Ana Sayfa Blog Sayfa 93

Mademki “Magna Carta”mız var
öyle ise 1 Mayıs’ta Taksim’e

Mart ayının başında, daha pandemi için “kontrollü açılma” başlamamış iken, Erdoğan, içeriye “muktedir” olduğunu söyleyen, efendilerine, dışarıya karşı “köle” olarak hareket eden Saraylı, “İnsan Hakları Eylem Planı”nı ilan etti.

Okuyunca, anlaşılıyor ki, bu “insan hakları eylem planı”, aslında Magna Carta’ya kadar gidiyor. “İnsan, hakları ile insandır.” Padişahımız efendimiz buyurmuşlar ve insanın hakları ile insan olduğunu duyurmuşlar.

Böylece metin, Magna Carta’ya kadar uzandı. 1876 Kânûn-ı Esâsî’den Helsinki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden alıntılar da eksik değil. Demek bu “intihal” meselesi çok yaygın bir hâl almıştır.

Ama olsun, madem 1215 Magna Carta hatırlanmış, madem, insan hakları ile insandır, diye buyurulmuş, biz de 1 Mayıs 2021’in, Taksim 1 Mayıs Alanı’nda kutlanmasını talep edelim.

Bir kere, sendikalar, kendilerini rahat hissetmelidir; “başımıza ne gelir”, “çizgiyi aşmış mı oluruz” diye dertlenmelerine gerek yok. Bizzat Erdoğan, “insan, hakları ile insandır” demiştir. Bundan da dönüş olmayacaktır.

Öyle ise, işçi sınıfının 1 Mayıs kutlama hakkının, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamasının önünde engel kalmamıştır.

Ey sendikalar, ey liberaller, ey sosyal demokratlar, ey sokağa çıkarsak iç savaş çıkar diye tellallık yapanlar, ey parlamenter olmayı aklına koymuş sendikacılar, ey provokasyon olur mu diye endişe edenler, artık korkmanıza gerek yok. Bizzat Erdoğan, “insan, hakları ile insandır” dedi.

Adalet Bakanı, bu insan hakları eylem planının bizzat İstiklal Caddesi’ne de yansıyacağını söyledi.

Demek ki, artık rahat olabilirsiniz.

1 Mayıs Taksim’de olmalıdır.

Çünkü, bir kere artık bizim de bir “Magna Carta”mız var. Yaklaşık 806 yıl sonra da olsa, bizim de bir “Magna Carta”mız var.

Çünkü, Taksim 1 Mayıs alanıdır. Bu ismi, 1977 Taksim katliamı sonrasında almıştır. 1 Mayıs 1977’de işçi sınıfı, bu alanı şehitlerinin kanı ile sulamıştır. Devlet, açık ve net olarak halka katliam yapmak üzere ateş açmıştır. 12 Eylül’e giden süreç, aslında 1 Mayıs 1977 katliamı ile başlatılmıştır. Bu nedenle işçi sınıfı, tüm işçi ve emekçiler bu alanı istemekte haklıdır. Çünkü, “insan hakları ile insandır.”

Çünkü, işçi sınıfı, 1 Mayıs’ı dünya çapındaki mücadelelerle elde etmiştir ve 1 Mayıs, işçi sınıfının taleplerini toplumun gündemine taşımanın günüdür, birlik ve mücadele günüdür. Öyle ise, “hakları ile insan olan insan” ilkesi işçiler için de geçerlidir ve onların da kendi gündemlerini devasa mitinglerle ortaya koyma, sorunları etrafında kenetlenme hakları vardır. Bu hak, kimsenin iznine tabi değildir, olamaz.

Çünkü, yeni “Magna Carta”mız kabul ediyor ki, her insan görüşlerini dile getirebilir, iktidarı eleştirebilir, izin almaksızın gösteri yapabilir. Öyle ise, sendikacıların, “sakın sokağa çıkıp iç savaş çıkmasına neden olmayın” diyenlerin korkmalarına gerek yoktur.

Çünkü, 2018’den bu yana, özellikle bu son üç yılda, işçi sınıfı açlıkla, işsizlikle, bunalımın tüm yükleri ile karşı karşıya kalmıştır. Onlar, kendi gerçeklerini, kadınları, gençleri ile, işçi komiteleri ile, sendikaları ile açık ve net bir dille ortaya koyma hakkına sahiptirler. Kendi yaşadıkları gerçekliği topluma anlatma haklarına sahiptirler. Kendi taleplerini, tüm açıklığı ile, tüm çıplaklığı ile ortaya koymaya hakları vardır.

Eğer işçiler insan ise, eğer kadınlar insan ise, eğer gençler insan ise bu insanların da, herkes gibi tüm sorunlarını dile getirme, bunun için dev mitingler organize etme hakları vardır.

Yok eğer insan olanlar, bir avuç zengin, bir avuç Saraylı ise, “hakları ile insan” olmak sadece onlara tanınmış bir hak ise, o zaman başka. Ama öyle olsa idi, Erdoğan, çıkıp bunu, yeni “Magna Carta”mızı ilan etmezdi.

Demek ki, Erdoğan, 1 Mayıs’ın Taksim’de yapılmasından yanadır.

Kaldı ki, her türlü gösteri ve yürüyüş yasağı da kalkmıştır. Grevler artık “serbesttir”. Fikrini açıklamak artık “suç” değildir.

Zaten, pandemi nedeni ile işçilerin kitlesel eylemlerini dar meydanlarda yapmaları da saçmadır. Bu nedenle de en uygun meydan, Taksim 1 Mayıs Alanı’dır. Taksim’de milyonlarca işçi olsa dahi “lebaleb” durumuna düşmemiz mümkün değildir, yeterli alan vardır.

Tüm bunları, sendikalara, kitle örgütlerine, polis müdahalesinden korkanlara, “sokağa çıkmayın başınıza bir şeyler gelir” şeklindeki Kılıçdaroğlu tarzında siyaset yapanlara söylüyoruz. Korkmayın, cesur olun, artık ülkemizin de, 806 yıl sonra da olsa, bir “Magna Carta”sı var. Hem de tıpkı 1215’teki Magna Carta gibi başlıyor, “insan hakları ile insandır.”

Öyle ise, işçiler, haklarını bilmeli, kullanmalı, bunun için eylemler yapmalıdır. Ortada bir “insan hakları eylem planı” vardır. Bu doğrultuda eylem yapmak, mesela Türk-İş’in sadece hakkı değil, bizzat görevidir de.

Şimdi, tüm sendikacı beyleri, tüm “Taksim’de olsun ama bu sene değil” diyenleri, tüm “aman ha sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar” diye korku yayanları bir kere daha görmek için fırsattır.

Gerçekte, 1 Mayıs 2021 Taksim’de olmalıdır.

Elbette, bu kararlı bir duruşla, kararlı bir istekle yerine getirilebilir. Devlet idaresinin yerine geçip, onlar adına akıl üreterek, işçi sınıfının çıkarları savunulamaz.

Ve eğer, hep birlikte bunun arkasında durabilirsek, bu mümkündür.

Elbette onlar “Magna Carta”yı, işçi ve emekçiler için yazmıyorlar. Ama bizim de, “nasılsa vermezler” tutumu ile Taksim’i gerçekten istemememiz kabul edilebilir değildir. Açık ve net bir tutumla, tüm demokratik kitle örgütleri, sendikalar, gruplar ve partiler olarak bu talebi dile getirmemiz gereklidir.

1 Mayıs 2021’in gündemi açıktır.

İşçi ve emekçiler krizin tüm faturasını çekmektedir. Bu nedenle, bu yönde açık istemler dile getirilmelidir. Bunların başında, “kesintisiz” tam ücret ödenmesi, zorunlu ücretsiz izin uygulamalarının son bulması, işçilerin işyerlerinde pandemi önlemleri konusunda karar verici durumda olması, asgarî ücretin vergi dışı bırakılması vb. önlemlerdir. İşsizlik fonu, doğrudan, işçi sendikalarının denetimine verilmeli, açık ve şeffaf bir biçimde yönetilmelidir.

Asgarî ücretle yaşayanların, tüm doğalgaz, elektrik ve su faturaları, 6 ay boyunca devletçe karşılanmalıdır.

Tüm sağlık çalışanları, pandemi yönetimi için doğrudan yetkili ve karar sahibi yapılmalıdır. Sağlık alanındaki örgütler, doğrudan pandemi sürecinin yönetimini devralmalı, her hastahane ve mahallede, sağlık çalışanlarından oluşan komiteler sürece el koymalıdır. Tüm özel hastahanelere, sağlık kuruluşlarına, kamu adına el konulmalıdır.

Savaşa, silahlanmaya, diyanet işlerine ayrılan bütçeler hemen kısıtlanmalıdır. Tüm garantili müşteri anlaşmalı ihaleler son bulmalı, buralara yapılan ödemeler durdurulmalıdır.

Tüm eğitim işlemleri, okulların yönetimi, doğrudan iller bazında, eğitim emekçilerinin sendikaları ile birlikte yürütülmeli, tüm eğitim emekçileri MEB’in bütçesini açık olarak denetleyebilmeli, bu bütçenin nasıl kullanılacağına karar verebilmelidir.

Devletten ihale alan tüm şirketler, son 30 yılda özelleştirilmiş tüm işletmeler geri alınmalı, bu işletmeler, işçiler arasından seçilmiş komitelerce yönetilmelidir.

1 Mayıs 2021, tüm bu talepleri dile getirmek üzere Taksim’de kutlanmalıdır.

Saray Rejimi ömrünü çoktan doldurmuştur. Devletin her alanında çürüme vardır. Bu çürüme, artık günlük hayatın bir parçası hâline gelmiş şekilde pislikler saçmaktadır.

İşçi sınıfı, tüm toplumu ve kendini kurtarabilecek tek devrimci güç olarak, sahneye çıkmalıdır.

1 Mayıs 2021, daha ileri bir işçi örgütlülüğünün temeli olacaktır. Bunun önüne geçmeleri mümkün değildir. Ne Saray Rejimi’nin saldırıları, ne sendikaların işçileri kontrol altına alma girişimleri, ne CHP tarzı düşüncenin “aman sesinizi çıkarmayın, saldırırlar” korkutmaları, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişimini önleyemeyecektir. Daha örgütlü, daha bilinçli bir işçi hareketi doğmaktadır. 1 Mayıs 2021, her koşulda, bu gelişimi hızlandıracaktır.

Haydi, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarına!

Haydi, hep birlikte, ortaklaşa 1 Mayıs örgütlenmesine!

 

2021 1 Mayıs: Topyekûn saldırıya karşı topyekûn direniş

2021 1 Mayısı’na, ekonomik krizin üstüne gelen pandemi ile egemenlerin işçi-emekçilere, halka ödettiği ağır bir fatura ile giriyoruz. Koronavirüs pandemisi ile yaşadığımız bir yıl, virüsün bir işçi-emekçi hastalığı olduğunu açıkça ortaya koydu. İşçiler, bu bir yıl boyunca virüsten ya da açlıktan ölmek arasında seçim yapmaya zorlandılar, zorlanmaya devam ediyorlar.

Milyonlarca işsize yeni milyonlar eklendi. İşçi-emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha da çekilmez bir hâl aldı. Ücretsiz izin, Kod-29, işten atmanın yeni yöntemi olarak patronların sıkça kullandığı bir saldırı silahına dönüştü. İşsizlik, geleceksizlik nedeniyle intiharlarda büyük artış yaşandı.

Pandemi, aynı zamanda egemenlerin, Saray’ın toplumsal mücadeleyi engellemek, geriletmek için kullandığı bir bahaneye dönüştürüldü.

Bu geçen bir yıl içinde Saray Rejimi, ekonomik krizin yanında, büyük bir siyasi kriz yaşarken, pandemi ile birlikte ağırlaşan yaşam koşulları, hayatı katlanılmaz hâle getirdi.

Yağma, savaş ve rant ekonomisi üzerine kurulmuş olan Saray Rejimi, iktidarını kaybetme korkusu ile saldırılarını her boyutta arttırdı, arttırmaya devam ediyor. Kendi korkularını, işçi-emekçilere, halka yaymak için saldırılar gerçekleştirmek dışında bir yol bulamıyor.

Tüm bu saldırılara rağmen, direniş de devam etti, artarak devam ediyor.

Pandeminin ilk dönemlerindeki belirsizliğin yarattığı şaşkınlık nedeni ile sokaklara çıkılamasa da, açlık ya da hastalık tercihi ile çalışmaya zorlanan emekçiler, pandemi ile katmerlenen ekonomik krizin yarattığı tahribata karşı sokaklara çıkmaya, örgütlenmeye, direnişe geçmeye başladılar.

2021 yılının başında, Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektör nedeniyle başlayan direniş, birçok şehirde üniversite öğrencilerinin genel bir direnişine dönüşerek devam etti, ediyor.

Kadınların direnişi ise kesintisiz bir şekilde devam ediyor. 8 Mart’ların sokakta yaygın ve kitlesel eylemlerle karşılanması, kadınların direnişine dair önemli bir gösterge oldu.

Memleketin dört tarafında, Kazdağları’ndan Ege’ye, Kanal İstanbul’dan Karadeniz’e, doğanın yağmalanmasına karşı, irili-ufaklı mücadeleler yaygın bir şekilde devam etti, ediyor.

Toplumsal muhalefetin meclisteki tek temsilcisi durumundaki HDP’ye dönük gözaltı ve tutuklamalar, vekilliklerin düşürülmesi, kayyum politikalarına rağmen direniş sürüyor.

Kürt halkı, devrimciler, sosyalistler tüm baskıya, zora rağmen direnişi büyütmek için var güçleri ile mücadeleye devam ediyorlar.

AK Parti-MHP koalisyonu ile iktidar ve CHP-İYİ Parti koalisyonu ile muhalefetten oluşan Saray Rejimi, bu bir yıl boyunca, AK Parti-MHP eli ile saldırılarını organize ederken, CHP-İYİ Parti eli ile bu saldırılara karşı gelişen öfkeyi kontrol etmek için büyük bir çaba gösterdiler. Tüm bunlara rağmen, direniş devam etti.

Son birkaç gün içinde AK Parti-MHP’nin attığı adımlar, işçi-emekçilere, halka, tüm direniş odaklarına karşı topyekûn bir saldırıya geçtiklerini göstermektedir.

• HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, yeni fezlekelerin de yolda olması;

• HDP’nin kapatılması davası, parti yöneticisi ve milletvekili 687 kişiye siyaset yasağı getirilmek istenmesi;

• Hemen arkasından, Gezi Parkı’nın İBB’den alınıp, adı var kendi yok bir vakfa devredilmesi;

• ‘Kanal İstanbul’a devlet garantisi kararnamesi;

• Kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik, Uluslararası İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece kararnamesi ile çıkılması, tüm bunlar Saray’ın tüm toplumsal direniş odaklarına karşı açıktan saldırı ilanıdır.

Bu, topyekûn saldırıda yeni bir boyuttur fakat topyekûn direniş de yeni bir boyut kazanmaktadır.

İlk yanıt, Newroz meydanlarında toplanan milyonlarla verilmiştir. Kürt halkı ve halkların kardeşliğine ve ortak mücadelesine inanan dostları ile birlikte, HDP’nin kapatılma davasına karşı yanıtını Newroz alanlarından vermiştir.

İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz, diyen kadınlar ve LGBTİ+’lar sokaklarda öfkelerini ve taleplerini haykırmış ve mücadelelerine devam etmektedirler.

Yapılan hiçbir saldırı sessizlikle karşılanmamakta, her biri direnişi daha da büyütmekte ve yan yana gelme ihtiyacını artırmaktadır.

Direnişlerin taleplerinin ve direnişçilerin seslerinin birleşeceği yer 2021 1 Mayısı olmalıdır.

Şimdi, topyekûn saldırıya karşı, tüm direniş odaklarının, 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününü, emek cephesinin güçlü ortak bir yanıtı olarak örgütlemesi çok önemlidir. Böylesi bir yanıt 1 Mayıs’tan sonra da birlikte mücadeleyi büyütmek isteyen güçlerin, emek cephesinin önünü açacaktır.

Topyekûn saldırıya karşı topyekûn direniş için, birleşik, kitlesel ve militan bir 1 Mayıs’ın örgütlenmesi, tüm mücadele dinamiklerinin ortak sorumluluğudur. Öncesinde örgütlenecek ortak ve güçlü bir hazırlık süreci ile birlikte, tıpkı 2010, ’11 ve ’12’de olduğu gibi, görkemli bir 1 Mayıs’ın adresi de Taksim Meydanı olmalıdır.

Bu azgınca sömürüye, zorbalığa, aşağılanmaya, yok sayılmaya karşı direnişi örgütleyen, direnen ve direnmek isteyen tüm güçleri, 2021 1 Mayısı’na ilişkin sorumluluk almaya davet ediyoruz.

22.03.2021

 

 

Toplumsal cinsiyet rollerinin şekillenişi ve örgütlenişi / Özge Özbilgi – Kader Akyüz

Kadın mücadelesi kavram atölyesinde gerçekleştirdiğimiz ‘Toplumsal Cinsiyet Rolleri’ konusunu, sınıflı toplumlarda kadına biçilen toplumsal roller ve kadının emeği ve bedeni üzerinden yapılan politikalar kapsamında tartıştık.

İlkel komünal toplumda insanın doğayla savaşımı ön plandaydı. Cinsler arası eşitsizlik, hayatta kalma mücadelesinden kaynaklı ilkel komünal toplumun sonlarına kadar görülmemektedir. Ama özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla beraber ataerki kurumsallaşmaya başlıyor. Özel mülkiyetin oluşumuyla erkin oluşması ve ataerki olarak kurumsallaşmaya başlaması iç içe ilerlemiştir.

Cinslerin eşitsizliği özel mülkiyet ve devletin doğuşuyla eş zamanlı gelişir. Başlangıç noktası da ortak mülkiyetin ve toplumun merkezî birliği olarak gensin ortadan kalkarak ailenin ortaya çıkışıdır. Kadının ikincil yeri, sınıflı toplumun bü­tün biçimlerinde kendini göstermektedir: Kölecilik, fe­odalizm, kapitalizm. Cinsiyetçilik her çağda, ilgili üre­tim biçimine ve mülk sahibi sınıfın ihtiyaçlarına uy­gun olarak başka bir biçim alır.

Bütün toplumlar, tarihî akışta kendini kurmak, sağlamak ve devam ettirmek üzere yol almıştır. Toplumun doğada hazır hâlde bulduklarının üzerine kültürün de gelişimiyle biçim kazanmıştır. Tarihsel süreçte toplumsal olarak üretilmiş sayısız üründen biri de toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet biyolojik olan cinsiyetleri kültürel atıflarla birbirinden ayırmaktır. Kadın ve erkeği, kadınlık ve erkekliğe dair tanımlanan rol ve statüler bütünüyle özdeşleştirmektir. Bu ayrım, kadının aleyhine birçok eşitsizliğin doğmasına da sebep olmuştur. Toplumsal cinsiyetin ürediği ve onlarca toplumsal cinsiyet uygulamasının türediği başlıca kaynak aile, gelenekler ve toplumsal önkabullerle yeniden örgütlenen ataerkidir.

Toplum denilen yapı, ilk oluşmaya başladığından bu yana çeşitli bölgelerde farklılık göstermiştir. Bununla birlikte toplumsal yapının örgütlenişinde aile bir temel oluşturmaktadır. Aile, bir bakıma toplumun küçük ama etkili zincir halkasıdır. Kadın, erkek, çocuk gibi öğelerin birlikteliği ve etkileşimiyle meydana gelen bir bütünlük. Kadını, oldu olası en çok da bu aile bütünlüğü içerisinde ‘değerlendirme’ eğilimi, ailenin varlığı gibi yıllardır devam etmekte ve yeniden örgütlenmektedir.

İnsan toplum olduğundan beri yani insan olduğundan beri kültürün var olduğundan söz edebiliriz ve bu toplum kültürü bölgelere göre değişkenlik göstermekle birlikte aile kavramı bütün toplumlarda varlığını sürdürüyor ve bu gelecek kuşaklara aktarılıyor. Bu kültür, egemenlik ilişkileri içinde geliştiği için egemenin ihtiyacı üzerinden o gücün devamlılığını sağlayacak şekilde gelişiyor. Bir baskı aleti hâline geliyor.

Özel mülkiyetin ve sınıflı toplumların oluşumuyla toplumsal cinsiyet rollerinin de oluşmaya başladığına değindik. Ancak bunlar tek başına toplumsal cinsiyeti yaratmaz. Biyolojik olarak kadın ve erkek olmak, doğal ve doğuştan olarak adlandırılırken, kadınlık ve erkeklik ise toplumsallaşma süreci ile kültürel bir yapılanmaya işaret etmektedir. Kültürel olarak kadını ve erkeği toplumsal bir kadına ve erkeğe dönüştüren kategoridir toplumsal cinsiyet. Toplumsal cinsiyet iki temel alanda maddi olarak kendini gösterir: “1) Toplumsal cinsiyetli iş bölümü ve üretim araçlarının toplumsal cinsiyetli bölünmesi; 2) üreme emeğinin toplumsal örgütlenişi.” Toplumsal cinsiyet, yalnızca erkekler için işlevsel olduğundan de­ğil, egemen sınıf için işlevsel olduğu için vardır. Ka­pitalist toplumda, işçilere ücret ödeyen üretim aracı sahipleri daha az para ödenen kadın emeğinden mu­azzam kârlar elde ederler. Kadınların düşük ücretle­ri bütün ücretleri düşük tutmaya yarar, tıpkı etnik azınlıkların düşük ücretlerinin de bütün ücretleri dü­şürmesi gibi. Yani, daha iyi para alan ücretli işçi, sürekli olarak, yerine daha az parayla çalışacak bir ücretli işçinin geçirilmesiyle tehdit edilebilir. Böylelik­le kapitalist sınıf, salt kadınlara daha düşük ücret öde­yerek büyük kârlar elde etmekle kalmaz, erkeklerin ücretlerinin bir bölümünü de cebe indirir.

Toplumsal cinsiyet ilişkileri, toplumlarda cinsiyete dayalı rolleri düzenleyen ilişkidir. Bununla birlikte, cinsiyet ilişkilerinin yanında sınıf ilişkileri de toplumsal cinsiyet ilişkilerini belirler. Böylece kadın-doğa, erkek-kültür ilişkisi üzerinden kadınlar domestik alana sıkıştırılır. Kadının doğayla, erkeğin kültürle modernlikle ve medeniyetle özdeşleştirilmesi aydınlanma çağıyla güçlenen bir söylemdir ve burjuva devrimler süresi boyunca da kadının toplumda bazı haklar elde ederken belirli temel tezler bu yöndeydi. Kadınlar zaten kendini kontrol edemeyen doğayla ilişkili olarak tanımlanıyordu; fakat buna böyle olduğu için kadınlar bugün bu hâlde diye bakarsak bu yalnızca kadınları belli rollerin sınırında var olmaya bu şekilde yaşamaya devam etmesine göz yummaktan başka hiçbir şey olmayacaktır.

Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde dinin de etkisi vardır. Din, kadını ve erkeği belirli konumlara koyar. Kadın, aile içinde soyun devamlılığını sağlayan, aileyi bir arada tutan ve çocuğun ve eşinin yaşamını sürdürmesini sağlayan bir rolle şekillenip bu kalıptan uzaklaştırılmamaya çalışılır. Kadının pozisyonu, dinin o toplumda nasıl bir işleve sahip olduğuyla şekillenen bir noktaya düşer. Tarihsel süreç içerisinde dinin kadına biçtiği bu rolü meşrulaştırdığı açıktır.

Cinslere verilen roller dünyaya geliş ile oluşur. Renklerin ayrımından başlayıp, kıyafetlerden oyuncaklara, daha sonra mesleklere gibi birçok örnekler mevcut ve bu gibi örneklerin cinslere atfedilmesi egemenliği güçlendiren bir noktada duruyor. Bu ayrım, kadın ve erkeğin gelecekteki rolünü sorunsuz yaşaması ve aykırı bir olgu oluşturmaması için, örneğin kız çocuğunun doğurganlığı ve anneliği çok küçük yaşta öğrenip benimsemesine, erkek çocuğun ise toplumun erkek rollerini benimsemesine yol açmaktadır. Bu toplumsal-kültürel aktarımın üzerinden, rolleri güçlendirir ve cinsiyet ayrımı var olmaya devam etmeye mahkûm gibi görünür. “Kadınlık” ile “erkeklik” rol ve davranışlarının toplumsal ilişkilerle kurulduğunu, değiştirilebilir olduğunu da unutmamak gerekir.

Toplumsal cinsiyet rolleri alt yapının yani üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu bir durumdur. Yeniden üretim dediğimiz üretim ilişkileriyle bire bir ilişkili bir amaca hizmet eder. Sistemin devamlılığı açısından cinslere atfedilen roller somutlanır. Toplumsal cinsiyet rolleri bunun üzerinedir. Bunları belirleyen değil, buna içkin bir kavramdır. Egemenlerin ezilen sınıfa geliştirdiği cinsiyet atfıdır toplumsal cinsiyet. Ezilen sınıfın erkekleri bu rollerden nemalanırken, bu rollerin olumsuz sonuçları ezilen sınıf kadınlarının yaşamları üzerinde somutlanır.

Baskı ve denetim mekanizmasının en somut gerçekleştiği yer kadın bedenidir. Beden din, yasalar, ahlâk kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir. 16. ve 17. yüzyılda Batı’da yaşanan cadı avları da buna bir örnektir. Bu avlar kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetlemek anlamına gelir. Nüfus politikalarının uygulamalarından biridir.

Toplumsal cinsiyet kavramının günlük mücadelede yerini kabul etmekle birlikte bunun egemenlik ilişkilerinin yarattığı ve sermaye sınıfının ve devletin sürekli yeniden inşa ettiği bir yapı olduğunu atlamamak gerekir. Bunun literatürde durduğu bir yer var. Bunun üretim ilişkileriyle bağı kurulmadığında altı boş olan yalnızca kadın-erkeğin birbirine dayattığı şeyler olarak kalır ve bu çözümsüz bir şeymiş gibi durur; fakat devletin buradaki rolünü, bireylere bu toplumun devamlılığını sağlamak için uygulanan baskıyı ortaya koymak, bu rollere karşı eşit ilişkileri örgütlemek için de bir zemin olur.

Bugün kadın çalışmalarındaki genel eğilim sistemin buradaki payını görmekle beraber kadın-erkek arasındaki çelişkilere yoğunlaşmaktadır. Bu durum kadın örgütlenmesinde emek-sermaye çelişkisini geri planda bırakmaktadır. Böylece kökten değişebilecek bir dünyanın fikrinden uzaklaşılıp yeni bir dünyanın elde edilememesine sebep oluyor. Böylece bulunan koşullar içinde iyileştirmeye gitmek hedeflenmiş oluyor. Kadının kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada. Emeğimiz için, bedenimiz için, özgürlüğümüz için, birlikte mücadele ederek yeni bir dünya kurmalıyız.

Milli “montaj” hamlesi – Eren Direnç

Yerli(!) üretilen araba, çalışmayan helikopter motoru ve aya gideceğimiz haberlerinden önce bunların en ufağı ama aslında bir yandan da belki de en önemlisi olan Erdoğan’ın henüz süpürülmemiş olan damadı Bayraktar’ın son icadı yerli mikrodenetleyici Deneyap kart örneği üzerinden yerli-milli teknoloji hamlesini inceleyelim.

Öncelikli konuya uzak olan okurlarımız için mikrodenetleyicinin ne işe yaradığı ve hangi sektörlerde kullanıldığıyla başlayalım. Mikrodenetleyici, içine yazılım yüklenen ve bu yazılıma göre çalışan; akıllı ev sistemlerinden cep telefonlarına, fabrika otomasyonlarından sağlık cihazlarına, İHA, SİHA, roket gibi askerî teknoloji dahil birçok alanda kullanılan basit bir mini bilgisayar olarak tanımlanabilir.

Peki mikrodenetleyicinin önemi nedir? Yerli bir teknoloji geliştirilmek isteniyorsa ve bu akıllı, otonom bir teknoloji olacaksa, örneğin bir İHA üretilecekse, bu İHA’nın beyni, yani hareketlerine yön veren mikrodenetleyicidir. Ve bu mikrodenetleyiciyi eğer sen üretmiyorsan o İHA’nın kontrolü aslında senin elinde değildir. Mikrodenetleyiciyi üreten firma eğer bunun içine gizli bir yazılım yüklemişse, istediği zaman kontrolü senin elinden alabilir. Bu nedenle eğer teknoloji alanında üretim yapılmak isteniyorsa öncelikli üretilmesi gereken şeylerden biri mikrodenetleyicidir. Bayraktar, mikrodenetleyici üretimine yönelerek aslında doğru bir hamle yapmış diye düşünülebilir. Peki hedeflenen hayata geçirilebilmiş mi?

“Yerli milli savunma sanayii hamlesinde” Saray tarafından öne çıkartılan Bayraktar Holding, Türkiye’nin 1 milyon adet mikrodenetleyici ithalatı yaptığını açıklamış. Bu pastadan nasıl pay kapabiliriz diyen Bayraktar kollarını sıvamış ve işe girişmiş.

Yaklaşık dört ay önce Haluk Bayraktar tarafından tanıtımı gerçekleştirilen ve hâlâ piyasaya sürülmeyen kartın tasarımı bir sene sürmüş. Peki bu bir senede Bayraktar ne yapmış? Kartın üzerindeki işlemciyi mi geliştirmiş? Kendilerinin de söylediği üzere bu alanda bir tekel olan Espressif firmasının bir işlemcisini kullanmışlardır.

Yarı iletken üretiminin endüstriyel düzeyde yapılmadığı bir ülkede Bayraktar’ın ne ürettiği sorusunun cevabı ise ancak işlemci için yol yapması olabilmiş. Evet, doğru duydunuz yine yol yapıyorlar, fakat bu sefer söz konusu olan beton yol değil.

Yaptıkları tek şey, kablo ile bağlantı yaptığınız yere bir konnektör koyarak size daha kolay bağlantı yapma olanağı sağlamak. Bu hizmeti zaten piyasada bulunan çoğu kart sağlıyor. Bunların çizimleri de internet ortamında ücretsiz olarak bulunuyor.

Yolların tasarımına geldiğimizde; ülkemizdeki karayollarında olduğu gibi, burada da virajları yanlış yapmışlar.

Yukarıdaki fotoğrafta görebileceğiniz üzere, L şeklinde yollar var. O yolda ilerleyen elektronları araba olarak düşündüğümüzde, bu yollarda hızla ilerleyen bir elektron elbette kaza yapıyor. Bu kaza kartın üzerinde gürültüye ve sonuç olarak da dengesiz bir çalışmaya neden oluyor. Bu noktada mühendislik fakültesinde okuyan ve devre tasarımı dersi almış bir öğrencinin ilk derste edindiği teorik bilgiden yoksun birinin bu kartı tasarladığını öğrenmiş bulunuyoruz. Tasarım aşaması dahi bir sene sürmüş ufak bir kartın her sene yenilenen yollarımızla kaderi aynı.

Tanıtım kısmı ise diğer traji-komik tarafı.

Geçen sene Teknofest şovu için İstanbul’un neredeyse bütün öğrencilerini yeni açılacak olan İstanbul Havalimanı’na toplamışlardı. Bu seneki şov ise pandemiden kaynaklı ağırlıklı olarak internet üzerinden yapıldı. Ama büyük, yüksek çözünürlüklü ekranlar, milyonlarca liranın harcandığı tanıtım reklamları vs. yine vardı.

Burada yapılan sunumda, Bayraktar’ın kendine rakip gördüğü kartın, “yabancı alternatifi”, dünyaca ünlü Arduino olduğunu görüyoruz. Arduino ile Espressif firmasının ürettiği işlemci farklı kulvardadır. Yani piyasada Arduino’nun daha yüksek işlemcili birçok modeli mevcutken, işlemci hızı çok düşük olan bir Arduino seçilmiş ve onla karşılaştırma yapılmıştır. Bunu Samsung’un 10 yıl önce çıkardığı bir telefonla, bugün çıkartılan bir telefonu karşılaştırmak gibi de düşünebilirsiniz.

Ve işlemciyi kendi üretmeyen birinin, bu yanlış karşılaştırma da dahil, böyle bir karşılaştırma yapmaya hakkı yoktur. Bu “karşılaştırmaya” rağmen, Arduino kartının yazılım platformunu kullanıyor olması ise ilgiye “değerdir”.

Gelelim Bayraktar’ın yurtdışından gelen mikrodenetleyici kartlarına ödenen milyar dolarları Türkiye’de tutma fantezisine. Üretilen ne kadar yerli ise, içeride kalacak olan da o kadardır.

Yani onlar yine “%10”un peşindedirler. Her şeyi yurtdışından getirip, burada sadece montajı yapılacaktır.

Bayraktar montaj parasının peşindedir. Kaldı ki, uygulanan bu ekonomi-politikalarla birçok gıda ürünü de dahil yurtdışından getirilen birçok malzeme, yerli üretimden daha ucuza gelmektedir. Kıblesi para olanların ise hangi yolu seçecekleri ortadadır.

Yapılan; çökmekte olan saltanatlarının düşüşünü geciktirmektir. Yerli araba, yerli uzay hamleleri bu tiyatronun başka oyunlarıdır.

Devlet kaynakları ile böyle bir şeyin düzgün bir biçimde üretilmesi bu kadar zor mudur? Bu ülkede hiç mi alanında uzman elektronikçi, hiç mi yeterli kaynak yoktur?

Hadi ranta bu kadar düşkün olan hükümet değil de kapitalist sistemin başka kuklası iktidarda olsun. Bir mikrodenetleyicinin tamamen yerli bir şekilde üretilmesi, bu tekelci dünya düzeninde, sömürge bir ülke için gerçekçi midir?

Unutmayalım sömürge ülkeler Ar-Ge’nin, bilimin üretildiği değil, ucuz iş gücü ile fabrika olarak kullanılan ülkelerdir. Ne kapitalist tekeller bu teknolojinin burada üretilmesine izin verecektir, ne de sömürge kalan ülkelerin buna “gücü” yetecektir. o

“Asıl devlet partisi”…

“Anlamak aşmaktır.”

Fransız atasözü

Entelektüel faaliyetin misyonu ve varlık nedeni, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek, görüntüyle gerçek (retorikle realite) arasındaki uyumsuzluğu teşhir etmektir… Türkiye’de bağnaz resmî ideoloji ve resmî tarih şeylerin anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını engelliyor. Dolayısıyla, resmî tarihi, resmî ideolojiyi sorun etmeyenin önünü görmesi, yolunu bulması mümkün değildir…

Türkiye’de kökleri 1910’lu yıllara kadar geriye giden bir ikili iktidar pratiği geçerli. Görünen iktidarlar hiçbir zaman gerçek iktidar olamıyor, olmasına izin verilmiyor… Biri benim asıl devlet partisi dediğim, diğeri seçimle gelen görünen iktidar olmak üzere ikili bir yapı ve işleyiş söz konusu. Asıl rotayı belirleyen de asıl devlet partisi. Esasen bu iki iktidar odağı arasında adı konmamış, zımnî bir uzlaşma, kompromi geçerli… Seçimle gelen görünen iktidar neyi yapmayacağını az-çok biliyor. Eğer asıl devlet partisi onun sınırı aştığını düşünürse duruma müdahale ederek ‘aracın rotadan sapmasını’ engelliyor…

1923-1946-50 döneminde devlet, hükümet, parti iç içe geçtiği, tek parti diktatörlüğü söz konusu olduğu için, devlet, hükümet, parti ayrımı muğlaklaşmıştı, o dönemde bir sorun, bir sürtüşme yaşanmadı… 1946 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiği dönemden sonra asıl devlet partisi teyakkuza geçti ve gerekli gördüğü her zaman sürece müdahale ederek, kendince aracın rotadan çıkmasını engelledi… Esasen başlangıçta kurulan, kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler de, son tahlilde muvazaa partileriydi… Tabir maruz görülürse bir tür danışıklı dövüş ürünüydüler. 1946’da kurulan Demokrat Parti (DP), CHP içinden çıkmıştı… Halkın parti kurması yasaktı… Mesela işçilerin, sosyalistlerin parti kurmalarına izin verilmiyordu, kurmaya kalkarlarsa da hemen yasaklanıyordu…

Fakat, tartışmasız asıl devlet partisinin ilgi ve kaygı alanına giren şeyler vardır: Mesela Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu vb. konusunda seçimle gelen görünen iktidarın bir açılım yapmasına, adım atmasına asla izin verilmez… Mayınlı alana girmeye kalkarsa da gereği yapılır…

O hâlde sadede gelebiliriz. Asıl devlet partisi söz konusu dizaynı nasıl yapıyor? Rejimin sıkıştığı veya kendilerince ‘aracın rotadan çıkma istidadı taşıdığı’ düşünüldüğünde kutuplaşmayı, çatışmayı körükleyerek, toplumu terörize ederek, korkutarak, siyasi cinayetler, katliamlar, darbeler peydahlayarak, aracın rotadan çıkmasını engellemeyi başarıyor… Muhtemel bir demokratikleşmenin önünü kesiyor… Türkiye’deki rejim oldum olası hukukun, insan haklarının, özgürlüklerin, demokrasinin iflah olmaz düşmanıdır… O alanda hiçbir zaman bir esneme söz konusu değildi… Gerçek durum öyleydi ama hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi düşmanı rejim, geride kalan dönemde kendini ‘modernliğin’, ‘ilericiliğin’, ‘kalkınmacılığın’, “büyümenin” timsali olarak sunmayı başardı…

6-7 Olayları, Kanlı Pazar, Maraş katliamı, Madımak katliamı gibi kitle katliamlarının, Sabahattin Ali’den Abdi İpekçi’ye, Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hırant Dink’e sayısız siyasi cinayetin hiçbir zaman hesabının sorulmaması, sözünü ettiğim ikili iktidar yapısının sonucu. Asıl devlet partisinin marifeti… Uzağa gitmeye gerek yok. Daha geçtiğimiz yıl CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin üstüne gidilmemesi de aynı odağın marifeti…

Aslında bu utanç verici cinayetlerde, katliamlarda eğitimli kesimlerin, diplomalıların vebali büyük… Onların suç ortaklığı, ihaneti olmasaydı, onca zamanda bunca insanlık suçu işlenmeyebilirdi… Resmî ideolojinin ve resmî tarihin rahle-tesisinden geçmiş, düşünce yeteneği dumura uğratılmış bu kesimin hiçbir zaman şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi bir kaygısı olmadı. Rejimi teşhir etmeye hiçbir zaman cüret etmediler… Zaten cüret etmemeleri için eğitilmişler, yetiştirilmişlerdi…

“Faili meçhul cinayetler”, “gözaltında kayıplar” deniyor… İyi de yüzlerle, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayet olur mu? Diyelim ki, bir cinayetin, beş cinayetin, on cinayetin failine ulaşılamadı… Nasıl oluyor da binlercesinin failine bir türlü ulaşılamıyor? Devlet kendi işlediği cinayetin failini niye bulsun? Gözaltında kayıp diye bir şey olur mu? Adı üstünde ‘gözaltında’… Gözden kaybolmasın diye yakalanıp bir hücreye tıkılan nasıl kaybolur? Bu utanç verici durum neden sorun edilmez?

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kutsaldı. Onun doğrudan devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde daha da kutsaldı… Kim bilir, herhâlde kutsal devletimiz cinayet işliyorsa, katliamlar yapıyorsa bir bildiği vardır mı diyorlardır…

Meramımı iyi ifade eden iki anekdot şöyle: 25-26-27 Haziran 1993’te İnsan Hakları Derneği’yle, Aydın Girişimi, Ankara’da “Kürt Sorunu Kurultayı” düzenliyor. İHD Başkanı Akın Birdal ve Aydın Girişimi başkanı Aziz Nesin, Tarık Ziya Ekinci ve Kâmil Ateşoğulları, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ı ve TBMM başkanı Hüsamettin Cindoruk’u ziyaret edip, onur konuğu olarak konferansa davet ediyorlar ve birer konuşma yapmalarını da rica ediyorlar… Demirel ve Yılmaz daveti kabul ediyor. Cindoruk da başkan vekili Fehmi Işıklar’ı görevlendiriyor. Afişler basılıp asılıyor, davetiyeler dağıtılıyor. O arada, konferanstan bir hafta önce Viyana’da II. Dünya İnsan Hakları Konferansı toplanıyor [14-25 Haziran 1993]. Birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanları ve 2000 kadar da Sivil Toplum Örgütü (NGO) konferansa katılıyor. Aynı zamanda Dünya İnsan Hakları Örgütünün de ikinci başkanı olan Akın Birdal da konferansta konuşacak… Tam o sırada Ankara Valisi bizim Kürt Kurultayı’nı yasaklıyor… Akın Birdal, yasak kalkmazsa konuşmasında durumu teşhir edeceğini Viyana’da bulunan dışişleri bakanı Hikmet Çetin’e söylüyor… Bakan ‘hâllederiz sen gündeme getirme’ diyor… Daha sonra Akın Birdal Meclis Başkanı Cindoruk’la karşılaşıyor, yasağı gündeme getirince Cindoruk, ‘işte bürokrasi’ diyor… Aslında “bürokrasiden” öte bir şey olduğunu gayet biliyordur herhâlde…

1997 yılı 8-9 Mayıs’ta, İnsan Hakları Derneği Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Avrupa Örnekleri temalı bir uluslararası konferans düzenlemeye karar veriliyor. Konferans Ankara Otel’de yapılacaktı. Ben de oturumlardan birinin başkanı olarak davetliydim. Benim oturumda Ragıp Zarakolu, Ertuğrul Kürkçü, Sungur Savran sunum yapacaklardı… 8 Mayıs sabahı otele vardığımda konferansın yasaklandığını öğrendim… Temel Demirer ve Ahmet Kahraman’la bir odaya geçtik… memleketin hâlini konuşup ayrıldık…

Mehmet Ağar içişleri bakanıyken Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret ediyor. Güldal Mumcu, “cinayetin failini, faillerini bul” diyor. Mehmet Ağar, “bir tuğla çekersek duvar yıkılır” diyor… Aslında benim “asıl devlet partisi” dediğime gönderme yapıyor… Uzun yıllar başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel de: “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” derken, aynı iktidar odağını ima ediyordu…

AKP iktidarının son on yılında devlet-hükümet-parti ayrımı yeniden ortadan kalktı. Bu durum asıl devlet partisinin dahli olmadan asla mümkün olmazdı. Sadece AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın marifeti sayılmasın… Son dönemde şiddetin tırmandırılması, mafyanın yeniden sahnede görünmesi, hukukun külliyen bypass edilmesi, işkencenin, keyfî tutuklamanın sıradanlaşması, başta Kürt siyasetçiler olmak üzere, gazetecilere ve siyasetçilere yönelik saldırılar, yakın zamanda CHP genel başkanına linç girişimi, Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırı… asıl devlet partisinin işbaşında olduğunu gösteriyor… Velhasıl ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denecektir…

“Biz”deki hastalıklar: Durumu “teorize” etme, sıradanlaşma, “içe” kapanma

“Hastalar, kardeşlerim

iyileşeceksiniz

biraz sabır, biraz inat

kapının arkasında bekleyen

ölüm değil, hayat!”

Nâzım Hikmet

Kaldıraç sayfalarında geçen yıl, “aydın” üzerine bir tartışma vardı. Bu tartışmalarda, bir yandan “aydın” kavramı netleşiyordu, bir yandan da “ne yapmalı” sorusu, daha arkada, işleniyordu. Herkes kendi payına bu arka tartışmayı işletiyordu diyebiliriz. Fikret Başkaya, orada, kavramları netleştirmek için, üç ayrı kavram kullandı: Biri okur-yazar idi. Aslında okur-yazar olmanın, “aydın” olmak anlamına gelmediğini vurguluyordu. İkincisi “aydın” kavramıdır ve doğrusu son derece yalın bir biçimde de ortaya konmuştur. Aydın-münevver kavramı, bunun tarihi, kısa ve net olarak o sayılarda bulunabilir. Sanırım, herkesin ortak fikri de öyledir. Ve üçüncü kavram, “entelektüel” olarak ortaya konulmuştur.

Günlük kullanımda “aydın”, yaygındır ve hâlâ olumlu anlamda kullanılacaksa “entelektüel” anlamında kullanılmaktadır. “Entelektüel” ise, yanlış olarak ülkemizde “konuşup iş yapmayan eylemsiz insan” gibi kullanılmaktadır. Elbette yanlıştır. Belki bir süre, biz, aydın-entelektüel demeyi yeğlemeliyiz, entelektüel’i kastetmek üzere.

Aslında bu tartışmaların kavramsal boyutuna dönmeye niyetim yok. Her şeyin hâlledilmiş olduğu anlamında “niyetim yok” demiyorum. Çok daha derinlikli olarak yürümesi gereken bir tartışmadır ve kanımca, ülkemiz “aydın”ı üzerinden bir tartışma ile yerli yerine oturtulmadan, bir dönüm noktasını aşması da mümkün değildir. Nâzım’ın “putları yıkıyoruz” kampanyası bu açıdan somuttur.

Ama benim daha çok tartışmak istediğim şey, o tartışmaların arka planında da var olan bölümdür, yani “ne yapmalı” bölümü. Belki bunun için, ne yapmakla meşgul olunduğunu ele almak yerinde olacaktır. Sanırım, bu konuda tartışmayı ilerletebilmek için, en uygun olanı, bir, iki, üç gibi maddelerle yol almaktır. Böylesi bir maddeleştirmenin tek olmasa da riski, aslında okuyucunun sayılan maddeleri, konunun “tüm yönleri ile ortaya konmuş olması” gibi görmesidir. Yani, x kadar madde sayılıyorsa, başka bir madde yokmuş ve olamazmış gibi düşünülmesi. Oysa böylesi bir tartışmada, bu mümkün değil. En azından, bizim böylesi bir iddiamız yok. Biz, siyasal bir hareketiz ve aslında durum tespiti yapmak istiyoruz ve herkesi bu doğrultuda tutum almaya, görev almaya, işe, eyleme davet ediyoruz. Demek oluyor ki, bizim saydığımız maddelere mutlaka yenisi eklenebileceği gibi, birleştirilmeleri de mümkündür.

Günlük siyasal mücadelenin ötesinde, daha uzun vadeli sorunları, daha genel sorunları ele almak, bir yönü ile bir tartışmadır. Elbette ideolojik tutumunuzu yansıtır ama daha çok bilimsel-teorik bir tartışmadır. Bu nedenle de “eksiksiz” olması beklenebilir. İşte, biz bu eksikli olma durumunu göze alarak bu tartışmaya girişmek istiyoruz.

1

Önce bir tespit gerekir. Devrimin durumu konusunda bir tespit. Bugün, iktidar, sosyalist bir devrim ile devleti yıkmak ve yeni bir dünyaya, komünizme atılan ilk adım olarak siyasal iktidarı almak anlamında iktidar, nesnel olarak işçi sınıfına çok yakındır. Yani, nesnel olarak işçi sınıfı, ülkemiz tarihi içinde, iktidara bu denli yakın olduğu bir dönem yaşamamıştır. Bu anlamda nesnel olarak işçi sınıfı, iktidarı almaya çok yakındır. Belki buna tarihin bir çağrısı da diyebiliriz: Tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor. Ama öyle genel anlamda değil, yakıcı ve nesnel yönü ile son derece yakın anlamda.

Ama devrim, sadece “nesnel şartlar”ın olgunlaşması ile gerçekleşmez. Zamanı gelince bir doğumun ortaya çıkmasında da ebe gerekir ama, devrim üzerine konuşuyorsak durum biraz daha farklıdır. Doğada ebe yoksa da o doğum, şu ya da bu biçimde gerçekleşir. Ama hiçbir nesnel şart, devrimin otomatik olarak gerçekleşmesini sağlamaz. Bunun için öznel şartlar da gereklidir.

Devrimin nesnel temeli, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesidir. Bu her tarihsel sosyo-ekonomik sistemin sonudur. Kapitalizm için bu nesnellik, 1900’lerin başından beri vardır.

Ama devrimin nesnel koşulları dediğimizde, bu çok genel nesnel temel üzerinde daha özel bir durumdan söz ediyoruz demektir. Ortada, egemen sınıf adına bir iktidar var. Devlet, her durumda sistemi korumakla görevli, egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Yani, öyle “baba” değildir ve “devlet baba” anlayışı, devletin gerçek niteliğini gizlemek için oldukça yaygın olarak kullanılmış bir aldatmacadır. İşte bu devleti yıkmaktır devrim. Siyasal anlamda devrim, bu devleti yıkmak, parçalamak ve yerine işçi sınıfının diktatörlüğünü kurmaktır.

Bunun için nesnel koşulların oluşması demek, en başta, egemen sınıfın alışılmış metotlarla yönetemiyor olması ve geniş halk kitlelerinin de böyle yönetilmeye razı olmuyor olması gerekir. Bu birinci şarttır. Lenin’de vardır. Aslında ölçülmesi hiç de kolay olmayan bir belirlemedir bu. Her yönetme krizi, az ya da çok bunun içine girer. Ama aslında bariz bir biçimde halkın da bu yönetilme tarzını istemiyor olması önemlidir. Ve bunun ölçülmesi hiç de o kadar kolay değildir. Dahası, sadece bunu ölçme işi bile, devrimci bir siyasal partiyi gerekli kılar. Yani, halkın gerçek anlamda yönetilmek istememesi, öyle anketlerle ya da sadece anketlerle anlaşılamaz. Bunun için senin, yani iktidarı almak için örgütlenmiş öncü partinin faaliyeti gereklidir. İkinci koşul ekonomik krizdir. Bu krizin “had safhaya varmış olması” Lenin’in vurgusudur. Aslında bu vurgulardaki “had safha”, “en” gibi ölçüler, tam olarak belirlenmesi oldukça zor ölçülerdir. Ne zaman ekonomik kriz “had safhaya” varmış olarak ele alınabilir? 2001 krizi had safha mı idi, 2008 krizi? Ya da 2018’de kur yükselişi ile ortaya çıkan durum mudur kriz? Had safha ne demektir? Yani, bunu anlamak, ölçmek de devrimci örgütün işidir. Ve üçüncü şart var: Bu ilk ikisine bağlı olarak kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin artışı. İşte ölçülmesi açısından en uygun ölçü de buradadır. En uygun, ama en kolay değil elbette.

Neden mi? Şöyle diyebiliriz:

Biliyoruz, devlet, sınıf savaşımlarına göre şekillenir. Mesela ABD’de devlet Kızılderili denilen yerlileri katlederek, soykırımdan geçirerek bir burjuva devlet olmuştur. Oysa bir başka devletin tarihinde bu yoktur. Bu iki devlet özü bakımından aynı olsa da, her ikisi de tekelci polis devleti olsa da, birbirinden farklılıklar gösterirler. Bizim ülkemizden biliriz, eğer Ermeni, Pontus, Süryani vb. katliamlar olmamış olsa idi, belki bugün Kürt halkına dayatılan katliamlar çok daha fazla tepki çekerdi. Belki bizim aydınımız, solumuz da bu tarih altında, bir yanı eksik olarak şekillenmiştir. Yani, devlet, sınıf savaşımından öğreniyor. Biz, işçi ve emekçiler, eğer sınıf savaşımından bir öğreniyorsak, devlet on öğrenebiliyor. Çünkü onların devleti, örgütü var. Öğrenmek, örgütlü bir varlık için daha mümkündür. Öyle değil mi, öğrenmek toplumsal bir süreç değil mi? Öyle ise en ileri öğrenmek, istisnalar bir yana, örgütlü şekilde başarılabilir. Demek ki, yeri gelmiştir; bir entelektüel örgütlü değil ise, öğrenme işinde de daha ileri gitmeyi reddediyordur. İşçi sınıfı ne kadar örgütlü ise o kadar sınıf savaşımı deneyimlerinden öğrenebilir. Ne kadar az örgütlü ise o kadar az öğrenir. Mesela devlet-patron, işçileri kandırmak için, her zaman işçilerin arasından bir balta sapı seçer. Ve işçileri, o ikna eder. Ödülü de paradır, ya lüks ev ya lüks araba vb. Bunu her kuşak işçi yaşar. Dedemiz de öyle kandırıldı, babamız da ve şimdi de biz. Eğer örgütlü olsak, örgütsel geleneğimiz güçlü olsa, belki dedemizi kandırabilirlerdi, ama ona karşı kullanılan bu savaş hilesi, babamıza işlemezdi.

Devlet, sınıf savaşımına göre şekilleniyorsa eğer, demek ki, devlet, kendiliğinden eylemleri engelleyecek adımlar da atacaktır. Mesela sendikalara kendi adamlarını yerleştirecek, mesela Alevi derneklerine kendi adamlarını yerleştirecek, mesela Barzanici Kürt örgütlenmesi yaratacak, mesela işçi sınıfının en düşük kesimlerinden kendine milliyetçi çeteler kuracak, mesela mahalledeki işsizlerden kendine eroin çeteleri oluşturacak vb. Bu yolla, aslında toplumsal eylemleri de önlemiş olacak. Kendiliğinden kitle eylemlerini daha doğmadan boğmaya çalışacak. En önemlisi, “devlete karşı isyan” korkusu yayacak, “sokağa çıkmak” tehlikeli hissini egemen kılacak, kısacası sindirdikçe sindirecek ve ideolojik hegemonyasını pekiştirecek. İşte tam da bunu yapıyorlar.

Ama buna rağmen, yine de kendiliğinden kitle eylemleri artar. Çünkü ne önlem alırsan al, ne kadar baskılarsan baskıla, sonuçta hayat dayanılmaz noktaya geldiğinde, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin zulme karşı isyanı korku duvarlarını aşar. İşte bu kendiliğinden kitle eylemleri, gerçek anlamı ile devrimci durumun ölçülmesinde oldukça önemli göstergelerdir.

Devrimci örgüt, bu durumu ölçmek için, basının engellemelerini aşacak mekanizmalara sahiptir. Ve dahası, genel olarak durumdan bir epeyce farklı olarak, “kitlelerin ruh hâli”ni de ölçebilecek bir örgütsel yapıya sahiptir. Onun için, kitlelerin içinde olmayan bir devrimci örgütlenme, ne kadar doğru analizler üzerinden ilerlerse ilerlesin, kitleleri sevk edemez, yönetemez, onların öncüsü olarak kendisini örgütleyemez.

İşte bu nesnel şartların, ülkemizde bugün var olduğu, olgunlaştığı fikrindeyiz.

Ama buna karşılık, devrimin zaferi için gerekli öznel güçler eksiktir. Devrim, devrimci partinin öncülüğünde, kitlelerin örgütlü eylemi ile zafere ulaşır. İşte eksik olduğunu söylediğimiz şey de budur.

Nesnel olarak devrim yakın, öznel olarak ise “uzak”tır.

Elbette “uzak”lık görelidir. Bazan yarın çok uzaktır, bazan birkaç yıl çok yakın sayılır. Öyle ise, şimdi küreklere asılmanın, şimdi motoru açmanın, “adedi devir”i artırmanın zamanıdır.

Demek oluyor ki, herkesin, her devrimcinin, her “aydın-entelektüel”in yapacağı çok şey vardır. Ve bunun yolu da bilinmez değildir. Dünya devrimci hareketi tarihi, bu konuda birçok şey öğretecek kadar derindir.

2

12 Eylül yenilgisi, sol hareket içinde bir askerî, ideolojik, örgütsel yenilgi olarak algılanmak, öyle ele alınmak zorundadır.

Devrimci hareket, son derece cılız direnişler göstermiştir. Örgütsel yapılar, son derece hızla ve üstten aşağıya doğru çözülmüştür. Demek oluyor ki, devrimci hareket, devleti tanımamıştır, tanıyamamıştır. Devletin “Kemalist” ordusuna duyulan “bön”ce güven, bunun başlı başına bir işaretidir. Oysa Kemalist olduğu varsayılan ordu 1952’den beri ciddi biçimde NATO ordusuydu, hâlâ da öyledir. İktidarı alma rüyasını bile görmedik. Oysa iktidarı hedeflemeyen bir devrimci hamle, iktidarı hiçbir zaman alamaz.

Ama en büyük çözülme, ideolojik alanda oldu.

Buna bir erozyon diyebiliriz.

Bu erozyon, toprağın kayması gibi, sol ve aydın kesimleri devlete doğru kaydırdı. Hem de frensiz bir biçimde.

Bu durum, bizim safta kalanlarda kavramsal kargaşayı artırdı. Sadece bir örnek, sivil toplum kuruluşları (STK) diyoruz, oysa baştan aşağıya egemen sınıf kodlamasıdır. Bizim cephenin kavramı, demokratik kitle örgütleri (DKÖ)’dir. Mesela Mimarlar Odası, mesela Tabipler Birliği birer DKÖ’dür. Burjuva devlet, tekelci polis devleti, nasıl sendikaları kendine bağladı ve bir sendika mafyası örgütledi ise, aynı biçimde kendi sızdığı örgütleri STK olarak lanse etti ve onun dışında denetime alamadıklarını kapattı. Ve bugün, bilimle uğraştığını söyleyen herhangi bir kişi, utanmadan, STK diye bir kavramı kullanmaktadır, dahası bazı sol liberaller de bu kavrama yapışmış gibidir. Sosyolog unvanı ile yazanlar STK diye lafa başlamaktadır. O kadar ki, biz DKÖ dediğimizde, bize “uzaylı” diye bakılmaktadır. Bir açıdan da doğrudur, devrimci mücadelenin, tarihi derinlere uzanan uzayına bağlıyız.

Şimdi biz bu sürecin, solu ve devrimci-aydınları, solu ve aydın-entelektüelleri etkilemesi ile ilgiliyiz. Yoksa geniş kitleler üzerindeki etkisi ile ilgili değiliz şu an.

Bu sürece biz, “durumu teorize etme”, “sıradanlaşma” ve “içe kapanma” diyoruz. Daha doğru kavramlara da açığız elbette. Ve tartışırken, sol ya da devrimci-aydın ayrımı yapmadığımız sürece, ikisini de birlikte ele alıyoruz demektir.

Bir devrimci-aydın, bugün, ülkedeki duruma baktığında, kendini yalnız hissetmektedir. Bu doğrusu bir ölçüye kadar da son derece doğrudur, öyle hissetmelidir. Çünkü, bugün, bizim cepheden gelen bir rüzgâr ortalığı birbirine katıyor değildir. Ama sadece bir yere kadar doğrudur. Gezi Direnişi gibi bir direnişi de düşünürsek, bu yalnızlığı başka türlü ele almak gerekir. Bu yalnızlık, acaba, bir tür yaşam biçimi, bir tür alışkanlık, bir tür hastalıklı hayatı devam ettirme hâli, bir tür alışkanlıklarını bozmak için gerekli cesaretsizlik midir?

İnsanoğlu, doğanın bir parçası olsa da, onun bilincine varabildiği için, yani bilinci olduğu için, şaşırtıcı bir “adaptasyon” yeteneğine sahiptir. Belki bazı canlılar gibi, vücudumuzla çevreye uyum sağlayamıyoruz ama yine de kamufle olmakta hepsinden daha yetenekliyiz.

En zor koşulda insan hayata adapte olabiliyor. Bu yaşamını sürdürmeni sağlayabiliyor, ama bu yeni yaşama ne ölçüde yaşamak deriz bilmek zor.

Baskı ve sansür koşulları, mücadelenin geri düştüğü koşullar, insanın kendisini düşman safına kapaklanacak kadar namussuzlaşmamış kesimleri için de zordur. Direnmenin, ayakta kalmanın birçok yolu ortaya çıkıyor. Ve sonunda bu “yeni” hayat, dünden gelen değerleri bir yumurtanın içinde saklar gibi saklamamıza olanak verebiliyor, ama bu arada bizi de kendine uydurmuş oluyor.

Bizim çıktığımız yol belli. Bize yakın dostlarımız (dostumuz olmamış olsalardı, onları eleştirmeye kalkmazdık), “bu ülkede, bu halkla devrim olmaz” diyorlar. Dediklerini anlıyoruz, yani ne demek istediklerini anlıyoruz. Bize kendimize dikkat etmemizi, bu halkın içinde ihanetçinin, işbirlikçinin çok olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Biz de diyoruz ki, zaten o nedenle devleti yıkmak istiyoruz, bu burjuva egemenliği, insanı soysuzlaştıran bu sistemi yıkmak istiyoruz diyoruz. Yani, bu ihanetçinin, bu işbirlikçinin işbirliği yaptığı yeri yıkmak istiyoruz. Anlaşılacağı üzere, dostumuzun da yolu belli. Ayrı yollardayız. sadece onun gönlü bizimle, biz ise onun gönlünden daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz, onun kendisine, eylemine, aklına ihtiyaç duyuyoruz.

Bu aslında, bilimsel olarak hastalıklı bir durumdur. Hastalıktan kurtulmanın, iyileşmenin iki yolu var, ilki sizin irade koymanızla ilgilidir, yani dostumuz bunu istemelidir, ikincisi ise ortamın, havanın değişimidir, yani toplumsal eylemliliğin gelişimidir. Dostumuzu iyileştirecek şey bu iki süreçtir, ya ayrı ayrı ya ikisi birlikte, yani ya şimdi ya da zamanı gelince. Tekrar etmeliyiz, biz, bize en yakın olanlardan, dostlarımızdan söz ediyoruz. Er ya da geç birlikte yürüyeceğimiz kesin olanların, bugün ya da daha erken birlikte yürümek üzere saf tutmaları için eleştiriyoruz.

İnsan sadece “yeni yaşam”a uyum sağlamıyor. Onu da teorize ediyor. Teorize etmeye, bahanenin gelişmiş hâli diyebiliriz. Köylerde oynamak için davet edilen eğer utanıyor ise, “yerim dar” diye bir bahane uydurur. Bizim aydın-entelektüelimiz ise, aslında duruma uygun bir teori geliştiriyor. Mesela devrim, aslında bizzat içinde kendisinin olduğu ve her şeyini açıkça bildiği bir parti tarafından yapılabilir gibi. İyi ama, her şeyini senin bildiğin bir parti, legal-yasal bir parti olabilir ve devrim için böylesi partilerin varlığı çok da önemlidir. Ama devrim böyle olmaz. Bu durumda sen, çoktan bir parti-örgüt kurmuş olmalıydın, ki bu hâlde bile her şeyini bilemezsin, dahası bilmemelisin. Gördüğünüz gibi, son derece doğru ve bilimsel analizlerden sonra, geldiğimiz bir yerde, yaşam biçiminin verdiği alışkanlıkları teorize etme devreye girebiliyor. Burada “yerim dar”, başka bir biçime dönüşüyor: Dans etmek için gerekli metrekare ne kadardır? Biz diyoruz ki, konu toplumsal mücadele ise, sınıf mücadelesi ise, sen dans ettikçe duvarlar yıkılıyor, alan genişliyor, haydi ritme uy ve başla.

Bir başka örnek, belki tartışmayı daha da genişletebilir. Bu kez dostumuz diyor ki, “siz belli bir güce erişin, ondan sonra. Bu iş zordur, yapılamaz.” Aslında yine temizcedir. Biz öyle düşünüyoruz. Söyleyenlerin dostluk “derecesini” etkilemez bunlar. Biz bir düşünüş şeklini ele alıyoruz. Aydın ve sol saflarındaki yarı gizli, derinde kök salmış bir hastalığı ortaya çıkarmaya niyetliyiz.

Frédéric-Irène Joliot-Curie ikilisi, Nazi işgalindeki Fransa’da, laboratuvarlarında atomun parçalanması için Nazi nöbetçileri eşliğinde çalıştırılırken, bir yandan onları oyalıyorlardı ve diğer yandan da içinde etleri ile kemikleri ile yer aldıkları direniş hareketine bombalar tedarik ediyorlardı. Yani direnişçilere, “siz önce şu noktaya gelin, siz önce şu köprüyü geçin, şu dağları aşın” demiyorlardı. Zaten öyle de dememeleri gerekiyordu, bugün de gerekiyor.

İşte bu noktalarda başlayan bir “ama”, acaba, gerçeği ne ölçüde yansıtıyor ve hangi gerçeği yansıtıyor? Acaba, bu amalar, kendi durumumuzu “teorize” etmeye mi varıyor?

Madem ben devrim için gereken şu adımları atamıyorum, öyle ise “devrim böyle yapılmaz” tutumudur gerçek anlamı ile teorize etmek. Acaba bugün, daha çok sol, bu tutum içinde midir?

Bir yönü ile bu, güven sorunudur da. Güven sorununda bir sabit olarak kullanabileceğimiz gerçek var: Birçok hâlde güven sorunu, kendine güven sorunudur ve karşındakine güvensizlik olarak ortaya çıkar.

Kitleler için bu güven sorununu anlıyoruz. Çünkü 12 Eylül yenilgisi hâlâ yerindedir. Ve sosyalizmin çekiciliği de henüz öyle “gemileri yakıp” savaşa koyulacak boyutta değildir. Bu, kitleler için anlaşılırdır. Ama bilimle bakanlar için, görünenin ötesini, gelmekte olanı görenler için bu çok da anlaşılır gelmiyor.

Buna bağlı olarak, birçok kişi, bunların bir bölümü de bazı örgüt-partilerle bağlantılı, kalbinin bir köşesinde özlemini duyduğu devrimci mücadeleye, neredeyse güvensizdir ve bunun için hiçbir risk almadan yaşamını sürdürmektedir.

İnsanoğlunun özlemleri ile bu özlemler için yaptıkları arasında bu denli bir kopukluk, aslında onu hasta hâle getirir. Sevdasını kendi içine hapseden genç gibi, platonik bir yaşam sürmeye başlar. Hele ki, sizin istemleriniz toplumsal yaşama ilişkin, yani sizin bireysel ihtiyaçlarınızın ötesinde istemler ise, bu hastalık büsbütün tüm vücudu kaplar.

Kendi istemleri için (bireysel ihtiyaçlarını aşan istemleri) bir şey yapmayan bir kişi, sıradanlaşır. Sıradan, sürünün bir parçası hâline gelmiş bir kişi, sonra, bir rakı masasında, bildiği tüm doğruları söylemeye başlar. Evet bunlar doğrudur, ama ne işe yaramaktadırlar? Bu kadar çok doğruları söyleyebilen, ama bunun için bir şey yapmayan insanın oluştuğu bir başka dönem olmuş mudur? Sahi, bu kadar çok doğru, size fazla gelmiyor mu? Fazla, sıkıcı değil midir? Birçok hâlde bu kadar çok doğrunun konuşulduğu sohbetlerde, susmak zorunda kalıyoruz.

Temel ile Dursun birbirine bilmece sormaktadırlar. Dursun sorar: “Çıpası var sokamaz, peteği var bal yapmaz, kanadı var uçamaz bil bakalım nedir?” Temel bir an durur: “Arıdır ama ne boktan arıdır” diye yanıtlar. Bizim rakı masalarında gördüğümüz şey de budur. Her şeyi bilen, sola eğilimli insanlar, ama bildikleri hiçbir işe yaramıyor. İşte genel ve yaygın olan bu durum, yani bilmek ama işe yaramamak hâli, sol saflarda, bazı aydınlarda da “en az riskle yapmak” tutumu şeklinde yansımasını bulmaktadır.

3

İşte sıradanlaşmak dediğimiz risk de budur. Bilincinde olmak, mutlaka bu bilincin yansıması ile kendini ifade eder.

Bilincin ölçütü, pratiktir. Deprem konusunda bilgili olmak değil de, bilinçli olmak, mesela depreme dayanıklı evler yapmak ya da deprem fayları üzerinde yapılaşmamak demektir. Eğer bu yoksa, bu konuda konuşmak, aslında bir bilinç durumunun ifadesi olamaz. Bu durumda, bu konuda hiçbir bilgisi olmayan bir kişi ne kadar “sıradan” ise, o bilgili gibi konuşan kişi de o kadar “sıradan”dır ve elbette ilki daha masumdur.

İnsan bilincinin işareti eğer eylem ise, pratik ise, bu pratiğin en gelişmiş hâli, geliştirilen örgütlenmedir. Örgütlü mücadele, devrimci bilincin en gelişmiş hâlidir. Bu nedenle, tarih boyunca devrimci mücadeleyi izlemek demek, geliştirilen örgüt modellerini de incelemek demektir.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplumsal bir varlık olarak insanın eylemi, toplumsal koşullar ve gerçeklikler içinde oluşur. Bir dili konuşmak için kullanmak üzere size 400 kelime bile fazla gelir, ama eğer siz edebi bir eser verecekseniz, bu kez o dile, aslında aynı dile, çok daha farklı tarzda hâkim olmanız gerekir.

Ve sizin gibi, bu edebî eserleri ortaya koyanlar, ne kadar birbirini aşarsa, o toplumda ortalama olarak dilin kullanımı da o kadar ilerler, diyelim ölçü 400 kelime ise, onu aşar. Mesela dilin iyi kullanıldığı bir toplumda ya da toplulukta, küfürler de değişir.

İnsanoğlunun en gelişmiş bilinci, kendi toplumsal koşulları ve süreci ile ilgili elde ettiği bilinç olabilir. Bu aslında son derece geniş bir alandır. Ve bu bilincin işareti eğer pratik ise, ki öyledir, öyle ise en gelişmiş pratik de insanoğlunun geliştirdiği örgütlenmedir.

Tüm insanlık tarihi boyunca, insan, kendi tarihsel ve toplumsal varlık sürecinin bilincine daha fazla varmaya başlar. Bu tarih boyunca aynı zamanda, insanın, yıkıcı ya da yapıcı, öznel eyleminin rolü artar. Tarih boyunca ilerlemede, öznelliğin rolü sürekli genişler. Sosyalist devrim ve ardından gelecek olan komünizmin kuruluşu süreci, insanın öznel rolünün zirveye ulaşacağı dönemdir (İnsanın öznel rolü, toplumsal anlamdaki öznel rolüdür ve bireysel anlamda insan ile hiç alâkası yoktur. Tüketim toplumunun bize dayattığı “birey” insan hâli, aslında fakirleşmiş, esirleşmiş insan hâlidir). İnsanoğlu, içinde yaşayacağı toplumsal koşulları, kendi elleri ile yaratmaya girişecektir. İşte o zaman doğanın bir parçası olduğunu çok daha ileri bir kavrayışla öğrenecektir. Belki o günleri yaşayanlar, bizim yaşadığımız bu modern zamanlara, insan öncesi tarihin son dönemleri diyeceklerdir.

Tarihte öznenin artan rolü, elbette bugün, modern kapitalist sisteme karşı mücadeleyi yönetecek örgüt meselesi bağlamında gündemdir. Yaşadığımız dönemin en önemli devrimci pratiği buradadır. Ve bu pratik, biliniyor, “buldum buldum” diye ortaya çıkmadan önce, bizzat bu pratiğin içinde yer alarak yaratılabilir. Kısacası bu süreç asla ve asla salt teorik bir süreç olamaz. Safını bilmek, o safta bir militan olmak devrimciliktir. Ama bu, hiçbir zaman “standart mekanizmalar”la bağlı olmak ile sınırlı tutulamaz. Şükür o kadar zekâmız var. Daha doğrusu zorlu yenilgi dönemlerinin kendine özgü bir zekâsı var. Hatta bu zekâ herkeste var, mesele bu zekâyı işlemekte, örgütlemektedir.

Eğer, bildiklerimiz bizi sıradan insandan ayırmıyorsa, aslında bu bir bunalım yaratır. Akmayan bilgi, akmayan bir su gibi çamurlaşır, bir bulanıklığa yol açar. Bilginin akması, toplumsal pratik içinde yoğrulması demektir.

Sıradanlaşma, aslında ortalama toplumsal bilinci aşamamak demektir.

Toplumsal bilinç, toplumdaki ortalama bilinçtir. Diyelim ki, bugün, hırsızlık, kamu malını soyma konusundaki bilinç, aslında toplumsal ortalama bilinç düzeyinde “makul”dur. Diyelim ki birisi kamu malını çalıyorsa, 5 müteahhite vergi afları getiriliyorsa, Erdoğan ailesi ile müteahhitler arasında akçeli ilişkiler varsa, bu durum “ayıplanmıyor.” Makul ve anlaşılır olarak karşılanıyor. İşte bu, toplumsal bilinç için bir örnektir. Aynı şey ahlâk açısından da söylenebilir. Namus, mesela kadının ve sadece kadının bacaklarının arasındadır, ama yalan söylemek namusla ilgili bir durum değildir. İşte bu toplumsal bilinç, genel bir kural olarak “birey”in bilincini belirler. Eğer birey bu bilincin dışına çıkamıyorsa, sıradanlaşmış demektir. Kamu malı soymak, yağma, rant sıradanlaşmıştır. Yalan sıradanlaşmıştır. Mesela bir tarikat üyesi, vapurda yanındaki eşine bakan bir çocuğu bile boğazlamaya hazırdır ama aynı zamanda kendisi eşini ve kendini tarikat şeyhine badeletmekten geri durmamaktadır. Bu kişinin vapurdaki davranışı sıradan, ortalama toplumsal bilince uygundur, ama tarikat şeyhine badeletmek üzere ailesinin tüm üyelerini sıraya dizmesi aslında “özel” bir durumdur, henüz sıradanlaşmamıştır.

Bilmek, ama bildiğinin gereklerinden habersiz yaşamak, aslında “bilmemek hâli” ile yaşamaktır. Bu durumda bu bilgiler, aslında var oldukları hâlde, işlevsiz, etkisiz, kullanılamaz durumdadır. Bunun insan üzerindeki etkisi, hastalık olarak adlandırılacak kadar önemli bir niceliği ifade eder.

Ortalama toplumsal bilinç ile davranmak, insanı “rahatlatır”. Bu nedenle aptallaşmak ile rahatlamak arasında, hatta aptallaşmak ile mutlu olmak arasında bir korelasyon kurulabilir.

Hemen her kültürel aktivite, aslında bu sıradan bilince, sanatın hemen her alanı bu sıradan, ortalama toplumsal bilince müdahale anlamını taşır. Onun için sistem, kapitalizm ya da günümüz tekelci kapitalizmi, entelektüel üretime, entelektüelin varlığına düşmandır. Bunun en açık örneği de, ülkemizde TV kanallarını dolduran “uzman”lardır. Kendinden menkul keramete sahip bu türedi “uzman”lar, muhtemelen Google’dan bir arama ile elde ettikleri, “doyurucu”luğu hamburger tarzı bilgilerle uzman olarak ortaya çıkmaktadırlar ve karşılarında yer alan eklenmiş “gazeteciler” formatlanmış karakter olduklarından herhangi bir soru ile bu bilgileri aşamamaktadırlar. Seyirci, bant sistemi üretilmiş bu bilgi “hamburgerlerini” yemekten obezleşmektedir, beyinsel obezite adı uygun olur mu, bilmiyorum, ama hastalık olduğu kesindir.

Tekeller çağı, aynı zamanda kitlesel üretim çağıdır ve bu çağda kitlesel üretim “standart” üretim de demektir. Standart, demek ki ortalama, kabul edilebilir anlamında iken, “kaliteli” olarak sunulmaktadır. Ve bu “standart” mallar, tüketim toplumunu gerekli kılmaktadır. Bilgi de bunun alanlarından biridir. “Uzman” üretimi, tam da bu yolla, bu anlamda Google’ın işi hâline gelmiştir ve bir üniversite öğretim üyesi, Google’ı aşan bir birikime, derinliğe sahip değildir.

Sıradanlaşma, işte böylesine kapitalist sistemin insanı yönetme uygulaması hâline gelmiştir.

Bilincin ifadesi olan pratik ortadan kaldırıldığında bilgi, sıradanlaşmak üzere hastalıklı davranışlara yol açmaktadır.

4

Örgütsüz insanın eylemi, ona bir anda sonuç verdiği ölçüde değerli gelmeye başlar. Bir üniversiteli, okulda katıldığı ilk protestonun hemen sonuç vermesini ister. Onun, bu eylemler yolu ile sistemi, toplumsal gerçekliği, devleti, devletin üniversitedeki uzantılarını tanıma sonuçları, ona bir sonuç olarak gelmez. Öğrenmek, pratikten, eylemden, yaşamdan kopar ve bilgi biriktirmek gibi bir anlam taşımaya başlar. Bu durumda bu birikmiş ama bilince dönüşmek üzere işlenmemiş bilgiler, eklektik, birbirinden kopuk tartışma-sohbetlere meze olarak iş görür.

Burada anahtar süreç, örgüt kaçkınlığıdır. Değiştirmek amacını gütmeyen öğrenme süreci, elbette örgütlenmeyi aşağılar. Örgütlenmeyi aşağıladığı ölçüde, aslında kendisini çevreleyen nesnelliği büyütür, onu aşılmaz olarak algılamasına neden olur.

Bu süreci bazı noktalarda, rastlantısal olarak aşan kişiler, bu kez, o kitleden kopmaya başlar. Eğer bilinç durumu bir örgütlenmeye yol açmıyorsa ve hâlâ dürüstlük devam ediyorsa, içe kapanma başlar.

İçe kapanma, kendi farkındalığını, kendi “aykırılığını” örgütleyememe de demektir. Bu içe kapanma, daha az insanla, daha dar bir çevre ile ilişkiyi ve yaşamı sınırlandırmak da demektir. Sistem zaten, aykırı olanı yalnızlaştırdığı için, bunu beslemektedir.

Böylece yaşam belirtisi demek olan eylem, dar bir çevrede bir tarz “koloni” gibi yaşamayı beraberinde getirir. Komün gibi olsa, bir pratiği çağırmış olacağından, buna daha çok bir tür “koloni” yaşamı, bir tür yalıtık yaşam demek yerinde olur.

Bu koloni yaşam tarzının da kendine özgü bir zekâsı vardır. Kendi içinde “temiz”, ama akmayan, hayatın kalabalığına karışmayan bir yaşam, en güvenilir bir çevre içinde sıkışıp kalmak gibi bir zekâ üretir. Böylece daha güvenli bir koloni yaşamı ortaya çıkmış olur. Sınıf mücadelesinin paldır küldür akışı, vurdulu kırdılı ilerleyişinden uzak, riski az kolonilerde, gerçeklik sorgulanmaya devam eder. Birçok açıdan olumluluklar da yaratan bu yaşam, aslında hayatın akışı ile karşı karşıya geldiğinde, nasıl bir tutum alacağına bağlı olarak bir yön alır. Büyük kitlesel eylemlerde kendini aşan, olumlu anlamda, bir yaşam ortaya çıkması daha olasıdır. Ama o büyük toplumsal eylemlerin olmadığı dönemlerde bu kez içeride bir kirlenme başlayacaktır. Koloni içinde gerçekleşen üretim, bilginin akışını sağladığı sürece buradaki hayat taze kalmayı başarır. Ama kendini yaşamın, sınıf savaşımının “kalabalığına” açmadan, bu üretim bir olumluluk olarak ortaya çıkamaz.

Bir açıdan bu koloni yaşamına örgüt diyebilirsiniz. Ama bunun gerçek anlamda bilincin işareti olarak örgüt hâline gelmesinin ana yolu, sınıf savaşımının yürüdüğü sahaya, koloninin açılması ile gerçekleşebilir. Bu saha, aslında teorik olarak tartışılan şeylerin, teste tabi tutulduğu sahadır. Burada bir elenme, fikirlerin daha çok pratiğe yansıması ile gözden geçirilmesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu nedenle denir ki, “sen devrimden ne öğrendin?” Bu soru yerindedir. Devrime öğretmek, devrimden öğrenmek, birbirine sıkı sıkıya bağlı süreçlerdir.

Mücadelenin yürüdüğü sahada, doğrudan bir tutum alarak var olmadan, bu öğrenme ve öğretme süreci doğru yaşanamaz.

Bu koloni yaşamı, gruplar için olduğu kadar aydın-entelektüeller için de bir gerçekliktir, vardır, mevcuttur.

Önemli sorun, koloni yaşamında edinilen ve orada doğruluğuna inanılan alışkanlıkların, başkaları ile birlikte mücadele sırasında tümden değiştirilmesi gereğinin kabul edilmesindedir. Öyle ya kapalı devredeki alışkanlıklar, hayatın sıcaklığında kendiliğinden erimeye başladığında direnç göstermek mümkündür. Koloni yaşamında amaç ile araçlar arasındaki bağ, daha çok araçlar lehine bozulur. Ama sınıf savaşımında işler alışkanlıkları değiştirmeye vardığında, vücudun alışık olmadığı hareketleri yapması gibi zorlanmalar ortaya çıkacaktır. Bunu göze almadan koloni hayatını sürdürmek, risksizdir ve aynı zamanda kirlenmeye açıktır.

“Bana” uyan mükemmel yapılar aramak yerine, bu yapıları yaratmak üzere en doğru yerden işe başlamak, olası hastalıkların tümünü ortadan kaldırabilmeye muktedirdir. Risklidir ama doğrudur.

Elbette bugün, devrim adına atılacak her adım son derece kıymetlidir. Çünkü tarih, işçi sınıfını iktidara çağırmaktadır. Bu çağrıya uymak, bunun gereklerini yerine getirmek, su olmak, toprak olmak, gübre olmak birbirinden değerli varlık biçimleridir. Ve Anadolu’da, daha da ileri gidelim eğer bir coğrafî kısıtlama olarak görünüyor ise Anadolu yerine tüm bölgeyi (Kafkaslardan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Balkanlara kadar) koyarak bu coğrafyada devrimci mücadele için sayısız varlık biçimi olanaklıdır. Ayrıca da gereklidir. Tek bir şartla, örgüt ve örgütlü direnişi temel almak koşulu ile. Herkesin, bu filoya, bu örgütlü mücadeleye özgün katılımı olanaklı ve gereklidir. Belki de herkes, bir döneme kadar kendi katılım yollarını bizzat kendisi tanımlamalı, ortaya koymalıdır. Bir döneme kadar.

Gelmekte olan devrim, çok renkli olacaktır. Yeşil eğer yaşamın rengi olarak ele alınırsa, çok değişik tonu ile yeşil bu mücadelenin içinde olacaktır. Herkes kendi rengini bu mücadeleye, benim rengim bu demek için değil, daha mükemmel bir ton zenginliği elde etmek üzere katmalıdır.

İnsanlığın doğduğu, geliştiği beşiklerden birisi bizim üzerinde yaşadığımız coğrafyadır. Bu aynı coğrafya, son derece kanlı bir tarihe sahiptir. Aşağılanmanın ve sömürünün her türünü yaşamış bir coğrafyadır. Bu coğrafya, bugün, tarihî bir hesaplaşma için, insanlığın yeni bir doğumuna, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyanın doğuşuna gebedir. Bu görkemli doğuş çetin bir mücadeleye hazır olmayı gerektirmektedir. Bunun kolay olmayacağı açıktır. Bu çağda kolay zafer hiçbir yerde olanaklı değildir. Zorlu mücadelelerin de kendine ait bir zekâsı olacaktır. Yaşamın her alanında işleyen diyalektiğin yasaları, bugün, burada da işlemektedir.

Her şeye inat, bir kere daha; ya komünizm ya ölüm!

Acınası komik: Saray Rejimi’nin tuhaf hâlleri

Biz öyle diyoruz: Saray Rejimi’dir ve Tekelci Polis Devleti dediğimiz tekeller devletinin, sömürge bir ülkede, paylaşım savaşı koşullarında, tetikçi bir organizasyonun, içeride ve dışarıda savaş düsturunun, yağma-savaş ve rant ekonomisinin özel hâlidir.

Biz öyle diyoruz, kriz içindedir ve bu, devrime ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzun da kanıtıdır.

Korku egemen sınıfı sarmıştır. Korku, Saray Rejimi’nin boyunu geçmiştir. Korku Saray Rejimi’nin her ilişkisinde vardır ve korktukça, daha çok güvenlikçi, daha çok saraycı olmaktadırlar. Oysa, Kürt Devrimi’ni bir yana bırakırsak, biz sadece Gezi Direnişi dediğimiz kendiliğinden sosyal patlama ile kendimize gelmeye başladık. Yani, uygun bir terim olursa, daha “başlamadık.” Bu korku, esas işçi sınıfı sahneye çıkınca, bu korku esas halkların mücadelesi ortaklaştığında görülmeye değer olacaktır.

Boğaziçi Direnişi, ne kadar fiyakaları varsa, onu da bozdu. Ve fiyakaları bozuldukça, her gün ortaya çıkan gerçek yüzleri, gerçek hâlleri, adeta sahneyi doldurmaya başladı. Utanılası, rezil ve acınası hâlleri, her gün daha da komik olmaya başladı. Soytarılığın kendini nezaket, pespayeliğin kendini “değer”, karanlığın kendini aydınlık, korkaklığın kendini cesaret, utanmazlığın kendini “namus”, zalimliğin kendini Müslümanlık, ihanetin kendini vatanseverlik, puştluğun kendini erdem, aptallığın kendini kurnazlık olarak pazarladığı büyük çürüme hâlidir bu.

Gezi ile ortaya çıkan devlet çarkının karanlık dişleri, her geçen gün biraz daha kendini gösteriyor. Boğaziçi Direnişi, Saray Rejimi’nin ne kadar çirkinliği varsa hepsini ortaya koymuştur.

Bir şeyin çirkin olması, onun aynı zamanda bir şey olması da demektir. Oysa Saray Rejimi, baştan aşağıya çirkinliktir, tarih boyunca devlet denilen çarkın tüm pisliğini, tarih toplamış Saray Rejimi’nde bir araya getirmiş ve ortaya salt çirkinlikten bir Saray çıkmıştır.

Şöyle diyor Erdoğan:

“Yani aynı zihniyet, şu Osman Kavala denilen, bu ülkede Soros, adeta ofisi olan, temsilcisi olan kişinin karısı da yine aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde bu provokatörlerin içinde yer alan bir kadındır.”

İşte size utanmazlık, işte size pespayelik, işte size zalimlik, cümlesiz bir Türkçe!

Demek ki, Prof. Dr. Ayşe Buğra, Osman Kavala ile evli ise ve de emekli olsa da Boğaziçili ise, kendiliğinden provokatör oluyor. İşte size Saray Rejimi’nin “hukuk aklı.”

Bu kadardır ve gerisini beklemek, bekleyenler için yorucu, sıkıcı ve de maliyetlidir.

Demek ki, “karısı” lafı, bir çap, bir anlayış, bir vizyon göstermektedir.

Son derece yakışmaktadır. Burjuva muhalefet, “yakışıksız” diyor. Yanlıştır, son derece yakışır hâldedir. Bu baştan bu sözler çıkabilir. Hatalı olan, bunu “yakıştırmayanlar”dır. Onlar, daha çok beklerler ve muhtemelen kendilerine açık olarak Erdoğan küfür edene kadar, hakaret edene kadar beklemeye de devam ederler.

Kavala ise Soros’un ofisi imiş. Peki, ya siz MRT (Mister Tayyip Erdoğan), siz kimin ofisinin bekçisisiniz, Rockefeller’in mi? Soros ile masada oturan siz değil misiniz? Soros gelip “sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir” dediğinde siz ne iş yapardınız?

MRT nereden çıktı değil mi şimdi? Anlatalım.

Anonymous, 8 Şubat günü “Bold Medya”da yayınlanan belgelere konu oldu. Buna göre Anonymous, Deutsche Bank Frankfurt’tan Ziraat Bankası Gaziosmanpaşa şubesi üzerinden istenen bir teminat mektubunu yayınladı. Teminat mektubu 13 ay vadeli ve son tarihi 2021 Ekim ayı. Bu teminat mektubu, Ziraat Bankası’nın bir müşterisi için istenmiş. Müşteri “MRT Investment Holding BV” adınadır. “BV” genellikle Hollanda’da şirketler için kullanılan bir kısaltmadır. MTV’nin merkez ofislerinden biri ise Türkiye’dedir ve başında Pınar Yalçınkaya Hacaoğlu var. Şirketin kurucusu ise Muhammet El Tavas’tır.

Anonymous, son aylarda Erdoğan için epeyce paylaşımda bulunmuş. Bold Medya’nın aktardığına göre, Anonymous şu iki tweet’i de paylaşmış. İlki:

“Reis, elimizdeki 350 milyardan Dolar’dan fazla kara parayı aklamak için hangi bankaları kullanmamızı önerirsin? Seçenekler:

1. Ziraatbank

2. Deutschebank

3. Vakifbank

4. Credit Suisse

5. HSBC

6. Albania’s BKT Bank

7. Sudan’s Central Bank

8. DBS Bank

9. Hepsi”

İkinci paylaşımları ise şöyle:

“Reis, bize HSBC, Vakıfbank, Deutschebank ve Credit Suisse’yi anlat. Berat, Bilal ve Yiğit’le iç ettiğiniz yüz milyarlarca Dolar’ı anlat. Anlat ki senin gibi bir ustadan feyz alalım!”

İşte bunları yapan Erdoğan, Kavala’yı Gezi’nin finansörü, onu da Soros’un adamı ilan ederek, kendi korkusunu ifade ediyor. Boğaziçi de dahil, her direnişte aklına Gezi geliyor. Gezi geldiği için, Ayşe Buğra, bu biçimde konu hâline geliyor.

Erdoğan diyor ki Boğaziçi öğrencilerinin ‘Bulu istifa’ demelerini kastederek, “yürekleri yetse Cumhurbaşkanı da istifa etsin diyecekler.” Boğaziçi öğrencileri, aslında buna çok güzel bir yanıt vermişlerdir. Bu nedenle, o yanıtı alıp buraya koymak dışında bir şey söylemek mümkün değil. Yanıtı Kaldıraç sayfalarında bulabilirsiniz.

Erdoğan kendini bir “tuhaf” hâller içinde algılıyor olmalıdır. Ama onun tuhaf hâlleri, Saray Rejimi’nin her yerine yansıyor.

Biz diyoruz ki, CHP, İYİ Parti vb. tüm burjuva muhalefet, tıpkı Bahçeli gibi, Saray Rejimi’nin koruyucularıdır. Hepsinin koruma şekli farklı.

Kaftancıoğlu, korkmuş olmalı ya da bu havadan nasibini almış olmalı ki, “istifa etsin diyecekler” açıklamasına, şöyle yanıt veriyor: “Demeyeceğiz, çünkü Cumhurbaşkanı seçilmiş, kayyum rektör ise atanmış bir kişi.”

Boğaziçili öğrenciler ve öğretim üyeleri, onlarla birlikte direnenler, o mektupta buna da açıklık getirmişlerdir. Seçilmiş birisinin istifasını istemek, ne suçtur ne cesaretle ilgili bir şeydir. Olsa olsa bu istifayı istemek için “yürekleri yetse” lafını sarf edenler korkmaktadır ve bu korku CHP saflarını da sarmıştır. Seçilmiş bir kişinin de istifası istenebilir. Seçilmiş birisinin istifasının istenmeyeceği düşüncesi, “yeni normal” midir? Öyle ise, bu yeni “normal”i, Saray’ın içine layık görüyoruz. Kim bu “yeni normal” ile konuşacaksa, sesi Saray’dan gelsin lütfen.

İşte Saray Rejimi budur. Sokağa çıkma, çünkü onlar zaten bunu istiyor, belki de Boğaziçi eylemlerini de onlar arzuladı, sakın ha polise direnme, sakın ha hiçbir şeye direnme, sakın ha “yukarıya bakma.” İşte size CHP muhalefeti. Tam da Saray’ın formatladığı bir “muhalefet.” İnce’ye parayı basarak “muhalif” yapıyor Saray ve CHP’nin kendisine ise özel görevler veriyor.

İşte eylemin kendisi, bu yanıtı üretiyor: Aşağıya bakmayacağız! İsteyen aşağıya bakabilir, ama biz bakmayacağız.

Diyor ki Erdoğan, “Önüme 9 aday geldi. 9 adaydan bir tanesi olan Melih Bey’in atamasını yaptım.”

Diyelim ki doğrudur, demek 9 adayı getiren zar atıyor ve belki de Erdoğan’ın kimi seçeceğini biliyor. Kandırılmakla ünlenmiş Cumhurbaşkanımız, acaba burada da kandırıldı mı? Öyle ise, hemen Bulu’yu görevinden alsın.

Diyelim ki öyle değil. Öyle ya, kim onun sözünün üzerine söz söyleyebilir ki? O zaman da yalan söylüyor. Bulu’nun seçilmesinden vazgeçmemek için “olup biteni mi anlatıyor”? Savunmaya bak! Ama bu savunmayı kim alıyor? Biz daha mahkemeyi kurmadık ki.

Diyanet İşleri, protestolara karşı cuma hutbesi okutmuş. 301 işçi Soma’da katledildiğinde Diyanet İşleri yine hutbe okutuyordu.

Galiba duyduklarımız doğru, bunlar cumalarda afyon alıyorlar. Her cuma namazı çıkışında tuhaf açıklamalar ortaya çıkıyor, hem karanlık hem de komik açıklamalar.

Protestolarda hutbe okutmaktansa, Sultan Erdoğan Hamid Han için, afiyette olsunlar hutbesi daha yerinde olur. Öyle ya, her protestoda hutbe okut, işçi eyleminde okut, işyeri cinayetinde okut, her direnişte okut bunun sonu yok. Tek formatta, tek hutbe her şeye kadir olmalıdır: Allah Erdoğan’ı korusun, uygun bir hutbe adı olur.

Boğaziçi’ne iki yeni fakülte kurulacakmış, Cumhurbaşkanı karar almış. Eskiden bu kararları, üniversite senatosu alırdı. Ama Bulu, senato nedir bilir mi, emin değiliz. Evde üç çocuğu olduğunu biliyor olması bile başarı. Allahtan bu kadarını biliyor, ev, çocuklar gibi şeylerden haberdar. Bir tek istifa etmeyi bilmiyor. En iyi hırsızlığı biliyor ve Boğaziçi, yakında dünyanın ilk yüz üniversitesi arasına girecekmiş, herhâlde sahte tezlerle olmalı.

Yeni açılan iki fakülteden biri iletişim fakültesi imiş. Buraya Fahrettin Altun’un atanmasını öneriyoruz. Yerinde olur, Boğaziçi arazisinde kaçak kulübeler yaptırmaya başlar ve her kulübeyi bir Arap şeyhine kiralarlar. Katarlı olması tercih nedenidir. İletişim fakültesinin dekan yardımcısı mutlaka Perinçek olmalıdır. Oradan uluslararası ilişkiler kurar, faydalı olur.

Hukuk fakültesi de kurulmuş. Nasılsa burada hukuk eğitimi yapılmayacak. Öyle ise oraya da dekan olarak Bahçeli’yi, yardımcısı olarak da Çakıcı’yı atamalıdırlar.

Bir de uzay üssü kurulacakmış. Burası da “trol” yetiştirme merkezi olsun, buraya doğrudan Erdoğan’a bağlı timler baksın. Başına Bilal geçsin.

İki olay art arda gerçekleşti. Boğaziçi ve elbette her direniş aydınlık demektir, karanlığı parçalar, güzelleştiricidir, insanı güzelleştirir.

Çakıcı, bugünlerde Bahçeli’nin açıklamaları yeterli olmuyor olmalı ki, sahne alıyor. Saray Rejimi’nin tuhaf hâlleridir bunlar.

Çakıcı, terörist öğrencileri sevindirmemek için, Bulu’nun istifa etmemesi gerektiğini açıklamış. Bunun için el yazısı ile mektup yazmış. Duygulu bir an olmalı. İsteyene Bahçeli tweet atıyor, nostalji seven Çakıcı mektup yazıyor.

Sizce Çakıcı, Bulu’nun istifa edeceği yönünde bir izlenim edinmiş de, Bulu’yu mu tehdit ediyor? Yoksa Bulu istifa diyen öğrencileri mi tehdit ediyor? Ya da mesela Erdoğan’a, Reis ben buradayım mı demek istiyor, hani kendini yalnız hissetme der gibi. Elbette biz yanıtını bilmiyoruz. Ama “acınası komik,” trajikomik olarak da yazılabilir mi?

Bir de Cevdet Bey var. Yerinde duramamış. Profesördür ve bir fakültede dekandır. Şöyle buyurmuş: “Biz geceleri işi bitirir, sabah işe gideriz.” Bu arada abdestliyiz demeyi de özellikle unutmamış. Gören de der ki, katliam narası nasıl atılır diye antrenman yapıyor. Bir fakültede böyle dekan var ise, bir üniversitede böyle dekan var ise, o üniversitenin üniversite, o fakültenin fakülte olduğuna dair kanıt gereklidir.

Tüm bunlardan öğreniyoruz ki, hakaret, küfür, tehdit şaha kalkmış, hep birlikte Saray Rejimi’ni korumaya çalışıyorlar. Karanlık üretiyor, çok. Korkaktırlar, çok. Rantiye kurnazlığı ile zalimin kurnazlığını birleştirmişler. Sultanlık ise eğer bu, karikatür sultanlıktır. Ve de “yerli ve milli”dirler. Bundan böyle, hakaret ikiye ayrılır, yerli ve milli olanı ve diğeri. Hakarete uğrayan, mutlaka suçludur. Kafasına sopalarla vurulan genç direnişçi mutlaka suçludur ve yerli ve milli değildir. Trol mesela, iki türlüdür, yerli ve milli olanı makbuldür. Rektör, önce yerli ve millidir, sonra hem rektör hem de Erdoğan’a biat etmiş bir kuldur. Mafya, eğer Saray’dan yana ise, makbuldür ve yerli ve millidir. Provokatör, yerli ve milli ise devlet görevlisi sayılır. Terör devlet işidir ve terörist eğer yerli ve milli ise onun saldırdığı teröristtir. En makbul yerli ve milli meslek hırsızlıktır. Rantçı, her durumda yerli ve millidir. Para ile satın alınabilen her vicdan, mutlaka yerli ve millidir. Sapkın, yerli ve milli ise mutlaka mekânı cennettir.

Bu arada Erdoğan, haberi patlatmıştır: “Ay’a sert bir iniş yapacağız.”

Bu daha önceki “uçuyoruz ama kimse görmüyor” ve ardından gelen “buzdolabı” açıklamasına benziyor.

2019’da yerli ve milli uçağımız olacaktı. Ama havaya uçtu. Şimdi Ay’a sert iniş yapacağız.

Normalde, sevinecektik ama biliyorsunuz, “sert iniş”, düşmeye yakındır. Ve eğer düşerseniz, vay hâlinize. İniş denilen şeyin en uygunu, “yumuşak” olanı olmalıdır. Ama Erdoğan, sert adam olduğundan, inişimiz de sert olmalıdır.

Bu da Saray Rejimi’nin tuhaf hâllerinden biridir.

Çok yapılan bir espridir, “ne içiyorsun bana da söyle de ben de içeyim.” Aslında bu, herkesin kendini iyi hissetme isteğini de gösterir. Kendini iyi hissetme duygusu uzak bir ihtimal hâlini alınca, falcıların söylediklerine inanç artmaya başlar. Falcılar, çok yeteneklidir, sizin ihtiyacınızı hemen anlar ve ona göre “yazmaya” başlarlar. Ama bazan, onlar da insan ya, falcılıktan gelen zekâlarını bir yana bırakırlar ve bu durumda kendi hâllerini yansıtmaya başlarlar. Sizin falınıza bakmazlar, adeta kendi fallarına bakarlar da size sizin falınıza bakıyormuş gibi konuşurlar. Ruh hâli işte neylersin, ekmek parası için bir şeyler yapmaları gerekir.

Ay’a ineceğiz müjdesi, Saray’da falcılığın son derece gözde bir meslek olduğunu göstermektedir. Erdoğan’ın duymak istediklerini söyleyenler, geleceği parlak olacak olan falcılar olacaktır.

 

Saray Rejimi ve ekonomi mi, siyasal alan mı galip gelecek

Evet, aslında başlıkta biraz olsun tuhaflık olduğunu kabul ediyorum. Ekonomik alan mı, yoksa siyasal alan mı “galip” gelecek, biraz dikkat çekmeyi amaçlıyor ve bugünün Türkiye’si söz konusu olmamış olsa, saçma bir başlık bile sayılabilirdi.

Son tahlilde, ekonomik alan, siyasal üstyapıyı belirler. Bunu biliyoruz. Elbette, bu durum siyasal üstyapının görece bağımsız hareket edebilme olanağını dışlamaz. “Belirler” zaten bu anlamdadır ve diğerinin varlığını kabul ediyorsunuz demektir. Yani bir sosyo-ekonomik sistemde, mesela feodalizmde, üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi vb.den oluşan altyapı, feodal devlet dediğimiz ve içine devletin ideolojik ve fizikî baskı aygıtlarını, hukukunu ve rıza üreten ideolojisini vb. alan üstyapıyı belirler. Bu Fransız feodalitesinde, Osmanlı feodalitesinden bazı farklılıklar gösterir. Hatta, bazı kralların döneminden aynı ülkede diğerlerinden farklılıklar da gösterir.

Ama bizim anlatmak istediğimiz şey, bu genel kabullerden, altyapı ve üstyapı ilişkilerinin normal işleyişinden biraz farklıdır.

TC devleti, Birinci Paylaşım Savaşımı sırasında, bölüşülmeye başlanmış Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde, Ekim Devrimi’nin zaferinden korkan Batı’nın rızası ile oluşabilmiş bir sömürge devlettir (Konumuz değil ama bu, aynı zamanda anti-işgal karakteri ile başlamış kurtuluş savaşının, burjuva-Kemalist kadrolarca emperyalizmle uzlaşmaya götürülmesi de demektir). Hem Osmanlı’dan küçülerek kalan topraklarda kuruluyor hem Ekim Devrimi’ni durdurmak için işgal etmek üzere girdikleri Anadolu’nun önemli bir bölümünden komünizme karşı savaşmak bilinci ile geri çekilmeleri söz konusudur. Elbette, işgale karşı başlayan “anti-emperyalizme” doğru evrilmeye başlayan direniş, ancak bu yolla durdurulabildi. Böylece halkın anti-işgal direnişi anti-emperyalist bilince ulaşmadan, eski devlet paşalarının kontrolünde, geri çekilen emperyalist efendilerin gözetiminde ve kesinlikle Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olma garantisi ile yeni Cumhuriyet kuruluyor. 1929 krizi ve Almanya’da Hitler’in zaferine kadar, daha dengeli bir dönüşüm sürecini götüren yeni Cumhuriyet, ardından, “restorasyon”a yöneliyor. 1929’da Eskişehir konuşması, aslında bu restorasyon adına, Sovyetler’le kurulmuş ilişkilerin gölgesinden de kurtulma satırları ile doludur. 1930’lu yıllar ve arkası bu restorasyonun gelişimine sahne oluyor. Feodal toprak ağalarından kalan artıklarla ve tarikatlarla yeniden barışmak, bu restorasyonun başlıca göstergesidir. İlk işareti elbette ekonomi-politikalardadır ve tarım reformunun bir türlü gerçekleşmemesi bunun en açık kanıtıdır.

Ve İkinci Dünya Savaşı’ndan Sovyetler zaferle çıktı. Sovyetler’e karşı “ileri karakol” olarak iş gören TC devleti, daha ileri görevler almak üzere, NATO’ya girdi. NATO, aslında TC devletinin kendi ordusunu da teslim etmesi demektir. Komünizme karşı kutsal savaş adına, kendi varlığını tümden teslim etmek aslında TC devletinin karakteri hakkında bilgi verir.

İşte o zamandan bu yana, Türkiye, Batı’nın “ortaklaşa sömürgesi”dir. Siyasal olarak, yani, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi, siyasal partileri, parlamentosu ile ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise AB’ye daha çok da Almanya’ya bağlı bir ortaklaşa sömürge.

İşte bu nedenledir, sık sık siyasiler, AB’ye kafa tutarlar. Çünkü devlet ellerindedir diye düşünürler. Ama ne zaman ekonomi teklerse, hemen bir “yumuşama” gösterirler, Avrupacı kesilirler.

Bugün, yani 2000’li yıllar içinde, AB ile ABD arasında eskisi gibi bir ortaklık yok. ABD, dün kendi denetimi altında komünizme karşı savaş için birleştirdiği emperyalist güçlerin açık ekonomik meydan okuması ile karşı karşıyadır ve buna askerî meydan okuma ile karşılık vermektedir. Yani, ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere arasında bir üçüncü paylaşım savaşımı söz konusudur. Bu savaşım, büyük çaplı bir bölüşümü gündeme getirmektedir. Bu nedenle, dünyanın hemen her yerinde, tarih, sanki 1900’lerin başlarına dönmüş gibidir.

Türkiye, artık, bu güçler arasında paylaşılmak ya da bir sosyalist devrimle kurtulmak seçenekleri ile karşı karşıyadır. Eğer, bu ülke, daha önce bir sosyalist devrim ile, kapitalist-emperyalist sistemden kopmayı başaramazsa, ya siyasal alana hakim olan ABD’nin sömürgesi olacak, bu durumda, sermaye yapısında ciddi değişiklikler oluşacak, 5’li müteahhit çetesi vb. diğerlerine galip gelip diğer alanlara da girecek ya da ekonomik alana hakim olan AB, daha çok da Almanya, siyasal alanı da ele geçirecek ve bu durumda da bir Almanya sömürgesi olarak var olacak. İstanbul’un kanal tartışmaları dahil, pek çok tartışma, bu paylaşım savaşımının içindedir.

Şimdi, başlık size biraz daha anlaşılır gelmiş olmalıdır.

Aslında, Kaldıraç sayfalarında bu görüşü çok defa okumuş olmalısınız. Bir kere daha buraya dikkat çekmemizin nedeni, Damat gittikten/görevden affı kabul edildikten/istifa ettikten sonra, ortaya çıkan gelişmeleri tartışmaktır.

Bizim “okumuş yazmış”larımız, çok Batıcıdırlar. Batı, sanki onları “Doğu”dan kurtaran gibidir. Ve aslında hiçbir biçimde de doğru değildir. Bunun derinliklerine burada girmeyelim, ama mesela Batı ve İslam bugün karşıt gibi sunulmaktadır. Oysa, bizzat Batı, İslam’ı, komünizme karşı savaş için kullanmış, eğitmiştir. El Kaide’den IŞİD’e kadar hepsi Batı’nın projeleridir. O kadar ki, İslam adına harekete geçen anlı-şanlı örgütler, bizzat Batı’nın organize ettiği örgütlerdir. Demek ki, aslında IŞİD, mesela IŞİD, Batı karşıtı değildir. IŞİD’e karşı olmanız için sizin ABD veya AB yanlısı olmanız gerekmez. Liberal sol, korkudan, Batı’nın öcü dediğinden uzaklaşır, Batı’nın sevdiğine bir hayli yaklaşır.

Batı’dan kurtuluş beklentisi, oldukça yaygındır. Hatta kötü havalar Doğu’dan, hastalıklar Doğu’dan, güzel şeylerin hepsi, havalar da dahil Batı’dan gelir. Bu aslında egemen ideolojinin okumuş-yazmış olanlara göre ayarlanmış dozudur.

Saray Rejimi, artık devlet denilen mekanizmayı, tüm baskı aygıtlarını, tüm yalan mekanizmalarını ortaya koymaktadır. Artık, ne milliyetçiliğin neyi örttüğü gizlenebilir ne İslam’ın nasıl kullanıldığı gizlenebilir. Ne Bahçeli ne Erdoğan, artık saygın isimler değildir. Ne de devlet “baba” olarak görülmektedir.

Devletin “baba” olduğu yolundaki tüm hurafeler bir bir yıkılmaktadır. Öyle bir “baba” ki, hep evlatlarının cebine elini sokuyor, hep ceberrut, hep hoyrat, hep parababalarının emrinde, hep efendilerinin hizmetinde, hep halka karşı, hep katliamcı, hep gençlere kurşun atıyor, hep işçileri boğazlıyor.

Öyle Osmanlı torunu falan da işe yaramıyor. Osmanlı, bir ailedir. Osmanlı torunu olmak, o aileden olmak demektir. Yoksa Osmanlı diye bir halk yoktur ve bunun torunu olmakla da övünmek mümkün değildir.

Saray Rejimi, devletin halk düşmanı tüm karakterini ortaya sermiştir. Saray Rejimi, açık olarak işçi ve emekçilere düşman olduğunu, kadına ve gence, üniversiteye ve özgürlüğe düşman olduğunu açıkça ilan etmektedir.

İşte bu durum, şöylesi yansımalara yol açmaktadır:

– Saray erkanı, her akşam Saray’da, korkudan sabaha kadar ışıkları yanık tutmaktadır. Saray’ın her odasında ajan aranmaktadır. Saray’ın her tuğlasını korku sarmıştır. Ne zaman devrileceklerini, ne zaman yeni bir Gezi’nin patlayacağını hesap ediyorlar. Her olayda bununla ilgili raporlar alıyorlar. Her cümlenin altında bir başka şey arıyorlar.

– Tekeller, burjuvalar cephesinde, sermayede ise; “ah bir uyum yolu bulsak” da devam edebilsek. Bu tatlı kârlılık, bu tatlı hayat terk edilmez ama Saray’ın da çok garip istekleri var. Biraz yola gelse de, devam etsek. Şöyle ifade edilebilir istedikleri: Biraz reform, biraz ekonomik istikrar, istediğiniz kadar baskı ve şiddet, ama iş adamlarına ayrımsız hukuk.

– CHP ve İyi Parti çevresi: Saray Rejimi gidiyor. Ama ya devlet de giderse. Çok sert muhalefet etmeyelim, hatta Erdoğan’ı kızdırmayalım, onu ikna edelim, AB ve ABD de bizi görsün biraz, devlete zeval gelmeden, tatlı biçimde uzlaşarak parlamenter sisteme dönelim.

– Okumuş yazmış çevreler, sol liberaller, liberal solcular: Hepsi birlikte, AB, belki yeni başkanı ile ABD, bizi kurtarır. Değil mi ki ABD ve AB, Batı demektir ve demokrasinin cennetleri buralardır. Elbette bunlar bizi kurtaracaktır.

Bu liberal sol için, temiz duygularla karışmış ahmaklığın görünmesi için bir örnek yerinde olacaktır: Soylu, Kati Piri’ye yanıtlar vermiş. Aslında elinden geldiğince kükremiş diyebiliriz. Kati Piri, AB parlamentosu üyesi Hollandalı bir milletvekilidir. Elbette, insan hakları üzerine eleştiriler dile getirmiştir. Soylu, her zamanki yanıtlarından birini verince, Eser Karakaş Hoca, bunu başlığa taşımış ve Batı değerlerinin savunucusu olarak yeni Biden yönetiminden beklentileri ile AB’den beklentilerinin arka fonunda, bir yazı kaleme almış: “Kati Piri Süleyman Soylu’nun nesi olur?” başlıklı yazı, 9 Şubat 2021’de Artı Gerçek’te yayınlandı. Elbette Karakaş, Soylu’nun tuhaf yanıtını tartışıyor ve ama Erdoğan’ın Batı’ya övgülerinden umutlanmak istiyor: “Erdoğan’ın çok daha pragmatik ve pragmatist bir politikacı olabileceğini düşünüyorum ama kanımca o da pragmatizmde biraz, hatta biraz değil çok gecikti, bundan sonra, hele Biden ‘Diplomasimizi değerler üzerine inşa edeceğiz’ dedikten sonra kanımca artık yapacak bir şey yok ama Erdoğan için korkunun dağları beklediği de açık, yine de reform diyor, AB diyor, vs.”

İşte o bildik liberalizm. Erdoğan’ın çok pragmatik ve pragmatist bir lider olması olumlanıyor. Oysa birçok yerde, bilimsel alanda bu pragmatiklik olumsuz anlamda kullanılır ve günlük dildeki “belkemiği yok”un bir versiyonu olarak ele alınır. Karakaş, Erdoğan’ın daha pragmatist davranıp, geç kalmadan reform yapmasını bekliyordu. Biden’ın baskısını da ekliyordu. Kati Piri’nin açıklamalarına yanıt vermeyen Soylu’ya karşı, Erdoğan’dan umutlu idi.

İyi ama ne oldu? Gezi’deki öldürülen gençler unutuldu mu? Ne oldu, Kürt halkına karşı katliamlar unutuldu mu? Ne oldu, bir iktisat profesörü olan Karakaş, Erdoğan’ın ekonomi-politikalarının liberal dünyanın istekleri olduğunu mu hatırladı? Hayır, hayır. Sadece Biden iktidara geldi ve AB, Erdoğan’a yeni bir şans vermeyi tartışıyor. Bir de gizli IMF programı var herhâlde. Ama Eser Hoca, daha dik durmalıdır, kendisi pragmatistlik konusunda Erdoğan’la yarışmamalıdır. Daha kaç kere aldanacaksınız ve kendi aldanmanıza halkın inanmasını isteyeceksiniz?

Konumuza dönelim.

Oysa Kasım ayından bu yana bazı gelişmeler olmaktadır.

8 Kasım’da Damat, Saray Rejimi için vezir, yani Abdülhamid Han’ın veziri, hem de damat, istifa etmiştir. İstifasını, Twitter olmamış, WhatsApp olmamış, Instagram’dan duyurmuştur.

Damat o günden beri, resmî olarak kayıp olmasa da kayıptır. Damat’ın nerede tutulduğu belli değildir. 138 milyar dolarlık rezervin ne olduğu da bilinmemektedir.

Damat, tam da Trump’ın seçimi kaybettiği kesinleşince bu adımı atmıştır. Trump’ın damadı ve Aydın Doğan’ın damadı, üçlüdür ve üç-beş-sekiz oynamadıkları kesindir. Zira Aydın Doğan’ın damadı ortadadır, işadamıdır ve Trump’a yakınlığı sermaye ilişkilerine dayanır. Trump’ın damadı ile Erdoğan’ın damadı, belki e-mail ile bile yazışamamaktadır.

Buna birinci olay diyelim.

İkincisi, Naci Ağbal Merkez Bankası’nın başına getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor, sermaye bu işten memnundur. Yani atama Erdoğan’ın değil, Erdoğan imzası ile “başka bir yerin”dir.

Üçüncüsü Lütfi Elvan, ne damattır ne aileden, Saray’ın hazinesinin başına getirilmiştir. Ama Hazine’de artık para yoktur. Erdoğan Hazine’yi teslim etmeden, içini boşaltmıştır (Hazine’nin boşaltılması bir başka maddedir de). Boş Hazine’ye, Lütfi Elvan konulmuştur.

Hazine boş olduğundan, 138 milyar dolar havaya uçmuş olduğundan olacak, Hazine Bakanı, Merkez Bankası başkanından daha önemsiz bir rol almaya başlamıştır. Buna dört diyelim

Beş, Hazine boştur, boşaltılmıştır. Herkes Damat nerede diye bakmakta, Berat Albayrak belki çocuklarına hasret yaşamakta, ama kimse 138 milyar doların peşine düşmemektedir. Oysa bu 138 milyar dolar önemli olmalıdır, nerededir, Erdoğan’ın yakın çevresinde midir? Bu 138 milyar doların peşine düşen olmaması ilginç değil midir?

Altı, sorudur: Tüm bunlar, IMF ile gizli bir anlaşma mı demektir?

Hatırlanacaktır; bundan bir süre önce, 2019 sonlarında IMF ile görüşmelerden söz ediliyordu ve IMF, bu görüşmelerde bazı şartlar koşmuştu. IMF, Hazine’nin başına “benim adamım” (onlar bağımsız adam derler) geçecek diyordu. MB başkanı benden olacak diyordu. Bilgiler, mesela enflasyon vb. TÜİK’in bazı rakamları gerçekçi olacak, yalana bir sınır konulacak (yani işçi ve emekçiye yalan söylemek tamam ama sermayeye yalan söylenmeyecek), işadamlarının mülklerine garantiler verilecek ve hukukî garanti sağlanacak (halk için, işçi ve emekçiler için her türlü baskı, şiddet sorun değildir ama işadamlarının yargı karşısındaki durumu açık ve net olacak. Belki de Eser Karakaş, bu “reform” lafını yanlış anlamıştır. IMF, mesela ihale şartları ihalenin ortasında değişmeyecek, mesela birine özel vergi affı çıkmayacak, çıkarsa tüm işverenlere çıkacak vb. demek istiyordu). Aşağı yukarı IMF bunları istiyordu.

Saray ise, Vezîriâzam Damat Berat Efendi’yi “feda” etmem diyordu. Oysa öyle olmadı. Erdoğan, gelen istifayı “af talebini kabul ettim” diye yanıtladı ve aslında Damat istifa etmedi, görevden affını istedi ve bu af kabul edildi. Oysa gerçekte bir vezir feda edildi.

Bu arada Biden yönetimi için bu önemli bir hazırlık da sayılmalıdır.

Erdoğan, işadamlarından, devlete egemen olan çevrelerden bir kere daha destek alacağı vaadiyle, bazı tavizler verdi. Damat bunun başlangıcıdır. Bu sayede Damat, olası Halkbank davasının da kurbanı olarak feda edilmiş oldu.

AB, Türkiye’ye karşı “müeyyideler” koyarken, ağır olmamasına özen gösterdi. AB, bizim okumuş-yazmış liberal solumuzu ve sol liberallerimizi şaşırtacak kadar Erdoğan’a destek vermeye yöneldi (Sayın Eser Karakaş’ın Erdoğan’ın pragmatik ve pragmatist lider olmasına olumlu vurgusu, AB’nin hafif müeyyideleri ile bağlantılı mıdır?). AB Dışişleri Bakanları ile toplantıdan sonra, diplomatlar, Erdoğan’a bu kez güvenmek istediklerini Murat Yetkin’e ifade ettiler. Oysa aynı anda ülkede insanlar kaçırılıyor, işkence had safhada, Saray Rejimi tüm hızı ile baskı ve şiddeti tırmandırıyor, Kürt köyleri bombalanıyor, İstanbul sokaklarında IŞİD militanları polis koruması ile halka saldırıyordu. SADAT, özel eğitimler veriyor, gazeteciler dövülüyor, Boğaziçi kayyumlanıyor, Erdoğan kendisi için savaşacak adamlar toplamaya çalışıyordu.

Demek ki, ABD ve AB, artık Erdoğan’ı görevinden alır da kurtuluruz hayalini kuran “beleşçi” okur-yazar takımı, bir kere daha hayal kırıklığına uğradı. Aslında onların artık hayalleri de yoktur ve hayal kırıklıkları da o kadar acıtmaz. Tembellik, üşengeçlik, emeksizlik onları kurtarmak için gelecek Batılı kovboyların hayalinden öteye hayal kurmalarına bile engeldir.

Altı, 20 Ocak 2021 tarihinde MB Başkanı, Hazine’den daha önemli bir iş yaptığını ispat eder tarzda, açıklamalar yaptı. Faizi artırmadı. Zaten yeterince yüksek ve yükseltmekten de çekinmem dedi. Ve hemen tüm yorumcular, MB Başkanı Ağbal’a destekler verdiler. Oysa aynı şeyleri Damat söylese, bir işe yaramazdı. Naci Ağbal’a piyasa bir kredi açmış demektir.

Bir anlaşmaya işarettir.

Sanki gizli bir IMF anlaşması var gibidir.

Hemen Ağbal’ın açıklamalarını desteklemek için, TÜSİAD, MÜSİAD, TESK, TOBB açıklama yaptı. Bir tek, 5 “özel” müteahhit açıklama yapmadı. TÜSİAD Başkanı açıklamasında şöyle dedi: “Fiyat istikrarı, öngörülebilirlik ve sürdürülebilir bir büyüme sağlar. Kredi mekanizmasıyla büyüme kalıcı ve sağlam değildir.” Bu açıklama, 8 Kasım öncesi politikaları eleştirmektedir. Kredi yolu ile büyüme değil, fiyat istikrarı ile öngörülebilirlik ve büyüme diyor. Bu, TÜSİAD için büyük kârlar da demektir.

Erdoğan’ın, “acı reçete” dediği noktadayız. İşte bu acı reçete, halka içirilecek ve tüm sermaye, bu politikanın temsilcisi olarak Naci Ağbal’ın arkasındayız demektedir. Oysa 5 müteahhitten de bir açıklama beklerdik. Madem Saray bir açıklama yapıyor, önce 5’li çete destek verir. Ama açıklama Saray adına, ama Saray’dan değil, IMF’dendir.

Onun yerine IMF’den açıklama geldi. Buna da yedi diyelim. IMF, bu politikayı desteklediğini açıkladı. Manidar bulunmalıdır. Acaba IMF ile gizli bir anlaşma var mı? IMF, gizli olarak anlaşma yapıp, IMF reçetesi uygulamakta mıdır? Bu açıdan Türkiye bir ilk olmuş gibidir.

Sekiz, TÜİK, enflasyon hesaplamalarına denetim yapmak üzere bir kurul oluşturulmasını kabul etmiştir. Bu kurula, üniversitelerden öğretim üyeleri vb. de davet edildi. Sadece açıkça TÜSİAD, MÜSİAD üye vermedi, ama onlar adına kurula katılacak bir ajans buldular.

Şimdi geriye ne kaldı?

Yani IMF programı için geriye ne kaldı? IMF, diyordu ki, MB ve Hazine’ye benim istediğim adamlar getirilecek. 29 Ocak Cuma günü yeni atamalarla, Naci Ağbal ve Lütfi Elvan desteklenmiş olmalıdır. Ekip büyütülüyor. Bu operasyonun öncesinde Erdoğan, 138 milyar doları havaya uçurdu. Bu çalınan 138 milyar dolar nerede? Bu 138 milyar dolar, Erdoğan’ın iktidarda kalması için mi kullanılacak?

IMF diyordu ki, veriler düzgün olacak, halk için değil elbet, işçi ve emekçiler için değil ama iş dünyası için açık olacak. Bunu da yapıyorlar.

IMF diyordu ki, işadamları ve mülkiyetin korunması, rekabetin bozulmaması için hukukî kurallar değiştirilmeyecek, bir “öngörülebilirlik” olacak. İşte size Erdoğan’ın “reform” bağırışlarının nedeni.

Bir de ekonomik reformlar var, bunlar da yolda sayılır. Enflasyon hesaplamalarının sözde de olsa denetime açılması, bir “reform” sayılır. Mesela Sayıştay raporlarının resmî olarak yayınlanması bir “reform” olmalı. İşte bunun gibi, iş dünyasının ihtiyaçları reform olarak sunulacaktır.

Demek ki, Erdoğan, gizli bir IMF anlaşmasına “evet” demek zorunda kaldı.

Erdoğan, Saray Rejimi, hiçbir zaman, uluslararası tekellere, ülkemizdeki sermayeye, büyük tekellere karşı olmamıştır. Olmaz da. Öyle Erdoğan’ın oy aldığı kitleye bakıp, mesela ona, “İslamcı” demek mümkün değildir. Onun İslamcılığı, efendilerinin emri ile İslam’ı hayasızca kullanmasındandır. Oy aldığı kitleye bakıp, küçük esnafın lideri, küçük esnafın partisi demek doğru değildir. Para söz konusu olduğunda hiçbir zaman küçük olanı sevmedi. Hep büyük olan ile ilgilidir. “Ülkemi bir AŞ gibi yönetmek istiyorum” diyordu, yoksa bir bakkal gibi, bir terzi gibi yönetmekten söz etmiyordu. “Benim görevim rant yaratmaktır” derken, iş yaratmaktan, üretimden vb. söz etmiyordu. Gayet bilinçli bir biçimde, kimlerin hizmetinde olduğunu ortaya koyuyordu. Onun oy aldığı kitleye bakarak, onun küçük esnafın partisi olduğunu söylemek, aslında bilimde kolaycılık değilse, şaşkınlıktır. Hayır, Erdoğan ve AK Parti, bir projedir. Bunun sayısız kere yazıldığı, hikâyelerinin ortalıkta dolaştığı bugün, kalkıp AK Parti’yi küçük burjuvazinin, esnafın vb. partisi olarak nitelemek, bilimsellik adına körlüktür.

Erdoğan, iktidarını uzatmak istiyor.

Mecburdur.

İktidar ona, o koltuğa yapışmıştır.

Bunu yapmak için elbette her türlü manevrayı çevirecektir.

CHP ve diğer burjuva muhalefetin, “Saray Rejimi gitsin ama devleti kurtaralım” hassasiyeti, aslında, tekellerin isteklerine karşı koyamama durumudur. Çünkü, hepsi, ama hepsi tekellerin partileridir. Hiçbir burjuva muhalefet, ne tarım konusunda, ne inşaat sektörü konusunda, ne yolsuzluklar konusunda, ne çalınan paralar konusunda, ne Man adalara taşınan paralar konusunda, ne eğitim konusunda, ne doğanın yağması konusunda, kısacası hiçbir ciddi konuda bir tek şey söylememektedir, söyleyemez. Tümü tekellerin, uluslararası sermayenin, efendilerinin isteklerine göre hareket etmektedir. Başkası da mümkün değildir.

Artık, Tekelci Polis Devleti’ni, daha iyi kavramanın zamandır. Burada, anlamlı politika değişiklikleri söz konusu değildir. Örneğin Trump ya da Biden bir politika değişimini ifade edemez. Olsa olsa bir üslup farklılığını ifade eder. Ülkemize gelince, ABD ve AB arasında kalıcı bir seçim yapılması dahi (ki bu efendilerin savaşlarının sonucuna bağlıdır, Türkiye’nin seçimine bağlı değildir), köklü bir değişikliği ifade edemez.

Bugün, uluslararası sermaye, ekonomik realiteler ışığında, Türkiye’de bir ayarlama yapmaya çalışmaktadır. Onlar için, isteklerini yerine getirdiği sürece Erdoğan sorun değildir. Halka ve işçilere neler olacağı, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi, bugün de umurlarında değildir, olamaz.

Burada tek çıkış yolu vardır: İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, devrimci bir partinin önderliğinde iktidar isteği ile öne çıkması. Tek çıkış budur. Bu sadece tek çıkış değildir, okur-yazar arkadaşlarımızın düşündüğünün tersine, tek olanaklı çıkıştır. Sosyalist devrim hem zorunludur hem de mümkündür.

Boğaziçi Direnişi ışığında: Nasıl bir meclis? Nasıl bir seçim?

Boğaziçi Direnişi ikinci ayını devirmişken toplumsal hareketin bütününe etkisinin yanı sıra öğrenci hareketine de yeni gündemler getirdi. Üniversitelere yönelik devlet baskısının artmasıyla beraber öğrenci gençliğin kendini ifade edeceği alanlar daraltılmış ve varolanların da sisteme yedeklenmeye çalışıldığı son 5 yılda, direnişle beraber öğrenci hareketi kendine yeni örgütlenme kanalları açtı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde direnişin ilk haftalarında kurulacağı ilan edilen bileşenler meclisi, öğrenci hareketinde, üniversitelerde akademisyen, işçi ve öğrencilerin söz, yetki ve karar hakkına sahip olması için atılan önemli adımlardan biridir. Boğaziçi Üniversitesi, direnişin merkez üssü olması açısından diğer üniversitelere nazaran öğrenciler nezdinde örgütlenme olanağına daha çok sahip olması, meclis modelinin gelişimini elverişli kılıyor. Direnişin başlamasıyla beraber ülke çapında yirmiyi aşkın üniversitede kurulan ve hâlen kurulmakta olan dayanışmalar ise meclis formunu hedefleyerek kendisini geliştirmelidir.

Nasıl bir meclis?

Bu yazıda meclisin öğrenci ayağının nasıl örgütleneceğine dair direnişin gelişimini göz önünde bulundurarak önerilerde bulunmak isteriz.

Meclis, en başta direnişin dört temel talebi olan Melih Bulu başta olmak üzere tüm kayyumların istifası, üniversite bileşenlerinin katılımıyla demokratik rektörlük seçimlerinin yapılması, kampüsteki polis ablukasının kalkması, tutuklu ve ev hapsinde bulunan öğrencilerin serbest bırakılması talepleriyle harekete geçmiş, bu talepleri benimseyen öğrencileri kendine katarak okuldaki öğrencilerin tamamına ulaşmayı ve talepleri yaymayı hedeflemelidir. Bunun yanında, meclisin içeriğine ve işleyişine dair başkaca somut ilkeler belirlemek süreklilik için faydalı olacaktır. Bu açıdan meclisin işleyişinde:

1. Irk, dil, din, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik kimlik ayrımcılığına yer yoktur.

2. Öğrencilerin akademik ve günlük taleplerini konu edinir, okulun yönetiminde bu talepler doğrultusunda akademisyen ve işçilerle ortak hareket etme zemini yaratır.

3. Kararlar forumlar aracılığıyla alınır. Bu forumlar, öğrencilerin en geniş katılımını sağlamak amacıyla fakülte bazlı düzenlenir.

4. Forumların haftalık olarak en az bir kere düzenlenmesi gerekir. Gündem ve işleyiş yoğunluğuna göre bu sayı artabilir.

5. Forum katılımcıları meclisin işleyiş ilkeleri çerçevesinde gündem önerileri sunabilir.

6. Kararlar, forum katılımcılarının oy çokluğuyla alınır. Forumun katılımcılarının her biri bir oy hakkına sahiptir dolayısıyla katılımcılar bireysel olarak temsil olunur.

7. Üniversite içinde oluşan her türlü öğrenci örgütlenmesi (kulüpler, topluluklar vb.) meclisin bileşeni olmalıdır. Bu gruplar mecliste alınan kararlara dair forumlarda katılımcılar aracılığıyla temsil edebilir, grupların konuya dair görüşlerini bildirebilir.

8. Her forum, kararların uygulanabilmesi ve diğer forumlarla beraber hareket edebilmek adına oy çokluğuyla iki temsilci seçer.

9. Bu temsilcilerin görevi forumda alınan kararları forum temsilcilerinin oluşturduğu yürütme komisyonuna iletmek ve uygulanmasını sağlamaktır. Temsilciler forum kararıyla azledilebilir, belirli aralıklarla yapılacak seçimlerle tekrar belirlenir.

10. Kararların işletilebilmesi adına görev tanımı belirlenerek komisyonlar oluşturulabilir. Bu komisyonlar yürütme komisyonuyla eş güdümlü hareket eder. Görev tanımı belli komisyonlara katılım gönüllülük esasıyladır. Bu komisyonlar ihtiyaç dahilinde sürekli ya da görevi tamamlandıktan sonra dağıtılacak şekilde planlanabilir.

11. Görevli komisyonlara kararların iletilmesi ve uygulanmasının denetlenmesi adına yürütme komisyonu, yürütme komisyonu içerisinden temsilciler atar. Görevli komisyonlar yürüttükleri çalışmaları forumlara sunmak üzerine raporlar.

12. Hem yürütme komisyonu hem de görevli komisyonların forumlarda alınan kararların dışında karar alma ve uygulama yetkisi yoktur. Kararların uygulanmasına dair basit teknik meseleler bunun dışındadır.

13. Meclis bileşenleri olan öğrenci örgütlenmeleri forumlar aracılığıyla alınan kararları ihtilafa düştüğü noktada uygulamama hakkına sahip olmalıdır. Aynı şekilde, forumlardan biri/birden çoğu, forumlar arasında oy çokluğuyla ortaklaşılan kararları, söz konusu forumda aksi karar oy çokluğuyla çıkmışsa, uygulamama hakkına sahip olmalıdır. Ancak ihtilafa düşen forum ya da gruplar genel oy çoğunluğuna sahip kararın önünü kesmemelidir.

Boğaziçi Üniversitesi’nde ve diğer üniversitelerde dayanışmalar aracılığıyla süren direniş ve genişleyen örgütlenme tabanını göz önüne aldığımızda katılımın artırılması, direnişin sürdürülmesi ve okulun yönetimine dair tartışmaların çok sesli bir ortamda yapılması, alınan kararların çoğunluğun fikir birliğiyle alınması ve uygulanmasının hızlanması ihtiyaçlarına binaen işleyişe dair bu ilkelerin ön açıcı olacağını umuyoruz. Akademisyenler ve işçilerin de benzer tarzda örgütlenmiş bir yapıya sahip olmasını ve böylece bileşenler meclisine dahil olmasını öneriyoruz. Elbette ki eksik bıraktığımız noktalar olacaktır, amacımız bu yazıyla beraber bu noktaların tartışılması ve eyleyerek geliştirilmesidir.

Nasıl bir seçim?

Kayyum Melih Bulu’nun atandığı makamın okul yönetimine dair aldığı kararları işlemez kılmak, karar süreçlerini tıkamak ve en nihayetinde okulu yönetemez duruma sokmak için öğrencilerin, akademisyenlerin ve işçilerin ortak hareket edebilmesinin gerekliliği kadar okulun yönetilmesi yani idarî ve akademik konularda karar alınabilmesi gerekmektedir. Böylece üniversitenin asıl söz sahipleri başlarında atanmış biri olmayınca, kendi iradeleriyle yönetmeye kabil olduklarını göstermiş olacaktır. Bu nedenle, üniversite bileşenleri olan öğrenciler, akademisyenler ve işçilerin katılımıyla rektörlük seçimlerinin yapılması önem teşkil etmektedir. Daha önce salt akademisyenlerin katılımıyla yapılan rektörlük seçimleri işçilerin idarî açıdan tabi oldukları konularda; öğrencilerin ise hem akademik hem de idarî açıdan tabi oldukları konularda sahip oldukları karar alma hakkını kısıtlayan bir durumdu. Bugün bu durumu değiştirmeye hem gücümüz hem de kararlılığımız var; çünkü kapitalizmin çizdiği ufka göre kafa ve kol emeğine değer biçmiyor, burjuva eğitim sisteminin dayattıklarını kabul etmiyoruz.

Üniversiteleri özgürleştirmek; kayyumu, polis ablukası, disiplin soruşturmaları ve daha nicesiyle gelen bu sistemin ufkunun dışında hareket etmekle mümkün. Özgürleştirmek için bir adım daha atmanın bir yolu rektörlük seçimlerinin düzenlenmesinden geçiyor. Bu noktada bileşenlerin tamamının bu seçimde eşit söz hakkı olması gerekliliğinden yola çıkarak matematiksel bir hesap yapalım. YÖK’ün 2019-2020 dönemine dair verilerine göre Boğaziçi Üniversitesi’nde 12497 lisans, 1866 yüksek lisans ve 1027 doktora öğrencisi bulunmakta. Aynı yılın verilerine göre ise 1105 öğretim elemanı bulunmakta. Yukarıda bahsettiğimiz burjuva eğitim sisteminin kafa ve kol emeği ayrımı neticesinde muhtemelen paylaşılmaya değer görülmediği için üniversitedeki işçilere dair bir veriyi ne üniversitenin web sayfasında ne de YÖK’ün ilgili sayfasında bulabiliyoruz. Daha sağlıklı bir hesaplama yapabilmek için bu bilgiye erişimi olanların bizimle paylaşmasını isteriz. Şimdilik elimizdeki verilerle bir seçim sistemi tartışmak durumundayız.

Toplamda 15 bin 390 öğrenci, 1105 öğretim elemanı varken seçimde öğrencilerin çok rahat bir şekilde çoğunluk oluşturacağı açıktır. Bu nedenle bir oranlama yapmamız gerekiyor ki eşit temsiliyet sağlansın. Öğrenci sayısını öğretim elemanı sayısına böldüğümüzde yaklaşık olarak 14 elde ediyoruz, yani 14 öğrencinin oyu 1 öğretim elemanına denk geliyor. Bu oranlamayı işçilerin sayısına da uyguladığımızda daha sağlıklı bir sonuç verecektir. Ancak işçilerin sayısının öğretim elemanlarının sayısını aşmayacağını düşünerek her işçinin bir oy hakkının olmasının mümkün olacağını tahmin ediyoruz.

Tüm bileşenlerin katılımıyla rektörlük seçimlerinin yapılması, rektör adayları belirlendiği takdirde, kolayca çözülebilen teknik bir mesele olarak kalıyor. Meclisin genişlemesi ve işlerlik kazanmasıyla beraber öğrenci, akademisyen ve işçi temsilciliklerinden oluşan rektörlük kurulu oluşturulması da mümkün. Bütün bunlar, biz öğrencilerin üniversitelerdeki örgütlü gücüne ve kararlılığına bağlıdır.

Eylemlerde, gözaltında, cezaevinde, kampüste, sokakta… nasıl birbirimize sahip çıktıysak, nasıl birbirimize güvenerek güçlendiysek aynı güveni ve gücü örgütlülüğümüze taşımalıyız.

Aşağı değil, birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz; çünkü biliyoruz ki kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hep beraber.

Biden, ABD hegemonyası ve liberal ahmaklık

Sayıları kabarıktır bizdeki ahmakların. ABD’den gelen haberleri hep “hayra” yorarlar. Oradan gelene inanmak isterler. Birkaç ABD adına kalem sallayan da varsa önlerinde, onlardan duyduklarını, kendi “umut”ları ile birleştirir ve yazar giderler.

Şimdi de öyledir. ABD’de Biden dönemi başladı ve Trump’ın tüm kötülükleri de kendisi ile birlikte alıp götürdüğü fikri, açıktan ya da dolaylı yollarla işlenmeye başlandı. Liberal sol, buna inanmaya çoktan razıdır. Kendileri inanmakla kalsalar sorun yok, bizi de inandırmak isterler.

Bir şeyi kazanmak için mücadele etmeyi yeğlemeyen, her şeyi, “efendi”sinin lütfu ile elde etmeye alışık, “devlet baba” geleneğine bel bağlamış kişilere acaba ne ad verilebilir; “düşkün” olur mu?

Düşkün, aslında fiziksel olarak olmasa da aklen, yardıma muhtaç olmaktan öte anlam taşıyor. O amaçla öneriyorum. Devlete “baba” deme geleneği, aslında güçlüye boyun eğme, zalimlerin masasından artacak bir artık ile hayatta kalabilme, olur da şans yüzüne gülerse o masadakilerin biri tarafından okşanabilmek isteğinin ifadesidir. Devlet “baba”, bu baba ismini çok sevmiştir ve bu nedenle, halkın buna inanması için, bu masanın etrafında tüneyen ve masadan kırıntı bekleyen kalemşörleri beslemekten geri durmaz. Onların kaleminden gelen desteği de ekleyip, kendi “baba”lığını topluma kabul ettirmek için her yolu açmaktadır.

Liberal sol, liberal aydın, “düşkün”dür. Tıpkı uyuşturucu gibi “Batı” vizyonuna bağımlıdır.

Efendilerinin gözüne girebilmek için, efendilerinin aklına bile gelmeyecek o kadar hikâye yazmaktadırlar ki, doğrusu efendilerinin bu çaba karşılığında onlara biraz dolar vermemesi “sanatsal bir zalimlik” olur. Onlar da bu besleme sistemine devam etmekte isteklidir zaten.

Liberal sol, liberal aydın, sığıntıdır. Düşkün ve sığıntı olanlar, insan olmaktan çıkmakta bir hayli mahir olabiliyorlar.

Biden, ABD’de seçildi. Trump gitti.

Doğrusu, ne kötülükleri getiren o dikdörtgen “body”li vücut idi ne de kötülükleri götürebilirdi. Gelişi Facebook-Instagram-WhatsApp-Twitter tekeli ile olmuştu, gidişinde ise Twitter onu “kalıcı olarak askıya” almıştı.

Demek ki, Twitter, Trump’a hiç sadık olmamıştır. Tekeller, ancak kendilerine, sermayeye sadık olurlar.

Şimdi, Trump’ı, önceden cezalandırmak üzere yargıda bulunup “kalıcı askıya alma” uygulaması başlatan Twitter, Biden’a “sadık” olmaya karar vermiştir. Artık Biden dönemi başlamıştır ve “demokrasi” diye sevinç çığlıkları atan liberaller ve liberalleri takip etmeyi çok seven liberal sol, artık Twittercıdır.

Amerikan solu, mesela Sanders’ler, aslında çoktan Biden’ın kayığına bindiler ve bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerini kendileri de seziyor olmalıdırlar. Yakında buna ilişkin açıklamalar duymamız mümkün olacaktır. Trump kötü idi öyle ise daha nazik kötüyü seçelim, sonu hüsran olan bir seçimdir.

Trump’ın “America First” sloganı, sadece kendisine ait değildir. Ve hep birlikte göreceğiz ki, biraz üslup değişikliği ile bu politika devam edecektir.

Pandemi, ama pandemiden çok ırkçılığa karşı yükselen tepki bu denli yaygın olmamış olsa idi, Trump ile devam edeceklerdi, Biden seçilse dahi, bazı geri adımları atmayacaktı. Biden, bir toparlama programıdır.

Trump’ın çizgisi, asla onun çizgisi değildir ve bu çizgi devam edecektir. Ama bir toparlama ile devam edecektir.

Biden yönetimi ile ABD’nin “demokrasi feneri” olması mümkün değildir. ABD yönetimi demokrasi dedi mi, biz bunu hep biliyoruz, bu işgal, bu katliam, bu soykırım vb. demektir. IŞİD, sadece bir örnek olsun, Biden’ın ellerinde, Bayan Clinton’un şahsî e-mail hesapları üzerinden ve Obama döneminde yaratılmıştır. Anası rolünü Clinton almış idiyse, babası rolünü Biden almıştı IŞİD denilen çetelerin doğum sürecinin.

Çözülmekte olan bir ABD hegemonyası var. Bu hegemonya, aslında ekonomik anlamda, kapitalist-emperyalist sistemin liderliğinin kaybedilmesi anlamında 1980’lerde de çözülmekteydi. Ama siyasal anlamda, askerî güç ile bu hegemonya ayakta durabilmekteydi. SSCB çözüldükten sonra, ABD’nin başında oturduğu hiyerarşik emperyalist örgütlenme çözüldü. Artık, gerçek anlamda NATO’ya ihtiyaç da yoktur. Ama NATO, hem ABD’nin tüm Batı’yı kontrol etmesinin aracıdır hem de AB, bu mekanizmaları eline alabilecek kadar siyasal açıdan bağımsız bir güç değildi. Yani, NATO AB’nin eline geçer diye ABD’nin bir korkusu yoktu. Öyle ise, neden ortadan kaldırılsın? ABD, bu gücünü kullanarak, saldırıya geçti ve dünya imparatorluğu oluşturmak için açık hedefler ilan etti. Sır değildir ve her yerde bilinmektedir: Liberaller ve liberal sol, bu hedefleri alkışlamaktan da geri durmadı. Afganistan işgali, Irak işgali böyle sahneye kondu. Her adımlarında sol kisveli liberaller alkışlar tuttular. Ama işler ABD’nin planlarına uygun gitmedi. Hele ki Suriye savaşı ile süreç tamamen ters dönmeye başladı. Bu kez, ABD’nin ekonomik alanda kaybetmeye başladığı üstünlüğünün yanısıra, üstünlüğünü askerî alanda da etkili kullanamaz hâle geldiği ortaya çıktı. Rusya ve Çin’i boyun eğdirme ters tepti. Libya işgaline seslerini çıkarmayan bu iki ülke, Suriye savaşında sahaya indi.

Trump, aslında tüm Batı’yı kendi politikaları altında yeniden toparlamak, ABD’nin üstünlüğünü ve gücünü ortaya koymak için programlar uyguladı. Tutmadı. Bu politikalar, birçok alanda, mesela IŞİD gibi, mesela Rusya ve Çin karşıtlığı gibi, Obama politikalarından çok da farklı değildi. Sadece Trump, damadını daha çok öne çıkartıyor, tweetlemeyi daha çok seviyor, “müesses nizam” ile daha az kendini meşgul ediyordu.

Şimdi, aynı amaçla, ama farklı bir üslup devreye sokulacaktır. Biden budur.

Deniliyor ki, Biden, “daha çok kurumsal ilişkileri sever.” Doğrusu Biden’ın hangi çayı sevdiği, Trump’ın kola bardağını nereye koyduğu gibi farklılıklar olabilir. Ama bunların abartılı ele alınması saçmadır, resmin tümünü örtmeye dönük girişimlerdir. Biden “daha çok kurumsal ilişkileri sever,” aslında bir üslup farklılığıdır. Yoksa Trump tweetlerken de ABD devleti tüm kurumları ile yerinde idi.

Trump, Erdoğan ile damatlar üzerinden ilişkiler kuruyordu. Birçok konuşma, devlet kayıt prosedürünün dışında işliyordu. hadi diyelim bizde Saray var ve Saray ülkeyi kendi mülkü sanıyor. İyi ama ABD’de de bu işler kayıt dışı yapıldı. Yani, aslında efendi ile uşak ilişkisi, çift yönlü olarak işledi.

Evet belki Biden’ın bir “damat” diplomasisi olmayacak. Bu belli olduğundan, Damat Vezir istifa etti, ama “görevinden affedildi.” Dahası ortadan kayboldu. Kendisi ile birlikte 138 milyar dolar havaya uçtu. IMF devreye sokulmadan önce. IMF, işte size kurumsal ilişki. Damat’ın konuşmasından korkuluyor mu, bilmiyoruz. Ama kimlere emanet edildi ise, orada konuşmuş olduğu kesindir. Yani Erdoğan, Biden için vezirini feda etmiştir. Bunu da ABD’nin haber olarak ilettiği ve IMF’nin uluslararası sermaye adına, borçların ödenmesini garantiye almak istediği, kesindir.

Şimdi, Biden, Erdoğan ile ikili ilişkiden kaçınacak mı? Sanmıyoruz. Biden yönetimi, ilişkilerin “kurumlar arası” olması gerektiğini Erdoğan’a açıkça deklare etmektedir. Ama, bu durum, sorunların çözülemeyeceği anlamında değildir. Halkbank davası mesela, ABD’nin elinde, Erdoğan’a karşı kozdur ve istediği zaman bunu devreye sokacaktır. Sanki, Trump bunu yapmadı mı? Elbette yaptı. Biden da bunu yapacaktır ve Erdoğan’ı duruma göre hazırlamaktadırlar.

Bunun ABD’ye demokrasi geldi havası içinde sunulması, aptalcadır, ancak liberal sol için anlamlıdır.

Sanki Saray Rejimi’ni ABD onaylamamış gibi.

Sanki, ABD’den bağımsız Erdoğan’ın tek bir adım atmadığı bilinmiyormuş gibi. TC devleti, ABD’ye bağımlı, onun sömürgesidir. Ekonomik olarak AB’nin sömürgesidir ama siyasal olarak ABD’ye aittir.

Bu nedenle, Erdoğan, hızla ABD yönetiminin yeni isteklerine uygun tutum için hazırlanmaktadır.

S-400’ler, Halkbank davası vb. aslında daha çok NATO’nun toparlanması, AB’nin rahatsızlıklarının bir nebze olsun giderilmesi içindir.

ABD, AB ile müttefikliğini tazelemek istiyor. Her ne kadar bunun o eski soğuk savaş günlerinde, komünizme karşı mücadele bayrağı altında gönüllü-zorunlu toplanmaları günlerinde olduğu gibi olması mümkün değilse de, ABD, bu ittifaka ihtiyaç duymaktadır.

Çin ve Rusya, ana hedefe konacaktır.

İçeride, biraz olsun rahatlama sağlamak isteyecekleri kesindir. Bu rahatlamada, ırkçı çetelerin halkın üzerine sürülmesi uygulaması devreye sokulacaktır. Giderek, ABD için içişleri bakanlığı, daha önemli olmaya başlayacaktır. Ve bu, hiç de beklendiği gibi “demokrasi” uygulamaları olmayacaktır.

Elbette TC devletini, Saray Rejimi’ni yeni görevler beklemektedir. İçerik olarak aynı tetikçilik, bu kez daha başka noktalara odaklanarak gelişecektir. Görünen o ki, Ege’de, Akdeniz’de, Libya’da işler değişecektir. Bu adımlar AB ile ilişkiler için gerekli gibidir. Ve belki bu alanda Saray Rejimi, uygun manevralar yapmakta bir hayli zorlanacaktır. Ama bu durum, Biden ile Erdoğan arasında ilişki kurma sorunu değildir. Öyle gösterilecek ise, bu da bir bahane demek olacaktır.

Görünen şudur: ABD ekonomik olarak Çin ile açık bir savaştadır, askerî-siyasal olarak ise Rusya ile. Ama bu görüntünün ardında başka gerçekler vardır. Ne Rusya ve ne de Çin, bir emperyalist paylaşım savaşımının tarafları değildir. Bugün var olan gerçek, yeni emperyalist paylaşım savaşıdır. Bu savaşın ABD dışındaki tarafları, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dır. ABD, Rusya ve Çin gerçekliğini, diğerleri ile olan savaşımını ertelemek, onların üzerindeki eskiden gelen ve kaybolmaya başlayan denetimini daim kılmak için kullanmaktadır. Paris iklim anlaşmasına dönüşü de bu nedenledir. Bu süre içinde ABD, bir “çözmesi gereken işler” listesi ile çalışacaktır.

İşte üslup farkı dediğimiz şey tam da budur. Trump’ın buyurgan ve kaba üslubu gidecek, yerine, Biden’ın “soft” ama zorlayıcı buyurgan üslubu gelecektir.

Google ile Avustralya arasındaki sorun bunun açık ifadesidir. Google, Avustralya’nın taleplerini, yasal düzenlemelerini açıkça tehditle karşılamaktadır. İletişim-reklam alanında bir tekel olan Google, açıkça Avustralya devletini tehdit etmektedir. Bu “buyurgan” tehdit dili Biden’ın üslubu olacaktır. Bu, “soft” buyurganlık olarak isimlendirilebilir.

Doğrusu ABD’nin yeni yönetiminin Erdoğan ile “kayıtdışı” ilişki kurma metodu, başka kanallardan sürmeye devam edecektir. Bundan rahatsız oldukları bir uydurmadır.

Yani liberal solcularımızın, Biden’ın bizi Erdoğan’dan kurtaracağı hayali, hem ham bir hayaldir hem de saflık olarak nitelendirilemeyecek kadar ABD politikalarına destektir. Yani, bizim liberal solcularımız, buradaki zorbayı, efendisine şikâyet etme geleneklerini sürdüreceklerdir.

İşçi ve emekçilerin bu yalanlara, bu hayallere, bu numaralara artık karnı toktur.

Aynı hikâye, demokrat Biden hikâyesi, Kürt halkına da satılmaktadır. Biden’ın Kürtlerin koruyucusu olacağı politikası, bir açıdan Kürt direnişini de hafife almaktır. Trump geldiğinde de aynı yalan pazarlanmıştı. Şimdi Biden’ın neredeyse Kürt kökenli olduğu yalanı da buna eklenmektedir. Kürtleri olsa olsa ABD kurtarır fikrinin farklı dönemlerde, farklı tonlamalarla işlendiğini hep görüyoruz. Göreceksiniz, Biden gidip yerine mesela Bush yeniden gelse, o da Kürt dostu olarak sunulacaktır. Biden’ın Kürt kökenine kadar iniliyorsa, demek ki, Kürtlere yeni katliamlar dayatılacaktır ki, gelin ABD’ye sığının denecektir.

Karga ile tilkinin hikâyesinin ilk versiyonu, tilkinin güzel sesli olduğunu ilan ettiği karganın şarkı söylemeye başlayarak peyniri kaybetmesi ile sonuçlanır. Tilki kargaya sen ormanın en güzel sesli varlığısın, bir şarkı söyle ne olur demesi ile karga kanar ve şarkı söylerken ağzındaki peyniri düşürür, tilki peyniri kapar. Bunun ikinci versiyonu da var. Tilki yine kargaya, senin güzel tüylerin, güzel sesin eşsizdir, bir şarkı söyle der. Karga, dala konar, peyniri dala bırakır, sağlama alır ve sonra ötmeye başlar. Tilki, iyi ama bu böyle değildi, sen ötecektin ve ben peyniri kapacaktım, der. Karga, peyniri tekrar ağzına almadan, “onu benim dedem yaptı, babam yaptı, ama ben artık yapmıyorum” der ve peynirini alıp yoluna devam eder. Kürtlerin, bu bölgenin en güzel sesli insanları olduğu söylencesi ile her seferinde peyniri kaptırma dönemi artık son bulmalıdır.

ABD, bu nedenle üslup değiştiriyor. Kargaya kendisi seslenmiyor, liberal solcularımızı devreye sokuyor. Bize diyorlar ki, siz artık mücadeleyi, direnişi bırakın, Biden efendi sizleri kurtaracak. Ama biz biliyoruz ki, işçi ve emekçiler, bu kazığı birkaç kere yediler. Bu kez olmaz diyeceklerdir. Çünkü biz biliyoruz ki bu liberal güruh, aslında efendisinin sesidir ve efendisi saklanmış beklemektedir.

Bu üslup tutmazsa, Trump gibileri ABD’de rol almaya hazırdır ve devreye sokulacaklardır. Hatta bu politikanın tutmama ihtimaline karşı, Biden’ın yanında Kamala Harris yer almıştır. Yani, bir sonraki seçimleri bile beklemeden bu politika, bu üslup farkı değişmeye adaydır. Amerikan işçi ve emekçilerinin de bu numaraya karınlarının tok olduğunu düşünmek için epeyce neden vardır. Bu nedenle, Sanders ve arkadaşlarının bıraktığı boşluğu, işçi ve emekçiler gerçek liderleri ile daha sağlam doldurmaya adaydırlar.

Önümüzde, sınıf savaşımının tüm açıklığı ile daha öne çıkacağı, daha açık çatışmaların yaşanacağı bir dönem uzanmaktadır. Gözleri buraya dikmek gerekir, yoksa ABD’deki nüans değişikliklerine değil. Bırakın, onu Saray Rejimi düşünsün. Biz, çürümüş ve insanı yok ederek yaşamaya çalışan bu sistemi nasıl yıkabileceğimiz üzerine düşünelim. Biz, işçi ve emekçilerin cesaretle örgütlenmelerinin yollarını bulalım. o