Ana Sayfa Blog Sayfa 91

Yaşlılara ölüm…

“Eğer bir sonununuz varsa ve çözümünü politik sınıftan bekliyorsanız, iki sorununuz var demektir.”

Albert Einstein

Korona virüs salgını birçok şeyi açık etti. Ahlâkî değerlerin ne kadar aşındığını, değer ölçüsünün nasıl yok olduğunu, dayanışma-yardımlaşma duygusunun nasıl köreldiğini, ekonominin ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde durduğunu, dinci iktidarın kendisi için krizi nasıl bir fırsata dönüştürdüğünü, korona virüsle ‘mücadele’ söyleminin reel bir karşılığı olmadığını, insanlar açlık ve yoksullukla boğuşurken, ”iş bitirici” kapitalistlerin nasıl hızla zenginleştiğini, uluslararası dayanışma diye bir şeyin esâmesinin bile okunmadığını, Saray Rejimi’nin zaten son derecede sınırlı hakları-özgürlükleri nasıl budadığını, bütçenin, hazinenin ve doğanın yağma ve talanının nasıl hızını artırarak yol aldığını gösterdi…

Aslında kapitalizm söz konusuyken başka türlü olamazdı. Zira kapitalizmin bir ahlâkı yoktur. Her şeyi metalaştırıyor, şeyleştiriyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Kapitalizm her şeyin ‘satılık’ olduğu netameli bir uygarlıktır. Aynı bundan 173 yıl önce Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde söylediği gibi: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” (Felsefenin Sefaleti). İşte bu yüzden kapitalizme, kadavra medeniyeti diyorum… Hâlâ metalaştırılmamış, ticaret konusu olmayan bir şey kaldı mı?

Saray Rejimi baştan itibaren korona virüsle mücadele ediyormuş gibi yapıyor. İnsanlara bir maske dağıtmayı bile beceremeyen bir iktidar, sonrasını getirebilir miydi? Korona virüse karşı sözde tedbirler bir tek şeyi gözetiyor: Gözü doymaz, ‘iş bitirici’ kapitalistlerin sömürüsünü, yağma ve talanını güvence altına almak! Bir yılı aşkın bir zamandır 65 yaş üstü insanlara zulmediyor… Onları evlere hapsederken, fabrikalarda işçiler dirsek-dirseğe çalışmaya, inşaatlar kan-ter içinde yükselmeye devam ediyor. Küçük esnaf açlığa mahkûm edilirken, AVM’ler açık… Aslında küçük esnafı tasfiye etmek demek, büyüklerin pazarını büyütmek demektir… Aksi hâlde AVM’leri de kapatmak gerekmez miydi?

İyi de Saray neden 65 yaş üstü insanları sürekli kapatıyor? Üstelik çifte aşı da yapılmışken? Aslında bu sebepsiz değil… Yaşlılar, kapitalizm için muteber değildir… Neoliberal kapitalizm dahilinde eğer bir insan artı-değer üretim aşamasında ‘işe yaramıyorsa’, üretilen malın alıcısı değilse, bankalardan kredi de talep etmiyorsa sistemin ilgi alanı dışındadır. Üretmiyor, az tüketiyor, kredi de kullanmıyorsa, sistem için lüzumsuzdur… Onlara ödenen emekli aylıkları, sağlık harcamaları da kapitalistlerin (büyük hırsızların) elinden kaçan telef edilmiş kaynak sayılıyor… Oysa, çocukların, sakatların, yaşlıların kaderine yabancılaşmış bir toplum, ‘uygar toplum’ iddiasında bulunamaz…

Korona günlerinde kimlerin nasıl hızla zenginleştiğini hatırlayın… İnsanlar yiyecek ekmek bulamazken, çaresizliğe mahkûm edilmişken, geçilmeyen yolların, köprülerin, tünellerin, uçulmayan hava alanlarının, yatılmayan hastanelerin müteahhitlerine yüz milyonlarca dolar ödenmesi, bu iktidarın salgınla mücadele söylemi hakkında bir fikir vermiyor mu? Bu kadarı bile bu rejimin gerçek niyetini açık etmiyor mu?

Virüs sınırdan geçtiğinde yapılması gereken, sürecin yönetimini işin ehline bırakmayı gerektiriyordu. Bu iş için ehil kurum da TTB olduğuna göre, sürecin yönetiminin tıp uzmanlarına bırakılması gerekiyordu. Oysa Saray, TTB’yi terörist ilan ederek işe başladı… Bir de muhalif belediyeleri düşman ilan etti… Bu kadarı ondan sonra neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor olmalıydı… İktidar tarafından oluşturulan ‘Bilim Kurulu’, geride kalan dönemde iktidarın yaptıklarını ‘kabullendirmenin’ aracı olmanın ötesine geçemedi… Bilim namusunun gereğini yapmadılar… Asıl yapılması gerekeni yapmadılar… Varlık nedenlerine ihanet ettiler… Bilim insanı gibi değil, uzmanlıklarını iktidara satan bireyler gibi davrandılar… Hiçbir zaman kamuoyuna durumla ilgili bir açıklama yapmadılar. Açıklamalar, kendisi de bir kapitalist olan Sağlık Bakanı ve Saray’dan yapıldı… Eğer siz bir kapitalisti sağlık bakanı yaparsanız, o da bu işi bir kapitalist patron gibi yapar… Gerçek veriler hiçbir zaman açıklanmadı… Yalanla, yok saymayla salgınla mücadele edilebilir miydi?

Esasen sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği durumda hiçbir salgınla gerektiği gibi mücadele edilemez. Sağlığın metalaştırılması, bir kâr arıcına dönüştürülmesi, hekimlik [tababet] kavramının defterden silinmesidir… Hekimlerin topluca bu sefil özelleştirmenin karşısına dikilmesi, “bu bizim varlık nedenimizi ortadan kaldırmak anlamına geliyor…” demeleri ve ettikleri yenime sadık kalmaları gerekmez miydi? Elbette başta TTB olmak üzere bir kısım hekim, özelleştirme rezaletine itiraz etti ama hekim çoğunluğu yangına körükle gitti… Şimdilerde Türkiye’deki hastanelerin yaklaşık %40’ı tıp kapitalistlerinin elinde… Çektiğiniz acıdan, derdinizden milyarlarca dolar kâr ediyorlar… ‘Kamu hastanesi’ denilenlerde de adı konmamış bir özelleştirme almış başını giriyor… Bir de bu kepazelik bir başarı öyküsü olarak sunulabiliyor… Paran kadar sağlık demek utanılacak bir şey değil midir? Yolu hastaneye düşenler bilir: Kapıdan girdiniz mi önce vezneyi gösteriyorlar…

Geride kalan bir yılı aşkın zamanda yapılanlara bakılırsa, bu dinci iktidardan kurtulmadan korona virüsten kurtulmak mümkün olmayacak…

Pandemi, 1 Mayıs ve direniş

Gerçeği görebilmek, “güç” olarak tanımlanabilir. Güçlü olmayanın gerçeği görebilmesi mümkün değildir. Gerçeği kabullenmek, cesaret olarak adlandırılabilir. Çünkü gerçeği kabul etmek, hoşuna gitmese de bir şeyi anlamak, doğru anlamak demektir. Durumu olduğu gibi kabul etmek cesaret oluyor. Gerçeği, sadece “kabul edip” uyumaktan söz etmiyoruz elbette. Gerçeği değiştirmek, bu da irade olur. İradedir, çünkü onu değiştirmek öyle sanıldığı kadar kısa bir anlık iş değildir. Gözlerimizi kapatıp, hayal kurup, gözlerimizi açtığımızda gerçekliğin değişeceğini, dünyanın değişeceğini sanmak çocukça olur. Dünya, mücadele ile değişir. Bu mücadele olmadan, gerçeği anlamak, dünyayı anlamak da mümkün değildir.

Saray Rejimi, pandemiyi kullanıyor. “Ustaca” da kullanmıyor. Hoyratça, vicdansızca kullanıyor. Binlerce insanın ölümü ile para ve iktidar hırsı yan yana konduğunda, tereddüt etmeden, halka ölümleri reva görüyorlar. Ticaret bakanının gümrüklerden işlemsiz mal ithal etmesi ya da kendi şirketi üzerinden bakanlığa mal satması sıradandır ve artık hile bile sayılmıyor. Miktarlar ancak 128 milyar dolara çıkınca anlamlı oluyor. 128 milyar doları, bir insanın günlük hayatında “hissederek” idrak etmesi de kolay değil. Nihayetinde 1, 2 ve 8’den oluşan rakamlardır, halka uzaktır milyar ve dolar kelimeleri.

Ülkemizde CHP tarzı bir “muhalefet” anlayışı var. “Devlete zarar gelmesin”, “sokağa çıkmayın bunlar saldırır”, “sesinizi çıkarmayın provokasyona gelirsiniz”, “sert eleştirmeyin”, “gerçeği söylemeyin Saray’ı kızdırırsınız.” CHP tarzı burjuva muhalefet, Saray’ın halka saldırma ihtimallerini halkın önüne koyup, halkı korkutmak içindir. Seçimlere hile mi karıştı, “sakın sokağa çıkmayın, zaten onlar da bunu istiyor” diyorlar. 2015 yılında Haziran seçimlerini kaybettikten bu yana Saray Rejimi’ni organize edenler, CHP’nin bu desteğini asla unutmayacaklardır. Baskı ile, copla, mahkeme ile, hapisle, işkence ile, öldürmekle, sürgün etmekle, gazla vb. korkutamadıkları bir kitle varsa, ki var, onları da CHP aracılığı ile korkutuyorlar. Sakın slogan atmayın, onlara bahane verirsiniz, sakın pankart açmayın size saldırırlar, sakın gösteri yapmayın çünkü kızarlar. İşte muhalefet budur.

Bu muhalefet CHP ile sınırlı kalsa idi, sorun yoktu. Çünkü zaten CHP, Saray Rejimi’nin kapatması, iktidar çetelerinin muhalefet ayağı bir başka çetedir. 2015’ten beri CHP, “yasalara uymuyorlar” diyor. Bu CHP muhalefetine, okur-yazarlar, “aydın” diye ortada gezinenler, sol liberaller, liberalleşmiş solcular, devlete koşan sol, mevkiini korumaya çalışan sendikacılar, AB değerleri aşığı yazarlar koro şeklinde katılmaktadırlar. AB, “endişelerini” bildirmekte, bu okur-yazar güruh da AB’den adımlar atmasını, bizi kurtarmasını beklemektedir. Son 6 aydır AB kadar Biden’dan umut beklemeye başladılar.

Halk yerine AB-ABD onların dayanağıdır. Eylemli mücadele yerine “durumun vehametini” açıklayan şikâyetler ağızlarında dolaşmaktadır.

Gerçekten, gerçeklikten kopmuşlardır. Pandemiden binlerce insan ölmekte, Saray Rejimi açıkça halkla dalga geçmekte, milyonlarca insan işini kaybetmekte, işçiler makinaların başında 40 derece ateşle çalışırken ölmekte, her gün 10 işçi iş cinayetlerine kurban gitmekte, her gün ona yakın kadın cinayete kurban gitmekte, bunlar ise hâlâ Saray’ın masallarını halka sunmaktan geri durmamaktadırlar. Bu “muhalefet”, aslında Saray görevlilerinin işini desteklemektedir. Saray kadar olmasa da suçludurlar ve bunun hesabını vereceklerdir.

Bu anlayış, 1 Mayıs 2021 kutlamalarına da yansımaktadır. Sendikacılar kendi yerlerini korumak ve risk almamak için, işçileri kitlesel eylem yapmamaya çağırmaktadır. Polis, her hak arama eylemine pandemi bahanesi ile saldırmaktadır. Sanki pandemi yokken saldırmıyorlardı. Bu sendikacılar, işçileri duyarlı olmaya, pandemi kurallarına uymaya çağırmaktadır. Gören de der ki, ülkede pandemi süreci düzgün yönetiliyor ve bir tek işçiler, direniş sergileyenler pandemi kurallarına uymuyor.

AK Parti kongrelerinde pandemi kurallarına uyulmadığını söyleyenlerin, halkı kitlesel eylem yapmamak için ikna etme çabalarını pandemi ile bağlamaları, ikiyüzlülüğün kendisidir. Tek bir bilimsel yöntemin uygulanmadığı, rant ve yağmanın egemen olduğu bir pandemi sürecine karşı çıkmak bile, “kötü ve düşüncesiz” insan olarak nitelenmek için yeterli oluyor. Sağlık çalışanları, kendilerine verilmeyen maskeleri istediklerinde bile, “eylem yapmayın” uyarıları ile karşı karşıya kalıyorlar.

Saray Rejimi, ülkeyi babalarının çiftliği hâline getirmişken, bunlar aslında bilerek ya da bilmeyerek bu rejime yardımcı olmaktadırlar.

Saray Rejimi ve tüm burjuva muhalefet, devleti korumak, halkın tekmesinin Saray Rejimi’nin kıçına inmesini önlemek için bunları yapıyor.

Oysa gerçek açıktır. Saray Rejimi, AB ve ABD’nin “kulak çekmesi” ile ortadan kalkmayacak. Saray Rejimi, bir sonraki seçimlerin “adil” olması ile ortadan kalkmayacak. Bugün yasaları tanımayan bir iktidarı, “aaa yasaları tanımıyor” diye kendisine şikâyet etmek, ancak CHP cambazlığının, liberal sol korkaklığın marifeti olabilir.

Saray Rejimi, işçilerin, halkların, öğrencilerin, kadınların mücadelesi ile yıkılabilir. Bunun başka da yolu yoktur.

“TC devleti, demokratik, laik bir hukuk devletidir” nakaratı, artık bıktırmıştır. Bu bir yalandır. Anayasa raftadır, parlamento yoktur ve TC devleti Saray Rejimi’dir. Devlet çeteleşmiş, farklı çetelerin cirit alanına dönmüştür.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun en açık kanıtıdır. Bugün, pandemi nedeni ile içki satışını yasaklayan bir rejim, hâlâ laiklik olarak adlandırılmaktadır. Anayasayı, sıradan herhangi bir yasayı tanımayan, hukukî süreçleri ayaklar altına alan, yargıyı polis gücüne katmış olan bir Saray Rejimi egemenliğini nasıl “hukuk devleti” olarak niteleyebilirsiniz?

Evet burada da bir demokrasi vardır. Saray Rejimi, beş müteahhit çetesi için, tarikatlar için, enerji çetesi için, IŞİD çeteleri için, tarımı yağmalayan çeteler için, ilaç şirketleri için bir demokrasidir. O kadar. Saray Rejimi, tekeller için bir demokrasidir.

Hem AK Parti’nin bir AB-ABD projesi olduğunu söyleyeceksin hem de AB ve ABD’den, Saray Rejimi’ni durdurmak için yardım bekleyeceksin.

Derler ki korkak titrer, cesur savaşır.

İşçi ve emekçiler bu masallarla yaşayamazlar. Bu masallar, açlığı, işsizliği, ölümleri, cinayetleri, tacizleri, polis şiddetini, devlet terörünü, uluslararası tekellerin yağmalamalarını, doğanın talanını, İkizdere’deki yağmayı vb. örtmek içindir. Bu masallar, işçi ve emekçilerin mücadelesini, direnişi durdurmak içindir.

Artık yasalarımızı kendimiz yapmak zorundayız. Devletin yasalarını tanımıyoruz. Artık yasalar, sokakta yapılacaktır, mücadele içinde yaratılacaktır. Gerçek budur. Buna gözünü kapayanlar, kendilerini avutmak için, Saray’ın soytarısı rolünü oynamaktan çekinmesinler.

Artık, hiçbir işçi, hiçbir öğrenci, hiçbir kadın, kendi haklarını almak için mücadeleden kaçarak yaşayamaz.

Ülkenin her yanını bir direniş dalgası sarmaya başlamıştır. Bu direniş dalgasını, örgütlü direnişe çevirmek esastır. İşçi ve emekçilerin kendi örgütleri, kendi siyasal örgütleri ortaya çıkmak zorundadır. İşçiler, örgütlenmeyi, örgütlü direnişi öğrenmek zorundadırlar. Ne kadar çabuk öğrenirsek, o kadar kısa sürede bu karanlıktan kurtulma şansımız olacaktır.

1 Mayıs 2021 göstermiştir ki, eğer kararlı durulabilse, eğer korku yenilebilse, eğer sendikalar işçi sendikaları olmuş olsa, eğer gerçek durum kavranabilse, kitlesel bir 1 Mayıs’ın önünde engel yoktur. Devletin saldırıları ve pandemi, kitlesel bir 1 Mayıs kutlanmasının engeli değildir. Kimse bize, işçi ve emekçilere, böylesine bir pandemi süreci var iken, “sorumlu insan” edası ile kitlesel eylem yanlış masalını anlatmasın. Pandemi, hangi şekilde, ne kadar doğal yolla başlamıştır ayrı bir konudur. Ama Saray Rejimi altında pandemi yönetimi, tümü ile yalana, karartmaya dayalı, sınıfsal bir süreçtir. Kimse bize pandeminin herkese eşit davrandığını söylemesin. Belki virüs, herkese eşit davranmak isterdi. Ama fabrikaların 24 saat çalıştığı, işçilerin makina başında 40 derece ateş ile öldüğü bir ülkede, pandeminin biyolojik doğası üzerine kimse bize nutuk atmasın. Bu ikiyüzlülüğe son verin.

Herkes korkularına bahane arama hakkına sahiptir, ama bunları halka, işçilere gerçeklik, “sorumlu vatandaşlık” olarak satma hakkına sahip değildir.

İşçilere, kadınlara, Kürtlere, gençlere saldırırken pandemi ortadan kalkıyor. Ama sıra kitlesel eylemlere geldiğinde, her mevki ve makamın sahibi, halkı “duyarlı” olmaya, “iyi vatandaş” olmaya çağırıyor. “İyi vatandaş” ödülü peşinde olan okur-yazar takımına, burjuva muhalefete, günü geldiğinde bu madalyaları elbette takılacaktır, Saray Rejimi’nin hemen arkasından.

Artık, pandemi nedeni ile kitlesel eylem yapmayalım masallarını bir yana bırakmalıyız. Kendileri lebaleb işler yaparken, sıra işçiye, sıra hak arama eylemine geldiğinde, “iyi insan olun, kurallara uyun” diyenler, işçi ve emekçilerin dostları olamazlar. Bu masalları, bu masalcıları arkamızda bırakmak zorundayız.

Gerçek olan, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların direnişidir. Ülkenin gerçeği, gerçek gündemi budur. İşçiler ve emekçiler, bu sömürü düzenine, bu yağma ve ranta, bu savaş ekonomisine dur demek zorundadırlar. Bu kokuşmuş sistemi yerle bir etmenin tek yolu, işçi ve emekçilerin ellerinde yükselecek olan devrimdir.

Artık aşağılanmak, her gün aptal yerine konmak, maskara hâline gelmek, sadakayla yaşamak istemiyorsak, insanca yaşamak istiyorsak, bu sömürü düzenine son vermek için, mayalanmakta olan devrimin bir neferi olmanın zamanıdır. İşçi sınıfı, ayakları üzerine doğrulmak, siyasal mücadele sahnesine çıkmak zorundadır. Her gün, her hakkımız gasp edilirken, seyretmek ve bu masalcı burjuvaları dinlemek yetti artık.

Zaman, gerçeği anlamak, kabul etmek ve değiştirmek için direnmek, mücadele etmek zamanıdır. Kaybedeceğimiz kölelik zincirlerimiz, kaybedeceğimiz açlığımız, kaybedeceğimiz karanlığımız olacaktır. Kazanacağımız ise, tüm bir dünya söz konusudur. Yaşamı savunmanın tek yolu direniştir. İnsan olarak kalabilmenin tek yolu, örgütlü mücadeledir. o

Arzu Çerkezoğlu’na açık mektup – Sibel Özbudun

“Başkalarını özgürleştirebilmek için,
önce kendimizi özgürleştirmeliyiz.”[1]

Sizinle pek karşılaşmadık. Yüzyüze görüşmüşlüğümüz olmadı, belleğim beni yanıltmıyorsa…

Belleğimde size ilişkin en net anı, bundan birkaç yıl öncesine ait. Bir 1 Mayıs arefesi. Taksim yine yasaklı. Meydana ulaşabilmek, ya da en azından zorlayabilmek için bir önceki gece Beşiktaş’ta bir otelde kalmıştık. Siz de aynı oteldeymişsiniz; sabah Barbaros Bulvarı’nda etrafımızı saran polislerle itişip kakışırken gözgöze gelmiş, selamlaşmıştık.

Taksim, 1 Mayıs’larda işçi sınıfına, emekçilere 40 yılı aşkın bir süredir yasak. Ve işçi sınıfı, emekçiler, devrimciler 40 yılı aşkın süredir, 1977’de üzerimize kurşunlar yağdırılan bu meydanı geri kazanmak için mücadele ediyor. Polis barikatlarını aşıp coşkuyla alana aktığımız da oldu, başaramadığımız da. Ama hep denedik. Devrimci işçiler, gençler, radikal sosyalistler hâlâ deniyorlar… Bu ısrarın kendisini, egemenlerin devleti için bir karabasana dönüştürmeyi başardılar…

DİSK yıllardır Taksim için verilen bu mücadelenin başını çekme şanını, öncülük etme iddiasını taşıdı. Bu bir “kahramanlık öyküsü” değil, eşyanın tabiatının gereği. Yalnızca katliama sahne olan 1977 1 Mayıs mitinginin çağrıcısı olduğu için değil. Tüm dünyada 1 Mayıs’ların, çarkları döndüren gücün kendini olanca görkemiyle sergileyebileceği, kentlerin yüreğinde yer alan merkez meydanlarda kutlanması bir işçi sınıfı geleneği olduğu için. İşçi sınıfının çıplak gücünü, kitleselliğini ve kararlılığını, en çok görünür olabileceği mekânlarda açığa çıkartması her zaman sınıfın hanesine yazılacağı için. Ve patronlar sisteminde emekçiler en küçük kazanımları dahi ancak örgütlü mücadeleleriyle elde edip koruyabileceklerini tarih pek çok kez gösterdiği için.

DİSK 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ne dayanan kuruluşundan bu yana, bu bilinçle hareket edegeldi. 1970’li yıllar, bu ülkede örgütlü emek mücadelesinin gücüne sahne olacaktı. 1980 darbesi ertesinde patronlara “Bugüne dek hep işçiler güldü, artık gülme sırası bizde,” dedirtecek kertede… DİSK’in (CHP’li) başkanı Abdullah Baştürk’ün, 12 Eylül cuntası tarafından “idam” cezasıyla yargılanmasına yol açacak kertede…

“Bunlar geçmişte kaldı” diyor olabilirsiniz. Size naçizane tavsiyem, öyle demeyin! İşçi sınıfı örgütlü mücadele gücünü yitirdiği darbe rejiminden bu yana çok önemli mevziler yitirdi… Kendi sosyal medya hesaplarınızda, “Sınıf ve kitle sendikacılığının Türkiye’deki ilk ve tek temsilcisi olan DİSK, devletten ve sermayeden bağımsızlığı ve sendika içi demokrasiyi temel ilkeleri olarak belirledi. DİSK’e bağlı sendikaların kazanımları işçi sınıfının DİSK’e ilgisini artırdı. Diğer konfederasyonlara göre daha iyi koşullarda toplu sözleşmeler, daha yüksek sosyal haklar, iş yerinde üst arama uygulamalarının kaldırılması ve fazla mesailerde işçi onayı zorunluluğu gibi işçilerin “saygı” taleplerine dair kazanımlar DİSK’i giderek büyüttü.”[2] cümleleriyle betimlediğiniz günlerden, yine kendi deyişinizle “işçilerin yüzde 88’inin sendikasız” olduğu, “15 milyon işçinin toplu sözleşme kapsamı dışında” kaldığı,[3] emekçilerin yarısının, yoksulluk sınırının çok altındaki asgari ücret ya da daha düşük bir gelire mahkûm olduğu, işçilerin fonlarından patronların nemalandırıldığı, emekçilerin sosyal haklarının pervasızca yağmalandığı, istihdam güvencesinin tarihe karıştığı, her gün 3-4 işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği, açlık intiharlarının arttığı, Kod 29’lu günlere geldik… Yani kararlı, mücadeleci, gözünü budaktan sakınmayan işçi örgütlerine bugün çok daha fazla ihtiyacımız var…

Biliyorum, bunları size anlatmak gereksiz. Günümüzde bu ülkede işçilerin, emekçilerin (ve her zaman işçi sınıfına mensup olan) işsizlerin nasıl, hangi koşullarda, neleri yaşamak zorunda bırakıldıklarını en iyi bilecek araçlara sahipsiniz…

Ama şunu sormak da bizim hakkımız, sayın Çerkezoğlu.. Ne oldu? Üç-beş yıl önceki Taksim kararlılığınızdan neden vaz geçtiniz? İşçi sınıfının, emekçilerin bıçağın kemiğe dayandığını ve “fedakârlıkların” kendi sırtlarına yıkılmasına artık razı gelmeyeceklerini yığınsal olarak dosta düşmana haykırma olanağından niye, ne adına feragat ediyorsunuz? İşçilerin kendi geleneklerine sahip çıkma kararlılığını, mücadele azimlerini patronlara ve onların devletine gösterme haklarını neden ellerinden alıyor, 1 Mayıs geleneğine ısrarla sahip çıkan devrimcileri işçi sınıfından, emekçilerden soyutlama çabalarına neden aracı oluyorsunuz?

Eğer “işçileri polisle karşı karşıya getirmemek” ise kaygınız; farkında değil misiniz, işçilerin her eyleminde, haklarını aramaya, örgütlenmeye yönelik her girişimlerinde, çalışma koşullarına yönelik her itirazlarında polisi zaten karşılarında buluyorlar… İnanmıyorsanız İstanbul Havaalanı işçilerine, Migros, Bimeks emekçilerine, Sinbo ve SML Etiket işçilerine, Eskişehir’den, Gebze’den Ankara’ya yürümek isteyen Birleşik Metal-İş’lilere, işten atıldıkları için eylem yapan Maltepe belediyesi işçilerine sorun. Emekçi eylemleri tırmandıkça, polis saldırıları da yoğunlaşacak, buna kuşku yok. Ama binlerce, onbinlerce emekçinin bayramlarını kutlamak ve taleplerini haykırmak üzere polis barikatlarına, egemenlerin keyfi yasaklarına rağmen Taksim’e akması, emin olun bu ülkede dengelerin emekten yana değişmesine, ya da hep bir ağızdan haykırdığımız, “Hava döndü, işçiden esiyor yel” dizelerinin hayat bulmasına katkı sağlayacaktır. Doğrudur, belki coplanır, belki yerlerde sürüklenir, biber gazına maruz kalır, belki birkaç saatliğine gözaltına alınırız, ama emin olun bu durum, emekçilerin üzerine basıp biraz soluk alabileceğimiz bir basamak, bir alan açar bize. 1978 1 Mayıs’ında, bir yıl önce otuz küsur sınıf kardeşini bıraktıkları meydana vakarla giren yüzbinlerce emekçiyi hatırlayın, lütfen…

Çünkü, bir kez daha altını çiziyorum, kapitalist sistemde işçiler en küçük, en meşru taleplerini dahi, ancak mücadeleyle kazanabilir ve koruyabilirler… Bunu simgeleyecek köşe taşlarına ihtiyacımız var…

Son bir not, yüzlerce işçi ve öğrenci genç barikatları aşmak için coplara maruz kalır, yerlere yatırılıp üzerlerinde tepinilir, saçlarından sürüklenirken, sizin bir avuç sendika yöneticisiyle birlikte mutlu-mütebessim, Taksim anıtına çelenk bırakışını gösteren tablo, içimi acıttı… Yaşım (bu ülke standartlarına göre) ileri sayılır. Önümde katılacağım kaç 1 Mayıs var, bilemem. Ama dilerim bir daha böyle bir sahneye tanık olmam…

İşçi sınıfının örgütlü mücadelesine olanca güvenimle selamlıyorum sizi…

2 Mayıs 2021 10:47:53, İstanbul.

N O T L A R

[1] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev: Sol Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997.

[2]https://d.facebook.com/diskinsesi/photos/a.589441344430891.1073741827.589431617765197/1912439858797693/

[3] http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/Covid-19-G%C3%BCnlerinde-Sendikala%C5%9Fma-Ara%C5%9Ft%C4%B1rmas%C4%B1-Nisan-2020.pdf

 

1 Mayıs 2021: Güzel günler, ona yürümezsen sana gelmez!

1 Mayıs 2021, sene boyunca süren coşkulu ve ısrarcı direniş çizgisinin devrimciler tarafından sokaklara taşındığı bir 1 Mayıs olmuştur.

1 Mayıs 2021, Taksim’e yönelen devrimcilerin, temsili bir 1 Mayıs’ı reddeden mücadeleci sendikaların, birçok şehirde mahallelerde ve şehir merkezlerinde yasakları tanımayarak sokaklara çıkan direnişçilerin mücadelesi ile kazanılmıştır.

Eğer Saray Rejimi’nin yarattığı havadan topyekûn bir kurtulma sağlanabilseydi 1 Mayıs en geniş kitlelerle Taksim’de kutlanabilirdi. 1 Mayıs 2021 bunu göstermiştir.

30’dan fazla devrimci örgütün ve direnişçi sendikaların oluşturduğu 1 Mayıs Platformu bu sene direniş çizgisinin öne çıktığı İstanbul 1 Mayıs’ını yaratmıştır.

Saray Rejimi’nin iliklerine işleyen işçi sınıfı korkusu, halk düşmanlığı 1 Mayıs 2021’i engelleyememiştir.

 1 Mayıs işçi sınıfının siyasal bir güç olarak sahneye çıktığı gündür!

Bu bilinçle başından beri “gününde, istediğimiz yerde, istediğimiz şekilde” ısrarının adım adım örgütlenişi, verilen emek, devrimci dayanışma, 1 Mayıs 2021’in önemli kazanımlarından biridir.

3 haftaya yayılan çalışma, hem devrimci kavga arkadaşlığını pekiştirmiş hem direniş çizgisini örgütlemenin olanaklarını göstermiş hem de çalışmaların her havzaya, her sokağa, her mahalleye taşınmasını sağlamıştır.

“İşçilere çalışmak yasak değilse 1 Mayıs çalışmaları da yasaklanamaz” hattıyla örülen her gün bir sonraki güne coşku ve moral taşımış, emek harcadıkça adımlar açılmış, 1 Mayıs daha gününden önce kazanılmıştır.

Tarihi direnenler Yazar!

Saray Rejimi çürümedir, Saray Rejimi çözülmektedir. Ancak kendi kendine yıkılmayacaktır. Onu yıkacak güç işçi sınıfının öncülüğünde kadınların, öğrencilerin, LGBTİ+’ların, halkların, doğayı ve yaşamı savunanların, direnen tüm kesimlerin bir araya geldiği kararlı bir mücadeledir.

Bunun dışında bir çıkış yolu yoktur. CHP’nin sokağa çıkmayın öğütleri tam da bu gerçeği gizlemek içindir ve bu fikirler kendisiyle sınırlı kalmayıp hareketi büyütebilecek güçlere de etki etmektedir. Sokağa çıkanlar ise aşılmaz görünenin aşıldığını, yapılamaz denilenin yapıldığını öğrenmekte ve öğretmektedir.

1 Mayıs toplantılarına bir kez bile katılmayan DİSK’in başından beri 1 Mayıs’ı örgütleme gibi bir iddiası olmamıştır. Bu anlayışla işçi sınıfı adına tek bir kazanım dahi elde edilemez. Hafta içine yayılan yaygın ‘1 Mayıs kutlamaları’, tüm direnenlerin buluştuğu kitlesel coşkulu Taksim 1 Mayıs’ının alternatifi değil ancak hazırlayıcısı olabilir.

Milyonlarca işçi, işsiz, ölüm ve açlık arasında seçime zorlanırken, adım adım direnişler gelişirken temsili 1 Mayıs’ı kabul etmek, işçi sınıfının gücüne ve öfkesine duyulan güvensizliktir.

1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda ‘gözaltılar serbest bırakılsın’ diyen sendikalar ya kendileri ile birlikte geniş kitleleri o meydana taşımanın iradesini ortaya koymalı ya da yerlerini direnen işçilere bırakmalıdır.

Egemenler ve Saray Rejimi milyonlarca işçiye, işsizlik, açlık, ölümü dayatırken DİSK yönetimi başta olmak üzere çoğu sendika yöneticisi, CHP’nin Saray Rejimi’nin arkasını toplamaya çalışan “sokağa çıkmayın” uyarılarını değil; maden işçilerini, Baldur grevini, Migros direnişini, PTT, Sinbo, SML ve daha birçok işçi direnişinde açığa çıkan direniş çizgisini dikkate alması gerekir.

Yarını daha güçlü örgütlemeye, Birleşik Emek Cephesi’ne!

Devrimciler, mücadeleci sendikalar, sınıfın özneleri bir araya gelince yapılmaz denenin yapılabileceğini göstermiş, uzak olanın yakın edilebileceği bir çalışmayı 1 Mayıs boyunca kendi elleriyle deneyimlemiştir.

Şimdi bu deneyimleri büyütüp, direnişlerin sesinin ortak aktığı bir Birleşik Emek Cephesi’ni yaratmak zorunluluğu ve bunun güzelliği daha göz önündedir.

Tüm enerjimizi, tüm dikkatimizi, gelişmekte olan direnişe vermeliyiz, kadınların, gençlerin, işçilerin, halkların geliştirdiği direniş, gerçek çıkış yolunun temelidir, toplumsal kurtuluşun tek yoludur.

Her gün 1 Mayıs
Her gün Kavga!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

1 Mayıs 2021

“American Democracy” and U.S. Hegemony

Since the beginning of the U.S. elections, Trump has been saying things like “I will not leave if I lose.” These are actually statements that are familiar for those living in our country. It’s always questioned whether Erdoğan will leave if he loses an election. In fact, Erdoğan is only remaining in power thanks to unthinkable election frauds he commits with the open help if U.S. He lost in June 7th 2015, and he did not leave. So, actually the response the questions “will he leave?” already exists in 2015. What he did must be the proof of what he will do. Violence and blood, repression increased and bombs exploded. Their votes “increased” and on 3rd of November, improving their frauds, they succeeded in holding power.

Trump has been saying things that seemed to mean “I won’t leave,” yet in truth the Capitol raid was not what was expected. At least it was not on our side. For FBI or CIA it must have been.

At the beginning of January, delegates would be assembled with the results, met in the Capitol to formalize the results of the U.S. election. Trump openly declared to his followers—mostly formed by racist, neo-Nazi groups—that they will walk to the Capitol and that he will join them in the march. He did not go himself, but the groups entered the Capitol building in their strange clothes. The representatives in the building escaped using tunnels. During these events, 4 people died, whom later were found to be killed by the police, one of women who died was a retired soldier, and the protestors stole some materials like computers inside the building.

As far as we can understand, at the beginning the security personnel and the police also cleared the way for the protestors. Perhaps there is an influence of Trump still being the president. That is also not known.

The new U.S. president is not inclined towards calls like “Trump should be dismissed from office” and we shouldn’t wait for January 20th on the basis that it will lengthen the process, and it’s said that he guaranteed Trump will not be put on trial. Maybe we will see a trial. However, Twitter has already enacted its punishment as a company, did not wait for a trial and shut off Trump’s account.

We believe that the issue should be discussed from various perspectives.

U.S. elections have always been some kind of a game. U.S. monopolies always work towards placing whoever is necessary for them in the office and in terms of election fraud perhaps the only other power as experienced as U.S. government and state is the U.K.

In all the capitalist world, elections are a game whose results are determined in advance. Explaining this is maybe more possible today when we look at the conditions of the “centers of democracy.”

In the two-party system, the general tendency is the election of each party’s candidates for two terms one after another. Whoever’s candidate will be elected, the result is known before the public knows. Moreover, the agenda that will be implemented is determined beforehand.

Sometimes, a president only makes do with one term. This means that he is not elected for two consecutive terms. Sometimes he is withdrawn via an assassination. These are usually connected to various crises etc.

In this last election, the U.S. monopolies did not act in concord. While one section of the U.S. monopolies, for example the weapons industry, supported Trump, some others supported Biden. Furthermore, Biden’s candidacy was ascertained after Sanders, who was voicing socialist narratives, receded. Sanders anticipated most of Trump’s actions. He even could tell which states would publish at first results in favor of Trump and why and how the results would turn in favor of Biden.

2

What makes the U.S. elections important this time, which was also the case for Obama era elections, is the partition wars the imperialist powers are currently conducting. This partition war has for a long time been the sign of the dissolution of the U.S. hegemony. The U.S. has been losing the status it had in the imperialist camp at the beginning of the Cold War. The U.S. is currently in war with the other 4 imperialist powers for dividing up the world. And it is the U.S. who wants to foreground this war. It wants to regain its former control on the U.K, Germany, France and Japan. The war is in between these 5 powers (the effort to make this war a war against Russia and China is a tactic of the U.S. and essentially the result of the U.S. desire to keep the other 4 imperialist powers on its side. Russia and China are primarily defending themselves during this imperialist war of partition. We have expressed our disagreement with those who support the thesis that China and Russia are imperialist powers. We recommend Temel Demirer’s article on China on Kaldıraç’s January issue.)

The war is between these 5 powers.

While the USSR existed, under U.S. hegemony and war against communism, these powers did not emphasize the contradictions between themselves. After the dissolution of the USSR, the “bonding glue” in between these powers dissolved. The U.S. saw this situation quickly and asserted its “world empire” dreams. They said that the world is “single poled” and is in control of the U.S. They declared that they will create an empire bigger than the Roman empire. In line with this, they initiated interventions in various parts of the world. Afghanistan and Iraq was invaded. Later, there were others. However, despite this war politics, U.S. control on other imperialist powers was not the same as before and started to weaken.

During the Obama era, the U.S. wanted to pull itself together. In a sort of intermission, it tried to redesign its powers. Although, aggression did not decrease during the Obama era. Libyan and Syrian wats are a result of Obama era, and Biden, as one of their leading creators, are coming back as the new president. Both Syrian war and the organization of ISIS carry the signatures of Biden. With them, U.S. wanted to create new enemies against its imperialist opponents. This new threat was going to be a means to pull other imperialist powers into U.S. protection.

Again the same era is when Russia and Chine started illustrating more tendencies to enter into the field and when the U.S. state declared “war” against Russia and China before Trump.

In the same process, inside the U.S. racism was rising with the “America First” slogan (same movement created in the U.K. with “England First” slogan). The ones who organized this are of course U.S. monopolies. It is not possible otherwise. After Obama, Trump was put in place as against Clinton for this kind of politics.

U.S. monopolies wanted to expand their military operations and NATO with the fairy tale of the Russian threat and emphasize economic war with emphasis on China. These existed before Trump was elected. In these ways, with Russia and China emphasis, U.S. wanted to unite all imperialist powers on the Western camp around itself.

Trump was put forth as a highly practical solution and was in a sense elected forcibly.

Today they are still in the same point. The politics that Biden and Trump can only have some nuances.

However, the protests developing internally and the resistance that arose in spite of heightening racism, was enough to decrease the popularity of Trump. Even if it was not enough, Trump was no longer a good candidate.

In reality, after Sanders ended his campaign or was forced to do so, Biden was a candidate that was going to make it easier for Trump to win. However, things did not go as they planned. In the last few months, a section of monopolies working for Trump’s victory also withdrew their support.

The turning point was Biden selecting Kamala Harris as vice president. More than Biden, Harris could have been the key figure for the new era’s politics. When this happened, Trump or Biden, it did not matter as much who was going to win. There was a need to internal recovery and it seems that Biden will prioritize internal issues in his first year and will continue foreign politics more or less on the same foundations. That means he will make preparations for a more efficient attack against Russia and China, and in this framework withdrawal from certain regions can come into play. It seems like in Latin America, aggressive politics will remain for a while but will leave its place to a more effective attack.

This means that with Biden, U.S.’ vulgar, arrogant, and aggressive politics will not come to an end. On the contrary, it will intensify. U.S.’ main desire will be to stop the dissolution of its hegemony.

For this reason, NATO will be attempted to be strengthened again. NATO, which Macron admitted to be experiencing “brain death,” will again be made into the main tool of aggression. U.S. will again seek a trusting relation with its old allies.

3

The initiative to invade the U.S. congress stopped after a certain point. The U.S., which organizes coups all over the world, was itself faced with this raid attempt. American Neo-Nazis had 4 deaths as the results of this attack.

Will this situation prevent the increased aggression of racism? We do not think so. U.S. will take on a more “managing” attitude aimed at forgetting the incident. After all this racist mod is actually U.S.’ weapon that it uses against the internally developing dissent, against social opposition. With the rising economic crisis, poor will increasingly take it to the streets and this racist mob is being nourished to be used against them.

The blood in the congress building will exacerbate the conflicts even more. This mob will this time will be supported secretly and driven to the people.

Of course this will have reflections outside the country too.

The U.K.’s former Washington ambassador, stated from the first day that the U.S. is “no longer the shining light of democracy.”

The U.S. has not stopped claiming to “bring democracy” in all corners of the world, especially afer World War II, in all the attacks and interventions it carried out. “Export of democracy” is no longer a U.S. commodity that can be offered with the same ease.

This situation will cause the dissolving U.S. hegemony to dissolve faster, it will feed into this process.

If someone were to suggest us that in the Biden era the U.S. will respond to this loss of hegemony with silence and peace, we can only laugh at this claim. What’s laughable would of course be this thought itself. The U.S. is far away from not seeing itself as the world leader and as just one amongst many nations in the world, and this is against the nature of the object. We are talking about an imperialist power. We are not talking about a being that has accidentally gathered its power.

If the U.S. steps back from the imperialist wat, then maybe a normalization internally can be seen.

The U.S. will not watch the dissolution of its hegemony in silence and this will of course cause the war to expand.

4

With this, we have seen that in Turkey there are sides that organize themselves take stances in accordance to the poles in the U.S. The palace has for a long time worked explicitly as a supporter of Trump. However, Erdoğan finally saw the end and sacrificed the Groom Minister, on whose whereabouts people are still speculating, because Biden was coming. Although, the Palace media is still continuing its openly pro-Trump attitude.

Hegemons of the Turkish Republic, organize themselves as followers of the U.S. cliques. Our suggestion is (since the emergency rulings are still in place, and Erdoğan can swiftly implement this) that with an emergency ruling they declare “From now on Turkey will vote in the U.S. elections.” The “national and domestic” mob who is the militant advocate of the “first class” U.S. “democracy” act quickly. To support and weep from distance does not seem to be enough.

5

All this process, actually illustrates that the capitalist system is an expired system.

Bourgeois democracy is an openly monopolist police state.

The “shining light of democracy” did not just go out in the U.S., but in all capitalist world. Capitalism’s expired lifespan is extending itself by destroying humanity, depleting all human values, corrupting all positive things relating to the human being. Capitalism only can extend its life by destroying humanity.

We can only talk about a real democracy, a democracy for the overwhelming majority, when the U.S. congress is filled with the red flags of workers, with demands of a world without war and exploitation, and demands of justice and equality.

Gücümüzü örgütlemeye, 1 Mayıs’ta Taksim’e!

İşçi sınıfının gücünü gördüğü ve gösterdiği “Birlik, Mücadele ve Dayanışma” günü 1 Mayıs’a sayılı günler var.

İşçi sınıfı, bir bütün olarak toplum, bu 1 Mayıs’a ağır saldırılar altında gitmektedir.

Günde 500 işçi işten ahlaksızlık damgasıyla atılıyor, Saray tarafından açıktan kadınların öldürülmesi örgütleniyor, on binlerce tutuklama ile kayyumlar ile operasyonlar ile Kürt halkının örgütlü gücüne diz çöktürülmeye çalışılıyor, Gezi Parkı’ndan İşkencedere’ye memleketin her karışı “arsa”ya dönüştürülüp vakıflara, çetelere peşkeş çekiliyor.

İşçi sınıfı, bizler, direnenler, bu 1 Mayıs’a gücü ve örgütlülüğü oranında direnişlerle ve çok daha büyük bir öfkeyle gitmekteyiz.

Pandemiyle geçen 2020 yılı boyunca, her geçen gün aşağılanmaya, ölüme mahkûm edilmeye her yerden itirazlar gelişmiştir. İşçi direnişleri bütün bir memleketi sarmıştır, kadınların sözünü söylemediği tek bir şehir kalmamıştır, öğrencilerin Boğaziçi’nden başlayan direnişi dalga dalga yayılmıştır ve Kürt halkı olduğu her yerde meydanları doldurarak gücünü göstermiştir. Ve milyonlarca insanda henüz büyük ölçüde açığa çıkmayan bir öfke birikmektedir.

Böylesi bir süreçte gidilen 1 Mayıs’ın önceki senelerden farklı olması gerektiği açıktı, açıktır.

2021 1 Mayıs’ı, pandeminin faturasının kesildiği emekçilerin, yağma-rant-savaş ekonomisinin altında yaşam savaşı veren milyonların, canını meydanlarda savunmak zorunda kalan kadınların, “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyen köylülerin öfkesinin dışa vurduğu, seslerinin birleştiği, birbirimizden aldığımız gücü dosta düşmana göstermenin günü olacaktır.

Elbette bunu göstermek, örgütlenmesi gereken bir iştir.

Bu kararlı bir duruşla, kararlı bir istekle yerine getirilebilir. Devlet idaresinin yerine geçip, onlar adına akıl üreterek, işçi sınıfının çıkarları savunulamaz.

30 Nisan günü öğle tatiline sıkıştırılmış bir 1 Mayıs’a, resmi tatilde zorla çalıştırılmaya dahi tek söz söylemeden balkon önerilerine, bir plan bile demek mümkün değildir.

Bu, 1 Mayıs’a, işçilerin, emekçilerin gündemine ciddiyetle yaklaşmamaktır.

İşçilerin sadece ölmelerine izin verilen koşullarda, direnişi büyütmek için 30 Nisan’da her yerde greve çıkıp, 1 Mayıs günü kitlesel bir şekilde Taksim’de olmak bir ciddiyet göstergesi olacaktır.

1 Mayıs 2021’in gündemleri bellidir. İşçilerin emekçilerin taleplerinin kitlesel ifade edilebileceği, yan yana gelebileceği, birbirinden güç alabileceği bir meydanı yaratmanın sorumluluğu –aslında her zaman olduğu gibi- devrimcilerde, sosyalistlerdedir.

Bir tarafta güçsüzlüğünden saldıran, yarınları olmadığını bilerek yağmacılığın dozunu arttıran Saray Rejimi, diğer taraftan milyonlarca işçi-emekçinin örgütlenmeye açık öfkesi, gücü bulunmaktadır.

Bu gücü örgütlemenin bir adımı 2021 İstanbul 1 Mayıs’ını Taksim’de kutlamak olacaktır.

Bu 1 Mayıs günü, direnişi adım adım meydanlara taşıyacağımız bir gün olacaktır.

Her gün 1 Mayıs, Her gün kavga!

Saray Rejimi kendi kendine yıkılmaz, Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

1 Mayıs’ta Taksim’deyiz!

25 Nisan 2021

 

 

30 Nisan’da Greve, 1 Mayıs’ta Meydanlara!

Bilinen bir gerçektir; doğada her düşünceyi kanıtlayacak kadar veri bulunmaktadır.

Bahaneler, büyük oranda gerçeklikten kopuşu ifade eder. Oldukça bulaşıcı olmalarının yanı sıra çoğunlukla gizli yalancılıktır.

Nedir bizim gerçeğimiz?

Fabrikalarda Covid-19’a yakalanma oranı geçtiğimiz ay 17 kat artmıştır. Utanmazca işsizlik fonundan karşılanan kısa çalışma ödeneği lütfedilip 3 ay daha uzatılırken, açlık sınırı asgarî ücretten 200 lira eksik, 2681 lira olmuştur. Günde 500 işçi “ahlâksız” diye fişlenerek işten atılıyor ki bu sadece işsizlik demek değil, bir daha güvenceli çalışamamaları, sendikalı olamamaları, asgarî ücret bile alamayacak olmaları demektir. Bizzat Saray’ın faili olduğu, en az 79 kadın öldürüldü üç ayda. Artık katliam boyutuna gelmiştir, meslek hastalığı olarak görülmeyen virüsten kaynaklı 400’den fazla sağlık emekçisi yaşamını yitirmiştir.

Yetti mi? Yetmiyor.

4 milyondan fazla hanenin borç nedeniyle elektriği kesilmiştir, ancak 3 milyar lira destek elektrik şirketlerine verilecektir. Yüzde 15 indiragandiyle her işi yaptırabildiğiniz Saray eşrafı bunu kendi cebinden verecek değil herhâlde, henüz elektriği kesilmeyen hanelere bölüştürerek verecek.

“İşiniz müsaade ederse” kibarlığıyla boğaz manzaralı evinden “sakın evde sıkıldık demeyin” diyen asalakların ayak takımı tarafından kovalanıp bir bavul bile alamadan kaçacak delik aradığı günlerde olmadığımızdan henüz, 479’umuz daha öldü üç ayda çalışırken. Etmiyor sayın asalak, işimiz yaşamamıza bile müsaade etmiyor.

Tablonun bir yanı budur.

Bir yalancıysanız, sonunuz çobanın hikâyesindeki gibi bir süre sonra kimsenin sizi takmamasına sebep olabilir ancak o hikâyede çoban kendine dürüsttür, yalan söylediğini bilir, kendi gerçeğinden korkmaz. Ama siz gizli bir yalancıysanız, köydeki yanan ilk ev sizinki olacaktır.

Oynayacak yeri dar olanlar, Saray Rejimi ordadır. Üstelik, “sanatçı”sından muhalefetine oldukça farklı enstrümanı -akortsuz olmasına pek de takılmadan- kullanmakta çok heveslilerdir.

Nedir bizim gerçeğimiz?

Dostlarımızın verisi 2019’a dayanıyor. En az 65 bin işçi, en az 423 iş yeri, en az günde 3 işçi eylemi yapılmaktadır.

Eylemlerin yüzde 21’i fiilî grev şeklinde yapılmaktadır, OHAL’in ilan edildiği 2015’ten bu yana ayda ortalama 52 işçi eylemi olmaktır, eylemlerin 3’te 1’inde kadınların sayısı erkeklerle ya eşit ya da daha fazladır.

Baldur, Tüvtürk, Üzel Makina, Bel Karper, SML, Sinbo, Migros, Cargill, PTT, Döhler, Güven Boya, Bimeks, Kayı İnşaat, TurAsist, AkNişasta, Bayrampaşa ve Bakırköy Belediyesi, Cerrahpaşa şu anda devam etmektedir.

Ranta peşkeş çekilen her coğrafyada itiraz da gelişmektedir. Kazdağları, İşkencederesi, Korgan, Çemişgezek, Datça ve Sandras’ta eylemler örgütlülüğü ölçüsünde devam etmektedir.

Kayyum rektörü istemiyoruz sloganı, üniversitenin kendi bileşenleriyle yönetilmesi talebine dönüşmüştür. Öğrenci hareketi, çok kısa bir sürede bini aşkın gözaltı, tutuklamalar, hedef gösterilmelerin arasından bir kıvılcımı yakmış, doğrulmaktadır.

Kadınlar, güçlerini mücadelenin sürekliliği içinde örgütlemeye çalışarak adımlarını attıkları her meydanı özgürleştirerek direnmeye devam etmektedirler.

Operasyonlarla, kayyumlarla, katliamlarla, işkencelerle, Kürt halkının ne siyasi rehineleri ne milyonlarcası diz çökmemektedir.

Tablonun diğer yanı da budur.

1 saatlik iş bırakma değil, 1 günlük grev

Eksikliği doğru koymak, çözümün yarısıdır. Bunun için dürüstlük yetmez, cesaret de gereklidir. Kabulümüzdür, işçi sınıfı, kitleler büyük oranda örgütsüzdür. Ancak gerçeklerin, görüldükten sonra eylemsiz kalanı kirletmesi gibi bir huyu vardır.

Evet, pandemi yasaklarıyla memleketin “işçilerinin, emekçilerinin aklıyla alay ediliyor.

Evet, “işçi-emekçilerin talepleri, öfkeleri ve umutları yasaklarla susturulmaya çalışıyor.

O zaman bizlere düşen her alanda daha güçlü bir adımı atmayı örgütlemektir.

Bu adım 30 Nisan’da greve çıkılarak örgütlenebilir.

Sadece ölmemize izin verilen koşullarda, bizler eğer öfkemizi örgütlersek 30 Nisan’da çarkları durdurabiliriz.

Bugünden başlayarak, 1 Mayıs çalışmalarının başladığı her yer bir grev komitesine dönüşebilir, grev işçilerin kendi pandemi önlemi hâline getirilebilir.

Bir işçi sınıfı hastalığına dönüşen Covid-19’a alınacak önlemlerin en sağlıklısı zorunlu işkolları dışında üretimin durdurulmasıdır. “Ölümlerin sorumlusu sizsiniz” denilirken vurgulanan Saray’ın almadığı önlemler gözümüzün önündeyken, o vakit kendi önlemlerimizi almamız gerekmektedir.

Grev, “pandemi koşullarını” dikkate, ciddiye almanın gerçek bir adımı olacaktır.

Üstelik grev, üst üste gelen saldırılara rağmen, onlarca yerdeki irili ufaklı direnişin gücü ciddiyetle örüldüğünde direniş kendini daha güçlü kanallara akıtacaktır.

Yeter ki bu konuda kararlı bir duruş sergilensin, yeter ki direnişlerin, halkların gücüne güvenilsin, yeter ki milyonlarca insana açlık-hastalık dışında bir seçeneği örgütleme fırsatı verilsin.

Her gün 500’er 500’er ahlâksız ilan edilmeye, ölümlere yollanmaya, intiharlara sürüklenmeye, açlığa karşı, öğle arasından bozma 1 saatlik iş bırakmayla fabrikalarda 1 Mayıs kutlamak işçi-emekçilerin biriken öfkesinin gerçek karşılığı değildir.

“Hayatta kalmak değil insanca yaşamak istiyoruz”

1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. “Hukuk”u budur. Gerçek anlamında hukukuna bakacaksak da verilen mücadeleler sonucu resmî tatil hakkı kazanılmıştır.

Sağolsunlar Boğaz’a nazır yalılarda işçilerin kendi kazanılmış hakları yerine çift yevmiyeyi tercih etmelerini salık veren oldukça köklü asalaklar var. Bize fazlası lazım değil.

Bize, reva görülenin hayatta kalmak olduğunu kabul edip, insanca bir yaşam isteyen, bunu örgütleyen, bunun için dövüşenler lazım, dahası biz böylelerine dost deriz.

1 Mayıs’ı yasaklara rağmen “çalışmakta olan emekçilerin” de kutlaması için 1 Mayıs günü tüm işçilerle beraber kent meydanlarına inilmekten başka bir yol yoktur.

1 Mayıs’ı başta Taksim olmak üzere, fabrikalardan meydanlara akıldığı bir gün olarak örgütlemek mümkündür.

Aşağılanmaya, yok sayılmaya, aklımızla alay edilmesine, ölüme mahkûm edilmeye karşı 30 Nisan’da greve, 1 Mayıs’ta meydanlara!

“İşçinin alın teridir

Bey paşa sarayları

Önümüz kavga yeridir

Yürü iş alayları”

22 Nisan 2021

Azınlık(ların) acıları-Temel Demirer

“Tek kişilik bir azınlık
bile olsan
gerçek hâlâ gerçektir.”
Franz Fanon sömürge halklar için “Yeryüzünün Lanetlileri” deyimini kullanır. Bu saptama azınlıklar için de geçerlidir. Çünkü azınlıklar, tüm ezilenlerin en alt kesimini oluştururlar. Onlar, her yerde yabancıdır, istenmeyendir, sığıntıdır ve sömürülenler tarafından da aşağılanır, hor görülürler. Yani kelimenin tam anlamıyla “Yeryüzünün Lanetlileri”dirler…
Viktor E. Frankl’ın, “Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz,” notunu düştüğü yerkürenin evvelinde de “Auschwitz’ini, Hiroşima’sını” defalarca yaşa(tıl)mış azınlıklar konusunda Türkiye’de (ve kapitalist dünyada) vahim bir bilgisizlik söz konusudur.
Bu önemli, zorlu ve netameli meseleyi resmî ideolojinin “kirlenmiş” bir kavram olarak sunduğu “sır” değilken; “Kimlik kaynaklı çalkantıların hüküm sürdüğü bir dünyada, herkes bir başkasının, bazen de tüm tarafların gözünde kaçınılmaz olarak hain hâline geliyor. Her azınlık mensubu, her göçmen, her kozmopolit kişi, her çifte vatandaş potansiyel ‘hain’ oluyor,” vurgusuyla ekler Amin Maalouf:
“Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız; hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.”
“Adınızın Pierre ya da Mahmut ya da Baruh olduğunu itiraf etmekten korktuğunuz ve bunun dört ya da kırk kuşaktan beri sürdüğü bir ülkede yaşıyorsanız; zaten yüzünüzde aidiyetinizin rengini taşıdığınız için, bazı yerlerde ‘görünür azınlıklar’ denilen azınlıklardan olduğunuz için böyle bir ‘itirafta’ bulunmanıza gerek bile kalmayan bir ülkede yaşıyorsanız; o zaman ‘çoğunluk’ ve ‘azınlık’ sözcüklerinin her zaman demokrasi sözlüğünün içinde yer almadığını anlamanız için uzun açıklamalara ihtiyacınız yoktur.”
Tam da bu koordinatlarda anımsanması gereken John Dalberg Acton’un, “Bir ülkenin özgür bir ülke olup olmadığını değerlendirmek için en iyi test azınlıkların sahip olduğu hakların güvence altına alınıp alınmadığına bakmaktır,” saptamasıyken; “Hiç ayrım gözetmeden hak dağıtan bir liberallik yok oluşla sonuçlanır-tıpkı azınlık haklarını çiğneyen ve böylece ilkelerine uygun davrandığı demokrasinin içini boşaltan bir çoğunluk iradesi gibi,” uyarısıyla dikilir karşımıza Theodor W. Adorno…
Yaşadığımız coğrafyanın tarihi ile yaşa(tıl)dıklarımız açısından da haksız da değildir!

“Nasıl” mı?

Örneğin Kırşehir Milletvekili Müftü Müfid Efendi’nin “Biz Türk Milleti” diyerek yaptığı konuşmasında, “Türk demek Kürt demektir, Kürt demek Türk demektir. Çerkez demek Türk demektir. Laz demek Türk demektir. Bizde ayrılık yoktur,” ifadesinde somutlanan hâlden tutun da; “Bu vatanda sadece Türk fikri, Türk ülküsü, Türk davası hâkim olacaktır… Türk olmanın tek şartı bir Türk kadar, Türk olmaktır,” ifradına uzanan dayatmadan söz ediyorum.
Bu öylesine bir “hâlet-i ruhiye”dir ki kimilerine, “Meşrutiyetten beş ay sonra 17 Aralık 1908 tarihinde meclis resmen seçilen 260 milletvekili ile açıldı. 127 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Ulah milletvekili ile açılan meclis memleketin yönetimini ele almıştı ama 127 Türk milletvekili sayısına göre, azınlık milletvekili sayısı 133 kişi olmuş ve garip bir durum ortaya çıkmıştı,” dedirtebilmiştir!
Azınlıkları, çoğunluğun “şeytanlaştırılmış ötekisi” ve hatta düşmanı olarak gören hâkim anlayış(sızlık); Ahmet Taner Kışlalı’nın kaleminden, “Demokraside çoğunluk yönetir, ama azınlık susturulmaz… Demokrasi, azınlıkta olanların da güvence altına olduğu, özgürlüklere saygılı bir çoğunluk yönetimidir,” dese de bunun ciddiye alınabilir bir yanı yoktur.
Çünkü aynı yazar şu tehdidi de eklemeden edemez: “Bu topraklarda yaşayan büyük çoğunluğun değerlerine ve duygularına saygı göstermeyenler, kendi azınlık değerlerine saygı gösterilmesini sağlamakta zorlanırlar.”
“Çoğunluğa saygı” denilen şey azınlığı azınlık olmaktan çıkartan asimilasyondur!
Tam da bu noktada “çoğunluk” deyimi ile kastedilen egemenliğin asimilasyon ve/veya şiddet unsuru içeren öğelerle ötekileştirdiklerini “yok etmeyi” amaçlayan siyasî iradesi olmuştur.

ETNİK KIYIM YA DA ETHNOCIDE

“Yok etmek”…
“Öteki’ kimdir?” sorusuna yanıt ararken aslında hepimizin birbirimize karşı öteki olduğunu görürüz. Etnik köken, din ve coğrafya insanları ötekileştiren nitelikler olsa da, esas olarak alınması gereken neden ekonomiktir. İlkel komünal toplumdan feodal topluma ve bugüne -kapitalizme- “öteki”leştirme ekonomik anlamda oldu. Üretim araçlarım ellerinde bulunduranlar diğerlerini “öteki” hâline getirdi ve onların emeğiyle yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde “öteki” kavramı yoksulları, ezilmişleri, toplumdan dışlanmış ama o toplumu ayakta tutan değerlere sahip insanları tarif etmektedir.
Özne nesne diyalektiğinde insan, kendisini merkezî bir konuma yerleştirince doğayı da yaşadığı çevreye hükmetme bağlamında “öteki” konumuna yerleştirdi; bu duruma tamamıyla hâkim olunca da, kendisine başka ötekiler bulma istenciyle çevresindeki insanları ötekileştirmeye başladı.
Özne “öteki” üzerinden kendisini tanımlar, özne için “öteki” vazgeçilmezdir. Çünkü varoluşunu tanımlayabilmesinin zorunlu koşuludur. Toplumsal anlamda bir yapının kendini tanımlayabilmesi için de “öteki”ne ihtiyacı vardır ve “öteki” olmadan kendi konumunu belirleyemez. Örneğin, milliyetçiliğin var olması için bir düşmana ihtiyacı vardır. “Öteki” bir halk, inanç, düşünce ya da farklı olan herhangi bir grup olabilir.
Türkiye’de Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Gürcüler, Lazlar, Çerkesler, Süryanîler, Keldanîler, Yahudiler, Araplar, Romanlar, Alevîler, Hıristiyanlar, LGBTİ+ bireyler, sosyalistler, komünistler, anarşistler ve daha birçok etnik, inanç ve düşünce topluluğu “öteki”dir.
Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti “Türk-Sünnî” çoğunluğun dışındakileri ötekileştirmiş, sürekli ve sistemli bir devlet politikasıyla onları tehdit olarak görmüştür. Bu tehdit unsurları bazı dönemlerde hedef hâline getirilmiş ve kanlı olaylar yaşanmıştır.
Çünkü “ulus”u karakterize eden hâkim etnik grup, diğerlerini kendi kültürel kimliği içerisinde özümseyerek eritebilir. Asimilasyon, kaynaklara erişimin hâkim grup içerisine katılmaktan geçtiği düşüncesiyle azınlık (iktisadî, siyasal ve toplumsal kaynaklara erişimde dezavantajlı olma anlamında) grup tarafından gönüllüce benimsenebileceği gibi, hâkim grubun dayatmalarıyla da gerçekleşebilmektedir. Bir etnik grubun kültürünün yasaklanması ve grubun hâkim kültürü benimsemeye zorlanması, uç biçimiyle etnik kıyım ya da ethnocide adını alır.
Etnik kıyımın en üst aşaması soykırımdır ki, bunun da unsurları şöyledir: i) Planlı bir işgal ve yok etme harekâtı; ii) Düşmanca, nefret içeren, bu nefreti karşı tarafa açıkça belli ederek aşağılama, hakaret yolu ile kışkırtmak ve savaşmaya zorlamak; iii) Barbarlığın yönetim politikası hâline gelmesi, sıradanlaş(tırıl)ması ile vb.leri…
Soykırım insan(lık)a karşı işlenmiş suçların en büyüğüdür. Bu suç Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Genel Kurul’da alınan kararla şu biçimde tanımlanmıştır:
“Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir. 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı, ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biri olarak yanımlanır: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; (ve) çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”
İnsanlık tarihi hiçbir döneminde XX. yüzyıl kadar kanlı olaylara ve vahşetlere tanıklık etmemiştir. Bu yanıyla XIX. ve XX. yüzyıl tüm zamanların en kanlı ve barbar yüzyılıdır.
Milliyetçilik hastalığı ve dincilik-bilimcilik teraneleri XX. yüzyılın en büyük habis hastalığıdır. Bu hastalıklar doğru anlaşılmadan, Aborijinlerin, Maorilerin, Cezayirlilerin, Amerika yerlilerin, İnkaların-Mayaların, Yahudilerin, Ermenilerin, Boşnakların, Vietnamlıların ve daha nicelerinin yaşadığı soykırımı anlayamayacağız; anlatamayacağız!

DÜNYA HÂLLERİ

Yerküre azınlıklar için bir cehenneme dönüşmüşken; işte azınlık hâllerine ilişkin muhtelif örnekler!
Mesela dinî azınlıklar: Yalnızca 2015 yılında Ortadoğu’da 7 bine yakın Hıristiyan katledildi. Bu cinayetlerin tamamına yakını azınlıklara dinî nefretle ilgili…
1920’ler Suriye’sinde Hıristiyan nüfusun oranı yüzde 30 iken, bu oran artık yüzde 10’dan daha az…
10 yılda Irak’ta yaşayan 1.5 milyon Hıristiyan’ın üçte ikisine yakını evlerinden ayrıldı örneğin. Irak’ta Hıristiyanların sayısı 1.4 milyondan 275 binin altına düştü…
Tıpkı coğrafyamızın Kars bölgesindeki Malakanlar gibi… Hac, ikon, savaş ve dinlerin tüm dayatmalarını reddedip, Mahatma Gandi hareketini andıran bir felsefi stratejiye sahip Malakanlar, “dünyanın en pasifist etnik grubu” olarak da biliniyor…
Ya da Mart ayıyla ilişkilendirilen mitolojik bir karakter olan Baba Marta (Marta Nine), efsanelerinde Güneş Kızı esir alan Rabats isimli zalim canavara karşı başkaldırıyla müsemma Pomaklar…
Evet, otokton azınlıklara reva görülenler sömürgecilik tarihinin özetidir sanki…
1492’de Atlantik Okyanusu’nu aşan Cristof Colomb’un, Amerika kıtasına ölüm, yağma, tecavüz ve “soykırım” getirmesindeki üzere…
Ya da, yüzlerce yerel kabilenin yaşadığı Venezüella-Brezilya sınırında Amazon ormanlarındaki katliamlar gibi… Amazon ormanlarında dünyadan kopuk biçimde yaşayan Yanomami halkından 80 kişinin kaldığı bir kampa, Brezilyalı altın avcıları helikopterle saldırıda bulundu…
Ayrıca ‘Kömür Eylem Ağı/ Coal Action Network’nün 3 Mayıs 2018 tarihli raporu, Güney Sibirya’nın Kuzbass bölgesindeki kömür madeni genişlemesinin bölgedeki yerli topluluklarından Şorların yaşam alanları üzerinde yol açtığı tahribatı ortaya koyuyor. İnanış ve yaşam biçimleri doğrudan bulundukları çevreye göre şekillendiği hâlde genişleyen madencilik aktiviteleri yüzünden, kendi deyişlerine göre topraklarında yavaş bir ölüme teslim edilen yerli Şor nüfusu, 7 yılda yaklaşık yüzde elli azalma gösterdi…
Bilindiği gibi yerkürenin birçok ülkesinde yerliler yerlerinden edildi, arazileri, su kaynakları gasp edildi. Ekonomik koşulları kötüleşti, sosyal yaşam alanları daraldı. Kanada’da da benzer süreç yaşandı. Yerliler toplu intihar girişimlerinde bulunuyor. Kanada’da Ontario eyaletindeki 2 bin kişilik bir yerli kabile, bir günde 11 yerlinin intihar girişiminde bulunması üzerine acil durum ilan etti. Olayın yaşandığı Attawapiskat kabilesinin şefi, intihara kalkışanların sayısının çok arttığını açıkladı.
Bu elbette nedensiz değil ve bir geçmişi de var: Kanada’da ailelerinden zorla alınarak kiliselere ait yatılı okullarda kapatılan yerli çocuklar konusunda Büyük Şef Bellgarde, “Yatılı okullar, Kanada tarihinin kara sayfasıdır. Bu okullarda bize, çocuklarımıza kültürel soykırım yapılmıştır,” dedi.
İlki 1840’ta Batı Kanada’da açılan yatılı kilise okulları, 1883’e gelindiğinde federal devletin “yerlileri çocukken yok edin” prensibinin uygulama merkezleri hâline geldi. ‘Hakikât ve Uzlaşma Komisyonu’nun Başkanı Hâkim Murray Sinclair, yatılı okullarda 6 bin çocuğun öldüğünü söyledi. Kendisi de aynı zamanda Manitoba eyaletinin ilk yerli kökenli hâkimi olan Murray Sinclair, CBC’de yaptığı açıklamada, “çocukların çoğu yetersiz beslenme ve hastalıklardan öldü. Araştırmalarımızda bazı çocukların deneylerde kullanıldıkları sırada öldüklerini de saptadık,” dedi.
Kanada yerlilerine reva görülen Afrika’da da farksızdı!
1904-1908 kesitinde Alman İmparatorluğu’nun kolonisi Güneybatı Afrika’da yerli halklar Herero ve Namalara yapılan soykırım gibi…
Namibya’da 1904-1908 kesitinde katledilenlerin 100 bini aştığı öngörülürken; General Lothar von Trotha, emrindeki askerleri halkın üstüne salarak ölüm kusmuş ve Herero’lara yazdığı mesajda şunları demişti: “Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim… Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terkedecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, bir hayvanla beraber olsun olmasın, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım. Herero’larla ilgili kararım budur.”
Ya “Aborijin topraklarının nükleer atık deposu”na döndürüldüğü Avustralya?

Ya da ABD?

Amerika, Afrika, Asya ve Pasifik adalarında 370 milyondan fazla insan, “yerli halklar” olarak tanınıyor. ‘Uluslararası Yerli Halklar Çalışma Grubu’na göre, bu insanlar dünyadaki en yoksul, dışlanmış ve haksızlığa uğramış topluluklar arasında yer alıyor. Resmî rakamlara göre, ABD vatandaşlarının yaklaşık 5 milyonunu (yani yüzde 1.6’sını) yerliler oluşturuyor. Bunlar, beyaz adamın yol açtığı hastalıkların yanı sıra soykırım ve tehcir kampanyalarından sağ kurtulan bir avuç insanın torunları ve durumları hâlâ vahim!

YA “BİZ”?!

Vercihan Ziflioğlu, Çarlık Rusyası’nın yıkılmasına yol açan Ekim Devrimi’nden sonra, ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış, pek çoğunun ilk durağı İstanbul olan Beyaz Rusları anlatır.
Parası olanlar yurtdışına gitti. Ekmek alacak parası dahi olmayanlar da İstanbul’da kaldı. Bir kısmı Anadolu’ya kaçırıldı. Prensesler terzi kalfalığı yapmaya başladı. Soyadı kanunuyla bütün azınlıkların soyadı değiştirildi. Ama bunlarda T.C. kimliği verilirken isim de değiştirilmiş. Roksana Umarov’lar olmuş Rukiye Umar’lar. Beyaz Ruslar yaşantılarıyla göze çarpıyordu. Ve zamanla onlar da Türkiye’den ayrıldı.
Çarlık Rusyası’ndan İstanbul’a, ressam, müzisyen, yazar, fotoğrafçı, balerin, sporcu ve beyin göçü olmak üzere büyük bir Beyaz Rus göçü yaşandı. Bugünkü Çiçek Pasajı’nın adını nereden aldığını hiç düşündüğünüz oldu mu? Galatasaray’da bulunan pasaj, ismini Beyaz Rus kızların orada çiçek satmasından alıyor. Sanat İstanbul’a taşındı. Gazino, restoran ve plaj gibi kültürlerin Türkiye’de yerleşmesinde Beyaz Ruslar öncü oldular. Bir dönemin gözde mekânı Maksim Gazinosu’nu da onlar açtı. Rejans Restoran’ın sahibi de, Kırım Prenslerinden Selim Tarhan’dı.
İstanbul’da merkez semtleri arasında yolcu taşıyan dolmuş şoförlerinin neredeyse hepsi, Beyaz Ordu birliklerinde görev yapan zırhlı araç şoförleriydi. Böylelikle İstanbulluları dolmuşculuk kavramlarıyla tanıştırdılar. Ayrıca makam şoförlüğü mesleğini de onlar İstanbul’a taşıdı. Gürcü Kral’ın torunu Prens Luarsab Dadiani Kadıköy’de çorap satar. Çarlık Rusyası’nın Cinayet Şubesi Başkanı General Arkadiy Fransteviç Koşko da İstanbul’a geldi. Ve İstanbul’daki ilk dedektif bürosunu açtı.
Nâzım Hikmet’e benzerliğiyle bilinen Kazimir Pamir, Deniz Gezmiş’le omuz omuza mücadeleler vermiş, idamla yargılanmış. 68 ruhunun en yılmaz bekçilerden biri olan Pamir’in de soyadı daha önce Çibas’mış. Öte yandan ‘Çarlık Rusya Votka Kralı’ takma adıyla tanınan Petr Asenyeviç Smirnov’un oğlu Vladimir Peroviç Smirnov da İstanbul’a gelenlenlerin arasında. Smirnoff votkası olarak dünyaya nam salan votkanın üretim tesislerinden birini Tarlabaşı’nda açtı. Beyaz Rus olan Vasilisa Denisenko’nun Alman anneannesi Irma Kayzer de Kars gravyerinin mucididir.
Natalya İvanovna Jilo, İstanbul’da bir ilki gerçekleştirerek vokal stüdyosunu açtı ve öğrenci yetiştirdi. Piyanist Valentina Yulinovna Taskina, İstanbul Radyosu’nun ilk piyanisti oldu. Leyla Arzuman adını alan Balerin Lidiya Krassa Arzumonova, İstanbul’daki ilk bale stüdyosunu açtı. Ve ismi Türk balesinin kurucusu olarak tarihe yazıldı. Ressam Nikola Perof, Şehir Tiyatroları’nın baş ressamı oldu.
Özetle Deniz’e yoldaşlık yapan, Çiçek Pasajı’na adını verip, yolu İstanbul’dan geçen 200 bin Beyaz Rus’tan sadece 9 kişi kaldı.
Ve Afro-Türkler… XIX. yüzyılın sonlarından beri Anadolu’dalar. Köle olarak gelip özellikle İzmir çevresinde pamuk tarlalarında çalıştırıldılar. 1926’da TC onlara kimlik vermiş…
Afrika kökenli Türkler ya da Afro-Türkler, genellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerinde köle ticaretiyle ya da başka yollarla Afrika’dan Anadolu’ya gelerek yerleşenlerin çocukları ve torunlarıdır. Bir kısmı Ege ve Akdeniz bölgesinde yerleşerek tarım alanında çalışmış, köyler oluşturmuşlardır.
Osmanlı döneminde Nijer, Suudi Arabistan, Libya, Kenya ve Sudan’dan Afrika kökenliler, genellikle Zanzibar üzerinden köle ticareti yoluyla Dalaman, Manavgat, Çukurova, Menderes ve Gediz ovasına getirilmişti. Bazı Afrika kökenliler ise 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında Girit’ten gelmiş, Ege bölgesine, çoğunlukla da İzmir’e yerleşmiştir. Ayvalıklı Afrika kökenliler Girit’ten gelen atalarının Yunanca konuştuğunu, Türkçeyi sonradan öğrendiklerini söylemektedirler.
XIX. yüzyılda İzmir’in Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşalık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu gibi semtlerinde yoksul siyahi mahalleleri varken; bugün yaklaşık 5.000 kişi kalmışlar…
Kökleri Afrika’da; kimliklerinde Türk, Müslüman yazıyor. “Köle torunları” Afro-Türkler topraklar(ımız)a dair ne çok şey anlatır…
Osmanlı topraklarına gelen ilk Afrikalı kim? Erken Osmanlı kayıtlarından Sultan I. Beyazıt’ın Habeşistan’dan bir “soytarı” getirdiğini biliyoruz. Mustafa Olpak’ın kitabına önsözünde, Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Hakan Erdem şöyle anlatır:
“Köle ticaretinde akışın en yoğun olduğu yıllar 1800’ler. Şimdi Kenya dediğimiz dönemin Zanzibar Sultanlığı’yla son dönemlerindeki Osmanlı İmparatorluğu çok sıkı fıkıydı. İstanbul’da okunan hutbelerin Zanzibar Sultanlığı’nda da okutulduğu oluyordu. Uzun zaman siyah köle ticareti ihtiyacını karşıladı imparatorluğun. Şimdiki Kenya ve iç taraflarından insan tacirlerinin getirdiği siyah köleleri, eskiden Kölekıyısı denilen, şimdiki Mombasan’dan uzun bir deniz yolculuğuyla Girit’e, Anadolu’ya, İstanbul’a taşıyorlardı.”
Türkiye’deki üçüncü, dördüncü kuşak siyahilerin çoğu hakiki kökenini bilmiyor. Ancak Kenya dışında Mısır ve Sudan’dan olanlar da var. Yılda 10 bin kölenin getirildiğine dair kayıtlar varmış…
Modernizm tarihinde ilginç bir gelişmeyle siyah köle sayısının azaldığı bir evre var: Kentli Osmanlı burjuvazisinin evlerinde köle emeği yerine ücretli hizmetçi çalıştırmayı daha ‘havalı’ buldukları dönem… Avrupalı mürebbiyeler moda bu esnada…
Ayrıca köle sayısını arttıran bir gelenekten daha söz etmeli. Hacca gitmenin bin bir eziyeti olduğu dönemde, “Gittim” diye yalanına karşı Hac’dan dönüşün kanıtı olarak bir siyah çocuk getirme âdeti varmış. Arabistan’da bir çocuğu ailesinden çekip Anadolu’ya götüremeyeceklerine göre, çareyi Afrika ve Ortadoğu’dan kölelerin bulunduğu Arabistan’daki köle pazarlarında buluyorlarmış. Arap olamayacak kadar siyah çocuklar böyle getiriliyor, sonra da ev içi hizmette kullanılıyorlarmış. Bugün bile Afrikalı’ya yapıştırılan Arap lafının böyle bir kökeni de mevcut.
Köleliğin uluslararası camiada yasaklanmasının buralarda da bir karşılığı oluyor. Lakin “evlatlık” yahut “beslemelik” gibi yeni tariflerle aynı sistemin sürdüğüne şahit oluyoruz. Bir süre sonra da Türk ve Müslüman yazan nüfus kâğıtları giriyor cüzdanlarına. Soranlara öyle diyorlar!
Tam da böylesi bir asimilasyon çarkında “Derimizden başka hiçbir şey kalmadı geçmişten” diyor hayıflanarak Mustafa Olpak.
Oysa yaşadığı baskıdan o deriyi değiştirmeye çalışanlar da olmuş. Tarih öğrencisi Solmaz Çelik, kız kardeşinin davet edilmediği bir “beyaz arkadaş” doğum günü sonrasında rengini açmak için çamaşır suyu içtiğini anlatıyor sesi titreyerek.
Alev Karakartal da Afro-Türk kadınların hep beyaz erkeklerle evlenmeye çalıştıklarını, böylece çocuklarının “en azından” melez olup kendi çektiği sıkıntıları çekmeyeceklerini umduğunu söylüyor. Çünkü dün “köle” olarak mimlenen siyah deri rengi, bugün uyuşturucu satıcılarının işareti sanılıyor.
Tam da bu noktada Mustafa Olpak’a kulak verelim: “Ne zaman İstanbul’a gelsem en az bir kere polis çeviriyor. Bir keresinde karga tulumba karakola götürdüler. Ayvalık’ta da bir kamu görevlisi bana ‘Sen inşaat işçisisin değil mi? Güneşin altında bu kadar kalırsan rengin böyle olur’ bile dedi. Hâlbuki ben çocukken de bu renkteydim…”
Gazeteci Alev Karakartal’ın siyah olan baba tarafı Sudan’dan getirilmiş. Annesiyse beyaz. “Üç kuşaktır İstanbulluyuz” diye başlıyor: “Afrika’dan getirilip saray ve çevresinde köleleştirilmiş ailenin çocuklarıyız.”
Karakartal, Osmanlı’da en yoğun köle ticaretinin 1700-1800 arasında yapıldığını anlatıyor: “Her yıl binlerce kişi esir pazarlarından saraylara ve zengin evlere dağıtılıyor. İlk iş Müslüman yapılıyorlar, adları değiştiriliyor, Türkçe öğretiliyor, kendi dil ve geleneklerini siliyor. Kültürlerini fısıldayarak sürdürmeye çalışıyorlar. Cumhuriyet’ten sonra eşit vatandaş olsalar da kölelik 1960’lara kadar ‘beslemelik’ sistemiyle devam ediyor. Sonra kuşaklar boyunca köle olarak evde hizmetçi, dadı, seks veya tarla işçisi olan bu topluluk kendi hâline bırakılıyor. Afrika kökenli Türklerin meslek sahibi olabilmesi ancak 1970’lerde büyükşehirlerde oluyor.”
Üçüncü kuşak artık sesini yükseltiyor: “Osmanlı’nın kölelik tarihi bilinmiyor. ‘Müslümanlıkta kölelik olmaz’ diyenlerle karşılaşıyoruz. Tarih kitaplarında yokuz, kimse bizi bilmiyor. ‘Osmanlı’da kölelik’ konusu Ermeni ve Kürt meselesi gibi ‘tabu’ bile olamadı! Hepten yok sayıldık.”
Peki şehirlerde nasıl karşılanıyorlar? Karakartal, tecrübesini şöyle anlatıyor: “Bir tür ‘egzotik meyve’ muamelesi görüyoruz. ‘Ne kadar iyi Türkçe konuşuyorsun’ diyorlar; Evet, çünkü buralıyız! Bana bunu sorandan daha İstanbulluyum ama anlatamıyorum. Sürekli saçımıza, burnumuza, belimize dokunuyorlar. Dokunulmak istemiyoruz. Bazı politikacılar mağduriyetlerini anlatmak için ‘Zenci Türküz’ diyor. En altta olduğuna dair verilen referansların ırk üzerinden hele de ‘zencilik’ üzerinden yapılmasından rahatsızlık duyuyoruz. Bu ülkede yaşayan ve sürekli ‘zenci’ denilerek ötekileştirilen insanlar hiç düşünülmüyor. Ötekinin ötekisiyiz.”
10 yıldır İstanbul’da mankenlik ve oyunculuk yapan Kıvanç Doğu için geçmişini aydınlatmak kolay olmamış: “Babam simsiyah bir adam ama sorunca ‘Karadenizliyim’ derdi. Üniversiteyi baskı sebebiyle bıraktım. Kocaeli’nde bir kadın beni gösterip ‘Bakmayın, bu şeytan’ demişti. Osmanlı politikaları sonucunda başka gruplar gibi Türkiye’ye getirilmişiz. Tarihi değiştiremeyiz ama öğretebiliriz.”

ROMANLAR

Sabahattin Ali’nin, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler,” diye betimlediği Romanlara ilişkin Ahmet Haşim de ekler:
“Çingenelerin getirdiği bir mevsimdir bahar… Çingene, insanın tabiate en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neş’eli ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır.”
Romanlar, vatansız sınır tanımayan özgür dünyalılardır…
Romanların kökeni ve tarihi ile ilgili çeşitli iddialar var. En çok kabul göreni, II. yüzyılda Hindistan’ın Kuzeyinden başlayan göç dalgalarıyla önce Ortadoğu’ya ardından tüm Avrupa’ya yayıldıkları yolundadır.
Romanlar Hint-Avrupa dil grubuna ait olan Romancayı konuşurlar. Yazılı kaynakları olmayan bu dil çok inatçı bir biçimde bütün dünyadaki Romanlarca bugüne kadar korunabilmiştir.
Romanların müziği de yazılı kaynaklara dayanmamasına rağmen hemen tüm ülkelerde benzer temalara sahiptir. Yine ekonomik gelişim düzeyleri ve üretim biçimleri birbirine yakındır. Tüm ülkelerde Romanlar benzer meslekleri yapar ve ortak zanaatlara sahiptir.
Dünyanın bu özgür insanları kendilerini “Rom” olarak adlandırır. Ancak hiçbir ülkede böyle çağrılmazlar. Her dilde bizdeki “Çingene” sözcüğüne denk düşen, içinde güçlü bir hor görmeyi taşıyan değişik isimlerle anılırlar. Birçok dilde “Çingene” sözcüğü “cellat” anlamı taşır. Geçmişten beri yerleşik halklar tarafından, yanı başlarına konup göçen bu gezgin topluluklar tam anlamıyla “günah keçisi” muamelesi gördüler. Bu durum hemen hemen yeryüzünde gezmeye başladıklarından bu yana böyle süregelmiştir. Yerel halkların tümü için Çingeneler potansiyel suçlulardır. Hiçbir şekilde güvenilmez ve itimat edilmez kimselerdir. Yürekleri ve beyinleri dumura uğratan bir önyargıyla hor görülür ve suçlanırlar. Hırsız, pis, tehlikeli ve uğursuz olarak kabul edilirler. Bu durum her zaman Romanlara karşı toplu saldırılar için zemin hazırlamıştır.
Özellikle gerici ve faşist ideolojilerin tümünde düşman görülenler, Çingene olmakla suçlanırlar. Çingene olmak baskı görmek ve yok edilmek için yeterli bir sebeptir. Irkçılığın ve faşizmin yükseldiği her ülkede Yahudilerle birlikte Çingeneler de katliama uğramıştır. Bütün dünya Yahudi katliamlarını bilir ama Çingene katliamından kimse söz etmez. Aynı vurdumduymazlık ve bilgisizlik ilerici kesimler için de geçerlidir. Faşizmin yükseldiği dönemde Yahudilerle birlikte 500 bin ila 1 milyon arasında Çingene Hitler tarafından yok edilmiştir. Ancak bu katliamdan hemen hiçbir kaynakta çok fazla söz edilmez. Katledilen Yahudiler için özür dilenmiş, tazminat ödenmiştir. Çingeneler için bunlar söz konusu olmamıştır.
Gerçekten de, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı deyince akıllara hep Nazilerin Yahudileri toplama kamplarına doldurarak katlettikleri gelir. Hep Yahudilerin uğradıkları zulüm filmlere konu olur. Aradan onca yıl geçmesine rağmen Amerika’daki Yahudi Lobisi’nin de gücü sayesinde, Hollywood filmleriyle, toplama kampları insanların zihnine kazınır ve asla unutturulmaz. Fakat burada göz ardı edilen bir gerçek var ki II. Dünya Savaşı’nda sadece Yahudiler topraklarından sürülmediler, sadece Yahudiler işkence görmedi. Bir de hiç söz edilmeyen Romanlar söz konusuydu…
Romanları ortadan kaldırmayı hedefleyen Naziler, bu insanlık dışı hedeflerine ulaşmak için çok büyük katliamlar gerçekleştirdiler. Tarihçiler, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde ve savaş yıllarında yaklaşık 29 milyon sivil insanın Naziler tarafından (toplama kamplarında, gettolarda, askeri kıyımlarda, siyasi cinayetlerde) katledildiğini hesaplamaktadırlar. Naziler hem Yahudilere, hem de Romanlar, Polonyalılar ve Slavlar gibi etnik gruplara, akıl hastalarına, sakatlara ve Katolikler veya Yehova Şahitleri gibi dini cemaatlere, sosyal demokratlara, sosyalistlere ve komünistlere yönelik büyük bir soykırım yürütmüşlerdir. Fakat Yahudilerin dışında bu masum insanlara yapılan soykırım çoğu zaman söz konusu bile edilmemekte, adeta yok sayılarak unutturulmaya çalışılmaktadır.
Romanlara yönelik Nazi vahşeti, unutulan bir soykırımdır. Nazilerin ırkçı ideolojisi, Romanları da “yok edilmesi gereken aşağı ırklar” kategorisine dâhil ediyordu. Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya’da yaşayan Romanlar üzerinde de baskı politikası başladı. Sanat yetenekleriyle ve özgün yaşam tarzlarıyla dünyanın pek çok ülkesinde kültürel bir renk olarak kabul edilen ve hoş görülen Romanlar, Nazi Almanya’sında insanlık dışı bir nefretin hedefi oldular.
Alman Sağlık Bakanlığı’nın Irk Araştırmaları Bölümü’nden Eva Justin tarafından 1936 tarihli bir doktora tezi, Çingeneleri “Alman ırkının saflığı için çok büyük bir tehlike” olarak tanımlıyordu. 14 Aralık 1937 tarihli bir karar ise Romanları “iflah olmaz suçlular” olarak tanımladı ve Alman toplumundan izole edilmelerini karara bağladı. 1938’in başından itibaren de, Romanlar Nazi görevlileri tarafından yakalanıp toplama kamplarına gönderilmeye başladılar. Buchenwald kampında Romanlar için özel bir bölüm oluşturuldu. Mauthausen, Gusen, Dautmergen, Natzweiler ve Flossenburg kamplarına gönderilen Romanlar buralarda katledilecekti.
1938’de Nazi Almanyası’nın ikinci adamı olan SS Şefi Himmler “Çingene Sorunu”na el koydu ve daha önceden Münich’teki ‘Çingene İşleri Merkezi’ni Berlin’e taşıttı. Bundan sonra Romanların yok edilmesi de, aynı Yahudilerin yok edilmesi gibi, Nazi Almanyası’nın hedeflerinden biri hâline gelecekti.
Romanlara karşı toplumsal ön yargı besleyen, Nazi olmayan birçok Almandan destek alan Naziler, Romanları “etnik olarak aşağı derecede” görüyordu. Romanların kaderi bazı açılardan Yahudilerinkiyle paraleldi. Nazi rejimi altındaki Alman yetkililer, Romanları nedensiz yere gözaltına aldılar, zorla çalıştırdılar ve topluca öldürdüler. Alman yetkililer, Alman işgali altındaki Sovyetler Birliği ve Sırbistan bölgelerinde on binlerce Romanı katletti.
21 Eylül 1939’da Reich Güvenlik Baş Dairesi başkanı Reinhard Heydrich, Berlin’de Güvenlik Polisi (Sipo) ve Güvenlik Servisi (SD) yetkilileriyle buluştu. Heydrich, Almanya’nın Polonya’yı işgalinin başarıyla sonuçlanacağı kesinleşince Büyük Alman İmparatorluğu’ndaki 30.000 Alman ve Avusturyalı Romanı Genel Hükümet’e (Alman işgali altındaki Polonya’nın Almanya tarafından doğrudan ilhak edilmemiş bölgesi) göndermeye niyetlendi. Genel Hükümet’teki en yüksek sivil yetkiye sahip Genel Vali Hans Frank, 1940 baharında Genel Hükümet’e bu kadar fazla sayıda Roman ve Yahudi almayı reddedince bu plan başarısız oldu.
Alman yetkililer, yine de 1940 ve 1941 kesitinde Romanların bazılarını Büyük Alman İmparatorluğu’ndan işgal altındaki Polonya’ya gönderdi. 1940 Mayısı’nda SS ve polis yetkilileri, çoğunlukla Hamburg ve Bremen’de yaşayan yaklaşık 2.500 Roman ve Sinti’yi Genel Hükümet’in Lublin bölgesine sürdü. SS ve polis yetkilileri, sürülenleri zorunlu çalışma kamplarına hapsetti. Yaşamlarını sürdürdükleri ve çalıştıkları koşullar çoğunun hayatını tehlikeye atıyordu. Hayatta kalanlara ne olduğu ise bilinmiyor, SS’lerin sağ kalanları Belzec, Sobibor ya da Treblinka’daki gaz odalarında öldürdüğü düşünülüyor. Alman polis yetkilileri, 1941 sonbaharında 5.007 Sinti ve Lalleri Çingenesini Avusturya’dan Lodz’da Yahudiler için oluşturulmuş bir gettoya sürdü. Burada ayrılmış bir bölgede kalıyorlardı. Romanların neredeyse yarısı gettoya varmalarından sonraki birkaç ay içinde yetersiz beslenme, barınma, yakıt ve ilaçsızlık nedeniyle hayatını kaybetti. Alman SS ve polis yetkilileri, bu korkunç koşullar altında yaşamını sürdürebilenleri 1942’nin ilk aylarında Chelmno ölüm merkezine sürdü. Romanlar, orada Lodz gettosundan getirilen on binlerce Yahudiyle birlikte gaz odalarında, karbonmonoksit gazıyla zehirlenerek can verdi.
Alman yetkililer, yakın zamanda sözde Büyük Alman İmparatorluğu’na sürmeyi planladıkları tüm Romanları sözde “Çingene Kamplarında/ Zigeunerlager’ topladılar. 1940’ta Romanların gönderilmesi askıya alınınca bu tesisler uzun bir süre kalacakları hapishanelere döndü. Avusturya’daki Lackenbach ve Salzburg’un yanı sıra Berlin’deki Marzahn, bu kampların en kötülerindendi. Korkunç koşullar nedeniyle yüzlerce Roman hayatını kaybetti. Bölgede yaşayan Almanlar sürekli olarak kamplardan şikâyetçi oluyor, genel ahlâk, halk sağlığı ve güvenliğin “korunması” için kamplara hapsedilmiş Romanların sürülmesini istiyordu. Yerel polis, bu şikâyetleri bahane ederek Reichsführer-SS (SS komutanı) Heinrich Himmler’e Romanların doğuya gönderilmesine devam edilmesi çağrısında bulundu.
Himmler, 1942 Aralık’ında sözde Büyük Alman İmparatorluğu’ndaki tüm Romanların sürülmesi emrini verdi. Belirli kategorilerde bulunanlar için istisna uygulanıyordu: Soyları eski zamanlara kadar giden “saf Çingene kanına” sahip olanlar, Alman toplumuna karışan ve bunun sonucu “Çingene gibi davranmayan” Çingene torunları, Alman ordusunda önde gelen kişiler (ve aileleri). Tahminen 5.000-15.000 kişi, bu istisnalardan faydalanabiliyordu. Ancak yerel yetkililer, toplamalar sırasında çoğunlukla bu kişileri göz ardı ettiler. Polis yetkilileri, izinde oldukları için evlerinde bulunan Alman silahlı kuvvetlerinde (Wehrmacht) görev alan Roman askerlerini bile tutuklayarak sürdüler.
Alman yetkililer, Romanları genelde Auschwitz-Birkenau’ya gönderdi. Kamp yetkilileri, onları buradaki “Çingene aile kampı” denen özel bir bölgeye yerleştirdi. Auschwitz’e yaklaşık 23.000 Roman, Sinti ve Lalleri sürüldü. Sözde Çingene evlerinde aileler birlikte yaşıyorlardı. SS Komutanı Dr. Josef Mengele gibi Auschwitz kampında görevli olan SS tıp araştırmacıları, Auschwitz toplama kampında kalan esirler arasından sözde bilimsel tıp deneyleri yapmak için insan kobay seçmek üzere izin almışlardı. Mengele, deneyleri için ikiz ve cüceleri seçti. Bunların bazıları, Çingene aile kampındandı. Diğer Alman toplama kamplarında yaklaşık 3.500 genç ve yetişkin Roman esir bulunuyordu. Tıp araştırmacıları, bölgede ya da yakındaki tesislerde gerçekleştirdikleri deneyler için Ravensbrück, Natzweiler-Struthof ve Sachsenhausen toplama kamplarında tutulan Romanları seçtiler.
Çingenelerin kaldığı Auschwitz-Birkenau kampının koşulları tifüs, çiçek hastalığı ve dizanteri gibi salgın hastalıkların yayılmasına neden olmuştu. Hastalıklar sonucunda kamp nüfusu büyük oranda azalmıştı. SS yetkilileri, Mart sonunda Bialystok bölgesinden gelen yaklaşık 1.700 Roman esiri gaz odalarında öldürdü. Kampa yaklaşık birkaç gün önce gönderilmişlerdi ve hepsi olmasa da birçoğu hastaydı. 1944 Mayıs’ında kamp yetkilileri tüm Çingeneleri öldürme kararı aldı. SS muhafızları bunun üzerine Çingene yerleşkesinin etrafını sardı. Yetkililer Romanlara dışarı çıkmalarını emretti. Ancak Romanlar, daha önceden uyarılmıştı. Ellerinde demir sopa, kürek ve iş için kullandıkları diğer araçlarla içeride beklediler.
SS liderleri, Romanlarla doğrudan yüzleşmek istemeyip geri çekildiler. SS yetkilileri, 1944 bahar sonu ve yaz mevsimi başında çalışabilir durumda olan yaklaşık 3.000 Yahudi’yi Auschwitz I’e ve Almanya’daki diğer toplama kamplarına gönderdikten sonra, 2 Ağustos’ta kampta kalan 2.898 Romanı ele geçirmeye karar verdi. Kurbanların çoğu hastaydı. Kurbanlar arasında kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler de vardı. Kamp görevlileri, hemen hemen tüm esirleri Birkenau gaz odalarında öldürdü. İşlem sırasında saklanmış olan birkaç çocuk sonraki günlerde yakalanarak öldürüldü. Auschwitz’e gönderilen 23.000 Romandan en az 19.000’i orada hayatını kaybetti.
Auschwitz Müzesi Tarih Bölümü Müdürü Dr. Franciszek Piper’e göre, Auschwitz’in bir parçası olan Birkenau’ya “23 bin Roman transfer edilmiş ve bunların 21 bini öldürülmüştü; Romanların öldürülme oranı Yahudilerinki kadar yüksekti.” Auschwitz kumandanı Rudolf Hess’in anılarında yazdığı gibi, öldürülen bu Romanların arasında “çok sayıda çocuk, yaşı neredeyse yüze varan ihtiyarlar ve hamile kadınlar” vardı.
Romanlar da Yahudiler gibi Nazilerin toplu yok etme planının hedefi oldular. Yahudilere uygulanan tüm katliam araçları Romanlara da uygulandı. Einsatzgruppe timleri, Romanları buldukları yerde öldürdüler. UNESCO’nun ‘Nazi Terörünün Çingene Kurbanları’ başlıklı makalede şu bilgiler verilir:
“Polonya’da ve Sovyetler Birliği topraklarında Romanlar hem ölüm kamplarında hem de açık arazide katledilmişlerdir… Nazilerin geçtikleri her yerde Romanlar tutuklanmış, sürülmüş ve öldürülmüştür. Yugoslavya’da Yahudilerin ve Romanların idamları 1941 Ekimi’nde ormanlık alanlarda yürütülmüştür. Köylüler, idam yerlerine götürülmek için kamyonlara yüklenen çocukların ağlayışlarını ve çığlıklarını hâlâ hatırlamaktadırlar.”
Ne kadar Romanın Naziler tarafından öldürüldüğünü tespit etmek zordur. Yine de rakamlar bir fikir vermektedir. Tarihçi Raoul Hilberg’e göre, soykırım öncesinde Almanya’da 34 bin Roman vardır ve bunların çok büyük bölümü katledilmiştir. Rusya, Ukrayna ve Kırım’daki katliamlardan sorumlu olan Einsatzgruppen raporlarına göre ise, bu ülkelerde yaklaşık 300 bin Roman katledilmiştir. Yugoslav makamlarına göre, sadece Sırbistan sınırları içinde 28 bin Roman öldürülmüştür. Polonya’daki kurbanlar içinse tahmin dahi yapılamamaktadır. Tarihçi Joseph Tenenbaum, toplamda en az 500 bin Romanın Naziler tarafından öldürüldüğünü bildirmektedir. Bazı tarihçiler ise, bu rakamın 1 milyona kadar çıkabileceği görüşündedir.
Bu trajediye rağmen, Roman soykırımı çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Soykırımı anlatan kitaplarda, filmlerde, makalelerde Roman soykırımı ya hiç belirtilmemekte veya önemsiz bir konu gibi geçmektedir. Oysa Romanlara yapılanlar ile Yahudilere yapılanlar arasında fark yoktur. Her iki grup da 1936’daki Nuremberg kanunları tarafından Alman toplumundan dışlanmıştır. Nazilerin toplu imha kararı da yine her iki grubu birden hedef almıştır. Soykırım konusunda en yetkili Nazilerin arasında yer alan Adolf Eichmann, “Yahudi sorunu ile Çingene sorununun birlikte ve aynı anda çözülmesi gerektiğini” yazmıştır ki, bu her iki halkın da yok edilmesi anlamına gelmektedir. Gerek toplama kamplarında gerekse işgal altındaki bölgelerde, Romanlar acımasızca katledilmiştir.
Günümüzde de değişen pek bir şey yok gibi… Romanlar belki topluca katledilmiyorlar ama, ırkçı/faşizan zihniyet ve uygulamaların kurbanı oluyor. Romanlar yoğun olarak yaşadıkları Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Polonya, Bulgaristan, Türkiye ve Romanya başta olmak üzere genel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da kötü muamele, yoksulluk, tahammülsüzlük, şiddet ve dışlanma ile karşılaşıyorlar.
Bu tablonun uzantısı olarak birkaç şeyi daha eklemen geçmeyelim:
i) Türkiye’de Romanlar ve dışlanan diğer grupların nüfusunun 2-5 milyon arasında olduğu kabul ediliyor. Barınma ve eğitim haklarını kullanmada birçok sorunla karşılaşan bu grupların çocuklarından bazıları, zekâ geriliği ya da öğrenme güçlüğü olmamasına rağmen engelli eğitimi programlarına dahil ediliyor.
‘Sıfır Ayrımcılık Derneği’ ile ‘Uluslararası Azınlık Hakları Grubu’nun (MRG) ortaklaşa hazırladığı ‘Görmezlikten Gelinen Eşitsizlik: Türkiye’de Romanların Barınma ve Eğitim Hakkına Erişimi’ başlıklı rapora göre, Türkiye’deki Roman nüfus ve Abdallar gibi benzer toplumsal gruplar, zaman zaman nefret söylemi ve şiddet tehdidinin hedefi oluyor; aşırı yoksulluk ve dışlanmaya kadar hayatlarının neredeyse her alanında ayrımcılığa maruz kalıyorlar.
ii) Edirne’nin Roman mahallelerinde yaşam coronavirüs salgınıyla birlikte daha da zorlaştı. Mahalleliler açlığa terk edilmiş durumda. Yiyecek ekmekleri, yakacak kömürü olmayan Roman yurttaşlar soruyor: “Bu devlet aç yatmak nedir biliyor mu?”
iii) Milletvekili Özcan Purçu, İstanbul Ümraniye’de Roman vatandaşların barındığı çadır ve barakaların belediye ekiplerince yıkılmasına tepki gösterip, “Romanlar, en temel haklardan bile yoksun bırakılmaktadır,” dedi.
iv) İstanbul’da 3 belediyenin ortasında ama “sahipsiz” olan “teneke” mahallesinin sakinleri yaşamak için direniyor… İstanbul’da Pendik, Sancaktepe ve Sultanbeyli belediyelerinin tam ortasında, unutulmuş bir mahalle var. Çoğunlukla Roman yurttaşların oturduğu “teneke” mahallede, yaşam, kara kışla birlikte iyice zorlaşmış… Sunta ve sacdan yapılan evleri su basmış. Kar yolları kapatmış… Yoksulluk ve hastalık en çok çocukları vuruyor. Mahalle sakinleri, “Yakacak odunumuz, kömürümüz yok. Çocuklarımız yalınayak geziyor. Kimse ne hâldesiniz diye sormuyor,” diyor.
v) Roman milletvekili Özcan Purçu, Manisa’da Romanlar için yapılan TOKİ konutlarında yaptığı inceleme sonrası tuttuğu notlar tam bir “yoklar listesi”: “Vatandaş, ne yazık ki devletin yanında olduğunu hissetmiyor. Üstelik burası TOKİ konutları… Sadece binaları yapıp bırakmışlar. Kanalizasyon kokusundan durulmuyor. Manisa’ya liseye gitmesi gereken çocuklar için her gün 15 lira veremiyorlar. Bu yüzden 15 Roman çocuğu okulu bırakmış. Yandaki ilköğretim müdürü üniformaları yok diye çocukları okula almıyor. Çocuklar sırtlarında çantalarıyla dışarıda geziyor. Ondan sonra da Romanlara ‘çocuklarınızı okutun’ diyorlar. Seçim zamanı Romanlara söz veren hükümetin siyasetçileri şimdi ne yapıyor?”

ÊZÎDÎLER

“73. Ferman”ın kurbanı Êzîdîler ve “72”si de “73”üncü gibi acılarla bezeli onların hikâyesi…
Êzidîlerin tarihlerine ilişkin yazımsal hiçbir şey yok. Tarihleri sözlüdür. Fermanların hiçbiri belgeli değil. Sözlü olarak tarihten günümüze gelmiş fermanların unutulmaması için, yüzyıllar boyunca sözlü olarak nesilden nesile aktarılıyor acılar…
Örneğin Êzîdîlerin “73. Ferman” dediği IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te Şengal’de başlattığı soykırımda 5 binden fazla Êzîdî hayatını kaybetti, 6 bine yakın kadın ve çocuk esir alınarak cinsel saldırıya maruz bırakıldı.
Tarihler 3 Ağustos 2014’ü gösterdiğinde “ölüm meleğinin neferleri” ölüm taarruzunu “cihadın kutsal seferi” olarak tanımlayarak Êzidî cemaatine karşı akla durgunluk veren bir vahşet sergilediler. Birkaç örnek bile neyin ne olduğunu ortaya koyar!
i) IŞİD’in ele geçirdiği Şengal’den 200 bine yakın Êzîdî ve Türkmen kaçtı.
ii) Katliamdan kaçan Êzîdîlerin anlattıkları kadim halkın tarih boyunca gördüğü zulmün sadece IŞİD kaynaklı olmadığını hatırlattı. AFP haber ajansına konuşan 68 yaşındaki Êzîdî Sabah Haci Hasan, Afgan, Boşnak, Amerikalı ve İngiliz cihatçıların aralarında bulunduğu militanlar gelir gelmez Arap komşularının IŞİD üyelerine yardım ettiğini anlattı. Hasan “Sünnî Metvet, Havata ve Kejala aşiretleri komşumuzdu. Fakat silaha sarılıp IŞİD’e katıldılar. Kimin Êzîdî olup olmadığını söylediler. Kasabayı almaları için IŞİD’e yardım ettiler,” dedi.
iii) BM Genel Sekteri’nin Irak Özel Temsilcisi Nikolay Mladenov, durumun “insanlık trajedisine” döndüğünü belirterek birçok kişinin açlık ve hastalıktan hayatını kaybettiğini söyleyip, çok sayıda çocuğun sağlık hizmetlerinden yoksun yaşadığını da ekledi. Bir bölge sakini sadece kendisinin 10’u çocuk 15 kişiyi toprağa verdiğini belirterek “Ölülerimizin mezarını taşlarla örtüyoruz. Onları gömmek için bile aletlerimiz yok,” dedi.
Kontrol altına aldığı yerlerde infazlar da yapan IŞİD, işgal ettiği bölgelerdeki Êzîdî kadınları da kaçırdı. Êzîdî Ruhani Hareketi Sözcüsü Hadi Babaşeyh, yaptığı açıklamada “Êzîdîlerin durumlarının gittikçe kötüleştiğini” vurgulayarak çok sayıda Êzîdî kadının İslâmcı militanlar tarafından rehin alındığını ve cinsel tacize uğradığını kaydetti.
iv) Katliamdan kurtulanların anlattıklarına göre kasaba ve köyleri ele geçiren IŞİD, isteklerinin kabul edildiğinin anlaşılması için evlere beyaz bayrak asılması ve bayrak asanlara zarar verilmeyeceği duyurusu yapmış. Sincar’ın Til Keseb köyünden gelen Beze adlı bir kadın “7 gündür buradayım. IŞİD evlerimize geldi. ‘Beyaz bayrak asarsanız, teslim olduğunuzu anlarız, sizlere zarar vermeyiz. Evlerinizde oturursunuz’ dediler. Bazıları inandı, evlerine döndü. Daha sonra dönüp hepsini yakaladılar. Kızları götürdüler, bazı kadın ve erkekleri öldürdüler. Akrabalarımızdan 13 kişiyi götürdüler, haber alamıyoruz,” dedi.
Til Keseb köyü baskınında Ali Erebo adlı oğlunu kaybeden Nuran Erebo, oğlunun başka bir köyde yaşayan dayısını kurtarmaya gittikten sonra telefonda babasıyla konuştuğunu anlatarak “‘Çatışmalar var, buradan çıkamıyoruz. Eve geldiler, onlara su verdik, çay ikram ettik. Bizlere ‘beyaz bayrak asın sizlere dokunmayacağız’ dediler’ diye konuştu. Bir süre sonra telefona ulaşamadık. Hâlâ haber alamıyoruz,” dedi.
v) Sincar bölgesini ele geçiren IŞİD’in, din değiştirmeyi reddeden 80 Êzîdî erkeği öldürdüğü ve 100 kadın ile çocuğu ise kaçırdığı bildiriliyor. IŞİD’in ele geçirdiği Sincar’dan kaçarak dağlara sığınan Êzîdîlerin açlık ve susuzluk altındaki yaşam savaşı verdi. Sincar Dağı’nda IŞİD’den kaçan ailesinin terk ettiği Êzîdî Aziz, Kamışlı’daki bir hastanede yaşamını yitirdi. Aziz’in babası, yerini tespit ettiği oğlunu canlı göremedi.
vi) IŞİD’in katliamından kaçan Êzîdîler yaşadıklarını anlattı: “Birçok bebek ve çocuk sınır ötesinde kaldı. Pek çok anne çaresizlik içinde bekliyor…”
vii) ‘The Telegraph’ gazetesinin haberine göre, Êzîdîlerin Sincar Dağı’ndan kaçışı sırasında geriye kalan, en fazla 8 yaşında olduğu düşünülen bir erkek çocuk ölümden döndü. Felç olan çocuğun başına ne geldiğini ise kimse bilmiyor. Çocuk, şimdi Suriye’deki bir hastanede kalıyor. Doktorların “İsimsiz” olarak hitap ettiği çocuk bir günden fazla tek başına dağın eteklerinde yapayalnız bir şekilde kalmış. Doktorlar, çocuğun annesinin artık onu taşıyamayacak hâle geldiğini ve diğer çocuklarını kurtarmak istediği için ‘İsimsiz’i bırakmak zorunda kaldığı yönünde tahmin yürütüyor.
viii) IŞİD saldırılarından kaçan yaklaşık 1500 Êzîdî 18 günlük yürüyüşün ardından, -28 Aralık 2011’de savaş uçakları tarafından bombalanan 34 kişinin öldürüldüğü- 15. No’lu sınır taşından geçerek Roboskî’ye ulaştı. Êzîdîler, Roboskî’de okula ve evlere yerleştirildi.
ix) IŞİD zulmünden kaçıp, Diyarbakır’da Yenişehir Belediyesi’nin kampından Edirne’ye, oradan da Avrupa’ya gitmek isteyen Êzîdîler’e yol verilmiyor. Kampı terk eden Êzîdîler, yatakları, denkleri, valizleriyle yol kenarında bekleşiyor. Ağlayarak konuşan kadınların sözleri ortak hayallerini özetliyor: “IŞİD’den en uzağa, ölümden uzağa gitmek istiyoruz”!
Böylesine acılara maruz kalan Êzîdîler, inanışları hakkında yanlış bilinenler nedeniyle birçok kez hedef oldular. 4 bin yıl önce şekillenen Êzîdîlik en eski tek tanrılı dinlerden biri.
Êzîdî inancının mitolojisini anlatan Mishefa Reş kutsal Kitapları, Êzîdî önderi Şeyh Adi tarafından yazılan Kitab-ı el Celve ise pratik kuralları anlatan kitap olarak kabul ediliyor. Ancak Êzîdîlerin gelenekleri ve ritüellerinin çoğu yazılı değil sözlü. Hem İncil hem de Kur’an Êzîdîler tarafından kutsal sayılıyor.
Êzîdîlik’te ağır bir kast sistemi uygulanmaktadır. Müritler ve din adamları olmak üzere iki sınıf vardır. Din adamları arasında Mirler (Emirler), Şeyhler, Pirler, Qewallar (Kavallar), Fakirler (Karabaşlar), Koçekler ve Çömezler olmak üzere bir hiyerarşi vardır. Emirler, en üst rütbeli kişilerdir. Emir, Êzîdîlerin her anlamda sözcüsü, temsilcisidir. Veraset sistemiyle başa gelmektedirler. Birini Êzîdîlikten çıkarma sadece Mir’in isteğiyle olabilir.
Dini önderler Şeyhler ve Pirleri izleyen, Qewallar, yılda bir defa tüm Êzîdî cemaatlerini dolaşırlar. Böylece birbirinden uzak Êzîdî bölgelerinde bile birliğin canlı tutulmasını sağlarlar. Fakirler yılda 92 gün oruç tutar, sert kumaşlar üzerinde yatarlar. Tıraş olmaları, silah taşımaları ve kan dökmeleri de yasaktır. Sadaka ile yaşamlarını sürdüren Fakirler toplumda barışı sağlayıcı kişilerdir. Çömezler, Şeyh Adi türbesinin bakımından sorumludur. Müritler, dini bağlamda en düşük kastta olmalarına rağmen çiftçilik, hayvancılık, toprak sahipliği, çobanlık, rençberlik veya yevmiyeli işçilik yaparak toplumun ana direğini oluşturmaktadırlar.
Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerdeki ‘Şeytan’ ile, Êzîdîlerin inancındaki ‘Şeytan’ arasındaki fark, suçlamalara neden olmuştur. Semavi dinlerde ‘Şeytan’ denilen meleği Êzîdîlerin ‘Melek Tavus’ olarak adlandırması, onların Şeytan’a taptıklarına dair hatalı bir düşüncenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslâm inanışına göre; Tanrı dünyanın ardından ilk insanı yani Adem’i yarattı ve herkesin ilk insana secde etmesini istedi. Şeytan secde etmediği için Allah’a şirk koşmuş oldu. Bu yüzden İslâm inanışına göre Şeytan lanetli bir melektir.
Êzîdîlere göre ise, Şeytan, Allah’tan başkasına secde etmeyecek kadar ona bağlıdır. Bunun için de Şeytan, ilk başta cennetten kovulmasına rağmen sonradan Tanrı tarafından affedilir. Hatta Tanrı dünyanın yönetimini artık Melek Tavus olarak anılan bu meleğe verir. Kısacası Êzîdîler Şeytan’a tapmıyor, sadece o meleği algılayış biçimleri diğer tek tanrılı dinlerden tamamen farklı. Êzîdîlikte, ‘Şeytan’ adının ağza anılması yasaktır.
Êzîdîler, birçok dilde ‘Yêzîdî’ olarak anılıyorlar. Bu kullanım, konu hakkında bilgisi bulunmayan bazı kesimlerin Êzîdîleri, Emevi hanedanının ikinci halifesi olan Yezid İbn Muaviye’nin takipçileri zannetmesine neden oluyor. Kerbela Olayı’ndan sorumlu tutulan Yezid, İslâm’da zulmün ve kötülüğün sembolü… Ancak Êzîdîler ve Yezid’in hiçbir bağı yok. Yezid kelimesi Farsça’da melek ya da ilah anlamındaki “İzed” kelimesinden geliyor. Kürtçe olan Êzîdî kelimesi ise “Allah’a inananlar” anlamına geliyor, “Ezam” kelimesine dayanıyor.
Êzîdîlerin birçok dinsel pratiği bulunuyor; dini törenler ve bayramlar kutlanıyor, zekat veriliyor, hac ibadeti yapılıyor ve oruç tuttukları günler bulunuyor. Önemli günlerde kutsal sayılan yerler ziyaret ediliyor ve günlük olarak ibadet ediliyor. Çocuklar için hem sünnet hem de vaftiz geleneği bulunuyor. Kadınlar ve erkekler bir arada ibadet edebiliyor. Êzîdîler, attıkları her adımda Allah’ın adını anarlar. Ancak onlara göre Allah, dünyanın sadece yaratıcısıdır, dünya yönetimi ile ilgilenmez. Melekleri onun emirlerini uygular. Meleklerin başı Melek Tavus’a büyük saygı duyarlar.
Allah’ın insanları peygamber göndermeksizin de doğru yola itebileceğine inanılır. Ancak Semavi dinlerdeki peygamberleri de kabul ederler. Êzîdîler günde beş kez Melek Tavus’a dua ederler. Gün doğumu ve batışında Güneş’e dönülüp ibadet edilir. İbadetten önce eller ve yüz yıkanır. Melek Tavus’un ışık saçtığı düşünüldüğü için ışık saçan her şey kutsaldır. En büyük ışık kaynağı Güneş’e dönülüp ibadet edilmesi bu yüzdendir.
Müritler yılda 3 gün, din adamları 80 gün oruç tutarlar. Hac ibadetinde 15-20 Eylül arasında Laleş Vadisi’ndeki Şeyh Adi mabedi ziyaret edilir. Ahiret ve dolayısıyla bir cennet-cehennem inancı yoktur. Êzîdîliğe göre; ruh bedenin ölümünden sonra başka bedenlere geçerek varlığını sürdürür.
Êzîdîler hakkında bugüne kadar verilmiş 73 ferman emri bulunuyor. Tarih boyunca çıkarılan her ferman ölüm ve zorunlu göçü beraberinde getiriyor.
Êzîdîler, Osmanlı Devleti’nde ehli kitap olarak görülmeyip dışlanmışlar. Ermeni tehciri döneminde devlet politika ve pratiklerinden Êzîdîler de ciddi bir şekilde etkilendi. 1912’deki nüfus sayımında 37 bin civarında olan Êzîdî nüfusu 1923’te yapılan nüfus sayımında 18 bine düşmüştür. Cumhuriyetin ilanından sonra da homojenleştirme politikaları nedeniyle göç etmek zorunda bırakıldılar. Irak’ta ise Saddam dönemi sonlanana dek büyük baskılar altında yaşayan Êzîdîler, yeni Irak anayasasına göre ise dinî vecibelerini yerine getirme ve en az bir milletvekiline sahip olma hakkına sahipken; Êzîdîlerin farklı bir dine mensup biriyle evlenmesi yasaktır. Çünkü evlenen kişinin dininin bozulacağına, kirleneceğine ve artık Êzîdîliğin saflığını üzerinde barındıramayacağına inanılır. Dolayısıyla bunun aksini yaparak başka dine mensup biriyle evlenen bir Êzîdî, Mir tarafından kesinlikle aforoz edilir. Bunun dışında kastlar arası evlilik de yasaklanmıştır. Her Êzîdî ancak kendi kastından bireylerle evlilik yapabilir.
TC kimliklerinde din hanesi boştur. Türkiye’de yakın zamana kadar Êzîdîlerin nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde (x) işareti vardı, şimdi ise bu hane boş bırakılıyor.
Kolay mı? “Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı 15 köy ve mezrada 1980 darbesine kadar 15 bin Êzîdî yaşıyordu. Êzîdîlerin sayısı bugün 149’a kadar düştü,” bilgisi bile neyin ne olduğunu ortaya koyuyor!
Ha bir şey daha: Cumhurbaşkanı Erdoğan bakın Êzîdîler için ne demişti?!
“Êzîdîler! Bak, teröristlerle işbirliği yapmayın!.. Şu anda ülkemde bu kadar Êzîdîyi kamplarda biz bekliyoruz. Kapılarımızı biz size açtık. Hıristiyan demedik, ayrım yapmadık, kapımızı açtık ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz. Bu yanlış oyunlar size kâr getirmez, zarar getirir bunu da buradan söylüyorum.”
Evet, dehşet bir tehdit, ama bir o kadar da feci bir yanlış, ürkütücü bir bilgisizlik…
“Hıristiyan demedik, kapımızı açtık, ama şimdi bazı yanlış oyunların içine giriyorsunuz” diyor Cumhurbaşkanı Êzîdîlere…
“Hıristiyan demedik” lafzının başlı başına sorunlu durumunu, sadece derinden üzüntü duymakla yetinerek geçiyorum!
Êzîdîler, Hıristiyan değildir.
Êzîdîlik, en köklü ve baskın şekilde Zerdüştîlik (Mecusîlik), bunun yanı sıra İslâm, Hıristiyanlık, Maniheizm ve diğer eski dinler, Gnostik gelenekler ile bağlantı ve etkileşimlerle biçimlenmiş “bağdaştırmacı” (senkretik) bir inançtır (Öte yandan, hangi inanç sistemi, hangi din “senkretik” değildir ki!).
O, Ortadoğu’nun “maneviyat rahmi”nden doğmuştur ve bizim coğrafyamızın özbeöz çocuğudur.
Êzîdîler, Hıristiyan değildir ve yaşadıkları coğrafyada Müslümanlar kadar, Hıristiyanlar tarafından da “Şeytanatapar”lıkla lânetlenirler.
Ama Êzîdîler Şeytan’a tapmazlar, “Hûda”ya tapar, tek bir Tanrı’ya inanırlar.
Yalnızca Êzîdîler, Hûda’nın tüm dünya işlerinin sorumluluğunu meleklerin en kıdemlisi olduğu üç büyük tektanrıcı din tarafından da onaylanmış Ezazil’e, kendi tabirleriyle “Melek Tavus”a bıraktığına da inanır, ona da kutsallık atfederler.
Ezazil, İslâm’ın İblis’ine, Hıristiyanlığın Lucifer’ine ve her iki dinde de ortaklaşılan adla Şeytan’a karşılık değil mi diye diklenilecektir hemen… Lâkin Êzîdîlikte Ezazil’in Tanrı’ya isyanı, İslâm’da ve Hıristiyanlık’taki gibi anlaşılmaz.
Êzîdîler, Ezazil’in Âdem’e (insana) secde etmemesini Tanrı’ya isyan diye değil, onun Tanrı’ya olan büyük ve emsalsiz sevgisi, Tanrı’nın asıl yaratıcı olmasından kaynaklı mutlak itaati temelinde açıklarlar.
“Ben yalnız sana secde ederim” demiştir Ezazil yani…
Tanrı da bu “sınama”dan katıksız çıktığı için onu lânetlemek ne kelime, aksine dünya işlerine, insan hayatına yönelik çerçevede “Melek Tavus” olarak “gözbebeği” yapmıştır.
Êzîdî inancında kötülüğün “insan-üstü” plânda (İblis, Şeytan, Lucifer gibi) bir temsilcisi yoktur. İyilik, ilahi kattan, Hûda’dan Melek Tavus aracılığıyla dünyaya, hayata, insana inerken kötülük insanî katta, insanın yaratılışında içkindir ve yine onun yaratılışında içkin iyilikle mücadele hâlindedir.
Êzîdîler Hıristiyan da değildir, “Şeytana-tapar” da değildir.
Emevi halifesi ve Hz. Hüseyin’in katili Yezid bin Muaviye’ye nisbeten “Yezidî” olarak adlandırılmaları da yanlıştır.
Êzîdîler, Ortadoğu’nun, Anadolu’nun, bu memleketin sabahtan akşama yüzünü Güneş’e dönen, o yüzden de hep yüzü ak, parlak ve aydınlık insanlarıdır.

VE SÜRYANÎLER

Süryanîcede “Seyfo” sözcüğü, “Kılıç” anlamına geliyor. Süryanîler bu terimi, 1914-15 Ermeni/Süryanî soykırımı için “kılıçtan geçirme” anlamında kullanıyorlar.
Aslı sorulursa İslâm coğrafyalarında, her soykırımda vurulan bir halktır Süryanîler.
Oysa Süryanîlerin, Halid Bin Velid kumandasındaki İslâm ordusunun M.S. 636’da Bizans’ı yenmesinde rolleri vardır.
Süryanî halkı o kadar çok katliama uğradı ki, Süryanîler için neredeyse ana yurtlarında nefes almak bile zulüm oldu. Genelde Ermeni katliamı olarak hatırlanan 1915 tarihi, aynı zamanda Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryanî halkının da katliam tarihiydi.
Hıristiyan dinine mensup halkların 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Afrika ve Arabistan’da da Arap ve diğer halkların isyanları; Osmanlı İmparatorluğu’nu, Mezopotamya’da, Trakya ve Anadolu’ya sıkıştırdı. İçinde bulunduğu bunalımı ve yenilgiyi 1914’ün Temmuz’unda başlayan 1. Dünya Savaşı’nı fırsat bilerek atlatmaya çalışan Osmanlı, 1912- 14 yılları arasında Ege, Trakya, Van ve Hakkâri bölgelerinde Hıristiyan halklara karşı gerçekleştirdiği yerel saldırı ve katliamları yoğunlaştırdı. Bu saldırılarına 1915’te de devam eden Osmanlı, Nisan ayında Van, Bitlis ve yakın alanlardaki Süryanî ve Ermeni halklarına karşı başlatmış olduğu soykırımı, Mayıs ayının başında Diyarbakır ve Hakkâri’ye doğru genişletti. Soykırım, haziran ayında ise bütün Turabdin’i ve yakın alanları kapsadı.
Mezopotamya ve Anadolu’da yaşayan Süryanî, Ermeni ve Helen halklarına karşı başlatılan bu soykırımda, 500 binden fazla Süryanî, bir milyondan fazla Ermeni ve 300 binden fazla Helen yok edildi. Soykırımdan arta kalan yüzbinlerce insan ya Müslümanlaştırıldı ya göç ettirildi ya da inkâr edilerek büyük bir demografik değişim yaratıldı. Bu değişimle birlikte Süryanî vd. Hıristiyan halkların mal-mülk ve bütün zenginliklerine el konularak; ulusal, toplumsal dinamikleri, tarihsel değerleri büyük oranda tasfiye edildi.
İkinci Meşrutiyet’i gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde yapılan bu soykırımda, bu cemiyetin başta gelen yöneticilerinden biri olan Talat Paşa büyük bir rol oynadı. Cemiyetin bir diğer yönetecisi Enver Paşa da soykırım baş mimarlarından biri olarak bilinirken, soykırımın en yetkili isimlerinden birisi de Cemal Paşa’dır. Katlimda bu insanlar önemli görevler üstlenirken, soykırımın 1913-1918 yılları arasında planlamasında, örgütlemesinde ve uygulamasında başrolü oynayan İttihat ve Terakki hükümeti büyük oranda Jön Türkler’den oluştu. Bunlar ise daha çok o dönemin akımlarından olan Turancılığın temsilciliğini yaptılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti aynı zamanda Osmanlı sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunu da oluştururken, günümüze kadar etkisini sürdüren “Türk Milli düşüncesi” olarak kabul edilen Kemalizm’in de kökenini oluşturdular. Bu nedenle, 1915 soykırımı; hem Osmanlı’nın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak bir suçu olduğu ortada. Ki zaten Türkiye Cumhuriyeti de kendini Osmanlı’nın mirasçısı olarak görmektedir.
Soykırımın yoğun olarak yaşandığı yerlerde, 1915 öncesinde Süryanî nüfusu şöyleydi: Azerbaycan-Kuzeybatı İran 70.000, Hakkâri ve Sınır bölgeleri 153.000, Sivas Vilayeti 25.000, Harput Vilayeti 5.000, Diyarbakır Vilayeti 60.000, Van Vilayeti 98.000, Bitlis Vilayeti 15.000, Turabdin bölgesi 200.000, Musul 100.000, Sapna 10.000, Zibar 15.000, Botan 5.000, Aşağı Pervari 5.000, Urfa 5.000, Siirt 25.000. Bağdat, Erbil, Kerkük, Basra ve çevreleri ile Antakya, Çukurova, Suriye ve Lübnan’daki Süryanî halkının nüfus bilgileri bu istatistik verilerin dışındadır.
Süryanî halkına yönelik 1915 baharından sonbahara kadar devam eden soykırımda; yaklaşık 500 bin Süryanî katledilirken, 200 bin kişi ise toplama kamplarında kaybedildi. Onlarca Süryanî şehri ve binlerce köyün yaşanmaz hâle getirildiği soykırımda bir kısım Süryanî Müslümanlaştırılarak devşirilirken, bir kısım ise canını kurtarmak için yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kaldı.
Ya bugün mü?
Sadece bir örnek bile yeter: Urfa’da 1861’de yapılan ve kentte Süryanîlere ait tek ibadethane olan Reji Kilisesi, restore edildikten sonra Eyyübiye Belediyesi’ne bağlı kültür merkezi ve Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı olarak kullanılmaya başlandı!

SONRA DA ÇERKESLER

“Siz hiç balık yemeyen bir halk tanıyor musunuz?”
“Çerkeslerin balık yemediklerini biliyor musunuz?”
Ben ana tarafımdan bilenlerdenim…
Anam da, anası da hiç balık yememişler…
“Neden” mi?
Şeyh Şamil isyanı bastırılınca, Batı Kafkasya halkının yüzde 90’ı Osmanlı topraklarına sürüldüler. Hayvan taşımakta kullanılan Osmanlı ve Rus gemileri, tıka basa “yükledikleri” Adige ve Abhazları, Karadeniz’in karşı kıyısına taşıdılar.
Çarlık Rusyası’nın askerleri, gidenler geri dönmesin diye, köylerini yaktı, yıktı, yerle bir etti. Gemilere doluşan insanların ancak yüzde 50’si ulaşabildi menzile. Gemilerde ölenler, gözyaşları içinde Karadeniz’in kara sularına bırakıldılar. Balıklara yem oldular. İşte tarihin en trajik yolculuklarından biri olan bu sürgünden sonra Çerkesler ağızlarına balık koymadılar.
Karadeniz’e kıyısı olan Adige ve Abhazya’da balıkçılık yapılmadı.
Çerkesler, Karadeniz’in balıklarında o sulara bıraktıkları canlarını gördüler. Balık yemediler, yiyemediler…
Ubıhça, “Tsıtsekun/soykırım”dan mülhem hikâye bu!
Malum: “Holocaust” denince aklımıza Yahudiler, “Meds Yeghern” denilince Ermeniler, “Seyfo” denince Süryanîler, “Tertele” denince Dersimliler gelir.
Peki, ya “Tsıtsekun”? O, Çerkes soykırımını ve sonrasında yaşanan büyük sürgünü anlatır. Kırım ve sürgün içinde kaybolmuş bir dilden, “Ubıh”çadan alınmıştır. Ubıhça sözlükteki karşılığı katliam ya da kırımdır. Ve bu nedenle de 21 Mayıs 1864, Çerkesler için dönüm noktasıdır.
Kafkasya’nın kadim halkları bağımsızlık ve özgürlük için yaklaşık üç yüz yıl direndi. Çarlık Rusyası direnişi uyguladığı vahşetle kırabildi.
Dönemin diğer iki hegemonik gücü Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere, biri sınırlarının diğeri Hindistan’ın bekçisi olarak gördüğü Çerkeslere yönelik ikiyüzlü politikalarını direniş boyunca sürdürdü.
Çerkes köylerine baskınlar yapıldı, evler içindekilerle birlikte yakıldı; ekinler atlara çiğnetildi; hayvanlar çalındı, telef edildi; ormanlar tahrip edildi; Karadeniz’den abluka uygulanarak ticaret engellendi, un ve gıda ticareti yasaklandı… İşgal edilen Çerkes köylerine Kazaklar ve Ruslar yerleştirildi.
Soykırım uygulamaları sürgünle devam ettirildi. Karadeniz sahil şeridi Çerkeslerden arındırıldı, halk Osmanlı topraklarına sürgün edildi. Ubıh, Abaza ve Adıgelerin yüzde 90’ı, yaklaşık 1.5 milyon insan sürgün edildi, sürgünlerin 500 bini yolda yitirildi. Osmanlı sürgün Çerkesleri belli bir iskân politikası ile yerleştirdi. Rumeli ve Ortadoğu’ya; Sinop’tan Reyhanlı’ya uzanan hat üzerine ve Marmara Denizi’nin Anadolu yakasına…
Tarihçi Kemal Karpat’a göre, 1859-1879 arasında sürgün edilen Çerkeslerin sayısı 2 milyon civarındadır ve bunlardan 500 bini Osmanlı topraklarına ulaşmadan yaşamlarını yitirmiştir. Trabzon’daki Rus konsolosunun yazdığı bir rapor, ölümlerin insanların tıka basa dolduruldukları gemilerden karaya çıktıklarında da sürdüğünü göstermektedir: “Trabzon’a çıkarılan 24.700 kişiden şimdiye kadar 19.000 kişi ölmüştür. Şimdi orada (Batum) bulunan 63.900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul’a götürülen 4.650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğü haberini aldım.”
Bu süreçte bazı Çerkes halkları tamamen yok olmuş, Ubıhlar yok olmanın eşiğine gelmişti. 1834 yılında nüfusları 573 bin olarak kaydedilen Adıgelerin nüfusunun 1867’ye gelindiğinde 44 bine düşmüş olması trajedinin boyutunu gösteren bir başka veridir. 100 yıldan uzun süren Rus-Çerkes savaşlarının 21 Mayıs 1864’te sona erişi, kimi Çerkes halkları ve dilleri için sonun başlangıcı olmuştu!
1864 Çerkes Soykırımı sürecinde milyonlarca insan katledilmiş, Çerkesya Karadeniz sahil şeridi boyunca; Anapa, Soğucak, Gelendjik, Tuapse ve Soçi’yi içine alacak şekilde Abhazya’ya kadar tamamen Çerkeslerden temizlenmiş, Kuzeyde Kuban nehrini takip ederek doğuda Mozdok’a kadar olan bölgede ise çok az sayıda Çerkesin yaşamasına müsaade edilmişti.
Rus Çarlığı 1567’de iskan etmeye başladığı Kazaklara ait Stanitsa’ların sayılarını artırarak 1800’lerden itibaren Çerkesya’yı tamamen ortadan kaldırmak istemiş, Soykırım sürecinde de serfliği kaldırarak özgürleştirdiği topraksız kölelerini Çerkeslerden temizlediği köy ve kasabalara yerleştirerek onları toprak sahibi yapmıştı.
Çerkesler modern dünyanın gördüğü ilk büyük soykırımın kurbanları olarak vatanlarından binlerce km uzakta ayrı devletlerin sınırları içinde kendilerine ait olmayan savaşlarda ölerek, hayatta kalanları da yeni kimlikler, kültürler ve diller edinerek yaşamaya zorlanmıştı.
1864 Çerkes Soykırımdan sağ kurtulanların topluca sürgün edilmesi halk için ikinci bir soykırıma neden olmuş, Çerkesler yıkılmakta olan bir devletin nasırlaşmış meseleleriyle bir savaştan diğerine savrularak ama bir gün Kafkasya’ya geri dönecekleri inancını hep diri tutarak, Osmanlı coğrafyasında hayatta kalma mücadelesine girişmişti.
Çerkeslerin sürgünü ile Osmanlı ordusu Türkçe bilmese de ölmeye hazır sadık askerlerle, istihbaratı gözü kara tetikçilerle, zengin haneleri de kılıç artığı yetim çocuklar ve nikahlanmayı bekleyen dul kadınlarla dolmuştu…
Çerkes soykırımıyla neticelenen Rus-Çerkes ilişkileri Çar Korkunç Ivan (1547-1584) döneminde başlamış, 1552’de Kazan’ın ve 1556’da da Astrahan’ın işgali ile güneye sarkan Rus orduları Kafkasya sınırlarını aşıp 1567’de ilk Kazak-Stanitsa’sı kurulmuştu. 1567’den itibaren işgaller adım adım devam etse de yıkım sürecinin 1700’de başladığı ifade edilebilir. 1700 İstanbul antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan Azak kalesini ele geçirerek ilk kez Karadeniz’e ulaşan Rus Çarlığı, o günden başlayarak Kırım Hanlığı ve Çerkesya topraklarına doğru sarkmış, süreçte Çarlığın kontrolüne giren ve Ruslaştırılan bölgeler de gittikçe genişlemişti.
Sürgün öncesinde Çarlık Rusya bölgede yeni kurulan  Stanitsa’da 14 bin 223 aile ve yaklaşık 85 bin nüfus yerleştirmişti. Bu süreçte kuzeyde Don Nehri’nin ağzından, güneyde Abhazya’ya, Batı’da Kerç boğazından, doğuda Hazar kıyısındaki Kuma’ya kadar olan tüm Kafkasya’da toplam 440 bin Rus-Kazak-Ukraynalı vs. iskân edilmişti.
1856 Kırım Savaşı’nı yitiren Çarlık Rusyası, ciddi bir prestij kaybına uğrayıp Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını dahi kaybetmiş, bu mağlubiyetini de Kafkasya’daki direnişe saldırarak gidermeyi tercih edip, Dağıstan ve Çeçenistan’da faaliyet gösteren İmam Şamil 1859’da esir edilmiş, Rus kolonyalizminin önünde engel olarak sadece Çerkesya ve Abhazya kalmıştı. Mücadele bu bölgelerde şiddetlenerek devam etmiş Çerkes ve Abhazların direnişi 1864’e kadar altı sene kadar daha sürmüştü.
Süreçte Çerkeslerin hızla Kafkasya’yı boşaltmalarının sağlanması için de askerî birlikler şiddet uygulamış, halk kadın ve çocuklar ayırt edilmeksizin katledilmiş, Çerkeslerin köyleri ve tarlaları yakılmış, halka aç kalıp ölmek ya da sürülmekten başka seçenek bırakılmamıştı. 21 Mayıs 1864’te Soçi sırtlarındaki Kbaada’da gerçekleşen son savaşta Çerkesler mağlup olmuştu.
Karadeniz sahillerine sürülen yüz binlerce Çerkes’in perişan hâline şahit olan Rus tarihçi Berje’nin sözleri 1864 gerçeğini gözler önüne sermiştir: “Novorosisk Körfezi’nde toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç izlenimi hiç unutmayacağım. Yılın bu sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınıyla kırılan bu halkın hâli içler acısıdır. Gökyüzünün altında çıplak arazide yırtık elbiselerinin içinde katılaşmış cesediyle yatan genç Çerkes kadının ve biri can çekişen diğeri annesinin göğsünden süt emmeye çalışan çocukların manzarası hangi kalbi sızlatmaz? Benzer pek çok sahne gördüm…”
1864 öncesinde, Osmanlı Devleti kıyılarından Rus işgalindeki Karadeniz sahillerine kayık ve sandalların gitmesi yasak iken, Trabzon’daki Rus Konsolosu Çerkesya ve Abhazya sahillerinden muhacir nakletmek isteyenlere hemen açık pasaport vermeye başlamıştı. Rus koloniyalizmi Çerkes ve Abhazlardan arındırılmış bir Batı-Kafkasya için her tür imkânı seferber edip, hayatta kalan tüm Çerkes ve Abhazları da bir an önce nakletme işine koyulmuştu.
Rus subay Ivan Drozdov, Soçi’ye ulaşmaya çalışan Çerkeslerin mahveden yürüyüşünü anlatırken: ‘Erkek, kadın, çocuk, yaşlı bir Çerkes kafile, açlıktan ve hastalıklardan bitkin cesetler hâlinde yürürken, aç köpeklerin saldırısına uğrayıp canlı canlı yeniyordu…’ ifadesini kullanmıştı.
1863-1864 kışından itibaren Çerkeslerin sürgününde ciddi artış meydana gelmiş, başlangıçta 40-50 bin kişi olacağı tahmin edilen muhacirlerin sayısı, kısa zamanda 400 bine ulaşmıştı. Takip eden aylarda bu sayı fazlasıyla artmış, vaktiyle Kafkasya’da kalabalık köy ve kasabaların bulunduğu vadiler bir insana bile rastlanamayacak derecede ıssızlaşmıştı.
Aralık 1864’te sadece Trabzon’a sürülen Çerkes muhacir sayısı 100 bini geçmiş, çoğunun üzerinde giyeceği bir parça elbisesi bile olmayan, salgın hastalıklara yakalanmış bu kadar insanı Trabzon gibi nüfusu o dönem 10 bini geçmeyen bir şehirde barındırmak da mümkün olmamıştı.
İtalyan Dr. Barozzi’nin komiser olarak görev yaptığı Trabzon ve Samsun’a yaklaşık olarak 350 bin Çerkes getirilmiş, fakat sadece Trabzon’da hastalık, açlık ve sefalet yüzünden 35 bininin öldüğü kayıtlara geçmişti.
1864’ün ekim sonuna kadar sürülenlerden 40 bini Trabzon ve 60 bini de Samsun’da olmak üzere 100 binden fazla Çerkes ölmüş, şehirlerin çevresi Çerkes mezarlıkları ile dolmuştu. Trabzon kıyılarına ayak basan muhacirlerin sayısı yaklaşık olarak 220 bini bulmuş ve bunlardan dul ve yetimler başta olmak üzere yaklaşık 10 bini açlık ve hastalıktan ölmektense köle olarak satılmak zorunda kalmıştı.
Osmanlı Hükümeti, muhacirlerin dağınık şekilde iskân edilmelerini benimsemiş olmakla birlikte, Çerkeslerin toplu hâlde iskân edilmelerinin siyasi ve askerî yönden uygun bulunduğu Sivas-Kayseri arasında yer alan Uzunyayla’da, Düzce-Adapazarı ve Güney Marmara’da toplu iskânlara da izin vermişti.
Devlet-i Ali’nin iskân siyasetinden Çerkeslerin payına düşen devletin bekası için gerekli görülen bölgelere iskân edilmeleri olarak gerçekleşmişti. 1864-1877 döneminde sadece Rumeli’nde iskân edilmiş olan Çerkes sayısı yaklaşık 400 bin olarak ifade edilmiş, Kemal Karpat tarafından verilen bilgilere göre 1860’lardan itibaren Kafkasya’dan sürülen Çerkeslerin sayısı 1.2 milyonu bulmuştu. Çerkesler kafileler hâlinde sürgün yollarına düştüğünde, Osmanlı Hükümeti kaybedilen savaşlarla azalan Müslüman nüfusu tahkim etmek, çıkması muhtemel bir büyük savaş öncesi Anadolu’da safları sıklaştırmak ve elde kalan topraklarda Müslüman çoğunluğu sağlamanın telaşıyla derin bir iskân siyasetini uygulamaya koymuştu.
Sinop’tan başlayarak, Samsun, Amasya, Çorum, Yozgat, Tokat, Sivas, Kayseri, Maraş, Adana, Antakya, Hama, Humus, Şam, Golan Tepeleri, Amman ve Akabe’ye kadar olan, Karadeniz’den Kızıldenize uzanan 1900 km’lik hat üzerinde en uzak köyler arası mesafe atla bir günde ulaşılmak kaydıyla Çerkesler iskan edilmişti.
Çerkesler, hep muhacir olarak kaldılar…
Ve “muhacir” isen geldiğin yeri, soykırımı hatırlamana da gerek yoktur!

BİRKAÇ ŞEY DAHA

Egemenlerin azınlıklara yaşattıkları trajedi konusunda Étienne de La Boétie’ın, “Dünyada hiçbir şey haksızlık kadar doğaya aykırı değildir,” uyarısının altını çizerek ekleyelim:
Etnik farklılıklar özünde çelişkili farklılıklar değildir. Ancak, etnik farklılıklar, belli toplumsal koşullarda bir karşıtlığa dönüştüklerinde karşımıza özel bir durum çıkıyor…
Etnik farklılıklar, bireyin istese de terk edemeyeceği kimi “organik” özelliklerden kaynaklanır. Birey ait olduğu etnik kimliğini yok edemez, örneğin, Han, Kürt, Türk, Roman olmaktan vazgeçilemez. Buna karşılık, “çelişkinin” (karşıtlığın) taraflarından birinin varlığı öbürünün varlığına bağımlı değildir. Bu nedenle etnik farklılıklar bir etnik karşıtlığa dönüştüğünde karşımıza özgün bir durum çıkıyor. Bu durumu, Zizek’in, Kant’tan aktardığı “antinomi” kavramının yardımıyla düşünmeyi deneyebiliriz.
“Antinomi”, taraflarından birinin öbürüne indirgenemediği, diyalektik bir senteze ulaşılarak aşılamayan bir çelişki, karşıtlıktır. Bir “antinomi” ile karşı karşıya olduğumuzda, bu karşıtlığı eleştirmeye, başlarken onu oluşturan unsurların özelliklerinden hareketle değil, bir üçüncü noktadan yaklaşmak (“parallax” bakış) gerekecektir. Örneğin, bugün karşımızda, bir taraftan bakınca “Kürt sorunu”, öbür taraftan bakınca “Türk sorunu” olarak görülen bir karşıtlık var. Bu karşıtlığa yönelik radikal bir eleştiri, tarafların “sorun” algısının dışında üçüncü bir noktadan bakan bir yaklaşımı gerektiriyor.
Yoksa, “çözüm” seçenekleri karşımıza, ilişkinin, parçalanması (ayrılma) ya da taraflardan birinin yok olması (asimilasyon) ile sınırlanmış olarak çıkabilir. Üstelik şiddet içeren bu iki “seçenek”, asla “sorunu” ortadan kaldıracak bir kesinliğe ulaşamayacak, en fazla karşıtlığı geçici bir süre, şiddet kullanarak bastıracaktır.
Üçüncü bir noktadan hareketle, dışından, eleştirildiğindeyse, bu “antinomi” yönetilebilir (yapının istikrarını bozmayacak, egemenlik ilişkilerini koruyacak bir düzeyde tutulabilir) ya da tümüyle ortadan kaldırılabilir…
Etnik karşıtlığı (antinomiyi), kimi reformlarla da sonsuza kadar biteviye yönetmeye kalkarak Sisifus’un yükünü üstlenmek yerine, reformlara ek olarak ortadan kaldırmayı amaçlamak daha gerçekçi bir seçenek olabilir. “Üçüncü noktayı” bir başka kimlikte değil, etnik kimlikler arası ilişkiyi, karşıtlığa dönüştürerek bir antinomiye yol açan, maddi koşullarda, yapının ekonomi politiğinden kaynaklanan çelişkilerde arayabiliriz.
Eğer bu saptama doğruysa, antinomiye dönüşmüş etnik karşıtlığa, gerek reformlar yoluyla yönetmek, gerekse ortadan kaldırmak için, yaklaşırken, öncelikle kapitalizmi, varsa feodal ilişkileri, bunlar üzerinde yaşayan emperyalist süreçleri eleştirmek gerekecektir.
Aksi takdirde, yasal, kurumsal, ne kadar kapsamlı, ayrıntılı düzenlemelerle (reformlarla) yönetilirse yönetilsin, toplumsal zenginliğin üretiminden, bölüşümünden, bunu sağlayan siyasi yapı içindeki konumlardan (sınıfsal farklılıklara) kaynaklanan çelişkiler, kaynakları anlaşılamadığı takdirde; etnik kökenli eşitsizlikler olarak görülebilecek, gösterilebilecek, böylece etnik gruplar arası ilişkiler, özellikle, gelir dağılımının bozulmaya, ekonomik güvensizliklerin artamaya başladığı dönemlerde, kolaylıkla “antinomiye” dönüşecek, dönüştürülecek, bir kez dönüştükten sonra, yapılmış tüm reformlara karşın, ekonomi politikten gelen maddi belirleyiciler ortadan kalkmadıkça, yok olmayacaktır.
Bir başka deyişle çözüm, “farklılıklar”ı değer kabul eden eşitlikçiliktedir.
Ve bir şey daha…
Henry David Thoreau, “Azınlık çoğunluğa ayak uydurduğu sürece güçsüzdür; hatta artık azınlık bile değildir,” derken ekler Yaşar Kemal de: “Haklı azınlık, haksız çoğunluktan daha güçlüdür.” o
23 Mart 2021, İstanbul.

Kent(in) ve Kanal(ın) soru(n)ları / Sibel Özbudun-Temel Demirer

“Şehir bir söylemdir;
bu söylem de
gerçekten bir dildir.”

“Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor. Hava yok, havasızlık var. Yağmur yok, asit yağmuru var. Parklar yok, park yerleri var. Eşler yok, ortaklar var. Uluslar yerine, şirketler var. Yurttaşlar yerine, tüketiciler var. Şehirler yerine, yığılmalar var. Bireyler yok, dinleyiciler var. Gerçekler yok, reklamlar var. Vizyonlar yok, televizyonlar var. Bir çiçeği övmek için, ‘plastik gibi’ deniyor,” diyor ve ekliyor Eduardo Galeano:
“Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar.
Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler, şimdi biz onlar için çalışıyoruz.
Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiklerimiz açlığı çoğaltıyor.
Kendimizi savunmak için icat ettiklerimiz bizi öldürüyor.
Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz kılıyor.
İletişim kurmak için icat ettiğimiz iletişim araçları, ne bizi dinliyor ne de bizi görüyor.
Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyor.”
Evet, şehirler bizi yalnızlaştırıyor; “Şehirlerimiz birer kâbusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, saraylar ya da mezarlar, zafer alanları ya da amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze hakaret ediliyor, kulağımız sağıra çevriliyor ve koku duyumuz umutsuzluğa kapılıyor, yakında kendimize, düzen neye yarar diye sorar hâle geleceğiz,” ifadesindeki üzere Albert Caraco’nun…
Bu işin bir yanı, bir de kapitalist rantın yıkımı var!
Kent(ler)in sürdürülemez kapitalist kıskaçtaki yıkımıyladır ki Jean Paul Sartre, “Kentler insan türünün cehennemidir”; Charles Bukowski, “Kentler, insanları öldürmek için inşa edilirler”; Antonio Gramsci, “Şehir, yaratmaz; tüketir,” derlerken ekler Percy Bysshe Shelley de: “Cehennem, Londra gibi bir şehir”…
Kapitalist “Kent, insanların yaya olarak yürüdükleri, obje yığınlarının önünde ve içinde buluştukları, faaliyetlerinin sonuçlarını göremeyecek şekilde çaprazlama temas kurdukları, öngörülemeyen durumlar meydana getirecek şekilde kendi durumlarını karmaşık hâle getirdikleri yerdir.”
John Zerzan’ın, “İlk kentler, İ.Ö. 4000 civarında Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıktı; yeni bir tarımsal değerler sistemi tarafından yaratılan üretim fazlasını, hâkim bir azınlığın ellerine akıtmak için politik araçların tertip edildiği bir dönemde yaratıldı kentler,” ifadesindeki üzere “Bedensel ve zihinsel emek arasındaki en önemli bölünme kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasında barbarlıktan uygarlığa, kabileden devlete, yerellikten ulusa geçişle birlikte başlayan karşıtlık, uygarlık tarihi boyunca devam ederek günümüze kadar gelmiştir.
“Kentlerin ortaya çıkışı, aynı zamanda yönetim aygıtını, polisi, vergileri vb; kısacası belediye teşkilâtını, dolayısıyla da genel olarak siyaseti zorunlu kılar. Burada, ilk kez, nüfusun iki büyük sınıfa bölündüğü açıkça görülür ve bu bölünme doğrudan doğruya işin ve üretim araçlarının bölünmesine dayanır.
“Kent aslında zaten nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, zevklerin ve ihtiyaçların bir merkezde toplanması olgusudur. Oysa kır açısından bunun tam tersi söz konusudur: İzolasyon ve dağınıklık. Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesi içinde var olabilir. Bu karşıtlık, bireyin iş bölümüne, kendisine dayatılan belirli bir faaliyete tabi kılınmasının en keskin ifadesidir.
“Birini sınırlı bir kent-hayvanına, diğerini sınırlı bir kır-hayvanına dönüştüren ve ikisinin çıkarlarının karşıtlığını her gün yeniden üreten bir tabi kılmadır bu. Burada emek yine en başta gelen şey, bireyler üzerindeki güçtür ve bu güç var olduğu sürece özel mülkiyet var olmak zorundadır.
“Kent ile kır arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması, topluluğun ilk koşullarından biridir. Bu koşulun kendisi de, herkesin ilk bakışta görebileceği gibi, tek başına iradeyle yerine getirilmesi mümkün olmayan birçok maddi önkoşula bağlıdır (bu koşulların henüz geliştirilmesi gerekmektedir).
“Kent ile kırın ayrılması, sermaye ile toprak mülkiyetinin birbirinden ayrılması olarak, sermayenin toprak mülkiyetinden ayrı ve ondan bağımsız olarak gelişmesinin başlangıcı, yalnızca emeğe ve mübadeleye dayanan bir mülkiyetin başlangıcı- olarak da ele alınabilir.”
Tam da bu çerçevede “İşçi sınıfının en çalışkan tabakalarının çektiği açlık sancısı ile, zenginlerin kapitalist birikime dayanan, kaba ya da ince aşırı tüketimleri arasındaki yakın ilişki, ancak ekonomik yasalar bilinince kendini ortaya koyar. Ama ‘yoksulların barınması işinde’ durum böyle değildir. Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üst üste yığıldıklarını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için iş hanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer.”
Hâl bu merkezdeyken; kent(ler)in politik iktidarı “mutlu azınlık”ın elinden alınıp, emeğe devredilmedikçe her şey Maksim Gorki’nin, “Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları… Size bu ölü yaşamı hazırlayan ‘sermaye sahibi egemen sınıftır’ bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir,” ifadesindeki üzere olmaya mahkûmdur.

KAPİTALİZM KISKACINDA KENT(LER)

Evet kentler, özellikle de metropoller sınıfsal çelişkilerin en yoğun hissedildiği, hiyerarşilerin en belirgin açığa çıktığı yerlerdir. Üretimin ağırlığının sanayiden hizmetlere kaymasıyla rant, sömürü, artık değere el koyma en yaygın biçimde kent merkezlerinde gerçekleşir.
Kapitalizmin kentleri pazarlamasına bağlantılı olarak büyük projelerin gündeme geldiğini ve “kentsel dönüşüm süreci” retoriğinin öne çıktığını görüyoruz.
Bununla paralel devreye giren “mutenalaştırma projeleri”yle yoksullar gibi kendi mahallelerinde “fazlalık” gibi görülmeye başlanıyor. Bu aynı zamanda kentin içinde de sürekli bir devinimi, yeniden üretiyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de sınıfsal çatışmanın/ayrışmanın temel dinamiklerinden birini oluşturuyor.
Bundan ötürüdür ki, Gezi/Haziran başkaldırısındaki üzere öfke ve tepki de küresel kapitalizmin sinir merkezlerinde yoğunlaşıyor. Üretim birimleri küçüldüğü için emekçiler ve ezilenler arasında ortak bir ruh hâli, dayanışma ilişkilerinin biçimlendirdiği mekânlara dönüşüyor kentler. O hâlde denilebilir ki, günümüzde kentler bir bütün olarak toplumsal yaşamı belirlemektedir.
Prof. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan’ın, “Neo-liberal kentleşme dünyanın pek çok coğrafyasında olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin yapısını değiştirdi. Kentin değerli görünen bölgelerinde oturan yoksul insanlar yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılıyor ve bu insanların boşalttığı yerlerde yapılan yeni konutlar büyük paralara satılıyor,” notunu düştüğü tabloda görmeyen, bilmeyen yok gibi…
Hatırlayan vardır elbette: David Harvey, Türkiye’ye gelerek verdiği konferanslarda, kapitalizmin bugün ayakta kalma yolunda en çok “kentlere oynadığı”nın altını kalınca çizmişti. Kentsel dönüşüm projeleri, yani bizdeki yaygın-popüler kullanımıyla “TOKİ”lerin esbab-ı mucibesi ona göre esasen buydu.
Kriz dönemlerinde bu sistem, insanları kredi (yani borç) ile konut sahibi olmaya özendiriyor, böylece konut üretimi ile sermaye birikimini dengeliyordu. Bu şekilde halkın ihtiyaç ve arzularını karşılama kisvesi altında aslında sermayenin çıkarları gözetiliyor, tabii sonuçta kentler felaket bir görüntü kazanıyor, yaşanmaz hâle geliyor.
2000’lerin başında insanlığın vardığı metropolleşme düzeyi artık korkunç bir seviyeye ulaştı. Kırsal alanları yaşanmaz hâle getirip yoksullaştırarak insanları kentlere yığan sistem, muazzam nüfus birikmelerine yol açarak dünyayı yeni soru(n)larla karşı karşıya bırakıyor.
Örneğin trafik yoğunluğu, bazı mega kentlerin 20 milyonu aşan nüfuslarının en ciddi sorunu. Tokyo, Pekin, Yeni Delhi, Mumbai, İstanbul, Londra, New York, Mexico City gibi kentlerde sabah işe gidiş saatleri birçok insanın kâbusudur.
Türkiye’de toplamda 2020 itibarıyla 23 milyon 245 bin 409 araç var. Ortalama her ay Türkiye’de 85-95 bin arası araç trafiğe giriş yapıyor. Yerkürede ve coğrafyamızda artan araç sayısı aynı zamanda atmosfere salınan sera gazlarının yarattığı kirlilik ile ısınma ciddi bir soru(n) kaynağıdır.
Evet dünya nüfusunun büyük kentlere doğru yığılması, çözülmesi zor sorunları da beraberinde getirerek ekolojik sistemin çöküşüne zemin hazırlıyor.
Kolay mı? Birleşmiş Milletler’in (BM) tahminlerine göre dünya nüfusu, 2050’ye kadar 9 milyara ulaşacak ve bunların üçte ikisi şehirlerde yaşayacak. Bu nedenle şehirler altyapı, uygun fiyatlı konut, su, sanitasyon, istihdam, sağlık hizmetleri ve ulaşım gibi taleplerin yoğunlaşmasına sahne olacak ve soru(n)lar acilleşecek.
Dünyanın en kalabalık kentleri, Tokyo, Yeni Delhi, Shangai, Mumbai ve Sao Paulo’yken; BM, 2050’ye kadar Hindistan, Çin ve Nijerya’nın kırsal bölgelerinin büyük bölümünün kentleşeceği ve 2 buçuk milyar kişinin daha kentli nüfusa ekleneceğine dikkat çekiyor.
Yerküre nüfusunun yüzde 54’ünden fazlası kentlerde yaşıyorken; 1970’lerin başında bu oran yüzde 36 düzeyindeydi.
Yani kapitalist sermayenin yapısal krizi içinde merkezîleşme ve yoğunlaşma, ucuz iş gücü ararken tüketimi hızlandırma eğilimlerinin güçlenmesiyle kırlar boşalırken, kentsel nüfus büyüdü ve mega kentlerin sayısı 1990-2016 kesitinde ikiye katlandı.
Nüfusu 10 milyonu geçen kentlerin sayısı 1990’da 10’dan 2014’te 28’e; nüfusu 5-10 milyon arası kentlerin sayısı ise 293’ten 517’ye yükseldi, ama!
Bunun bir de “Ama”sı var ki, o da şöyle: ‘Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) raporuna göre 1.2 milyar insan sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum. Önlem alınmazsa bu rakamın 2025’te yüzde 30 artarak 1.6 milyar insana ulaşacağı öngörülüyorken; “2050’ye gelindiğinde 2.5 milyar insan daha şehirlerde yaşayacak ve bu artışın yüzde 90’ı Asya ve Afrika kıtalarında gerçekleşecek,” uyarısını dillendiriyor WRI Global Direktörü Ani Dasgupta…
“Ya coğrafyamız” mı?
1950’de ülke nüfusunun yüzde 7.5’i megakentte yaşarken bu oran yüzde 18.3’e çıkmış durumda. Türkiye’deki her 4 işsizin birine ev sahipliği yapan İstanbul’da yaşamak yoksul için adeta çile…
Kentin, 2019 için tahmini nüfusu 15 milyon 232 bine yükselmiş durumdayken; uzmanlar İstanbul’un hafta içi nüfusunun 20 milyona dayandığı görüşünde birleşiyor. Böylece 81 ilin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i tek bir ile sığmaya çalışıyor. Bu durumun ilave maliyetleri ise trafik sıkışıklığı, hava kirliliği ve strese bağlı hastalıklar oluyor. Hükümet gelecekte ortaya çıkacak daha büyük sorunlardan habersiz görünüyor. Zira son olarak Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler gündemde…

DURUM(UMUZ)

AKP nasıl Türkiye’yi yönetemez hâle geldiyse, Kadir Topbaş’ın Belediye Başkanı olduğu döneminde de İstanbul yönetilemez duruma gelmişti.
Topbaş döneminin genel özelliklerinden belki de en öne çıkanı “tepeden inmeci” yaklaşımdı. “Ben yaptım oldu” anlayışı, keyfiliği getirdiği gibi, kamusal müdahalelere de ket vuruyordu. Bu dönemde kentsel dönüşüm projeleri kapalı kapılar arkasında, AKP’ye yakın inşaat şirketlerine ihale edildi. İnşaat önceliğine teslim edilen şehirde, imar kuralları yok sayıldı, güç sahipleri kayırıldı, yoksul yurttaşlar dışlandı. Tarlabaşı örneği, bunun kanıtıdır. Yine bu dönemde eşsiz kültürel miras eserleri, kötü restorasyon çalışmalarına kurban edildi.
İstanbul, bu dönemde betonlaştırıldığı gibi aynı zamanda da ruhsuzlaştırıldı. Yönetimde, milyonlarca yurttaşın yaşamını kolaylaştırmak değil, ranttan daha fazla nemalanmak amaçlandı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin, “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor,” sözlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 43 proje, 68 şirket ve 15 kamu kurumu paydaşı olduğunu ekleyerek düşününce, ortaya “büyük resim” çıkmış olur.
Topbaş; Kuzey Ormanları’nda havalimanı yapmak için başlatılan ağaç kıyımından kaçan yaban domuzlarının Boğaz’ı geçmeye çalışmasından da, artan inşaatların yarattığı titretişimden rahatsız olup kendilerine yeni yuva arayan kirpilerden de sorumlu. İstiklal Caddesi’nin yeni hâlinden de İstanbul’a bin 75 adet 47 metre veya daha uzun’ bina yapılmasından da sorumlu.
Topbaş döneminde işlenen kent suçlarını hatırlarsak: Yeşil alanlar ve deprem toplanma alanları rant nedeniyle imara açıldı. 17 Ağustos 1999’da on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği Gölcük depreminin ardından ‘Afet Acil Eylem Planı’ çerçevesinden belirlenen toplanma alanlarının tamamına yakını peşkeş çekildi. 493’ten 77’ye düşen alanların birçoğuna AVM’ler ve gökdelenler inşa edildi.
İstanbul’da çeşitli projeler gerekçe gösterilerek milyonlarca ağaç yok edildi. Bu kıyımdan en fazla Kuzey Ormanları etkilendi. Tüm itirazlara rağmen, 3. Köprü’nün inşası için İstanbul’un doğasına, su kaynaklarına ve yaban hayatına geri dönüşü zor zararlar verildi. Kuzey Ormanları’ndaki talan, köprüyle sınırlı değildi. Bir ÇED’i bile olmayan Kuzey Marmara Otoyolu için yüzbinlerce ağaç kesildi. Bağlantı yollarıyla kentin kuzeyi yapılaşmaya açıldı.
Üçüncü Havalimanı için “doğa katliamı”na devam edildi. Üç devlet bankasının dört yılı ana para ödemesiz, toplam 16 yıl vadeli olmak üzere 3 milyar avro kredi açtığı proje, dünyanın en önemli kuş yollarından birinin ortasına yapıldı ki, bu milyonlarca kuşun ölmesi anlamına geliyordu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, bir soru önergesine verdiği yanıtta, üçüncü havalimanı için 2 milyon 330 bin 12 ağacın kesileceğini açıklamıştı.
İstanbul’daki dolgu alanlarının büyüklüğü yüzölçümü 2 bin 34 kilometrekare olan Heybeliada’yı geçti. Boğaz’a yapılan kazıklı dolgularla da kıyılardaki beton yollar genişletildi. İstanbul Boğazı’na 7 proje yapıldı ve Boğaz’da 266 bin 100 metrekarelik dolgu alan oluştu. Örneğin Yenikapı sahilinde yaklaşık 90 futbol sahasına tekabül eden 546 dönümlük alana yapılan dolgu çalışmalarına 2013’te başlandı. Dolgu, Tarihî Yarımada’nın siluetini ve ekosistemini bozdu ve yaklaşık 40 milyon dolara mal oldu.
İBB’nin çılgın projelerinin bir diğeri de Maltepe Sahili’nin doldurulması oldu. Dolguyla birlikte sahile büyük zararlar verildi, ortaya devasa rant alanları çıktı.
İBB ile Üsküdar Belediyesi’nce yapılan Üsküdar Meydan Projesi kapsamında, denizi doldurmak için bölgede kazık çakma işlemi gerçekleştirildi. Kazıklar nedeniyle, Mimar Sinan tarafından inşa edilen 500 yıllık Şemsipaşa Camii (Kuşkonmaz Camii) duvarlarında çatlaklar oluştu.
Üsküdar’daki doğal SİT alanı Küçükçamlıca Korusu’na televizyon kulesi yapımına Topbaş döneminde başlandı. 369 metre yüksekliğe sahip kule İstanbul’un ve Boğaz’ın silüetine büyük zarar veriyor. Mimarlar Odası’nın tüm uyarı ve itirazlarına karşı inşa edilen kule, kentin tarihî dokusuna hançer niteliği taşıyor.
İstanbul’un “kültürel merkezi” olan Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi, AKP ile birlikte şantiyeye döndü. Tarihî binaların rant için yıkıldığı cadde, betonlaştırılmış durumda. Topbaş’ın İBB’sinin caddenin tarihî dokusuna ilk müdahalesi 2005’te ağaçların sökülmesi ile oldu. Bu zamandan caddenin ve Beyoğlu’nun çehresi değiştirildi.
İstanbul’un meydanları tahrip edildi.
İstanbul’da kişi başına düşen kent içi yeşil alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na göre 7.57, İBB’ye göreyse 8.41 metrekare. Rant projeleri nedeniyle İstanbul’daki en küçük yeşil alan dahi betonlaştırılıyor. Şehrin birçok noktasında bir biri ardına gökdelenler yükseliyor.
Topbaş’ın İmar ve Bayındırlık Komisyonu’na yaklaşık 20 bine yakın dosya havale ettiğini düşününce, azalan yeşil alanlardaki sorumluluğu da açığa çıkmış oluyor. Plansız, programsız kent politikaları şehri betonlaştırdığı gibi, bilimsellikten de uzaklaştırdı. En ufak yağışta sellerin yaşanmasının nedeni de budur.
Sözü edilen kesitte; İstanbul’daki 121 gökdelenden 117’si AKP dönemde yapılmıştı.
‘Cushman & Wakefield’in ‘Avrupa Alışveriş Merkezleri Geliştirme Raporu’nun sonuçlarına göre, 2018’de Avrupa’da 2.6 milyon metrekare genişliğinde AVM açıldı. Açılan AVM’lerin 525 bin metrekaresi Türkiye’dendi.
2014’te 111’i İstanbul’da olmak üzere Türkiye genelinde 361 AVM bulunuyordu. 2019 Temmuz’u itibariyle bu sayı 432’yi buldu. Toplam AVM alanı da yaklaşık 7 bin futbol sahasına eşdeğerdi.
Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “İhanet ettik, dikey yapılaşmadan yana değilim,” dediği İstanbul’da İBB ve bakanlıklar, kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi; ayrıcalıklı imar hakları tanıdı. Bununla da yetinmeyen şirketler, ayrıcalıklı imar haklarının kat kat üstüne çıktı. Şehir genelinde 12 milyon 400 bin metrekare fazladan inşaat yapıldı. Fazladan yapılan bu inşaatlardan tam 240 milyar 234 milyon 265 bin lira haksız kazanç elde edildi.
Evet İBB ve bakanlıkların kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi ve ayrıcalıklı imar hakları tanıdı!
Bu kadar değil; işte birkaç örnek daha!
i) İBB’ye bağlı şirket tarafından işletilen kafe 538 yıllık surları tahrip etti. Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surların dibinde, Gülhane Parkı’nın içinde, İBB’ye bağlı Beltur tarafından işletilen Kandil Kafe’nin 538 yıllık surlara zarar verdiği ortaya çıktı. İstanbul 4 No’lu Koruma Kurulu, alanda kaçak yapılaşma olduğuna dikkat çekerek suç duyurusu yapılması gerektiğini belirtti. Kurul, “Telgrafhane binasındaki tarihi dokuya aykırı uygulamalar eski hâline getirilmeli. Can güvenliği önlemleri de alınmalı,” dedi.
ii) İstanbul’da boş ve yeşil alanlar yok denilecek kadar azaldı. Şehirdeki en yeşil alanlar ise mezarlıklar. Herkesin gözü kentin elde kalan son boş alanları ve kamu arazilerinde. Değeri her geçen gün artan bu alanlar aynı zamanda kupon arazi niteliğinde. AKP hükümeti şehirdeki kamu kuruluşlarına ait bu arazileri ya bir bir satıyor ya da yapılaşmaya açıyor. Askerî alanların şehir dışına taşınması kararıyla da birçok değerli araziyi bekleyen gelecek merak konusu. Yeşil kalacağı söylenen askerî alanların bir kısmı imara açıldı bile.
iii) İBB’de AKP’li meclis üyelerinin oylarıyla kabul edilen teklife göre, arsası uygun okullar yıkılacak, otoparkla birlikte yeniden yapılacak.
iv) Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu üniversitenin kiraladığı binaya kimse dokunamıyor. İstanbul’da yaşayan yurttaşların binalarına bir çivi çakmasına izin verilmezken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’nin Esenler’de kiraladığı binaya çıkılan kaçak kat bir türlü yıkılamıyor. Esenler Belediyesi, kaçak kat hakkında yıkım kararı verdi ancak yıkım yapılmadı. Mülk sahibine verilen para cezası da mahkeme tarafından iptal edildi. Esenler Kaymakamlığı da belediye yetkilileri hakkında soruşturma yapılmasına bile izin vermedi. Esenler Belediyesi’nin meclis üyesi Kemal Şahin, “Üstelik binanın tam karşısında zabıta noktası var,” dedi.

“KANAL” MI?!

“Tabuta çakılan son çivi” ya da “Marmara için beka sorunu” veya “Mega Rant ve Soygun”, “İhanet”, “Amerikan projesi,” vurgularıyla betimlenip; “Ya Kanal, Ya İstanbul!” ikilemi ile tanımlanan “Kanal İstanbul!” rantsal ekonomiye dayanarak iktidara tutunan AKP’nin yeni tezgâhı…
Ekonomik kriz ve inşaat stoklarının eritilememesiyle inşaatta rantın azalmasından ötürü devreye sokulup, inşaat sektörünü “şaha’” kaldıracağı var sayılan “Kanal İstanbul” insan(lık)a, doğaya, İstanbul’a rağmendir…
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul’u yapacağız, inadına yapacağız,” ifadesinde somutlanan dayatmanın; emekçilere yıllar boyu sürecek bir yük getireceği; bugüne dek yapılan müşteri garantili köprü, otoyol, havalimanı, şehir hastaneleri ve enerji üretimleri hatırlandığında bir “sır” değildir!
Kaldı ki TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun, “Başka bir İstanbul daha yok”; “Kanal İstanbul’u, istemeyin”; Milletvekili Abdüllatif Şener’in, “10 milyarlarca dolar masraf olacak bir projedir. Yapılmasının hiçbir mantığı yoktur”; Fikri Sağlar’ın, “Türkiye için ‘Kanal İstanbul’ gereksiz bir projedir,” diye mahkûm ettikleri “Kanal İstanbul”, doğanın ve doğal kaynakların ekonomik kazanç için, şirketlere ve şahıslara hizmet vermek amacıyla katledilmesi olarak betimleniyor. Çünkü “Kanal İstanbul”, tekno-politik ve sosyo-ekolojik alan ile çevre politikalarının kesişip birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği politik bir projedir ve nihai kertede de işlevsizdir!
Hatırlatalım: “Kanal İstanbul”un gündeme geldiği 2011’de “Bu, soygun düzenini çılgınca sürdürecek bir projedir. Daha akılcı bir yol bulabilirsin. İstihdam yaratan, işyeri sahiplerine, KOBİ’lere atölyelere, fabrika sahiplerine yeni yeni istihdam oluşturabilecek imkânları verebilir ve bir işsize, bir aç insanımıza bir ekmek kapısı bulabilirsin. Bunlara kafa yoracağın yerde, akılcı politikalar üreteceğin yerde, çıldırmış bir toplumu çılgınca projelerle niye kandırıyorsun Sayın Başbakan?” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli AKP ile ittifakı sonrasında Kanal İstanbul’a karşı çıkanları “şuursuz ve gayri milli” olarak “suçlamış”tı!
Tarık Şengül’ün, “Milli projenin çıkış noktası ABD, varış noktası Katar!” biçiminde formüle ettiği hakikâti “Kısaca özetlemek gerekirse; New York’ta bir Dernek 23 sayfalık raporuyla, Michigan Üniversitesi’nde iki mimar 16 kişilik yüksek lisans öğrenci projesiyle, İstanbul’un kuzeyini ve finansman modelini şekillendirdiler. Alıcıların ise Katarlı olduğu anlaşılıyor. Olay İstanbul’da geçiyor. Yerli ve milli projenin ortaya çıkış hikâyesi böyle…”
Elbette bu hikâyenin arka planında boylu boyunca sermaye talanı yatıyor!
Örneğin “Kanal İstanbul” güzergâhında mülkiyet tartışmaları sürerken, bölgede Kuveyt devleti vatandaşı iş insanı Wael N Y Alnusef’ın şirketinin 53 dönüm, Suudi Arabistanlı iş insanı Sulaıman Al Muhaıdıb’ın da 9 dönüm arazi aldığı ortaya çıktı.
İBB Meclis üyesi Nadir Ataman “Nerdeyse bir arap kantonu kuruluyor. Kanal İstanbul’un etrafı rant pazarına dönmüş” tepkisini gösterirken; İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, proje güzergâhında en büyük arazisi olan 3 şirketin de Arap şirketi olduğunu açıklayıp, “2011’den bu yana arsa hareketi tam 30 milyon metrekareyi bulmuştur. Tarım alanı olan bu alanlara bu ilgi niye? Bölgede en büyük arazisi olan ilk 3 şirket de Arap şirketi. Bizden detay isterlerse paylaşırız,” diye ekledi.
Meseleye ilişkin bir şey daha: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, “Kanal İstanbul” güzergâhında yaklaşık 13 dönümlük araziyi Erdoğan’ın projeyi duyurduğu 2011’den bir yıl sonra satın aldı. Hâlen tarla vasfında olan arazinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “Kanal İstanbul” için değişiklik yapılan planda “konut alanı” sınırları içinde kalması dikkat çekti!
Özetle AKP’nin coğrafyamızda yarattığı yıkımların bir “yeni” örneği olarak “Kanal İstanbul”un maliyeti bilim insanlarının raporlarda net biçimde ortaya konmuş bir cinayetten başka bir şey değildir.
“Kanal İstanbul” projesi İstanbul’un giderek yok edilen su havzalarını ve ormanlarını neredeyse tümüyle ortadan kaldıracak. Ayrıca Kanal açılmasıyla yüz binlerce yılda oluşmuş deniz ekosistemi de yerle bir olacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hayalim”, uzmanların ise “Bölgenin ekolojik dengesini bozar” dediği “Kanal İstanbul”a dair açıklanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) mega projenin İstanbul’u susuz bırakacağına dair görüşü yer almadı. DSİ’nin görüşü yerine, konuyla alâkâsız görüşü raporda konuldu! Yani DSİ’nin, “Kanal İstanbul”un “Terkos Gölü ve Sazlıdere Barajı’nı devreden çıkaracağına” dair görüşü, ÇED raporunda dikkate alınmadı…
Jeofizik Mühendisi, Sismoloji Doktoru Savaş Karabulut’un, “Kanal İstanbul projesinin ÇED raporu bilimsel bir yöntemle değil, öznel değerlendirmeyle hazırlanmıştır,” notunu düştüğü şaibeli “Kanal İstanbul”un ÇED raporunu hazırlayan Çınar Mühendislik ve Müşavirlik Şirketi de tartışmalıdır!
Söz konusu “Kanal İstanbul” ÇED raporuyla ilgili olarak Yüksek Çevre Mühendisi Sezer Arslan’ın hazırladığı inceleme notunda şu noktalara dikkat çekildi:
i) Günde 850 bin metreküp kazı yapılacak: Proje alanı 13 milyon metrekare olarak belirlendi. Buna göre projenin tamamlanması için en kısa süre 4 yıl olarak hesaplanırken, bu sürenin 7 yıla kadar çıkabileceği belirtiliyor. Bu durumda yıl içerisinde çalışılmayan süreler dikkate alınırsa günde ortalama 800 bin 850 bin metre küp kazı, nakliye ve denizle depolama yapılması gerekiyor. Bu boyuttaki kazı çalışması için açık maden ocaklarında çalışan devasa kazıcı ve kamyonların kullanılması gerekecek.
ii) Tarım ve su alanları kaybolacak: Proje alanında yer alan tarım arazileri, mera, biyoçeşitlilik alanları, içme ve sulama suyu alanları, özel orman alanlarının tamamı özelliklerini kaybederek hem uluslaslararası sözleşmeleri (Biyoçeşitlilik Sözleşmesi) aykırı davranılmış olacak hem de ulusal mevzuata (Anayasa, Su Kanunu, Mera Kanunu, Çevre Kanunu) aykırı işlem yapılmış olacak. Projeyle Gala Gölü Milli Parkı, Sazlıdere Barajı, Terkos Gölü etkilenecek.
iii) Günde 10 bin 965 kilogram patlayıcı: Proje kapsamında sökülecek malzeme miktarının 41,5 milyon metreküp olacağı ve her gün patlama yapılacağı belirtilirken, 1 delik için 45 kilogram patlayıcı kullanılması gerekiyor. Toplam 255 delik için günde toplam 10 bin 965 kilogram patlayıcı kullanılacak. Bu durumun deprem etkisi yaratabileceği belirtilirken, taşocaklarında bile en fazla 40-50 delik 36 kilogram patlayıcı kullanıldığı hâlde ciddi sorunlar yaşandığına dikkat çekildi. 5 yıl boyunca 20 milyon kilogram patlayıcı kullanılacak olmasının ciddi güvenlik sorunlarına da neden olabileceğine işaret edildi.
iv) Yılda 1.5 milyon litre yakıt tüketilecek: Projenin inşaat aşamasında kamyonlarda dizel yakıt kullanılacağı ve yılda 1 milyon 504 bin litre dizel yakıt tüketilmesinin öngörüldüğü belirtildi. Bu durum 5 yılda yaklaşık 7.5 milyon litre dizel yakıt kullanılması anlamına gelecek.
v) Günde 4 bin 250 kamyon seferi: Günlük 850 bin metreküplük kazı malzemesinin 200 metreküplük 400 kamyonla taşınması günde en az 4 bin 250 sefer anlamına gelecek. Açığa çıkacak egzoz emisyonları, toz ve trafik yükü olumsuzluklara neden olacak.
vi) 30 milyon metreküp su heba olacak: Kanal dolayısıyla Sazlıdere Barajı iptal olacak ve 30 milyon metreküp su kullanılmayarak heba olacak. Kanal kara parçasını ikiye ayırdığı için tüm isale hatları, elektrik, telefon, yol gibi altyapılar iptal olacak ve yeniden yatırım maliyetlerine ihtiyaç duyulacak.
vii) Karadeniz ve Marmara’ya etki edecek: Projeyle birlikte Karadeniz konteynır limanı 2.8 milyon metrekare, Marmara konteynır limanı ise 631 bin metreküp olmak üzere toplam 3.43 milyon metreküp alan doldurularak Karadeniz ve Marmara denizlerinin kıyı kenar çizgisine ve yüzey alanına etki edilecek.
Devamla…
Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi yetkilileri, söz konusu projeyle birlikte İstanbul’un havasının, suyunun, toprağının kirleneceğini belirtip, Karadeniz’in dibindeki toksik maddenin zararına ilişkin, “1.5 milyar metreküp kazı malzemesinden bahsediyoruz. Kazıp depoladığınız, canlıların sağlığını tüm jeolojik süreçler boyunca etkileyecek bir bombayı nereye depolayacaksınız?” diye sordular.
Karadeniz’in dibindeki toksik maddelerin başta arsenik olmak üzere uranyum, nikel açısından çok yüksek elementler içerdiğine dikkati çeken uzmanlar, “Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği limit değerler vardır, bu toksikleri onun üzerinde solursanız kesinlikle kanser olursunuz,” diyerek, “Depolanacak yer bir saatli bomba gibi çalışacak ve etrafını kirletecek. Tıbbi jeoloji diye yeni bir bilim var. Burada tıbbi jeolojiyle ilgili hiçbir öngörü yok,” uyarısını dillendirdiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “çılgın proje” diye tanıttığı “Kanal İstanbul”un ÇED raporuna sunulmak üzere olası tehlike ve riskleri ortaya koyan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’nın (TÜBİTAK) görüşleri 14 maddede özetlenirken; ÇED raporunun ne kadar yetersiz olduğu gözler önüne serildi. Çok sayıda uyarının yer aldığı yazıya göre proje hayata geçerse Marmara Denizi oksijenini yitirecek ve deniz tabanı ekosistemi tahrip olacak.
Ama bu kadar da değil: Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak, işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine engel olmak gibi işlevleri vardır. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek, insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine, çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur…
“Kanal İstanbul” diye önümüzde duran talan projesi ekolojik yıkımdır; ama önemli bir diğer mesele de söz konusu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan, demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel halkın tümden oradan sürülmesi ile sonuçlanmıştır!
İş böyleyken “Kanal İstanbul”un, gelişmeler zaman zaman değişiklik gösterse de, uzun süre kâbus gibi üzerimize çökeceğini görmek güç değil. Deyim yerindeyse projenin “ekonomik fayda”sı, orta çaplı bir savaşla eşdeğerdir.
Dünyada mega projeler hakkında yazılmış rehber niteliğindeki önemli kitaplardan ‘Mega Projects and Risk: An Anatomy of Ambition/ Mega Projeler ve Risk: Hırsın Anatomisi’nin yazarı -Oxford Üniversitesi’nden ekonomi profesörü- Bent Flyvbjerg ile arkadaşları, yapıtta gösterilmeyen riskleri ve abartılan getirileri nedeniyle mega projeleri “genetik olarak felaket eğilimli” olarak nitelendirir.
Bu felaketler, doğayı tahrip ederken, iklim krizinin etkilerini artıran, pek çok canlının yaşam alanlarını yok eden, insanların ve diğer canlıların yerinden edilmelerini tetikleyen, devletleri ve şirketleri finansal krize sokan ya da bütçelerini sarsan felaketler olarak sıralanabilir.
Flyvbjerg’e göre, mega projeler öylesine büyük bir “sorgulanamama” kisvesi altına sokulur ki, projelerin görkeminden, büyüklüğünden, sağlayacağı iş imkânlarından, finansal kazançlar başta olmak üzere getireceği faydalardan bahsedilerek, sorgulanması neredeyse imkânsız hâle getirilir.
Nasıl bir hesaplamaya dayandığı bile belli olmayan bir argümanla, kanaldan gerçekleşecek gemi geçişlerinden yılda 8 milyar dolar kazanç elde edileceği gibi…
Bu projelerin gündemde olduğu sırada devreye giren lobicilik ve siyasi nüfuz ile muhalifler suçlu yerine konulurken, nepotizmle güçlü çıkar gruplarına imtiyazlar tanınır. Bu projelerin neden olduğu ciddi toplumsal muhalefetle ya da çatışmalarla karşı karşıya kalan iktidar, kapalı kapılar ardında kendi bildiği gibi iş görür, yurttaşların öneri ve itirazlarına kulaklarını tıkar.
Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin bu projelerden yararlanacağı yolundaki en büyük yalanın üstüne diğer yalanlar inşa edilir.
Projeden elde edilecek faydalar saymakla bitmezken, projelerin maliyetleri hep azımsanır, bu projeler, çok büyük oranda öngörülen maliyette ve zamanda bitirilemediği gibi, bitirildiğinde de öngörülen maliyetin çok üzerinde tamamlanmış olur.
İktidarın etkin biçimde kullandığı kamu-özel işbirliği ortaklığı ile yapılan yatırımlara Temmuz 2018’de “Kanal İstanbul” da eklenmişti. 75 milyar liraya mal olacağı söylenen ancak proje başladıktan sonra bunun iki üç katına çıkabileceği belirtilen proje için finansman nasıl bulunacak, akıllardaki soru bu.
Nitekim, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nda 2018’de hazırlanan resmî sunumda “Kanal İstanbul”un toplam maliyetinin 20 milyar dolar olarak göründüğü ortaya çıktı.
Elbette ekonomik olduğu kadar çevresel ve toplumsal maliyetler de hep azımsanır. Hatta öngörülen riskler azımsandığı ve olduğundan daha küçük gösterildiği gibi maalesef öngörülemeyen riskler de, hiç ama hiç hesaba katılmaz. Bu ötelenen, önemsenmeyen, hiç hesaba katılmayan riskler genellikle hem ekolojik hem de ekonomiktir.
Mesela, AFAD’ın bir anda “Kanal İstanbul” güzergâhından geçen deprem fay hattı olmadığını açıklaması gibi… Oysa Marmara’nın deniz tabanındaki fay hattına dair daha geçtiğimiz yaz onlarca açıklama yapıldı.
Ekonomik birtakım düzmece hesaplamalarla kâğıt üzerinde yaratılan mega projeler, gelecek nesillerin omuzlarına yük olarak bırakılıverir. Hazine garantileri verilen, kamu kaynakları devreye sokulan bu israf projeleri, vergi ödeyen yurttaşların parasını, yurttaşa hesap vermeden hortumlar.
XXI. yüzyılda mega projeler adı altındaki aşırılıklar, ilerlemenin, teknolojik gelişmenin, modernliğin, kalkınmanın aracı gibi sunulan istismar projeleridir.
“Kanal İstanbul” projesi, kanal güzergâhındaki arazi ve konutların ağırlıklı olarak Arap sermayesine peşkeş çekilmesinin ötesinde, iki denizi birleştiren kadim bir kentin kırsalındaki yurttaşların yerlerinden sürülerek nüfus yapısının değiştirilmesinin, simgesel yapılarla, konut projeleriyle İslâmîleştirilmesinin, ülkeye pazarlanacak arsa muamelesi yaparak tarihinin yok sayılmasının pratiğe geçirilme çabasıdır.
Geleceği tasarlayamama, geçmişle bağı koparma, akademik, bilimsel bilgiyi yok sayma, kenti tehlikeli bir yere doğru sürükleme hamlesidir.
Nitekim, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un “Kanal İstanbul” bölgesinde ranta izin vermediklerini ve bundan sonra da vermeyecekleri yönündeki açıklamasına kargalar bile güldü. Oysa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, kanalın güzergâhında bulunan 30 milyon metrekarelik arazinin el değiştirdiğini, en çok arsa satın alan ilk üç şirketin de Arap sermayeli olduğunu açıkladı… Özetle bu proje bir şekilde gerekli şartlar oluşturulsa, yatırımcı ve finansman bulunsa da, bulunmasa da bir “win-win/ kazan-kazan” değil, Erdoğan iktidarı ve çevresindeki inşaatçı rant ağaları için “lost-lost/ kayıp-kayıp” projesidir.
Ve nihayet dediklerimizi toparlarsak…
Jeoloji Mühendisleri Odası (JMO) İzmir Şubesi Başkanı Alim Murathan, projenin İstanbul’a zarar vereceğinin akademik araştırmalarla ortaya konduğu vurgusuyla; “Rant ekonomisi oluşturuldu ve çok derin yapısal kriz söz konusu. Bu kriz bugün saray rejiminin krizidir,” derken; jeoloji mühendisi Ali Esen Arpat da, Türkiye’nin doğayı koruma adına birçok uluslararası sözleşmeye imza attığını hatırlatarak, iktidara “İmza attığınız sözleşmelere göre suçlusunuz,” diye eklediği koordinatlarda; hatırlatmadan geçmek ol(a)maz: “Kanal İstanbul” sadece İstanbul halkının değil, gerek yaratacağı büyük çevre sorunu, gerek 110 milyarı aşan bütçesinin eninde sonunda emekçilerden çıkarılacağı hasebiyle ve yanı sıra Montrö’yü tartışılır hâle getirdiği için 82 milyonu doğrudan ilgilendiriyor.
Özetle “Kanal İstanbul” hepimizi ilgilendiren bir soru(n)dur ve yeni saflaşmaları gerektirecek kadar önemli sonuçlar doğuracak bir girişimdir. o
18 Mart 2021, İstanbul.

 

 

 

Market broşürü serbest, 1 Mayıs bildirisi yasak
“Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark!”

1 Mayıs’a 15 gün kala “pandemiyle savaş” adı altında yeni “uygulamalar” devreye konuldu.

İstanbul başta olmak üzere Denizli, Aydın, Artvin ve Kocaeli’nde sticker yapıştırmaktan pankart asmaya, basın açıklaması yapmaktan imza kampanyası yapmaya bir dizi eylem yasaklanarak “önlem” alındı virüsü önlemek için.

Covid-19 işçi sınıfı hastalığı hâline gelmiştir, o hâlde “pandemiyle savaş” sınıf savaşıdır.

Su götürmez gerçekleri tekrarı pahasına bir kez daha, bir kez daha vurgulayalım.

Ne bir maskeyi düzgün dağıtabildiler, ne aşıyı rantsız elde edebildiler. Dağıtacakları kolonyayı da yalnızca kendileri kokluyor gibidir.

Ne çarklar durdu milyonlarca insanın yaşaması için, ne futbolculardan önce öğretmenler aşılandı.

Ne sağlık emekçilerine düzgün ekipman verebildiler, ne esnafa “sadaka” dışında bir şey.

Açlık-hastalık cenderesinde nefes almaya çalışan milyonlara verdikleri “askıda ekmek”in ekmeği gitti askısı kaldı.

Alışveriş yaptıktan sonra aldıklarını evine sokmadan dezenfekte eden bile pandemiyle daha ciddi savaşıyor, annesini babasını bir yıldır kapı eşiğinden selâmlayan bile önlemlerini daha ciddiye alıyor.

“Bizim için alınan önlem yoksa; aşılanmamış kollarımızla çarkları durdururuz”

Yukarıdaki slogan bizim değil. Almanya’da en son Amazon depolarında çalışan işçiler artan vakalara karşı 48 saatlik “iyi ve sağlıklı çalışma grevi” yapmıştı, slogan Almanya işçi sınıfına aittir, katılıyoruz.

Sağlık emekçileri 28 gün tam kapanma önermektedir. Bunun dışındaki hiçbir önlemin “pandemi önlemi” olamayacağı kabul edilmelidir.

Eğer ki pandemiyle savaş ciddiyetle, disiplinle yürütülecekse, iş başa düşmektedir.

Büyük bir özveriyle bir yılı aşkındır emek harcayan sağlık emekçileri hastahaneleri kendi yönetimine almalıdırlar. Sendikalar gerçekten “hayatta kalmak değil yaşamak” istiyorlarsa genel grevi örgütlemelidir. “Yapamayız” bir bahane olmayı geçmiştir.

Disiplin isteyen, onların Bakan’ı molozların üstünde telefonla konuşurken, iğneyle kuyu açar gibi çalışan Somalı madencilere baksın.

Cesaret isteyen, sokağa; özel yasaklamalara rağmen “Çaldıklarınızı alacağız, korkun yine geleceğiz” diyen Migros depo işçilerine baksın.

İrade isteyen, memleketin her bir yerinde filizlenen direnişlere baksın, Newroz meydanlarına, 8 Mart’lara baksın.

Tüm coşkumuzla 1 Mayıs’ı örmeye, ne yapıyorsak üstüne koya koya daha fazlasını yapmaya!

Önümüzdeki 12 gün boyunca, kamu kurumları hariç her türlü toplantı yasak. Ticari bildiri, bülten, afiş dışında her türlü propaganda faaliyeti yasak. Yani ‘devlet erkanı’nın açılış yapması, toplantı yapması serbest, market broşürü, pideci el ilanı dağıtmak serbest ama 1 Mayıs bildirisi dağıtmak yasak, 1 Mayıs’a çağrı açıklaması yapmak, 1 Mayıs’ta meydanlara çıkmak yasak.

Pandemi önlemleri ya herkese vardır ya da yoktur. Bu durumda demek ki, herkesin uymak zorunda olduğu bir yasak da yoktur.

Saray için tehlikeli olanın Covid-19 olmadığı açıktır. 1001 odanız da olsa, TV’sinden muhalefetine hepsi de sizin olsa, bir kıvılcımdan korkan bir avuç asalaksınız hepi topu.

Öyle ya 1 Mayıs’tan 15 gün önce, balkonlardan sarkıtılan pankartları, duvara asılan afişi bile yasaklayacaksınız ama açık açık “128 milyar dolar nerede” diye sormayı, “İstanbul Sözleşmesi Bizimdir” demeyi “1 Mayıs’ı” yasaklıyorum bile diyemeyeceksiniz, bu, ne zavallı bir bünyeniz var demektir. Biz açıkça söyleyelim, hapı yutmuşsunuz, gidicisiniz.

İşçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar bu 1 Mayıs’ı coşkuyla örmeye başladılar, elbette onların yapamadığı kadar ciddiyetle önlemlerini de alarak.

Bizler bu 12 gün boyunca, pankartlarımızı asmaya, afişlerimizi yapıştırmaya, stickerlarımızla duvarları süslemeye, bildirilerimizle tüm emekçileri talepleriyle 1 Mayıs’a çağırmaya devam edeceğiz.

Yani her taraf kendi görevini, ne yapıyorsa onu yapmaya devam edecek.

1 Mayıs’ın çok coşkulu, kitlesel geçmesi mümkündür.

Üstelik Taksim Meydanı ve Gezi Parkı 1 Mayıs’a gelecek on binlerce kişinin “pandemi koşullarına uygun” bir şekilde bile sığabileceği kadar büyüktür.

Seslerimizi birleştirmeye, direnişi yaymaya ve büyütmeye, Birleşik Emek Cephesi’yle 1 Mayıs’a!

18 Nisan 2021