Ana Sayfa Blog Sayfa 93

Bu operasyonlaryağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizikurtaramayacak!

Demokrasiniz diktatörlük, ekonominiz kölelik, geleceğiniz ise çöplüktür.

Saray Rejimi nafile operasyonlarına devam ediyor.

Dün gece İzmir merkezli olduğu söylenen bir operasyonla, başta İzmir olmak üzere birçok ilde gerçekleştirilen polis operasyonları ile ESP üyesi ve Kaldıraç Hareketi’nden devrimciler, evleri basılarak gözaltına alındı.

Bir kişinin verdiği söylenen yalan yanlış ifadelerle gerçekleştirilen operasyon ilk değil, elbette son da olmayacak.

Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulmuş, tel tel çözülen bu çürümüş burjuva egemenlik, her türlü baskı ve zora rağmen durduramadığı direniş karşısında bir kez daha devrimcileri hedefe koyarak ömrünü uzatmaya çalışıyor.

Ayakta tutmaya, ömrünü uzatmaya çalıştıkları bu düzende neler var?

– Her ay 200’e yakın işçinin işçi cinayetlerinde katledilmesi var.

– Yine her ay yaklaşık 40 kadının katledildiği kadın cinayetleri var.

– Çocuklara, kadınlara taciz, tecavüz, şiddet var.

Bu düzende;

– Pandemide salgın ile açlık arasında sıkıştırılmış, çaresiz bırakılmış, ölümüne çalıştırılan işçiler var.

– Milyonlarca işçi-emekçinin salgınla birlikte işsiz kalması, açlığa terk edilmesi var.

– Aylardır kapalı olan işyerlerinin sahiplerine 500 ile 750 TL arasında kira yardımı var.

– Çocukların, gençlerin eğitim politikaları ile geleceklerinin çalınması var.

– Pandemi sürecinde önlenebilecekken önlenmeyen ölümler var.

– Bir avuç asalağa kredi teşvikleri, vergi afları, hibeler, yağma-talan var.

– Doğanın, yaşam alanlarının yağması, katliamı var.

– Halkların imhası, inkarı, asimilasyonu var.

Ve elbette, bir doğa kanunu olarak, eşyanın tabiatı gereği direniş var.

– Ülkenin dört bir yanında birer çoban ateşi olarak yayılan işçi direnişleri var,

– Kadınların inatla, ısrarla süren, geriletilemeyen mücadelesi var,

– Özgür bilimsel eğitim isteyen, üniversitelerine sahip çıkan öğrencilerin direnişi var,

– Doğasını, yaşam alanlarını savunan köylülerin direnişi var,

– Seçilmiş vekillerinin, belediye başkanlarının hapse atıldığı, iradesinin kayyumla gasp edilmeye çalışıldığı, her türlü katliamla sindirilmeye çalışılan Kürt halkının direnişi var,

– Gazetecilerin, avukatların, tabiplerin, mimar ve mühendislerin direnişi var,

Böyle aşağılık bir düzene kim boyun eğebilir?

İnsanı çürüterek ayakta kalmaya çalışan bu çürümüş sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadele etmek, insan olmanın gereğidir.

Biz tüm bu saldırılara karşı süren direnişleri yayarak, birleştirerek mücadeleye devam edeceğiz.

Korkuyorsunuz, korkmaya devam edin. Korkularınızı gerçeğe çevireceğiz. Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizi bu operasyonlar kurtaramayacak.

KALDIRAÇ

14.01.2021

Polis operasyonlarına karşı basın açıklaması

Bugün sabaha karşı 12 şehirde gerçekleşen polis baskınlarında toplamda en az 50 ESP, SGDF üyesi ve Kaldıraç okuru gözaltına alındı. Kaldıraç ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) olarak bugün saat 16:00’da İzmir Türkan Saylan Kültür merkezi önünde, 18:00’da Kadıköy Süreyya Operası önünde ortak basın açıklaması gerçekleştireceğiz.

Bu operasyonlar yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine kurulu çürümüş düzeninizi kurtaramayacak.

Gözaltına alınan devrimciler serbest bırakılsın!

İşçi sınıfı ve ezilen halkların Biden’dan beklentileri olmamalı – Derya Kızılova

“Bu yazı yazıldıktan sonra, ABD’nin Georgia eyaletindeki senato seçimleri tamamlanmış, ve Demokratlar senatoda çoğunluğu elde etmişlerdir.”

Seçiciler Kurulu Biden’ın zaferini onayladıktan sonra, ABD’de uzun ve tartışmalı bir seçim sürecinin sonuna gelindi. Trump her ne kadar hâlâ Twitter hesabı ve kendine yakın merkezlerden seçime karşı çıksa ve seçimin çalındığı söylemini sürdürse de, bu asılsız söylemleri de medyada artık gittikçe daha az dikkate alınıyor. Hatta, artık adı Trump ile özdeşleşmiş Fox News ile bile Trump’ın arasının açıldığını görüyoruz. Bu ayrışmanın ilk belirtisi de zaten daha oylar sayılırken Fox News’ın kritik bir eyalet olan Arizona’yı Biden’ın almış olduğunu açıklamasında görülmüştü.[1]

Biden’ın yeni ABD başkanı olacağı kesin gözükse de geçtiğimiz seçimin Demokrat Parti açısından çok da başarılı olduğunu söylememiz zor ve demokratların önünde birçok engel duruyor. Yine de Biden’ın şu ana kadar yaptıklarına ve seçimlere daha yakından bakarsak burjuvazinin gidişattan memnun olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Trump gitmiş olsa da bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan da beyaz üstünlüğü sistemi[2] ve emperyalizm ile ezilen bütün dünya halkları açısından Biden ile gelenin de gideni pek aratmayacağını söyleyebiliriz. Biden döneminden ancak ABD ideolojisinin iyi/iki yüzlülüğünün yine öne çıkarıldığı, daha sürdürülebilir bir kapitalizm ve beyaz üstünlüğüne geçiş girişimi bekleyebiliriz.

Hem seçimi hem de Biden’ın temsil ettiği yeni hükümeti daha iyi anlayabilmek için, seçimin kendisine, Biden ve Trump arasındaki bazı farklara ve Biden’ın yeni kabine ve takım üyelerine daha yakından bakalım.

İlk olarak, Mike Davis’in New Left Review dergisinin en son sayısındaki “Siper Savaşları” yazısında vurguladığı gibi, 2020 seçimi bazı yönlerden 2016’dan pek farklı değil. Seçim öncesi Biden’ı açık ara önde göstermeyen bir anket bulmak neredeyse imkânsız olmuş olsa da Biden kritik birçok eyaleti, aynı Trump’ın 2016’da yaptığı gibi, çok az farklarla aldı ve Trump’ın seçici delege oyu olan 306 oy ile galip oldu. Biden aynı zamanda, Obama’dan sonra kaybedilen eski Demokrat eyaletlerden önemli bir kısmını geri kazanamadı. Aynı zamanda, Trump’ın yenilse de 2016’ya kıyasla toplam oyunu 8 milyon artırdığını da belirtmeliyiz. Yani Trumpçılık seçimi kaybetmesine karşın, popülaritesini arttırmış bulunuyor.[3]

1960’tan beri en yüksek katılımının yaşandığı seçimde Biden ise şu ana kadar bir ABD başkanının aldığı en yüksek oyu aldı. 1960’tan beri en yüksek katılım desek de bu yine de ABD için %63 demek oluyor. Yani oy verme hakkı olan Amerikalılardan %37’si oy kullanmayarak, bir kez daha oy vermeyenler partisini birinciliğe taşıdı. Biden ise Trump’tan beş milyon oy daha fazla almasına rağmen, ABD’nin anti-demokratik Seçiciler Kurulu sistemi nedeniyle ancak yakın bir zafer elde edebildi.[4]

Seçimden bazı diğer istatistikler de bize ABD siyasetinin önemli eğilimlerini gösteriyor. 45 yaş altı seçmenlerin büyük bir kısmının Biden’ı, 45 yaş üstü seçmenin de çoğunlukla Trump’ı tercih ettiği görüldü. Kadın seçmenler %55’e 45 Biden’a oy verirken, erkek seçmenler ise %46’ya 52 Trump taraftarı oldu. Fakat, demokrat medyanın seçimlerden önce 2016’dan farklı olmak üzere çoğunlukla Biden için oy kullanacağını tahmin ettiği beyaz kadınlar, 2016’ya göre daha bile yüksek bir çoğunlukla Trump’a oy verdiler. Oyların %11’ini oluşturan Siyahi seçmenler %90’lık bir oranla Biden’ı desteklerken, %10’unu oluşturan Hispanik, yani İspanyol kökenli seçmenler %63 oranla Biden’a oy verdi. Yani etnik ve ırksal azınlıklar Trump’ın yenilgisinde büyük rol oynamış oldu. Ekonomik olarak, yılda 50 bin dolardan az ve 100 bin dolardan fazla kazanan seçmenler Biden’a oy verirken, arada kalan ekonomik grup ise Trump’ı tercih etti.[5]

Demokrat partinin ilerici kanadı için ise seçim kötü geçmemiş gibi gözüküyor. Genelde Demokrat partinin ana çizgisinin “solunda” kalan adaylar yeniden seçilirken, aralarına yeni temsilciler de kattılar. Ancak Davis’in de üzerine bastığı gibi aktivist tabanın Demokrat partinin sola çekilebileceği stratejisine bağlılığı sağlam değil.[6]

İki parti sisteminin kendi dışındaki sol hareketleri baltalama ve emme işlevi devam ederken, ülkede geniş tabanlı ve bilinen bir devrimci örgütün olmamasının eksikliği en çok toplumsal hareketlerin yükseldiği zamanlarda hissediliyor. Black Lives Matter hareketi bile, seçimden sonra sosyal medyada yaptıkları bir paylaşımda, Biden yönetiminden görüşme talep ettiklerini ancak 32 gün geçmesine rağmen yanıt alamadıklarını bildirdi. Hatta Biden, ırkçılık karşıtı sivil toplum grupları ve liderleri ile bir toplantı ayarlamasına rağmen, Black Lives Matter’ı bu toplantıya davet etmedi.[7] Bu örnek ABD’deki sol hareketlerin iki parti sistemi dışında nasıl güçlü ve yapısal bir şekilde örgütlenemedikçe yönetimde hiçbir kozlarının olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Seçim öncesi Biden’a desteklerini onun sola daha kolay çekilebileceği çerçevesinde savunanların da bu gibi örneklere nasıl cevap vereceklerini görmeyi hâlâ bekliyoruz.

Biden başkanlığa gelecek olsa da Demokrat partinin önü pek açık gözükmüyor. Senato seçimleri uzamış olsa da beklenen yine Cumhuriyetçilerin, Demokratların bu amaç uğruna milyar dolarlar akıtmış olmasına rağmen, senatoda çoğunluğu sağlaması. Bu durumda Biden’ın seçimlerde vaat ettiği önemli reformları -sağlık sigortasını daha kamusal hâle getirmek ve vatandaşlık için farklı yollar yaratmak da dahil olmak üzere- getirmesinin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz.

Demokratlar için durumu daha vahim yapan başka bir şey ise, yakın zamanda yapılan bir atama ile Cumhuriyetçilerin Anayasa Mahkemesinde de muhafazakâr çoğunluğu yakalamış olmaları. ABD’de yaşam boyu olan bu Anayasa Mahkemesi hâkimi pozisyonlarından herhangi birinin Biden döneminde boşalması beklenmiyor. Buna ilaveten, Cumhuriyetçiler Trump döneminde federal yargı sisteminde çok sayıda yargıç atamayı başardılar ve 2020 seçimden sonra 23 eyalet hükümetinde “üçlü” sahibiler; bu eyaletlerde hem eyalet temsilciler meclisinde, hem de eyalet senatosunda çoğunluktalar ve vali de Cumhuriyetçi. Bütün bunlar dikkate alındığında, Biden döneminde Demokratların istedikleri değişimleri Cumhuriyetçilerden destek alamadıkları taktirde yapabilmelerin çok zor olduğu ve hatta gelecek 4 senede gündemin büyük ölçüde Cumhuriyetçiler tarafından belirlenebileceği gözüküyor.[8]

Peki ya sermaye açısından Biden’ın seçilmesi ne ifade ediyor? Bunu anlayabilmek için ABD iki parti sisteminden ve bu sistemin sermaye ile olan ilişkisinden biraz bahsedelim. Dylan Riley’ın yine New Left Review’deki “Fay Hatları” adlı makalesinde vurguladığı gibi ABD iki parti sisteminde, tarihsel olarak partiler farklı sermaye merkezlerini temsil ederler. Riley’e göre günümüzde iki partinin de bağlı olduğu üç ana sermaye kolu finans, sigortacılık ve emlakçılık. Bunun altında ise bir ikiye ayrım fark ediliyor. Bir taraf Cumhuriyetçilere güçlü destek veren “kirli” sanayi, yer altı kaynakları/fosil yakıt “ekstraktif” endüstriler, büyük perakende sanayii, yemek hizmetleri ve büyük aile şirketleri. Diğer taraf ise Demokratların destek aldığı silikon vadisi teknoloji devleri, eğitim, bilgi endüstrileri, sanat ve eğlence sektörleri.[9]

Sermaye kanatlarındaki bu güncel ayrışma, aynı zamanda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin siyasi çizgileri ile örtüşüyor. Riley, Demokrat partinin siyasi çizgisini çok-kültürlü neoliberalizm, Cumhuriyetçi partinin siyasi çizgisini ise maço-milliyetçi neoticaretçilik olarak tanımlıyor. Çok-kültürlü neoliberalizmin ne olduğunu daha sonra Biden’ın kabine ve takım seçimlerine bakarken yakından anlayacağız, ama bunu kısaca neoliberalizmin, ana yapısının bozulmadan üst kademelere daha çok ezilmiş ırksal ve etnik kökenden insanların veya daha fazla kadının getirildiği biçimi diyebiliriz.[10]

Buna karşıt olarak, Cumhuriyetçi siyaset ise azalan iş olanakları ve sınırlanan kamu sektöründen yola çıksa bu durumlara göçmen karşıtı bir çizgi ve milliyetçi bir neoticaretçilikle karşılık veriyor. Bu tür siyaset bir taraftan kapitalizmin işçi sınıfına karşı getirdiği zorlukları göçmenlere yıkarken, diğer taraftan ise fosil yakıt endüstrisi ile enerji bağımsızlığı kazanma hayalleri, korumacı gümrük vergileri ve ticari savaşlar getiriyor. Biz bu genel ayrımları yapsak da aynı zamanda iki partinin içinde de bu çizgilerde siyaset yapan isimlerin bulunduğunu ve ayrıca iki partinin ve onların başkan adaylarının da sermayenin genelinden destek aldığını belirtmeliyiz.[11]

Bu genel bakış 2020 ABD seçimlerini daha yakından anlamamızı sağlasa da değinmemiz gereken bir nokta daha var, bu da Trump’ın da kendi içinde Cumhuriyetçi partiden farklarının olması. Siyasi bağlamda bu farklar 4 yılda Trump’ın Cumhuriyetçi partinin önde gelen isimleriyle yaşadığı polemiklerden, Trump karşıtı Cumhuriyetçi grupların ortaya çıkışından ve Trump hükümetinde önemli pozisyonların durmadan değişmesinden görüldü.

Ancak, belki de daha önemli olan ise sermaye açısından da Trump’ın yakın olduğu merkezlerin farklılığı. Mike Davis, Sam Farber’dan ödünç aldığı terimle, Trump’ın arkasında olan sermayeyi “lümpen kapitalistler” olarak adlandırıyor. Geleneksel ekonomik merkezlerin çoğunlukla sınırlarında kalan bu grup, Koch’lar gibi petrol zengini aile şirketlerinin yanı sıra, emlak, girişim sermaye (private equity), kasino, özel ordu ve savunma şirketleri ve profesyonel tefeci/faizcileri kapsayan “post-endüstriyel soygun baronları”ndan oluşuyor.[12]

Trump’ın hem öncelikle hitap ettiği sermayenin “lümpen”liğinden hem de normalde ABD başkanlarında gördüğümüz siyasi duruş ve söylemlerin dışında kalarak ülkeyi birçok krize sokmasından sermayenin genelinin rahatsız olduğunu, Biden’ın en büyük endüstrilerin neredeyse hepsinden (petrol ve doğalgaz endüstrisi dışında) Trump’tan daha çok bağış toplamasından görüyoruz.[13] Burjuvazinin Trump’a en son veda ve uyarı sinyali ise 23 Kasım’da, içinde General Motors, Mastercard, Goldman Sachs’ın da bulunduğu 166 şirket, uluslararası banka ve finans şirketlerinin CEO ve temsilcilerinin imzaladığı, Trump’ın bir an önce Biden hükümetine geçiş sürecine başlamasını talep eden bir mektup olmuştu. Bunun sonucunda, bu mektubun yayınlandığı aynı gün, o zamana kadar inatla iş birliği yapmayı reddeden Trump, Biden hükümetine geçiş sürecini harekete geçireceğini duyurmuştu.[14]

Biden da şu ana kadar açıkladığı kabine ve danışman seçimleri ile sermayenin yüzünü kara çıkartmamış gözüküyor. Bu seçimlere bakmadan, açıklanan kabine seçimlerinin senato tarafından onaylanana kadar sadece adaylık seviyesinde kaldığını önden belirtelim.

Biden, seçimden sonra, ona hükümet geçiş sürecinde ve kabine seçimlerinde yardım edecek, her devlet organı için ayrı oluşturulmuş danışman takımları açıklamıştı. Savunma Bakanlığı’nın takımındaki yirmi üç kişiden en az sekizinin, bu görevlerinden önce ya silah lobisinden para alan ya da direk bu lobinin parçası olan düşünce kuruluşları, organizasyonlar veya şirketlerde çalıştığı ortaya çıktı.[15]

Bu kişilerden üçü Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (SUÇM)[16] adlı düşünce kuruluşundan geliyorlar. Bu kuruluş, petrol ve silah sanayii tarafından finanse ediliyor. Finansörler arasında bilinen isimler Boeing;[17] savunma sanayii şirketi General Dynamics; Yemen savaşına bomba tedarikçilerinin en önemlilerinden olan Raytheon Technologies; ABD ordusunun Afganistan, Irak, Somali ve diğer yerlerde kullandığı droneları üreten Northrop Grumman; ve Yemen’de 2018’de bir okul otobüsünü vurarak yirmi altı çocuğun ölümüne sebep olan bombanın üreticisi Lockheed Martin var.[18] Bloomberg’e göre bu beş şirket beraber 2019’un en büyük 5 savunma sanayii şirketini oluşturuyor.[19] SUÇM aynı zamanda ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri dahil olmak üzere çeşitli devletlerden de destek alıyor.[20]

Biden’ın takımında ayrıca, başka bir düşünce kuruluşu olan ve Lockheed Martin, Raytheon ve ABD devletinden destek alan Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi’nden (YAGM)[21] de üyeler var. RAND şirketi de temsil edilen bir diğer düşünce kuruluşu. YAGM ve SUÇM ABD savunma sanayiinden en çok bağış alan ilk iki düşünce kuruluşu ve RAND ise ABD Savunma Bakanlığı’ndan en çok destek alan düşünce kuruluşu.[22]

Sermaye ilişkileri burada da bitmiyor. Biden’ın kabinesine çok önemli pozisyonlara WestExec adlı, çok bilinmeyen bir danışmanlık grubuna bağlı isimlerin seçilmesi dikkat topladı. Bu isimlerden biri, Devlet Bakanlığı’nın (Dışişleri Bakanlığı) başına getirilecek olan Anthony Blinken, diğeri Savunma Bakanlığı’nın başına gelecek Lloyd Austin,[23] bir başkası ise bütün ABD istihbaratını yöneten pozisyon olan Ulusal İstihbarat Direktörü yapılacak Avril Haines.[24]

Blinken, aslında Savunma Bakanlığı’na gelmesi beklenen ancak WestExec ve savunma sanayii ile bağlantıları gündem olunca gözden düşen bir diğer isim Michéle Flournoy ile WestExec’in yöneticisi. Haines de WestExec’den geliyorken, Austin ise WestExec ile partner olan başka bir organizasyonda bulunmasının yanında sıra aynı zamanda Raytheon silah şirketinin yönetim kurulunda yer alıyor. Yani ABD Savunma Bakanı seçilen isim aynı zamanda en büyük silah şirketlerinin birinin yönetim kurulunda.[25]

Peki nedir bu WestExec? Savunma sanayiinin yanı sıra, resmî istihbarat görevleri geçmişleri olan Flournoy ve Blinken tarafından 2018’de kurulan bu danışmanlık şirketi, Obama hükümetinden birçok kişiye ev sahipliği yapıyor. Örneğin Avril Haines, önceden Obama’nın drone programının kuruluşunda yer almıştı. Şirketin müşterileri gizli tutulsa da İsrail silah şirketi Windward ve Google’ın düşünce kuruluşu Jigsaw ile çalıştığı ortaya çıktı.[26]

WestExec gösteriyor ki ABD savunma ve silah sanayiinde, belli gruplardan isimler, hükümette olmasalar bile resmî pozisyonlardan kazandıkları tecrübeleri de kullanarak, sermayeye özel danışmanlıkla hizmet ediyorlar. Sonradan yine hükümete girip aynı çıkarları ilerletiyorlar. WestExec yöneticileri hükümete yeniden gireceklerine o kadar eminlerdi ki, Beyaz Saray’ın üç blok uzağında kiraladıkları ofislerinin kira sözleşmesine, aralarından biri hükümete girerse sözleşmeyi fes edebileceklerine dair bir madde bile eklemişler![27]

Gelelim Biden’ın ekonomi alanındaki seçimlerine. ABD hükümetinin üst kademelerinde Goldman Sachs ve diğer finans şirketlerinden insanlar görmek sıra dışı olmaktan çıkmıştı. Biden ise hem Hazine Sekreteri Yardımcısı’nı hem de en yüksek ekonomi danışmanı pozisyonu olan Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörü’nü finans devi Black Rock yönetiminden gelen isimlerden seçerek,[28] devlet ile finans arasında yeni ilişkilerin gelişimine işaret etti.

Adı çok yaygın olarak duyulmamış Black Rock, dünyanın en büyük yatırım ve varlık yönetim şirketi ve toplamda 7.8 trilyon değerinde varlığı kontrol ediyor. Evet, doğru okudunuz, 7.8 trilyon dolar, yani Türkiye ekonomisinin 10 katı. Black Rock’ın değerinin büyük çoğunluğu yatırım yönetiminden geliyor ve eskiden Obama hükümetinde çalışmış isimleri de içinde barındırıyor. Black Rock Aladdin teknoloji ve yatırım platformunda 21.6 trilyon dolarlık değer dönüyor.[29]

Black Rock S&P 500 endeksindeki şirketlerin neredeyse %98’inde -karar alımında etkili olmaya yeterli seviye olan- en az %5 civarında hisse senedine sahip. Bu şirketlerin arasına Apple, Microsoft, J. P. Morgan ve Wells Fargo da dahil. Bu kadar geniş bir yelpazede inanılmaz değerleri kontrol eden Black Rock neredeyse sermayenin genel çıkarlarıyla özdeşleşir duruma gelmiş ve artık Biden ile, ABD’nin hazine yönetiminde de yerini almış bulunuyor.[30]

Göçmenlik konusundaki gelişmelerde de Biden yüzleri karartıyor. Bu aslında çok da şaşırtıcı değil. Trump, dünya çapında zenofobiyi yeni boyutlara çıkaran ve göçmen karşıtı polis devletini kuran bir başkan olarak öne çıkarılıyor. Özellikle söylemleriyle ve aldığı birçok önemli kararla zenofobi sistemini Trump’ın önemli derecede geliştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Yine de, Trump’ın devraldığı göçmen karşıtı devletin zaten Obama tarafından görülmemiş noktalara getirildiğini[31] ve hatta Obama’nın Trump’tan daha fazla göçmeni sınır dışı ettiğini de unutmamalıyız,[32] (8 senelik döneminde neredeyse 3 milyon kişi).[33] Bu nedenle Obama, göçmenlik adaleti gruplarından “Baş-Sınırdışı-Edici” (Deporter-In-Chief) lakabını almıştı. Biden da Obama dönemi eğilimlerine döneceği sinyalini Obama’nın göçmenlik konusundaki önemli danışmanlarından olan Cecilia Muñoz’u göçmenlik geçiş takımına dahil ederek verdi. Muñoz 2011’de Obama’nın göçmen aileleri ayıran bir yasasını “bozuk yasalar bile uygulanmak zorunda” diye savunarak gündem olmuştu. Biden ayrıca Trump’ın getirdiği göçmenlik yasaları ve uygulamalarından bazılarını durduracağını söylese de bunları geri döndüreceği konusunda söz vermiş bile değil.[34]

Geri kalan bazı diğer kabine ve danışman seçimlerinin üstünden de hızlıca geçelim. Yönetim ve Bütçe Ofisi Direktörü olarak seçilen Neera Tanden, eskiden aktif bir şekilde sosyal sigorta kesintilerini savunmuş bir isim.[35] Beyaz Saray Halkla İlişkiler Ofisi Direktörü seçilen Cedric Richmond ise çevre örgütleri için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Biden seçim kampanyasını, özellikle genç ve ilerici seçmenler için ana sorunlardan olan iklim değişikliğinin hükümeti için birincil önceliklerden biri olduğu üzerine yürütmüştü. Ancak iklim değişikliği konusunda da hükümetin ana irtibatı olacak Richmond, Demokrat partide doğalgaz ve petrol endüstrilerinden en çok bağış alan temsilcilerden biri. Ayrıca geçmişte yapılan iklim değişikliği ile ilgili oylamalarda sıkça, Cumhuriyetçilerle birlikte sermaye yanlısı oy kullanmış.[36]

Biden ve Demokrat hükümetin işçi sınıfı için ne ifade edeceğini, şu anda geçirilmeye çalışılan yeni Covid-19 teşvik paketinin bir maddesi de çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Teşvik paketinde iki partinin de son zamanlar çok görülmeyen bir birleşme gösterip üstünde anlaştığı bir madde, şirketleri Covid-19 nedeniyle yaşanan işçi ölümlerinin sorumluluğundan korumayı amaçlıyor. Teşvik paketindeki birçok madde içine bizim torba yasalar misali sıkıştırılan maddeye göre, şirketler resmî yönetmeliklere uymaya “çalışıyor ise,” ve aşırı ihmalkarlık kanıtlamıyorsa (yani pratikte neredeyse her zaman), işverenler Covid-19 nedeniyle açılan davalarda dokunulmazlık sahibi olacaklar. Hatta, bu yasa geriye dönük olarak Aralık 2019’a kadar geçerli olacak![37]

Teşvik paketinde geçen metin ise New York’un nisan ayında geçirdiği, eyalette binlerce kişinin hayatını yitirdiği huzurevleri de dahil olmak üzere diğer sağlık kurumlarına da dokunulmazlık sağlayan yasadan kelime kelimesine kopyalandı. Geniş New York Hastane Birliği,[38] New York’taki yasayı taslak olarak hazırlamakla kalmamış, yasanın geçirilmesinden önce Demokrat eyalet hükümetine 1.2 milyon dolarlık bağış yapmıştı.[39] Aynı sağlık lobisi bununla da kalmayıp, şu anda federal seviyede çok daha geniş bir yelpazedeki işverenleri kapsayacak bu yasa için Demokrat partiye 11 milyon dolar akıttı.[40] New York’taki dokunulmazlık yasasının da, ana akım medyada Covid-19 krizi yönetimi için bir süper star seviyesine çıkarılan ve hatta günlük koronavirüs toplantıları için Emmy ödülü bile verilen Demokrat Vali Andrew Cuomo başkanlığında geçirildiğini de belirtmemiz lazım.

Biden’ın kabine seçimlerinin işçi sınıfı düşmanı ve sermaye taraftarı niteliklerinden daha çok gündem olan tarafı ise içinde birçok kadın ve farklı ırksal ve etnik kökenden insanlar barındırması açısından ne kadar çeşitlikçi/çok kültürlü (diverse) olması oldu. Bu tam da işte Riley’nin bahsettiği çok kültürlü neoliberalizm siyaseti. Biden’ın kendisi de zaten ABD tarihinin en çok kültürlü/çeşitlikçi kabinesini oluşturacağını duyurmuştu.[41] Liberal basın ve demokrat tabanının bir kısmı bu durumu ırkçılık veya ataerkiye karşı kazanılmış bir zafer olarak kutluyor.

Küresel beyaz üstünlüğü sisteminin ve emperyalizmin en büyük uygulayıcısı olan; ABD de dahil olmak üzere her yerde sayısız halkı ezen; askerleri dünyanın her yerinde kadınlara tecavüz eden; ataerkil sistemin sürdürülmesine yardım eden ve kadının özgürleşmesini bile bir emperyalist savaş ve istila bahanesine çeviren bir devletin üst kademelerine Siyahi bir insanın veya bir kadının gelmesini, ırkçılığa veya ataerkiye karşı gelişme olarak kutlanabilmesi gerçekten akıllara zarar. Bu şekilde kutlamalar uzun zamandır eğilimini gördüğümüz, sadece temsiliyetçi mantıkla çalışan ve temsil edilen pozisyonların yapısal niteliklerini sorgulamayan bir kimlik siyasetinin de neoliberal kapitalizm için nasıl bir ideolojik silah hâline geldiğinin çarpıcı bir örneği. Kapitalizmin bu ideolojik stratejisi sadece kendisini meşrulaştırmayı amaçlamıyor, aynı zamanda farklı mücadeleler arasından gerekli olan dayanışmaları da bulandırıyor.

Biden’ın zaferi açıklandığından beri, (özellikle beyaz) demokratların önemli bir kısmı, Trump dönemini istisnaî bir hata olarak geride bırakıp, ABD’nin yeniden Obama dönemi gibi harika ve “ırk-sonrası” toplum olduğu zamana geri döneceği hayaline kapılmış durumdalar. Biden’ın kendisinin 2019 yazında milyarderlere düzenliği bir toplantıda eğer seçilirse “hiçbir şey özünde değişmeyecek” ve “kimsenin yaşam standardı değişmeyecek” demesini[42] veya -Obama’nın Ferguson sırasında yaptığı gibi- George Floyd protestolarındaki şiddetli gösterilere sağcıların kullandığı aynı terimlerin kullanarak karşı çıkmasını,[43] ya unutuyorlar ya da görmezden geliyorlar.

Bu beyaz demokratların istediği, karşılarına Trump ile çıkan ABD’nin beyaz hakimiyeti sistemine dayanan özünü ve yozlaşmış toplum yapısını arkalarında bırakıp, ABD’nin dünya demokrasinin lideri bir fırsatlar ülkesi olduğu düşüne geri dönmek. Kendi orta sınıf tekil evlerinde, çoğunluğunu yine beyaz orta-üst sınıf ailelerin oluşturduğu şehir dışındaki mahallerinde (suburb) haberleri izlerken, başkanlarının profesyonel gözüküp ülkelerinde ve dünyada yaşanan zalimliklerin neden gerekli olduğunu düzgün ve mantıklı cümlelerle onlara anlatabilmesi, onlar için bu düzenin değişmesinden daha önemli. 

Bu grubu, biz ne desek, Martin Luther King’in bundan on yıllar önce yazdıklarından daha iyi anlatamayız: “Geçtiğimiz yıllarda ılımlı beyazlar tarafından ciddi bir hayal kırıklığına uğratıldığımı inkâr etmemeliyim. Hatta neredeyse Zencilerin özgürlüğe ilerleyişindeki muazzam engelin Beyaz Vatandaş Konseyi ya da Ku Klux Klan üyelerinin değil,[44] adalet yerine ‘düzen’e daha bağlı olan; gerginliğin olmaması olan negatif barışı adaletin var olduğu pozitif barışa tercih eden; durmadan ‘Senin peşinden gittiğin amaçlara katılıyorum ama direk eylem yöntemlerine katılamam’ diyen; küçümseyici biçimde başka bir insanın özgürlüğünün zaman çizelgesini belirleyebileceğine inanan; ve hep bu efsanevî ve hayalî zaman algısıyla yaşayıp Zencilere ‘daha uygun bir sezonu’ beklemesini öğütleyen ılımlı beyazların olduğu üzücü sonucuna vardım.”[45]

King’in dediklerinin hâlâ ne kadar geçerli olduğunu George Floyd protestolarına verilen birçok tepkide gördük. Şimdi de Trump döneminde radikalleşmiş demokrat beyazlardan yadsınamaz bir kısmının Biden’ın seçiminden sonra sokaklardan evlerine dönecekleri kesin. Trump onları sadece “Amerikan hayallerinden” uyandıran, rahatsız edici bir sıkıntıydı ve en çok istedikleri yeniden uykuya dönmek. Demokrat partinin tam istediği de zaten bu yaz protestolarda çıkan toplumsal tepkiyi seçime kanalize ederek, sistemde köklü bir değişiklik yapmadan iktidara gelmekti.

Ancak birçok Amerikalı için, Trump öncesi ABD’sine bir dönüş olmayacağı da doğru. Bu dönemde ABD’de -her ne kadar tartışmalı olsalar da- yükselen “sosyalist” veya “demokratik-sosyalist” hareketler ve gruplar, iki parti sisteminden umut aramadıkları ve normalleşmeye dönmeye çalışacak ABD ideolojisine karşı gelebilecekleri ölçüde başarılı olacaklar. Bernie Sanders’ın ikinci kez yenilmesinden sonra da solcuların artık iki parti sistemi ve bununla gelen kötünün iyisi mantığından çıkıp, Demokratlarda işçi sınıfı ve ezilen halklar için kurtuluş olmadığını görmeleri lazım. Aynı zamanda da hem var olan grupları daha devrimci bir çizgiye çekerken hem de gerektiğinde beraber hareket edebilecek tabansal, iki partinin dışında var olan bir güç oluşturmak şart.

Gelin o zaman yazımızı, ABD hükümeti Trump’tan Biden’a geçerken, işçi sınıfı ve ezilen halklar için neleri aklımızda tutmamız gerektiğini bize kısa ve net biçimde anlatan Siyahi devrimci Malcolm X’ten bir alıntıyla bitirelim:

“Beyaz muhafazakârlar da Zencinin arkadaşı değildir, ancak en azından onlar bunu saklamaya çalışmıyorlar. Kurt gibidirler; dişlerini zenciye, onlara karşı nasıl yaklaşması gerektiğini belirten bir biçimde gösterirler. Ama beyaz liberaller tilki gibidirler, onlar da Zencilere dişlerini gösterseler de gülüyor taklidi yaparlar. Beyaz liberaller muhafazakârlardan daha tehlikelidirler; Zenciyi cezbederler ve Zenci hırlayan kurttan kaçarken, ‘gülen’ tilkinin ağzının tam ortasına düşer… kurt ve tilki (aynı) aileye üye. İkisi de köpekgillerden…”[46]

Biz de o zaman Trump kurdundan kaçarken kendimizi Biden tilkisinin ağzında bulmayalım. Bundan sonra ne zaman Biden’ın o bildiğimiz sırıtmasını görürseniz Malcolm X’in bu sözlerini hatırlayabilir ve ne zaman Biden hükümetinden işçi sınıfı veya ezilen halklar için bir gelişme tiyatrosu izlerseniz, o perdenin arkasına da bir sermaye oyunu bulmayı bekleyebilirsiniz.


[1] Stusi Mishra, “Donald Trump calls Fox News ‘dead’ as he steps up feud with network,” Independent, 18 Aralık 2020, https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-election-2020/trump-fox-news-ratings-twitter-b1775380.html

[2] Beyaz üstünlüğü (white supremacy), beyaz insanların üstünlüğünü diğer bütün ırklara mensup insanların ezilmesi aracılığıyla hedefleyen, küresel bir ekonomik, siyasi, kültürel, toplumsal sistem. Bu kavramın detaylı tartışması için Charles Mills’in Irksal Sözleşme adlı kitabına veya Routledge Companion to Philosophy of Race adlı kitapta bulunan “Beyaz Üstünlüğü” adlı yazısına bakabilirsiniz.

[3] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[4] Michael Roberts, “The Social Composition of the Anti-Trump Vote,” 10 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-social-composition-of-the-anti-trump-vote?fbclid=IwAR0MFeE4m3l6Ti3ytts1N_IDDB3pWJ06ttEFjVG1VqRNH2t82rle6viFHoE

[5] İbid.

[6] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[7] Lia Eustachewich, “Black Lives Matter says Biden-Harris have been silent on meeting request,” New York Post, 11 Aralık 2020, https://nypost.com/2020/12/11/blm-says-biden-harris-have-been-silent-on-meeting-request/

[8] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[9] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[10] İbid.                                                                                                       

[11] İbid.

[12] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[13] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[14] Claudia Cinatti, “The Biden Era Begins,” Left Voice, 30 Aralık 2020, https://www.leftvoice.org/the-biden-era-begins?fbclid=IwAR0GH3MnFgz3pJszIy18osnDUd1WyQ4l4Xj9QANnapmd54nGMHFMnA37lAg

[15] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[16] The Center for Strategic and International Studies (CSIS)

[17] Center for Strategic & International Studies, “Corporation and Trade Association Donors,” (erişim 28 Aralık 2020), https://www.csis.org/corporation-and-trade-association-donors

[18] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[19] Bloomberg Government, “Top 10 Defense Contractors,” 26 Temmuz 2020, https://about.bgov.com/top-defense-contractors/

[20] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[21] Center for a New American Security (CNAS)

[22] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/?fbclid=IwAR1IeZSsyLupkKB2hyRDTTcRUydgMjpHctvLXWCrlJ4DSCw26sXcDiaepsc

[23] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[24] Carey Howard, “First Female Director of National Intelligence is Not a Victory for Women,” Socialist Alternative, 4 Aralık 2020, https://www.socialistalternative.org/2020/12/04/first-female-director-of-national-intelligence-is-not-a-victory-for-women/?fbclid=IwAR1szmZGgbybDMi6dHlYvAOLzAf3fDvQAcqlLibMRIQBLdBwBqabU2VB7yM

[25] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[26] Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden’s New National Security Pcicks Are Very Troubling,” Jacobin, 23 Kaım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-administration-national-security-picks-defense-department

[27] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet                                                                                            

[28] Franco Ordoñez, “Biden Names BlackRock’s Brian Deese as His Top Economic Aide,” NPR, 3 Aralık 2020, https://www.npr.org/sections/biden-transition-updates/2020/12/03/942205555/biden-names-blackrocks-brian-deese-as-his-top-economic-aide

[29] https://www.businessinsider.com/what-to-know-about-blackrock-larry-fink-biden-cabinet-facts-2020-12

[30] Meagan Day, “Joe Biden’s BlackRock Cabinet Picks Show the President-Elect Is Ready and Eager to Serve the Rich,” Jacobin, 3 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/wall-street-joe-biden-transition-cabinet-blackrock

[31] Tatiana Cozzarelli, “The Newest Member of Biden’s Transition Team: Defender of Obama Era Deportations and Family Separations,” Left Voice, 14 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-newest-member-of-bidens-transition-team-defender-of-obama-era-deportations-and-family-separations?fbclid=IwAR1syknjUTniPKonp-o1aiCnHQKNW5RO_Jh30yfsPK88ctyGzEZTCgFunUY

[32] Zack Budryk, “Deportations lower under Trump administration than Obama: report,” The Hill, 18 Kasım 2019, https://thehill.com/latino/470900-deportations-lower-under-trump-than-obama-report

[33] Alicia A. Caldwell ve Louise Radnofsky, “Why Trump Has Deported Lower Immigrants Than Obama,” The Wall Street Journal, 3 Ağustos 2019, https://www.wsj.com/articles/why-trump-has-deported-fewer-immigrants-than-obama-11564824601

[34] Branko Marcetic, “Biden’s Immigration Moves Are Making a Mockery of His Vow to ‘Heal the Nation’s Soul,’” Jacobin, 19 Kasım 2020https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-immigration-trump-wall-border/?fbclid=IwAR15H9waU7bm8xTM4rQE2zmU_XeAsb7ZAFJZYHULgvFqdRkBofDIus5YsME

[35] Walker Bragman, “Joe Biden’s Neera Tanden Pick is Worse Than You Thought,” Jacobin, 30 Kasım 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-neera-tanden-social-security-omb

[36] David Sirota, Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden Just Appointed His Climate Movement Liaison. It’s a Fossil-Fuel Industry Advocate,” Jacobin, 17 Kasım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-climate-fossil-fuel-industry-cedric-richmond?fbclid=IwAR3z5Acc_h6llovW6sGi6e8T-Hvf7tAC0uCRDmyW8HEaaY5kKwUjJ9jzbNk

[37] Jake Johnson, “Relief Package Gives Retroactive Immunity to Corporations From COVID Lawsuits,” Truthout, 15 Aralık 2020, https://truthout.org/articles/relief-package-gives-retroactive-immunity-to-corporations-from-covid-lawsuits/

[38] Greater New York HospitalAssociation (GNYHA)

[39] David Sirota, “SCOOP: Senate GOP Copied & Pasted Cuomo’s Corporate Immunity Law Word-For-Word,” The Daily Poster, 28 Temmuz 2020, https://www.dailyposter.com/p/scoop-senate-gop-copied-and-pasted-25d             

[40] David Sirota and Julia Rock, “Tucked into the Covid-19 stimulus package? Protections for corporations,” The Guardian, 5 Aralık 2020, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/dec/05/tucked-into-the-covid-19-stimulus-package-protection-for-corporations?fbclid=IwAR3pIs6fTXMqL0___gnFXANayFQPDHWafxrZbg6F2OO8GSS4X2GNNVOoZ0w

[41] Kate Sullivan, “Biden on nominating a diverse Cabinet: ‘I’m going to keep my commitment,’” CNN, 3 Aralık 2020, https://www.cnn.com/2020/12/03/politics/biden-diverse-cabinet-commitment/index.html

[42] Dominique Mosbergen, “Joe Biden Promises Rich Donors He Won’t ‘Demonize’ The Wealthy If Elected President,” HuffPost, 19 Haziran 2019, https://www.huffpost.com/entry/joe-biden-wont-demonize-the-rich_n_5d09ac63e4b0f7b74428e4c6

[43] Reuters Staff, “Fact check: Joe Biden has condemned violent protests in the last three months,” Reuters, 4 Eylül 2020, https://www.reuters.com/article/uk-factcheck-biden-condemn-violence/fact-check-joe-biden-has-condemned-violent-protests-in-the-last-three-months-idUSKBN25V2O1

[44] “White Citizen’s Council” ve Ku Klux Klan, beyaz ırk üstünlüğünü savunan ve korumayı amaçlayan gruplar. Daha şiddetli olan Ku Klux Klan, ABD tarihinin en kanlı gruplarından ve binlerce Siyahi insanın ölümünden sorumlu.

[45] DeNeen L. Brown, “Martin Luther King’s Scorn for ‘white moderates’ in his Birmingham fail letter,” The Washington Post, 15 Ocak 2018, https://www.washingtonpost.com/news/retropolis/wp/2018/01/15/martin-luther-king-jr-s-scathing-critique-of-white-moderates-from-the-birmingham-jail/

[46] “The Black Revolution,” malcolm-x.org, http://www.malcolm-x.org/speeches/spc_06__63.htm

TC devleti üzerine Tekelci polis devleti ve “Saray Rejimi”

Bugünlerde, TC devleti üzerine tartışmalar, biraz çekingen bir biçimde de olsa, hayli bir külliyat oluşturacak biçimde olmasa da, her tartışmanın içinde biraz olsun yer alıyor. Bunun bir nedeni, TC devletinin bugünkü durumu, yani bizim Saray Rejimi olarak nitelediğimiz “olağan olmayan” hâl, diğer nedeni ise devlette yaşanmakta olan çözülme ya da egemen sınıfların yönetememe durumudur. Bu iki etken, ülkemizde devlet tartışmalarını güncellemektedir. Ve tartışmalar, aslında her makalenin, her açıklamanın, her tartışmanın içinde, işin pratik bir yönü ile var oluyor. Maalesef, sadece “pratik” yönü ile ve pek çok durumda yanlışlar içererek.

Bu durumun, “devletin niteliği”nin anlaşılmasının önünde bir engel oluşturduğu kanısındayız. Bu nedenle, meseleyi biraz daha derli toplu tartışma niyetindeyiz.

Bu satırların yazarının bağlı olduğu hareket, Kaldıraç Hareketi, 1990’lı yıllardan beri, “Tekelci Polis Devleti” analizine sahip. Bu analiz, aslında, bir yandan, 12 Eylül askerî darbesi, diğer yandan ise modern tekeller çağı üzerindeki tartışmaların sonucudur. Bu analiz, Tekelci Polis Devleti adı ile, bir kitap olarak Kaldıraç’tan yayınlanmıştır ve hâlen satıştadır (2007, 4. basım). Kitap 7 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “Devlet ve sınıf savaşımı: Sorunun ortaya konuluşu” var. İkinci bölümde “Sınıf savaşımının sürekliliği ve devletin ‘evrimi’” ele alınmıştır. Sırasıyla, üçüncü-yedinci bölümler arasında, “Burjuva demokratik devlet”, “Faşizm ve burjuva devlet”, “Tekelci polis devleti” ve nihayet “TC devleti” bölümleri var. Başlıkları bilerek veriyorum ki, devlet tartışmalarına biraz daha ciddi ölçüde ihtiyaç hissedenler bu çalışmaya baksınlar. Devlet tartışmalarına ciddi bir tarzda eğilmeyen bir devrimci mücadelenin, mevcut güncel durumu kavraması ve doğru bir mücadele stratejisi geliştirebilmesi mümkün değildir.

Bugünlerde, ülkemiz solunda “demokrasi” vurgusunun artması, tam da böylesi bir eksiğin işaretidir. O günlerde biz, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelen bir devlet tartışmalarının içinde idik. Kabaca söylersek, baskı arttıkça, faşizm geliyor ve baskı azaldıkça ise faşizm biraz geri çekiliyordu. Bu, 12 Eylül öncesinden kalan bir mirastır. Örnek olsun MC hükümetleri olunca faşizm geliyordu, Ecevit hükümetleri oldukça demokrasiye geçiyorduk. Bu, devlet denilen örgütü, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracını eksik, yanlış anlamak anlamına geliyordu. Biz de, -12 Eylül öncesinden arta kalan, ama o dönemde güncel olan, “Özallı demokrasi yılları” vurgularını hatırlayın- devletin faşizm ile demokrasi arasında git-gel yaşamasını ve elbette tekeller çağında devleti ele almıştık.

O günlerde “devlet baba” anlayışı değişik biçimlerde daha yaygındı.

Bugün gidip gelen faşizm şeklindeki devlet anlayışı hâlâ yaygındır. Ama o günden farklı olarak “devlet baba” o kadar yaygın değildir. Kökleri derinde olan bu devlet baba, bugünlerde gözden düşmüştür.

Son beş yıldır biz bu tartışmalara açıktan dahil olduk, kendi cephemizden müdahil olduk ama doğrusu kitabı yeniden yazmaya yönelmedik. Bugün de bunu yapmamız gerekli değil.

Geçen yıllar içinde, bizim kitapta öne sürdüğümüz birçok şey kabul görse de, “Tekelci Polis Devleti”, ancak bazı yönleri kırpılarak kullanıldı. Zaman zaman “polis devleti” dendi, ki bu eksik bir bakıştır, zaman zaman da “tekel devleti”, “kartel devlet” sözleri kullanıldı ki bu da eksiktir. Bizim solumuz da dahil bir toplumsal siyaset hastalığımız, bizden önce başkasının dile getirdiği şeyi, doğru da olsa kabul etmeye yanaşmamızdır. Böyle olunca, o şeyi biraz eğip bükmeyi seviyoruz. “Kartel devlet” ya da “polis devleti”, eksik anlamanın bir sonucu değilse, bu eğip-bükme alışkanlığının bir sonucudur. Kenevir dokumacılığının yaygın olduğu dönemde köylerde ya da çeliğin dövüldüğü küçük çaplı işletmelerde eğip-bükme, doğrusu pozitif bir anlama sahip idi. Oysa, bir şeyi kabul etmiş olmamak için onu eğip bükme, bilimle ilişkide sağlam olmamayı ifade eder ki, olumlu değildir.

Biz analizimizde, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet, devletin sınıf savaşımlarına göre şekilleniyor oluşu, Ekim Devrimi’nin ve ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin geçirdiği evrimin üzerinde durduk. Modern burjuva demokrasisinin, faşizmin dişlilerini içermiş bir devlet olduğunu, bunun tekeller çağının devleti olduğunu, faşizmin bunun ilk biçimi olduğunu vurguladık. Aslında 1960’larda Çayan’ın sürekli faşizm tartışmaları, bu gidip gelen faşizm saçmalığına bir tepki olarak ele alınabilir. Demek ki, bu sorunu ilk biz fark etmemişiz.

Aslında bugün, bu makalede, biz yeniden bu konular üzerinde durmak istiyoruz.

Biz, 2015 7 Haziran tarihinde seçimlerde yenilgi alıp iktidarı kaybeden, ama iktidarı teslim etmeyen Erdoğan’ın ve elbette onun arkasındaki yerli ve yabancı tekellerin kapısını açtıkları yeni rejimi, Saray Rejimi olarak isimlendirdik. Bu isimlendirme, Tekelci Polis Devleti gibi “talihsiz” olmadı, kısa sürede sahiplenildi ve hatta sadece Saray Rejimi dediği için bazı CHP milletvekilleri itilip kalkıldı. Oysa isim tam oturduğu için onların ağzından çıkmıştı.

Biz, birkaç makalede, Saray Rejimi ile tekelci polis devleti olarak nitelediğimiz devletin bağını açıklamaya çalıştık.

Şimdi ise yeniden, biraz da Tekelci Polis Devleti kitabının zaten bulunabiliyor olmasının rahatlığı içinde, bazı temel noktaları tartışmak istiyoruz.

1-
Devlet, tarihin her döneminde, bir sınıfın egemenlik aracı olmuştur. Köle sahiplerinin devleti, köleci devlettir ve elbette onların sınıfsal çıkarlarını ifade eder. Her devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Adına demokrasi denmesi, işin özünü değiştirmez. Antik Yunan demokrasisi, köleler için elbette katışıksız bir diktatörlüktü. Üstelik antik Yunan demokrasisi, bugünkü gibi temsilî değil, doğrudan demokrasi idi. Bugün olduğu gibi sokakların, meydanların konuşmaya katılmaması söz konusu değildi, tersine meydanlarda tartışmalar yapılıyordu. Ve köleler, vatandaş olmadıkları için, konuşan alet olarak ele alındıkları için, bu “demokrasi”nin içinde yer almıyordu. Sosyalist demokrasi dediğimiz zaman, elbette tereddütsüzce proletarya diktatörlüğünden söz etmiş oluruz. Sadece proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin yok olması ile yok olacak, sönecek olan bir devlet olarak diğerlerinden ayrılır.

Devletin, daha çok “kişilerin devleti” gibi göründüğü zamanlarda da devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür, bir sınıfın makinası, bir sınıfın topluma egemen olma aracıdır. Osmanlı padişahı, ülkedeki “mülk”ün sahibi idi ama aslında o, tüm soyluların temsilcisi idi. Batı feodalitesinden farklı olarak bizdeki feodal devlet, daha merkezî idi. Yoksa İngiltere’de devlet feodal devlet idi ve bizdeki değildi denilemez, olmaz. Bizdeki de feodal devlet idi.

Tek adam rejimi, bir dikkat çekme aracı olarak kullanılabilir. Ama gerçekte, günümüz burjuva devletini ya da ülkemizdeki Saray Rejimi’ni anlatmaya yetmez. Sanki tüm kötülük o kişiye yüklenerek, sistem aklanmış olur. Bu doğru değildir. Bir vurgu olarak bile, bir yerden sonra, “burjuva demokrasisine” özlem ifade etmeye başlar ki, Erdoğan’dan öncesine “demokrasi” demek oldukça zor olsa gerek. Dahası, devletin sınıf karakterini gizler. Mesela neden Erdoğan döneminde tekellerin kârlarına kâr kattıkları anlaşılmaz. Devletin sınıf karakteri yerine, şeyin görüntüsü konur. Oysa görüntü, her zaman gerçeği bir miktar gizler. Bu nedenle deriz ki, “her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı.”

Erdoğan’ın 2002-2015 arasındaki dönemi, “demokrasi” mi idi? Ya da Erdoğan’dan öncesi demokrasi mi idi? Bu sorular havada kalır.

Ya da Erdoğan, acaba kimin temsilcisidir? Mesela “Anadolu burjuvazisi”nin mi? Elbette değil. Ya da acaba “küçük esnaf devrimi”nin mi? Kuşku yok ki değil. Ya da İslamcı ideolojisi ile İslamcı sermayenin mi? Elbette ki değil. Erdoğan, acaba, daha önceleri horlanmış dinci çevrelerin temsilcisi midir? Elbette hayır. Onları, aklınıza gelecek en küçük nakit paraya satar, yeter ki para canlı olsun. Hem Erdoğan’a bir ABD projesi diyeceksin, ki doğrudur hem de onu egemen sınıfların temsilcisi değil de “küçük esnaf devriminin” simgesi diye adlandıracaksın.

Devlet, kapitalist toplumda, her ülkede, burjuvazinin devletidir. Burjuva devletlerin her biri aynı değildir. Evet değildir. Sömürge bir ülkedeki devlet ile emperyalist bir ülkedeki devlet aynı değildir. Ya da 1910’daki devlet ile 2000’deki burjuva devletler aynı değildir. Ama her zaman burjuva devlet, burjuvazinin en gelişmiş kesimlerinin damgasını taşır. Tekeller çağında bu tekelci burjuvazidir. Tekeller, burjuva hukukuna büyük oranda bağlıdır. Elbette, bazı açılardan onu kendi istedikleri şekilde değiştirirler.

Ülkemizdeki devlet, her zaman uluslararası sermaye ile onların yerli temsilcilerinin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Bu Ecevit döneminde de böyledir, 12 Eylül’de de, bugün de. Elbette bunlar arasında bazı farklılıklar da vardır. Aşağıda bu farklılıkları tartışmış olacağız.

2-
Burjuva devlet, tüm burjuvaların ortak çıkarlarının temsilcisidir. Elbette, burjuvaların ya da egemen sınıfların çıkarları, bireysel kapitalistler açısından çelişkili karakter taşırlar. İşçi sınıfını boğazlamakta, işçilerin daha fazla artı-emeğine el koymakta hep birlik olan burjuvalar, bu artı-değeri kâra dönüştürürken, pazarda, birbiri ile rekabet hâlindedirler ve bu rekabet, özellikle tekelci aşamada son derece kanlıdır. Birbirlerini boğazlarlar. Tüm kriz dönemleri, istisnasız, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği, sermayenin daha az sayıda elde toplandığı dönemlerdir.

Tekel, pazar hâkimiyeti demektir. Hâkimiyet ilişkileri, kendine has bir şiddet gerektirir. Burjuva sınıf, tüm topluma hâkim olurken de bu geçerlidir. Ama tekelci hâkimiyette bu şiddet yeniden şekillenir. Modern mafya, modern reklamcılık tümü ile kitlesel üretim de demek olan tekeller çağına özgüdür. Medya, mafyadan daha az şiddet içeren bir organizasyon değildir. Medya, şiddetin daha farklı biçimlerini içerirken, mafya, ondan bin kat daha “temiz” bir biçimde silahlı şiddeti uygular. Tekeller, burjuva hukukunun “normal” işleyişini her zaman beklemezler.

Kapitalist devlet, bir yandan, sistemin devamını sağlamak üzere tüm burjuvazi adına iş görürken, diğer yandan, egemen sınıfın bazı kesimleri için daha özel bir mekanizma olur ve ona göre de iş görür. Tekeller, burjuva devleti, her yönü ile sararlar ve ona uygun olarak hareket ederler. Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi demek olan finans kapital, devlet çarkına her yönden sızar. Örneğin, Amerikan Hazine Bakanlığında kimlerin olacağı, hükümet kim olursa olsun, aslında tekellerin ortaklaşa, güçlerine göre oluşturdukları bir karar mekanizmasıdır (Bu konuda, güzel bir özet, “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” isimli çalışmamızda 152 ve 153. sayfalarda vardır. Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi). Tüm devlet organları, çoğunlukla tekellerin ortak ofisleri olarak iş görür.

Bu nedenle, bir tekelci grup ile devlet arasındaki kavga, çoğunlukla tekeller arasındaki kavganın yansımasıdır.

Ama olağanüstü dönemlerde devlet, daha çok sistemin devamını sağlamak üzere hareket eder. Tüm burjuvazinin çıkarı da bunu gerektirir. Bu dönemler toplumsal kalkışma dönemleridir, sınıf savaşımının kızıştığı dönemlerdir, buhran dönemleridir vb.

Sınıf savaşımının keskinleştiği bu olağanüstü dönemlerde, devletin baskı aygıtı daha fazla öne çıkar, yumruğun üzerindeki kadife eldiven ortadan kalkar.

3-
Devlet sadece egemen sınıfın yönetme aracı, tahakküm aracı değildir. Sadece onların “ortak komitesi” değildir. Aynı zamanda, sınıf savaşımına göre şekillenen bir mekanizmadır da. Yani canlı bir mekanizmadır.

Her şeyin bir tarihi vardır.
Toplumsal varlık, her madde gibi, zaman ve mekân içinde var olur. Hareket, zaman, mekân ayrılmazdır. Madde, hareket, zaman ve mekân, bunlar birlikte ele alınmalıdır.

Öyle ise bu ilkeler devlet söz konusu olunca da işlemektedir, her devletin de kendini şekillendirdiği bir tarihi vardır.

Devlet, sınıflı toplumlara aittir ve uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfların varlığının da kanıtıdır. Sınıflı toplumların tarihi, bu sınıflar arasındaki savaşımların tarihidir. İşte devlet denilen egemen sınıfın aygıtı da, bu sınıf savaşımlarına bağlı olarak şekillenir.

Bu sınıf savaşımlarının alanı, o ülke olduğu kadar, dünyadır da. Düne göre bugün, dünya çapında sınıf savaşımının devletin şekillenmesi üzerindeki etkileri daha fazladır. Diyelim ki köleci devlet, mesela Isparta’da şekillendiğinde, bu şekillenmede Çin’deki köleci devlet ile köleler arasındaki sınıf savaşımının etkileri daha az bir yer tutardı. Bugün, kapitalizm, hele ki tekelci kapitalizm çağında, sınıf savaşımları tüm yeryüzündeki burjuva devletleri, farklı ölçülerde olsa da etkilemektedir. Devlet, sınıf savaşımlarından, egemen sınıf adına öğrenir. Öğrenmek, bunun gereklerine uygun olarak kendini yapılandırmak, yeniden örgütlemek demektir.

Yeridir, örgütlenmeye yansımayan öğrenme, eksik öğrenmedir. Bu nedenle günümüzde devrimci mücadelede öğrenme, geliştirilen örgütlenme ile anlamlandırılır. Hareket etmeyen, sadece seyreden, dış görünüşten öğrenendir. Oysa öğrenme, dış görünüşten başlayarak öze doğru bir yolculuktur. Öğrenme, öznesinin ve nesnesinin toplumsal bir varlık olduğu, eylemli bir toplumsal süreçtir. Burada öğrendiğimizin ölçütü eylem ise, en gelişmiş eylem de, geliştirilen örgüttür.

4-
Ekim Devrimi, kapitalist sisteme karşı dünya işçi sınıfının Sovyet proletaryası eli ile kazandığı büyük zaferdir. İlk kez işçi sınıfı, burjuvazinin elinden iktidarı almış ve kapitalist üretim ilişkilerini parçalamaya, yeni bir dünya kurmaya yönelmiştir. Bunun neden ve ne kadar başarılı olduğu ya da olmadığı, izninizle ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu devrim, burjuva iktidarı sarstığında, Rus egemen sınıfları ile savaş hâlinde olan diğer emperyalist ülkeler, Rus Çarlığını diriltmek için akıl almaz, göz yaşartıcı “özveri”lerde bulunmuşlardır.

Biz Anadolu’dan biliriz. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, Anadolu’da TC diye bir devlet kurulmayacaktı. Emperyalist işgalciler, devrimin bu topraklara yanaştığını gördükçe, geri çekilip, burada bir burjuva iktidar sağlamak için ellerinden geleni, göz yaşartıcı bir tutumla ortaya koydular. İşte burjuvazinin sınıf bilincinin gelişmişliğinin bir göstergesi.

Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurdu.

Ve burjuva devletler, önce, kendi ülkelerine sıçrayan devrimi boğmak üzere hareket ettiler. 1919’da nihayet Almanya’da devrim yenildiğinde, Spartaküs hareketi yenildiğinde, Ekim Devrimi’nin yayılma hızı kesilmeye başladı. Ve burjuvazi, dünya çapında Ekim Devrimi’ni boğma planlarının, daha uzun vadeli olması gerektiğini kavrayama başladı.

1929 buhranını, Ekim Devrimi olmaksızın açıklamak eksik bir açıklama olur.

Faşizm, Ekim Devrimi’ne karşı, karşı-saldırıdır. Almanya’da en azgın tekellerin diktatörlüğü olarak adlandırılan faşizm tanımı, sanki bize ABD’de ya da İngiltere’de en azgın tekellerin egemenliğinin olmadığını mı söyler? Elbette söyleyemez. Faşizm, dünya tekellerinin Sovyet Devrimi’ni yok etmek, boğmak için, geliştirdikleri karşı-devrim saldırısıdır. Önce Ekim Devrimi’nin kendi ülkelerindeki etkilerini bastırmaya yöneldiler. Bunu başardıktan sonra ise, Sovyetler Birliği’ne karşı, Almanya’nın öncülüğünde bir saldırı organize ettiler. Sadece Paris’in düşüşünü hatırlayalım, işin bu yönünü anlamak kolaylaşacaktır. Yani, Alman faşizminin arkasında, dünya tekelleri hep birlikte vardılar.

İkinci Dünya Savaşı’nda, eğer Almanya Sovyetler’i yenmiş olsa idi, İngiltere ve ABD, Sovyetler’i paylaşmak için devreye girecekti. Ama tersi oldu. Kızılordu Avrupa’ya doğru Alman faşizmini püskürttü. Bu kez ABD ve İngiltere, Kızılordu’yu durdurma ve uzun soğuk savaşa razı olma yolunu tuttular. Alman faşizminin tüm birikimi, yeni emperyalist lider ya da sistemin yeni hegemon gücü Aylık Devrimci 48 Sosyalist Dergi ABD tarafından devralındı. Modern ABD devleti, Alman faşizminin tüm birikimini içselleştirmiştir, kendi birikimine eklemiştir. Tıpkı TC devletinin Osmanlı devletinin birikimini özümsemesi gibi.

Ekim Devrimi, tekeller çağında patladı. Gerisinde 1870 ve 1900 bunalımları var. İngiliz hegemonyasının Almanya ve ABD tarafından zorlanması süreci var. Birinci Dünya Savaşı, bu emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma savaşımıdır. Zira emperyalizm, yani tekelci kapitalizmin dünya sistemi hâline gelişi, zaten dünyanın paylaşımının tamamlanması ile eş anlıdır. Sömürgesiz, sermaye ihracı olmadan emperyalizm olmaz. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı, dünyanın emperyalistler arasında yeniden paylaşımı savaşımıdır.

Burjuvazi, bu dönemden başlayarak devleti yeniden örgütlemeye koyulmuştur. Artan sınıf savaşımına göre yeni mekanizmalar devreye girmiştir. Tekeller çağının ve kitlesel üretimin en önemli yansıması olan milyon adet tirajlı gazeteler bu dönemin ürünüdür. Sadece tekellerin büyük çaplı üretimlerini satmak için reklam kanalı değildi bu gazeteler, aynı zamanda burjuva egemen ideolojinin yayılmasının da kilise dönemi ile kıyaslanamayacak yeni araçlarıydı.

Bu dönemde başlayan devletin yeniden örgütlenmesi ya da burjuva demokrasisinin tarihe gömülmesi, Ekim Devrimi dahil gelişen sınıf savaşımlarının deneyimleri, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı deneyimleri ile birleşti ve modern burjuva devlet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, şekillenmiş oldu. Elbette, bu da “statik” bir durum değildir. Yani, ondan sonra da burjuva devlet kendini “geliştirmekte”dir. Her devlet bir diktatörlüktür, en gelişmiş devlet, en gelişmiş diktatörlüktür. İşte bu devlet, kendini yeni döneme göre örgütlemiş burjuva egemenlik demektir.

Bizim “tekelci polis devleti” dediğimiz işte budur.

Bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiş, işçi sınıfına karşı gelecekte verilecek savaşı organize etmeye yönelmiş bir devlettir.

Bu devlet, parlamento, seçimler vb. eski “demokrasi” araçları olarak sunulan şeylere dayanmıyor, daha çok toplumu kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Bu konuda basın çok etkili kullanılmaktadır. Medya, sadece “yasama-yürütme-yargı” olarak adlandırılan mekanizmalar eklenmekle kalmaz, dahası bu eski mekanizmalar anlam değiştirir ve medya, kendisi de tekelci sermayenin bir aracı olarak, şiddeti yeniden örgütler.

Genel oy, faşizm döneminde ortadan kaldırılmıştı. Olağanüstü koşullara göre yeni bir örgütlenme ortaya çıkıyordu. Tekelci Polis Devleti, eskinin “olağanüstü” koşullarına özgü yapıları içselleştirerek, “normal”leştirir. Genel oy, artık sadece “toplumsal rızayı” üretme aracıdır ve sonuçları önceden bellidir. Parlamento, siyasal partiler vb. devlet çarklarını örten birer şaldır. Sınıf mücadelesi şiddetlenirse, bu şalın ortadan kalkması an meselesidir.

İdeoloji ve şiddet daha bütünlüklü olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle basın, yargı vb. adeta polis gücünün bir parçası olarak iş görmektedir. Üniversiteler ya da diğer ideolojik aygıtlar, tekellerle birleştirilmiş biçimde hareket etmektedir.

Ordu, polis, yargı ve bürokrasi, daha sıkı biçimde militanlaşmıştır ve burjuvazinin çıkarlarını savunmakta daha açık davranabilmektedir. Tekeller çağı, parlamento, siyasi partilerden oluşan sistemi tam anlamı ile kontrol edebilme olanaklarını geliştirmiştir. Yasama-yargı-yürütme gibi dengeler, ancak olağan dönemlerde bir görüntü olarak korunmakta, diğer dönemlerde baskı aygıtı tüm yüzü ile ortaya çıkabilmektedir. Bu noktada “görüntü” önemli bir vurgudur. Çünkü normal şartlarda da bu sadece bir görüntü işlevini görmektedir. Yürütmenin, yasamanın, yargının önemli kurumları, tekellerin ortak büroları olarak çalışmaktadır.

Tüm bu nedenlerle, “polis devleti” demek yetersizdir. Tekelci Polis Devleti denilmedi mi, devletin sınıfsal karakteri net biçimde ortaya konmuş olmaktadır. Tekelci Polis Devleti, tekeller çağında, Ekim Devrimi sonrasında, burjuva devletin yeniden şekillenmiş hâlidir. Tekeller çağının olağan olan devleti budur.

5-
Her burjuva devlet, bir pazarda (“coğrafya”da) egemendir. “Coğrafya’da egemendir” demek yanlış olur. Coğrafya, yeryüzü şekillenmesini anlatır ve bir tarihsel ve fizikî yönü olan bilimsel bir kavramdır. Devletlerin coğrafyaları olmaz. Belki de coğrafyaların devleti olur denilebilir. Mesela Ortadoğu devletleri gibi. Bunlar birbirine de birçok açıdan benzerlik gösterebilirler. Devletlerin “sınırları” olur ve bu sınırlar, fizikî ve moral olarak da ayrılır. ABD devletinin sınırları denildi mi, egemenlik alanı anlaşılacaksa, bu dar anlamda fizikî sınırlarıdır. Ama ABD devlet olarak bu fizikî (siyasal haritadaki anlamında) sınırlardan daha geniş alanda etkilidir. Tersinden söylersek, bazı devletler fizikî sınırları içinde dahi etkili değildirler. Yani, ABD bir devlet olarak bir’den çoktur ve örnek olsun Irak bir’den azdır.

Burjuva devletin egemen olduğu alanda, şekillenişi de diğerlerinden farklılıklar gösterebilmektedir. Bu, aynı zamanda o devletin bazı özellikleri ile de anlam kazanır.

Bugün dünya kapitalist sistemi dediğimiz zaman, hemen emperyalist ülkeler ile sömürgeler gibi ayrımlar aklımıza gelmelidir. İsteyen, başka bazı ölçülerle bu ikili ayrımı çoğaltabilir. Gelişmiş ülkeler, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler vb. bunun gibi, daha çok ekonomistçe ayrımlardır ve doğru da değildir.

Tüm dünya çapında süren sınıf savaşımı, birçok farklı görüntüsü ile bu devletleri etkilerler. Bu devletler, bir alanda, bir tarihsel süreç içinde şekillenirler. O nedenle hepsi burjuva devlet olmalarına rağmen, birbirinden farklılıklar gösterirler.

Örneğin TC devleti, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Ekim Devrimi sonrasında şekillenmiş bir sömürge devlettir. Bu devletin şekillenişinde Osmanlı’nın parçalanması ve sömürgeleşmesinin etkileri vardır. Osmanlı’nın çöküş dönemi içinde gelişmiş olan Fransız Devrimi’nin “uluslaşma” etkileri, Osmanlı’da yansımasını buldu. Bu yansıma da geçtir. Osmanlıcılık, sonra İslamcılık, sonra da Türkçülük akımları aslında bu sürecin de bir nevî özetidir, yansımasıdır. Çok milletli Osmanlı, Osmanlıcılık ile, çok milletli çok dinli yapısına bir çözüm aramıştır. Meşrutiyet isteği ve Osmanlı sultanlığının evrilmesi dönemin “ilerici” talebidir. Namık Kemal’in de içinde yer aldığı Osmanlı Cemiyeti, aslında halk hareketi değil, saray çevresi ile de sıkı ilişkiler kurmuş bir “elit” hareketi idi. Nihayet, hangi prensin padişah olması gerektiği üzerinde yoğunlaşan tartışmalara dayalı olarak meşrutiyetin ilanı istenmekteydi. Daha arkada ise Tanzimat ile kabul gördüğü tescillenen Batıcılık vardır. Osmanlıcılık, Balkanlarda yaşanan toprak kayıpları ile, değişmeye başlamıştır. Balkanların kaybı, büyük ölçüde Hıristiyan tebaanın kaybı olarak ele alınmış, devletin kurtuluşu, İslamcılıkta aranmıştır. Osmanlı sömürgeleşirken, hâlâ elinde olan toprakların Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölümündeki Müslüman halkları tutmak için İslamcılık, bir “çözüm” olarak bulunmuştur. Osmanlıcılık, elbette İslamcılığa göre daha pozitif olmuştur. İslamcılık daha devlet merkezlidir ve devletin kendisi için farklı halkların ve dinlerin varlığını bir tehdit gördüğü ölçüde katliamlar devreye sokulmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve içinde Ortadoğu ve Afrika’daki topraklar da kaybedilmiştir. Bu koşullarda, 1905 Rus Devrimi, yeni bir dalgaya neden olmuş ve Türkçülük küçük küçük öne çıkmaya başlamıştır. Bu akımların hiçbiri “ilerici” olmamıştır. Osmanlıcılık, diğer ikisinden daha “temiz” sayılabilir. Türkçülük daha da katliamcı olmuştur. Ermeni, Süryani, Pontus ve Rum katliamları bu döneme denk gelir. Osmanlı’dan kalan topraklarda “Türk unsurunun hâkim kılınması” Wilson Prensipleri ile bağıtlanınca, Türkçülük daha da öne çıkmıştır. Tüm bu siyasal akımlarda, devletin kurtarılması öndedir. “Bu devlete bir millet lazım” görüşü, ünlü Türkçü Ziya Gökalp’in sözüdür. Bu söz, aslında tüm bu arayış sürecinin, yaklaşık 60 yıllık sürecin anahtar sözüdür.

Ekim Devrimi’nin Kafkaslara yayılması, emperyalist efendilerin Osmanlı’dan kalan topraklarda yeni sömürge bir devletin kurulması fikrine ikna olmalarının ana nedenidir.

Halklar hapishanesi olan çarlık Rusya’sının yerine geçen Sovyetler Birliği, halkların özgürleşmesi ve sosyalizm etkilerini yaymaktaydı. Yeni TC devleti, halkları kendine düşman gören, işçi sınıfının varlığını en baştan kendi egemenliği için bir tehdit gören bir yapıda oluşmuştur. Anti-komünizm ve halkları kendine (devlete) düşman gören anlayış, TC devletinin genlerine yerleşmiştir.

Kurtuluş Savaşı, doğal bir anti-emperyalist halk hareketi olarak başlayan direniş, burjuva kadrolar önderliğinde, halk temsilcilerinin bertaraf edilmesi ile emperyalizme bağlanarak sonuçlanmıştır. Batı medeniyeti hedefi, Tanzimat’tan beri gelişmiş olan Batıcılık akımının emperyalizme boyun eğme hâlinin ifadesidir. Bu yolla bir yandan, Osmanlı’dan kalan bazı etkilerin azaltılması işlevini görmüş, bir yandan da emperyalizme bağlanmanın amentüsü olmuştur. Osmanlı’dan kalan düzenin modern bir cumhuriyete dönüşmesi için atılan adımlar, her zaman halkları düşman görme ve anti-komünizme sadık kalma ilkeleri ile sınırlı tutulmuştur.

Bazı noktalardan bu sınırları aşmış olan “devrim”, 1930’lardan başlayarak, restorasyon sürecine girmiştir. Bu dönem tam da Alman faşizminin yükseliş dönemine denk gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni hegemon ABD önderliğinde kapitalist-emperyalist dünya yeniden organize olmaya başlamıştır. TC devleti de bu organizasyonun içine girmiştir. SSCB’nin karnının altında Türkiye ve Yunanistan, Truman Doktrini ve Marshall Planları ile yeniden organize edilmiştir. Bugün ülkede etkin olan dinî tarikatlar, sadece 1950’lerde değil, daha öncesinde 1930’larda yeniden nefes almaya başlamıştı.

1950’lerde TC devleti, Kore’ye asker göndermek şartı ile NATO’ya dahil edilmiştir. Bu tarihten bu yana, TC devleti, NATO mekanizmaları ile siyasal olarak ABD sömürgesi hâline getirilmiştir. Uzun soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik olarak AB’nin, siyasal olarak ise ABD’nin sömürgesi olmuştur. Bu bir anlamda “ortaklaşa sömürge” olarak ele alınabilir.

NATO mekanizması, tüm dünyada devletin iç savaşa ve komünizme karşı savaşa göre örgütlenmesinde bir sıçrama demektir. Öyle olmuştur. Gladio örgütlenmesi İtalya’da ortaya çıkarılmıştı. 1990’larda SSCB çözülünce İtalyan burjuvazisi, ABD etkisini kontrol edebilmek için bu adımı atmıştır. Ülkemizde ise bu mekanizma, hâlâ etkindir, şekil değiştirmektedir. Okuyucunun bu konuda çok sayıda örnek bulacağı kanısındayım. Ama tekrar olsa da, Tekelci Polis Devleti (Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi) çalışmasına bakması bile yeterli olacaktır. İsteyen, çok daha fazla sayıda örnek bulabilir.

6-
Bugün, SSCB yok. Emperyalist ülkeler arasında bir paylaşım savaşımı var.

Bu savaş, başlıca beş emperyalist güç arasındadır. Bunlar, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dır.

Bugün, bir Üçüncü Paylaşım Savaşının içindeyiz. Bu savaş, farklı bir seyir izlemektedir ve bu doğaldır. Her savaşın bir önceki gibi bir seyir izlemesi beklenmez. SSCB çözüldükten sonra, ABD’nin, dünya imparatorluğunu, üçüncü Roma’yı kurmak için hareket ettiğini biliyoruz. Tek kutuplu dünya, eşyanın tabiatına aykırı bir durum idi ve tutmadı. Tek ise kutup da olmaz. Ama ABD tarafından zikredilen her şey, yazık ki, burjuva kalemşörlerin amentüsü oluyor ve bize de bilim olarak sunuluyor. Hangisi daha traji-komiktir, emperyalist efendilerin egemenlik hayallerinin sınır tanımaması mı yoksa bunun bize bilim olarak sunulması mı? ABD, saldırgan bir tutumla, imparatorluğunu kurmak istedi ama istediği sonucu alamadı. Afganistan ve Irak, bu durumu ortaya koydu.

Nihayetinde dünyada Çin ve Rusya gibi iki farklı güç de var. Bu güçler, daha aktif sahaya girmek durumunda kalmıştır. ABD, bugün, Batı dünyasını, bu iki güce karşı birleştirmek için hareket ediyor. Böylece, diğer 4 emperyalist gücün, kendi bayrağı altında yeniden toplanmasını, Rusya ve Çin’i hâlledene kadar bu güçleri kendi yanında tutmayı hedeflemektedir. Bugünlerde seçimleri kazanan Biden, aslında Trump’ın izlediği politikayı, biraz daha bu amaçla toparlamak için iktidara gelmiştir.

Rusya ve Çin’e karşı savaş, aslında, ardında emperyalist güçlerin kendi aralarındaki savaşı gizlemektedir.

Bu koşullarda TC devleti, AB ile ABD arasındaki savaşın etki alanındadır. ABD, siyasal alanın hâkimidir ve TC devleti onun açık tetikçisi olarak davranmaktadır. AB ise ülkedeki ekonomik varlığını korumak ve daha uzun bir yolla siyasal alanda egemen olmak istemektedir. Eğer bu güçlerin hiçbiri müdahale etmezse, ki bu akla aykırı bir kabul olur, ekonomik alana hâkim olan siyasal alana da hâkim hâle gelir. Ama bu müdahale etmeme durumu, mümkün değildir.

Savaşın bugünkü aşamasında ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu uzun bir süreçtir. Ama bugün, ABD hegemonyası eğik bir düzlemde kaymaktadır. Bu nedenle ABD çok daha saldırgandır. Biden yönetimi, bu saldırganlığı daha da artıracaktır. Hiçbir hegemon gücün, fiilî bir savaş olmadan, yeni durumu kabul etmesi düşünülemez.

Bu durum TC devletini çözücü bir etkiye sahiptir.

7-
Bu koşullarda, ABD’nin, “yeni cumhuriyet”, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” vb. adlarla ele aldığı Türkiye politikası, özel bir proje olarak AK Parti-Erdoğan-Gülen projeleriyle yürütülmektedir. Bu, yakından bilinen bir süreçtir. Üzerinde fazla durmayalım.

Suriye savaşı, bu açıdan ABD politikalarında bir kırılma oluşturmuştur. Suriye savaşının bir aşamasında TC devleti, ABD tetikçisi olarak sahaya girmiş, doğrudan Suriye savaşında açık aktif bir rol almıştır. Hâlen, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiş, ABD politikalarının aktif ve istekli bir savunucusu olarak IŞİD çeteleri ile içli dışlı olmuş durumdadır. Bu durum, TC devleti içinde, Türk-İslam sentezinin yeniden öne çıkarılması da demek olmuştur. Bu kez Türk-İslam sentezi, işgalci politikaları savunmak ve ABD tetikçiliğini örtmek için kullanılmıştır.

Suriye savaşında Rusya’nın sahaya inmesi ile bir yeni aşama başlamıştır. Bu durum ABD adına savaşta olan TC devleti ile Rusya’yı karşı karşıya getirmiş, son derece karmaşık ilişkiler oluşmasına yol açmıştır. Uçağın düşürülmesi sonrasında Rusya ile farklı ilişkiler gelişmiş, bu durum NATO açısından önemli bir mesele hâline gelmiştir.

Kürt devrimini bastırmak için TC devletinin yürüttüğü savaş, Kürt hareketinin Suriye savaşı sonrasında kazandığı konum nedeni ile daha da şiddetlenmiştir.

Bunların yanısıra, Gezi Direnişi ile, Türkiye içinde kitlesel bir patlama yaşanmış ve bu durum da TC devletinin çözülüşünü artırıcı bir etki yaratmıştır.

Özetle TC devletinin çözülüşü, emperyalist savaş ve bu savaşın bölgesel yansımalarının etkilerine, Kürt devriminin gelişimine ve Batı’da gelişen direnişe bağlı olarak gerçekleşmektedir.

Ekonomik alanda sürdürülen ve büyük ölçüde uluslararası sermayenin isteklerinin ifadesi olan politikalar, 2008 dünya kapitalist sisteminin krizi ile sınırına yaklaşmış ve ekonomik kriz katlanarak artmıştır.

Tüm bu süreç, ABD’nin Türkiye’yi bir savaş kundakçısı, bir tetikçi olarak kullanmasının hız alması ile yeni bir aşamaya gelmiştir.

İçten ve dıştan gelen bu etkiler, 2015 sonrasında, devletin yeni düzenlemelerle ayakta durması eğilimini devreye sokmuştur. Gezi Direnişi, Kürtlerle çözüm sürecinin sonlandırılması, devlet terörünün daha şiddetli sahaya sürülmesi, Suriye savaşı, ABD’nin yeni hamlelerine hazırlık, ordunun ABD emrinde savaşa sürülebilmesi gereği, egemen sınıfları Türk usulü başkanlık sistemini örgütlemeye itmiştir. Yağma-rant-savaş ekonomisi de bunun altyapısıdır. İşte Saray Rejimi dediğimiz şey böyle oluşmuştur.

Bu durum, devletin niteliğinde bir değişim değildir. Ama bu durum olağanüstü önlemlerin olağan hâle getirilmesi de demektir. Saray Rejimi budur. Devletin niteliğinde bir değişim değil, devletin tüm çıplak mekanizmaları ile sahaya çıkması demektir.

Saray Rejimi, fiilî olarak parlamentonun işlevlerine son verilmesi demektir. Gerçekte parlamento hiçbir zaman demokratik olmamıştır. Ama sürekli olağanüstü hâl uygulamaları için bir parlamentonun eski varlığı da bir engel idi. Bu yapılırken, sadece AK Parti ve Erdoğan değil, CHP, MHP vb. de dahil, devletin tüm güçleri hemfikir olmuşlardır. Uluslararası ve yerel tekeller bu konuda hemfikir idi. Yani bu süreç, egemen sınıflardan bağımsız gerçekleşmemiştir ve sadece Erdoğan’ın istek ve arzularının sonucu değildir. Yoksa referandumda o denli hile yapılabilmesi mümkün değildir. AB, ABD ve burjuvazi bu işin arkasındadır, halkın isteği değil, onların isteğidir bu.

Saray Rejimi, AK Parti, MHP, CHP vb. partilerin de bitirilmesi demektir. AK Parti, bir çeşit taraftar grubu, bir çeşit tarikat olarak vardır. Bir parti olarak yoktur.

Çözülmekte olan devlet çarkı, birçok kurumu işlevsiz hâle getirmiştir.

Bugün adına bakan denilen bakanlar, gerçekte hiçbir kararı alamaz niteliktedirler. Pandemi süreci başlı başına bir örnektir.

Bu aynı zamanda tekeller için yağma-rant ve savaş ekonomisinin pratik bir tarzda sürdürülmesi demektir.

Devlet, çeteleşmektedir. Tekeller, emperyalist güç odakları, tarikatlar kendilerine güç alanları açmakla kalmamaktadır. Bu hep vardır. Yani, çetelerin, mafyanın vb. devlete sızmasından söz etmiyoruz. Nasıl ki, bir çete olarak IŞİD’in devlet ilan etmesi gerçekleşiyor, bugün devlet mekanizması da çeteleşmektedir. Bunu İçişleri Bakanı’nda, bunu Ağar’da vb. görmek mümkündür. Bunun ana kaynaklarından biri, emperyalist merkezlerin arasındaki savaştır. Bu savaş, her kurumun içinde vardır. Bu durumu, çözülüşün, yönetememe durumunun savaşla birleşmiş hâli olarak ele alabiliriz. Yoksa eskiden de çeteler devletin içinde vardı. Tekeller çağında devlet zaten bu tekellerin etkili örgütlendiği bir alandır. Ama burada daha ileri bir durum yaşanmaktadır.

Tüm bunlardan sonra, tek adam diktatörlüğü vurguları, ancak burjuva cephenin eleştirileri olarak ele alınabilir. İşçi sınıfı için Saray Rejimi, tekellerin olağanüstü yöntemlerle iktidarını sürdürme durumudur ve bunun için Erdoğan’ın varlığı onlar açısından bir sorun değildir. ABD projesi olarak ele alındı mı AK Parti ve Erdoğan, Gülen ve tarikatlar, ılımlı İslam ve IŞİD, gerisini anlamak kolay olur kanısındayız. Her işçi, her emekçi, her kadın, her genç, Saray Rejimi’nin nasıl tekellerin, nasıl zenginlerin, nasıl emperyalist efendilerin hizmetinde olduğunu bizzat, her gün, her saat yaşamaktadır. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, halkların Erdoğan’ın gitmesi ile yetinmeleri mümkün değildir. Devrimci mücadele, bu “yetinmeyi” önleyecek kararlılığı gösterecektir. Saray Rejimi, emperyalist efendilerin “tamam, görevin bitti” demesiyle değil, işçi sınıfı mücadelesi ile yıkılmalıdır.

Devletin çeteleşmesi ya da emperyalist merkezler arasındaki savaş, işçi ve emekçilerin, halkın seyretmesini gerektirecek bir tutumu beraberinde getirmemeli. Nasılsa çözülüyorlar diye bir tutum, seyirci tutumudur. Bunu en çok “muhalefet” yapmaktadır. Sakın bir şey yapmayın, sokağa çıkmayın, nasılsa Saray Rejimi çözülüyor demek, aslında Saray Rejimi’ni desteklemektir.

Ya da emperyalist merkezler birbiri ile savaşta bırakın birbirini yesinler diye beklemek, devrimci tutum almak değildir. Bir emperyalist güce karşı diğerine sığınmak, teslimiyetçi bir tutumdur.

Bir gerçek var. Bu gerçek karşısında devrimci tutum, halkın, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişinin ve örgütlü direnişinin geliştirilmesidir.

Saray Rejimi, ürünü olduğu koşulları değiştirememektedir, tersine kriz daha da ağırlaşmaktadır. Öyle ise, işçi sınıfının önderliğinde, tüm toplumsal muhalefetin birleşik emek cephesini örgütlemesi gereklidir. Doğru tutum budur.

Mesele sadece Erdoğan gitsin talebinde değildir. Mesele sistemin değiştirilmesi, devrim talebindedir. Sadece sağlık ve eğitim meselesini ele alalım. İşçi sınıfı, halk, kendisi ile baş başa bırakılmıştır. Bu koşullarda işçi sınıfının, halkın, kendi örgütlemesi ile kendi iradesini ortaya koyması gerekir. Bunun yerine bir sonraki seçimi beklemek, bunca hilenin olduğu bir sistemde, kaderciliktir. Belediye seçimlerini kazananların çoğu, yerlerini kayyumlara bırakmıştır. Bu koşullarda bir seçime çözüm olarak bakmak, seçimi beklemek, elimizi ayağımızı bağlamak demektir. Susuz kalmış bir insana, yanında akan suya girme çünkü ıslanırsın demek ve bekle 3 yıl sonra su gelecek demek, onu ölüme mahkûm etmektir.

Mücadele edenler için her şey olanaklıdır.

Örgütlenmek, bu olanakları görmenin, bu olanakları da örgütlemenin tek yoludur.

Ülkenin her yanından direnişler gelişmektedir. Bu direnişlerin, derelerin birleşerek nehre dönüşmesi gibi büyütülmesi olanaklıdır. Bize gerekli olan da budur. Halkın, işçi sınıfının örgütlenmesine, işçi sınıfının ve halkın direnişine dayanmadan bir demokratik gelişim sağlanamaz. Düzenin siyasal partilerinden bir yola gidilemez. Bu partiler, ağızları farklı söylese de, Saray Rejimi’nin birer parçası, payandasıdır. Esas olan işçi sınıfının, halkın kendi örgütlenmesidir. Mücadele etmeyeceksek, tüm bu analizlerin bir anlamı yoktur.

Daha çok sözün değil, daha çok işin zamanıdır. En büyük iş, örgütlenmektir. Birleşik Emek Cephesi, tüm direnişin ortak adresidir.

*Yazarımızın bu yazıda referans gösterdiği Tekelci Polis Devleti adlı kitabımızıa buradan ulaşabilirsiniz.

“Reform” mu dediniz? “Saraylar” yıkılsın diyoruz

Saray Rejimi, onun başında yer alan Erdoğan’ın ağzından, 2020 sonunda birden bire “reform”lardan söz etmeye başladı.

Erdoğan ömrünü uzatmak, iktidarını uzatmak istiyor. Öyle anlaşılıyor, ömrü yettikçe iktidarda kalmak istiyor. İktidardan düşünce, gerisini tahmin bile etmek istemiyor. Egemen sınıflar, TC devleti ise, bu fikre yatkındır. Onlar için de Saray Rejimi’ni ayakta tutmak önceliklidir.

Ekonomik kriz, gittikçe derinleşiyor.

Damat, bu nedenle, suçlu ilan edildi ve tüm suç onun üzerine yıkılmaya başlandı. Damat gider gitmez “reform” çağrıları, muhalefetten değil iktidardan, Saray’dan yükselmeye başlandı. Sanki ellerini tutan varmış, sanki kendilerine engel olan varmış gibi.

Saray, ABD seçimleri sonrasında, TC devletine karşı yaptırımların ortaya çıkması ihtimaline karşı hazırlık yapıyor.

“Reform”u kim istiyor?

Elbette tekeller. Elbette, uluslararası sermaye ve onların yerli uzantıları. Elbette egemenler. İstedikleri de açıktır: Birincisi ekonomik alanda önlerinin açılmasını istiyorlar, ikincisi ise yatırımları için hukukî güvenceler istiyorlar. Onların talebi belli; Saray yasalara uysun. Erdoğan, iktidarını uzatmak için, buna “evet” diyor.

Bizim liberal aydınlarımız, liberalliğin karanlığında aydın olmanın anlamını unutmuş olanlar, “reform” kelimesini duyar duymaz, beklentilerini dile getiriyorlar.

Erdoğan reform diyor, onlar, Kavala ve Demirtaş serbest kalacak mı diye soruyor. Yasalara göre içeride tutulamayacak tanınmış kişilerin serbest bırakılması, “reform” olmuş oluyor. Rüşvetin, Saray işadamlarına para transferlerinin vb. sınırlandırılmasını istemek reform olmuş oluyor.

Yerli veya yabancı tekellerin istekleri, ihtiyaçları, yasalara uyulsun istekleri, bize Saray tarafından “reform” olarak sunulmakla kalmıyor, bu eli kalem tutan liberaller, “demokrasiye” geçiyoruz diye sevindirik oluyorlar.

Oysa aynı anda, Anayasa mahkemesi kararlarının kabul edilmediği, aynı anda AİHM kararlarının yok sayıldığı bir süreç yaşanıyor. Saray, hep birlikte HDP kapatılsın çağrıları yapıyor.

Saray, Biden dönemine hazırlanıyor. Kürtler için yeni bir Barzani partisi oluşturulmak isteniyor. Bu yeni Barzani partisi Erdoğan’ın 2023’ten önce olacak seçimlerde müttefiki olsun isteniyor.

Ama tüm bu “reform” paketlerinde, ne işçiye ne emekçiye ne Kürt halkına ne diğer halklara ne işsize ne emekliye bir şey çıkmıyor. Çıkmayacak.

Pandemi bahane edilerek engellenen işçi eylemleri nedeni ile ekonomik krizin sokak gösterilerine, eylemlere yansıması önleniyor. Pandemi yetmeyince, polis ve jandarma devreye giriyor. Madencilerin yürüyüşünü ele alın. Avukatların son derece sınırlı ve uzlaşmacı eylemlerini ele alın. Hepsinin karşısına polis gücü ile dikiliyorlar. Kocaeli’de Baldur fabrikasındaki grevci işçilere devletin saldırısını ele alın.

Tam da bu dönemde, Hindistan’da 250 milyon işçi greve çıkıyor. Bu eylemler bulaşıcıdır ve iktidar bunlardan korkuyor.

Ortada, derinleşen ekonomik, siyasal kriz vardır. Saray Rejimi, daha çok baskıya, daha çok yalana, daha çok karartmaya başvurarak saldırısını sürdürmek, bu yolla ayakta durmak istiyor. Bir “Olay TV”ye dahi tahammülleri yoktur. Olay TV, sadece CHP ve HDP grup toplantılarından görüntüler aktardığı için işi bitirilmiştir.

Burjuva muhalefet tükenmiştir. Tıpkı Saray Rejimi gibidirler. Öyle, bir ayaklarını devlete dayayarak, bir ayaklarını Saray’a dayayarak, Erdoğan’ın izni ile muhalefet yapmanın işe yaramadığı biliniyor. Olay TV’nin sahibi Çağlar idi.

İşçi sınıfından, devrimcilerden yana olmadan muhalefet yapılma dönemi artık sona ermiştir. Bir şeyi yarım ağız söylemek işe yaramaz. Sokaklardan uzak durmak, yasalara uymayan bir iktidara karşı parlamento içinde muhalefet etmeyi övmek işe yaramaz. Yargı sistemine, yasalara bağlılık için çağrı yapmak aslında Saray’a yardımcı olmaktır. Seçimlere kadar beklemeyi pompalamak Saray Rejimi’ne destek olmaktır. Devlet mekanizmasının hırsızlık ürettiği bir yerde, hırsızı polise şikâyet etmek iş yapmak değildir.

Reformlarınız sizin olsun.

Siz, liberal solcularınızı da yanınıza alın, gece gündüz reform çağrıları yapın. Artık, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının ve diğer halkların bunlara karnı toktur.

Bu ülkede 7 milyondan fazla işçi, sigortası çalışmaktadır. Ve asgarî ücret dahi alamamaktadır.

Bu ülkede 7 milyonu aşkın işçi asgarî ücretle çalışmaktadır. Bu, işçi sınıfının üçte biridir.

İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları her geçen gün bozulmaktadır. Sadece sağlık çalışanlarına bakın, sadece kargo işçilerinin durumuna bakın,
sadece 1139 TL maaşla geçinmeye çalışan insanların durumuna bakın. Gerçekten ısınmak isteyen, gerçekten su kullanmak isteyen, gerçekten elektrik kullanan bir hanenin aylık masrafı 1200 TL’yi geçmektedir. Kirası, yiyeceği, ulaşımı, giyeceği, eğitimi bunun dışındadır. Ve aynı anda 2021 bütçesinden tekellere 650 milyar para aktarımı planlanmaktadır. Vergiyi ödeyen işçiler, emekçilerdir. Bütçeyi denetleme hakları bile yoktur. Korona
hastalarının %80’i işçi ve emekçiler, çalışanlar ve yoksullardır ama onların aşıya ulaşması bile mümkün olmayacaktır.

“Reform” mu dediniz?

Biz de devrim diyoruz.

Artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan milyonların, Saray Rejimi’ni alaşağı etmeleri, sarayları yıkmaları dışında yol yoktur.

Ülkenin kurtuluşunun tek yolu, işçi sınıfının ana gövdesi ile direnişinden geçmektedir. İşçi sınıfı, birleşik ve örgütlü bir mücadele ile, bu sömürüye, açlığa, işsizliğe, aşağılanmaya, her türden ayrımcılığa, baskıya son verebilir.

İşçi sınıfının ihtiyacı, birleşik emek cephesidir.

İşçi sınıfının ihtiyacı, devrimci birliğidir.

Ülkenin gerçek ihtiyacı, sarayların yıkılmasıdır.

Yiyin efendiler yiyin,bu han-ı iştiha sizin,Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!Bu harmanın gelir sonu,kapıştırın giderayak!

2021 asgari ücreti AGİ dahil net 2825,90 TL olarak belirlendi. Aylık 30-40 milyon TL kazananlar, kendi maaşlarına bir gecede zam yapanlar, yaklaşık 10 milyonu ilgilendiren asgari ücretle ilgili tam bir ay boyunca pazarlığa tutuştu. Memleketin en büyük toplu iş sözleşmesi olan asgari ücret görüşmeleri, işçilerin olmadığı bir masada, halktan gizli saklı bir şekilde yapıldı. Milyonlarca liralık vergi borçları silinen patronlar pandemi krizini bir kez daha fırsata çevirdi ve ekonomik krizin yükünü tekrar işçilere yükledi.

Günde 39 liraya yaşamaya (!) mahkum edilip ücretsiz izne gönderilen işçiler yetmemiş, kısa çalışma ödeneklerinden kar etmeleri yetmemiş, işsizlik fonlarını iç etmeleri yetmemiş, kaçırdıkları vergiler yetmemiş ki patron temsilcisi Akansel Koç, işletmelerin zor durumda kaldığını söylemiş, enflasyon üzerinde belirlenen asgari ücretin kayıt dışı işçiliği arttırdığını söyleyerek işçileri güvencesiz çalışmayla tehdit etmiştir.

Açlık sınırının 2517 TL, yoksulluk sınırının 8198 TL olduğu şartlarda asgari ücretle yaşayabilmek mümkün değildir. Her gün her şeye zam gelmektedir. Bu da yetmezmiş gibi “acı reçete” içmekten bahsediliyor. “Acı reçete”, işçilerin ceplerinden paralarının alınması, işçi ve emekçinin daha da fakirleşmesi, zamlar, yeni vergiler, var olan vergilerde artışlar demektir. Bu acı reçete, işçi sınıfı içindir.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu devlet, ezilenlerin, işçi-emekçilerin değil sermayenin devletidir. Günlük harcaması 10 milyon olan Saray bize kuru ekmeği bile çok görmektedir. AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin mecliste utanmadan “Kuru ekmek yiyorlarsa o zaman aç değillerdir.” diyebilmektedir.

Samsun’da bir vatandaşın ellerine “iş” ve “aş” yazarak intihar ettiği gün Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk pişkince “Yoksulluk, özellikle aşırı yoksulluk, uluslararası dokümanlarda da ifade edildiği gibi artık Türkiye için sorun olmaktan kalktı” diyebilmektedir.

Yaşam, işçiler ve emekçiler için çekilmez hâle gelmiştir. Bizler salgın koşullarında “açlıktan veya hastalıktan ölüm” dayatmasını unutmayacağız. Bizler eline “iş” ve “aş” yazıp intihar eden kardeşimizi unutmayacağız. Bizler pandemide ölüme terk ettiğiniz sağlık emekçilerini unutmayacağız. Bizler Cengizlerden silinen 424,4 milyon TL vergi borcunu unutmayacağız. Bizler polisini, askerini işçilerin karşısına diken devleti unutmuyoruz.

Gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır zannedenler bilmelidir; hepsi tek tek akıllardadır. Biriktirdiklerinden korkmalıdırlar.

Bugün, işçi sınıfının örgütlü mücadele etmesinden başka bir çözümü kalmamıştır. Sınıfın içinden “Genel Grev Genel Direniş” sesleri yükselmektedir. Başta işçi sendikaları olmak üzere emekten yana her kesimin de kulak vermesi gereken bir sestir. “Genel Grev Genel Direniş”i örgütlemek artık bir seçenek değil zorunluluktur.

İşçi sınıfı, bu sömürüye, aşağılanmaya karşı kendi eylem cephesini oluşturmak zorundadır. Bu cephe geniştir. Tüm sol örgütler, tüm kitle örgütleri, kadın örgütleri, ekoloji hareketleri bu cephenin bir parçasıdır. Verilen her bir mücadele birbirine destektir, öğretmendir. Kuru ekmek reva görülen bir sınıfın kendi yollarını, çıkışlarını kurması demektir.

Bize, tüm bu çürümüşlüğü ortadan kaldırmak için, farklılıklarıyla fakat emekten yana tutumuyla da bir arada bir mücadele gereklidir. Biriken öfke ve isyan örgütlenecektir. Bu rüzgarı ekenler, bizim kararlı, disiplinli ve sürekliliği olan mücadelemizle fırtına biçeceklerdir. O fırtına devrimdir.

Working class and oppressed peoples should not have expectations from Biden – Derya Kızılova

Now that the Electoral College has validated Biden’s victory, a long and disputed election process has come to an end. However much Trump continues to oppose the election and perpetuate the narrative that the election was stolen, these unfounded claims are garnering less and less attention in mainstream media. We even see Fox News distancing themselves from Trump, with which his name had become synonymous. The first signs of this fracture was evident already on election night when Fox News called the critical state of Arizona for Biden.[1]

Even though it seems certain that Biden will be the next U.S. president, it is hard to say that the election in general was successful for Democrats. Many obstacles lie ahead of them. Nonetheless, looking closely at the election and at what Biden has done so far, it wouldn’t be wrong to say that the bourgeoisie is happy with the current course.

Despite the fact that Trump is (nearly) gone, we can’t say that his successor will be different either for the working class and or for the oppressed peoples of the world under the yoke of white supremacy and imperialism. We can only expect from the Biden era an attempt at a more sustainable capitalism and white supremacy in which the two faced nature of U.S. ideology will again be accentuated.

In order to understand the election and the new government that Biden represents, let us look closer at the election itself, the differences between Biden and Trump and the members of Biden’s team and cabinet.

Firstly, as Mike Davis emphasizes in his article “Trench Warfare” in the new issue of New Left Review, the 2020 elections are not dissimilar to the 2016 elections in many ways. Despite the fact that it was nearly impossible to find a poll that did not show Biden on a significant lead, Biden barely won many critical states, as Trump did in 2016, and won with the same 306 electoral college votes as Trump. Furthermore, Biden could not win back an important amount of the Democrat states that were lost after Obama. At the same time, we need to point out that even though Trump lost, he increased his total votes by 8 million compared to 2016. So, although it lost the election, Trumpism seems to have increased its popularity.[2]

In the election that garnered the highest turnout since 1960, Biden received the highest number of votes any U.S. president in history. Although it was the highest turnout since 1960, for the U.S. this only means that 63% of the population voted. So, 37% of Americans who were eligible to vote by not casting a ballot, once again carried the No-Vote Party to first place. Furthermore, despite gaining 5 million more votes than Trump, because of the undemocratic Electoral College system in the U.S., Biden could only achieve a close victory.[3]

Some other statistics from the election illustrate important tendencies of U.S. politics. A large proportion of voters below the age of 45 favored Biden, whereas those above 45 overwhelmingly favored Trump. Whereas women voted for Biden with a margin of 55% to 45%, men voted for Trump by 46% to 52%. However, white women, who before the election liberal-leaning media anticipated would vote for Biden in contrast to 2016, voted in favor of Trump even with a larger margin than in 2016. Black voters, who comprise 11% of total voters, favored Biden by 90% and Hispanic voters, comprising 10% of voters, favored Biden by 63%. So, racial and ethnic minorities had a large role in Trump’s defeat. Economically, where voters earning less than $50k yearly or above $100k voted for Biden, those in between voted for Trump.[4]

For the progressive wing of the Democratic Party, it looks like the election went well. Not only did the candidates that usually stand to the “left” of the Democratic Party got reelected, but other Congress members joined them. However, as Davis also underlines, the activist base is not too strongly tied to the idea that the Democratic Party can be swayed to the left.[5]

As the two-party system’s function of undermining and absorbing leftist movements continues, the absence of an established revolutionary organization with an extensive base is felt most in moments when social movements upsurge. Even Black Lives Matter, in a social media post shared after the election, announced that although they requested a meeting from the Biden administration, 32 days later their message was still unanswered. Furthermore, Biden arranged a meeting with civil rights groups and leaders and did not invite Black Lives Matter.[6] This example clearly illustrates that as long as left movements cannot organize in a strong and structural way outside the two-party system, they have no leverage whatsoever in the government. We are also still waiting to see how those who justified their support for Biden on the grounds that he can be more easily pressured towards the left will respond to these types of developments.

Even though Biden is assuming the presidency, the future does not look too bright for the Democratic Party. While the Senate race is going to runoffs, it is expected that Republicans will retain their majority, despite billions of dollars spent by Democrats. In this case, we can say that it will be impossible for Biden to pass many important reforms he promised, including the public option amendment to the Affordable Care Act, or opening new pathways for citizenship.

What makes the situation even worse for Democrats is that with the recent appointment of Amy Coney Barrett, Republicans have established conservative majority in the Supreme Court. It is not expected that during the Biden presidency there will be a vacancy for a Supreme Court Justice position, which are positions that have lifetime tenure in the U.S. Moreover, Republicans were successful in appointing numerous judges to federal courts, and after the 2020 elections they have trifectas in 23 states, meaning that they have majorities in state senates and congresses and in these states the governors are Republicans. In considering all of this, it seems not only likely that during the Biden era the Democrats will not be able to enact changes that are not also supported by Republicans but additionally that the agendas of the next four years could be largely determined by Republicans.[7]

What does Biden’s election mean for capital? In order to understand this, let’s talk about the U.S. two-party system and this system’s relationship with capital. As Dylan Riley emphasizes in his article “Faultlines” in New Left Review, in the U.S. two-party system, historically the parties represent different centers of capital. According to Riley, the main three branches of capital that the two parties are connected with are finance, insurance and real estate. Below this main level, we can notice a separation into two camps. On the one hand are “dirty” manufacturing, extractive fossil fuel industry, big retail, food service and large family businesses who overwhelmingly support Republicans. On the other hand are Silicon Valley tech giants, education, arts and entertainment sectors which tend to back Democrats.[8]       

This contemporary split in branches of capital also corresponds to the differences between political agendas of Democrats and Republicans. Riley identifies the Democratic Party’s political logic as multicultural neoliberalism and the Republican Party’s as macho-national  neomercantilism. We will see what multicultural neoliberalism means in more detail when we look at Biden’s picks for his team and cabinet, but in short we can say that this ideology entails allowing more women and people from oppressed racial and ethnic identities into positions of power without fundamentally changing oppressive structures.[9]

In contrast to this, even though Republican politics recognizes the declining job prospects and public services, it responds to this with an anti-immigrant position and a nationalist neomercantilism. On the one hand, this approach is weaponized to condemn immigrants for the adversities capitalism inflicts on the working class; on the other hand it is used to justify chasing energy sovereignty dreams via elevating the fossil fuel industry, and increased protectionist trade wars. Even though we are making these general distinctions, at the same time it is important to point out that both parties have representatives of these two political agendas, and that both parties and their presidential candidates receive overarching support from capital.[10]

While this general overview helps us understand the 2020 U.S. elections better, there is still one more topic that requires discussion: that Trump himself is distinct from the Republican Party. In the political context, this difference was revealed over the last four years in polemics between Trump and senior members of the Republican Party, the emergence of anti-Trump Republican groups, and the constant turnover in important positions in Trump’s administration.

However, perhaps the more important distinction is the difference of the centers of capital that Trump is close with. Mike Davis, using a term he borrows from Sam Farber, characterizes the capital that supports Trump as “lumpen capitalists.” This group remains on the periphery of traditional centers of economic power, and in addition to oil family dynasties like Kochs, is made up of “post-industrial robber barons” that gain wealth from real estate, private equity, casinos, private armies and chain usury.[11]

That Biden got more donations than Trump from almost all major industries (except the oil and gas industries) illustrate that capital in general wasn’t anymore happy with the “lumpenness” of the capital Trump appealed to primarily, nor with his detachment from the traditional narratives and political stance of U.S. presidents.[12] The final warning and farewell signal from the bourgeoisie for Trump was the letter signed on November 23rd by CEOs and representatives of international banks and finance companies (including General Motors, Mastercard, and Goldman Sachs), demanding that Trump immediately begin the transition process to the Biden administration. As a result, the same day that this letter was published, Trump, who until then had been stubbornly refusing cooperation, announced he would initiate the process of transition.[13]

            It seems like Biden has not disappointed capital with his team and cabinet picks he announced so far. Before we look at these, let us note that the announced cabinet picks will only remain at the level of candidacy until they are approved by the Senate.

            After the election, Biden announced agency review teams for different agencies that would help him with the transition process and cabinet picks. It has been revealed that at least eight of the twenty-three people in the Department of Defense agency review team are people who were working for think tanks, organizations of companies that are part of the weapons industry or receiving money from this industry.[14]

            Three of these people are from The Center for Strategic and International Studies (CSIS). This think tank is financed by the oil and weapons industries. The known names amongst their donors are Boeing;[15] the defense industry company General Dynamics; one of the main supplier of bombs for Yemen war Raytheon Technologies; the manufacturers of drones used by the U.S., including Afghanistan, Iraq and Somalia, Northrop Grumman; and the manufacturer of the bomb that killed twenty-two children in a school bus in Yemen in 2018, Lockheed Martin.[16] According to Bloomberg, these five companies are the 5 largest defense contractors of 2019.[17] CSIS at the same time receives donations from different governments including the United Arab Emirates and the U.S.[18]

            Biden’s team also includes members from the think tank Center for a New American Security (CNAS), which receives money from Lockheed Martin, Raytheon and the U.S. RAND Corporation is another think tank that is represented. CSIS and CNAS are the two think tanks receiving most money from U.S. defense contractors and RAND is the top recipient of Department of Defense funding amongst all think tanks.[19]

            The relations with capital does not end here either. It has drawn attention that many important positions in Biden’s cabinet are being filled with people with connections to a largely unknown consulting firm called WestExec. One of these people is Anthony Blinken, who will be Secretary of State; another is Lloyd Austin, who will be Secretary of Defense[20]; a third pick is Avril Haines, who will be Director of National Intelligence, which is the position responsible for overseeing all U.S. intelligence.[21]

             Blinken is the director of WestExec with Michéle Flournoy, who was expected to be named for Secretary of Defense before her connections with WestExec and the defense industry were revealed. Hanies is also from WestExec. Austin, in addition to coming from an organization that partners with WestExec, is also on the board of the weapons company Raytheon. So, the person who is selected to be the next U.S. Secretary of Defense is at the same time on the board of one of the biggest weapon companies.[22]

            So what is this WestExec? The company was founded in 2018 by Blinken and Flournoy, and not only has close ties to the defense industry but also held official intelligence roles. It also houses many prior members of the Obama administration. Avril Haines, for example, was part of the founding of Obama’s drone program. Even though the company keeps its clients secret, it was revealed that its clients include the Israeli weapons company Windward and Google’s think tank Jigsaw.[23]

            WestExec shows that individuals from certain groups in the U.S. defense and weapons industry, even if they are not in the government, use their connections from government positions to privately consult capital. Afterwards they get into the government again, and continue to serve the same interests. WestExec executives were so certain that they were going to get into the government again that in the lease for their office three blocks from the White House, they included an article stating they can break the lease if anyone from the company joins the administration.[24]

            Let’s now move to Biden’s choices for positions pertaining to the economy. It was already far from unusual to see people from finance companies such as Goldman Sachs in the high levels of the U.S. government. Biden pointed towards a new relation between the government and finance by selecting both the Deputy Treasury Secretary and National Economic Council (top economic advisor position) from the finance giant Black Rock.[25]

            Black Rock is the biggest investment and asset management company in the world, and manages a total of $7.8 trillion of assets. Yes, you read that correctly, $7.8 trillion, ten times the economy of Turkey. Black Rock’s wealth comes mostly from managing investments and it has in it people who worked in the Obama administration. Black Rock’s technology and investment platform Aladdin oversees $21.6 trillion.[26]

            Black Rock has at least 5% of stake (the amount that is necessary for major influence) in nearly 98% of all of the companies in the S&P 500 index. These companies include Apple, Microsoft, J.P. Morgan and Wells Fargo. Black Rock, which controls extraordinary values in such a vast array, has almost become identical with general interests of capital, and now it has also found its direct place in the management of the U.S. treasury.[27]

            Biden’s decisions with regards to immigration also have been a disappointment to many. This is in fact not too surprising. Trump has been known globally as a president who carried xenophobia to new lengths and established a brutal anti-immigrant police state. Especially with his discourse and some important legal decisions that he made, it wouldn’t be wrong to say that Trump indeed developed the system of xenophobia significantly.

            Nevertheless, we should not forget that the anti-immigrant state apparatus Trump inherited was already taken to unseen heights by Obama,[28] who in fact even deported more immigrants than Trump[29] (nearly 3 million people in 8 years).[30] This is why Obama received the nickname “Deporter-In-Chief” from immigration justice organizations. Biden has signaled a return back to Obama tendencies by including Cecilia Muñoz, an important Obama era immigration advisor, in his agency review team. Muñoz made headlines in 2011 by defending Obama’s immigrant family separation policy by saying “even broken laws have to be enforced.” In addition, even though Biden announced that he intends to stop some of the immigration policies Trump brought, he has not yet spoken about a reversal of them.[31]

            Let us quickly review some of the remaining cabinet and consultant choices. Neera Tanden, who was selected for the Director of the Office of Management and Budget, has in the past actively supported cuts to social security.[32] Cedric Richmond, who has been selected as the Director of Office of Public Engagement, was a disappointment for environmental groups. Biden campaigned by emphasizing that climate change will be one of the foremost priorities of his administration, a topic especially important for young progessive voters. However, Richmond, who will also be the administration’s liaison between climate change groups and businesses, is one of the Democratic Congressmen who receive the most donations from the oil and gas industry. Moreover, in important votes regarding climate change in the past, he has often voted in the interests of capital, siding with Republicans.[33]

            What the Biden administration will mean for the working class is also starkly revealed by one of the articles of the new Covid-19 stimulus package that the government is trying to pass. One article of the new stimulus package that both parties agreed on with a long unseen unity aims to provide immunity to corporations for the deaths of workers due to Covid-19. According to this article, if a company was “trying to conform to public health standards and guidance” and “gross negligence” cannot be proven (so in practice always), employers will be immune to Covid-19 lawsuits. Moreover, this law will cover cases retroactively as far back as December 2019![34]

            The text of this article in the new stimulus package was copied word for word from another law passed in New York in April that provided immunity for healthcare institutions, including nursing homes where thousands of people lost their lives. Greater New York Hospital Association (GNYHA) not only had donated $1.2 million to New York Democratic apparatus but also drafted the law itself.[35] GNYHA also donated the Democratic Party $11 million for the article in the stimulus package, which will carry the same law to a federal level and include a wider group of employers.[36] We should also note that the immunity law in New York was passed under the Democratic governor Andrew Cuomo, who has been elevated to the level of a super star for his management of Covid-19 crisis, and even awarded an Emmy for his daily briefings.

            Instead of the anti-working class and pro-capital characters of Biden’s new cabinet, what caught more attention has been its diverse and multicultural character. This is just the multicultural neoliberalism Riley talks about. Biden himself had announced that his cabinet will be the most diverse in U.S. history.[37] Liberal media and parts of the Democratic base sees this as a victory over white supremacy and patriarchy.

            It is mind-boggling that selection of a woman or a Black person to the high levels of a state that is the biggest enforcer of global imperialism and white supremacy; oppresses countless of peoples in every corner of the world, including those inside the U.S. itself; a state whose soldiers rape women around the globe; sustains patriarchy and degrades even the ideal women’s liberation to an excuse for imperial war and invasion, can be viewed as a victory against white supremacy or patriarchy. This approach is a striking example of empty identity politics that solely operates on a representational logic and does not question the structural characters of the represented positions and becomes an ideological weapon for neoliberal capitalism. With this ideological strategy, capitalism not only aims to legitimate itself but also undermines the necessary solidarities between different struggles.

            Since Biden’s victory was announced, a significant portion of Democrats (especially white Democrats) are already deluding themselves that they will leave behind the Trump era as an exception and that U.S. will return to being the amazing, “post-racial” society of the Obama era. They have either already forgotten or are ignoring that in a meeting with billionaires in the summer of 2019 Biden said that if he is elected “nothing would fundamentally change” and “no one’s standard of living will change.”[38] Similarly, it doesn’t matter to them that Biden responded to violence in the George Floyd protests, using right wing terminologies,[39] like Obama with Ferguson.

            What these white democrats want is to leave behind the corrupted social structure of the U.S. whose essence is rooted in white supremacy and go back to the dream that the U.S. is a land of opportunity that is the leader of world democracy. While they watch the news in their suburban homes, it is more important to them that their President look professional and explain the necessities of the cruelties of the world to them with coherent and rational sentences, than the transformation of this system itself.

            Whatever we say, we could hardly describe this group better than the way Martin Luther King did decades ago: “I must confess that over the past few years I have been gravely disappointed with the white moderate. I have almost reached the regrettable conclusion that the Negro’s great stumbling block in his stride toward freedom is not the White Citizen’s Council-er or the Ku Klux Klanner, but the white moderate, who is more devoted to “order” than to justice; who prefers a negative peace which is the absence of tension to a positive peace which is the presence of justice; who constantly says: ‘I agree with you in the goal you seek, but I cannot agree with your methods of direct action’; who paternalistically believes he can set the timetable for another man’s freedom; who lives by a mythical concept of time and who constantly advises the Negro to wait for a ‘more convenient season.’”[40]

            We saw how relevant King’s words still are in many of the responses given to the George Floyd protests. Now, it is certain that many white Democrats who were radicalized during the Trump era will go back to their homes from the streets. Trump was merely an inconvenience that woke them up from their “American dream,” and going back to sleep is what they want most. What Democratic Party just wanted was to channel the social response emerging from the protests this summer to the elections and gain power without enacting any fundamental change.

            However, it is also true that for many Americans there will not be a return to the U.S. before Trump. The “socialist” or “democratic-socialist” movements and groups developing in the U.S.—however flawed they are—will only be successful if they do not develop expectations around the two-party system and can resist the U.S. ideology which will try to enter into a normalization phase. After the second defeat of Bernie Sanders, leftists need to leave behind the two-party system and the better of two evils logic it brings, and understand that there is no liberation for the working class and oppressed peoples in the Democrats. At the same time, it is essential to both move the existing movements to a revolutionary agenda and establish a wide grassroots power that can act together when necessary and that exists outside the two parties.

            Then let’s finish our article with a quote from Malcolm X who, as the U.S. government transitions from Trump to Biden, reminds us succinctly and clearly what we should remember for working class and oppressed peoples:

“The white conservatives aren’t friends of the Negro either, but they at least don’t try to hide it. They are like wolves; they show their teeth in a snarl that keeps the Negro always aware of where he stands with them. But the white liberals are foxes, who also show their teeth to the Negro but pretend that they are smiling. The white liberals are more dangerous than the conservatives; they lure the Negro, and as the Negro runs from the growling wolf, he flees into the open jaws of the ‘smiling’ fox…wolf and the fox both belong to the (same) family. Both are canines.”[41]

            Let us then not find ourselves in the jaws of the Biden fox when we are fleeing from Trump wolf. From now on, whenever you see that smile of Biden we all know, you can remember these words by Malcolm X, and whenever you watch a theatre of positive change for working class or oppressed peoples put on by the Biden administration, you can expect to find a play of capital behind the curtain.


[1] Stusi Mishra, “Donald Trump calls Fox News ‘dead’ as he steps up feud with network,” Independent, 18 Aralık 2020, https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-election-2020/trump-fox-news-ratings-twitter-b1775380.html

[2] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[3] Michael Roberts, “The Social Composition of the Anti-Trump Vote,” 10 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-social-composition-of-the-anti-trump-vote

[4] İbid.

[5] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[6] Lia Eustachewich, “Black Lives Matter says Biden-Harris have been silent on meeting request,” New York Post, 11 Aralık 2020, https://nypost.com/2020/12/11/blm-says-biden-harris-have-been-silent-on-meeting-request/

[7] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[8] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[9] Ibid.

[10] Ibid.

[11] Mike Davis, “Trench Warfare,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/mike-davis-trench-warfare

[12] Dylan Riley, “Faultlines,” New Left Review 126, Kasım/Aralık (2020): https://newleftreview.org/issues/ii126/articles/dylan-riley-faultlines

[13] Claudia Cinatti, “The Biden Era Begins,” Left Voice, 30 Aralık 2020, https://www.leftvoice.org/the-biden-era-begins

[14] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-

[15] Center for Strategic & International Studies, “Corporation and Trade Association Donors,” (erişim 28 Aralık 2020), https://www.csis.org/corporation-and-trade-association-donors

[16] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/

[17] Bloomberg Government, “Top 10 Defense Contractors,” 26 Temmuz 2020, https://about.bgov.com/top-defense-contractors/

[18] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/iaepsc

[19] Sarah Lazare, “Biden Is Already Loading His Pentagon Transition Team With Pro-War Think Tank Staffers,” Jacobin, 11 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-transition-team-war-hawks/

[20] David Dayen, “Joe Biden’s Cabinet Is On Loan From Corporate America,” Jacobin, 8 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[21] Carey Howard, “First Female Director of National Intelligence is Not a Victory for Women,” Socialist Alternative, 4 Aralık 2020, https://www.socialistalternative.org/2020/12/04/first-female-director-of-national-intelligence-is-not-a-victory-for-women/

[22] https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet

[23] https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-administration-national-security-picks-defense-department

[24] https://jacobinmag.com/2020/12/david-dayen-american-prospect-joe-biden-cabinet              

[25] https://www.npr.org/sections/biden-transition-updates/2020/12/03/942205555/biden-names-blackrocks-brian-deese-as-his-top-economic-aide

[26] https://www.businessinsider.com/what-to-know-about-blackrock-larry-fink-biden-cabinet-facts-2020-12

[27] Meagan Day, “Joe Biden’s BlackRock Cabinet Picks Show the President-Elect Is Ready and Eager to Serve the Rich,” Jacobin, 3 Aralık 2020, https://jacobinmag.com/2020/12/wall-street-joe-biden-transition-cabinet-blackrock

[28] Tatiana Cozzarelli, “The Newest Member of Biden’s Transition Team: Defender of Obama Era Deportations and Family Separations,” Left Voice, 14 Kasım 2020, https://www.leftvoice.org/the-newest-member-of-bidens-transition-team-defender-of-obama-era-deportations-and-family-separations

[29] Zack Budryk, “Deportations lower under Trump administration than Obama: report,” The Hill, 18 Kasım 2019, https://thehill.com/latino/470900-deportations-lower-under-trump-than-obama-report

[30] Alicia A. Caldwell ve Louise Radnofsky, “Why Trump Has Deported Lower Immigrants Than Obama,” The Wall Street Journal, 3 Ağustos 2019, https://www.wsj.com/articles/why-trump-has-deported-fewer-immigrants-than-obama-11564824601

[31] Branko Marcetic, “Biden’s Immigration Moves Are Making a Mockery of His Vow to ‘Heal the Nation’s Soul,’” Jacobin, 19 Kasım 2020https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-immigration-trump-wall-border/

[32] Walker Bragman, “Joe Biden’s Neera Tanden Pick is Worse Than You Thought,” Jacobin, 30 Kasım 2020, https://jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-neera-tanden-social-security-omb

[33] David Sirota, Julia Rock ve Andrew Perez, “Joe Biden Just Appointed His Climate Movement Liaison. It’s a Fossil-Fuel Industry Advocate,” Jacobin, 17 Kasım 2020, https://www.jacobinmag.com/2020/11/joe-biden-climate-fossil-fuel-industry-cedric-richmond

[34] Jake Johnson, “Relief Package Gives Retroactive Immunity to Corporations From COVID Lawsuits,” Truthout, 15 Aralık 2020, https://truthout.org/articles/relief-package-gives-retroactive-immunity-to-corporations-from-covid-lawsuits/

[35] David Sirota, “SCOOP: Senate GOP Copied & Pasted Cuomo’s Corporate Immunity Law Word-For-Word,” The Daily Poster, 28 Temmuz 2020, https://www.dailyposter.com/p/scoop-senate-gop-copied-and-pasted-25d

[36] David Sirota and Julia Rock, “Tucked into the Covid-19 stimulus package? Protections for corporations,” The Guardian, 5 Aralık 2020, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/dec/05/tucked-into-the-covid-19-stimulus-package-protection-for-corporations

[37] Kate Sullivan, “Biden on nominating a diverse Cabinet: ‘I’m going to keep my commitment,’” CNN, 3 Aralık 2020, https://www.cnn.com/2020/12/03/politics/biden-diverse-cabinet-commitment/index.html

[38] Dominique Mosbergen, “Joe Biden Promises Rich Donors He Won’t ‘Demonize’ The Wealthy If Elected President,” HuffPost, 19 Haziran 2019, https://www.huffpost.com/entry/joe-biden-wont-demonize-the-rich_n_5d09ac63e4b0f7b74428e4c6

[39] Reuters Staff, “Fact check: Joe Biden has condemned violent protests in the last three months,” Reuters, 4 Eylül 2020, https://www.reuters.com/article/uk-factcheck-biden-condemn-violence/fact-check-joe-biden-has-condemned-violent-protests-in-the-last-three-months-idUSKBN25V2O1

[40] DeNeen L. Brown, “Martin Luther King’s Scorn for ‘white moderates’ in his Birmingham fail letter,” The Washington Post, 15 Ocak 2018, https://www.washingtonpost.com/news/retropolis/wp/2018/01/15/martin-luther-king-jr-s-scathing-critique-of-white-moderates-from-the-birmingham-jail/

[41] “Malcolm X Speech,” digitalhistory, https://www.digitalhistory.uh.edu/disp_textbook.cfm?smtid=3&psid=3619

“Eğer intihar olsaydı, onu hademe değil takip eden bulmalıydı” – Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’yla Röportaj

 

            Kaldıraç: Ali Serkan Eroğlu denilince aklına ilk olarak ne geliyor?

            DKTT : İlk öğrenci geliyor, gerçek anlamda bir öğrenci, yaşamayı öğrenmeye çalışan, örgütlü yaşamı öğrenmeye çalışan, sosyalizm kültürünü kendi yaşantısında nasıl yaparım diye yoğunlaşan, araştıran, okuyan, yazan ve praksis dediğimiz yani teori ile pratiği yaşamında birleştirmeye çalışan bir insan geliyor benim aklıma Serkan deyince.

 

            Kaldıraç: Ali Serkan’la kaç yılında ve nasıl tanıştınız?

            DKTT: Serkan’la 1995 yılında tanıştık. Bunun hikâyesi de şöyle: Biz 1993 yılında bir araya geldik. O zamanlar Ege Üniversitesi’nde tiyatro yapan insanlardık, daha doğrusu şiir-dramatize yapan insanlardık. O dönem 93 ile 94 yıllarında şiir grupları kurup, okulun içerisinde oyunlar oynuyorduk. 1995 yılında artık biz şiir değil de bir tiyatro oyunu çıkaralım dedik ve şiir grubu tiyatro grubuna evirildi. İsmi de Ege Ensemble’ydi. İşte Brecht ekolünü belirleyen, sosyalist gerçekçiliğin içerisindeki diyalektik gerçekçilik tanımıyla uğraşan, seyircinin düşünmesine yol açan ve bir yola iten bir tiyatro akımı en genelinden bakıldığında. O dönem içerisinde oyunlar oynuyorduk, ilk oyunlarımızdan biri de “Dışarıda Kapının Önünde” diye bir oyundu. O dönem ülkemizde olan bir iç savaşı konu alan ve askere gitmenin kötülüğü üzerinden bizim de tarafımızı belirlediğimiz bir oyundu. Oyunları tiyatro mekânlarında, üniversite içerisinde ve alternatif mekânlarda, Cafelerde çalışarak hazırlıyorduk. Bu kafelerden biri de bir şairin işlettiği Şiir Cafeydi. Genelde oyun oynadığımız, sürekli gittiğimiz bir mekândı. Oraya gittiğimizde orada köşede oturan bir tane çocuk vardı. Gözlüklü, saçlar biraz uzun, kıvırcık saçlı sürekli otururdu, oyunlarımızı seyrederdi,  hiç konuşmazdı, sürekli masasında notlar alırdı, ama notları nerdeyse bir kitap kalınlığına geliyordu, sürekli yazıyordu. Kişisel olarak merakımı çekti; “bu adam ne yapıyor diye?” Gittim, sohbet ettim, tanıştık tiyatro ekibimizden söz ettim, yeni bir oluşum diye anlattım. Kendimizi tanıştırdım. Tiyatro yapmak ister misin? diye sordum sonra bizle çalışmaya başladı Ali Serkan.

İlk başta tam böyle solcu demeyeyim de yani böyle bir anarşizme daha yakın duran bir öğrenciydi, sürekli okuyan ve kafasındaki güçsüz bilgileri doğru bir çizgiye çok tarif edemeyen bir şeydi. Zaten o zamanlar herhalde 17-18 yaşlarındaydı.

Sonra çalışmaya başladık beraber, ilk başlarda hep sessiz dururdu. Biz o sessizliğini, neden sessiz durduğu üzerinden onu konuşturmaya çalışırdık. Ama o içine gömülüyordu, konuşmuyordu. Belli bir birikimi vardı ama bu entelektüel birikimi hiç açmıyordu. Sonraları bizim çalışmalarımıza sürekli geldi,  o dönem üniversitelerde sorun yaşamaya başladık, üniversiteler bizi okullarında istemiyorlardı. Bu yüzden dışarıya çıkacağız, dışarıda bir yer tutacağız gibi tartışmalarımız vardı. Üniversiteden ayrıldığımız dönemde grup 40 kişi varsa bir ayrılma döneminde, biz 1. derecede önemli olan tiyatrodur ve tiyatro yapacağız dediğimizde sayımız 10 kişiye kadar düştü. Ve bu 10 kişi içerisinde Serkan da vardı. Bu tartışmaların yaşandığı bir toplantı da şimdiye kadar çok az konuşan Serkan ilk defa çok net bir tutum alarak bir konuşma yaptı ve dedi ki: “Burada sadece kararımızı sadece kendi adımıza veremeyiz. Bu karar halklarımız için, komşumuz için anne- babamız için, akrabalarımız için, tüm toplum için vereceğimiz bir karar olmalıdır. Bu yüzden kişisel açmazlıklar grubun önünde engel olmamalıdır.” dedi. Biz hepimiz şok olmuştuk, Serkan’dan ilk kez çok net konuşmalar dinliyorduk. O dönem hep sessizdi. Sonra yoğun bir döneme girdik. Haftanın 5-6 günü 3’er 4’er saatlik çalışmalar yapıyorduk. Yavaş yavaş kendi konumumuzu netleştirmeye çalışıyorduk ve grupta yavaş yavaş sosyalist görüş hakim olmaya başladı. Bu süreçte insanlar örgütlenmeye başladı. Kimisi ÖDP’ye, kimileri Kaldıraç’a, kimileri Yurtsever Hareket’e örgütlendi. Tüm yapılardan gelen ve sosyalist sanatı nasıl geliştirebilirime emek harcayan bir yere evrilmeye başladı Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu. Tüm etkinliklere çıkıyorduk, bulduğumuz her yerde tiyatro oynamaya çalışan bir ekiptik. Ve bu dönemde Serkan azimliydi, çalışkandı, bütün çalışmalara saatinde gelen, okuyan, hazırlanan biriydi. Serkan’ın gelişimi sosyalizmle tanışmasıyla, Kaldıraç’la tanışmasıyla, DKTT ile tanışmasıyla beraber hızlandı. Artık Serkan kendini ifade edebilen, tartışan bir yere evrilmişti ve bu gelişme bizim dikkatimizi çekiyordu. Yeni tanıştığımız bir arkadaşımızın olumlu yönde bu kadar değişmesi hepimizi motive ediyor ve bu değişim ve dönüşüm bizim doğru yolda olduğumuzu kanıtlıyordu.

O dönem içerisinde şöyle bir fikir gelişti, işte biz kendi içimizde bir 6-7 ay kapanalım ve yoğunlaşalım diye bir şey tanımlamıştık ve bir oyun çıkartalım diye konuşmuştuk. Ve bu oyun “Bir Tek Dağ” isminde Harold Pinter’in bir oyunuydu. Seksenlerde Türkiye gelmiş, Türkiye’deki işkenceyi konu alan bir tiyatro oyunuydu. Burada işte bunu oyunlaştırma kararı almıştık ve birazcık da gizli bir grup içinde kapanık bir şey yapmaya başladık. 5 tane oyuncusu vardı grubun,  günde 5 saat çalışıyorsak, oynayanlar 3 saat daha ekstra yapıyorlardı. Günde 8 saatlik bir çalışmasının içerisinde yer alıyorlardı. Ve yaklaşık 6-7 ay içerisinde bu oyunla geldiler. Oyunu Metin Tülü diye bir arkadaşımız yönetmişti. DKTT’nin kurucularından, Gürkan diye, şu anda bilgisayar mühendisi olan ve İstanbul’da olan bir arkadaş, Ece şuanda işte örgütlü feminist mücadelenin öncülerinden olan bir arkadaş, yine Sevgi bilgisayar mühendisi olan görüştüğümüz, sevdiğimiz, İstanbul’da yaşayan bir arkadaş ve Serkan oynadı. Ve oyun çıktı ve oyunda da şöyle bir şey vardı. Rastlantısal biçimde şöyle bir şey vardı, gözaltına alınan bir aydının yaşadıklarını anlatıyorlardı o dönem içerisinde. Aydın gözaltına alınıyor, aydını sürekli işkencede konuşturtmaya çalışıyorlar, aydın çözülmüyor işkencede de bir tanrıymış gibi davranıyor, buranın tanrısı benim istediğim her şeyi yapabilirim. Sonra karısına tecavüz ediyorlar, çocuğunu öldürüyorlar, aydını bir şekilde de çözmeye çalışıyorlar. Bunun üzerinden bir oyundu, Serkan orada aydını oynuyordu. Ve oyun o dönemim tiyatro anlayışı içinde iyi bir etki yarattı, ses getirdi. Çünkü koca sahnenin tamamını işkencehaneye döndürüyorduk, zifiri karanlıkta giriyorlardı sahneye ve seyirciler teker teker aranarak. İçeride gerçekten işkence yapılıyordu seyircilere ve oyucular yani sahne diye bir tanım yoktu. Düz mekânlarda oynuyorduk ve karanlığın içerisinde yanındaki birden oynamaya başlıyordu ve tüm salonun tamamını bir işkencehaneye çevirmiştik. Orda işte aydın rolünü oynuyordu Serkan.

            Kaldıraç: Serkan tiyatroya, sanata nasıl bakıyordu? Nasıl bir sanatsal anlayışa sahipti mutlaka DKTT ile gelişen bir süreç ama biraz anlatabilir misin?

            DKTT: Çok okumayı seven bir insandı, bu yüzden tüm akımları okuyordu. Sonra yani bizdeki kaynaktan da okuyordu. Bizde de Brechtiyen bir duruş vardı. Hep böyle Brecht üzerinden okumalarımız vardı o dönem içerisinde bir de akrobasi üzerinden çalışmalarımız vardı. Yani Grotocski’nin biçimini alıyorduk, Brecht’inde ideolojisini alıyorduk, harmanlaştırarak bir tiyatro kuramı bulmaya çalışıyorduk o dönemde içerisinde. Serkan da burdan şey yapıyordu. Bir de en sevdiği kitap mesela Brecht’in Me-ti diye bir kitabı vardı, onu çok seviyordu. Sürekli mesela ordan örnekler vardı, orda da işte normal küçük küçük öyküler vardı gene Brecht’in yazdığı. Onlar üzerinde kafa patlatırdı, yorardı ya da bilmem ne yapardı. Sonra işte gene Kaldıraç’tan o dönem Serkan’la aynı dönem ölen arkadaşın da kitabı çıkmıştı o dönem. Yani o zaman şeyi anlayabiliyorduk yani o da aynı yerdeydi Serkan’da aynı yerdeydi. Aynı metin içerisinde küçük küçük hikâyeler. İşçi bilmem kime soruyor vb. Gibi bir tarz üzerinden küçük küçük öyküler yazmayı çok severdi. Sosyalist sanatı nasıl geliştirebilirim üzerinden kafa yoruyordu ve o dönem içerisinde şöyle bir şey olmuştu grubumuzda 3-4 tane Kaldıraç’çı olmuştu o dönem içerisinde. Ve biz burada tiyatro yapacağız, örgütümüzle de tiyatro yapacağız. Bizim için öncelikli olan burdaki işte öğrenmemiz, gelişimimiz bilmem ne, örgütümüze aktaracağız gibi bir şey sundular. Bizim de hayatımız boyunca sahiplendiğimiz, kabul ettiğimiz bir şeydi. Gruptaki hemen hemen herkes bunun içinde çalışıyordu, Atılımcılar vardı işte BEKSAV işte şey yapıyordu. Bizde çalışıyordu bir müddet sonra BEKSAV’a alınıyordu. Yurtsever Kürt öğrenciler MKM üzerinden çalışmaya başlıyordu. Serkan’larda öyle bir şey yaptılar. Sokak oyunu oynayacağız diye bir hedef koydular. Bir çalışmaya çağırmışlardı o dönem sokak oyunu oynayacağız diye. Taylan vardı yine bizim grubumuzdan olan birazcık daha tiyatro deneyimi iyi olan bir arkadaştı. Yaşam duruşu anlamında da iyi bir arkadaştı. Daha çok Taylan’ın öncülüğünde Kaldıraç’ta bir tiyatro grubu kuruldu. Parya diye… YÖK üzerinden bir oyun yaptılar. Sonra üniversiteye gelmek üzerinden bir oyun yaptılar. Ve oralarda şeyi denediğini görüyorduk, yani yeni açılımlar oluyordu. Gene sokakta oynarken bilmem nerden geliyorum, Kars’tan geliyorum, Van’dan geliyorum, bilmem nerden geliyorum diyen öğrencilerin bulunduğu, umutla geldiği her şeyin çok güzel olacağını zannettiği bir ortamdan gelip, faşist hükümetle eğitim kurumlarına dınk diye çarpan oyunlar oynuyorlardı. Serkan’ın tiyatro bakışı böyleydi sadece salonların değil sokaklarında doldurulması gerektiği idi.

            Kaldıraç: Kaçırılma sürecini anlatabilir misin?

            DKTT: Tamamıyla öğrenciydi. Yaşamı öğrenmek istiyordu. Yavaş yavaş Kaldıraç’taki tiyatro grubuyla hareket ediyor ve DKTT’ye daha az gelmeye başladılar. O dönem öldürülmeden 1 ay önce grubunda da aktif çalışan, kafa yoran bir insandı. Şöyle duyuyorduk  “Ege Üniversitesi’nde bir arkadaşla birlikte işte yemekhaneye gitmişler ajitasyon çekmişler, tiyatro oynamışlar. Yani sürekli faaliyet içindeydi. Zaten dönemde çok hızlı bir dönemdi. Ve o dönem içinde Serkan’da çalışırdı. Tarihini çok iyi hatırlamasam da Kaldıraç 94-95’te ismini duyurmaya başlamıştı. 94’te Bekir’le tanıştım. İzmir’de bizim evde kalmışlardı. Sabaha kadar konuşmuştuk. Orada ilk defa duymuştum, 94’tü, Kaldıraç neden kuruldu vs. Yakın bir tarihti. Kaldıraç’ın, bir gelenekten gelmiyor olması, yeni bir oluşum olması… Birden sıçrama yarattı Kaldıraç. İzmir’de ilk başlarda üniversitede sadece 1 kişi vardı 95’te. Ama 96-97’de 40 kişi vardı. 45 tane öğrenci hareket edebilir bir hale gelmişti. Sıçramıştı. Ve ilk gözaltı süreci o dönemdeydi. Tam ayrıntısını hatırlamıyorum. Tek başına giderken alınıyor. Karşıyaka’dan sivil otomobille kaçırılıyor. İşkence görüyor. İşkencede öncünüz kim, nesiniz siz, ne yapıyorsunuz gibi sorular soruluyor. Buralarda bir çözülme yaşamıyor Serkan… Ve “beni öldüreceklerini düşündüm” demişti.

            Kaldıraç:  Ali Serkan’la gözaltından sonra neler konuştunuz?

            DKTT: Gözaltından çıktından sonra. DKTT’de bir ekibimiz vardı. Gözaltından çıkanları dinlendirirdik. Gönderirdik. Ama konuşmaya çalışırdık. Süreci nasıl atlatabiliriz diye. O dönem de Serkan’la konuşmuştuk. İşte öldürüleceği üzerinden tehditler almış. Arkada kürek var bak demişler üstüne gitmişler. Salındıktan 2-3 gün sonra okula gitmeye başladı, tekrar görüştük. “Sürekli beni takip ediyorlar” demişti. Bir oyundu bu. Gözaltından sonra sürekli takip ederler. “Biz peşindeyiz”in altını çizerler. Ve tarihini net hatırlamıyorum yine, yaklaşık 10-15 gün sonra evdeydik Bornova’da saat 3-4 gibi kapı çalındı. Kapıyı açtıktan sonra bizim arkadaşlardan Metin “Serkan öldü” dedi. Birden algılayamadım. Kapıyı kapattım evde durdum öyle. Anlamadım yani. O dönemde de bir sürü insan ölüyordu, o dönem Tansu Çiller vardı kaçırılma, işkence çoktu. Ev arkadaşım vardı mesela, 32 gün işkencede kaldı. Bir sürü hasar vardı. O dönem gözaltı demek kalıcı bir zayiatla çıkmak demekti. Sonra birden sokağa çıktım aramaya başladım insanları. Evleri tek tek dolaşıyordum. Herkese anlatıyordum, dinliyordum. Tuvalette asılı olarak bulunmuş dediler. Hademe miydi neydi bulan, onunla konuştuk. Nasıl oldu diye. Hayat dolu bir insandı, pratiği vardı. Kendini asma ihtimali hiç yoktu. Sürekli takip edildiğini söylüyordu. Eğer intihar olsaydı, onu hademe değil takip eden bulmalıydı. Bir de o dönem sürekli böyle şeyler yaşandığı için katiller belliydi ama ispatı yoktu. Sonra otopsi yapıldı. Belli oldu, asılmadan önce bayıldığı anlaşıldı. Bu cinayetti, intihar olmadığı belliydi yani. Asılması zordu. Saçmalıklarla doluydu. Avukatlarla görüştük, dava açalım diye. Avukatlar dedi ki “dava açarsak başka bir görüntü yok, sadece bayıldığı belli buradan bir sonuç çıkmaz. Eğer dava açmazsak dava düşer. Delil toplamamız lazım”. Bugüne kadar öyle bir delil yok, dava da düştü.

            Kaldıraç: Serkan öldürüldükten sonra sıkça eylemler oldu okullarda. O dönem ve bugün hala Serkan için “Serkan insan olmanın çığlığıdır” sloganı öne çıktı. Bu konuda neler düşünüyorsun?

            DKTT: Genellikle bir yoldaşımız öldüğünde direk kahramanlaştırılırdı. Serkan’da bilinen şey Serkan’ın herkesçe tanınması, kültür-sanat faaliyetiyle uğraşması, kimseyle hiçbir problemi olmaması, her şeye kafa yorması ve örgütlü yaşamdan gerçekten mutu olan bir yapısı vardı. Bu yüzden herkesçe benimsendi slogan. İnsan olmanın çığlığıdır, insandır yani, bizden bir insandır. Bu adamın yaptığı şey kültür ve sanatta yol açmaya çalışmaktı. Hem örgütünde hem burda. Önünü kestiler işte, hem DKTT’de hem Kaldıraç’ta. Evet, DKTT’de de bir oyuncuydu ama Serkan Kaldıraç okuru olduğu için öldürüldü. Ve Kaldıraç’ın önünü kesmek için öldürüldü. Bekir’de de aynı şey var. Onun için de intihar dediler. Devlet güç gösterisi yapıyordu.

Bir de bir sene sonra operasyon yedik, hem DKTT, hem Kaldıraç. Hemen hemen o zaman için herkesi topladılar bizden. Ve asılma olayının arkadaşları tarafından yapıldığını kanıtlamaya çalıştılar kendilerince. Herkese bu yönlü işkence yaptılar. Tabii ki yalandı, kimse de ağzını açıp bir şey demedi. Evlerimiz basıldı, çalıştığımız yerler basıldı. Hepimiz bir şekilde toparlandık, ya da tehditler edildik. Devletten doğru “Biz istediğimiz her şeyi yaparız” gibi bir hal vardı.

            Kaldıraç: Bizim sorularımız bitti. Senin eklemek istediğin var mı?

            DKTT: Yani dönem öyle bir dönem ki her şey unutmak üzerine kuruluyor. Modanın bu kadar yaşamımızda yer alması mesela gündemlerin sıkça değişmesi vs. Eskiye dair hiçbir şey hatırlamamaya başlıyoruz. Eskinin değerleri kayboluyor. Mesela AKP’den de önce her şey güzeldi gibi bir anlayış var. Kitaplar, gazeteler, televizyonlar, şarkılar unutturuluyor. Değerlerimiz önemli.  Tiyatromuzla, tarif ettiğimiz düşmanla, kendimizle, kendimizde devrimci olmayan unsurlarla ve en önemlisi hafızalarımızla savaşıyoruz. Biz Serkan’ı unutmadık, unutmayacağız. Ve Serkan’ın bıraktığı bayrağı taşımaya devam edeceğiz.

            Kaldıraç: Teşekkür ederiz.

            DKTT: Ben Teşekkür Ederim

15 Kasım 2014 günü Duvara Karşı Tiyatro Topluluğundan Vedat Kuşku  ile Ali Serkan Eroğlu üzerine yaptığımız röportaj, yayınevimizden çıkan İnsan Kirlenmesine Yanıt: Serkan kitabında bulunmaktadır.

What Should a Person Give Their Life To?

Our friend, let us tell you from the start in order to do away with any suspicions: this statement is written to “brainwash” you.

Of course, you are taking precautions against their indoctrinations, and you verify the news you follow from many sources. You never play “pro-regime” channels on your TVs at home, and when it’s appropriate, you do not hesitate to tweet your own ideas.

Perhaps you even prepared aid packages for those who suffered from the İzmir earthquake, you were excited by the march of the Soma miners, and you got so angry with the arrests of metal workers that you raised hell in a WhatsApp group.

Like everyone, you are trying to distribute the weight of the days and the news. When the festivity of the “thank God these bad days are over, now worse days are ahead” chats disperses and a somber wind takes its place, you feel lonely, we know.

Maybe you think that “the conditions of pandemic” force you into loneliness, you’re wrong.

You are still alive…

You are not yet a number in the turquoise table[1] that is published (!) every day.

You are not yet sharing the same fate with Hasan whose heart could not handle being forced to continue working despite being sick with Covid-19 at Galataport where Survivor’s final episode was being broadcasted, we didn’t read you on the same page as Emine who committed suicide by leaving the hair dryer on because she could not keep her children warm, and you haven’t died yet like 8 years old Çınar who fell from the roof after following his father who was trying to help him connect to EBA,[2] or like 50-year-old Aziz who had a heart attack after climbing a hill to broadcast a lesson to his students because he was having internet issues, or like health workers who we lost one after another and who were told after 9 months that their masks were not working.

So, you are still alive.

Apart from the fact that you survive in an open air prison just waiting for one day to be over after another, even though your chest tightens when you look around, that you are part of the “herd” who has gained immunity comes to your aid.

The unbearable lightness of staying alive…

Are you there?

Are you still reading?

Now we can meet.

We are those who are searching for ways to not cease being human, not those who are content with staying alive but those who want to live humanly.

You certainly saw, heard and knew.

Perhaps you too aspired to say without hesitation “solidarity keeps us alive” and stand amongst us, perhaps you turned your head away saying “a bunch of lunatics,” you moved away “with fear” when you watched us get beaten with batons after just one slogan.

We want to “live humanly” and this is not about eating or drinking as one might initially think.

No, our steps are not towards earning Euros instead of Turkish Liras when we get the first opportunity.

We do not feel obligated to give our smiles towards 64 megapixel cameras.

And we are not those who lie in bed at the end of the day and comfort themselves by saying “thank God today has also passed without an incident,” while being filled with fear of unemployment, fear of bosses, fear of the police, fear of one’s neighbour, and fear of the future.

We do not want the crumbs that are offered to us, we want the world.

You want it too, we know.

“…Hearts of millions are weighing like dark nights,

Not enough to smash faces of the bourgeoisie

Is the labor of thousands.

But we know of days

That not even a light wind blows

We know that with a blast of thunder splits

The face of the universe

A storm covers the earth…”

We are revolutionary socialists and we care calling for you to join us, to join our ranks.

To be on our “ship” in the coming storm.

Look around you.

The world is covered with a virus named capitalism.

Everywhere in the world the humiliation, exploitation and imprisonment of humanity ensues.

That which kills the smallest child, and that which unplugs an elderly person left to his fate because there weren’t enough rooms left in a health system plundered throughout years for profit is the same despicable system.

It continues to play the chants of plunder-profit-war everywhere.

Just because of this, war for better days also proceeds everywhere around the world.

“…Adept ears

listened to the wind,

and said,

‘The storm is close,

take care to blow the fire…”

The voices we hear are not imagined.

At times we listen to Soma miners who say “God knows we are not scared of you,” at others we walk with women saying “Let our anger surround the world” in Taksim, in Şili we write “it was not depression, it was capitalism” on the walls, we light up the sky in Guatemala by setting on fire the central bank against the anti-people budget planning, in India we are millions striking, and from French slums we take it to the streets shouting “Freedom, freedom, freedom.”

Are you hearing the voices?

We are living for beautiful days, fighting for beautiful days.

We are fighting for a world where work will not be a necessity for daily subsistence, for survival, and for being able to feed oneself; a world where the subjugation of humans by other humans and everything that comes with such subjugation will be eradicated, where all the possibilities of human beings will be developed freely, and where humanity will socially and once again be reborn, we are fighting for socialism, for communism.

And we will continue along this road until victory.

Because my friend, fighting against humiliation, exploitation, and oppression, not only for the future, but for today too, is the only way to live.

To get used to this humiliation, this system that stains and corrupts our humanity, not fighting against this exploitation, is the most painful of deaths. 

We are revolutionary socialists.

Revolutionarism is expressed through the attitude towards life.

Attitude taken towards death is a natural continuation of this.

When one cannot have a strong attitude towards life, when one does not live resolutely, death becomes both a refuge and a feared encounter. On the contrary, some deaths mean the transcendence of death.

“Those who defeat death for their faith

once again taught

that sometimes action

is the last breath given in the name of life

and that this breath

is worth tens of years

spent without meaning.”

It was 23 years ago.

We sent two of us to the sky.

Two revolutionaries, two comrades, to human beings, who defeated death, who stayed with their departure…

Burhanettin Akdoğdu was a student in Uludağ University. In Kaldıraç magazine, he wrote his poems and articles under the name of Bekir Kilerci.

He was a revolutionary theater actor, a poet.

Bekir joined the struggle during times when the wind was blowing from the opposite direction, when revolutionarism was being promoted as foolishness, when all kinds of ideological disinformation were being spread and turning away from socialism was being glorified, and he became the commander of the “ship.”

On the 13th of December 1997, in the same month that his poem for Erdal Eren[3] was going to be published, on the same day that Erdal Eren was immortalized, under torture in the Anti-Terrorism bureau in Ankara, Bekir was also immortalized without giving away anything.

“Those who cannot dare to fight for their ideals, die for the ideals of others,” wrote Bekir.

“If you ask me today, I am

neither Laz,

neither Arab,

neither Tatar,

nor Bosniak,

of course for reaching my roots

I am happy

but first of all, I am a man of my class.

I was born as a worker’s son,

I lived as a worker

and I will die as a fighter of my class,” he said. He lived as such, and he defeated death this way.

Ali Serkan Eroğlu was a student in Ege University.

He was 19 years old, his eyes were in the stars. He was a revolutionary theater actor, a poet.

He was the founder of Ege Ensemble (Theater Society Against the Wall). He was helping publish countless literary zines in his school. He read Kaldıraç magazine and fought for the free world he dreamt of. He was offered the chance to become an informer against his comrades, his answer cost him his life.

On the 24th of December 1997, he was hanged in his school’s bathroom. His departure was a scream, a Scream of Being Human.

“Whoever you are, die well!” wrote Serkan. To die well, you’d had to live well in the first place. That is how Serkan lived.

We commemorate our two heroes who fought and dreamt for a classless, free world without exploitation.

They continue to live everywhere in the world in workers’ and peoples’ rebellions against this despicable system.

They are amongst us, now and always!

While we remember them, while we tell of them, while we carry on their struggles, we invite everyone who wants to remain human, who wants a humanly and free life, to “live” like them.

“I searched for simple truths at first.

My head spun when I saw the realities.

How hard they were to grasp;

my brain couldn’t take it,

my hands started to work.

I started to change life.

How easy everything actually was

the whole issue was to

weave life

thread by thread.”

Join Kaldıraç to weave life thread by thread!


[1] The phrase is referring to the color of the daily coronavirus stats table government publishes.

[2] Turkish government’s online-learning platform.

[3] Anatolian revolutionary who was executed in 1980 at the age of 17. His age was officially taken a higher than 17 to allow the execution.

“Serkan Eroğlu” – C. Taylan Akdağ

Dünyanın birçok yerine gitmek isteyebilirim, gitmek için çaba harcayabilirim, gidebilirim. Bulunduğum bu yerden çok uzakta bir yere yerleşebilir, orayı tanımak isteyebilirim. Belki birçok yere insanoğlu veya kendimin oluşturduğu koşullar nedeniyle istesem de gidemeyebilirim. Tüm bunların yanı sıra, bir tek yere, hem de çok yakınımda bir yere gitmek istemiyorum, gidemedim.

Bu yer İzmir’in Tire ilçesidir.

Tire’de yaşayan insanları gücendirmek istemem. Eminim ki insanlarıyla, doğasıyla, yaşamıyla birçok güzelliği içinde barındıran bir yerdir. Serkan gibi güzel bir insanın doğduğu, yaşamının bir kısmını geçirdiği, zaman zaman ziyaret etmeyi sevdiği bir yer. Gitmeyişim, gidemeyişim benimle, Serkan’la ilgili bir şey. Ben Serkan’ı okulda, sahnede, kantinde nasıl gördüysem bende öyle kalsın istiyorum sanırım. Elbette Serkan’ı Tire’de ziyaret edişin bir anlamı olmadığından değil, gitmeyişin de benim için bir anlamı olduğundan gidemeyişim. Tabii ki bu yazıyla amacım kendimden söz etmek değil. Serkan’ın yakın bir dostu, bir yoldaşı olmuş biri olarak onunla sohbet etmiş, onunla yürümüş, onunla gülmüş biri olarak yaşanmışlıklarımızı, paylaşımlarımızı, duygularımı, tanıklığımı biraz olsun paylaşmak istiyorum.

Serkan ile ilk karşılaşmamız ikimiz için de anlamlı birçok düzlemden biri olan sanat düzleminde gerçekleşti. Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun ilk kurucuları ve ilk kursiyerlerinin buluşmasında karşılaştık Serkan Eroğlu ile. Sahnede öğrenen ve devinen birçok arkadaşımla birlikte geçirdiğimiz günler, aylar içerisinde kısa bir zamanda çok yakın dost olduk. Aynı üniversitede değil ama aynı kampüste okuyorduk. Bizim üniversitenin benim okuduğum bölümü Ege Üniversitesi kampüsünde misafirdi henüz. Üniversite yılları, meslek öğrenimi edinmenin yanında ve ötesinde hayatı ve kendini anlama, ona karşı konumlar alma, belirleme, şekillendirme yıllarıdır.

Bizim de hayata, kendimize, varoluşumuza, sorumluluklarımıza, öğrenme ve değiştirme isteğimize, gücümüze dair merakımız, sorumuz, çabamız vardı. Tüm bu nedenlerle yine öğrenciliğimiz döneminde oldukça devinim içinde olan öğrenci hareketinin içinde Kaldıraç ile birlikte Serkan ile beraberdik. O zaman nefes aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz yer üniversite idi ve hayatın birçok alanına dair anlama-değiştirme dinamiğinde bizim için üniversiteye müdahale etmek en anlamlı olanı idi. Bu anlamda yine kampüste ve Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nda bulunan birkaç arkadaşla birlikte üniversite mücadelesinde kendimizi sanatın dili ile ifade etmek istedik. Bu yöneliş bizim açımızdan oldukça olağan idi. Hepimiz sanat ile ifade etmeyi seviyor, yeteneklerimizi tanımaya ve geliştirmeye çalışıyor, sanatın gücünü hissediyorduk. Bu nedenle de birçok yeni fikir geliştiriyorduk. İlginç olabilir ama neredeyse hiç boş zamanımız yoktu. Hiç boş zamanımız yoktu çünkü tüm bunlarla birlikte başarılı öğrencilerdik. Amaçlarımıza ulaşmak için hummalı bir çalışma içerisinde hem zorlukları yükleniyor, çok yoruluyor, çok eğleniyor, çok öğreniyor, çok keyif alıyorduk. Bu anlamda özellikle diyebilirim ki Serkan çok üretken, çok meraklı, çok çalışkan, çok yaratıcı bir insandı.  Çok dikkatli ve özenli bir insandı. Bulunduğu bir ortamda mutlaka dikkat çekerdi. Bu dikkati öyle şov yaparak, büyük ve abartılı hareketlerle, yüksek tondan konuşarak, baskın ve otoriter bir tavırla değil, aksine durgun, dingin, sakin ama güçlü, özenli ve saygılı bir duruş ve konuşma ile çekerdi. Onunla iseniz dikkatli olmanın tedirginliğini asla yaşamazdınız. Çünkü o bir şey soruyorsa, bir şeyi merak ediyorsa, bir şey anlatıyorsa, bir şeyi öneriyorsa arkasında hiçbir strateji aramanıza gerek yoktu. Böylelikle, onunla bir arada iseniz, onunla bir şey yapıyorsanız samimiyetin rahatlığını yaşardınız. Çok çalışkan bir insan olarak çok okur, çok sorar ve çok merak ederdi.

Çok yönlü bir insandı. Müziğe hayrandı, gitar çalardı, oyun okur oyun oynardı, şiir okur şiir yazardı, edebiyat okur denemeler, öyküler yazardı.  Tutku ve samimiyetini en çok gözleri ele verirdi. Dupduru bir çift göz gözlerinize bakar, anlatır ve sorardı. Kafası hep meşguldü bir öyküyle, bir fikirle, bir soru ile. Onaylamadığı bir fikir olduğunda gülümserdi. Belki dinlemeye devam eder sonrasında kibar bir şekilde karşı fikrini dile getirirdi, belki hiç konuşmaz sadece dinlerdi.

Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’ndaki çalışmalarımızın yanı sıra üniversitedeki etkinliklerde faaliyet göstermek için sokak veya kampüs tiyatrosu diyebileceğimiz Parya Tiyatro Topluluğu’nu kurmuştuk. Hatırlıyorum, yeni öğrenim yılı açılışı kayıt döneminde yeni öğrencileri kampüste Parya Tiyatro Topluluğu’nun oyunu ile karşılamıştık. Yeni arkadaşlarımıza nasıl bir istek ve heyecanla geldikleri bu güzel olması gereken yerde onların heyecanını hüsrana uğratacak ne acemiliklerin, ne olmazların, ne bürokrasinin, ne donukluğun, ne soğukluğun, ne bilim dışılığın, ne otoriter anlayışın hâkim olduğunu göstermeye çalışmıştık. Oyunumuzu oynamaya oynamıştık ve gün içinde tekrarlamaya devam ediyorduk ama var olan gerçeklik bizi maalesef yine doğrulamış ve üniversitedeki özel güvenlik birimi tarafından oyunu oynamaya devam etmemiz engellenmişti. Bir keresinde korsan şiir okuma etkinliği yapmıştık. Öğrenciler arasında eczacılık kantini isimli bir kantin vardı. Adı öyleydi ama çok geniş, bodrum katta bir kantindi ve kış günlerinde sadece eczacılık fakültesinden değil birçok bölümden öğrenci o kantinde oturur, vakit geçirirdi. Kantinin bir bölümünde duvara monte edilmiş bir televizyon gün boyu açık olurdu. Birkaç kere gittik. O televizyonu kapatıp kantinin bir birinden uzak noktalarında sırasıyla masaların üzerinde belirip şiirler okuduk. Tabii ki ilk anda televizyonlarını kapattığımız arkadaşlarımız kızgın ve huzursuz bakışlarla bize baktılar. Muhakkak ki çok kibar bir davranış değildi. Ama biz onlara şiirler sunduk. Gerilimli bakışlar biraz azalırdı sonrasında. Şiirlerin ardından çağrımızı yapardık. “Bakın bu kantinin şurasında bir masamız var. Masamızda edebiyat ve tiyatro kitaplarımız var. Sizleri bekler ve sizlerle sohbet etmek isteriz” derdik. Gelirdi çok değil ama birkaç kişi. Ederdik hayata ve kitaplara dair sohbetimizi.

Bu kantin Serkan’ın okuduğu iletişim fakültesinin hemen alt katında olduğundan kitap standı ile Serkan özdeşleşmişti. Sohbet etmeyi zaten çok seven bir insandı.

Arkadaşlığımız, yoldaşlığımız uzun sohbetler içerdi. Özellikle Serkan’ın yazdığı denemeleri, öyküleri çay eşliğinde geceler boyu irdeler, değerlendirirdik. Yazdığını okur, ortaya sunardı. Kimi zaman cümle cümle değerlendirirdik. Eleştirilmekten asla çekinmezdi. Biz sohbet ettikçe notlarını alır, kimi acil düzeltmelerini yapardı. Yazılarını, üslubunu çok yaratıcı bulurdum, bulurum. Serkan bence gerçekten önemli bir yazar adayıydı. Bu dünyada önü kesilmiş, hikayesi başlarken nefessiz bırakılmış, düşüncesi ile eylemi arasında tutarlılık yakalamaya çalışan bir çok kayda değer yazar ve sanatçı adayından biriydi bence Serkan.

Bizim için öyleydi belki ama ortalama değerlerin hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın hakim olduğu bu dünyada, ortalamanın üstünde değerlerleri arayan, oluşturmaya çalışan, üreten insanların engellenmesi, yok edilmeye çalışılması da ortalamanın hakimiyetinin devamı için gerekli kılındı ve Serkan’ın hayatı, hikayesi korkakça koparıldı.  

Aradan yılların geçtiğini söylemek acı. Bu yıllar içinde Serkan ile ilk tanıştığımız ve birlikte yer aldığımız tiyatro grubunda on yıl daha çalışmaya devam ettim. Yine bu yıllar içerisinde bilimsel çalışmalarla olan ilişkimi lisans eğitimi ile sınırlı bırakmayıp araştırma çalışmalarıma devam ettim.

Tüm bunlarla meşgul olurken, kendimi var ederken bir an durur Serkan’ın da düşlediği şeylerin gerçekliğine bir damla su veriyorum gibi hissederim. Bir oyunun başında sahneye çıkarken Serkan’a bir selam yollar “bu senin için Serkan” derim içimden. Bu yıllar içinde neredeyse ne zaman bir eyleme gitsem bir an durur ya insanlara, ya güneşe, ya bulutlara, ya gökyüzüne, ya denize bakar içimden bir kere “bu senin için Serkan” derim.   

Dünyanın hiçbir yerine gidilememesine ve düşlerin boğulmasına izin verilmemesi umudu ile.

Müsvettesini değil gerçeğini yaşamak umudu ile.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...