin yanında olmak, insanı biraz olsun insan yapar. Haydi, buyurun!

İzmir HDP binasına saldırının ardından, bir hukukçu titizliği ile olayı anlatan Meral Danış Beştaş, şöyle diyor: “Neredeyse katili kucaklayacaklar. Ellerinden gelse kucaklayıp öpecekler.” Aslında, o öfke ile eksik ifade ettiğini, bunu kastetmediğini düşünüyorum. Ama düzeltmek gerekiyor: Neredeyse değil, katili kucaklamışlardır. Katilin sahibi var. Sahibi Saray Rejimi’dir. Sahibi kucaklayıp alnından da öpmüştür. Katil olan sadece tetiği çeken değil, Saray’ın bizzat kendisidir. Dahası var, bu saldırılarda, CHP’nin de, İyi Parti’nin de payı vardır. Çünkü, tüm burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin açık destekçisidir.

Seçim anketleri yapılıyor. Soru şöyle soruluyor: Erdoğan’ın karşısına birisi konularak, hangisine oy verirsiniz? İyi ama, yasal olarak Erdoğan’ın aday olması mümkün değil. Öyle ise, neden Erdoğan diye soruluyor?

Erdoğan, nasıl olsa bir yolunu bulur ve aday olur denmek isteniyor. Öyle ise, seçim diye bir şey niye soruyorsunuz? Mademki yolunu bulup aday olur, o hâlde yolunu bulur ve seçilir demelisiniz. Oysa seçim, çoktan ortadan kaldırılmıştır. Muharrem İnce kolpacılığı yetmedi mi? Belediye başkanlarının kayyumla atanması süreci yetmedi mi? Anayasayı ayaklar altına almaları yetmedi mi? Öyle ise neden “seçim” vaatleri sürmektedir? “Ülkemizde demokrasi var ve sandıkta hükümet devrilecek.” Hoş bir yalan ve artık inandırıcı değil. CHP, en çok halkın isyanından, işçi ve emekçilerin Saray Rejimi’ni devirmek üzere sokaklara dökülmesinden korkuyor. Erdoğan bin korkuyorsa, CHP binbir korkuyor. Onun için halkı korkutup, elini kolunu bağlayıp, seçim vadediyor. Bu arada ise ABD ve AB ile görüşüp, “rejimin devamı için Erdoğan insin, o artık sizin işinize de yaramaz” diye efendilere yalvarıyor.

Bu ülkede, burjuva iktidarı, halk seçimle seçmez. Bunu en iyi onlar bilir. Onları önce Washington seçer, sonra sandıkta onaylatır. Onun için CHP, efendilere yalvarıyor.

Burjuva muhalefet, Saray’ın vicdanına, aklına sesleniyor: Bak ülke elden gidecek, diyor. Oysa Saray Rejimi’nin aklı, açık ve nettir, içeride ve dışarıda savaş emrini almışlardır. Vicdan meselesine gelince, sadece İkizdere’ye bakın yeter, sadece kadın cinayetlerine bakın yeter, sadece çocuk tecavüzlerine bakın yeter, sadece hapishanelere bakın yeter, sadece yağmaya bakın yeter, sadece Peker’in açıklamalarına bakın yeter. Ama görmek istemeyen gözden körü, anlamak istemeyen kalpten acımasızı, duymak istemeyen kulaktan sağırı yoktur.

Mesele açık ve nettir.

Bu ülkenin iki direniş odağı vardır, Kürt halkı ve Gezi ruhu. Kürt halkı örgütlüdür, daha örgütlüdür. Gezi ruhu, henüz işçi sınıfı içinde, gençlikte, kadınlarda mayalanmaktadır.

Bu ülkede, Saray’ın zulmüne karşı direnen, bu ülkede yağmaya, talana, ranta, savaş ekonomisine, katliamlara karşı gelişen bir direniş vardır. Evet, daha bu direnişin epeyce yol alması gerekir. Ama bazan, uzak mesafeler yakın olur, bazan zaman hızlı akar. Bu uzak gibi görünen çıkış yolu, direniş yoludur. En azından başka bir gerçekçi, başka bir doğru çıkış yolu yoktur. İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidar yürüyüşü, devrim dışında çıkış yoktur.

Bir kere bu yolda mücadeleye niyetlenen oldu mu, onun görüş ufku genişlemekte, aklı açılmaktadır. Mücadele ederken ayaklarını, ellerini kullanan herkesin aklı da açılacaktır. İşte o zaman, bu çıkış yolu, bu direniş yolu, o kadar uzak olmaktan çıkacaktır.

Saray Rejimi’nden “beklentiler” ile, “demokrasi” nutukları atarak, ancak ve ancak halk oyalanabilir. Karşı cephe, Saray cephesi, son derece açık ve net bir tutum içindedir. İşlevi olmayan bir parlamentoyu, sanki işlevi varmış gibi övmek boşunadır, dahası aldatıcıdır. Varsa CHP ve İyi Parti’de onurlu burjuvalar, onların yapacağı ilk şey parlamentodan çekilmektir. Saray Rejimi’ne destek vermekten ayrılmanın yolu budur. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, bu soruyu sormalıdırlar. Bu soruyu yanıtlamışlardır ve çekilmeyeceklerdir. Öyle ise, artık seçimler, parlamento vb. üzerinden “demokrasi” davetleri yapmak işe yarar değildir.

Direniş yolu, işçi sınıfının safında yer almaktan geçiyor.

Direniş yolu, işçi sınıfının küçümsenmesinden geçmiyor.

Direniş yolu, kadınların, gençlerin mücadelesine katılmaktan geçiyor.

Direniş, kendi akışı içinde, adım adım büyümektedir, büyüyecektir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi “Muktedir” yağmacı, “muhalif” ninnici

Sedat Peker’in anlattıkları mı, yoksa 17-25 Aralık süreci mi, yoksa Zarrab vakumlaması mı, yoksa hiçbiri değil de, Sezgin Baran Korkmaz (SBK) mı, size hangisi “normal” gelmiyor?

Aslında son derece normaldirler, hepsi birbirinden daha normal olmalı.

Bir yandan bunlar, mesela “okur-yazar takımı”na normal gelmiyor, şaşırıyorlar.

Ama öte yandan halka, geniş kitlelere, işçilere kabul edilebilir gelmeseler de, hiç de şaşırtıcı gelmiyorlar. Yani, bir anlamda, “normal” geliyorlar.

“Okur-yazar takımı”, sahte şaşırma nidaları çıkarmakta ustadır. Vay, “adam, SBK, ne çok para götürmüş” diye hayrette kalıyorlar, “bize de biraz yok be” der gibi şaşkınlık yaşıyorlar. Sanki tüm bunlar bilinmez şeylermiş gibi. Mesela Man Adası belgeleri, mesela WikiLeaks belgeleri, bunlardan geri mi kalırdı? Hayır, ama WikiLeaks belgelerinden kendilerine bir şey çıkma olasılığı yok. Ama ayakkabı kutusu içindeki paralardan belki olabilirdi, ne de olsa evlerinde bir tane olsun ayakkabı kutusu vardır.

Böyle “şaşırınca”, yani bu türden, yani değişik nida işaretleri ile şaşırınca, aslında, bir şeyleri gizleme eğilimine de katkı sunmaya hazır olduklarını ilan etmiş olurlar. Bakın, hep birlikte SBK’yi konuşuyorlar, ama işin İnan Kıraç’a ulaşmış olmasını konuşan yok. SBK’yi konuşuyorlar ama işin Saray’a ulaşan bölümüne bakan yok. Akar, Soylu, Erdoğan çetelerinin, ayrı ayrı götürdüklerini yazan yok.

Veyis Ateş, kendisine gazeteci diyor.

Gazetecilik, ülkemizde artık, iş bağlama ve aracılık işidir. Veyis bu türdendir. 10 milyon euro isteyerek SBK ile devlet yetkilileri arasında pazarlık yolu açmaktadır. Kendisi bu iş için aranabilmektedir. Demek, para akladıysanız, verecek 10 milyon euronuz varsa, Veyis’i aramalısınız, hemen işinizi çözer. Hangi sıfatla? Ama çözer. Peki o aracı ise, son nokta kim? Dinlenen kayıtta ismi geçenler var ama, bu “devlet sorunu” olur diye bu isimleri vermiyorlar. “Zamanı gelince konuşurum” taktiği.

Yaygındır, zamanı gelince konuşurum.

Madem zamanı gelmedi, konuşma, git doğrudan istediğin kişiyi tehdit et. Zamanı gelinceye kadar, kamuoyunu meşgul etme.

Aracı, kayıtta adı geçen devletlü kim olabilir? Gelin bahisleri açalım. Ne diye Veyis üzerine konuşalım? Veyis, birileri adına 10 milyon euro istiyor ve belki bu miktardan kendisine %5 kalacaktır. Hatta, konuşmalarına bakarsanız, yüzde 1 cinsinden biridir. Erdoğan “Mr %10” (mister yüzde on) ise, Veyis, yüzde onun, yüzde biridir. Uygun olur sanırım.

Bahis, Erdoğan ile açılmış oldu. Erdoğan, 10 milyon euro istiyorsa, aklanacak dosya 100 milyon euro olmalıdır. Kanımca dosya daha büyüktür. Sadece ABD’den 134 milyon dolar gelmiş olduğuna göre, bu kadarı yetmez.

O hâlde, Soylu diyelim. Uygun mudur? Peker’in Veyis’in ismini Soylu’nun adamı olarak sunması, ikna edicidir. Süslü Süleyman’ın süsü sevme merakının bir bölümü, çakma gazeteciye de bulaşmış gibidir. Çakma gazeteci, gerçek yalayıcıdır ve süsü sevdiği anlaşılıyor.

Belki bu dosyada Akar ismi de geçiyor olabilir mi? Öyle ya, Akar da Erdoğan sonrasının adaylarından biri olabilir.

Hem Akar, Dışişleri Bakanı ve Süslü Süleyman, birlikte Libya’ya gitmediler mi? Belki de onun ismi de geçiyordur.

Libya’ya, bu ekiple birlikte, Altun ve Kalın da gitti. Bunları da işin içine katmak belki mümkündür. Demek oluyor ki, tahminleri, 4-5’e indirmiş bulunuyoruz.

SBK, belki de “zamanı gelince” demek yerine bu ses kaydındaki devletlüleri açıklar, hemen şimdi.

ABD, Utah Başsavcısı eli ile, SBK üstüne kayıtlı mal varlıklarının ABD’ye devrini istiyor. Erdoğan’ın birlikte poz verdiği ABD’li iki kardeş dolandırıcı, SBK ile de bağlantılı ve Erdoğan, SBK ile de içli dışlıdır.

Soru: Erdoğan, SBK’nin mal varlığını ABD’ye vererek, kendi mal varlığının “araştırılmasını” önlemiş olabilir mi?

Bu mülklerden bazıları şöyle: SBK Holding, SBK Holding USA, Biofarma ilaç şirketi, Bodrum Torbalı’da Kervansaray Hotel, bir uçak, bir yat, Lüksemburg’a kayıtlı Isanne S.a.r.l vs. Bir de 134 milyon dolar var.

Erdoğan tüm bunları SBK’den ABD alırsa, kendi mal varlığını kurtarabilir mi? Kanımca olmadı. Bunlar çok az kalır. Kaldı ki, zaten Erdoğan’ın mal varlığı hâlihazırda “araştırılmış”tır. Bunlar “sıfırla oğlum” komutu ile taşınan paraların yanında çok “normal” miktarlar kalır.

İnan Kıraç’ın avukatı, Deniz Zeyrek’i arıyor ve söylenenleri şöyle aktarıyor: “Sezgin Baran Korkmaz ve Veyis Ateş ekseninde dönen tartışmanın kendileriyle bir ilgisi olmadığını, sorunu 10 günlük bir hukukî maratonla çözdüklerini” söylüyor. Telefonu, avukat İnan Kıraç’a veriyor. Kıraç: “Şirket (Silcolux) satıldığında, hukukî açıdan önce bana sorulmalıydı. Kanun, o şirket (Silcolux) bizim hisselere ortak olduğu için önce bize teklif edilmesini zorunlu kılıyor. Ancak öyle yapmamışlar. Doğrudan SBK’ye satmışlar. Naum kardeşler yanımda büyüdü. Ancak bir sorun yaşadık ve bana eziyet için olsa gerek böyle bir iş yapmışlar. Ben şirketimi ayakta tutmak zorundaydım ve o hisseleri kaybedemezdim. Hâliyle geri almak için hukukî yollara başvurduk. Onlar bize alacak davası açarken biz de Silcolux’un satışı konusunda dava açtık. Hukukî sürecin sonunda 6 milyon dolar karşılığında hisselerimizi geri aldık.”

Kıraç, konu ile ilgili Cumhurbaşkanı ile görüşmediğini, onunla başka bir konu üzerine görüştüğünü, Soylu’yu devreye sokmadıklarını söylüyor. 4-54 milyon yazılıyor diyor, 6 milyon dolar Türk Lirası olarak o rakama denk geliyor diyor.

İnan Kıraç, işin içinden sıyrılma yolunu arıyor. Ve Veyis hemen ön plana çıkartılıyor. Belki de bu arada Süslü Süleyman, İnan Kıraç’tan kampanyası için bir para da koparmış oluyor.

Özeti şöyledir: İnan Kıraç, ortakları olan Naum kardeşlerin Silcolux’un hisselerini satmasının, kendisine eziyet amaçlı olduğunu söylüyor. Oysa SBK, karapara aklayıcısıdır. Para, batan şirketlere akıyor. Sonra, SBK alacak davası açıyor. Ama anlaşılan SBK, “yasal bir dolandırıcı” olarak yenidir ve İnan Kıraç, eski bir dolandırıcı olarak daha kurnaz çıkmıştır. Gücü yetmemiştir SBK’nin. Cumhurbaşkanı veya Soylu aranmamış, ama o hisseleri geri alması gerekiyormuş.

Soru: Acaba, Veyis Ateş’i İsmail Saymaz’ın programına çıkmaya, Soylu ikna ederken, bu yolla İnan Kıraç’ı da hafiften tehdit mi etmiştir? SBK, İnan Kıraç’tan alacağımı silmediğim için tüm bunlar başıma geldi derken, haklı mıdır? Kıraç’ın hesabı ile, 10 milyon euro, dağıtılacak komisyonla birlikte, bu rakamlara denk gelmez mi?

Bu arada okuyucu bilmeli ki, bu 40-54 milyon ile 6 milyon dolar denkliği İnan Kıraç’a aittir ve açıkça yalan söylemektedir, zira 40 milyon TL değil, 40 milyon dolar konuşulmaktadır. Karsan Otomotiv’in %26,5 hissesi, Kıraça Holding’in %45 hissesi, (ikisinin toplamı) 40-54 milyon TL ediyorsa, Naum kardeşler, bu satışı ancak ve ancak delirmiş oldukları bir anda yapmış olmalıdırlar. Bu, Kıraç’a eziyet değil, Kıraç’a ödül olarak yapılmış olabilir.

SBK, ses kaydının ardından 8 gün geçtiğinde, “baskılara dayanamayıp hisseleri vermek zorunda kaldım” demiş (Deniz Zeyrek, kendisi ile olan görüşmede, SBK’nin söylediklerini bir yazı konusu yaptı. Ama bunlar, medyada mümkün olduğunca arka plana atılıyor. İşte Veyis Ateş, bu nedenle öne çıkartılıyor).

Acaba İnan Kıraç, tarihi boyunca servetini, hep böyle hilelerle elde etmedi mi? Koç böyle etmedi mi, Sabancı böyle servetine servet katmadı mı? Mesela Genoto diye bir yer vardı, acaba nasıl oldu da ortadan kaldırıldı?

Demirören ailesi, Rum bir işadamının mal varlığına böyle, aynı yöntemlerle konmadı mı?

Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.

Demirören, OYAK’a Total’i nasıl sattı sorusunu, Peker detaylıca olmasa da, epeyce açık bir biçimde anlatıyor. İyi ama Demirören, 1980 öncesi, zenginleşme serüvenini nasıl başlatmıştır? Acaba, Koç’ları mı örnek almıştır?

Peker’in ortaya attığı iddialardan biri Veyis Ateş ile ilgili idi. Onun da kaldığı otelde, hakimler, işadamları vb. de kalıyordu. İsmail Demir, savunma sanayiinin kritik pozisyondaki adamıdır ve o otelde kalmıştır. Hem de sekiz yıldan beri yaptığı ilk tatil imiş. Gidip EKBA Holding’in sahibi Cihan Ekşioğlu’nun ele geçirdiği otelde, geceliği astronomik rakamlara ulaşan bir otelde tatil yapmış. Sen sekiz yıl tatil yapma, sonra git, anormal fiyatlarla ünlü otelde tatil yap. Veyis yalayıcısı konuşuluyor ama İsmail Demir konusu hızla kapanıyor olmasın?

Türkiye burası ve bu işler hep böyle hâlledilmiştir.

Saray Rejimi, işi biraz daha ileri taşımıştır.

Artık, Saray Rejimi, kendini bu çiftliğin geçici kâhyası olarak görüyor ve bu nedenle, çalabildiklerini çalmak, yutabildiklerini yutmak, götürebildiklerini götürmek istiyorlar.

TÜSİAD dahil, tüm tekeller, bu yağmadan, bu ranttan, bu savaş ekonomisinden memnundurlar. paylarını almaktadırlar.

Madalyonun diğer yüzünde açlık, işsizlik, artan borçlar var.

Erdoğan, “buyurun açları da siz doyurun” diyor.

Biz soyuyoruz, siz de açları doyurun, diyor. Muhalefet biraz böyle bir şey olmalı burjuva toplumda. Açları “ninni” ile doyurmak, burjuva muhalefetin işidir. Kılıçdaroğlu, ninnici başıdır.

Halk için yaşam giderek daha dayanılmaz hâl almaktadır. Yağma-rant ve savaş ekonomisinin sonu budur. Bu çalınan, bu çırpılan, bu yağmalanan halkın emeğidir, onun alınteridir. Saray Rejimi, bu nedenle, baskıyı artırarak ayakta durmaya çalışmaktadır.

Nisan 2021 sonu itibari ile, 34 milyon 538 bin kişinin bankalara tüketici kredisi borcu var.

2 milyon 86 bin kişi ise finans şirketlerine borçlu.

22 milyon icra dosyası var.

Binali’nin Hollanda’daki serveti 26 milyar dolar.

MB’nin net rezervi, -56 milyar dolar. MB rezervleri konusunda Erdoğan, muktedir yağmacı, sürekli yalanlar söylüyor (Bir grup insan, bu konuda bilgiye ulaşımı kolaylaştırmak için bir site kurdular. Mahfi Eğilmez, bu sitenin linkini paylaştı: tcmb-reserves.github.io Site şöyle bir açıklama yapıyor: “TCMB tarafından yapılan Swap işlemleri ve TCMB Rezervleri gündemde geniş bir yer kaplıyor. … Bu konuyu araştıran birçok ekonomist ve akademisyenin verilere ve rezervlerin son durumuna daha rahat ulaşabilmesi için rezervleri otomatik çıkartan bir site hazırlama gereği duyduk. Çalışmamızda kullandığımız verileri Brüt Resmi Rezerv Varlıkları, TCMB Haftalık Vaziyeti, TCMB Taraflı Swap İşlemleri ve 1 aya kadar vadeli yurtiçi para karşılığında döviz forward ve future’ların toplam açık ve fazla pozisyonundan elde ettik. Bu işlemleri R programını kullanarak yaptık. Hesaplamalara dair detaylı bilgiler Metodoloji bölümünde bulunmaktadır. Çalışmamız açık kodludur. Kaynak koduna GitHub sayfamızdan erişebilirsiniz. Yeni veriler açıklandıkça sayfa güncellenecektir.”). Muktedir yağmacıya göre rezerv 100 milyar dolardır. Oysa Mahfi Eğilmez, eksi 56 milyar dolar rakamını vermektedir.

İşsizlik sürekli artmaktadır. Açlık sürekli artmaktadır. İşçi ücretleri sürekli düşmekte, emekli aylıkları alım gücünün azalması nedeni ile kuşa dönmektedir. Sadece zamlar değil, vergiler de halkın belini bükmektedir.

Ve tüm bunları yaşayan işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişi, sürekli büyümektedir.

Muktedir yağmacı, açları da siz doyurun, demektedir.

Burjuva muhalefet ninnicidir. Ninnici başı, Kılıçdaroğlu’dur ve halka ninni söylemeyi alışkanlık edinmiştir.

Ortalık pislik içindedir ve ninnici başı, sakın eylem yapmayın, sakın sokağa çıkmayın ninnilerini söylemektedir.

Artık Saray yalanlarını ninnicilere söylüyor, ninnici başı ise ninnilerini sadece Saray’ın dinlediği günlerin gelmekte olduğunu bilmelidir.

Muktedir yağmacı ve ninnici başı, birlikte çirkin bir oyun oynamaktadır.

Bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, halkın, işçi ve emekçilerin sırtına binmiştir.

İşçi ve emekçilerin direnişleri yaygınlaştıkça, bu asalak sürüsünü, sırtından kopartıp atacağı günler yaklaşmaktadır.

İşçi sınıfı, ayağa kalkmanın, sömürü çarkını parçalayacak direnişin yollarını öğrenmek zorundadır.

Bu yalan, bu yağma, bu katliam politikalarına son vermenin tek gerçek yolu, işçi sınıfının örgütlü direnişidir.

“Açları doyurmak” mı? Ya da “plazma hâli” üzerine…

Erdoğan, artık başka bir “hâl” içinde yaşamaktadır. Bazı Erdoğan seviciler, Erdoğan’ın maddenin üç hâli dışında bir başka “hal” içinde yaşadığını söylerlerdi de inanmazdık. Maddenin dördüncü hâlinden, “plazma” hâlinden söz ediyorlar. Galiba Erdoğan, bu “plazma hâli”ni yaşamaktadır. Saray’ın çakma Abdülhamid’i, o kadar övülmüş ve o kadar korkmuştur ki, maddenin 4. hâlini yaşadığına da inandırılmış. Bu “hal”de, gerçeklik tamamen siliniyor olmalıdır. Artık onun için kavramların anlamı değişmiştir. Korkuyor, korktukça diline vuruyor. Sadece “kendi varlığı” vardır ve onun dışında gerçeklik yoktur. Bu durum, “plazma hâli” olmalıdır.

İnsan biçimindeki varlıkların, maddenin hâllerine dönüşümleri kolay olmasa gerek. Katı bir hâlde var olabiliyor insan. Maddenin sıvı hâli ve gaz hâli ancak, “insan” biçiminde vücut bulmuş sermaye için söz konusu olabilir. Sermayenin insan hâline bürünmüş olan şeye biz kapitalist diyoruz. Demek, kapitalist, sıvı ya da akışkan hâlde ya da gaz hâlinde bulunabilir. Ama bu plazma hâli, yine de kolay bir iş değil.

Galiba, kişinin hem hırsız ve hem de en erdemli, hem katil ama hem de en peygamber, hem komisyoncu ama hem de en mümin olabilme, bunların tümünü aynı anda olabilme hâlidir bu plazma hâli. Bu da, doğal olarak herkese nasip olmaz. Sıradan adi hırsızları utandıracak kadar ilkesiz, sıradan katilleri mesleklerine lanet okutacak kadar vicdansız, tefecilerin ve rantiyelerin kıskançlığını başarı addedecek bir ruh hâlidir bu maddenin plazma hâli.

İşte bu plazma hâli, bir “yaratı” sonucudur. Efendilerinden korkan Erdoğan, şimdi, efendilerinin kendini yalnız bırakmasından korkmaktadır, bu nedenle, artık kendisi dışında hiçbir şey görmemektedir.

Bundan olacak, ülkede açlar olmasına şaşırıyor. Esnafın battığını yalan ilan ediyor, işçilerin açlık sınırının altında maaş aldıklarını “hayal” ilan ediyor. Tarımın çok da iyi olduğunu ilan ediyor. Kendisine “sen söylersen inanırlar” dendiği için, dili hiç mola vermiyor.

Ülkede açlar mı var? Bunu duyunca, çakma sultan, “açları da siz doyurun” diyor.

Bu sözü üzerine alan Kılıçdaroğlu, “siz oradan kalkın, biz doyuralım” diyor.

İşte size Saray Rejimi: Tekellerin, parababalarının, dolandırıcıların, savaş ekonomisinin, rantçıların, ülkeyi soyanların “olağanüstü” iktidarı. Karanlığın, yalanın, baskı ve şiddetin hüküm sürdüğü, işçi ve emekçilerin, halkın düşman olarak açıkça ilan edildiği Saray Rejimi budur.

Biri, “açları siz doyurun” diyor.

Diğeri de, “sen çekil biz doyururuz” diyor.

“Açları” doyurmak üzerinden “komiklik” yapıyorlar. Halkın eksilen ekmeği, işsizliği, açlığı, yoksulluğu onların alay konusudur. Açlık, işsizlik, yoksulluk, birine göre bir “zekât” konusu, diğerine göre ise sadaka sorunudur.

Oysa ülkenin açları, milyonlarca insandan oluşmaktadır. Ve bu milyonlarca aç, sizlerin zenginliklere hırsızlıkla el koymanızın, rantiyeci, savaşçı, yağmacı ekonominizin sonucu açtır. Sizlerin hizmet ettiği tekellerin, kapitalistlerin kârlarını yaratan işçilerdir aç olanlar. Onların açlığı, sizin efendilerinizin, kapitalistlerin zenginleşmesi nedeniyledir. Onların açlığı, fakirliği, fabrikalarınızda kanlarının emilmesi, emeklerine el konulması sonucudur. Onların açlığının nedeni, sizin savaş ekonomisini, rant ve yağma ekonomisini finanse etmek için koyduğunuz vergilerdir. Onların açlığının nedeni, sizin soyguncu sisteminizdir. Onların, milyonların açlığının nedeni, sömürü düzeninizdir.

Bir de onlarla alay etmektesiniz.

Bir yanda Erdoğan, diğer yanda Kılıçdaroğlu. Açlık, bir Karagöz-Hacivat oyunu hâline sokulmaktadır. Bu alay, bu aşağılama, bu kibir, işçi ve emekçilere, halka açıkça tepeden bakmanın ürünüdür.

Efendiler, Saray’dan bakıyorlar ve halkı aşağılamayı her gün işlerinin bir parçası olarak yapıyorlar. İktidarları, saray rejimleri, halkın omuzları, halkın cehennemi üzerine yükseliyor. Bu nedenle tepeden bakmayı sürdürebiliyorlar.

Demek ki, bu sistemi altüst etme zamanı gelmiştir.

Tepeyi aşağıya indirmek, saraylarını başlarına yıkmak zamanıdır. O zaman, bu aşağılanma son bulacaktır.

Efendiler, halk sizden “aç karnını” doyurmanızı istemiyor. Hayır. Yanılıyorsunuz.

Halk, sizin tokluğunuzun, sizin cennetinizin, hırsızlıkla onlardan aldıklarınıza bağlı olduğunu biliyor. Halk, kendi emeğine el koyan kapitalistler adına iktidar olduğunuzu gayet iyi biliyor. Halk, işçi ve emekçiler, bu soygunun her aşamasını gayet iyi biliyor. Yağma, rant ve savaş ekonomisini, oldukça yakından tanıyor. Çünkü işsizliğin, açlığın, yoksulluğun nedeni, sizin bu düzeninizdir.

Bu nedenle, aç karnımızı doyurmak ile yetineceğimizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Hayır, aç karnımızı doyurmayacağız, sizin iktidarınıza, sizin düzeninize son vereceğiz, onu yıkacağız, alaşağı edeceğiz, sizi o yüksek tahtınızdan indireceğiz, size çıplak ayaklarımızın altını göstereceğiz ve açlığa son vereceğiz, tümden ve herkes için açlığa son vereceğiz. Bizim olanı geri alacağız, tüm üretim araçlarını kamulaştıracağız, tüm iktidar aygıtlarınızı dağıtacağız. Sömürüye son vereceğiz ve bu sizin cennetinizin sonudur. İşçi ve emekçilerin halkın cenneti, işte o zaman başlayacak. Üreten, aynı zamanda yöneten olacaktır. Ve bu devrim, yeryüzünden tüm sınıflar, tüm devletler kaldırılana kadar sürecektir.

Bir daha hiç kimse emeği ve ekmeği çalamayacak, kimseye “ben bu üretim araçlarının sahibiyim” diyemeyecek ve kimse aç olmayacak.

“Açlar” diye bir kavram, ancak son öğününden bu yana acıkmış olanları ifade etmek üzere kullanılacak.

Bir daha asla, “açları kim doyuracak” diye sorular sorup, karşımıza hayırsever olarak poz verilemeyecek. Sadakalarınız, zekatlarınız artık işe yaramayacak, çünkü ne sadakaya muhtaç insanlar varolacak ne de “sadaka verebilecek” zenginler olacak. Herkes, emeğinin karşılığını alacak. Herkes, kendisinin içinde yer aldığı toplumun bir parçası, eşit bir parçası olduğunu bilecek. Kimse kimsenin emeğine el koyamayacak. Yemek, karnını doyurmak, hiç kimse için sorun olmayacak ve hiç kimse kimseye bir dilim ekmek için avuç açmayacak, köle olmayacak.

Yani, bugün halkla alay etmeniz için son günleriniz olabilir. Bugün zenginliklerinizle övünmek için son zamanlarınız olabilir. Bugünler kibriniz için en uygun anlar olabilir. Bugünler, tepede durduğunuz, saraylarda yaşadığınız son günler olabilir. Yeryüzündeki cennetinizi kaybetmeniz an meselesi olabilir. Yalnız kaldığınızda kendinize sorun, derinden gelen sesi dinleyin.

Aç olan biz değiliz.

Aç olan sizsiniz. Ne kadar çok alıyorsanız, ne kadar çok çalıyorsanız, ne kadar çok götürüyorsanız, size o kadar az geliyor.

Aç olan sizsiniz. Biz işçi ve emekçilerin, biz işsizlerin, biz açlar ordusunun sadece karnı aç. Sizin ise karnınız tok, ama gözünüz aç. Bu nedenle korkuyorsunuz. Bu kibriniz bundan. Bu nedenle, halkla alay ediyorsunuz. Bu nedenle çok yalan söylüyorsunuz. Bu nedenle çok konuşuyorsunuz. Bu nedenle dilinizden kan damlıyor. Bu nedenle elleriniz kan içindedir.

Çok korkuyorsunuz. Dilinize vurmuş.

Korkularınızda haklısınız.

İlerleme, kalkınma ve büyüme adına yok edilen doğa, çürüyen toplum…

Kapitalizm, mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir. İnsana ve doğaya zarar vermeden, sosyal kötülükleri azdırmadan, ekolojik dengeleri aşındırmadan yol alması mümkün olmayan, absürt, lanetli bir sistem, bir üretim tarzıdır… Gerçek durum böyledir ama söylem başkadır… Maalesef, insanlar ekserî yıkılanı değil, yapılanı görme eğilimindedirler… Ve bu tavır olup bitenleri meşrulaştırıyor, egemenlerin işini kolaylaştırıyor… Kapitalizmin ürettiği, kapitalizmi de yeniden ve yeniden üreten, sıradan insanı büyüleyen ileri teknolojiler, toplumsal refahı, iyi yaşamı değil, kârı artırmanın hizmetindedir… İşte şimdilerde insanlığın içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde, sistemin bu yıkıcı, yok edici temel eğilimleri ve dinamikleri var… Bu da kapitalizm dahilinde bir gelecek yok demektir…

1980’li yıllarda bir Fransız belgeseli izlemiştim. Bir Fransız sömürgesi olan Senegal bağımsızlığını kazanır [1960]. Paris’te mühendislik eğitimi almış biri Fransız, diğeri Senegalli iki mühendis karayolu yapımında görevlendirilirler. Güzergâhta bulunan bir köy ile mezarlık, yolun oradan geçmesi hâlinde yok olacaktır… Köylüler ayaklanırlar… Köyün muhtarı (daha doğrusu kabile şefi), “Bu bize ve ecdadımıza saygısızlıktır. Bu işten vazgeçin, bunu asla kabul etmeyiz,” der. Fransız mühendis, “Duyarlılığınızı anlıyorum ama bu yol kalkınma, ilerleme demek. Refahın artması, yoksulluğun ortadan kalkması demek. Yol yapıldığında istersen bir benzin istasyonu kurar, yanına da bakkal dükkânı açarsın,” diye karşılık verir… Bunun üzerine kabile şefi de, “Köyümüz, mezarlığımız yok edilmeden kalkınmak, ilerlemek imkânsız mı ki bunca ısrar ediyorsunuz?” diye sorar. Tabii onu kimse dikkate almaz ve jandarma köyü basar. Silahlı çatışma çıkmasına rağmen yol inşasına devam edilir. Tabii Senegal de, o günden beri, hızla ilerlemeye, kalkınmaya, büyümeye devam ediyor!..

25 dakika için…

Aydın-Denizli arasında duble yol (çifte yol) var. Hiçbir trafik sıkıntısı yok. Fakat yap-işlet-devret usulüne göre 150 kilometrelik otoyol ihalesi yapılmış. Otoyol inşası tamamlandığında yolculuk süresi 25 dakika kısalacakmış… 25 dakika için milyarlarca lira veya milyonlarca dolar/avro harcanacak… Büyük bir kaynak heba edilecek. Aslında asıl mesele 25 dakika değil; tabakhaneye bir şey taşımak söz konusu olmadığına göre… Asıl amaç sermayeye değerlenme alanı açmak…

Eğer zarar sadece bir mali kaynağın heba edilmesinden ibaret olsaydı, çok büyük kaygı konusu olmayabilirdi. Bu proje, onulmaz insanî ve ekolojik yıkımlara neden olacak. İnsanlar yaşam alanlarından kovulacak, evlerinden barklarından olacaklar… Mezarlıklarının üzerinden iş makinaları geçecek, en az 25 bin dönüm tarım arazisi berhava olacak, 5 bin dönüm bağ, bahçe yok olacak, 50-60 yıllık incir, zeytin, badem ağacı yok edilecek. Bin yıllardır bereket kaynağı olan, zaten can çekişen güzelim Menderes Nehri kuruyacak, bölgenin ekosistemi yok olacak. Aslında tam bir taammüden cinayet söz konusu… Artık Aydın’ın dağlarından yağ, ovalarından bal akmayacak… Ve tabii bu lanetli proje bir istisna değil; güzelim ülke onlarca, yüzlerce benzer yıkıma maruz…

İnsanlara bir otoyola ihtiyacınız var mı diye soruluyor mu? Onca itiraz dikkate alınıyor mu? Yöre halkına böylesi utanmazca bir zulüm neden reva görülüyor? Amaç belli: Bir sermaye grubunun bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalamasının, talan etmesinin önünü açmak… İşbitirici kapitalistlerin sermayesini büyütmek… Aslında işbitirici kapitalistler bu işi hazine garantili kredilerle yapıyorlar… Krediyi ekserî ödemiyorlar. Kendilerine bir de müşteri garantisi veriliyor… Müşteri yetersizse, devlet aradaki farkı ödüyor… Gelecekteki yolcu sayısı önceden saptanıyor… Kapitalist hangi yılda kaç kişi geçeceğini önceden biliyor… Herhâlde bu konuda özel yeteneği olduğu varsayılıyordur… Kütahya’daki Zafer havaalanı için verilen “uçuş garantisi” ne demek istediğime iyi bir örnek… Aslında bu, kapitalistleri maaşa bağlamaktır. Kapitalizmin mantığına bile aykırıdır…

Aydın-Denizli otoyolu için 7 milyar lira gerekiyormuş. 32 bin araç geçiş güvencesi verilmiş, geçiş ücreti de TL değil, 5 euro… Yan tarafta parasız çift yol varken siz bugünün kurundan 50 TL ödeyerek otoyolu kullanır mısınız? Kaç kişi gidiş-dönüş için 100 TL ödemek ister? Aslında verilen garantinin çoğunu geçenler değil, geçmeyenler ödeyecekler…

Fakat kapitalist, sonunda kapitalist devletin adamı. Kapitalist devlet neye var? Kapitalistleri zengin etmeye, ülkenin varını yoğunu yağmalatmaya… O ihaleleri yapmakla görevli memurlar verdikleri garanti rakamlarının uçuk olduğunu bilmiyorlar mı? Bile bile, utanmazca abartılı dosyalara neden imza atıyorlar? Aslında suç işliyorlar… Şimdilik rahatlar. Bal tutan parmağını yalamaya devam ediyor. Bu ihaleleri yapanların sadece toplum vicdanında değil, mahkemelerde de mutlaka hesap vermeleri gerekir… Hırsızlığa ortak olmanın bedeli mutlaka ödetilmelidir… Topluma tuzak kurmanın, toplumun geleceğini karartmanın bir bedeli olmayacak mı?

Son on yıllarda sermayenin mega projelere bunca yüklenmesi sebepsiz değil… Bunun iki nedeni var: Birincisi, artık sermaye geleneksel faaliyet (üretim) alanlarında yeteri kadar değerlenemiyor, değerlenme güçlüğü çekiyor. Çözümü doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor; ikincisi, bir proje ne kadar büyükse, kâr, yağma ve talan da o kadar büyüktür… Fakat asıl sorun sadece finans meselesini angaje etmiyor. Mega proje demek, mega ekolojik yıkım da demektir… Ekolojik dengelerin bozulması, toplumun geleceğinin karartılması demektir…

Kapitalizmi sorun etmeden, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan, gereğini yapmadan artık hiçbir sorunun çözülemez olduğunun bilinme zamanı gelip çattı… Eski kafayla, eski siyaset anlayışıyla toplumun yüz yüze geldiği devasa yaşamsal sorunları çözmek, düzlüğe çıkmak mümkün değil… Bunun için de ilerleme, kalkınma, büyüme gibi kavramların kimin için ne anlama geldiğinin bilinmesi, muasır medeniyeti yakalama perspektifinin bir karşılığı olmadığının anlaşılması gerekiyor… İnsanlara ilerde işlerin yoluna gireceği, gelecekteki güzel günler için bugünün kötülüklerine katlanmak gerektiği söyleniyor… Yeni hedef 2053, olmazsa 2071… Anlaşılan yüz yıllık bekleme yeterli olmamış… Yakalamak mümkün değil ama başka şey yapmak mümkün.