Ana Sayfa Blog Sayfa 95

Gelmekte olan devrimdir, Biz Gezici’yiz, siz gidici!

Tüm dünyada, işçiler, işsizler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler ayakta.

“Her şeyimizi aldılar, korkumuzu bile!” diyen Kolombiya’dan, “Yaşadığımız depresyon değil kapitalizm!” diyen Şili’ye, “Gezegen Yanıyor, Élysée Ne Zaman Yanacak?” diyen Fransa’dan, “Gece karanlıktan korkarsan bu şehri ateşe veririz” sloganına hayat veren Arjantin’e ve Meksika’ya, 250 milyonun sokağa çıktığı Hindistan’a ezilenler, aşağılananlar, yok sayılanlar ayakta.

Kapitalizm artık ezilenler için rıza üretememektedir, vaatlerinin sonuna gelmiştir. Dünyada eylemler, geleceksizliğe, kölece çalışma koşullarına, işsizliğe, insan olarak görülmemeye karşı gelişmekte ve başkaldıranların talepleri tüm dünyada ortaklaşmaktadır.

Bugün topraklarımızda ise artık Saray Rejimi’nin yaptıklarını sıralamak bir anlam ifade etmemektedir. Devletin yaptıklarına şaşırmak, “bu kadar da olur mu” demek bir anlam ifade etmemektedir. Avrupa’dan, ABD’den ya da bir yerlerden “özgürlük” beklemek, “insan hakları” için bir ümit duymak hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Yapılanlar karşısında duyulan bu şaşkınlığa karşı içimizdeki öfkeyi ön plana çıkarma cesaretine ihtiyacımız var. Gerçekleri kabul etme cesaretine ve öfkeyi örgütleme gücüne ihtiyacımız var.

Bu topraklarda, Gezi Direnişi özgürlüğün ne olduğunu herkese yaşatan bir direniştir. Gezi Direnişi bilinçli bir şekilde adım adım planlanıp, örgütlenen bir direniş değildir. Fakat Gezi Direnişi öncesindeki süreci hatırlamakta fayda vardır. Ankara’da Sakarya Meydanı’na çadır kuran Tekel işçileri, “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyen, 2007-2008-2009 1 Mayıs’ları ve Taksim’in kazanılmasıyla dünyada Küba’dan sonra en kalabalık yapılan 1 Mayıs’lar, Karadeniz’de HES’lere, Gerze’de termik santrallere karşı yürütülen direnişler, “Kürtaj haktır Uludere katliamdır” diyerek sokaklara çıkan kadınlar, ODTÜ’de “Başkaldırıyoruz” diyen üniversiteliler, YGS’de şifreli çıkan sorulara karşı meydanlara çıkan liseliler, Emek Sineması için sokağa çıkıp “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diyenler, Taksim’de eylem yasaklarına karşı düzenli eylem geliştiren devrimciler… Örnekleri artırmak mümkündür, tüm bu eylemlilikler adım adım Gezi Direnişi’ni var etmiştir.

Gezi’den önce, “bu ülkede yüzbinlerce devrimci yayının satıldığı, kabaran bir işçi, halk hareketinin olduğu 80 öncesi gibi olmaz”, “İstiklal Caddesi’nde bir baştan bir başa yürüyorsunuz da ne oluyor” diyenler, Gezi’den sonra da artık bir daha Gezi olmaz fikriyle her eylemi, her direnişi, katılan kişi sayısıyla ölçmektedir. Doğrudur, doğada her fikre uygun kanıt bulunmaktadır.

Fakat saldırılara karşı, insanca ve onurlu bir yaşam için mücadele edenler için de pek çok kanıt bulunmaktadır. Direnen Migros, PTT, Sinbo, SML, Baldur, Kayı İnşaat işçileri, hakları için mücadele eden maden işçileri, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulatacağız diyen kadınlar, LGBTİ+’lar, Boğaziçi direnişini büyüten ve yayan üniversiteliler, İkizdere’de doğasını ve yaşamını savunanlar, tüm direnen kesimler, saldırıların içinden açığa çıkardıkları özgürlük havasını içlerine çekebilmektedir. Tüm bu direnişler kendi tarihlerini, kendi hikâyelerini yazmaktadır.

Direnişlere dışarıdan bakılarak bu ruh anlaşılmaz. Direnişleri bir adım daha ileri taşımak için mücadele edenler ise görmektedir ki aslında tüm bu direnişlerin içinde bir parça da Gezi Direnişi vardır. Ethem, Abdullah, Ahmet, Hasan Ferit, Medeni, Mehmet, Ali İsmail, Berkin bugün gelişen eylemliliklerin, direnişlerin içinde mücadeleye devam etmektedir.

Görülen; geçmişten ve bugünden, dünyadan ve coğrafyamızdan direniş örnekleri çoktur. Tüm bu örnekler amaçtan ve niyetten bağımsız ele alınamaz. Eğer siz, “tüm bu saldırılar bizi provoke etmek için o nedenle aman sokağa çıkmayalım” diyorsanız, gelişen bu direnişlerin ömürlerinin kısa olması en büyük temenniniz olabilir. Fakat eğer siz, tüm bu direnişlerin taleplerinin bir araya geleceği, birlikte mücadele edeceği bir hattın örgütlenmesi için mücadele ediyorsanız farklı mücadele dinamiklerinin bir araya gelişinin yaratacağı aklı ve çözümü görebilirsiniz.

Bugün, yaşanan aşağılanma ve sömürüyü bitirme sorumluluğunun kendimizde olduğunu kabul etmek oldukça zordur. Fakat bu zor bir kez aşıldıktan sonra önümüzde direnişlerden öğrenebilecek, onları bir adım ileriye taşıyabilecek, tüm dünyada ortak olan taleplerden güç alınabilecek bir yol vardır.

Yüreği direnişten ve özgürlükten yana olup da, dün “kontrollü siyaset” yapmaya çalışanlar, fütursuzca gelişen saldırılar ve karşılarında buldukları kararlı direnişler karşısında bu tutumdan adım adım vazgeçmeye başlamışlardır. Deneyimlerini direnişlerle büyütüp, birleştirmek için adımlarını hızlandırmalıdırlar.

Gezi Direnişi’ne katılmış, belki ortak mutfakta çalışmış, belki kütüphane kurmuş, belki talcid sıkmış, belki bir barikatı tutmuş, belki pencerelerdekilere “Gel, gel” demiş olanlar bugün pencerelerinden gelişen direnişler için ses çıkarmaktadırlar. Gezi’de “Artık herkesin bir hikâyesi var!” denilen hikâye sahipleri ona sahip çıkmalı, gelişen direnişleri öğrendikleri derslerle büyütmek için harekete geçmelidir.

Evet, bir daha Gezi olmayacak. Dünden ve bugünden öğrendiklerimizle, dünyada ayağa kalkan lanetlilerden öğrendiklerimizle, daha ilerisini, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünyayı yaratmak mümkündür.

Gelmekte olan devrimdir. Bu gerçeğin ağırlığından geri adım atıp gerçeği bükmeye çalışmak, istenmese de çürümeyi getirecektir. Çünkü yeni, coşkuyla açığa çıkarılmayı beklemektedir. Sen istersen devrim yakındır. Her alanda örgütlü gücü büyütürsek devrim yakındır. Tarihin kaderini bu gerçeği kabul edip, hayata geçirenlerin iradesi belirleyecektir.

Kan gölüne çevrilen bölgemizde, devrimlerle kızıl şafaklar doğacak

Son günlerde Siyonist işgalci devletin Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah’da gerginliği tırmandıran hamleleri “Kudüs günü” ile birlikte bardaktan taştı. Kudüs’ün işgal edildiği 1967’deki Altı Gün savaşının yıl dönümü Siyonist rejim tarafından “Kudüs günü” olarak kutlanıyor.

Bu sene Filistinliler kutlamaları engellemek için Mescid-i Aksa’da nöbet tutmaya başladı. İşgalci devlet buradaki yüzlerce kişiye şiddetle saldırmış, 300’den fazla insan yaralanmıştı. Yapılan hava saldırılarında 3’ü çocuk 9 Filistinli sivilin hayatını kaybettiği ve bu sayının artmasından endişelenildiği belirtiliyor.

Saldırı karşısında direniş gerçekleşirken; Filistinli örgütler direnişi büyütme ve seferberlik çağrısında bulundu. Filistin Halk Kurtuluş cephesi, Filistin’in Kurtuluşu için Halk Cephesi, İslami Cihat ve Hamas; Kudüs, Batı Şeria ve 1948 topraklarında direniş çağrısı yaptı. FHKC son yaptığı açıklamada bugünü bir öfke günü olarak ilan etme, direnişi büyütme, Kudüs’e giden halk kitlelerinin kuşatmayı kırması çağrısında bulundu.

FHKC Basın İrtibat Bürosu tarafından yapılan açıklamada İsrailli yerleşimciler tarafından cami avlularına saldırı girişimlerini engellemek için işgal uygulamalarına karşı kararlılık ve cesaret çağrısında bulunulurken, Cephe halkı Mescid-i Aksa’ya çağırdı.

FHKC açıklamasını dünya halkları ve uluslararası kurumları Kudüs, El Aksa Camii ve Şeyh Cerrah mahallesinde sürdürülen etnik temizliğin durdurulması için acil eyleme çağırarak devam ettirdi.

Saldırılara karşı yaşlısı, genci ve çocuklarıyla Filistinliler her türlü olanaklarıyla direnirken uluslararası kuruluşlar ve bölgedeki kukla devletler ise iki yüzlü tutumlarını sürdürüyor.

Son yıllarda bölgedeki devletler İsrail’le normalleşme kuyruğuna girmiş, ekonomik, askeri vb. birçok yeni anlaşmalar yapmıştı. Suudi Arabistan’dan Emirliklere, Türkiye’den, Sudan’a kadar bölge devletlerinin çoğu ve işgalci devlet arasında bahar havası eserken, bu devletler Filistinlilerin direnişlerine kayıtsız kalamadıkları için söylemde sert pratikte hiçbir karşılığı olmayan açıklamalarda bulunuyorlar.

Türkiye de bu konuda bölge devletlerinden farklı bir noktada değil. Erdoğan ve Türkiye İsrail’e terör devleti gibi nitelendirmeler içeren sert söylemlerle seslenirken, caydırıcılığı olabilecek hiçbir hamleyi ajandasına eklemiyor. İsrail’le köklü, askeri, ekonomik, kültürel, akademik, politik ilişkilerden bir an bile vazgeçilmiyor.

Ayrıca İsrail’in Filistinlilere tavrının bir benzerini Kürt halkına karşı uygulamaları da bu iki yüzlülüklerinin bir işaretidir.

Bugün Filistin halkıyla dayanışma içinde olmak, kendi direnişine sahip çıkmaktır. Filistinlilerin onlarca yıllık davası bölge devrimcileri için sıcaklığını hiç kaybetmemiş, Filistin, devrimcilerin ikinci vatanlarından biri olmuştur.

Anadolu devrimci hareketi önderleri ve üyeleri hem tarihsel olarak hem de güncel olarak Filistin’e saldırıları kendisine yapılmış saymıştır.

Bölgedeki devrimci hareketler olarak Filistin’le devrimci enternasyonalist dayanışmayı büyütmeliyiz.

Enternasyonal dayanışmayı yükseltirken, dünyada başta Ortadoğu olmak üzere Kuzey Afrika, Kafkaslar, Balkanlar ve Anadolu’daki işbirlikçi/kukla devletlere karşı devrimci mücadeleyi büyütmek önümüzdeki en önemli görev olarak duruyor.

Yaşasın halkların kardeşliği!

Nehirden denize özgür Filistin!

Paylaşım savaşımı, sosyalist devrim ve bölge devrimi

Şimdiden söyleyebiliriz ki, Biden ile ABD, yeni bir saldırı dalgası yaratma hevesindedir. Konu yeni olduğundan ve en önemlisi liberal solcularımız ve Batı değerleri tutkunu “aydın”larımız Biden’a çok inanmış olduklarından, borsa dili ile onun “barış severliğini” satın almış olduklarından, Biden’ın savaş yanlısı tutumunu biraz açalım.

Aslında, aklı “image”larla perdelenmemiş her göz, bu saldırganlığı kolaylıkla görebilir. Ama bir kere inanmış iseniz, bir kere Batı değerlerinden yana bir gelecek tasarlamayı huy edinmiş iseniz, bir kere olsun bakış açınızı değiştirmeyi denememişseniz, çıplak gerçeği görme şansınızı da reddetmiş olursunuz. Bizim liberal solcularımızın, kendilerine liberal demeyen bazı solcularımızın ve liberal “aydın”larımızın hâli böyledir. ABD, açıktan bir saldırıya başlarsa bile, onlar, bu saldırının ABD tarafından yapılmadığına inanmak isterler. Mesela hiçbiri, atom bombasının ABD tarafından atıldığını söylemez. Savaş içinde bir durum olarak bunu ele alırlar, ama Hiroşima’ya atılan bombalar karşısında Nâzım’ın şiirlerinde yansıyan tepkiden gelen şarkıları dinleyip “büyümez ölü çocuklar” için efkârlanırlar. Ama bu saldırının faili yoktur. Panama topraklarını işgal eden ABD değildir ya da Ekvador’da devlet başkanını öldüren Rockefeller’in şirketi Standart Oil ya da Texaco değildir. Bunların isimlerini ağızlarına almazlar. Doğanın yağmalanmasına karşıdırlar ama doğayı yağmalayanlar tekeller, parababaları vb. değildir, “kötü” adamlardır.

Biden, “kendisine barış ve insan hakları” alanında yatırım yapılan, yeni başkan, aslında Obama döneminin başkan yardımcısıdır ve son derece etkilidir. Suriye savaşının mimarıdır (Bayan Clinton alınmasın, onun rolünü unutamayız) ve IŞİD denilen örgütün kurucu babası (annesi Bayan Clinton’dur) olma “şeref”i ona aittir.

Biden ile yeni savaş hamleleri üst üste geliyor. Bir yandan Çin’e, diğer yandan ise Rusya’ya dönük. Böylece, iki ana hedef seçilmiş ve onlara karşı saldırı için ortam hazırlanmaktadır.

Çin denizinde, Tayvan ile Çin arasındaki sulara, ABD gemileri hareketlendi. Bu sulara girerek, aslında Çin’in tepkisini ölçmek istediler. Öncesi de vardır, ilk değildir, Trump döneminde vardı. Yani, pek de yeni sayılmaz. Ve Çin gemileri, bu yönelişi Tayvan açıklarında önledi. Silahlar patlamadı.

Aynı şekilde Çin ile ticari görüşmeler için biraraya gelen ABD heyeti, doğrudan Çin’i “insan hakları ihlalleri” ile suçladı ve Batı’nın birçok ülkesi, Çin’e karşı yaptırımlar için harekete geçti. Bu yazı yazılmadan bir hafta önce, Çin, ABD ve Kanada’ya karşı, karşı yaptırımlarını açıkladı. Henüz AB’ye karşılık vermiş değildi.

Sanki, ABD, dünyanın bekçisi, dünya “insan hakları” savunucusu. Bu elbette Batı değerleri ile büyümüş, Batı değerleri ile sarmaş dolaş yaşamış ve bunun nimetlerini görmüş okur-yazar takımımız için, liberal solcularımız için, liberal olduğunu kabul etmeyen Batı yanlısı solcularımız için, hoş ve Biden’a inanmalarını pekiştiren bir görüntüdür. İyi ama, ABD’nin “insan hakları” sicili konusunda bu denli bir unutkanlık nasıl açıklanabilir? Her gün, dünyanın herhangi bir yerinde savaşan, bombalar patlatan, insanları katleden ve bunu en az yüz yıldır sürekli yapan bir ABD, nasıl oluyor da, “insan hakları” sicili temiz statüsünde değerlendirilebiliyor? Beyaz olmayan herkese acımasızca saldırılar, ırkçı şiddet bizzat devlet tarafından organize edilirken, ABD’ye “insan hakları” alanında dünya bekçisi diye nasıl bir güven duyulabilir? Hem sonra, “insan hakları”nın dünya bekçiliği olabilir mi? İnsan hakları dediğinizde kimin insan olarak haklarından söz ediyorsunuz; kendi deresini korumak için HES’lere direnenlerin mi, yoksa özgürce yatırım yapmak istiyoruz diyen HES yatırımcısının mı? Kod 29’dan işten atılan işçilerin haklarından mı söz ediyorsunuz, yoksa Erdoğan’ı eleştiren Özilhan’ın “işçileri işten çıkarma” ve “serbestçe kâr etme” hakkından mı söz ediyorsunuz?

ABD’nin emperyalist politikaları, nasıl olur da, bu denli açık iken, bu denli kör gözüm parmağına şeklinde vuku bulurken, görmezlikten gelinebilir?

Bu elbette basının, paranın, uluslararası organizasyon şirketlerinin ortak işidir. Yıllarca yaptıkları şeydir ve Batı hayranı solcular, bu konuda kördür.

Bugünlerde, Karadeniz’e ABD gemileri girmektedir. Tam da “Kanal İstanbul” tartışmalarının anlamını deşifre eder gibidir.

Bu gemiler, nükleer başlık taşımaktadır ve Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeleri açıktan tehdit edecek bir savaş kışkırtıcılığı yapılmaktadır. ABD nükleer başlıklı gemileri, Rus gemilerince önleri kesilerek takibe alınmaktadır. Bu konuda Saray basını tam bir sessizlik içindedir. Basının kontrolü, yazarlara verilen dolarlar ve bu işleri kotaran uluslararası ağlara sahip ABD’li şirketler, bu haberlerin görünmesini önlemektedir.

Durumu gören Saray Rejimi, hem ABD’ye yanaşmak için hem de kendi gücünü göstermek için, iki hamle yapıyor: Birincisi “İstanbul Sözleşmesi”ni feshediyor. Bu yolla hem içeride saldırgan politikalarını ortaya koymuş oluyor hem de dışarıda ABD’ye, “bak ben de böyle bir güç var, istersem Montrö’yü de feshedebilirim” demek istiyor. Yeter ki sen ABD olarak, Saray Rejimi’ni, en çok da Erdoğan’ı koru, onu Saddam gibi sahipsiz bırakma. TBMM, adı var kendisi konu mankeni bile sayılmaz bir hâldedir. Ve bu meclisin başkanı, hemen bir açıklama yapıyor, Karadeniz’de ABD ve Rus gemileri burun buruna itişirken “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’yü de feshedebilir” diyor. Bir tek imza ile, bir gece yarısı, karanlıkta.

ABD, Ukrayna’ya silahlar sağlıyor ve açıktan emrediyor, Donesk bölgesine saldırı planlayın diyor. Ukrayna, bölgeye asker ve tank yığıyor. Sanırım Biden’ın pek de “barış yanlısı” olmadığını anlamak için bu kadarı yeterli. ABD, AB ile anlaşarak (bunun için epeyce taviz vermiştir, tehditleri de tavizlerin yanına eklemiştir) Rusya ve Çin’e karşı saldırgan bir politika izleyeceğini deklare etmiş oluyor.

Ta ki, AB ve Japonya, aldıkları bu tavizleri ceplerine koyduktan sonra, uygun bir anda, bu ittifaktan vazgeçene kadar bu ittifak yaşayacaktır. Vazgeçecekler midir? Muhtemelen. Birinci Dünya Savaşı öncesine bakalım, her ay yeni bir anlaşma ilan ediliyor, ertesi ay başka bir anlaşma eskisini bozuyordu, ülkeler bir gün bir taraftan yana, ertesi gün de diğer tarafa yakın konum alıyordu. Bugün de böyledir. Aslında savaşın nedeni, emperyalist güçlerin, en başta beş gücün (ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere), dünyayı yeniden paylaşma savaşımına girişmiş olmalarıdır. Bu, kapitalist sistemin doğası gereğidir ve SSCB’nin varlığı nedeni ile su üstüne çıkması uzun sürmüştür. Bölüşüm savaşımının bu cephesi, en başta bu beş emperyalist güç, ABD’nin planları tutmadığı, hegemonyası çözüldüğü için bir araya gelmişlerdir. Bunu sağlayan ABD’dir. ABD, bu beş ülke üzerindeki kontrolünü ve onlar karşısındaki üstünlüğünü kullanarak 2001’de Afganistan’ı işgal etti, 2003’te Irak’ı. Amacı, “imparatorluk” kurmaktı. Dünya imparatorluğu kurulmalı, tüm dünya ABD’ye boyun eğmeli idi. Ve karşısında diğer emperyalist rakipleri vardı. Hikâye böyle başladı. Rusya ve Çin’in sahaya inişi, ABD saldırganlığının Suriye sahasına gelmesi sonrasına denk gelir. Hem askerî hem de ekonomik olarak ABD boyunun ölçüsünü almıştır ve şimdi, “hiçbirimiz bu işi tek başına hâlledemeyiz” diyerek, diğer beş gücü yanına almak istiyor. Elbette gelmezlerse tehditleri de var. AB, açıkça tehdit edilmektedir, göçmen meselesi, Yunanistan-Türkiye gerilimi, İspanya ve İtalya üzerine hamleler bu tehdidin göstergeleridir. Doğrusu, her biri farklı bir arzu ve şevkle de olsa, bu işbirliğine razılar, çünkü, bu yolla ABD’nin daha da güç kaybedeceğini düşünüyorlar ve kendilerine de daha fazla zaman lazım. Almanya ve Japonya için askerî hazırlık dönemine ihtiyaç var gibidir.

Bu savaşta Rusya ve Çin, açık olarak “anti-hegemonyacı politika” izleyeceklerini belgelerine koymuş, dünyaya deklare etmişlerdir. Bunun anlamı açıktır: Bugün ABD hegemonyasına, yarın ise onun yerine geçecek başka bir gücün hegemonyasına boyun eğmeyeceğiz. Bu “anti-hegemonyacı politika”, dünya için farklı bir düzen talebi olarak da yorumlanabilir. Ama açık olan şudur ki, ne ABD’nin ne de başka bir gücün hegemonyasına boyun eğmeyeceklerini ilan etmiş durumdadırlar. Bu elbette bir sosyalist politika değil, ama onurlu bir politikadır.

Bugün, Biden ile birlikte ABD, daha kapsamlı bir savaş senaryosunu sahneye koymaktadır. “Demokrasi” ve “insan hakları” ile perdelenmek istenen bu saldırı dalgası, Rusya ve Çin’e zarar vermeden önce, onun çevresine, çevredeki ülkelere zarar verecektir. Bu konuda hevesli tetikçiler bulmak ABD için hâlâ çok zor değildir.

ABD, açıkça Rusya’nın etrafını hareketlendirerek bir savaş kundaklıyor ve TC devletine, NATO’da demirle diye yolu gösteriyor.

Durumu fark eden Erdoğan, hemen bir makale kaleme alıyor ve Batı basınında yayınlıyor. Bu makalede, “bizi destekleyin, arkamıza geçin, Suriye’yi tümden alalım” diyor. İşte size bir tetikçi, hemen göreve hazırdır.

Burada biraz durmak gerekir.

Demek ki, TC devleti, Saray Rejimi, hiç de öyle Putin ile dost, Rusya ile gönüllü bir yakınlaşma ilişkisi içinde değildir. Uçak düşürme işi de dostça değildir, büyük elçinin öldürülmesi de, bugün Erdoğan ağzından yazılan makaleler de.

Belki Saray Rejimi, ABD ile Rusya arasında bir dans eden ülke olarak kendini düşünüyor olabilir. Hatta buna inanabilirler de. Ama durum öyle değil. Rusya ile TC devletinin “gelişen” ilişkisi zorunlu bir ilişkidir. Uçak düşürülünce, elçi öldürülünce, Suriye’de 2020’nin Şubat ayında Rusya’ya savaş ilanı naraları atılınca, ödenmesi gereken bedeller ortaya çıkmıştır ve TC devleti, Rusların birçok konuda söylediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Rusya, TC devletini NATO’dan koparmak ya da TC devleti aracılığı ile NATO’yu sallamak işi ile meşguldür. Bu açık ve net. Ama TC devleti, ABD ile Rusya arasında gelgitler yaşamıyor.

Erdoğan imzası ile yayınlanan bu tarz makaleleri mesela Rusların okumadığını mı düşünmek gerekir? Elbette hayır ve bu mümkün değil. Öyle ise, bu dans, herkesin bildiği bir sır oyunu mudur? TC devleti, ABD emri ile, tetikçiliğin verdiği şehvet ile Suriye’nin işgali sürecine girmiştir ve şimdi kuyruğunu Ruslara kaptırmış durumdadır. ABD, Suriye savaşını kaybetmiştir ve onun için TC devletini o sahada kullanmak, ABD için akıllıcadır. TC devleti, ne ileri ne geri konumundadır. Libya operasyonu da böylesi bir tetikçiliktir. Bilinsin, bu tetikçilik, TC devletinin bu işlere olan hevesini ortadan kaldırmaz. Hem Saray Rejimi buna heveslidir hem sermaye buna heveslidir, hem de ABD bu hevese uygun görevler vermektedir. Libya ve Ege meselesi, ABD’nin AB’yi tehdididir.

Demek oluyor ki, Trump dönemi ile Biden dönemi arasında bir politika farkı yoktur. ABD devletinin politikaları, üslup anlamında değişebilir ama diğer açılardan Trump ve Biden’a göre değişmezler. Tersine, politikalarda ortaya çıkan ihtiyaca göre başkanlar değişir. Biden, bu politika ile AB’yi yanına almaya çalışıyor. Bu konuda da yol alınıyor. Ama bu yol tıkandığında, Biden hastalıktan emekli olacak, Kamala Harris ilgili değişiklikleri yapmak üzere oraya oturacaktır. ABD’de, başkanların politikaları yoktur, politikanın gerekli kıldığı başkanlar vardır.

ABD ile AB arasındaki anlaşma, geçici olsa da, TC devletine, açık uluslararası görevler yüklemektedir ve bunları yerine getirmesi koşulu ile Erdoğan, Saray Rejimi, içeride istediği kadar insan hakkı ihlali yapabilir, istediği kadar para hortumlayabilir, serbesttir. AB’nin gözyaşartıcı “desteği” bu nedenledir.

Biden ile heveslenen “Batı değerleri” tutkunu okur-yazarlarımız, aslında tam anlamı ile kördürler. Batıcılık, kör edicidir. Bu körlerin bir benzeri de Kürt hareketi içinde vardır. Barzani zaten biliniyor. Kürt hareketi içindeki iki karşıt cephenin birinin ifade bulduğu yer Barzaniciliktir. Barzanicilik, Kürt halkı içinde feodal ilişkilere, rant ilişkilerine, uluslararası alanda ise ABD emperyalizmi başta olmak üzere sömürgeci devletlere dayanır. Buna Barzani şirketi de denilebilir. Bunun, Suriye Kürtleri içinde de, Türkiye Kürdistanı’nda da yeri vardır. karşısında ise Kürt devrimci hareketi vardır. Biden ile birlikte “bir umut” politikası ile Biden’ın kökeninin Kürt olduğuna kadar ilerleyen açıklamalar devreye sokulmuş, ABD Kürt halkını kurtarır ümidi yayılmaya çalışılmıştır. Oysa TC devletine saldırı emrine veren bizzat ABD’dir. 2015’ten bu yana süren saldırı ABD emri ile sürmektedir. Garȇ operasyonunu ABD’siz mi yaptılar?

Bölgemizi etkisi altına alan, daha da alacak olan Biden tarzı savaş politikaları, tüm bölgeyi de kana bulayacaktır. Sonucu ne olursa olsun, bu savaşın esas kaybedeni halklar olacaktır. Rusya’nın mı, ABD’nin mi kazanacağı, kimin ne kadar kazançlı çıkacağı bugünden belli değildir. Ama bugünden belli olan şey, mesela Türkiye halklarının kaybedeceğidir. Mesela ABD savaş politikalarına destek verdikleri sürece Ukrayna halkının kaybedeceğidir. Mesela Biden’a umut bağlayarak tetikçilik yapan her devlet veya hareketin kaybedeceğidir. Çünkü, ABD kazansa da, onların kazanacağı “kölelik”tir.

Tüm bu savaş, gerçekte, işçi ve emekçilerin öldüğü, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez bir hâl aldığı, işçi ve emekçilerin kanlarının döküldüğü ve döküleceği süreçlerdir. Yani, hiçbir ülkenin işçi ve emekçilerinin bu savaştan kazançları yoktur, olamaz. Ve binlerce kez tarih tarafından ispatlanmıştır ki, hiçbir emperyalist güç, bir halkı, halkları korumaz.

Bugün, varsayalım ki, ABD’de bir halk hareketi başlamış olsun ve iktidarı yerle bir ederek sosyalist bir ülke kurmuş olsun, işte o gün, bu savaş politikası ortadan kalkmış olacaktır, o günden başlayarak varsa (yani hâlâ ayakta kalmışlarsa, devrim onlara yayılmamışsa) dünyadaki diğer emperyalist güçler, ABD işçi ve emekçilerine karşı, Amerikan halklarına karşı savaşa girişeceklerdir.

Gerçekte bu savaşın iki cephesi vardır: Onlar ve biz. Onlar, tüm kapitalist dünyadır, biz işçi ve emekçileriz, dünyanın tüm işçi ve emekçileri. Bu savaş, kimin bizlerin alınterini, kanını emeceği üzerinedir. Bu savaşın sonunda ister ABD kazansın ister Almanya-Japonya vb. sonuçta kazanacakları şey, bizim köle sahiplerimiz olma hakkıdır. Biz bu hakkı kimseye vermiyoruz. Her türden köleliği, köleliğin her biçimini reddediyoruz.

Dünyanın işçi ve emekçileri, bir yeni devrim dalgasını yaratmak, dünyanın kurtuluşunu sağlamak üzere kapitalist sistemi tarihin çöplüğüne gömmek üzere ayaklanmalı, örgütlenmeli, direnmelidir.

Tüm bu savaş naralarına, bu savaş kundakçılığına karşı tek seçenek, tek kurtuluş yolu, sosyalist devrimdir. Bugünden, bölgemizde kundaklanan her savaşta, işçi ve emekçiler, silahlarını karşı tarafın işçi ve emekçilerine değil, bulundukları ülkenin egemenlerine çevirmek zorundadırlar. Devrimci tutum budur.

Dünya, böylesi bir sosyalist devrime, her zamandakinden çok daha muhtaçtır ve her zamandakinden çok daha, nesnel anlamda, devrim yakındır.

Aydın (entelektüel) olmak, bu savaşta, işçi ve emekçilerin, gerçeğin, yaşamın yanında yer almaktır. Bilginle, emeğinle, ellerinle, kafanla, tüm organlarınla, bilimle, sanatla, edebiyatla işçi ve emekçilerin saflarında bir nefer olarak dövüşmektir.

Dünya, sosyalist devrimler, komünizmin yükselişinin arifesindedir. Bu savaşta, işçi sınıfının saflarında yer almak, büyük bir onurdur.

Bu devrimin, kurtuluşu sağlayacak, kapitalist sistemi, sömürüyü ve emperyalist boyunduruğu yok edecek sosyalist devrimin bölgemizde de dinamikleri mevcuttur. Dünyanın her yerinden daha çok demek mümkün değilse de, bölgemizde devrimin olanakları vardır.

Bölgemiz, Kafkasları, Balkanları, Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı içermektedir. Bizim hakkında konuştuğumuz, eski dünyanın bir parçası olan bu bölgedir. Bu bölgedeki onbinlerce yıllık katliamlarla, baskı ve zulümle, aşağılanma ile hesaplaşmak, ancak sosyalist dirilişle mümkündür. Halkların mozaiği olacak bir sosyalist federasyon, tüm bölgenin kurtuluşunu olanaklı kılacaktır. Anadolu sosyalist devrimi, böylesi bir devrimin parçasıdır, kaldıracıdır. Bölgemizde mayalanmakta olan her devrim, bölge devriminin bir kaldıracıdır.

Elbette bunun önünde öznel yetersizlikler, güçsüzlük gibi, bugüne ait olan sorunlar vardır. Bu sorunları görmezlikten gelmiyoruz. Her devrim, devrimci örgütlenmeye dayalı olarak, kitlelerin ellerinde yükselir. Bölgemizde bu açıdan devrimci hareketin, öznel sorunları çözmüş olduğunu söylemiyoruz. Biz sahte umutlar üzerinden konuşmuyoruz. Nesnellik, tüm bölgede devrime gebedir. Ama bu devrimi zafere ulaştıracak, bir özneye ya da her toprak parçasında öznelere ihtiyaç olduğu kesindir.

Bölgemizde, devrimci hareketin örgütlülüğü, işçi ve emekçilerin bilinci ve örgütlülüğü, oldukça farklılıklar göstermektedir. Bir yerde son derece ileri bir devrimci örgütlenme var iken, başka bir yerde son derece zayıf örgütlenmeler vardır. Ama geçtiğimiz 10 yıl, her bölgede ortaya çıkan kitlesel eylemlerin, diğerlerini son derece hızla etkilediğini göstermiştir.

Emperyalizmin halklar arasına soktuğu ırkçılık, aşağılama, katliam politikaları, birçok engel yaratmakta, bölgemizdeki devrimci güçleri birbirine güvensiz kılmaktadır. Ama pratik mücadele, büyük öğretmendir. Pratik mücadele, gelişen direniş, birçok yerde farklı işlese de ortak değerler yaratmaktadır.

Bu direniş, bu devrim yolu, elbette aynı zamanda tarihsel bir hesaplaşmadır da. Her devrimci hareket, kendi tarihsel hesaplaşmasını da yapmak zorunda kalacaktır. Bunu başarmak, elbette yeni bir devrimci sayfa açmanın da anahtarını sağlamaktadır. Çok uzun yıllar boyunca, emperyalist efendiler, halklar arasında sorun yaratmakta, var olan sorunları uzlaşmaz sorunlar hâline çevirmekte son derece mahir olmuşlardır. Bunlarla hesaplaşma, gerçek anlamı ile, bir devrimsiz mümkün değildir. Yani, bu tarihsel hesaplaşma ile devrimin gelişimi, birbirinin içine girmiş süreçlerdir.

Mücadele edenler, direnenler, devrim için yola çıkanlar, ancak onlar, bu hesaplaşma gereğini duyarlar. Halkları bölmüş olan kapitalist pazarın sınırları, ancak bu tarihsel düşmanlıklarla ayakta tutulmaktadır.

Ve ancak işçi sınıfının devrimci davası, tüm bu sorunları çözebilecek gücü ortaya çıkaracaktır. Özgürlük, kardeşlik temelinde, ortakçı bir toplumu kendi ellerimizle kurma iradesi, savaşsız sömürüsüz bir dünya kurma iradesi, ancak böylece kalıcı bir barış sağlayabilir. Bu elbette ulus devlet sınırlarını aşan bir mücadeledir ve doğrusu bunun nesnel zemini, bölgemizde güçlüdür. o

A red dawn will rise through revolutions in our region that has been turned into a bloodbath

In recent days, the actions of the Zionist occupying state, which increased the tension in Masjid-i Aqsa and Sheikh Jarrah, escalated with the “Jerusalem day”. The anniversary of the occupation of Jerusalem during the Six-Day War in 1967 is celebrated as “Jerusalem Day” by the Zionist regime.

This year, Palestinians started to keep watch in Masjid al-Aqsa to prevent these celebrations. The occupying state wildly attacked hundreds of people and more than 300 people were injured. It is reported that in the air strikes following the protests, 9 Palestinian civilians, including 3 children, lost their lives and sources are worried that these numbers might increase.

While resistance is taking place against the attacks Palestinian organizations called for mobilization and growing resistance. People’s Liberation Front for Palestine, Popular Front for the Liberation of Palestine, Islamic Jihad and Hamas called for resistance in Jerusalem, the West Bank and 1948 lands; and in their latest statement PFLP declared today as a day of anger to increase the resistance, and called the masses of people going to Jerusalem to break the siege.

In the statement made by the PFLP Press Office, PFLP called for determination and courage against the occupation practices in order to prevent possible attacks on the courtyards of the mosques by the settlers, and called the people to the Masjid al-Aqsa.

The PFLP continued its statement by calling on the peoples of the world and the international institutions to take urgent action to stop the ethnic cleansing in Jerusalem, Al-Aqsa mosque and the Sheikh Jarrah neighborhood.

While Palestinians, with their elderly, young and children, resist the attacks with all their means, international organizations and puppet states in the region maintain their hypocritical attitude.

In recent years, states in the region started normalization processes with Israel, making new economic, military, etc. agreements. While most of the states in the region from Saudi Arabia to the Emirate, from Turkey to Sudan cooperate with the occupying state, the same states also cannot remain indifferent when Palestinians resist, so they make harsh statements that have no equivalent in practice.

Turkey is not different from the states of the region in this regard. While Erdoğan and Turkey address Israel with a harsh rhetoric, such as calling Israel a terrorist state, they do not have any practical deterrent against Israel in their political agenda. Deep-rooted military, economic, cultural, academic and political relations with Israel are not abandoned for a moment.

In addition, they take a similar attitude to the Kurdish people as the one Israel takes towards the Palestinians, which guarantees that this hypocrisy will not end.

Today, to be in solidarity with the Palestinian people is to claim one’s own resistance. The decades-long cause of the Palestinians has never lost its warmth for the revolutionaries of the region, and Palestine has become one of the revolutionaries’ second homelands.

Historically and in the current period, the leaders and members of the Anatolian revolutionary movement has been regarding the attacks on Palestine as an attack on themselves.

As the revolutionary movements in the region, we must grow revolutionary internationalist solidarity with Palestine.

While increasing international solidarity, growing the revolutionary struggle against the collaborator/puppet states in the Middle East, North Africa, Caucasus, Balkans and Anatolia stands as the most important task ahead.

Long live the solidarity of peoples!

Free Palestine from the river to the sea!

ABD hegemonyası, “Batı değerleri” ve savaş

Biden hükümeti ile birlikte, ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma ve egemenliğini devam ettirme yolundaki savaşı, başka biçimler almaya başladı. Bu başka biçimler elbette, “bilinmez” ya da “beklenmez” şeyler değil. Ama yine de durumu analiz etmek, gerçekliği bir kere daha bu gözle ortaya koymak faydalı olacaktır.

Birçok liberal için, Trump ile yaşanan “hayal kırıklığı”, kutsal “Batı değerleri”nin gördüğü zarar, Biden ile telafi edilecek, kutsal “Batı değerleri” yeniden şahlanışa geçecekti.

“Batı değerleri”ni tartışmak daha geniş bir alan alır, ama “Batı ittifakı”nın bir çeşit “welcome Amerika” ile canlandırılmaya çalışıldığı açık.

Trump, sanki, “avam” olmak demek idi ve sanki Biden, bir “beyefendi” olarak geri geliyordu. Biden, “kurumların” adamı idi. Ama galiba üç örnek, durumun hiç de sunulmak istenildiği gibi olmadığını ortaya koymaya yeterli olmuştur. Zor oyunu bozdu şimdiden.

Hepsi de Mart 2021’de gerçekleşmiştir.

İlki, bir gazetecinin “Putin için katil diyebilir misiniz” sorusuna, “hımmm, hımmm evet” demesi ile ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, Biden, aslında diplomatik alanda, Trump’tan daha “beyefendi” değil. Eğer zekâ, ABD devlet bürokrasisinde kendini “diplomatik” üslupta ortaya koyuyorsa, Biden ile Trump’ın zekâ düzeylerinde bir farklılık yok. Hamburger yiyen, bira içen, gösteriş adına kendisi olamayan, herkesi kendinden küçük, kendini ise en büyüklerden de büyük gören bir anlayış ve yaşam tarzının şekillendirdiği bir zekâ. Söylentilere göre Biden, Putin’den “aynaya bakmasını öneririm” sözünü duyunca aynaya da bakmıştır.

Mart ayının başlarında, Biden, yardımcısı Kamala Harris için, “devlet başkanı” ifadesini kullanmıştır. Eğer, ABD tekellerine bir kinayede bulunup, durumu biliyorum diyerek zekâsını göstermedi ise, muhtemelen başkanın kendisi olduğunu unutmuştur. ABD tekelleri, aslında Kamala Harris’i Biden’ın yanına koyarak, gerçek başkan olarak düşünmüşlerdir. Obama döneminde Biden’ın gerçek başkan olması gibi. Biden’ın, sağlık sorunlarının farkındadırlar. Bu nedenle Harris “aslında gerçek başkan”dır yorumları da çok yapılmıştır. Biden hasta olacak ve yerine Harris geçecek düşüncesi yaygındır. Ama yine de, Biden’ın, bu kadar erken bir zaman diliminde Harris’i başkan sanması tuhaftır. Hadi diyelim bizimkisi cuma namazlarından sonra, aldığı afyonun etkisi ile “uçuyoruz” diyor ama, Biden’ınki ne ?

Üçüncü olay ise 24 Mart’ta yaşandı. Göç krizi konusunun ele alındığı bir toplantıda Biden, işin sorumlusunun Trump olduğunu söyledi. Bazı yanlış bilgiler de verdikten sonra, Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü Ron Kline’a dönerek “bir sonraki konuya geçiyoruz ve … Ron kime hitap etmeliyim?” diye sordu. Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü, hemen harekete geçerek basın mensuplarını dışarı çıkartmak üzere “basın mensuplarının artık gitme vakti geldi” dedi.

Demek oluyor ki, Biden demek, ABD “geri döndü” demek ise, bu geri dönüş, oldukça problemli bir dönüştür. Eğer Biden “Batı değerleri”nin koruyucusu olacaksa, Biden’ı da tanrıların korumasına ihtiyaç var.

Ama gelin işi biraz daha kapsamlı ele alalım, çünkü aslında Biden olsun olmasın, ABD yeni bir saldırı hamlesi başlatmak ve Batı ittifakını güçlendirmek için harekete geçmiş durumdadır.

Kısa tarih, faydalı olacaktır, belki biraz da hafıza tazelenmesi iyidir.

SSCB’nin çözülmesi ile “Soğuk Savaş” bir açıdan bitti. Soğuk Savaş’ın kazananı, başında ABD’nin bulunduğu, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerle ifade edilen emperyalist sistem oldu. ABD başta, tüm emperyalist dünya sevinç çığlıkları attı.

Bir yandan Sovyetler Birliği dağıldı ve dünya kapitalizmi için Doğu Avrupa’da yeni bir pazar açılmış oldu. Ama öte taraftan, ABD’nin Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü artık “gerekli” olmaktan çıkıyordu. Elbette bu ABD açısından gönüllüce kabul edilecek bir konu değildi. Ama diğer emperyalist güçler, özellikle adı geçen 4’ü, ABD kontrolünden kurtulmak için hevesli idiler. ABD’nin askerî üstünlüğüne karşı, Almanya ve Japonya’nın ekonomik üstünlüğü devreye girmişti. ABD bu aşamada, askerî üstünlüğünü öne koyarak, “tek kutuplu dünya”, “imparatorluk” hedeflerini öne çıkardı. Aslında bu durum, iyi planlanmış da değildi. Bir açıdan zorunlu idi. Çünkü ABD’nin ekonomik alanda kaybetmekte olduğu, 1970’lerden beri sır değildi. Askerî alanda hâlâ güçlü iken, gerçekte NATO’nun kontrolü elinde iken, imparatorluk planını devreye soktu. Afganistan ve Irak işgalleri, aslında bu planın gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Yine de ABD geri adım atmadı. Afganistan ve Irak işgalleri ile diğer Batı cephesi kendisinden uzaklaşmaya başlamıştı. “Batı değerleri” ise tam gaz devam ediyor, şahlanmış yürüyordu. Batı değerleri, tam da sömürgecilik, tam da köleleştirme, tam da yağma, tam da soykırım demektir, her zaman, dün, bugün ve yarın. Bu süreç, hem Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin bağımsızlaşmasına katkı yaptı hem de Batı ittifakı içinde tartışmaları artırdı. Ne de olsa SSCB ve komünizm tehlikesi yoktu. Durumu gören ABD, Libya işgaline AB’yi de katarak, Fransa, İngiltere, İtalya’ya biraz pay vererek, Batı ittifakını toparlamaya çalıştı. İşe de yaradı, çünkü Batı değerleri, bedava petrol bulunca, ekonomik pastaları büyüyünce, çok uzlaşıcı olur, ama geçici.

ABD, hızla “imparatorluk” planları için Ortadoğu’da operasyonlarına döndü. Suriye savaşı, arkada Batı ittifakı desteği, önde ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ile başlatıldı.

O zamanlar başkan yardımcısı (gerçekte başkan mı?) olan ve akıl sağlığı bugünden daha yerinde gibi duran Biden, IŞİD denilen çetelerin yaratıcılarından biridir. Bayan Clinton’u da unutmamak gerekir.

Suriye savaşı, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ve bu durum, işleri epeyce değiştirdi. Birincisi, ABD’nin tartışılmaz gibi görünen askerî gücünün sınırları anlaşıldı. Rusya’nın sahadaki varlığı, Suriye’nin ortadan kaldırılmasını ve ABD’nin planlarını değiştirdi. Erteledi demek az olur, değiştirdi ya da bir yerde sınırlandırdı.

Bu arada 2000’li yıllar, 1980’lerde başlayan Çin’e sermaye akışında bir yeni “durum” ortaya çıkardı. Çin, artık dünyanın “fabrikası” olmuştu. Ya da Doğu Asya ile birlikte “dünyanın fabrikası” olmuştu. Ve 2000’li yılların hemen başında, “kendi markaları” ile dünya pazarına çıkma planını devreye soktu. Çin, sadece niceliksel olarak büyümekle kalmadı, birçok alanda ileri çıkmaya başladı. 2000’lerin başında dünyanın 500 büyük şirketinde hiçbir Çin menşeli şirket yok iken, 2019 yılında, ilk 500 büyük şirket içinde en çok şirketi bulunan ülke durumuna gelmişti. Suriye savaşı, bu açıdan da bir dönüm noktası oldu. Çin, niceliksel gelişimini, “bağımsızlığını” kaybetmeden, bir niteliksel aşamaya çevirdi ve dünya pazarında, önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. 2008 ekonomik krizi, bu açıdan da Çin için avantajlar sağladı denilebilir.

Kısacası, iki şey oluyordu:

1- Dünya kapitalist sistemi, çürümenin tüm belirtilerini vererek derin bir krize girmişti.

2- Emperyalist beş güç, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında kızışan dünyayı paylaşma savaşımı daha da keskinleşiyordu.

Trump dönemi, bu açıdan ABD’yi toparlama girişimi idi. “Amerika First”, sadece ırkçılık demek değildi. ABD, askerî avantajlarını kullanmaya devam ederken, bunu yavaşlatmak ve bu arada, ekonomik olarak toparlanmak, Çin’in ataklarını durdurmak istiyordu. Neoliberal politikalar, 2008’de çökmüştü ama artık bu açıktan kabul ediliyor ve yatırımların ABD’ye dönmesi çağrıları yapılıyordu.

İşte Trump dönemi, bu koşullarda, AB ve diğer emperyalist güçlere konumunu bildirmek, hadlerini göstermek ve kendi cephelerinde savaşa girmelerini sağlamak üzere baskı yapma dönemi idi. Bu nedenle, Trump gibi tüccar, bürokrasiyi umursamayan bir tutumu temsil edecek kişi gerekli idi. Bu aynı zamanda, ABD içinde egemen sınıflar arasındaki değişim-çatışmanın da yansımasını bulduğu bir durum idi. Bu durum da geçmiş değildir.

Aslında son ABD seçimleri de bunu göstermiştir.

Trump’ın seçilmesi belki daha büyük olasılık idi. Ama gelişmeler öyle olmadı. Pandemi kadar Trump’ın ABD için “birleştirici” rol oynamasının olanaksızlığı, Biden-Harris ikilisini iktidara taşıdı. Belki bu konuda pandemi (ki savaşın bir başka cephesini temsil eder ve ABD’nin Çin’i suçlayarak girdiği bu savaşın sorumlusu olduğu da açık hâle gelmişti), Trump’ın aleyhinde işlemiştir.

Biden, “kurumların adamı” diye lanse edilmektedir.

Aslında Trump döneminin politikalarında bir değişim olmadığı, birkaç aylık süreçte ortaya çıkmıştır.

Biden’dan barış bekleyenler, daha şimdiden hayal kırıklığına uğramıştır.

ABD, her zamanki yüzünü gizlemek için, ancak birkaç ay mola verebilmiştir.

Biden’ın “beyefendi” imajı, sadece yeni bir saldırganlığı örtmek için kullanılmıyor. Zira onu örtecek kadar değere sahip değil, sahte olduğu birkaç ayda ortaya çıkmıştır. Ama Biden, “kurumlara” inanan adamdır imajı, işte o, AB için son derece önemli bulunuyor.

ABD, açık olarak NATO’yu ayakta tutmak için, son bir hamle yapıyor.

1

ABD, NATO’yu ayakta tutmaya çalışıyor. Bunun için belli ki, Almanya, Fransa ve İngiltere’ye bazı “tavizler” verilmiş durumdadır. Bu tavizler, elbette tehditlerle birliktedir. ABD, AB’nin zorlanan birlikteliğini dağıtabileceğini de Trump döneminde göstermiştir. Türkiye-Yunanistan gerilimi, aslında bunun adımlarından biridir. Akdeniz’deki gerilim bunun araçlarından biridir. İngiltere AB’den çıkmıştır ve kendi yolunu çizmek istemektedir. AB içinde Fransa ve Almanya’nın birleştirici rolü de sınırlıdır. Bu durumda, AB, bazı “haklar” alarak NATO’nun ayakta durması ve Rusya ve Çin’e karşı ABD isteklerinden yana tutum alması yolunu seçmiştir.

Bu anlaşmanın, ABD-AB arasındaki bu anlaşmanın ne kadar ciddiye alınabileceği, ne kadar sürdürülebileceği belirsizdir. Zira, ekonomik çıkarlar arasındaki çatışma, dünyanın yeniden bölüşülmesi meselesini gündeme getirmiştir. İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya, ABD’nin daha fazla zayıflama olasılığına yatırım yapmaktadır. Zaten çözülmekte olan hegemonyasının çözülmeye devam edeceğine inanmaktadırlar.

2

ABD, Doğu’da, Çin denizinde hamlelere başlamıştır. Çin, 2021 yılına girerken, bölgedeki birçok ülkeyi içine alan ve onların karşılıklı kazancını gözeten bir anlaşma yapmayı başarmıştı. ABD, bu anlaşmaya karşılık, Japonya, Hindistan, Avustralya gibi ülkeleri içine alan bir anlaşma yapmaya yönelmiştir. Japonya ile detaylı görüşmeler Nisan ortasını bulacak gibidir.

Bu iki alandan da ABD hamleleri gelmeye başlamıştır.

Çin-ABD görüşmelerine başlarken, aslında ekonomik sorunları, ticaret savaşlarını konuşmak yerine, “insan hakları” ihlalleri diye bir liste ile Çin’i karşılamıştır. Sanki ABD’nin “insan hakları” diye bir derdi varmış gibi.

Biden’ın yeni stratejisi, soğuk savaş dönemi stratejisine dönmüştür. “Demokrasi” ve “insan hakları” vurguları ile soslanmış bir savaş stratejisidir bu.

Demokrasi denilince, artık akla son gelecek ülkelerden biridir ABD ve insan haklarından söz edenlerin beyaz olmayanlara karşı uyguladıkları ve devlet politikası olan şiddet ortadadır.

“Batı değerleri”, kan ve soykırım, katliam ve savaş üzerine kuruludur. “Batı değerleri”, sömürgeciliktir ve bunun üzerine kuruludur. Irkçılıktır.

“Batı değerleri”, yüzlerce yıldır dünya halklarının köleleştirilmesi üzerine kuruludur. Bunun artık açık olduğu ortadadır.

Batı değerleri, NATO demektir. Batı değerleri, Gladio, darbeler, suikastler demektir. Batı değerleri, her türden hile, yağma demektir. Ülkelerin kaynaklarının emperyalistlerce yağmalanması demektir. Batı değerleri, halkın iradesinin yok sayılması, işçi ve emekçilerin zalimce sömürülmesi demektir. Batı değerleri yalan mekanizmaları, basının manipüle edilmesi demektir. Batı değerleri, tekelci sermayenin değerleridir.

Çin ile görüşmede Uygur sorunu, Tayvan meselesi, Hong Kong gibi konuların tartışmaya açılması, Çin’e karşı kibirli, üstten bakışın ifadesidir. Emperyalist sömürgeciliğin bakışıdır bu. Sıra kendi denetimlerindeki tuhaf rejimlere geldiği zaman sesleri çıkmayanlar, kendilerine boyun eğmeyenleri “insan hakları” sorunu yaratmakla suçluyorlar. Sanki, ABD, insan haklarının her gün, her an, her saniye ihlal edildiği bir ülke değilmiş gibi.

ABD heyetini şaşırtan şey, Çin’in aynı tonda, aynı şekilde yanıt vermesi olmuştur.

Biden yönetimi, Rusya ve Çin’i açık olarak düşman ilan edecek bir politikayı devreye sokmuştur. Bunun için, iki yol izleyecekleri anlaşılmaktadır. Bir, bu ülkelerin çevresini savaş alanı hâline getirmek, iki bu ülkelerin içlerinde kendilerine bağlı yöneticiler oluşturmak.

Bu yönde de planlar açıktır.

Çin denizinde ABD donanması dolaşmakta, Çin-Tayvan arasındaki sularda ABD gemileri giriş yapmayı denemektedir. Güney Kore’nin nispeten daha sağduyulu davranmasına rağmen, Japonya, bu politikalardan son derece memnundur. Japonya’nın sessiz ilerlemesi ile de uyumludur. ABD’nin kısa vadeli ve hızlı planlarına karşın, Japonya ve Almanya’nın daha uzun vadeli ve daha sessiz planları olması son derece anlaşılırdır.

Bölgedeki gelişmeler, tansiyonu yükseltmektedir. Sadece ekonomik savaş değil, askerî alanda da birçok yerel savaş kundaklanmaktadır ve baş kundakçı ABD’dir. Kuzey Kore ile ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesi bu açıdan anlamlıdır. ABD, Çin’e karşı savaşacak, yerel güçler aramaktadır.

Öte yandan ise Avrupa, Ortadoğu bölgeleri daha da hareketlidir.

ABD gemileri, Karadeniz’de dolaşmaktadır. NATO, durmadan Karadeniz tatbikatları yapmaktadır. Son olarak Boğazlardan geçen nükleer başlıklı ABD gemisi Karadeniz’de Rus gemilerinin takibine alınmıştır.

Bu kadarla bitmiyor, Ukrayna, Donesk sınırlarına asker yığıyor, ABD Ukrayna’ya silahlar satıyor.

Türkiye, tüm bu politikalara destek veriyor. Montrö Sözleşmesi’ni bir anda kaldırmaktan söz ediliyor. Bu elbette ABD için sevinç kaynağı olacak bir haber demektir. Kanal İstanbul zora girince, Montrö’den çıkmak gibi laflar ediliyor. Her ikisi de ABD projesidir ve Erdoğan’ın görev almak istediği, pazarlık masasına getirdiği projelerdir. Savaşa bu denli istekli ABD için bunlar iyi yemler sayılır.

Erdoğan, bize destek verin, Suriye’yi tamamen alalım tarzında makaleler yayınlayarak, ABD ve NATO ile pazarlık yapmak istiyor.

Ve ABD ile anlaştığı açık olan AB, bir yandan Rusya’ya karşı yaptırımları sürdürüp, Rusya’yı düşman ilan eden açıklamalar yaparken, diğer yandan da AB, Çin’e karşı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır.

Böylece, ABD, eski müttefiklerini yanına almış görünmektedir.

Böylece, Rusya ve Çin’e karşı yeni bir saldırı devreye sokulmaktadır.

Peki bu saldırı, ne kadar etkili olacaktır?

ABD, bu saldırı ile, Rusya ve Çin’e karşı yanına aldığı müttefiklerinin kendisini rahatsız etmelerini önlemek istiyor. Buna bir diyelim. ABD’nin müttefiki “Batı dünyası”nın ABD’nin zaaflarından yararlanmak istediğini elbette ABD de biliyor olmalıdır. Bu ittifak, geçici ama zorunlu bir ittifaktır. İttifakın omurgasını oluşturan şey, ABD’nin ekonomik olarak güçsüz, askerî olarak ise güçlü olması durumudur. Bu iki farklı durum, ABD hegemonyasının çözülüşünü hızlandırıyor. İkincisi, Rusya ve Çin’i sıkıştırıp, onların çözülmelerini hedefliyor. Üçüncüsü ise, bu arada ABD, kendi iç sorunlarını çözmeyi planlıyor.

Bu üç hedef içinden gerçekleşmesi en çok mümkün olanı, ilkidir. ABD, emperyalist rakiplerini, bazı tavizlerle Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirebilir. Bu konuda yol alsa da, aslında, ikinci ve üçüncü alanlarda sonuç elde etmesi mümkün değildir.

Uluslararası tekeller, Çin’den ya da Doğu Asya’dan yatırımlarını taşıyacak durumda değildir. Çin, ikamesi olan bir alan değildir. Kapitalist sistemin derinleşmekte olan krizi, aslında yeni bir Çin açılımı yapmaya, yani sermayeye kaydıracak, o denli kârlı alanlar organize etmeye yetmeyecektir. İsterseniz, “yetecek midir” diye sormakla yetinelim.

Öte yandan, ABD, iç sorunlarını çözecek güçte de değildir. Çözülen hegemonya, “bedava yaşam” diyeceğimiz yaşam tarzının da sonunu getiriyor ve ABD içinde sınıf savaşımı giderek daha da kızışıyor. Elbette ABD’de bir sosyalist devrim, tüm bu sorunları bir hamlede çözer ve tekellerin ortadan kalkması dünya için büyük olanaklar yaratır.

Çin’in ekonomik gücü dünya çapındadır ve Çin’e karşı önlemler, sanıldığı gibi yanıtsız kalacak değildir.

Dahası, ABD hegemonyası çözülmektedir, adeta eğik bir düzleme binmiş gibidir ve bu eğik düzlemde irtifa kaybetmesini önlemek, o kadar kolay değildir.

ABD, açık ve net bir tutumla, “ben dünya liderliğinden” vazgeçtim demeyecektir. Bir emperyalist güç, kendi elindeki gücü barış içinde devretmeyecektir. Kaldı ki, diğerleri de emperyalist güçlerdir. Fransa, İngiltere, Almanya, ABD ve Japonya arasındaki çatışma, derinden sürecektir. Rusya ve Çin ile savaş stratejisi, bu beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımını örtmeye yetmeyecektir.

Dünyanın tek bir çıkışı vardır.

Bu çıkış, dünya halklarının emperyalizme karşı topyekûn direnişinden geçmektedir.

Dünya proletaryası, geleceğin, gezegenin kurtuluşunun, özgürlük, eşitlik ve barışın tek garantisidir. Bu savaşa son vermenin tek gerçek yolu, proletaryanın silahlarını kendi ülkesindeki egemenlere, tekellere, onların devletine çevirmeleridir. Gerçek kurtuluş yolu budur.

Emperyalist savaş üzerine gözlemlerde bulunmak yeterli değildir.

Batı’nın güçlü devletlerinin, dünyaya “demokrasi”, “insan hakları” getirmesini dilemek ve bunu beklemek, hem tarihten habersiz olmaktır hem de su katılmamış bir aptallıktır. Bunu kim öneriyor olursa olsun, emperyalist efendilere ve onların yerli işbirlikçilerine, bilinçli ya da bilinçsiz, hizmet etmektedir.

Dünya sadece emperyalist savaşa sahne olmuyor. Dünya sadece Rusya ve Çin’e karşı Batı hücumuna sahne olmuyor. Dünya aynı zamanda direnişe, aynı zamanda halkların tepkilerine, aynı zamanda işçi ve emekçilerin ayağa kalkma sürecine, sosyalist devrimin yeni bir diriliş sürecine sahne olmaktadır.

Yeni bir dünya, eski dünyanın parçalanması ile doğacaktır.

Kaygılı Avrupa, Avrupacı solcu, iyi insan

Ülkemiz solunun “Batı” hayranlığı bir sır değildir. Sır olmadığı gibi, kökten hatalı olduğu da açıktır. Bu sadece Rönesans ile başlayan süreçlerin sonucu, bilim ve tekniğin gelişiminin etkileri ile açıklanamaz. Çünkü, bu etkiler, “Batı”cılık denilen bir akıma yol açmaz. Öğrenmek, okumak, “bir akım” yaratmaz.

Batıcılık, emperyalist çağda kapitalist Batı’nın sömürgeleştirme politikasının ortak adıdır. Fransızlar Cezayir’de hem katliamcıdır hem kolonyalisttir, hem egemendir hem de Batıcıdır. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da olduğu, tıpkı Hollanda’nın Endonezya’da olduğu, tıpkı ABD’nin Latin Amerika’da olduğu, Afganistan’da olduğu gibi.

Batıcılık, birçok yerde şu kavramlarla iç içe geçirilerek kullanılmaktadır: Demokrasi taşımak, modern medeniyet seviyesi, insan hakları, medeniyet taşımak vb. Ve tüm bunlar, oldukça başarılı bir biçimde, emperyalist ülkelerin katliam politikalarını, döktükleri kanı, köleleştirme uygulamalarını, insanlığa karşı işledikleri suçları, sömürgeleştirme politikalarını “örtmeyi” sağlamaktadır.

Amazon ormanlarının kenarlarında veya içlerinde yaşayan yerlileri, “medeniyet” taşıyarak katlettiler, yağmaladılar, yok ettiler. Her zaman medeniyet, demokrasi, insan hakları çok işe yarar bulunmuştur.

Voltaire okumak, Rousseau okumak, Mozart dinlemek insanı “Batıcı” yapmaz. Bunlardan öğrenmekte değildir sorun.

Tersine Batıcılık, emperyalist politikaları örtmek için uygulanan bir ideolojik saldırıdır. İdeoloji, bir sınıfın çıkarlarının özlü ifadesi olarak ele alınabilir. Böyle olunca, Batıcılık, burjuva çıkarların, sömürgecilikle birleşmiş hâli olarak karşımıza çıkar ve elbette, insan davranışlarını etkilemeyi hedefler.

İnsanların giyim kuşam üzerine bu denli tutucu olması, “modern” tarzda giyinme söz konusu olduğunda da aslında aşırıdır ve ancak ideolojik etkenlerle açıklanabilir bir tutuculuktur. Şeklin bu denli öne çıkması, aslında burjuva kültür içinde de önemli bir yere sahiptir, ne de olsa soylulukla akrabadırlar.

Batıcılık, ülkemizde 1800’lerden beri etkin bir “akım” olmuştur ve doğrusu, sömürgeleşme sürecine de uygundur. Batı değerlerinin zorla içselleştirilmesine eşlik etmiş bir süreçtir bu. TC devleti, Osmanlı’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi sürecinin sonunda, bir sömürge olarak ortaya çıkmıştır. Batı hayranlığı, aslında bilime olan hayranlık değildir ve hiç de öyle olmamıştır.

Belki bu yüzden, Avrupa yaşam standartlarına olan hayranlıkla da birleşmiştir bu. Kendi gerçekliğine Batı’nın gözlükleri ile bakmak, aslında emperyalistlerin gözlükleri ile bakmak anlamında ele alınmalıdır.

Bunun kişiliksizleştirme politikaları ile bağı vardır. Kişiliksizleştirme, boyun eğdirmenin de etkili yoludur.

Bu, okur-yazar takımı aracılığı ile, devletin resmî “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” hedeflerini içeren eğitim politikaları ile, sisteme isyan etmeye yönelmiş solcularımıza da bulaşmış bir hastalıktır.

Devrimci bir insan, ister Almanya’da yaşasın ister Türkiye’de, Almanya’daki “yaşam standart”larının kaynağının, sömürgelerden akan kaynaklar olduğunu bilir. ABD’deki “Amerikan yaşam tarzı”, hem çürümüştür hem de ekonomik olarak sömürgelerden gelen artığa dayanmaktadır. Bu yaşam tarzlarını, aşırı sahiplenmek ve savunmak, aslında kişilik boşluklarının doldurulması olarak da ele alınabilir.

Ama biz daha çok işin ideolojik etkileri üzerinde durmak istiyoruz.

Bizim solcularımızda da yazık ki yaygın bir düşüncedir: AB hukuku, Batı değerleri, sonunda bizdeki “kötü” diktatörlerden hesap sorarlar. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, durumu değiştirmiyor.

12 Eylül’de, AB’den Türkiye’ye gelen eleştiriler, solcularımızı heyecanlandırmaktaydı ve 12 Eylül karşı-devriminin karakterini anlatmak için bir enerji oluşturmalarına olanak vermekteydi. Sanki hakem olan AB ya da AB-ABD, kısacası Batı idi. Ve bizdeki diktatörler, onlara yalan söylemekte, olup biteni gizlemekte idi. Bu nedenle onların gözünü açmak, onlara durumu anlatmak çok önemli oluyordu.

Bizdeki diktatörlere, okur-yazar takımı, “diktatör bozuntusu” der. Hepsine. Evren’e de, Erdoğan’a da. Diktatör bozuntusu, aslında diktatör bile olamayan anlamında olmalıdır. Bu, diktatörün bozuntusu, eğer gerçek diktatör olsa idi haydi neyse, der gibidir. Diktatör bile olmayan bu kötü adamları AB’ye anlatmak, onların anlamasını beklemek bir iş hâline geldi. Bunu 12 Eylül sonrasında çokça yaşadık ve bugünlerde de yaşıyoruz.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir davayı taşımaktan söz etmiyoruz. Elbette taşıyacaksın, çünkü o da bir hukuk yolu olmuştur. Ama bu mahkemelerin kararlarını “gerçek hukuk” olarak kabul etmek de saçma olur. Birçok durumda karar verebilen bu mahkemeler, aslında kritik konularda, elbette “çıkar” ağlarına göre karar verirler ve nihayet burjuva sınıfın çıkarlarını korumakla görevlidirler. AB mahkemeleri karar verene kadar, “insan hakları ihlali” yok demeyeceğimize göre, işin bu yönünü de çok abartmamak gerekir. Bizim kastettiğimiz ise bu mahkemeler vb. değildir.

Demirtaş ve Kavala için AB, mahkeme kararları uygulanmayınca, “kaygılıyız” açıklamasını yaptı.

İstanbul Sözleşmesi, ki aslında bir AB sözleşmesidir ve uluslararası bir sözleşme olarak Türkiye’deki yasaları bağlar, feshedilince AB yetkilileri yine son derece kaygılı olduklarını belirttiler.

Bu “kaygılıyız” açıklamalarını Saray Rejimi’nin kapatması olan muhalefet çok yerinde buldu ve bunun Türkiye’nin imajını zedelediğini söyledi.

Avrupa kaygılı oldukça, hatta son derece kaygılı oldukça, bizdeki “muhalefet” bunu kendisi için bir “haklılık” nedeni sayıyor ve ülkenin imajının bozulduğunu söylüyor.

Bu Saray kapatması muhalefet, gerçekten çok “düşünceli” insanlar topluluğudur. Avrupa Birliği, ne ölçüde “son derece kaygılı” insanlar birliği ise, bizdeki muhalefet de o ölçüde “düşünceli” bir hâl takınıyor.

Buraya kadarı tamam ama, bu durum bizim solcularımızı da etkiliyor ve solcularımızın bir kısmı, AB’yi, kendi değerlerine ihanet etmekle suçluyor.

Hangi değerlerine? Mesela katliamcı ve sömürgeci politikalarına mı?

Bizim okur-yazar takımımız ve bazı solcularımız, AB’yi, adeta bir “olumlu değerler topluluğu” sayıyor. Onlara göre, AB ya da Batı, “iyi insanlar”dan oluşuyor; orada sınıflar yok, sınıf savaşımı yok, onlar emperyalist değil, dünyanın çok büyük kesimi bu emperyalistlerin egemenliği altında yağmalanmıyor.

Avrupacı solculuk, gerçek anlamı ile liberal sol düşüncedir, daha çok liberal, daha az sol olmak üzere.

Bir devrimci, Avrupacı, Batıcı vb. olamaz. Emperyalist ülkelerde, sömürgelerdeki kadar yoğun yaşanmayan sınıf çelişkilerine bakıp, o ülkeleri “medeniyet” seviyesinin ölçüm cetveli, insan haklarının zirve memleketleri olarak görmek, kapitalist sistemi zerre kadar anlamamaktır, sömürü ve sömürgecilik denilen şeyi hiçbir biçimde anlamamaktır.

ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, “demokrasi”nin merkezi olarak sayılabilirler. Tek şartla; demokrasi burjuva diktatörlük olarak ele alınırsa. Yoksa bu ülkeler dünyayı kana boğan, dünyanın egemenleridir. Yeryüzünde ne kadar “kötülük” varsa, hepsinin ardında, tekeller, onların egemenlikleri, onların maksimum kâr amaçları vardır.

Dahası, ülkemizdeki Saray Rejimi, Erdoğan’ın icadı değildir. Ya da kuşkulu biçimde azraille buluşan Burhan Kuzu’nun hukuk adamlığının bozuk eseri değildir. Tersine ABD ve AB ortak projesidir. Ortadoğu’nun, bölgemizin yeniden paylaşımı savaşımının bir parçasıdır. ABD ve AB’nin ellerinin kanlı olmadığını düşünmek, eğer onların adına çalışmıyorsanız, tam bir körlüktür. Irak’ta milyonlarca çocuğu katleden, Suriye’de milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, IŞİD çetelerini kuran, ülkemizdeki darbeleri planlayan, 1 Mayıs katliamını organize eden bu güçlerin bizzat kendisidir.

Şimdi, ABD, savaş planları için AB ile yeni bir ittifak oluşturmaktadır ve Saray Rejimi’ne, açıkça her türlü “insan hakları suçu” işlemekte serbestsiniz diyen bu ikilidir. Saray Rejimi, mülteci tehdidini, ABD emri ile devreye koymuştur. Suriye ve Libya’da bizzat ABD onayı ile at koşturmakta, bastırdıkları saldırganlıklarına alanlar açmaktadırlar. Ve bugün, AB ile bu konuları pazarlık masasına getirmişlerdir.

AB ve ABD, Saray Rejimi’nin, AK Parti projesinin açık destekçileri olmuşlardır. Trump değil sadece, Macron da, Merkel de ve diğerleri de bu projenin açık destekçileri olmuşlardır. Elbette AB, kendi çıkarları doğrultusunda iş tutmaktadır. Erdoğan ile ilişkileri de böyledir.

Bizim okur-yazarlarımız ve onların ardına dizilen solcularımızın bir kısmı, AB’yi, iyi insanlar topluluğu, evrensel değerlerin sahipleri ve savunucuları sanıyor gibidir. Bunun için, bugün, Erdoğan’a ve Saray Rejimi’ne AB tarafından destek gelince, “AB’nin ikiyüzlülüğü” karşısında “düşünceli” hâller takınıyorlar. Oysa AB her zaman emperyalist sistemin bir parçasıdır ve her zaman ikiyüzlüdür.

Fransız şıklığı Paris sokaklarında yansıyanlarla eksik anlaşılır, bir de Cezayir sokaklarında yansıyanlara bakmak gereklidir. Alman “dürüstlüğü” dörtbaşı mamur caddelerin içinden değil, Doğu Avrupa’daki uygulamalardan anlaşılır. İngiliz zarafeti, en çok ve en çok İrlanda tarihinden, Hindistan tarihinden öğrenilir.

Tekellerin çıkarları, her zaman yeni bir soykırım için, bu ülkeler nezdinde bir geçerli nedendir.

Kapitalizm, hiçbir zaman genel insanî değerler, genel insanı haklar üzerinden işlemez, işlememiştir. Kapitalist dünya, insanı yok ederek yaşamını uzatmaktadır. Bizim ülkemizdeki tüm doğal katliamlar, yağma ve haydutluklar, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortaklarının ortak suçlarıdır. Kanadalı şirketlerin, ABD’li şirketlerin, Alman şirketlerin, İngiliz şirketlerin, Japon şirketlerin karneleri, dünyanın her yerinde suçlarla doludur.

Kapitalist sistem, çıkarları uzlaşmaz iki sınıfın savaşlarının sahnesidir. Bunu her okur-yazar bilir, her solcu bilir. Bilimden nasibini azıcık almış herkes, tarihin bu sınıf savaşlarının tarihi olduğunu bilir. Ve bu sınıf savaşlarının üstünde “insan hakları” yoktur, “değerler” bütünü yoktur. İnsana ait tüm olumlu değerler sistemi, emekçilerin sömürenlere karşı mücadelesi ile birikmiş olan şeylerdir.

Kapitalist sömürüye karşı savaşmadan, “iyi” insan olmak mümkün değildir. Bunun dışında “iyi insan”, etliye sütlüye karışmayan, kendi işine bakıp gözlerini tüm gerçeklere yuman insan anlamına gelmektedir. Duymayan, işitmeyen, görmeyen ve bu nedenle “insanlık” taslayan bir varlık, aslında çoktan kirlenmiş, tedavisi de mümkün olmayan varlıktır.

Bir katliam karşısında seyirci olmayı seçen kimse, kirlenmekten kurtulamaz ve insan olarak da kalamaz. Bunun en iyi örnekleri ülkemizde vardır. Katliamlar karşısında dilsiz kesilen insanlar, sonunda egemen olanın, katliamı gerçekleştirenin tarafı hâline gelmektedirler.

“İyi” mi bilmiyorum ama insan olarak kalmanın tek yolu, haksızlıklara, sistemin kendisine karşı mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadelenin insanı sertleştirdiği de doğrudur. Ama insan olarak kalmanın başkaca yolu yoktur.

Güncel olana gelirsek, Saray Rejimi’ni engelleyecek, Saray Rejimi’ne son verecek güç, eğer emperyalist efendiler, Batılı güçler olacaksa, inanın ki, yerine gelecek olan çok daha köleleştirici olacaktır. “Diktatör bozuntuları”nın yerine diktatörlerin asılları gelecektir.

Saray Rejimi’ni, onun dayandığı burjuva egemenliği ancak ve ancak, işçi sınıfının, genç kadınların ve genç erkeklerin mücadelesi yıkacaktır. İşçi sınıfının iktidarı dışında hiçbir şey, sömürünün her türüne, aşağılanmanın her biçimine, her türden haksızlığa son veremez.

“İyi insan” olmak, kişinin kendisini cennete hazırlaması olarak, din adamlarının papazların ve imamların vaazlarında alkış alabilir. Ama sizi suçlu olmaktan, insanlığınızı kaybetme ihtimalinden korumaz.

Bertolt Brecht ile bitirelim: Şöyle diyor Brecht “Yasadışı göreve övgü” şiirinde

 

“Güzeldir
Sınıflar çatışmasında
öne atılıp konuşmak.
Yüksek sesle yığınları mücadeleye çağırmak.
Ezenleri ezmek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak.
Günlük bir sürü görev vardır, kolay değildir,
işverenlerin namluları karşısında
Parti ağını gizli ve başarıyla örmek.
Konuşmak, ancak
konuşanı gizlemek.
Kazanmak, ancak
kazananı gizlemek.
Ölmek, ancak
ölümü gizlemek.
Üne kavuşmak için çok şey yapılır, ancak
susmak için kim çaba gösterir?
Çünkü ün hep bilmek ister
büyük eylemleri kimin yaptığını.
Bilinmeyen, yüzü örtülü kişi
Bir an için de olsa çık öne ve
kabul et teşekkürlerimizi!”

Yüksek ahlâkî değerlerin kutsallığında “iyi insan” rolüne bürünmek değil, sınıf savaşımının gerçeği içinde militanca mücadele etmek insanı güzelleştirir. Aklı özgürleştiren de budur.

Saray Rejimi’nin militanları: Troller, pudracılar, başsız danışmanlar, çeteler…

Elbette ki yazının ilham kaynağı, “pudra şekeri”ni burnuna çeken, bunu yaparken arka koltuktakilerden biri tarafından videoya kaydedilen, sonra da bu videosu servis edilen kişi değil. Evet, değil. Çünkü, AK Parti Genel Başkan Vekili (yani AK Parti Başkanı Erdoğan olmadığında, ona vekâlet eden, bakın dikkat edin, yardımcısı değil, vekâlet eden Bülent Turan’ın BBC Türkçe servisine verdiği mülakat daha ilham vericidir.

Bülent Turan (Sakın ha, başkan yardımcısı değil, başkan vekilidir, hata yapmayın lütfen. Başkan vekili, başkan yokken işe yarar, başkan yardımcısı, başkan varken. Başdanışman, danışmanların başıdır, danışılan değil, danışman, başdanışmana bağlı ve başdanışmanın danıştığı kişidir), aslında aslı varken vekili olarak mülakat vermiş ve bu pudracı olayını konu alan bir soruya, “AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arayan bir partidir” demiş. İşte bizim ilham kaynağımız da budur.

Demek ki, AK Parti, toplumda Yusuflar, Ömerler arıyormuş. Ama bula bula, pudra şekercileri bulabilmiş. İşte talihsizlik budur.

Diyor ki Bülent Turan, ki kendisi Reis’in AK Parti’deki vekilidir, biz birisini göreve alırken, çok ince araştırırız vs. İyi ama, Pudracı Ayvatoğlu, zaten öncesinde “pudra şekeri” ile bağlantısız birisi idi. Yani, pudra bağlantısı, AK Parti’de göreve alındıktan sonra, gerçekleştirdiği “sosyal sıçrama” ile sağlanıyor. Mengü’ye verdiği röportajda, Pudracı, araba merakını anlatırken, “zaten bugün 500 bin TL’ye aldığınız bir araç, bir yıl sonra 1 milyon TL oluyor” demişti. Aslında, Pudracı, işi toparlayayım derken, “ülke ekonomisini de eleştirmiş” oldu. Bir gecekonduda oturan pudracının bu sosyal sıçraması, vekil Bülent Turan’ın “Yusuflar, Ömerler arama” benzetmesini yerle bir etmişe benzer. Bu Yusuf ve Ömerler bulunduktan sonra, pudracıya dönüşüyor, demek istemiştir. Öyle ya, 2019 yılının 9 Ağustosu’nda, cumhurbaşkanı başdanışmanının makam aracında, iyi para eden “skunk” adlı bir uyuşturucu ele geçirilmiş. Anlaşılan, bu aracın şoförü, iyice tetkik edilmiş araştırılmış, “Yusuf” ve “Ömer” adaylarından biri olarak görülmüş ve sonra da “sosyal sıçrama” ilkesi gereği, uyuşturucu sevkiyatını yapmaya başlamış.

* * *

Konuyu biraz genişletelim.

CHP, neden sürekli olarak AK Parti’den, Saray’dan korkar?

Evet, CHP, Saray’ın destekçisidir.

Saray Rejimi kavramını iyi anlamazsak, bunu salt “tek kişi yönetimi” diye anlarsak, CHP içinden Saray Rejimi kavramını kullananlara karşı CHP yönetiminin saldırılarını anlamazsak, aslında bu soruların yanıtını bulamayız.

Saray Rejimi, bir “tek kişi yönetimi” olarak ele alınırsa, aslında biraz da aklanmış olur. Doğru değildir. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü koşullarda aldığı özel biçimdir. Bu olağanüstü koşulların dinamikleri, üç başlıkta ele alınabilir: İlki emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır TC devleti, bu paylaşım savaşımında, kendini masada aktör sanan, yemeklerden biridir. Siyasal olarak ABD’nin, ekonomik olarak da AB’nin ağırlıklı kontrolü altındaki bir sömürge olarak TC devleti kimin elinde kalacak sorusu açık bir sorudur. TC devletinin, Saray Rejimi ve öncesinde de AK Parti projesi olarak ABD’nin Ortadoğu planlarında bir tetikçi rolü üstlenmesi kaydedilmeden Saray Rejimi’ne, sürekli “tek adam rejimi” ya da “patrimonyal sultanlık” demekle yetinirsiniz. Her iki kavramda da, siyasal iktidarın, dahası devletin sınıfsal karakterini gizlemiş olursunuz. İkincisi Kürt devrimidir. Kürt devrimi, içeride “olağanüstü” hâllerin oluşumunda önemli faktörlerden biridir. AK Parti iktidarının ve projesinin, 7 Haziran 2015 seçimlerinden ve onun öncesinden Dolmabahçe’deki masanın devrilmesinden bu yana geçirdiği evrim, aslında süreci anlamaya yeterlidir. Ve üçüncü faktör, Gezi Direnişi’dir. TÜSİAD’ın 30 Mart 2021 tarihli “açıklamaları”, burjuva sınıf adına bir uyarıdır ve iktidardan çok, arkasındaki uluslararası güçlere bir uyarıdır. Sınıf bilincini yansıtır. Tekellerin sınıf bilinci, yabana atılmamalıdır. Zira Saray Rejimi, onlardan bağımsız olarak var değildir. “Patrimonyal sultanlık”, her ne kadar “tek adam yönetimi” gibi ucuz değerlendirmeleri aşan bir hamle ise de, aslında devletin sınıfsal karakterini ve sınıf savaşımına göre şekillenmesi gerçeğini görmezlikten gelir. Sanki, tüm bu olup bitenler, bir adamın özentileri, hayalleri, akıl almaz ihtirasları gibi ele alınır. Gerçekten öyle midir? Öyle ise, TC devleti bunu nasıl görmez ve önlem almaz, tekeller bunu nasıl görmez ve önlem almaz?

Saray Rejimi, ekonomik politikası ile, rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanır. Bu, elbette bazılarının bir anda köşeye dönmesi, yeni zenginler yaratılması da demektir. Ama bu ekonomik politika, uluslararası ve yerli tekellerin ortak politikasıdır ve dünyada neo-liberal politikaların sonu geldiği hâlde, ülkemizde bu politikaların tam gaz devam etmesi, bu nedenledir.

* * *

Şimdi, bize Saray Rejimi’nin örgütlenişine bakma fırsatı doğmuştur. Yukarıdakileri anlayabiliyorsak gerisi kolaylaşacaktır.

Saray Rejimi, anayasayı askıya almıştır.

Tekelci polis devleti, tüm kapitalist dünyada, faşizmin dişlilerini kadife örtülerle saklayan, ama onları içeren bir mekanizmadır. Tekelci polis devleti, basını, reklamcılığı ideolojik aygıt olarak örgütlemiştir. Bu ideolojik aygıt, tüm toplumu izleme olanaklarını vermekte, kitlesel bir manipülasyon yaratmakta, karanlık bir çağ oluşturmakta etkendir. Tekelci polis devleti, devletin baskı aygıtlarını, iç savaşa göre örgütlemekte, bu doğrultuda devletin içinde gizli yapılar, gizli iç savaş makinaları oluşturmaktadır. Bu yapılar, aslında “anayasa”yı, istedikleri zaman çiğnemekte özgürdürler.

Saray Rejimi, ise, olağanüstü hâli yansıtır ve bizdeki özgün örgütlenmedir. Anayasayı ayaklar altına alması, dünyada süren paylaşım savaşımından ve içerideki sınıf savaşımından bağımsız ele alınamaz. Bu nedenle, Montrö Sözleşmesi’nin geleceği tartışılmakta, bu nedenle Suriye’nin işgali için ABD ve NATO’dan destek istenmektedir. Yine aynı nedenlerle AB ve ABD tarafından, “içeride istediğini yap” ödülü ile ödüllendirilmektedir. Kürt halkına karşı uygulanan kirli savaş, bugün toplumun tüm alanlarına yayılmıştır.

Saray Rejimi, işlerin tek elden ve daha hızlı karar alınarak yürütülmesi için, olağanüstü hâllerin olağan hâle getirilmesi demektir.

Parlamento artık yok hükmündedir. Bunu örneklemek gerekir mi? Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasında CHP’nin gösterdiği gözyaşartıcı “cesaret” (Kılıçdaroğlu bunu cesaret olarak sunmaktadır), aslında Saray Rejimi’nin organizasyonundaki adımlardan biridir. Parlamentonun hiçbir yetkisi yoktur. Sadece bir görüntü olarak orada durmakta, istedikleri zaman ise Gergerlioğlu olayında olduğu gibi, bu görüntüyü de dikkate almadan yürümektedirler. Ne HDP’nin ne de CHP’nin, Gergerlioğlu olayında, meclisi terk etme kararı almaması, aslında parlamentonun Saray Rejimi’ndeki durumunu açıklamak açısından önemlidir.

Partilerin bir önemi yoktur. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan, pandemi sürecinde kongreler toplayarak bir gösteri ortaya koymak istemiştir. Bunun nedeni, aslında partinin fiilî olarak dağılmakta oluşudur.

MHP diye bir parti de yoktur.

MHP, AK Parti ile, imam nikâhı ile evli sayılır.

Bu benzetme kabul görürse, bu durumda CHP, İYİ Parti ve diğerleri, Saray Rejimi’nin, imam nikâhsız metresleri sayılırlar. İktidarın yasal evliliği ise, uluslararası ve yerli tekeller ile olan bağıdır. Bu nedenle, TÜSİAD’ın “uyarıları”, yasal olarak boşanma isteği için uluslararası sermaye adına konuşmaktan başka bir şey sayılmaz. Zira, Ağbal süreci, Damat’ın istifası ile varılan anlaşmaya artık uyulmadığını düşünmektedirler. Ağbal, Damat’ın gidişi ile, belli bir anlaşmanın ürünü olarak oraya geldi. Giderken, Yeni Şafak’ın manşetinde, “sen kimin adamısın” sorusunun olması bundandır.

Bu durumda, CHP ya da burjuva muhalefet neden bu kadar korkuyor sorusunun yanıtı ortaya çıkmaya başlar.

Aslında CHP korkmuyor.

CHP, korkak bir siyaset yürütüyor.

Çünkü, CHP’nin görevi, toplumsal muhalefeti sisteme bağlamaktır. Tepki verdiğinde de bunu amaçlıyor; seçimlere kadar sabır diye başlıyor lafa. Korku işaretleri ise, aslında kitleleri korkutmak içindir.

Saray Rejimi’nin azgın saldırıları, artık işlevsiz hâle gelmiştir. Kimseyi korkutamıyor. Müjdat Gezen ve Metin Akpınar davası bunun kanıtıdır. Korku artık Saray saldırıları ile işe yaramıyor. Bu durumda burjuva muhalefet, kitleleri korkutmak için devreye giriyor. Bakın diyorlar, eğer eylem yaparsanız, eğer sesinizi sosyal medya dışında sokaklarda yankılatırsanız, bunlar sizi keserler. Bu korku, kitleleri durdurmak için işe yaramaktadır ya da hâlâ işe yaramaktadır. CHP’nin bu rolünü etkili oynayabilmesi için, CHP’deki bazı isimlerin hedef alınması ve korkutulması gereklidir ve işte onu yapıyorlar.

CHP’ye “etkili muhalefet yapamıyorsunuz” diye eleştiri getirmek, aslında doğru olsa da, işe yanlış yerden bakmanın ürünüdür. Zaten adamların derdi, etkili muhalefet yapmak değildir. Burjuva muhalefetin görevi, metresi olduğu Saray’ın korunmasıdır.

“Aman devlete zeval gelmesin” anlayışı, bugün, akıl almaz bir politik savunudur. İnsanların işsizlikten, açlıktan kırıldığı, intiharların günlük vakalar hâline geldiği, grevlerin yasaklandığı, iş cinayetlerinin yaygınlaştığı, kadına şiddet olaylarının arttığı, gençlerin “tehdit” olarak görüldüğü, her hak arama eylemine kolluk kuvvetlerinin (polis, ordu, basın ve yargı) saldırdığı bir ortamda, “devlete zeval gelmesin” demek nedir? Saray Rejimi’nin devlet denilen şeyden bağımsız olarak orada olduğunu mu söylüyorlar?

* * *

Şimdi en başa dönebiliriz.

Saray Rejimi’nin kadrolu militanları ortaya çıkmaktadır.

TC devleti, bir yönetme krizi içindedir. Bu kriz, ekonomik krizle birleşmiştir. Paylaşım savaşımının aldığı uluslararası boyut, bu yönetme krizini daha da derinleştirmektedir. Montrö ve Kanal İstanbul açıklamaları bunun içindir (Bu konuda Kaldıraç’ın sayılarında detaylı açıklamalar vardır ve konuyu daha da dağıtmamak için, bunlara tekrar girmeyeceğiz. Okuyucu bunlara kolaylıkla ulaşabilir). İstanbul Sözleşmesi’nin feshi bunun içindir. Bu yönetme krizi, daha da derinleşmektedir. Bu koşullarda iktidar, kendi kadrolarını yeniden organize etmek istemektedir.

Tekellerin, basının, burjuva muhalefetin, “bakanlar kurulu”nda değişiklik beklentileri, saçmadır.

Bakanlar kurulu diye bir şey yoktur.

Bakanlar vardır diyebilir miyiz? Bakanına bağlı. Mesela içişleri bakanı ve milli savunma bakanı vardır. Diğerleri yok gibidir. Dışişleri bakanı, Kalın’dan daha az etkilidir. Bunun gibi, diyanet işleri başkanının yerini Ayasofya Başimamı BoynuKalın doldurmaktadır. Dışişlerinde sade Kalın, diyanet işlerinde Boynukalın yeterlidir. Bakanlar, aslında “özel kalem müdürü”dürler. Özel kalem, sayıları oldukça fazla, “dolma” kalem tutkunlarıdırlar. Bu nedenle bakanlar kurulu değişiklikleri vb. üzerinde kafa yormak, anlamsızdır. Akar ve Soylu birer istisna olsun.

Saray Rejimi’nin “militanları”, durumu göstermektedir.

İlk olarak trollerden söz etmeliyiz.

Trol, balık avlamada kullanılan bir ağ adı olmalıdır. Sanırım yasaklanmış olmalı. Denizde balıkların neslini tüketmektedir. Açgözlü bir balık avcılığı demek yerinde olur. Sosyal medyada avlanmak, kullanıcıların balık olduğu bir sosyal medya ortamında, militanca bir müdahale için trol yerinde kullanımdır. Bunlar, sosyal medyayı halkın kullanımını etkisiz hâle getirmekle görevlidirler. Yasal olarak koruma altındadırlar, paylaşımları tehdit ve ırkçılık, aşağılayıcı vb. olsa da haklarında işlem yapılmamaktadır. Görevlidirler.

Trol, aslında bir sürü şeklinde organize edilmiş gruptur. Bunlar aynı anda saldırıya geçmektedir. Maaşlıdırlar. paraları, sosyal güvenlik sistemi içinde ödenmiyor. Yani, aldıkları paralar, maaş şeklinde olsa da yasal değildir. Muhtemelen, Saray Rejimi’nin “işadamları” tarafından finanse ediliyor olmalıdırlar.

Sonuçta, troller, paraları ölçüsünde Saray Rejimi’ne bağlıdırlar.

Saray Rejimi’nin militan basın kadroları da bunlar gibidir. Bunlara yazacakları şeyler fısıldanmaktadır ve Alo Fatih hatları kurulmaktadır. Bunların tümü, dolar cinsinden paralarla satın alınmıştırlar. Sadece trollerden farklı olarak, köşeleri vardır. Köşelerinde, dile alınmayacak şeyleri yazarlar ve yazdıklarının yazın açısından bir değeri yoktur. Böylesi bir amaçları da yoktur. Ne kadar yeşil, o kadar yazı, ne kadar yeşil o kadar küfür ile çalışan bir sistemdir bu.

Saray Rejimi’nin en militan kadroları, Saray’a bağlı işadamlarının oluşturduğu çetelerdir. Herkesin bildiği 5’li müteahhit çetesi, bunun en açık örneğidir. Bunların besledikleri bir sistem vardır ve bu sistem, her türlü saldırı için adamlar tutmuştur. Burada da para en öndedir. Beşli çete, olur da kendi muslukları kesilirse, hemen bastırmaktadır ve bunların söyledikleri, herkesten daha etkili bir biçimde Saray’da yer bulmaktadır. Uluslararası tekeller ve onların yerli ortaklarının “genel dizayn”ları, bu çeteler söz konusu olduğunda birçok istisnaya yol açmaktadır. Bu sürdürülemez bir “denge”dir. TÜSİAD’ın “ortalık tozduman”, “yetki ve sorumluluk bulanıklığı” diye tarif ettiği şey aslında budur.

Saray’ın önemli militanlarından bir bölümü IŞİD kadrolarıdır. Bunlara IŞİD kadrosu derken, aslında bir genelleme yapıyoruz. Müslüman Kardeşler ya da El Kaide’ye haksızlık etmek için değil. Ama bu kadrolar, devlet çarkının yanısıra, SADAT örneğinde olduğu gibi örgütlenmektedir. Burada da mesele paradır. Para olmadan, bu kesimlerin birarada durması mümkün değildir. 100 dolara herkesin adamı olabilecek çetelerdir bunlar. Bunların finansmanının ise cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinden karşılandığını tahmin etmek güç değil. Bunları beşli çete gibi çıkar grubu müteahhitlerin finanse etmesi, Saray için tehlikeli olur. Bu durumda, güç kayması gerçekleşir.

Saray’ın bir diğer savaşçı grubu, pudracılardır. Bunlar, yoktan var olmuş, mallarını ve zenginliklerini, pudra şekerlerini dahi Saray Rejimi’ne borçludur. Bu nedenle, bunların etrafında biriken zenginlik, artık “Yusuf” “Ömer” arayışlarının çok ötesindedir. Bunların da sayıları oldukça kabarıktır.

Başdanışmanlar kadrosu da oldukça zengindir. Saray’ın her odası bir başdanışmana aittir. Başdanışman varsa, demek ki, “danışmanlar” da var olmalıdır. Bu başdanışmanlar, danışmanlara danışmakta, onlar da makam araçlarının şoförlerine. Anlaşılan budur.

Saray, “şahsım” düzeninde yürüdüğü için, başdanışmanların raporlarla çalışması zor görünmektedir. Hem sonra rapor, yarın için delil de demektir. Bu durumda, cumhurbaşkanının bu başdanışmanlara danışma işini yüz yüze yapması gerekir diye düşünmeyin. Bu da olanaksızdır. Başdanışmanlar ile tek tek görüşmesi mümkün değildir. Başdanışmanlar, aslında çeşitli güç odaklarını Saray’a bağlamak içindir. Buradan iyi paralar alırlar ve bu paraların en azından bir kısmı, sosyal güvenlik sistemi içindedir. Yani sigortalıdırlar. Ama bunun dışında geniş bir para ağının içindedirler. Diyelim ki, bu güç grupları, ilgili işlerin hâlledilmesi için başdanışmanlara danışmaktadırlar. Onların esas parası da bu kaynaktan gelmektedir.

Cumhurbaşkanı ile yüz yüze görüşebilenler de elbette vardır. İşte işler esas olarak onların aracılığı ile çözülmektedir. Bu durumda başdanışmanlardan daha etkili bir “sınıf” ortaya çıkmaktadır.

Saray’ın militan kadrolarından bir kısmı da, Saray’dan çok tarikatlara bağlı olanlardır. Onların görüşme düzeneği, cuma namazları ile gerçekleşmektedir. Cuma namazlarının oldukça keyifli geçtiği anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı, her cuma sonrasında, “uçuyoruz ama kimse görmüyor” gibi, keyifli açıklamalar yapmaktadır. Bir arınma yeri olarak cuma namazlarının, bir afyon etkisi yarattığı, bu açıklamalardan bellidir. Bu tarikatları da, çetelerin içinde ele almak mümkündür. Zira bu tarikatlar, dünya işleri ile, en çok da dolar ile yapılan işlerle çok ama çok meşguldürler. Milli Eğitim’den çıkması zaman alacak kindar ve dindar neslin, yeni formatı, ağırlıklı olarak parasal değerlere bağlıdır.

İktidar kadroları içindeki çatlaklar da bu parasal ilişkilere göre ortaya çıkmaktadır.

* * *

İşte Saray Rejimi, böylesi bir hâl içindedir.

Tüm bu çark, işçi ve emekçilerin, üretenlerin elleri, alınterleri, kanları üzerine yükselen bir cennettir.

İşte bu nedenle de, işçi ve emekçiler dışında Saray Rejimi’ni alaşağı edecek bir güç yoktur.

İşçi ve emekçiler, ne kadar örgütsüz ise, Saray o kadar güçlü görünmektedir. Aslında bu güç son derece aşınmış bir güçtür. İşçi ve emekçiler örgütlendikçe, geliştirdikleri direniş de tüm toplumu saracaktır.

Bugün, mesele, toplumun her alanında gelişmekte olan tepkiyi, iktidarı almak, işçi sınıfının iktidarını kurmak için örgütlü tepkiye çevirmek meselesidir. Sadece görüntüye bakarsak, iktidarın gücünü, devletin hoyratlığını görürüz. Ama daha derine bakabilirsek, gelişmekte olan işçi hareketini, gelişmekte olan direnişi görebiliriz.

Bugün, bu topraklarda yaşayan her işçi ve emekçi, her kadın, her genç, gelişmekte olana, gelmekte olana katılmak üzere hazırlanmalıdır. Devrim mayalanmaktadır. Devrim, kendi yolunu açarak gelişmektedir. Örgütlü mücadele, devrimin zaferinin garantisi olacaktır. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden beslenenler, işçi ve emekçilerin üretimden gelen gücünün önünde duramazlar. o

Saray Rejimi ve CHP “muhalefeti”

128: Yasak
Milyar: Serbest
Dolar: Serbest
Nerede: Yasak
Saray Rejimi ve CHP “muhalefeti”

“128 milyar dolar nerede” diye başlayan sorular, CHP’nin afişlerine yansıdı. Buraya kadar bir şey yoktu. Bildik CHP muhalefeti, hiç ses çıkarmamak üzerine kurulu, aman Saray’ı kızdırmayalım üzerine kurulu, karakteri “aman Saray kızmasın”, “aman devlete zeval gelmesin” olan bir “muhalefet”. Ama bu durum dahi, Saray’ı kızdırdı.

Saray bu. Her şeye kızma hakkı vardır. Önlerindeki büyük örnek Sultan Abdülhamid’dir ve kendisi, önce muhalif aydınlardan, sonra tüm memurlarından, sonra da gölgesinden korkmaya başlamıştı. Saray’daki lüks yaşam, maalesef korkuya çare olamıyor.

Saray Rejimi, karar vermiştir. “Milli muhalefet” dizaynı yapacaklar. Saray kapatması olarak Kılıçdaroğlu ve diğer muhalifler varken, her türlü aykırı sesi bastırma cesaretini de kendilerinde bulabiliyorlar.

CHP afişlerine, kolluk kuvvetleriyle müdahale etme kararı aldılar.

CHP afişleri vinçler ve polis eşliğinde törensel bir havada indirilmeye başlanmasaydı, muhtemelen kimse bu afişleri göremeyecekti. Binaların üst katlarında asılan pankartlar, sokaktaki insanlar için görünür olmaz. Ama vinç ve onun üstüne çıkmış polis, ilgi çekici bir görüntüdür ve öyle oldu.

Saray’ın korkuları, Saray’a yaranmak için alınan tuhaf kararlar, sonuçta bu pankartları da meşhur etti. Böylece CHP, en azından CHP yönetiminin Saray’ı kızdırmayalım sınırını aştı ve elbette bu pankartlar meşhur oldu. Böylece ortaya bir soru çıktı: 128 milyar dolar nerede?

Saray Rejimi’nin, ikinci hatası, bu soruya yanıt vermek için giriştikleri çabalar oldu. Erdoğan, ilk açıklamayı yaptı. Zaten o önce konuşur. Öyle yaptı. Paralar kasada duruyor, dedi. Yetmedi, pandemi için kullandık, dedi. O da yetmedi, kurun artması için yürütülen operasyonları önlemek için kullandık, dedi. Tabii bu açıklamalar, tüm medyanın, Saray medyasının da gündemine girdi. Ardından, Başdanışman (Başdanışman olmayan danışman var mı Saray’da? Bilmiyoruz, bugüne kadar da duymadık. Hepsi başdanışman. Kendisi en “baş” olduğu için, sadece “danışman” yeterli değil, “başdanışman” olmalı. Tüm Saray, danışmanlarla mı dolu?) Jöleli, MB’nin hiçbir zaman 128 milyar doları olmadı, dedi. Erdoğan 128 milyar dolar kasada derken, Yiğit Bulut, zaten hiçbir zaman öyle bir para olmadı, dedi. Bu durumu düzeltmek isteyen bir başkası, paralar buhar olmadı, dedi. Nihayet, bizim ismini Rabia Naz davasından bildiğimiz, unutmadığımız ve unutmayacağımız Canikli, bir hesap yaptı ve kamuoyuna açıkladı. Buna göre, 128 milyar doların, hani hiçbir zaman olmayan, hani zaten hâlâ kasada olan paranın nasıl harcandığını açıkladı. 75 milyar doları özel ve tüzel kişilere satıldı dedi. Bir bölümü ithalata gitti, bir bölümü ile altın ithal edildi vb. dedi. Kesmedi. Başka açıklamalar da geldi. Her açıklama, bir diğerini yalanlıyordu. Canikli, Rabia Naz olayından biliyoruz, kılıf dikmekte çok beceriklidir ve kalkıp, bu paranın herkese altın olarak, eşit şekilde dağıtıldığını söyledi. Hatta bu paraların, evlerdeki yerini de söyledi, “yastık altında” dedi. Ve sosyal medyada, şu açıklamalar yayılmaya başlandı: Ben baktım, evde yastık altında da yok, dolaplarda da.

Modern kapitalizmde “yenilik” (inovasyon diyelim isteyenler için), daha çok ürünün ambalajında ortaya çıkıyor. Birçok elektronik üründe, küçük bir düğmelik değişiklik “yenilik” olarak satış rekorları getiriyor. Ama tüm ürünlerde, ambalaj, yeni satış rekorları demektir.

Siz Canikli’nin tutmayan hesaplarına bakmayın.

Siz Canikli’nin yastık altı adreslemesine de takılmayın.

Esas olarak, ayakkabı kutularına bakın.

17-25 Aralık’taki “sıfırla oğlum” komutlarından bu yana, ülkemizde insanlar, ayakkabıları (a) kutusuz almıyorlar, (b) ayakkabı kutularını asla atmıyorlar. Belki çok çok az bir kısmı, bu ayakkabı kutularının Noel Baba gibi birisi tarafından doldurulacağını bekliyor olabilir. Ama çoğunluğu, hiç kimsenin doldurmayacağını bile bile, bu kutuları saklıyor. Hatırlayın, 17-25 Aralık’ın sıcak günlerinde Eskişehir’de bir kadın, çıkıp balkonundan ayakkabı kutusunu gösterdi de evinin kapısı kırılarak anında gözaltına alındı. İşte herkes, bir gün bu kutuları kimsenin doldurmayacağını bile bile, lazım olur düşüncesi ile ayakkabı kutularını atmıyor. Ayakkabı şirketleri de, satışlar artsın diye, “inovasyon” başlığı ile sürekli yeni kutular çıkartıyor.

İşte bu boş ayakkabı kutularına bakıp, acaba Canikli doğru mu söylüyor diyenler de oldu. Ama nafile. Canikli’nin, halka, üstelik eşit bir biçimde dağıtıldığını söylediği altınlar ortada yok.

İşte bu anlattığımız şekli ile, şimdilerde yeni bir “oyun”umuz oldu: 128 milyar dolar nerede? Nihayet, Saray buna uyandı. Ve açıklamaları kesemediler, her gün biri açıklama yaptı ve hem de yasaklamalara başlayacaklarını ifade ettiler. Erdoğan, bunu sormak suçtur dedi.

Aslında MB, döviz satışlarını, 2016 yılına kadar, açık olarak yayınlardı ve şeffaflık, “ekonomik güven” için çok önemli bulunurdu. Yani, dostlar, işçiler, sizin için, bizim için bir şeffaflık yok, sadece iş dünyası, kapitalistler, oyuncular için bir şeffaflık vardı. O da ortadan kalktı.

Kanımızca, Saray, bu konuda hemen yasaklar koymalıdır. Belki de bu yazı yayınlanana kadar yasaklar zaten gelir.

Önerilerimiz var: 1, 2, 8 rakamlarının birlikte ve küçükten büyüğe kullanılması yasaklanmalıdır. Hatta, içinde 1, 2 ve 8 olmayan, yeni, “Türk-İslam sayı sistemi” kurulmalıdır. Bu yeni sayı sistemi, 7 karakterden oluşmalıdır. Yarın, başka rakamlar da “suçlu” ve yasaklı hâline gelir diye, şimdiden, 10 adet “joker” belirlenmelidir. Bu jokerlerden üçü, hemen şimdi, 1, 2, 8 rakamları yerine tedavüle sokulmalıdır.

Otellerde, Saray’da ve bilcümle apartmanlarda, 128 numara yasaklanmalıdır. Otellerde 1. kat ve 28 numara olamaz. İlk katlarda 28 numaralı oda, 29 numaralı olmalıdır.

Ama, milyar ve dolar kelimeleri yasak dışında tutulmalıdır.

Bankalarda, kimse 128 milyar dolar tutamaz ve hiçbir matematik hesabı 128 ile sonuçlanamaz. Bunun için acil önlem alınmalıdır ve bu iş, Ay’a sert iniş yapma projesinin önüne konmalıdır. Bu işlemi gerçekleştirecek olan matematik dâhisi Türk’ün ismi, yeni sayı sisteminin ismi olmalıdır. 10’lu sayı sisteminin yerli ve milli olmadığı açıktır.

Aslında, bu işin suyunun nasıl çıktığının açık bir kanıtıdır.

Aynı biçimde, pandemiyi ele alalım. Pandemi sürecinde önlemler açıklayan Saray Rejimi, neden tüm önlemleri Erdoğan’ın ağzından açıklamaktadır? Bunun kuşku yok ki bir anlamı olmalıdır. Ama nedense, her açıklama, bir bulmacaya, bir komediye çevrilmektedir. Kemal Sunal öldü öleli, Erdoğan, onun filmlerini aratmayacak örnekler sergilemektedir.

Pandemi yönetimi, politiktir. Pandemi ile ortaya çıkan ölümler, siyasal cinayetlerdir.

Tıpkı kadın cinayetleri gibi. Soylu, İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinden önceki bir ay ile, sonraki bir ay gerçekleşen kadın ölümlerini karşılaştırıyor ve işte buyurun, İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık, ölümler azaldı, demeye getiriyor. Bu zavallılık, bu pespayelik, bu rezillik nedir? Kadın ölümlerini savunmanın bir başka yoludur bu.

Konuyu dağıtmadan, 128 milyar dolar meselesine dönelim. Bizce CHP yönetimi de dahil bunu devlet kadroları biliyor. Ama bir telâşla, açıklamalar yapıyorlar. Yani, o noktada yara var ve hep birlikte açıklamalarla bu konuyu örtmeye çalışıyorlar. CHP yönetiminin de konuyu örtmesi için “aracılar” gönderdiklerini duyuyoruz.

128 milyar dolar, döviz kurunu 6,80’lerde tutmak için harcanmış olabilir mi? Öyle ya Erdoğan, döviz operasyonlarından söz ediyordu. Bunun için, ülkede hiç döviz satışı olmadan, yani kimse dolarını bozmadan, hiç döviz girdisi olmadan, 128 milyar dolarlık paranın TL’den dövize dönmesi gerekir. Oysa ne çıkan yabancı sermaye ne de 100 dolar alan insanların aldıkları dövizler bu rakama işaret etmiyor. Ülkeden çıkan finansal sermaye, yani hisse senedine, faize vb. bağlanmış sermaye çıkışı, 20-30 milyar dolar olarak konuşuluyor. Damat Bakan “at izi it izi” şarkısı ile gidip yerine Ağbal geldiğinde, piyasalara güven “verildi” ve 10-20 milyar dolarlık finansal sermaye, faize vb. gelmek üzere ülkemize tekrar geldi. Saray, ortada hiçbir görünür neden yokken Ağbal’ı görevinden aldı ve anlaşma bozuldu. TÜSİAD cıyaklamaya başladı ve ülkeden 10-15 milyar dolarlık sermaye çıkışı gerçekleşti. Tüm bu hikâye gösteriyor ki Erdoğan, açık olarak yalan söylüyor. Dövizi düşük tutmak için bu paralar kullanılmış olsa idi, ancak 20 milyar doları kullanılırdı ve bu durumda da, döviz, 5,50 civarında olurdu.

Pandemi ile mücadele için kullanılmadığı da açık.

Erdoğan, aslında halkın değil ama tüm iş dünyasının ve bürokrasinin anlayacağı açık olan bir yalanı neden açıklama olarak “sunuyor”? Öyle ya, nasılsa adam muktedir, hiç açıklama yapmasa da olur, değil mi?

Diğer yalanlara girmeyeceğim. Onlar zaten açık sayılır.

Ama MB’nin en yeni başkanının açıklamaları çok ilgi çekici. Doğrusu, tüm kapitalist dünyada MB başkanlığı, son derece teknik bir iştir ve MB’nin bağımsızlığı, onun uluslararası sermaye ile bağı ya da IMF politikalarına sadıklığı demektir. Bu konuda bir yaklaşım vardır ve buna uyması için “bağımsız”dır. Zaten teknik bir iş yapmaktadır. Esas görevi de, enflasyon, fiyat istikrarının sağlanması ve bu yolla, “öngörülebilirlik” için ortam hazırlamasıdır. TL’nin konvertibl olduğu, serbest kur sisteminin uygulandığı bir ülkede, aslında MB, dövize müdahale etmek zorunda da değildir. Elbette edebilir ama, 128 milyar dolarını harcayacak şekilde edemez, eğer ediyorsa da dolar, TL’nin karşısında 8 TL olmaz.

İşte bu MB başkanı, durumu açıklamak için, iki kere basına bilgi verdi. İlki AA’ya verdiği bilgidir ki, hem çok yüzeyseldir hem de emirle gerçekleşmiş kısa bir açıklamadır. Ama ikincisi, “inandırıcı olsun” diye Saray basınına yapılan geniş mülakattır. Burada MB başkanı, İHA ve SİHA maliyetlerinden söz etmektedir. Ne alâka? İHA ve SİHA üretimi, Sümeyye hanımın gelin gittiği Bayraktarlar ailesinin işidir ve zaten orada yürümektedir. Ülkenin gerçek savunma bakanı, Damat Bayraktar olsa gerek. Gayet de iyi para kazanmaktadırlar. MB’nin bu işle bir ilişkisi olmaz. Devlet, savunma bakanlığına açıktan veya örtülü para verir ve savunma bakanlığı bu İHA-SİHA’ları satın alır. Sanırım birkaç milyon dolara Ukrayna’ya sattıklarına göre, 128 milyar dolar ile bir ilişkisi yoktur. Kaldı ki, teknik bir iş yapması beklenen MB başkanının bu açıklamalara girişmesi, örtülecek yalanın, çuvala sokulacak mızrağın çok büyük olduğunu gösterir.

MB başkanı, diyor ki, aslında bir şey olmadı, bilançoda aktif ve pasif yer değiştirdi. Yani, daha önce 128 milyar dolar, aktif, yani varlıklar içinde idi. Bilançolar, varlıklar (aktif) ve borçlar-yükümlülükler (pasif) olarak düzenlenir ve ikisi arasındaki fark, fazla (kâr) ya da açık (zarar) olarak ele alınır. 128 milyar dolar, aktiften, yani bankanın varlığı olma pozisyonundan, pasife, yani borç alanına geçmiş. Bundan daha rezilce bir açıklama olabilir mi?

MB parayı, kamu bankalarına aktarmış olsun, bu durumda paranın nerede olduğu belli olur. Ama kamu bankaları, bu parayı, özel operasyonlarda kullanmış ise, mesela, 70 milyar doları ile müteahhitlerin dış borçları ödenmiş ve bunun bir bölümü Erdoğan’ın kasasına aktarılmış ise, işler değişmektedir. Mesela bu paraların bir bölümü, firardaki Damat Bakan ile birlikte, özel işler için ayrılmış ise, iş başka. Mesela bu paralar, Erdoğan’ın “özel örtülü ödeneği” hâline getirilmiş ise iş başka.

CHP, tüm bunları bilmektedir. Bu konuda, artık CHP’ye bilgiler sızmaktadır. Biraz cesur ve namuslu olsa bu burjuva muhalefet, bu bilgileri halka açıklar.

Artık Saray Rejimi için, ayakta kalmak her şeyin önündedir ve bu ABD’li efendilerinden aldıkları bir “emir”dir. Ve ayakta kalmanın, ömrünü uzatmanın tek yolu, daha çok şiddettir.

CHP yönetimi, Saray Rejimi’ni, yasalara uymamakla suçluyor. İyi ama Saray Rejimi, en tepeden en aşağıya kadar zaten yasaları tanımadığını ilan ediyor. CHP muhalefeti, kurt koyunu yerken, ona, efendim biraz yavaş olun, mideniz ağrıyacak öğüdüne benzemektedir.

Nasıl ki Saray Rejimi, şiddetsiz ve daha çok şiddetsiz yönetemiyorsa, CHP ve Saray’ın eklentili muhalefeti de artık muhalefet yapamayacaktır. Yolun sonu gelmektedir.

CHP yönetimi;

1- Bu paraların nasıl, hangi kurdan, kime satıldığını biliyor mu?

2- Kanımızca biliyor. Öyle ise, neden açıklamıyor?

3- Bu açık hırsızlık, yağma ve soygun yapılırken, siz nerede idiniz? Neden bir tek şey yapmadınız?

4- Muharrem İnce’nin 50 milyar TL’sini Saray nasıl ve kimin aracılığı ile ödedi?

5- 128 milyar dolar ile ilgili belgeleri, bugün neden açıklamıyorsunuz?

6- 70 milyar dolar, yabancılara kredi borcu olan 5 müteahhidin bu borçları devlet üstlendi mi? Üstlendi ise, bunu neden deşifre etmiyorsunuz? Bu konuda Erdoğan ile hangi pazarlıklar yapılmaktadır?

Saray Rejimi’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için ellerini kıpırdatmayan, “aman devlete zeval gelir” diye bildiklerini gizleyen, yarın, Saray Rejimi’nin suç ortağı olacaktır. Başkasını düşünmeleri mümkün değildir.

Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Bu üç ayağı da deşifre etmek için, CHP’nin ya da başka birçok burjuva muhalifin ellerinde belgeler vardır. Bu belgeleri, “vatan-millet” yalanı ile ortaya sermeyenler, halka açıklamayanlar elbette suçludurlar.

Libya’da, Suriye’de, ülkenin gençleri ölüme gönderilmektedir. Bu savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin dayanaklarından biridir. Bunu deşifre etmeyen, Saray Rejimi’nden rahatsızmış gibi davranmamalıdır.

Ülkenin her yerinde, işçi direnişleri var. Onlarca işçi intihar etmektedir. İşçi direnişlerine bir kamera gönderemeyen basın, muhalif basın ya da gerçeklerle bağlı basın olamaz.

CHP, sürekli olarak “seçim ve sandık” edebiyatı yapmaktadır. Burjuva muhalefet, bu konuda ABD’nin ve AB’nin Erdoğan’a baskı yapacağını ummaktadır. Oysa, ABD’li efendilerin derdi, TC devletinin tetikçilik görevini sürdürmesidir. CHP, halkı, seçim ve sandık vaatleri ile aldatmak üzere Saray Rejimi’nin denetimine itmektedir. Saray Rejimi’ne öfkeli kitlelerin öfkesini azaltmak için görevli partidir CHP.

Birçok yerde CHP yönetimi, kendi çevresine, açıkça “direniş olursa ülkeyi kan gölüne çevirirler” demektedir. Ülke zaten kan gölü değil midir? Bir günde intihar edenler, bir günde öldürülen kadınlar, her bir gün işlenen iş cinayetleri, pandemi nedeni ile önlenebilir olduğu hâlde önlenmeyen ölümler kan gölü değil midir?

Saray Rejimi’nin, tam denetimi altında, saray medyası var, borazanları var. CHP, bu borazanlardan biri olmayı görev bilmektedir. Ve kendi içinde “okumuş-yazmış” olanlara, bu durumu, bu tutumunu “devlete zeval gelmesin”, “zaten gidecekler” diye anlatmaktadır. İşte burjuva muhalefet budur.

Bu durum, işçilerin kendi kaderlerini kendi elleri ile yazmak zorunda olduklarının kanıtıdır.

Bu yağma, bu rant, bu savaş ekonomisini ve buna dayalı Saray Rejimi’ni alaşağı edecek, o çarkı parçalayacak tek güç, işçi sınıfıdır. Örgütlü işçi sınıfının direnişi dışında hiçbir kurtuluş yolu yoktur.

Saray Rejimi ve TÜSİAD’ın rahatsızlıkları

TÜSİAD’ın kuruluşunun 50. yılı olduğunu, Nisan 1971’de kurulmuş olduğunu, TÜSİAD’ın 30 Mart Salı günkü toplantısı vesilesi ile hatırlamış olduk. Konuşmayı merak edenler için, tusiad.org’da konuşmaların metninin bulunabileceğini söyleyelim. Bu konuşmalar, “siyasal iktidar eleştirisi” içeriyor diye düşünülüyor, böyle düşünen MÜSİAD Başkanı Erol Yarar da, hemen bir yazı kaleme almış ve aldığı yazıya “Tek Yol Devrim” diye bir başlık atmış. MHP hattını yeni politikası olarak “onaylatan” Aydınlık gazetesi de bu başlığı kullanarak, aslında TÜSİAD’a yanıt vermiş.

TÜSİAD konuşmalarının Saray Rejimi tarafından ilgiye değer bulunan kısmı, sanırım, 1970’ler benzetmesidir. Açıkça, her iki konuşmacı da, 1970’ler ile bir açık benzetme yapıyor. Bu benzetmede, uzay çalışmaları (o günlerde Ay’a, bugünlerde Mars’a yolculuk), cari açık, sürdürülemez borç yönetimi, işsizlik vb. gibi başlıklar da ustaca sıralanmış. Özetle, TÜSİAD, açık olarak sınıf savaşımından duydukları “korku” ile Saray’ı uyarıyor (Hakkı Özdal, Gazete Duvar’da, 3 Nisan 2021 tarihli yazısında, Türkiye kapitalizmini kim yönetecek diye soruyor. Kapsamlı makalesinde, Saray Rejimi ile TÜSİAD arasındaki çelişkilere dikkat çekiyor. Okunmasını öneriyoruz. Ama biz biraz daha farklı bir pencereden bakmayı yeğleyeceğiz).

Evet, açık olarak, TÜSİAD, Saray’ı uyarıyor. Konu sınıf savaşımıdır ve onların uyarıları, ancak 1970’li yıllar diyerek kayda geçebiliyor. “Tek Yol Devrim” yazısı ile MÜSİAD’ın yanıtı, açık olarak sermaye grupları arasındaki çelişkiye kanıttır.

Ama izninizle, biz okuyucuya, Şubat 2021’de Kaldıraç sayfalarında dile getirilen, “gizli IMF anlaşması olabilir mi” sorusunun sorulduğu çalışmaları hatırlatmak istiyoruz.

İstiyoruz, çünkü, Ağbal MB başkanı iken, yaptığı açıklamalar ve aldığı kararlarla, hem TÜSİAD’ın hem de MÜSİAD’ın “takdirini” alabilmekteydi. Yani, daha bir ay önce (bu yazı okuyucu ile Mayıs 2021’de buluşacağına göre, belki de 2 ay önce demeliyiz) TÜSİAD ve MÜSİAD, MB tarafından açıklanan ekonomik tedbirleri alkışlıyordu, bu alkışlara, TOBB, başka işveren örgütleri, hatta IMF de katılıyordu.

Peki ne oldu? Ne oldu da, TÜSİAD, 1970’leri hatırladı. Kuruluşunun 50. yılı nedeni ile, 50 rakamının yuvarlamada içerdiği anlam nedeni ile mi hafıza kaybı düzeldi, yoksa, şimdi mi bir hafıza kaybı başladı? Hazır onların istemlerine de uygun olarak, Reis, Muktedir, kararlarından sual olunmayan ulu şef, sermayenin “dünya lideri” adayı, hırsızlık, yağma, rant konusunda usta, AB hedeflerine bağlılık, NATO’ya bağlılık yeminleri yapmakta iken, bu eleştiriler nereden çıkıyor?

Konuyu anlatabilmek için, biraz geriye gideceğiz.

Bize göre, dünya çapında bir emperyalist paylaşım savaşımı vardır. Bu paylaşım savaşımı, SSCB çözüldükten sonra hızla su üstüne çıkmıştır. Bu savaşım, temel olarak ABD hegemonyasına (bu hegemonyanın önemli işaretlerinden biri olan Bretton Woods anlaşmasının 1970’lerde çöktüğünü Özilhan, 50. yıl konuşmasında belirtiyor. Lütfen atlanmasın. Zira bu durum, ABD hegemonyasının SSCB çözülmeden önce çözülmeye başladığının kanıtıdır.) “meydan” okuyan diğer emperyalist güçlerin gelişimi ile anlaşılabilir. Almanya ve Japonya, Deniz Adalı’nın detaylıca anlattığı gibi, ABD hegemonyasına karşı yükselen güçlerdir.

İngiltere’nin dünya hegemonyasının çöküşü, Almanya, ABD ve Japonya’nın endüstriyel gelişimi ile ortaya çıkmaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesidir. Ve dünya hakimi İngiltere, eşitsiz ve bileşik gelişim yasasına da uygun olarak, liderliği elinden almak üzere gelişen ABD, Almanya ve Japonya’ya, “hoş geldiniz, buyurun size devredeyim şu hegemonyayı” dememiştir. Almanya, eğer Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkmamış olsa idi, muhtemelen bir Alman yüzyılı görebilirdik. Öyle olmadı ve bir ABD yüzyılı başladı. Aslında burada da dikkatli olmalıyız, SSCB kuruldu ve dünya kapitalist ekonomisi ağır bir darbe aldı, kalan kapitalist dünyada ABD yüzyılı başladı.

İşte 1970’lerde Bretton Woods anlaşmasının çökmesi ile aslında Almanya ve Japonya’nın yükselişini anlamamız gerekir. Ama komünizm korkusu, soğuk savaş politikaları ve Almanya ve Japonya üzerindeki ABD siyasal kontrolü, sürecin, SSCB’nin çözülüşüne kadar yer altından işlemesine neden oldu.

Bugün, yeni bir emperyalist paylaşım savaşımı gündemdedir. Bu savaşın, başlıca aktörleri, 5 emperyalist güçtür: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa. Diğerlerini bilerek saymıyoruz. Ama bu onların olmadığı, mesela İtalya’nın bu savaşta bir etkisinin olmadığı anlamına gelmez elbette.

Biz diyoruz ki, Kaldıraç okurları bunu biliyorlar, aslında savaşın, ABD-Çin arasında ya da ABD-Rusya ve Çin arasında savaş olarak ortaya çıkması, bu paylaşım savaşımının, 1990’lardan bu yana geçirdiği evrimin sonucudur. Bu evrimin, ilk aşaması, ABD’nin dünya imparatorluğunu ilan etmesidir. Olmadı. İkinci aşaması, Libya savaşı ile AB’yi yanına çekme isteğidir. Olmadı. Suriye savaşı, Libya’nın devamı olarak başladı ama Rusya ve Çin’in sahaya inmesi ile, ABD’nin rakiplerinin ekonomik üstünlüğüne karşın ortaya koyduğu askerî üstünlüğünün sınırları ortaya çıktı. Bugün bu evrimin üçüncü aşamasındayız ve ABD, AB ve Japonya’yı, kendi politikaları arkasına alarak, Rusya ve Çin’e karşı savaş işi ile meşguldür. Bunun için bazı tavizler verdiği kesindir ve detayları yakında ortaya çıkar. Ama Münih konferansı, Almanya, Fransa, İngiltere ve diğer AB ülkelerinin ABD’nin liderliğine “biat” ettiklerini göstermeleri, sadece bir gösteri olsa da, büyük bir adımdır. Japonya başbakanının Beyaz Saray yolculuğunun 16 Nisan olarak açıklanması, Çin’e karşı G. Kore, Japonya ve ABD’nin hızlanan toplantıları, aynı hattın içindedir. Dün IŞİD’i AB üzerine salan ABD, şimdi, bundan geri adım atıyor ve diğer emperyalist rakiplerini Rusya ve Çin’e karşı savaş için devreye sokmaya çalışıyor.

Ama bu savaş organizasyonu, gerçek çatışmanın, beşli emperyalist çete içinde olduğu gerçeğini görmemizi engellememelidir. Tıpkı, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde yapılan ve bozulan anlaşmalar gibi, bugünlerde de yapılan anlaşmaların kalıcılığı tartışma konusudur.

ABD hegemonyasına meydan okuyuş, önce ekonomik alanda geldi. 1970’lerde Bretton Woods anlaşmasının çökmesi, ABD dolarının tahtından indirilmesi ile sonuçlanmadı, ama aslında zora dayalı bir uzatma ile doların egemenliği devam etti. Bugün, SSCB yok iken buna artık kimse dayanmak istememiştir ve öyle de oldu. Almanya ve Japonya, sıfır stoklu üretim gibi, alanlarda, yani üretimin organizasyonu alanında, kapitalist büyümelerini sürdürürken, ABD, askerî gücü ile işini hâlletmek istedi. Bunun sayısız kanıtı vardır.

Buradan Türkiye’ye gelebiliriz.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, “ortaklaşa sömürge” oldu. Ekonomisi AB’ye, siyasal açıdan ise ABD’ye bağlı bir sömürge. ABD ve AB’nin ortaklıkları buna olanak da veriyordu. Ama SSCB ortadan kalkınca, ABD, dünya imparatorluğunu ilan edince, buna uygun bir dizayn işine girişti. Afganistan işgalini Irak işgali izledi. TC devletini, tam bir tetikçi olarak kullanmak istediler ve bunun önündeki engelleri ortadan kaldırmaya karar verdiler. Böylece, AK Parti ya da Erdoğan projesi ortaya çıktı. Bu projeye, “yeni Türkiye” demelerinin nedeni de budur.

1990’ların sonunda, açıkça bir anlaşma yaptılar, Kürtler ABD denetimine verilecek, Kıbrıs ve Türkiye’nin kalanı AB’ye. Bu anlaşma kısa sürdü. Kanal İstanbul, aslında bu anlaşmanın bozulmasının kanıtlarından biridir. ABD-İsrail cephesi, İstanbul’u, Hong Kongvari bir “şehir devlet” olarak organize etmek üzere Kanal İstanbul projesini devreye soktu.

Buna benzer şekilde, Almanya, tüm Doğu Avrupa’da ilerlerken, Balkanlara NATO’nun girmesi, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’ya alınması, aslında ABD’nin Almanya’ya karşı müdahalesidir. Şimdi Biden, NATO ile aslında bu kontrolü, Rusya’ya karşı savaş için kullanmaktadır. ABD, hele Rusya ve Çin’i yıkalım, sonrasında diğerlerini devirmem kolay olur hesabındadır ve bu hesabın hiç kimse için bir sır olmadığı da açık olmalı.

İşte bu paylaşım savaşımında sorulardan biri şudur: Türkiye, kimin sömürgesi olacak, ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi? Ekonomiye sahip olan AB, süreç kendiliğindenliğe, zamana bırakılsa kazançlı çıkacaktır. Ama ABD siyasal alanı (ordu, polis, bürokrasi, siyasal partiler, yargı vb.) tutmaktadır ve bu duruma seyirci kalmayacaktır.

Nitekim, ABD, TC devletini, Suriye savaşı ile ve sonrasında Saray Rejimi ile birlikte tam bir tetikçi olarak kullanmaya başlamıştır.

Kısacası, Türkiye’de sermaye grupları arasındaki çatışmalar ya da Saray Rejimi ile bazı tekellerin zaman zaman öne çıkan çatışmaları, aslında bir yandan bu paylaşım savaşımının gereklerine, bir yandan da Saray Rejimi’nin devlet olanakları ile sermaye aktarımı süreçlerine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Yoksa Erdoğan, iktidarları, Saray Rejimi’nin kendisi, sermayenin tümü için büyük kârlar elde ettikleri bir dönemdir. Paylaşım savaşımının etkilerini ve devlet eli ile sermaye aktarımındaki Saray Rejimi’nin tercihlerini bir yana bırakırsanız, ortada, sermaye açısından bir sorun da yoktur.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır.

Saray Rejimi, devlet eli ile yeni zenginler yaratma politikasını, paylaşım savaşımının gereklerine uygun olarak kullanmaktadır. Elbette bu arada, bazı kesimlerin hortumlamaları ortaya çıkmaktadır. Bu efendilerin, ABD’nin çoktan bildiği ama bilerek göz yumduğu bir süreçtir.

Eğer çelişki, emperyalist paylaşım savaşımı hesaba katılmadan, tekeller, burjuvalar arasında çelişki olarak ele alınmış olsa idi, TÜSİAD’ın bunu çözmesi çok da kolay olurdu.

Bu nedenle, Türkiye kapitalizmini kimin yöneteceği sorunu ile karşı karşıya değiliz. Daha çok, TC’nin hangi kesimin sömürgesi olacağı sorusu ile karşı karşıyayız ve bunu savaş belirler.

Elbette, işçi sınıfı bu savaştan önce ya da savaş sırasında, iktidarı alıp, burjuva egemenliğe, sadece Erdoğan iktidarına değil, Saray Rejimi de dahil burjuva devletin varlığına son verirse, tüm bu tartışma, en temiz şekli ile sonuçlanmış olur.

TÜSİAD, açıkça, bu sınıf egemenliğinin tehlikede olduğunu görüyor. Oysa MÜSİAD, sarsılmakta olan bazı iş gruplarının yerine, kendi yükselişi ile meşgul gibidir. Onların “devrim” dediği, Aydınlık’ın alkışladığı şey budur.

TÜSİAD 1970’lerle bir karşılaştırma yapmaktadır. Kanımızca, sınıf savaşımı açısından bile doğru değildir. Sadece bir uyarma gücü olması bakımından işe yarayabilir. Yoksa, sürecin 1970’lerle bir benzerliği yoktur. Mesele cari açık ise, bu durum 1960’larda da vardır. Mesele enflasyon ise, bu o zaman da vardır. Mesele “belirsizlik” ise işte o zaman iş değişmektedir.

Kanımızca da mesele “belirsizlik”tir.

Ağbal’ın MB başkanı olması, tüm burjuvazinin siyasal iktidarı “ekonomiyi” öncelleme yönünde bir tercih yapması anlamına geliyordu. TÜİK verileri denetime açılıyordu (sanmayın tüm TÜİK verileri; hayır, onlar sadece enflasyonla ilgili idiler, işsizlik, gelir dağılımı vb. verileri ile bir sorunları yoktu). Ekonomik reform sözü veriliyordu. Fiyat istikrarı öne alınıyordu. Damat gitmiş, IMF ile anlaşmanın önü açılmıştı.

İşte, TÜSİAD’ın açıklamasında geçen “ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların bulanıklaştığı” bölümü esastır.

“Ortalık toz duman”, “yetki ve sorumluluklar bulanık”, aslında, Saray Rejimi eleştirisi değildir. Hatta TÜSİAD bu konuda çok geç kalmış bile sayılır. Damat Bakan, istifasında “at izi it izi” vurgusu yapıyordu. “Toz duman”dan farklı değildir, “at izi it izi”.

MB Başkanı Ağbal, görevinden alınınca, Yeni Şafak yazarı MB başkanı olunca, TÜSİAD, bu anlaşmanın sona erdiğini anladı elbette. İşte mesele buradadır.

Saray çevresindeki çeteler, hortumlama ile yaşamaya olduğundan fazla alışmışlardır. Ve Saray Rejimi, bunlara karşı oldukça “zayıf”tır. Biden’ın yeni savaş planları da, bu açıdan hız gerektirmektedir. Biden, acil müdahale ekibi gibi hızlı müdahalelere yönelmektedir. İşte bu durumda, borçların ödenmesi için uluslararası sermayenin istekleri, Tekellerin ekonomi için “belirsizliğin” son bulması istemleri anlamını yitirmektedir.

Kasım 2020’den başlayarak, tekeller ve onların ekonomik danışmanları, “Erdoğan’ın pragmatizmi”ne övgüler düzerek, onun uzlaşmaya bağlı kalacağını düşünmekte idi. Oysa belli bir yüzde karşılığı iş yapanların o pragmatizme güvenmeleri daha gerçekçi olmalıdır. Buradan bakılırsa, TÜSİAD’ın rahatsızlıkları, aslında burjuva muhalefete cesaret verme girişimi olarak bile işe yaramayacaktır. Tatlı ve aşırı kârların yarattığı çeşitli hazım sorunları olduğunu söyleyebiliriz. TÜSİAD, artık yüksek ve tatlı kârların kaybolma tehlikesini görmekte iken, MÜSİAD, ne gelirse faydalıdır tutumu ile hareket etmektedir. Hepsi bu olmasa da, buna yakındır.

1970’lerde 15-16 Haziran Direnişi ortaya çıktığında, sosyal bilincin ekonomik gelişmeyi aştığını vurgulayan açıklamalar okuyorduk. Şimdi, Gezi Direnişi’ne bir kere de bu gözle bakmak mümkündür. Yağma, rant ve savaş ekonomisi karşısında örgütsüz de olsa kitleler, işçi ve emekçiler, yeni bir bilinci geliştirmektedirler. Burada bir devrim mayalanmaktadır.

Elbette, işçi sınıfının örgütlülüğü henüz zayıftır. Ama bu nesnel süreci gözardı etmemize bir bahane teşkil etmez. Bazıları, her şey hazır ve zafer kesinmiş gibi göründüğü zaman risk alıp harekete geçmeyi seçecektir. Ama tarihi onlar yazmaz. Tarihi, ufku görebilen, bugünden, riskler büyük ve zaferin garantisi yok iken yola koyulan azınlıklar yazar.

Sermaye egemenliği, tüm yeryüzünde bir bunalım içindedir. Bu bunalım, artık kapitalizmin tarihsel olarak aşılmış olduğu gerçeğinin dışa vurumudur. Bunun bilince çıkması sürecindeyiz.

Bilincin en açık göstergesi, eylemdir. Eyleme yansımayan bir bilgi, bilinç olarak açıklanamaz. En gelişmiş eylem ise, kapitalizme karşı bu dünya çapındaki mücadelede, tarihî mücadelede, işçi sınıfının, onun öncülerinin geliştireceği örgütlenmedir.

Bugün, işçi ve emekçiler, onların önderleri, tüm sistemi yıkma mücadelesini öne almak, bunu hedefe koymak durumundadır.

Burjuva “muhalefet”in bize anlattığı “yasalara bağlı kalmak” yolu ile muhalefet, miadını doldurmuştur. Çünkü, ortada hiçbir “yasa” geçerli olarak varlığını sürdürmemektedir. Saray Rejimi, her yasayı ayaklar altına almıştır. Burjuva muhalefet, sadece korkakça değildir, daha da ilerisi, açıkça Saray Rejimi’nin destekçisidir. TÜSİAD’ın açıklamaları da bunun bir parçasıdır. Bu açıklamalarda “muhalif” zerrecikler aramak boşuna bir çabadır.

İçeride mücadele, işçi sınıfı ile, tüm bir sınıf olarak burjuvazi, onların iktidarları arasındadır. Bu topyekûn bir mücadeledir. Demokrasi denilen şey, işçi sınıfının iktidarı alması demek değil ise, masaldır. Ne AB kriterleri ne Batı değerleri, işçi ve emekçiler için demokrasi demek değildir, özgürlük demek değildir, tersine diktatörlüktür, açlıktır, işsizliktir, köleliktir. Pandemi süreci tüm bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Açık bir toplumsal ve insanî sorun olan pandemi karşısında iktidarların ve egemen çevrelerin tutumu, sistemin çürümüşlüğünün de kanıtıdır. Bir insanî sağlık sorununu, kendi sınıf çıkarları ile ele alan burjuvalar, “demokrasi” dediklerinde, kendi iktidarlarını sürdürmek için halkı kandırmayı hedefleyen propagandalarını yapmaktadırlar.

İşçi sınıfı, hiçbir burjuva gücün, hiçbir burjuva siyasetin yedeği olmayacaktır. Bugüne kadar buna inanmış olmaları, bugünden sonra da bu inancı sürdürecekleri anlamına gelmez. İşçi sınıfı, kendi siyasal gücünü, kendi örgütleri aracılığı ile ortaya koymak zorundadır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf politikaları sahne almaya başlayacaktır. Bu zorunludur. Ama aynı zamanda, sadece işçi sınıfının değil, tüm toplumun, insanlığın kurtuluşunun biricik yoludur. o

 

 

Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar… (1920’lerden 1970’lere devrimci kadınlar)

“Yaşamak;

Teslim olmadan,

Boyun eğmeden,

El etek öpmeden yaşamaktır.”[1]

G

eçen gün, postadan irice bir zarf çıktı. İçinden çoktan toza-toprağa karıştığını düşündüğüm yüzlerce sayfa elyazması not, fotokopi vs. 1980’li yıllarda biriktirdiğim… Zarf, eski bir dosttan. Emel Akal. Kitaplığını elden geçirirken bulmuş, “İçlerinden bazı matbu evrakları Kadın Kütüphanesi’ne gönderdim. Bunları da sana gönderiyorum,” notuyla birlikte toparlayıp göndermiş, sağ olsun.

“Zaman zaman içinde” derler ya, öyle bir şey. Notların çoğu, 1986’da, 12 Eylül sonrasının ilk 8 Mart etkinliği “Ve kadınlar… Bizim kadınlarımız…” gösterisi için çıkardığım notlar… Etkinlikte Türkiye sosyalist hareketinde yer alan kadınlardan göçüp gidenlerin anısına, sağ olanların ise varlıklarına bir selam göndermeyi hedeflemiştik… Tabii bir de bu coğrafyada kadınların kurtuluş mücadelesinin bizim kuşaklarla başlamadığını, yüzyıl başlarına dayanan bir geçmişi olduğunu… Etkinliği dört kadın (Hale Kıyıcı, Füsun Öztürk, Gülden Sevgili ve ben) kafa kafaya verip kararlaştırmış, topladığımız notları metinleştirmesi için (toprak incitmesin) Orhan İyiler’e, gösterinin görsel malzemesini hazırlaması için İsa Çelik’e, gösteride sunuculuğu üstlenmeleri konusunda ise sevgili Celile Toyon ile Vala Önengüt’e müracaat etmiş ve her birinin coşkulu, özverili desteğini almıştık…

Dokuz aylık, bizi bir aileye dönüştüren sıkı çalışmanın ardından, 8 Mart 1986’da Beyoğlu’nda merdivenlerine dek, tıklım tıklım dolu bir sinema salonunda gerçekleşmişti etkinlik… Geriye Hale Kıyıcı’nın köşelerinden bulup çıkardığı, bu coğrafyanın sosyalist hareketine emek vermiş, yasaklı varoluşlarının bedelini kadınlar olarak çok daha ağır ödemiş ablalarımızın, tütün işçisi, sendikal önder Zehra Kosova’nın, Mediha Özçelik’in, TKP emektarı Zeliha Okyalaz’ın (“Postacı Burhan’ın eşi), yumruğu havada sahneye dimdik koşar adım çıkıp işkence tezgâhında can veren TKP’li eşi Emine’ye değgin anılarını bizlerle paylaşan Şoför İdris’in gözlerindeki, fazlasıyla hak ettikleri sevgi ve saygıyı bir nebze olsun almış olmanın ışıltısı kaldı, asla aklımdan silinmeyen…

Diyorum ya, “zaman zaman içinde…” Etkinlik sonrası, bu yüzlerce sayfa notu saklamış, sonra da “Belki bir işe yaratırız,” diye Mayıs 1989’da İstanbul’da düzenlenen 1. Kadın Kurultayı’nın ardından yaşanan ayrışma sonrası buluştuğumuz sosyalist kadın arkadaşlarla paylaşmıştım. O zaman bir işe yaratamamıştık… Yıllar sonra, bir zarfın içinde, elime ulaştılar…

O zaman gelin, geçen otuz küsur yılın ardından, birlikte bir işe yaratalım o notları…

Buyurun… Bu coğrafyada sosyalizm kavgasıyla kadın mücadelesini birleştiren ve bu uğurda ağır bedeller ödeyen kadınların yaşamlarından kesitler…[2]

Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar…

Mustafa Kemal’in emriyle lağvedilen Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kimi mensuplarıyla birlikte Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuran Tokat mebusu Nazım Bey’in sorgusu sırasında İstiklal Mahkemesi Reisi ile aralarında ilginç bir diyalog geçer. Tarih, Ocak 1921…

“REİS: Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin emirleri üzerine Yeşilordu Cemiyeti’ni bir kısım arkadaşlarınızla ilga etmiş oldukları hâlde siz, bazı arkadaşlarınızla birlikte cemiyeti ipka ve Halk İştirakiyun Fırkası namıyla bir fırka hâline tahavvül eylemişsiniz. Ve bu fırkanın resmen kuruluşundan evvel arkadaşlarınızdan Bursa mebusu Şeyh Servet, Erzurum mebusu Asım ve Karasi mebusu Asım ve gene Karasi mebusu Basri beylerle mebus Memduh beyi alarak Hacı Musa Mahallesi’nde bir eve götürmüş. Bu evde sonradan kim olduklarını öğrendikleri Salih (Baytar Salih-b.n.), Ziynetullah, Hüsnü beyler ve zat-ı alinizle yüzleri açık, sırtlarında birer manto bulunan Halime Yoldaş, Rahime Yoldaş ve denen üç de kadın ki cem’an yedi kişiden mürekkep bir heyetle buluşmuşlar…”

Kurulmakta olan yeni rejimin ilk “komünist davası” sayılabilecek bir yargılamada, sanıkların “komünist parti” kurmanın yanı sıra, “yüzleri açık, sırtlarında birer manto olan” üç kadınla aynı mekânda bulunmakla suçlanmaları, çarpıcıdır. Bu toplantıya katılan kadınların suçu ise “çifte”dir: Gizli bir “komünist” faaliyette yer almak; üstelik de bunu erkeklerle aynı mekânda, “yüzleri açık” olarak gerçekleştirmek…

Nazım Bey’in üç kadına ilişkin savunması, kabul etmeli ki pek parlak değil: “Biz Ziynetullah’ın evinde otururken o üç kadın geldi. Biz bunları Ziynetullah’ın haremi, hemşiresi ve akrabası sandık. Bunlar Ankara sokaklarında dahi aynı kıyafette, yani uzun mantolarla ve başları örtülü gezerler. Bunlar İstanbul’daki bazı ailelerde artık adet olduğu üzere erkek misafirlerden kaçmazlar ve onlara izaz ve ikram ederler. Vakıa bu bize de garip geldi ama kabahat bizim değildi…”[3]

Demek ki, 1920’lerde bu ülkede bir yandan yoksulluğa, sömürüye, emperyalizme karşı komünist saflarda mücadele veren, bir yandan da erkek yoldaşlarının bağnazlığıyla baş etmek durumunda kalan devrimci kadınlar yaşıyordu.

Peki, kimdi Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar?

Halime Yoldaş, Cemile Nuşirvanova’dan başkası değildi… İzmirli, olasılıkla Tatar göçmeni bir anne ile Süleyman Selim Bey’in kızı. Darülmuallimat’ı bitirip Bezmialem Valide Sultaniyesi’nde öğretmenlik yaparken Rusya’dan gelme Ziynetullah Nuşirvan ile evlendi. Kocasının Matbuat Müdürlüğü’ne Rusça mütercim olarak atanması üzerine, o “mahut” toplantının yapıldığı Ankara’ya yerleştiler. Ziynetullah Nuşirvan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kurucuları arasında yer almış, 9 Mayıs 1921’de “Hıyanet-i vataniye”den 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Ancak SSCB ile ilişkiler çerçevesinde 29 Eylül 1921’de diğer mahkûmlarla birlikte affa uğrayacaktı.

Halime (Cemile) Yoldaş’ın, 1921’deki THİF görüşmelerine “yüzü açık” bir şekilde katılmaya cüret eden diğer kadınlardan, kardeşi Rahime Yoldaş ile birlikte, Ankara’daki ilk komünist mayalanmalarda bir hayli etkili olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin 1921 Martı’nda bizzat örgütledikleri Türkiye tarihinin ilk 8 Mart etkinliğini şöyle anlatıyorlar (akt. M. Tunçay):

“Bir yandan burjuva cellatlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Bayramı’nın önemini açıklayan, Şerif Manatof yoldaşın bildirisi okundu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadın örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük onaylandı. Sonra BMM’ne Türk kadınları adına bir bildiri gönderilerek komünistlere, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara’daki ilk 8 Mart bayramı Türk(iye b.n.) komünist hareketi tarihinin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır. Cemile Nuşirvanova, Rahime Selimova.”

Cemile ve Rahime yoldaşlar, Ziynetullah Nuşirvan’ın afla tahliyesinin ardından Komintern’in dördüncü kongresine katılmak için Sovyetler Birliği’ne giderler (Temmuz 1922). Ancak bu yolculuktan önce Cemile Nuşirvanova’nın Ankara’daki Sovyet elçiliğinde Paris Komünü anısına düzenlenen bir toplantıya katıldığı anlaşılmaktadır. Nuşirvanova, yaşamının geri kalanını sürdüreceği SSCB’de “Türkiye Komünist Kadınlığı Murahhası ve Kadınlar Şubesi Müdiresi” sanıyla hareket ettiği anlaşılıyor.

Rahime (Selimova) hanım ise, ablasıyla birlikte THİF çalışmalarına katılmış ve ardından gizli TKP’nin üyesi olmuştur. Ankara’da öğrenci iken, hamile olan ablasının yerine Sovyet Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törene katılıp burada bir konuşma yaptığı için okuldan uzaklaştırılmıştı. SSCB’ye gittikten sonra Bakû’de Mustafa Suphi’nin yoldaşlarından Kayserili İsmail Hakkı ile evlenecek, ancak bu evlilik uzun sürmeyecekti.

İstiklal Mahkemesi reisinin sözünü ettiği üçüncü kadın, Fatma Yoldaş ise Hacıoğlu Salih (Baytar)’in eşidir ve ne yazık ki hakkında 1922’de gencecik yaşında, öldüğü dışında fazla bir bilgi yoktur… Geride dört çocuk bırakarak… O yılların zorlu koşullarında, bu kısacık ömre dört çocukla birlikte bir de komünist mücadeleyi sığdırmak…

Naciye Yoldaş

Türkiye Komünist Partisi’nin kadın militanlarından biri de Naciye Hanım. Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz’de boğdurulan (Arap) İsmail Hakkı Bey’in kardeşi… 1920 Eylülü’nün ilk haftasında Bakû’de toplanan Şark Milletleri Kurultayı’na katılan Türkiyeli delegeler arasında yer alan Naciye Yoldaş. Bakû’ye gidişi, Almanya’da sürdürdüğü pedagoji eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönerek Şefik Hüsnü çevresiyle ilişkiye geçmesiyle bağlantılıdır. Naciye Hanım, Kurultay’a Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni temsilen delege olarak katılan ağabeyi ile birlikte gitmiş, Kurultay’da Divan’da görev almış ve bir de konuşma yapmıştır.

“Doğu’nun kadınlarının şu anda başlattıkları hareketi, toplumsal hayat içinde kadının yerini narin bir bitkinin veya zarif bir taş bebeğin yeri gibi görmekten memnuniyet duyacak uçarı feministlerin bakış açısından görmemek gerekir,” diyordu Naciye Hanım, Bakû Kurultayı’ndaki konuşmasında. “Bu hareket şu anda tüm dünya ölçeğindeki genel devrimci hareketin ciddi ve zorunlu bir sonucu olarak görülmelidir. Doğu’nun kadınları yalnızca bazılarının sandığı gibi çarşafa bürünmeden sokağa çıkma hakkını elde etmek için mücadele etmiyorlar. (…) İnsanlığın yarı nüfusunu oluşturan kadınlar, eğer erkeklerin rakibi olarak kalırsa, eğer erkeklerle eşit haklara kavuşamazsa, insan toplumunun ilerlemesi elbette ki olanaksızdır; Doğu toplumlarının geri kalmış durumu bunun tartışmasız kanıtıdır.

Yoldaşlar, emin olunuz ki, toplumsal hayatın yeni biçimlerini gerçekleştirmek için harcayacağımız tüm çabalar ve çekeceğimiz tüm acılar, ne kadar içten olurlarsa olsunlar, eğer siz gerçek yardımcılar olarak kadınlara gitmediğiniz takdirde sonuçsuz kalacaktır.

Savaşın yarattığı özel koşulların sonucu olarak, Türk kadını türlü toplumsal görevlerin yerine getirilmesi için evini ve aile topluluğunu terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat, Türk kadınlarının savaş sırasında o zamana dek erkeklerin bulundukları konumları üstlenmeleri ve yük hayvanlarının bile aşamayacağı yolların bulunduğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde birliklerin kullanacağı silah ve cephaneyi çekerek taşıması, çok önemlidir. Ama bu, eşit haklar elde edilmesi anlamına gelmiyor. (…) 1908 Devrimi’nin başlarında kadınlar lehine bazı gelişmeler olduğunu yadsımıyoruz, ama bu yetersiz ve öngörülen amaçlara ulaşmakta etkisiz gelişmelerin önemini büyütmemek gerekir.

Kadınlar için başkentte ve diğer bazı kentlerde birkaç orta okulun veya lisenin açılması; hatta kadınlara özgü bir üniversite yaratılması, yapılması gerekenlerin binde birini bile oluşturmaz. Siyaseti, zayıfın güçlü tarafından sömürülmesine ve ezilmesine dayanan Türk hükümetinin kadınlar için daha radikal ve önemli ölçülerde kararlar alması zaten beklenemezdi. (…)

Komünistler bütün kötülüklere son vermek için sınıfsız bir toplumun kurulması gerekliliğine inanırlar, bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı amansız bir savaş sürdürürler. Doğulu komünist kadınların savaşı daha da zorludur çünkü ayrıca erkeklerin istibdadına karşı savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki, ülkelerimizi ve onunla birlikte kendinizi ve bizi mahvedeceksiniz. Alternatif ise bizim de haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişmemizdir. Kadınların belli başlı taleplerini kısaca ortaya koyacağım.

1) Haklarda tam bir eşitlik.

2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim fırsatı.

3) Evliliğe ilişkin kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşliliğin kaldırılması.

4) Kadınların bütün idari ve yasama birimlerinde istihdama kısıtlamasız kabul edilmesi.

5) Bütün kent, kasaba ve köylerde kadınların hakları ve korunması amacıyla şûrâların örgütlenmesi.

Hiç kuşku yok ki bu talepleri ileri sürmeye hakkımız var. Komünistler bizim de eşit haklara sahip olduğumuzu kabul ederek bize el uzattılar; biz kadınlar onların en sadık yoldaşları olacağız. Hâlâ yolları seçilemeyen karanlıklar içerisinde olabiliriz. Hâlâ bizi yutacak uçurumların kenarında olabiliriz. Ama korkmuyoruz. Zira biliyoruz ki, gün doğumuna erişmek için gecenin içinden geçmek gerekir.”[4]

Kurultay’ın hemen ardından, 10 Eylül 1920’de Bakû’de yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli komünist örgütlerin birleşmesi ile kurulan Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluş kongresinde Naciye Hanım’ın, Parti’nin kadın politikalarının oluşmasında etkin görev aldığı görülüyor. Gündemin 6. maddesi görüşülürken söz alan Naciye Yoldaş’ın layihası ilginçtir:

“Türk kadınlığının aile arasındaki vaziyeti tam manasıyla esarettir. Cemiyet bir mücrimi [suçluyu] nasıl hapse­derse, kendi içinden çıkarırsa, kadınlar da alelıtlak [genellikle] kadın olmak cürmünden dolayı evlere hapis olunur. Fakat bu hapsin azabını çeken yalnız kadınlar değildir. Bütün millet bundan muzdarip bulunuyor. Zira kadının cemiyetle olan münasebeti kesilince eve bakmak ihtiyacını erkek yükleniyor. Şu itibarla zaruret­-i maişet [geçim sıkıntısı] vücuda geliyor. Şu vaziyet kadına körü körüne itaati, esareti tahmil ettiği [yüklediği] gibi izzet-i nefsini de cerihadar ediyor [incitiyor, yaralıyor].

Mamafih harbin bir netice-i zaruriyesi [zorunlu sonucu] olarak Türk kadını az çok serbesti bulmuş ve te­min-i maişet [geçimini temin etme] için sokağa fırlamağa mecbur olmuştur. Bunu kadın için bir mukaddeme-i halas [kurtuluş başlangıcı] addediyo­rum. Fakat hayata karışan kadınlar, kadınlığın bir kısm-ı ekalliyetidir [azınlık bölümüdür]. Bugünkü cemiyetin şera­iti [koşulları] nazar-ı dikkate alınacak olursa, hayatın zaruretleri karşısında bu kadar cüz’i bir kemiyetin [niceliğin] eriyeceği ve eski istihalenin yeniden başlaması endişesi zuhur ediyor.

Türk kadınının resmi dairelerde memur olması pek yenidir. Türkiye’de memur kadınların ekseriyeti maarife ve mekteplere mensuptur. Fakat bunda da erkeğin imtiyazı gözetilerek bir muallime aynı seviyedeki muallimle, hatta daha yüksek bile olsa, mad­deten bir olamıyor. Kadın, istihdam olunduğu bütün dairelerde aynı madun [ast, aşağı] muameleyi görüyor. (…)

Türkiye’de erkekleri işgal eden [meşgul eden] garip mesaiden biri de kadınların tesettürüdür. (…)

Memleketin kuvve-i teşriiye [ve] icraiyesi [yasama ve yürütme gücü) bütün memleketin hayatını, ihtiyacını bir tarafa atarak; güya artık her iş bitmiş gibi kadının örtünmesi, başının tuvaleti, çarşafının biçimi, hasılı kadının haric’ kıyafeti ile iştigale başlarlar. (…)

Bereketsizlik, kaht [kıtlık], müselsel [ard arda gelen] yangınlar, muharebeler, mısır ekmeği, velhasıl ne içtimaı tereddiler [toplumsal yozlaşmalar), milli felaketler, buhranlar varsa, kaffesinin amil-i mutlakı [tümünün mutlak etkeni] kadının açılması olarak ileri sürülüyor. Polis ka­rakollarına, adliye idarelerine, emniyet-i umumiyeye, lazım gelen yerlere bu gibi yolsuzluklara sebep olan kadınların derhâl tutularak tevkif edilmesi, terzil olunması [küçük düşürülmesi] için emirler verilir. Bütün bu tazyikata [baskılara] rağmen, Türk kadınlığı son zamanlarda payitahtta mühim uyanıklık gösterebilmiş, siyasi ve iktisadi faaliyetler izhar etmiştir [ortaya koymuştur]. (…)

Bugünün ihtiyacı hayatın boş yiyicilerini içerisinden atarak, “Çalışan, yer” hakikatini her tarafa an­latmaktır. Fakat halkın başına yumruklarını indirerek, isyan seslerine kulaklarını tıkayarak yaşayanların, artık ebediyen sönmeleri zamanı gelmiştir. Binaenaleyh [dolayısıyla], Türkiye Komünist Fırkası her şeyden evvel Türkiye kadınını kurtarmak için bir Türkiye Komünist Kadın Teşkilatı vücuda getirmeye çalışmalıdır.

Yaşasın kadın ve erkeği hayatın bütün yollarında birleştiren kızıl güneş!

Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!

15 Eylül 1920”[5]

Böylelikle, TKP, büyük ölçüde Naciye Hanım ve kardeşi İsmail Hakkı Yoldaş’ın girişimleriyle Kuruluş kongresinde şu kararları alacaktır:

“1- Tarihin hataları ve içtimai hastalıkları kat’i surette tashih ve tedaviye karar veren Türkiye Komü­nist Kongresi, kadınlık âleminin kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek layık olduğu dereceye is’adı [yükseltmek] için icap eden kat’i tedbirlere tevessül eder [başlar, girişir].

2- Beşeriyetten sınıf farkını kaldırmak şiarıyla ortaya atılan Komünistler, tabiatıyla kadınları cemi­yetin içerisinden ihraç etmek [dışlamak] gibi bir ikilik hatasını irtikab edemez [işleyemez]. Komünistler nasıl hazır yiyicileri mahvederek tam bir müsavat-ı hukukiye [hukuk önünde eşitlik] yaratıyorsa, kadınlık, erkekliğin farklarını da kaldırarak, hukuk ve vezaif cihetiyle [görevler bakımından] hakiki bir birlik teşkilini kabul eder.

3- Türkiye’de kadınların hayat-ı umumiyeye daha serbestane iştirak edebilmelerini temin için şimdi­ye kadar erkeklere tahsis edilmiş olan içtimai [toplumsal] müesseselerden kadınların da aynı hak ve selahiyetle isti­fade etmeleri elzemdir.

4- Kadınlarla erkekleri yekdiğerinden ayrı bulundurmak, onları müessesat-ı içtimaiyyenin (toplumsal kurumların) haricinde yaşatmak, kadınlarda anlayış kuvvetini yanlış yollara saptırmak ve bu yanlış telakkiler kadını büsbütün geri bir hayat idamesine sebep olmuştur. Binaenaleyh, beşeriyetin diğer nısfı [yarısı] olan kadınların erkeklerle mütevaziyen ve mütesaviyen [denk ve eşit olarak] hareket etmeleri ve layık oldukları tekamülün [gelişimin] temini için lüzumu kadar fe­dakarlıklar ihtiyar olunur [ortaya konulur]. 15 Eylül 1920”[6]

TKP bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için kadınlara yönelik özel tedbirler gerektiğinin bilincinde olduğunu, aynı Kongre’de kabul edilen programına, emekçi kadınlara ilişkin şu maddeleri dahil ederek gösteriyordu:

34- se) Umumiyetle kadın işçilerin vaz-ı hamlden (doğum) sekiz hafta evvel ve sonra için yevmiyeleri tamamen verilmek şartıyla işten istisna edilmeleri;

cim) Emzikli kadınlara iş zamanında her üç saatte yarım saat emzirme teneffüsü verilir.

49- elif) Erkek ve kız çocuklarına şamil olmak üzere 17 yaşına kadar mecburi ve meccani (parasız) tahsil;

te-) Anaları kulluktan kurtarıp umumi istihsal işlerine sokabilmek üzere küçük çocuklar için çocuk yuva ve bahçeleri gibi mektepten evvele ait müesseseler açmak.

Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra emekçi kadın (ve gençlik) hareketinin hâlâ aynı talepleri ileri sürüyor olması, içinde yaşadığımız sistemin doğası konusunda yeterli fikir vermiyor mu?

Yaşar Nezihe (Bükülmez) Yoldaş

Genç Cumhuriyet rejiminde işçi sınıfının, emekçilerin ve emekçi kadınların davasını güdenlerden biri de, bir şair: Yaşar Nezihe (Bükülmez).

Yaşar Nezihe 13 Ocak 1882’de İstanbul’da, Silivrikapı’da harap bir evde doğdu. Babası ailesini belediyede kantar memurluğu yaparak geçindirmeye çalışan bir yoksul. Ve de içkici… Her biri bebekliğinde/çocukluğunda ölen dört kardeşten arta kalan. Altı yaşında yitirdiği annesini sevgiyle hatırlıyor. Kendisini teyzesi büyütmüş. Okuma yazmayı kendi gayretiyle öğrenmiş bir çocuk.

Babasının 1898’de işten çıkartılması, zorluklarla dolu yaşamını daha da güçleştirecekti. Ama şiir yazmaktan asla vaz geçmedi. İlk şiirler Terakki ve Malumat gazetelerinde yayınlanan Yaşar Nezihe hanım, 1912’de babasını kaybetti. Yaşamını Esirgeme Derneği’nde, Şark Eşya Pazarı’nda işçilik yaparak kazanmaya çabaladı. Yine şiirler yazıyordu: Sabah, Kadın, Nazikter gibi dergilerde.

Oğlu Vedat’la son derece güç günler geçirdiği I. Dünya Savaşı sırasında ona direnme gücünü şiirleri veriyordu. Hele ki ilk şiir kitabı Bir Demet Menekşe’nin yayınlanması (1915). Tabii bir de üye olduğu Amele Cemiyeti aracılığıyla yakın ilişki kurduğu Dr. Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisi çevresi…

Şiirlerinin Aydınlık’ta yayınlanmaya başlaması, sosyalist hareket içerisinde giderek tanınmasına yol açacaktır. Nâzım Hikmet’in kendisine çok yakınlık gösterdiği, her karşılaşmalarında “abla” diye elini öptüğü aktarılır.

Ama işi yalnız şiir değildir. Örneğin Mayıs 1920’deki tramvay işçileri grevini etkin biçimde desteklemiş, grevci işçileri coşturan konuşmalar yapmıştır…

1925 Aydınlık tevkifatında gözaltına alınan Yaşar Nezihe, yargılanmasına gerek olmadığı hükmüyle serbest bırakıldı. Ancak bu tevkifat sonrasında sosyalist hareketle ilişkileri gevşeyecekti…

Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin de üyesi olan Yaşar Nezihe hanım, yıllarca Hilal-i Ahmer’de (Kızılay) dikiş dikerek yaşamını sürdürecek, doksan acılı ve yoksul yılın ardından, 1972’de yaşamını yitirecektir.

Şiirlerinde kendi çektikleri, halkın acılarıyla karışır:

“Mahalleden iki gündür verilmiyor ekmek

Kolay değil gece gündüz bu açlığı çekmek

Zavallı milletin aç karnı dört buçuk senedir

İaşe meselesi hâllolunmuyor bu nedir…

Satıldı evlerin eşyası hep bir ekmek için

Ne yaptı millet acep bu azabı çekmek için

Kiminde kalmadı yatmak için yatak yorgan

Doyunca bulamadı bir çokları yazık kuru nân

Şaşırdı yollarını genç kadınlar oldu zelîl

Eden bu milleti açlıktır bu rütbe sefil (…)

Elimde iğne, kalem var da ben de muhtacım

Yetim Vedad’ım ile kırksekiz saattir açım

Çalışmak isterim iş yok, bu hâle hayranım

Bu aç yetime bakıp ağlarım, perişanım

Vatan harabe fakir millet aç, sefil, üryan

Bugün düşüncesi halkın biraz kömür ile nân…”

Kimileri “mücadele saflarını terk etmek”le eleştirse de, el kadar çocukken dere kenarlarından ebegümeci, papatya tohumu toplayarak satıp okul parasını çıkartan, ihanetlere, şiddete belenmiş üç düşkırıklığı evliliği arkasına dönüp bakmadan bitirebilen, iki oğlunu açlıktan, bakımsızlıktan toprağa verse de onurunu yere düşürmeden hayatını sürdüren, soyadı kanunuyla kendine aldığı “Bükülmez” soyadına layık, iki ayağı üzerinde kalabilmeye adanmış bir yaşam mücadelesi, bir emekçi kadın şairdi o…

Mübadil Tütün İşçisi Kadınlar…

Yaşar Nezihe’nin de muhatabı olduğu yoksulluk ve yoksunluk koşulları, genç Cumhuriyet rejiminin yöneldiği kapitalistleşme güzergâhının kaçınılmaz sonucu olarak, bir avuç türedi burjuva “vur patlasın, çal oynasın” bir “lüküs hayat” sürerken, nüfusun büyük kısmını pençesine almıştı. Dış pazarı, sömürgeleri olmayan genç burjuvazi, sermaye birikimini ancak yoğun emek sömürüsüyle gerçekleştirebilecekti; Takrir-i sükûn ve buna dayanılarak girişilen baskıların desteğiyle ücretler açlık sınırının altında seyrederken, fiyatlar dizginlerinden boşanmıştı. Kontrolsüz hayat pahalılığı karşısında işçi ve köylülerin Kızılay, Himaye-i Etfal gibi hayır kurumlarından başka sığınağı kalmamıştı.

1930 tarihli gazeteler, Cibali’de çalışan bir kadın tütün işçisinin eline ayda 25-30 lira geçtiğini yazmaktadır. Aynı günlerde Ticaret Odası endeksi, bir ailenin savaş öncesi 11 lira olan aylık giderlerinin, 145 liraya fırladığını göstermektedir.

Örneğin Bursa’da kadın ipek büküm amelelerinin gündeliği 40-50 kuruş arasında seyrederken, bir ekmeğin fiyatı 12 kuruştur.

“Nazlı” genç burjuvaziyi teşvik kredileri, vergi muafiyetleri, gümrük duvarları, grev-sendika yasakları ile besleyen iktidar, konu işçiler-emekçiler olduğunda, alabildiğine nekesleşmektedir. Bu nedenledir ki, ucuz ve uysal emek deposu olarak görülen kadınlar yığınlarla sınaî üretime çekilirken, çocukları ya bir avuç “hamiyetperver” derneğin inayetine ya da doğrudan sokağa emanet edilmektedir. Böylelikle, örneğin 1932 yılında doğan çocukların yüzde 44’ü, daha altı yaşına varmadan ölmüştür. Köylülerde bu oran, yüzde 50’nin üzerinde seyretmektedir. Ülkede bir tane çocuk hastanesi vardır ve yatak sayısı 40’tır!

Böylesi bir tabloda, emekçiler seslerini yükseltmiyorlar mıydı hiç? Olur mu öyle şey? Tüm baskılara, tevkifatlara rağmen, emekçiler itirazlarını ortaya koyuyorlardı. Kadın emekçiler de…

Emekçiler arasında en örgütlü ve direngen kesim, Drama’dan, Kavala’dan, İskeçe’den, İskilip’ten mübadeleyle getirilip çoğu İstanbul’a yerleştirilmiş tütün işçileriydi. Örgütlülükleri, mücadelecilikleri atadan geliyordu; ana-babaları 1908’de yabancı kumpanyalara karşı antiemperyalist grev ve direnişlerde pişmiş, babaları seferberliğe katılıp savaşmıştı. İşe yerleştirildikleri Ortaköy, Cibali, Kasımpaşa (ve İzmir ve Bursa) tütün fabrikalarında kendilerine sunulan sefalet koşullarına boyun eğmeyeceklerini kısa sürede ortaya koydular. Çok ağır bedeller ödemeyi göze alarak,[7] TKP’li oldular, bildiriler dağıttılar, örgütlenme çalışmaları yürüttüler, ajitasyon-propaganda çalışmalarını sürdürdüler, grevler örgütlediler…

Örneğin tütün amelesi Emine ve Şaziye… 1936 Ocağında kocalarıyla birlikte tutuklandılar. Emine ve kocası (Şoför) İdris, Şaziye ve Kocası Abbas. Sansaryan’da gördükleri işkenceden sonra ne Emine ne de Şaziye sağlığına kavuşamayacaktır. Emine 1939’da yitirir yaşamını.

Onların mücadele geleneğini diğerleri omuzlayarak onyıllar boyu taşırlar… Mediha (Özçelik), Zeliha (Okyalaz), Zehra (Kosova)…

Hele ki Zehra Kosova… 1995 8 Martı’nda DİSK’ten aldığı Kadın Emek Ödülü’yle simge bir isim hâline gelen Zehra Kosova, çekirdekten yetişme bir tütün emekçisi, yaşamını mücadeleye adamış bir komünisttir: “Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”[8]

Mücadelesi hem ekmek, hem işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi, hem de siyasal “topyekûn kurtuluş” mücadelesidir. “İlkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatına içerisinde aktif olarak bulunduğu sendika faaliyetleri ile devam etmiş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarında her zaman ön sıralarda yer almış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kez tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçiydi.

Çalıştığı yerlerde tanıştığı arkadaşları vasıtasıyla TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile tanışır ve 1934’te parti tarafından Moskova’daki Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada tanıştığı Mustafa İskender ile 8 Mart’ta evlenir.

Zehra, 1937 Nisan sonlarında arkasında bir daha göremeyeceği kızı Ayten’i bırakarak Türkiye’ye geri döner. Ayten içinde hep bir sızı olarak kalacaktır.

Türkiye’de eşiyle birlikte önce Samsun ve Bafra’da tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını yürüten Zehra, daha sonra İstanbul’a döner ve sendikal mücadeleyi yönlendiren öncü kadınlardan biri olur.

Tütüncüler Sendikası’nın kuruluşu ile birlikte Zehra, Türkiye’nin ilk kadın sendika yöneticisi olur.

1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davalarıyla ilgili tutuklanır. Yargılamanın ardından ise beraat eder. ”[9]

Emine, Şaziye ve Zehra’nın mücadelesine 30’lu, 40’lı yıllar boyunca yüzlerce işçi kadının mücadelesi katılır. 1927 Eylülü Adana-Nusaybin demiryolu hattı grevinde grev kırıcılarının sürdüğü trenin önüne yatan, jandarma kurşunlarına hedef olan direnişçi kadınlar… 1930 Ağustosu’nda “tahrikçi” beyanname ve gazete basıp dağıtmaktan yakalanan Hatice, Fatma ve Mesrure hanımlar… 1930-40 arasında üç kere yargılanıp her seferinde hüküm giyen Münire hanım… 1930’da tutuklanıp bir yıla mahkûm olan 17 yaşındaki Çamlıca Kız Lisesi öğrencisi Nihal… 1932’de tahrikattan tutuklanan Melahat, Makbule ve Melek hanımlar… 1933’te duvarlara “muzır beyanname” yapıştırmaktan götürülen Hayriye hanım…

Ama 1930-40’lı yılların iki mücadeleci kadınını özellikle zikretmek gerek: Hem kadın kurtuluş mücadelesinin, hem de düşünce ve ifade özgürlüğünün yılmaz iki savaşçısı Sabiha Sertel ve Suat Derviş…

Sabiha Sertel

Sabiha Sertel, 1895 Selanik doğumludur. Balkan Savaşı ardından ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi, burada gazeteci-yazar Zekeriya Sertel ile evlendi. Toplumsal bilinci, denilebilir ki işgal altındaki İstanbul’da biçimlenmişti; daha 1919’da Zekeriya Sertel ile birlikte yayınladıkları Büyük Mecmua’da bir yandan işgale ve mandacılığa karşı çıkıyor, bir yandan da kadınların özgürlüğünü savunuyordu. Ancak yaptıkları sadece gazetecilik değildi; ulusal kurtuluşu destekleyecek yönde hücre faaliyetlerinde bulunmaktaydılar.

İşgal güçleri baskılarını arttırınca karı-koca yüksek öğrenimlerini tamamlamak üzere ABD’ye gittiler. Ve burada Marksizm’le tanıştılar. O andan itibaren “sınıf” pusulasını ellerinden bırakmayacaklardı.

1923’de ülkeye dönerler. İki çocuklarıyla birlikte… Ankara’da kısa süreli bir memuriyetin ardından, İstanbul’a atacaklardır kapağı. Sabiha Sertel, eşinin Yunus Nadi ile birlikte çıkardığı Cumhuriyet gazetesinde bir köşe sahibi oldu. Ve kadınların iktisadî, siyasal, toplumsal ve cinsel bağımsızlığına dair son derece çarpıcı yazılar kaleme aldı. Ardından, Serteller Cumhuriyet tarihinin belki de en tutarlı muhalif basın girişimini başlattılar: Resimli Ay dergisi her türlü baskıya, toplatma kararlarına, sansüre, gözaltı ve tutuklamalara karşın 1924-1931 yılları arasında sürdürecektir yayın yaşamını. Ve sayfalarını dönemin “lanetli”lerine açar boydan boya: Nâzım Hikmet, Sabahaddin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin, Sadri Ethem… 1925’te Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek girişilen “gazeteci avı”ndan Zekeriya Sertel de nasibini alacak, Sabiha Sertel, kendi tabiriyle “Bab-ı âlî kurtları” arasında bir buçuk yıl boyunca tek başına çıkartacaktır dergiyi. Hemen her sayı için savcılığa ifade vererek…

Ancak kızılca kıyamet, Sabiha Sertel’in bir Amerikan dergisinden çevirerek yayınladığı “Liderin Psikolojisi: Savulun Geliyorum” başlıklı yazıyla koptu. Savcılık yazıdan “diktatörlük” telmihi kapmıştı: Sertel bu kez “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla çıktı yargıç karşısına. Savcı, 20 yıl hapsini istiyordu, yargıç 2 ayla yetindi…

Resimli Ay’ın kapanmasından sonra bir süre çeviriyle uğraşan Sabiha Sertel, eşinin Tan gazetesini alması üzerine yeniden gündelik yazılara başladı. Hemen her yazısından sonra savcıya ifade vermeyi sürdürerek…

İkinci Dünya Savaşı günleri ülkenin emekçileri için de muhalifler için de zorlu günlerdi. Hükümet İngiltere ile Almanya arasında gidip gelir, savaş simsarları karaborsadan vurgunlarını katlarken, savaşın yükü emekçi kesimlere yıkılmıştı. Yarım milyonun üzerinde genç silah altına alınmış, iş günü 12 saate çıkartılmış, bütün sendikalar, işçi örgütleri kapatılmış, grevler yasaklanmıştı. Tan, Gün, Yeni Dünya, 24 Saat gibi gazetelerin çevresinde toplanan antifaşist, sosyalist kalemler, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali, Esat Adil Müstecaplı, Faris Erkmen, Suat Derviş, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibileri, savaşın ortalarında iyice Almanlardan yana dönen siyasal iklime karşı mücadele veriyor, bir yandan da sosyalist hareketin sorunlarını tartışıyorlardı.

Hükümetin buna tahammülü yoktu. Tanin’den Hüseyin Cahit’in kışkırttığı Turancı, Pantürkist güruh, iktidarın ve güvenlik güçlerinin koruyucu kanatları altında 4 Aralık 1945’te Tan ve Yeni Dünya gazetelerini basarak makinaları kırdılar, mürettiphaneyi dağıttılar, kâğıt bobinlerini sokaklarda yuvarladılar…

Tan matbaası baskınından kim yargılandı, dersiniz? Doğru tahmin ettiniz, Sabiha ve Zekeriya Sertel hakkında 1946’da gazetede yayınlanan yazılarla ilgili dava açıldı, Sertel’ler tutuklanıp cezaevine konuldular. Haklarındaki ceza temyizde bozulunca serbest kaldılarsa da, ülkede yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Yurtdışına çıktılar. En kısa zamanda dönebilmek umuduyla. Ama bu, en azından Sabiha Sertel için mümkün olmadı. 1968 Eylülü’nde Bakû’de sürgünde hayata gözlerini yumdu.

Suat Derviş

Bu ülkenin sosyalist kadınlarının tarihini anarken Suat Derviş’i es geçmek olur mu? Küçücük gövdesi, iri gözleri, kıvılcımlı zekâsı, olanca tezcanlılığı, gözüpekliğiyle sosyalist kadın yazar.

Parisli modacılara parmak ısırtan giysileri, sevecenliği, rahatlığı, içtenliği, dikbaşlılığı… kısacası kendine özgü olan her şeyiyle en yakın çevresi tarafından dahi sindirilemeyen… Ama “elâlem ne der?” kaygısını hep kendinden uzak tutmuş…

Romanları Macarca, Sırpça, İspanyolca, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince… velhasıl yedi düvelin diline çevrilip, çoğu kendi ülkesinde ancak yakın zaman önce yayınlanabilen. Türkiye’den önce yayınlandığı Fransa’da Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden daha başarılı bulunan. 1930’ların acar gazetecisi, 1940’ların gözükara antifaşisti…

Suat Derviş 1905’te Çamlıca’da bir eski konakta geldi dünyaya. Babası operatör Dr. İsmail Derviş, annesi Abdülaziz’in mızıka-i hümayûn şefi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dı. Okuma yazmayı daha okula gitmeden, kendi kendine söktü ve o andan itibaren tam bir kitap kurdu oldu.

Dik başlıydı… Zorla giydirdikleri çarşafı, fes giyilmesini yasaklayan kararnamenin yayınlandığı gün fırlatıp attı.

Ama öncülüğü çarşafla sınırlı değildi. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk Türkiyeli kadın gazetecidir örneğin. Romanı Fransızca yayınlanan ilk yazardır ya da. Bab-ı âlî’nin ilk basın mensupları sendikasını Neriman Hikmet’le birlikte o kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı ortalarında, Türk siyasi hayatının Nazizm’e meyletmesine karşı bayrak açan ilk gazetecilerdir, Sabiha Sertel ile birlikte…

Ekmeğini kalemiyle kazanmaya 1927’de ailesiyle birlikte göçüp, babasını yitirdiği 1932 yılına dek yaşadığı Berlin’de başlayacaktır.

Yurda döndüğünde aynı mesleği devam ettirecektir: kalem erbabı. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, okurları kadın konusundaki sosyalist fikirlerle tanıştıracak olan, odur:

“Demek istiyorum ki kadının bugünkü vaziyeti tabiat kanunundan doğma değildir. Bir takım dini telakkilerin, terbiyenin ve iktisadi şartların neticesidir. Esasen cemiyetin temeli kadın değil midir? Evet, kadın; yani ana! Beşeriyetin iptidai devrelerinde ‘kütlelerin izdivacı’ tesmiye edilen ilk kadın ve erkek rabıtaları devrinde çocukların babası bilinmezdi. Fakat ilk çocuğun bile bir annesi vardı. Tabiat baba denilen mesul bir şahıs tanımazdı, yavrularını annesine yüklerdi. İlk içtimai varlık anne ile çocuktur. Cemiyet bu çekirdeğin etrafında toplanmıştır. Baba cemiyetin tekâmülünden sonra gelir. İlk devirlerin babası ailenin reisi değildir. Reis anne idi. O vakitler kadın çarşıda pazarda ticaret eder, erkek evde iplik büker, yemek pişirirdi. Bu içtimai fonksiyon ayrılıkları hiçbir şeye delalet etmez. Kadın beyninin teşekkülü erkeğin beyninden farklı değildir. (…) Kadının erkek hâkimiyetine girmesi zekâsının dünya işleriyle uğraşması karşısındaki aczinden değildir. Bu yumruk esaretini şüphesiz ki sonradan iktisadi bir esaret takip etmiştir. ‘Pederşahi’ aile devresi muhakkak ki kadının hâkimiyeti devresinden çok daha uzun sürmüştür. Bu yüzden kanun, örf, adet, anane, ahlak telakkileri hep erkek lehine kurulmuştur.” (Cumhuriyet, Mart 1933).

Dört kez evlenir: İlk eşi güreşçi Seyfi Cenap Bey, ikincisi gazeteci İzzet Sedes. Bu evlilikleri Almanya’ya gitmesinden önce yaşanmış ve bitmiştir. Üçüncü evliliğini yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile gerçekleştirir… Ve dördüncüsü, belki de bütün bu kırık hikâyelerini temize çektiği, TKP genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile…

Suat Derviş’le Reşat Fuat’ın 1940’ta başlayan evliliği, Reşat Fuat’ın yaşamını yitirdiği 1968’e dek sürecektir… Aranmalarla, gizlenmelerle, yargılanmalarla, mahpusluklarla, sürgünlerle birlikte…

Reşat Fuat’la evliliği, bu ele avuca sığmaz, isyancı kadını Bab-ı Alî’de iyiden iyiye “sakıncalı” hâle getirecektir. Ama yılmaz, müstear isimle yazmaya koyulur. Onlarca, yüzlerce makale. Durum öyle bir raddeye gelir ki, yazarlar Suat Derviş’ten yazı satın alıp kendi imzalarıyla yayınlarlar.

Ama imzalı yazıları, eşi Reşat Fuat’la birlikte çıkardıkları Yeni Edebiyat’ta hâlâ yayınlanmaktadır. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal ve daha nice imzayla birlikte… Ancak 26 sayı yayınlanıp, sıkıyönetim kararıyla kapatılacak dergi, sosyalist edebiyatın köşe taşıdır…

Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bir bakıma kesintisiz bir tevkifatlar tarihidir: 27, 30, 31, 32, 35, 39, 40, 46, 51-52… Komünistler birbirlerini, kolej mezunları gibi tevkifata uğradıkları yıllardan tanırlar. Suat Derviş 44’lüdür, Reşat Fuat ise mükerrer.

Sekiz aylık cezasını tamamladıktan sonra, sevgilisi, eşi Reşat Fuat’ı “içeride” bırakıp, hayatı giderek çekilmezleştiği ülkesinden ayrılarak Paris’e göçer ve yazarlık çalışmalarını orada sürdürür. Memlekete eşinin tahliyesiyle 1961’de dönecek, yaşamını kalemle yaşamayı sürdürecektir. Reşat Fuat’ı yitirdikten sonra da…

Ve kavgadan bir an olsun ayrılmaz. Nisan 1970’te Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kurucularından biri olur. Neriman Hikmet, Zehra Kosova, Mediha Özçelik ve Taylan Özgür’ün annesi Necla Özgür ile birlikte… Kuruluş toplantısında “TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtılınca isyan edip haykıracaktır: “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!”[10]

68 ve izleyen kesit, ülkenin çalkantılı yıllarıdır. Dönemin devrimci gençlerine, yaşı ileri, yüreği genç Suat Derviş’in kapısı hep açıktır. Yoksulluğunu, ekmeğini paylaşır onlarla. Bu nedenle evini basan polislere kafa tutarak, başı dimdik gider nezarethaneye…

23 Temmuz 1972’de yaşamını yitirdiğinde, sofrasını paylaştığı devrimci gençlerden sağ kalan, içeride olmayan, aranmayan birkaçı uğurlayacaktır onu son yolculuğuna…

* * *

Notlar burada kesiliyor… Sanırım gerisi kayıp, çünkü etkinlikte diğerlerini de anmıştık. Behice Boran’ı… Donanma davasından yargılanıp 10 yılını cezaevinde geçiren Vatan Partili Fatma Nudiye Yalçı’yı… 1940’ların ikinci yarısında Sabiha Sertel ve Suat Derviş ile birlikte bir kadın örgütlenmesi için çalışan tıbbiye öğrencileri Sevim Tarı (Belli) ve Tevhide Bozoklu ile Adalet Hanım’ı… 1950’li, 60’lı yılların gözüpek militanı, 1980’de faşistlerce katledilen Doktor Sevinç Özgüner’i… TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen’i… 68’in devrimci gençleri Gülay Ünüvar, Hatice Alankuş, Meral Yakar’ı…

Ne mutlu ki bu öykü, etkinliğin bittiği yerde kesilmiyor. Tam tersine, yıllar geçtikçe artan sayıda devrimci kadın kendi renkleri, talepleri ve iddialarıyla harekete katıldılar. Bugün devrimci erkeklerin eşleri, sevgilileri, kardeşleri olarak değil, kendileri olarak, kendi adlarına bu toprakların en heyecan verici, en zorlu, en onurlu geleneklerinden birini üstlendiler… Kürt coğrafyasında, varoşlarda, atölyelerde, fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda efendilere ve bekçilerine zehir ediyorlar hayatı. Şiarları mı? Gayet basit:

“Bizsiz bir sosyalizm mi? Asla!”

20 Nisan 2021, İstanbul.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Aclan Sayılgan (1968), Solun 94 Yılı.

Attila İlhan (1988), O Karanlıkta Biz, Bilgi Yayınevi.

Ali Ergin Güran (haz.) (1975). Aydınlık, Fevkalade Amele Nüshaları, Katkı Yayınları.

Atila Türk (haz.) (1976). Aydınlık, Fevkalade Gençlik Nüshası. Odak Yayınları.

Fatma Hikmet İşmen (1976), Parlamento’da 9 Yıl

Fethi Tevetoğlu (1967), Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-1960).

Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) (1975), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı. Katkı Yayınları.

Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi.

– (1982) Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, Belge Yayınları

Sabiha Zekeriya Sertel (1978), Roman Gibi. Cem Yayınevi.

Tarih ve Toplum Arşivi (Fahri Aral’ın yardımlarıyla)

Cumhuriyet gazetesi arşivi

[1]    Nâzım Hikmet.

[2]    Ne yazık ki yazıya geçirmek üzere toplanmadıkları için notların kaynakları yok. Bu nedenle yazının sonuna genel bir kaynakça vermekle yetiniyorum.

[3]    Aynı sorguda, toplantıya katılmakla suçlanan Şeyh Servet Efendi’nin sözleriyse daha da ağır: “Ertesi gün Ziynetullah Bey’in evinde toplandık. Fakat hakikaten benim de müteessir olduğum bir hâl karşısında kaldık. Evde her ne kadar mütesettire (tesettürlü, b.n.) olsalar da müzakere esnasında İslâm hanımlarının bulunması münasip değildi. Çünkü muhitimizin an’anelerine muhalif ve suistimale çok müsait bir hâldi.” Şeyh Efendi bu hâli yadırgamakla birlikte “taassuba hamledilmemesi” için sesini çıkarmadığını söylüyor…

[4]    https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/gun-dogumuna-erismek-icin-geceyi-asmak-gerekir

[5]    https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/turkiyede-kadinlik-hareketi-hakkinda

[6]    yag.

[7]    1930’lu yıllar boyunca gazetelerde şu tip haberlere rastlamak sıradandı: “Dün 34 kişi daha tevkif edildi. 1 Ağustos’ta şehirde bildiri yapıştırma girişiminde bulunan komünistler hakkındaki soruşturmaya devam edilmektedir. Polis müdüriyetince dün de 34 kişi maznunen (zan üzerine) tevkif edilmiştir. Sanıklar arasında tütün işçilerinden beş kadın da vardır. Yakalananların hepsi Türkdür.” (Cumhuriyet, 11 Ağustos 1930) ya da “Komünistlerin merkezi bulundu/  Teşkilatın şümullü olup olmadığı tetkik ediliyor. Hükümet konağı civarında berber Osman’ın dükkânında yapılan aramalar sonucu, Osman’la birlikte eniştesi modacı Kerem, Sanatlar Mektebi’nden Mustafa, terzi Şükrü, tornacı Mustafa ve İbrahim ile İbrahim’in zevcesi Melahat, kardeşi Makbule ve annesi Melek hanımlar tutuklandı, tütün amelesinden bazı kadınlar sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Evlerinde yapılan araştırma sonucu Türkiye’de tahrikat yapan komünist şebekesinin merkezi ortaya çıkmıştır.” (Cumhuriyet, 16 Şubat 1932).

[8]    Tuğba Özer, “Tütüne ve mücadeleye verilen bir hayat: Zehra Kosova”. Cumhuriyet, 17 Ağustos 2019, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tutune-ve-mucadeleye-verilen-bir-hayat-zehra-kosova-1537459.

[9]    a.y.

[10]  Burak Albayrak, “Unutturulan Kadın Suat Derviş”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/23/unutturulan-kadin-suat-dervis