Ana Sayfa Blog Sayfa 99

İşçi sınıfının çözümü: Birleşik Emek Cephesi

İçinden geçtiğimiz dönemde, kriz, giderek derinleşiyor. Bu aslında, 2018 ile başlayan ekonomik krizin yükseliş sürecinden daha önce başlamış bir krizdir. 2018 Ağustosu’nda, kurlarda meydana gelen yükselme, sadece krizin daha da derinleşmesinin işareti idi. Bir nevî, “hasta”nın ateşinin yükselmesi idi. Yani, kriz öncesinden de vardı.

Kriz, gerçekte, 2008’de başlayan kapitalist sistemin genel krizinin de bir parçasıdır. Aslında 2008’de başlayan “finansal kriz”, gerçek anlamı ile salt finansal alanla sınırlı bir kriz değildi, hiç olmadı. Bu krizin ülkemize yansıması, giderek ağırlaşan bir fatura şeklinde gerçekleşti. Emperyalist merkezler, sistemin ana ülkeleri, elbette krizi sömürge ülkelere transfer etme mekanizmalarına sahiptirler. Bu krizin Türkiye’ye yansımaması ya da “teğet” geçmesi mümkün değildi, zaten öyle de oldu.

Ama aslında kriz, 2008 krizi, 1917 Ekim Devrimi’nden bu yana, ilk kez, “özgün” bir tarzda ortaya çıktı. 1917 Ekim Devrimi, gerçekte, emperyalist dünya içinde “paylaşım savaşı”nın biçim değiştirmesine neden olmuştur. Ekim Devrimi ile sistemden, kapitalist dünyadan kopuşun başlamış olması, tüm kapitalist-emperyalist dünyanın egemenlerinin, devrime karşı önlemler geliştirmeyi öncellemelerine neden oldu. SSCB’yi boğmak için birlik, öne geçti. Paylaşım savaşımları ise, bunun arkasına düştü. Asla ortadan kalkmadı ama arkaya düştü. Hitler faşizmi bunun en açık kanıtıdır. Hitler, tüm emperyalist ülkelerce desteklenmiş, dünya tekellerinin açık desteğini almıştır ve SSCB’yi boğmak için bir olanak olarak görülmüştür. Hitler’in SSCB’ye saldırısı, sadece Alman burjuvazisinin heveslerinin ürünü değildir. Tersine, tüm emperyalist dünyanın ortak hevesidir. İkinci Dünya Savaşı SSCB’nin zaferi ile sonuçlandıktan sonra, işler değişmeye başladı.

ABD, dünya emperyalist efendileri adına, öncü rol alırken, atom bombasını Japonya’ya attı. Bu, savaşın gidişatı açısından, ABD-Japonya savaşının gereği değildi. Daha çok, Kızılordu’nun Berlin kapılarına dayanmasını durdurmak için, Japonya’ya bomba atarak SSCB’yi durdurma girişimi idi. Ve gerçekten de işe yaramıştır.

ABD hegemonyası, daha önceden başlamış olsa da İkinci Dünya Savaşı sonrası tescillenmiştir. Bu tescilde, atom bombasının atılmasının katkısı önemlidir.

İşte İkinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist güçler arasında, SSCB ve sosyalist devrimlerin boğulması daha da öne geçti. Bu nedenle, alttan alta süren emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı daha da derinden sürmeye başladı. SSCB çözüldükten sonra, bu durum değişti. Paylaşım savaşımı, yeniden öne çıkmaya başladı.

İşte 2008 krizi, sadece derin bir kriz olmakla kalmıyor, dahası paylaşım savaşımının etkileri ile daha da derinleşiyor. Bunu görmek gerekir.

Yani kriz, paylaşım savaşımının gerekleri ve gerçekleri ile birleşiyor.

Aynı biçimde, ülkemizdeki kriz de, bu etkilerin altındadır.

2018’de kurların yükselmesi, TL’nin düşmesi ile ortaya çıkan “ateş”, hastalığın derinleştiğinin göstergesi idi. Ama bu kadarı yeterli değildir. Aynı zamanda, sürmekte olan paylaşım savaşımının da etkilerini hesaba katmak gerekir.

Eğer Türkiye, bağımsız bir kapitalist ülke olsa idi, kapitalist bir ülke de olsa, kendine ait bazı kararlar verebilirdi. Ama durum böyle değil. Türkiye bir sömürgedir. Siyasal açıdan ABD’ye bağımlı, ekonomik açıdan ise AB’ye bağımlı bir ülkedir. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca, Türkiye, emperyalist ülkelerin “ortaklaşa sömürgesi” olmuştur. Bugün, paylaşım savaşımının yeniden kızıştığı bugün, Türkiye’nin siyasal alanı kontrol eden ABD’nin ekonomik alanı da kontrol etmesi ile tam bir ABD sömürgesi mi olacağı ya da ekonomik alanı kontrol eden ama bunu siyasal alanda bir güce dönüştüremeyen AB’nin bunu başarması ile AB sömürgesi mi olacağı sorusu gündemdedir.

Bunun ekonomik kriz ile elbette yakından ilişkisi vardır. Mesela Türkiye, ekonomik kriz sürecinde, Çin mallarına karşı vergi uygulanması kararını uygulamaya koymuştur. Bu, bağımsız bir ülke olsa idi yapmayacağı bir şey idi. ABD ve AB bu konuda ortak tutum içindedir ve hemen Çin mallarına karşı artan vergiler koymak TC devletinin tereddüt bile etmeyeceği bir konu olmuştur. Bu, aslında bu paylaşım savaşımının kriz üzerindeki etkilerine örnektir. Daha ciddi örnekler de var. Mesela Türkiye eğer kapitalist olduğu hâlde, “bağımsız” bir ülke olsa idi, Suriye savaşına böylesine dalmazdı. Elbette bu bir yandan “Osmanlıcılık” hayallerinin ürünüdür, diğer yandan, Saray Rejimi’nin “milliyetçiliğe” duyduğu ihtiyacın gereğidir, ama bir o kadar da ABD’nin emridir. Sadece emri olması da yeterlidir. Saray Rejimi, tam bir ABD tetikçisi olarak iş görmektedir ve bilindiği gibi tetikçi “emir alır”. Örnekler uzatılabilir ama bizim konumuz esas olarak kriz değil. Bu nedenle toparlamalıyız.

Demek ki, kriz, paylaşım savaşımı, üstüne ülkemizin kendi çevresinde yürüyen ve içine daldığı savaşlar birbirinin üzerine biniyor. Pandemi, işte tüm bunlarla birleşiyor.

Savaş, rant ve yağma ekonomisi, krizi daha çok artırmakla birlikte, esas olarak krizin faturasını emekçilere yıkma aracıdır da.

Pandemi, ekonomik krizin nedeni değildir. Dahası, kitlelerin tepkilerini sokağa taşırma sürecini engellediği için, krizin örtülmesi için bir araç olarak bile kullanılabilir ve kullanılmaktadır. Pandemi, bir saldırı ve savaş aracı ise, bu paylaşım savaşımına bağlı bir hamledir.

Demek oluyor ki, tek başına işleyen bir şeyden söz etmiyoruz; kriz ve paylaşım savaşımı üst üste etkiler yaratıyor.

TC devleti, bir çözülüş süreci yaşıyor ve bu yeni değildir. Bu çözülüşün üç kaynağı vardır: Kürt devrimi, Gezi Direnişi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal direniş ve uluslararası alanda süren ve Türkiye’yi de içine alan paylaşım savaşımı.

Bu çözülüş sürecini, kriz ve paylaşım savaşımı daha da hızlandırmaktadır.

Ekonomik kriz, bunun üzerine binmiştir. Bu nedenle daha da sarsıcıdır.

Ama sürece, hep sistem ve egemen sınıf açısından olup bitenleri anlamak gözü ile bakmak yeterli değildir. Sürece, işçi sınıfı cephesinden bakmak gereklidir.

Biz, direnişten söz ettiğimizde, birçok solcu bize “Gezi Direnişi bitti” diye sesleniyor. İşte tam bu nokta bizim tersini düşündüğümüz noktadır. Gezi Direnişi, Taksim dahil alanları saran milyonlarca insanın tepkisi, örgütsüz hareketi elbette artık aynı biçimde yok. Ama Gezi Direnişi, bir toplumsal patlama olarak etkilerini korumaktadır. Direnmek, suya yazı yazmak gibi değildir. Direnmek iz bırakır. Gezi Direnişi, bugün dahi, Saray Rejimi’nin uykularını kaçırmaktadır. Gezi Direnişi, bir toplumsal tepki olarak ortaya çıktı, ancak haftalar süren direniş, son derece renkli eylemlere sahip olmuştur ve bu eylemler oldukça kalıcı izler bırakmıştır.

Şimdi, direniş dediğimiz zaman, yine milyonların Taksim’de toplanmasını anlayanlar varsa, elbette hatalı bir sonuç çıkarmış olurlar. Gezi Direnişi, o kadar silinmez izler bırakmış ki, artık her direniş denildiğinde, akıllara Gezi Direnişi geliyor ve bir fabrika önünde, bir okulda, bir mahallede ortaya çıkan az sayıda insanın direnişi, “direniş olarak sayılmaz” olanlar hanesine yazılıyor.

Bu, son derece yanlış bir bakış açısıdır. İleri eylemlerin, kalabalık eylemlerin olmasını istemek ayrı bir şeydir, ama bu eylemler yok diye, daha az kalabalık eylemleri “yok” saymak, sınıf mücadelesini bir dirhem anlamamaktır.

Eğer, direnişin en küçük olanını hesaba katmıyorsanız, eğer siz kendi eylemsizliğinize bir bahane aramıyorsanız, öyle ise sınıf savaşımı konusunda hurafelere inanıyorsunuz demektir. Eğer küçük eylemler, eğer adım adım mücadele yükselmeyecekse, büyük eylemler kendiliğinden eylem olmanın, bir sosyal patlama olmanın ötesine geçemez. Ve elbette, siz kitleleri iktidar savaşımına hazırlamamışsanız, ne kadar geniş katılımlı olursa olsun, kendiliğinden eylemler sistemi yıkmaz, yıkamaz.

Kendiliğinden eylemler, ister çok sayıda yerel eylem olsun, isterse geniş kalabalıkları kucaklayan kitlesel eylemler şeklinde olsun, gerçekte, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini ve ilave olarak yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini gösterir.

Yönetilenler, eskisi gibi yönetilmek istemediklerini ortaya koymaya başladıklarında, bu gelişmiş bir bilincin ürünü olan bir tutum değildir ve “ne istediklerini” ortaya koymuş olmazlar. Ne istemediklerini bilirler.

Tribünlerde seyirci localarında yer bulan eski solcu arkadaşlarımız, gelişmekte olan kendiliğinden eylemlere bakıp, “bak görüyor musun, sosyalizm demiyorlar, ne istediklerini bilmiyorlar” diye söylenmektedirler. Öyle ya, sınıf bilinçli işçi olmadan devrim olmaz. Öyle ya, sınıf bilinçli işçi, ne istediğini bilir. Bu tribünlerde seyirci locasını ebediyen kiralamış eski solcu arkadaşlarımız, “böyle olmaz, örgüt lazım” demekten de geri durmuyorlar.

Bu bize acaba, sadece Fatih Terim gibi futboldan bir dirhem anlamayan birisinin antrenör olmasının sonucu olarak, seyircinin her maç seyrederken kendini antrenör olarak görme tepkisinin sonucu mudur? Sanmıyorum.

Bu bizim eski solcularımızın, Marksist klasikleri, yarım yamalak okumalarının, hatta her şeyi yarım yamalak okumalarının beslediği, kendi eylemsizlikleri karşısında bilgiçlik taslama tutumudur. Bir yandan, “teori” ile bakıp, direnişleri, eylemleri yorumluyorlar. Haklarıdır, yapmalıdırlar. Ama kendiliğinden eyleme bakıp, “burada örgüt yok” demek, kırmızıya kırmızı, beyaza beyaz demek gibidir. Şükürler olsun ki, kırmızıya kara diyenlerden değiller. Zaten o nedenle burada onlar hakkında tartışıyoruz. Oysa zaten kendiliğinden eylemde, örgüt arkadan gelir, başında var olmaz. Kendiliğinden, zaten bu anlamdadır. yani, eylem örgütlü olunca, kendiliğinden olmuyor. Demek ki, arkadaşlar, “örgüt” arıyorlar. Bu son derece yerindedir. Örgütsüz bu işler olmaz. Bunu biliyorlar. Ama onlar, örgütü bulup mücadeleye katılmak için aramıyorlar. Örgütü bulup, haberdar olup, sonra da “işte örgüt bu ise bu devrim olmaz” demek için arıyorlar. Yani kendilerine, seyirci tribünlerinde iken dahi, “haklı” bir gerekçe bulmak istiyorlar.

İnsanın kendi konumunu teorileştirmesi sanıldığından yaygındır.

Demek ki, kendiliğinden eylemler bize, işçi ve emekçilerin rahatsızlığını ifade ediyor.

Mesela, son bir yıldır yapılan anketlere bakalım. AK Parti oy kaybediyor, ama CHP oy kazanamıyor. Bunu anlamakta da zorlanıyorlar. Komik bir akıl yürütme, kolaycıdır, yürütme var ama akıl? İşte o belli değil. Bu arada anket şirketleri diyorlar ki %22 “kararsızlar” var. Ve “kararsızlar”, bir karar vermiş gibi ele alınmıyorlar. Ankette soruyorlar, ekonomik krizi kim çözer, Erdoğan %21 çıkıyor, hiç kimse çözemez diyenler ise %22’yi geçiyor. Anket uzmanları, “hâlâ en yüksek oran Erdoğan’da” diye yayın yapıyorlar. Nasıl oluyor? %22 hiç kimse çözemez diyor. %22’ye “acaba devrim mi lazım” diye soran var mı? 22, 21’den büyük değil mi? “Erdoğan çözer” demek mi daha zor yoksa “hiç kimse çözemez” demek mi? İşte içinde akıl olmayan bir akıl yürütme türü.

Geri dönelim, gerçekten de bu işler örgütsüz olmaz.

Önce, bilime daha yakın durmalarını öneriyoruz bu “bizim yolumuzdan bizden önce yürüdüklerini” iddia edenlere. Bu önerimizi biraz daha açacağız

Kapitalist toplum uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıfın varolduğu bir toplumdur. Biri kapitalistlerdir, sermaye sahipleri, diğeri işçilerdir, emekçi olanlar. Bu sınıflar arasındaki savaşımın tarihi, büyük ölçüde kapitalizmin tarihidir. Sınıf savaşımları, bu tarihin motor gücüdür. Bilim bunu söylüyor.

Duyuyoruz, iyi ama işçi sınıfı bitti diyenler var. Üstelik yeni de duymuyoruz. İki karşıt sınıftan biri kapitalistlerdir, o bitmiyor, o yok olmuyor, ama işçi sınıfı bitiyor! Biraz daha ciddi biçimde bilimle ilgilenmek gerekmez mi? İnanmak istediğiniz şeye inanabilirsiniz, ama o şeyi bize bilim diye satamazsınız. Bu iki sınıftan biri, yani kapitalist, varlığı işçi sınıfının varlığına bağlı olan sınıftır. Yani, işçi sınıfı yok oldu ise kapitalist çoktan yok olmuş demektir. Sizin, “böyle olmaz” dediğiniz devrim, işçi sınıfının iktidarı alması ile başlar. Önce sömüren sınıfı, burjuvaziyi, kapitalist sınıfı, yeryüzünde yok eder ve bunu başardığı gün, kendisi de yok olmuş olur. Demek ki, kapitalist sınıf, işçi sınıfından daha önce “ölecek”, yok olacak.

Kaldı ki, “işçi sınıfı” bitti tarzında söylemler, eskide kaldı. Bunu ortaya atanlar, bugünlerde kendilerinin yanlış anlaşıldığını söylemektedir.

Bugün, dünya kapitalist sisteminin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile başlayan zafer dönemlerinde yaşamıyoruz. Tersine, kapitalizm krizle sarsılıyor, paylaşım savaşımı Üçüncü Dünya Savaşı biçimlerine doğru evriliyor. Birçok ülkede işçi sınıfı, yeniden sahneye çıkıyor.

Evet işçi sınıfı, henüz, nasırlı ellerini toprağa bastırıp, sürünmekten kanamış dizlerinin üzerinde yürümeye son verip ayağa kalkmış değil. Ama sahnede yerini ayırtmış durumdadır, yakındır, ayağa kalkacaktır. Ve bugün, kapitalist sistemin temel iki sınıfı arasındaki çatışma artmaktadır, kapitalist sistemin temel çelişkisi olan üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki hayatın her alanında kendini öne çıkarıyor.

Sınıf savaşımı, toz bulutları içinde, dumanlar arasında, yeniden ön plana geçmektedir. Emperyalist paylaşım savaşımı, bugün, hâlâ önde olsa da, bu süreç işlemektedir.

Bu elbette sınıf savaşımının da keskinleşeceği anlamına gelecektir. Yani, artık, tribünlerde rahat rahat durma dönemi bitmektedir. Herkes bir saf seçmek zorundadır. Ya artık ömrünü tamamlamış, ömrünü uzatmak için bir canavar gibi her şeyi yiyen, insanlığı yok etmekte olan kapitalist sistemden yana olacaksınız ya da işçi sınıfından yana. Fark şurada, 1917’den farklı olarak bugün, kapitalizmi yıkmak, işçi sınıfının sınıf çıkarlarının gereği olduğu kadar, aynı zamanda bir insanlık ihtiyacıdır. İnsan olarak kalmak istiyorsak, kapitalizme karşı savaşımda işçi sınıfının cephesinde bir nefer olarak yer almak zorundayız.

Gerçek budur.

Sadedir, yalındır. Ama etkileyici olmadığını düşünmeyin, aceleye gerek yok, daha renkli günler önümüzdedir. Yani, bu açıdan da artık tribünlerde olmanın bir cazibesi kalmayacaktır.

Elbette devlet de sınıf savaşımına göre şekillenir. Zaten öyle de olmuştur. Bugüne ait değil, her zaman öyledir.

1917 Ekim Devrimi Avrupa’ya yayılamadı. Alman Devrimi 1919’da yiğit evlatlarını kaybederek yenildi. Liebknecht, Luxemburg ve arkadaşlarının ölümlerinin 101. yılındayız ve anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Devrimin Avrupa’da yayılışının durdurulmasının ardından, devlet yeniden organize edildi. Karşı-devrim örgütlendi.

Devlet, burjuva devlet diye daha özele taşıyalım, kapitalist sınıf adına sınıf savaşımını yürütür ve o savaşlardan öğrenir. Öğrenmek, yeni örgütlenmeler, yeni organizasyonlar demektir.

Faşizm, karşı-devrimin ortaya çıkardığı ilk biçimdir. Faşizm, SSCB’nin zaferi ile yenildi. Hitler öldü. Ama gözleri hâlâ bakmaktadır. Tekelci burjuvazinin diktatörlüğü olarak tanımlanan faşizm gidince, demokrasi mi geldi? Tekelci burjuvazinin egemenliği yerini “küçük burjuvazinin de içinde yer aldığı bir başka burjuva egemenliğe” mi bıraktı?

Faşizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan tüm burjuva devletlerce içselleştirildi. Tekelci Polis Devleti, tam da günümüz burjuva devletini analiz etmek için kaleme alınmıştır. Okumayan solumuza, okuması için önerebiliyoruz. Kaldıraç’tan çıkmıştır.

Bugün, bizim adına Saray Rejimi dediğimiz rejim, gerçekte Tekelci Polis Devleti’nin olağanüstü koşullardaki şekillenişidir. Burada olağanüstü koşulları yaratan, Kürt devrimi, Gezi sonrası Batıdaki devrimci direniş ve emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımının etkileridir. Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselmiştir. Burjuvazinin yönetme güçlüğünün de açık kanıtıdır.

Eğer bugün, baskılar arttıkça, “faşizm geliyor” derseniz, ister istemez, önceki döneme “demokrasi” demiş olursunuz. Oysa öncesi de istenir bir şey değildir. Ne AK Parti’nin 2015 öncesi “demokrasi”dir, ne de AK Parti’den öncesi.

İkincisi, faşizm, öyle gidip gelen, sarkaca benzer bir şey değildir. Devletler böyle ele alınmaz, alınmamalıdır.

Üçüncüsü, Tekelci Polis Devleti, “polis devleti”nden daha farklı bir şeydir. Tekeller çağının devlet örgütlenmesini ifade eder ve doğrusu, zaten detaylıca yazılmış olduğu için burada bir kere daha o detaya girmeye gerek yoktur.

Ve evet, devletin baskısı, saldırıları artmaktadır. Daha da artacaktır. Ancak, bu, çaresizliklerinin ifadesidir. Dinin ve milliyetçiliğin bu denli öne çıkartılması, buna rağmen bunun istenilen sonuçları vermiyor oluşu, bunun en açık kanıtıdır.

İşte bu koşullarda, bugün, burjuvazinin içinde “kurtuluş” arayışları gelişmektedir. Bunlardan birisi, “iktidarı sürdürmek”, ne pahasına olursa olsun Saray Rejimi’ni devam ettirmektir. Bunu Bahçeli, biraz daha güçsüz bir şekilde Erdoğan dile getirmektedir. İkincisi “devletin yıprandığını” söyleyen, kişileri değil de devleti kurtarmayı öneren “burjuva muhalif” görüştür. Bunu Kılıçdaroğlu, Akşener dahil, tüm burjuva partiler söylemektedir. Buna göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek üzere, devleti kurtarma projesi devreye sokulmalıdır. Üçüncüsü, burjuva demokratik muhalefet ve liberallerin savunduğu, “demokrasi”ye dönüş alternatifidir. Bu görüş, aslında ikincisi ile aynıdır, sadece yeni anayasanın demokratik olması için ilave öneriler içermektedir. İkinci görüşte “devleti kurtarmak” egemen iken, bu “demokrasi”ye dönüş projesinde bazı hakların üzerinde durulması daha öndedir.

Peki işçi sınıfının görüşü nedir?

Tam da işçi sınıfının çözümünün tartışılması gereken bir noktadayız. Öyle ya, krizin faturasını, Saray Rejimi, işçi ve emekçilere yıkıyor. Madenciler soruyor: “Bu ülkede sadece patronlar mı yaşıyor?” Yerinde bir sorudur. Bizim rahatsız ama eylemsiz bilgili kesimimize bu madencilerin yaranması mümkün değildir. Soru yerindedir, ama bizim rahatsız-muhalif-eylemsiz bilgili kardeşimiz, hemen söyleyecektir, “örgüt yok, sorsan ne olur?” Madenciler adına biz yanıt veriyoruz, örgüt yok diyerek örgüt kurulmaz.

Krizin faturasını işçilere yıkıyorlar. Peki “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olsa, işçilere yıkmayacaklar mı? “Demokrasiye dönüş” olsa, yıkmayacaklar mı? Krizin faturasını kim ödeyecek, patronlar mı?

Sahi, krizin faturasını kapitalistlere, patronlara ödetecek tek şey, işçi sınıfının iktidarı değil midir? Öyle ise krizin faturasını samimi olarak reddetmek demek, devrimci mücadeleye katılmak, direnmek demektir.

İşçi sınıfına dönük baskıların artması, acaba, Erdoğan gidince, kendiliğinden bitecek mi? Erdoğan’ı biz işçiler indirirsek, evet, ama efendiler “senin süren doldu, şimdi de şu gelsin” dedikleri için inecekse, baskı ve zülüm bitmez.

Demek oluyor ki, işçi sınıfı, kendi eylem cephesini oluşturmak zorundadır.

Biz buna Birleşik Emek Cephesi diyoruz. Birleşik Emek Cephesi; (a) Birleşik mücadeleye çağrıdır. Yani, tüm sol örgütleri, tüm kitle örgütlerini, kadın hareketini, çevre hareketini vb. mücadele etmekten yana olan herkesi kapsar. (b) Emekten yana tutum almaya çağrıdır. Yani, burada ilke, “demokrasi” gibi her yere çekilen kavramlarla yürümek değil, işçi ve emekçiden yana, emekten yana tutum almaktır. (c) Buna bir cephe diyoruz, platform vb. değil, çünkü, bu sadece bugünlük mücadele için gerekli değildir, uzun bir mücadeledir bu ve işçi sınıfının cephesinin tüm farklılıklarına rağmen yerini belirtmek amacı güder.

Diyelim ki bir kişi “demokrasi” mücadelesini, burjuva anlamda değil de, işçi sınıfının ve emeğin dünyasından bakarak tarif ediyor ve buna “demokrasi mücadelesi” demeyi seçiyor, bizim açımızdan bir sakıncası yoktur. Ama liberallerin, burjuvaların, hatta faşistlerin “demokrasi” diyebildiği bir dünyada, demokrasi kavramına çok da yaslanmak bize doğru gelmez. ABD, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelere “demokrasi” götürüyordu. Bugün, ABD Kürtlere Barzani’nin terziliğini yaptığı bir “demokrasi” elbisesi giydirmek istiyor.

Diyelim ki, bir kişi, artan baskılara dikkat çekerek “anti-faşist” mücadele ile meseleye yaklaşıyor olsun. Eğer burada anti-faşist mücadele, burjuva demokrasisi için bir mücadele anlamına gelmiyorsa, bizim için emekten yanadır ve Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir.

Diyelim ki, bir kişi, dinin rant ve yağma için kullanılmasına vb. karşıdır ve mücadele etmek istiyor. Eğer dine, burjuva sistemin bir yapıştırıcısı, sömürünün gizlenmesinin aracı olarak değil de, insan inancı olarak yaklaşıyorsa, eğer mücadelenin din üzerinden değil de, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, sermaye ve emek üzerinden yürüdüğünü anlıyorsa, bizim açımızdan yeri Birleşik Emek Cephesi’dir.

Barolara yönelik saldırılar, Tabipler Birliği’ne dönük saldırılar, Mimar ve Mühendis Odalarına dönük saldırılar, işçi sınıfının geniş bir tanımı olduğunu da göstermektedir. Hem avukatların, hem doktorların, hem mühendislerin çok büyük bir kesimi işçidir. Kendilerini işçi olarak görmeyenleri, aslında bu mücadeleden uzak olmaları nedeni ile, bazı ayrıcalıkları abartmalarından kaynaklı yanılgı içindedir. Kısa sürede bu konular, sınıf savaşımına bağlı olarak netlik kazanacaktır. Elbette ki, avukatlar, hekimler, mühendisler, mimarlar vb. bu Birleşik Emek Cephesi’nin içindedir. Durakoğlu yönetiminde bir baronun Birleşik Emek Cephesi’ne gelmeyeceğini öngörebiliriz, ama baronun içindeki gruplar da, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer bulacaktır.

Bunu uzatmak mümkündür.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının kendi alternatifinin öne çıkartılması demektir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, “devleti nasıl kurtarırız”, bu yasa tanımayan Saray Rejimi’nden nasıl bir “normal” burjuva düzene geçeriz değildir. İşçi sınıfının, emekçilerin derdi, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmaktır.

“Demokrasi mücadelesi” için samimi olanlar, Birleşik Emek Cephesi’nden korkmaz. Çünkü işçiler ne kadar örgütlü, Birleşik Emek Cephesi ne kadar güçlü olursa, haklar o kadar genişlemiş olacaktır.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının, emeğin alternatifidir. Bizim gibi devrim isteyenlerden değilseniz bile, başka bir mücadele yolu yoktur.

Birleşik Emek Cephesi, geçici, birkaç eylem yapmayı hedefleyen, ortak mücadeleyi bununla sınırlayan bir öneri değildir. Birleşik Emek Cephesi, uzun süreli bir mücadele arkadaşlığına davettir.

Krizin tüm faturası işçi ve emekçilere

Evet, öyle diyoruz: “Krizin faturasını ödemeyeceğiz.” Bunu böyle demek, aslında direniş seçeneğini seçmek, boyun eğmeyeceğimizi ilan etmek, mücadelenin her türlüsüne hazır olduğumuzu beyan etmek anlamını taşıyorsa, yerindedir, doğrudur. Ama mücadele etmeden, örgütlülüğü artırmadan, hele ki sendikaların devletle olan derin bağlarını görmeden, eyleme geçmeden, direniş yollarını genişletmeden bunları söylüyorsak, tam da boşuna konuşmuş oluyoruz. Aslında, krizin tüm maliyetini de kabul etmiş oluyoruz. İster niyetimiz bu olsun ister olmasın.

Kapitalist toplum, çıkarları uzlaşmaz iki sınıfın birlikte yaşadığı ve çatıştığı bir toplumdur. İster “okumuş-yazmış” takımı bu iki sınıfın birinin, işçi sınıfının artık var olmadığını söylesin, ister başka çelişkilerin bu emek-sermaye çelişkisinin önüne geçtiğini ilan etsin, ister işçi ve kapitalist sınıfların kavgasını “demode” ilan etsin, gerçek değişmez.

Gerçekler inatçı şeylerdir deyimi eskidir ve hâlâ geçerlidir.

İşçi sınıfı artık yoktur demek için, işçi sınıfının bir zaman var olduğunu; sınıftan söz ediyorsak, karşıtı olarak da burjuvazinin, kapitalist sınıfın var olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Lütfettiniz, ama bu sizin başınızı derde sokar. Eğer bu iki çıkarları uzlaşmaz sınıf var idi ise, işçi sınıfı yok oldu da, kapitalist sınıf ne oldu? Yoksa artık kapitalistler, kendi fabrikalarında kendi kanlarını mı emiyorlar, sermayelerini böyle mi büyütüyorlar?

Bu “aklını işçi sınıfının yok olması isteğine” takmış olanlardan ricamız, gitsinler, özellikle kriz dönemlerinde zenginleri ikna etsinler, desinler ki, işçi sınıfı maalesef yok, öyle ise krizin faturasını siz çekin. Belki o zaman, hizmetlerinde oldukları efendilerinden de bir okkalı yanıt alabilirler. Okumuş-yazmış ve kalemini burjuvalara satmış olanlar, sıra kendilerine gelinceye kadar, yalakalıklarına son vermezler, çünkü bunlar, insan soyunun en şerefsizleridir. Günü geldiğinde bizim söylediğimiz bu sözleri, kendi efendileri de onlara söyleyecektir.

Krize dönelim.

2008’de dünya kapitalist sisteminin merkezlerinden ABD’de patlayan, adına “finansal kriz” denilen ama finansal krizi kat be kat aşan kriz, kapitalist sistemin henüz çare üretemediği bir krizdir. Dünyada üretilen mal miktarı, ihtiyaç duyulanın 2,5 katı kadardır ve bu şartlarda, aşırı üretim krizi, finans sisteminde ortaya çıkan ile iç içe geçmiştir. Kâr için üretim, kapitalist üretim, artık ömrünü doldurmuştur.

Bu kriz, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma savaşı ile birleşmiştir (Bu paylaşımdaki başlıca emperyalist güçler; ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa’dır. Diğerleri bunların müttefikleri şeklinde ortaya çıkacaktır. Ve Rusya ve Çin’i, bu emperyalist paylaşım savaşımının dışında görüyoruz. Rusya ve Çin, bu savaşın içindedir elbette ama paylaşım savaşının değil. Bunun anlamı; her ikisini de emperyalist görmüyoruz. Sosyalist olmadıkları kadar, emperyalist de değildirler. Bugün tablo böyle görünüyor). Yani, emperyalist güçler arasında su üstüne çıkan, SSCB sonrasında öne çıkan paylaşım savaşımı, kriz döneminde daha da hız kazandı.

Ve elbette, paylaşım savaşımına tutuşmuş efendiler, “pandemi”yi de bu savaşa eklediler. Demek ki, paylaşım savaşımı, kriz ve artı pandemi bir aradadır ve birbiriyle bağlıdırlar.

Pandemi, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için özellikle etkili bir alet olarak kullanılmaktadır. İstedikleri zaman “pandemi” bahanesiyle sıradan hak arama eylemlerini yasaklıyorlar. İstedikleri zaman “pandemi” korkusunu kullanıyorlar. Ama diğer yandan, pandemi için, yok denecek kadar anlamsız önlemler almakla yetiniyorlar. Önlemlere bakılınca olmayan pandemi, eylemlere sıra geldiğinde en önemli olay hâline geliyor.

Kendisi paylaşılacak pastanın içinde olduğu hâlde, emperyalist efendilerine kâhyalık yapan egemen yöneticilerinin “büyük devlet” hayali kurmakla meşgulmüş gibi yaptığı Türkiye, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için, Saray Rejimi’nin, baskı, karartma ve manipülasyon politikasına ilave olarak pandemi durumunu da kullanmakta tereddüt etmiyor. Dahası, savaş naraları ile, ABD emrinde bir tetikçi olarak tüm bölgeyi yakmaya soyunuyor. Böylece içeride “milliyetçilik” ile halkı afyonluyor, dışarıda ise ABD emirlerini uygulayarak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Savaş, ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak için yeni bir yol oluyor.

Pandemiden bu yana, ülkede zenginlerin servetlerine servet katılıyor. Milyoner sayısı artıyor. Ama, yıl başında 500 dolar olan asgarî ücret, bugün 300 doların altına indi. İşçi ve emekçiler, satın alma gücünün %40’ını kaybettiler. Halk yüzde 40 fakirleşirken, birileri kârlarına kâr kattı. Bankalar, şirketler, milyonerler servetlerini büyüttü. Saray çevresine çöreklenmiş müteahhitler-zenginler trilyonlarca lira parayı hortumladılar.

TC devleti ya da Saray Rejimi, yeni yılın bütçesini açıkladı. 2021 yılının bütçesinde gelir kalemleri içinde en başta gelen vergilerdir.

Kabaca, 1 trilyon TL vergi geliri var. Bunun yaklaşık 450 milyar TL’si KDV’den, yaklaşık 220 milyar TL’si ÖTV’den oluşuyor. KDV ve ÖTV, günlük alışverişiniz sırasında ödediğiniz dolaylı vergilerdir. Siz elma için KDV ödersiniz, market, bu KDV’yi devlete öder. Acaba öder mi? 2019 yılında, şirketler ödemesi gereken KDV’nin (tahakkuk eden KDV) %64’ünü ödemişler. Bu faturasız satışları içermez. Faturasız satış olunca, KDV ortaya çıkmaz, tahakkuk etmez. Demek ki, %36’sını, işverenler, kapitalistler, ödememiştir. Bu parayı, kendi kararları ile sermayelerine eklemiştir. Nasılsa af çıkar. Ve Ekim 2020’nin sonundaki “torba yasa”dan, vergi affı çıkmıştır. İsterlerse şimdi ödeyebilirler, faiz yok.

Vergilere devam edelim, gördük ki, %60’ından fazlası dolaylı vergilerdir, bütçe gelirlerinin.

2021 bütçesindeki gelirlerden yaklaşık 220 milyar TL’si gelir vergisidir. Gelir vergisi, her işçinin (kendilerine işçi desin demesin her memurun, her mühendisin, maaşlı çalışan herkesin) maaşından kesilir. Bir de eğer şirketler “kâr” beyan ederlerse, onlar da bir gelir vergisi verirler. Bu verginin de, büyük bölümünü, çalışanlar verir.

Patronların verdiği bir vergi türü “kurumlar vergisi”dir. Kurumlar vergisini işçi ve emekçiler vermez. Ülkede kâğıt üstünde 1 milyon şirket var, ancak bunların 800 bin civarındaki faaldir. Bu şirketlerin 2021’de planlanan kurumlar vergisi ödemesi yaklaşık 112 milyar TL’dir.

Şimdi, şöyle bir düşünelim, 245 milyar TL açık vermesi planlanan 2021 bütçesine bakınca, acaba, krizin faturasını kim ödemektedir?

Siz duydunuz mu acaba, Cumhurbaşkanının 189 bin TL olan maaşını, bundan böyle almayacağım dediğini?

Hiç duydunuz mu, zenginlere dönük bir vergi artışı, işçilere dönük de bir vergi indirimi ortaya çıktığını?

Son çıkan, “torba yasa” krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak için (hani aslında olup olmadığı tartışılan, yok hükmünde ele alınan işçi sınıfına) yeni adımlar atılmaktadır.

1- “Varlık barışı” çıktı. Yani, kayıtsız kuyutsuz malınızı sisteme sokun çağrısıdır bu. AK Partili dönemde defalarca yapılmıştır.

2- Aynı “torba yasa”dan, “vergi affı” çıktı. İşçiler, maaş bordrolarında vergilerini önceden verirler. Yani, işçi, eline maaşını alıp, şimdi gidip bunun bir bölümünü vergi olarak vereyim demez. O nedenle de vergi kaçıramaz. Vergi affı, demek, işçiler için değildir. Gelirini önce kazanan, sonra vergisini vermesi gerekenler içindir. KDV’sini vermemiş, gelir vergisini ödememiş, ÖTV’sini ödememiş, kurumlar vergisini ödememiş olanların faizleri siliniyor ve borçları taksitlendiriliyor.

3- Sadece şirketlerin ödediği bir vergi olan “kurumlar vergisi” oranı, %20’den yüzde 15’e indirildi. Yani, asgarî ücretliden %25 vergi kesen devlet, şirketlerden %15 alacak.

4- Peki, işçiler için bu yasada bir şey yok mu? Var elbette. Torba hâline gelmiş her yasadan işçi sınıfına dönük bir saldırı çıkar. Amaç, bu saldırıyı örtmektir. Torbadan, kıdem tazminatı saldırısı çıktı. Kıdem tazminatına karşı saldırı için çeşitli denemeler yapmış olan devlet, bu kez, yeni bir yol buldu. İşçileri böldü ve sendikaları etkisiz hâle getirdi. 25 yaşının altında çalışanlarla “süreli” iş-sözleşmesi yapma olanağını yasallaştırdı. Aynı uygulama, 50 yaşın üzerindekiler için de devreye sokuldu. Şu anda, 25-50 yaş arasındakilerin kıdem tazminatı hakkı kaldı. Diğerleri, süre bitiminde işlerine son verileceği için, kıdem tazminatı alamayacaklar.

5- Sigortasız adam çalıştıran işverenler affedildi. Böylece sigortasız çalışma ödüllendirildi. Şimdi bu yolla, kendi kendini ihbar edecek işverenler olacağından, işsiz sayısı bir hayli azalacak beklentileri var.

Bütçenin gider kalemleri de önemlidir. Gelirin nasıl harcanacağını gösterir. Saray ne kadarını alacak, diyanet işleri ne kadarını alacak, tarım için ne kadarı harcanacak, eğitim için ne kadarı gibi.

Saray müteahhitlerine, 31 milyar TL ödenecek.

Yol, köprü vb. gelir garantisi verilmiş işlerin şirketlerine de 35 milyar TL ödenecek (üç yılda 109 milyar TL).

İşverenlere, hani kurumlar vergisi verenlere, teşvik ödemesi olarak 231 milyar TL verilecek.

Uzatmaya gerek var mı?

Demek ki, Saray Rejimi, krizin tüm faturasını işçi sınıfına yıkmak için her türlü önlemi almaktadır.

Laiklik savunucusu olarak ortaya çıkan patronların, böyle bir bütçeyi görünce, laiklik vb. meseleleri unutup, Saray Rejimi’nin arkasına dizilecekleri açık değil mi?

Saray Rejimi, açık olarak, işçi sınıfını düşman belirlemiştir. Burjuvazi, açıkça tüm faturayı halka yıkma kararlılığındadır.

Artan vergiler, artan faturalar, aslında bunun hazırlığıdır.

İşçi sınıfı, örgütsüz olduğu için, işçi sınıfı yeterince kararlı bir direniş gösteremediği için, işçi sınıfı sınıf bilinci ile hareket etmediği için, buldukları boşlukta burjuvalar, Saray Rejimi eli ile krizin tüm faturasını işçi sınıfına yıkmaya karar vermişlerdir.

Bakan, acaba neye bakar?

Bunu bu bütçe rakamları, hedefleri yeterince açık olarak ifade etmektedir. Bakan ya da Saray Rejimi, bir yandan ayakta durmak için efendisi ABD’nin tetikçiliğini yaparken, diğer yandan içeride tekellerin çıkarlarını korumak için her yolu denemektedir.

Bakan, “dolara bakmıyorum” diyor.

Merkez Bankası, Ekim ayının sonunda bir açıklama yaptı ve o da döviz kuruna bakmama kararı aldı.

30 Eylül itibari ile TC devletinin merkezî yönetiminin döviz cinsinden borcunun toplamı 1 trilyon 44 milyar civarındadır. Doların bir haftada 8,32 TL’ye yükselmesi ile borç miktarı 47 milyar TL artmıştır.

Emeklilerin maaşlarını verdik diye övünen bir iktidarın, 47 milyar TL borç artışına neden olan döviz kurunu önemsememesi, gerçekten de ilgiye değer bir çaresizliktir. Doktorların, sağlık çalışanlarının ödemelerini yapmayan bir devlet, sağlık alanında, pandemi koşullarında, bu artıştan daha az para harcamıştır. Yani, 47 milyar TL’ye önemsiz demek için, gerçekten, kendilerinin de afyonlanması gerekir.

Biraz ABD’den örnekler verelim mi?

ABD’de en zengin 50 kişinin serveti, 162 milyonunkine eşit.

ABD’de en zengin %1’in mal varlığı 34,2 trilyon dolar, en yoksul %50’ninki ise ancak 2,08 trilyon dolar.

2020’nin ilk 7 ayında, ABD’de, 50 kişinin serveti 339 milyar dolar arttı.

Demek ki, kapitalizm, artık sürdürülebilir bir sistem olmanın sınırına gelmiştir. Bu nedenle, daha fazla şiddete, daha fazla baskıya başvurmak zorundadırlar. Hedefleri, işçi sınıfını nefessiz bırakmaktır.

Türkiye’de 3 milyon 489 bin kişi borçları nedeniyle icralık durumdadır. Bu 3,5 milyon kişi, aileleri ile birlikte ele alınırsa yaklaşık 14 milyonluk bir nüfus demektir. Ve dahası da gelecektir. Bu rakam, önümüzdeki üç ayda, yani Ocak 2021 sonunda, kendini katlayacaktır.

Bireysel kredi ve kredi kartı borçları toplamı yaklaşık 813 milyar TL’dir. Vergi borçlarını affeden devletin, bu borçlara karşı ilgisizliği takdire şayan değil mi?

Bakan, acaba nereye bakıyor? Anladık, dövizin yükselmesine bakmıyor. Tamam, ama acaba nereye bakıyor? Bunca süre boyunca, döviz yükselmesin diye garip önlemler alan Saray Rejimi’nin Damat Bakanı, artık dövize bakmıyor. Neye bakıyor?

Damat Bey’in ilgi alanları, son dönemde ortaya çıkan raporlara göre şöyle:

  • Taliban’a para aktarılması.
  • Kara para aklama
  • Online kumar
  • Porno sitelerine para aktarılması.

İnanmanız güç ise, lütfen FinCEN belgelerine bakın. Kısa bir özet Kaldıraç 231. sayıda, sayfa 6’da bulunabilir.

İşte Bakan, buralara bakıyor. Komisyoncu kayınbabanın çok mimikli damadı, işte bunlara bakarak Hazine Bakanı oluyor.

Durumu daha da açık hâle getirmek için, bir de milli gelir hesaplarına bakalım. Öyle ya, “ulusal çıkar”, “milli çıkar” deyince akan sular durmaktadır. Sağlık Bakanı, hasta sayısını gizlediğini itiraf ettiğinde bunu “ulusal çıkarlar” için yaptığını açıkladı. Ama doğrusu, bu “ulusal çıkar”ın ne olduğunu anlatmadı.

Milli gelir hesapları, bir ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetler üzerinden hesaplanıyor. Sonra bu rakam, nüfusa bölünerek, kişi başına düşen milli gelir bulunuyor.

2018 yılı milli geliri, 784 milyar dolar. 2019 ise 740 milyar dolar.

2019 nüfusu 82 milyon olarak hesaplanırsa kişi başına düşen milli gelir 9000 dolar anlamına geliyor.

Yani, 4 kişilik bir ailenin yıllık geliri 4 x 9.000 = 36.000 dolar, yani, 2019’da doları 5 TL olarak hesaplarsak, 36.000 x 5= 180.000 TL, yani aylık 15.000 TL anlamına gelir. Soru: Acaba kaç ailenin aylık geliri 15.000 TL’dir 2019 yılında?

TC devletinin rakamlarla hile yapma kurumlarının başında TÜİK geliyor. Eskiden İstatistik Enstitüsü idi. Şimdi Türkiye İstatistik Kurumu oldu. TÜİK olarak kısaltılıyor. TÜİK’in enflasyon hesapları, dünya literatüründe, istatistikî yalan konusunda bir çığır açmaya devam ediyor. Dolar %30 artıyor, ama enflasyon %11 oluyor. Piyasada faiz %15-18 arasında, ama Merkez Bankası faizi %10,25 olarak ilan ediyor, bankalara ise arkadan %14 faiz veriyor.

Damat Bey, çocukluğunda, Gülen okullarında epeyce bilgisayar oyunu oynamış. Bilgisayar oyunları ile, Hazine Bakanlığını yönetmeyi “liyakat” olarak açıklayan bir sistemde, elbette sakıncalı da değildir. Ancak bu kadarı olabilir.

Aynı TÜİK, milli gelir hesaplama yöntemlerine müdahale etti. Yaklaşık 100 milyar dolarlık bir ayak oyunudur bu.

Bu hesapla, 2020 milli geliri, 661 milyar dolar olarak beklenmektedir. Ülke nüfusu ise, bir görüşe göre 83 milyon, bir başkasına göre ise 85 milyonu geçmiş durumda. 661 milyar doları 83 milyona bölersek kişi başına gelir 7900 civarında çıkacaktır.

Yukarıdaki aile gelir hesabını yaparsak, 4 x 7900= 31.600 x 8,30= 262.280 TL /12 = 21.857 TL aylık hane geliri demek olur. Ülkede, kaç hane, aylık 21.857 TL gelir elde etmektedir? Demek ki, 10 bin hanenin geliri, 12 milyon hanenin gelirine eşittir, diyebiliriz.

Şimdi, maden işçilerinin “bu ülke sadece patronlara mı ait” sorusunun tam da yerine oturduğunu söylemek mümkündür.

Diyelim ki, bir sendikacı, “krizin faturasını işçi sınıfı olarak ödemeyeceğiz” dediği zaman, gerçekten samimi olsun, bunun yolu nedir?

Açıktır ki, zaten bu faturayı, krizin yeni bir hamle yaptığı 2018 Ağustosu’ndan bu yana, işçi sınıfı, emekçiler ödemektedir. Bu durum, 2020’de daha da artmıştır. 2021’de işçi sınıfının üzerindeki yük daha da artacaktır.

Açlık, hâlâ köylerden taşınan yiyeceklerle bir nebze önlenmektedir. İşçi ve emekçilerin önemli bir desteği, köylerden gelen yiyeceklerdir.

İşsizlik, sürekli artmaktadır. İşsiz sayıları 20 milyonu geçmiştir. Üstüne üstlük, önemli bir sayıda işçi, ücretsiz izin ile, ayda 1200 TL gibi bir gelire mahkûm hâle getirilmiştir.

TC devleti açık olarak, net bir biçimde, işçi düşmanı, halk düşmanı bir tutum ile yoluna devam etmektedir.

Bu koşullarda, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demek, açık olarak tutum almakla mümkündür.

Bunun tek bir gerçek yolu vardır:

Direnişleri geliştirmek, yaymak.

Bu yetmez, direnişleri gerçekleştirirken, daha örgütlü, daha militan bir mücadeleyi geliştirmek gereklidir.

Örgütlenmek, her adımda, sağlam temellere dayanan bir örgütlenme geliştirmek, tek gerçekçi yoldur.

Her direnişi boğmak için, polisin, yargının vb. saldırıları artmaktadır. Onlar direnişlerin daha büyük bir direnişe, topyekûn bir direnişe dönüşmesini önlemek istiyorlar. Bizim, işçi ve emekçilerin de tek çıkış yolu budur: Direnişleri sabırla geliştirmek, bilinçle örgütlemek ve daha büyük çaplı bir genel direnişe dönüştürmek.

Hayatı üreten işçilerdir.

İşçi sınıfı, kendi gücünün bilincine varmalıdır. Bunun yolu, direnişten ve örgütlenmekten geçmektedir.

İşçi sınıfı, halk, kendi gücünün farkına varmak zorundadır.

Bunu başardığımızda, işçi sınıfı kendi gücünün bilincine vardığında, direnişlerin anlamı da değişecektir.

Devrimcilerin görevi budur.

Yoksa ekonomik krizin varlığı, kendiliğinden işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmez. İşçi sınıfı, ancak bir sınıf olduğunun bilincine vardığında, bu mücadele büyük bir güç hâline gelir. İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin, kapitalizmi tarihten silme ve savaşsız-sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinin öncüsüdür. Bu rolünü, ancak kendini bir sınıf olarak gördüğünde, kendi bilincine vardığında, bu temelde örgütlendiğinde oynayabilir.

Önümüzde zorlu bir sınıf mücadelesi dönemi vardır. Ülkenin her yanında farklı biçimlerde gelişen direnişleri, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin parçası olarak birleştirmek zorundayız. Biliyoruz ki, her doğa direnişi, yağmaya ve ranta karşı her direniş, her küçük eylem, her işyeri direnişi, her kadın eylemi, her gençlik eylemi bu büyük direnişin bir parçasıdır.

Saray Rejimi’nin “gücü”, gerçekte, işçi sınıfı ve halkın örgütsüzlüğünden gelmektedir, ona dayanmaktadır. Buna son vermek, uzun soluklu bir mücadelenin ürünü olacaktır. Bu aynı zamanda, emperyalizme karşı savaşın da tek gerçek yoludur. Her işçi gerçeği böyle görmelidir. Gerçeğe gözünü yummak, yokmuş gibi davranmak, sorunlarımızı çözmeyecektir. Direnmek, örgütlenmek, gerçeği kavramanın üzerine yükselir. Açıktır ki, kolay zafer yoktur. Saray Rejimi ile hesaplaşmak, bu topraklardaki sömürü ve ayrımcılığın her türü ile tarihsel bir hesaplaşmadır da. Bunun kolay yolu yoktur. İşçiler kendi mücadelelerine, kendi örgütlerine, devrime ve devrimci mücadeleye inandıklarında imkânsız gibi görünen şeyler, kolaylaşacaktır, yapılabilir olacaktır.

TC devletinin “dış politika’sı ya da Saray Rejimi’nin “tetikçi” rolü

SSCB çözülmüştü ve aradan çok uzun zaman geçmemişti. Kapitalist-emperyalist dünya, “şaşkınlığını” geride bırakmış, şaşkınlık içinde çıkan “tarihi sonu” bağırları, yerini “dünya egemenliği” planlarına bırakmıştı. Kissinger, dışişleri bakanı idi. ABD’nin en etkili kişisi idi. Yaşı bir hayli ileri idi ve sanırım hâlâ sağdır. Kan, sömürü, baskı, her türlü insanlık dışı uygulama, özel köle yetiştirme programları ve buna benzer emperyalist sistemin tüm uygulamaları konusunda deneyimli bir zat olarak, “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı?” diye soruyordu. Musa’yı kral-peygamber yapan, İsa’yı “aziz” yapan, Muhammed’i yapan, yöneten sınıfın tüm insanlık dışı özelliklerinin birleştiği ve kişiliklerinin bir parçası olarak ortaya çıktığı egemen sınıfın “aziz”lerden daha kıymetli kadrolarından biri idi Kissinger. Bu nedenle, sorusu da kıymetli idi.

Hem bir kibri yansıtıyordu; Amerika’nın bir dış politikaya ihtiyacı var mı, sorusu, hem de yeni “imparatorluk” planlarının açık olarak, üst perdeden ilanı idi.

Ve tabii ki, bu durum, ABD seçimlerinde Trump’ın kazanıp kazanmamasından çok daha fazla TC devletini ilgilendirmekte idi.

TC devleti, Osmanlı’nın “yarı sömürgeleşme” sürecinin sonunda, savaşın içinde patlayan Büyük Ekim Devrimi’nin de sayesinde ortaya çıkmış bir devlettir. TC devleti, hem Osmanlı’nın küçülmüş hâlidir, hem de sömürgeleşmiş hâlidir.

“Sınıfsız imtiyazsız toplum” denilen şey, Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde kurulan TC devletinin, en başından beri işçi sınıfını ve köylülüğü sadece “çalıştırmak için” var gören burjuva mantığın ürünüdür. TC devleti, kurulduğu ilk günden başlayarak, emperyalizme bağlanmış, sömürge olmayı kabul etmiş, kendisine yardım elini uzatan Sovyet Devrimi’ne, her fırsatta ihanet etmeyi marifet saymıştır.

TC devleti, Ekim Devrimi ortaya çıkınca, Osmanlı’nın kalan topraklarının paylaşılmaktan vazgeçilmesi sonucu doğmuştur.

Halkın işgale karşı mücadelesi, anti-emperyalist yönde tam bir sağlam karakter almamış iken, daha yolun başında, burjuva sınıfın temsilcilerince rotasından çıkarılmış ve geri çekilen emperyalist ordularla anlaşmalar yapılarak, sömürge bir devlet kurulması kabul edilmiştir.

Daha ilk gününden başlayarak TC devleti, emperyalizmin Sovyetler’e karşı “ileri karakol”u olmuştur.

Bunu başarabilmek için, elbette, içeride, “yeni bir millet” yaratılmalı idi ve Wilson Prensiplerinde ifade edildiği gibi “Osmanlı’nın geride kalan topraklarında Türk unsurunun etkin kılınması” kararına uygun olarak yeni “ulus”, Türklük üzerine kurulacaktı. Bir yandan, tüm halkların Türklük bilinci ile aşılanması gerekiyordu, diğer yandan ise sınıfsız imtiyazsız bir toplum ile Ekim Devrimi’ne karşı tutum alınmış oluyordu.

Ekim Devrimi, tüm halkları özgürleştirerek yayılmakta iken, Osmanlı’dan kalan topraklarda, “halkların” varlığını kabul etmek, Ekim Devrimi’nin özgürleştirici etkisine kapı açmak demekti.

Ve elbette, sınıfları kabul etmek demek, Ekim Devrimi’nin estirdiği devrimci rüzgâra kapılmak için hiç önlem almamak demek olacaktı.

Burjuva bilinç bu iki şeyi kabul etti.

Bunun üzerinden başlayarak, Osmanlı’nın eskimiş kurumlarının zaten gerçekleşmiş tasfiyesini, “devrim kanunları” ile yerine getirmek gerekiyordu. Bu, padişahın tebaası olan halkların, bir yandan devlete bağlı, diğer yandan ise zaten tebaalaşmaktan kurtulmaya başlamış olan halkların “yeni özgürlüklerle” tanışması gerekiyordu. Hakimiyet “kayıtsız şartsız milletin” olacaktı, millet ise “yaratılma sürecine” alınacaktı.

Bu ilk yıllarda Cumhuriyet ile atılan bazı adımlar “aşırıya kaçmış” olacaktı. Bundan kaçınmak mümkün değildir. İşte bu adımların tümü, 1930’lara girerken ya da kuruluştan yaklaşık 5 yıl sonra, bir restorasyon süreci ile “yerine” oturtulacaktı. Restorasyon süreci, hem “ulus” tanımının daha geliştiği bir süreç idi, hem de, Sovyetler Birliği’nden gelen devrimci dalganın geri çekilmesinin netleştiği bir dönem idi. Emperyalist dünya, en başta İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni kuşatma siyasetinde artık epeyce “inceliklere” sahip idi.

Elbette, dış politika da buna uygun oluşmakta idi. Birincisi, Sovyetler’e karşı bir üs, ama fırsat eline geçince, Sovyetler’den yararlanma pratiğini sürdürme eğilimi. Nasılsa Sovyetler, “sömürge olmanın ne demek olduğunu” en iyi bilen yerdir. Bu durumda, Batı’dan gelen baskıyı azaltmak için her zaman Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirilebilirdi. İçeride, Rusya karşıtı bir propaganda için zaten zemin vardı. Çarlık zamanındaki savaşlar bunun için bir tohum ekmişti. Ve burjuva egemenlik altında bu tohumların oluşturduğu kara propagandayı, Ekim Devrimi’nin rüzgârı dağıtamıyordu. dahası, anti-komünizm devredeydi. En önemlisi, Cumhuriyet’in 1930’lara kadarki döneminde din ile ilişkisi değişen TC devleti, artık, restorasyon ile birlikte dinle yeniden bağlar kuruyordu ve İngiliz emperyalizmi başta, emperyalist güçler, dini kullanmak konusunda epeyce deneyimli idiler. Hele ki, 1950’lerden sonra, anti-komünizm ve din meselesi arasında kurulan “derin” bağlar bunun kanıtıdır. Ve 1950’lerde ortaya çıkmaya başlayan Türk-İslam sentezi, Gökalp’in teorisyenliğini yaptığı “Türkçülük”ün yerine geçmeye başlamıştı. Ama bunun temeli, 1930’larda başlayan restorasyon döneminde, özellikle 1934’ten sonra atılmaya başlamıştı bile.

Demek ki, Sovyetler’e karşı bir gizli ileri karakol, ama aynı zamanda onunla “sertlik yaratmayan” ilişkiler, fırsatçı ilişkiler bu dış politikanın, İkinci Dünya Savaşı’na kadarki biçimi idi. NATO ile birlikte, artık ileri karakol rolü, “gizli” olmaktan çıktı ve “açık” hâle geldi. TC devleti, NATO’nun Sovyetler’e karşı ileri karakolu, anti-komünist mücadelenin deneme sahası oldu. İslam’ın emperyalist sistemin çıkarları doğrultusunda, komünizme karşı mücadele için kullanılması bundan sonra gelişmiştir.

Dış politikanın diğer bileşeni, Ortadoğu’dur. Ya da Osmanlı döneminde Osmanlı’nın toprakları olan dünyadır. Bunu böyle söylemek lazım, çünkü bu topraklar Balkanlar’da da var ve Osmanlı’nın yıkılmasında Balkan halklarının bağımsız devletlere dönüşme sürecinin etkisi bilindiğinden, devlet içinde Balkan halklarına karşı düşmanlığın “kökleri” de anlaşılabilir. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, kısacası TC devletini çevreleyen coğrafyaya dönük politika ise “yurtta sulh cihanda sulh” olarak açıklanabilir. Bu aynı zamanda, yeni devletin sömürge bir ülke olmasının sonucu olarak, emperyalist efendilerinin ona, “sulh” politikasını dayatması olarak da anlaşılabilir.

Her durumda, “yurtta sulh cihanda sulh” zorakidir.

Cumhuriyet, en başından beri, sınıfları (sınıfları derken işçi sınıfını ve emekçi sınıfları) tanımazken, halkları da tanımadı. İlk mecliste var olan milletvekilleri Kürdistan, Lazistan vb. milletvekilleri olarak anılırken, sonrasında bu tümden ortadan kalktı. Ve hem sınıf, hem halklar olmayacaksa, “sınıfsız imtiyazsız” olacağız sonucuna ulaşılabilir. Buldukları “çözüm” budur.

Bu nedenle içeride baskı hiç eksik olmamıştır. Yurtta sulh bölümü, emperyaliste efendilerine, “bizi destekleyin” demenin yoludur. 1915 olayları düşünülürse, bu “bizi destekleyin” isteğinin anlamı da ortaya çıkacaktır. TC devleti, bu topraklarda yaşayan halkları kendi vatandaşı olarak görmeyi reddetti. Ancak, “devlete biat” edenleri “özel vatandaş” olarak ele aldı. Çeteleri düşünürseniz bunu anlamak kolaylaşır. En çok çeteler, yağmacılar, devlete biat edenler vatandaş oldu, Hıristiyan unsurlar başta olmak üzere isyan etmesi mümkün olan halklar ise en az vatandaş sayıldı, eğer vatandaş sayılmaları zorunlu bir durum ortaya çıkarsa.

Cihanda sulh ise, TC devletinin bir nevî sözüdür. Yani, eski Osmanlı topraklarında etkin olmayacağız demektir.

Demek ki, TC devletinin uzun yıllar süren dış politikasının iki unsurunu ortaya koyduk.

Üçüncüsü, “Batılaşmaktır”.

Eskidir, Osmanlı’dan mirastır. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak”, aslında hep bir yandan aşağılık kompleksini taşımak, içinde onu bir varlık olarak yaşamak demektir. TC devletine gelmeden bile Batılılaşmak, aslında sömürgeci politikalara boyun eğmek anlamına gelmeye başlamıştı. Abdül Mecid de Batıcı idi, Abdül Aziz de, Abdül Hamid de. Kendisini Abdülhamid’e benzetmekten zevk alan liderimiz ise daha çok Abdulmeluk olmaya layıktır (Bilerek Abdül bölümlerini vurgulamak istedim. Bu kadar “Abdül” niyedir? Abdullah, Allah’ın kulu anlamındadır. Abdul, “kul” anlamında kullanılıyor. Benim yazdığım gibi ayrı yazılmıyor. Birleşiktirler. Abdülaziz olunca, aziz olan, güçlü olan, Allah’ın kulu demek oluyor. Sonuna “hamid” gelince, yine Allah’ın kulu ama hamd edilen oluyor. Abdülkerim olsaydı, hem Allah’ın kulu, hem de kerem sahibi olmuş olacaktı. Abdulmeluk olsaydı, köle demek oluyor ve hem Allah’ın, hem de efendisinin işlerini yerine getiren kimse olmuş olacaktı. “Şahsım”a en uygunu, Abdulmeluk oluyor).

Batıcı olmak, TC devletinin dış politikasıdır, dıştan çok içeriyi şekillendirmekte işe yaramıştır. Ve TC devletinin bu üçlü üzerine yükselen dış politikasının, neredeyse 1952’ye kadar, NATO’ya kadar, birinci ayağı gizlidir. O tarihten başlayarak, bu ayak önce açığa çıkar. Sovyetler’e karşı ileri karakol olma durumu, anti-komünizm ve bunun içeride baskı ve şiddet için kullanılması, ideolojinin daha çok İslam’a dayanmaya başlaması her dönem gelişir. 1960 darbesinde de bu yön gelişir. 1970, 1980’de de. 1980, aslında Türk-İslam sentezinin yeni bir düzeyde pompalanması demektir. General Evren, elinde Kuran-ı Kerim ile, miting meydanlarında tur atarken, aslında bu yeni Türk-İslam sentezini oturtmaya çalışıyordu. Ve böylece, TC devletinin ileri karakol olma durumu, anti-komünizm, aynı zamanda “yeşil kuşak” projesinin de içinde yer alması anlamına geldi.

SSCB çözülünce, etkileri de farklı oldu.

İlkin, 1945 sonrasında, adeta bir “ortaklaşa sömürge” olarak reorganize edilmiş olan TC devleti, siyasal olarak ABD denetiminde, ekonomik olarak ise daha çok AB sömürgesi olarak var oldu.

ABD egemenliği, en başta NATO’ya bağlı mekanizmalar demekti, ama bununla sınırlı değildi. TC devletinin istihbarat teşkilâtı olan MİT, doğrudan CIA’nın bir kolu olarak iş görüyordu. Ve bunu biz burada ilk kez söylemiyoruz, MİT başkanlığı yapmış ağızlardan çıkmış sözlerdir bunlar.

SSCB çözülünce, öncelikle, dünya sisteminin ikili ayağından biri çöktü ve kapitalist dünya, eğik bir düzlemde kaymaya başladı. Emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı, ta 1900’lerin başlarında kaldığı yerden, daha şiddetli bir biçimde yeniden başladı.

Soğuk Savaş döneminin emperyalist örgütlenme hiyerarşisinin başında yer alan ABD, askerî ve istihbarat üstünlüğünü devreye sokup, dünyanın imparatoru olmaya aday oldu.

TC devletinin efendilerinin başında gelen ABD, kendisi için bir dış politikaya ihtiyaç var mı sorusunu sorduğunda, 1990’lı yılların sonudur, TC devleti için de “dış politikanın” anlamı değişmeye başlamış demek olmalıydı.

ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa bu emperyalist savaşta ağır ağır öne çıkmaya başladılar. Dünyayı aralarında yeniden bölüşecek güçler bunlardı. Bu emperyalist beşlinin dördü, Soğuk Savaş döneminden gelen ABD kontrollerini kendi anakaralarından uzaklaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. ABD, Afganistan’ı, Irak’ı fiilî işgale yöneldiğinde, bunlar, ABD’yi ekonomik olarak destekleyip, karşılığında ABD üslerinin kendi topraklarından sökülmesini talep ettiler. Almanya ve Japonya’da, bu üslerin bir bölümünden kurtulmak için, protesto gösterilerine bile olanak açıldı.

Bu durum, “ortaklaşa sömürge” olan TC devletinin durumunu tümden değiştirmeyi başlattı. TC devleti, acaba ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin sömürgesi olarak mı kalacaktı, yoksa siyasal olarak efendisi olan ABD’nin sömürgesi olarak mı yaşayacaktı? İşte soru budur.

Hayat, normal akışında, bu soruya bir yanıt üretecek olsa, elbette ekonomiyi elinde tutanın, siyasal alanı da eline geçireceği sonucuna ulaşılırdı. İyi ama ABD buna razı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, devlet bürokrasisi, yargı vb. hepsini içine alır. Elbette siyasal partileri, hatta bugün tarikatları da.

Demek ki, ekonomiyi elinde tutan AB ve en çok da Almanya, siyasal bazı hamlelere de girişecekti ve tersinden siyasal alanı elinde tutan ve elbette avantajı büyük olan ABD, NATO çarkı içindeki eski unsurların kendisine biat etmeyenlerini temizleyecek ve ekonomik alanı da kendisi için hazırlamak üzere hareket edecekti.

İşte Erdoğan projesi ya da AK Parti projesi ya da Gülen ve Erdoğan projesi ya da “ılımlı İslam” projesi ya da “Yeni Türkiye” projesi (“Yeni Türkiye” G. Fuller’e aittir. Daha doğrusu kamuoyuna açıklanışı ona aittir, yoksa ismi kimin koyduğunu bilemiyoruz) bu yeni dönemi şekillendirmek, “ortaklaşa sömürge”yi yeniden biçimlendirmek içindir.

Bu arada ise, önemli bir kırılma ortaya çıktı. ABD, TC devletinin efendisi, “imparatorluk” hedefini biraz olsun ertelemek zorunda kaldı. Yaklaşık 2008 krizi sonrasıdır. 2008 krizi, sistemi, ama özellikle de ABD’yi etkili bir tarzda vurdu. Sistemin krizini çözebilme olanakları da eskisi gibi kolaylıkla devreye sokulamadı. Kriz, gelişmekte olan ve giderek farklı biçimlere bürünen paylaşım savaşımının etkileri ile de birleşti. Bu “biraz” dediğimiz ertelemenin ne kadar biraz olduğu da tartışılır. Görünüşe göre, ABD hegemonyası bir eğik düzlemde kayan bir cisim gibi hareket ediyor. Ve düzlem üzerinde hızlanan bu cisim, durdurulması imkânsız bir noktaya doğru gidiyor.

TC devleti için hazırlanan ABD projesi, “yeni Türkiye” diyelim, hâlâ devam etse de değişikliklere uğramak zorunda kaldı. Hâlâ devam ediyor çünkü, AB’nin mi, yoksa ABD’nin mi elinde kalacak sorusu henüz yanıtlanmış değildir.

Değişikliğe uğradığı da açık. ABD, projesini, her alanda güncellediği gibi, burada da güncelledi.

Libya ve Suriye savaşları, ABD’nin TC devletinin birçok noktasını tam kontrole alma isteğinin de temeli olmuşa benzer.

Bu noktada TC devletinin dış politikasının durumuna bakmamız faydalı olur kanısındayım.

Eskinin Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olma durumu, bir açıdan ortadan kalktı. Ama anti-komünist etki ortadan kalkmadan. Yani, TC devleti hâlâ o anti-komünist ideoloji ile hareket etmektedir. NATO içinde Soğuk Savaş, tüm yönleri ile devam etmektedir. Doğası gereği, bunun Türkiye’ye yansımaları olacaktır. Ama bu durum “eski ileri karakol” durumundan epeyce farklıdır.

Öte yandan, “yurtta sulh cihanda sulh” politikası da değişime tabi tutulmuştur. ABD, hegemonyasını kaybetmektedir ama bunu sakinlikle, rıza ile kabul etmeyeceği de açıktır. Bu nedenle, özellikle Ortadoğu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin bir açıdan zaferi iken, bir açıdan da elde ettiği sonuçlar açısından yeterince “zafer” denilemeyecek bir sonuç doğurmuştur.Büyük zaferler, güdük sonuçlar doğurmuş gibidir.

Bu durumda Libya savaşı, ABD’ye nefes aldırmak, İngiltere, Fransa ve İtalya’yı kendi yanında tutmayı sağlamak üzere devreye sokulmuştur. Almanya ve Japonya, genel destek açıklamaları dışında savaşa dalmamışlardır.

ABD’nin acelesi vardır. Libya ile ağızlarına bir kaşık bal çaldığı müttefiklerini, daha ileri bir hamleye ikna etmeye yöneldi. Suriye savaşı başladı. Suriye savaşı, pandoranın kutusunu, bir başka düzeyde açtık

O güne kadar, daha çok sessiz duran, Rusya ve Çin, sahaya inmeye başladılar. Rusya, Suriye sahasına indi ve ABD, IŞİD çetelerini devreye soktu. ABD, İngiltere, İsrail arasında daha ileri bir cephe oluşur işaretleri alındı. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler bu cepheye eklendi. Suudi paraları, TC’nin her türlü lojistik hizmeti, IŞİD çetelerinin Suriye’yi yakıp yıkmasının yolunu açtı.

“Türk dış politikası”, bu noktada bir başka kırılma yaşadı. Adeta, TC devletinin “dış politikası” ortadan kalktı ve doğrudan ABD’nin operasyonel bir uzantısı hâline geldi.

Yeni dış politikaya uygun içeride hazırlıklar devreye sokuldu.

Saray Rejimi organize edildi.

7 Haziran seçimlerinin ardından, kanlı seçimler diyebileceğimiz süreçler devreye sokuldu.

TC devleti, parlamentonun varlığına son verdi. Siyasal partilerin de. Aslında parlamento var ama yok, siyasal partilerin adı var. Anayasa, rafa kaldırıldı. Bahçeli’nin ekmeği askıya çıkarmasından önce, anayasa askıya alındı. Biri ihtiyacı olana bedava ekmek yaklaşımıdır ve çöküşün itirafıdır, diğer ise daha önceden yapılmıştır ve anayasanın artık var olmadığının işaretidir. Buna bağlı olarak yargı, polis gücünün tam olarak uzantısı hâline getirilmiştir.

Dışarıda savaş, hem yağma ve rant ekonomisini ayakta tutmanın yoludur, hem de bu savaşı yürütmek demek, içeride devlet terörünü açık olarak devreye sokmak demektir. Bu duruma Erdoğan diktatörlüğü demek, aslında işin iç yüzünü gizlemek amacı gütmüyorsa durumu anlamamaktır. Saray Rejimi, hem paylaşım savaşımına uygun olarak şekil almakta, hem de tekelci burjuvazinin çıkarlarının daha açık bir savunucusu olarak devreye girmektedir. Yoksa Saray Rejimi, burjuva egemenlik dışında bir şey değildir.

Günümüz kapitalizminin devleti, tekelci polis devletidir ve bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri böyledir. Tekelci polis devleti, hem tekellerin egemenliğinin ifadesidir, hem de devletin “iç savaş” örgütü olarak faşizmin dişlilerini içerecek tarzda örgütlenmesi demektir. Tekelci polis devleti, karşı-devrimin ilk biçimi olarak ortaya çıkmış olan faşizmin oturmuş hâlidir. Tekelci çağda, burjuva devlet, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelen bir sarkaç gibi işlemez. Faşizm, karşı-devrimin örgütlenmesi idi. Ve bugün bunun oturmuş hâli Tekelci Polis Devleti’dir. Bu tanımdan, “tekelci”yi çıkartıp, buna “polis devleti” demek, yerinde değildir. Polis, iç savaş örgütlenmesini anlatması anlamındadır, yoksa hukukun yerine polisin geçmesi anlamında değildir. İkincisi daha pratik bir meseledir. İç savaş örgütlenmesi ise, tüm NATO mekanizmasının temelidir.

Öyle ise, Erdoğan dönemine diktatörlük derken, öncesine “demokrasi” dememenin yolu, tekelci polis devletini kavramaktan geçiyor. Bugün faşizm, yarın parlamenter demokrasi vb. gibi bir gidiş-geliş yoktur.

Saray Rejimi, Tekelci Polis Devleti’nin, uluslararası ve yerel sınıf savaşımına göre şekillenmiş hâlidir. Olağanüstü koşullarda devletin dişlilerinin üzerindeki kadife örtünün kalkması, tekelci polis devletinde son derece kolaylaşmıştır. ABD’ye, İngiltere’ye, Almanya’ya vb. bakın yeter. Saray Rejimi, aynı zamanda, ülke içinde süren “yağma, rant ve savaş ekonomisine” dayanmaktadır ve aynı zamanda emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımına dayanmaktadır.

Suriye savaşı, içine dalan TC devletini çözmekte hızlı sonuçlar vermeye başladı.

ABD emperyalizmi, kendi denetimindeki TC devletini, tam bir emir kumanda içinde kullanmak için birçok önlemi devreye soktu.

Böylece TC devletinin dış politikası ortadan kalktı. Artık, ABD adına tetikçilik yapılmaktadır ve bu ne kadar dış politika ise, TC devletinin o kadar dış politikası vardır.

Yurtta sulh, cihanda sulh rafa kalktı. Elbette bunun rafa kalmasında TC devletinin Osmanlı hayalleri çok işe yaradı. Zaten zoraki bir politika idi. Ve TC devleti, adına tetikçilik yaptığı ABD eli ile yakın çevresini yakmaya, savaşçı politika izlemeye başladı. 2011’den bu yana 9 yıl geçti. Bu süre içinde TC devletinin tüm “kurmaylık” ya da burjuva anlamda “akıl” içeren kurumları ve kadroları etkisizleştirildi. Tetikçilik yapmak, akıl ile ilgili değildir, “arzular” ve “korkular”la ilgilidir. Arzular, daha çok güdüleri anlatmak içindir ve TC devleti, Osmanlı’dan kalan bastırılmış arzularını devreye soktu. sadece Erdoğan değil, ulusalcısı, eğer ayrı ise Ergenekon’cusu, çeteleri, tekelleri, hepsi bu arzularla savaş politikalarına, hiçbir stratejileri olmadan daldılar. Sömürge olmak zaten bu değil midir? ABD, kendisine bağlı kâhyayı, açık olarak savaşa sürmektedir. Osmanlıcılık hayalleri ile kabaran kâhya, aslında ABD’nin “uç beyi” olarak hareket etmeye başladı.

ABD politikası taşa vurdukça, karşıda dikili duran Rusya ile flörtleşti. Rusya, NATO’yu dağıtmak amacına uygun olarak TC devletinin bu flörtleşmelerine göz yumdu.

Artık TC devletinin dış politikası, yanmakta olan bir kişinin çaresizliğini yansıtmaktadır. Yanmakta olan kişiye, “deniz bu tarafta”, “su şu tarafta” denilince, o da oraya doğru koşuyor. Sadece ve tek ABD’yi dinlemeye ayarlanmış kulaklar, her seferinde, ABD’nin tutuşturmak istediği bir coğrafyaya koşmak üzere ayaklarına emirler verecek şekilde beynini harekete geçiriyor. Libya’ya diyorlar, oraya ateşi taşıyor, Yunanistan diyorlar oraya koşuyor, Karadeniz diyorlar oraya koşuyor, Kafkaslar diyorlar oraya koşuyor. Kendisi ile taşıdığı ateşi her yana taşıyor. Böylece efendi, tüm coğrafyayı tutuşturuyor ve oturup rakipleri ile pazarlık yapıyor, kendi hegemonyasının düşüşünü önlemeye çalışıyor.

Yurtta sulh, cihanda sulh zoraki idi. Bu yeni durum, cepheler arasında tetikçi olarak koşmak; mecburidir, zorunludur. Bundan kaçışı yoktur, seçme olanağı yoktur. Türkiye, bir devrim dışında, bir halk ayaklanması dışında, bu duruma son veremez. Hiçbir burjuva iktidar bu durumu durduramaz.

Bu şaşkın hâl almış olan tetikçiliğe, dış politika demek mümkün müdür, ise ne kadar mümkündür?

En son ama asla en sonuncusu olmayacak olan, Kafkas cephesidir. Azerbaycan-Ermenistan savaşını başlatan kundakçı TC devletidir.

Suriye çıkmazı, İdlib bataklığı, Sirte hattının biten bir rüyaya dönüşmesi, Azerbaycan-Ermenistan savaşını başlatmak için bir çare olarak ortaya çıkmışa benzer. Elbette emir yine efendiden. Türkiye yakıyor, ama efendisi, işine gelmezse duruma sahip çıkmıyor. Daha çok Rusya ve AB’yi meşgul etsin yeter diye bakıyor. Daha büyük çaplı savaşa hazırlanan bir efendi için bulunmaz bir tetikçi!

En son Azerbaycan cephesinde ortaya çıkan durum, aslında, ABD açısından birkaç amaca dönüktür. Birincisi Rusya’yı meşgul etmek ve Kafkaslar’da zayıf bir halka oluşturarak savaş tohumlarını geliştirmek. Bu birinci amaçtır. İkincisi, İran sınırına, IŞİD çetelerinden oluşan bir grubu yerleştirmek. Üçüncüsü ise Rusya sınırına akacak bir IŞİD grubu ile Rusya’ya sorunlar açmaktır.

Ekim’in yarısını geçmiş iken, Karabağ savaşı ikinci haftasını doldururken, Rusya’nın araya girmesi ile Azerbaycan-Ermenistan arasında “insanî ateşkes” açıklanmış iken, Aliyev, Türk desteğini ve IŞİD unsurlarının bölgeye taşınmasını reddetmiş iken, Ermenistan Gence’deki havaalanını kullanan Türk-IŞİD unsurlarını vurmuş iken, Rus basını, devlet istihbaratından geldiği açık olan bilgileri deşifre etti. Bu bilgilere göre, Karabağ savaşını planlayan ve provoke eden Türkiye olarak ortaya konuyor.

Rus Kommersant gazetesine göre Türkiye, Azerbaycan tatbikatında, Temmuz sonunda, 600 askeri ve epeyce teçhizatı Azerbaycan’da bıraktı. Bu askerlerin 200’ü taktik tabur grubundan. Dağılımları da var: Bakü’de 90 danışman, Gelebe üssünde 120 uçuş personeli, Nahçıvan’da 50 eğitmen, Yevlah üssünde 50 eğitmen, Perekeşkul’da 50 eğitmen, Dallar üssünde 20 SİHA operatörü, Bakü’de, ayrıca, koordinasyon sağlamak üzere 20 eğitmen. Teçhizat da sayılmış: 6 uçak, 8 helikopter, 20 SİHA, bir çoklu roket atar sistemi.

Ayrıca, Suriye’den 1300, Libya’dan 150 olmak üzere paralı asker. Yani IŞİD çetelerinden toplam 1450 kişi. Hatta haberde, bunların taşındığı uçakların bilgileri de sayılmaktadır.

Kommersant gazetesinin bu haberi, aslında Rusya’nın elindeki bilgileri taraflara açıklaması olarak da okunabilir. Elbette fazlası olmalıdır.

ABD, bu yolla savaşı Kafkaslar’a yaymış, Rus sınırına yeni sorunlar taşımıştır ve elbette bunun suçlusu da TC devleti görünmektedir. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi.

Tam bu noktada TC devleti, HTŞ unsurlarının yer aldığı İdlib’de, HTŞ unsurlarını düzenli orduya dönüştürmek için adımlar atmaya başlamıştır.

Kıbrıs seçimlerini de buna ekleyin. Seçimlere açıkça müdahale eden Saray Rejimi, muhtemelen, yeni bir çatışmanın fitilini yakacak ve muhtemelen bu yeni çatışma, ABD askerlerinin Kıbrıs’a yerleşmesi (Türk kesimine) ile sonuç bulacaktır.

Eğer, çevrendeki her yeri savaş alanına çevirmek bir “dış politika” olarak adlandırılırsa, buna dış politika denilebilir. Ama bu durumda bu dış politika, kimin politikasıdır, ABD’nin değil mi? Türkiye, tamamen ABD emri ile hareket eden bir tetikçiye dönmüş durumdadır.

Saray Rejimi, tüm bileşenleri ile, Erdoğan’ı, Bahçeli’si, çeteleri, Ergenekon’u, ulusalcısı ile bu politikaya, “ulusal çıkar” adını koymaktadır. Burjuva muhalefet, “ulusal çıkar”lara uygun adım uymaktadır.

Sağlık Bakanı’nın pandemi verilerini gizlemesinin bahanesi olan “ulusal çıkar”, artık ipliği pazara çıkmış bir çıkar grubunun çıkarıdır. Bu, tekellerin, yağmacıların, rantçıların, savaş kundakçılarının çıkarıdır. Halkın, işçi ve emekçilerin çıkarı değildir.

Saray Rejimi ve “reform”

Kasım ayı, ilginç bir ay oldu.

9 Kasım’da Damat istifa etti.

Damat, Saray’da, Hazine kadar yer tutmaktaydı. Sadece bir “bakan” değildi, aynı zamanda kendisine de bakılan idi. Bir kişi değildi, bir kişiden fazlasıydı, bir kişi artı biraz Erdoğan, bir miktar Albayrak, birazdan hayli fazla medya, bir miktar müteahhit, birazdan fazla çeteci, yargı içinde birazdan epey fazla etkin, yani bir kişi değildi vesselam.

Böyle olunca, “istifa” da bir kişilik olmuyor. Ne “geri al” demek Soylu’daki kadar kolay, ne de “istifası kabul edildi” demek. Bu nedenle “görevden af talebi” uyduruldu ve yalan olduğu belli olsa da, durumu yansıtan bir uydurmadır. Saray, eski Hazine’den daha fazlasından sorumlu olan Berat için “süpürdük attık” demek istemiştir ve lisan-ı münasip budur: Görevinden affı kabul edildi. Kime söyleniyor?

Yalan, gerçeklik hakkında ne kadar kafa karıştırırsa o kadar etkili olabilir. Ama görevden affının kabul edilmesi, çok da etkili bir yalan değildir, sadece yalandır. Herkes, onun süpürüldüğünün farkındadır ve süpürge de Erdoğan’ın elindedir.

Yazık oldu Süleyman efendiye, hiç kimseden çekmedi damatlarından çektiği kadar. Erdoğan, Damat’a, “senin Halkbank dosyası gibi bazı şeyleri üstlenmen uygundur, hepimizin geleceği için” demiş olmalı, ama Damat bunu anlamamakta direndi. İşte süpürme işi o zaman devreye girdi. Torpille geldi, süpürge ile gönderildi.

Ve Damat gider gitmez, Erdoğan tiyatrosu başladı.

Saraylar, aynı zamanda eğlence yerleridir. Öyle ya, Saray sakinleri halkın arasına katılıp tiyatroya gidemezler ya. Hele ki bu korona günlerinde.

İşte Saray yeni bir oyunu sahneye koydu. Sanki, yüzlerce kere izlenmiş bir tiyatro gibi, hem bayat, hem de zayıf karakterlerle oynanıyor.

Erdoğan, şaşırmış durumdadır: Aaaa, Merkez Bankası’nda para yok! Tam bir şok olmalı, Ağbal, yeni isimdir ve verdiği rapora göre MB’de eksi 49 milyar vardır. Yani, para olmadığı gibi, 49 milyar da borcu varmış. Aylardır, yıllardır ülkede, dünyada konuşulan bu durum, hatta Türkiye iflas etti yorumlarına neden olan bu durum, hatta Varlık Fonu’nu satamamalarına neden olan bu durum, Erdoğan tarafından bilinmiyordu.

Dolmabahçe mutabakatı sonrasında Erdoğan, birdenbire, sanki olup biteni hiç bilmiyormuş gibi, “bu neee” diye bağırmıştı. Şimdi de “hani paralar” diyecek ama, o kadar da değil, değil mi?

Ve hemen “reformlar” diye sözlerine başladı.

Hem ekonomik alanda, hem de hukukî alanda reformlar yapacaklar.

Şöyle olabilir mi?

“Açım” demek suç sayılıyordu, bundan böyle “açım” demek doğrudan cezası infaz edilen bir suç olacaktır.

Diyelim ki, hırsıza hırsız demek suç sayılıyordu. Bir AK Parti mitinginde, cüzdanı çalınan bir kişi “hırsız var” diye bağırınca, dayak yemeye başlamış, linç olmaktan zor kurtulmuş. Bundan böyle, “hırsız var” demek serbest mi olacak?

Mesela yeni reformların içinde, “bundan böyle CHP’liler de muhalefet yapabilir” diye bir çerçeve olacak mı? Kılıçdaroğlu’nun, aman sesinizi çıkarmayın provokasyon olur, aman sokağa çıkmayın, sokaklar iç savaş yeridir, aman sokaklara sigara izmariti atmayın şeklindeki muhalefetine artık gerek yok diyebilecek miyiz? Bunun için “reform” mu gerekir?

Biliyorsunuz, “işsizim” demek suçtur. “Sen pekâla, işsizim diyerek bölücülük yapmaktasın” diyorlar adama.

İçişleri Bakanı (ki o da bir kişi değildir, bir kendisi, biraz Bahçeli, bir hayli Ağar içermektedir ve 2,5 porsiyon sayılmalıdır. Damat’tan az olsa da), bundan böyle fakirlik, yoksulluk demeyeceksiniz diyordu. Reformlar yapılırsa eğer, artık “fakirlik”, “fukaralık”, “yoksulluk”, işsizlik, “açlık” kelimeleri serbest olacak mı?

Bu fıkra gibi yasaklar, aslında gün geçtikçe zenginleşmektedir.

Mesela bir süre önce “ekonomik kriz var” demek, “döviz yükseldi” demek, Damat tarafından alerji yaratıcı kelimeler olarak görüldü ve yasaklandı. Ekonomik kriz var dediği için, birçok yorumcunun hakkında soruşturma açıldı.

Acaba reform olursa, “ekonomik kriz var” demek serbest olacak mı? Batan bir esnaf, “ben battım, ama ben suçlu değilim, beni bu sistem batırdı” diyebilecek mi?

Sokakta bir insan “Erdoğan yüce divanda yargılanmalıdır” dedi ve içeri alındı. Acaba, hakkındaki suç nedir? Erdoğan’a karşı “darbe” kundaklamak mı, yoksa aklından geçeni söylemek mi? Bundan sonra, mesela bu suç olacak mı?

Erdoğan, 65 bine yakın vatandaş için, kendisine “hakaret” davası açmış bir cumhurbaşkanıdır. Bir örneği daha olduğunu sanmıyorum. Belki de bu açıdan bir dünya rekoruna imza atmıştır. Hukuk alanındaki reformlar devreye girince, acaba, Erdoğan’a hakaret davaları ortadan kalkacak mı?

Yakın dönemde, “pandemi” hakkında konuşmak yasaktır. Eğer siz, “devlet ölü sayısını 50 açıklıyor ama, sadece Antalya’da 49 ölü var” derseniz, sizi devlete karşı isyan ile suçlamaktadırlar. Pandemi hakkında açıklama yapmak, mesela Tabipler Birliği örneğinde olduğu gibi, terörist ilan edilmeniz için yeterlidir. Tehditler de cabası. Sizce, reformlar yapılsa, tüm bunlar ortadan kalkacak mı?

İzmir’de deprem oldu. Ölenler, kayıplar, yaralılar, evsizler vb. var. Erdoğan, önce, 1939 depreminde CHP’nin iktidar olduğunu söyledi. Ama CHP, deprem paralarını bile soramadı. Ve sonunda İzmir’deki belediyelerin, deprem hakkında konuşması yasaklandı.

Tam da fıkralık bir olaydır. Deprem hakkında konuşmak yasaklanınca, depremden etkilenenler acaba, nasıl konuşacaklardır?

Aslında yolu, depremi yasaklayacaktı, ama geç kaldı. Hem sonra deprem, dine çok da bağlı olmayan İzmir’i boşuna vurmadı ya. Bu konuda, sadece birkaç kendini bilmez konuşmuyor. Onların deprem hakkında konuşmaları serbest, ama İzmir’deki belediyelerin konuşması, işte o yasak. Acaba, reform olunca, deprem hakkında konuşmak serbest olacak mı?

Reform konuşulurken, deprem hakkında konuşma yasağı konmuş olması acaba, bir “uluslararası komplo” olabilir mi?

İçişleri Bakanlığı, Ekrem İmamoğlu’nun, Kanal İstanbul projesine karşı çıkmasını suç olarak görmüş. Devlet projesine karşı çıkmış oluyormuş. Devlet projesine karşı çıkmak suç mudur? Buna uygun bir yasa mı vardır?

Acaba Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu’nu arayıp, sakın sokağa çıkma, “devlete zeval gelmesin” demiş olabilir mi?

İmamoğlu, “ben Kanal İstanbul’u bir devlet projesi olarak görmüyorum” diye yanıt vermiş. İyi ama, devlet projesi olsa da karşı çıkmak suç mudur? Devletin suikast planlarına karşı çıkmak, katliamlarına karşı çıkmak suç mudur?

Diyelim reform pakedi çıkınca, artık ifadeye çağrılmaya gerek yok, İstanbul Belediyesi’ne doğrudan kayyum atanması mı yapılacak?

Saray diyor ki, “aklından geçirdin, bu suçtur”, CHP diyor ki “devlete zeval gelmesin sesinizi çıkarmayın.”

Saray Rejimi’nin reform dediği zaman ne anladığını halk iyi biliyor. Kılıçdaroğlu, boşuna üç maymunu oynuyor. Artık, bu oyunlarla, halkı inandırmak mümkün değildir. CHP, bu tiyatronun bir parçasıdır.

355 hapishaneleri var. Bu hapishanelerde 300 bine yakın tutuklu var, çoğunun davası başlamamış bile. Reform mu yapacaklar?

Madencileri yollarda copluyorlar. Reform mu yapacaklar?

Peki, sahi reform nedir?

Saray Rejimi, bazı adımlar atarak, iş dünyasına güvence verecek hukuki çerçeve çizecektir. Hepsi bununla sınırlıdır.

Halka, bugüne kadar ne yaptılarsa, aynısını yapacaklardır.

Bu kadar korkan bir iktidar, başka ne yapabilir?

Baskıyı, şiddeti, yalanı, karanlığı bırakamazlar.

Reformun kendisi bir başka yalandır.

İşadamlarına güvence vermek için konuşuyorlar, hepsi budur.

İşçi sınıfı, kendi elleri ile, Saray Rejimi’ni, burjuva egemenliği, devleti yıkarak, kendi haklarını, toplumsal hakları kazanabilir. Onların reformlarına kanarak değil.

Kapitalizm dahilinde ‘fırsat eşitliği’ mümkün değildir…

Covid-19 toplumun ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde durduğunu, sosyal güvenceden yoksun olmanın ne demek olduğunu açık etti. Rejimin ne mene bir şey olduğunu sorgulamayı da potansiyel bir ‘olasılık’ haline getirmiş olmalıdır… Tabii kapitalizm koşullarında salgınla mücadele etmenin imkânsızlığı da anlaşıldı…

‘Fırsat eşitliği’ her sınıftan çocukların eğitim kurumlarından ‘eşit yararlanması’ demek. Eşitsizlik temeli üzerinde duran ve her seferinde eşitsizlikleri derinleştiren kapitalizm dahilinde öyle bir şey mümkün müdür? Bir banka patronunun, sanayicinin, yüksek yargı mensubunun, üniversite profesörünün çocuğuyla bir işportacının, simit satıcısının, maden işçisinin, yoksul köylünün çocuğu eğitim olanakları karşısında ‘eşit statüde’ olabilir mi? Okuma-yazma bilmeyen ya da ilkokul mezunu bir annenin çoğuyla, mesela TÜSİAD-MÜSİAD, Odalar Birliği başkanının veya üyesinin çocuğu aynı şansa mı sahiptir?

Esasen ikili ayrım var: Birincisi eğitimlilerle eğitimli olmayanlar; ikincisi de en iyi okullarda, üniversitelerle vasat veya vasatın altında olanlar arasında… Burjuva düzeninde “liyakatlı olan, hak eden yönetir kuralı geçerlidir. İyi de kimler liyakatlıdır? Nasıl liyakatlı olunur? En iyi okullardan, üniversitelerden mezun olanlar liyakatlıdır… En iyi okullarda okuyan çocuklar, en zenginlerin, en varlıklı olanların, ‘ayrıcalıklıların’ çocuklarıdır ve yönetenler de onlardır.

Ekseri hâkim (mülk sahibi) sınıfla, yöneten sınıf ayrımı muğlaklaşmış durumdadır. Hangi çağda olursa olsun yönetenler daima toplumun eğitimli kesimidir. Kral, padişah, imparator, han, hakan… yönetmez. Asıl yönetenler, rotayı belirleyenler belirli bir eğitimden geçmiş olanlardır… Burjuva devrimleriyle geleneksel egemen sınıflar tasfiye edilince, bundan sonra kim yönetecek sorusu gündeme geldi. Liyâkat sahibi olanlar, o iş için ehil olanlar, hak edenler, yönetebilir dendi… Hak edenler de toplumun ayrıcalıklı-eğitimli kesimi olabilirdi… Gerçi diplomalıların, eğitimlilerin sermayesi yoktur ama sermayeye sunabilecekleri, becerileri, yetenekleri vardır ve o yeteneği de eğitimli olmaya, diplomalı olmaya borçludurlar. Tabii aralarında kapitalist sınıfa terfi edenleri az değildir… Anayasayı, kanunları mülk sahibi sınıflar, kapitalistler yapmaz. İleri derece hukuk eğitimi almış, duayen denilip yere göğe konmayan hukuk otoriteleri, anayasa profesörleri yapar… Nasıl anayasa yaptıkları, yaptıkları anayasanın neye yaradığı belli değil mi? Aslında yönetici statüsüne terfi etmiş olan diplomalıların topluma tuzak kuranlar da olduğu ekseri gözden kaçar, sorun edilmez. Sömürü düzeni o kesimi boşuna yüceltmez…

Burjuva bir ailede doğan çocukla, yoksul köylünün, işçinin, işsizin, seyyar satıcının çocuğu nasıl yarışacak? Varlıklı ailelerde doğan çocuğun eğitimi çok erken yaşta başlar. Özel hocalar, en iyi ana ve ilkokul, en iyi kolej-lise, en seçkin üniversite, küçük yaştan itibaren yabancı dil eğitimi, piyano, keman dersi, yurt içi ve yurt dışı tatilleri… Sadece yoksul kesimlerin değil, mütevazı toplum kesiminin çocukları da onlarla yarışamaz… Elbette her zaman istisnalar vardır ama malûm, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir… Eğer bir de Kürt bir ailede doğmuşsanız, eşitsizlik daha da büyür. Zira ana dili yasaklanmış çocuk, okula bilmediği bir dili öğrenerek başlamak zorundadır [Bir anektot: 1980 öncesinde konferans vermek üzere bir Kürt iline gidiyordum. Otobüste yanımda bir genç oturuyordu. Konuşmaya başladık. Bir köyde öğretmenmiş ve bu ikinci yılıymış. Nasıl oluyor? Sınıfa giriyorsun ve senin dilini bilmeyenlere okuma-yazma öğretiyorsun, zor olmuyor mu, dediğimde, ilk derse girdiğimde sınıfta 13 öğrenci vardı sadece bir kız biraz Türkçe biliyordu ve bana “bak öğretmen biz 13 sen bir gel sen de bizim dilimizi konuş” demiş…].

Şimdilerde eğitimin özelleştirilme kıskacına alınmasıyla eşitsizlik daha da büyüdü. Özel okullara müşteri bulmak için bilinçli olarak kamusal eğitimin kalitesini düşürdüler… Sağlık alanında da aynı şey söz konusu… Devlet hastaneleri kapatılıp ya da hizmet kalitesi düşürülerek hastalar tam birer ticarethane, kapitalist işletme olan özel hastanelere mecbur ediliyorlar… Artık hastane, hastane olmaktan çıktı. Misyonuna ve varlık nedenine yabancılaştı… Hastanenin kapısından girdiniz mi, önce vezneyi gösteriyorlar… Maalesef insanlar da bunca vergiyi neye veriyoruz sorusunu sormuyor… Eğer tebâ-kul değil de yurttaş olsaydı, o soru herhâlde aklına gelirdi… Bir zamanlar eğitim kurumları benim gibi mütevazı aile çocuklarına görece daha açıktı. Artık bugün değil…

Bu dünyada hiçbir şey çelişkiden muaf değildir. Eğitim insanı özgürleştirebilir de köleleştirilebilir de… Eğitim, mütevazı toplum kesimlerinden gelen çocukları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırma potansiyeline sahiptir [Bir anektot daha: Devlet üniversitesinde hoca iken, üçüncü sınıflara ‘sosyal politika’ dersini veriyordum. Ücretleri anlattığım bir derste bir öğrenci: “Hocam siz sosyalist bir insansınız. Sosyalist bir toplum olsa, en yüksek ücreti kime verirdiniz” diye bir soru yöneltti. Öyle bir durumla ilgili bugünden bir şey söylemek zor ama doğrusu maden işçileriyle, temizlik işçilerine verirdim, dedim… Sınıf ayağa kalktı… “Nasıl olur hocam siz o kadar okulları bitirmişsiniz, yani çöpçü sizden daha yüksek ücret mi alacak” demişlerdi… Ve o zaman eğitimin gençleri nasıl içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırdığını hayretle görmüştüm…].

Bir madenci çocuğu hukuk fakültesini bitirip Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı, yargıcı olduğunda, içinden çıktığı sınıfa, onun sorunlarına çoktan yabancılaşmıştır. Elbette eğitimli-diplomalı olan pekâlâ radikal düşünceyi içselleştirmiş, içinden çıktığı sınıfın kurtuluşu için mücadele eden bir devrimci de olabilir… Bu ikisi arasında bir orta yol yoktur… Yaşam alanlarını korumaya çalışan çiftçilere, kadınlara, erkeklere, hak talebinde bulunan işçilere, patriyarkaya-erkek egemen düzene- itiraz eden kadınlara saldırı emrini veren mutlaka belirli bir eğitimden geçmiştir, varlığını ve kaderini sömürü düzenin devamında görür… Yaptığını asla sorgulamaz… Çürük bir zemin üzerine konut inşa iznini veren de bir diplomalıdır -uzmandır-. Küçük bir depremde bile yıkılabilir bir binanın yapılması kararında onun imzası vardır… Peki ilk depremde bina çöktüğünde ne yapar? Ölenlere Allahtan rahmet, yaralılara acil şifalar diler… Aynı burjuva politikacılarının her zaman yaptığı gibi… Ve bu öylece sürüp gider…

Artık bir şeyin bilinmesi gerekiyor: Kapitalizm dahilinde eğitim sorunu da dahil, hiçbir sorunun çözülebilmesi asla mümkün değildir… Bir sömürü, yağma ve talan düzeni ki, insanların, toplumların sadece bugününü değil, geleceğini de karartmış durumda… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…

Karabağ sorununa tarih penceresinden bakış – Hakkı Taşdemir

Ekim ayı zarfında başlayıp yaklaşık altı hafta devam ettikten sonra Rusya’nın girişimleri sonucu geçici olarak sona eren Azerbaycan-Ermenistan savaşı Kafkasya bölgesinde savaşın tarafı olan iki küçük ülkeden daha çok, bölgede cirit atmakta olan çok uluslu güçlerin ve bunlar arasında kendine yer edinmeye çalışan Türkiye’nin güç gösterisine sahne oldu. Bizler savaşı sadece ana akım medyanın (Sözcü vb. muhalif medya organları da dahil) yönlendirdiği haberlerle izledik. Bu haberlerden etkilenip milliyetçi damarları şahlanan Türkiye Türklerinin coşkulu gösterilerine tanık olduk savaş süresince. Bu satırların yazıldığı anlarda İstanbul ve Ankara gibi metropollerde sokağa dökülmüş sıradan insanların sevinç gösterileri sürmekte ve adeta uzun süren bir halk savaşı sonucu bağımsızlığa kavuşmuş bir ülkede görülebilecek manzaralar yaşanmakta.

Her şeyden önce böyle ülkeler arası savaşlarda kazananın silah üreticileri ve savaş bölgesinde çıkarları olan emperyalist güçler olduğunun farkındalığını yaşayan biri olarak, Azerbaycan ile Ermenistan arasında kısa bir süre önce yaşanmış, kanaatime göre henüz bitmemiş savaşın kaybedeninin savaşan taraflar olduğu düşüncesini taşımaktayım.

Savaş karşıtları arasında nerede ise genel kabul görmüş bir düşünce yukarıda dile getirdiğim. Peki neden yaşandı bu savaş?

Bu soruya yanıt vermeye ve yaşanan uyuşmazlığın çözümüne yönelik bir öneri üretmeye çalıştım bu yazıda.

Azerbaycan kaynakları bölgenin tarihsel olarak kendilerine ait olduğunu iddia ederken, Ermeni kaynakları da tam tersini dile getirmekte. Her ikisi de haklı ya da her ikisi de haksız diyebiliriz bu savlar için. Bu nasıl oluyor?

Karabağ yaklaşık 4400 km2 büyüklüğünde bir alan. Kafkasya’nın bir parçası. Kafkasya için halkların harman olduğu yer diyebiliriz. 20’yi aşkın dil konuşuluyor bölgede ve bir o kadar halk yaşıyor. Bir insanlık, bir kardeşlik müzesi olabilecekken bölge, üzerinde egemenlik kurmuş devletlerin etkisi ile sürekli etnik çatışmalara, sürekli demografik hareketlere (göç vb.) sahne olmuş.

Bölge tarihinin son bin yılına Moğolların, Türklerin ve İranlıların istilaları damga vurmuş. Zaman zaman bölge halklarının kurmuş oldukları küçük beylikler ise pek uzun ömürlü olamamışlar.

1555 yılında Osmanlı, 1735’te ise İran toprağı olmuş bölge. 1828’de ise Çarlık Rusyası’nın egemenliği var. Bölgede egemen olan her devlet kendi dininden olan insanların nüfus çoğunluğunu elde etmesi için değişik politikalar geliştirip uygulamış burada. Farklı din mensuplarını göçe zorlama bunların en yaygın olanı. Çarlık Rusyası döneminden bir örnek vereyim:

1830 yılı nüfus verilerine göre Karabağ halkının %35’i Ermeni, bu oran 1860 yılında %53’e yükselmiş. Bu büyük değişimin sadece nüfus artışı ve doğurganlıkla açıklanması olası değil elbette. Yinelemekte yarar var. Bölgeye egemen olan devletler ellerini çekmemişler yerel halkların üzerinden, bu durum da halklar arasında olması gereken kardeşliği alıp götürmüş ve yerine düşmanlık tohumları serpmiş.

Sovyet Devrimi sonrasında yaşanan gelişmeler farklı bir geleceğin müjdecisi idi bölge halkları için. Kısaca özetlemek gerekirse:

1917 Devrimi’nden sonra Karabağ Transkafkasya Demokratik Federasyonu’nun bir parçası idi. Ancak bu devletin ömrü uzun olmadı ve Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan devletleri kuruldu.

1918-1920 yılları arasında Ermenistan ve Azerbaycan arasında Karabağ da dahil olmak üzere birçok bölgede bir dizi kısa savaş yaşandı.

1918 Temmuzu’nda, Dağlık Karabağ Birinci Ermeni Meclisi bölge yönetimini ilan etti ve bir ulusal konsey ve hükûmet oluşturdu ancak bunun da ömrü kısa oldu ve bölge Osmanlı devletinin kontrolüne girdi. Savaş sonrası kontrolü ele geçiren İngiltere buraya Azerbaycan Türkü bir vali atadı. Karabağ Ermenileri durumu kabul etmediler ve gerilla savaşı başladı bölgede. Savaş ancak Sovyetlerin Azerbaycan ve Ermenistan’da kesin kontrolü sağlaması ile sona erdi.

Kafkasya’da mevcut etnik sorunları çözmek amacı ile uzun süre çalışan Sovyetler Birliği Kafkasya Bürosu konu ile ilgili çalışmalarını sonlandırdığı 7 Temmuz 1923 tarihinde almış olduğu kararla Dağlık Karabağ özerk bölgesinin kurulmasını ve bölgenin Azerbaycan’a bağlanmasını gerçekleştirdi.

Coğrafî konum ve demografik yapı bu çözümü gerektiriyordu. Alınan karar sayesinde Azerbaycan toprağının içinde bir başka devletin yer alması engellenmiş, özerk bir yapı oluşturulması sayesinde de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Ermenilerin yönetimde söz ve karar sahibi olması sağlanmıştı.

Sovyetler Birliği döneminde iki halkın bir arada yaşayabilmesi için gerekli koşullar sağlanmıştı.

Burada bir konuya dikkatinizi çekmek isterim. Günümüzde Ermeni kaynakları (SSCB sonrası) sorunun başlangıcı olarak Kafkas bürosu kararlarını öne çıkarmakta ve Stalin’in Türkiye ile iyi geçinebilmek için Ermenileri kurban edip bölgeyi Azerbaycan’a teslim ettiğini ileri sürmekteler. Bu iddia bir deli saçması mahiyetinde olup yok hükmündedir kanaatime göre. Henüz Cumhuriyetin kurulmadığı, yeni Türk Devleti’nin tanınma sorunları ve Misak-ı Milli sınırları içindeki devasa problemlerle başa çıkmaya çalıştığı dönemde SSCB’nin Türkiye ile iyi geçinmeye değil tam tersine Türkiye’nin SSCB ile iyi geçinmeye gereksinimi vardı, bu durumdaki Türk devleti kendi sınırları dışındaki gelişmelerle ilgilenebilecek güce ve imkâna da sahip değildi. Öyle sanıyorum ki bu tezin milliyetçi Ermeni çevreler dışında tüm insanlar tarafından tebessümle karşılanması gerekir.

Dikkatinizi çekmek istediğim bir başka husus da bazı Kürt kaynaklarının konu ile ilgili değerlendirmeleridir. Bu kaynaklara itibar edecek olduğumuz takdirde Kafkasya’nın bir Kürt toprağı olduğunu düşünmek olası. Onlara bakacak olursanız Stalin döneminde bölgede yaşamakta olan 500.000 Kürt göçe zorlanmış ve gerçek bir Kürt soykırımı yaşanmış bu coğrafyada. Etnik siyaset olarak tanımladığım bu anlayışın ürünü olan bu tür söylemler dışında Türkiye solunda konu ile ilgili pek fazla çalışma yok. Bu nedenle konu ile ilgili birkaç cümle yazmanın yararlı olacağını düşünmekteyim:

Kürdistan Uyezdi (kaza/ilçe) 1923 yılında kuruldu yönetim merkezi Laçin kasabası idi. O tarihte Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgede henüz aralarındaki husumetin tam olarak giderilmediği Azerbaycan Türkleri ile Ermenistan Ermenileri arasında bir tampon bölge oluşturmayı düşünmüştü Sovyet yönetimi. Bölge statü olarak özerk değildi. Ancak yönetim burada yaşayan halkların temsilcilerinden oluşmakta ve Azerbaycan ile Ermenistan buranın yönetimine müdahale etmemekte idiler. Özerk bir bölge oluşturulmasına yetecek kadar nüfusun yaşamaması böyle bir özel statüdeki bölgenin kuruluş nedenidir. 1926 yılı kayıtlarına göre bölgede 50.000 kişi yaşamakta idi ve bu nüfusun %73’ünü Kürtler oluşturmakta idiler. Dolayısı ile Kürdistan Uyezdi adı verilen bölgede yaklaşık 35.000 Kürt yaşamakta idi. Bu nüfusun da sadece %6’sı Kürtçe konuşabilmekte idi. Bu durum Kürtlerin Sovyet yönetimi öncesinde asimile edilmiş olduklarının göstergesidir kanımca. Sovyet yönetimi ise bölgede Kürtçe eğitim veren okul açmış, Kürt kültürünün yaşayıp gelişmesi için gerçekleştirilen çabalara destek vermişti. Sovyet yönetimi öncesinde Kürtlerin nasıl asimile edildikleri konusu bu yazının kapsamı dışında kaldığı için konuya girmeyi gereksiz buluyorum. Kürdistan Uyezdi ile ilgili olarak bir de kuruluş belgelerinde Kızıl sözcüğünün hiç geçmediğini belirterek bitireyim kuruluş ile ilgili sözlerimi.

1929’da yönetim alanı biraz daha genişletilerek Kürdistan Okruğu adını aldı bu bölge, ancak aynı yıl içinde varlığına son verildi ve Azerbaycan egemenliğine devredildi. Okruk yerine kurulmuş olan Rayonlarda Kürt adı geçmiyordu. Bu durum artık Kürtçe konuşmayanların Kürt sayılmaması anlayışının bir ürünü olabilir. Kürtçe konuşan nüfus da hayli düşüktü (Yukarıda belirttiğim rakamlar bu durumun kanıtıdır). Öte yandan Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki husumet de tamamen giderilmiş olduğu için bir tampon bölgeye gereksinme de kalmamıştı.

1930’lu yılların ikinci yarısı. SSCB’nin tüm bölgelerinde sürgünlerin yaşandığı yıllar. Bu sürgünlerin nedenleri hakkında fazla bilgi yok elimizde. Günün birinde bağımsız tarihçilerin konu ile ilgili detaylı çalışmalar yapmasını ummaktan başka bir şey gelmiyor elden. SSCB bünyesinde yaşayan tüm halklar gibi Kürtler de nasiplerini aldılar bu sürgün furyasından. Neden sürgün edildiler? SSCB resmî tarihine bakılacak olursa Sovyet düşmanı, toprak ağası ve/veya spekülatör olduklarından. Ne kadar güvenilebilir bu açıklamalara tartışılır elbette. Ama şurası kesindir ki o tarihlerde tüm SSCB coğrafyasında yaşanmış sürgünlerin içinden sadece Kürtlere yönelik olanını diğerlerinden ayırarak Sovyet yönetimini Kürt düşmanı ilan etmenin de akıl ve mantıkla ilişkisi yok.

Milliyetçilik denilen illetin tüm versiyonlarının ortak özelliğidir sayıları abartmak, burada da öyle oldu. Tüm Sovyet coğrafyasında yaşayan Kürt sayısı 70.000 dolayında iken hiçbir mesnede dayanmaksızın 500.000 Kürt sürgün edildi demek de bu yaklaşımın bir ürünü işte.

Konu ile ilgili daha detaylı analizleri bir başka yazıya bırakıp bu hâli ile yeterince karmaşık görülen Karabağ sorununa dönelim.

SSCB’nin yıkılmasını izleyen çok kısa bir süre içerisinde tekrar başladı Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki uyuşmazlıklar. Kimileri bu durumu “Demek ki SSCB ulusal sorunu çözememiş” diye yorumlasalar da gerçek biraz daha farklı. SSCB halkların kardeşliği temelinde ürettiği politikalarla iki halkın bir arada yaşayabilmelerini sağlayan ortamı yaratmış, iki devletin ortaklaşa geliştirdiği ve uyguladığı projelerle de bunu pekiştirmişti ama milliyetçilik illetini kökünden kazıyamamıştı. Yeraltına çekilen milliyetçi düşünce SSCB’nin zayıflaması ile birlikte kapitalist dünyanın kışkırtmalarının da etkisi ile filizlendi ve kısa sürede gelişti. SSCB’nin ortadan kalkması sonucu kurulan devletlerin ilk başkanları bu durumun kanıtı. Bir tarafta ırkçı görüşleri ve çalışmaları nedeni ile defalarca hapis yatmış azılı bir Sovyet düşmanı Ebulfeyz Elçibey, diğer tarafta ise Suriye doğumlu bir Ermeni olan ve Glasnost döneminde Sovyet Ermenistanı’nda illegal olarak örgütlenen Pan Ermeni ulusal hareketinin önderi Levon Ter Petrosyan. Kuşkusuz Glasnost ve Perestroyka dönemlerinin yaratmış olduğu zaaflarla beslenen milliyetçi akımlar SSCB’nin dağılmasından sonra açığa çıkıp kendi ideolojik renklerini yansıtan liderleri iş başına getirdiler. Aynı dönemde dünyada egemen olan küreselleşme düşüncesinin de pompaladığı milliyetçilik akımları kaçınılmaz olarak Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir çatışma yaratacaktı. Beklenen savaş fazla gecikmedi ve 1992 yılında başlayan çatışmalar kısa sürede savaşa dönüştü. Bu süreçte her iki taraftan pek çok insan öldü, her iki taraf da diğer milliyete mensup sivillere yönelik katliam ve pogromlar gerçekleştirdiler (Sumgayıd, Kirovabad, Kugark, Bakü, Hocalı vd.). Binlerce insanın canını yitirmesine, on binlercesinin yurdunu terk etmesine neden olan olaylar sonucunda Azerbaycan’a göre daha örgütlü olan Ermenistan, Karabağ bölgesinin kontrolünü ele geçirdi. Hemen ardından burada bir devlet kuruldu (Artsakh). Ermenistan dahil hiçbir ülkenin tanımadığı bu devletin varlığı işi iyice karmaşıklaştırdı ve sorunun çözümünü daha da güç hâle getirdi. Aslında bu çözümsüzlük küresel dünyanın aktörlerinin de destekledikleri bir durumdu. Ermenistan tehlikesini(!) öne sürerek Azerbaycan’daki petrol ve doğalgaz yataklarını daha rahat kontrol edebiliyorlar, Azerbaycan düşmanlığını körükleyerek Ermenistan’da milliyetçiliğin zirveye ulaşmasını sağlayıp sürekli bir savaş yaşanması tehdidini canlı tutarak her iki ülkede de diledikleri gibi at oynatabiliyorlardı. Karabağ bölgesinin resmen Ermenistan’a bağlanmasının kabulü olasılığı ise Ermeni tarafının önüne konulmuş bir havuç idi adeta.

Ermeni tarafının önündeki havuç ifadesini kullandım. Bu ifade bir fantezi değil. Nüfusun ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşmasından çok daha fazla anlam yüklü Karabağ Ermenistan için. Her şeyden önce zengin altın madenleri ile endüstriyel amaçla kullanılabilecek ağaç açısından zengin ormanları ile Ermenistan ekonomisi için son derece önemli bir bölgedir Karabağ. Denize sınırı olmayan, dünya ile bağlantı olanakları sınırlı, yer altı kaynakları açısından hayli fakir bir ülke için, adeta bir hayat iksiridir burası. Savaşın son bulduğu tarihten itibaren Ermenistan kullanmakta idi bu kaynakları. Ama resmen kullanabilmek başka bir şey tabii. Bu nedenle Karabağ’daki de facto durumun resmîleşmesi bekleniyordu bu ülke tarafından. Oysa böylesi çok uluslu güçlerin menfaatine daha uygundu. Bu nedenle çözümsüzlük hâli yıllarca sürdü ve bu süreçte savaşa taraf olan her iki ülkede de milliyetçilik egemenliğini pekiştirirken, çok uluslu güçler açısından bölgedeki egemenliklerinin kendilerine sağladıkları yararların üzerine silah satışlarının da iyi gitmesi pastanın üzerindeki çilekti adeta. Öte yandan bir başka devlet İran da mutlu idi bu belirsizlik hâlinden. Ülkenin kuzeyinde yaşamakta olan yirmi milyonu aşkın Azeri ile Azerbaycan arasında Ermenilerin oluşturduğu bir tampon bölge olması işine geliyordu İran’ın. Bunun dışında Karabağ sorununu çözmüş güçlü bir Azerbaycan’ın İran Azerileri ile daha fazla ilgilenmesinden de çekinmekte idi. Mevcut belirsizlik hâli İran için de idealdi.

Soruna çözüm bulmak için kurulduğu iddia edilen Minsk Grubu’nun yıllar boyu sadece çözümsüzlük üretmesinin nedeni budur.

Çeyrek asrı aşkın bir zaman geçti bu süreçte. Tarafların elleri tetikte idi her daim. Zaman zaman küçük çatışmalar aşandı. Ekim 2020’ye böyle gelindi.

Savaşı kim başlattı sorusunun yanıtı çıkıyor böylece ortaya. İlk ateşin hangi taraftan açıldığının bir önemi yok. İki devlette yaşayanların yukarıda açıklamaya çalıştığım ruh hâlinin ürünüdür bu savaş. Minsk Grubu’nun tarafları oylayarak geçirdiği süre zarfında silahlanma yarışında önde olan, sahibi olduğu doğal kaynakların yaratmış olduğu ekonomik olanakları halkının refahı yerine silah alımına harcayan Azerbaycan galibi oldu bu ikinci savaşın. Bunda savaş sürecindeki dünya konjonktürünün de etkisi var. ABD seçim gündemine odaklanmıştı. AB, ABD olmadan eyleme geçecek kararlılığa sahip değildi sadece laf üretti savaş boyunca. Rusya ise kendi çıkarlarına en uygun şartların oluşmasını bekledi.

Rusya çıkarları için en uygun şart, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın prestij kaybetmesi ve bunun sonucunda Ermenistan yönetiminin değişmesi için zeminin hazırlanmış olması idi. Bu şartlar oluşur oluşmaz olaya müdahale etti ve (şimdilik) bir barışın gerçekleşmesi sağlandı. Ermenistan ekonomisini düzeltme vaadi ile işbaşına gelen ABD yanlısı Paşinyan gün sayıyor gitmek için. Yeni yönetimin Rusya yanlısı olacağı da açık. Savaş biraz daha uzasa idi Azerbaycan’ın da takati tükenecekti. İşte bu noktada devreye girdi Rusya, ve Kafkasya’daki en büyük gücün kendisi olduğunu ilan etti.

Savaşın kazananı Rusya oldu. ABD ve AB pek bir şey kaybetmediler. Kaybeden ise Azerbaycan ve Ermenistan. Şimdi savaşın yıkıntılarını ortadan kaldırmak, yıkılan yerleri yeniden inşa etmek, imha olmuş silahları yenilemek gibi işler var önlerinde. İnşaat ve silah üretimi tekellerine yeni iş olanakları. Yitirilen canların yarattığı tahribat, yerinden yurdundan olan insanların acıları da insanlığın kaybı elbette.

Peki çözüm bulundu mu soruna? HAYIR!

İmzalanan anlaşma savaşan tarafların dışa bağımlılıklarını arttıracak ve yaşanacak göçler dolayısı ile pek çok belirsizliği ve yeni acıyı yaratacak özelliğe sahip maddelerle dolu.

Peki sorun kısa vadede çözülebilir mi? Kanaatime göre bunun da yanıtı, HAYIR!

Çözüm için çok uzun vadeli bir çalışma gerekiyor. Her iki taraftan da demokrat ve ilerici güçlerin (eğer hâlâ mevcut iseler) bir araya gelerek, “Karabağ ortak vatan” sloganı ile bir hareket başlatmaları, Karabağ’da yaşayan halkları bir arada kardeşçe yaşamaya ikna edecek politikalar üretmeleri bence çözümün tek yolu. Aksi takdirde yıllarca devam eder Karabağ uyuşmazlıkları ve çatışmaları.

Askıda ekmek, askıda anayasa, askıda insanlık, askıda iş Yağma, yalan, hırsızlık iktidarda

Tarihe geçmenin birçok yolu olmalı. Hatta birçok yolu var, olmalı da ne demek. Bahçeli, öyle anlaşılıyor, “askıda ekmek” sahnesi ile tarihe geçmeye karar verdi. Bir makalede, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini anlatmak mümkün mü bilmiyorum. Elbette mümkündür de, benim için zor. Hem sonra “sosyal medya” denilen yerde bu fotoğraflar o kadar yaygın ki, okuyucu mutlaka görmüştür. Böylece, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, bu tarihî sahneyi, bu Bahçeli’nin tarihe mal olma sahnesini tasvir etme zorunluluğumuz biraz olsun ortadan kalkmış oluyor.

Durum o kadar “tuhaf”tır ki, “absürt” kelimesi yerine oturur, başını bile kaldırmaz. Bir stand, standın üzerinde hafif yan bakan Bahçeli vesikalığının büyüğü, arkada, sağda, solda, önde asılı duran ekmekler. İşte size “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesi.

Hatırlarsınız mutlaka, Erdoğan, nasıl oldu ise, kim tarafından arkadan itildi ise, üniversite sınavlarının tarihleri değiştirilen ve tepkili gençlerin önüne “YouTube” üzerinden çıktı ve protestolar öyle bir hâl aldı ki, program yorumlara kapatıldı.

Mesela bu olayı, bir “kamera şakası” diye yapsalar, Erdoğan da rol alsa, bu denli “etkili” olmazdı. “Dünya lideri” adlandırmasına son derece “şık” gitmiştir ve tüm zamanların “en” “YouTube” yayını olmaya adaydır, sadece en baştan ilk sıradan değil, en sondan ilk sıradan.

Damat’ın ekonomik program üzerine, döviz kurları üzerine analizleri, elbette önemli ölçüde “hiciv” sanatı içine alınabilirdi, tek şartla ki, ne dediğinin anlaşılması koşulu ile.

Soylu, daha çok “stand-up”çı gibidir, yine bir şartla, gülmenin yasaklanması şartı ile. Stand-up’çılığı “hazırcevap” olmasından değil, zaten her durumda aynı cevabı veriyor olmasından kaynaklıdır. Bu nedenle, karşısında birisi beklenmedik bir hareket yaparsa, mesela gülümsemek gibi, “çalışmadığı yerden soru gelmiş öğrenci gibi” şaşırıyor, ama öğrenci değil elbette, o hâlde makamının gücü ile hiddetleniyor.

Fakat hiçbiri Bahçeli gibi “zarif” değildir. Bahçeli’nin zarafet çizgilerinin 5×10 tahta kalınlığında olması, elbette bir kusur sayılmalıdır. Ama onu da, yani bu kusuru da, atasözlerini zarifçe ardarda sıralayarak gösterdiği tarih bilgisi ile kapatmaktadır. Yaratan, herkese bilgisini göstermek için, aynı yolu çizmiyor maalesef.

Tartışma şudur: Acaba, Bahçeli, bu “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, hükümeti yıpratmak için, Erdoğan’ı aşağı indirmek için mi yaptı, yoksa iktidarda olduğunu unutup, muhalefet mi yapmaya çalıştı?

Bu soru değişik versiyonlarda sorulmaktadır. Mesela bir bölüm insana göre, ki şu günlerde ülkenin tüm küçük burjuvaları birer uzman-analist hâline gelmiş, meslekî “birikimlerine”, işsizliğin verdiği boşlukla yeni bir yetenek eklemişlerdir. Bunlara göre, Bahçeli, aslında iktidara destek verirken, gizlice onu gafil avlayıp düşüreceği anı beklemektedir. Hem kaset konusu ile kendisini sıkıştırdığı ve elini kolunu bağladığı söylenen Erdoğan’a sonsuz destek verecek değil ya. İşte böyle düşünenlere göre, Bahçeli, şimdi hamleye başlamıştır, “askıda ekmek-Bahçeli” bunun ilk ortaya çıkışıdır. Bahçeli, aslında iktidarı yıpratmak için bunu yapmıştır.

Böyle düşünenler, olayın “absürt” yönünü gördükleri ve bunu Bahçeli’nin “gafletine” veremedikleri için Bahçeli’nin Erdoğan’a karşı harekete geçtiğini düşünmüyorlar, en başından beri Bahçeli’yi bir türlü anlayamadıkları için böyle düşünüyorlar.

Elbette yanlış.

Bahçeli bunları yaparken, Erdoğan’ın uyuduğunu söylemek çok çocukça bir düşünüş olur. Erdoğan, neden bunu beklesin ve neden elini ondan çabuk tutamasın?

Hem sonra, Erdoğan “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini eleştiri olarak da ele almaz. Öyle olsa idi, mesela “YouTube” yayınını organize edenleri işten atardı. Ya da mitinglerde çay fırlatma sahnelerinin aslında bir çeşit rezalet olduğunu kavrayabilirdi.

Ama bu görüş, yani Bahçeli’nin bir gün iktidarı arkasından vuracağı görüşü, iktidarı AK Parti-MHP iktidarı olarak görmekten geliyor. Parlamentoyu çok önemli saymaktan, seçimleri de çok işlevli saymaktan ileri geliyor.

Oysa ne parlamento parlamentodur, ne AK Parti, ne MHP diye bir parti vardır. Kâğıt üzerinde bunlar vardır evet, ama o kadar. Bu yokluk durumu o kadar gerçektir ki, adeta, kendilerini hatırlatacak “tuhaf”lıklar yapmasalar, Erdoğan, Bahçeli, Damat, Soylu da yok kabul edilecektir. Sağlık Bakanı, vakalar ne kadar doğru ise o kadar “doğru”, Milli Eğitim Bakanı okullar ne kadar eğitime hazır ise o kadar “anlama yeteneğine sahip”tir. Bu nedenle son ikisini hesap dışı bırakalım.

Artık, seçimler üzerinden bir eğilim analizi yapmak, bunu anlayacak anketler yapmak, seçim sonuçlarını tahmin etmek vb. bitmiş işlerdir. Belki eğilim araştırmaları işe yarar. Ama ülkenin ekonomik sorunlarını kim çözer sorusuna %46 hiç kimse yanıtı çıkıyorsa, siz de bunu kararsızlık olarak okuyorsanız, işte Saray Rejimi dediğimiz şeyi anlamamışsınız demektir.

Seçim ile kurtuluş arayışı tükenmektedir. Halk yığınlarında sistemden bıkmışlık gelişmektedir. Soruyu, acaba şöyle sorsanız, “bu iktidarın yerine, işçi ve emekçilerin iktidarı olmasını ister misiniz” ya da “hırsızlık, yolsuzluk, yalan, yağma işine karışmış her kişi ve şirketi açık mahkemede halk yargılasın mı” diye sorarsanız, belki başka eğilimler ortaya çıkacaktır. Sanki, bu ülkede “demokratik” seçimler yapılıyor. Sanki OHAL koşullarında yapılan seçim ve referandumlar “meşru” imiş gibi, sanki bu ülkede seçim sonuçlarını iktidar tanımıyor ve seçilmişlerin yerine kayyum atamıyor gibi. Araştırma şirketleri, sanki ortada bir Saray Rejimi yokmuş gibi davranıyor. Burjuva demokratlar, o kadar kafalarını kuma gömmüşlerdir ki, devekuşları kendilerine hayranlıkla bakmaktadır. Hiçbiri çıkıp, seçimin olacağının garantisi ne, seçim demokratik değilse kabul edilir mi vb. gibi sorular bile sormuyorlar.

İşte gerçeği görmeyip, sanki “eski sistem varmış” ve hatta “daha da demokratikleşmiş” gibi bir varsayımla konuştuğunuz zaman, Bahçeli’nin de kendi kendinin sonunu getirme ihtimalini kabul etmez ve bir planı varmış gibi düşünürsünüz.

Ülkenin bir ekonomik planı mı var, bir dış politikası mı var? Dahası, maske dağıtma becerisi mi var ya da milli eğitim bakanlığı mı var?

Yani Bahçeli, “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesini, öyle Erdoğan’ı eleştirmek vb. için yapmadı. Belki, fazla parasından vererek, “şu fakire bir sakada” kampanyasına katılarak bir sevap kazanmak istemiş olabilir.

Hepsi, her gün, zaten bunun gibi işler yapıyorlar. Öyle işler yapıyorlar ki, Kılıçdaroğlu’nun muhalefetine göre kat be kat yıpratıcı olabiliyorlar.

Artık, ülkenin “muktedirleri”, ne yaparlarsa yapsınlar, gerçeği, sistemin çürümüşlüğünü gizleyemiyorlar.

Çünkü, bu ülkede, yağma, yalan ve hırsızlık iktidardır.

Ekmek askıdadır. Ama yalan ve hırsızlık iktidardadır.

Ekmek almanız için, birisinin, en çok da iktidar sahiplerinin hoyrat ve aşağılayıcı bakışları altında size “askıda” uzattıkları ekmek şovuna katılmanız gerekmektedir. Onların gösterisinin bir parçası olmadan, “askıda” ekmekten alamazsınız.

İş askıdadır. İş bulmak, çalışmak istiyorsanız, muktedirlerin size gösterdiği şeyleri yapacaksınız. Mesela sosyal medyada yalan paylaşımlar yapacaksınız, mesela otobüste mini etek giyen bir kadına saldıracaksınız, mesela komşunuzu her ihtimale karşı ihbar edeceksiniz, mesela yalakalık yapacaksınız ve işte o zaman işe girebilirsiniz.

Askıda durana, kediler gibi, açlıktan kemikleri çıkmış hâlsiz köpekler gibi sıçrayarak ulaşacaksınız ve bu arada “hoşt” küfürleri, aşağılanmalarını dinlemek zorunda kalacaksınız.

Kış geliyor. Kömür, doğalgaz faturanız askıya çıkacak. Siz, yaltaklanmadan, onurunuzla, askıda olanı kapmadan, dürüstçe, çalışarak yaşayamazsınız. İnsanlık onurunuzu çiğneyecekler ve size askıdan bir kırıntı düşecek. Pandemi ve ağırlaşacak olan kış koşulları, olur da canınızı sizden almamış ise, hastahane köşelerinde ölmemiş iseniz, en sevdiklerinizle birbirinize sokularak ısınacak, askıda faturanız ödenirse kendinizi şanslı hissedeceksiniz.

İşte bize aşağılanma, bize onurunun çiğnenmesi, bize rezillik olarak görünen bu “askıda ekmek-Bahçeli” sahnesi, onların gözünde, bu “yok” hükmündeki insanlara, allahın sırt çevirmiş olduğu yoksul kullarına bir “sadaka” misalidir. Yoksa Bahçeli’nin Erdoğan’a eleştirisi ya da yakında “yan çizecek” olmasının ilk işaretleri değildir.

Ülkenin anayasası, uzun dönemdir askıdadır. Hatta askıdan çıkıp, rafa kaldırılmıştır. Hoş halk için, halktan yana bir anayasa değildir hiçbir zaman. Ama ülkenin anayasasını askıya alanlar, sadece iktidardakiler değildir, aynı zamanda CHP, İyi Parti gibi muhalefet göreviyle iştigal edenlerdir de.

İktidarda hırsızlık ve hırsızlar vardır.

İktidarda yağma ve rant, yağmacılar ve rantçılar vardır.

İktidarda savaş kundakçıları vardır.

İktidarda yalan ve yalancılar vardır.

İktidarda karanlıklar, karanlığa sığınanlar vardır. Bu, modern ortaçağ karanlığıdır, bunlar da modern engizisyonun temsilcileridir.

Öyle ise, onların askıya çıkardıklarından faydalanmayı, buna minnet etmeyi seçmeyeceğiz.

İşçi, aç, yoksul, işsiz, genç, kadın, herkes, ama hepimiz, kendi onurumuz, kendi irademiz ile, bu sisteme karşı savaşmayı seçeceğiz.

Onurumuzu, insan olma durumumuzu, emeğimizi ezdirmeyeceğiz.

Bunun tek yolu vardır.

Sakince, durumun ciddiyetini kavramış bir canlının kararlılığı ile, gözümüzü sistemi yıkmaya dikerek, sağdan soldan önden arkadan gelen saldırılara aldırmadan, direneceğiz. Direnmek, insan olmanın, insan olarak kalmanın, örgütlenmek direnişi zafere ulaştırmanın tek yoludur.

İşçiler, sadaka istemiyorlar.

İşçiler, alınterlerinin karşılığını istiyorlar.

İşçiler, kendilerinden soyularak alınanların bir damla kırıntısı bile olmayacak şeylerin askıda kendilerine sunulmasını istemiyorlar.

İşçiler, insan olarak yaşamak, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak istiyorlar.

İşçiler, yalanlarla yaşamak istemiyorlar. Kendi ülkelerindeki salgın sayısını bile açıklamayan bir yalan makinasını reddediyorlar. İşçiler, doğrudan iktidarı istiyorlar. Üreten biziz ve yöneten de biz olacağız, diyorlar.

İşçiler, kendi emekleri ile üretilen şeylere “askı” ile ulaşamaz hâle gelmek istemiyor, bu hâlin tümden son bulmasını istiyorlar.

İşçiler, çok uzun süredir yaşadıkları bu sistemi artık istemiyorlar.

Sizin, sisteminizi askıya çıkartıyoruz.

Sizin Saray Rejimi’nizi askıya çıkartıyoruz.

Gelene geçene, şu ya da bu emperyalist efendiye sadaka diye vermek için değil, tarihin sayfalarına gömmek için askıya çıkartıyoruz.

Sizin “acı reçete”niz var, bizim çözümümüz: Devrim

Muktedir, baştan aşağıya kibir, “acı reçeteyi, devlet ve millet olarak içeceğiz” diyor. Devlet kelimesinin, “millet”in yanında ne işi var? Acı reçeteyi “devlet” nasıl içecek? Daha çok vergi toplamak için vergileri artıran, daha çok vergi toplamak için “hayal kurmak”tan vergi alma hazırlığı yapan, kendisi bir şirket hâline gelmiş olan devlet, acı reçeteyi nasıl içmiş olacak?

İşte burası bilgisizlik değil, korkudur.

Mızrak çuvala sığmıyor.

Soyup soğana çevirdikleri kamu kaynakları, yağmaladıkları hazine artık meteliksiz kalmıştır. Muktedir, açıktan “bu acı reçeteyi içeceksiniz” diyemiyor. “Bak, damadımı aldım, o beni kandırdı,” demeye getirip, “şimdi hep beraber acı reçete içeceğiz” diyebiliyor. Korkudandır.

Koltuğuna yapışmıştır, çünkü artık o koltuğun bulunduğu Saray’da bile değil, o koltuğun bulunduğu odada muktedirdir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselmektedir. Erdoğan’ın işi, rantı, yağmayı, savaşı kovalamak, bunların kokusunu almaktır. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor.

Daha düne kadar, mesela Kasım başına kadar, “her şey yolunda, ekonomi iyi, kriz var demek yasak” diyenler, şimdi, artık Merkez Bankası’nda para kalmadı, “acı reçete” diyorlar.

IMF ile özdeşleşmiş “acı reçete”, işçilerin ceplerinden paralarının alınması, işçi ve emekçinin daha da fakirleşmesi, zamlar, yeni vergiler, var olan vergilerde artışlar demektir.

Acı reçeteyi kimin içeceği bellidir.

Yeni MB Başkanı, göreve geldiği ilk gün, “sektör temsilcileri” ile toplanarak, krizde, pandemide kârına kâr katan şirketlerin dertlerini dinledi.

Hükümet, daha düne kadar “kıdem tazminatı”na yeni bir torba yasa ile tekrar saldırmaya kalktı.

Acı reçeteyi, ne Erdoğan, ne Saray erkanı, ne parababaları, ne tekeller, ne TÜSİAD, ne MÜSİAD patronları içmeyecek. Onlar kârlarına kâr katıyorlar. Pandemi boyunca, geride kalan 8 ayda, servetlerine 350 milyar eklediler.

Acı reçeteyi milyonlarca işçi, emekçi, emekli, kadın, genç içecek. Bu acı reçete, işçi sınıfı içindir. Muktedir’in konuşması, bir müjdeli haber verir gibi, halka bunu açıklamak değil, patronlara, uluslararası sermaye çevrelerine, “bunu yapacağız” garantisi vermek içindir.

Ülkenin %30’u işsizdir.

Sadece İstanbul’un üçte biri açlık sınırının altında yaşamaktadır.

33,5 milyon kişinin 837 milyar TL “bireysel kredi” borcu var.

Günlük 35 TL ile geçinen 22 milyon kişi var.

Ve muktedir, üst perdeden konuşuyor, “müminin görevi yoklukta sabretmektir.” Yani, işçi ve emekçilere, “sabredin” diyor.

Kendisinin 16 özel uçağı var.

Saray’ın bir aylık harcaması, açları besler.

16 Kasım 2020’de ihalesi yapılan yeni otoyol, Denizli-Aydın arasındadır. İhaleyi Saray müteahhitlerinden biri almıştır. Otoyoldan araç geçme garantisi verilmiş; yıllık 130 milyon euro. Muktedir, reformlardan, muktedir “sabırdan”, muktedir “acı reçeteyi devlet ve millet olarak” içmekten söz ediyor. Ama sadece bu ihale bile, rantçı zihniyeti, yağmacı zihniyeti, baştan aşağıya kibir olma hâlini açıkça gösteriyor.

15 Kasım 2020’de, bir yasa ile, sayaçların kontrolünün özelleştirilmesi devreye sokuluyor. Sayaçlar, elektrik sarfiyatını, doğalgaz sarfiyatını vb. doğru okuyor mu? Bu işi artık kamu yapmayacak, özelleştirildi. Özelleştirilmeden önce, sayaç kontrolü işlemleri ücretine %30 zam yapıldı.

Peki “acı reçete”yi kim içecek?

Bu acı reçete, senin için, bizim için hazırlandı.

Onlar, yağmaladılar ve şimdi acı reçeteye sıra geldi.

Saray, para yutuyor, para lazım.

Kapitalistlere daha çok kâr gerekli.

Öyle ise, en örgütsüz, ama en kalabalık olan işçilerin, emekçilerin, halkın sırtına yıkılacak bu fatura.

Amaçları budur.

Erdoğan, parababalarına bunun garantisini veriyor. Onlara sesleniyor. “Piyasanın istediğini” yapacağız, diyor.

Ülkede çalışma yaşamı, tam bir kölelik hâline getirilmektedir.

Yaşam, işçiler ve emekçiler için çekilmez hâle gelmiştir.

Ülkenin hapishanelerinde 300 binden fazla tutuklu var. Daha davaları belli bile olmayan binlerce insan var. Ve tüm bunlar, işçiler, emekçiler sesini çıkarmasın diyedir. İşçiler ve emekçiler ayağa kalkmasın, başlarını dikleştirmesin, ufku göremez hâlde kalsınlar diyedir.

Ve buna rağmen, direniş sürüyor, sürecek.

Direniş büyüyecek.

Sokak röportajlarında, Erdoğan yüce divanda yargılanmalıdır diyen bir kişi tutuklanmıştır. O kişi, bunu bildiği hâlde haykırmıştır.

Sokak röportajlarında, “susmayacağım, yayınlayın, yayınlayın, başımıza ne gelecekse çekeriz” sesleri yükselmektedir.

Bu sözler “cesaret” işareti değildir. Hayır bu sözler, yeter artık demenin işaretidir. Bu sözler, artık dayanamıyorum demenin işaretidir.

Artık, bıçak kemiğe dayanmıştır.

İşçilerin, emekçilerin, halkın geri atacağı adım kalmamıştır.

Kölece yaşamak ile ölüm arasında seçim yapılacaksa, bin kere kölece yaşamayı reddedeceğiz.

Şimdi, kararlı bir biçimde, madenci disiplini ile, fabrika kültürü ile örgütlenmek, direnişi büyütmek zamanıdır.

Gelmekte olan bir devrimdir.

Kapının arkasında bekleyen ölüm değildir. Bu karanlığın arkasında gün ışıyacaktır. Eşiğin arkasında bekleyen hayattır.

Şimdi öfkemizi kuşanıp, şimdi acılarımızı enerjiye dönüştürüp, bu karanlık Saray Rejimi’ni, onun dayandığı rant, yağma ve savaş ekonomisini, kapitalizmi yıkmak için cesaretle örgütlenme zamanıdır.

Örgüt özgürlüktür.

Örgüt, güç toplamak, bir sınıf olarak kendi varlığını sahneye koymak demektir.

Eylemin, direnişin güzelleştirici ve birleştirici, akılları açıcı, aydınlatıcı gücü, ancak örgüt ile kalıcı hâle gelecektir.

Artık, her işçi bir örgütçü olmalıdır.

Her işçi bir direnişçidir.

Onların acı reçetesini içmeyi reddetmeliyiz.

Acı reçeteler hep bizim içindir.

Bu kez olmaz diyelim.

Bu kez olmayacaksa, açık olmak gerekir, devrimi örmeye soyunmalıyız. Ellerimizi sıyırıp, işe koyulma zamanıdır. Seyretme zamanı değildir. Boş boş konuşma zamanı değildir, yakınma zamanı değildir. Direniş ve örgütlenme zamanıdır.

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Bu bildiriyi okumaya başlayan dostumuz, sonradan aklında şüphe kalmasın diye başından söyleyelim; bu bildiri “beynini yıkamak” için yazılmıştır.

Elbette sen, bizi uyutmalarına karşı önlemlerini alıp, birçok kaynaktan doğrulaya doğrulaya haber takip ediyorsundur. “Yandaş” kanallar evindeki televizyonda hiç açılmıyor, yeri geldiğinde kendi fikirlerini tweetlemekten de hiç çekinmiyorsundur.

Hatta belki de, İzmir depreminden zarar görenlere bir yardım kolisi hazırladın, Somalı madencilerin yürüyüşünden heyecanlandın, metal işçilerinin yaka paça gözaltına alınmasına iyice öfkelenip bastın yaygarayı bir WhatsApp grubunda.

Günlerin, haberlerin ağırlığını dağıtmaya da çalışıyorsundur herkes gibi. “Çok şükür kötü günleri geride bıraktık, şimdi sırada daha kötü günler var.” muhabbetindeki şenlik dağılıp bir acı yel kaldığında, yalnız hissediyorsun, biliyoruz.

Seni bu bir başınalığa itenin “pandemi koşulları” olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun.

Hayattasın hâlâ…

Her akşam açıklanan(!) turkuaz tabloda bir sayı değilsin şimdilik.

Survivor’ın final bölümünün yayınlandığı Galataport’ta Covid’li olarak çalıştırılmaya devam ettiği için kalbi dayanmayan Hasan’la aynı kaderi paylaşmadın daha, çocuklarını ısıtamadığı için saç kurutma makinasını açık bırakıp intihar eden Emine’yle aynı sayfalardan okumadık seni, çocuğu EBA’ya girebilsin diye çatıya çıkan babasının yanına gidip çatıdan düşen 8 yaşındaki Çınar gibi ya da internette yaşadığı sorun nedeniyle öğrencilerine ders anlatabilmek için çıktığı tepede kalp krizi geçiren 50 yaşındaki Aziz gibi ya da maskelerinin işe yaramadığı kendilerine 9 ay sonra söylenip her gün 3’er 5’er ölen sağlık emekçileri gibi olmadın, ölmedin henüz.

Hayattasın yani hâlâ.

Üstü açık bir hapishanede “çile doldurur” gibi hayatta kalman dışında, etrafına baktıkça göğsün daralsa da, bağışıklık kazanmış “sürü”den olman yetişiyor imdadına.

Hayatta kalmanın dayanılmaz hafifliği…

Orda mısın?

Okuyor musun hâlâ?

Artık tanışabiliriz.

Bizler insan olmaktan çıkmamanın yolunu arayanlar, hayatta kalmakla yetinenler değil insanca yaşamak isteyenleriz.

Mutlaka görmüş, duymuş, bilmişsindir.

Belki özenmişsindir tereddütsüz “dayanışma yaşatır” deyip bizim gibilerin yanında oluşumuza, belki “bir avuç deli” diyerek kafanı çevirdin öte yana, bir slogandan sonra cop yiyişimizi izlediğinde “korkuyla” uzaklaştın yahut.

“İnsanca yaşamak” istiyoruz ve bu öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek-içecek meselesi değil.

Hayır, bir fırsatını bulur bulmaz TL yerine euro kazanmaya doğru değil adımlarımız.

Gülümseyişlerimizi 64 megapiksellik bir kameraya karşı vermek zorunda da hissetmiyoruz.

Ve gün bitimine doğru işsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yatağa uzanıp “bugün de kazasız belasız geçti” diyerek kendini rahatlatanlardan da değiliz.

Bize sunulan kırıntılarını değil, dünyayı istiyoruz.

Sen de istiyorsun, biliyoruz.

“…Kara geceler gibi ağırlaşıyor da milyonların yüreği
Burjuvaların suratını dağıtmaya yetmiyor
Binlerin emeği.
Ama biz milim rüzgârın esmediği
Günleri de biliriz.
Biliriz bir gök patlamasıyla yarılır da
Kâinatın yüzü
Bir fırtına kaplar yeryüzünü…”

Bizler, devrimci sosyalistleriz, çağırıyoruz seni de yanımıza, saflarımıza.

Yaklaşan fırtınada “Gemi”mizde olmaya.

Bak etrafına.

Adı kapitalizm olan bir virüsle sarılı dünya.

Dünyanın her yerinde insanın aşağılanması, sömürüsü, tutsak edilmesi sürüyor.

El kadar bebeği açlıktan öldüren de, yıllar içinde kâr için yağmaladıkları sağlık sisteminde artık boş oda yok diye kaderine terkedilen ihtiyarın fişini çeken de aynı aşağılık sistemdir.

Her yerde, yağma-rant-savaş tamtamları çalmaya devam ediyor.

Tam da bu nedenle, güzel günler uğruna savaş da dünyanın her yerinde devam ediyor.

“…Usta kulaklar
rüzgârı dinledi
dedi
‘Fırtına yakın
ateşi körüklemeye bakın…’”

Gaipten değil duyduğumuz sesler.

Kâh “Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden” diyen Somalı maden işçilerini işitiyoruz, kâh “Öfkemiz sarsın dünyayı” diyen kadınlarla yürüyoruz Taksim’de, Şili’de “depresyon değildi, kapitalizmdi” yazıyoruz duvarlara, Guatemala’da halk düşmanı bütçe planlamasına karşı merkez bankasını ateşe vererek aydınlatıyoruz geceyi, Hindistan’da milyonlar olup çıkıyoruz greve, Fransa gettolarından “Özgürlük, özgürlük, özgürlük” diyerek iniyoruz meydanlara.

Duyuyor musun sesleri?

Geliyor, gelmekte olan.

Güzel günler için yaşıyoruz, güzel günler için savaşıyoruz.

Çalışmanın, günlük geçimini sağlamak, yaşayabilmek, karnını doyurabilmek için bir zorunluluk olmaktan çıktığı, insanın insana boyun eğişinin tüm biçimlerinin sonuçlarıyla birlikte yok olduğu, insanın tüm yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, insanın yeniden ve toplumsal doğuşunun gerçekleştiği bir dünya için, sosyalizm için, komünizm için savaşıyoruz.

Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz.

Çünkü dostum, sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur.

Bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır.

Bizler devrimci sosyalistleriz.

Devrimcilik, yaşam karşısındaki alınan tutumla belli olur.

Ölüm karşısında alınan tutum da, bunun doğal bir devamıdır.

Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı mı, sağlam yaşanmadı mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. Tersine, bazı ölümler, ölümü aşmak anlamına geliyor.

“İnancı uğruna ölümü yenen
öğretti ki yeniden
bazen eylem
yaşam adına verilen son nefestir
ve bu nefes
anlamsız geçirilen
on yıllara bedeldir.”

Bundan tam 23 sene önceydi.

İçimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Bekir, rüzgârın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı ve sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”nin komutanı oldu.

Erdal Eren’e yazdığı şiirinin yayımlanacağı ay, Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar, başkalarının idealleri için ölür” diye yazmıştı Bekir.

“Bugün sorarsanız bana
ne laz,
ne arap,
ne tatar,
ne boşnakım
elbette köklerime ulaştığım için çok
mutlandım
ama ben öncelikle sınıfımın adamıyım.
Bir işçi çocuğu olarak doğdum,
bir işçi olarak yaşadım
ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim.” dedi, öyle yaşadı, öyle ölümü yendi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu.

19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. Bir çığlık oldu gidişi, İnsan Olmanın Çığlığı.

“Siz siz olun, doğru dürüst ölün!” diye yazmıştı Serkan. Doğru dürüst ölmek için, doğru dürüst yaşamak gerekirdi zaten, Serkan da öyle yaşadı.

Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Aramızdalar, şimdi ve daima!

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

“Basit doğruları aradım önce.
Başım döndü gerçekleri görünce.
Kavramak ne zordu;
beynim yetmedi,
ellerim işe koyuldu.
Başladım yaşamı değiştirmeye.
Aslında her şey ne kadar basitmiş
bütün mesele
yaşamı 
ilmek ilmek örmekmiş”

Yaşamı ilmek ilmek örmeye, Kaldıraç’a katıl!

Sudan is Just There, Turkey is Here

Sudan has become an important site of resistance.

Al Bashir is Erdogan’s close friend. He is a murderer and parallels Erdogan in many ways. Al Bashir came to power in 1989, and his journey from power to prison began in 2019. When he could not visit any other country in the world, Al Bashir was making secret trips to Turkey. Currently, he is awaiting trial in International Criminal Court for his crimes against humanity.

Al Bashir’s bloody rule spilled a lot blood against the rising resistance. However, Sudanese communists and Sudanese insurgents did not bow to Al Bashir’s massacres.

The “Empowerment Elimination, Anti-Corruption and Funds Recovery Committee” has succeeded in seizing 3.5 to 4 billion dollars of Al Bashir’s fortune. This means that at least he didn’t manage to smuggle out all of his money.

Sudan is in the Northeast Africa.

The region of Northern Africa comprising Egypt, Tunisia, Libya, Morocco, Algeria, is one of the areas of partition in the new war of partition. When imperialist powers decided to divide up Libya amongst themselves, Gaddafi was in power. Gaddafi has fallen and now Libya is still struggling with civil war.

Turkey is the U.S.’ hitman.

It has shown this in all possible ways during the Syrian war. The Palace Regime has placed Turkey’s name side by side with gangs like ISIS. As the guard of American interest, and with Ottoman desires, it tried everything to invade Syrian lands and made U.S.-backed moves in the region.

It is now facing defeat in Syria against the resistance of Syrian peoples and the Syrian army, but most notably the Kurdish people.

The Palace Regime immensely loved this war as a way to extend its lifespan, and it had to see this war as a way out. Because of this, it continued to seek out every way possible to maintain its presence in the Syrian field. It caused the deaths of hundreds of soldiers by hiding its losses. However, it is still proceeding on the same course.

It is trying to sustain the Palace Regime this way.

War also means the increase of internal oppression and bloody practices. War is being used as a cover and excuse for this. The Palace Regime has entered many bloody offensives in Syria and Iraq. It is arm in arm with ISIS gangs.

Afterwards, with “Blue Homeland[1]” dreams, the Palace Regime got involved in the Libyan war. Up to this date, the Turkish state has sent more than 10 thousand gang fighters to Libya. The law case regarding MİT[2] agents who were killed in Libya was front-page news. Furthermore, according to some rumors, Turkey is still trying to send a group of 3500 to Libya.

This means that through foreign war, the Palace Regime is adding more massacres to the ones it commits internally. It has invaded parts of Syria and, furthermore, it is continuously piling up troops in Idlib. Taking advantage of the situation created by the pandemic, it is working with all its power to advance its wars. It is constantly making moves following orders from the U.S.

At the same time, taking advantage of the obscurity created by the pandemic, it is arresting elected municipal leaders one by one in Kurdish provinces and cities. It is trying all means to increase internal repression. While there is pandemic, while the people are scared for their lives, while they are locked up in their houses, and while the threat of unemployment and starvation is being swung like a sword, it is trying to accelerate its war politics and oppression at full speed.

It rolled up its sleeves and committed itself to placing the burden of economic crisis on the people, and capitalists are completely behind the Palace Regime in this mission. Through this, they seek to lower the wages and increase their profits.

Taking advantage of the pandemic again, it is trying to create new opportunities for Palace gangs through economic rent and plunder. It is introducing new profits through bids. The Palace Regime seeks to breathe this way. It wants to prolong its lifespan this way. With this way, it is trying to get a chance for a new election.

Sudan is not far at all, it is right over there.

It is quite close.

Putting aside the distance, the 30 year Al Bashir government’s practices are quite close to us. The policies of blood and massacre are akin to those that we are familiar with.

And Sudanese people succeeded in establishing a “Empowerment Elimination, Anti-Corruption and Funds Recovery Committee.” They are in the process of a deep cleansing. It is another issue how far they can take this cleansing. However, the path they chose is honorable.

And Turkey is here.

The people of Turkey, the working class and laborers, are looking forward the resistance. This search has manifested itself in social explosions such as Gezi. Today, there is no mass movement on the streets comparable to Gezi. Nevertheless, the days of Gezi are not over. The proof for this is the resistances advanced by workers. But still, those who want to turn a blind eye to this, at least can see the Gezi syndrome that is the nightmare of the Palace Regime. Why is the palace fearful that “a new Gezi is coming” in response to all incidents and developments?

Sudan is there, it should be thought of as close.

Because the growing revolution is encompassing all of the Middle East, the Balkans and Caucasia. Of course, this is not an easy process. In our region, leaving aside the Kurdish movement, the organization of peoples and the working class is currently weak. This is not a matter to be ignored. This much is true.

However, up through the present, there are constant mass movements in our region. It is certain that these movements are not pure. Moreover, to expect such a thing would be against the nature of the matter, especially in our region.

Our region is one of the focal points of the imperialist war of partition. This is the reason behind the U.S.’ attacks in every section of the Middle East. The U.S. is after ways to strengthen its presence in the region. It must be anticipating gaining advantage in the war of partition by increasing its presence in the Middle East.

However, the developments are triggering a reaction against primarily the U.S.’ but—through this—all imperialist powers’ presence in the region. Therefore, even though they have differences, all the resistances developing in the region are important. Even though they do not possess the level of organization of the Kurdish movement, the resistance movements in Lebanon, Iraq, Iran, Sudan, Tunisia, Egypt, and Turkey are quite important. They also do not have connections amongst each other.

Despite all of this, protests in all parts of our region carry revolutionary potential within them. This potential is drawing all countries in the region closer to each other.

This is why some of the results achieved in Sudan are so important.

This is why we say, Sudan is right there, it is close.

Revolutionary movements in Turkey have to show close interest in the developments in the region.

A socialist revolution in Turkey has the potential to spread to the whole region.

Of course, in our region there is a tendency to lean on one imperialist power when opposing another. This tendency has historical roots. In the First War of Partition, there were many manifestations of this phenomenon. These tendencies in our region, which is the permanent field of sharing wars, are indubitably a weakness. However, attaining an anti-imperialist quality in the developing resistances, and establishing a consistency in this anti-imperialism, can be realized through the influence of revolutionary movements with socialist perspectives in the region.

All the countries of our region are colonial countries dependent on imperialism. All the states of this region are puppet states in cooperation with imperialism. This actually brings together the two strands of the struggle. Those who struggle against the despot, the puppet state in their countries, must at the same time struggle against imperialism. If we also include North Africa, this is one of the focal points of the new imperialist war.

The most important thing is for the developing resistance of the region to gain determination. Sudan is an exceptionally positive example in this regard. This resistance can only cultivate determination through organization and expanding organizational structures.

Our country is one of the most advanced countries in the region in terms of the development of the working class. It is at the same time one of the foremost countries with respect to the intensity of control through NATO mechanisms and U.S. imperialism.

The Palace Regime is the organization of this control with respect to the new war of partition. The state is now plainly visible to the people with all its qualities and secret mechanisms. The Turkish state is taking the position of being the U.S.’ hitman to new heights by assuming more and more roles for the U.S. It sees its own continuity in these roles. In this way, the efforts of the Turkish state to be present throughout the entire region accelerates the process by which Turkish institutions are becoming offices of U.S. institutions. MİT used to work as a bureau for the U.S. This is still the case today. Yet today, it is trying to enlarge its reach. The same thing also applies to the Turkish army. So much so that today the U.S. is bringing together Turkish institutions and ISIS gangs without hesitation, two groups has used to hold apart in two different mechanisms. This is exactly what is happening in the Syrian war.

This entire process is also increasing the potential of the Anatolian revolution to influence the whole region.

Progress is always unequal but interconnected. A resistance developing in one part of our region would influence another part positively, even if does not do so immediately. And today, a revolutionary movement that seems to be the most undeveloped, is gathering possibilities to come forward rapidly tomorrow.

Any socialist revolution that develops here, in the region, also carries reckoning with the thousands of years of history of class society of our region.

In light of all of these, Sudan can be thought of being just there, it is quite close to us.

Jun/2020

Aysun Sadıkoğlu

Kaldıraç movement/Anatolia(Turkey)


[1]A term describing Turkey’s military and strategic maritime policies.

[2]Turkish intelligence service.