Ana Sayfa Blog Sayfa 92

Aşağıya değil birbirimize bakıyoruz!

Aşağıya değil birbirimize bakıyoruz!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektör Melih Bulut’un istifası talebiyle başlayan eylemleri, diğer üniversitelere de yayılarak, üniversite bileşenlerinin üniversiteleri birlikte yönetme fikrinin olgunlaşmaya başladığı bir direnişe dönüştü.

Yönetenler “Eyvah!” dediler. Ev baskınları, gözaltılarla öğrencileri susturamadılar. Direnişle baş edemeyince, tıpkı Gezi’de Kabataş yalanına sarıldıkları gibi, bu kez Boğaziçi Üniversitesi’nde sergideki bir resmi kullanarak öğrencileri ve özellikle de LGBTİ+’leri hedef gösterdiler. Bir linç kampanyasıyla beraber geçtiğimiz haftasonu iki öğrenciye tutuklama, iki öğrenciye de ev hapsi kararı çıkarttırdılar. “Evlerinde LGBT bayrakları ele geçirildi” diye açıklama yaparak direnişi hedef göstermeye ve yalnızlaştırmaya çalıştılar. Öğrencileri ve özel olarak da ezilen kesimlerin en çok ezileni olan LGBTİ+’ları hedef göstererek yeni bir saldırı dalgası başlattılar.

Her direniş sizi korkutuyor, biliyoruz.

Öğrenci hareketinin Boğaziçi Üniversitesi direnişiyle büyüyen ve tüm ülkeye yayılan direnişini susturamadınız. Direnen öğrencilere boyun eğdiremediniz. Bu kez “Kabe’mize, manevi değerlerimize saldırıyorlar” diyerek hedef gösterdiniz; ama Kabe şeklinde pastalar yaptırıp kesip yiyen sizlerdiniz. Sizin kutsalınız Kabe değil; sizin kutsalınız, dininiz, imanınız paradır. Milyonlarca emekçinin terini akıtarak, çalarak büyüttüğünüz servetlerinizdir. Sizi desteklemesini umduğunuz; açlıkla, yoksullukla, pandemi ve krizle boğuşan emekçi kesimlere ‘taşlanacak şeytan’ gösterip linç zemini hazırladınız.

Dün belki direnenleri ‘terörist’ diye adlandırarak, gözaltına alarak, tutuklayarak, direnişleri yalnızlaştırmaya çalışıyordunuz. Bugün ise kimse terörist olmakla suçlanmaktan korkmuyor artık.

Direnen işçiler de terörist size göre; öğrenciler de, LGBTİ+’lar da, kadınlar da, liseliler de, işsizler de, akademisyenler de, sanatçılar da, doktorlar da, gazeteciler de, madenlere, santrallere karşı direnen köylüler de terörist. Geriye kim kaldı? Bir avuç yardakçınız, bir avuç medya patronunuz, sanat çevrelerinin reddettiği birkaç soytarınız, onlar da kendi aranızdaki bir sonraki kavgaya kadar… Bir de kendi hassasiyetiniz yeşil dolardan başka bir şey olmasa da onların “hassasiyetini” yalanlarla kullanabildiğiniz açlık, yoksulluk arasına sıkışmış emekçi halkın hâlâ sizi destekleyen kesimi de terörist değil, şimdilik… Milyonlarca emekçi, başını avuçlarının arasına alıp kara kara yarınını düşünüyor. Onlara daha fazla sömürü, daha fazla borçtan başka vaat edecek hiçbir şeyiniz yok. Bu yüzden, onların da boyun eğmeden direnen işçiler gibi, tüm baskılara başkaldıran öğrenciler gibi başlarını kaldırmalarından korkuyorsunuz. Büyüyen ekonomik ve siyasal krizin, yaşam koşullarının yarattığı öfkenin iktidarınıza yönelmesini engellemek için, halkın bir bölümünü diğerine karşı düşmanlaştırmaya çalışıyorsunuz.

Başaramayacaksınız.

Aşağı bak dememiş de aşağıdan demiş, ne âlâ!

Her işçi direnişine saldırmak, her öğrenci eylemini hedef göstermek, kadınların direnişini kırmaya çalışmak, Yalova’da alevi evi işaretletip, Van’da helikopterden insan atmak; aşağı bak demektir. Direnen bunu böyle anlamış, yanıtını buradan vermiştir.

Direnen işçiler “Aşağı bakmayacağız” diyor. Öğrenciler, akademisyenler, kadınlar, LGBTİ+’lar, “Aşağı bakmayacağız” diyor.

Aşağı bakmayanlar, birbirlerinden güç alıyor.

“Aşağıdan” olan direnişin kendisidir, irili ufaklı onlarca direniş, çoğunlukla birbirinden kopuk, dağınık.

Ama işte o da gün yüzüne çıkıyor. Korkunuzu da bundan tanıyoruz.

Korkun.

Her direniş, birbirinden öğreniyor, birbiriyle daha da yakınlaşıyor. Tüm direnişler bir bütünün parçasıdır. Bugün direnen tüm toplumsal kesimlerin taleplerinin arkasında durmak hepimizin görevidir.

Direnen Boğaziçi öğrencilerinin talepleri, talebimizdir:

  1. Tutuklanan öğrenciler derhal serbest bırakılsın, ev hapsi uygulaması kaldırılsın!
  2. Polis, kampüsü ve çevresini bir an önce terk etsin!
  3. Kayyum Melih Bulu ve tüm kayyumlar derhal istifa etsin!
  4. Rektörlük seçimleri, üniversitelerin tüm bileşenlerinin katılımıyla demokratik bir biçimde yapılsın!
  5. LGBTİ+lara yönelik nefret söylemi suç kapsamına alınsın!

Bugün hepimize düşen, birbirimizle hareket etmek, başını avuçlarının arasına alıp kara kara geleceğini düşünenlerin de koluna girip, açılan ve gelişen bu yolu kararlılıkla yürümektir.

Saldırılar karşısında savunmayı savunmak – Seher Eriş / Mehmet Eroldu

Son 4-5 ay tüm toplumla birlikte özellikle avukatlar için oldukça sıra dışı ve hareketli geçti. Öncelikle yazın ilk günleri ile gündeme gelen “çoklu baro” yasa tasarısı, avukatlar ile başlayan ve Saray Rejimi’nin kendine tehdit olarak gördüğü tüm meslek örgütlerine yönelecek yeni bir saldırı dalgasının habercisi oldu. Nitekim ilerleyen zamanda TTB’yi kapatma çağrıları ve TMMOB yasasında planlanan değişikliklerle hiç vakit kaybetmediklerini de gözler önüne serdiler.

Bu süreç içerisinde TBB Başkanı Metin Feyzioğlu açıktan Saray’ın yanında tutum alırken, barolar arasında da gözle görülür bir yaklaşım farkı açığa çıktı. Bu yaklaşım farklılığı özellikle çoklu baro yasasına karşı ve baro genel kurullarının hukuka aykırı bir şekilde iptal edildiği süreçte gerçekleşen eylemlerde somut bir şekilde hissedildi. Çoklu baro eylemlerinde barolardan ve hukuk örgütlerinden bütünlüklü bir mücadele ortaya çıkamamış olsa da gerçekleşen eylemlerin daha örgütlü ve sürdürülen mücadelenin daha bütünlüklü olması gerekliliği ihtiyaç olarak hissedildi.

Avukatlar olarak bizlerin, özellikle mesleğimizi icra etmeye yönelik saldırıları göğüsleyebilecek, direngen tutum alabilecek meslek örgütlerine sahip olması önümüzdeki dönem için büyük önem arz etmektedir. Bu anlamda baroların da yaşananları iyi analiz ederek geri tutum aldıkları süreçlerde nerede ve hangi biçimde yer alacaklarına karar vermeleri önemli. Zira tam da avukatlara dönük saldırıların yoğun bir şekilde yaşandığı bu süreçlerde, baroların teslim olmak ya da mücadele etmek yollarından birini tercih etmesi gerekiyor.

Mücadele etme iradesini çekingen bir şekilde gösteren bir kısım baro, avukatların eylemlerini kontrol altında tutmak istercesine, yer yer avukatların önünü kesmeye dönük hamlelerde bulunmuştur. İstanbul Barosu’nun çoklu baro yasasına karşı Ankara’da gerçekleşecek merkezî eylem için İstanbul’dan kaldırılacak otobüsleri son anda iptal etmesi veya baro genel kurullarının iptal edilmesine karşı sadece yazılı açıklamalar yaparak avukatların eylemine destek vermemesi mücadele konusunda çekingenliğini göstermiştir.

Bir an için avukatlar olarak kendimizi yaşanan tüm bu saldırıların, olan bitenin dışına koyar ve özellikle bazı baroların yaptığı “muhalefeti” düşünürsek; avukatları dışlayan eylemliliklerin, özellikle kitleselleşmemesi için uğraşılan yürüyüşlerin yahut “uslu çocuk” algısını bozmamak için kelimesi kelimesine dikkat edilen açıklamaların ne denli zımni destek anlamına geldiğini kolayca kavrayabiliriz. Buna rağmen azımsanamayacak bir avukat kitlesi barolardan mücadeleye dair gerçek bir irade göstermesini bekledi desek yanlış olmaz. Beklentinin açığa çıkışını hem illerde gerçekleşen basın açıklamaları hem de çoklu baro eylemleri sürecinde Ankara’da yapılan merkezî eylemlilikler üzerinden tartışmak mümkün. Başta İstanbul Barosu olmak üzere tüm barolar dik durdukları takdirde yanlarında bir avukat ordusunun mücadele etmeye gönüllü olduklarını görecektir.

İzmir Barosu gibi bazı barolar ise saldırı dalgasında iyi bir tutum almış özellikle çoklu baro yasasına karşı eylemlerde belirgin bir şekilde yer almış, barosuna bağlı avukatlarla beraber eylemleri sürdürme irade ve cüreti göstermiştir.

“Çoklu baro” tasarısının kanunlaşmasının ardından bir başka kırılma noktası ise baro genel kurul ve seçimlerinin genelge marifetiyle engellenmesi oldu. Mevcut baro yönetimlerinden bir kısmı yine göstermelik tepkilerle sadece yazılı “kınamalar” ve idarî yargı başvurularıyla süreci ne yazık ki geçiştirmeyi tercih etti. İdarî yargıdan bir netice alınamayacağının aşikâr olması bir yana böyle tutum alan barolar nezdinde; iktidarın saldırısı karşısında çoklu baro sürecinde olduğu gibi örtülü destekte bulunma durumu meydana gelmiş oldu. Aralık ayı başında ise kimi barolar bu zımni desteği açığa çevirerek ikinci ertelemeyi kendiliğinden talep etti.

Bazı barolar ise bu hukuka aykırılıklar karşısında “yasaklarınıza rağmen avukatlarla kongre merkezlerinde olacağız, genel kurulumuzu yapacağız!” diyerek sesini yükseltti.

Baro olarak bu sürecin dışında kalındığı İstanbul’da, hukuk örgütleri ve seçim grupları ilk erteleme kararına karşı genel kurul yapmaya yönelik birlikte açıklamalar gerçekleştirdi. Gelinen noktada oluşturulan beraberliğin yetersiz ve kimi yerlerde temsilî düzeyde kalmış olduğu söylense de bu durum -İstanbul Barosuna olan eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla- hukuk kurumlarının ortak hareket etmek yönünde önemli bir adımı olarak ele alınmalıdır. Ancak görüldüğü üzere saldırılar karşısında parçalı şekilde ilerleyen bir mücadele pratiğine tanık olduk.

Geçtiğimiz günlerde, “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklif” ismiyle duyurulan ancak karşılığı avukatlık faaliyetini ve temel hak ve özgürlükleri kısıtlama beyannamesi olarak pratiğe yansıyacak bir teklifle karşı karşıya kaldık.

Avukatlara, mesleğini ifa ederken; izleme, tanıma, şüpheli işlem bildirimi, şüpheli para muhafazası gibi yükümlülükler yükleyen bu düzenleme; avukatın muhbir hâline getirilmek istenmesinin ifadesidir. Bizleri, yapmış olduğumuz işlemler hakkında bilgi ve belge verme, şüpheli işlem ibrazı, muhafaza yükümlülüğü gibi fiillerle yükümlü kılan, avukatlık mesleğinin özüne ve ruhuna açıkça aykırı olarak sır saklama yükümlülüğünü yok eden söz konusu kanun teklifi saldırıların sürekli ve şiddetli bir şekilde yaşanacağının somut örneğidir.

Söz konusu düzenleme salt avukatlık mesleğinin değil bir bütün olarak işçi, ekoloji, kadın, çocuk, LGBTİ+ ve insan hakları konusunda faaliyet yürüten dernekler ve demokratik kitle örgütlerini hareket edemeyecek hâle getirmeyi hedeflemektedir. Zira derneklere kayyum atanması ve faaliyetlerinin İçişleri Bakanı kararıyla geçici olarak durdurulması da söz konusu teklifte yer almaktadır. Bu düzenlemenin bu kadarla sınırlı kalmayacağı, TTB ve TMMOB gibi meslek örgütleri, baro ve sendikaları da kapsayacağı aşikâr.

Bir yandan bu süreçler yaşanırken bir yandan da pandemi ve ekonomik kriz daha da yakıcı bir şekilde hissedilir oldu. Özellikle genç ve işçi avukatlar zorlaşan şartlara bağlı olarak krizin ve pandeminin sonuçlarını daha da yakıcı bir biçimde hissetmektedirler. Asgarî ücrete veya biraz üstünde bir ücrete çalışan işçi avukatlar ile kıt kanaat ay sonunu getirmeye uğraşan kendi işini yapan avukatlar hem (belki de şu an şehirlerin en kalabalık kapalı alanları olan) adliyelerde virüsle burun buruna çalışırken hem de büyük bir ekonomik sıkıntı ve belirsizlik içerisinde yaşamlarını idame ettirmeye çabalıyorlar. Avukatların kendi meslekî sorunları için pek çok baro bırakın mücadele etmeyi bu sorunlara gözlerini yummuş bir vaziyette neredeyse söz bile üretmiyor, yaşanılan sorunların gerçekliğinden uzak açıklamalarla kendini ortaya koymaya çabalıyorlar. Oysa avukatlık mesleğini icra ederken karşılaşılan sorunların ve mesleğe dönük saldırıların mücadeleye esas alınması ve ortak mücadele hattı geliştirmek acil bir ihtiyaç olarak düşünülmelidir.

Mevcut tablonun ortaya koyduğu durum, avukatlar açısından büyük bir sıkışmanın yaşandığıdır. Lakin sıkışmanın sadece avukatlara özgü olduğunu düşünürsek yanılmış oluruz. Her gün tanık olduğumuz ve hissettiğimiz haksızlıklara, adaletsizliğe, açlığa ve yoksulluğa karşı toplumun farklı farklı dinamikleri üzerinden mücadele alanları gelişmektedir. Özellikle işçi ve genç avukatlar hem mesleklerine dönük saldırılar hem de mesleğin icrasından kaynaklı sorunlar çerçevesinde bir arayış içindedirler. Görüyoruz ki mücadelenin gelişme kanalları bazı zamanlar ne yazık ki mevcut baro yönetimlerince tıkanmış hâldedir. Saray Rejimi ile belli başlı barolar arasında yaratılmış sahte bir karşıtlık söz konusudur. Fakat bu karşıtlığın tek işlevi avukatların saldırılara ve sorunlara karşı rahatsızlığını eylemsiz ve istikrarsız kılmaktır. Yine de buna rağmen mücadele etmek isteyen, ikinci bir yol arayan avukat ve baroların sayısı azımsanamaz.

Bugün, kendisini gerçekten avukatların örgütü olarak niteleyen ve mesleğine sahip çıkmayı arzulayan tüm baro ve avukatların önünde bir yol ayrımı durmaktadır. Eminiz ki Saray Rejimi’nin başlattığı saldırı henüz “buz dağının” sadece görünen yüzüdür. Biliyoruz ki ne zaman ağızlarını “hukuk reformu” diye açsalar daha fazla hukuksuzluk karşımıza çıkacaktır. Önümüzdeki yol ayrımı ya bütün bu zorluklar karşısında dağılmak ve Saray’ın istediği avukatlardan olmak ya da mesleğimize sahip çıkan, bizimle beraber hukuksuzluğu, adaletsizliği yaşayan tüm kesimlerin mücadelesine ortak olan bir örgütlülüğü yakalamaktır. Yaklaşan baro seçimleri bu örgütlülüğün adımlarını atmak için bir fırsat olarak önümüzde durmaktadır. Mücadeleyi ileri taşımak isteyen tüm kişi ve kurumlar için elini taşın altına koyma vakti gelmiştir. Toplumsal ve meslekî sorunları kendine esas alan bir birliktelik, mesleğe yönelen saldırıları göğüsleyebileceği gibi baro seçimlerini kazanmaya da aday olacaktır. Önümüzde avukatlar için olduğu kadar barolar ve toplumun bütünü için de çetin günler durmaktadır. Bu bağlamda bizlerin örgütlülüğü ve kararlılığı şüphesiz mesleğimizin kaderinde belirleyici, toplum için etkileyici olacaktır.

“Özgürlük ve demokrasi cennetinden” sevgilerle…

‘İktidar gizlemesini bilenindir’ denmiştir. Gizleme işi de her dönemde eğitimli-diplomalı kesimler tarafından kotarılıyor. Gizleme, yalan, tahrifat, yok sayma, adıyla çağırmamayla, mümkün oluyor. Resmî tarihe, resmî ideolojiye dayalı bir eğmen ideoloji üretiliyor ve peydahlanan egemen veya resmî ideoloji kitleler tarafından içselleştirildiğinde amaç hasıl oluyor. Dolayısıyla, egemenlik sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete, devlet terörüne dayanmıyor… Başka türlü söylersek, iktidarın sürekliliği, ezilen ve sömürülen sınıflar nezdinde bir gönüllü kabullenme, gönüllü kulluk-ideolojik kölelik yaratmakla mümkün oluyor. Egemen/resmî ideoloji, olmayanı varmış gibi sunmayı başardığında da amaç hasıl oluyor… Bir inanç kategorisi hâline gelen egemenin söylemi, artık sorgulanmaktan da muaf oluyor…

Sadece Amerika’da yaşayanlar değil, dünyanın her yerindeki insanlar ABD’deki rejimin ‘demokrasi’ olduğunu sanıyor, öyle olduğuna inanıyor. Neden? Söylemin gücü sayesinde… Oraya, demokrasinin beşiği, “özgürlük ülkesi” [Land of the free] diyorlar… Oysa ABD kurulduğu 1783 yılından beri demokrasinin yanından bile geçmedi… Gerçi bir demokrasi vardı ama orada geçerli olan köle sahiplerinin demokrasisiydi… Devletin kuruluşunu izleyen ilk 34 yılın 32’sindeki devlet başkanları köle sahibiydi… Oradaki rejimin demokrasiyle, özgürlükle bir ilgisi yoktu ama şiddetin ve devlet terörünün merkezi olduğu kesindi… Ne demekse kıtanın yerli halkları vahşi jenositlerle (soykırımlarlarla) yok edildi… Milyonlarcası hunharca katledildi, katliam artıkları da rezervasyon denilen alanlara hapsedildi… Afrikalı Siyahlar hayvanlar gibi avlanıp gemilere yüklenerek yeni dünyaya taşındı… Devlet köle emeği üzerinde yükseldi… Yeni rejim Avrupalıların üstün saydıkları ırkçı kolonyalist kültür üzerine bina edilmişti… Demokrasi ve özgürlük şampiyonu ABD’nin yönetici elitinin Afrikalı kölelere reva gördüğü muamele, insan havsalasını zorlayacak boyutlardaydı… Zenci kölelerin maruz kaldığı vahşet ve kıyıcılığı -işkence, katil, aşağılama, ölesiye çalışmaya zorlama- anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalırdı… Birleşik Devletler sadece mülk sahibi Beyaz Hristiyanlar için ‘demokrasi ve özgürlük ‘ ülkesiydi… Sınırsız sömürme özgürlüğü densin…

ABD’yi köle sahiplerinin, kapitalistlerin kurduğu/kurdurduğu iki parti yönetiyor… İnsanlar her dört yılda sandığa gidip, oligarşinin iki partisinden birine oy veriyor… Oligarşinin bir partisine değil de diğerine oy vermekle şeylerin seyri değişir miydi? Lâkin bir işe yaradığı aşikâr: kitleleri aldatmaya/oyalamaya yarıyor… Esasen seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Ortada gerçek bir temsil ilişkisi yok… Zaten Kongre üyelerinin %39’u milyoner… Kendilerine oy verenlerle değil, başka şeylerle ilgileniyorlar… Zamanın çoğunu fon toplamakla geçiriyorlar… Geride kalan son 10 yılda federal hükümete güven %15’le %20 arasında seyrediyor… Başka kurumlara güven de daha yüksek değil.

Son seçimde Trump kaybetti ama 2016 seçimlerine göre oyunu 16 milyon artırdı… ABD tarihinde en çok oy alan Cumhuriyetçi başkan adayı oldu… Tutarsız, kaba, günde ortalama 7 kere yalan söyleyen, başkan seçilmeden önce defalarca hâkim karşısına çıkmış, 150 hileli iflasa adı karışmış, ırkçı hezeyanlarını gizlemeye bile gerek duymayan, Siyahlara, kadınlara, Latin kökenlilere, Müslümanlara sürekli saldıran bu adama onca insan neden hâlâ oy veriyor? Kitleler geleneksel siyaset tarzından memnun değil, sorunları ‘güçlü bir liderin çözebileceğini’ düşünüyorlar. Trump kendini alışılmışın dışında biri olarak sunuyor… İnsanların ona yönelmesi bu yüzden. Aksi hâlde ırkçı-faşizan eğilimlerini gizlemeyen bir lideri desteklemeleri mümkün olmazdı… En çok oyu ırkçı beyazlardan alıyor… Aslında Trump’a oy vermek, kendine karşı oy vermektir… Trump’ın korona virüsü (Covid-19) nasıl yönettiği ortada. Dünyada koronadan ölen her beş kişiden biri ABD’de, oysa nüfusu dünya toplam nüfusunun %4’ünden az… Buna rağmen oy verenlerin sayısının artması rahatsız edici değil mi?

Tüm politikaları zenginleri gözetiyordu ama düşük eğitimli kesimlerden hâlâ çok oy alabiliyor… İnsanların çoğu para babalarından daha çok vergi alınmasını isterken, Trump tam tersini yaptı… Açıkça cinsiyet ayrımcılığı yaptığı hâlde, Beyaz kadınlardan çok oy alması da düşündürücü… Yabancı düşmanlığını gizlemedi, ırkçı eğilimleri açık, Meksika sınırına duvar örme niyetini ilan ettiği, Latin kökenli binlerce çocuğu kamplara hapsedip, “legal yollardan” gelmeyenleri sınır dışı etmekle tehdit ettiği hâlde, Latinlerden aldığı oy 2016 seçimlerinden %6 daha fazla… Bunu umutsuz insanların ‘güçlü liderden medet ummaları’ olarak görmek mümkün… Bilincin manipülasyonunun doğrudan sonucu… Benzer durum başka yerlerde de öyle. Türkiye’de, Brezilya’da, Hindistan’da, Macaristan’da vb.

ABD dünyanın en zengin ülkesi [2019 yılında ‘kişi başına düşmeyen (milli) gelir 62 bin 606 dolardı…]. Buna rağmen nüfusun %58’i geçim sıkıntısı çekiyor. Birçoğu da birkaç işte çalışmadan ayın sonunu getiremiyor. 65 yaş üstü çok sayıda insan emekli maaşıyla geçinemediği için çalışmak sorunda. Amerikalıların %40’ının (yaklaşık 130 milyon kişi) acil durumlarda kullanabileceği bankada 400 doları bile yok… 80 milyon insan (nüfusun %25’i) önemli sağlık sorunuyla karşılaştığında tedavi masraflarını ödemekte zorlanıyor. Geride kalan 10 yılda 50 bin sağlıkçı kadrosu iptal edildi ve onlarca hastane ve sağlık kurumu kapandı… 1985 yılında orta düzeyde eğitimli 4 kişilik bir ailenin, temel ihtiyaçlarını (konut, beslenme, sağlık bakımı, ulaşım, eğitim…] karşılamak için 30 hafta çalışmak yetiyordu. Bugün 53 hafta çalışmak zorunda… Son yıllarda yetişkin nüfusta ölüm oranının yükselmekte oluşu da şaşırtıcı değil. Geride kalan 20 yılda sefalet ortamına sürüklenmenin sonucu 600.000 insan intihar etti…

Neoliberal gerici ekonomik ve sosyal politikaların doğrudan sonucu olarak, zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü… Esasen kapitalizm dahilinde başka türlü olamazdı… Nitekim en zengin binde bir [%0.1], %90’ınki kadar servete sahip. En zengin 3 kişi [işbitirici kapitalist] nüfusun yarısı kadar zenginliğin sahibi… Bundan 40 yıl kadar önce bir şirket yöneticisi [SİYO] ortalama işçi ücretinin 40 katını kazanırken, bugün fark 278… Ortalama bir beyaz aile bir siyah aileden 13 kat fazla kazanıyor… Tabii sosyal eşitsizlik de artan şiddetle birlikte yol alıyor… Her 15 dakikada bir kişi ateşli silahla öldürülüyor. Bu oran, diğer Batılı ülkelerin 25 katı… [ABD’de 100 kişiye 121 silah düştüğünü de unutmamak gerekir]. Her yıl 1 milyondan fazla cürüm (cinayet, ırza geçme, hırsızlık, her türden şiddet…] işleniyor. 6,7 milyon kişi cezai takip altında (hapis, ev hapsi, elektronik bilezik, şartlı tahliye vb.]. Dünyada hapisteki tüm kadın ve kızların üçtü biri ABD’de… İşte pek özenilen ve ileri demokrasi modeli olarak sunulan land of the free’nin gerçek manzarası böyle…

Joe Biden’a bağlanan umudun bir karşılığı yok!

Trump öncesine dönmek, onun aşırılıkları törpülemek, bir düzeltme operasyonu şeylerin seyrini değiştirmez. Elbette Trump gibi bir şahsiyetin sahneden çekilmesi ‘rahatlatıcı’ ama Amerikan toplumunun yüz yüze olduğu sorunlar ‘radikal’ önlemleri, politikaları varsayıyor. Toplum aşırı düzeyde kutuplaşmışken, üstelik Seneto’da Trumpçı çoğunluğu varken, iç politikada Biden’ın hareket alanı sınırlı… Mesela asgarî ücreti dişe dokunur oranda yükseltemez. Sağlık ve eğitim sisteminde radika bir iyileşme yapamaz, zenginlerden alınan vergileri yükseltemez, aşırı gelir adaletsizliğiyle yüzleşemez… Müesses nizam bunları yapmasına engel… Toplum iki düşman kampa bölünmüşken, kutuplaşma zirve yapmışken, popülizm ve aşırı sağın dayatması ortadayken, içeride kayda değer bir ‘yenilik’ mümkün görünmüyor. Dış politikada Biden’ın hareket alanı görece daha geniş. NATO’yu takviye edebilir, Avrupa’yla ilişkileri düzeltebilir ama Çin ve Rusya’ya yaklaşım daha da sertleşerek devam eder… İklim Anlaşmasına dönmek gibi, Birleşmiş Milletler Örgütüne daha yumuşak davranabilir ama mesela Orta Doğu politikası değişmez…

Umut gençlerde…

ABD’de son yıllarda gençlerin sosyalizme ilgisi artmakta. Sadece gençler de değil, toplumda sosyalist ideolojiye yönelimin büyüdüğü anlaşılıyor. Nitekim, Gallup Enstitüsü tarafından yapılan bir anket, 18-29 yaş aralığındaki gençlerin %51’inin sosyalizme olumlu baktığını gösteriyor. Aynı anket, toplumun tamamının %37’sinin de gençler gibi düşündüğünü gösteriyor. Aslında Bernie Sanders’in politik arenada görünmesiyle, siyaset algısının değişmekte olduğu anlaşılıyor. Sosyal kötülükler, ekolojik yıkım ve iklim krizi, siyaset algısını değiştiriyor… Bundan yüz yıl kadar önce Rosa Luxemburg ya sosyalizm ya barbarlık demişti. Şimdilerde insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişken, artık ikilemi ya komünizm ya ölüm şeklinde ifade etmek gerekiyor…

Saray Rejimi ve 2021 bütçesi

Aralık ayı, 2021 bütçe görüşmeleri ile meclisin “şenlendiği” bir ay oldu. Aslında, bütçe görüşmeleri, meclisin gündem olmasına olanak sağladı. Mesela CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, kendini aşan bir tempo ile “Cumhurbaşkanı adayı olmadığımı nereden biliyorsunuz” dedi Öyle ya, eğer seçim olacaksa, Erdoğan’ın karşısına kim aday olursa kazanır. Hele seçim demokratik bir seçim olacaksa, Erdoğan’ın kazanma şansı da kalmaz. Sadece bu değildi “parlamentoyu” şenlik yerine çeviren. Bütçe için HDP’den gelen eleştiriler, Saray çevrelerini rahatsız etmiş olmalı. Soylu, böylesi rahatsızlıklar varsa, kendi yerini sağlamlaştırmak için hemen şova başlar. Öyle oldu. HDP milletvekillerine hakaretler yağdırdı. Üzeri çıplak koşan bir adamın, pantolonunda bombalar taşıdığını söyledi ve bu nedenle böylesi saldırılara devam edeceğiz dedi. Bu sözler, hem Bahçeli tarikatını, hem de Erdoğan tarikatının Saray bölümünü mutlaka keyiflendirir ve bu da Soylu’nun yerini sağlamlaştırır. İşte Soylu böyle düşünüyordur. Ama iyice bakabilse, Erdoğan’ın, Damat’ı koruyamadığını görebilecektir. Damat, Soylu ona vakti ile omuz attığı için götürülmedi. Soylu, Damat’ın gidişinden kendi yerinin sağlamlaştığını düşünüyor olabilir. Ama mümkün değildir. Damat işinde Biden’a hazırlığın büyük katkısı vardır ve Soylu’nun katkısı sıfırın bir dirhem dahi üzerinde değildir.

Soylu, HDP milletvekillerine hakaretler yağdırdı. Şimdi karşılık olarak yerini sağlamlaştırmayı bekliyor.

Ama bu arada, bütçe görüşmelerinde epeyce bilgi ortaya çıkmış durumdadır.

Belki de bu bilgiler, bize, Saray Rejimi hakkında da biraz daha fazla bilgi verecektir.

Bize göre Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bütçe 2021, bunu doğrulamaktadır.

2021 yılı için Saray Rejimi’nin öngördüğü bütçe, 1 trilyon 346 milyar TL’dir. Bu rakam, devletin öngörülen harcamalarıdır. Saray bu bütçeyi hazırlıyor. TBMM diye var olduğu sanılan parlamento, aslında bu bütçeyi onaylıyor. Onaylamaktan başka bir şey de yapamaz. Bu arada bütçe görüşmeleri için, herkese konuşma hakkı veriliyor. İşte şenlik de böyle başlıyor. Bütçe, bir anlamda yok sayılan ve işlevsiz kılınan parlamentonun, ses verebilme olanağı olmuş. Bunun ana iki nedeni ise ekonomik krizin ağırlaşması ve pandemi süreci ile birleşmesidir. Bu nedenle, mızrak artık çuvala sığmıyor ve bütçe üzerindeki görüşmeler sonucu itibarı ile önemsiz olsa da, gündem oluşturmaya yarıyor.

Bahçeli tarikatı (MHP bir parti değildir, AK Parti bir parti değildir, tarikat uygun düşmektedir), hemen bir yasa hazırlamalı, “bundan böyle bütçe görüşmeleri olmamalıdır, bu güvenlik sorunu yaratmaktadır.” Ya da yasa şöyle de olabilir, “bütçe görüşmelerinde söz alıp konuşmak yasaktır.” Bu ikincisi daha yerinde olur. Böylece, ihtiyaç duyulan “yabancı sermayeye”, “bakın parlamento çalışıyor ve 2021 yılı bütçesini de kabul etti” denilebilir. Bu durum piyasaları rahatlatır. Eminiz ki, Bahçeli tarikatı bu öneriyi getirirse, Erdoğan tarikatı bunu hemen kabul eder. Böylece gelecek sefer, parlamentoda aykırı sözler de söylenmemiş olur. Dertlerine deva olur mu bilemeyiz. Çünkü, her geçen gün sayısız kişi, Erdoğan’a hakaret etmektedir. Erdoğan, yüksek kibir ile yoğrulmuş olduğundan, her alanda rekorun kendisinde olduğunu ispat etme gayretindedir. Her gün kendine hakaret edenleri saydırmaktadır. Dünya rekoru elindedir ve bunu mahkeme kararı ile tescillemek isteğindedir. O nedenle, her gün hakaret davası açmaktadır. Bu işin sonunda hakaretler azalmıyor, ama Erdoğan’ın tazminat gelirleri artıyor. Gelecekte, parası çok olanlar, hakaret edip parasını peşin ödeyecekler gibi görünüyor. Bu durumda mecliste konuşulmasının yasaklanması da tam bir çözüm olmayabilir.

Bütçeye bakalım.

2021 bütçesi, 1 trilyon 346 milyar TL.

Bütçenin, harcanacak olan bu paranın, 179,5 milyar TL’si faiz harcamalarıdır.

Faiz dışı harcama, 1,166 trilyon TL olacak.

Bütçe harcamaları, 3 ana başlıkta sınıflandırılıyor. 1- Kamu idareleri. Bunların harcaması 1 223,5 milyar TL. 2- Özel bütçeli idareler. Bunların planlanan harcaması 119,9 milyar TL ve nihayet 3- Düzenleyici ve denetleyici kurumlar. Bunların harcaması da 2,7 milyar TL.

Böyle bakarsanız, harcamaların detaylarını görebilmeniz zor olur. Ama daha detaylı bir bakış için, bakanlıkların harcamalarına bakabilirsiniz. Hani, sık rastlarsınız, Eğitime şu kadar bütçe ayrıldı, savunma sanayiine şu kadar diye.

Mesela Hazine Bakanlığının bütçesi 570 milyar TL. Bütçenin neredeyse yarısı gibi. Bu 570 milyar TL’nin, 384 milyarı “cari transferler” başlığını taşıyor, 179,5 milyar TL’si ise faiz ödemeleridir. 9,3 milyar TL tutarında da “sermaye transferleri” var.

Cari transfer, sermaye transferi, sermaye gideri gibi kavramlar önemli. Mesela Jandarma Genel Komutanlığı bütçesinde böylesi kalemler yok. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi 146,9 milyar ve bunun 119,6 milyar TL’si personel giderlerinden oluşuyor (bütçe rakamları sbb.gov.tr adresinde var. Burada hazırlanan bütçenin 33. sayfasında bir genel özet bulunur. Personel giderleri, personel ödemeleri ve sosyal güvenlik ödemeleri diye ayrılır. Muhtemelen kamuda çalışanların sosyal güvenlik ödemeleri, kurumlar arasında özel bir işlemle hâllediliyordur). Yani, MEB bütçesinde “sermaye transferleri”, “cari transferler” yok.

Ulaştırma Bakanlığının 49,1 milyar TL’lik bütçesinde, 19,5 milyar TL cari transferler, 15,2 milyar TL sermaye giderleri ve 14 milyar TL sermaye transferleridir. Sermaye transferleri, cari transferler vb. gerçekte, birkaç müteahhide, Saray işadamlarına aktarılan paraları göstermektedir.

Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesi 22,8 milyar TL’dir ve bunun 12,2 milyar TL’si “cari transferler”den oluşmaktadır. Hangi kulüplerin ne alacağı herhâlde buradan belirlenmektedir.

Mesela Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 155 milyar TL’lik bütçesinin 147,6 milyar TL’si, “cari transferler”den oluşmaktadır. Bu rakamlar aslında büyük oranda AK Parti adına dağıtılan paraların bir bölümüdür. Asgarî ücret tespit komisyonunun baş aktörü bu bakanlıktır ve işi, “ulufe” dağıtmaktır. Bakan Hanım, utanmadan, intihar eden bir kişinin ardından “yoksulluk” diye bir şey yok demektedir.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 11,9 milyar TL bütçesi var ve bunun 6 milyar TL’si cari transferler, 4 milyar TL’si sermaye transferleridir. İşte iktidara yakın sermaye başta olmak üzere sermayenin en çok dikkat ettiği rakamlar, bu “cari transferler”, “sermaye transferleri” kalemleridir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün bütçesi 3 milyar TL civarındadır ve bunun 1,89 milyar TL’si “cari transferler”dir.

Eğer tabloya, 2021 bütçesine, gider kalemleri açısından bakacak olursak tablo şöyledir.

  • 380,1 milyar TL personel ödemeleri (sosyal güvenlik dahil).
  • 89 milyar TL mal ve hizmet alım giderleri. Mesela lüks arabalar bunun içindedir.
  • 179,5 milyar TL faiz giderleri.
  • 605 milyar TL cari transferler.
  • 103 milyar TL sermaye giderleri (bunun 18,5 milyarı Sağlık Bakanlığı, 15,5 milyar TL’si Ulaştırma Bakanlığı, 11,3 milyar TL’si Milli Eğitim Bakanlığı eli ile).
  • 49,4 milyar TL sermaye transferleri.
  • 37,9 milyar TL borç verme.
  • 9,8 milyar TL yedek ödenek.

Demek ki, “rant-yağma-savaş ekonomisi” derken tam da gerçeği söylüyoruz.

Saray Rejimi, en kolay şekilde rüşvet yenilecek alanlarda, betona dayalı soygun modellerini devam ettirecektir. Saray Rejimi, açık olarak, devlet kaynaklarını, devlet eli ile kamu kaynaklarını sermayeye transfer etmektedir. Bu, sermayenin Saray Rejimi ile daha fazla yakınlık kurma ihtiyacının da temelidir.

Elbette bu harcamaların, bir de gelirler bölümü vardır.

Bütçe gelirlerinin toplamı, 1 trilyon 101,1 milyar TL.

Gelirler, vergi gelirlerinden oluşuyor.

Gelir vergisi: 195,3 milyar TL

Kurumlar vergisi: 105,2 milyar TL

ÖTV: 213 milyar TL

KDV: Yurt içi 70,6 milyar TL ve ithalattan alınan KDV 194,9 milyar TL, toplam 265,5 milyar TL

Motorlu taşıtlar vergisi: 18,5 milyar TL

BSMV: 28,5 milyar TL

Damga vergisi: 23,8 milyar TL

Harçlar: 34,4 milyar TL

Diğer vergiler: 37,9 milyar TL

Vergi dışı gelirler ise 178,4 milyar TL

Böylece bütçe 2021, 245 milyar TL açık vermek üzerine planlanmış. 2020 bütçesi, 139 milyar TL açık ile planlanmıştı. Eylül sonunda, yani son üç ay hariç bu rakam, açık rakamı, 140 milyar TL olarak gerçekleşti. Yani, 2021 için planlanan 245 milyar TL açık, elbette daha fazla olacak.

Demek oluyor ki, Saray Rejimi, krize rağmen, pandemiye rağmen, aslında açığı azaltmaya yönelmiyor, sermaye transferinde hız kesmeye yanaşmıyor.

Vergilerin içinde sadece işverenlerin, şirketlerin verdiği, sadece onlara ait vergi türü Kurumlar Vergisidir. Gelir vergisinin çok büyük bölümü, ücretlerden kesilmektedir. KDV, ÖTV vb. dolaylı vergilerdir ve herkesten alınır. Gelirine göre vergi vermek diye bir sistem yoktur. Dahası, birçok yol ve yöntemle kapitalistler vergilerini vermemektedir. En son çıkan vergi affı ile, 20 milyar TL’den fazla bir devlet alacağı taksitlendirilmiştir.

Asgarî ücretli bir işçinin, bir maaşlı çalışan insanın, vergisini aksatması diye bir ihtimal yoktur. Çünkü onun vergisi, devlet kendisine güvenmediği için, maaşını almadan elinden alınmaktadır.

Bütçe aşağı yukarı böyledir.

Hazine, 2021’de özel tertip iç borçlanma senedi diye adlandırılan borçlanma türüne ilişkin yetkiyi %5’e çıkarmıştır. Bu yetki daha önce, mesela 2019’da %1 idi ve 2020’de %3’e çıkarılmıştı. Bu durum, devletin kendisinin borç bulmakta zorlandığının açık kabulü demektir. 2021 yılı için 270 milyar borçlanma yetkisi Hazine’ye verilmiştir. Bu da, açığın daha fazla olacağının ön kabulüdür.

Bir de işin içinde dış borçlar var.

Kasım 2020 itibarı ile toplam dış borç 421,8 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Bunun 238,8 milyar dolarlık bölümü özel sektöre aittir. Yani daha çok bankalara, büyük holdinglere. 182,9 milyar doları ise devlete aittir. Ve MB’de döviz rezervi olmadığı, hatta 55 milyar dolar para gökten düşse, MB’nin rezervlerinin sıfır düzeyine çıkacağı biliniyor.

421,8 milyar dış borç demek, tahmin edilen 2020 GSYH’sinin (tahminlere göre 650 milyar dolar olacak) %63’üdür.

Öyle ise 2021 bütçesi, daha çok vergi, daha çok zam, daha düşük ücretler demek olan bir bütçedir.

Saray Rejimi’nin karakterine uygun olarak, daha çok rant, daha çok yağma, savaş ekonomisine dayanarak var olma bütçesidir.

Bütçe, işçi ve emekçilere sadaka dışında bir şey vadetmemektedir.

“Ordunun satılması” hikâyesi

Önce Akar, ardından Erdoğan, “orduyu sattınız” sözlerine karşı parladılar. Öyle ki, sanki birileri, onların istenmeyen bir yerini açığa çıkarmış gibi. Önce Akar başladı, en çok o bu sözden korkmaktadır “orduyu sattınız”.

CHP milletvekillerinden Ali Mahir Başarır, Mersin milletvekili, Sakarya’daki tank palet fabrikasının Katarlılara satışını eleştirirken, kendi ifadeleri ile dili sürçmüş ve “orduyu sattınız” demiştir. Konu büyüyünce, özür dilemiş ama olanlar olmuştu.

Akar, eski Genelkurmay Başkanı’dır ve şimdilerde tüm kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığına bağlandıktan sonra Milli Savunma Bakanı’dır. O, bakan olduktan sonra, hakkındaki hiçbir iddia tartışılmamıştır. Yani yeri sağlamdır. CHP Genel Başkanı’na karşı Çubuk’ta cenaze töreninde organize edilen saldırı ertesi tuhaf açıklamaları ile de tarihe geçmiştir. Sanki Akar, bilfiil olayı organize eden ekibin içinde gibidir.

2016’daki darbe tiyatrosunda da önemli bir aktördür. Sözüm ona direnmiş, ama nedense hiçbir tersi yönde emir vermemiştir. Darbeciler tarafından ikna edilmeye mi çalışılmış, yoksa boğazına mı sarılınmış, belli değildir. Ama öyle anlaşılıyor, Saray Rejimi’nin önemli aktörlerindendir. Eğer Saray Rejimi’nin bakanlarına bakacak olursak, kendinden fazla yer tutan üç bakan sayılabilir; ilki Damat idi. Şimdi yoktur. Damat, kendisinden büyük bir yere sahip idi. İkincisi Akar’dır. Ve üçüncüsü de Soylu.

Zaten Saray Rejimi için de diğer bakanlıkların önemi yoktur; Hazine demek paranın dağıtımı demektir, rant-yağma ve savaş ekonomisine uygun şekilde önemlidir. Milli Savunma Bakanlığı denildi mi, TC devletinin ABD’li efendilerinin tetikçisi olarak aldığı görevler akla gelmelidir. Suriye savaşı, Libya, Kıbrıs, Yunanistan ve Ege, Azerbaycan, tüm bu cephelerde TC devleti, ABD emri ile hareket etmektedir ve bu işin başında da Akar gereklidir. Üçüncüsü İçişleri Bakanlığıdır; her türlü saldırı, işçi sınıfının bastırılması, her türlü istek ve talebin düşman talebi olarak ele alınması, Kürtlere saldırı, adam kaçırmalar, saldırılar, sosyal medyanın izlenmesi vb. İçişleri Bakanlığı da bu nedenle bir Soylu gerektirmektedir. Diğer bakanlıkların Saray Rejimi’nde bir önemi yoktur. Milli eğitim ve sağlık alanına bakın, zaten bu görüşü anlamak mümkün olacaktır.

İşte bu üç bakanlık, Saray Rejimi’nin ana bakanlıklarıdır. Üçü de paylaşılmış olmalıdır. Damat, Erdoğan adına iş tutmaktaydı ve şimdi yoktur. Akar ve Soylu farklı farklı ittifak bileşenleridir ya da bizim deyimimizle ayrı ayrı çetelerdir. Bu çeteleri, paylaşım savaşımı ile bağlı düşünmek gerekir. Yoksa mafyaların devlet çarkına girme hamleleri olarak ele almamak gerekir. Mafyanın devlet çarkına sızması yeni değildir ve ayırt edici hiç değildir.

Biz, her zaman bu üç bakanın ve onların başında Reis’in, onun az gerisine yerleştirilmiş Bahçeli’nin ve hepsinin en arkasında saf tutmuş olan Diyanet’in ses yükseltmelerini, azarlayıcı konuşmalarını, tehditlerini görürüz. Üç bakan, üç bakmayan diyebiliriz, üç bakmayan Erdoğan, Bahçeli ve Diyanet İşleri Başkanı’dır. Bunların her birinin basında, yargıda ve poliste açık çeteleri vardır. Bu çetelerin her biri, beş emperyalist gücün her biri ile bağlıdır. ABD’nin güçlerine İsrail eklenmiş durumdadır.

TC devleti, ekonomik alanda, yağma, rant ve savaş ekonomisini uyguluyor. İçte baskı ve şiddeti, karartma ve yalanı sürekli egemen kılmak istiyorlar. Ne kadar karanlık varsa o kadar rahat ediyorlar. Karanlık olmadan yaşamaları mümkün değildir. Dış politikada ise, tam olarak ABD’ye bağlı bir büro gibi çalışmaktadırlar. Tetikçilik bunun yeni aşamasıdır. Yoksa TC devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hep ABD politikalarına uygun davranmıştır. Ama artık, hiçbir pürüz kalmadan işleyen bir mekanizma oluşturdular. Bugün TC devleti, ABD’nin tetikçisidir. Putin ile olan ilişkiler, a- zorunluluktandır, b- ABD emirleri doğrultusundadır. ABD, TC devletine, Erdoğan’a, Akar’a, açık olarak Suriye’de Rusya’yı oyalama görevi vermiştir ve TC devleti bunu yerine getirmektedir. Libya için aldıkları görev emrini açık etmek zorunda kalmışlardı. Azerbaycan, aynı şekildedir. Azerbaycan’da TC ile Rusya arasında bir yakınlık, bir paralellik vb. yoktur. Tersine, TC devleti ABD emirleri ile saldırıyor ve Rusya, bu saldırıları sessizce etkisiz hâle getiriyor, sorunun büyümesini önlemek istiyor. Bugün, Dağlık Karabağ bölgesine TC devleti cihatçıları yerleştirmek için uğraşıyor. TC devletinin bu savaştaki açık rolü biliniyor. Saray Rejimi’nin Abdülhamid’e benzemek için uğraşan lideri, Osmanlı hayallerini masaya sürmekte sakınca görmemektedir. Saray’da bir Abdülhamid komedisi varsa, bir Enver komedisi de mutlaka bulunur.

Soros yıllar önce, yine AK Parti iktidarı döneminde, Diyarbakır’da yanında eski Genelkurmay Başkanı Özkök ile birlikte, basına “sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir” demişti. Bunu TV kanalları yayınlamıştı. Yani isteyen herkes bulabilir.

İşte şimdi, TC devleti bir tetikçi hâline getirilerek, gerçekte bu ihraç malı da en ucuza kapatılmaktadır.

İşte, Akar, bu işin aktörlerindendir. Ve “orduyu sattınız” diye dili sürçen milletvekilinin sözleri ortaya çıkınca, Akar, “vay bu, bu kadar anlaşılıyor mu” diye düşünmüş olmalıdır. Hemen Akar gürledi. yarasına basılmış gibi bağırdı. Ve ardından, 3 şahsiyetten ilk ikisi konuştu, önce Erdoğan, “bühtan” diye inledi. Bahçeli ise CHP’nin ‘milli güvenlik sorunu’ olmasına vurgu yaptı. Henüz Diyanet İşleri konuşmamıştır. Oysa ordu satılmış ise, Diyanet İşlerinin de bu konuda bir diyeceği mutlaka olmalıdır.

Ama bunların hiçbiri, Soros’un laflarına karşı açıklama yapmamıştı.

CHP’li milletvekilinin dili bir sürçtü, tam sürçtü. Buyurun, şimdi ordunun satılmasını tartışıyoruz. Erdoğan, buna “bühtan” diyor. Yani diyor ki, “satmadık”, bu yalan. Ama demek istiyor ki, satılabilir elbette. Bu nedenle Milletvekili’nin özür açıklamalarını dikkate almıyorlar.

Akar dava açacakmış. Dava, muhtemelen mahkeme salonunda Milletvekili’nin linç edilmesi girişimleri ile devam edecektir. Akar bu konularda deneyimlidir. Tiyatro sahnelerinde boynundaki “boğulma izi” biraz abartılı kaçmış olsa ve inandırıcı olmasa da, Çubuk’ta sahne daha gerçekçi idi.

Peki acaba “ordu satılmış” mıdır?

Irak’ta askerin başına çuval geçirilmesinden söz ediyorlar. Bu durum ordunun satıldığının göstergesidir diyorlar. Olabilir mi?

Suriye savaşına bakalım, TC ordusu kim ile, kime karşı, kimin adına savaşmaktadır? Ya Libya’da? TC ordusu ile cihatçıların artan ilişkileri, acaba kimlerin emirleridir?

Peki acaba bunun daha başka kanıta ihtiyacı var mıdır?

Mesela 1 Mayıs 1977’de kendisi ile aynı dili konuşanların üzerine ateş açan bir ordu, satılmış olabilir mi?

Serkan Kurtuluş diye bir Türk, Arjantin’e kaçmış. Orada tutuklanmış. İzmir’de bir mafya yapılanmasının lideri imiş. Ama Arjantin’den yaptığı açıklamalar hiç de öyle olduğunu göstermiyor: MİT tarafından Suriye’ye gönderildiğini, El Nusra ve IŞİD’e silah yardımı organizasyonunda MİT adına yer aldığını söylüyor. Bazı cinayetlerde rol alan AK Partililerin isimlerini vermiş deniyor. Nuri Gökhan da var. Ukrayna’ya sığınmış. 2012-2015 arasında, yaptığı işleri anlatıyor. Katar’dan gelen paraların ve Suriye’ye giden silahların videolarını “strana” isimli bir haber portalında paylaşıyor. Sizce bunlar satılmış ordu olmanın göstergeleri midir?

Sivas’ta aydınları yakanları teşvik eden ve bu konuda yol veren bir ordu satılmış olabilir mi?

Acaba NATO mekanizması nedir?

Kore savaşını hatırlayan var mıdır? 1952 yılında NATO’ya girebilmemiz için Kore savaşına katılmamız istendi. TC devleti, bunu yaptı. Kore ile ne komşuluk ilişkisi vardı, ne de gelişmiş herhangi bir sorunu. ABD, Kore devrimine karşı, Kore’yi ikiye bölmeye karar verdi ve Kuzey’e karşı Güney’i destekledi. Savaşta en çok kayıp veren ülke ABD, ikincisi ise Türkiye oldu. Kore’ye 5 bini aşkın asker gönderildi. 896 asker kaybedildi, 234 esir verildi ve 2 binden fazla yaralı geri döndü. İşte NATO’ya girmek için ödenen bedel budur. Nâzım Hikmet, askerlerin kaç sente satılmış olduğunu şiirlerine kadar taşıdı. Sizce “ordu satılmış” mıdır?

Aslında, bu mesele dinî kurallar kadar yuvarlak değildir. Acaba sakız çiğnersem orucum bozulur mu, acaba kadının ayaklarına bakarsam orucum kaçar mı, acaba bu erkek ne kadar yakışıklı desem orucum biter mi, acaba yanlışlıkla su içsem ve pardon desem orucum bozulur mu? Sanki, ordu ile ilgili işler daha net gibi, daha az yoruma açık gibidir.

Diyelim ki, her asker başına belli bir miktar para aldığınız zaman, mesela Suriye’ye asker gönderip para alıyorsanız, mesela Libya’ya asker gönderip para alıyorsanız, mesela Azerbaycan’a asker gönderip para alıyorsanız, askerinizi satmış olmaz mısınız? Diyelim ki İHA’lar sattınız para aldınız, bu, askerî teçhizat satmak değil midir? Öyle ise, asker gönderip para aldığınızda da askerinizi satmış olursunuz.

Kore savaşında olan budur.

Bu kadarla da sınırlı değil. NATO mekanizması ile birlikte TC devletinin NATO’ya bağlı her ordu kolu, önce NATO’yu önceleyerek iş yapar. Bu durumda, sadece asker göndererek satma işlemi gerçekleşmiş olmaz, bir bütün olarak, ruhen ve aklen de ordunuz satılmış olur.

İşte bu nedenle, o ordu, 1 Mayıs meydanında hiç tanımadığı insanlar üzerine, ABD emri ile ateş açabilir, Sivas’ta katliama katılabilir vb.

CHP milletvekilinin ağzından çıkan bu sözler, her ne kadar o istemeden ağzından çıkmış olsa da, çok eski bir gerçeği ortaya koymaktadır. Akar’ı rahatsız eden şey, o çok eskiden beri gerçekleşmiş olan satış değil, onu rahatsız eden, son yıllarda kendisi eli ile gerçekleşen ilave satışlardır. Akar, durumun anlaşıldığından korktu. Onun için Erdoğan’dan erken tepki vermiştir. Yoksa o da bu satılmışlık hâlini kabul eder. İngiltere’de, muhtemelen bunun bir realite olduğunu kabulde zorluk çekmemiştir. 12 Eylül gerçekleştiğinde, “bizim çocuklar yaptı” demelerinin nedeni nedir? Acaba, ordu, ABD’nin “bizim çocuklar”ı oluyor da, mesela Demirel, mesela Erdoğan “bizim çocuklar”ı olmuyor mu? Kanımızca öyledir, esas dayanak, silahlı güçlerdir ve esas iktidar NATO ve ABD elindedir. Erdoğan, birkaç Kemalist’i iktidardan uzaklaştırmanın, kendi mutlak iktidarı için yeni bir sayfa olacağını sanmış olmalıdır. Bugünlerde yanıldığını çok iyi anlıyor. Yoksa Erdoğan’ın ordunun satılmasına bir itirazı da olmaz. Ona paradan haber verin yeterlidir.

Ülkenin satılmamış hiçbir yeri kalmadığı gibi, satılmamış hiçbir kurumu da kalmamıştır. Nasıl ki tarım politikalarını Cargill’in emirlerine göre ayarlıyorlar (Erdoğan, bizzat Cargill için birkaç dosya ile ABD’den dönmüş ve her isteklerini yerine getirmiştir), aynı şey elbette ordu için de geçerlidir.

Özgür Lise dergisinin 52. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Ocak 2021 tarihli 52. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere.

Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz Adalet halkların elleriyle gelecek

“Onunla manşetler, onunla konuşmalar, onunla yasaklar değişti. Onun için dokunulmazlar veya tabular yoktu. Büyük bir bedel ödedi. Bedellerin ödendiği gelecekler Hrant’ları severek, Hrant’lara inanarak olur.” –Rakel Dink’in bu sözü bize çok şey anlatır. Bedellerin ödendiği gelecekler…

Tarih boyunca üretilen hiçbir yalan, hiçbir yasak, geçmişle hesaplaşmaya cüret edenleri engelleyememiştir. Geçmişle hesaplaşma cüreti nereden gelir? Tüm tehditlere, tüm baskılara rağmen geçmişle hesaplaşmak isteyen insana bu cüreti bu sadelikle ve kuvvetle veren nedir? Cesaretin gerçekle kurulan bağdan geldiğini biliyoruz. Ve şunu çok iyi biliyoruz ki; insanca, onurlu bir yaşamı tüm işçiler için, tüm halklar için; geçmişin acılarını sırtında taşıyan herkes için isteyen insan; yani geleceği hayal eden insan geçmişle hesaplaşmada yüreğini ortaya koyabilir ancak.

Hrant bu geleceğin insanıdır. Rakel’in sözünü ettiği bedeli ödenmiş geleceğin… O, halkların tarihine bugün için ve yarın için eğildi. İnsanca, kardeşçe, onurla; halkların, kültürlerin topluma kattığı tüm zenginlikle beraber yaşayabilmenin, zorlu bir hesaplaşmayı gerektirdiğini gösterdi. Bu hesaplaşmadan vazgeçmedi. Topraklarımızda Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz.

Sözü ve tutumuyla, tüm yaşamıyla “insan nasıl bir bilinçle insan olur” gösterdi; onur duyuyoruz.

14 yıl önce halkların uyanışını, cesaret almasını, geçmişle hesaplaşmasını önlemek için Hrant Dink cinayetini planladılar ve onu aramızdan aldılar. Biz on binlerce insan bu cinayetin karşısında “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” dedik; bugün de söylüyoruz ve yineliyoruz: İnsanca ve onurlu bir yaşamı kazanana kadar mücadele edeceğiz.

Bu mücadelede Hrant omuz başımızdadır. Hrant’ı unutmayacağız, katillerini, affetmeyeceğiz!

Ve eminiz: Kendi gelecekleri için örgütlenen halklardan özgür bir yaşam filizlenecek.

AKA-DER KALDIRAÇ

19.01.2021

Covid-19 sınıf ayırır mı? Ya aşı ayırır mı?

Biliyorum, “hayır ayırmaz” diyeceksiniz ve ardından aslında biraz da içiniz rahat etmeyecek. Ve sonunda, “bu olaya böyle bakılmaz, sınıfsal bakış burada işlemez” diyeceksiniz.

Eğer böyle diyenlerden iseniz, size “bay doğru” madalyası verilmesini önereceğim. Yalnız madalya yarım olacak. Çünkü, “hatalı” bir şey söylemek istemediğiniz belli. Bu nedenle, “aklı olmayan, kendisi özne olmayan” bir virüsün sınıfsal ayrımlar yapmasının mümkün olmadığını bilimsel referanslarla ispat etmek isteyeceksiniz ama madalyanız tam olamaz, çünkü bu doğru değil.

Covid-19 sürecinde, ister ABD’de olsun ister Türkiye’de (zaten bu iki ülkeden başkasına bakmaya da gerek yok, çünkü Saray Rejimi için tek “örnek” vardır, o da efendinin ülkesi ABD’dir), zenginler, servetlerine servetler kattılar. Virüs onların zenginliğini bir hayli artırdı.

Bu sizi ikna etmedi. Peki.

İster ABD’de olsun ister Türkiye’de, Covid-19, işçileri işsiz bıraktı. Milyonlarca işçi işini kaybetti.

Ülkemizde işçilerin gelirleri azalırken, devlet zenginlere, şirketlere kaynaklar artırdı. Yasalara aykırı bir biçimde “ücretsiz-zorunlu izin” uygulamasını devreye soktu. Şirketlerin vergi borçlarını ertelerken, yoksulların elektrik faturalarını ertelemedi. Yüzbinlerce işçi işsiz hâle gelirken, “kısa çalışma ödeneği” adı altında, işsizlik fonundan, yani işçilerin kendi paralarından oluşan ve devlet eli ile sermayeye yağmalatılan fondan, sadaka niyetine işçilere ödeme verildi.

Şimdi belki biraz ikna oldunuz.

Ama yine de diyeceksiniz ki, “iyi ama, bunu virüs yapmıyor, devlet yapıyor.” Son derece haklısınız. Bunu devlet, sistem yapıyor. Çünkü devlet burjuvaların, tekellerin devleti. İşçilerin devleti değil ve dahası işçilerin bir devleti henüz olmadığı gibi bir gelişmiş örgütlenmeleri de yoktur.

Devlet bunu yapıyorsa, Covid-19’un ne suçu var, demeyin.

Zira sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplum, insanın insan tarafından sömürüldüğü bir toplumdur. Bu toplumda egemen sınıf, diğer sınıfları yönetmek için devlet çarkının sahibidir. Ve eğer sınıflı bir toplumda yaşamıyor olsaydık, dünyada sınıflar ortadan kalkmış olsa idi, virüs de olmazdı. Zaten o durumda da biz, virüs acaba sınıf ayrımı yapıyor mu, diye sormazdık.

Bugün ülkemizde sağlık sistemi, “parası olan için” olanaklar üreten, parası olmayan için ise “sürekli sağlıksız bir yaşam” yani sürekli ilaç tüketecek bir tüketici hâlinde yaşamak demek değil midir? Demek ki, sağlık sistemimiz sınıfsal ayrımlara göre ayarlanmıştır.

Covid-19, bundan azade olabilir mi? Elbette değil.

Devlet önlemler açıklıyor. Kalabalığa karışma, evde kal, sokağa çıkma, sağlıklı beslen vb. İyi ama bir işçi nasıl sağlıklı beslensin? Günde 5 çay + 5 simit ile ayakta durmaya çalışan bir insan nasıl sağlıklı beslensin? Her günün akşamından sabahına sağ salim çıktığı için üzülse mi sevinse mi bilmeyen bir insan nasıl sağlıklı beslensin? İşe gitmesin ve evde kalsın. İyi ama, aslında işçilerin evde kalması yasak.

Bir fabrikada virüs kapan bir işçi varsa, o fabrika kapanmıyor, sadece o kişi eve gönderiliyor. Ve eğer semptomlar yoksa eve bile gönderilmiyor. Bu insanın evde kalması yasak.

Önlemler işçiler için şöyle tercüme edilebilir: Hafta içi evde kalmaları yasak, hafta sonu sokağa çıkmaları yasak.

Virüs kapan insanların acaba yüzde kaçı işçi ve emekçidir?

Gizlenen, karanlıkta tutulan veriler nedeni ile bunu bilemiyoruz. Ama çeşitli tahminlerle ulaşabildiğimiz kadarı ile, hastalananların %76’sı işçidir. Bu rakamın daha da yüksek olduğu kanaatindeyiz. Ya ölenlerin ne kadarı yoksuldur?

Hastahanelerde yer yok.

Ama zenginler hastalandığı zaman, birkaç tanesini medyadan izleyebiliyoruz, hemen yer bulunuyor. Özel hastahaneler, parası olana açık. Ama yoksul isen, o özel hastahane “pandemi hastahanesi değil” yanıtını alıyorsun.

Sağlık emekçilerinin, doktoru, hemşiresi vb. istifa etmeleri yasak, ölmeleri serbest. Çocuklarını görmeleri yasak, video görüntü yayınlamaları yasak. Kahramanca çalışmaları zorunlu ama açıklama yapmaları yasak. Terörist ilan edilen sağlık çalışanları, yarın Covid’den ölenlerin failleri olarak mahkeme önüne çıkmayacak, ama açıklama yaptıkları, durumu açıkladıkları, “salgın yönetimi yok, algı yönetimi var” dedikleri için mahkeme önüne çıkacakları kesin.

Sağlık Bakanı, dalga geçiyor: “Kalabalık demeden otobüse binersek, işimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Cümleye bakın hele. Tehdit mi desek, korkutma mı desek, dalga geçme mi desek?

İşçiler, işe giderken, otobüse binerken “kalabalık demeden” binmemeli, “kalabalık” diyerek binmeli.

Edebî dile bakın: “İşimize bir daha ulaşamayacağımız bir yolculuğa çıkabiliriz.” Ne edebî bir cümle değil mi? Yani diyor ki, her otobüse bindiğinizde “tahtalı köye” doğru gidebilirsiniz. Öyle ise otobüse binmeyin. Peki ne yapalım? İşe gitmek zorunlu, otobüse binmek tahtalı köye yolculuk, işimize koşarak mı gidelim?

Sağlık Bakanı, mesela, ey patronlar, eğer işçileri işe gelmeye zorlarsanız, yarın çalıştıracak adam bulamazsınız, niye demiyor? Ya da mesela kapanma kararı verip, işçilerin ücretlerinin ödenmesini niye sağlamıyor? Devletin Saray’a, devletin özel araçlara, devletin “itibardan tasarruf edilmez” diyerek yaptığı harcamalara niye dokunmuyorlar? Köprülerden, hazine garantili-kâr garantili projelere para ödemeyi durdurarak o parayı neden işçilere aktarmıyor?

Çünkü işçinin canı önemsizdir.

İşçinin emeği, yok paraya satılmaktadır.

İşçinin düşüncesi yok hükmündedir.

İşçinin eylemi terör faaliyetidir.

İşçinin yaşamı ise değersizdir, önemsizdir.

Sizce bu koşullarda Covid-19 sınıf ayrımı yapmaz mı? Emin misiniz?

İşçilerin eylemleri kalabalık olacaksa, Covid-19 pandemisini önlemek adına yasaklanmalıdır. Ama Erdoğan miting yapmalı, bu mitinge katılmak zorunlu olmalı ve gelmeyenlere terörist muamelesi yapılmalıdır. Erdoğan, çay paketleri fırlatmalı, her mitingde halkı, işçi ve emekçileri aşağılamalıdır. Bu durumda Covid-19 tatildedir ve iş başında olmadığı için sorun yoktur. Sizce gerçekten bu korona virüs zengin-fakir ayrımı yapmıyor mu?

İşçi test olmak için hastahane kuyruklarında, bizzat pandeminin göbeğine dalarak saatlerce beklemek zorundadır. Ama parası olan, 250 TL, daha fazla parası olan 500 TL vererek test olabilmektedir, kuyruk yok, sıra yok. Sizce bu korona virüs, gerçekten adil midir?

Madem, bu korona virüs, bu kadar adildir ve sınıflar üstüdür, öyle ise Erdoğan, her Covid önlemlerini açıkladıktan sonra, neden “Gezi olayları” diye söze başlamaktadır? Yoksa MİT, kendisine, böyle giderse bir patlama olursa, işçiler, gençler, kadınlar sokaklara çıkarsa bu kez Gezi’den de beter olur diye rapor mu vermektedir?

Evet Gezi, Erdoğan’ın, devletin kimyasını bozmuştur. Sınıfsaldır ve egemen sınıfı korkutmuştur. Şimdi korona virüs, halkın, işçi ve emekçilerin yaşamlarını tehdit etmek için, işçi ve emekçileri tam olarak esir hâline getirmek için devlet tarafından azgınca kullanılmaktadır.

Bundan dolayı bunca ölüm bize düşmektedir.

Bundan dolayı hastahane kuyrukları bizim payımıza düşmektedir.

Bundan dolayı açlık bizim payımıza düşmektedir.

İşsizlik bundan dolayı bizim kapımızda dolanmaktadır.

Bundan dolayı ilaç bulamamak bizim payımıza düşmektedir.

Bundan dolayı biz evlerimizde ölüme terk ediliyoruz.

Bundan dolayı kışın soğukta itler gibi titriyoruz.

Bundan dolayı bizimle alay edilmektedir.

Bundan dolayı bize yalanlar söylenmektedir.

Ne hasta sayıları ne ölüm sayıları doğrudur. Ancak sağlık çalışanları eli ile, ancak açılan yeni mezarlıkların video görüntüleri ile durumdan haberdar hâle gelmekteyiz.

Türk Tabipleri Birliği, hani şu terörist ilan edilen hekim örgütü, günlük vaka sayısını Kasım 2020 sonu itibari ile günlük 60 bin olarak hesaplamaktadır. Bizim hesaplamalarımız ise bunun 80 binin üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu konuda ABD ile yarışır durumdayız. Test kitlerinin %30-40 oranında yanlış çıktığı, pozitif vakaları tespit edemediği biliniyor. 60 binin üzerine bu rakamları koyarsanız, kendiliğinden 80 bine ulaşıyoruz.

Bu rakamlar, açıkça gizlenmiştir.

Mızrak çuvala sığmayınca, rakamların bir bölümü daha yayınlanmaya başlanmıştır. İstanbul Belediye Mezarlıklar Müdürlüğünün ölüm sayıları, ülke genelinde Bakanlıkça açıklanan ölüm rakamlarından fazladır.

Bu yalan, bu karartma, devletin insan sağlığına verdiği önemin açık kanıtıdır.

Virüsten çok devletin politikaları öldürmekte, virüsten çok devletin politikaları hasta etmektedir. Pandeminin bir kaynağı virüs ise, diğer kaynağı onu yaymak için çalışan devlet çarkının, Saray Rejimi’nin kendisidir.

İşin bir de aşı yönü var.

Ülkemizde, Doğu’dan gelen hiçbir şey sevilmez. Bu Batıcılık diye gelişen kendine güvensizlikle beslenen ve Batı’nın sömürgesi olma durumunun sonucudur. Bu nedenle, Rus aşısı zaten asla “doğru” olamaz, Çin aşısı ise olsa olsa kalitesiz olur. Aşı olsa olsa Alman, hele hele ABD kökenli olursa, işte o zaman makbul olur.

Dünyanın en büyük 500 şirketinin verilerine baktığımız zaman, 2020 yılında en çok Çinli şirketleri görüyoruz. Ama bunların arasında, bir tane ilaç şirketi yoktur. İlaç devleri, ABD kökenli, Alman, İsviçre ve İngiltere, Fransa kökenlidir. Bunun ana nedeni, Çin ve Rusya’da eski sosyalist kültürün izleridir. Hâlâ bu ülkelerde ilaçtan önce hasta olmama hâli gelir. Çin ve Rusya’da, bu eski sistemin kalıntıları hâlâ etkilidir. Batı’da, aslında sizi iyileştirmeyen, hatta sizi sürekli hasta eden ilaçlar pazarlanır. Mesela şeker hastasına verilen ilaçların pek çoğu, onu konforlu-sürekli hasta kılmak içindir. Kolesterol ilaçları da öyledir. Astım ilaçları, geçici rahatlama sağlar ama astımı iyileştirmez, tersine astım hastasını ilaçsız yaşayamaz hâle getirir. Pazar, sürekli ilaç satmayı gerektirir de ondan. Mesela tansiyon ilaçları, tansiyonunuzun neden yükseldiğini bulup da tedavi etmeyi hedeflemez. Tersine sizi ilaç bağımlısı yapar. Anti-depresanlar için de bunlar geçerlidir. İşte mesele böyle olunca, ilaç şirketi, mesela geçen yıl 1 milyon doz antibiyotik sattık, gelecek yıl 1,5 milyon satacağız diye hedef koyarlar. Bu artış, nüfus artışına dayalı değildir, bir yaygın hastalık haberi alındığı için konulmamaktadır. Ama ilaç şirketi ilaç satmalıdır. Bu nedenle, sürekli her şeyle oynarlar, sürekli ilaçları için pazar ararlar ve asla hastalıkların önlenmesini istemezler.

Elbette, Çin ve Rusya da, bir süre sonra, eski geleneklerini, sosyalizmin kalıntılarını yıkacak ve bu yolda ilerleyecek diyebilirsiniz. Kapitalistleşme böyle giderse olacak olan budur. Ama hâlâ, bunu başaramamış olmaları “iyi”ye işarettir.

Şimdi, bugünlerde aşı tartışmaları öne çıkmaktadır.

1- Rus ve Çin aşısını almayalım tartışması, gerçekten de sömürgeleşmiş kafaların ürünüdür.

2- Saray Rejimi, bir aşı planı, bir aşı programı dahi açıklamamaktadır. Öncelikli sağlık personelinin aşılanması, sonra hastalıkları nedeni ile riskli grupların vb. aşılanması gibi bir plana sahip değildirler.

3- Çin, aşı denemelerinin 10 Aralık’ta sona ereceğini, sonra üretime geçileceğini söylediği hâlde, TC devleti, utanmadan, 11 Aralık’ta aşıya başlayacaklarını duyurmuştur. Herhâlde, Çin’in deneme aşılarını devreye sokacaklar. Yoksa Çin, en erken Ocak 2021’de aşılamaya geçebileceğini duyurmuştur.

4-  Elbette, bizde öncelikle Saray çevresi vb. aşılanacaktır. Halktan ne kadar insanın öldüğü umurlarında değildir, olmamıştır, olmayacaktır.

Ama işin tüm bunları aşan bir yönü daha vardır.

Pandemi, gerçekte, kapitalizmin öldürdüğünü, yaşamak için kapitalizmi yıkmak gerektiğini gösteren yeni bir süreç olmuştur.

Aşıyı bulan 5-6 ülke-firma mevcut. Ama dünya halkları, bu aşının ticari süreçlerini beklemektedir. Oysa, bugün, sosyalist bir iktidar aşıyı bulsa, “fikrî mülkiyet hakları”nı ve patent vb. haklarını dert etmeden, aşının tüm formülünü dünya halklarına ücretsiz ulaştırırdı. Elbette bunu, ancak kâr amacı olmayan bir ülke yapabilir. Bu durumda, dünyanın hiçbir ülkesi, zenginlerin aşılanmasını bekleyip, sonra sıranın kendisine gelinceye kadar bilmem ne kadar canın daha toprağa verilmesini beklemek zorunda kalmazdı.

Yani, aşı da sınıf ayrımı yapmaktadır.

Gözle görülmeyen virüs sınıf ayrımı yaptığı gibi, gözle görülen kapitalist ilişki ağı da sınıf ayrımı yapmaktadır. Hatta, virüs ne kadar yayılır, korku ne kadar artarsa, aşı o kadar pahalıya satılacaktır.

Oysa tüm sağlık hizmetleri (a)- ücretsiz olmalı, (b)- herkesin ulaşabileceği basitlik/sadelikte organize edilmelidir. Sağlık politikalarının amacı, öncelikle hastalığı önlemek olmalı, sağlıklı bir toplum oluşturmak olmalıdır. Bu ise, elbette ilaç tekellerinin işine gelmez. Demek ki ilaç tekelleri ya da tekeller, insan sağlığına düşmandır. Bir ilaç tekelinin, bir silah tekeli ile çok iyi işbirliği yapmasının da temeli buradadır.

Tüm hekimler, tüm sağlık çalışanları, pandemi sürecinde aşının, ilaçların herkese, hızla ve ücretsiz, eşit şekilde ulaşmasını talep etmelidir. Tüm aşı çalışmaları, formülleri ile halka açıklanmalı, her ülkenin üretebileceği tarzda “fikrî mülkiyet”ten azade olmalıdır. Bu vesile ile mülkiyetin genişlemesi demek olan fikrî mülkiyetin, insanlığın ortak birikiminin tekellerin kasalarında kilitlenmesinin kabul edilemez olduğu da açığa çıkmaktadır.

Durum açıktır, kapitalist mülkiyetin tümüne, onunla birlikte özel mülkiyetin tarihine son vermeden, insanca yaşamak mümkün değildir.

Ya sosyalizm ya ölüm sloganı, bir kere daha anlam bulmaktadır.

Emperyalist paylaşım savaşı ve ABD saldırganlığı

ABD seçim sonuçları, Trump tarafından, henüz Trump’ın ifade ettiği şiddette bir itirazı ile karşılanmadı. İtiraz, seçim öncesinde Trump’ın verdiği imajın çok gerisindedir. Denilebilir ki, Trump, “elimden seçimi çaldılar” dedikleri güçlere karşı koyacak güce sahip değilmiş. Eğer bu doğru değil ise, o zaman “kolpacı” sayılmalıdır. Yani, konuşurken ocakta kül bırakmayan, ama işe sıra geldiğinde de geriye kaçan cinsinden. Seçimi mahkemeye götürdü, ama öncesinde karakola götüremedi ve mahkeme, işi çabucak karara bağladı. Şimdi, aşağı yukarı seçim sonuçları bellidir.

Aslında bu seçimin nasıl sonuçlanacağı üzerine kavga, gerçekte kişilerin kavgası değildir. Yani, Trump, böylesi bir karakter olduğundan seçimleri mutlaka kazanmak istemiş değildir. Böyle düşünmek işi hafife almak olur. Bir tek kişi, eğer sistemi bu denli tartıştırabiliyorsa, bu o kişinin gücünden çok, onun arkasındaki güçlerden kaynaklanabilir.

Zaten, kapitalist meta toplumu öyle bir toplumdur ki, yeniden üretim sürecinin unsurlarının hemen hepsi, kendilerine kişilikler bulurlar. Nasıl ki kapitalist, sermayenin kişilik bulmuş hâli ise, nasıl ki domateslerin sahibi onları çürümeden satmak için seyyar tezgâhında domatesler adına bağırıyorsa işte öyle, başkan adayları da bu kapitalist sistemin devamı için gerekli şeylerin kişilik bulmuş hâlleridirler.

ABD’de seçim sonuçları, biz bilelim ya da bilmeyelim, önceden bellidir. Tekelci polis devletini burjuva demokrasisinden ayıran budur. Tekelci polis devleti, günümüz kapitalist sisteminin devletidir ve “genel oy” sisteminin olası aksaklıklarını kontrol altına almış bir devlettir. Faşizm deneyimi, bunun daha “yumuşak” görünümlü yolları olduğunu öğretmiştir. Aslında genel oy sistemi ve temsilî “demokrasi” işlerken çıkabilecek hatalar konusunda İngilizler ve Almanların daha çok “kuramsal” çalışmaları vardır. Ama ABD’nin dünyaya demokrasi taşırken edindiği deneyim küçümsenir olamaz. ABD tekelleri, elbette kendileri için gereken şeyi bilirler. Fakat, eğer kendi aralarındaki kavga (rekabet demenizde sakınca yok) olağan sınırlarını aşarsa, işte o zaman güçler birbirini yoklamaya başlarlar. Görünen o ki, henüz ipler kopmamış olsa da, Trump-Biden arasındaki kavga, böylesi bir arka planın yansımasıdır. Trump bağırdı çağırdı ama tekeller zor olsa da anlaştılar.

Trump, ABD’nin içeride ekonomisini güçlendirmeyi, Çin ve Rusya’yı yeniden hedef tahtasına oturtmayı, NATO içindeki kardeşlerine daha açık bir baskı ile yüklenmeyi, onlardan ekonomik “sorumluluklarını” yerine getirmelerini istemeyi, içeride ırkçı bir yönelimle olası kalkışmaları önceden önlemeyi hedefliyordu. Temsil ettiği şeyler bunlardı. Bu nedenle, işadamlarından alınan vergileri kısmayı, Çin’deki yatırımları ABD’ye çekmeyi vb. hedefliyordu. Kardeşlerine yani Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya vb. karşı hiç de nazik değildi, çünkü tüm soğuk savaş dönemi boyunca “sizi koruduk”, “şimdi ekonomimizi yıkmayın” tutumunu sergiliyordu.

Acaba, bu politika, AB’yi ve Batı ittifakını, Çin başta olmak üzere Çin ve Rusya’ya karşı ABD’nin şemsiyesi altına toplamaya yeterli olur mu?

ABD, dünya çapındaki hegemonyasını kaybetmektedir. Bu epeyce zaman böyledir. Önce ekonomik olarak bu kayıp başlamıştır, Ardından, siyasal alanda bu kayıp ortaya çıkmaya başlamıştır. Suriye savaşı sürecinde gördük ki, aslında bu kayıp askerî alanda da yaşanmaktadır. Bir zamanlar sistemin hegemon gücü, toprakları üzerinden güneş batmayan imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere idi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde başladı İngiliz hegemonyasının çözülüşü. Ve savaş sonrasında tam olarak açığa çıktı. Bugünlerde de ABD yüzyılının sonu gelmektedir ve ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu artık bir eğik düzlemdir. Burada hegemonyanın çözülüşünün yavaşlaması söz konusu olabilir, ama durdurulması artık olanaksızdır.

ABD saldırganlığının ardında, SSCB çözüldükten sonra, dünya hâkimi olmak, “üçüncü Roma” olmak, “imparatorluk” vb. hayalleri vardı. Ama, Afganistan ve Irak işgalleri sonrasında durumun pek de öyle olmadığı ortaya çıktı. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) “imparatorluk” hayallerinin hâkim olduğu dönemin ürünüdür. Ama artık, dünya eskisi gibi değil. Artık, 5 emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımı, kendini çeşitli yollarla dışa vuruyor.

ABD ise, bunu örtmek istiyor.

ABD “doktrinine” göre, Rusya ve Çin ana düşmandır ve tüm Batı dünyası bu düşmana karşı ABD şemsiyesi altında birleşmelidir.

Bunun için AB’yi biraz korkutmak gerekiyorsa IŞİD de yaratılabilir.

Obama döneminde durum bu biçimde ortaya kondu. Rusya’yı çevreleyecek operasyonlar, Rusya’nın tepkisi ile sonuçlandı.

Trump, Çin önde olmak üzere Rusya ve Çin’e karşı savaşı, içeride ekonomiyi güçlendirmek için Çin’deki yatırımların ABD’ye taşınması hedefi ile birleştirdi. Ve bu arada, kovboy, kaba bir üslupla, uluslararası kurumların yarattığı yüklerden kurtulacağını ilan etti.

Biden, Trump öncesi Obama döneminin etkili ismidir. Doğrusu, ABD tekelleri için son anda Trump ile devam edilemeyeceği uzlaşısı ortaya çıktığında Kamala Harris başkan yardımcısı olarak eklendi. Bayan Kamala, öyle anlaşılıyor “esas adam”dır. Obama döneminde nasıl ki “esas oğlan” Biden idi ise, şimdi de “esas kız” Kamala’dır.

Öyle anlaşılıyor, bu yeni dönemde birkaç makyaj dışında bir şey değişmeyecektir. İlkin sistem rayına oturtulmaya çalışılacak, Trump’ın işadamı pratikliği yerini “müesses nizam”ın kalıplarına bırakacak. Bunun ne kadar süreceği ise ABD tekelleri arasındaki çatışmaların derinliğine bağlı olacaktır. Hazine Bakanlığı, Savunma Bakanlığı bu açıdan önemli alanlardır. Elbette Biden, ABD denetiminde olan bazı uluslararası kurumları ayağa kaldırmaya çalışacaktır. Bunların başında da NATO gelmektedir. Macron’un “beyin ölümü gerçekleşmiştir” dediği NATO, acaba Biden ile ölü beyninin yerine nakil mi yapmaya çalışacaktır, bunu hep birlikte göreceğiz. Ama bu, Çin ve Rusya düşmanlığı içinde Rusya’ya karşı saldırıyı öne alan bir politika anlamına gelecektir. Öyle anlaşılıyor, Rusya’ya karşı hamleler, onu daha da içe kapatmayı hedefleyecektir.

Çin’e karşı savaş ise, daha alttan, daha ince taktiklerle devreye sokulacak gibidir. İstenen budur, ama hem Rusya hem de Çin için, bunlar bilinmez değildir. Ve dahası, 5 emperyalist güç arasındaki savaş, giderek daha da fazla su üstüne çıkacaktır. İşin doğası budur.

İşte tam bu noktada, Ortadoğu üzerinde ABD saldırganlığının artacağı anlaşılıyor.

İran’a karşı açık saldırganlıklar, Kasım Süleymani suikastı, ardından Muhsin Fahrizade (fizikçi) suikastı ile ortaya konduğu gibi, artacaktır.

Yani, ABD’nin Ortadoğu’ya hâkim olma, bu sahanın tam denetimini eline geçirme hamleleri bitmeyecektir.

Elbette ABD’de iktidar değişiklikleri, bölgemizde ABD ile ilişkilerde “fırsatlar” bekleyen her güç için ilgi noktası olacaktır. Bu nedenle, mesela Erdoğan, Biden dönemine hazırlık olsun diye Damat’ı bile feda etmiştir. Daha başkalarını da edecektir. Bunun gibi, her ABD’ye bağımlı güç, kendi durumunu ayarlamaya çalışacaktır. Doğrusu, bunun ne kadar işe yarayacağı konusu, Biden’ın politikalarından ayrı olarak bellidir, hiç işe yaramayacaktır. Örnek mi? Saddam, ABD için çok önemli olduğunu düşünüyor olmalı idi. Ama aslında pek bir önemi olmadığı ortaya çıktı. Bu noktada ABD politikalarının daha emredici hâl alacağı açıktır. Biden değil, Trump gelmiş olsa idi de, bu böyle olacaktı. Çünkü ABD hegemonyası için, Ortadoğu önemli bir alandır.

ABD, açık olarak, diğer 4 emperyalist güç ile bir savaş içindedir. Bu arada diğer dört emperyalist güç de, bir bütün değildir. Sadece Fransa ve Almanya arasında bir yakınlaşmadan söz etmek mümkündür. Bu dört emperyalist güç, “soğuk savaş” döneminden kalan ABD denetimini tamamen kırmak, ondan kurtulmak istemektedir. Yine bu dört emperyalist güç, savaşı daha arkaya almak, “rekabeti” daha öne almak isteğindedir. Onların çıkarlarına uygun olanı da budur. Ama askerî üstünlüğe sahip olan ABD, bunu beklemek niyetinde değildir. Öyle ise Trump döneminde açıktan ve diplomatik nezaket sınırlarının kalın olduğu bir üslup yerine Biden döneminde, daha arkadan, daha tehditkâr ama daha ince diplomatik nezaket çizgileri ile bir baskı devreye sokulacaktır.

Ortadoğu’da, İran’a karşı saldırganlık, geçiş dönemi boyunca hızla tırmandırılacaktır. Bu yolla, iki aylık sürece elde edilen kazanımlar üzerinden, hava yatıştırılmaya, İran ile pazarlıklar geliştirilmeye çalışılacaktır.

Fahrizade suikastı da bunun kanıtıdır. ABD yeni dönemde bu tarz saldırganlığı daha da artıracaktır.

ABD’nin politikalarında ciddi hiçbir değişiklik olmayacak, ama diplomatik nezaket çizgileri incelirken, saldırganlık ve tehdit daha ciddi hâle getirilecektir.

ABD’de, Biden’ın sağlık durumunun ne kadar yeterli olacağı, başkanlık dönemini tamamlayıp tamamlayamayacağı tartışılıyor. Aslında, bu politikanın, bir dört yıl daha işe yarayıp yaramayacağı tartışılmalıdır. ABD çıkarları açısından bu politika götürülebilir mi? Çünkü, bu sorunun yanıtı artık ABD’de değildir.

Giderek, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımı daha da su ütüne çıkacaktır.

ABD, Rusya ve Çin’e karşı bir cephe oluşturmak için, muhtemelen yeni tavizler verecektir.

Yani, ABD’deki değişimlere bakarak, dünyada barışın gelmesini beklemek hatalıdır.

Barış, ancak ve ancak, sosyalist devrimlerle, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele edenlerin zaferleri ile gelebilir.

Ortadoğu’da barış, şu ya da bu güce sığınma ile gelmeyecektir. Tersine, tüm bölgemiz halklarının, anti-emperyalist direnişi ile gelecektir.

“Paranın dini yoktur” Ya imanı var mıdır?

Başlığın yarısı Erdoğan’a aittir. “Paranın dini yoktur” demiştir. 30 Kasım olmalı, yeni korona virüs önlemlerini açıklarken, Katar meselesine girmiştir ve o bahiste, “paranın dini yoktur” demiştir.

Konu şudur: Katar Yatırım Otoritesi (QIA) Borsa İstanbul’un yüzde 10’unu satın aldı. Birçok çevre, bu arada CHP, bu satışın şeffaf olmadığını, neyin ne kadara satıldığının belli olmadığını vb. dile getirdi. Ama mesele Katar olunca, Erdoğan nasırına basılmış gibi ses verdi. “Çünkü paranın rengi dini yoktur. Para paradır.” dedi.

Sanki doğru söylemiş gibidir, öyle değil mi?

Parayı karşımıza alsak ve konuş desek, dinin var mı desek, muhtemelen konuşmayacaktır. Ama paranın temsilcileri olanlar vardır ve bunlar ister Soros tarzında simsarlar, ister QIA tarzında finansal güçler ister sanayici kimlikli kapitalistler olsun, hemen “dinim yoktur” diyecektir.

Rengi konusu daha farklı. Paranın bir rengi olmasa, Erdoğan, yeşil olduğu için doların yeşilinin her şeye yeteceğini düşünmezdi. Daha uzaktan yeşil doları ve onun sesini duyar duymaz, satılmadık şey bırakmayacak kadar kendinden geçmezdi.

Erdoğan bir müsriftir. O “itibardan tasarruf olmaz” derken, tam bir müsrif ve kibirli bir muktedir olarak konuşmuştur. Kâğıt üzerinde olduğu sürece, yani rengi ile canlı masanın üzerinde durmadığı, sesi işitilmediği sürece para onun için önemsizdir, harca gitsin, ver Diyanet İşleri’ne birkaç milyar. Ama parayı canlı gördüğü zaman, mesela Diyanet İşleri’nin parasını odada canlı, renkleri ile görmüş olsa, bir kuruşunu kimseye koklatmaz. Hem müsrif hem de cimri olduğundan değil, paranın sesini ve rengini özel olarak sevdiğinden.

Bazıları paranın sesini, daha para rüşvet hâlinde başka kasalardan yola çıkmak üzereyken bile duyarlar. Bazıları renklerin içinden en kıymetlisinin dolar yeşili olduğunu söylerler. Yani rengi var paranın. Mesela siyahları hiç sevmez bu dolar. Mesela yüzü açlıktan ve hastalıktan solmuş fakirlerin rengini de hiç sevmez bu para.

Demek dini yoktur bölümü doğru.

Para sahipleri yerine paranın bizzat kendisi konuşmuş olsa, elbette dinim yoktur diyecektir. Ama ekleyecektir: “Çünkü ben tapılanım, tanrıyım.” Para içinde yaşadığımız çağda tapılandır. Her şeyi satın alabilmenin aracı, her değerin ölçütü, her ilişkinin nesnesinin temsilcisidir.

Peki, acaba dini olmayan paranın imanı olur mu? Bunu, derin hocalara, tarikat liderlerine, Erdoğan’a, özellikle sormak gerekir.

Çünkü dinsiz para, tarikat liderleri için adeta kutsaldır. İnsanlar şeyhlere, şeyhler ise “badelemek”ten arta kalan zamanlarında paraya ibadet ederler.

En derin hocalar, paranın kokusunu önceden anlayabilenlerden çıkıyor.

İşte bu yüzden Erdoğan, ayakkabı kutularının içinde, Bilal oğlanın sıfırlamaya çalıştığı evde yığılmış paraları, yani koynunda yakalanmış olduğu paraları “AK”lamak için, AK Parti seçmeni olarak bilinen seçmenin en ileri gelenlerine “bu paralar İslam için kullanılacak” demekteydi. Buna göre, bu para, iman için iş görecekti.

Buna göre, İslam dünyasının eksiği sadece halife değil, aynı zamanda paradır. Halife, boşu boşuna vergi toplamamıştı. Diyeceksiniz ki, o zaman halifenin topladığı vergiler, devlet adına toplanıyordu. Şimdi ise hem devlet vergi topluyor, hem de Saray zenginleri. Evet, öyledir, çünkü, İslam ile yönetilmeyen bu yerde her türlü hırsızlık “helâl”dir.

Hırsızlığın en tatlısı, en helâli, ekmek kadayıfının üzerindeki kaymak gibisi, devletten çalınandır. Zira “devlet malı deniz, yemeyen keriz” diye bir gelenekselleşmiş sözümüz de var. Bu derinlikte bir edebî literatür yaratmış rüşvet ve hırsızlık sistemi, elbette “iman” sahiplerinin elinde işe yarayacaktır.

Yani, Erdoğan’a göre, yani onun pratiğine göre, dini olmayan paranın imanı vardır. İslam toplumları “parasızlık” yüzünden bu hâldedir ve “para” eğer Reis’in elinde olursa bu bahtsızlık aşılacaktır.

Aslında bu böyle ise, bunun kutsal kitabın bir yerinde de gösteriliyor olması muhtemeldir. Bu nedenle konu derin hocaların işidir. Bu nedenle Sayın Kahraman, Erdoğan’ın aldığı rüşvetler için “halife de %10 alırdı” diyerek bir “AK”lama fetvası vermiştir.

Bu “AK”lama fetvası, acaba her şeye muktedir olan paranın ne kadarlık niceliğine tekabül etmiştir? Biz Marksistler, paranın ortaya çıkışından sonra, aslında hiçbir değer içermeyen metaların da fiyatları olduğunu söyleriz. Örnek olarak toprağı, örnek olarak vicdanı veririz. Demek ki fetvalar da artık örneklerimiz arasına girmelidir. Toprak ne kadar güzel bir yerde, konumda ise o denli rant üretiyor. Dava ne kadar kritik ise hâkimin vicdanı o kadar çok paraya meylediyor. Fetva ne kadar kritik bir anda devreye giriyorsa o kadar çok paraya aşk simgeleri gönderiyor.

Buyurun işte, Katar işi bu denli derinlik kazandı!

Türkiye Varlık Fonu (TVF) var. Bu fon, aslında gizli bir özelleştirme idaresidir. Yiğit Bulut bunu anlatacak ama şimdi değil, hele bir Saray altüst olsun, o zaman.

Kamuya ait birçok gözde şirket satıldı. Ama bir bölümü hâlâ duruyor.

AK Parti iktidarına kadar 16 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştı. AK Partili yıllarda, hatta 16 yılında, 70 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Ama para yetmedi.

“Benim görevim rant üretmektir” diyen Türkiye AŞ CEO’su Erdoğan, özelleştirme bitince, bir yol bulmalı idi. Bu yol, birçok farklı kanaldan geldi ve TVF’de birleşti.

Hazine garantili projeler devreye sokuldu.

Hazine garantili projeler, otoyollar, köprüler, tüneller, havalimanları, şehir hastahaneleri vb. büyük rant kaynaklarıdır.

Bu rant kaynakları, “yeni burjuva sınıf”ın, yeni elitlerin yükselişinin temsilcileridir. Sağlık, yollar, inşaatlar vb. bunun bir parçasıdır. Bu alanlar, büyük ölçüde rüşvet; rantın bir biçimi olarak büyük ölçüde rüşvet, bu yolla üretilebilmektedir. Bu büyük çaplı rüşvet üretimi, hem Saray için, hem de ABD için büyük bir olanaktır. Bu nedenle, inşaat işlerinin ana planı McKinsey’den gelmiştir.

McKinsey, bu yatırımları, bir çeşit ABD sermayesinin ağırlık kazanması olarak organize etmiştir. Saray’a yakın bu şirketler, aslında taşerondur. Havalimanı, tünel, köprüler, otoyollar, şehir hastahaneleri, gerçekte, yabancı şirketlere aittir. Modern kapitülasyon denilebilir. Paylaşım, uluslararası tekeller arasında, bu noktada da vardır. Paylaşımın şekillerinden biridir bu. Ve bu anlaşmaların hemen hepsi, “dolar veya euro” bazlıdır ve hepsinde yetkili mahkemeler Londra mahkemeleri vb.dir. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın canla başla desteklediği bu projelerden elde ettiği kazanç, “imanlı” işlerde kullanılsın veya kullanılmasın, bu sermayenin sahipleri, kendilerinin ömrünü Erdoğan’ın iktidarda kalma süresine göre ayarlamamaktadır. Erdoğan gitse de onların çarkı sürecektir.

Üçüncü köprü yapıldığında, Hazine tarafından verilen kredi garantörlüğü yetmez, bir de kâr garantisi verilmiştir. Şu kadar araç geçecek garantisi gibi. Bu durum, mesela, diğer iki köprünün ücretlerinde 3 katı bir zamma neden olmuştur. Bu durum, yani üçüncü köprünün kâr etme meselesi, özel yasalar devreye sokmuş ve belli araçların üçüncü köprüden geçişi garanti altına alınmıştır. Bu durum, her türlü nakliye maliyetlerini artırmış ve sonuçta ürünlerin fiyatlarına yansımıştır. Avrasya tüneli, deniz otobüsü seferlerini değiştirmiştir. Şehir hastahaneleri, diğer hastahanelerin zorla kapatılmasını beraberinde getirmiştir.

Bunun nasıl bir “zorbalık” olduğunu anlatmaya gerek yok, herkes bunu her gün yaşamaktadır.

Modern kapitülasyon terimini bu nedenle kullanıyoruz.

İşte bu Hazine’nin kredilerine garantör olduğu projeler, yeni kredilerin bulunmasını da zora sokmuştur.

Tam bu noktada, McKinsey, TVF’yi önermiştir. Öneri ne kelime, emretmiştir. TVF, kamuya ait en gözde şirketleri bünyesinde toplamıştır. THY, Çaykur vb. gibi. Bu kârlı işletmeler, yeni rant üretme alanı olarak iş görmek üzere TVF aracılığı ile devreye sokulmuştur. TVF’nin başına Erdoğan oturmuştur. TVF, Cumhurbaşkanı’na bağlı, başkanı da kendisi. Bir general düşünün, ordu komutanı kendisi, alay komutanı kendisi, bölük komutanı o da kendisi. Bu “AK”çeli işler, AK Parti iktidarının ve AK Saray’ın en önemli marifet alanıdır.

İşte bu TVF, özel bir yasa ile, satışları ihale usulünden çıkartılmış bir özelleştirme idaresidir. Borsa İstanbul’un %90’ı, TVF’ye devredilmiştir. Oradan da QIA, Katar Yatırım Otoritesi’ne devredilmiştir. Tüm bu süreçlerde uyumayı tercih eden “muhalefet”, birdenbire uyanmış ve nasıl olur demeye başlamıştır.

Erdoğan, ha Katar ha AB ha ABD sermayesi, demek istiyor. Ne fark eder? Doğrudur. Aslında hiçbiri fark etmez. Bu özelleştirmelerin tümüne bugüne kadar sessiz kalan burjuva muhalefet, ses vermekte geç kalmıştır.

Yine de Katar ile ilişkiler, sanki tren katarı gibi peş peşe gitmektedir. Tank palet fabrikasının satılıp satılmadığı vb. bile belli değildir.

Katar’a limanlar satılmıştır. Katar’a AVM’ler satılmaktadır. Katar’a borsa satılmaktadır. Ve Katar’dan, 400 milyon dolarlık uçak alınmıştır. Parasının ödenmediği anlaşılıyor.

Malezya’da da bir AK parti var. İktidarda idi. Başkanı, o dönemin başbakanı, şimdi hapistedir. Orada da bir varlık fonu var. Bu fon, bizimkilerin Katar ile ilişkileri gibi, Suudi Arabistan ile ilişkili idi. Ve Başbakan, şimdi yargılanırken, kendisine sorulan milyonlarca dolarlık ödemeleri açıklarken “onlar bana verildi” demektedir.

Katar ile ilişkiler, bu nedenle kayıt dışıdır.

Katar, eski İngiliz sömürgesi, bir petrol kuyusu-devlettir. Ya da bir aile-devlettir diyebilirsiniz. Aile ve petrol kuyusu tarzı devlet olma hâli, Erdoğan ile Kral’ın ilişkisi için “fıtrat”a uygundur.

Katar, “resmî” olarak 1970 petrol krizi sonrasında, İngiliz sömürgesi olmaktan “çıkıp” devlet olmuştur. 1970 krizi, elbette ABD’nin dünya sistemini petro-dolarlarla domine etmeye başlamasının da başlangıcı sayılır. Daha sonraları, 1980’lerde gelecek “finansallaşma”nın temelleri buradadır.

Yine de Katar, İngiliz varlığının sıfırlandığı bir alan olmadı.

Ardından ABD, Katar’a büyük bir üs kurdu. 2 milyonu biraz geçen nüfusun 500 bini Arap’tır. Kalanları çoğunlukla yabancılardır. Hem işçi olarak yabancılar var, hem de asker olarak. ABD üssü oldukça büyük bir üstür ve ABD için de önemli olduğu anlaşılmaktadır.

Suriye savaşında, ABD, İngiltere, İsrail’in adının yanında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın adı anılmaktadır. Katar, oldukça aktif bir tarzda müdahalelerde bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşleri desteklemekten vazgeçtiği hâlde, Katar, tıpkı Türkiye gibi Müslüman Kardeşleri desteklemektedir.

Demek ki, petrol kuyusu Katar, aynı zamanda bir ABD askerî üssü gibidir. Ve aynı Katar’da Türkiye’nin de askeri vardır. Türk askerinin ne kadar olduğu konusunda rivayetler var, ama 2500’ün üzerinde olduğu sanılmaktadır.

Şimdi Katar Şeyhi ile Saray’ın yerlisi arasında bir anlaşma, bir aile bağları olduğu açık ama iş bu kadar mı sorusunun zamanıdır.

Ortaklaşa sömürge olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana varlığını sürdüren Türkiye, acaba ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin mi, yoksa siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi sömürgesi olarak kalacaktır? Bu soru, uzun bir paylaşım savaşı ile yanıtlanacak ve bu süre içinde, sadece Ortadoğu değil, Türkiye sahası da çetin çarpışmalara sahne olacaktır. İşler kendiliğindenliğe bırakılırsa, elbette ekonomiye hâkim olan, siyasal alana da hâkim olur. Ama ABD, işlerini akışına bırakmaz, bırakmayacak gibidir.

Şimdi, Türkiye’ye akmakta olan Katar sermayesi, acaba ABD ve İngiltere emri ile mi kaymaktadır? Hani, paranın dini yok da, yine de bu sermaye, Katar görünümlü ABD, ya da ABD-İngiltere sermayesi midir?

Meseleye biraz da buradan bakmak gerekir.

Petro-dolarlar, dün nasıl işlevler gördü ise, bugün de farklı işlevler görmek üzere sahaya mı sürülmektedir?

Saray etrafında toplanmış yeni zenginler, özellikle ABD sevdalısıdırlar ve Erdoğan ne çalmış ise ABD izni ile çalmıştır. Nasıl ki mahallelerde evlerinize giren hırsızlar polislerle birlikte çalışırlar. Bu işin raconudur. Türkiye’nin “güvenliği” de ABD’den sorulur ve burada hırsızlık yapacak olan kişi, bunu başarılı bir biçimde yapmaya devam edecekse, ABD izinlerini almış olmalıdır. Böyle olunca, ABD, bu paraların nerelerde olduğunu da bilir. Demek ki, Erdoğan’a, “mal varlığı araştırması” tehdidi geldi mi, parayı canlı hâlde çok seven bir yaratılıştaki Erdoğan’ın buna karşı koyması mümkün değildir. Konu da araştırma değil, el koymadır ve bunu en iyi kendisi bilmektedir.

Çevredeki yeni zenginler ise, artık doğrudan ABD ile temas hâline geçmiştir.

Tam bu noktada yeri gelmiştir, Erdoğan’ın hukuk ve ekonomik reformu, AB sermayesine saldırılmayacağı sözü verme girişimidir. AB sermayesinin bu saatten sonra, bu sözlerle iş yapabileceğini ise sanmıyorum. Çatışma artacaktır. Hazine iflas etmiş iken, Katar’dan gelen sermaye, ABD veya ABD-İngiltere adına kapitülasyonlar elde etmekte iken, Erdoğan’ı çok da düşünmeyecekleri varsayılmalıdır.

200-300 milyon dolar, Türkiye’yi ayağa kaldırmaz. Öyle olsa idi, elbette Erdoğan’a hediye olarak gelen Katar uçağının 400 milyon dolara satılması daha etkili bir hamle olurdu.

Aydın-Denizli arasında bir otoyol yapılmaktadır. Bu otoyol ihalesi 133 milyon euro yıllık gelir garantisi ile imzalanmıştır. Denizli ve Aydın’daki tüm araçlar, karşılıklı bu otoyolu kullansalar, her gün gidip gelseler, böylesi bir para toplanamaz. Bunu otoriteler söylüyor. Peki o hâlde bu neden yapılıyor? Çünkü sermayenin dini yok ama imanı var, para imanlı kişilere lazım.

Kütahya’da bir havalimanı yapıldı. Yıllık 1 milyon 232 bin yolcu garantilidir. Oysa havalimanını kullanan yolcu sayısı 82 bin kişidir. Kalanı Hazine garantili olarak ödenmektedir.

İşte bizim yağma- rant ve savaş ekonomisi dediğimiz şey, bir parçası ile budur. Buna HES’leri, Kaz Dağlarını, yanan ormanları, savaş ekonomisini eklemeniz gerekir.

Yani, 3 trilyonluk iç borç, 450 milyar dolarlık dış borç, 70 milyar dolarlık özelleştirme, MB’nin -49 milyar dolarlık rezervi, yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

Her gün yoksullaşan milyonlar, artan işsizlik, artan açlık, artan vergiler, gelen örtülü vergiler, artan fiyatlar; işte yağma-rant-savaş ekonomisi budur.

Elbette kârlarına kâr katan tekeller, servetlerini şişiren rantiyeler ve soyguncular; işte yağma, rant ve savaş ekonomisi budur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...