Ana Sayfa Blog Sayfa 94

Garê operasyonu: Saray zafere muhtaç, ABD bölgeye yerleşme peşinde

Tarihini 8 Şubat diye veriyorlar: TC ordusu, Garê bölgesine, Barzani ve ABD destekli bir operasyon başlatıyor.

Öncesinde Akar ve başkaları Irak’a gidiyorlar.

Öncesinde, Akar, Almanya’ya gidip “mevkidaş”ı ile görüşüyor ve Kuzey Irak bölgesinin de ele alındığı, muhtemelen Almanya’dan silah satın alınması meselesinin de ele alındığı bir görüşme oluyor.

Öncesinde, yeni ABD yönetiminin bölgedeki yöneticileri Erbil ile görüşüyor.

Öncesinde, yaklaşık 2 ay gibi, ABD, Barzani, Türkiye, “Şengal bölgesinin PKK unsurlarından arındırılmasına” karar veriyor. Bu anlaşma üzerine Barzani’den açıklamalar geliyor.

Öncesinde, daha Trump zamanında, Suriye Kürtleri ile ABD’li şirket arasında petrol anlaşması yapılıyor.

Öncesinde, HDP kapatılsın kampanyası başlatılıyor.

Öncesinde HDP’li Sencer’in Saray medyası tarafından beğenilmesi için uğraşılar artıyor.

Ve öncesinde HDP kapatılınca kurulacak Barzani partisi için hazırlıklar yapılıyor.

Elbette PKK, bu saldırı hazırlığını biliyor, zira kimse kör değil. Hele ki saldırılacak bölgede hedef PKK ise, bunu bilmemesi mümkün değil. Bunun için bir istihbarata da gerek yok. Bu saldırıyı biz de görebiliyorduk, ama daha çok Şengal hedefli bir saldırı olacağını sanıyorduk.

Uzun süredir TC unsurları, Irak içlerine giriyor, sınırdan 30 km uzaklıkta “üsler” oluşturuyordu. Bu saldırıyı, hem PKK’ye hem de ilerde İran’a dönük bir saldırı olarak ele alıyorduk. Zira, yansıyan bilgilere göre, bu üslerde Amerikan askerlerinin de bulunduğu sanısı uyanıyordu.

Bize göre, 2015’ten beri, ABD, TC devletinin Kürt hareketine dönük saldırılarını aktif bir biçimde destekliyor ama bu konuda kamuoyuna az konuşuyor. İçeride PKK’ye ve bölgeye, halka ve şehirlere dönük saldırılar 2015 sonrasında hızlanıyordu. Bu saldırılar yolu ile TC “zafer” kazanmakla meşgul gibi idi. Ama aslında ABD’den aldıkları “saldırı emri”ne uygun olarak harekete geçmeleri normal idi. Oysa ABD, TC’nin sıkıştırdığı PKK ile, ABD çıkarlarına uygun bir çizgide anlaşmak istiyordu. Kürt hareketini, bölgenin paylaşımı savaşımında daha etkili kullanmak istiyordu. Barzani çizgisi ile gidilecek yerin sınırları belli. Bu nedenle, PKK’ye saldırılar arttı. PKK, hem saldırılarla kayıplara uğrasın hem de bu saldırılardan bunalan unsurlar ABD’ye sığınsın isteniyordu.

Bu çerçevede Irak sınırlarında üsler kurmak, ABD’nin TC eli ile elde edeceği büyük öneme sahip bir başarı gibi görülüyordu.

Şengal, aslında, PKK ile Suriye Kürtleri arasında iletişimi kesmenin, lojistiği kesmenin yolu olarak ilan ediliyordu. Barzani, Şengal üzerinde özellikle duruyordu.

Bu nedenle saldırıyı daha çok Şengal üzerine beklemek anlamlı idi.

Ama anlaşılan, işler biraz daha farklı gelişti.

TC devleti, Barzani desteği ile açıktan, ABD desteği ile “örtülü” olarak kendini iyi hissetmiş olmalı ve harekete geçti.

Belki de Saray Rejimi, “acil ve görkemli bir zafer” istiyordu. Bunun için, adı zikredilen Murat Karayılan olsa da, üç PKK yöneticisinin “paketlenip” alınacağı bilgisi, Erdoğan için korku ile yaşadığı Saray’ın odalarında sevinçle karşılayacağı bir haber oldu.

Hemen çıktı: Çarşamba günü, yani 10 Şubat’a denk geliyor, “müjde açıklamasını”, “ulusa sesleniş” konuşmasında yapacağını söyledi. “Karadeniz’de gaz” açıklamasının müjdesi gibi idi. Ama işler ters gitti ve açıklama, “Ay’a sert iniş” hâline geldi.

İşte Erdoğan “Ay’a sert iniş” yapmak zorunda kalırken, arkada, TC ordusu önemli bir “başarısızlık” örneği veriyordu.

Ayın 13’ünde, işin rengi ortaya çıkmaya başlamıştı. 13 Şubat’ta, 13 “sivil kayıp” açıklaması geldi. Doğrusu, bir savaş bölgesinde, “sivil kayıp” denilince, biz, hemen MİT’ten etkili kişilerin kaybından söz ediyor sandık. Çünkü “alıkonulan” asker-polis vb. için sivil denileceğini düşünmek zordur. Ve TC devleti kendi adamlarını öldürmediği sürece, PKK’nin bu esirleri öldürmeyeceği de açıktır. Ama bir süre sonra, bu 13 kişinin PKK’nin elindeki esirler olduğu anlaşıldı. Bir de üç subay, galiba yüzbaşı öldürülmüştü. Akar, elbette, buna karşılık, karşı taraftan kaç can alındığını anlatıyordu, önce 38, sonra 53 rakamı geldi.

Oysa operasyonun ikinci günü, sanırım 9 Şubat’ta, HPG, TC devletinin “esirlerin kamplarını bombaladığını” açıklamıştı.

Böylece 10 Şubat’ta açıklanacak müjde, boşa düştü. Erdoğan, bunun yerini doldursun diye mi, yoksa tümden “uçuşa” geçtiğinden mi bilemedik, Rize AK Parti kongresinde, evlere şenlik bir davranış içinde boy gösterdi. Çarşamba müjde veremeyince, bu kez, garip bir neşe içinde “şehit annesini” telefonla kongreye bağlattı.

Yoksa Erdoğan, bu vesile ile, “Akar’dan da kurtulmanın” yolunu mu gördü? Hani darbe allahın lütfu olmuştu ya, burada da bir lütuf mu ortaya çıkıyordu?

Bu kez burjuva muhalefet, Kılıçdaroğlu ve Akşener partileri, “beka”, “milli çıkar” meselesine sarılıp, Saray’ın saflarında açıktan tutum almadılar. Bu oldukça şaşırtıcı bir gelişmedir.

ABD, şartlı bir kınama yapacağı açıklamasında bulundu. Oysa işin içinde ABD vardır. Bu şartlı açıklama, başarısız operasyondan “haberimiz yoktu” açıklamasıdır ve amacı PKK’yi ve Kürtleri, kendi masumiyetine inandırmaktır. Oysa operasyon, ABD desteği ve isteği ile gerçekleşmiştir. Barzani kuvvetlerinin işin içine katılması da bu amaçlıdır.

Bu nedenle, operasyonda ABD’nin amacının ne olduğu ayrıca, titizlikle sorgulanmalıdır. Acaba, bölgeye ABD gizlice, bu toz duman arasında adamlar mı yerleştirmiştir? Bu sorudur ve sorulmaması büyük hata olacaktır.

Akar ve Saray, operasyonun amacının, “esirleri kurtarmak” olduğunu ilan etmiştir. 41 uçakla gidilen bir operasyon, nasıl “esir kurtarma operasyonu olur” sorusu, herkesin kafasındadır. Bu inandırıcı bir açıklama değildir.

Öyle ise TC neden bu operasyonu yapmıştır? Bölgeye de yerleşmemiş, üs kurmamıştır. Öyle ise bu operasyonun amacı nedir? Gelen istihbarat üzerine, 3 olduğu söylenen PKK yöneticisinin alınması operasyonu mudur?

Bunca bombardıman neyi örtmüştür?

Akar ve diğerleri, ilk önce ABD konsolosuna bilgi vermişlerdir, acaba neden?

Akar, mecliste, “göz yaşartıcı bomba” kullanıldığını söylemiştir, bunlar kimyasal silah mıdır? Almanya’dan operasyon öncesinde neler istenmiştir? Akar, “harekâtta ağırlıklı olarak yerli ve milli mühimmat” kullanılmıştır açıklamasını yapmıştır, bu açıklama neden yapılmıştır?

Akar’a göre başarılı olan bu operasyon, Erdoğan tarafından açıkça başarısız olarak ilan edilmiştir, neden? Acaba, Akar’dan kurtulma yolunu mu aralamak istemektedir?

Operasyonun ardından, bir yandan operasyonun sorumlusu devlettir açıklamaları yapılırken, bir yandan da Bahçeli, beni de sayın diye neden sıraya girmektedir?

HDP’yi kapatma kampanyalarına, MHP’den yeniden hız verilmesi, aslında bu operasyonun, daha şimdiden bir şov olmaktan çıktığının kanıtıdır.

Elbette, işin Saray Rejimi’nin içerideki durumu ile ilgili bir boyutu vardır. Soylu’nun salyaları akarak, köpürerek yaptığı açıklamalar bunun açık işaretidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu Saray Rejimi’nin planladığı şovun başarısızlığa uğramasını ifade etmektedir.

Oysa işin bir de ABD ve bölge ile ilgili bir boyutu vardır.

ABD, bölgede, daha etkili bir tarzda Kürt hareketini kendine bağlamak istemektedir. ABD’nin Suriye ve İran politikaları değişmiş değildir. ABD, burada elini güçlendirerek, belki Rusya ile bir başka pazarlığın kapısını aralamak isteyebilir.

Kürt hareketi içinde, Barzani çizgisi ne derece etkili olursa, ABD, o derece etkili olacağını hesaplıyor gibi görünmektedir.

Kuşku yok ki, bölgede bir yabancı askerî varlığın yerleşimi meselesi, dışarıdan bakılarak analiz edilebilecek bir konu değildir. Ancak, 41 uçakla yapılan operasyon, ABD’nin aslında açık, ama örtülü desteği, Barzani kuvvetlerinin açık katılımı, son derece ciddidir. Şengal’e saldırmak konusunda Barzani hareketinin ısrarı düşünülmelidir.

Ne olursa olsun, Batı’da, yani Türkiye’nin büyük şehirlerinde ve Batı bölümünde sınıf mücadelesinin gelişiminin, bu alanda gelişecek direnişin çok büyük önem kazanmış olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır. o

Paylaşım savaşımı ve bölge devriminin dinamikleri

Artık daha anlaşılır olduğu kesin; biz “paylaşım savaşımı” ya da “üçüncü dünya savaşı” dediğimizde, yakın döneme kadar bunu anlamayanlar fazla idi, kimisi anlamak istemediğinden, kimisi “yok artık” diye felaketlerden korktuğundan, kimisi de gerçekten anlamadığından. Bugünlerde paylaşım savaşımı ya da üçüncü dünya savaşı dediğimizde, herkes ne hakkında konuştuğumuz konusunda bir fikre sahiptir.

Hâlâ anlaşılmayan noktalar vardır elbette.

1

Birinci anlaşılmayan nokta, savaşın bir paylaşım savaşımı olduğudur. Savaş, bazılarının filmlerden elde ettiği bilgilerle iddia ettiği gibi bir “güç savaşı” değildir. Elbette her savaşta güçler çarpışır ve sonuçta “güç” önemli bir değerlendirme olgusudur. Ama bu savaş, bir paylaşım savaşımıdır, güçlerin savaşı değildir.

Aradaki fark nedir?

Paylaşım savaşımı dediğimiz zaman, biz, bu savaşın;

a- Emperyalist güçler arasında bir savaş olduğunu, özünü bunun oluşturduğunu, savaştaki yerel unsurların bu açıdan birincil (önemsiz demek istemiyoruz; her güç kendi yerelinde önemlidir) olmadığını kabul etmiş oluruz.

b- Ve elbette ki savaşın kapitalist dünya ekonomisinin bir sonucu olduğunu kabul etmiş oluruz.

Ki böyledir.

Savaş, bir emperyalist paylaşım savaşımıdır.

Eğer öyle ise, demek ki, dünyayı kendi aralarında paylaşmış emperyalist merkezler, tekeller ve onların devletleri, dünyayı yeniden paylaşmak istiyorlar demektir. 1. Dünya Savaşı tam da böyle bir savaş idi. Kapitalizm, tekelci kapitalizme, olgun aşamasına evrilmiş, az sayıda şirket ekonominin tümüne, sektör sektör hâkim olmuş, bu tekelci sermaye finans sermayesi ile iç içe geçerek finans kapitali oluşturmuş, dünya hem toprak olarak büyük emperyalist güçler arasında hem de ekonomik olarak büyük tekeller arasında paylaşılmış ve bu paylaşım tamamlanmıştı. Tekellerin egemenliğindeki devlet, kendini bu yeni duruma göre örgütlemekteydi. Ve başlıca emperyalist güçler, kendi aralarında ittifaklar da kurarak, paylaşılacak alanların paylaşılması için, savaşa tutuşmuşlardı. Bu başlıca emperyalist güçler, o zamanlar, dünya kapitalist ekonomisinin lideri olan İngiltere’nin dünya egemenliğine de meydan okumuş oluyorlardı. Elbette o dönem, İngiltere’nin gücü, komünizme karşı tüm diğer emperyalist güçleri şemsiyesi altına toplamış bir ABD’nin bugünkü gücü gibi değildi. Almanya, Japonya, Fransa, ABD, İngiltere, en öndeki güçler idi. ABD, konumu gereği en uzaktan, son derece avantajlı bir biçimde savaşa dahil oluyordu. Elbette İtalya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan vb. savaşın içinde idi.

Ama bu savaş, sömürgeleri yeniden paylaşmak amacını güdüyordu. Paylaşım masasında uzakta Çin, yakında Osmanlı vardı. İran, Balkanlar vb. de paylaşılacak alanlar içinde idi.

Bugün de savaş, aynı nedenle gündeme geliyor. Savaş, emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşımıdır demek, işte bu nedenle önemlidir. Savaş ve sınıf mücadelesi arasındaki bağları kurmak açısından da bu son derece önemlidir. Bir ülke halkı, eğer bu savaşta kendi ülkelerindeki devleti destekliyorlarsa, aslında bu savaşta emperyalist paylaşım savaşımını destekliyor, kendi ülkesinde halkı egemenlik altında tutan, sömüren tekelleri destekliyorlar demektir.

İşte emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı bu açıdan önemli bir vurgudur. Bu nedenle, “güçlerin savaşı” yerinde değildir.

2

İkinci nokta, bunun devamıdır. Birinci noktayı netleştirip, bu savaşın aslında üçüncü paylaşım savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı olduğunu kabul ettik mi, savaşın sorumlusunun emperyalist ülkeler, bir bütün olarak kapitalist sistem olduğunu da ilan etmiş oluruz.

Öyle ise kimdir bu emperyalist güçler?

En başta, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya. Bu beşli çetedir savaşın tarafları. Elbette Avrupa’da başka emperyalist güçler de vardır. Ama esas aktörler bunlardır.

Savaşın erken “kışkırtıcısı” ise ABD’dir. ABD, ekonomik olarak hegemonyasını kaybetmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, komünizme ve SSCB’ye karşı kurulan uluslararası kapitalist-emperyalist örgütlenmenin başında oturan ABD, sistemin hegemon gücü olarak var olmuş ve buna göre de ciddi kârlar elde etmiştir. 1970’lerden beri ise, bu ekonomik avantajlarını kaybetmeye başlamıştır. SSCB var olduğu sürece, SSCB tehdidi, komünizm tehdidi yalanı ile bir arada tutulan bir emperyalist örgütlenme vardı. Bu örgütlenme, SSCB’nin çözüldüğü 1989’dan bu yana artık anlamsız olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durum, ekonomik alanda kaybolmaya başlayan ABD hegemonyasının, siyasal alanda da kaybolmaya başlaması süreci demektir.

ABD, bu süreci görüyor. Ekonomik alanda Almanya ve Japonya’nın öne geçişi karşısında, siyasal alanda İngiltere ve Fransa’nın daha “özgür” hareket edebilme kabiliyetleri karşısında, önlemler almaya yöneliyor. ABD, başlangıçta, “dünya imparatorluğu”nu ilan etti, “üçüncü Roma” diye nutuklar attı. Afganistan ve Irak işgalleri ile bu yola girdiğini, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile bu yolda belirleyici olduğunu ilan etti. Ama işler sahada başka türlü gelişmeye başladı. Libya işgali, Batı’yı birleştirme planı idi ama tutmadı. Bu kez, Batı’yı ABD’nin kuyruğuna yapıştırmak üzere, yeni “düşman” olarak İslamcı çeteleri kullandı. Bunlar zaten ABD’ye bağlı idiler ve IŞİD bunun en açık kanıtıdır. Suriye savaşı, durumu bir kere daha kırdı. Suriye savaşı, ABD’nin karşısına Rusya ve Çin’in çıkmasına neden oldu. Böylece askerî üstünlük meselesinin de sınırları ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, Suriye savaşının yeni hâli, ABD adımlarında iki temel değişikliğe neden oldu.

a- ABD, diğer emperyalist güçlere karşı Rusya ve Çin’i yeniden düşman olarak ortaya koymaya yöneldi. Kapalı kapılar ardında, bu emperyalist rakiplerine, Rusya ve Çin’i, birlikte yok etme, birlikte paylaşma önerilerini getirdi. Zaman zaman Rusya önde oldu, zaman zaman Çin. Ukrayna meselesi tam da budur.

b- Diğer emperyalist rakiplerine tehdit olarak IŞİD’i gösterdi ve üzerlerine salmaktan da geri durmadı.

İlki havuç ise, ikincisi sopadır ve bu sopanın yanında başka sopaların da olduğundan şüphe etmeye gerek yoktur.

Bush’tan sonra Obama, “demokrat” politikaları devreye sokarken, aslında, bir adım geri atan ABD saldırganlığının yeni yüzünü temsil ediyordu. Obama, Suriye savaşının bizzat mimarı değilse, Biden orada olduğundan olabilir. Trump, ABD hegemonyasını yeniden sağlamak üzere “America First” sloganını öne çıkartan bir başka adım idi. Trump’ın AB ve diğer emperyalist rakiplerine karşı aşağılayıcı ve diplomatik teamülleri aşan tutumu, gerçekte, bir başka deneme idi. Ve bugün yeniden Biden ile, bir kere daha “demokrasi” havariliğine soyunuyorlar. Trump’ın kaba-saba tutumları olmamış olsa idi, Biden’dan umutlanan bir dünya ortaya çıkmazdı. Her ikisi de sahne şovudur.

3

Suriye savaşında Rusya ve Çin’in aldığı tutum, sanki savaşın iki cephesinin ABD ve Rusya-Çin olduğu izlenimini yaymak isteyen Batı propagandasının üzerinde yürüdüğü hat oldu. Bu propaganda, her zaman olduğu gibi, savaşın emperyalist karakterini görmek istemeyenlere, özellikle de liberal sola inandırıcı geldi. Zaten, Amerikan rüyası ve Batı hülyasını rehber edinen bu liberal sol, Batı’dan gelen her şeye inanmaya hazırdır. Bir örnek güncel bilgi kirliliği için de faydalı olur. Örnek, Covid-19’a karşı üretilen aşılarla ilgilidir. Israrla Rus aşısı, Çin aşısı aleyhinde kampanya yürütülmesi şaşırtıcıdır. İngiltere, Rus aşısı için işbirliği yapmaya çalışırken, açıkça Rus aşısına karşı kampanya yürütmüştür. İtalya, açıktan Rus aşısı için onay talep ederken AB kurumları tuhaf biçimde sessizdir. Almanya, Rus aşısını isterken, ona karşı kampanya yürütmüştür. Ülkemizde Rus aşısı yokmuş gibi davranılmaktadır. Oysa Rus aşısı Mayıs 2020’den beri Rusya’da uygulanmaktadır. Ülkemizde Çin aşısı ise, ancak iktidarın henüz onay almamış Çin aşılarından birini seçmiş olması nedeni ile gündem olmuştur. Bizde, Batı’dan gelen bilgi “doğru”, “kutsal”dır. Bu örneği bir yana bırakalım. Demek ki, Batı’dan gelen bilgiye inanmak, ülkemiz sol liberalleri, liberal solcuları için hap cinsinden kolaydır, kolay alınır. Öyle yapıyorlar. Savaşın aslında büyük güçlerin savaşı olduğunu, büyük emperyalist güçlerin savaşı olmadığını söylüyorlar. Çin ve Rusya, bu büyük güçlerin içine girebilir, ama emperyalist güçlerin içine girmeleri o kadar kolay değildir. Eğer emperyalist güçlerin içinde olsalardı, mesela Rusya ve Çin’e karşı akıl almaz ambargolar uygulanmazdı. Batı için, sanki Rusya eski SSCB imiş gibi soğuk savaş politikaları devrededir. Bir kapitalist, bir emperyalist güce karşı bu duvarlar neden olur ki?

Biz Rusya ve Çin’in sosyalist olduğunu savunmuyoruz, ama kapitalistlikleri de çok “tuhaf” olmalıdır, emperyalist olmadıkları ise açıktır. Elbette, onlar da, kendilerine karşı geliştirilen tehditlere yanıt verebilecek güçtedirler.

Ama artık ortada, üretilmiş bir “gerçek” vardır, ABD savaşın ucunu Rusya ve Çin’e yöneltmekte kararlıdır. Biden yönetimi bunun işaretlerini vermektedir.

4

Tam da bu noktada, emperyalist paylaşım savaşımına karşı tutum meselesi ortaya çıkmaktadır.

İçinde yer aldığımız bölge, Balkanları, Kafkasları, Ortadoğu’yu içeren bölge, ABD emperyalizminin çözülmekte olan hegemonyasını durdurmak için savaşı yoğunlaştırdığı bölgelerden biridir. ABD bu bölgede, diğer emperyalist güçlerin aleyhinde bir hegemonya kurmak istemektedir. Bunun önündeki en önemli engeli İran olarak görmektedir. Anlaşılan budur. Ama aynı zamanda, Kürt devriminin yükselişini de bir tehdit olarak ele almaktadır. Filistin meselesini, partneri İsrail’i rahatlatmak üzere ezmek istemektedir. Elbette, bölgede İngiliz, Fransız varlığı da açıktır. Ama ABD, daha çok Rus varlığı ile ilgilidir ve Rusya’yı baş hedef hâline getirerek Fransa ve İngiltere ile daha sonra hesaplaşma planları kurmaktadır.

Rusya ve Çin’in, İran ve Suriye üzerindeki başta olmak üzere, bölgedeki etkisini azaltmak için, ABD, onların kendi evlerine saldırıyı yoğunlaştırma peşindedir. Obama ve Trump döneminde kullandığı metotlara, bu kez “demokrasi” vurgusunu ekleyecektir. Bunun başlıca nedeni, dünyada gelişen kitle hareketi ve kitlelerdeki duyarlılıklardır. Bu, ABD’nin içinde de sorundur, Ortadoğu’da da. Böylece Rusya ve Çin’in anti-demokratik yönetimlerine karşı mücadele öne geçecek, yetmezse en yakınlarında bir savaş devreye sokulacak, bu yolla onların bölgeden uzak durması sağlanacak. Bunun ardından Suriye ve İran’a karşı hareketler geliştirilecek, bu arada ise Kürt devrimi boğularak Barzani çizgisinin zaferi sağlanacak.

Planlar böyle gibidir, ama hayat, her zaman bu planları bozma alanıdır.

5

Tüm bu planı Kürt devrimi üzerinden görmek mümkündür. Bu plan yeni değildir, Obama döneminde vardır, Trump döneminde devam etmiştir ve şimdi Biden ile daha şiddetli biçimde devreye sokulacaktır.

a- TC devleti, Kürtlere karşı azgınca bir savaş yürütecek, yürütüyor. Bu savaşın arkasında ABD desteği gizlenecek. Çok zorlanırlarsa NATO desteği olduğu kabul edilecek. Böylesi bir saldırı ile PKK sıkıştırılacak.

b- PKK’ye karşı savaş, aynı zamanda Güney Kürdistan’dan, yani Irak Kürdistanı’ndan da artırılacak. Uzun süredir bunun hazırlıkları vardır. Barzani yönetimi bunun için TC devleti ile daha sıkı işbirliğine girecek.

c- Türkiye içinde, Barzanici bir yeni siyasal parti ile HDP etkisiz hâle getirilecek. Ya da önce HDP etkisiz hâle getirilecek sonra Barzani partisi kurulacak. Selahattin Demirtaş’ın içeride tutulma nedeni budur.

d- Suriye Kürdistanı’nda Barzanici bir yol egemen hâle getirilecek, Rojava devrimi ile ortaya çıkan tablo bozulacak. Petrol anlaşması, bu açıdan oldukça ilgi çekici bir adımdır. Bu yolla Barzani devleti geliştirilecek.

Bu politikayı epey zamandır uygulamaktadırlar. Bu biliniyor. Biden’ın “Kürt kökeni” araştırıldığına göre, hamleler hızlanacak. TC’nin saldırıları artacak ki, Kürt hareketi içinde ABD’nin kurtarıcı olarak sığınılması gereken bir yer olduğu düşüncesi kök salsın. Böylece Kürt devrimci hareketi tasfiye edilmek istenmektedir.

Bunun anlamı, Kürt devrimini, bir paylaşım savaşımının parçası hâline getirme isteğidir. Bir yandan İsrail, bir yandan Türkiye, diğer yandan Suudi Arabistan, bu politikanın önemli unsurları olarak iş görmektedir.

6

İster Suriye sorunu olsun ister Lübnan, ister Filistin sorunu olsun ister Kürt sorunu, tüm bunlar, emperyalist güçlerden “daha iyi” olanı ile anlaşarak çözülemez. Emperyalist güçlerin daha iyisi yoktur, olmaz. Bu yol bir felakettir ve tarih bu türlü “büyük güçlere sığınma” felaketleri ile doludur.

Çözüm, bölgede gelişmekte olan toplumsal mücadelenin, emperyalist güçlere ve onların bölgedeki ortaklarına karşı açık, anti-emperyalist bilinci temel alan bir tarzda geliştirilmesindedir. Yani, hiçbir emperyalist güce boyun eğmeden, kirli ilişkiler içine girmeden, bir sosyalist mücadelenin dışında çözüm yoktur.

Bu açıdan da, Kürt devrimci hareketi, ciddi bir olanak, ciddi bir güçtür.

Diğer parçalarda gelişmiş bir toplumsal mücadele henüz yoktur. Ama yaşamın hızlı aktığı, tarihin hızlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Bugünün nüveleri, yarının büyük güçlerinin tohumlarıdır.

Bu açıdan, Batı’da, yani Anadolu, Balkanlar vb.de gelişecek mücadele çok büyük bir değer taşımaktadır.

7

Bölgede gelişecek bir devrimin diğer tüm ülkelere yayılması hem gereklidir hem de mümkündür. Tüm bölgeyi saracak olan bir devrim, sosyalizmin dünyadaki bayrağının yükselişinde de yeni bir sayfa açacaktır

Bunun olanakları vardır.

Bölgemizde gelişecek sosyalist devrim, elbette bir yandan işçi sınıfının kurtuluşu bayrağını zafere ulaştırmak demektir, bir yandan da, bölgede yaşayan tüm halkların özgürleşmesinin yolunu açmak demektir.

Bunların kolay olmayacağı açıktır elbette. Ama defalarca emperyalistlerin oyunları içinde piyon olarak yer alan bir politikanın sonuçlarını görmüş halklar olarak, bu zor yolu denemekten başka çıkış olmadığının da bilincinde olmalıyız.

Biden döneminin politikaları da tutmayacaktır.

Bölgede devrimci çıkışlar, hiç de küçümsenir durumda değildir. Kürt devrimini, Lübnan’daki eylemleri, Irak’taki eylemleri, Mısır’daki gösterileri, Anadolu’daki Gezi Direnişi’ni, Sudan direnişini vb. yakın geçmişte gerçekleştirmiş bir bölgedir burası. Evet işin kolay olmadığı, Kürt hareketindeki gibi bir örgütlülüğün diğer parçalarda oluşmamış olduğu açıktır. Ama öte yandan, tüm bölgeyi kapsayacak bir devrimci çıkışın temellerinin de oluşmakta olduğu açıktır. Tüm bölge halklarının, tüm bölge işçi ve emekçilerinin ortak sosyalist federasyonu, bölgenin tarihini kökünden değiştirecektir.

Saray Rejimi, az “reform”, çok “yeni anayasa”
ölmesine izin verilemeyecek kadar değerli hasta

IMF programı gizli olur mu? Normalde iflah olmaz bir liberal hukuk adamı iseniz, sisteme ve kurumlara çok “güvenen” bir yaşam tarzını “gelenek” hâline getirmiş iseniz, bu soruya “hayır” demeniz gerekir. Çünkü özgür düşünemezsiniz. Öyle ya, koskoca IMF, Türkiye ile neden gizli bir anlaşma ile IMF programı uygulasın? F. Soydan’ın yazısında detaylıca var. Nedeni üzerine konuşacaksak, liberal hukuk adamlığınızı ve kurumlar konusundaki önyargılarınızı bir an için bir kenara bırakmanız gerekir.

Bir şeyin nedenini anlamadık mı, muhtemelen o şeyi de eksik anlıyor oluruz.

Neden IMF programı var diyecekseniz, cevabı açıktır, borç verenler (uluslararası tekeller, uluslararası sermaye) alacaklarını garanti altına almak ister ve 1946’dan beri IMF, uluslararası düzenin, şimdilerde eskiyen, 1946’larda yeni olan, “great reset” olarak adlandırılabilecek yeni düzenin bu işle ilgili kurumudur. Ve eğer, Türkiye’den alacaklarını alacaklarsa, en dibi görmeden, öldürmeden, borçlarını ödemesini sağlamak daha kârlıdır. Bunu bilirler. Hele ki, Türkiye, AB ve ABD arasında süren paylaşım savaşımının tam da orta yerlerinden birinde iken, Erdoğan’a rağmen, “ölmesine izin verilemeyecek kadar değerli hasta” durumundadır. İşte bu nedenle, bay liberal hukukçumuz, sayın AB yanlısı liberal solcumuz, değerli Batı değerleri yanlısı kurumlara önem veren profesörümüz kusura bakmasınlar, artık bunlar her türden anlaşmayı yaparlar. Yani alacakların garantisi, hastanın öldürülmemesi gereği ile birleşince IMF, Erdoğan’ın “anlaşmayı açıklamayın lütfen” ricasını yerine getirir. Şartları olmalıdır ve Saray Rejimi’nin bunlara hayır demesi, şartlara karşı durması mümkün değildir. Borsa simsarları bu durumu “anlarlar”, çünkü onlara efendileri bilgi verir, “koşun Türkiye’ye gidin, dolarınızı 8,50’den TL’ye çevirin, faize yatırın, vakti geldiğinde size haber gelecek, bu kez TL’nizi faizi ile birlikte 7 TL’den dolara çevirin.” Bu bilgi geldi mi, borsa simsarı, gereğini yapar.

Gizli IMF anlaşması, çok önceden de biliniyor, bilinen IMF şartlarını içeriyor olmalıdır. İlki, MB (Merkez Bankası)’nin “bağımsızlığı”. Bu gerçekte, MB’nin, uluslararası sermayenin kurallarına ve IMF gereklerine bağlı olması demektir. Bu o dönemler, yani bundan bir-iki yıl önce, Damat Berat’ın azli anlamına geliyordu ve “kabul edilemez” bulunuyordu. Oysa 8 Kasım’da Damat, Berat’ın kayınbabası olan Erdoğan’ın emri ile, Hazine’yi boşaltmıştı. 138 milyar dolardan söz ediliyor. Bu boşaltma işi, zorunlu görünen IMF anlaşmasından önce yapılmıştır.

IMF, enflasyon rakamlarının “gerçeği yansıtması” üzerinde duruyordu. Yani, TÜİK rakamları o kadar bozuktur ki, gerçeklikle bir bağı kalmamıştır. Diyelim ki, IMF uzmanları, açıklanan rakamı 2 ile, 3 ile, 5 ile çarparak bir sonuca ulaşamıyorlardı. İşte şimdi, TÜSİAD, MÜSİAD da dahil, birkaç öğretim üyesi ile TÜİK enflasyon rakamlarını denetleyecek bir kurul, paralel IMF istatistik birimi kurdular. Şartlardan biri daha yerine gelmiştir.

Şartlardan biri, acı reçete idi ve Damat Berat’ın kayınbabası olan kişi, Damat’ın “görevinden affını” ilan eder etmez, “acı reçeteyi içeceğiz” dedi. Doların aşağıya gelmeye başlaması bu ilandan sonra, Londra bankerlerinin dolarlarını TL’ye çevirmelerinden de sonradır.

MB faiz oranlarını artırdı, açıklamalar yaptı ve ardından, TÜSİAD, MÜSİAD, TESK, en son IMF açıklamaları “beğendi”ler. Fiilî olarak “ekonomi”nin pilot koltuğu Damat’ın kayınbabasından alındı. Damat’ın kayınbabası, aslında bu durumu biliyordu ve 138 milyar doları bu nedenle içettiler. Ve şimdi bu para, onların iktidarlarını korumaya yetecek mi, diye bir soru vardır.

1-2 yıl önce IMF, aynı zamanda ekonomik ve hukukî reformlar istiyordu. Bunun işareti de geldi. Damat’ın kayınbabası, açıkça kıblesini AB’ye çevirdiğini açıkladı. Geleceğimiz AB’dedir, diye buyurdu. Bu açıklamayı, Suudiler hac ziyaretini kapattıkları için yapmış olamaz. Ve ardından, bazı reformlardan söz etti.

IMF, reform derken, elbette kendisi için reformdan söz ediyor.

Mesela bir ihale sırasında kanun değişemez gibi. Mesela bir şirkete ya da 5 şirkete 5 yılda 120 kere vergi affı yaparsanız, diğerlerine de yapmanız gerekir gibi. Mesela “mülkiyet kutsaldır” ama yabancı mülkiyet daha da kutsaldır gibi garantiler. Mesela kayırmacılığın üst düzeyde olmaması gerektiği ve şirketlere eşit mesafede kalınması gerektiği gibi.

Yoksa, reform denilince, hemen aklınıza Demirtaş ve Kavala’nın çıkması, mesela gösteri ve yürüyüşün anayasal bir hak olduğu meselesi gelmesin, bunlardan söz eden yok. Ne IMF bunlarla ilgilidir, ne uluslararası sermaye, ne de bizim liberal sol aydınlarımızın tapındığı Batı değerleri. Hayır. Onların istedikleri şeyler sermaye için, ticaret için vb. reformlardır. Ve gerçekçi olunacaksa, bu son derece normaldir. IMF neden insan hakları, işçi ve emekçilerin hakları vb. ile ilgili olsun? Ortada bir paylaşım savaşımı var ve onlar alacaklarını garantiye alacak arayışların, kârlarını koruyacak arayışların peşindedir.

Yerini geçmeyelim, belki sonra unuturuz, anayasanın uygulanması “reform” demek olmaz. Yani, ne Demirtaş’ın çıkması, ne öğrencilerin gösteri hakkını kullanması, ne avukatların yürümesi, ne işçi direnişleri yasal olarak suç değildir. Polis saldırıyor ya, işte suç olan odur ve mevcut olan, ama kendisi rafta yer alan anayasaya göre de böyledir. Öyle iken, Demirtaş’ın çıkacağını “reform” olarak düşünmek saçmadır.

Ama bizde “reform” denilince, şu çevreler harekete geçiyor:

1- İktidarın iki ortağı olan Perinçek ve Bahçeli. Bunlar hemen, Demirtaş’ın çıkarılması gibi bir şey anlıyorlar, hemen işçi hakları vb. anlıyorlar, hemen yargı düzenlemeleri vb. anlıyorlar ve buna karşı önlem almak üzere, ağızlarını daha güçlü açabilmek için gözlerini yumuyorlar.

2- Liberal sol ya da sol liberaller: Her ikisi de, Batı ve ABD’den bir işaret geldi, şimdi Biden, Damat Berat’ın kayınbabasını reforma zorluyor, diye düşünüyorlar. Artık Batı’nın, Saray Rejimi’ne destek olmak yerine, “tek adam” mantığına son vereceğini düşünüyorlar. Kendileri hiçbir zaman bir şey yapmayan, solculukları da liberallikleri kadar çürük olan bu baylar, Batı’nın kendilerini kurtarmaya geldiğini sanıyorlar. O nedenle, hemen tüm isteklerini sıralıyorlar, şu yapılmalı, şu da yapılmalı, yargı bağımsız olmalı, Merkez Bankası bağımsız olmalı, Demirtaş’ı da bırakın elbette, hele Osman Kavala, sokak gösterilerine de bu kadar şiddetle saldırılmaz, haydi ülkenin normal zekâdaki öğrencilerini dövüyorlar ama Boğaziçi gibi en gözde ve normalin üzerindeki zekâ sahibi olan öğrencilerini dövmesinler bari… Hem sonra Damat neyse ama, kayınbabası son derece pragmatist bir adamdır ve bunu yapar diye bekliyorlar.

3- Üçüncü olarak AK Parti’yi, fabrika ayarlarına, o ayarları kim yaptı ise, döndürmekten söz etmeye başlıyorlar. Yani, hadi 2013-2021 arasında Saray Rejimi her şeyi yaptı ama, geri dönelim ve Batı’nın yönlendiriciliği ile 2002 ayarlarına dönelim, işte bunu savunanlar harekete geçiyor.

4- Reform kelimesinin harekete geçirdiği bir kesim de burjuva muhalefettir. Kendisine “muhalefet” denmesini bile fazlalık gören, o denli Saray Rejimi’ne eklenmiş CHP, İYİ Parti vb. reform kelimesini duyar duymaz, bunun içeriğini tartışmaya başlıyor. Haydi diyelim ki Damat, her dediğini yaptı, çünkü kayınbabası idi, yani çocuklarının dedesi idi. İyi ama CHP ve diğer muhalif partiler neden Damat’ın kayınbabasına bu denli bağlıdırlar, onun her dediğini ciddiyetle tartışıyorlar?

İşte bu kesimler ilk önce harekete geçenlerdir. Elbette bu kesimlere bağlı sendikalar da bu işin içindedir.

Bizim konumuz da burada başlıyor.

Öncelikle IMF programı nedeni ile bir “reform” tartışması olduğunu biliyoruz.

İki, IMF’nin son derece dar reform talebi, Saray Rejimi’nin içinde bulunduğu durum nedeni ile başka tartışmaları beraberinde getiriyor. Yani Saray Rejimi’nin açmazları, reform tartışmasını Damat’ın kayınbabasının “uzlaşma” işareti olarak yorumlayanları çoğaltıyor. Böyle yorumlayanlar, dikkat edin, hepsi aslında devletin içinde, çevresindedir. Yani bu tartışmada halk yoktur; ne reform beklentisi vardır ne de Saray’dan gelen herhangi bir şeyde “hayırlı” bir taraf görmektedir.

Üç, ülkenin içinde bulunduğu nesnellik, “reform” talebinin boyutlarını genişletmektedir. Çünkü nesnel olarak Saray Rejimi, yolun sonuna gelmiş, zorla, karanlıkla, şiddetle ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Hatta CHP ve İYİ Parti, Saray Rejimi’nin gitmekte olduğunu görüyor ve bu durumun devletin yıkılmasına yol açmaması için, “yeni anayasa” hazırlıkları yapıyordu. Yani nesnel olarak TC devleti, alttan gelen bir devrimle yıkılma tehdidi ile karşı karşıyadır. Ve tek şansları, işçi ve emekçilerin, henüz buna uygun bir örgütlüğe sahip olmamalarıdır. İşçi ve emekçiler, devrimci saflara henüz meyletmemiştir.

İşte yeni anayasa tartışmaları böylesi bir zemin üzerinde yürüyor.

İşçi ve emekçilerin, halkın ezici çoğunluğunun açık bir yeni düzen, sosyalist devrim talepleri yok iken, onlar güçlükle sürdürdükleri bu olağanüstü rejimi, “normale” çevirmek için yollar arıyorlar.

Bu açıdan da, burjuva kampta iki grup vardır. Birincisi Saray Rejimi’dir. Onlar, aslında durumun olduğu gibi sürmesini ama bu arada tüm tartışma ve tehditlerin boşa çıkarılmasını istiyorlar. İkinci grup, aslında Saray Rejimi’nin gitmekte olduğunu kabul ediyor ama devleti kurtarmak için yumuşak iniş yolları arıyor. Bunlar halkı korkutmak için, Damat’ın kayınbabasının özel savaş ve sokak çatışmaları tehditlerini, halka hatırlatıyorlar: “Sokağa çıkarsak onlara fırsat vermiş oluruz, sakın sesinizi çıkarmayın seçime kadar bekleyin” masalları bunun içindir.

Tam bu noktada, “yeni anayasa” tartışmalarını tartışmaya açacak da bir türlü açamayan tuhaf muhalif partiler, CHP ve İYİ Parti hazırlanmakta iken, Damat’ın kayınbabası, “yeni anayasa” çıkışı yaptı. “Yeni anayasa” çıkışı, “Ay’a sert iniş yapmak” çıkışı ile aynı da olsa, arada fark var.

Damat, aylarca önce, “bu millet, biz Ay’a dört gidiş, dört geliş otoban yaptık desek buna inanır” demişti. Yani, “Ay’a çıkacağız, sert iniş yapacağız” aslında eski bir plandır. 2019 yılında uçak yapacaktık. 2019 geçti ama biz yine de yapacağız yalanını söyleyebiliriz. Ay’a sert iniş de güldüren bir vaattir.

Ama “yeni anayasa”, biraz daha ciddidir. Tartışmaya, “yeni güçler” katılmıştır. Adalet Bakanı, 1921 Anayasası’ndan söz etmiştir. Ve Ayasofya’nın baş imamı (bu arada “baş imam”lık da yeni olmalıdır) 1921 Anayasası’nı destekledi ve içinde laiklik yok dedi.

Demek ki, “yeni anayasa” ciddi bir tartışmadır.

Damat’ın kayınbabasının arkasında bazı güçler dizilmektedir ve saldırıya kalkmaktadırlar. Daha ilk adımda, laiklik vb. tartışılınca, muhtemelen CHP ve İYİ Parti, geri adım atacak, sokaklar kana bulanabilir, provokasyona gelmeyelim, evde kal anayasasız kal sloganını benimseyelim diyebilirler.

1877’de, V. Murat, deli padişah olarak tahtan indirildikten ve Abdülhamid tahta çıktıktan sonra, Kânûn-ı Esâsî ilan edilmişti.

Ama bu ilandan önce, Abdülhamid, kendisine muhalif Mithat Paşa ile ihtilalci Namık Kemal’i, anayasa hazırlama komisyonu diyebileceğimiz bir kurulun içine kattı. Abdülhamid, çok korkak olarak tarihe geçer. Herkesi izletirmiş, kimse kalmayınca, kendi gölgesinden korkarmış. Korkmadığı bir an olursa, tedbiri elden bıraktım diye kendi kendine korkarmış. Abdülaziz’i tahtından indiren (hâlleden) donanma olduğu için, V. Murat daha padişah iken, donanmanın Haliç’e çekilip tüm donanmanın çalışmaz hâle getirilmesi için en kritik parçalarını söktürme planları kurmakla meşhurdur.

Korkaklığın kendine has bir zekâsı vardır. Abdülhamid’de de vardı. Kânûn-ı Esâsî’yi hazırlatma işini sürdürürken, sabırla bir yol arıyordu. Öyle bir madde koymalı ki bitmiş hâline, onu otomatikman ortadan kaldırsın. Bunu da bulmuştur. Namık Kemal itiraz etmiş, Mithat Paşa, “demek bu kadar olabiliyor” diyerek razı olmuştur. Bu maddeye göre, 113. madde olmalı, önce Mithat Paşa’yı sürmüş ardından boğdurmuş, Kânûn-ı Esâsî’nin ilan edildiği gün Namık Kemal’i hapse attırmıştır.

Çok öykündüğü ya da çevresinin onu çok benzetmek istediği Abdülhamid’den farklı olarak, Damat Berat’ın kayınbabası, tahtın varisi değildir. Öyle anadan doğma varis olmayınca, yüzde on hastalığının nüksetmesi çok normal oluyor. Abdülhamid, ne harcıyordu ise, “kendi malı”ndan harcıyordu. Oysa Damat’ın kayınpederi, her şeyden bir yüzde on almakla meşguldür. Biri doğuşundan, belki de boğdurması gereken rakipleri olsa da tahtın varis adaylarından idi, diğeri ise bu gelip geçici dünyada yüzde onları ne kadar alabilirse o kadar zengin olacaktır. Biri tahtın varisidir, diğeri Amerikalı efendilerinin hizmetkârı. Birinde korkunun zekâsından söz edebiliriz, şimdikinde ise kulluğun ve rantçılığın %10’a dayalı zekâsından söz edebiliriz. Biri Osmanlı denilen ailedendir, diğeri böyle bir hanedandan gelmiyor, Amerikan hanedanı tarafından beslenerek Osmanlı torunu numarası ile taç giymeyi hayal ediyor, başına ne konursa onu taç sanıyor.

Ve elbette ki Damat’ın kayınbabası, anayasa tartışmalarını en başından geri püskürtmeyi hedefliyor. Bunun için Ayasofya imamına ihtiyacı var. 1921 ve laiklik meselesi bu nedenle dillendiriliyor.

1

Demirtaş’ın içeriden çıkması, Kavala’nın içeriden çıkması bir “reform” gerektirmiyor. Anayasa ve yasalara göre bu ikisi ve daha başkaları içeride tutulmuyor. Tersine yasalara rağmen içeride tutuluyorlar. Her ikisi ünlü isimlerdir ve bu nedenle onların üzerinden tartışılıyor. Simgedirler. Ama yasalara göre suçlarının ne olduğu bile belirsizdir. İçeride olmaları siyasi bir durumdur. Ve siyasal durumdaki gelişmelere göre içeriden çıkmaları ya da daha uzun süre yatmaları mümkündür.

Burada bir “reform”luk durum yoktur.

2

Mevcut yasaların uygulanması bir hukukî reform değildir, olamaz. Mevcut yasaları uygulamayan iktidardır. Saray Rejimi, açık olarak kendini bu yasalara bağlı görmüyor. Bu durumda ülkede bir anayasa ya da yasalar yoktur.

Boğaziçi öğrencileri, başka iddialarla gözaltına alınıyor ve hepsi, icat edilmiş suçlarla içeride tutulmaktadır. Bunun gibi on binlerce insan vardır. HDP’nin tüm kadroları tutukludur ve nedeni belli olsa da, hukukî olarak bir dayanağı olmayan tutuklamalardır bunlar.

Var olan anayasa, aslında yoktur. İşçiler ve emekçiler, halk, bu olmayan yasalara uymak için uğraşmak yerine, kendi yasalarını yapmaya yönelmelidirler. Bu da reform değil, devrim demektir, Saray’dan değil, aşağıdan gelmek demektir.

3

Devlet kendini kanunlara bağlı saymıyorsa, halkın da kendini kanunlarla bağlı saymama hakkı vardır. Hatta bu, devletten çok daha önce, halkın hakkıdır. Kanunları yapan egemen sınıftır. İşçi ve emekçiler, bu kanunları tanımama hakkına sahiptirler. Bugün devlet bunu yapıyorsa, halkın, işçi ve emekçilerin bunu yapmaması, ancak alışkanlıklar, önyargılarla açıklanabilir.

Bugün, ülkede içeri girmemiş bir genç kadın veya erkek, neredeyse utanç duymaktadır. Yakında içeri girmemiş kişinin, kadın ya da erkek, pek de insan yerine konulamayacağı günlere gebeyiz. İçeri girmemiş, görevinden alınmamış, fişlenmemiş bir öğretim üyesi, muhtemelen Saray Rejimi’nin adamıdır diye muamele görecektir.

4

Yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Bu yeni anayasa, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların ellerinde yükselecek bir sosyalist devrimin anayasası olacaktır. Bu yeni anayasa, sokakta, çarpışmalarda yazılacaktır. Mücadele içinde yapılacaktır.

Bugün, daha şimdiden, ülkemizde bir anayasa maddesi netleşmiştir: Halk kendini yönetecek organları seçecek, seçtiği kişiyi görevden alabilecektir. Biz buna “emek meclisleri” diyoruz. Eski dilde adı “şûra”dır, Sovyetler tarzı örgütlenmenin bir benzeridir, isteyen buna meclisler diyebilir, isteyen komiteler adını takabilir, isteyen buna “temsilcilikler” diyebilir. Bir fabrikada işçiler, kendi yönetim organlarını seçerler, bir mahallede, bir okulda vb. Emek toplumsal yaşamın üzerinde şekillendiği eylemdir. Bu eylem, emek üzerinden, emek meclisleri, işçi iktidarının, proletarya diktatörlüğünün, işçi devletinin organları olacaktır.

Elbette, mücadele bize daha fazlasını vermektedir, öğretmektedir. Biz bizzat mücadele alanlarında, her türden dinî, cinsiyetçi, ırkçı vb. ayrımı yok sayıyoruz ve birlikte geleceği kurma olanaklarını görebiliyoruz.

Bugün, her mücadele alanında, mücadelenin her yeni sayfasında, kâr için üretimi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, hayatın her alanını kontrol eden mülkiyet ilişkilerini, meta toplumunu, tüketim toplumunu yıkmamız gerektiğini öğreniyoruz: Yârin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber demenin anlamını öğreniyoruz.

Onların yasaları, her zaman zalimleri koruyor, her zaman karanlığı koruyor, her zaman katliamcıları koruyor, her zaman kendi yandaşlarını koruyor. Bu nedenle, sistemin tümünü yıkmadan yeni bir anayasa mümkün değildir.

Hakkını arayan bir işçiyi suçlu ilan edip, sonra da reformdan söz edilmesini kabul etmiyoruz.

İşyerlerinde cinayete kurban giden işçilerin isyanını haklı, meşru görüyoruz. Bunu yasaklayan yasaları, işçilere saldıran kollukları, onları destekleyen yargı sistemini suçlu görüyoruz.

Okullarımıza kayyum atayan zihniyeti sadece çağdışı görmüyoruz, aynı zamanda çürümüş ilan ediyoruz. Seçilmiş belediye başkanlarını tutuklayıp yerlerine kayyum atayanların anayasa yapmasını ilerleme olarak görmüyoruz. Katillerin reformdan söz etmesini hakaret olarak görüyoruz. Sermayenin kârını artırmak için alınacak önlemleri, sermayeyi korumak için yapılanları reform olarak ilan edenlerin Ay’da değil, burada bu topraklarda “sert iniş” yapmasını istiyoruz.

Saray Rejimi ve onun dayanağı olan tekelci polis devletinin yıkılması yolu ile bir halk anayasasının yapılabileceğini düşünüyor ve biliyoruz.

Aşağıya bakmıyoruz
çünkü iktidara bakıyoruz

Direniş güzelleştirir.

Kapitalist meta üretimi, tüketim toplumu, tekelci hâkimiyet, aklı yok eder, karanlık üretir.

Direniş, aklı açar, umudu büyütür, yaşamı güzelleştirir.

Örnek mi? İstediğinizi seçin. İster Cargill direnişini ele alın, ki topluma mal olmamıştır, basın yolu ile gizlenmekte, karanlığa itilmektedir, ister Boğaziçi Direnişi’ni ele alın, ki topluma mal olmuştur, karanlık basını parçalamıştır.

Sıradan bir talep ile başlamıştır Boğaziçi Direnişi: Kayyum rektör istemiyoruz.

Cumhurbaşkanı, “önüme 9 isim getirdiler, ben de Melih Bey’in atamasını yaptım” diyor. Yalan ise komiktir, gerçek ise trajikomik. Kim senin önüne 9 aday getirdi? YÖK mü? Değilse kim, Damat da yok, Mehmet Uçum mu?

Oysa biraz kendilerine güvenleri olsa, “olmadı bu kez, bir adım geri, başka bir rektör atayalım” diyecekler. Ama artık Saray Rejimi, korku ile ayakta duruyor. Kendileri korkuyorlar, gölgelerinden korkuyorlar, cennetlerini kaybetmekten korkuyorlar. Bu nedenle korkutarak ayakta durmaya çalışıyorlar.

Okulun kapısına kelepçe takmak bu korkunun ürünüdür.

Düşüncelere kelepçe takmak istiyorlar. Aklı tutuklamak, sevgiyi yok etmek, aydınlığı hapsetmek istiyorlar. Ama nafiledir.

Polis, öğrencilere, “aşağıya bakacaksınız” diyor.

Kayyum Rektör Bulu, öğrencilerin kendisine bakmalarından korkuyor.

Mezbahaya götürülen, toplama kamplarına sürülen köleler gibi, öğrencilerin aşağıya bakmasını istiyorlar.

Aşağıya bakacaksın!

Ne cürettir, insanlığa karşı ne büyük bir aşağılamadır, iktidar ilişkilerinin, tekelci hâkimiyet ilişkilerinin billurlaşmış emridir: Aşağıya bakacaksın.

Saray Rejimi’ni en iyi ifade eden “emir”dir: Aşağıya bak!

Aydınlıktan korkan, düşünceden korkan, konuşmaktan korkan, yüz yüze ve göz göze gelmekten korkan bir sistemin emridir: Aşağıya bak!

Yeni değildir, tarih boyunca hep bu emri verdiler: Aşağıya bak!

Ellerinden gelse, üniversitenin kapısından giren her kişiye, kalın ve karanlık gözbağları bağlayacaklar. Okula giren her insanı tutuklayacaklar.

Bu ruh hâli ile sesleniyorlar, öğrenciler teröristtir, diye.

Artık terörist olarak adlandırılmak bir onurdur.

Artık tutuklanmak, gözaltına alınmak, insan olduğuna dair bir kanıttır.

Artık tutuklanmayan, terörist ilan edilmeyen kendinde bir hata aramaktadır: Ben yeterince tepki vermiyor muyum, ben haksızlıklara karşı çıkmıyor muyum, ben düşünmüyor muyum, ben aydınlıktan yana değil miyim?

Polis, kolluk kuvveti, onun bir uzantısı hâline gelmiş olan mahkemeleri, her gün insanlara “aşağıya bak!” emrini vermektedir. Gözlerine bakılmasını, başı dik yürünmesini, soru sorulmasını, gözlerimizdeki parıltıyı dayanılmaz buluyorlar.

Sen kim oluyorsun ki, koskoca Reis’in atamasını sorguluyorsun? Sen kim oluyorsun da, gözlerini yüzüme dikiyorsun, gözlerime dikiyorsun? Sen kim oluyorsun da soru soruyorsun? Sen kim oluyorsun da protesto ediyorsun?

Bu sorular işçilere, bu sorular öğrencilere, bu sorular açlara, bu sorular işsizlere, bu sorular kadınlara, bu sorular halka soruluyor.

Yanıt, Boğaziçi Direnişi’nden gelmiştir: Aşağıya bakmayacağız!

Aşağıya bakmayacağız.

Başımızı eğmeyeceğiz.

Sessizce geri durmayacağız.

Tersine gözlerimizi size çevireceğiz. Yüzümüzü size döneceğiz.

Biz iktidarı istiyoruz.

Sömürü düzeninizi, cennetinizi, karanlık egemenliğinizi, copunuzu, süngünüzü yerle bir edeceğiz. Plastik merminiz bizi durduramayacak.

Öleceğiz, ama yine de aşağıya bakmayacağız.

Çünkü, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya istiyoruz.

Çünkü, dünyayı istiyoruz bize düşen kırıntılarla yetinmeyeceğiz

Çünkü, aydınlığı istiyoruz, karanlığınıza alışmayacağız.

Çünkü, kârlarınız uğruna doğanın yağmalanmasını istemiyoruz, buna izin vermeyeceğiz.

Çünkü, her türden ayrımcılığınızı istemiyoruz, özgürlüğümüzü istiyoruz.

Çünkü, bu karanlık ve çürümüş sisteminizden yayılan kokulara alışmayacağız.

Çünkü, her gün, parça parça ölmeyi beklemeyeceğiz.

Çünkü, fabrikalarınızda cinayetlere kurban olmak istemiyoruz.

Sizi tahtınızdan indirdiğimizde de aşağıya bakmayacağız.

Aşağıya bakmayacağız, çünkü iktidara gözümüzü diktik.

İşçisi, genci, kadını, emekçisi, köylüsü ile geliyoruz!

Ya sosyalizm ya ölüm!

Ya sonra?

8 Mart’ta yüzler, binler olmadan hemen önce 8 Mart sonrasından bahsedelim mi? Sorular var akıllarda birlikte cevaplanabilecek. Birlikte cevaplayım. Aşağılanmaya, sömürüye, tacize, tecavüze, şiddete, cinayetlere karşı kadınlar ayakta, başları dik, sesleri gür sokaklarda olacaklar her sene olduğu gibi. Eylemler engellenmeye çalışılacak belki ama tüm direnenler gibi aşağı bakılmayacak. Şehirlerin merkezlerinden, mahallelerden ve işyerlerinden sesler yükselecek öfkeli ve içinde geleceğin neşesini barındıran.

Peki ya sonra?

Kadınların her adımından korkan devletin korkusu daha da artacaktır. Yaşanan siyasal ve ekonomik krizin yükünü kadınlara yüklemeye çalışanlar her geçen gün hem daha saldırganlaşacak ama daha da savunmasızlaşacaktır. Söylediği her sözde yalan olanlar bilmektedir ki gerçekler inatçıdır; ve o gerçekleri taşıyanlar da bilmektedir ki yük ağırdır ama söylenmelidir.

Kadın cinayetleri katliam boyutundadır. Devlet eliyle, ağzıyla teşvik edilmektedir. Bugün kadınlar devlet tarafından öfkenin çıkarılabileceği bir kum torbası gibi öne sürülmektedir. Kendini savunmaya çalışan kadınlar cezalandırılırken, katiller, tecavüzcüler, tacizciler cezasız kalmaktadır.

Emek sömürüsü ise kölelikten farksızdır. Ucuz emek gücü olarak görülen kadınlar, güvencesiz, esnek çalışma koşullarının olduğu ve iş yerlerinde tacizin arttığı bu sistemin içinde, emekleriyle yaşamaya çalışmaktadır.

Evde, sokakta, iş yerinde veya üniversitede, hapishanede, her an kadın olduğu hatırlatılan ve ona göre yaşaması tembihlenen kadınlar, boyun eğmiyorlar. “Evet kadınız, ve tam da ona göre yaşıyoruz” diyerek direnişi büyütüyorlar. Arjantin’den Meksika’ya, Polonya’dan Ortadoğu’ya tüm dünyada boyun eğmiyorlar. Grevler, direnişler bu mücadelenin sesleriyle dolu.

Daha yaşanmamış 8 Mart 2021’in umudu bu seslerden gelmektedir. Kadınların yaşamlarına sahip çıkacaklarını bilmenin güvenidir bu. Adım adım büyüyen eylemler yarının umudu olmaktadır. Tüm baskılara, sömürüye, aşağılanmaya ve cinayetlere karşı gücünü yanıbaşındakinden alarak büyüyen bir güçtür.

Peki ya sonra?

Birlikte büyütülen bu gücün bu düzene nasıl son verileceğine dair soruları daha da artacaktır. Kendi gücünü gören, bilen, yaşayan herkes için bir adım daha atabilmek ihtiyaçtır. Seslere kulak verelim.

Sokaklar kadınların, direnen işçilerin, öğrencilerin sesleriyle dolu. Hem gasp edilen haklar hem de taleplerle dolu. Onurlu bir yaşamın peşinde hayatta kalma mücadelesi verilmektedir.  Mücadelelerin mekanları, sözleri ayrı olsa da amaçları bir. Aklımızdaki soru bir. Kazanmalıyız. Özgürlüğümüzü, geleceğimizi, hayatlarımızı, emeğimizi kazanmalıyız. Aslında bizim olanı geri almalıyız.

Aynı sorunun muhatapları olarak gücümüzü örgütlemeliyiz. ‘Her gün 8 Mart, her gün kavga’ belki bilindik bir slogan ama ihtiyacımız bu ruhla ve süreklilikte bir arada olmaktır. Bu düzeni yıkacak olan bizim örgütlülüğümüzdür ve kazanmakta ısrarımızdır.

Kadınların gücü birbirlerindedir. Tıpkı işçilerin, öğrencilerin, güçlerinin birbirinde olduğu gibi. Ama bir kez o güç olundu mu, yanında direnenler de senin gücün olmakta ve tüm direnişçiler de aslında hepimiz için direnmekte. Yani gücümüz birbirimizdedir.

Kendimizden başlayarak örgütlüğü büyütelim. Bu düzene son vermek, sömürüsüz bir dünya kurmak için yan yana gelelim. Henüz yaşanmamış olmasına rağmen güç veren 8 Mart 2021’i büyütelim, biz de onunla birlikte büyüyelim!

 

Bu bizim devrimimiz!

Yeni ve özgür bir dünya istiyoruz!

Eskidi her şey, çürüdü.

Çürüdü bu düzen, koktu…

Bu pisliğin üzerinden ayağa kalkmalıyız artık. Kapalı kapılar ardında veya sokak ortasında kız kardeşlerimizin canlarını alan erkeklerden, onları koruyan, sırtlarını sıvazlayan mahkemelerden, organize tecavüz ve istismar şebekelerini kollayan devletten… Şu sırıtan ağızlarının pis kokularını üzerimizden silkeleyip ayağa kalkmalıyız!

“Vurdum, öldü” derken nasıl da rahatlar. “Bir kereden bir şey olmaz” derken nasıl da rahatlar. Emeğimizi sömürürken, krizde ilk kadınları işten çıkarırken nasıl da rahatlar. Yaşamlarımıza dair fetvalar verirken nasıl da rahatlar… Yüzlerce kadın katilini aklayıp serbest bırakırken, öz savunma yapan kadınları hapsederken nasıl rahatlar. Bizim bir araya gelmemizden, bizim sokakları doldurmamızdan, örgütlü mücadele etmemizden büyük bir korku duyuyorlar. Yine de tüm bunları yaparken sistemlerinin verdiği rahatlıkla, sermayelerinin ve devletlerinin verdiği güçle bize saldırıyorlar. Parmaklarını sallaya sallaya bize had bildirmeye çalışıyorlar. Sahi siz kimsiniz?

Siz baba mısınız, koca mısınız, siz aile misiniz, sevgili misiniz? Siz patron musunuz, sermaye sınıfı mısınız, siz diyanet misiniz, siz devlet misiniz? Siz polis misiniz, siz çete misiniz, saray rejimi misiniz?

Yoksa siz bunların hepsi misiniz?

Evet, siz bunların hepsisiniz… Alayınıza isyan o zaman! Alayınıza karşı direniş o zaman. Her yerde direniş o zaman! Yetti sizin bu devranınız. Yetti her bir kelamınız. Yetti yasalarınız, yetti “adam”lıklarınız… Çürüdü, çürüdü, çürüdü… Gökyüzüne bakıp beraber derin bir nefes alacak, o dolu nefesimizle tekrar sizin pisliğinize dönecek, sizinle hesaplaşacağız.

Arjantin’de, Polonya’da, Sudan’da, tüm dünyada sokakları dolduran kadınlar biziz. Emeği, bedeni, kimliği, özgürlüğü için mücadele edenler; ezilmenin, sömürülmenin tarihine baş kaldıranlarız!

Yaşanan bir kadın devrimidir. Eskiyen, çürüyen her şeyin karşısında, kapitalist-emperyalizmin, erkek egemenliğin karşısında, bu devranın eskisi gibi dönmeyeceğini birbirimizin gözlerinde görüyoruz. Bir kadın devrimi yaşıyoruz. Özgürlüğümüzü kazanmak için, bizi kuşatan bu sisteme karşı kazanmak için devrimimizi daha da örgütlememiz gerek!

8 Mart’ın tarihi yolumuzu aydınlatıyor. İşçi kadınların greviyle başlayan, bugüne taşınan bir mücadele tarihi, bizim tarihimiz… Şimdi her gün 8 Mart olmalı. Sermaye düzeninin ve erkek egemenliğin tüm kuşatmasını böyle yarabiliriz. Onlar çok mu güçlüler? Hayır, biz daha güçlüyüz. Çünkü çarklarını bizim sırtımızda döndürüyorlar.

Biz güçlüyüz, ama nasıl kazanacağız? Her günümüzü 8 Mart yaparak! Örgütlenerek, kesintisiz mücadele ederek… Bir araya gelip, aklımızı ve emeğimizi birleştirerek…

Nefesimizi birbirimizin yanında toplayacağız. Özgürlüğümüzü beraber mücadeleden öğrenerek kazanacağız. Kazanana kadar her seferinde daha güçlü karşılarına dikileceğiz.

Sen de katıl; 8 Mart’ta sözümüzü birlikte haykıralım. Ve örgütlü mücadele edelim; her günümüzü 8 Mart yapalım.

Bu yaşam bizim, bu emekler, bu mücadele… Bu bizim devrimimiz.

SOSYALİST KADIN HAREKETİ

Direnişin 48. Gününden öteye

Boğaziçi Direnişi’yle beraber öğrenci hareketi yeni bir döneme girmekte. Direnişin toplumun bütününde yarattığı etkinin yanı sıra, ana gövdeyi oluşturan üniversite öğrencilerinin bugünkü durumu ve direnişin devamı, örgütlenme olanaklarını yarattı. Direnişin başlangıcıyla bir araya gelişler artarak, üniversitelerde var olan dayanışmalara katılım artmış, dayanışma bulunmayan okullarda dayanışmalar kurularak öğrencilerin katılımlarına olanaklar sağlanmıştır. Dayanışmalar kendi içlerinde komisyonlar kurarak fakülte, kulüp ve topluluklar bazında tartışmalarını yürütmeye başladı. Peki bundan sonrasında ne yapacağız?

Hem örgütlenmede hem eylemlerde bir adım öne!

4 Ocak’tan bu yana gelişen süreçte İstanbul merkezli ve diğer illere sıçrayan eylemlerde katılımcıların gösterdiği direngen tutum direnişin yaygınlaşmasında ve kararlılığını göstermesinde büyük etken oldu. Eylemciler polis saldırısına, “provokatörler” martavallarına yerinde cevap verdi, aşağı bakmadı. Güney Kampüs meydanında kol kola giren öğrenciler bu direngen çizgiyi öne taşıdı. Ancak özellikle 2 Şubat’ta Kadıköy’de gerçekleşen eylemin öğrencilerin yoğun katılımıyla oluşan kitleselliğinin yanı sıra göze çarpan bir diğer yönü, örgütsüzlüğüydü. Kadıköy’ün dört bir yanına yayılan eylem, direngen ve ısrarcı olduğu kadar dağınıktı da. Eylemlerimiz başarısını tartışırken, eksikliklerine yönelik eleştirileri de dinlemeli ve anlamalıyız gerçeğinden hareket ederek bu noktaya işaret etmek isteriz.

Elbette neden bu kadar direngen olduğunun anlaşılır olduğu kadar bu dağınıklık da anlaşılırdır; ancak anlamakla yetinmemeli, değiştirmeyi hedeflemeliyiz. Kitlesel eylemlerin gelişimi ve devrimci bir temelde bu kitleselliğinin artması için çabalamalıyız. Bu noktada eylemlerin sözünün gelişmesi, katılımının artması ve organize hareket edebilme zeminlerinin yaratılması hedefiyle hareket etmeliyiz. Dolayısıyla bu eksikliği gidermeye gönüllüysek, eylemlerimizde gösterdiğimiz ısrarcılığı örgütlenmede de göstermeliyiz. Direnişin özneleri olan öğrenci gençlik olarak, her düzey ve biçimde örgütlenmemizi arttırmalıyız.

Devrimci öğrenciler bulundukları üniversitelerde dayanışmalar örgütlemeli, var olanlara katılmalı, farklı gruplar ortak zeminde hareket edip katılımı artırarak fikirlerini tartışacağı, hem kendini örgütleme hem dayanışmayı büyütme yolları yaratmalıdır.

Yüreği Boğaziçi Direnişi’yle atan her üniversiteli bulunduğu üniversitede varsa dayanışmalara katılmalı, yoksa aynı istekte olan öğrencilerle yan yana gelerek kurmalıdır. Nasıl yapacağım sorusuna cevaben deneyim aktarımı alabileceği birçok üniversite dayanışması bugün var ve birlikte hareket etme zeminleri oluşmakta. Bu adreslere başvurmaktan kaçınmamalıdır.

Rüzgar bizden esiyor, rotamız belli, kasırgayı yaratmak ellerimizde!

Üniversitelerde kurulan dayanışmalar öğrencilerin direnişte özneleşmesine, katkı sunmasına olanak sağladı. Odağımız örgütlü gücü temel almak ve onu geliştirmekse dayanışmaların temsiliyet zemini ve istemleri üzerine çalışmamız gereken iki nokta olacaktır.

Uzaktan eğitim biçiminin bahar döneminde devam edeceği kesinleşti sayılır. Bu nedenle fiziki yan yana gelişlerimiz kısıtlı olsa da online toplantılar üzerinden düzenlenen forumlar aracılığıyla bugüne kadar yürüttüğümüz biçime devam etmemiz söz konusu. Boğaziçi Üniversite’si öğrencilerinin bileşenler meclisi kurma girişimi her üniversitenin kendi özgün koşulları içinde tartışılarak dayanışmanın tabanını güçlendirmek adına yollar bulunmalıdır. Bu topraklardaki öğrenci hareketi tarihinden hareketle, fakülte temelli bir modelin, kulüpleri de içine alacak şekilde kurulması hem tartışmayı yayacak ve zenginleştirecek hem de süreklilik sağlamasına yol açacaktır.

Boğaziçi Direnişi’yle her üniversitelinin benimsediği dört talebin yanı sıra dayanışmalar öğrencilerin günlük sorunlarından akademik sorunlarına kadar her konuda, bir odak haline gelmeyi hedeflemelidir. Örneğin online eğitimle aile evlerine dönmek zorunda kalan ve herhangi bir başkaca barınma desteği sunulmayan öğrencilerin bu sorunundan, ders içeriğine kadar geniş bir yelpazede hareket etmelidir. Öğrenciler dayanışmaları bu konularda hareket edebileceği bir alan olarak görürse katılımı ve buraya yönelik emeği de artacaktır. Öğrenci hareketindeki somut sorunlar hemen siyasal mücadeleye bağlanmaya başlayan sorunlardır; yeter ki doğru bağlamı kurabilelim. Bu nedenle siyasi talep-günlük talep ayrımı yapmak doğru bir hareket tarzı olmayacaktır; çünkü kişi başı 5 maskeyi dağıtamayan devletten barınma talep etmek bizim talebimizin absürtlüğünü değil, bunu yapamayanların acizliğini göz önüne serecektir.

Bir bütün olarak hareketin talepleri, örgütlü gücü temel almalı ve onu geliştirmek üzerine olmalıdır. Bir ayı aşkın bir süredir direnişin içindeyiz; eylemlerimiz ülke çapında büyük yankı uyandırdı. “İstifa yok tek başına, ya tüm kayyumlar ya tüm kayyumlar” derken, gözaltına alınan ve tutuklanan arkadaşlarımız için Melih Bulu’nun kapısının önüne gidip konuşmaya çağırırken, Güney Meydan’da ve Kadıköy’de aynı ısrarı devam ettirirken haklılığımızı yaptıklarımızla göstermiş olduk. Bu bizim bugüne kadar eylemlerimizle desteklediğimiz söylemlerimizin etkisini gösterir. Direnişin büyümesi için söylemimizi bir adım daha öne taşırken dikkat edeceğimiz yer söylemin ne kadar doğru ve ileri olduğu değil; direnişin bütün öznelerinin eğilimlerini hesaba katması ve bunu öne taşıma ihtiyacına karşılık gelmesidir. Örgütlü gücü esas almayan, uzaktan doğru gözüken istemler ne kadar doğru olsa da içinin boşalması ve zeminsizleşmesi kaçınılmaz olur; direnişin enerjisini tüketir.

Direnişin merkez üssü olan Boğaziçi’de bileşenler meclisi modeli kapsamında, kalıcı bir öğrenci örgütlenmesi yaratmak hem bütünde direnişin devamlılığı hem de söz, yetki ve kararın üniversite bileşenlerinde olması için elzemdir. Direniş büyüdükçe saldırıları beraberinde getirdi; disiplin soruşturmaları, yeni fakültelerin kurulma kararı, karalama kampanyalarıyla saldırıların devamının geleceğinin göstergesi. Bütün bunlara cevap verebilmek ve yalnızca cevapla sınırlı kalmayıp hareketi kapsayan dört talep etrafında kendi gündemimizi işletmek için kararlı ve sürekli bir örgütlenme gerekmekte. Bu açıdan direnişi bahar döneminde de sürdürmek adına uzun vadeli planlar yapılması ve bunu gerçekleştirebilecek bir zemin oluşturulması için kollarımızı sıvamalıyız. Kendi okulumuz hakkındaki kararları karşımıza çıkmaya dahi yüz bulamayan kayyum Melih Bulu’ya bırakmaktansa; rektörlük seçimleri gerçekleştirerek irademizi ortaya koymalıyız.

Boğaziçi’de başlayan ve ülke çapında üniversitelileri harekete geçiren bu direnişi yaygınlaştırmak, toplumun direnen bütün kesimleriyle hareket ettirebilmek için en başta hareketin ana gövdesi olan üniversite dayanışmalarının birlikteliği önemlidir. Bu açıdan, hareketin taleplerini benimseyen ve ortak ilkeler doğrultusunda kurulacak, talepleri sürekli kılıp kendi gündemlerini yaratacak bir platformun kurulması hem olanaklı hem de öğrenci gençliğin toplumsal hareketteki dinamik rolünün süreklileşmesi için ihtiyaçtır.

Biliyoruz ki rotası belli olmayan geminin yelkenlerini rüzgar doldurmaz. Bugüne kadar yaptıklarımızı önümüze koyup, üstüne nasıl katarız sorusuna cevabımızı kendi deneyimlerimizden ve tarihimizden öğrenerek bulmalı, bulduğumuz gibi küreklere asılmalıyız. Deniz daha bembeyazken çıktığımız yolda, ırıpların çalkantısında giderken üniversiteleri, bilimi ve aklımızı özgürleştireceğiz.

Toplumsal cinsiyet rolleri 2 – Antakya AKA-DER Kadın Faaliyeti

EĞİTİM

Eğitim, bireyin sosyalleşme sürecinden başlayarak, hayatının bütününde, kişiliğini, düşünce yapısını, amaçlarını, inançlarını, kendini-başkalarını algılayışını, yorumlayışını, davranışlarını  büyük oranda etkiler. Toplumdaki eşitsizliklerin oluşmasında, sürdürülmesinde ve yeniden üretilmesinde de büyük bir etkiye sahiptir. Bu eşitsizliklerden biri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir.[1]

Ailedeki iş bölümü, çocukların sosyal yaşamda hangi davranış kalıplarıyla yaşaması gerektiği, çocuğun cinsiyetine göre ilgi duyması gereken alanlar, meslekler sistematik biçimde öğretilir. Bunun sonucu olarak, ikincil rolleri normal karşılayan, asıl kimliğini annelik etrafında tanımlayan, birçok alanda ikincilleşmeye razı olan kadınlar ve kadınlardan üstün olduklarını düşünen erkekler  yetişir.

Eğitim sistemi ve okullar hem toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden ve toplumsal kalıplardan etkilenir, hem de bunu sürdürür. Diyebiliriz ki eğitimde var olan cinsiyet temelli ayrımcılık, toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinin hem nedeni hem sonucudur.

Kadınlar ve erkekler arasında eşitsizlik, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim hayatının her döneminde devam etmektedir. Okuma yazma bilmeyenlerin ağırlıklı kısmını kadınlar oluşturmaktadır.

Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliğini iki açıdan incelemek gerekir. Birincisi sistemin her iki cinse eğitimde fırsat eşitliği sunmuyor oluşudur. Eğitime erişim güvence altında değildir ve her iki cins eşit biçimde yararlanmamaktadır. Bunun için eğitimin öncelikle eşit, parasız bir kamu hizmeti olarak sunulmasını esas alan eğitim politikasına ihtiyaç vardır. Eğitimin giderek paralı hâle geldiği ve her geçen gün daha da ticarileştiği bu koşullarda eğitimde eşitliğin sağlanması mümkün görünmemektedir.

İkincisi, eğitimin içeriği, okul kültürü, müfredat ve ders kitapları ve okul hayatının nasıl yapılandırıldığı ile ilgilidir. Eğitim sistemi biçimsel olarak her iki cinse eşit fırsatlar sunuyor görünse de, toplumsal cinsiyet eşitsizliği okul ortamında da devam etmektedir. Öğretmen tutum ve davranışları, algıları, inançları, kabulleri, okulun kültürel ortamı, müfredat ve ders kitapları, cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı körüklemektedir. Okullarda genelde kız öğrenciler, okulun ve çevrenin düzenli ve temiz tutulması, hizmet işlerinin örgütlenmesi gibi işlere yardımcı olurken, erkek öğrenciler kapı nöbeti, denetim gibi işlerle görevlendirilmektedir. Kadın işi-erkek işi ayrımını pekiştiren bu pratikler çocukların ve gençlerin toplumsal cinsiyet asimetrisini içselleştirmesini sağlamaktadır. Öğretmenlerin içinde bulundukları kültürdeki cinsel rol ayrımcılığının ne ölçüde farkında oldukları ve buna karşı tavırları, çocuklarla iletişimi, tavır ve davranışlarını, uygulamalarını etkileyecektir.

Müfredat ve ders kitaplarının içeriğinde de, erkek egemen değerler öğretilir ve benimsetilir. Hem içerik hem söylem olarak ders kitapları, cinsiyetçi öğeler taşımaktadır. Öğretmenlerden ise, resmî olarak sınırları belirlenen, yasa ve kurallarla desteklenen müfredat doğrultusunda, öğretim programlarını işlemeleri ve dolayısıyla toplumda hâkim olan ataerkil, erkek egemen yapıyı sorgulamadan, onun yeniden üretimini devam ettirmeleri ve yeni nesillere aktarmaları beklenir. Okul bu anlamda bireylerin kadınlık ve erkeklik rollerine hazırlandıkları bir aşamadır.

Liselere baktığımızda özellikle meslek liselerinde, cinsiyetçi işbölümüne uygun bir dağılım göze çarpmaktadır. Meslekî liseler, cinslere bölünmüş işgücünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Kızlara ve erkeklere istihdam yapısının ve ailedeki işbölümünün devamını sağlayacak biçimde beceri ve vasıflar kazandırılmaktadır.

Ticaret ve turizm, sağlık ve özel öğretim liselerindeki kızların oranı son on yılda düşerken, açık öğretim liselerindeki kız öğrenci oranı iki kat artmıştır. Bu durum giderek paralı olan ve aileler için maliyeti yükselen eğitimden kızların çekildiğini ve açık öğretim gibi daha ev merkezli ve maliyeti düşük öğretim alanlarına kaydığını göstermektedir.

Okul hayatının pek çok yönü, yönetimi, eğitsel, idarî ve kültürel faaliyetler gibi okuldaki işlerin tamamının cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde örgütlenmesi, geleneksel cinsiyet rollerinin yeniden üretimine neden olmaktadır. Yönetim düzeyinde de erkek egemenliği göze çarpmaktadır. Kadınlar, öğretmen olarak eğitim sisteminde sayıca yoğun olarak temsil edilmelerine karşın, idarî ve karar verme mekanizmalarında yeterince yer almamaktadırlar. Kadınlar nadir olarak müdür oldukları zaman “bayan müdür” olarak adlandırılmakta, ama hiçbir erkek müdüre “bay müdür” denmemektedir. Karar verme mekanizmalarında yer alan kadınların da, çoğunlukla evlenmemiş veya çocuk yapmamış kadınlar olduğu görülmektedir. Bunda ataerkil sistemin kadına dayattığı ev işi ve çocukların bakımının ve yoğun ev hizmetinin aldığı pay büyüktür.

Cinsiyete dayalı iş bölümü yaygın eğitimde de kendini göstermektedir. Milli eğitim sisteminin yaygın eğitim alanı da okul sistemine benzer biçimde, piyasadaki ve ailedeki cinsiyete dayalı işbölümünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Yaygın eğitim faaliyetlerine katılanların ağırlıklı kesimini kadınlar oluşturmaktadır. İstihdama dönük meslekî yetiştirme kursları tipik biçimde kadın işi ve erkek işi ayrımına uygun biçimde yapılanmıştır ve kadınlar daha çok ev, ailedeki rollerine uygun ve hizmet sektöründe istihdama dönük alanlardaki beceri kurslarına katılırken, erkekler daha iyi ücret ve düzenli istihdama dönük imalat sektörü ve teknik beceri kurslarına devam etmektedir. Okuma yazma kurslarına katılanlar da ağırlıklı olarak kadınlardan oluşmaktadır.

Eğitim sürecindeki cinsiyetçilik ile ilgili yapılan çalışmalar ve yönelimler, toplumsal yaşamın her alanında karşılaştıkları “ayrımcılık” olgusunun ve kadını ikincil konuma iten “cinsiyetçi” bakışın çözümlenmesinde ve ortadan kaldırılmasında eğitim sürecinin ve uygulamalarının gücünü ortaya koymaktadır. Ve eğitim sürecinin bu gücünün olumluya kullanılmasının değeri ve anlamı da bir o kadar büyüktür.

SİYASET

Kadınların toplumsal ve sosyal hayatın hemen her alanında ikincil pozisyonda olmaları, siyasi arenada da yetersiz temsil edilmeleri sonucunu beraberinde getirmiştir. Kadına biçilen roller, eş, anne, ev kadını tamlamasından ileriye gidemediği için, bu roller kadının kamusal alanda ve siyasi arenada yer almasını güçleştirmektedir. Erkek ise kamusal alanla bir tutulmuş, karar alıcı, kanun yapıcı olarak görülmüştür.

Kadınların siyasal varlığı daha çok sembolik görünürlük üzerine yürümektedir. Çünkü bu görünürlüğü temsil eden özne, ait olduğu grubun çıkarlarına yönelik herhangi bir eylemde bulunmasa dahi, o grubun politik yararına olumlu bir etki üretmektedir.

Kadınların biyolojik olarak temsil edilmesinin, cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılmasında bir önemi yoktur, önemli olan kadının, politik mücadelenin öznesi olabilmesidir.

IPU’nun 2017 verilerine göre parlementonun alt kanadında, kadınların %50’den fazla bir oranda temsil edildiği sadece 3 ülke, Ruanda, Küba ve Bolivya bulunmaktadır.

Siyasette cinsiyetçi dil: Siyaset, toplumun dilini besleyen en güçlü kanaldır. Ve şiddetin zemini, bu dil ile beslenmeye devam etmektedir.

İktidar partisinin belediye başkanı, adaylığının açıklanmasının hemen ardından, ne dedi yönetmek istediği kent için? Kentin ne bir özelliğinden söz etti ne orada yaşayanların beklentilerinden ne de kendisinin kentle ilgili hayallerinden… “İzmir mahallenin en güzel kızı, kim istemez ki?” dedi. Mahallenin en güzel kızını hakettiğini düşünen bir erkek iktidar, isteğini hiç çekinmeden, cinsiyetçi bir dille ifade etmektedir.

2012’de dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç ile CHP milletvekili Aylin Nazlıaka arasında geçen bir tartışmada, Nazlıaka, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasından sonra, Başbakan vajina bekçiliği yapmasın, demişti. Arınç da şanı gereği “Yüzüm kıpkırmızı oldu, yerin dibine geçtim, çok mahçup oldum. Bir bayan kendi organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” demişti. Burada kadın bedenini, cinselliğini, doğurganlığını denetlemeyi kendine hak gören anlayış, kadının cinsel organının adının söylenmesini ayıp bulmaktadır. “Anası tecavüze uğruyorsa, neden çocuk ölsün, annesi ölsün” diyen Melih Gökçek, “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” diyen Recep Akdağ, “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diyen AK Parti eski milletvekili Sefer Üstün’ün söylemleri, cinsiyet ayrımcılığının ve cinsiyetçi dilin siyasetteki yansımasını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

EV İÇİ EMEK

Cinsiyetçi işbölümünde ev, kadın için temel yaşam alanı olmaya devam eder. Kapitalist sistem, bütün kadınları dışarıda üretime katsa bile, kadını ev işinden sorumlu tutmaya devam eder, kadının evdeki köleliğinin temelleri değişmez.

Evde çocuk bakımı, erkeğin ve çocukların beslenmesi, temizlik, hasta ve yaşlı bakıcılığı vs. gibi işleri kadın, karın tokluğuna yapmak zorundadır. Bu tabii ki, doğal bir işbölümü sonucu değil, erkek egemen sistemin biçtiği cinsiyetçi bir rolün zorunlu yaptırımlarıdır. Bu işlerin, kadın doğasının bir gereği olarak “sevgi” karşılığı yapıldığı kabul edilir. Ne manevi ne de parasal bir karşılığı yoktur. Kadın tam mesai evde çalışır.

Kapitalistleşme süreci ve üretim merkezlerinin evin dışına kayması, kadın emeğini ücretlendirilmiş emekten uzaklaştırdığı gibi, kadın emeğinin ucuz emek kaynağı olarak kullanılmasına da neden olmuştur. Kapitalist sistem, erkek işçinin, burjuvaziye bağımlılığını, köleliğini üretirken, erkek egemenliği olduğu yerde kalır, erkeğin egemenliği altında, kadının evdeki köleliğini üretir. Erkek, evdeki egemenliği sayesinde, kadının emeği üzerinden, işgücünü yeniden üreterek, sermayeye artı- değer üretecek potansiyele ulaşır.

Meta üretimi ile, toplumsal hayatın üretimi, birbirinden kopuk ayrı süreçler olarak ilerlemezler. Metayı, daha doğrusu artı-değeri üreten işçinin üretim kapasitesinin belirli bir düzeyin altına düşmemesi için, birinin o işe gitmeden kahvaltı hazırlaması, ertesi günü sistem tarafından sömürülebilmesi için birinin akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Ya da bu emek gücünün sürekli bir şekilde arzının sağlanması için, birinin çocuk doğurması ve o çocuğa bakması gerekmektedir.

Kadının erkek tarafından baskı altına alınışından beri, beş bin yıldır, ev-çocuk-koca-yaşlı bakıcılığı, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumların bütününde egemen durum olmuştur. Evlilik düzeni daha baştan kadınlar için bir kölelik anlaşması olmuştur. Emeğine, evlilik sözleşmesiyle, toplum adına el konulan kadın, ekonomik olarak evde kocaya bağımlıdır.

Kadınlar, dünya gelirlerinin ancak yüzde 10’una, üretim araçlarının yüzde 1’ine sahiptirler. Evde yaratılan ekonomik değer, hesap dışıdır. Ev kadınları soyun üretimi ve yeniden üretimini sağlayan emekleriyle büyük bir değer üretmekte, ama bu, buhar olup uçmaktadır. o

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1]    Kaldıraç dergisinin 232. sayısında yayınlanan “Toplumsal cinsiyet rolleri” yazısının devamıdır.

 

Sönmeyen bir yıldız

“Kendiniz gibi olduğunuz

zaman iyisinizdir.”[1]

 

Friedrich Hegel’in, “Dünyadaki büyük işlerin hiçbiri tutku olmadan gerçekleşmemiştir,” sözlerini doğrularcasına; Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür,” vurgusundaki sönmeyen/ölümsüz yıldız(lardan)dı Yıldız Kenter…

Onun hakkında yazmış olsam da,[2] onu bir (ya da binlerce!) kez daha anımsamamak mümkün mü?

Evet; “Tut elimden yaşam, tut, bırakma bırakma,” diyen “Yıldız”da hep aşk vardı.[3]

Hem annesini, hem kendini, hem de kızını oynadığı (belki de oynamayıp, olduğu) ‘Hep Aşk Vardı’yı hem yazmış hem de tek kişilik oynamış ve “Oyuncu olarak, konum hep ‘insan’ oldu. Doğal. Bu yüzden ‘anı’ türü yazına farklı bir ilgi duydum. Aslında her tür yazıda yazarın kimliği, kişiliği, bütünün orasında burasında çıkıverir ortaya… Geçmişi durmadan anımsarız, yeniden yaşarız. Geçmişi anlatırız, bu defa oynayarak yaşarız. Şu an durduğumuz noktada, şimdi, geçmiş, gelecek hep var,”[4] demişti.

Galiba o, buydu ve bunun için de ölümsüz bir yıldızdı.

Malum Eric Hoffer, “Dünya üzerindeki gücümüz hayal ettiğimizden daha fazladır. Dokunduğumuz her şeyi kendi suretimize büründürürüz,” derken; yine “Ölümsüz olan düşüncedir, fikirdir,” vurgusuyla eklemez miydi Cengiz Aytmatov da, “Yalnız yıldızlar ölümsüzdür,” diye…

* * * * *

11 Ekim 1928 tarihinde İstanbul’da doğmuştu. Asıl adı Ayşe Yıldız olan Kenter, Olga Cynthia (Nadide) ile Ahmet Naci Bey’in çocuğu olarak dünyaya geldi. Ablası Güner, ağabeyleri Nedim ve Mahmut ile küçük kardeşi Müşfik’ten oluşan 7 kişilik bir ailede büyüyen Kenter, yokluklarla dolu ama mutlu bir çocukluk geçirir.

Yıldız Kenter, İltekin İlkokulu’nda okurken Ankara çocuk kulübünde tiyatroya başladı. Ankara Halkevi’ndeki çalışmaları görmesiyle tiyatrocu olmaya karar verdi. Konservatuvara gitmeyi kafasına koyan Kenter, annesi ve abilerinin tüm itirazlarına rağmen babasıyla gidip gizlice konservatuvara kayıt oldu. Parasız yatılı olarak… O kadar başarılıydı ki konservatuvarda sınıf atlatılan ilk öğrenci olacaktır.

Ankara Devlet Konservatuvarını bitirdikten sonra, Ankara Devlet Tiyatrosunda çalıştı. “Rockefeller” bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yaptı. Ankara Devlet Konservatuvarı’na hoca olarak atandı.

Usta sanatçı, 1956-1959’da çalıştığı Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra bir yıl Muhsin Ertuğrul ile çalıştı, daha sonra kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile Kent Oyuncuları topluluğunu kurdu.

Daha sonraki yıllarda sürekli olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ta “Değişen Eğitim Metotları” ve “Oyunculuk Metotları” üzerine çalışmalar yaptı.

1962’de tiyatroya hizmetlerinden ötürü “Yılın Kadını” seçildi. 1968’de İstanbul’da Kenter Tiyatrosu’nun binasının inşaatını tamamladı. Sinema oyuncusu olarak üç kez “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sahneledi.

1984’te Roma’daki İtalyan Kültür Birliği’nce “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. Profesör Yıldız Kenter, 37 yıl sahne hocalığı yaptı.

1989’da, Korsika-Bastia Film Festivali’nde “Hanım” filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.

1991’de tiyatro sanatına hizmetlerinden ötürü Uluslararası Lions Kulübü’nün “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. İki kez Ulvi Uraz “En İyi Kadın Oyuncu”, üç kez de aynı dalda Avni Dilligil ödülüne layık görüldü. 1994’te “Konken Partisi” oyunundaki ‘Fonsla’ rolü ile “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı yüz kadınından biri olarak onurlandırıldı.

1995’te Kültür Bakanlığı’nca, tiyatro sanatına katkılarından dolayı “Onur” ödülüne değer görüldü. 1998’de Ankara Sanat Kurumu “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülü, 1998 Muhsin Ertuğrul yaşam boyu tiyatro sanatına katkılarından dolayı onur ödülü, 1998 Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü, “Martı” adlı oyunda Madam Arcadina rolüyle 1999 Afife Tiyatro Ödülleri – En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı.

Sanatçı ayrıca, Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergiledi.

Shakespeare, Çehov, Brecht, Arthur Miller, Sergey Kokovkin gibi uluslararası yazarların yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Adalet Ağaoğlu, Muzaffer İzgü’nün oyunlarını da sahneye koydu.

Tiyatro tarihinin en önemli kadın oyuncularından biriydi Yıldız Kenter. Tiyatroya olan sevdası çok büyükken; 100’ün üstünde oyunda rol aldı, ayrıca 100’e yakın oyunda yönetmenlik yaptı. Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simón, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi pek çok yazarın yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının oyunlarını da sahneye koydu ve oynadı.

* * * * *

“Bir özgürlük tutkunu”;[5] “Ömrünü büyük bir tutkuyla tiyatro sanatına adamış bir sanatçı”;[6] “Tiyatronun temel taşlarından biri”;[7] “Tiyatro savaşçısı”;[8] “Sürekli parlayan bir yıldız”;[9] “Güçlü bir tiyatro maratoncusu”;[10] “Çorak sanat iklimimizde bir yediveren gülü”;[11] “Ülkenin onur kaynaklarından biri,”[12] olarak betimlenen Yıldız Kenter hakkında; “O kadar yetenekliydi ki bu iş için doğmuş gibi,”[13] türünden nitelemeler söz konusudur ve haksız da değildir…

Kolay mı? O; “Oyuncu, yönetmen, oyun yazarı, idareci, patron, sanatçı, hoca, diva… Carl Ebert’in raporunda; ‘Fevkâlâde. Devlet Konservatuarının bugüne kadar yetiştirdiği en kuvvetli elemandır,’ dediği bir oyuncu”dur![14]

“Bir tiyatro sanatçısı düşünün ki 1950’lerin başından 2010’ların ortalarına kadar Türkiye’nin sanat gündeminde kalmış, birbiri ardından gelen çeşitli kuşakları etkilemiş, tüm bu kuşaklara tiyatro tadını, beğenisini, tiyatro bilgi ve görgüsünü aşılamış, böylece tüm kuşakların derin sevgi ve hayranlığını kazanmıştı. Yalnızca tek kişilik “Ben Anadolu” oyunu onlarca yıl sahnelerden inmemiş, hatta gittiği yerlerde çoğu kez kapalı gişe oynamıştı.

Onun inanılmaz tiyatro yeteneği, bir sahne yaratığı olarak doğmuş olması ve bunu olağanüstü bir biçimde sergilemesi yanında, çok büyük tiyatro aşkını, tükenmek bilmeyen enerjisini, kendine uyguladığı disiplin, sadelik, sevecenlik ve sevimlilik, bu nedenlerle insanlarla iletişim kurmadaki kolaylık, ayrıca dünyada olup bitenleri sürekli olarak merakla ve hevesle izleme güdüsünü, tiyatro konusunda her şeyi okuma, görme ve izleme arzusunun hiçbir zaman tükenmemiş olması Onu niteleyen özelliklerden bir kaçıdır sadece.

Yıldız Kenter’in şahane bir tiyatro sanatçısı olduğu tartışılamaz. Ama o, aynı zamanda, şahane bir insandı.”[15] “Yalnızca bir tiyatro, sinema, kültür insanı olarak değil, mütevazı, çağının bilincinde ilerici, demokrat, iyi bir insan olarak yaşadı.”[16]

“Güçlü olduğu kadar kırılgan, sert olduğu kadar yumuşacık, inatçı, cesur, meraklı, özgür, kışkırtıcı, ezber bozan bir eğitimciydi. Ve hep aşkla tiyatro için yana yana yaşadı. Onun için yaşamak sahnede olmaktı. Oynamak soluk almak, var olmaktı.”[17]

Tüm bunlardan ötürü “İzleyicileri ona aşkla bağlandı, çünkü onları hep derinden etkiledi.”[18]

* * * * *

Oynadığını yaşayan, yaşatan müthiş oyunculuğuyla müsemma bir yıldızdı; tarihsel birikimdi…

Ankara Devlet Konservatuvarı, Nazi zulmünün önüne kattığı sanatçıların eşsiz katkılarıyla, akademik tiyatro eğitiminin çıtasını mümkün olan en yüksek düzeyine yerleştirdi.

O zamanlar oyunculuk, alışılan biçimiyle alaylı mesleklerdendi. Okulunu okumanın çok da meraklısı yoktu işin başında. Bu nedenle seçiciler oldukça hoşgörülü, anlayışıydı. Cüneyt Gökçer sınava girdiğinde sesi kısıktır. Carl Ebert ondaki yüksek istidadı görür ve ikinci bir şans verir kendisine. Cüneyt Gökçer iyileşince sınava girer, kazanır ve kariyerinin ilk adımlarını atmaya başlar.

Devlet Tiyatrosu henüz kurulmadığı günlerde Tatbikat Sahnesinde, 1945-1946 sezonunda oynadığı ‘Faust’, ilk oyunu olur Yıldız Kenter’in.

‘Yazılan Bozulmaz’, ‘Kadınlar Arasında’, ‘Anton Usta’, ‘Köroğlu’ oyunlarının ardından sıra ‘On İkinci Gece’dedir. Hocası Muhsin Ertuğrul, başrolü oynadığı oyun için bir kutlama mektubu yazar:

“Yıldız, iki gözüm kızım” diye başlayan mektup, Shakespeare gibi bir dâhinin oyununda başrol oynamanın ayrıcalıklı oluşuna dair övücü cümlelerle devam eder ve şöyle biter:

“Fakat sakın bu başlangıç seni gurura sürüklemesin, bilakis daha çok çalışmaya ve daimî bir tevazua bağlasın. Esasen ben senin dürüst ve kuvvetli seciyenden bunu bekliyorum. Bugünün hayatında çok uğurlu olmasını bütün kalbimle diler, sana Tanrı’dan muvaffakıyet, sıhhat ve saadet temenni ederim, evlâdım.”

Yıldız Kenter, meslek hayatı boyunca Carl Ebert ve Muhsin Ertuğrul’un yolundan ayrılmadı. Muhsin Ertuğrul da “iki gözü”nde tespit ettiği kişilik özelliklerinde yanılmadı. Öğrencisi mesleğine tutkuyla bağlanacak, çalışkanlıkta sınır tanımayacaktı.

Muhsin Ertuğrul’un 1958’de görevden alınmasıyla Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldı. Daha sonra ayrılık kervanına kardeşi Müşfik Kenter de katıldı. İki kardeşin İstanbul’a gelişi, tiyatro dünyası için yepyeni hamlelerin başlangıcı oldu. İlk yılın ardından sıfırdan bir tiyatro kurma hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvadılar. “Meşhuriyet” dönemi henüz başlamamıştı. Tiyatroya yalnızca dramanın hazzını yaşamak için gidiliyordu. Toplumsal dayanışma duygusu, yeni bir tiyatroyu taşıma motivasyonuna ve gücüne sahipti.

Tuğla tuğla, ilmek ilmek, koltuk koltuk örüldü yeni tiyatro. 1960 yılında seyircisiyle buluştu Kenter Tiyatrosu. Dönemin politik tiyatro modasına çok da bulaşmadan yürüdü yolunu. Yıldız Kenter, “Tiyatro benim açımdan bir düşünceyi tek yanıyla yansıtmamalı, çok yönlü bakış açıları sunarak seyirciyi düşünmeye yönlendirmeli,” derken, politik söylem için sertlik gerekmediğini ekleyerek devam etti: “Bizim Kent oyuncuları olarak belli bir duruşumuz vardı. Türkiye’nin en karanlık günlerinde adalet mekanizmasının sorgulandığı oyunlar oynadık. Repertuvarımızda daima sözü olan oyunlar yer aldı. İfade özgürlüğüne gelince; baskı ve sansür, dolaylı ya da dolaysız, bu ülkenin sanatçılarının yıllardır yüzleşmekte olduğu bir gerçektir.”

‘Miras’tan ‘Çöl Faresi’ne, ‘Üç Kuruşluk Opera’dan ‘Martı’ya… ‘Salıncakta İki Kişi’, ‘Savunma’, ‘Seneye Bugün’, ‘Gece Mevsimi’, ‘Harold ve Mode’, ‘Nükte’den… ‘Konken Partisi’nden ‘Ben Anadolu’ya… Ya da Ionesco’dan Shakespeare’e, Necati Cumalı’dan Melih Cevdet Anday’a, Çehov’dan Brecht’e uzanan cesur bir repertuvar politikasıydı o…[19]

Özetin Özeti: 60’ı aşkın yıl boyunca beş ayrı kuşaktan insanın coşkuyla izlemiş olduğu bir “diva”ydı…

Hatırlayın: 1948’de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’ oyununun Olivia’sı olarak yıldızlaştı. Ondan sonra da hiç sönmedi. 1959’da İstanbul’a yerleştikten sonraki ilk oyunu Müşfik’le oynadığı ‘Salıncakta İki Kişi’ydi. Oyunu başyapıt sayılmasa da Kenterler İstanbul’u büyülemeyi başardılar. Sonra ‘Çöl Faresi’ ile popülerlik kazandılar. Tiyatronun çetin ceviz oyunlarından olan John Osborne’un ‘Öfke’si ise onları doruğa taşıdı.

1962-1963 döneminde Ionesco’nun tek perdelik ‘Sandalyeler’ ve ‘Ders’ oyunlarının ilkinde 100 yaşında bir kadını, ikincisinde de bir öğrenciyi oynuyordu Yıldız. Her yaştan kadın oyun kişilerini rahatça yorumluyordu. 1963’te Çehov’un ‘Martı’sında canlandırdığı gencecik Nina’dan yaşça büyük, bir yıl sonra sunulan Edward Albee’nin ‘Kim Korkar Hain Kurttan’ oyununun Martha’sıyla ise yaşıttı.

Kent Oyuncuları 1964-1965 döneminde Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Operası’nın ülkemizdeki ilk yapımını sunarken, Yıldız’ın fahişe Jenny’yi epik değil de dramatik biçemde oynaması Brecht uzmanlarını kızdırmıştı. Usta bir şarkıcı ve dansçı olarak ulaştığı başarı yine de gölgelenmedi.

Kent Oyuncuları’nın ‘dünya prömiyeri’ni yaptıkları ‘Nalınlar’, ‘Fadik Kız’, ‘Derya Gülü’, ‘Pembe Kadın’ gibi Türk oyunlarının arasında -1967’de Kenter kardeşlerin ustalığı bağlamında ‘tarih yazan’- M. C. Anday’ın ‘Mikado’nun Çöpleri’ de yer alıyordu.

1968-69 döneminde, Yıldız’ın yoğun çabalarıyla Harbiye’de yapılan Kenter Tiyatrosu’nun açılış oyunu ‘Hamlet’ti. Yıldız, Kraliçe Gertrude’u canlandırıyordu.

1970’te Çehov’un ‘Üç Kız Kardeş’inde Olga, 1978’de ‘Vanya Dayı’da yaşlı anne yorumlarından geçerek 1984’te Güngör Dilmen’in -birçok kadın oyun kişisini tek kadın oyuncunun canlandırdığı- ‘Ben Anadolu’sunun ‘dünya prömiyeri’ ile gündeme oturan Yıldız Kenter 1997-98 döneminde ‘Maria Callas’ oyununda ünlü sopranoyu büyük ustalıkla yorumluyordu. 2000’lerin başında ise kendi yaşamöyküsünü anlattığı ‘Hep Aşk Vardı’ ile seyirciyi kucaklıyordu. Kısa bir süre sonra ne yazık ki Şükran Güngör’ü yitirecekti.

Kendisini emekliliğe hazırlayışı 2009-2010 döneminde ‘Kraliçe Lear’ oyunuyla başladı belki de. Ezberde zorlandığı için bir genç kızı yardımcı olarak tutan kıdemli oyuncuyu canlandırdığı bu oyunu Yıldız’ın yaşamıyla özdeşleştirmek olanaksızdı. Çünkü Yıldız, çevresindeki herkesten daha enerjikti.

Bir süre sonra ise bütünüyle emekli etti kendini…[20]

* * * * *

Ve nihayet, “Delilik korkusunun bizi hayal gücünün bayrağını dürülmüş şekilde tutmak zorunda bırakmasına izin vermeyeceğiz,” diyen André Breton’un aşkınlığını anımsatırcasına yaşayan onun için, “Bazı insanların ölümsüz olduğunu düşünürüz, onlara ölümü yakıştırmayız çünkü… O artık bir efsane olarak kalacak,”[21] diyen Filiz Kutlar sonuna kadar haklıydı.

Çünkü o, sönmeyen bir yıldızdı… o

19 Aralık 2020, İstanbul.

 

[1]    Halil Cibran.

 

[2]    Bkz: Temel Demirer, “O Ses Peşinden Sürüklenen Yıldız Kenter”, Patika Dergisi, No: 100, Ocak-Şubat-Mart 2018.

 

[3]    Zeynep Oral, “O ‘Yıldız’da Hep Aşk Vardı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2019, s. 13.

 

[4]    Hikmet Altınkaynak, “Bir Çılgının Son Yolculuğu”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[5]    Mustafa Balbay, “Yıldız Kenter: Bir Özgürlük Tutkunu!”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 11.

 

[6]    Öznur Oğraş Çolak, “Zeliha Berksoy: Yıldız Kenter Yaşamını Yitirdi”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2019, s. 13.

 

[7]    “Nevra Serezli: Yıldız Kenter Son Yolculuğuna Uğurlandı”, https://www.evrensel.net/haber/391273/usta-tiyatrocu-yildiz-kenter-son-yolculuguna-ugurlandi

 

[8]    Nedim Saban, “Kenter Tiyatrosuna Sahip Çıkılmalı”, Evrensel, 20 Kasım 2019, s. 10.

 

[9]    Orhun Atmış, “Dikmen Gürün: Tiyatronun Yıldızına Veda”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 17.

 

[10]  Ayşegül Yüksel, “Yıldız Kenter: Güçlü Bir Tiyatro Maratoncusu”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[11]  Dikmen Gürün, “O Bir Yediveren Gülü idi”, Evrensel, 20 Kasım 2019, s. 10.

 

[12]  Dikmen Gürün, “Kenter Tiyatrosu Bu Kentin Zenginliğidir”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s. 14.

 

[13]  Özlem Özdemir, “Türkiye’nin ‘Yıldız’ı”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2020, s. 2.

 

[14]  Mehmet Birkiye, “Kenter Tiyatrosu’nu Var Etmek”, Birgün, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[15]  Varol Özkoçak, “Cumhuriyetten ‘Yıldız’ Kaydı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2019, s. 2.

 

[16]  Güray Öz, “Yıldız Hanım”, Birgün, 20 Kasım 2019, s. 8.

 

[17]  “Tilbe Saran: Tiyatronun Güneşi Söndü”, Birgün, 19 Kasım 2019, s. 14.

 

[18]  Genco Erkal, “Unutulmazsın!”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s. 17.

 

[19]  Tuncer Yığcı, “Yıldız Olmak Kolay mı?”, Birgün, 21 Kasım 2019, s. 14.

 

[20]  Ayşegül Yüksel, “Yıldız Kenter’i Anarken…”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2020, s. 17.

 

[21]  Filiz Kutlar, “Tiyatronun Güneşi Söndü”, Birgün, 19 Kasım 2019, s. 14.