Ana Sayfa Blog Sayfa 95

Askıda ekmek, askıda anayasa, askıda insanlık, askıda iş Yağma, yalan, hırsızlık iktidarda

Tarihe geçmenin birçok yolu olmalı. Hatta birçok yolu var, olmalı da ne demek. Bahçeli, öyle anlaşılıyor, “askıda ekmek” sahnesi ile tarihe geçmeye karar verdi. Bir makalede, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini anlatmak mümkün mü bilmiyorum. Elbette mümkündür de, benim için zor. Hem sonra “sosyal medya” denilen yerde bu fotoğraflar o kadar yaygın ki, okuyucu mutlaka görmüştür. Böylece, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, bu tarihî sahneyi, bu Bahçeli’nin tarihe mal olma sahnesini tasvir etme zorunluluğumuz biraz olsun ortadan kalkmış oluyor.

Durum o kadar “tuhaf”tır ki, “absürt” kelimesi yerine oturur, başını bile kaldırmaz. Bir stand, standın üzerinde hafif yan bakan Bahçeli vesikalığının büyüğü, arkada, sağda, solda, önde asılı duran ekmekler. İşte size “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesi.

Hatırlarsınız mutlaka, Erdoğan, nasıl oldu ise, kim tarafından arkadan itildi ise, üniversite sınavlarının tarihleri değiştirilen ve tepkili gençlerin önüne “YouTube” üzerinden çıktı ve protestolar öyle bir hâl aldı ki, program yorumlara kapatıldı.

Mesela bu olayı, bir “kamera şakası” diye yapsalar, Erdoğan da rol alsa, bu denli “etkili” olmazdı. “Dünya lideri” adlandırmasına son derece “şık” gitmiştir ve tüm zamanların “en” “YouTube” yayını olmaya adaydır, sadece en baştan ilk sıradan değil, en sondan ilk sıradan.

Damat’ın ekonomik program üzerine, döviz kurları üzerine analizleri, elbette önemli ölçüde “hiciv” sanatı içine alınabilirdi, tek şartla ki, ne dediğinin anlaşılması koşulu ile.

Soylu, daha çok “stand-up”çı gibidir, yine bir şartla, gülmenin yasaklanması şartı ile. Stand-up’çılığı “hazırcevap” olmasından değil, zaten her durumda aynı cevabı veriyor olmasından kaynaklıdır. Bu nedenle, karşısında birisi beklenmedik bir hareket yaparsa, mesela gülümsemek gibi, “çalışmadığı yerden soru gelmiş öğrenci gibi” şaşırıyor, ama öğrenci değil elbette, o hâlde makamının gücü ile hiddetleniyor.

Fakat hiçbiri Bahçeli gibi “zarif” değildir. Bahçeli’nin zarafet çizgilerinin 5×10 tahta kalınlığında olması, elbette bir kusur sayılmalıdır. Ama onu da, yani bu kusuru da, atasözlerini zarifçe ardarda sıralayarak gösterdiği tarih bilgisi ile kapatmaktadır. Yaratan, herkese bilgisini göstermek için, aynı yolu çizmiyor maalesef.

Tartışma şudur: Acaba, Bahçeli, bu “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, hükümeti yıpratmak için, Erdoğan’ı aşağı indirmek için mi yaptı, yoksa iktidarda olduğunu unutup, muhalefet mi yapmaya çalıştı?

Bu soru değişik versiyonlarda sorulmaktadır. Mesela bir bölüm insana göre, ki şu günlerde ülkenin tüm küçük burjuvaları birer uzman-analist hâline gelmiş, meslekî “birikimlerine”, işsizliğin verdiği boşlukla yeni bir yetenek eklemişlerdir. Bunlara göre, Bahçeli, aslında iktidara destek verirken, gizlice onu gafil avlayıp düşüreceği anı beklemektedir. Hem kaset konusu ile kendisini sıkıştırdığı ve elini kolunu bağladığı söylenen Erdoğan’a sonsuz destek verecek değil ya. İşte böyle düşünenlere göre, Bahçeli, şimdi hamleye başlamıştır, “askıda ekmek-Bahçeli” bunun ilk ortaya çıkışıdır. Bahçeli, aslında iktidarı yıpratmak için bunu yapmıştır.

Böyle düşünenler, olayın “absürt” yönünü gördükleri ve bunu Bahçeli’nin “gafletine” veremedikleri için Bahçeli’nin Erdoğan’a karşı harekete geçtiğini düşünmüyorlar, en başından beri Bahçeli’yi bir türlü anlayamadıkları için böyle düşünüyorlar.

Elbette yanlış.

Bahçeli bunları yaparken, Erdoğan’ın uyuduğunu söylemek çok çocukça bir düşünüş olur. Erdoğan, neden bunu beklesin ve neden elini ondan çabuk tutamasın?

Hem sonra, Erdoğan “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini eleştiri olarak da ele almaz. Öyle olsa idi, mesela “YouTube” yayınını organize edenleri işten atardı. Ya da mitinglerde çay fırlatma sahnelerinin aslında bir çeşit rezalet olduğunu kavrayabilirdi.

Ama bu görüş, yani Bahçeli’nin bir gün iktidarı arkasından vuracağı görüşü, iktidarı AK Parti-MHP iktidarı olarak görmekten geliyor. Parlamentoyu çok önemli saymaktan, seçimleri de çok işlevli saymaktan ileri geliyor.

Oysa ne parlamento parlamentodur, ne AK Parti, ne MHP diye bir parti vardır. Kâğıt üzerinde bunlar vardır evet, ama o kadar. Bu yokluk durumu o kadar gerçektir ki, adeta, kendilerini hatırlatacak “tuhaf”lıklar yapmasalar, Erdoğan, Bahçeli, Damat, Soylu da yok kabul edilecektir. Sağlık Bakanı, vakalar ne kadar doğru ise o kadar “doğru”, Milli Eğitim Bakanı okullar ne kadar eğitime hazır ise o kadar “anlama yeteneğine sahip”tir. Bu nedenle son ikisini hesap dışı bırakalım.

Artık, seçimler üzerinden bir eğilim analizi yapmak, bunu anlayacak anketler yapmak, seçim sonuçlarını tahmin etmek vb. bitmiş işlerdir. Belki eğilim araştırmaları işe yarar. Ama ülkenin ekonomik sorunlarını kim çözer sorusuna %46 hiç kimse yanıtı çıkıyorsa, siz de bunu kararsızlık olarak okuyorsanız, işte Saray Rejimi dediğimiz şeyi anlamamışsınız demektir.

Seçim ile kurtuluş arayışı tükenmektedir. Halk yığınlarında sistemden bıkmışlık gelişmektedir. Soruyu, acaba şöyle sorsanız, “bu iktidarın yerine, işçi ve emekçilerin iktidarı olmasını ister misiniz” ya da “hırsızlık, yolsuzluk, yalan, yağma işine karışmış her kişi ve şirketi açık mahkemede halk yargılasın mı” diye sorarsanız, belki başka eğilimler ortaya çıkacaktır. Sanki, bu ülkede “demokratik” seçimler yapılıyor. Sanki OHAL koşullarında yapılan seçim ve referandumlar “meşru” imiş gibi, sanki bu ülkede seçim sonuçlarını iktidar tanımıyor ve seçilmişlerin yerine kayyum atamıyor gibi. Araştırma şirketleri, sanki ortada bir Saray Rejimi yokmuş gibi davranıyor. Burjuva demokratlar, o kadar kafalarını kuma gömmüşlerdir ki, devekuşları kendilerine hayranlıkla bakmaktadır. Hiçbiri çıkıp, seçimin olacağının garantisi ne, seçim demokratik değilse kabul edilir mi vb. gibi sorular bile sormuyorlar.

İşte gerçeği görmeyip, sanki “eski sistem varmış” ve hatta “daha da demokratikleşmiş” gibi bir varsayımla konuştuğunuz zaman, Bahçeli’nin de kendi kendinin sonunu getirme ihtimalini kabul etmez ve bir planı varmış gibi düşünürsünüz.

Ülkenin bir ekonomik planı mı var, bir dış politikası mı var? Dahası, maske dağıtma becerisi mi var ya da milli eğitim bakanlığı mı var?

Yani Bahçeli, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, öyle Erdoğan’ı eleştirmek vb. için yapmadı. Belki, fazla parasından vererek, “şu fakire bir sakada” kampanyasına katılarak bir sevap kazanmak istemiş olabilir.

Hepsi, her gün, zaten bunun gibi işler yapıyorlar. Öyle işler yapıyorlar ki, Kılıçdaroğlu’nun muhalefetine göre kat be kat yıpratıcı olabiliyorlar.

Artık, ülkenin “muktedirleri”, ne yaparlarsa yapsınlar, gerçeği, sistemin çürümüşlüğünü gizleyemiyorlar.

Çünkü, bu ülkede, yağma, yalan ve hırsızlık iktidardır.

Ekmek askıdadır. Ama yalan ve hırsızlık iktidardadır.

Ekmek almanız için, birisinin, en çok da iktidar sahiplerinin hoyrat ve aşağılayıcı bakışları altında size “askıda” uzattıkları ekmek şovuna katılmanız gerekmektedir. Onların gösterisinin bir parçası olmadan, “askıda” ekmekten alamazsınız.

İş askıdadır. İş bulmak, çalışmak istiyorsanız, muktedirlerin size gösterdiği şeyleri yapacaksınız. Mesela sosyal medyada yalan paylaşımlar yapacaksınız, mesela otobüste mini etek giyen bir kadına saldıracaksınız, mesela komşunuzu her ihtimale karşı ihbar edeceksiniz, mesela yalakalık yapacaksınız ve işte o zaman işe girebilirsiniz.

Askıda durana, kediler gibi, açlıktan kemikleri çıkmış hâlsiz köpekler gibi sıçrayarak ulaşacaksınız ve bu arada “hoşt” küfürleri, aşağılanmalarını dinlemek zorunda kalacaksınız.

Kış geliyor. Kömür, doğalgaz faturanız askıya çıkacak. Siz, yaltaklanmadan, onurunuzla, askıda olanı kapmadan, dürüstçe, çalışarak yaşayamazsınız. İnsanlık onurunuzu çiğneyecekler ve size askıdan bir kırıntı düşecek. Pandemi ve ağırlaşacak olan kış koşulları, olur da canınızı sizden almamış ise, hastahane köşelerinde ölmemiş iseniz, en sevdiklerinizle birbirinize sokularak ısınacak, askıda faturanız ödenirse kendinizi şanslı hissedeceksiniz.

İşte bize aşağılanma, bize onurunun çiğnenmesi, bize rezillik olarak görünen bu “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesi, onların gözünde, bu “yok” hükmündeki insanlara, allahın sırt çevirmiş olduğu yoksul kullarına bir “sadaka” misalidir. Yoksa Bahçeli’nin Erdoğan’a eleştirisi ya da yakında “yan çizecek” olmasının ilk işaretleri değildir.

Ülkenin anayasası, uzun dönemdir askıdadır. Hatta askıdan çıkıp, rafa kaldırılmıştır. Hoş halk için, halktan yana bir anayasa değildir hiçbir zaman. Ama ülkenin anayasasını askıya alanlar, sadece iktidardakiler değildir, aynı zamanda CHP, İyi Parti gibi muhalefet göreviyle iştigal edenlerdir de.

İktidarda hırsızlık ve hırsızlar vardır.

İktidarda yağma ve rant, yağmacılar ve rantçılar vardır.

İktidarda savaş kundakçıları vardır.

İktidarda yalan ve yalancılar vardır.

İktidarda karanlıklar, karanlığa sığınanlar vardır. Bu, modern ortaçağ karanlığıdır, bunlar da modern engizisyonun temsilcileridir.

Öyle ise, onların askıya çıkardıklarından faydalanmayı, buna minnet etmeyi seçmeyeceğiz.

İşçi, aç, yoksul, işsiz, genç, kadın, herkes, ama hepimiz, kendi onurumuz, kendi irademiz ile, bu sisteme karşı savaşmayı seçeceğiz.

Onurumuzu, insan olma durumumuzu, emeğimizi ezdirmeyeceğiz.

Bunun tek yolu vardır.

Sakince, durumun ciddiyetini kavramış bir canlının kararlılığı ile, gözümüzü sistemi yıkmaya dikerek, sağdan soldan önden arkadan gelen saldırılara aldırmadan, direneceğiz. Direnmek, insan olmanın, insan olarak kalmanın, örgütlenmek direnişi zafere ulaştırmanın tek yoludur.

İşçiler, sadaka istemiyorlar.

İşçiler, alınterlerinin karşılığını istiyorlar.

İşçiler, kendilerinden soyularak alınanların bir damla kırıntısı bile olmayacak şeylerin askıda kendilerine sunulmasını istemiyorlar.

İşçiler, insan olarak yaşamak, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak istiyorlar.

İşçiler, yalanlarla yaşamak istemiyorlar. Kendi ülkelerindeki salgın sayısını bile açıklamayan bir yalan makinasını reddediyorlar. İşçiler, doğrudan iktidarı istiyorlar. Üreten biziz ve yöneten de biz olacağız, diyorlar.

İşçiler, kendi emekleri ile üretilen şeylere “askı” ile ulaşamaz hâle gelmek istemiyor, bu hâlin tümden son bulmasını istiyorlar.

İşçiler, çok uzun süredir yaşadıkları bu sistemi artık istemiyorlar.

Sizin, sisteminizi askıya çıkartıyoruz.

Sizin Saray Rejimi’nizi askıya çıkartıyoruz.

Gelene geçene, şu ya da bu emperyalist efendiye sadaka diye vermek için değil, tarihin sayfalarına gömmek için askıya çıkartıyoruz.

Sizin “acı reçete”niz var, bizim çözümümüz: Devrim

Muktedir, baştan aşağıya kibir, “acı reçeteyi, devlet ve millet olarak içeceğiz” diyor. Devlet kelimesinin, “millet”in yanında ne işi var? Acı reçeteyi “devlet” nasıl içecek? Daha çok vergi toplamak için vergileri artıran, daha çok vergi toplamak için “hayal kurmak”tan vergi alma hazırlığı yapan, kendisi bir şirket hâline gelmiş olan devlet, acı reçeteyi nasıl içmiş olacak?

İşte burası bilgisizlik değil, korkudur.

Mızrak çuvala sığmıyor.

Soyup soğana çevirdikleri kamu kaynakları, yağmaladıkları hazine artık meteliksiz kalmıştır. Muktedir, açıktan “bu acı reçeteyi içeceksiniz” diyemiyor. “Bak, damadımı aldım, o beni kandırdı,” demeye getirip, “şimdi hep beraber acı reçete içeceğiz” diyebiliyor. Korkudandır.

Koltuğuna yapışmıştır, çünkü artık o koltuğun bulunduğu Saray’da bile değil, o koltuğun bulunduğu odada muktedirdir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselmektedir. Erdoğan’ın işi, rantı, yağmayı, savaşı kovalamak, bunların kokusunu almaktır. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor.

Daha düne kadar, mesela Kasım başına kadar, “her şey yolunda, ekonomi iyi, kriz var demek yasak” diyenler, şimdi, artık Merkez Bankası’nda para kalmadı, “acı reçete” diyorlar.

IMF ile özdeşleşmiş “acı reçete”, işçilerin ceplerinden paralarının alınması, işçi ve emekçinin daha da fakirleşmesi, zamlar, yeni vergiler, var olan vergilerde artışlar demektir.

Acı reçeteyi kimin içeceği bellidir.

Yeni MB Başkanı, göreve geldiği ilk gün, “sektör temsilcileri” ile toplanarak, krizde, pandemide kârına kâr katan şirketlerin dertlerini dinledi.

Hükümet, daha düne kadar “kıdem tazminatı”na yeni bir torba yasa ile tekrar saldırmaya kalktı.

Acı reçeteyi, ne Erdoğan, ne Saray erkanı, ne parababaları, ne tekeller, ne TÜSİAD, ne MÜSİAD patronları içmeyecek. Onlar kârlarına kâr katıyorlar. Pandemi boyunca, geride kalan 8 ayda, servetlerine 350 milyar eklediler.

Acı reçeteyi milyonlarca işçi, emekçi, emekli, kadın, genç içecek. Bu acı reçete, işçi sınıfı içindir. Muktedir’in konuşması, bir müjdeli haber verir gibi, halka bunu açıklamak değil, patronlara, uluslararası sermaye çevrelerine, “bunu yapacağız” garantisi vermek içindir.

Ülkenin %30’u işsizdir.

Sadece İstanbul’un üçte biri açlık sınırının altında yaşamaktadır.

33,5 milyon kişinin 837 milyar TL “bireysel kredi” borcu var.

Günlük 35 TL ile geçinen 22 milyon kişi var.

Ve muktedir, üst perdeden konuşuyor, “müminin görevi yoklukta sabretmektir.” Yani, işçi ve emekçilere, “sabredin” diyor.

Kendisinin 16 özel uçağı var.

Saray’ın bir aylık harcaması, açları besler.

16 Kasım 2020’de ihalesi yapılan yeni otoyol, Denizli-Aydın arasındadır. İhaleyi Saray müteahhitlerinden biri almıştır. Otoyoldan araç geçme garantisi verilmiş; yıllık 130 milyon euro. Muktedir, reformlardan, muktedir “sabırdan”, muktedir “acı reçeteyi devlet ve millet olarak” içmekten söz ediyor. Ama sadece bu ihale bile, rantçı zihniyeti, yağmacı zihniyeti, baştan aşağıya kibir olma hâlini açıkça gösteriyor.

15 Kasım 2020’de, bir yasa ile, sayaçların kontrolünün özelleştirilmesi devreye sokuluyor. Sayaçlar, elektrik sarfiyatını, doğalgaz sarfiyatını vb. doğru okuyor mu? Bu işi artık kamu yapmayacak, özelleştirildi. Özelleştirilmeden önce, sayaç kontrolü işlemleri ücretine %30 zam yapıldı.

Peki “acı reçete”yi kim içecek?

Bu acı reçete, senin için, bizim için hazırlandı.

Onlar, yağmaladılar ve şimdi acı reçeteye sıra geldi.

Saray, para yutuyor, para lazım.

Kapitalistlere daha çok kâr gerekli.

Öyle ise, en örgütsüz, ama en kalabalık olan işçilerin, emekçilerin, halkın sırtına yıkılacak bu fatura.

Amaçları budur.

Erdoğan, parababalarına bunun garantisini veriyor. Onlara sesleniyor. “Piyasanın istediğini” yapacağız, diyor.

Ülkede çalışma yaşamı, tam bir kölelik hâline getirilmektedir.

Yaşam, işçiler ve emekçiler için çekilmez hâle gelmiştir.

Ülkenin hapishanelerinde 300 binden fazla tutuklu var. Daha davaları belli bile olmayan binlerce insan var. Ve tüm bunlar, işçiler, emekçiler sesini çıkarmasın diyedir. İşçiler ve emekçiler ayağa kalkmasın, başlarını dikleştirmesin, ufku göremez hâlde kalsınlar diyedir.

Ve buna rağmen, direniş sürüyor, sürecek.

Direniş büyüyecek.

Sokak röportajlarında, Erdoğan yüce divanda yargılanmalıdır diyen bir kişi tutuklanmıştır. O kişi, bunu bildiği hâlde haykırmıştır.

Sokak röportajlarında, “susmayacağım, yayınlayın, yayınlayın, başımıza ne gelecekse çekeriz” sesleri yükselmektedir.

Bu sözler “cesaret” işareti değildir. Hayır bu sözler, yeter artık demenin işaretidir. Bu sözler, artık dayanamıyorum demenin işaretidir.

Artık, bıçak kemiğe dayanmıştır.

İşçilerin, emekçilerin, halkın geri atacağı adım kalmamıştır.

Kölece yaşamak ile ölüm arasında seçim yapılacaksa, bin kere kölece yaşamayı reddedeceğiz.

Şimdi, kararlı bir biçimde, madenci disiplini ile, fabrika kültürü ile örgütlenmek, direnişi büyütmek zamanıdır.

Gelmekte olan bir devrimdir.

Kapının arkasında bekleyen ölüm değildir. Bu karanlığın arkasında gün ışıyacaktır. Eşiğin arkasında bekleyen hayattır.

Şimdi öfkemizi kuşanıp, şimdi acılarımızı enerjiye dönüştürüp, bu karanlık Saray Rejimi’ni, onun dayandığı rant, yağma ve savaş ekonomisini, kapitalizmi yıkmak için cesaretle örgütlenme zamanıdır.

Örgüt özgürlüktür.

Örgüt, güç toplamak, bir sınıf olarak kendi varlığını sahneye koymak demektir.

Eylemin, direnişin güzelleştirici ve birleştirici, akılları açıcı, aydınlatıcı gücü, ancak örgüt ile kalıcı hâle gelecektir.

Artık, her işçi bir örgütçü olmalıdır.

Her işçi bir direnişçidir.

Onların acı reçetesini içmeyi reddetmeliyiz.

Acı reçeteler hep bizim içindir.

Bu kez olmaz diyelim.

Bu kez olmayacaksa, açık olmak gerekir, devrimi örmeye soyunmalıyız. Ellerimizi sıyırıp, işe koyulma zamanıdır. Seyretme zamanı değildir. Boş boş konuşma zamanı değildir, yakınma zamanı değildir. Direniş ve örgütlenme zamanıdır.

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Bu bildiriyi okumaya başlayan dostumuz, sonradan aklında şüphe kalmasın diye başından söyleyelim; bu bildiri “beynini yıkamak” için yazılmıştır.

Elbette sen, bizi uyutmalarına karşı önlemlerini alıp, birçok kaynaktan doğrulaya doğrulaya haber takip ediyorsundur. “Yandaş” kanallar evindeki televizyonda hiç açılmıyor, yeri geldiğinde kendi fikirlerini tweetlemekten de hiç çekinmiyorsundur.

Hatta belki de, İzmir depreminden zarar görenlere bir yardım kolisi hazırladın, Somalı madencilerin yürüyüşünden heyecanlandın, metal işçilerinin yaka paça gözaltına alınmasına iyice öfkelenip bastın yaygarayı bir WhatsApp grubunda.

Günlerin, haberlerin ağırlığını dağıtmaya da çalışıyorsundur herkes gibi. “Çok şükür kötü günleri geride bıraktık, şimdi sırada daha kötü günler var.” muhabbetindeki şenlik dağılıp bir acı yel kaldığında, yalnız hissediyorsun, biliyoruz.

Seni bu bir başınalığa itenin “pandemi koşulları” olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun.

Hayattasın hâlâ…

Her akşam açıklanan(!) turkuaz tabloda bir sayı değilsin şimdilik.

Survivor’ın final bölümünün yayınlandığı Galataport’ta Covid’li olarak çalıştırılmaya devam ettiği için kalbi dayanmayan Hasan’la aynı kaderi paylaşmadın daha, çocuklarını ısıtamadığı için saç kurutma makinasını açık bırakıp intihar eden Emine’yle aynı sayfalardan okumadık seni, çocuğu EBA’ya girebilsin diye çatıya çıkan babasının yanına gidip çatıdan düşen 8 yaşındaki Çınar gibi ya da internette yaşadığı sorun nedeniyle öğrencilerine ders anlatabilmek için çıktığı tepede kalp krizi geçiren 50 yaşındaki Aziz gibi ya da maskelerinin işe yaramadığı kendilerine 9 ay sonra söylenip her gün 3’er 5’er ölen sağlık emekçileri gibi olmadın, ölmedin henüz.

Hayattasın yani hâlâ.

Üstü açık bir hapishanede “çile doldurur” gibi hayatta kalman dışında, etrafına baktıkça göğsün daralsa da, bağışıklık kazanmış “sürü”den olman yetişiyor imdadına.

Hayatta kalmanın dayanılmaz hafifliği…

Orda mısın?

Okuyor musun hâlâ?

Artık tanışabiliriz.

Bizler insan olmaktan çıkmamanın yolunu arayanlar, hayatta kalmakla yetinenler değil insanca yaşamak isteyenleriz.

Mutlaka görmüş, duymuş, bilmişsindir.

Belki özenmişsindir tereddütsüz “dayanışma yaşatır” deyip bizim gibilerin yanında oluşumuza, belki “bir avuç deli” diyerek kafanı çevirdin öte yana, bir slogandan sonra cop yiyişimizi izlediğinde “korkuyla” uzaklaştın yahut.

“İnsanca yaşamak” istiyoruz ve bu öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek-içecek meselesi değil.

Hayır, bir fırsatını bulur bulmaz TL yerine euro kazanmaya doğru değil adımlarımız.

Gülümseyişlerimizi 64 megapiksellik bir kameraya karşı vermek zorunda da hissetmiyoruz.

Ve gün bitimine doğru işsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yatağa uzanıp “bugün de kazasız belasız geçti” diyerek kendini rahatlatanlardan da değiliz.

Bize sunulan kırıntılarını değil, dünyayı istiyoruz.

Sen de istiyorsun, biliyoruz.

“…Kara geceler gibi ağırlaşıyor da milyonların yüreği
Burjuvaların suratını dağıtmaya yetmiyor
Binlerin emeği.
Ama biz milim rüzgârın esmediği
Günleri de biliriz.
Biliriz bir gök patlamasıyla yarılır da
Kâinatın yüzü
Bir fırtına kaplar yeryüzünü…”

Bizler, devrimci sosyalistleriz, çağırıyoruz seni de yanımıza, saflarımıza.

Yaklaşan fırtınada “Gemi”mizde olmaya.

Bak etrafına.

Adı kapitalizm olan bir virüsle sarılı dünya.

Dünyanın her yerinde insanın aşağılanması, sömürüsü, tutsak edilmesi sürüyor.

El kadar bebeği açlıktan öldüren de, yıllar içinde kâr için yağmaladıkları sağlık sisteminde artık boş oda yok diye kaderine terkedilen ihtiyarın fişini çeken de aynı aşağılık sistemdir.

Her yerde, yağma-rant-savaş tamtamları çalmaya devam ediyor.

Tam da bu nedenle, güzel günler uğruna savaş da dünyanın her yerinde devam ediyor.

“…Usta kulaklar
rüzgârı dinledi
dedi
‘Fırtına yakın
ateşi körüklemeye bakın…’”

Gaipten değil duyduğumuz sesler.

Kâh “Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden” diyen Somalı maden işçilerini işitiyoruz, kâh “Öfkemiz sarsın dünyayı” diyen kadınlarla yürüyoruz Taksim’de, Şili’de “depresyon değildi, kapitalizmdi” yazıyoruz duvarlara, Guatemala’da halk düşmanı bütçe planlamasına karşı merkez bankasını ateşe vererek aydınlatıyoruz geceyi, Hindistan’da milyonlar olup çıkıyoruz greve, Fransa gettolarından “Özgürlük, özgürlük, özgürlük” diyerek iniyoruz meydanlara.

Duyuyor musun sesleri?

Geliyor, gelmekte olan.

Güzel günler için yaşıyoruz, güzel günler için savaşıyoruz.

Çalışmanın, günlük geçimini sağlamak, yaşayabilmek, karnını doyurabilmek için bir zorunluluk olmaktan çıktığı, insanın insana boyun eğişinin tüm biçimlerinin sonuçlarıyla birlikte yok olduğu, insanın tüm yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, insanın yeniden ve toplumsal doğuşunun gerçekleştiği bir dünya için, sosyalizm için, komünizm için savaşıyoruz.

Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz.

Çünkü dostum, sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur.

Bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır.

Bizler devrimci sosyalistleriz.

Devrimcilik, yaşam karşısındaki alınan tutumla belli olur.

Ölüm karşısında alınan tutum da, bunun doğal bir devamıdır.

Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı mı, sağlam yaşanmadı mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. Tersine, bazı ölümler, ölümü aşmak anlamına geliyor.

“İnancı uğruna ölümü yenen
öğretti ki yeniden
bazen eylem
yaşam adına verilen son nefestir
ve bu nefes
anlamsız geçirilen
on yıllara bedeldir.”

Bundan tam 23 sene önceydi.

İçimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Bekir, rüzgârın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı ve sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”nin komutanı oldu.

Erdal Eren’e yazdığı şiirinin yayımlanacağı ay, Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar, başkalarının idealleri için ölür” diye yazmıştı Bekir.

“Bugün sorarsanız bana
ne laz,
ne arap,
ne tatar,
ne boşnakım
elbette köklerime ulaştığım için çok
mutlandım
ama ben öncelikle sınıfımın adamıyım.
Bir işçi çocuğu olarak doğdum,
bir işçi olarak yaşadım
ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim.” dedi, öyle yaşadı, öyle ölümü yendi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu.

19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. Bir çığlık oldu gidişi, İnsan Olmanın Çığlığı.

“Siz siz olun, doğru dürüst ölün!” diye yazmıştı Serkan. Doğru dürüst ölmek için, doğru dürüst yaşamak gerekirdi zaten, Serkan da öyle yaşadı.

Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Aramızdalar, şimdi ve daima!

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

“Basit doğruları aradım önce.
Başım döndü gerçekleri görünce.
Kavramak ne zordu;
beynim yetmedi,
ellerim işe koyuldu.
Başladım yaşamı değiştirmeye.
Aslında her şey ne kadar basitmiş
bütün mesele
yaşamı 
ilmek ilmek örmekmiş”

Yaşamı ilmek ilmek örmeye, Kaldıraç’a katıl!

Sudan is Just There, Turkey is Here

Sudan has become an important site of resistance.

Al Bashir is Erdogan’s close friend. He is a murderer and parallels Erdogan in many ways. Al Bashir came to power in 1989, and his journey from power to prison began in 2019. When he could not visit any other country in the world, Al Bashir was making secret trips to Turkey. Currently, he is awaiting trial in International Criminal Court for his crimes against humanity.

Al Bashir’s bloody rule spilled a lot blood against the rising resistance. However, Sudanese communists and Sudanese insurgents did not bow to Al Bashir’s massacres.

The “Empowerment Elimination, Anti-Corruption and Funds Recovery Committee” has succeeded in seizing 3.5 to 4 billion dollars of Al Bashir’s fortune. This means that at least he didn’t manage to smuggle out all of his money.

Sudan is in the Northeast Africa.

The region of Northern Africa comprising Egypt, Tunisia, Libya, Morocco, Algeria, is one of the areas of partition in the new war of partition. When imperialist powers decided to divide up Libya amongst themselves, Gaddafi was in power. Gaddafi has fallen and now Libya is still struggling with civil war.

Turkey is the U.S.’ hitman.

It has shown this in all possible ways during the Syrian war. The Palace Regime has placed Turkey’s name side by side with gangs like ISIS. As the guard of American interest, and with Ottoman desires, it tried everything to invade Syrian lands and made U.S.-backed moves in the region.

It is now facing defeat in Syria against the resistance of Syrian peoples and the Syrian army, but most notably the Kurdish people.

The Palace Regime immensely loved this war as a way to extend its lifespan, and it had to see this war as a way out. Because of this, it continued to seek out every way possible to maintain its presence in the Syrian field. It caused the deaths of hundreds of soldiers by hiding its losses. However, it is still proceeding on the same course.

It is trying to sustain the Palace Regime this way.

War also means the increase of internal oppression and bloody practices. War is being used as a cover and excuse for this. The Palace Regime has entered many bloody offensives in Syria and Iraq. It is arm in arm with ISIS gangs.

Afterwards, with “Blue Homeland[1]” dreams, the Palace Regime got involved in the Libyan war. Up to this date, the Turkish state has sent more than 10 thousand gang fighters to Libya. The law case regarding MİT[2] agents who were killed in Libya was front-page news. Furthermore, according to some rumors, Turkey is still trying to send a group of 3500 to Libya.

This means that through foreign war, the Palace Regime is adding more massacres to the ones it commits internally. It has invaded parts of Syria and, furthermore, it is continuously piling up troops in Idlib. Taking advantage of the situation created by the pandemic, it is working with all its power to advance its wars. It is constantly making moves following orders from the U.S.

At the same time, taking advantage of the obscurity created by the pandemic, it is arresting elected municipal leaders one by one in Kurdish provinces and cities. It is trying all means to increase internal repression. While there is pandemic, while the people are scared for their lives, while they are locked up in their houses, and while the threat of unemployment and starvation is being swung like a sword, it is trying to accelerate its war politics and oppression at full speed.

It rolled up its sleeves and committed itself to placing the burden of economic crisis on the people, and capitalists are completely behind the Palace Regime in this mission. Through this, they seek to lower the wages and increase their profits.

Taking advantage of the pandemic again, it is trying to create new opportunities for Palace gangs through economic rent and plunder. It is introducing new profits through bids. The Palace Regime seeks to breathe this way. It wants to prolong its lifespan this way. With this way, it is trying to get a chance for a new election.

Sudan is not far at all, it is right over there.

It is quite close.

Putting aside the distance, the 30 year Al Bashir government’s practices are quite close to us. The policies of blood and massacre are akin to those that we are familiar with.

And Sudanese people succeeded in establishing a “Empowerment Elimination, Anti-Corruption and Funds Recovery Committee.” They are in the process of a deep cleansing. It is another issue how far they can take this cleansing. However, the path they chose is honorable.

And Turkey is here.

The people of Turkey, the working class and laborers, are looking forward the resistance. This search has manifested itself in social explosions such as Gezi. Today, there is no mass movement on the streets comparable to Gezi. Nevertheless, the days of Gezi are not over. The proof for this is the resistances advanced by workers. But still, those who want to turn a blind eye to this, at least can see the Gezi syndrome that is the nightmare of the Palace Regime. Why is the palace fearful that “a new Gezi is coming” in response to all incidents and developments?

Sudan is there, it should be thought of as close.

Because the growing revolution is encompassing all of the Middle East, the Balkans and Caucasia. Of course, this is not an easy process. In our region, leaving aside the Kurdish movement, the organization of peoples and the working class is currently weak. This is not a matter to be ignored. This much is true.

However, up through the present, there are constant mass movements in our region. It is certain that these movements are not pure. Moreover, to expect such a thing would be against the nature of the matter, especially in our region.

Our region is one of the focal points of the imperialist war of partition. This is the reason behind the U.S.’ attacks in every section of the Middle East. The U.S. is after ways to strengthen its presence in the region. It must be anticipating gaining advantage in the war of partition by increasing its presence in the Middle East.

However, the developments are triggering a reaction against primarily the U.S.’ but—through this—all imperialist powers’ presence in the region. Therefore, even though they have differences, all the resistances developing in the region are important. Even though they do not possess the level of organization of the Kurdish movement, the resistance movements in Lebanon, Iraq, Iran, Sudan, Tunisia, Egypt, and Turkey are quite important. They also do not have connections amongst each other.

Despite all of this, protests in all parts of our region carry revolutionary potential within them. This potential is drawing all countries in the region closer to each other.

This is why some of the results achieved in Sudan are so important.

This is why we say, Sudan is right there, it is close.

Revolutionary movements in Turkey have to show close interest in the developments in the region.

A socialist revolution in Turkey has the potential to spread to the whole region.

Of course, in our region there is a tendency to lean on one imperialist power when opposing another. This tendency has historical roots. In the First War of Partition, there were many manifestations of this phenomenon. These tendencies in our region, which is the permanent field of sharing wars, are indubitably a weakness. However, attaining an anti-imperialist quality in the developing resistances, and establishing a consistency in this anti-imperialism, can be realized through the influence of revolutionary movements with socialist perspectives in the region.

All the countries of our region are colonial countries dependent on imperialism. All the states of this region are puppet states in cooperation with imperialism. This actually brings together the two strands of the struggle. Those who struggle against the despot, the puppet state in their countries, must at the same time struggle against imperialism. If we also include North Africa, this is one of the focal points of the new imperialist war.

The most important thing is for the developing resistance of the region to gain determination. Sudan is an exceptionally positive example in this regard. This resistance can only cultivate determination through organization and expanding organizational structures.

Our country is one of the most advanced countries in the region in terms of the development of the working class. It is at the same time one of the foremost countries with respect to the intensity of control through NATO mechanisms and U.S. imperialism.

The Palace Regime is the organization of this control with respect to the new war of partition. The state is now plainly visible to the people with all its qualities and secret mechanisms. The Turkish state is taking the position of being the U.S.’ hitman to new heights by assuming more and more roles for the U.S. It sees its own continuity in these roles. In this way, the efforts of the Turkish state to be present throughout the entire region accelerates the process by which Turkish institutions are becoming offices of U.S. institutions. MİT used to work as a bureau for the U.S. This is still the case today. Yet today, it is trying to enlarge its reach. The same thing also applies to the Turkish army. So much so that today the U.S. is bringing together Turkish institutions and ISIS gangs without hesitation, two groups has used to hold apart in two different mechanisms. This is exactly what is happening in the Syrian war.

This entire process is also increasing the potential of the Anatolian revolution to influence the whole region.

Progress is always unequal but interconnected. A resistance developing in one part of our region would influence another part positively, even if does not do so immediately. And today, a revolutionary movement that seems to be the most undeveloped, is gathering possibilities to come forward rapidly tomorrow.

Any socialist revolution that develops here, in the region, also carries reckoning with the thousands of years of history of class society of our region.

In light of all of these, Sudan can be thought of being just there, it is quite close to us.

Jun/2020

Aysun Sadıkoğlu

Kaldıraç movement/Anatolia(Turkey)


[1]A term describing Turkey’s military and strategic maritime policies.

[2]Turkish intelligence service.

Ekonomileri kölelik, demokrasileri diktatörlüktür!

31 Mayıs 2013, Taksim Gezi Parkı

‘Söz gümüşse sükût altındır’ denir, sanırız her zaman doğru değildir. Doğru olsa bugün egemenler, hepimizi para üreticisi olarak görenler, bizim için hepsi birbirinden anlamsız açıklamalar yapıp altınlarından olmak istemezlerdi.

‘Paranın rengi, dini, ırkı yok, paranın kimden geldiğine bakılmaz’! İtiraftır ve onlar için doğrudur. Sermaye için, sömürü için sınır yoktur. Sınırlar sadece biz bu dünyanın yüzde 96’sı olan işçi emekçiler devreye girdiğinde ortaya çıkar.

Devlet ve millet olarak bir ‘acı reçete’ içmekten bahsediyorlar. Biz onların gözünde zavallı tebaayla-Saray nerede yan yana gelip yudumlayacağız bu reçeteyi? Yaptıkları vergi artışları, kıdem tazminatına diktikleri gözleri göstermektedir ki bu ‘acı reçete’ işçi sınıfına yazılmıştır.

Tam da bu nedenle bizim üzerimize kurdukları ekonomileri bizler için diktatörlüktür. Salgın da olsa işe gitmemiz yaşayabilmek için mecburidir, deprem de olacak olsa yıkılacağını bildiğimiz yerlerde yaşamamız mecburidir. Yani ölecek de olsak bir sonraki günü çıkarmamız mecburidir. Bunlara ses çıkarmak ise milli çıkarlara aykırı ve yasaktır.

Bir de tüm bunlar anayasa ile güvence altına alınmıştır. Kendi devletlerinin kendilerini koruyan yasaları vardır. Yetmediği yerde, yargı reformu adı altında bizler de olmayan mülkiyetin korumalı bir ortamda büyümesi için çıkarılan yasaları vardır.

Sahi neden bir devletin kendini koruyan yasaları vardır? O devletin tüm ekonomisini yaratan işçi-emekçiler üretmeye devam etsin diye mi? Yaşamımızı, çocuğumuzu, deremizi, meydanımızı, ormanımızı savunmayalım diye mi? Biz köle gibi yaşamaya mecbur olalım diye mi?

Mecburiyetlerimiz vardır, doğrudur. Mesela bugün mücadele etmek yaşamak için mecburidir. Sadece onurlu bir gelecek için de değil bilfiil hayatta kalabilmek için mecburidir. Hakkını aramak bugün en elzem haktır. Hakların, yaşamın için senin gibilerle bir araya gelmek mecburidir.

Her birimizin gözü önündedir; direneler, kararlı ve ısrarlı olanlar haklarını almaktadır. Konu basittir haklıdırlar ve hakları için mücadele etmektedirler. Korkacakları, geriye dönebilecekleri bir yer kalmamıştır.

Geliyor gelmekte olan, birlikte büyütelim!

Maden işçileri, metal işçileri, ölmek istemiyoruz diyen doktorlar, hukuksuzluğun tam karşısındayız diyen avukatlar, İstanbul Sözleşmesi’sini uygulatacağız diyen kadınlardadır gelmekte olan. Bu karşı koyuş salt bir yaşamak istiyoruz haykırışı değil özgür bir dünyanın imkanıdır.

Kendi emeğimizden, mücadelemizden gelmeyen boş umutları bırakalım bir kenara; biz bize bakalım. Her bir direniş henüz harekete geçmemişlerin kafalarındaki bir soruya cevap. Her bir kararlı karşı koyuş nasıl özgürleşeceğini öğreten bir öğretmen.

Biz gücünü birbirinden almaya mecbur olanlar haklarımız ve yaşamlarımız için birlikte mücadele edelim. Kaderi, birbirlerinin elinde olan bizler özgür bir dünya yaratabileceğimizi bilerek yan yana gelelim.

Yalana alışma hâli, korkaklıktır yalana ortak olma hâli, “yandaşlık”tır

Saray Rejimi, her seferinde yeni adımlarla saldırırken, onun karşısında CHP, İYİ Parti vb. çizgide “duran” burjuva muhalefet, sürekli Saray Rejimi’ne karşı provokasyona gelmemek için bir şey yapmamayı öneriyor.

Burjuva demokratlar, “sol” liberaller, ısrarla bize Erdoğan’ın “tek adam rejimi”nden söz ediyorlar ve onlara göre, bu seçim olmasa da gelecek seçimde, Erdoğan iktidarı kaybedecek. Değil mi ki yerel seçimlerde, İstanbul ve Ankara’yı kaybettiler, demek ki, bir sonraki seçimlerde de kaybedecekler.

Kamuoyu anketleri yapılıyor ve bu anketlerde, MHP-AK Parti ikilisinin oy kaybettiği görülebiliyor. Ama onlar oy kaybederken, kimsenin oyu artmıyor. Artmıyor, çünkü, burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin destekçisi olarak tutum alıyor.

Örnekler epeyce fazla.

Diyelim ki, konu Suriye, konu Libya, konu Yunanistan, konu Ermenistan olunca, hiçbir burjuva parti, kalkıp bu savaş politikasına karşı çıkmıyor. Bu savaş politikasına karşı durmak bir yana, hemen, mecliste yer alan dört parti, ortak açıklama yapıyor.

Bunun ana nedeni söyle anlatılıyor:

Bir, eğer savaş konusunda Saray ile birlikte hareket etmezsek, ülkemizin “ulusal” çıkarları zarar görür.

İki, eğer bu savaş politikalarına karşı durursak, destek vermezsek, bize “vatan haini” derler ve bu damgayı yedik mi, oylarımız azalır.

Gerçekten de Saray Rejimi, onlara “vatan haini” der. Zaten, korona virüse karşı önlem alınmamasını eleştirenlere de “vatan haini” diyorlar.

Bu burjuva muhalefetin anlamadığı şey, zaten Saray’ın her adımına onay vermeyen “vatan haini” olabiliyor gerçeğidir. Adam buyurmuş, “taraf olmayan bertaraf olur.” Saray’ın tutumu açıktır. Diyelim ki, siz doktorsunuz ve uygulanan politikada yanlışları açıklıyorsunuz, sonuç açıktır; teröristsiniz, vatan hainisiniz. İş bu kadar nettir.

Akşener ve Kılıçdaroğlu, “vatan haini” damgasını yemekten neden bu kadar korkuyorlar? Bundan korkmakla kalmıyor, Saray’ın suçlarına açıktan destek verdiklerini açıklıyorlar. Sonra da çıkıp, Saray basınına, “yandaş” diyorlar. Kendileri yandaş değil mi?

“Ulusal çıkar” nedir? Holdinglerin, yağmacıların, Bilal’in, Berat’ın, rantçıların kasası mı demektir? Eğer öyle ise, bu ülkenin çoğunluğu artık vatan hainidir. Ve hele ki, Saray Rejimi gibi, ABD tetikçisi, ABD-İsrail hattının savunucusu bir iktidar tarafından size vatan haini deniyorsa, sizin bunu göğsünüzde bir madalya gibi taşımaktan korkmuyor olmanız gerekmez mi?

Ulusal çıkar, ülkenin tarım politikaları mıdır, yoksa Cargill’e teslim edilmiş tarım politikaları mı? Eğer Cargill’in isteklerine göre ortaya konan tarım politikaları “ulusal çıkar” ise, demek ki vatan haini olmanız hiç de sakıncalı bir durum olmaz.

Ülkenin eğitim politikalarına bakın, ülkenin sağlık politikalarına bakın. Eğer bunlar “ulusal çıkar” ise, demek ki siz vatan haini damgasını severek taşımalısınız.

Eğer “ulusal çıkar” dolarla garanti müşterili köprüler, otoyollar yapmak, şehir hastahaneleri yapmak ve diğer hastahaneleri kapatmak, ülkenin tüm kamu fabrikalarını yok pahasına satmak, memleketin yarısını Arap şeyhlerine peşkeş çekmek ise, elbette buna karşı çıkan samimi herkes “vatan haini” damgasını taşımaktan korkmaz.

Onların yerli-milli dedikleri şeyi açık ve net olarak, sapmadan, hafifletmeden ortaya koymanız, aslında sizi onların yalanlarına ortak olmaktan kurtarabilir. Bir zerresi varsa sizde, onur denilen şeyi, bari onu kurtarmanızı sağlayabilir. Sahtekârca Erdoğan’ı eleştirmek ama gerçekte onun tüm politikalarına destek vermek, olsa olsa sizi onunla aynı çukura taşıyacaktır. Yaşayalım ve görelim.

Suriye’de hangi “ulusal çıkar”ınız var? Libya’da hangi “ulusal çıkarınız” var? Yunanistan’la kavga ve şimdiki anlaşma nedendir? Azeri-Ermeni çatışmasını körüklemek hangi “ulusal çıkar” ile uyumludur?

Bunların tümü, ama tümü, sadece ve sadece, ABD adına tetikçiliktir. Bu politikaların tümü ABD’nin “ulusal çıkarına”, bir bölümü hem ABD hem de İsrail’in çıkarınadır.

Burjuva demokratlar, artık demokratlıklarını da rafa kaldırdılar. Onlar artık sadece burjuva muhaliflerdir.

“Sol” liberaller, hem sol önekinden kurtuldular, hem de liberallikten. Artık, onları da CHP ve İYİ Parti’nin yanına eklemek mümkündür.

Ülkede parlamento bitmiştir. Siyasal partiler parti olmaktan, burjuva anlamda da çıkmıştır. Ne MHP bir partidir, ne AK Parti bir partidir. CHP ve İYİ Parti, aynı yoldadır. Parlamento, hiçbir yasama işini yapmamaktadır. Bir yerlerde yazılmış bazı kanunları “okey”lemektedirler. Bilerek “okey” diyoruz, çünkü bu kanunların kaynağı da bellidir. Birçok yasa ise, “KHK” şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Mesela baroların kongre yapmasını İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi ile ortadan kaldırmak, 12 Eylül döneminde bile az rastlanan bir uygulamadır. Genelge, yasayı ya da bir tüzel kişiliğin tüzüğünü nasıl ortadan kaldırır? Bunlar hukuk adına garip durumlardır. Buyursun, mesela AYM veya TBMM bir şey yapsın. Böyle bir durum yoktur.

Öyle ise, CHP veya İYİ Parti’nin, “aman ses çıkarmayın, çıkarırsak provokasyona gelmiş oluruz. Bir dahaki seçimlere kadar bekleyin” tutumu nedir? Buna burjuva anlamda dahi “muhalefet” denilebilir mi?

Bu doğrudan, korkaklıkla başlamış olsa da, onu aşıp, yandaş olma hâlidir. Saray Rejimi, sadece MHP, AK Parti, Ergenekon, “ulusalcılar” vb. üzerinde durmuyor. Aynı zamanda CHP ve İYİ Parti, Saray Rejimi’nin içindedir. Suç ortaklarıdır.

Yakın çevrelerine diyorlar ki; a- provokasyona gelmeyelim, Saray’a fırsat yaratmayalım ve b- devlet zarar görür, eğer biz sokağa çıkarsak, devlet bundan zarar görür.

Gelin bu iki savunmayı ele alalım.

Diyelim ki Saray provokasyon yaratmak için, HDP milletvekillerini içeri aldı. Diyelim ki Saray, provokasyon yaratmak için baroları böldü parçaladı. Diyelim ki Saray, sadece provokasyon olsun diye, tüm gösterileri yasakladı ve sadece AK Parti için gerekenlere izin verdi. Diyelim ki Saray, sadece provokasyon olsun diye Tabipler Birliği’ni “terörist” ilan etti. Diyelim ki, Saray sadece provokasyon olsun diye insanları helikopterlerden atıyor. Peki, siz hiçbir şey yapmazsanız, bunlar duracak mı?

CHP ve İYİ Parti, halkı suçlamaktadır. Onlar, sokağa çıkan, hakkını arayan, direnen herkesi provokasyona gelmekle suçlamaktadır. İşsizleri, fabrikalarda virüs ile iç içe çalışanları, işini yeni kaybedenleri, doğanın yağmasına karşı duranları, direnen avukatları, yalanları ortaya koymaya çalışan doktorları suçlamaktadır. Onlara göre ne kadar sessiz kalırsa o kadar iyi olacak.

Soru şudur: Saray Rejimi, tüm toplumsal muhalefeti susturmak için saldırıyor, siz de “provokasyona gelmeyin susun” diyorsunuz. Bu, ikiniz arasında bir ulvî görev dağılımı değil ise, nedir? Aynı şeyi istiyorsunuz, biri kılıçla, silahla, devlet terörü ile, diğeri de vaazla, telkinle. Saray Rejimi, halktan korktuğu için saldırıyor ve susturmaya çalışıyor, diğeri ise Saray’dan ve halktan korktuğu için halkı baskılamaya, direnişi kırmaya çalışıyor.

Burjuva “muhalefet”, devlet zarar görür diye alttan alta anlatmaktadır. CHP tabanı bu sözlerle uyutulmaktadır. CHP’ye ve İYİ Parti’ye göre, Erdoğan ve Saray zarar görebilir, ama devlet zarar görmesin.

İşte akılları bu kadar karışıktır.

“Almanya, İngiltere, Fransa ve şahsım toplandık” cümlesini alın. Size epeyce şeyi anlatır. Barolara karşı tutumu alın, size burjuva anlamda da hukuk olmadığını anlatır. Soylu’nun AYM Başkanı’na karşı sözlerini ele alın, size içinde yaşadığımız koşulları anlatır. Bahçeli’nin AYM değişmeli, duruma uydurulmalı sözlerini hatırlayın, size “hukuk devleti” denilen şeyi anlatır. Ali Erbaş’ın Ayasofya’da “kılıçlı gösteri”sini hatırlayın, sözlerini hatırlayın. Cübbeli Ahmet ile Selefiler adına konuşan kişilerin sözlerini hatırlayın, size “laik”lik meselesini anlatır. Şimdi, anayasada geçen devlet niteliklerini ayaklar altına almakta olan Saray Rejimi’nin pratiği, sizce “devletin zarar görmesi” meselesini aşmış değil midir? Yanlış anlaşılmasın, biz proletaryanın devletinden söz etmiyoruz. Burjuva devletten, TC devletinden söz ediyoruz. Yoksa elbette biz işçiler için bu devlet, her zaman katıksız bir diktatörlüktür. Ama siz hangi devletten söz ediyorsunuz, “laik, sosyal hukuk devleti” diye tanımlanan eskisinden mi, yoksa şimdilerde her pratiği ile hukuku ayaklar altına alan devletten mi? Sizler gerçek anlamda burjuva demokrat, gerçek anlamda liberal olmuş olsaydınız, Saray Rejimi’ne karşı direnirdiniz, çünkü sizin eski “burjuva demokrasiniz” yerle bir edilmiştir.

Burjuva “muhalefet”, artık muhalefet edemez durumdadır. Bu dalga, onları içine almıştır. Şimdilerde bize, halka, yeni “ufuklar” açmaya çalışıyorlar. Dediklerinin özeti şudur;

  • Erdoğan’ın iktidar süresi sınırlıdır.
  • Sesimizi çıkarmazsak, onun kullanacağı bir şey kalmaz.
  • Gündemi değiştirmelerine izin vermeyelim
  • Usulca seçimleri bekleyelim.

Evet, Erdoğan’ın siyasal ömrü bitmiştir. Sınırlı değil, artık bitmiştir. Erdoğan, hatta Saray Rejimi, miadını doldurmuştur. ABD tetikçiliği, bölgemizde savaş kundakçılığı ile ayakta durmaya çalışmaktadır. Bu ise emperyalistler arası paylaşım savaşımına, kaosa yatırım yaptıkları anlamına gelir. Bu nedenle TC devletinin bugünkü durumu, Abdülhamid dönemine benzemektedir. O zamanlar, tüm burjuva muhalefet, “devleti kurtarma” hevesinde idi. Devleti kurtarmak, hepsinin ortak hedefi idi. Bugün, Saray Rejimi’ne karşı, böylesi bir burjuva muhalefet bile yoktur.

Erdoğan gitsin de ne olursa olsun, bize geçmiş bir “hedef” gibi görünmektedir. Erdoğan çoktan gitmiş sayılır. Devletin içindeki ittifaklar, “ulusalcısı”, “İslamcısı”, uluslararası istihbarat teşkilâtlarının uzantıları, hepsi birer çete olarak, Erdoğan’ı ayakta tutmak için uğraşmaktadırlar. Bunun yolu da ABD adına tetikçilikten, bölgemizdeki her ülke ile savaşa tutuşmaktan geçmektedir. Bunu yapıyorlar. Bu sadece bir oyun değildir. Oyunun kurucusu ABD’dir ve istediğini almaktadır.

Burjuva “muhalefet”, Erdoğan iktidarını indirip, “parlamenter sistem”e geri dönerek, bu arada ise savaş politikaları konusunda ABD ile işbirliği garantisi sunarak çözüm aramaktadır. Kuşkusuz bu burjuva anlamda da onursuz bir yoldur. Devleti “ayakta tutup”, ABD uzantısı olmayı sürdürmeyi önermektedirler.

Bu nedenle diyorlar ki, HDP ile yan yana görünmeyelim. HDP’ye destek olmak, “terörist” damgasını yemek için yeterlidir. İyi ama, işlerine geldiğinde hem Kılıçdaroğlu, hem de Akşener, terörist olarak tutuklanacaktır. Kaldı ki, Tabipler Birliği’ni “terörist” ilan edenler, sizleri terörist ilan etmekte bir beis görmezler.

HDP’ye sahip çıkmayanlar, acaba, ülkenin tutuklanan aydınlarına mı sahip çıkıyorlar? Hayır. Saray Rejimi kendi yandaşlarına sahip çıkıyor, bunlar da en çok kendi görüşlerindeki gazetecilere sahip çıkmaya çalışıyor, hepsi budur.

Saray’ın her saldırısına “gündem değiştirme”, “provokasyon” demek, aptallık değil, ileri derecede korkaklık ve yandaşlık düzeyine gelmiştir.

Çürüme, tüm burjuva cepheyi sarmıştır. Tüm burjuva egemenler gibi, tüm burjuva cephe, iktidarı, muhalefeti ile çürümüştür.

Halka, “seçimleri” göstermektedirler.

Oysa seçim kararı, ancak MHP-AK Parti ya da Bahçeli-Erdoğan ikilisinin kararına bağlıdır. Şimdi, tüm eli kalem tutan burjuva “demokrat”lar, Saray’ı, “devlet gidiyor, seçim yapın” meselesine ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa seçimler diye bir şey artık yoktur. Artık, Saray Rejimi, ciddi bir işçi eylemliliği olmadan, ciddi sokak gösterileri ortaya çıkmadan kendi iradesi ile seçime falan gitmez. Seçim olmasının garantisi olmadığı gibi, seçimin demokratik olmayacağının kesin garantisi vardır. CHP ve İYİ Parti, tüm burjuva “muhalefet”, hep birlikte ABD’yi ikna etme peşindedir. ABD’ye, biz size daha iyi hizmet ederiz garantisi verme peşindedirler. El altından yaptıkları faaliyet budur.

Bu yolla sıralarının gelmesini bekliyorlar.

Tüm burjuva cephe çürümüştür.

Tek çıkış yolu vardır: İşçi ve emekçilerin kurtuluş alternatifi. İşçi ve emekçilerin yolu. Bu yol, sosyalist devrime giden, sosyalist devrim ile, tüm bölgeyi emperyalist boyunduruktan kurtaracak olan sosyalist devrimlerin ateşlenmesi yoludur, barışın, özgürlüğün, kurtuluşun tek gerçek yoludur.

Bu nedenle bugün, Birleşik Emek Cephesi, halkların, işçi sınıfının gerçek çözüm yolu olarak büyük öneme sahiptir.

Direnişi yaymak, direnişi genişletmek, direnişi örgütlemek, işçi ve emekçilerin gerçek çıkış yolunu açmak demektir. Gençlik, en başta işçi gençlik, öğrenci gençlik bu mücadelede önemli bir role sahip olacaktır.

Özgür Lise dergisinin 51. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Kasım-Aralık 2020 tarihli 51. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere.

Devrim kendi kendine olmaz

Adına çöküş diyebiliriz.

Osmanlı’nın son dönemlerine benziyorlar. Yalnız Tanzimat’ta değiliz. TC devletinin bir tanzimatı olmayacaktır. Daha çok, Abdülhamid döneminin sonlarında gibiyiz. Elbette hangi açıdan baktığımıza bağlı olmak koşulu ile. Eğer, baskı ve şiddetin devlet eli ile artırılmasına bakarsak, Abdülhamid dönemi yerinde bir benzerlik sağlar. Ama eğer, emperyalist paylaşım savaşımı açısından bakarsak, sanki, 1910-14 arasında gibiyiz. Başka açılardan da bakarak, bu tarihte oynamalar yapılabilir.

Ama biz biliriz ki, tarih tekerrür etmez.

Birinci Dünya Savaşı ya da bizim vurgularımızla Birinci Büyük Paylaşım Savaşı, emperyalist güçlerin, Osmanlı, Çin, İran gibi ülkeleri paylaşması temeline dayanıyordu. Elbette pek çok küçük sömürgeyi de. Ama işin ağırlık noktası buradaydı.

ABD, Amerika kıtasında, hegemon güç hâline gelmişti ve İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, İtalya, Japonya arasında bir paylaşım savaşımı vardı.

Bugünkü ise, beş ana emperyalist güç arasındadır. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya. Elbette, diğerleri de bu savaşta “kazanacak” tarafta olmaktan mutluluk duyacaklardır.

Ülkemizde Saray Rejimi de, ABD cephesindedir. Bu cephede sanki bir “aktör”müş gibi konuşmalarına bakmayın, günümüzün Sultan Abdülhamid’i, çok daha komiktir, tetikçidir ya da eline kibrit tutuşturulmuş kundakçı gibidir, sağı solu yakmakta beis görmüyor, ancak yangın paçalarına ulaşınca uzaklaşmaya çalışıyor.

Sultan Abdülhamid, hem çok korkaktı, hem de vesveseli. Herkesin peşine hafiye taktırırdı. Onun kopyası olmaya hevesli Erdoğan, hem çok korkaktır, hem vesveselidir, hem de ille de yüzde oncudur. Yüzde on, belki bazı işlerde yeterli değildir, ama fark etmez, her durumda onun hesabı yüzde üzerindendir.

Osmanlı sultanları, nihayetinde, “ülke” denilen yeri “kendi aile mülkleri” olarak bilirlerdi. Bu aile mülkünü, mülkiyeti kendinde kalmak üzere, paşalarına, iktidarları için nihayetinde hizmetkâr olanlara verebilirlerdi.

Abdülhamid’in, Cumhuriyet’i geri götürmek isteyen müsveddesi için böyle bir konu yoktur. Onun bütün işi, bizim ülke dediğimiz yere, onu bir kâhya olarak atayanların dediklerini yaparken, cebini şişirmektir. Bu da elbette yüzde hesabı ile olur. Yoksa bu topraklarda onun bir “vatan”ı yoktur. Tüm “vatanı”, Malezya, İsviçre, Man Adaları, Katar gibi yerlerde saklıdır. Onu destekleyen bazıları için bu yerindedir, çünkü burası, “dar-ül harp”tır. Yani, burası İslam dışı bir düşman toprağıdır. Abdülhamid rolüne soyunmuş olan “şahsım” için, aslında Abdülhamid rolü de önemsizdir. Sadece ona bunu söyledikleri için bunu yapmaktadır. Zaten, onun yüzdesi geldiği sürece, ne olup bittiğinin de önemi yoktur.

İşte Saray Rejimi, bu şartlar altında, üçüncü paylaşım savaşımında, ABD tetikçisi olarak iş görmeye heveslidir.

Saray Rejimi, baskı ve şiddet, devlet terörü, hukukun ayaklar altına alınmasından ibaret değildir. Buna uygun bir basın, neredeyse firesiz devrededir. Saray basını denilince, kocaman bir karanlık pompalayan makina demektir. Parlamento, yok anlamındadır. Yakında, bakkal sizin “sigara var mı” sorunuza “parlamento” diye yanıt verecektir, yok anlamındadır. Bu, elbette burjuva siyasal partilerin kapalı olması da demektir. AK Parti, Erdoğan tarafından kapatılmıştır. Ne güzel, açık olduğu sanılıyor ve kapalı olan AK Parti’nin başkanı Erdoğan’dır. Şimdi, Mehmet Metiner, “efendim AK Parti’yi kapatalım” diyor. Erdoğan’a sesleniyor. Belki de onu uyarıyordur. MHP kapalıdır. Artık, kapalı AK Parti’nin bir “önemli” parçasıdır. Kapanmış MHP’nin başkanının Bahçeli olduğundan da emin değiliz. daha doğrusu olmadığından eminiz, başkanının kim olduğunu bilemiyoruz. O tweetler, olsa olsa, bir “seans” anında atılmış olabilir. Atasözlerini alt alta sıralayan bir nesir, politik edebiyat tarihimize en büyük fukaralık olarak geçecektir. CHP, Kılıçdaroğlu’nun kapatmasıdır. Hem kapatılmıştır, hem de kapatma hâline getirilmiştir. Özgür Özel gibileri, CHP’yi açık ve daha da kötüsü hâlâ “parti” sanıyorlar. Oysa CHP’den “parti” olarak söz edeceksek, Saray Rejimi’nin kutlamaları sırasındaki “parti-şov” olarak söz edebiliriz. Artık, CHP ve İyi Parti, Cumhuriyetin önemli günlerini dahi “parti” yaparak kutlayamayacak partilerdir.

AYM, İçişleri Bakanı’nın sövme duvarıdır.

Artık ülkede, yasa denilince, torba anlaşılmaktadır.

Her torbada, yüzde oranları konusunda iyileştirmeler yer almaktadır.

Devlet denilince “şahsım”, şahsım denilince ise, Amerikan memuriyeti anlaşılmaktadır.

Din denilince, holdingleşmiş tarikatlar ve seks partileri, bir de Ali Erbaş’ın kılıç gösterileri akla gelmektedir.

Ekonomi denilince, aile bağları akla gelmektedir. İslamî bir örtüye sarılmış, kutsanmış, Ali Erbaş ve Müslüman Kardeşler’ce sarmalanmış aile bağları ve tüm bunlara göz yuman tekelci sermayenin talepleri. İşte yağma, rant ve savaş ekonomisinin arka planı budur.

İçişleri Bakanı, epeyce var konumundadır, Dışişleri Bakanı ise bir o kadar yok.

En az “muktedir” Erdoğan’dır, en çok muktedir gibi davranan da odur.

Tüm bunlar devlete ilişkindir.

Millet diye tutturduklarında ise, aslında tam bir boşluk anlamında konuşmaktadırlar. Cumhur dediklerinde karanlıktan söz ediyorlar, millet dediklerinde ise “hiçbir şey”i kastediyorlar. “Ulusal çıkar” dediklerinde, kendi aldıkları yüzdelere baz oluşturan, tekellerin, uluslararası sermayenin, efendilerinin çıkarlarından söz ediyorlar.

Bu çöküştür.

Sağlık alanına bakın. Bir maskeyi dağıtamadılar, sözünü bir yana bırakıyoruz. Ülkenin, bugün yıllık maske ihtiyacının 1,5 katı maske üretilmektedir. Ama hepsi demesek de çoğu hilelidir. Hile, her işte kârı maksimize ediyorsa “devlet koruması” altındadır.

Devamı var. Bakan, açık olarak, vaka-hasta gibi bir ayrım yaptığını, semptomlar göstermeyen vakalara vaka dediklerini açıkladı. Kendi verilerine göre milyonlarca insanın virüslü olduğunu kabul ettiler, ama hâlâ, gerçek rakama sahip değildirler. Çünkü, devletin tüm olanakları, vesveseli Saray için kullanılmaktadır. İşçiler ölünce “fıtrat”tan söz edenler, Saray’a virüs girmesin diye, dua ve abdestle yetinmiyorlar, testlerin çok büyük bölümünü kendileri için yapıyorlar.

Açıkça yalan söyleyen bir bakan, bunu “ulusal çıkarlar” için yaptığını söylüyor. Ama bu “ulusal çıkar”ın ne olduğunu söylemekten çekiniyor. Bakan’ın maskesi “ulusal çıkar”dır.

Ve Saray Rejimi, sadece sağlık hizmetlerini düzgün yaptıkları için, sadece hatalı olan şeyleri açıkladıkları için, sadece bu yalana ortak olmak istemedikleri için Tabipler Birliği’ni terörist ilan ediyor.

Ya eğitim? EBA sistemini anlatan bakan, garip bir biçimde, öğrenci sayısından haberdar değil ya da diyelim ki EBA üzerinden eğitim alacak 18 milyon öğrenci varsa, bunun aynı anda 6 milyonu eğitim alacaksa, o, bunu hesaplayamıyor, olsa olsa 100 bin öğrenci eğitim talebinde bulunur diye düşünüyor. Böylece sistem çöküyor. Oysa teknolojik açıdan, çok büyük hamleler yapıyorlar, hatta “uçuyoruz kimse görmüyor” modundalar. Ailenin bir diğer damadı SİHA’lar ürettiği için, Erdoğan, “uçuyoruz kimse görmüyor” diyor olabilir mi? Ama eğitim sistemi, çöküşünü açıkça ortaya koymuştur.

Şöyle düşünelim; bir işçi iktidarı, diyelim ki, X ilinde kaç okul var, kaç öğrenci ve öğretmen var bilir. Bu ilde pandemi nedeni ile, öğrenci sayısı azaltılmış sınıf nasıl yapılabilir sorusunu sorar? Yanıtı ise otomatik gelir, çünkü, o ilde boş binalar vardır ve bunları sınıflara çevirmek için, Mart 2020’den, Eylül 2020’ye kadar zaman vardır. Hepsi bu kadardır ve isterlerse çözerlerdi.

Ama işler öyle yürümüyor. Şahsım’a ulaşacak bir kıymetli tanıdığa sahip olan, mesela inşaatçı bir firma, oraya ulaşıyor ve inşaat alanında, pandemi nedeni ile ne yapılabileceğini fısıldıyor. Damat, bu “yeni” durumdan yüzde kaç kazanacaklarına bakıyor ve hemen harekete geçiyor. Başka bir gün turizm firmaları aynı yoldan geliyor. Ve istediği “yasal” desteği alabiliyor. Okul için, veliler gelip de, Damat’a yüzde verecek hâlde olmadıklarından, sonuç böyle ortaya çıkıyor.

Dış politikaya bakın. Her yerde savaşta olan bir TC devleti var ve Saray Rejimi, savaşı özellikle seviyor. İkinci Damat, bu alandadır. Zaten ABD, bunu istemektedir. Ve ne kadar savaş yükselirse, o kadar ABD’li efendilerinin gözüne girmeye hak kazanacaktır. Peki, ya sonuç?

Bu çözülüştür.

Erdoğan, artık önemli değildir.

Saray Rejimi’nin sonu, herkesçe kabul edilmektedir.

Burjuva devlet, burjuva egemenlik çözülmektedir.

Bugün, ülkedeki çetelerin, devlet içindeki çetelerin her biri, bir emperyalist efendinin ayakları, uzantıları hâline gelmektedir. Tanzimat Fermanı’nı okuyan Reşit Paşa’ya (sadrazamdır), İngiliz derlerdi. Ali ve Fuad Paşa’lar, Reşit’ten sonra geldiler, onun okulundan yetiştiler ama Fransız taraftarı olup çıktılar. Öyle kayda geçmiştir. Sonrasında Almanlar devreye girmiştir.

Bugün ise, bu emperyalist güçlerin her biri, devletin her alanında, gücün toplandığı her alanda kendi uzantılarına sahiptirler. Mafyatik organizasyonlar da bunun içindedir, tarikatlar da, bizzat devlet çarkı da.

IŞİD çetelerini, Suriye savaşında ABD emri ile kundaklayıp Suriye üzerine salan TC devleti, o çeteleri içeride kullanan devlet çarkı, kendisi de çeteleşmektedir.

Her yanlarını korku salmıştır.

Artık, kendi kanunlarından, kendi gölgelerinden korkuyorlar.

Bu nedenle olmalı, yeni bir yasa ile, “mega projelerle ilgili” bilgi alınmasını, haber yapılmasını yasaklamaya çalışıyorlar. Torba yasanın içindedir.

Yani, Saray Rejimi, karanlığa sığınıyor.

Saray’ın iki damadı var. Biri, “savaş ekonomisi” için kundakçılığa yönelmiş, SİHA’ları “uçan Türkiye” masalı ile pazarlıyor. Diğeri, ise değişik alanlarda oynuyor. FinCEN belgelerine göre, meşhur olan Damat, Taliban’a para gönderiyor, para aklıyor. Bunları “şahsım” için yaparken, porno siteleri ile online kumar işi epeyce zamanını alıyor.

Muktedir denildi mi, akla iki damat geliyor, uluslararası tekeller ve onların temsilcileri, epeyce bir miktarda birkaç inşaat şirketi, biraz Bahçeli-Atasagun, birazdan fazla Ağar, birazdan daha az Soylu, fotoğrafa başını sokmaya çalışan Perinçek akla gelenlerin içindedir.

Hepsi, karanlıktan besleniyor.

İşte bu nedenle, “mega” projelerle ilgili yeni kanunlar çıkartıyorlar. Artık, mesela Üçüncü Havalimanı projesini kim yapmış, anlaşmasında neden Londra mahkemeleri yetkili kılınmış, Osmangazi köprüsünden kaç araç geçme garantisi verilmiş, geçmeyince bu şirketlere ne kadar para ödenmektedir, şehir hastahanelerinde nasıl bir rant dönmektedir, Kanal İstanbul işine kimler giriyor vb. bilgiler karanlıkta kalacak.

Bu kadar “muktedir” bir iktidar, bu kadar hukuk tanımayan bir iktidar, bu kadar karanlık önlemler almaya neden yöneliyor?

Çünkü, çöküyorlar. Çözülüştür bu. Bu nedenle karanlığa koşuyorlar.

Karanlık onların sığınağıdır.

Evet bu çözülüştür, çöküştür.

Ama devrim ile armudun daldan düşmesi arasında fark var. Armut, siz hiçbir şey yapmasanız da, dalında çürür ve düşer. Oysa zalimin iktidarı, burjuva devlet, çürüdüğü hâlde armut gibi kendiliğinden düşmez.

Burjuvazi de bunu biliyor.

Onun için, sürekli saldırıyor: İşçilere saldırıyor, kadınlara saldırıyor, gençliğe saldırıyor, çevre için eylem yapanlara saldırıyor, her türlü toplumsal muhalefete saldırıyor.

Direniş işte bu noktada önem kazanıyor. Ortaklaşa direniş, yaşamın her alanında direniş ve bu direnişin örgütlü bir hâl alması dışında, iktidarın alaşağı edilmesi, bir devrim, işçi sınıfının iktidarının oluşması mümkün değildir.

Devrim, tüm bu kokuşmuşluğu, tüm bu sömürüyü yok etmenin tek gerçek yoludur. Devrim, savaşa ve sömürüye son vermenin yoludur. Ve devrim, örgütlü kitlelerin, örgütlü kadınların, örgütlü erkeklerin, örgütlü işçilerin, örgütlü gençlerin eseri olacaktır.

Örgütlenmek, özgür olabilmenin tek gerçek yoludur.

Saray Rejimi çözülüyor. Evet bu doğrudur. Egemen sınıflar yönetemiyor. Evet bu doğrudur. Ama, devrimci örgüt olmadan, iktidar el değiştirmez.

Bize beklemeyi, bize sessizce seçimlere kadar sabretmeyi, bize eylemsizliği ve suskunluğu tavsiye edenler, gerçekte Saray Rejimi’nin dostlarıdır.

İşçi ve emekçiler, tersine, direnerek, yenilip tekrar direnerek, mücadele ederek, kendi yenilgilerinden öğrenerek iktidarı alabilirler. Bugün, işçi sınıfı ve devrimciler için, iktidarı alma hedefi ile bir mücadele yürütmek, onları burjuva muhalefetten ayıracak en temel şey olacaktır.

Anadolu’nun her alanında bir direniş mayalanmaktadır. Bu direnişlerin küçük olması, bu direnişlerin yerel olması, bu direnişlerin sorunun ana kaynağına vurmaktan uzak olması çok da önemli değildir. Önemli olan, bu direnişlerin içinde örgütlenmek, direnişi sağlamlaştırmak ve yaymaktır.

Suriye savaşı ve bölgemizde devrim

Bugünlerde, daha çok ABD tetikçiliğini sürdüren TC devletinin hamlelerinin Akdeniz’de yoğunlaştığını görüyoruz. Suriye, Libya biraz arka planda kalmış gibidir ve sanki artık esas çatışma alanı Yunanistan’dır gibi.

Elbette görüntü ile yetinmeyeceksek, işin emperyalist paylaşım savaşımı ile bağına da bakıyor olmamız gerekir.

Hegemonyası çözülmekte olan, hegemon güç olma hâlini kaybetmekte olan ABD, çözülüşü durdurmak için, dünyanın her alanında saldırganlıkla iş yapmaya çalışıyor. Ne ticari, ne hukukî, ne diplomatik “kabul”leri kabul etmiyor ve “haydut”ça davranışlarla “güç benim” demeye devam ediyor. Öyle ya, hiçbir emperyalist güç, kendi hegemonyasının çözülme sürecini, gönül rahatlığı ile, bir şey yapmadan seyrederek durmaz. ABD de durmuyor. Henüz askerî alanda olan avantajlarını açıkça devreye sokarak, hegemonyasını devam ettirmek istiyor.

Bu çerçeve içinde ABD, bölgemizde TC devletini, kendi tetikçisi olarak kullanıyor. Saray Rejimi ömrünü uzatmak istedikçe, Erdoğan iktidarda kalmayı derinden arzuladıkça, ipleri elinde tutan ABD için, TC devletini tetikçi hâline getirmek zor değil. Trump, seçim sonuçlarını kolaylıkla kabul etmeyeceğini açıkladığında, bir etkili isim, “burası Türkiye değil” demekten kendini alamadı. Demek ki, aslında 2015 7 Haziran seçimlerinden beri Erdoğan iktidarı, tetikçiliğe bağlıdır.

Tetikçilik, ABD destekçisi olmak konusunda bir adım daha ileri gitmektir. Yoksa, zaten TC devleti, hep ABD denetimindedir. Ama artık, TC devleti, her türlü işi ABD emri ile yapmaktadır. Libya açıklarında silah taşıyan Türk gemisi ile, NATO içinde yer alan Fransız gemisi arasındaki itiş-kakış sırasında Dışişleri Bakanı, açıkça “ABD emri ile davrandıklarını söylemişti” ve buna, Macron “ben zaten NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir demiştim” diyerek yanıt vermiştir.

Bu nedenle söylüyoruz, TC devletinin bir dış politikası yoktur. Bu nedenle, TC devletinin dış politikada yanlışları vb. de yoktur. TC devletinin dış politikası, doğrudan ABD dış politikasının bir tür memuriyetidir. Tetikçilik, işte bu çerçeveye oturur.

ABD, tüm Akdeniz’i savaş alanına çevirmek istiyor. Bunun için TC devletine “haydi Libya” diye hedef gösteriyor, bunun için Yunanistan ile çatışmayı körüklüyor. Bu hem AB’ye, yani Almanya ve Fransa’ya karşı bir hamledir, hem de açıktan Karadeniz’e ateşi sıçratmak yolu ile Rusya’ya bir tehdittir. Yani, ABD, hem AB’ye karşı TC devleti üzerinden hamleler yapıyor, hem de Rusya’ya karşı. Eğer Karadeniz ve Akdeniz karışırsa, ABD, bu işten kârlı çıkacağını hesaplıyor.

Yani TC devleti, doğrudan ABD elinde kullanılan bir tetikçi durumdadır. Erdoğan aslında bir rehinedir. Sadece Erdoğan değil, tüm Saray Rejimi rehindir. Kendilerinin de bu tetikçiliği istemedikleri anlamında değil, elbette onlar bu tetikçiliği can simidi gibi ömürlerini uzatan bir yol olarak görüyorlar. Onlar da bu ilişkiyi istiyorlar, ama kontrol tümü ile ABD’dedir.

Suriye’de de durum böyledir. TC devleti, kendisi de çok istediği için ABD’ye rağmen, bölgede işgalci değildir. Elbette kendisi çok isteklidir. Osmanlıcılık hayallerini canlandırmayı deniyorlar, Erdoğan adeta Abdülhamid’in ruhunun yeni vücut bulmuş hâli gibi görülüyor. Ve elbette bir de Kürt meselesi var. Bugün bir çeteler birliği demek olan Saray Rejimi, Kürt’e saldırmayı çok seviyor. Ne zaman çeteler arasında çelişkiler artarsa, o zaman hepsi “Kürt’e saldırmak” ilkesi etrafında birleşebiliyorlar. Böylece kendi aralarında geçici “sulh” sağlanmış oluyor.

Ama yine de TC devleti, Suriye operasyonunda en başından beri, ABD emri ile yer almıştır. Kendisinin bu konudaki istekliliğini unutmadan, işin bu yönünü görmek gerekir.

Bugün, TC devleti, Suriye’de işgalcidir ve bu işgalci durum, yine ABD emri ile devam ettirilmektedir. ABD, bu yolla; a- bölgeden elini eteğini çekmiyor, b- Rusya’yı oyalamayı sürdürüyor, c- kaybettiği Suriye savaşını İran savaşına dönüştürerek, büyüterek kazançlı çıkmak için zaman kazanıyor, d- İsrail’in korunmasını sağlama olanakları buluyor, e- Kürtlerin içinden kendine bağlı Barzani grubuna katılacak “dostlar” yaratmaya çalışıyor.

Bu nedenle TC devletinin Suriye’de işgal ettiği alanlarda varlığını koruması, artı İdlib’de etkin olması ABD politikası açısından çok önemli hale geliyor.

Bu yolla ABD, hem Kürtleri “korkutmayı” başarıyor, onlara biz olmasak TC devleti gelir korkusunu vermeye çalışıyor, hem de bundan korunmak için, bize biat edin, diyor. Bu biat, elbette, Barzani çizgisi anlamına geliyor.

Son aylarda iki kritik gelişme yaşandı. Elbette her gün yeni gelişmeler yaşanıyor ve her anlamda sahada savaş sürüyor. Ama iki gelişmeyi öne çıkarmak istiyoruz. Birincisi ABD’li şirket ile petrol anlaşmasıdır. İkincisi ise petrol anlaşmasının ardından, bir ay sonra, Jeffrey’in Barzani, öncesinde de Heseke ziyaretidir.

Petrol anlaşmasının bir tarafı Suriye Kürtleridir. Diğer tarafı ise bir ABD şirketidir. ABD, bu şirkete, “Suriye’ye dönük ambargo” kararlarından muaf olma hakkı verdi. Anlaşmayı senatör Graham duyuruyor. Dışişleri Bakanı Pompeo desteklediğini duyuruyor. Yani, aslında anlaşmanın diğer ucunda ABD devletinin özel desteklediği bir firma var. Anlaşmayı, SDG duyurmadı, önce ABD tarafı duyurdu. Şirket tarafında üç isim öne çıkıyor. Jim Reese, ABD ordusunda “Delta Force” adı ile bilinen bölümde albay, TigerSwan’ın kurucusu. TigerSwan, bir güvenlik şirketi, Suriye sınırında, Kobané dahil mayın temizleme işi yapmış, kirli işlerinin haddi hesabı yok. İkinci kişi, eski ABD Kopenhag Büyükelçisi James Coia. Tek başına bu isim bile, petrol meselesinin bir ucunda Suriye Kürtleri varken, diğer ucunda ABD devletinin olduğunu gösteriyor. Üçüncü isim John Dornier. Bu şirkette, petrol işi konusunda az çok deneyimi olan tek kişi işte bu kişi.

Aslında, tümünü içine bile alsa, Suriye petrolleri, dünya petrol piyasası için önemli değil. Hele hele ABD için hiç değil. Ama Suriye ile pazarlık ilişkisi, Kürtlerin ABD kontrolü altına girmesi meselesi açısından çok önemli.

Sorudur; acaba, bu petrol anlaşmasının Barzani ile bağı nedir?

Böylesi anlaşmalar konusunda usta olan ABD, elbette birçok şey planlıyordur. Ama ne planlıyor olursa olsun, bunun Kürtlerin hiçbir kesiminin faydasına olmayacağı açıktır. Tüm tarih, bunun sayısız örnekleri ile doludur. Dahası, bu anlaşmalar, Kürt devrimini bugüne getiren sosyalist ve özgürlükçü damarın yerine, uzlaşmacı, gerici, işbirlikçi Barzanici damarın güçlenmesi için kullanılacaktır.

Petrol anlaşması ile elbette ABD, yarının Suriye’sinde, daha çok Rusya ile pazarlık edebilmek için, bir koz eline almıştır. Amacı da budur.

İkinci gelişme, James Franklin Jeffrey’in bölgeye ziyaretidir. Jeffrey’in ziyaretini, Mehmet Ali Çelebi, “Artı Gerçek”te haberleştirdi. Mehmet Ali Çelebi, haberinde, Jeffrey ile ilgili şunları da ekliyor:

“Anlatısında özgürlükler olmayan James Franklin Jeffrey, pragmatist, güvenlikçi ekolden, statüko savunucusu. Demokrasi, adalet, özgürlük vizyonu olmayan ufku dar, köhne CIA bürokratı zihin kodları taşıyor. Suriye, Irak ve İran’daki halklarına dair olgusallıkları gözardı eden projektörden bakıyor; eşitlik, merkezi yönetimde ısrar yerine devolüsyon (yetki devri) taleplerine, çoklu dil ve kültürel taleplerine, beklentilerine stratejik olarak değil taktiksel olarak bakıyor.

“Kolonyalist sistemin devamı için, hegemonya aşınmasını önlemek için denklemler üretmeye çalışan, kolonyalist politikaları yeniden yaygınlaştırmaya dönük düşünsellik içerisinde. Kürtler, Asuri-Süryaniler, Ermeniler, Ezidiler, Çerkesler, Alevi Türkmenler’in tarihsel evrensel haklarını önemsemeyen iklimin sorumlularından. Stratejik vizyon üretme yerine statüko koruyucularının sürüklemeye çalıştığı Cenevre Konferanslarına halkların katılımının frenlenmesinin sorumlularından.

“… Jeffrey eski bir subay. Soğuk savaş döneminde Vietnam, Batı Almanya, Bulgaristan’da bulundu. CIA’da görev yaptı. 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesi sonrası Türkiye’de görevlendirildi. Adana ve Ankara’da subay olarak bulundu, Türkçe öğrendi. Irak işgali sırasında Irak’ta görevler aldı. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a Irak danışmanlığı yaptı. ABD Başkanı George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı yardımcısı idi. Bağdat (2004-2005) ve Ankara’da (2008-2010) büyükelçilik yaptı. Çalkantılar çıkarmak, yönetimleri alaşağı etmek hedefli İran-Suriye Politika ve Operasyonlar Grubu’nun (ISOG) yönetiminde bulundu. Büyükelçiliği döneminde de sonrasında da AKP-MHP politikalarının destekçisi oldu.” (www.artigercek.com).

Haberi, daha çok haber-yorumu kaleme alan Mehmet Ali Çelebi, detaylı bir toparlama yapmış. Ama Jeffrey’in geçmişine bakıp, onun yerine başka ABD’li yetkililer olsa, farklı sonuçlar elde edileceğini düşünmek yanlış olur. Jeffrey ya da başkası, her biri, bölgede uygulanacak politikanın temsilcileridir. ABD, her zaman halkları katleden, yeryüzünde ilk ve tek atom bombasını kullanan, Kızılderilileri yok eden bir katliamcı geleneğe sahiptir. Hiçbir emperyalist güç, halkların hiçbirine “dost” olamaz. Ve elbette bu şaşırtıcı da değildir.

Şimdi, Kürtler söz konusu olunca, Jeffrey onlara dost olabilir mi? Bunu düşünmek, hepimiz için çocukluk olur. Sanırım, Mehmet Ali Çelebi, bu haber-yorumu ile, Kürtler arasında böyle düşünenlerin olduğundan duyduğu endişe ile bu bilgileri özellikle veriyor.

Evet, mesele de budur. Kürt hareketi içinde, bugün değil, çok eskiden beri var olan Barzani çizgisi ile, Kürt devrimini bugünlere taşıyan sosyalizm ve özgürlük çizgisi, şimdi daha net ortaya çıkmaya başlamıştır.

Jeffrey, 20 Eylül’de Heseke’yi ziyaret ediyor. Boşuna değildir. 22 Eylül’de ise Barzani ile görüşüyor.

Bu son aylarda, Suriye Kürdistanı’nda bazı gelişmeler oldu. Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt partileri bir araya gelerek, PYNK’yi (Kürt Ulusal Birliği Partileri) oluşturdu. İçinde 25 örgüt var, hepsi parti değil. PYD, bu grubun içindedir ve etkilidir.

Bunun dışında bir de ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) var. Bu KDP ile bağlantılı. Hatta, bu grubun, ABD, İngiltere, Türkiye, Fransa bağlantıları da var, eski ÖSO grupları ile de bağlantıları var.

ABD arabuluculuğunda, PYNK ile ENKS arasında görüşmeler oldu. Sonunda Kürt Yüksek Mercii (Konseyi) oluşturuldu. Bu konsey, Kürtler adına karar verecek bir konsey olacaktı. 40 üyesi olacak, 16’sı PYNK, 16’sı ENKS ve 8’i diğer gruplar olmak üzere oy hakları olacaktı.

Jeffrey 20 Eylül 2020’de Heseke’ye geldiğinde, hem ENKS, hem de PYNK ile görüştü. Bu görüşmelerin ardından, 22 Eylül’de Barzani ile bir araya geldi.

Petrol anlaşması ile, bu ziyareti birlikte ele aldığımızda, Suriye Kürdistanı’nda gelişen ABD’ye biat etme eğiliminin güçlendiğini söylemek mümkündür. Bu noktada PKK’ye dönük saldırıların artması, TC devletinin Kuzey Irak’a dönük üsler organize etme girişimleri de anlam kazanmaktadır.

ABD, elbette Kürt devrimci hareketini kontrol edebilmek için, hareketi Barzani çizgisine taşımak, Barzani çizgisini egemen kılmak istiyor. Bu açık ve nettir. Bu noktada TC devleti de ABD ile aynı yönde hareket etmektedir. ABD, bu politikanın hem mimarıdır, hem de planlayıcısı, uygulayıcı ise TC devletidir. Türkiye tarafında, HDP’ye dönük tutuklamalar da bunun içindedir. HDP ve daha da önce DBP üzerine saldırılar, aslında Barzani çizgisinin önünü açmak içindir. Türkiye sahasında tüm bu tutuklamalar, oldukça planlıdır ve Barzani çizgisinin egemen olması amacını gütmektedir.

ABD, elbette, Suriye savaşını, İran savaşı şeklinde büyütmek, tüm bölgeyi savaş alanı yapmak istiyor. Kudüs planı ile, birçok ülkenin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, İsrail ile anlaşmalar imzalamaya başlamaları, aslında İran’a karşı saldırının da hazırlıkları içindedir. Kuzey Irak bölgesinde, TC devletinin, ABD ile ortaklaşa oluşturdukları üsler, gerçekte böylesi bir büyük savaşın hazırlıklarıdır.

Resmi büyütünce, tüm bölgede bir devrimin mayalandığını da görmek mümkündür.

Bölgemizde emperyalist politikalar, çok hızla deşifre olmaktadır.

Evet, bölgemizde hâlâ, bir emperyalist güce yaslanarak ayakta kalma umudu vardır. Ama bu eskisi kadar güçlü değildir. Evet hâlâ yaygındır. Ama yıkılması da zor değildir.

Filistin meselesinin İslamcı politikalarla, kapitalizmi temel alarak üretilecek reformlarla çözülemeyeceği artık ortadadır.

Bölgemizde, halkların direnişi gelişmektedir. Sudan, Mısır, Lübnan, Suriye, İran, Türkiye, Irak vb. halkların direnişi, gerçekte Kürt devriminde olduğu ölçüde kökleşmiş örgütlenmeler yaratamamış olsa da, sürmekte, gelişmektedir.

Bu etkenler, bölgemizde devrimci bir dönemin gelişmekte olduğunun işaretleridir. Bu noktada, küçük büyük demeden, her örgütün direnişi, gelişimi önem kazanmaktadır. Zira bir devrimci örgütlülüğe dayanmayan sınıf hareketleri, devrimi gerçekleştiremez.

Suriye savaşı, henüz bitmemiş olsa da, aslında Suriye halklarının emperyalizme karşı direnişinin ifadesidir. Sanki IŞİD, sanki ÖSO, sanki TC devleti, ABD’den bağımsız olarak orada varmış gibi düşünmek, aslında bildiklerine, gerçekliğe gözünü kapamak demektir. IŞİD’in babaları, onu yaratanlar, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb.dir. Bunların elleri kanlıdır ve bu elle, kim el sıkışırsa, yeni bir katliama kapı aralamış olacaktır.

Bölgemizdeki halkların bu güçlere, ne kadar büyük olursa olsun, kendi geleceğini emanet etmesi diye bir durum kabul edilemezdir. Sonu önceden belli olan bir süreçtir bu.

Kürt devrimi, bölgede gelişmekte olan devrimci mayalanmayı daha da hızlandırabilir. Barzani hareketi, bölgenin paylaşılması savaşımının paravanı olarak hizmet görmektedir.

ABD’nin hegemonyası dünyanın her alanında çözülmektedir. Bu çözülüş elbette onu daha saldırgan hâle getirmektedir. Ama bu eğik düzlem üzerindeki kayış, engellenebilir değildir.

Bu durum, bölgemizdeki ABD planlarının da hayata geçme olasılığını azaltmaktadır. Ama buna güvenmek ve oturmak yanlıştır.

Bölgemiz halklarının, işçi sınıfının görevi, devrimi örgütlemek, bölgedeki her türlü emperyalist varlığa son vermektir. Bu rota belirlendi mi, gelişmelerin yaratacağı fırsatlar da doğru olarak değerlendirilebilir. Ama bu rota yoksa, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki her türlü çatışmasından bir sonuç elde etmek mümkün olmaz.

Demokratik kitle örgütleri üzerine

Liberal “aydınlar”dan eskiden daha çok duyardık, “örgütlü toplum” diye söze başlarlardı. Bugünlerde, bu konudaki istekleri azalmışa benzer. Artık, ağızlarında, STK (sivil toplum kuruluşları) sözcüğü kendine yer bulmuş

Sınıf mücadelesinin gereğidir: Egemen sınıf, kendi kabullerini topluma dayatırken, kendi dilini, kendi jargonunu da topluma dayatır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) yerine, STK sözcüğünün kullanılması tam da böyle bir şeydir. Egemenlerin dili, egemenlerin tarihi temel alındı mı, ideolojik mücadele kaybedilmiş ve burjuva egemenlik için büyük bir kolaylık oluşmuş demektir.

Mesela “terörist” böyledir. Devlet kendine muhalefet eden, karşı çıkan herkese terörist diyor. Bugünlerde Trump, ABD’deki Antifa hareketine “terörist” diyor. Her emperyalist gücün kendine ait teröristleri var. Ama onlar, nerede özgürlük için, savaşsız bir dünya için, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden varsa onlara terörist diyorlar. Ülkemizi ele alın. PKK “terörist”tir diye yaygara koparan devlet, ev yakıyor, köy boşaltıyor, çoluk çocuk öldürüyor, helikopterden adam atıyor, işkence yapıyor vb. Ama devletin bu şiddeti terör, devletin kendisi terörist olduğu hâlde, devlet, kendi hakkını arayan bir genci, kadına şiddete karşı çıkan bir kadını, savunma hakkından söz eden bir avukatı, sendikal mücadele için eylem yapan bir işçiyi, tren kazasında yakınlarını kaybedenleri, çevre katliamına karşı çıkan bir mühendisi ve nihayet korona virüse karşı mücadele için en önde uğraşan sağlık emekçilerini “terörist” ilan ediyor.

Bu örnek, “terör” ve “terörist” meselesi, bize kavramların neden seçilerek kullanılması gerektiğini gösteriyor.

Demokrasi kavramı da böyledir. Her türden burjuva demokrasisi, aslında burjuva diktatörlüğüdür. Burjuvalar için bir sınırlı demokrasi demek olan burjuva demokrasisi, karakteri açısından tekelci polis devletinden ya da faşizmden ayrılmaz. Sadece burjuva demokrasisi daha olağan döneme özgüdür, her zaman en üstteki, en gelişmiş burjuva sınıfa hizmet etmek üzere, ama olağanüstü dönemlerde devlet bu eski kurumlarının üzerindeki şalı kaldırır ve doğrudan kendi dişlilerini göstermekten geri durmaz. Tekelci polis devleti, işte bu nedenle, faşist devlet çarkının üzerindeki dişlilerini örterek, olağan dönemde dahi, olağanüstü dönemin yapılarını içine barındıran bir yapıdır. Tekelci egemenlik, yani kapitalizmin geldiği aşamaya bağlı olarak, burjuva demokrasisinin dönüşümünü ifade eder ve bunun ilk hâli, faşizm olarak ortaya çıkmış bir karşı-devrim örgütlenmesidir.

Demek oluyor ki, “demokrasi” sözünü duyan her işçi, her zaman sormalıdır, kimin için? Bu soru olmadan demokrasi burjuva egemenliği örten bir araçtır.

DKÖ yerine STK kullanılması da böylesi bir konudur. Tarikatlara STK diyenler, kalkıp, mesela sendikaları, dernekleri, odaları vb. de STK olarak adlandırmaktadırlar.

DKÖ denildi mi, birincisi, bir kesimin, bir kitlenin, ekonomik-demokratik haklarını savunmak üzere oluşturdukları örgütlenmedir.

İkincisi bu örgütlenme, geniştir. Yani, farklı ideolojiden de olsa, tüm kitleye açıktır. Bir sendika, kimseye, oyunu nereye vereceksin sorusuna verdiği yanıta göre üye olma olanağı vb. sağlamaz. Sendika, belli işkolunda çalışan işçilerin tümünün örgütü olmayı ister, hedefler. İşçilerin ekonomik, sosyal, demokratik haklarını savunur. Oysa bir siyasal parti, belli bir siyasal programa sahiptir ve bu açıdan, daha dar bir örgütlenmedir.

Üçüncüsü, DKÖ’ler, elbette “demokratik” bir işleyişe sahiptirler. Yönetimleri seçilir ve bir sonraki kongreye kadar görevde kalırlar. Belli sayıda üyenin başvurusu ile seçilmişlerin eylemleri ve çalışmalarını denetlemek, yeniden seçmek üzere olağanüstü genel kurula giderler vb. Denetime açıktır ve denetim, tüm üyelere açık bir tarzda yapılır.

Tüm bu kitle örgütleri, elbette, kendi kitlelerinin haklarını, varsa başka toplumsal kesimlere karşı savunur, ama en çok da açık olarak devlete karşı savunur. Örneğin bir sendika, bir yandan, işçi sınıfının haklarını burjuvalara karşı savunur ama bunu elbette karşısında devleti bularak yapacağı için, aynı zamanda toplumsal muhalefetin bir bileşenidir.

Bugünlerde Saray Rejimi, ısrarla, üç kurumun üzerine gitmeye başladı: Barolar, Tabipler Birliği ve Mimar ve Mühendis Odaları. Bu üç kurum, aslında, Saray’ı rahatsız etmektedir. Mesela Kaz Dağları gibi çevrenin yağmalanması ya da rant kaynaklarının çoğaltılması veya savaş ekonomisi söz konusu olduğunda, bu kurumlar, aslında, hem insanî olarak, hem de görevleri gereği tutum almak zorundadırlar. Diyelim ki bir doktor, savaşı destekleyemez, bunu açıktan yapamaz. Mesleği bunu yapmasına engeldir. Ama öte yandan, doktor, insanî olarak da, buna karşı durmalıdır, her insan gibi. Diyelim ki, bir mimar, Kaz Dağları yağmalanırken sessiz kalamaz ya da akıl almaz bir çirkinlikle gelişen ranta dayalı şehirleşmeye karşı durması meslekî açıdan zorunluluktur. Artvin’deki yağmadan her türlü hak ihlali durumuna, bir avukatın, mesleği gereği harekete geçiyor olması gerekir.

Oysa rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, bu kesimleri susturmadan, geleceğini garanti altına alamaz. Öte yandan, eğer bugün, bu kesimleri susturmazsa, gelişmekte olan direniş daha da büyüyecek korkusunu yaşamaktadır. İşçilerin, kadınların, gençlerin artan direnişi, giderek tüm toplumu sarmaktadır ve bu DKÖ’ler, eğer susturulmazsa, bu direniş daha da büyüyecektir.

Bizim Birleşik Emek Cephesi çağrımız tam da bunu amaçlamaktadır; direnişi geliştirmek, yaymak ve örgütlemek.

Saray Rejimi de işte tam bu nedenle saldırmaktadır.

Burada bir noktanın altını çizmek gerekir. Bu örgütler, bu özellikle üç örgüt, ciddi ve doğru bir direniş geliştirebilirse, bu saldırıyı geri püskürtebiliriz. Bu açıdan geliştirecekleri direniş, işçi ve emekçilerin açık desteğini alma olanağına sahiptir.

Barolar, bu açıdan önemli bir alandır. İlk buraya saldırmaktadırlar. Neden?

1- Çünkü, içeride truva atları var. Feyzioğlu artık ne olduğu ortaya çıkmış “yüzüne bakılmayan adam” olarak lanetlenmiştir. Ama korkarız ki, İstanbul Baro Başkanı’nın dediği gibi, mesele sadece Feyzioğlu’nun baro başkanlığında kalması ile sınırlı değildir. Elbette bunu istiyorlar. Ama baroları bölme girişimi, Anayasa Mahkemesi’nden döndüğüne göre (AYM, tamamen hukuk dışı bir karar vermiştir ve AYM’nin bu kararları kimseyi şaşırtmamalıdır), iş daha büyüktür. Mesele, yukarıda söylendiği gibi, DKÖ’leri yok etmektir. Bu yolla tüm toplumsal muhalefeti susturmaktır.

2- Barolar, devlete çok yakınlaşmışlardır. Bu yakınlaşma, kendi içlerinde bile adalet ve hukuk denilince yapmaları gerekenleri yapmamaları anlamına gelmektedir. Birçok avukatın direnişine rağmen, barolar, tutum almamışlardır. Bu durum, onları zayıf hâle getirmiştir. Saldırıyı kolaylaştıran bir unsur da budur.

3- Barolar, avukatların giderek çok büyük bir bölümünü oluşturmaya başlamış olan avukat-işçileri, en başta kendilerine bir tehdit olarak görmüşlerdir. Yani, avukatlar içindeki sınıfsal ayrışma, baronun meslekî açıdan ilgisinin dışında kalmıştır Bu durum, direnişte birlikte olma ruhunu azaltmaktadır.

Şimdi, hem AYM, baroların bölünmesine ilişkin düzenlemeyi, reddetmesi yüzde yüz olarak görülen bu düzenlemeyi, reddetmemiştir. İkincisi, İçişleri Bakanlığı, baro kongrelerini ertelemiştir. Bu yolla, yeni kurulacak baroların barolar birliği seçimlerine girmeye hak kazanmaları sağlanmıştır.

Ama galiba bu arada, tüm savunma hakkı ortadan kaldırılmaktadır.

AYM’ye dönük Soylu-Bahçeli-Erdoğan salvoları, yargının tam olarak kolluk kuvvetinin parçası hâline getirilmesi girişimidir.

HDP milletvekillerinin tutuklanmasını, aydınların tutuklanmasını bunlara ekleyin. Göreceksiniz ki, hızlı bir tarzda, toplumsal muhalefeti susturma girişimi ortadadır. Ve bunlar, “nasıl olsa gidecekler” diye sessizlikle karşılanacak adımlar değildir ya da daha ilginci, “gündem değişikliği” ile sınırlı adımlar değildir.

Tüm bunlar, içeride ve dışarıda savaş hazırlıkları ile bağlantılı ele alınmalıdır. Elbette Saray Rejimi, çoktan ömrünü doldurmuş bir sistemdir ve ayakta kalmak için her yolu denemektedir. Ama beklemek, onun sonunu görme şansını elde etmek demek olmaz. Tersine, eğer beklerseniz, zaten onun değirmenine su taşımış olursunuz. Tersine direnmek, tersine korkmadan mücadele etmek, örgütlü mücadeleyi ve direnişi geliştirmek gereklidir.

– Düşünün, barolar birliği, bir bütün olarak; kongrelerini her şart altında kararlılıkla yapmak üzere çağrı yapmış olsa ve on binlerce avukat oraya toplanmış olsa.

– Barolar birliği, hemen bugünden açıklasa, “biz demokratik bir kurumuz ve eski lonca sisteminden gelen seçilmek için şu kadar yıl vb. gibi anti-demokratik maddeleri reddediyoruz, genç avukatlara, yolu açıyoruz” dese.

– Düşünün, barolar birliği, “biz savunma tarafı olarak, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer alacağız. Biz toplumsal muhalefetin ve Saray Rejimi’ne karşı direnişin bir bileşeniyiz” dese ve esas muhatabın parlamento değil, doğrudan Saray olduğunu ortaya koysa.

Evet, kitlesel direniş gereklidir. Bu sadece bizim hedefimiz olduğu için doğru değildir. Gerçekten savunma hakkı ve baroların korunması için de zorunludur.

DKÖ’ler, mesela sendikalar, 12 Eylül sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle, genç işçilere, gençliğe kapatılmıştır. Diyelim bir sendikada yönetici olmak demek, sendikada belli bir süre çalışmış olmak demektir. Bu süre öyle 6 ay, 1 yıl da değildir. Pek çok sendikada, sadece sendikalarda değil, pek çok DKÖ’de, bu “kast” sistemi vardır. Bu doğru değildir. Demokratik da değildir. Daha da önemlisi, bu durum, genç üyelere kapıları kapatmaktadır. Bu da DKÖ’leri bürokratik bir yapıya büründürmekte, dinamizmden uzak hâle getirmektedir.

Devlet bürokrasisinde bir memurum müdür olması için 10 yıl çalışmış olması meselesi ile aynı değildir. Çünkü, devlet bürokrasisinde atama vardır, seçilme değil. Oysa sendikalarda, tüm DKÖ’lerde seçilme söz konusudur. Seçilme denildi mi, üyelerin iradelerine şerh koymaya gerek yoktur. Saray Rejimi, işine geldiği zaman bir kurumda kadrolaşmak için yolları açmak istediği zaman, 10 yıllık çalışma da ne demek, diye bağırmaktadır. DKÖ’ler, devlet organları değildir. DKÖ’ler, devletin eli ile kurulan kitleyi denetleme araçları değildir, olmamalıdır. Bu nedenle DKÖ’lerde, seçme ve seçilme, daha sade olmak zorundadır. Bunu tüm sendikalara, tüm odalara, barolara vb. öneriyoruz.

Bugün, barolar daha fazla gündemdedir.

Aynı zamanda Tabipler Birliği de gündeme gelmiştir. Tabipler Birliği, açık olarak terörist olarak suçlanmıştır. Bu saldırılara karşı koymanın yolu, örgütlerin, kendi iç bütünlüğünü sağlamaları, daha sıkı bir örgütlülük için harekete geçmeleri, öte yandan ise, tüm toplumsal muhalefetle birlikte kitlesel direniş olanaklarını akıllıca yaratmalarıdır. Bu nedenle, şimdi, Birleşik Emek Cephesi içinde, direnişi hem büyütmeye, hem de örgütlemeye yönelmenin zamanıdır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...