Ana Sayfa Blog Sayfa 99

Çözüm: Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, bugünlerde, ayakta durabilmek için çok farklı yollar denemektedir. Aslında hiçbiri de yeni değildir. Ama “yeni” diye sahaya sunulan, tedavüle konulan metotlara bakınca, Saray Rejimi’nin çok da zor durumda olduğunu anlamak zor değil. Aya Sofia’nın camileştirilmesi, Karia Müzesi’nin cami yapılıp Diyanet İşleri’ne devri, Diyanet İşleri Başkanı’nın şeyhülislam rolündeki ucuz oyunculuğu ile kılıç sahnelerinde poz vermesi, Akdeniz’de her gün zafer kazanmış ordumuzun Saray basınında boy vermesi, Karadeniz’de gaz bulduk müjdesi ile ortaya konan ucuzluk, aslında Saray Rejimi’nin çok da “iyi” günler geçirmediğini göstermektedir.

Ve hiçbiri, bu hamlelerin hiçbir tanesi, Erdoğan’a yeni oy akıtmıyor, prestijini “dünya lideri” olmanın daha da “ileri”sine taşımıyor, hatta dibi delik bir kap gibi sürekli oy kaybetmesini de durdurmaya yetmiyor. “Şahsım” uçmakla meşguldür ve buzdolapları da bunun en somut kanıtıdır.

Artık, hiçbir yalan işe yaramıyor.

Artık, hiçbir abartı Erdoğan’ı “daha önce çıkarıldığı” tahttan daha yukarı çıkaramıyor.

Artık, hiçbir manevra ve hamle, komik duruma düşmelerine engel olamıyor.

Erdoğan “uçuyoruz” diye buyuruyor. “Müjde” haberleri için, gün ve saat veriyor, ama yine de imajı düzelmiyor, rüzgâr kendinden yana esmiyor.

Artık, mızrak çuvala sığmıyor.

Artık, devlet terörü, Saray Rejimi’nin saldırıları işe yaramıyor.

Artık, korku ile yönetme işinin sınırına gelinmiştir.

Artık, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” ile devam etmek mümkün değildir.

Artık, ABD tetikçisi olarak davranmanın sınırları ortaya çıkmaya başlamış, TC devletinin “dış politika” dediği şey yerle bir olmuştur.

Daha 2 yıl önce, “cumhurbaşkanlığı” sistemi ile Türkiye’nin uçacağını söylüyorlardı. Şimdi, Erdoğan, “aslında biz uçuyoruz ama kimse görmüyor” dedikten bir gün sonra, “bu sistem ile devam etmek zorunda değiliz, değiştirebiliriz” demekten geri durmuyor.

Sanki bugün, Bahçeli, başkanlık sistemini, Erdoğan’dan fazla savunur durumdadır. Sanki, Erdoğan, “ben başta olayım da” neyi isterseniz değiştiririz diyor. Sanki, Kılıçdaroğlu ve Akşener, Erdoğan’ı “anlama” derdine sahiptirler.

Herkes, Saray Rejimi’nin ve TC devletinin bugünkü durumu üzerine tartışmaktadır. Sanki Erdoğan ve çevresi, Abdülhamid’e öykünüp, o role büründükçe, birileri de İttihat Terakki rolüne bürünmek için uğraşmaktadır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında ciddiyetini kaybetmiş arayışlar, aslında TC devletinin çözülmesinin ifadeleridir. Abdülhamid’den önce Osmanlıcılık, çok dinli, çok milletli bir imparatorluk kurtarma planı idi. Sömürgeleşmekte olan, paylaşım masasına yatırılmış olan Osmanlı’nın arayışının ifadesi idi. Abdülhamid, tek dinli sisteme geçmeyi daha uygun gördü. Farklı milletler ise, nasıl olsa “İslam” ile bir arada tutulabilirdi, görüşündeydi. Ama uzun sürmedi. Ne o farklı milletlere güvendi, ne de İslam’a.

Şimdi, sömürge bir ülkedeyiz. TC devleti, siyasal olarak ABD denetimindedir. NATO mekanizmaları, yakın döneme kadar bu iş için, bu denetim için en önemli mekanizmalar idi. Hâlâ da önemlidir. Ama ABD, Gülen hareketi, ılımlı İslam ve AK Parti ile birlikte, bu NATO mekanizmaları içinde kendi gücünü pekiştirecek adımlar attı. Hem Gülen hareketi ABD imalatıdır, hem de AK Parti ve Erdoğan’ın çevresi.

ABD, ekonomisinde AB ağırlığı olan Türkiye’yi, kendisi için tetikçilikle görevlendirmiş durumdadır. Bu görevlendirme: a- Türkiye AB’nin mi, ABD’nin mi sömürgesi olacak sorusuna verilen bir ABD yanıtıdır. ABD, bu tetikçilik görevlendirmesi ile, “Türkiye benim olmayacaksa kimsenin de olmayacak” demek istemektedir. b- İşler sürece bırakılırsa, ABD, Türkiye üzerindeki denetimini Almanya ve AB’ye kaybedeceğini görmektedir.

Tetikçilik görevlendirmesi tam da budur.

Aynı zamanda ABD’nin bölgemizde kirli işleri yaptırmasının en ucuz yoludur “tetikçilik”. Bu işin ABD’ye maliyeti düşüktür.

TC devleti, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı nedeni ile çeteleşmektedir, hem de içeride devletin çözülmesine bağlı olarak çeteleşmektedir. Gülen hareketinin kaç türü vardır? Almanya’nın Gülen’i, İngiltere’nin Gülen’i, Fransa’nın Gülen’i, İsrail’in Gülen’i, ABD’nin Gülen’i olduğunu artık biliyoruz. AK Parti için de bu geçerlidir, mesela enerji bakanlığı için de bu geçerlidir. Yani devletin her kurumunda, her alanda bu çeteler kendileri adına iş yapmaktadır. Dahası, buna içerideki tekellerin ve güç odaklarının da eklenmesi gerekir.

İşte Erdoğan, “değişmesi gereken bir şey varsa değiştirelim” gibi sözleri, tam da bu ortamda, iktidarda kalma süresini uzatmak için söylemektedir.

CHP, “aman devlete zeval gelmesin” düşüncesi ile, kitleleri “sokaktan uzak tutmak” görevi ile görevlendirilmiştir.

Kısacası, egemen sınıfları “devleti kurtarma” korkusu sarmıştır.

Erdoğan, kendini kurtarma peşindedir.

Hemen hemen hepsi, bu işin böyle süremeyeceği fikrindedir. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen, ama hiç kimsenin tanımadığı bir sistem var ortada. Erdoğan, sistemi tanımıyor ve kendisine “başkan” veya “sultan” denilmesini istiyor. İslamcılar tanımıyor, Erdoğan’a Abdülhamid diyorlar, Bahçeli tanımıyor “Sultan”a emirler yağdırıyor, işlerine karışıyor. Diyanet İşleri tanımıyor, bizzat kendisi şeyhülislam olarak davranıyor. Akar tanımıyor, bizzat gücün merkezinin kendisi olduğunu ilan ediyor. Damat, Erdoğan’ı, “kayınpederi” olarak tanımakla yetiniyor. Soylu tanımıyor, kendisini esas yöneten olarak ortaya koyuyor. Tarikatlar, kendilerine verilen mali desteğe bağlı olarak tepki koyuyorlar. Saray Rejimi’nin etrafındaki iş dünyası, her gün nakit akışı sürecek tarzda bir “tanıma” ilişkisi içindedirler.

Saray Rejimi de açıkça, anayasayı askıya almıştır.

TC devletinin uzmanları, Erdoğan’ın çoktan iktidardaki ömrünü tamamladığı fikrindedir. Erdoğan da bunun farkındadır.

Erdoğan iktidarı bitmiştir, ABD emri ile ömrü uzatılmaktadır.

Ama dahası var.

Artık, Saray Rejimi de yolun sonuna gelmiştir.

Erdoğan ve Saray Rejimi, ABD’nin savaş manevralarının geçici ihtiyaçlarına bağlı olarak ayakta durmaktadır. Bu durum, geçicidir. Erdoğan artık iş görebilecek bir araç değildir, Saray Rejimi, büyük bir korku ile sallanmaktadır.


İşte, “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” vurguları, artık Erdoğan’ı kurtarmak için değil, artık Saray Rejimi’ni kurtarmak için değil, TC devletindeki çözülmeyi durdurmak için dillendirilmektedir.

“Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” bayrağı ile, tüm devlet elitleri, tüm egemen sınıflar, tüm devlet içinde etkili çeteler arasında bir anlaşma yapılmak istenmektedir. Bu bir “cephe”nin alternatifidir. Bu cephe, daha çok Millet İttifakı diye bilinen CHP-İyi Parti ve diğerlerinin yer aldığı bir cephedir. Bu cephe, elbette devletin içinden de, devlet çarkından da desteğe sahiptir, egemen sınıfın temsilcilerinden de.

Doğrusu paylaşım masasında olan bir ülke olarak Türkiye’de, Erdoğan’ın rejiminin mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem”in mi olduğu, emperyalist güçlerin çok da umurunda değildir. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere, Japonya için mesele, paylaşılacak bu coğrafyada paylarını artırmaktır. Paylaşım bittikten sonra, “sürdürülebilir” bir iktidar ve yönetim modeli geliştirebilirler.

Ama, paylaşımdan pay almak, payını yükseltmek anlamında, bu tartışma, onlar için önemlidir. Eğer Almanya, mesela Erdoğan’ın düşmesi hâlinde, kendine yakın kadroların iş tutabileceği ve iktidarı eline alabileceğini görürse, elbette Erdoğan’a karşı tutum alır. Bu mesela Almanya anlamında verdiğimiz bir örnektir. Aslında tüm emperyalist güçler için de geçerlidir.

İktidar içindeki kavganın daha çok “yerel” görünmesinin ana nedeni, bu emperyalist güçlerin, dünya çapında süren paylaşım savaşımının durumudur. Henüz Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere açıktan ABD karşısında silahlı bir çatışmaya girmek istemiyorlar.

Belki, son İran meselesi bu açıdan, dünden farklı bir tablonun işareti olabilir. İran’a ambargo konusunda devreye giren Trump, alışılmış olduğu üzere, Rusya tarafından veto edildi, Çin tarafından veto edildi. Ama bu ikisi, İran’a karşı ambargo kararlarını veto edebilir ve bu beklenendir. Oysa bu kez, Almanya, Fransa ve İngiltere de bu ambargoya açıktan karşı çıkmıştır. Belki bu tutum, bu 4 emperyalist gücün, ABD’ye açıktan karşı çıkma süreçlerinde bir ilerleme olarak ele alınabilir. Ama yine de, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın ABD karşısına açıktan askerî bir güçle çıkmaları, savaşın bugünkü aşamasında çok mümkün değil, buna daha zaman var.

Ama öyle anlaşılıyor ki, bu kez ABD toprakları, bu paylaşım savaşımından azade olmayacak. Savaş, ABD topraklarını da saracak. ABD’nin saldırgan tutumu, bunu giderek zorunlu hâle getirecek kadar nettir.

İşte bu emperyalist diğer güçler, Erdoğan’ın değişiminde çok aceleci değildirler. ABD, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmakta acelecidir. En son, Saray Rejimi, açıkça “ABD emri ile hareket ettiklerini” ifade etmiştir. Libya’da işler çetinleştikçe, bunu açıkça dile getirmeleri, NATO içindeki çatlağın da kanıtıdır.


Sistemin değişimi yönünde irade beyan eden ikinci grup, “hilafet” istemektedir. Ayasofya cami ilan edilince, aslında bu kesimler, bu taleplerini daha doğrudan dile getirmeye başlamışlardır. Elbette bunlar da devlet içindeki çetelerle bağlantılıdır.

Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler bağları, bu kesim için önemli bir dayanaktır. Müslüman Kardeşler, İhvan hareketi, Türkiye’nin İslam cumhuriyeti hâline gelmesi ve buradan sonra da “hilafet” ilan edilmesi ile uyumlu olabilir. Elbette, sıra hilafete gelince, işler değişecektir. Ama şu anda, bu görüşün dile getirilmesi boşuna değildir.

Erdoğan ailesinin akıl almaz servetinin, “ulvî” bir amaç için çalıp çırpmanın “sevap” gösterilmesi ile aklanabileceği gibi bir ihtimal, Erdoğan için bu gruplarla ilişkilerini sürdürmek için önemli bir etkendir.

Hilafet zayıf bir olasılık olsa da, Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesinde önemli bir dayanak olabilir. Belki de Erdoğan, bu Müslüman Kardeşler bağlarını, yarın Trump’sız bir Amerika ile karşılaşırsa yaşayacağı zorluklara karşı bir güvence olarak düşünmektedir. Ama nasıl ki Gülen hareketi bir güvence değil idi, Müslüman Kardeşler de olamaz. Hepsi ABD emrindedir.

Bu açıdan “hilafet” daha çok ABD-İsrail hattına uygun bir dış desteğe sahip olabilir.

“Osmanlı”nın yeniden diriltilmesi hayali de bunun bir parçasıdır. Yine, ABD-İsrail hattına uygundur. Osmanlı hayali ile Suriye’de gerçekleştirilen işgal, Türkiye-Suriye ilişkilerini germekle kalmadı, İsrail için hayatı kolaylaştırdı. Dahası, bu çerçevenin devamı olarak Türkiye-Mısır ilişkilerindeki gerilim, İsrail için büyük olanaklar ve yeni harekât sahası anlamına gelmektedir. Hem tüm bunlar, ABD tetikçiliği işi için de önemli bir “maske” olarak iş görmektedir.

Tüm bu iki öneri ve bunun çeşitli versiyonları, aslında, şu kabul üzerine oturmaktadır: 1- Erdoğan iktidarının sonu gelmiştir. 2- Saray Rejimi’nin böyle sürmeyeceği kesindir. İşte bu koşullarda, mesele “devleti nasıl kurtarırız” meselesidir.

Yani, bunlar egemen sınıfların arayışıdır.

İşçi ve emekçilerin arayışı ise bambaşkadır. Ülkeyi kurtaracak, toplumu kurtaracak, emperyalist boyunduruğa son verecek, savaşa ve sömürüye son verecek, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne son verecek, tüm bölgede barışı egemen kılacak, halkların birbirine kırdırılmasına son verecek yol, işçi sınıfının, devrimcilerin yoludur.

Bu “Birleşik Emek Cephesi”dir.

“Anadolu Devriminin Yolu” isimli broşür, ilk olarak 1997 yılında yayınlandı. Sanırım, okuyucu bu broşürü, 2008 baskısı olan ikinci baskısı olarak bulabilir. Bu broşürün 42 ve 43’üncü sayfalarında, Anadolu Devriminin Yolu anlatılırken, Birleşik Emek Cephesi üzerinde durulmaktadır.

İşte buradayız.

Birleşik Emek Cephesi, zaman zaman Kaldıraç sayfalarında yeniden gündeme getirilmiştir.

Bugün, işçi sınıfına, devrimci harekete, sola lazım olan işte budur: Birleşik Emek Cephesi.

Birleşik Emek Cephesi, en başta, farklı siyasal ve toplumsal hareketlerin varlıklarını, farklılıklarını kabul eder. Ama, işçi sınıfı cephesinden, iktidarı alma sürecine bir müdahaleyi içerir.

Bugün, Erdoğan’ın gitmesi yetmez, diyoruz. Tek başına Erdoğan karşıtlığı ile yetinmek, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun fikrine yatmak, işçi ve emekçiler için bir kurtuluş değildir. İki nedenle; birincisi, gerçekten de mesele Erdoğan meselesi değil, bir sistem meselesi olduğu için, ikincisi ise Erdoğan’ın zaten çoktan iktidarını kaybetmiş, orada ABD tetikçiliği görevi ile durmakta olduğu için.

Dahası var. Sadece Saray Rejimi gitsin demek de yetmez. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselmektedir. İçeride ve dışarıda saldırganlığa, savaş çığırtkanlığına dayanmaktadır. Ülkenin içinde terör estirmektedir. Elbette bu rejimin, Saray’ın alaşağı edilmesi önemlidir. Ama bu, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile “tek kişi iktidarı” arasında bir tercih yapma meselesi değildir. Değildir çünkü, işçi sınıfı, kendi iktidarı için savaşmadan, bu yoldan geçmeden “demokrasi” diye bir şey ortaya çıkmaz.

Erdoğan öncesi “demokrasi” değildi. Tersine, Saray Rejimi, aslında 12 Eylül’ün bir devamıdır. TC devleti, tekelci polis devletidir. Burada “demokrasi”, ancak en zenginler için, ancak tekeller için vardır. Halklar için, işçi ve emekçiler için demokrasi, ancak ve ancak işçi sınıfının iktidarı alması ile olanaklıdır.

Birleşik Emek Cephesi, işçi ve emekçilerin, her düzeyde ve her türden örgütlenmelerinin içinde yer alacağı, devrimci direnişin cephesidir. Birleşik Emek Cephesi, devrimcilerin, solun, işçilerin, pratik mücadele içinde savaş arkadaşlığını örmesi ve geliştirmesi demektir.

Birleşik Emek Cephesi, sisteme karşı gerçek işçi alternatifinin ortaya konmasıdır. Bu anlamda, stratejik önemdedir.

Birleşik Emek Cephesi, bugün, hayatın her alanında ortaya çıkan sorunlara karşı, işçi ve emekçilerin kendi iradelerini örgütlemelerinin yoludur. Her cepheden gelişen devlet saldırılarına karşı direnişin geliştirilmesinin yoludur.

Birleşik Emek Cephesi, “şahsım”ın iktidarına karşı bir başka burjuva alternatife razı olmamak da demektir.

Bugün, devlet cephesi ile, işçi ve emekçilerin, halkların cephesi iki ayrı kutup hâlindedir. İster doğanın yağmalanmasına karşı mücadeleyi ele alalım, ister kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı ele alalım, ister savaş karşısında tutumu ele alalım, ister en sıradan demokratik hakların savunulmasını ele alalım, hayatın her alanında, devlet ile işçi ve emekçiler karşı karşıyadır. Diyelim ki, bir tren kazasında ölenlerin ardından kazada sorumluluğu olanları dava etmiş olun, isterseniz bir inşaatta ölen işçilerin haklarını savunmak isteyin, isterseniz madende ölenlerin aileleri ile dayanışmaya geçin, isterseniz Kaz Dağlarında yangınların nedenlerini araştırın vb. hemen göreceksiniz ki, karşınızda devlet var. Ve o devlet, Erdoğan’ı, Bahçeli’si ile olduğu kadar, Akşener’i, Kılıçdaroğlu ile de sizin karşınızdadır. İster Kürt sorunundan söz edin ister sağlık emekçilerinin sorunundan, ister eğitim hakkından söz edin ister Suriye’deki işgal politikasından, ister barıştan söz edin ister artan sömürüden, karşınızda tüm güçleri ile devleti bulacaksınız.

Birleşik Emek Cephesi, tüm bu alanlarda, devletin karşısında, işçi ve emekçilerin ortak mücadelesinin ifadesidir.

Elbette Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesi, birkaç günün işi değildir.

Ama bugün artık, böylesi bir pratiğin gündeme alınması mümkündür ve gereklidir.

Yalan, yağma, yoksulluk kader değil

Saray gaz çıkarıyor, hem de naklen yayınla.

Saray “uçuyor”, hem de alemler arasında.

Yalan, hem yağmayı, hem yoksulluğu gizlemek içindir.

Yoksulluk ve yağma, birbirinden ayrılmaz ikilidir; ne kadar çok yağma, ne kadar vahşi bir sömürü sistemi varsa, o kadar derin bir yoksulluk ortaya çıkıyor, hem yoksulların sayısı artıyor, hem de yoksullukları tarifsiz düzeylere varıyor. Bu madalyonun diğer ucunda, cebini dolduranlar, ülkeyi, doğayı, kamu mallarını yağmalayanlar var. Onlar servetlerine servet katıyorlar. Çalıyorlar, çırpıyorlar, dolandırıyorlar.

Damat’ın başına oturduğu Hazine, akıl almaz ucuzluklarla, pervasızca yağmalanıyor. Erdoğan’ın serveti sürekli artıyor ve tüm bunları “İslam aşkı” ile yaptığı yalanını sürekli üfürüyor. İşte böyle uçuyorlar.

Yalan, en büyük silahlarıdır ve artık “marifet” gerektirmiyor.

Her yerde, her durumda, her an yalan söylüyorlar.

Her yalanları, bir öncekini boşa çıkarıyor, ama utanmıyorlar ve daha başka bir yalanı “tedavüle” sokuyorlar.

Ayasofya ile, “dinci” çeteleri etraflarında toplamaya çalışıyorlar. Olmuyor.

Kadına karşı şiddet konusunda bir adım demek olan “İstanbul Sözleşmesi’ne” bile karşı çıkıyorlar. Oysa kadına karşı şiddetin önlenmesi, daha kapsamlı bir iştir. Ama bu kadarına bile tahammülleri yok. AK Parti içindeki kadınları boyun eğdirmeye çalışıyorlar. Dün imzaladıkları bu sözleşmeyi bugün kaldırma girişimleri, tüm kadınların boyun eğmesini sağlamak içindir.

Artık, her adımları, tükenişi yansıtıyor.

Erdoğan bitmiştir, efendisi ABD’ye iktidar süresini uzatmak için yalvarıyor, tetikçilik yapıyor.

Saray Rejimi, çözülmüştür, lime lime dökülmektedir. Her olay, Saray Rejimi’nin vaktinin dolduğunun göstergesidir.

TC devleti çözülmektedir.

Egemenler, yönetemez durumdadır.

Bu nedenle, şiddet ve yalan, karanlıklarını sürekli kılmak için sarıldıkları silahlardır. Yalan ve şiddetsiz yaşayamıyorlar.

Kaçıncı keredir; petrol buluyorlar, gaz buluyorlar. Hiç utanmadan, “müjde”li yalanlar açıklıyorlar, bu arada ise borsadan vurgunlar vuruyorlar.

Karadeniz, her yıl olduğu gibi, bu yıl da sele teslim oluyor. Sel yıkıp geçiyor. Saray Rejimi, her seferinde, “son 20 yılın en büyük yağmuru” yalanını söylüyor. Son 20 yılın en büyük yağmuru, artık nakarat hâline gelmiş bir yalan kalıbıdır. Hemen buna sarılıyorlar.

Karadeniz sahil yolu yapıldı yapılalı, Karadeniz’in her ilçesi, her ili sele teslim oluyor. Her seferinde insanlar ölüyor. Buna “doğal felaket” diyorlar.

Doğal felaket değil, cinayettir, siyasal cinayettir.

Sel, yağmurun ürünü değildir, doğanın yağmalanmasının, katledilmesinin ürünüdür. HES’ler ile, sahil yolu ile tahrip edilen Karadeniz’in artık bir parçası olmuştur sel cinayetleri.

Nasıl ki kadın cinayetleri politiktir, sel felaketleri de politiktir. Pek yakında olduğu tartışılan büyük deprem de bir cinayet olacaktır.

Halkın gözünün içine bakarak, bu kadar fütursuzca söylenen bu yalanlar, aslında bu cinayetleri örtmek içindir.

Bu yalanları bu kadar rahat söyleyebilmelerinin nedeni, halkın örgütsüzlüğüdür.

Zayıf halk örgütlülüğü, onların çürümüş sisteminin ayakta durmasının nedenidir. Karanlıklarının uzun sürmesinin nedeni, kitlelerin, işçi ve emekçilerin devrime uzak duruyor olmasıdır.

Bu cinayetler, biz örgütsüz oldukça sürecektir.

Bu cinayetler, sen seyrettikçe işçi kardeşim, devam edecektir.

Bu yalan, biz gerçeği bir güç olarak örgütlemedikçe sürecektir.

Bu kokuşmuş sistem, bu lanetli düzen, işçi ve emekçiler devrim ve sosyalizm bayrağını kaldırmadığı sürece sürecektir.

Buna dayanarak söylüyoruz: Bu kader değildir. Sel kader değildir, iş cinayetleri kader değildir, kadın cinayetleri kader değildir, işsizlik kader değildir, açlıktan kıvranmak kader değildir, hastalıklar kader değildir, eğitimin paralı hâle getirilerek halkın müşteri yapılması kader değildir, yoksulluk kader değildir.

Bunları değiştirmek mümkündür.

Bunun yolu, örgütlenmekten geçmektedir.

Tüm işçi ve emekçilere çağrımızdır: Gelin birlikte Birleşik Emek Cephesi’ni örgütleyelim. Gelin, Birleşik Emek Cephesi’ne katılın.

Mesele, Erdoğan’ın gitmesi değil tek başına, daha fazlasını almalıyız, işçi ve emekçilerin iktidarını örmeliyiz. Erdoğan zaten gidicidir. Bununla yetinmemek, daha ilerisini almak, ancak örgütlülüğe bağlıdır.

Sendikalı işçi, sendikalarını Birleşik Emek Cephesi’ne katılmaya ikna et, zorla.

Sendikasız işçi, örgütlen, BİK saflarına katıl, bu yolla Birleşik Emek Cephesi’nin bir bileşeni ol.

Mühendis arkadaş, aklını, emeğini Birleşik Emek Cephesi için harekete geçir.

Avukat arkadaş, savunma alanı artık mahkemeler, salonlar değildir, hayatın her alanıdır. Savunacağın dünya, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Sağlık çalışanı, hekim arkadaş, gel gücünü gücümüze kat, Birleşik Emek Cephesi ile, işçi ve emekçilerin bir parçası olarak hareket et, birikimini bu yola aktar.

HES’lere karşı direnenler, gelin, kendi örgütünüzle Birleşik Emek Cephesi’ne katılın.

Doğanın yağmalanmasına karşı direnen aktivist, gel gücünü, genel direnişin bir parçası yap, Birleşik Emek Cephesi’ne katıl.

Kadınlar, gençler, işsizler, köylüler, gelin gücünüzü, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde örgütleyin.

Bu topyekûn saldırıya, bu yalan aymazlığına, bu karanlığa, bu kokuşmuşluğa karşı, genel direnişi örgütlemek üzere, haklarımızı mücadele ederek almak üzere örgütlenelim, Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçası olalım.

İşyeri cinayetinde, trafik kazasında, egemenlerin çıkarları için savaş cephesinde, kadın cinayetinde, sel cinayetinde, sokak mafyalarının kurşunları ile, çocuk tacizleri ile ölmek kader değildir. Saray Rejimi’ne dur demek, bu burjuva egemenliği alaşağı etmek mümkündür.

Gelin kendi kaderimizi, kendi ellerimizle biz yazalım.

Yakınmak yok, seyretmek yok, susmak ve yutkunmak yok, unutmak ve affetmek yok, şimdi, mücadele etmenin zamanıdır.

Şimdi örgütlenmenin ve direnişi yaymanın zamanıdır.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

İşçi Gazetesi’nin 183’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Yaşam için ölenler ölümsüzdür

Ebru Timtik direnişinin 238. gününde ölümsüzleşti.

Emru Timtik ve Aytaç Ünsal baskı altında tanıklık yaptığını itiraf eden sahte tanığın ifadesine rağmen kendileri gibi bir çok ÇHDli avukatla birlikte ceza aldılar. Halkın, ezilenlerin haklarını ararken ve kendi yargılanma süreçlerinde de yargı sisteminin adil olmadığını, taraflı olduğunu ve ezenlerin tarafında olduğunu bildikleri halde adil yargılanmak talebiyle tüm hukuki yollara başvurdular.

Onlar haksızlıklara karşı susmama yolunu seçtiler.

Fakat sadece tek bir şey için direnmediler.

Bugün elindeki tüm yapıları ile saldırıya geçmiş bu sistem içinde, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada her hangi bir haksızlığa direnen herhangi biri veya bir kesim sadece tek bir şey için direnmiş olmuyor, olmamalı.

Ebru ve Aytaç’ın direnişi sadece yargının taraflılığına karşı değil, kadın cinayetlerine, işçilerin gasp edilmek istenen haklarına, insanların göz göre göre sürü bağışıklığıyla ölüme terk edilmesine ve devam eden onlarca haksızlığa karşı da sürdürdükleri bir direnişti.

Tüm direnişler özünde birbiri ile bağlantılıdır.

Çünkü sistem ezenler ve ezilenler üzerine kurulmuştur.

Ezilenlerin cephesi birdir ve bugün zafere ulaşmak için birleşmelidir. Görünen o ki haksızlıklara boyun eğmemek en başta insan kalmanın, onurunu korumanın gereği ise direnişleri zafere ulaştırmak örgütlülüğü büyütmekle sağlanacaktır.

Bu inançla Ebru ve Aytaç nezdinde hapishanelerde direnen tutsaklara, kadın cinayetlerine karşı meydanları boş bırakmayan kadınlara, direnen işçilere, emekçilere, akdemisyenlere, sanatçılara, öğrencilere selam olsun diyoruz.

Selam olsun insanca ve onurlu bir yaşam uğruna düşene, dövüşene.

Selam olsun inancı uğruna ölümü yenenenlere.

Bizler bugün yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seven ve bu ciddiyetle ele alan, Ebru için göz yaşı dökmuyor, onun haksızlıklara karşı onurlu duruşunu sahipleniyoruz.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür.

Laiklik zarurettir

“Sekülerizmde gizem, maskaralık,
rahipler, seremoniler, sahtelik,
mucize ve cezalandırma yoktur.”[1]

Laikliği yeniden konuşmak zorundayız. “Olmazsa olmaz” bir kaçınılmazlık olarak acil gündem maddesidir laiklik meselesi…

Kimileri “olmayan” ya da “olduğu kadar”ıyla “Laikliğe ‘El Fatiha’…”[2] derken; “Türkiye laik değil”[3] saptamasına mündemiç realiteyle yüz yüzeyiz…

“Laikliğin gerekliliğinde ve öneminde çoğunluk mutabık, ama laikliğin sınırları nedir, neleri kapsar, neleri dışlar, netlik kazanmalı”[4] ya da “BHH’nin ‘laik ve bilimsel eğitim’ sloganı niçin yanlıştır; karşı devrimcidir ve gericidir?”[5] veya “Dünyayı sadece laiklik ve hümanizm kurtarabilir,”[6] abartıları/eğip bükmeleri ve kestirip atmaları bir kenara iterek gerçeklere kafa yormakla mükellefiz!

Kolay mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 6. Din Şûrası’ndaki konuşmasında, “İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.”[7] “Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz… İslâm ümmeti zamanla bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına müşterek çözüm üretme zeminlerini de kaybetmişlerdir,”[8] dediği…

14 Aralık 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından Faizsiz Finans Kuruluşlarının Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar’ın içeriğinde Şer’i hukukun referans alındığı…[9]

Akit TV sunucusu Fatih Dağıstanlı’nın Ayasofya’nın ibadete açılmasının ardından, “Bunun arkasına bir hilafet gelmeli,” diye haykırdığı…[10]

Vb.leriyle, vd.leriyle biçimlenen tabloda, bir kez daha vurgulanmalı: “İslâm dininin hayatın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar yasaklar manzumesi olduğuna” işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ticaretten beşeri münasebetlere, eğitim öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete, yaşantının her safhasını düzenleyen bir dine inandıklarını” dile getirip, “Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz,”[11] tavrını net biçimde ortaya koyuyor…

Hiç kuşku yok; çok önemli bir eşikteyiz! Belki de bu eşik aşıldı bile…

“Nasıl” mı?

“Baro sistemi değişti. Ayasofya ibadete açılıyor. Sosyal medyanın kapatılması veya yakından denetlenmesi için hazırlıklar başladı. Böylece Türkiye’de, siyasal İslâmın yaklaşık 17 yıldır ilerleyen ‘pasif karşıdevrimle restorasyon’ sürecinde önemli bir eşik daha aşıldı…

Ayasofya’nın ibadete açılmasına ilişkin kararda ve Cumhurbaşkanı’nın tarihsel konuşmasında bugüne kadar görülmemiş bir açıklıkla ortaya konulmuştur.

Cumhurbaşkanı, tarihsel konuşmasında, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren kararı yalnızca ihanet olarak nitelemekle kalmamış, bu kararı alanları, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki, ‘En büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur… Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun… Azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın’ ifadelerinden hareketle lanetlemiştir.

Şimdi, bu karardan, konuşmadan sonra ülke yeni bir durumdadır: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yasası, bir Sultan’ın aldığı bir karar, Cumhuriyetin almış olduğu bir kararı bugün iptal edebiliyorsa, bir başka Sultan’ın, örneğin Halifeliği Osmanlı İmparatorluğu’na getiren Yavuz Sultan Selim’in kararı, yarın halifeliği kaldıran kararın iptal edilmesine neden gerekçe gösterilemesin? Ya da Abdülhamit’in Meclis’i kapatma kararı canlandırılarak mutlak monarşi ilan edilmesin? Tabii ki bunlar bugün siyasal İslâmın fantezileridir. Ama bunların fantezi olması içlerinde gerçeklik payı olmadığı anlamına gelmez.”[12]

Çünkü “Hayrola, laiklik mi dediniz?!”[13] noktasının ötesindeyiz artık ve daha da önemlisi, “Türkiye’de laiklik yoktur demek kolay. Ama bunu söyleyenlerin bu cümlenin (hükmün) sonuçlarını da dikkate alması gerekiyor,”[14] uyarısının muhatabıyız!

Sadece coğrafyamızda değil; yerkürede de böyle bu!

* * * * *

Elinde İncil’iyle kilise önlerinde poz veren Trump’tan, Nicolas Sarkozy’li, Emmanuel Macron’lu Fransa’ya ya da Almanya’da Angela Merkel’e…

Washington’ın ‘Dini Özgürlük Raporu’nda, laikliği koruyan düzenlemeler topa tutulurken;[15] Almanya Başbakanı Angela Merkel, Papa XVI. Benedict’in ziyareti öncesinde Hıristiyanları laikliğe karşı birleşmeye çağırıp, “Gittikçe artan laiklik karşısında Hıristiyanların birliğini sürekli olarak vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum,” dedi.[16]

Ve “Laikliğin Kalesi” sayılan Fransa’da eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Laikliğin, Fransa’yı Hıristiyan köklerinden ayırmaya gücü yoktur. Bunu yapmaya kalkıştı. Yapmaması gerekirdi. Tarihinin dini, manevi ve ahlâki mirasını görmezden gelen bir milletin kendi kültürüne karşı suç işlediğini düşünüyorum. Kökü çekip atmak, milli kimliğin çimentosunu zayıflatmaktır,”[17] derken; ardılı Emmanuel Macron da, ‘Fransa Piskoposlar Konferansı’ndaki konuşmasında, “Devletle Kilise arasında ilişkilerin tahrip edildiği izlenimi” taşıdığının altını çizip; iki tarafın bu ilişkiyi “tamir etmesi” gerektiğini söyleyip, “Fransa tarihini beslemiş ve ulusumuzu yaşatmaya sürekli katkıda bulunması gereken Katolik özsu”ya vurgu yaparak, “Katoliklikle Fransız ulusu arasındaki yıkılmaz bağları” kutladı![18]

Laiklik ilkesinin Cumhuriyet rejimine, anayasanın temel hedeflerine, insan hakları beyannamesine nüfuz ettiği, 1789 Fransız Devrimi’nde kiliseyle sert mücadelelerin yaşandığı ve 1905 yılında din ve devlet işlerinin kesin olarak ayrıldığı[19] Fransa’da en üst düzey yetkilisinden gelen bu çıkışlar bir sinyaldi…[20]

* * * * *

 “Laiklik” deyip geçilemez…

O sadece bir değer sisteminden ibaret değildir. Laiklik, temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur.

Malum olduğu üzere uygarlık tarihi boyunca, egemen sınıflar ile devletleri zaten her zaman laikti. Din ile dünya işlerini hiçbir zaman karıştırmadılar. Yönetici sınıflar için din, dünya işlerinin bir gereğiydi. Ekonomiyi ve devleti yönetmek için dine ve Allah’a gerek yoktu; ama halkı yönetmek için vardı! Din, nasıl Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu”ysa, laiklik de halkın uyanışıdır; “dünya işleri”ne “kendisi için” talip olmasıdır. Laikliğin “din ile devlet işlerinin ayrılması” biçimindeki tarifi, aslında dini değil, laikliği sınırlamak için yapılmıştır. Günümüz koşullarında devleti bile koruduğu şüphelidir![21]

Her ne kadar Erdoğan laikliği her zaman “devletin her dine eşit mesafede olması” olarak tanımlasa da, bir ülkede farklı dinlere (veya mezheplere) eşit mesafede durabilmek hangi koşullarda mümkün olabilir? Laikliği, “devletin her dine eşit mesafede durması”ndan ibaret olarak tanımlamak, bir yanıltma girişiminden başka bir şey değildir. Kaldı ki böyle bir “mesafe”yi ölçecek (nesnel) bir mikyas da yoktur!

Doğru tanımıyla laiklik, dinin siyasetten ayrılması, ayıklanmasıdır. Bu kavramın en kısa tanımı budur. Daha açık olarak ifade edildiğinde, laiklik, dinlerin kamusal ilişkilerde (toplumun ortak yaşamını ilgilendiren ilişkilerde) hiçbir rolünün ve etkisinin olmamasıdır. Bu ilkeye dayanan hukuk, laik yaşam tarzını biçimlendirir.

Öte yandan, kimilerinin (laikliği karikatürize edecek tarzda) “iddia” ettiği gibi “Laikçilik” diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; bir yaşam tarzı sigortasıdır.

Ya da her şeyi özetleyen bir betimlemeyle laiklik “kadın”dır ya da kadın (“la laicità è donna”) demektir.[22]

Evet kadim Yunan’dan mülhem kavramın etimolojisinde de zaten insan vardır: “Laikos = Halk”…

Sözcük kökenindeki “laicos”; bir “devlet aygıtı” ya da “devlet bürokrasisi” anlamına gelmiyor.

“Ayos/agios” olarak ifade edilen “kutsal”dan ayrışan, gereğinde ondan mesafe alan/alabilen… “halka ait olan” anlamını içeriyor. Yani “kutsala ait olmayan”, “insana ait olan” demek oluyor. Özetle “dünyevîleşeni”, “dünyevî olanı” ifade ediyor.

Tayyip Erdoğan, “kişiler laik olmaz, laik olan devletlerdir” diye dursun, “Kişi/insan”ı içermeyen bir “dünyevîleşme” mümkün olabilir mi?

Laikliğin özünde kısacası -yerleşmiş hiyerarşinin her türlüsünü red eden- “özgür birey” var.

Laiklik, başka deyişle “özgürlüğün” diğer adı oluyor ki, bu da aydınlanma ve ayırdına varmayla ilintilidir.

Kadim Roma’da din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyormuş. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.

Aydınlanma, XVII. ve XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan, toplumsal düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasını ifade eden ve kökleri önceki yüzyıllardaki Rönesans ve reformlara dayanan bir harekettir. Voltaire, d’Alembert, Hume, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve ardılları Saint Simon, Auguste Comte gibi birçok düşünür tarafından toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük, rasyonel düşünce (akılcılık), ilerleme, cehaletin yerine bilimsel bilginin yer alması, dünyayı anlama yolu olarak batıl ve doğaüstü inancın reddine dayalı bir düşünce hareketidir.

Immanuel Kant’ın deyimiyle “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” 

“Aydınlanmış düşünceye, laik, ussal ve ilerici bir bireycilik egemen olmaktaydı. Bireyi, zincirlerinden; hâlâ dünyanın dört bir köşesine gölgesi düşen ortaçağın cahil gelenekçiliğinden, (‘doğal’ ve ‘ussal’ dinden ayrı olarak) kilisenin hurafelerinden, insanları doğuma ve ilgili başka ölçütlere göre alt ve üst olarak hiyerarşiye ayıran usdışılıktan kurtarmak, Aydınlanmanın başlıca amacıydı. Özgürlük, eşitlik ve (bunları takiben) bütün insanların kardeşliği, onun sloganlarıydı.”[23]

Aklın özgürleştirilmesi ve eleştirel bir nitelik kazanması olarak tarif edilmesi de mümkün olan laiklik, ne yazıktır ki, bugünlerde birçok tarifi olan içeriği boşaltılmış bir kabuğa dönüşmüş hâldedir.

Bunlardan en kolayı, din-devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır biçiminde yapılan tanımdır. Oysa, laiklik bunların ötesindeki temel üzerinde yükselir.

i) Dinin devlet işlerine, devletin de -genel kamu düzeni dışında- din işlerine karışmaması ve hiçbir yükümlülüğü olmamasıdır.

ii) Dinî kuralların kaynak ve referans olarak, evrensel hukuk kurallarına ikame edilmemesidir.

iii) Kamu alanının, dinin toplumu etkilemesine olanak tanıyan simgelerinden arındırılması, dinin toplumu etkilemesine kesinlikle imkân tanınmamasıdır.

Laiklik, devlet yönetiminde, kanun düzenlemesinde ve kamu hizmetlerinde “dinî bilgi” ve “din bilgini”nin esamisinin okunmaması ve “laik” halkın siyasal-hukuksal düzenlemede belirleyici olması durumudur… Böylece laiklik, kişi katından devlet katına siyasal-hukuksal bir olgudur…

Tekrar pahasına, basitçe ifade edeyim: Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan ayrılmasıdır. İlkenin bir uzantısı gereği, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı, elbette laikliğe aykırıdır.

Söz konusu çerçevede demokrasi, tarihsel olarak sekülerleşmenin çocuğudur. Bu nedenle laiklik olmadan demokrasinin olabileceğini ileri sürmek olguların doğasına aykırıdır…

Kaldı ki laiklik olmadan demokrasiler yaşayamaz. Laiklik, bir eşitlik ve demokrasi sağlayıcısıdır, teminatıdır. Ve de unutulmamadır ki, siyasi demokrasi, düşünsel ve sosyal sekülerleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeğin ayırdında olmayanlar, laiklik olmadan demokrasinin var olabileceğini sanıyor, “varsayıyor”lar!

İşte bu tabloda laiklik tartışmaları devreye sokuluyor.

Malum moda üzere “liberal solcu”lar dinci kesimi pohpohlayıp, laikliği de gereksiz, hatta zararlı bir gayretkeşlik sayan tavır içindedirler.

Örneğin Hürriyet’te Orhan Pamuk’un bir konuşmasına yer verilmiş: “Laiklerin demokrasiye çok saygıları yok!”[24] (Kim bu laikler, gerçekten laik sıfatına layıklar mı?)

Kaldı ki dincilerin demokrasiye saygısı ne kadar? Orhan Pamuk bundan pek söz etmezken; “kutsal kitaplar”a, “tanrı buyrukları”na dayanan bir “demokrasi”nin mümkün olup olamayacağından söz etmiyor!

Laiklik demokrasi için zorunludur, fakat yeterli değildir. Laikliğin (eskilerin deyişiyle) “mefhum-u muhalifinden” hareket edecek olursak akla ilk gelen soru şu olur: “Teokratik bir demokrasi mümkün müdür?”

“Teokrasiyi, din adamlarının, bir ülkeyi dinî kurallara dayanarak yönetmesi” olarak tanımlarsak, teokrasilerin tanımları gereği demokratik olamayacaklarını kabul etmek gerekir.

Din adamlarının dine dayanarak yönettikleri ülkedeki yönetim biçimine “demokrasi” diyemeyiz, çünkü yasalar halkın iradesine ve isteğine göre yapılmamakta, kutsal metinlere ve ilâhi güçlere dayanılarak ülke yönetilmektedir. Teokraside başlıca rolü oynayan din adamları da halk tarafından seçilmemekte, din adamları şuralarınca seçilmektedir.

Laiklik ve demokrasi, birbirlerini dışlayan, yok eden kavramlar değil, aksine birbirlerini bütünleyen kavramlardır; böyle olmalıdır.

* * * * *

İktidarın din referanslı uygulamalara hız verdiği güzergâhta laikliğin -tartışmasız- önemi daha da artarken; dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, “Anayasada müdahaleci laiklik var,”[25] saptaması beterin beterini devreye sokmaktan başka anlam taşımamaktadır.

AKP’li kesitte haklar ve hukukun yerine “tevekkül”ün (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkartıldığı; Diyanetin devasa bir iktidar odağına dönüştürüldüğü; eğitim ile toplumsal yaşamın dinî inanç ya da dinî kurallara göre tanzim edilmeye kalkışıldığı tabloda laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak değil, kişisel bir alan olan inanç alanının ve dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrılması, devlet yönetiminin hiçbir şekilde dinsel esaslara ve güce dayanmaması, devletin bütün inançlar karşısında tarafsızlığı olarak ele alınmalıdır.

Ancak heyhat! Anayasa Mahkemesi’nin, “Katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır,” formülündeki “Laikliğin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamak!” kararı (No: 1989/12) ile[26] laiklik (olduğu kadarıyla ya da ne kadar idiyse!) rafa kaldırıldı. Çünkü dikkat edilirse, AYM bu kararıyla dinsel inanç ve pratikleri kamusal alana taşırken, bunlarla kamusal yaşam ve aygıtlar arasındaki sınırları kasten muğlaklaştırmaktadır.

Bu çerçevede bir yaşam tarzı (ve sigortası) olarak laikliğin ısrarla -döne döne- savunulması, demokrasinin temeli olduğunun sıklıkla vurgulanması ivedi olarak gereklidir.

“Çocuklar namaza yetişemiyor cuma resmî tatil olsun”, “Kadın evde otursun, kahkaha atmasın, üç beş çocukla kariyer yapsın” vb. çığırtkanlıklarla bir yaşam tarzı olarak laikliğin boşa çıkartılmak istendiği düzlemde, “Laiklik Batılı bir fenomen değil, modernitenin bir koşuludur,”[27] diyen Samir Amin’in uyarısı unutulmamalıdır.

Özetle, laiklik demagojik ve her yöne esnetilebilecek bir tanımla “din ile devletin birbirinden ayrılması” değil üç boyutun iç içe geçtiği bir komplekstir. Bu boyutlar:

i) Kamusal alanın her türlü dinsel düşünce, pratik ve simgeden arındırılması (siyasal boyut),

ii) Bireylerin dinsel tahakküm araçlarından özgürleştirilmesi (hukuksal boyut),

iii) Bunlara bağlı olarak, bireylerin yaşam tarzlarını özgürce seçme olanağına sahip olması (yaşam tarzı boyutu) olarak tanımlanabilir.

* * * * *

Coğrafyamızın laiklik serüvenine gelince…

Öncelikle Fatih Sultan Mehmet’in, Patrikhane ile ilgili “Gennadius İtikatnamesi”nden “laiklik” çıkar(t)maya kalkışan cevvallikleri[28] bir kenara bırakmakta büyük yarar var!

Denilebilir ki 11 Kasım 1606 tarihinde Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Zitvatorok Antlaşması, Osmanlılarda sekülerleşmenin başlangıcıdır. 17 maddelik bu antlaşmanın 2. maddesi gereğince Osmanlı Devleti kuruluşundan beri ilk kez bir Hıristiyan devletini kendisiyle eşdeğer olarak görmeyi resmen kabul ediyordu.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan başlayarak askerî fetih politikasını İslâm dinini yayma amacıyla birleştirmişti. Dolayısıyla Hıristiyanlara karşı Osmanlı savaşları, aynı zamanda gazâ (dinî savaş) olarak görülüyordu. Osmanlıların özellikle Kanuni döneminin sonlarına kadar toprak bakımından sürekli genişlemesi, İslâm dininin de etki alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Bu genel felsefenin ve fiilî durumun sonucu olarak da, Osmanlı yönetimi İslâm dininin dünyaya egemen kılınmasını kutsal bir görevi olarak görüyor ve diğer dinlere mensup toplulukları ve devletleri de doğal olarak küçümsüyordu. Onların yaşadıkları toprakları da geleceğin egemenlik alanları olarak görüyordu…

Yaygın anlayışa göre Osmanlılarda sekülerleşmenin ileri adımı XVIII. yüzyılın başlangıcına, Lale Devri’ne (1718-1730) ait bir gelişme olarak görülmektedir.

III. Ahmet’in saltanat devrinde sadrazam 28 Çelebi Mehmet’in ve oğlu Sait Bey’in Fransa gezisinde gördükleri uygarlık örneklerini bir rapor hâlinde övgüyle padişaha sunmaları ve ardından da orada inceledikleri matbaayı Sait Bey’in resmî girişimleriyle ve Macar asıllı İbrahim Müteferrika’nın yönetiminde kurmaları, sekülerleşme ve modernleşme açısından önemli gelişmelerdir.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ise, özellikle deniz ve kara mühendishanelerinin kurulmasıyla başladığını kabul edebileceğimiz modern ve seküler eğitim ile ordu girişimleri, daha sonraki yüzyıldaki gelişmeleri kuvvetle etkileyecek girişimler olmuştur.

Ancak XVIII. ve elbette XIX. ile XX. yüzyıllardaki kadar yoğun olmamakla birlikte, Zitvatorok Antlaşması’yla başlayan sürecin XVII. yüzyıldaki bölümü de gözden kaçırılamayacak ve ihmal edilemeyecek bir önem taşımaktadır. Dış politikada, bilimde ve düşünce dünyasında ve sosyal yaşamda ilk sekülerleşme belirtileri XVII. yüzyılda görüldü. Bu nedenle genellikle Lale Devri’ne atfedilen modernleşme ve sekülerleşme başlangıcını, bir asır daha öncesine çekmemiz gerekiyor.

XVII. yüzyıl bilim ve düşünce dünyasına damgasını vuran Emir Çelebi, Kâtip Çelebi, Şanizade Ataullah Efendi, Ebubekir Efendi ve Hezarfen Hüseyin Efendi, Batı’daki bilimsel gelişmeleri izleyen ve bunları ilk kez Osmanlı dünyasına yansıtan kişiler olmuşlardır. Evliya Çelebi (1611-1692) de ünlü Seyahatname’sinde Orta Avrupa ve Balkanlar’da gözlemlediği uygarlık örneklerinden söz etmiştir.

Bu asrın en önemli tıbbî eserini yazan hekim Emir Çelebi (ö. 1638), ilk kez ölüler üzerinde teşrih (ölünün vücudunun kesilerek incelenmesi) yapılmasını tavsiye etmişti (Osmanlılarda teşrih yasağı 1841’de kaldırıldı). Hekim Şirvanlı Şemseddin İtaki (ölümü 1632’den sonra) ise, 1632’de Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk resimli anatomi kitabını yayımlamıştı. Bu kitabın hem içeriğinde, hem de anatomi şemalarında Avrupa tıbbının etkisi görülmektedir. Kâtip Çelebi (1608-1656) de Batılı kaynaklardan yararlanarak Cihannüma adlı bir coğrafya ve kozmoloji kitabı yazdı. Mercator’un Atlasminor’unu da Latinceden Türkçeye çevirdi. Adnan Adıvar, Kâtip Çelebi için “İlk defa olarak Batı ilmiyle sıkı temasa girmeye başlayan ve özellikle o ilmin değerini ve önemini takdir eden ve Batı ilmiyle Doğu ilmi arasındaki seddi yıkmaya çalışan zat olması dolayısıyla, kendisini ‘Türkiye’nin ilim devrimcisi’ diye anmasak bile, Türkiye’de ilim Rönesansı’nın müjdecisi gibi sayabiliriz,” demektedir…

Osmanlılarda sekülerleşme, XVIII. ve elbette XIX. ile XX. yüzyılın başlarında çok çeşitli boyutlarda gelişerek devam etmiştir. XIX. yüzyıl Osmanlı dünyasındaki sekülerleşmenin önemli bir dönüm noktası da, 1839’daki Tanzimat Fermanı’nın ilanıdır.[29]

Söz konusu tabloda III. Selim’in tahta çıktığı 1789’dan cumhuriyetin ilan edildiği 1923’e uzanan doğrusal bir bağlantı, bir süreklilik ilişkisi vardır. Selim 1807’de gerici ulema-yeniçeri ittifakı tarafından tahttan indirildiği için iktidarı uzun ömürlü olmamışsa da, orduyu yenilemek için başlattığı Nizam-ı Cedit süreciyle ilk reformcu/modernleşmeci padişah olmuştur… Bu doğrultuda Tanzimat Dönemi modernleşme-sekülerleşme-laikleşme sürecinin zirve noktalarından biri olarak görülebilir.

1843’te Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliğini tanıyan yeni bir ceza yasası çıkarılmıştır. 1844’te şeriatın dinden çıkanlara yönelik ölüm cezası uygulamasına son verilmiştir. Kapitalistleşme ve dünya ekonomisiyle entegrasyona paralel olarak 1850’de ticaret yasası, 1863’te deniz ticaret yasası ve 1867’de yabancıların toprak sahibi olmalarına izin veren toprak yasası çıkarılmıştır. 1869’da ise gayrimüslimlerin davasına bakacak laik mahkemeler açılmıştır. Aynı dönem Fransız eğitim sistemi Osmanlı’ya uygulanmaya çalışılmış, rüştiye, idadi ve sultaniler, yani ilk ve orta öğretim kurumları açılmış, Darüşşafaka ve Galatasaray Liseleri ile Mekteb-i Mülkiye kurulmuştur.

1908 devrimi sonrası sekülerleşme/laikleşme iyiden iyiye ivme kazanmıştır. Örneğin, 1913’te ilköğretim kız çocukları için zorunlu hâle getirilmiş, 1914’ten itibaren Darülfünun’da, yani üniversitede kadın öğrenciler için de dersler açılmaya başlanmıştır. 1917’de çıkarılan aile yasası ile evlenecek kadınlar için yaş sınırı 16 olarak belirlenmiş, evliliklerin ancak hâkim karşısında sonlanabileceği kararlaştırılmıştır. Yine bu dönemde, 1916 yılında şeyhülislâm kabineden çıkarılmış ve sonrasında yetkileri büyük ölçüde kısılmıştır. 1917’de ise şeriye mahkemeleri Adliye Nezareti’ne, medreseler ise müfredatları modernize edilerek Maarif Nezareti’ne bağlanmış, vakıfları yönetmek için ise Evkaf Nezareti kurulmuştur.[30]

Söz konusu tarihsel arka planda laikliğin coğrafyamızda yasal bir statü kazanması hiç de kolay olmadı. Laikliğe ileri adım olarak yasallaşması ancak 1926’da Medeni Kanun ve “devletin dini İslâmdır” ibaresinin 1937’de anayasadan çıkartılması ile gerçekleşecekti.[31]

Ancak şunun da altını çizmeden geçmeyelim: “Hem muhafazakâr kesim hem de Kemalistler, ilke olarak din-devlet ayrılığı tezini hiçbir zaman benimsemedi.”[32]

“Kemalizm’in laikliği kendi seçkinci hassasiyetleri için kullanması ve bu kullanımın demokrasi aleyhine yarattığı kalıcı tahribat”ı[33] “es” geçmeden hatırlatalım:

“Tevhidi tedrisatı, din okullarının ve ibadet yerlerinin devlet kontrolüne alınmasını, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini, dini nikâhın kaldırılmasını, hepsini Prusya’da görürsünüz. Bizdeki laiklik, Fransız değil, Prusya laikliğidir. Aynı Prusya laikliği gibi bizdeki laiklik de bürokrat laikliğidir.”[34] Ya da bir başka deyişle, Kemalizm’in “Laiklik” anlayışı, dinin devletin denetimi altına alınmasına dayanır.

* * * * *

Söz konusu seyr-ü sefere ilişkin olarak, “Modern çağda, Müslüman toplumlar hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmadı. Kuruluş ilkelerinden biri laiklik olan Türkiye’de dahi dinî kurumların ‘ehlîleştirilmesinin’ ötesine geçilmedi,”[35] saptamasının altını özenle çizerek belirtelim: Devletin bir parçası olarak Diyanet’in olduğu yerde laiklikten söz edilemez.

Dinle devletin iç içe olduğu coğrafyamızda unutulmamalıdır ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ilgili yapılabilecek “ortalama” tarihsel özet şudur: Başlangıçta Cumhuriyet’in bir Diyanet’i vardı. Şimdi Diyanet’in bir Cumhuriyet’i olma noktasındayız! Erdoğan’ın ta 1984’ten demokrasi tramvayından söz edip, 2005’te “Demokrasi benim için amaca giden tramvaydır!”, “Benim referansım İslâmdır!”[36] dediği üzere…

Bir şey daha: Tamam, laiklik demokrasinin olmazsa olmaz tamamlayıcısıdır. Kuşkusuz, ama hangi laiklik? Soruyu tersten soralım. Dinî denetim altında tutmak için veya tam tersine toplum üzerinde bir dinî denetim ve baskı yaratmak için devletin doğrudan din hizmeti vermesi, üstelik bunu çoğunluğun mezhebiyle sınırlı tutması, demokrasiyle bağdaşabilir mi?

* * * * *

 “İyi de ne yapmalı” mı?

Öncelikle “İnançta adaletin imkânı, laikliktir”;[37] “Laikliğin… üzerine yüklenen tüm felsefi/sınıfsal anlamlardan arındırılması ve ‘dine karşı tarafsızlık’ şekilde anlaşılması lazım”;[38] “Laikliğin dayatmacı ve çatışmacı olmayan bir modelini geliştirmek şart değil mi?”[39] türünden ucu açık, müphem “tanım(sızlık)lar”dan uzak durmak gerek!

Ayrıca Erdoğan’ın Başbakanlık döneminde, “Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir Müslüman, laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir,”[40] ifadesindeki “tuzak”ın da farkında olmak önemlidir!

Bu tür bir “tuzak”a balıklama atlayan Ahmet Hakan’ın, “Dindarların barıştığı laiklik, ‘ceberut laiklik’ değil, demokratik laikliktir”;[41] Murat Yetkin’in, “İnanması güç; Türkiye’deki laikliğin yeminli karşıtı Erdoğan, kendi laiklik tanımını Arap Baharı’nda estiriyor… Erdoğan’ın getirdiği laiklik tanımı şimdilik sağlıklı ilerleyen bir tartışma başlatmış durumda. Nereye varacağını birlikte göreceğiz,”[42] çığırtkanlıklarının nereye vardığını “birlikte gördük”!

16 Eylül 2011’de Radikal gazetesinin “Türk tipi laiklik”[43] diye paketlediği zırva ile benzerlerine hatırlatılmalı: Laiklik’in sadesi, orta şekerlisi, az şekerlisi, şekerlisi, alaturkası, alafrangası olmaz; laiklik dinden icazet almaz…

Bu noktada “Dinin soldan okunması”[44] türünden “cevvallikler”in bir kenara bırakılıp; Ege Cansen’in “İslâmcılık bir ideoloji, Müslümanlık bir kültürdür,” saptaması hatırlanmalı…

“Gerçek İslâm hangisidir,” tartışmalarıyla yolumuzu açamayız… (Eğer bir ayrımdan söz edilecek ise ideolojik İslâm/kültürel Müslümanlık terimleri ile tartışmak mümkündür).

Buradan hareketle “İdeolojik İslâm, siyasî, toplumsal programı olan bir akımdır. Ona tamamen, kısmen katılmak veya eleştirmek, karşı çıkmak mümkündür; hatta normaldir. Müslümanlık ise bir olgu (toplumsal kültürün bir öğesi) olduğuna göre ona taraftar olmak; karşı çıkmak söz konusu değildir. Yeknesak değildir. Toplumun tüm hücrelerini biçimlendiren bir hegemonyası yoktur. Farklı kültürel öğelerle çatışabilir. Bunlar, ‘kültür kavgaları’ sınırları içinde kaldıkça vahim değildir. Bütünüyle bakılırsa, bu tür gerilimler, kültürel Müslümanlığın Türkiye’nin 80 yıllık laiklik uygulamaları ile uyum sağlamasını engellememiştir…

İdeolojik İslâm’ın komuta kademeleri elbette bilmektedir ki, yarım yüzyıllık bir geçmiş içinde Türkiye işçileri, köylüleri Müslüman kimliklerine rağmen, bazen sert sınıf mücadelelerine; zaman zaman da sosyalist, devrimci hareketlere katılmışlardır. İdeolojik İslâm’a değil; sömürü düzenine, kapitalizme karşı mücadele eden hareketlerden söz ediyoruz.

Bu açıdan bakılınca İslâmcılığın sistematik olarak sınıfsal bir işlev üstlendiğini de gözlüyoruz. Soma faciasından sonra işçi ailelerini cemaat, tarikat ehli niçin kuşattı? Din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlemeye çalıştı?

Çok sayıda alan çalışması, patronların, ‘çalışma barışını sağlayan, kalıcı kılan’ bir araç olarak İslâm’ı kullandığını ortaya koyuyor. Konya’nın bütününden, Kayseri’de mobilya fabrikalarından, Tuzla tersaneler bölgesinden örnekleri hatırlıyorum. Hepsinde ideolojik İslâm, işçi sınıfı saflarında eleştirel, isyankâr, dayanışmacı tepkilerin aşınmasına, felce uğramasına katkı yapmaktadır.

Bu olgulara bakarsak ideolojik İslâm, Türkiye emekçilerinin saflarında sınıf bilincinin dumura uğramasına katkı yapan ideolojik, hatta AKP’nin kitle desteğini pekiştiren politik bir rol oynamaktadır. Bu nedenle laikliğin korunması, sosyalist akımlar açısından öncelik taşımalıdır. ‘Beyaz Türklerin hayat tarzlarını savunma refleksi’ olarak küçümsenmemelidir,”[45] diyen Korkut Boratav haklıdır.

Geçerken hatırlatalım: 1844’te Karl Marx, “Dini yapan, oluşturan insandır; din insanı oluşturmaz. İnsan, devletin, toplumun ürünüdür. Bu devlet ve bu toplum dini üretir. Din de dünyanın tersine döndürülmüş bir bilincidir… Din mazlum yaratığın soluğudur; kalpsiz bir dünyanın kalbidir ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın da afyonudur. Halkın sahte saadeti olan dini ilga etmek, halkın gerçek mutluluğunu talep etme anlamı taşır. Kendi durumlarına ilişkin yanılsamalarından kurtulma daveti, aslında, yanılsamalara gerek duyan bir dünyadan kurtulma davetidir,” diyordu.

Bu ifadeler, dinin iki boyutunu da içerir. Halk kültürü olarak din: “Mazlum yaratığın soluğu; kalpsiz bir dünyanın kalbi”… Ve halk sınıflarının sömürü düzenine teslimiyetini sağlayan ideolojik işlevi ile; “halkın da afyonu” olan din…

Karl Marx’ın düşüncesinin üç kaynağına ilişkin V. İ. Lenin, “Alman felsefesi, İngiliz politik iktisadı ve Fransız sosyalizmi,” derken; bunların her üçü de, aydınlanma devriminin türevleridir.

Ve elbette sosyal mücadeleler tarihi içinde sömürülen sınıflar gerçek acılara karşı bir protesto olarak bazen (hatta çağlar boyu din tek ifade biçimi olduğu için çoğunlukla) dine sığındılar; bazen (hatta çoğunlukla) kilisenin, ulemanın ihanetine uğradılar. Ancak, meselemiz “sınıf mücadeleleri içinde din” değilken; Karl Marx düşüncesinin kaynakları ise, aydınlanma devriminden soyutlanmış bir şey olamaz.

Aydınlanma, Orta Çağ dünyasının zihniyetine karşı bir isyandır. Ve bir ideoloji olarak din (Batı’da Katoliklik, bizde İslâm/cılık) o düşüncenin temel öğesidir.

Nihayet Karl Marx’ın din konusundaki görüşleri açıktır: Dinin temelden sorgulanması. Bunun aksi, tarihsel maddeciliğin reddiyesi anlamına gelir.

* * * * *

Özetlersek: Laik devlet, toplu yaşamın bu farklılıklar içinde yaşanabilir olmasını sağlayacak ortak hukukî normlar üretir. Bunu yaparken hiçbir dinin veya felsefî inancın iktidara ve kamu kurumlarına egemen olmamasını sağlamakla mükelleftir.

Bu çerçevede devletin dini olamayacağı gibi, bir din hizmetinin sağlanması ve bu dinin eğitiminin verilmesiyle ilgili işlerin kamu kurumlarının sorumluluğunda olmaması gerekir.

Bağıntılı olarak kamu hizmeti veren tüm kurum ve kişiler ise din simgelerinin dışında kalmalıdır. Ancak kamuda hizmet alan ve kamu hizmeti veren farklıdır. Kamu hizmeti alan, kurumun niteliği gereği gerektirdiği sınırlamalar dışında (örneğin eğitim kurumunda sınava tanınmanızı önleyecek burka ile giremez, hastanede zorunlu durumlarda karşı cinsten sağlık personelinin hizmetini reddedemezsiniz) dilediği dinsel simgeyi taşıyabilir; bu onun inanç özgürlüğüdür. Laik devletin gereği budur.

Bütün dinlere, mezheplere, inançlara veya inançsızlıklara özgürlük tanımanın yolu, kamusal alanda ve görevde inanç ifade etme bakımından nötr olma zorunluluğudur. Çünkü kamusal alan, herkesin eşit derecede ortak olduğu alandır. Bu alanda herhangi bir inanç sembol veya ritüelinin etkileyici ya da başat hâle gelmesi, diğer inanç mensuplarının hem birçok kamusal hizmet alma ve verme imkânlarının, hem de inançlarının gereklerini yerine getirme hak ve özgürlüklerinin sınırlanması anlamına gelir.

“O hâlde” mi?

• Özgürlükçü/toplumcu laiklik anlayışı çerçevesinde kişisel inanç sorunu olarak din, devlet işlerinden tam ve gerçek anlamda ayrılacaktır.

• Dinin siyasallaşmasının önüne geçilir. İnsanların dinsel inanışları hiçbir resmî belgede yer almaz.

• Herkes inanç özgürlüğüne sahiptir. Hiçbir kurum, insanlar üzerinde manevi baskı kuramaz.

• Hiç kimse farklılığından ötürü ayrıma tabi tutulmamalı ve aşağılayıcı muameleye uğratılmamalıdır.

• Ayrımsız tüm ibadet mekânlarına eşit hukukî güvence sağlanmalıdır. Bir yerin ibadet mekânı olup olmadığı, herhangi bir siyasal veya dinsel makamın değil, o inanç grubu mensuplarının kararıyla belirlenmelidir. Bu kapsamda cem evlerini ibadet yeri olarak gören Alevi toplumunun talepleri karşılanmalıdır.

• Ezidi ve Süryani-Asuri-Nasturi gibi farklı inanç gruplarının kendilerini ifade etmelerinin önündeki engeller de kaldırılacak. Gayrimüslim topluluk ve cemaatlerin örgütlenme ve kendilerini geliştirmeleri konusundaki tüm engeller ortadan kaldırılacaktır.

• Devlet bütün dinler, mezhepler ve inançlardan kendisini ayırmalı ve kamu kaynaklarından özel teşvikte bulunmamalıdır. Devletin dinsel kurumlara ve cemaatlere parasal desteği kaldırılacaktır.

• Tüm okullarda din eğitimi dersleri kaldırılmalıdır. Din, eğitim kurumlarında toplumsal bilimlerin bir araştırma konusu olarak ele alınır.

• Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugünkü yapısı ve işleyişine son verilmeli, kapatılmalıdır. Devletin tüm din ve inançlara eşit mesafede olması ilkesi hayata geçirilmelidir.

• Dinin siyasi amaçlı kullanılmasına son verilmelidir.

• Dinsel ifadeler kadar, din-karşıtı ifadeler de düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında güvence altına alınmalı, devlet reşit-olmayan bireylerin özgür seçim hakkını kullanabilecek yetileri geliştirecek tarzda yetişmesini güvence altına almalıdır.

 * * * * *

Özetin özeti: Albert Camus’nün, “Mahşer Günü’nü beklemeyin. Zaten her gün yaşanıyor,” diye betimlediği kapitalist vahşet dünyasında Maximilien Robespierre’in, “Gökyüzünden söz etmeleri, yeryüzünü sömürmek içindir,” tespiti hâlâ geçerliliğini koruyor.

Kolay mı?

İbn-i Sina’nın, “Dünya, aklı olup dini olmayanlarla, dini olup aklı olmayanlar olarak ayrılmıştır”; John Berger’in, “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı,” notunu düştükleri “Din (Hıristiyanlık), insan erdemlerinin (örneğin, iyiliğin) ve ayıplarının aynı düzleme konulmasına razı gelmez. Ne var ki, ilahiyatçı esinlenişinden ötürü din, -insanın bu iki yanını aynı günahkârlık suçlaması içinde yine de birbirine karıştırır ve- kendi ahlâkının başka yoldan saygınlık tanımak zorunda bulunduğu erdemleri de reddetmiş olur. İlahiyatçıların bir türlü çözüm bulamadığı derin bir çelişkidir bu. İnsani-olan ile insani-olmayan birbirinden ayırt edilmemekte; insani-olan ne varsa tümüyle, temelli bir lekeyle karalanmış olmaktadır.”[46]

O hâlde şimdi bir kez daha “Biz materyalist ve ateistleriz ve gerçeklerle övünürüz,” vurgusuyla Mihail Bakunin’in “Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız” “Bütün dinler zalimdir, hepsi kan üzerine kurulmuştur, çünkü tümünün dayandığı fikir, kurban fikri, kutsalın intikam duygusunu tatmin için insanlığın boğazlanmasıdır.” “Tanrı varsa, insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman tanrı yoktur,” saptamalarının altı ısrarla çizilmelidir.

Çünkü Friedrich Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk, hiçlik, öte-dünyacılık gibi istençler nedeniyle tanrı kurgusu oluşturduklarını, ancak bunun özgür bir ruh anlayışına aykırı olduğunu; dinlerin dayattığı ahlâk anlayışının sürü ahlâkı olduğunu; özgür bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini; tektanrıcı dinlerin bir çöküşün, yozlaşmanın ve yaşamı değillemenin göstergesi olduğunu söylerken; Karl Marx da, dinin halkın afyonu olduğunu; dinin bir mutluluk vaadiyle ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali olduğunu; dinin, metafizik yapısı nedeniyle, sömürünün ekonomik temellerini çözümleyemediğini; din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini; kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini; ancak kapitalizm sorununun çözülmesinin öncelikli olduğunu; kapitalizm sorunu çözülünce, din sorununun da çözüleceğini, komünist düzende dine ihtiyaç duyulmayacağını ifade etmekte haklıdırlar.

Karl Marx, “Din insan aklının anlayamadığı olaylarla baş etmedeki zafiyetidir,” derken, Friedrich Engels ile ortak çalışmaları ‘Kutsal Aile’de, toplumsal zihniyeti değiştirmek için mücadele eden ve bu nedenle Hıristiyanlığı hedef tahtasına koyan Bauer kardeşlere karşı, tarihsel/toplumsal materyalizm örneği sunulur. Buna göre din, ideolojik alanda insanları etkisi altına almasına rağmen, kutsal kitapta ifade edildiği gibi gökyüzünden inmemiş,[47] toplumsal yaşam ve ilişkilerde temellenmiştir. Dini ortadan kaldırmak için onun teorik eleştirisi ve ideolojik planda alt edilmesi yeterli değildir; ancak pratik eleştiri ile, yani onu yaratan ve besleyen-koşullayan maddi ilişkilerin değiştirilmesiyle ortadan kaldırılması gündeme gelebilir. “Genel olarak söylemek gerekirse fikirler, hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir.”[48]

Tüm bunları bütünleyerek netleştiren ise V. İ. Lenin’in şu satırlarıdır:

“Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı ‘kişisel sorun’ olarak görmez.”[49]

“Dinsel yasalara karşı savaşırken son derece dikkatli ilerlenmelidir; bu savaşımda dinsel duyguları yaralayan kimse, büyük zararlara yol açar. Savaşım propaganda, aydınlatma yoluyla yürütülmelidir. Savaşımı sert yöntemlerle yürütürsek, yığınları kendimize karşı kışkırtabiliriz; böyle bir savaşım yığınların ayrılığını din ilkesine göre derinleştirir, oysa bizim kuvvetimiz birliktedir. Dinsel önyargıların en derin kaynakları yoksulluk ve bilgisizliktir; bu hastalıklarla da savaşmalıyız.”

“Vatandaşlar arasında, dinî inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır.”

“İşçiler üzerindeki ekonomik baskı, kaçınılmaz olarak her türden politik baskıya ve toplumsal aşağılamaya, yığınların ruhsal ve ahlâki yaşamının bayağılaşıp kararmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları uğruna savaşmak için daha çok ya da daha az bir politik özgürlük kazanabilirler; ama sermayenin gücü alt edilinceye kadar özgürlüğün hiçbir derecesi onları yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtarmayacaktır. Din, her yerde, başkaları için sürekli çalışmalarıyla, yokluk ve kendi başına bırakılmışlıklarıyla çekilmez bir yük altına sokulmuş halk yığınlarının üzerine amansızca çöken ruhsal baskı araçlarından biridir. Tıpkı yabanıl insanın doğaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi sömürülen sınıfların, sömürenlere karşı savaşımlarındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaşam inancına yol açar. Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, dinle, bu dünyada bulundukları sürece itaatkâr olmaları ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmaları öğretilir.

Başkalarının emeğiyle yaşayanlara da dinle, bu dünyada bulundukları sürece iyiliksever olmaları öğretilir;   böylece onlara, sömürenler olarak bütün varlıklarını haklı çıkarmanın çok ucuz bir yolu sunulur ve cennette mutluluk için uygun bir fiyata biletler satılır. Din, halk için afyondur. Din öyle bir ruhsal içkidir ki sermayenin köleleri onda insanca düşüncelerini, insana az ya da çok yaraşır bir yaşama olan isteklerini boğarlar. Ama köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için savaşıma başlamış bir köle, gerçekte köle olmaktan yarı yarıya kurtulmuştur. Büyük çaplı fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern sınıf-bilinçli işçi, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlara bırakıp kendisi için bu dünyada daha iyi bir yaşam kazanmaya çalışır. Bugünün proletaryası, din sisine karşı savaşımda bilimden destek alan, işçileri yeryüzünde daha iyi bir yaşam için şimdiki savaşımda birbirleriyle kaynaştırarak ölümden sonra yaşam inançlarından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır.”[50]

Mesele tam da budur… o

22 Temmuz 2020, İstanbul.


[1]    Robert Ingersoll.

[2]    Mehveş Evin, “Laikliğe ‘El Fatiha’…”, Milliyet, 29 Eylül 2014, s. 6.

[3]    Özgür Mumcu, “Türkiye Laik Değil”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s. 3.

[4]    İsmail Özcan, “Laikliğin Sınırları Konuşulabilmeli”, Radikal, 16 Mayıs 2007, s. 11.

[5]    “BHH’nin ‘Laik ve Bilimsel Eğitim’ Sloganı Niçin Yanlıştır; Karşı Devrimcidir ve Gericidir?”, 3 Mayıs 2015… https://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/05/bhhnin-laik-ve-bilimsel-egitim-slogan.html

[6]    Melis Alphan, “Dünyayı Sadece Laiklik ve Hümanizm Kurtarabilir”, Hürriyet, 10 Ocak 2015, s. 6.

[7]    İpek Özbey, “Laiklik İlkesi İhlâl Edildi mi?”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2019, s. 9.

[8]    Özdemir İnce, “İslâmı Merkeze Almalıyız”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2019, s. 3.

[9]    “Laiklikten Ödün Vermeyeceğiz”, Birgün, 25 Aralık 2019, s. 7.

[10]  Sarp Sağkal, “Hilafet Çağrılarını Gündeme Alın”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2020, s. 6.

[11]  Gani Aşık, “Laik Devlette Şeriat Manifestosu”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2019, s. 2.

[12]  Ergin Yıldızoğlu, “Önemli Bir Eşik Aşıldı”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2020, s. 11.

[13]  Tayfun Atay, “Hayrola, Laiklik mi Dediniz?!”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2017, s. 3.

[14]  Rasim Özdenören, “Türkiye Laik Değilse Sonuçları Nedir?”, Yeni Şafak, 28 Eylül 2014, s. 13.

[15]  Elçin Poyrazlar, “ABD’den Laiklik Eleştirisi”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2008, s. 11.

[16]  Osman Çutsay, “Merkel’in Laiklik Korkusu”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2011, s. 13.

[17]  Ali İhsan Aydın, “Laik Fransa, Sarkozy ile Dini Yeniden ‘Keşfediyor’…”, Zaman, 23 Aralık 2007, s. 14.

[18]  Ahmet İnsel, “Fransa’da Yeniden Laiklik Tartışması”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2018, s. 11.

[19]  Süleyman Tosunoğlu, “108 Yıllık Laiklik Vurgusu”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2013, s. 12.

[20]  “Macron’a ‘Laik’ Öfke”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2018, s. 2.

[21]  Ender Helvacıoğlu, “Din Kime Lazım, Laiklik Kime?”, Bilim ve Gelecek, No: 53, Temmuz 2008, s. 4.

[22]  Nilgün Cerrahoğlu, “Laiklik Kadın Demektir”, Cumhuriyet, 9 Mart 2013, s. 12.

[23]  Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı 1789-1848, çev: Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 2000, s. 35.

[24]  Türker Alkan, “Laiklik Bir Oyun mudur?”, Radikal, 1 Ocak 2010, s. 16.

[25]  “Bozdağ: Anayasada Müdahaleci Laiklik Var”, Radikal, 7 Haziran 2012, s. 17.

[26]  Taha Akyol, “Laiklikte Devrim”, Hürriyet, 19 Nisan 2013, s. 22.

[27]  Samir Amin, Modernite Demokrasi ve Din, çev: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Yay., 2006.

[28]  Zeki Arıkan, “Fatih, Patrikhane ve Gennadius İtikatnamesi”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2009, s. 2.

[29]  Osman Bahadır, “Osmanlılarda Sekülerleşmenin Başlaması”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2012, s. 9.

[30]  Fatih Yaşlı, “Osmanlı’da Laiklik Kavgası”, Birgün, 20 Eylül 2017, s. 3.

[31]  Taner Timur, Siyaset Bilimi, Haz: Gökhan Atılgan-E. Attila Aytekin, Yordam Kitap, 2019

[32]  Armağan Öztürk, “Laiklik ve Dindarlık”, Radikal İki, 1 Nisan 2012, s. 9.

[33]  Armağan Öztürk, “Ulusalcılığın Güçlü ve Zayıf Yanları”, Radikal İki, 11 Ağustos 2013, s. 2.

[34]  Neşe Düzel, “Osman Can: Bizdeki Laiklik Prusya Laikliği”, Taraf, 19 Ekim 2010, s. 16.

[35]  Günnur Aksakal, “Laiklik, Siyasal İslâm ve Emperyalizm”, Birgün Kitap, Yıl: 13, No: 173, 10 Haziran-7 Temmuz 2017, s. 22.

[36]  Özdemir İnce, “Kan Uyuşmazlığı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s. 3.

[37]  Tayfun Atay, “Laiklik İnançta Adalet Demektir!”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2017, s. 3.

[38]  Mustafa Akyol, “Laikliği Asıl ‘Laikçiler’ İhlâl Ediyor”, Radikal, 18 Mayıs 2007, s. 11.

[39]  Akif Beki, “Atatürk Laikliği-Erdoğan Laikliği”, Radikal, 4 Ekim 2011, s. 11.

[40]  Selçuk Şenyüz, “Bir Müslüman Laik Ülke Yönetebilir”, Hürriyet, 16 Eylül 2011, s. 22.

[41]  Yurtsan Atakan, “Layık Olduğumuz Laiklik”, Akşam, 21 Eylül 2011, s. 17.

[42]  Murat Yetkin, “Neo-Laiklik Tartışması Genişliyor”, Radikal, 20 Eylül 2011, s. 12.

[43]  Murat Yetkin, “Erdoğan ve Neo-Laiklik”, Radikal, 17 Eylül 2011, s. 12.

[44]  Aşkın Sedat Özgün, “Dinin Soldan Okunması”, Komün, No: 5, Mayıs-Haziran-Temmuz 2020, s. 85-98.

[45]  Korkut Boratav, “Laiklik Üzerine Bir Konuşma”, Birgün Pazar, Yıl: 12, No: 423, 19 Nisan 2015, s. 12-13.

[46]  Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007.

[47]  Kaldı ki Bauer kardeşler de radikal bir biçimde ateisttirler. Toplumsal sorunların temelini zihniyette, yani dinde aramakta, bu nedenle dine karşı mücadeleyi esas almaktadır.

[48]  Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003, s. 161.

[49]  V. İ. Lenin, “Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu”… http://www.turkiyedireniyor.org/v-i-lenin-proletarya-partisinin-din-konusundaki-tutumu/

[50]  V. İ. Lenin, V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013, s. 11.

Saray’ın YouTube macerası “Kral çıplak” mı?

Ağanın dışkısının üzerine dışkı, sözünün üzerine söz olmaz. Bunu, biz, binlerce yıllık sömürü tarihi, ezilmişlik tarihi boyunca öğrenmiş bulunuyoruz. Onun için, sultanların, ağaların, büyük başların, reislerin dışkısının üstüne etmeyiz ve onların sözlerinin üzerine de söz etmeyiz. İyi ama, sultanlar, reisler her önüne geldikleri yerde pislerlerse, doğrusu, halkın bundan kaçınması da oldukça zor bir hâl alır. Mecburen, dışkısının üzerine dışkı olmaya başlar. Hem sonra bu çocuklar, bu gençler, sözden de anlamazlar ve reisin, sultanın sözünün üzerine söz etmeye başlarlar. Nitekim öyle oldu.

Erdoğan, YouTube kanalından, bir canlı yayın yapmaya, olağan mecralarını değiştirip YouTube üzerinden YKS’ye girecek gençlerle konuşmaya karar verdi.

Biri Mahir Ünal’dır. Öyle anlaşılıyor ki, Twitter üzerinden, sosyal medyanın her kanalından “troller” ile saldırılar düzenlemektedir. Ve bunu da Haziran sonu itibarı ile kabul etmiştir. Yeşil nokta ya da yeşil top konulmuş Twitter hesapları, arka fonda Erdoğan fotoğrafı ile, ağızlarına gelen her türlü küfürü, hakareti yapabilmektedirler. Mahir Ünal bunların yöneticisidir ve açıkça “bu küfürler sayesinde, görünürlük” yarattıklarını söylemektedir. Yani, bir muhalifi linç etmek için harekete geçeceklerse, buna “görünür kılmak” diyorlar. Başak Demirtaş’a küfürler edenler, neyi görünür kıldı bilmiyoruz ama ardından, gözaltına alınıp serbest bırakıldılar. Yani, ödüllendirildiler. Destek görecekleri, kendilerine açıkça ilan edilmiş oldu.

HDP’ye, “PKK terör örgütüdür” demezseniz sizi TV kanallarına çıkarmayız diyenler, neden, AK Parti’ye, “troller terör örgütüdür” demezseniz sizi TV kanallarına çıkarmayız demiyorlar? Mesela HaberTürk, hazır böyle ölçütlere sahip iken, bunu yapabilir. Bundan böyle AK Partili kimseyi TV kanallarına çıkarmaz. Ve ardından, MHP gelmeli, çünkü açık olarak MHP, mafyaları, çeteleri, faşist organizasyonları “terör örgütü” olarak ilan etmemektedir.

Diğeri, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı olmalıdır ve başında Altun vardır. Altun, trolleri yönetmiyorsa, acaba, “klasik” medyanın yerine, Erdoğan’ın sosyal medyanın “YouTube”unda canlı yayın yapmasına nasıl göz yummuştur?

Altun, mesela gazetecilerin suçlarını bilir, tespit eder, sarı basın kartı dağıtır. Tüm medyada jurnalcileri vardır ve bunlar sayesinde her şeyden haberdardır. Diyelim ki, Erdoğan, mesela CNNTürk’e çıkacaksa, Altun, tüm ayarlamaları yapar, gereksiz ve riskli soru sorulmasını önler vb. Altun, hiç mi, sosyal medyayı bilmez de, Erdoğan’ın YouTube yayınına izin verir?

Gördünüz mü, bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz. Sen, acaba “ağanın dışkısının üzerine dışkı” olmaz sözünü bilmez misin de, Erdoğan’ı YouTube macerasının içine atarsın?

Merdan Yanardağ, Abdülhamid’i eleştirmiş. Bunun üzerine Cübbeli Ahmet, Akit gazetesi, diğer gazeteler, ardından sosyal medya ve nihayetinde gece 02.15’te RTÜK devreye girip saldırıya geçmişlerdir.

İşte bu örnekte, Ünal ve Altun ekipleri birleşmiştir. Şimdi, bu iki daldan gelen saldırı, yine de senkronize değildir. Yani, her biri kendine uygun görevler yerine getirmemiş, bunun yerine, her biri diğerinden güç alarak, daha ileri tehditler savurmaya yönelmiştir. Yani birbirlerini gaza getirmişler.

Ama Ünal, bir şeyi görünür kılma işinde bir yol almıştır: Erdoğan, aslında Abdülhamid Han rolüne uygun hâle getirilmek isteniyor. Kendi heves ve özlemi midir, yoksa Saray’ın odalarında bu yönde bir elbise mi hazırlanmaktadır bilmiyoruz. Ama Abdülhamid’i eleştirmek, hele bu konuda biraz ileri gitmek, aslında dolaylı yoldan Erdoğan’a hakaret olarak ele alınabilir. Kanımızca, Yanardağ’a, Abdülhamid’e hakaretten değil, “Erdoğan’a hakaret etme niyeti” suçundan dava açılmalıdır.

Yoksa Cübbeli Ahmet’in Abdülhamid’i kendi cemaatının lideri görmesi diye bir ihtimal olduğunu sanmıyoruz. Bu rahatsızlık, Abdülhamid nedeniyle midir, yoksa Erdoğan-Abdülhamid bağı nedeniyle midir?

Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay’dır. Kendisine sorulmuş: “Biz bize yeteriz Türkiyem” kampanyası için gelen paralar ne oldu, diye. O da; ben bilmiyorum, “Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı” bilir, demiş. Ona da sormuşlar, Zehra Zümrüt Selçuk, bakanlığın sitesinde var demiş. Bakmışlar, sitede hiçbir şey yok. Şimdi 2 milyar 100 milyonu aşkın para nerede diye bir merak konusu oluşmuş. Koskoca Cumhurbaşkanı Yardımcısı, koskoca Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı, bu bilgilere sahip değil. Peki “Bilal’e sormak” yasaklanmış mıdır? Değilse sorulsun, bilecektir.

Tüm bunların “YouTube”daki canlı yayınla alâkası nedir diye düşünen varsa söyleyelim: Bakanların, bakmayanların, yetkililerin, trollerin hâlleri bu olunca, mecburen her şeyi Erdoğan yapmak zorunda kalmaktadır. Aslında, “oy oranı” çok da önemli değildir. Çok düşerse, seçim-meçim yapmazsın olur biter. Ama “itibar” diye bir şey var. Ve bu “itibar”dan tasarruf da yapılamaz.

Davutoğlu, Babacan kalkıp YouTube kanallarına çıkmakta, Babacan’ın izleyenleri 100 binleri aşmaktadır. Reis, “bu işler YouTube ile olmaz” demiştir. Demiştir ama, “YouTube” bir sosyal medya kanalıdır, boş da kalmaması gerekir.

Öte yandan, YKS’ye girecek 2,5 milyon genç içinde YKS iptal edilmeli, ertelenmeli, zaten öne alınması yanlıştı, salgın var vb. rahatsızlıkları vardır. Bu denli rahatsızlık varken, “gençlere ulaşmak” ve bunun için YouTube’u kullanmak Saray içinde konuşulmuş ve pişmiştir. Elbette, bunu Milli Eğitim Bakmayanı yapacak değil ya, Reis yapmalıdır, Erdoğan yapmalıdır. Zira, onun etrafında hareler görülmektedir ve kendisine dokunmak cennete gitmenin anahtarıdır.

İşte YouTube kanalına çıkmanın farz hâline gelmesinin nedeni budur.

Erdoğan, Cuma günü, yani 26 Haziran 2020’de, sınavdan bir gün önce, YouTube yayını yapmaya karar vermiştir. Erdoğan’ı bu işe kim ikna etmiş ise.

Erdoğan, yayına başlamıştır.

Canlı yayının yorum bölümüne, “OyMoyYokSize” ve “Sandıkta Görüşürüz” yorumları gelmeye başladı. Yorumlar, YouTube için oldukça fazla olmuş olmalı ki, haber hâline geldi. Ve Erdoğan’ın ekibi, artık, Oktay mı, Ünal mı, Altun mu, hangileri bilmiyoruz, canlı YouTube yayınını “yorum”a kapattı. Yani, izleyenler artık yorum yapamaz hâle geldi.

Yorumsuz diye etiketlenen haberler vardır. Acaba gazeteciler bu haberleri neden yorumsuz verirler? a- Yorum gerektirmeyecek kadar açık oldukları için; b- “Nasıl yorumlasak bilemiyoruz bu kadarı da olur mu” demek için; c- Her türlü yoruma açık oldukları için. Bu şıklardan hangisi doğru bilmiyoruz, belki bambaşka bir nedeni vardır.

Ama Cumhurbaşkanı’nın canlı YouTube yayınını “yorum”a kapatması, “kral çıplak” sözünü bir çocuğun ağzından duyan kralın “örtünme” ihtiyacı ile karşılaştırılabilir mi?

Yoruma kapattılar. Aslında Soylu bu işin içinde olsa idi, “oymoyyoksize” diyenlerin hepsinin ağzını-burnunu kırardı. Ve hemen onları tek tek bulup içeri attırırdı. Onlara, “zorla ezan dinletir” miydi bilmiyoruz ama bir sıra dayağı attırırdı. Ama ne Ünal’ın, ne Altun’un, ne de Oktay’ın Soylu’dan yardım istediği duyulmadı.

Sonunda, Cumhurbaşkanı, şaşırmış olmalıdır. 40 bin “like” beğendim tıklamasına karşılık, 222 bin “dislike” beğenmedim tıklaması, bu, gençlerin nankör olduğunun kanıtıdır.

Sen, gençsin, bir ülkede yaşamaktasın. Bir kere kimin ülkesinde yaşıyorsun? Sultan’ın. Öyle ise bu nankörlük ne? Bu arada şöyle bir sorun var: Abdülhamid, fiilî olarak Osmanlı topraklarının sahibi idi. Oysa Erdoğan, büyük bir servetin sahibi olsa da, nihayetinde sultan olarak tanınmış değil. Sultana layık yetkileri var elbette ama yine de bunlar aynı şeyler değil. Şöyle bir 150 sene önce dünyaya gelmiş olaydı, Sultan Abdülhamid Han’ın yerinde olaydı, o zaman dünyaya haddini bildirirdi. Bu gençlerin kendisine “oymoyyok” demesinin hesabını sorardı. Ama devir değişti işte ne yapacaksın.

Sen kalk, koskoca Cumhurbaşkanı’nı, seni sınava sokan, sana TOMA’lar alan, seni gazlayan, seni Covid ile yan yana yaşatan, sana iş ve aş yok diyen, senin için sürekli polis ve bekçi sayısını artıran, sana hesap soramazsın diyen, seni işkence ile tehdit eden Reis’i, yorumlarınla çıldırt.

İşte bu tam bir nankörlüktür.

Sen kalk, sana “başarılar” dilemek için karşına çıkan Cumhurbaşkanı’nı “dislike”la. Bu olacak iş midir?

Sen kalk, o çocuk aklınla, “kral çıplak” de.

Aslında kabahat, bilinmedik mecralarda yelken açma girişimindedir. Sen, koskoca Saray vezirleri, danışmanları, iletişim başkanları, yardımcıları vb. bu sonucu önceden göremedin mi? Koskoca Cumhurbaşkanı, sanki gençlerin oyuna muhtaçmış gibi, bilinmedik YouTube mecralarında, sırf Ali Babacan orayı kullanıyor diye, canlı yayına çıkartılır mı? Bunun yorumu var, “like”ı var ama “dislike”ı da var. Hiç bu yorumları, hiç bu “dislike”ları düşünemediniz mi?

Buyurun, şimdi “kral çıplak” olarak görüldü.

Şimdi ne olacak?

Çocuk aklı ile “kral çıplak” diyenlerin, haddi nasıl bildirilecek? Soylu-Bahçeli acil olarak devreye girmelidir. MİT, hemen devreye girmelidir. Bu çocuklar, tehlikeli olacaklardır. Koskoca Cumhurbaşkanı’nın karşısına çıkıp “dislike” yapmak, sanki “nanik” yapmak gibi olmuyor mu?

Aslında bu konuyu ben de düşündüm.

Bir tek şey önerebilirim Saray’a: Tez elden, bir KHK ile 0-20 yaş arasında olan tüm nüfusun yaşları, 30 yaş büyütülsün. Böylece, 30 yaşından genç kimse kalmayacaktır. KHK’de, 25 yaşından genç olanların okuması yasaklansın. Böylece kimse sınava giremez. Tüm üniversitelerin, liselerin, güzel binalara sahip olan okulların binalarını AVM yapalım.

Bu önerim, bundan sonrasını kurtarır.

Ama bu arada kral çıplak denilmiş oldu. Bu “dislike”ları silsek de işe yaramaz. Bu nedenle, YouTube’u yasaklayalım ve yeni yerli ve milli “YouTube” kuralım. Bu yerli ve milli YouTube’un adı: ErDevHan olsun. Erdoğan’dan Er, Devlet Bahçeli’den Dev ve Abdülhamid Han’dan da Han alınmış olsun. Hem ErDevHan, aslında Erdoğan’ın telaffuzunu da çağrıştırır, hem de istenirse Erdoğan’ın dev bir han olacağını da göstermiş olur. Yerli ve milli YouTube kanalımızda ise, Erdoğan gibi bazı isimler canlı yayında iken, “dislike” butonuna basıldıkça, tıpkı “like” butonuna basılmış gibi, “like”lar artsın. Davutoğlu’nun yoruma açık YouTube yayınlarına taş çıkartmak için, “yorum” bölümü olsun, ama yorum kısmında bir algoritma olsun ve yasaklı kelimelere izin vermesin. Bu yasaklı kelimeleri yazan varsa, hemen onun IP adresini tespit ederek, tutuklanması için güvenliğe bir uyarı gönderebilsin. Ve elbette bu yerli ve milli YouTube kanalımız için görev yapacak “ErDevHan” güvenlik bekçileri kurulsun. Bu güvenlik bekçileri, doğrudan Saray’ın iletişim başkanlığına bağlı olsun. Böylece, İletişim Başkanı’nın evinin yakınlarında fotoğraf çeken varsa, onları da önceden tespit etmiş olurlar. Bir taşla birkaç kuş yani.

“Resmî-istatistikî” yalan ve ekonomi “tıkırında”

Damat, Saray Rejimi olmamış olaydı, belki bu makamda hiçbir zaman yer tutamamış olacaktı. Bu nedenle mi, yoksa Erdoğan’ın yağcılıkla kandırılmasının kolay olması nedeniyle mi bilmiyoruz, her fırsatta “benim en büyük şansım, Erdoğan’ın damadı olmamdır” diyor. Damat olmanın faydalarını bu denli net görebilen az sayıda insan olabilir.

O da, karşılığını vermek mi istiyor, yoksa artık ne söylerse saçma ve anlamsız olmaya başladığından mıdır bilinmez, ülkenin %5 büyüyeceği, “her şeyin yolunda olduğu” gibi sözleri tekrarlamakta ısrar ediyor.

Ekonomi yönetimi, işlerin sarpa sardığı bugünlerde, dört yola başvuruyor:

Birincisi, daha fazla borç vermek, halkı borca boğmak. Krediyi kredi ile kapamak, borcu borçla kapatmak. Aslında, eskiden “tefecinin eline düşmek” denilen şey, borcu borçla kapatma işi idi. Böylece, sadece faiz için çalışmakla kalmazsınız, giderek, tefeciyi kendi ortağınız hâline getirirsiniz. Türkiye’de şu anda bu yapılıyor. Devlet bankaları, halka 3-10 bin TL arasında %7,5 (gerçekte %9) faizle borç veriyor. Vatandaş, bu kredileri, “nasılsa yakında seçim olur ve bu borçlar silinir” düşüncesi ile, ödememek üzere alıyor. Demek ki, artık oy almak için verilecek rüşvet, “kömür” olmaktan çıkıyor ve 3-10 bin TL olarak şekilleniyor. Saray Rejimi, bu parayı önceden dağıtıyor. Borçlu vatandaşı korkutmak daha kolay olur diye düşünüyor. Hazır bu durum varken, seçimi de mümkün olan en erken zamanda yenilemek istiyor. Daha 3 yıllık iktidar süresi var ama, Erdoğan, bu sürenin nasılsa tamamlanamayacağı fikrinde olmalıdır. Bu nedenle elini güçlendirmek istiyor. Seçim için fırsat kolluyor ve bu vatandaşa verilen kredilerin, işine yarayacağını düşünüyor olmalıdır.

Ancak, işler pek böyle gideceğe benzemez. Zaten borcunu ödememeyi kafasına koymuş “vatandaş”, seçim dönemine kadar çok daha büyük zorluklara düşecek gibidir. Erdoğan, diyelim ki Ekim veya Kasım’da seçim yapmayı planlasa dahi, krizin daha derin yansımalarını engellemiş olamayacak. Yani, bu borçlandırma işlemi, artık işlevini yitirmeye başlayacak. Kişi, ödenebilir bir borcu varken gösterdiği tepkileri, borcunun ödenemez hâl aldığı durumda gösteremez.

Bu borçlandırma işlemleri, konut satışlarında bir hareketlenmeye neden olmuştur. Bir yıl ödemesiz konut kredisi, birçokları için, “bir yıl bedava oturmak” anlamına gelmektedir ve bu durum, birçok kişiyi harekete geçirmiştir. Birçok kişi, aile içinde ya da akrabalar arasında, konutların el değiştirmesi yolu ile, gerçek olmayan satışlarla, krediyi almaktadır. Bu nedenle, özel bankalar, kredi vermekte çok istekli değildir. Ve Damat-Erdoğan ikilisi açıkça bankalara baskı yapmaktadır. Bankalar ise, ellerinde biriken konut stoğu nedeni ile korku içindedir. Yakında her banka, konut zengini olabilir. Zira bu borç ödenebilir değildir. Aslında, Türkiye’de bankaların verdiği kredinin mevduat karşılığı hâlâ %13-14’ler civarındadır. Ama borçların ödenememe olasılığı oldukça yüksektir.

Bir de şirketlere verilen krediler söz konusudur. Şirketler, açıkça, kredileri alıp, eski borçlarını ödemekte ya da aldıkları krediyi, dolar, euro veya altına çevirmektedir. Böylece kredi faizini bu yolla elde etmekte, dövizin veya altının durumuna göre de kendilerinin kayıplarını azaltma yolları aramaktadırlar.

Demek ki, tüm bu borçlandırma, bir yatırım sistemini harekete geçirmemektedir. Birçok kişi, ancak internet üzerinden online satış siteleri kuracak “yatırımlar” yapmaktadır, hepsi de budur. Talep büyümediği sürece, bu online ticaret firmalarının da batacağı kesindir.

İkincisi, devlet para basarak, hem memur maaşlarını ödemekte, hem de Saray çevresi diye adlandırılan bir iş adamı kesimine yeni rant olanakları yaratmakta, onlara sermaye aktarmaktadır. Bu konuda ne bir sınırları var, ne de bir endişeleri. Ciddi bir sermaye aktarımı sürmektedir. Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, artık bu çevrelerden korkmaktadır. Bu Saray çevresi (isterseniz buna Saray çeteleri diyelim) Erdoğan’dan uzaklaşmasın diye, Erdoğan kesenin ağzını açık tutmaktadır. Bu çetelere bazı tarikatları da eklemek mümkündür, bazı sosyal medya çetelerini, bazı basın çetelerini, bazı sektörlerin çetelerini de eklemek mümkündür. Muhtemelen bu çeteler, salgın sürecinde, ciddi ölçüde servetlerine servetler eklemişlerdir. Erdoğan bu kesimi beslemeyi özellikle önemli buluyor. Gerçekten de bu kesimin en azından bir bölümü için, ekonomi tıkırında diyebiliriz.

Üçüncüsü, krizi halkın ve işçi sınıfının üzerine yıkma politikasıdır. Bunun için, bir yandan zamlar devreye sokuluyor, bir yandan, yaygın vergiler devreye sokuluyor. Otoyol ücretlerinden tutun da, ürünler üzerindeki ÖTV ve KDV artırımlarına kadar birçok yol deneniyor. Sürekli vergiler artırılıyor. İthalat vergileri artırılıyor. Ürünlerin fiyatları sürekli artırılıyor. Elektrik, su, doğalgaz, benzin fiyatları, anlamsız bir biçimde artırılıyor. Petrol fiyatları 60 dolar/varilden 20 dolar/varile indiği hâlde, bizde benzin fiyatları sürekli artıyor. Fiyatları, geçen yıldan bu yana %50’den az artmış hiçbir ürün yok desek yeridir. Geçen yılın 500 TL’lik gıda alışverişi, bu yıl 900 TL civarındadır.

Ama krizin yükünün işçi ve emekçilere yıkılmasının tek yolu bu değildir. Devlet, açık olarak, işçilerin kıdem tazminatlarına saldırı için fırsat kollamaktadır. Denemeler yapıyorlar, tansiyonu ölçüyorlar, ona göre geri adım atıyorlar. Ama aslında kıdem tazminatlarına dönük saldırı açıktır ve nettir. Bugün, bunun tartışıldığı koşullarda sendikalar ciddi bir tepki ortaya koymuyorsa, aslında, yarın herhangi bir tepki ortaya koyma şanslarını da ortadan kaldırıyorlar demektir.

İşsizlik fonunu yağmaladılar.

Sendikalar, normalde, asgarî ücretin vergi dışı kalmasını vb. savunacakken, tersine, işçiden kesilen paralarla kurulan işsizlik fonunu iç eden, yağmalayan devlete karşı seslerini dahi çıkartmıyorlar. Tepki verme sınırını, tepki verme hattını bu kadar geri noktaya çektin mi, gelecek çarpışmayı kazanma şansın da kalmayacaktır.

Şimdi, işsizlik fonunun denetiminin sendikalara verilmesi gerekirken, iktidar, kıdem tazminatlarına saldırı hazırlığını ortaya koyuyor. Üstelik bu yeni de değildir. Bu açıdan fırsat kolladıkları da açıktır.

Dördüncüsü, yani ekonomi yönetiminin dördüncü yöntemi, yalandır. Resmî yalan, istatistikî yalan, kuyruklu yalan vb. Hangisini isterseniz hepsi var. Saray her türlü yalanın üretilme merkezidir. Açıkça, resmî-istatistikî yalanlar söylüyorlar.

İki konu var ki, bu konuda yalan söylemek için, çok özel çalışmalar yapılmaktadır. Birincisi enflasyondur. İkincisi ise işsizlik rakamlarıdır.

Her işçiye açık çağrımızdır.

1- Sendikalarınızı, enflasyon hesaplaması araştırmaları yapmaya ikna edin. Zira, TC devletinin enflasyon hesaplamaları yalan ve yanlıştır. Bunu bilerek yapıyorlar. Böylece, ortaya bir “resmî rakam” koymuş oluyorlar. Bu resmî rakam, başka rakamlar yoksa, herkes yalan olduğunu bilse de işe yarıyor.

Bu nedenle sendikalar, enflasyon çalışması yapmalıdırlar. Eğer sendikanızı ikna edemiyorsanız, siz, işçi komitesi olarak bunu yapmalısınız. Geçen sene, mesela 1 Haziran’da, yapılan 500 TL tutarındaki bir gıda alışverişi, bu yıl 910 TL tutmaktadır. Aynı miktarda peynir, aynı miktarda zeytin, aynı sayıda yumurta vb. alınmış olduğu hâlde.

Demek ki, her işçi komitesi, diyelim ki, 5 aile için, her ayın birinde, bir alışveriş yapacak, aynı miktarda ürünü, gelecek ayın birinde de alacak. Bu yolla fiyatlardaki aylık değişimi, giderek yıllık değişimi görebilecektir. Bu en ilkel enflasyon hesaplamasıdır. Bunun içinde evinize gelen telefon, gaz, elektrik, su faturaları yoktur, bunun içinde kiranızdaki artış yoktur, bunun içinde çocuğunuzun kırtasiye ve okul masrafları yoktur, bunun içinde giyim masrafları yoktur. Sendika merkezi, bu konuda 5 kişilik bir birim kurarsa, bu birimdekiler, iktisat ve/veya istatistik bölümlerinden mezun insanlardan oluşursa, bu işin altından kalkmaları mümkündür. Kaldı ki, bu 5 kişilik birim, aynı zamanda işsizlik rakamlarını da izleyebilir.

Ülkede enflasyon %50’lerin üzerindedir. Ama resmî olarak %11 görünmektedir. Bu, işçi ücretlerine yapılacak zam için temel olarak alınmaktadır. Alım gücü, gerçek anlamda ücreti düşen işçiler, elbette krizin bedelini ödemektedirler. Demek oluyor ki, sendikalar, bilerek bu alandan uzak durmaktadırlar.

Öyle ise, bir bilimsel kurul, böylesi bir çalışmayı bedelsiz olarak yapmalı, BİK’e vermelidir. İşçiler, bu konuda bir şeyler yapmalıdırlar. Üstelik bu kurulun kimlerden oluştuğunun da açıklanması şart değildir.

İşsizlik rakamları da öyledir.

Biliniyor TÜİK, Nisan 2020’de işsizliğin düşerek 3.800.000 kişiye gerilediğini, binde 2 oranında bir gerileme olduğunu ilan etmiştir. Evet bu rakama kimse inanmamaktadır.

2- Ama, yine de sendikaların bu konuda çalışmalarının, araştırma yapmalarının gerekli olduğu açıktır. ILO sözleşmelerine göre işsizlik tanımı bile sorunlu iken, bir de iktidarın rakamlarla oynaması ve “resmî işsizlik” rakamlarını sürekli değiştirmesi söz konusudur. Sendikaların bu rakamları izleyebilecek birimleri vardır. Bunun için, sendikaların daha ciddi daha bilimsel çalışmalar yapmaları, sendikal örgütlenmenin gücünü kullanmaları gereklidir. Örneğin, bundan 10 yıl öncesinin kabullerine göre açıklanan işsizlik rakamlarının takip edilerek, bugün bu rakamların neye dönüştüğünün ortaya çıkarılması mümkündür.

Bugün, iktidarın ekonomik tedbirler olarak ortaya koyduğu bu dört uygulamanın içinde en etkilisi “resmî-istatistikî yalan” söylemesidir. Herkes, enflasyon rakamlarının, işsizlik rakamlarının yalan olduğunu biliyor. Ama kimse gerçeğin ne olduğu konusunda bir netliğe sahip değil. Bu durum, işçilerin günlük mücadelesini etkilemektedir. Elbette, işçi sınıfının uzun erimli mücadelesi açısından bu etki önemsizdir. Ama günlük mücadelesi açısından da çok etkilidir. Yeri geldiğinde sendika, %10’luk zam artışını, “zafer” olarak sunabilmektedir.

Tüm bunların özeti, Damat’ın ve Saray medyasının gösterdiği biçimi ile “ekonomi tıkırında” olarak ele alınabilir mi?

İşverenler, kapitalistler için, elbette öyledir. Bankaların kâr oranları artar, büyük şirketler daha da büyür, sermayenin bir bölümü el değiştirir, ama sonuçta kapitalistler için işler tıkırındadır. Kuşkusuz birçok kapitalist işletme batacaktır. Turizm firmaları dibe vuracaktır.

Ama işçi ve emekçiler için, kriz daha şiddetli bir biçimde kendini gösterecektir. Muhtemelen Eylül ve Ekim aylarında kriz daha da derinlik kazanacaktır. Birçok firma işçi çıkartacak, birçok hizmet sektörü çalışanı işinden olacaktır. Ücretlerin reel olarak düşmesi kendini Eylül-Ekim aylarında daha net ortaya koyacaktır. Kurlardaki yükselme, dış turizmin gerilemesi ile daha zor frenlenebilecektir. Borsada devlet eli ile yapılan resmî hileler daha az yapılabilir olacaktır. Bu durum, işçilerin, emekçilerin yaşamlarını daha da zorlaştıracaktır.

Bu durum, bize işçi sınıfının örgütlülüğünün ne kadar elzem bir mesele olduğunu göstermektedir. İster günlük haklar için mücadele açısından olsun, ister uzun erimli iktidar mücadelesi açısından olsun, örgütlenme, işçi sınıfının en önemli sorunudur.

“Hagia Sofia”: Kurtarmaya yeter mi?

Aya Sofya, Hagia Sofia’dır ve “kutsal bilgelik” demek oluyor. İstanbul’un simgelerinden biridir. Hagia, hacı gibi kutsal, sofia ise bilge demektir. Demek Sofiya buradan geliyor, belki de bizdeki “Safiye” ya da “Sefiye” de buradan geliyor olabilir.

Ayasofya’nın 1500 yılllık tarihi var. İmparator Justinyen (Justinianus) döneminde inşaa ediliyor. Bir kere yakıldığı, sonra tekrar imar edildiği biliniyor. Eser ünlü olduğundan mı, yoksa mimarının öncesinden gelen bir ünü var mı bilmiyoruz ama mimarı İsidoros da ünlüdür. Belki Hagia Sofia’yı yapmadan da bir ünü vardı, ama o ün, bugünlere gelmeye yetmezdi belki de. İsidoros’un ününü bugüne taşıyanlardan biri Hagia Sofia’dır.

Hagia Sofia, önündeki “At Meydanı” da dahil, birçok ayaklanmaya tanık olmuştur. İmparatoriçe Theodora’nın ayaklananları katletmesine de tanık olmuştur, Bogomil ayaklanmasına da tanıklığı vardır. Fatih’i de ağırlamıştır, başkalarını da.

Erdoğan, müze olduğunda Ayasofya’yı ziyaret etmiş midir? Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde yoktur böyle bir ziyaret. Hatta, Ayasofya’nın bir bölümünde namaz da kılınmakta iken, gidip bir namaz da orada kılmaya kalkışmamıştır.

Demek, kendisi için çok önemli bir eser değildir.

Ama yine de Ayasofya’yı “cami” ilan ettikten sonra yaptığı “tarihî” konuşma ile, saat 20.53’te, aslında Ayasofya’nın “cami” ilan edilmesinin, çok çok önemli olduğunu dile getirdi.

  • Ayasofya’yı “müze ilan” edenleri ihanetle suçlamıştır. Bildiğimiz kadarı ile bu kararın altında, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Celal Bayar ve başka bakanların imzası var. İşte bu isimler ve bilmediğimiz başkaları, Erdoğan’ın 20.53 konuşmasında hain ilan edilmişlerdir. İşte Ayasofya bu kadar da önemlidir.
  • Dahası var. Yerli ve milli bir politikanın savunucusu olan Saray Rejimi, bir yanda Erdoğan, diğer yanda Bahçeli, Ayasofya’yı cami yaparak, “milli egemenlik” sorununu çözmüşlerdir. Erdoğan, bu “milli egemenlik meselesidir” diyor. Kendi 18 yıllık iktidarında, bu milli egemenlik olmaksızın, adeta işkence çekmiş olmalıdır.
  • Şimdi, Danıştay’ın 14.53’te açıklanan kararı ile, bu milli egemenlik, gerekleri ile yerine getirilmiştir.

Fatih, İstanbul’u fethetti. Yıl 1453’tü. İstanbul, Birinci Dünya Savaşı döneminde İngiliz işgaline verilmişti. Sonra, bu işgal ortadan kalktı. Tüm bunlara şahit olmuş olan Hagia Sofia, 1934’te Bakanlar Kurulu kararı ile, müze ilan edildi. Sadece Ortodoks dünyanın dinî abidesi olması nedeni ile değil, İsidoros’un elinden çıkmış bu eserdeki gibi “kubbe” ve “yükselti” yapılamadığı için de çok önemli bir eserdir. Bu nedenle müze olarak oldukça işlevli bir yaşam sürdüğü de söylenebilirdi.

Ama, bugün, Temmuz’un 10’unda, 2020 yılında, saat 14.53’te Başkomutan Erdoğan, doğrudan hücum etmeye cesaret edemese de, mahkeme eli ile, Ayasofya’nın fethini gerçekleştirmiştir.

Böylece, Türk-İslam sentezinin “fetihçi” güruhlarının isteklerinden biri gerçekleşmiş oldu. Acaba Hagia Sofia’nin cami ilan edilmesi, “Türk-İslam egemenliği”ni kurtarmaya yeter mi? Acaba, bu isteğin yerine getirilmiş olması, Ayasofya’nın önünde toplanan bu güruhun istek ve taleplerini “keser” mi? Yoksa daha başka hedefler var mıdır?

Hemen bazı çevreler, “hilafet geri gelmeli” diye gündem yaratarak ön almaya çalışıyorlar. Ama “hilafet” de birdenbire olmaz. Daha cihan şümul liderimiz Erdoğan Han, yeni eserler ortaya koymalıdır. Mesela Efes harabeleri “Türkleştirilmeli ve Müslümanlaştırılmalı”dır. Yoksa, “egemenlik hakkımıza” tecavüz edilmiş olmaz mı?

Mesela Trabzon’da Meryem Ana Manastırı var. Gel ki, biraz dağın dibindedir ama oldukça görkemli sayılır. Hemen, Meryem Ana Manastırının, “Meryem Ana Camii” yapılması gerekir. Yoksa Türk ve İslam egemenliğinin varlığı hiçe sayılmış olur.

Tüm bunlar birer egemenlik sorunudur.

Kapadokya mesela, baştan aşağıya bir “egemenlik” sorunudur ve tez elden, “Türkleştirilip, Müslümanlaştırılması” farzdır.

Acaba Erdoğan, neden bu egemenlik meselesini yeni hatırladı? Birisi kendisini mi dürttü? Söyleyen Erdoğan, egemenlik meselesi diyor, müze yapan kararı alanları ihanetle suçluyor vb. Peki bunları o söylüyor da, söyleten nedir?

Erdoğan, yakın döneme kadar, Ayasofya cami olsun diyenlere şöyle yanıt veriyordu:

“Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh.”

Başkası da var:

“Ayasofya’yı açmanın bir götürüsü var. Bizim için faturası çok ağırdır. Ayasofya’nın açılmasını isteyenler, yurtdışındaki camilerimizin başına ne gelir diye düşünüyor mu? Ben bir siyasi lider olarak, bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.”

İşte Erdoğan bunları söylüyordu. Aradan bir yıl civarında zaman geçti ve Erdoğan, 10 Temmuz 2020’de, saat 20.53’te (bu 53, sadece Rize’nin plaka numarası değil. Aynı zamanda 1453’te de var. Ve İstanbul’un Fatih tarafından Bizans’tan alınmasının 600. yılı 2053 olacaktır. Erdoğan, 2053 yılına kadar, allahın izni ile, bir Abdülhamid Han benzeri sultan olarak, başımızda olacaktır. İşte bu 53’ün anlamı buradadır) TV kanallarında, mesafe tanımayarak Ayasofya önünde dikilen kalabalığın şevki ile, egemenlik üzerine nutuk atıyor ve Ayasofya’yı, kendisinin “cami” ilan ettiğini anlatıyordu.

Bunların hepsi tezgâh desek olur mu?

Ey Reis’in militan takipçileri, “bu oyunlara gelmeyelim” desek olur mu?

Yoksa Erdoğan’ın, “istikametimi kaybetmedim” dediği günden bu yana, “istikamet” sorunu mu ortaya çıktı?

Evet, bir istikamet sorunu var.

“Kutsal Bilgelik”, acaba, bunca tarihî olaya ve kişiliklere şahit olmanın verdiği vakurla bu süreci izlemekte midir?

Öyle görünüyor ki, hem Ayasofya, hem önündeki tarihî meydan, bu süreci vakurla izlemektedir. Aya Sofya oturmuş meydanın kenarına, başlamakta olan “cümbüş”ü seyretmektedir.

Her olay, her gelişme, Saray Rejimi’nin ne demek olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor.

Sanki, Abdülhamid, tarihsel bir kişilik olarak, tekerrür ediyor. İlkinde trajedi idi. Osmanoğullarının imparatorluğunu, adım adım ellerinin içinden kaydırırken, kendini bile seyredememiştir. 24 Temmuz’da, Abdülhamid Han hanedanının son günü olmuştu.

Şimdi Erdoğan, bir başka zamanın 24 Temmuz’unda, Ayasofya’da, büyük bir cuma namazı kılmaya çalışıyor. Derler ki, iki bayram arasında şenlik olmaz ama, ne yapsınlar, kurban bayramı 24 Temmuz’dan sonraya denk gelmektedir. Bu nedenle artık bekleyemezler.

Birinci Abdülhamid, trajedi idi. İkincisi komedidir. Onun için, hiçbir dediği bir diğerine uymuyor. Ama ister trajedi olsun, ister komedi, ülkenin ve halkın canı çıkartılmaktadır. Bu nedenle bu komedi, artık kimseyi güldürmüyor.

En önemli tartışma konusu şudur: Erdoğan, neden bugün bu adımı atmıştır? Bu adımı Erdoğan mı atmıştır, yoksa bu adımı atması kendisinden istenmiş ya da teşvik mi edilmiştir?

Bu soruya bir CHP aklı yanıt bulamaz.

CHP aklı, Saray Rejimi’nin aklıdır.

CHP, adı “ana muhalefet olan”, bir çürük duvardır. Hiçbir işe yaramaz hâle gelmiştir. CHP, Saray ve devlet için, geniş kitleleri hareketsiz kılmanın aracıdır. Artık bu işi de yerine getiremez. CHP, “sakın provokasyona gelmeyin”, “sakın sokağa çıkmayın”, “sakın ha atılan adımlara, verilen kararlara, Saray Rejimi’ne karşı çıkmayın”, “sakın ha Barolar, avukatlarla birlikte yürümeyin” partisidir. Bir tek, arada bir Erdoğan’a laf atan bir partiden ibarettir. Bu yolla, dediklerine göre, (a)- devleti koruyorlar, (b) etkili muhalefetle seçime hazırlanıyorlar. İnsanın gülmeye hâli olsa, bu görüşlere samimiyetle inanan bir “akıldan özürlü” kişi bulsa katılarak gülebilir. Ama CHP’nin hâli de, tıpkı tekerrür eden Abdülhamid gibi, güldürmeyen bir komikliktedir.

Kılıçdaroğlu, geceleri Saray’ın atıklarından beslenip, gündüzleri Erdoğan’a karşı miyavlayan bir ikiyüzlü aktördür.

Onun için olup biteni anlamazlar. CHP aklı, sadece ve sadece, önlerine konduğu hâli ile resme bakmaya alışıktır.

CHP muhalefeti bir çürük duvar muhalefetidir. Her yeni Saray saldırısında bu çürük duvar, biraz daha geriye taşınmaktadır.

Çürük duvar, geriye taşındıkça, CHP tabanında var olan tepkiyi boğmakta, duvarın taşınması sırasında çıkan toz bulutuyla CHP içindeki muhalifleri kör etmekte, tozlarla zehirlemektedir. Bu çürük duvar siyaseti, Saray Rejimi ile birlikte parçalanmaktadır. Bu tozduman arasında, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi, tüm muhalif unsurlarını Saray’a teslim edecektir, tek tek.

Bu adım bugün, bir erken seçim nedeni ile mi atılıyor? Sanmıyoruz. Çünkü, Ayasofya’nın cami yapılması, içeride, bir “oy” değerine sahip değildir. Kaldı ki, Saray Rejimi’nin sonucu kendine yazmayan bir seçime gideceği de şüphelidir.

Erdoğan, belki dağılmakta olan “destekçilerini” bir arada tutmayı hedeflemiştir. Bu, işin sadece bir yönüdür. Şimdi, tüm cemaatler, Ayasofya’da kendi imamlarının olması için yarışa girecektir. Şimdi, dar bir İslamcı grup daha saldırgan hâle gelecektir.

Ama bunlar ne Erdoğan’ı kurtarmaya yeter, ne de Saray Rejimi’ni.

Resmi daha da büyütmek gerekir.

Muhtemeldir ki, İsrail’in Mescidi Aksa’yı “Süleyman Tapınağı” ilan etmesinin yolu açılmaktadır. Kararın, bir mahkeme eli ile verilmesi, mahkemenin eski mülkler vb. vurgusu yapması, muhtemelen bu nedenledir.

Erdoğan, pekâla, hiçbir mahkeme oyununa ihtiyaç duymadan, bu kararı bir KHK ile yerine getirebilirdi. Böylece, bizzat kendisi daha iyi bir prestij, eğer varsa bu işte bir prestij, elde edebilirdi. Abdülhamid, böylesi kararlar almak için, kadıların kararına bakar mıydı? Muhtemelen hayır. Erdoğan’a bu işi yaptıranlar, bu kararın bir emsal olmasını istemektedir.

Dahası, Osmanlı hukuku devreye sokulmuştur. Zaten askıya alınmış olan TC anayasası, bir kere daha kenara atılmıştır.

Ama bu kadarla da sınırlı değildir.

Bu karar ile, Libya ve Suriye’de yaşanan işgal politikası ve savaş politikaları arasında da bağ vardır.

Önceden yazmıştık: Üç tarz-ı siyaset diye bir tarih vardır ve canlıdır. Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine kurulu bu üç tarz-ı siyaset, bu akımlar arasında bir gidip gelmeyi ifade eder. Osmanlı çözülmekte iken, Abdülhamid, Osmanlıcılığın işe yaramadığını görmeye başlamıştı. İslamcılığı gündeme getirdi. İktidarın sonlarında, Türkçülük İslamcılığın yanına eklendi ve Osmanlıcılık geri düştü. Ardından Türkçülük öne çıktı, İslamcılık Cumhuriyetle birlikte geri düştü.

NATO ile birlikte, Türkçülük ile İslamcılık sentezi devreye girdi. Türk-İslam sentezi, MHP politikaları kadar devletin resmî politikası olarak öne çıkmaya başladı. 12 Eylül, İslamcılığın rengini daha belirgin hâle getirdi. Ve Erdoğan iktidarları, bu yolda ilerledi. Bu kez, “ılımlı İslam”cılık öne çıkmaya başladı ve Gülen hareketi budur. Saray Rejimi, Türkçülüğü yeniden öne çıkarmaya başladı ve ardından Suriye savaşı ile birlikte, İslamcılık, Türkçülük, giderek Osmanlıcılık ile kaynaşmaya başladı.

Yeni Osmanlı hevesleri, ABD adına tetikçi olmak için iyi bir örtü işlevini görmeye başladı. Suriye’deki işgal politikaları, bunun örnekleri ile doludur. Abdülhamid ile Erdoğan arasında bir benzerlik yaratma politikaları bu nedenle hızla yoğunluk kazandı.

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük olarak ortaya çıkan üç tarz, siyaset için yeniden harmanlanmaya başlandı.

Libya savaşı ve Suriye savaşı ile Ayasofya kararı arasındaki bağ da burada yatmaktadır.

Suriye savaşı sonrasında çözülmekte olan TC devleti, Türk-İslam sentezini, “yerli ve milli” ile karikatür hâline getirmek zorunda kaldı. Şimdi, bu karikatüre, kurtarıcı olarak Osmanlıcılık eklenmektedir. Daha koyu bir İslamî ton, daha da koyulaşmakta olan bir Osmanlıcılık ve Türkçülükle iç içe geçirilmeye başlanmıştır.

Onun için soruyoruz, Hagia Sofia, müzeden camiye dönüştürülerek, Saray Rejimi’ni kurtarabilir mi?

Kurtaramaz.

Başka adımlar da lazımdır.

Binlerce yıllık bir tarihî eser olan Ayasofya’yı, cami yapmak, aslında, “istikameti” yakalamak mıdır, yoksa kaybetmek midir?

Erdoğan, bir Osmanlı sultanı olarak, “dev eserler” yapma işine çoktan yönelmişti. Çamlıca’daki cami, 60 bin kişi kapasitelidir. Ama, anlaşılan, Ayasofya’nın gölgesi, artık Çamlıca Camii’nin üzerine düşmüştür. Taksim’de sular idaresinin duvarlarının arkasında kalan cami, Çamlıca’da, her yerden görülen estetik yoksunu cami yetmemiştir. Şimdi, İstanbul’un yeniden “fethi” için, bir ruh aranmıştır. Ayasofya’nın cami yapılması bu ruhu sağlar mı? İstenen budur. Bu yolla, Libya ve Suriye’deki savaş politikalarına destek aranmaktadır.

Saray Rejimi, ABD’nin tetikçisi olarak, Libya ve Suriye’de iş görme sürecini, artık, açık olarak ilan etmektedir. Bu adım ile, Libya ve Suriye politikalarına destek aranmaktadır. Suriye ve Libya politikalarını, Ayasofya kurtaracak mıdır?

Saray Rejimi, tüm gücü ile savaşçı politikaları artıracağını ilan etmektedir. Egemenlik ile kastettikleri tam da budur. Yoksa, Ayasofya müze olduğunda kaybedilen bir egemenlik olabilir mi? Eğer öyle ise, Efes’i de millileştirmeleri gerekir, kiliseleri tümden camiye çevirmeleri gerekir vb. İşte tam bu anlamda, savaşçı politikalar için, içeride hazırlık yapılmaktadır.

Erdoğan yakın dönemde, Ayasofya’nın cami yapılması taleplerine, “bunların hepsi tezgâh” demekteydi. Şimdi bu tezgâh, devreye mi sokulmuştur? Trump-Erdoğan ilişkilerinin bir devamı mıdır bu? Öyledir ve nedeni, seçime hazırlık değildir, savaşa hazırlıktır, savaşçı politikalara hız verme işaretidir.

Bu savaşçı politikalar, hem Saray Rejimi’nin, hem de “şahsım” olarak Erdoğan’ın kurtuluşu için tek çare hâline gelmiştir. Ayasofya, gerçekten, “kurtarmaya” yeter mi?

İslam, gerçekten Ayasofya’yı cami yapmazsa, kurtarılamayacak mı?

Türkçülük, milli egemenlik, Osmanlıcılık, gerçekten Ayasofya’nın cami olmasından medet ummak zorunda mıdır?

Gelinen nokta budur.

Saray Rejimi’nin içine girdiği çözülme süreci, daha da derinleşmektedir. Bunlar, bu bataklıkta çırpınmalardır. Ve bu nedenle arkası gelecektir. Bu nedenle, hemen ardından tarikatlar harekete geçmektedir. Bu nedenle, hemen “hilafet” ilanı tartışmaları devreye sokulmaktadır. Savaş naraları, savaşçı politikalar bir “kurtuluş yolu”, Erdoğan’ın ve Saray Rejimi’nin devamının tek yolu hâline geldikçe, dış politika da iç politika ile birleşmekte ve her ikisi Ayasofya’da kurtuluş aramaktadır.

Demek ki, Hagia Sofia, Ayasofya, “kutsal bilgelik” olmalı ki, çözüm burada aranmaktadır. Erdoğan’ın, Saray Rejimi’nin tüm danışmanları, kurtuluşu, 1500 yıllık Ayasofya ile dans etmekte aramaktadır.

Tekrar etmek zorundayız: Tarihte büyük olaylar ve kişilikler iki kere oynarlar, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi.

Bölgemizde ya sosyalizmle çözüm ya da kapitalizmle kanlı düğüm

Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta gerçekleşen patlamada yüzlerce kişi hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı, binlercesi evsiz kaldı. Patlama göstermiştir ki, mezheplere dayalı rejimin Lübnan halklarına vaad edebileceği tek bir şey kalmamıştır.

Yıllardır limanda bekletilen 2700 ton patlayıcı madde barındıran gemi, yanındaki havai fişek deposu ve kapısına yapılan kaynak… ve daha onlarca teknik detay sayılmaktadır. Hükümetin bileşenleri birbirini suçlarken açıkça görünen tek bir gerçek var: İç savaş sonrası imzalanan Taif anlaşmasıyla oluşturulan mezhep kotalı yönetim bütün bileşenleriyle birlikte yozlaşmış, çürümüş ve halka düşmanlaşmıştır.

Öte yandan başta ABD ve Fransa olmak üzere emperyalizmin ülkeye sürekli müdahaleleri, siyonist devletin işgalleri, saldırıları ülkenin savaş iklimine hapsolmasını sağlamış, bu durum Lübnanlıların kendi direnişi ve ilerlemesini engellemiş, mezhepçi sistem ve milliyetçi-dinci gerici odakların, kendisini ülkenin sahibi gören ailelerin varlığını garanti altına almıştır.

Emperyalizm aynı saldırılarını bölgemizin bütün ülkelerine karşı sürdürmekte olup, bölgemizin bu kan gölü içerisinde boğulmasına neden olmuştur.

Lübnanlı işçiler, kadınlar, gençler, halklar patlamanın getirdiği hasarları imeceyle hafifletmeye çalışıyor iken aynı zamanda rejime karşı da eylemler düzenliyorlar.

Lübnan Komünist Partisi ise, 7 Ağustos tarihli açıklamasıyla kitleleri rejimi devirmeye çağırıyor. Açıklamasında, “Lübnan Komünist Partisi, mezhepçi siyasi sistemin devletin ve halkın bölgedeki Amerikan-Siyonist projeye direnmesini zorlaştırdığını ve kurulduğundan beri yapılan tüm ulusal fedakarlıklara değecek bir ülke inşa edemediğimizi düşünmektedir.

“Partimiz, reform isteyen gruplar ve örgütler için şu anda önceliği, hükümeti devirmek ve yerine bakanlarının ülkenin herhangi bir siyasi fraksiyonuna bağlı olmadığı yeni bir geçiş hükümeti kurmak için çabalarına katılmak olarak görüyor.” derken devamında geçtiğimiz sene yaşanan isyan ruhuna vurgu yapıyor:

“Lübnan Komünist Partisi, 17 Ekim ulusal ayaklanmasının güçlerini, sokağa nabzını geri kazandırmaya ve alternatif programını önererek iktidardaki otoriter sistemle çatışmayı yükseltmeye çağırmaktadır.

“Bu nedenle, 17 Ekim şemsiyesi altında faaliyet gösteren tüm siyasi gruplar el ele vermeli ve ayaklanmanın bir sonraki dalgasının örgütlenmesine öncülük edecek birleşik bir siyasi çerçeve oluşturma çabalarını ortaklaştırmalıdır.”

Lübnan Komünist Partisi açıklamasını, üyelerini ve destekçilerini, ana hazır olmaya çağırarak ve onlardan bu hassas aşamada mümkün olan en yüksek düzeyde siyasi ve örgütsel hazırlığını yapmalarını talep ederek bitiriyor.

LKP’nin yaptığı açıklamada belirttiği yeni Lübnan’ı kurma mücadelesi; bölgemizin bütün devrimci güçleriyle ortaklaşmalı, halkların anti-emperyalist birliği ve enternasyonal örgütlülüğüyle taçlanmalıdır.

Bu noktada isyanın işaret edilmesinin yanında devrim ve sosyalizm bayrağının tekrardan göndere çekilmesi ise bölgemizi bu kan deryasının içerisinden çıkarabilecek tek olanaktır.

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

“Rant-yağma-savaş ekonomisi” ve savaş histerisi

Öyle görünüyor, Erdoğan iktidarda kalmak için Saray Rejimi’ni ayakta tutmaya çalışıyor, Saray Rejimi her geçen gün Erdoğan’ı bir “hiç”e çeviriyor. Erdoğan “hiç”leştikçe, daha da büyük bir güçle Saray Rejimi’ni güçlendirmek için ataklar yapıyor.

Biz şöyle diyoruz: Saray Rejimi, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” üzerine yükseliyor. “Rant-yağma ve savaş ekonomisi” daha eskidir, onun bugünkü sisteme verdiği şekil daha yenidir. Öncesi “demokrasi” değildir. Dahası, Erdoğan öncesi de öyle değildir. 12 Eylül karşı-devrim saldırısıdır ve iktidarı almaya yönelmeyen işçi sınıfının bastırılması için devreye sokulmuştur. Bir tür “düzleştirme” hareketidir.

Biliyoruz ki, TC devleti, ABD’ye bağlı bir sömürge devlettir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yenilmiş faşizmi lanetlemek gerekli idi. Kapitalist dünya, faşizmi lanetler gibi görünerek, aslında komünizme karşı savaş için, sistemlerini restore etti. Bu restorasyonda, “demokrasi” sosu olmazsa olmaz idi. Ama 1970’ler, Vietnam yenilgisinin ardından, bir yeni “sol” dalgaya sahne olmuştur ve 1970’lerde kapitalizmin krizleri derinleşerek su üstüne vurmaya başlamıştır. 1970-1980’ler dünyası, ABD ve NATO tarafından organize edilen darbelere sahne olmuştur. “Demokrasi” artık çok da gerekli değildir ve öyle olmuştur.

Demek ki, 12 Eylül’ü unutmadan, Erdoğan öncesine de demokrasi diyemeyiz. Değildir. Erdoğan ve AK Parti, 12 Eylül’ün ürünüdür. Bu onların, ABD projesi olmalarına engel değildir. Yakın döneme kadar bir ABD projesi, bir NATO projesi, aynı zamanda uluslararası tekellerin de ortak çıkarı anlamına geliyordu. Onun için Erdoğan’ın AB’den aldığı destek anlaşılırdır. Yani, bir ABD projesi, bir NATO projesi dediğinizde, uluslararası tekellerin bu işin içinde olduğunu unutmamalısınız. Tüm ekonomik program; özelleştirmeler, tarım politikaları, enerji politikaları, inşaat sektörü, kara yolları, hava alanları vb. uluslararası sermayenin emirleridir.

Erdoğan ve ailesi, sadece, bu programı uygularken, iyi hırsızlık yapmıştır, komisyonculukta iyidirler. Zaten kendisi de söylemiştir, “benim görevim rant üretmektir” tam bir itiraftır.

Rant, yağma ekonomisi, Irak savaşından sonra biraz, Suriye savaşından sonra ise artan hızla, savaş ekonomisi sacayağına kavuşmuştur.

Soros, bir genelkurmay başkanı yanında, TV kameralarına açıkça “sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir” dediğinde, aslında bu savaş ekonomisinin ucu görünmüştü.

Suriye savaşı ise, işi daha da geliştirmiştir.

O günlerden başlayarak, hem içeride ve hem de dışarıda bir savaş politikası devreye sokulmuştur. Uluslararası tekeller, emperyalist güçler kendi etki alanlarını artırırken, içeride Erdoğan’a yeni kanallar açmaktan geri durmadılar. Bu yeni kanallar, aslında sistemin çeteleşmesinin de gerekleridir. Sistem, hem uluslararası tekellerin kendi aralarındaki mücadele, hem emperyalist paylaşım savaşımı içindeki Batı (NATO) güçlerinin artan iç çatışmaları, hem de bunların uzantıları olan Saray çevresi gruplarının çıkarlarına uygun olarak çeteleşmeye başlamıştır. Saray Rejimi, bir yandan, halka, Kürt halkı başta olmak üzere halklara, işçi ve emekçilere, gençlere ve kadınlara karşı bir saldırıdır, diğer yandan ise bölgemizde ABD adına bir dış saldırganlıktır.

Giderek “savaş” öne çıkmaktadır.

ABD, diğer emperyalist güçler karşısında çözülen hegemonyasını geri kazanmak istiyor. Bu nedenle, açıkça TC devletini bir tetikçi olarak, kiralık olarak kullanıyor.

ABD’nin bu ihtiyacı, Erdoğan’ın iktidarda kalma isteği ve Erdoğan’ın ipinin ABD elinde olması gerçeği birleşince, TC devleti, devlet içinden de “ateşle oynamak” olarak nitelenen savaş çığırtkanlığına hız veriyor.

Dışarıda savaş, içeride daha çok, daha da çok şiddet demektir.

Dışarıda savaş, içeride daha çok karanlık, daha çok yalan demektir.

Dışarıda savaş, içeride, işçi ve emekçilere karşı, kadın ve gençlere karşı açık bir devlet terörü demektir.

Dışarıda savaş için ABD emirleri ile hareket etmek, sadece dış politikasızlık demek değildir, aynı zamanda iç politikayı da ABD emri ile idare etmek demektir.

Erdoğan, öyle anlaşılıyor, artık “maske” dağıtımından para kazanacak adamları belirlemekten bile uzaktır. Sadece, kendi servetine, ailesine dokunulmaması ile ilgilidir. Enerji, bazı hastahaneler, inşaat, tarihî eser, eğitim gibi alanlarda, daha çok büyük rant alanlarında etkilidir. Bunlara özellikle silah sanayiini eklemek gerekir.

Daha çok kendi korkuları üzerinden “kontrol” edilir duruma gelmiştir. Önce ABD’li efendilerinden korktu, sonra, Gülen cemaatinden, ardından her şeyden korkmaya başladı. Muhtemelen Saray’ın bazı odalarına asla girmiyordur.

Maske maskaralığı ve “YouTube” kanalında üniversiteli gençler tarafından rezil edilmesi, kim bilir hangi danışmanların iş bilmezliğidir?

İşte hâl böyle olunca, savaş naraları atmak, mezarlıktan geçerken korkudan şarkı söylemek gibi bir gereklilik hâline geliyor. ABD’nin savaş için verdiği direktifler, Saray Rejimi için adeta bir tarz “uyuşturucu” ihtiyacını gidermek üzere ilaç gibi karşılanıyor. Saray Rejimi, savaş için yönünü kaybetmiş bir tarzda çaba gösteriyor. Erdoğan’ın, “istikametini kaybetmiş lider” dediği şey bu olsa gerek.

Temmuz ayında, Suriye ve Libya cephelerine eklenmek üzere, Meis adası açıklarında Yunanistan’la kapışmak ve Azerbaycan’da Ermenistan sınırına saldırmak yolu ile Ermenistan’a sopa göstermek hamleleri devreye sokuldu.

Tam da bu dört cephe ile uyumlu şekilde, içeride Ayasofya cami ilan edildi. Alın size “savaş kararlılığı”. İçeride AK Parti’den ayrılmaya niyetli unsurları birkaç gün, birkaç hafta tutmayı mı hedeflediler? Belki birkaç hafta için bu mümkün. Dışarıda, “Müslüman savaşçılar” toplamak için gösteri mi yaptılar? İşe yarama ihtimali artık yoktur, zaten toplayacaklarını topladılar. Dışarıda Ortodoks dünyaya Rusya ve Yunanistan’a savaş için hazırız mesajı mı vermek istediler? Moskova’nın bu mesajlardan etkilenmesi mümkün değil. ABD, bu süreçle, Türkiye-AB ilişkilerini mi geri itecek? Zaten yeterince geri itmektedir.

İşin aslı, sürmekte olan savaşlardır.

TC devleti, pandemi sürecinde, ABD emri ile savaşa hazırlık için İdlib’e asker yığmaya devam etti. Bununla yetinmedi. Libya’ya asker göndermeye ve orada saldırılar organize etmeye devam etti.

Açık olarak, ABD adına hareket etmekte olduklarını dile getirmekten çekinmediler. Bu, belki AB ülkelerini durdurmak için bir hamle anlamına gelebilir. Nitekim Fransa, öfkesine rağmen, etkili yanıtlar vermeye yönelmemektedir.

TC devleti, tam bir ABD tetikçisi olarak açıktan tutum almakta, Saray Rejimi, kendi devamını sürdürme işini buna bağlamaktadır.

Suriye’de daha sınırlı bir saldırganlık sürdürebilmektedirler. Ancak, bu alanda da adımlar atacakları açıktır. TC devleti, İdlib’in bu durumu sürdükçe, kendi önünün açılacağına inanmaktadır. Bu durum sürdükçe, çeşitli fırsatlarla daha fazla saldırganlık gösterilerine girişeceklerdir. Bu arada ise, İdlib böyle kaldığı sürece, işgal ettikleri diğer alanlarda, işgalci ülke örgütlenmelerini devreye sokmaktadırlar. Bölgede kendi siyasal ve ekonomik örgütlenmeleri için, göstermelik ya da değil, adımlar atmaktadırlar. Sıkıştıkları noktada IŞİD unsurlarını devreye sokmaktadırlar ve bölgedeki İslamcı çeteleri silahlandırmaktadırlar.

Öyle anlaşılıyor ABD, Covid-19 saldırısı ile istediği sonuçları alamadı. Çin ekonomisini sarsmayı başaramadılar. Bumerang gibi, saldırı dönüp kendilerine geldi. Ve Temmuz ayının ortalarında Rusya’da aşı devreye sokuldu. İngilizler, aşının Rusya tarafından çalındığını iddia etmekte gecikmediler. ABD, Çinlilerin aşı çalışmalarını çalmak uğraşında olduğu gerekçesi ile konsolosluk binalarından birini kapattı.

Öyle anlaşılıyor, ABD, yakında Ukrayna’da ya da Çin denizinde yeni saldırganlık gösterileri devreye sokacaktır. Öyle anlaşılıyor, ABD, ambargo ile yetinmeyerek, İran komutanı Süleymani’ye yaptıkları tarzda saldırılar devreye sokacaktır.

İşte ABD politikasının tetikçisi hâline gelen TC devleti de, tam bu politikaya uygun tarzda bölgede saldırganlığını artırmaktadır.

Libya, bunun önemli bir alanıdır. Libya’da TC devleti, Sirte-Cufra hattına saldırı için fırsat kollamaktadır. Petrol sahalarına ulaşmak ve etkinlik kazanmak için, bu hat önemli bir alan olarak öne çıkmaktadır. SİHA’larla gerçekleştirilen saldırılar, daha da artacak gibi görünmektedir. Mısır’ın TC devletinin etkinliğine karşı alarma geçmesi, AB’nin itirazları, ABD’nin açıkça TC devletini desteklemek için açıklamalar yapmasına neden olmaktadır. Bu durum, TC’nin saldırganlığını daha da artırması demektir.

Tam bu noktada, TC devleti, açıkça, AB’yi rahatsız edecek hamleler olarak Yunanistan ile karşı karşıya gelme adımları atmaktadır. Meis adası açıklarında yaşananlar bunun göstergesidir.

Azerbaycan içinde etkinlik kazanmaya çalışan TC güçleri, İsrail desteği ile, Ermenistan sınırında saldırganlıkla provokasyonlar yaratmaktadır. Ülkemiz basınında yer almasa da, dünya basını, bu saldırılarda İsrail SİHA’larının kullanıldığını yazmaktadır. Saldırıya yanıt veren Ermenistan’a karşı Azerbaycan’dan daha yüksek sesle Saray Rejimi bağırmaktadır. ABD, yine TC devletini, Azerbaycan’da ve Ermenistan’daki kendi denetimindeki güçleri kullanarak, Kafkasları savaş bölgesi hâline getirmek istiyor. TC devleti, her alanda olduğu gibi, bu alanda da açıkça tetikçi görevini hemen yerine getiriyor.

Tüm bunlar, aslında Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın politikalarına benzer bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Saray Rejimi, içeride baskıyı artırmak ile dışarıda saldırganlığı artırmak arasında, tam bir paralellik geliştirmektedir. Savaş, giderek, ayakta kalmanın tek yolu gibi bir hâl almaktadır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, şimdi, bu ekonomiyi, rant-yağma ve savaş ekonomisini sürdürebilmek için, savaşçı politikalara bir müptela gibi sarılmaya yönelmektedir.

Sistemi ayakta tutabilmek için, içeride sömürüyü daha fazla artırmak istiyorlar. Bunun için, işçi sınıfına, halka karşı açık bir terörü daha etkili kılmak istiyorlar. Kadınlara saldırıyı da bunun bir parçası olarak görmek gerekir. “Kadın cinayetleri politiktir” sloganı, bir kere daha doğrulanmaktadır. Sistem, her türlü şiddeti, yaşamın her alanında etkili kılmak için saldırmaktadır. Bu içeride muhalefeti, direnişi kırmak için bir yol olarak devrededir. Bundan bir sonuç alamayacaklarını kendileri de biliyorlar. İşçiler ve emekçiler için yaşam zorlaşmıştır ve geriye atılacak adım kalmamıştır. Ne Ayasofya saldırısı, ne CHP’nin muhalif hareketi sokaklardan uzak tutma girişimleri sonuç vermeyecektir.

ABD emrinde, aklını kaybetmiş bir tetikçi olarak giderek artırdıkları saldırganlık, aslında sistemin açmazının bir sonucudur.

Derler ki; “yel eken fırtına biçer.”

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...