Ana Sayfa Blog Sayfa 106

HDP yürüyüşü, Baro yürüyüşü, Susmanın bir sonu var mı?

Ülkenin egemenleri, basını, “aydın” diye geçineni, sendikacısı, sanatçısı, iktidarı, muhalefeti hepsi, hep birlikte işçi ve emekçileri, kitleleri “susmaya”, “eylemsizliğe” çağırıyor.

Egemenler, Saray Rejimi ve arkasındaki tüm güçler, her fırsatta baskıyı, şiddeti artırarak; kitleleri, halkı, işçi ve emekçileri korkutmak, sindirmek istiyorlar. Polis copu, jandarma baskısı, işkenceler, sorgusuz tutuklamalar, her türlü yasaklamalar, TOMA’lar, yalanlar, mahkemeler vb. hepsi bunun içindir.

Saray Rejimi, yönetemiyor. Artık, zor, hile, terör, yalan dışında hiçbir şeyle iktidarlarını sürdüremiyorlar. Bu zorun, bu terörün, bu şiddetin, bu her türlü yalan ve karartmanın da sonunun gelmekte olduğunu herkes biliyor.

Ama, Saray Rejimi, korkuyu yaymak dışında bir yol bulamıyor.

Saray Rejimi, korku ile titredikçe saldırıyor. Ve Türkiye’nin devletçi tüm muhalefeti, Saray Rejimi’ne yardım etmek için bu korkunun etkisi ile, halka, işçi ve emekçilere, “sokaktan uzak durma”yı vaaz ediyor.

Artık, Erdoğan’ın vaazları yetmiyor. Artık, basının karartmaları yetmiyor. Artık, yargının polis gücünün bir parçası hâline getirilmesi yetmiyor. Türkiye’nin egemenleri, yeni vaizler devreye sokuyor. Her bir koldan, basından, “aydın”lardan, CHP’den, “akil adam”lardan, hepsinden yeni vaizler çıkıyor. Kılıçdaroğlu, “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diye vaaz veriyor. Ve arkası kesilmiyor.

Saray Rejimi, bu fırsatlar içinde, saldırılarını daha da ileri taşıyor.

CHP, bunun açıkça yardımcısıdır. Yönetemeyen devlet, şimdi tüm güçlerini devreye sokarak, hep birlikte Erdoğan’ın arkasına sıraya diziliyor. Erdoğan, aslında bu ittifak içinde bir figürdür. Ve kendi zaafları dışında bir derdi de yok gibidir. Ama bugün, devletin diğer çeteleri, Erdoğan’ı önde tutarak, gelişmekte olan direnişi bastırmaya, halkın öfkesini köreltmeye çalışıyorlar.

Korkutarak, insanların akıllarını esir almaya çalışıyorlar.

Parlamentoda iki HDP’li ve bir CHP’li milletvekilinin vekilliği düşürüldü. Bitmiş, hiçbir hükmü olmayan bir parlamentodan milletvekilliklerinin düşürülmesi, aslında, büyük “olay” değildir. Kayyumlar ile başlayan saldırının devamıdır bu. Ama, iktidarın yeni bir saldırı dönemi başlatacağının kanıtıdır.

Daha önce CHP’li aynı milletvekilinin tutuklanması ile “demokrasi yürüyüşü” başlatan CHP, bu kez “sokağa çıkma”nın tehlikelerinden söz ediyor.

HDP, bir yürüyüş başlatıyor. Birçok yasak devreye sokuluyor. İller arasında geçişe izin verilmiyor. Ve dahası, TV tartışmalarında HDP konu edilirken, hiçbir HDP’linin çağrılmamasını ayıplayan bir konuşmacıya verilen yanıtlar, tüm devlet makinasının nasıl bir konum aldığını gösteriyor.

HDP’ye sesleniyoruz diyorlar: “PKK terör örgütüdür” diye açıklama yap, diyorlar. Yapmazsan demek ki, sen terörü destekliyorsun, diyorlar. İşte size zekâ seviyelerini gösteren propaganda.

Şöyle diyelim; Erdoğan’a sorsunlar, talepte bulunsunlar: “Soygun çeteleri ile, Cengiz İnşaat’la, havalimanı ihaleleri ile, Kalyon İnşaat’la vb. hiçbir ilişkim yoktur ve bunlar yargılanmalıdır” diye açıklama yap, yoksa sen de onlardan birisin.

Erdoğan’dan talep edilsin: “IŞİD ve İslamî çetelerle bir ilişkim yoktur”, bunlar halka, insanlığa karşı suç işlemektedirler, diye açıklama yap, onları tutukla.

Erdoğan’a sorsunlar; neden “çetelerle bir ilişkin yok, bu çetelerin tek tek üyeleri şunlardır, trollerin gerçeği şudur vb.” açıklamasını yapmıyorsun, yoksa sen de onlardan biri misin?

Bahçeli’ye neden sormuyorlar: Çatlı’yı, Çakıcı’yı vb. terör çeteleri olarak neden açıklamıyorsun, neden terörle arana bir sınır çizmiyorsun?

Bu sorular sadece HDP’ye soruluyor.

HDP, bu soruları açıkça reddetmelidir.

Soruyu tersine çevirmek gerekir: Siz bu soruları soranlar, eğer seçme ve seçilme hakkını savunuyorsanız, neden kayyumlara karşı çıkmıyorsunuz? Eğer siz dediğiniz gibi, demokrasiden yana iseniz, neden yasaların eşit uygulanmasını, bari bu kadarını bile savunmuyorsunuz? Eğer siz, adalet diye bir duygu ile hareket ediyorsanız, neden Erdoğan’dan, Saray Rejimi’nden hesap sormaya yönelmiyorsunuz?

Gezi’ye katılan bir genç, “terörist” olmadığını ispat etmeli ama, IŞİD eylemlerine katılan, camilerde silahlı eğitim yapan, internet üzerinden silahlı video tehditleri yayınlayanlar bundan muaftır, neden?

Bir işçi hakkını aradığında, bir öğrenci anayasal hakkı olan protesto yaptığında, bir insan iktidarı beğenmeyen bir sosyal medya paylaşımı yaptığında, onun “terörle” arasına mesafe koyması gerekiyor, ama bir polis, bir asker, halka kurşun sıktığında, Ali İsmail’i sokak ortasında öldürdüğünde, Ethem’e kurşun sıktığında, onun arkasında devlet yer alacaktır.

Şimdi, ister CHP olun, ister bir “aydın”, ister bir köşe yazarı olun, ister kendinize “demokrat” deyin, HDP’ye saldıran iktidarın kayığına binip “HDP terörle arasına mesafe koysun” dediğinizde, siz de Saray Rejimi’nin bir parçası olursunuz. Kayyumlara karşı çıkmaya cesaretiniz olmadığı için, HDP’ye saldırma modasına kolay kapılıyorsunuz.

İkiyüzlü gazetecilik yapanlar, devlete şirin görünmek için, her HDP’liye, “siz PKK terör örgütüdür neden demiyorsunuz” sorusunu soruyorlar. Ne cesaret! Ülkede cesaret denilen şey, güçlüden yana taraf olmak hâline geldi. Aynı gazeteci, bir MHP’liye, siz neden “faşist çetelerle aranıza sınır koymuyorsunuz” diye sormuyor. Türk milliyetçiliği ile şişirilmiş gençlerin saldırılarına neden açıktan karşı çıkmıyorsunuz, diye sormuyor. Neden, Erdoğan veya bir AK Partiliye, “siz İslamcı çeteleri, isim isim neden lanetlemiyorsunuz” diye sormuyor? Devletten bir yetkiliyi karşısında gördü mü, “neden seçilmiş insanların yerine kayyum atıyorsunuz” diye sormuyor, neden İslamî çetelere silah taşıyorsunuz, diye sormuyor.

İşte size gazetecilik.

HDP’ye sor, ama diğerlerine sorma.

İşte siz, barikatınızı, HDP’nin önüne kurdunuz mu, devlet size dokunmaz sanıyorsunuz. Ama öyle olmuyor. Siz bu kadar susmayı, siz bu kadar korkmayı yücelttiğiniz için, dürüst gazeteciler tek tek tutuklanıyor. Bu kadar gazeteci içeride ise, bu sizin, gazeteciler olarak adalet duygunuzu korkularınıza kurban etmenizin sonucudur. Siz Gezi’de yer alırken bile, bunu savunmak için çok zorlanıyorsunuz. İşte bu nedenle, kendinizi de savunamıyorsunuz.

Siz, açık ve net olarak, tereddüt etmeden, kendi haklarınızı savunacaksınız, sizin gibi, kendi haklarını savunan işçi ve emekçilerle bir ve aynı yerde olmaktan gurur duyacaksınız. İşte bu olduğunda, size saldırmaları da zor olacaktır.

Avukatların durumu da böyledir.

Barolar, eğer, yakın geçmişte, açık ve net olarak, bir direniş gösterselerdi, kendi meslektaşlarına bile sahip çıkmama yollarına düşmeselerdi, devlet baskısı ile halk arasında halktan yana, ezilenden yana tutum almış olsalardı, iddia ediyoruz, bugünkü saldırıyı iktidar devreye sokamazdı.

Öte yandan, eğer bugün bir KHK ile Barolar ve Odalar altüst edilmiyorsa, bunun nedeni de, bugüne kadarki direnişin bir parçası olmalarıdır.

Yani, direniş ne kadar gelişmiş ise, o kadar güvende oluyoruz. Ne kadar zayıf direnmiş isek, o kadar saldırıya açık hâle geliyoruz.

Bugün Baro Başkanları bir yürüyüş başlattılar. Eğer onlar da Kılıçdaroğlu’nu dinleyip, Feyzioğlu’nu dinleyip geri dursalar, kayıpları daha da büyük olacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. Saray Rejimi, daha fazla, daha fazla saldırmak zorundadır. Baskı ve terör dışında bir yolları kalmamıştır. Baskı ve şiddetle ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar.

Ve açık bir sonuç vardır: Susmanın, eylemsizliğin, geri çekilmenin bir sonu yoktur. Geri adım ata ata, herkes bir Kılıçdaroğlu hâline gelmektedir. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın en çok sevdiği “muhalif”tir. Çünkü, kendisi bir muhalif değildir. Erdoğan, ona bazı paslar atar ve o da bunların üzerine top çevirir. Bu yolla, ülkenin gerçek sorunları üzerine tek laf etmemiş olur.

Direniş çizgisini, sizin haklarınıza ilk saldırı olduğu noktaya koymanız gerekir. Yoksa, adım adım, savunacak hiçbir mevziniz kalmaz.

Çocuklara cinsel saldırı gerçekleştiğinde, kadınlara saldırı gerçekleştirildiğinde, işçi haklarına saldırı gerçekleştirildiğinde, eğer güçlü bir tepki çıkmıyorsa, güçlü bir direniş başlamıyorsa, adım adım iktidarın tecavüzlerine onay verilmiş oluyor.

Barolar, tek tek başkanlar şeklinde yürüyorlar. Eksiktir. Barolar, muhatapları Adalet Bakanlığı’na doğru, kitlesel bir yürüyüş organize etmelidir ve bu yürüyüş, halkın katılımına da açık olmalıdır. İşte o zaman, barolardaki direniş, bu konuda yasalar hazırlayanları durdurabilir.

Feyzioğlu’nun pazarlıkları ile Barolar haklarını koruyamaz. Barolar, daha ileri direniş biçimlerini ortaya koymak zorundadır. Hukukçu olmanın avantajlarını devreye sokmaları gereklidir. Yargı denilen mekanizma, tümü ile polis gücünün bir parçası hâline getirilmiştir. Barolar, savunma hakkının neredeyse tek ayağı hâline gelmiştir. Barolar, açıkça, hukuk bilmenin avantajları ile direnişler örgütlemelidir. Artık, her avukat kendisini, sisteme karşı direnişin bir parçası olarak görmelidir.

Bu olmazsa, ne mi olacak? Sadece yeni yasa çıkmakla kalmayacak, birçok avukat, daha büyük bir hızla, işsizler ordusuna katılacak. Barolar bağımsızlıklarını kaybedince, hukuk-yargı sistemi için, kimsenin avukat tutmasına da gerek kalmayacak.

Avukatlar, bugün, ciddi bir durumla karşı karşıyadır. Bugün, ciddi bir direniş ile, bu ablukayı yarabilirler. Bunun için, kendilerini tüm toplumsal direnişin bir parçası olarak görmeleri gereklidir.

Barolar, daha şimdiden, daha geniş bir avukat kitlesi ile yürüyüşe geçmelidir. Bunu yaparlarsa, bunu başarırlarsa, Feyzioğlu’nu da alaşağı edebilme iradesini geliştirebilirler. Feyzioğlu, bizzat kendi eylemleri ile, Saray’ın ortağı olduğunu göstermiştir. Onun bu konumu, Saray’ın yeni yasa tasarısını getirmesinde önemli bir basamaktır. Önce içeriden ittifaklar bulunuyor, satın alınıyor vb. sonra arkası geliyor.

İktidarın hışmını çekmemek için, Kılıçdaroğlu gibi susmanın bir sonu yoktur.

Dahası, sen sustun diye iktidar sana saldırmamazlık yapmayacaktır. Sen sustukça, onlar daha ciddi bir ani saldırı organize edecektir.

Susmak, iktidara saldırı için bir fırsat vermemek değildir. Bu Kılıçdaroğlu’nun vaazıdır. Kılıçdaroğlu, CHP’yi bir cemaate, kendini de bir imama çevirmiştir. Ona sorsanız, kimse sokağa çıkmasa, iktidar da saldırmayacaktır. İşte size “nurtopu” gibi bir burjuva muhalefet. Hayır, işçiler sokaklara çıkmadığı, yeterince direnmediği için, onlar da bu denli saldırıyorlar.

15-16 Haziran işçi sınıfınındır; öğreten tarihimizdir

“düş değil bu hayal değil he hey be hey
yetmişbin dev işçim kalktı yürüdü.
kokuşmuş düzene sahip çıkanın
alnın çatına baktı yürüdü yürüdü yürüdü.”
[1]

Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Gerçek hareketin her adımı, bir düzine programdan daha önemlidir,”[2] saptamasıyla betimlenen 15-16 Haziran 1970 işçi sınıfınındır; öğreten tarihimizdir hâlâ ve her zaman.

50 yıl önce coğrafyamız hâlâ aşılmamış bir işçi sınıfı eylemiyle sarsıldı. İşçiler, burjuvazinin yüreğine korku salıp, önlerine dikilen barikatları aşarak, yoldaşlarını polisin elinden, karakollardan, “toplum polisi” otobüslerinden çektiler aldılar. “Zenginler gücümüzü görsün!” sloganlarıyla diyerek Bağdat Caddesi’ni inlettiler. Cağaloğlu’nda Vilayet’in, Kadıköy’de ve Kartal’da Kaymakamlık binasının, İzmit’te Kolordu’nun önündeydiler… “Haramilerin saltanatı” binalara kapandı, savunmaya geçti!

İşçi sınıfı mücadele tarihinde 15-16 Haziran 1970, alt üst edici bir momenti simgelerken; onların toplumsal-maddi bir güce dönüştüğünü göstermekteydi. Aynı zamanda tarih sahnesine çıktığından beri devletin 1845 Polis Nizamnamesi, 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu, 1925 Takrir-i Sükûn, 1936 Ceza Yasası’ndaki 141, 142. maddeler gibi baskı yasalarına, açık şiddet ve zoruna, manipülasyonlarına karşı ayağa kalkışıydı. Devlete meydan okuma ve ideolojisinden kopuş pratiğiydi.

Feshane Fabrikası’nın kurulmasını (yani 1835’i) modern işçi sınıfının doğuş tarihi olarak kabul edersek, 125 yıllık sınıf mücadelesinde bir birikimin ve mayalanmanın sonucu olarak ortaya çıkmış muazzam bir deneyimdir. Özellikle 1960-1970 arasında yaşanan işçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenme süreci, diğer toplumsal kesimlerin pratikleri, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin hızlı, yoğun ve çok boyutlu bir şekilde gelişmesi ve uluslararası bağlamda 1968 küresel isyan hareketinin ve sistem karşıtı hareketlerin birikimleri 15-16 Haziran’ın doğuş dinamiklerini besleyen faktörlerdir. Bu manada 15-16 Haziran Saraçhane Mitingi, Kavel ve Paşabahçe Grevleri, DİSK’in kuruluşu, Alpagut özyönetim deneyimi, Derby fabrika işgali, toprak işgalleri, üniversite boykotları, Fransa 1968 Mayıs grevleri, 1968-1969 İtalya işçi konseyleri, Çin Kültür Devrimi demektir. Dönemin ruhu ve atmosferi eylemin ruhuna sirayet etmiştir.

Kolay mı, o; işçi sınıfının büyük meydan okumasıydı.

İstanbul’dan Kocaeli’ye dek üretimi durduran 100 bini aşkın işçinin iki gün boyunca, önüne çıka(rıla)n her engeli aşarak fabrikalardan kent merkezlerine akıştı (İlk gün 70 bin, ikinci gün 150 bin kişiydi işçiler; ya üçüncü gün olsaydı? Bu boyuta, bir de proletarya partisi katın, neler olmazdı ki?!).

Bana daima Che Guevara’nın, “Kutsal özel mülkiyet hakkına duyduğumuz saygıyı silahlı mücadele kursunda yitirdik ve şunu gayet iyi anladık ki sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden milyon kez daha değerlidir,”[3] saptamasını anımsatan 15-16 Haziran, işçi sınıfının ’60’lardaki sosyal-siyasal uyanışının, ’70’lere sarkan kapitalizmden kopuşunun zirvesiydi. Yıllar boyunca süren irili ufaklı çatışmaların uzantısı, devamı, yoğunlaşmış biçimiydi; bir patlama, bir sıçramaydı.

O; iki işçi kentinde toptan üretimi durdurma eylemi olması yanında; kapitalist zor aygıtını karşısına almış militan çıkıştı. Her türlü yasa ve yasağı çiğneyip, polisi, askeri, tankları aşan kararlı bir duruştu.

Başkaldırının devasa işçi selini ancak sıkıyönetim ilanıyla durdurup, sendikal bürokrasinin katkılarıyla engelledi. Buna rağmen birçok fabrikada işçiler günlerce işbaşı yapmadılar; sonra da patronların “Kara Liste”leriyle, “Açlıkla Cezalandırılma”yla[4] sürdürüldü.

O güne kadar çok tartışılan (hâlâ da bir şekilde tartışılmaya devam edilen) işçi sınıfının gücünün, kapasitesinin ve militanlığının coğrafyamızdaki uyarıcı bir göstergesi oldu. Haziran başkaldırısı, kendisinden sonraki mücadeleler için ise paha biçilmez dersler bıraktı.

Bütün öteki büyük tarihsel olaylar gibi tekrar edilemeyecek olan o; büyük devrimci mücadeleler gibi en önemli derslerinin kendinden sonraki mücadeleleri öngörmek, onlara katılmak ve onları anlayarak aşmak için bir imkân sunup; coğrafyamızın büyük işçi başkaldırısı işçi sınıfının belleğinde hâlâ önemli bir yer tutuyorken; soru(n), bu güzergâhta yeni başkaldırılar yaratıp, onu aşmaktır.

Friedrich Engels’in, “Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü o, bir kez ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür; çünkü onu sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için kendi kendini satmaya mecbur bırakılır”; Karl Marx’ın, “Kapitalist ilişkiler içinde insan değersizleşmiş, köleleşmiş, terk edilmiş, aşağılanmış bir varlıktır,” diye betimlediği işçiler, kapitalist vahşetin ücretli köleleri bunu yapmaya muktedirler.

Yeter ki paranın hâkimiyetinden, kapitalist sermayenin itaatkârlık dayatmalarından özgürleşebilsinler.

Evet egemenler -George Carlin’in ifadesiyle-, “İtaatkâr işçiler istiyorlar! Düşük maaş, uzun çalışma saatleri ve azaltılmış olanaklarla, en fazla makineleri çalıştırıp, kâğıt işlerini yapacak kadar zeki ve en az bütün bu boktan işleri pasifçe kabul edecek kadar aptal insanlar istiyorlar.”

Biz(ler)i “aptallaştıran”, kapitalist ideolojik boyunduruğa yani Karl Marx’ın, “Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur,” diye betimlediği yabancılaşmaya yol açan sermaye egemenliğidir.

Yani Karl Marx’ın, “Özel mülkiyet bizi öyle aptallaştırmış ve duyularımızı tek boyutlu bir hâle indirgemiş ki bir nesne ancak ona sahip olduğumuzda bize bizim olarak görünüyor – yani, bizim için bir kapital olarak var olduğunda; ya da onu doğrudan mülklendiğimizde, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde veya onun içinde yaşadığımızda vs. – kısaca, ancak onu kullandığımızda o bizimdir diyoruz. Bununla birlikte, özel mülkiyet, sahiplenmenin bu doğrudan gerçekleşmelerini de sadece yaşamı sürdürmenin araçları olarak sunar bize. Onların birer araç olarak hizmet ettiği o yaşam ise özel mülkiyetin yaşamıdır – boyuna çalışma ve paraya tahvil etme yaşamı,”[5] saptamasındaki pratiktir.

Tam da bu çerçevede “Sermaye, emeğin üretim araçlarından ayrılmasıdır ve sermayenin varoluşu yalnızca emeğin sömürüsüne değil, aksine emeğin giderek artan sömürüsü yoluyla sermayenin sürekli birikimine dayanır…

“Sermayenin bir tek yaşam dürtüsü vardır, değer ve artı-değer yaratmak üretim araçlarını mümkün olduğu kadar büyük miktarda artı-emeği emebilecek değişmeyen etmen hâline getirmek eğilimi.

“Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emerse, o kadar yaşar…

“‘Sermaye’ vampire benzeyen yalnızca canlı işçilerin kanını emerek yaşayan ve daha fazla sayıda işçinin kanını emdikçe ömrünü uzatan ‘ölü emek’tir…

“Kapitalist elden geldiğince az parayla elden geldiğince çok emek elde etmek isteyecektir. Bu yüzden uygulamada onu ilgilendiren tek şey, emek gücü fiyatıyla bunun işlevinin yarattığı değer arasındaki farktır. Bir de ayrıca her türlü metayı elden geldiğince ucuza almaya çalışır ve düpedüz kandırmayı bir şeyi değerinin altında almayı bu değerin üzerinde satmayı kendine kâr bilir. Bu yüzden de eğer emeğin değeri diye bir şey gerçekten varsa ve o bu değerin karşılığını gerçekten öderse sermaye diye bir şeyin olmayacağını parasının sermayeye dönüşemeyeceğini hiç bir zaman göremez…

“Üretim kol emeğini kullanan sınıfı çalıştıran bir efendiler sınıfı olmadan da yürütülebilir; ürün almak için, iş araçlarının çalışan insan üzerinde hâkimiyet ve zorbalık olarak tekelleştirilmesi gerekmez; işini istekle, zinde bir ruhla ve coşkulu bir yürekle yapan birleşik emek karşısında köle emeği ve serf emeği gibi ücretli emek de yok olmaya mahkûm, geçici ve alt bir formdur.”[6]

15-16 Haziran’da “ücretli emeğin mahkûm olduğu geçici ve alt form”un aşılması yolundaki tarihi bir adımdır.

TARİHÎ ARKA PLAN

15-16 Haziran’ın ardında, Edward Palmer Thompson’un, “İşçi sınıfı bir zamanda güneş gibi doğmadı. Kendi oluşumunda oradaydı,”[7] diye tarif ettiği müthiş bir tarihî arka plan vardır.

“Çok uzaklardan geliyoruz/ çok uzaklardan” dizeleriyle tanımlı tarihî köklerin dökümü 1587’de Sultan Üçüncü Murat döneminde vezir Mehmet Paşa’nın cami inşaatında çalışan dülgerler ve taş yontucuların 16 akçe olan gündeliklerinin Osmanlı parasında yaşanan değer kaybına karşı giriştikleri iş bırakma eylemine dayandığı iddia edilir.

Bu arada Memur-Sen’in, “İnsanlık tarihinde ilk toplu iş sözleşmesinin 13 Temmuz 1766 (Hicri 4 Sefer 1180) tarihinde Kütahya’da imzalandığı gerekçesiyle ‘Şükranlarını ifade etmek’ için 1 Mayıs’ı Kütahya’da kutlaması’ndan mülhem yalana gelince; “Tarihte ilk toplu iş sözleşmesi olarak adlandırılan Kütahya belgesi (13 Temmuz 1766), gerçekte mahallî idarecilerin/devlet ricalinin çini atölyesi ustalarının şikâyetleri üzerine düzenledikleri ücretlere ilişkin hükümlerin yer aldığı ve kalfa ve çıraklar için ağır cezalar (ömür boyu kürek cezası dahil) içeren bir tutanaktan, bir çeşit yerel kararnameden ibaret”ti;[8] hepsi o kadar!

Devamla: 1826’da Haliç’te kurulan Feshane, 1845’te Hereke’de kurulan halı, ipekli ve yün dokuma fabrikası, 1830-1850 arasında Beykoz’da, Yıldız’da, Paşabahçe’de kurulan çini ve cam eşya fabrikalarındaki direnişler…

İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatı sırasında ücretini alamayan işçilerin grevi 1853 yılındadır. Mimar/mühendis Balyan Kardeşler söz konusu inşaata devasa paralar harcanıp, devlet maliyesi göçerken; ilk tasarruf yine işçi ücretinden olmuştu.

Ardından ilk örgütlü grevi Ameleperver Cemiyeti 1872’de örgütledi. Kasımpaşa’daki Taşkızak Tersanesi’nde üç aydır ücretlerini alamayan işçiler, grev ile haklarını aldılar.

1872 Haliç Tersanesi’nde önce İngiliz işçilerce başlatılan, daha sonra tüm yerli emekçilerce kucaklanan Tersane grevi ve 1908 grevleri…

Ve Düyun-u Umumiye İdaresi’nin tütün gelirlerini yöneten Reji; Anadolu Demiryolları; Ereğli kömür madenlerindeki örgütlenme ve grevleri…

Ücret alamama dışında çalışma saatlerinin azaltılmasını talep eden ilk grev de 1879’daki yapı işçileri greviydi…

Özellikle 1908’deki İkinci Meşrutiyet sonrasında ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek isteyen işçilerin çok sayıda grev girişimi olmuştu. İşçi grevleri İkinci Meşrutiyet dönemindeki yoğunlukta olmamakla birlikte Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürmüştür.

Örneğin 1923’te Şark Demiryolları Şirketi işçileri grev yaptı. 30 Haziran 1924’te İstanbul posta dağıtıcıları, ücretlerini yetersiz bularak topluca istifa ettiler. Temmuz 1924’te İzmir’de kuru meyve fabrikalarında çalışan işçiler yedi gün süren grev yaptılar…

1925 Şubatı’nın 4 Martı’nda Takrir-i Sükûn Kanunu’nun TBMM’de kabul edilmesiyle, işçiler için zor bir dönem başlamıştı.

1927 tarihli İş Kanunu Taslağı, özgürlüklerin ülke çapındaki gerilemesinden payını almış görünüyordu. Zaten 1936’ya kadar da taslak olgunlaştırılıp bir iş kanunu hâlini getirilemedi. 1936 tarihli 3008 sayılı ilk iş kanunu, sosyal sigorta sisteminin temel ilkelerini ve kademeli olarak kurulmasını belirlemişti. Ancak bu kanunla, ekonomik kalkınmada devlet yatırımlarına ağırlık verme politikasının da bir sonucu olarak grev ve lokavt yasağının getirildiğini görüyoruz.[9]

20 Mart 1957’de Demokrat Parti’nin Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, “Yalnız komünist uşaklığı veya şahıs ihtirasları için, sendikalara siyaset sokmak isteyenler (…) Ellerinde sosyal adaletin bayrağını taşıyanların, şimdiye kadar günlük ve işçi gazetelerindeki başmakaleleri, gazetelerde yazdıkları seminer ve kürsülerde söyledikleri birer birer dökülür ve saçılırsa, bu gibi insanların gizli maksatlarının, maskeli yaygaralarının kökünün nerde olduğunu, bu zakkum ağacının nereden sulandığını bu memlekette anlamayan Türk kalmayacaktır,” deyip; -konferansları, yazılarıyla kamuoyunun ve işçilerin dikkatini sendikal haklara çekmeye çalışan- Prof. Dr. Orhan Tuna ve diğer üniversite hocalarını ağır ifadelerle itham ederken;[10] egemenlerin 1961 Anayasası’nın sendikal haklarıyla başı hiç hoş olmadı.

Bu güzergâhta egemenler DİSK’e karşı tahammülsüz davrandı. 1970’te DİSK’i fiilen ortadan kaldıran 1317 sayılı yasa Süleyman Demirel hükümeti tarafından yasalaştırıldı. Yasa ile sendikalara yüzde 33 oranında ülke ve iş kolu barajı getirildi. Yasaya tepki gösteren DİSK ve üyesi işçiler 15-16 Haziran 1970’te büyük bir direniş gerçekleştirdi.

Süleyman Demirel greve de tahammülsüzdü. Milli güvenlik ve memleket sağlığı gerekçeleriyle grev erteleme rekoru kırdı. 1963-1980 döneminde Demirel hükümetleri, 75’i 6. Demirel hükümeti olmak üzere toplam 164 grevi erteledi. Hatta 1970’te İstanbul’da birkaç değirmendeki grev bile milli güvenlik gerekçesiyle ertelendi. 1966 Paşabahçe grevi de Demirel hükümeti tarafından ertelenmişti.[11]

Özetle derinden gelen köklerin tarihçesinde 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu; 31 Aralık 1961 Saraçhane mitingi; 27 Ocak 1963’te kıvılcımlanan Kavel grevi; 13 Haziran 1969’da Çorum Alpagut Linyit işletmesindeki maden işçilerinin ücretlerini almak için direnişe geçip; üretime el koyan 786 işçiyle, 34 gün boyunca oluşturdukları komiteyle işyerini yönetip, üretimi yüzde 50 artırarak birikmiş ücretlerini almaları; 13 Şubat 1967’de DİSK’in kuruluşu; 22 Ağustos 1970’te Türkiye Petrolleri’ne ait Aliağa Rafinerisi inşaatında işçilerin greve çıktığı gün patron maşaları tarafından katledilen Necmettin Giritlioğlu; 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişleri önemli yapı taşlarıdır. 15-16 Haziran direnişi ile işçi sınıfının bir sınıf olarak varlığını ve gücünü dost düşman herkese göstermesi…[12]

Özetle 1960’lar sonu ve ’70’ler başındaki yoğun mücadele döneminde işçiler “kendisi için sınıf” olma yolunda hızlı ve büyük adımlarla ilerledi. Sendikalaşma çabalarında başvurulan yöntemlerin radikalliği mücadelelerin sertliğiyle doğrudan bağlantılıydı.

Fabrika işgalleri ve grevler, bu direnişlerde uygulanan mücadele yöntemleri salt ekonomik mücadeleler olarak kalmadı. İşçiler yeni koşullarda bir yandan eski geleneksel kavga yöntemlerini dönüştürüyor, öte yandan 1960’lar başından beri sürüp giden fabrika dışındaki toplumsal mücadelelerden, anti-emperyalist mücadelelerden edinilen yordamlara da başvurmaktan geri durmuyorlardı.

EYLEMLERİYLE İŞÇİ SINIFI

İzmir- Basmane Meydanındaki ilk 1 Mayıs kutlamasından bu günlere 114 yıl geçti.

23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in ardından 1908 ve 1909 yıllarında işçi sınıfı mücadelesi olağanüstü bir ivme kazandı.

1909’da 1 Mayıs, İstanbul başta olmak üzere İzmir, Ankara, Adana ve Bursa’da işçilerce kutlandı. Söz konusu kutlamalar 1910, 1911 ve 1912’de devam etti.

Çok sayıda iş yerinde ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla binlerce işçinin katıldığı grev ve işçi direnişleri gerçekleşti.

1872’deki Kasımpaşa Tershane İşçileri Grevi ardından, 1908’den önce de; tramvay, demiryolu, maden, inşaat, tütün, liman, mensucat, deri işyerlerinde irili ufaklı grev ve işçi direnişleri oldu. Ancak 1908 Temmuzu’ndan başlayarak 9 Ağustos 1909’da Tatil-i Eşgal Kanunu çıkana kadar birçok işyerinde binlerce işçinin katıldığı grev ve direnişler gerçekleştirilmiştir. 1908’in özgürlük ortamından işçiler de üst düzeyde yararlanmıştı.

Birinci Paylaşım Savaş şartlarında işçi sınıfı mücadele koşullarının kesintiye uğramadığını görürüz. Zor koşullarda olsa da, 1909-1918 kesitinde kayıt altına alınmış 83 grev var. 1918’de başlayan işgal yıllarında işçi sınıfı hareketinin tekrar canlandığını söylemek mümkündür.

1 Mayıs 1921’de Türkiye Sosyalist Fırkası öncülüğünde mavi işçi gömleği, kırmızı boyun bağları ve kızıl bayraklarıyla Kâğıthane Meydanı’nda görkemli miting yaparlar.

18 Mart 1922’de Ankara’da SSCB Büyükelçilik binası bahçesinde çok büyük katılımlı Paris Komünü anma toplantısı yapıldı; o dönemin ruhu diyebiliriz…

1 Mayıs 1922’de İstanbul, Ankara, İzmir’de büyük katılımlı, coşkulu mitingler gerçekleşir.

1923 ve 1924 yıllarında da 1 Mayıs kutlamaları yapıldı.

4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn kanunu çıkartılarak her türlü toplantı, yürüyüş, grev ve direniş yapılması yasaklandı.

Tüm yasaklamalara karşın 1927’de Fransız bir şirkete ait Adana demiryolu işçilerinin çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerin arttırılması amacıyla gerçekleştirilen grev, baskı ve yıldırmalara karşın uzun zaman sürdü.

Yine 1927 İstanbul liman işçilerinin grevinde de sorun, düşük ücretler ile ağır çalışma koşullarıydı. Grev, polis ile ordu müdahalesi ile bastırılmış ve 17 işçi ile 5 polis ölmüş, 320 işçi de tutuklanmıştı.

1936’da çıkarılan Cemiyetler Kanununda 1923 İzmir İktisat Kongre kararı olmasına rağmen grev ve sendika sözcükleri hiç bahse konu olmamıştı. 1938 Dersim olayları bahane edilerek Cemiyetler Kanununa daha sıkı maddeler eklenerek sınıf esasına dayalı örgütlenmelerin önü tamamen kapatıldı.

1947 yılında 5018 sayılı sendika ve sendika birlikleri hakkında kanun ile sendikaların dernek niteliğinde kuruluşu sağlandı. Türk-İş 1952’de kuruldu.

Tek partili dönem bitip çok partili döneme geçtikten sonra Demokrat Parti muhalefette iken grev ve toplu iş sözleşme sözü verildiği hâlde bu konuda verdiği sözü yerine getirmedi. 1950-1960 kesitinde iktidar denetimi altındaki Türk-İş’in tüm vaatleri sözde kalmıştı.

1961’in 31 Aralık’ında işçi sınıfının ayağa kalktığı gün olarak tanınan ‘Saraçhane Mitingi’ ile hemen ertesindeki izinsiz Kavel Grevi ile sendikal planda yasal düzenleme çalışmaları hızlandı. 15 Temmuz 1963’te 274 sayılı Grev ve Toplu Sözleşme 275 sayılı Sendikalar Kanunu yürürlüğe girdi.

MESS’e karşı Maden-İş’in ve Kristal-İş Paşabahçe’ye karşı vermiş olduğu mücadelelerin, Türk-İş tarafından desteklenmemesi bardağı taşıran damla oldu. Sendikal anlayış farkının uçurumlaşması nedeniyle 13 Şubat 1967’de Türk-İş’ten ayrılan beş sendika Maden-İş, Basın-İş, Lastik-İş, Türk Maden-İş ve Bağımsız Gıda-İş sendikaları DİSK’i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurmuştu.

Türk-İş 1967 yılında, 10 yıl sonra DİSK’e genel başkan olacak Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk başkanlığında işçi sınıfı ve sendikal mücadele karneleri pek de iyi olmayan Şevket Yılmaz, Şerafettin Akova, Kemal Özer ve İsmail Aras’tan oluşan DİSK’le mücadele komitesi oluşturur.

1968’e gelindiğinde işçi, emekçi, öğrenci gençlik rüzgârı bizde de kuvvetli esiyordu.

1968-1969 kesitinde iş yerleri ve fabrikalar için işgal yıllarıydı: Derby, Kavel, Demir Döküm, Emayetaş, Alpagut Kömür İşletmeleri, Akis Dokuma, Deniz Nakliyat, Altınel Pres, Bell Kimya, Yarımca Seramik vb.leri…

1969’da Türk-İş’in pek gündeme almadığı 1 Mayıs’ı DİSK ilk kez bir bildiri ile kutlar.

DİSK’in büyüyüp gelişmesi, işçiler içerisinde güven ve itibarının artması üzerine sermaye sahipleri ve o dönemin temsilcisi AP bir kanun teklifi hazırlayarak DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaları etkisiz ve yetkisiz hâle getirecek, işçilerin kazanılmış sendikal haklarını budayacak 20 maddelik 1317 sayılı kanunu hazırlayıp komisyondan geçirdi.

Komisyonda Abdullah Baştürk ile beraber Şevket Yılmaz ve Enver Turgut vardı. CHP ve AP’li vekillerin onayı ve TİP milletvekillerinin karşı çıkmasına rağmen bu yasa meclisten geçti.

DİSK ve bağlı sendikaların iş yerlerinde toplantılar yaparak kararlar almaya çalıştı. Amaçları miting düzenlemekti, meşru tepki göstermekti. Süreç bu şekilde işlerken inisiyatif DİSK ve sendikaların elinden çıktı.

Doğal olarak ortaya çıkan işçi önderleri ile 15 Haziran günü 70 bin, 16 Haziran günü 150 bin işçi iş bırakarak İstanbul’da dalga dalga yollara döküldü. İzmit’te de işçiler Ankara yolunu kapatarak İstanbul’a doğru yola çıktılar. Devlet bu işçi sınıfı dalgasını durdurmakta zorlandı.

Yürüyüşte işçiler polis ve askerle çatıştı. 2 işçi, 1 polis, 1 esnaf hayatını kaybetti. DİSK Genel başkanı Kemal Türkler radyodan konuşma yaptı. Yasanın geri çekileceği sözünü açıkladı. 2 gün süren büyük ayaklanma yasa değişikliğinin çok ötesinde bir nedenle yapılıyordu. İşçiler topyekûn sömürü düzenine başkaldırmış ve ayaklanmıştı. 

15-16 Haziran direnişine önderlik eden öncü 5.000’in üzerinde işçi işten atıldı. DİSK ve Türk-İş bunun için ise bir şey yapmadı. Bazı kesimler katılmış ve destek vermiş olsalar da, 15-16 Haziran bir işçi hareketi, işçi kalkışması, işçi sınıfının sınıfsal atılımıdır.

15-16 Haziran işçi hareketine; tespitlere göre, 168 iş yerinden işçiler katılmıştır. 168 iş yerinin 121’inde Türk-İş’e bağlı sendikalar, 47’sinde ise DİSK’e bağlı iş yerlerinden işçiler katılmıştır. Ezici çoğunlukla Türk-İş üyeleriydi. Bu da gösteriyor ki, mesele yasa filan değil sömürü düzeniydi.

Coğrafyamızın 150 yıllık işçi sınıfı mücadele sürecinde ne öncesinde ne de sonrasında 15-16 Haziran direnişine ulaşan başka da bir sınıf hareketi olmamıştı. Hemen sonrasında 12 Mart 1971 muhtırası ile dönemin Genel Kurmay Başkanı Mehduh Tağmaç’ın, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi geçti,” sözü de 15-16 Haziran’ın ne demek olduğunu sermaye açısından gayet özetliyordu.

1970’li yıllara gelince: Özellikle 1974’ten sonra gerek işçi sınıfı gerekse toplumsal mücadeleler açısından atılımların olduğu yıllar diyebiliriz.

1 Mayıs’lar ilk kez TSİP öncülüğünde Bursa’da büyük bir salon toplantısı ile kutlandı. 1976’da İstanbul Taksim’deki 1 Mayıs büyük ve görkemli bir miting ile sermayeye gözdağı veriliyordu.

1977 1 Mayısı yine görkemli şekilde kutlandı. 34 kişinin ölümüyle kana bulandı. 1978’de İstanbul Taksim Meydanı’nda çok büyük bir miting ile 1 Mayıs kutlandı.

70’li yıllar işçi sınıfı ve sendikaların çok güçlendiği bir dönem oldu. 1978’de DİSK’in kapatılmasında aktif rol alan Abdullah Baştürk sendikası Genel-İş ile birlikte Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e geçti. İlk DİSK Genel Kurulunda da Genel Başkan seçildi! (Ancak belirtmeden geçmeyelim: 12 Eylül darbesi ile 4 yıldan fazla tutuklu kalıp, 146/1 maddesinden idam ile yargılanırken mahkemeye, “Sen ancak benim ceketimi asarsın,” diyecek kadar da dik durmuştu).

70’li yıllarda çok sayıda grev ve işçi direnişi var. En etkili olan Yeni Çeltek kömür işletmelerinin Yeraltı Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Çetin Uygur önderliğinde el konulup işçilerce işletilmişti.

DİSK’in 1975, 1976, 1977 yıllarında DGM Karşıtı Miting, direniş ve eylemleri, keza 141-142. maddelerinin kaldırılması, DGM’yi ezdik sıra MESS’te sloganında somutlaşan hedef eylemler etkili olmuştu.

Ayrıca 20 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi girişine atılan bomba ile 7 devrimci öğrencinin katli üzerine DİSK’in, iki saat iş bırakması etkili eylemlerdendi.

K. Maraş Alevî katliamını protesto için yarım günlük iş bırakma eylemi ve 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in katledilmesi sonrası 1 günlük iş bırakma eylemi de önemlidir.

24 Ocak Kararları ile 1980 grevler yılı oldu. 12 Eylül 1980 geldiğinde 52 bin işçi grevde idi.

12 Eylül işçi sınıfının sendikal hakları ile toplumsal mücadelenin üzerinden silindir gibi geçti. Ağır bedeller ödendi. İşçi sınıfı hareketi geçici olarak bastırılıp, sindirildi.

Tüm bunlara rağmen 1986 Kasımı’ndan 1987 Şubatı’na uzanan 4 aylık Netaş Grevi ile Otomobil-iş sendikası işçi sınıfı sahneye çıkmasında önemli bir dönemeç oldu.

1987-1988 kesitinde yemek boykotu, toplu vizite gibi gaz almaya yönelik eylemler yapılırken; 1988 SEKA Grevi çok önemliydi.

Tüm bunların ardından 1989 İşçi Baharı kırılma yarattı. Türk-İş’e bağlı 720 şube yönetiminin 388’i; 34 sendikadan 15 sendika genel başkanı; 197 genel merkez yöneticisinden 97’si değişti.

Özelikle 1989 İşçi Baharı Türk-İş ve sendikaları sarstı.[13] Bahar Eylemleri 12 Eylül’ün yarattığı korku duvarını parçaladı ve işçi sınıfının yeniden kolektif bir güç olarak ağırlığını koymasını sağladı. 1989 Bahar Eylemleri Türkiye’de işçi kentlerinin bütününü sardı. Ülke yaygın yürüyüş ve direnişlere ve zengin işçi eylemlerine sahne oldu.

1990 Madenci Yürüyüşü işçi sınıfının önderliğinde bir kentin ayağa kalkışıydı. Yüzbinler başkente yürüyüşe geçti. 1990’lı yılların ortalarından sonra kamu çalışanlarının fiilî, militan örgütlenme ve mücadeleleriyle taçlandı. Milyonlar Kızılay’da meydanları doldurdu.

3 Ocak 1991’de bir gün işe gitmeme eylemi; 4-8 Ocak 1991’de Zonguldak maden işçilerinin 100 bin kişilik Zonguldak-Ankara yürüyüşü -1980 sonrasının- en etkin kitlesel eylemleriydi (1989, 1991, 1993 yıllarındaki toplu sözleşmelerle yeni bir süreç oluştu, sendika örgütlülük kapsamı dışında taşeronluk başladı).

1994’te başta Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, TMMOB, TTB olmak üzere 27 örgüt tarafından ‘Demokrasi Platformu’ örgütlenmesi oluşturuldu.

24 Nisan 1994 Ankara’da ‘İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Mitingi’; 26 Kasım 1994 Ankara’da TBMM’ye Yürüyüş; 5 Ağustos 1995 Ankara’da ‘Emeğe Saygı Mitingi’; 5 Ocak 1997 Ankara’da ‘Türkiye’ye Sahip Çık Demokratikleşme İçin Mücadele Et Mitingi’; 1998 Ankara’da ‘Emek Platformu Mitingi’ yapıldı.

2010’daki Tekel direnişi neo-liberal kapitalizme ve yıkım programlarına karşı sınıfın dirayeti ve yaratıcılığını simgeledi. Tekel işçileri sokakla bütünleşti, sokak ve kavga oldu.

2013 Gezi/ Haziran bir kent ayaklanmasına dönüştü.

2012’deki Greif Direnişi vb.leri…

2015’te fiilî olarak gerçekleşen ve bir kent ve havza grevi şeklinde yayılan Metal grevleri, işçi sınıfının öfke patlamalarına örnek oldu.[14]

Özetle Karl Marx ile Friedrich Engels işaret ettiği, “Tarih hiçbir şey yapmaz. ‘Engin zenginliğe sahip’ değildir o. ‘Savaşımlara girişmez”! Tersine bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün bu savaşımlara girişen insandır, gerçek ve yaşayan insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı kendi erekleri için kullanan -sanki kendi başına bir kişiymiş gibi- tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri peşinde koşan insan etkinliğinden başka bir şey değildir,”[15] gerçeğini hayata geçiren coğrafyamızın işçilerinin mücadelesi, “Fikirler hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir,”[16] saptamasını da 15-16 Haziran ve eylemleriyle doğruluyorlardı.

15-16 HAZİRAN HAKİKÂTİ

 “15-16 Haziran 1970, Cumhuriyet tarihinin o güne kadarki en büyük işçi eylemi. Eylemi önemi kılan sadece hacmi, çapı, çok sayıda insanın katılmış olması değil elbette. Bu da eylemin önemini ortaya koyan bir gösterge. Ama esas olarak eylemin önemi, işçi sınıfının varlığını, gücünü, kimliğini ortaya koymasından, haklarını savunma iradesini ve becerisini göstermesinden geliyor. Eylemle işçi sınıfı, son derece gür ve tok bir tonda ‘Ben buradayım! Beni hesaba katmadan adım atmak mümkün değil!’ dedi. Eylemle birlikte ortaya çıkan pek çok gelişme, devletin, sermayenin, siyasetin, sendikal hareketin derinden etkilenmesi de teyit etmektedir ki 15-16 Haziran işçilerin protesto hareketi olmasının ötesinde anlam kazanmış, sosyal ve siyasal tarihte iz bırakarak bu günlere gelmiştir.”[17]

O, işçi sınıfımızın başyapıtıydı…

1970 yazına gelirken İstanbul 2 milyon 849 bin nüfusuyla 35 milyon nüfuslu Türkiye’nin en büyük kentiydi. Ülkede üretilen toplam toplumsal sermayenin yüzde 50’si, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin yüzde 43’ü, sanayi işçilerinin yüzde 35’i İstanbul’da yoğunlaşmıştı. Madeni eşya, kimya, konfeksiyon ve elektrikli aletler sanayiinin de yüzde 50’den fazlası İstanbul’daydı. DİSK’in kaçınılmazca İstanbul’daki işçi hareketinin merkezinde yer alacağı örgütlenmesinin ilk üç yılında belli olmuştu.

1970 yazında 20’den fazla işçi istihdam eden 700 büyük işletmede 116 bin 605 işçi çalışıyordu. 4 büyük işletmede 3’er bin, 26 büyük işletmede 3 bin dolayında işçi istihdam ediliyor; 250 kadar işletmedeyse 100 ile 500 arasında işçi çalışıyordu. İstanbul’daki merkezîleşmiş ve yoğunlaşmış büyük ölçekli modern sanayi işletmeleri bu yapılarıyla Türkiye’nin modern sanayi işçilerinin ve onların sınıf mücadelelerinin döl yatağıydılar.

Özetle işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin zemini DİSK’in üzerinde yeşerdiği 27 Mayıs sonrası koşullarda -1963 ile 1971 arasında- sanayide çalışmaya başlayan ve sendikalara katılan işçi sayısındaki büyük sıçramalarla birlikte genişlemişti: 1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı 1971’de 4 milyon 55 bine yükselmişti. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı ise 1971’de 1 milyon 200 bindi. Aynı dönemde sendikalaşma oranı üç kat artışla yüzde 10.8’den yüzde 29.6’ya yükseldi. 1963’te imalat sanayiinde ücretlilerin büyük bir kesimi 10 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışıyordu. Toplam 354 bin işçi 158 bin işyerine dağılmıştı; 1968’deyse 100’den fazla işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçilerin sayısı 1963’e göre yüzde 50 artarak 252 binden 360 bine çıktı.

Sermayenin üretim maliyetlerini yükselttiğinden sürekli olarak yakındığı ücretlerin maliyet içindeki oranı yalnızca yüzde 10.53’tü. Aynı dönemde iş kazalarıyla kaybolan işgünü sayısı grev ve direnişlerin yol açtığı kayıpların 8 katıydı. Resmî sayılara göre 1963’te 7 olan grev sayısı 1969’da 82’ye 1970’te 111’e yükselirken, greve katılan işçi sayısı 1963’te 1374 iken 1970’te 27 bine yükseldi.[18]

1960’lı yıllarda yükselişte olan işçi hareketi, sendika kanalıyla iş yerlerinde örgütlenebiliyor, hakları için mücadele ederek önemli kazanımlar elde ediyordu. 1960’tan 1970’e, pek çok grev ve direniş gerçekleşti. Mücadele etmesi gerektiğinin bilincine varan işçiler, devlet güdümündeki Türk-İş’ten sıyrılarak, o günlerde sendikal mücadelenin odağı hâline gelen DİSK’i kurdu…

DİSK, kurulduğu 1967’den 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti. Birçok işyerinde örgütlenerek yetkiyi alıyor ve Türk-İş’e göre çok daha iyi toplu sözleşmelere imza atıyordu. İmzaladığı toplu sözleşmelerin etkisiyle de işçi sınıfı içinde gitgide bir çekim merkezi olmaya başlıyordu.

DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Turgut Toker, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in çanına ot tıkayacaklarını hiç çekinmeden ifade ediyordu.

CHP’nin de desteğiyle meclisten hızlıca geçirilen yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, tüm işyeri temsilcilerinin katıldığı bir toplantı organize ediyordu. DİSK’in olmadığı zamanlarda çalışma koşullarının ne kadar zorlu olduğunun bilincinde olan işçiler, sendikanın gökten zembille inmediğini, onu kendilerinin var ettiğini ve gözbebekleri gibi koruyacaklarını, grevse grev, mitingse miting, ne gerekiyorsa yapacaklarını hep bir ağızdan söylediler.

TİP Milletvekili Rıza Kuas, Meclis’te CHP’li ve AP’li sendikacıların yasa değişikliği tasarısını engellemek için komisyonlarda tek başına mücadele etti ve 15-16 Haziran’dan 12 gün önce yani 3 Haziran 1970’te, İstanbul’daki DİSK Genel Merkezinde olağanüstü bir toplantıda 274 ve 275 sayılı yasalar konusunda bir “Uyarı Heyeti” kuruldu.

Heyette yer alan DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker, Cumhurbaşkanı, CHP Genel Sekreteri ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne gönderilecek mektuplarla ilgili görevlendirildi. Genel Başkan Kemal Türkler de Başbakan’a yazılacak mektubu kaleme aldı.

İşte 9 Haziran 1070’te postaya verilen o mektuptan kısa bir bölüm:

“Sayın Süleyman Demirel, Başbakan/Ankara…

Hükümetinizin yanlış ve Anayasa’ya aykırı bir tasarıyı Büyük Millet Meclisi’ne götürmüş olması iktidarınızın bitaraf yönetim anlayışına sahip olmamasından ve partizanca bir tutumdan ileri gelmektedir. Çünkü hükümetiniz, işçi sınıfı ve çalışma hayatı ile ilgili bir tasarı hazırlarken işçi teşkilâtlarının görüşünü almayı düşünebilmiş olmasına rağmen bu kesimde sadece Türk-iş’in görüşünü almış ve yeterli görmüştür. Böylece antidemokratik bir çizgiye düşmüştür…

Onun için hükümetinizin bitaraf bir görüş açısından hareketle bu tasarıları Büyük Millet Meclisi’nden geri almasını ve bilahare DİSK’in de diğer kuruluşlarla aynı seviyede ve ölçüde görüşü alındıktan sonra yeniden hazırlanarak Büyük Millet Meclisi’ne verilmesini talep ediyoruz. Aksi taktirde Anayasadaki direnme haklarımızı kullanacağımızı şimdiden belirtiriz.

Keyfiyet arz olunur… Saygılarımızla… Genel Başkan/ Kemal Türkler.”[19]

DİSK’in Süleyman Demirel’e yazdığı mektup yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Peki, Başbakan Demirel’in işçilere yanıtı ne olmuştu? Büyük işçi direnişinden bir gün sonra, 17 Haziran 1970’te işçilerin İstanbul sokaklarına dökülmesinden sonra Süleyman Demirel TBMM’de şöyle diyordu:

“Muhterem üyeler; Bu tasarı Millet Meclisi’nde görüşülmüş ve Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş. Şimdi bunun üzerine DİSK diye bir teşekkül çıkmış diyor ki; (Bu tasarıyı kanunlaştırmayacağız), (Fabrika tahrip edeceğiz. Sokak savaşı açacağız. Ama parlamentonun iradesini istediği gibi kullanmasına engel olacağız). (Bu kanunlarla ilgili tasarılar gerçekleştiği taktirde işyerlerinde kan gövdeyi götürecektir) (İçinizden bir kişi dahi tutulsa ve bu arkadaş nereye götürülürse götürülsün orayı topluca basacağız ve arkadaşlarımızı alacağız)… Nitekim bunları yaptılar. Yani dünkü hareketlerin içinde bunlar var. (Kanun falan dinlemeyeceğiz) dediler, dinlemediler. (Fabrikaların tahrip edilmesi ve dinamitlenmesi de eylem sırasında düşünülecektir) dediler, bunu da yaptılar.”[20]

Başbakan Demirel’in ardından söz alan İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu da tehditleriyle çerçeveyi tamamlıyor. Kısacası, eylemlerden işçiler ve DİSK yönetimi sorumlu tutarken Başbakan Demirel ve ekibi sermayeye ve emek düşmanlarına kalkan oluyordu…[21]

İşçi sınıfının birleşik mücadeleyi, başkaldırıyı gerçekleştirebildiğinin kanıtı olarak tarihe geçen 15-16 Haziran bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildir. 1960’lı yıllarda gelişen, serpilen ve militanlaşan hareketinin zirvesidir.

Saraçhane Mitingi ile boy veren, Kavel greviyle yasakları aşan, Paşabahçe, Zonguldak, Derby, Sungurlar gibi direnişlerle önündeki her türlü barikatı yıkıp geçen işçi hareketinin tüm bu süreç içerisindeki toplam birikiminin sonucu, aynı zamanda onun ileri bir sıçramasıdır.

İşte birkaç çarpıcı örnek…

i) 2.500 kişinin çalıştığı Arçelik fabrikasının baştemsilcisinin konuşmasından: “Arkadaşlar, 1970 senesi Türk işçisinin bilinçlenme uyanma senesidir. Arkadaşlar, icap ederse o Türk-İş’i ortadan kaldıracağız, iktidarı ortadan kaldıracağız, bizler bir kahve içmeye paramız olmaz iken alın terimizi sömüren işverenle işbirlikçi o çoban sülü denen kişi bu akşam Hilton’larda Boğaz’larda eğlenmektedir. Arkadaşlar, onlar orda Viski içerken biz 15 kuruşluk bir Terkoz suyunu dahi bulamıyoruz. 2.500 kişi olarak yarın sabahtan itibaren savaşa hazırız arkadaşlar. Bugün alınan bu Türk İşçisinin Kurtuluş savaşı için alınan kararı sabırsızlıkla bekleyen Arçelik işçisine ilk müjdeyi vermeye hazır ve yarından itibaren ölümse ölüm, direnme ise direnme, yürüyüş ise yürüyüş, hükümet basma ise hükümeti basma, Türk-İş’i ortadan kaldırmaksa… hazırız arkadaşlar.”

ii) Lastik-İş’in Vinylex fabrikasından bir temsilci konuşmasında şöyle diyordu: “Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu [Türk-İş] uzun zamandan beri patrondan yana çalışmaktadır, patronla elele vermiştir. Devlet de bir patrondur, devletle beraber sırt sırta vermiş vaziyettedir.”

iii) Bir öğretmen Vilayet’e doğru ilerleyen yürüyüş kolunda Beyazıt dolaylarında olanları anlatıyor: “Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmaklar tetikte! Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne: ‘Çiğne beni, çiğne!’ Bir an duraksıyor tank. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Tankı aştı işçiler! Tank selin ortasında kalan karataş gibi zavallı! Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor. Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyorlar.”

iv) Bir işçi temsilcisi Kadıköy’deki en büyük çatışmayı anlatıyor: “Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde erişebildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeri girmeye çalıştı. Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için… kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.”

v) Bir fabrikanın baş temsilcisi anlatıyor: “17 Haziran’da sıkıyönetime rağmen direniş bazı işyerlerinde devam etti. Benim çalıştığım Rabak Fabrikası’nın yanı sıra Demirdöküm, Elektrometal ve Sungurlar’da da direniş sürüyordu. 18 Haziran’da fabrikaya garnizon komutanı geldi, yanında yüksek rütbeli subaylar ve emniyet görevlileri vardı. Beni çağırıp işbaşı yaptırmamı istediler. Ben de kendisine ‘Buyurun siz söyleyin de çalışsınlar’ diye cevap verdim. İstanbul Garnizon Komutanı Sadettin Canberk ‘Neden çalışmıyorsunuz’ diye sorunca işçiler ‘Kanun değişsin, yöneticilerimiz serbest bırakılsın’ diye cevap verdiler.

vi) Sıkıyönetim ilanından sonra polis DİSK’in en büyük sendikası Maden-İş’e arama için gelmiştir. Sendikanın ve DİSK’in başkanı olan Kemal Türkler kendisinden, kilitli kapıları açmasını isteyen polislere, bu işlerle görevli insanların o anda sendika binasında olmadığını anlatarak kapıları açma talebine karşı direnmiştir. Gerisini bir Maden-İş üyesi işçinin ağzından dinleyelim:

“Sonra uzun süren bir tartışma oldu. Kemal Türkler çok sinirlendi ve polise nispet yaparcasına ‘Kapı öyle açılmaz böyle açılır’ diyerek gerildikten sonra tek bir tekme ile koca kapıyı aşağı indirdi. Polisler içeri girip arama yaptılar ama bir şey bulamadılar. Bu arada [Maden-İş Yönetim Kurulu Üyesi] Şinasi Kaya ‘Siz silah bulacağınızı sanıyordunuz. Maden-İş’te böyle bir şey bulamazsınız’ dedi ve orada bulunan işçileri gösterdi: ‘İşte bizim silahımız bunlar’…”[22]

Ya “Sonra” mı?

Çatışmalar son bulduğunda üç işçi, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak, bir toplum polisi Yusuf Kahraman ve Kadıköy’de olayları izleyen esnaf Abdurrahman Bozkurt hayatlarını kaybetmiş, 200’ü aşkın işçi, polis ve asker yaralanmış; 162 işçi ve sendikacı tutuklanarak sıkıyönetim mahkemelerine sevk edilmiş ilk elde 422 işçi işlerinden çıkarılmıştı.

16 Haziran’da, işçilerin sokakta direndiği ve üç şehit verdiği bu görkemli günde, valilikte yapılan toplantıda yaşanan ihaneti, dönemin DİSK Genel Sekreteri (Kemal Sülker) şöyle dile getiriyordu: “Girişilen tahripkâr eylemle bir ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkâr olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca da işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”

Radyo konuşmasını DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler yaptı. Görkemli işçi direnişini karaladı; sokakta işçilere kurşun sıkan sermayenin kanlı ordusunu, “Gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusu” ilan etti; Anayasa’ya bağlılığını bildirdi.

Sendika bürokratlarının ihanetine ve sıkıyönetime rağmen işçiler hemen teslim olmadılar. Türk Demir-Döküm, Sungurlar, Derby, Otosan, Rabak gibi büyük işyerlerinde işi durdurarak ya da yavaşlatarak günlerce direndiler.

DİSK yöneticilerinin ikinci büyük ihaneti, direniş sonrasındaki toplu tensikat sırasında yaşandı. Binlerce işçinin (toplam 6000) işten çıkarılmasına sessiz kaldılar. Dahası, bu militan işçi kuşağının fabrikalardan, dolayısıyla da sendikalardan temizlenmesine memnun bile oldular. ’60’lı yılları kapsayan mücadelenin eğittiği, öne çıkardığı bu işçiler, 15-16 Haziran Direnişi’ni de sürüklemiş ve yönetmişlerdi. Direnişin verdiği korkuyla yasal değişiklik konusunda gerileyen burjuvazi, sonradan intikamını bu öncü işçilerden almıştı.

15-16 Haziran burjuvazinin yüreğine korku ve kini iç içe işlemişti. Militan bir işçi kuşağının fabrikalardan temizlenmesi onu yatıştıramadı. Bu korku ve kini yıllarca yüreğinde taşıdı. 15-16 Haziran’ı her vesileyle suçladı; “Solun ihtilal provası” diye niteleyerek, hıncını burjuvazide hep canlı tuttu.

Siyasal bir önderlikten yoksun, kendiliğinden bir patlama olan 15-16 Haziran, işçi sınıfının birleşik mücadeleyi gerçekleştirebildiğini hepimize gösterirken; nasıl kazanacağımızı işçi sınıfına gösteren, öğreten bir örnek olarak; “1) 15-16 Haziran’dan çıkan ilk ders ‘mücadele’dir… 2) 15-16 Haziran’dan çıkan ikinci ders ‘birlik’tir… 3) 15-16 Haziran’dan çıkan üçüncü ders ‘dayanışma’dır…”[23]

50 YIL SONRA…

Yerkürenin yüzde 1’i dünyanın yüzde 85’inin gelirine sahipken; kapitalist üretim ilişkileri cehenneminde her 15 saniyede bir işçi, yılda 2.78 milyon işçi iş kazası ve işten kaynaklı hastalıklardan öl(dürül)üyor.

Milyonlarca işsiz gösterilse de aslına milyarlarca işsiz, örneğin gelişmiş denilen Almanya’da ayda 25 saat çalışan işsiz sayılmıyor. Fransa’da ayda 76 saat çalışan işsiz sayılmıyor.

Yine FAO’nun raporuna göre, dünyada 250 milyon insan açlıktan ötürü ölüm sınırında.

BM’ye göre, her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor.

815 milyon insan yetersiz besleniyor; 3.1 milyon çocuk yetersiz beslenmeden ölüyor.

Birkaç milyar insan temiz su içemiyor.[24]

‘Oxfam’, dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servetin, 4.6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğunu açıkladığı raporda, “Eğer herkes 100 dolarlık banknotlardan oluşan servetlerinin üzerinde otursaydı, dünyanın büyük kısmı yerde oturuyor olurdu. Gelişmiş bir ülkede yaşayan orta halli bir kişi bir sandalye yüksekliğinde otururken, en zengin iki kişi uzayda olurdu,” dedi.

Dünyanın en zengin kişisi olan Amazon’un kurucusu Jeff Bezos’un toplam serveti 116.4 milyar dolar seviyesinde. En zengin ikinci kişi olan Fransız patron Bernard Arnault ise 116 milyar dolarlık servete sahip.

Raporda yer alan bir diğer benzetmede ise bundan 5.000 yıl önce inşa edilmiş piramitlerin yapıldığı dönemde günde 10.000 dolar biriktiren bir kişinin toplam servetinin dahi servetinin en zengin beş kişinin servetinden yüzde 80 düşük olacağı vurgulandı.[25]

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun tahminlerine göre dünyada 3.3 milyar kişi Covid-19 salgınından, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmiş durumda ve küresel iş gücünün yaklaşık yarısını oluşturan kayıt dışı ekonomideki 1.6 milyar işçi, geçim kaynaklarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüzeyken; ILO, dünyadaki toplam işsiz sayısının 565 milyona çıktığını açıkladı.[26]

Bu kadar da değil! Salgın hastalık, başta kayıtdışı olmak üzere emekçide yüzde 60’a varan bir yoksulluğa neden olacakken; özellikle kayıtdışı emekçi hastalık ya da açlık ikilemi ile karşı karşıya.[27]

Ayrıca pandemi döneminde işçi hakları ihlâlleri artarken; emeğin üstünde baskı da yoğunlaştı…

Covid-19 salgınının dünya genelinde ekonomik ve sosyal tahribatları beraberinde getireceğinden hiç şüphe yok. Zira virüsün neden olacağı ekonomik krizin şimdiden 1929 Ekonomik Buhranı’ndan çok daha fazla yıkıcı etkilere neden olacağı sıklıkla dile getiriliyor.[28]

Coronavirüsün dünya ekonomisine, özellikle de çalışma yaşamına ilişkin olumsuz etkileri giderek belirginleşiyorken; IMF’nin 2020’ye ilişkin öngörüleri dünya ekonomisinin yüzde 3.7 (ABD ve AB’nin yüzde 5; Türkiye’nin yüzde 5.1) daralacağını öne sürdü.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayımladığı ‘Corona ve Küresel Çalışma Yaşamı’ başlıklı rapora, küresel çalışılan saatler 2020’nin ilk çeyreğinde, 2019’un son çeyreğine görece yüzde 4.5 oranında azalmış olduğuna ve 48 saatlik haftalık çalışma esasına göre, bu rakamında 130 milyon kişilik iş kaybı anlamına gelmekte olduğuna dikkat çekti. Dolayısıyla coronavirüs salgını krizinin dünya ortalama açık işsiz sayısını üç misli artıracak (işsizlik oranını yüzde 5’ten, yüzde 15’e fırlatacak) bir yıkım söz konusudur.[29]

Coğrafyamız da bu gidişatın bir parçasıyken; işgücü sayısı, 2020 Şubatı’nda 2019’un aynı ayına göre 1 milyon 102 bin kişi azalarak 30 milyon 982 bine düştü. İstihdam edilenlerin sayısı 602 bin kişi geriledi. İşsiz sayısı ise 4.2 milyon oldu[30] ve Mart 2020’de, “iş bulma ümidi olmayanların” sayısı Mart 2019’a göre yüzde 108.5 artarak 1 milyon 174 bin kişiye ulaştı.[31]

Ayrıca Covid-19 yerküresinde tüm olumsuzluklar işçi sınıfına ciro edilirken; coronavirüs salgınının etkisiyle 2020 Şubatı’ndan Mart’a istihdam 620 bin azalırken, bunun 423 bini kayıt dışı istihdamdan kaynaklandığı[32] coğrafyamızda nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında.

Açlık sınırının AKP’li yıllarda 5.25 kat arttığı[33] coğrafyamızda ‘Birleşik Metal İş Sendikası’nın Mayıs 2020 raporuna göre açlık sınırı 2.394 TL, yoksulluk sınırı ise 8.282 TL olarak belirlendi.[34] Asgarî ücretin 3.5 katı!

Türkiye’de gelir dağılımı dünyanın en adaletsizlerinden. 36 OECD ülkesi arasında en diplerde. Nüfusumuzun yüzde 1’i, 800 bin elit insan, ulusal gelirimizin yüzde 54’üne el koyuyor. Resmî işsizlik 4,5 milyonu, geniş kapsamlı işsizlik 7 milyonu aşıyor.

DİSK-AR’ın 24 Nisan 2020 tarihli verilerine göre, Türkiye’de 15 milyon 799 bin işçinin 14 milyon 104 bini sendikal korumaya sahip değilken;[35] egemenler işçi sınıfının kıdem tazminatına el atmayı planlıyorlar.

1936 İş Yasası ile kabul edilen kıdem tazminatı, yasanın işçiyi koruyucu en önemli düzenlemesiyken; AKP iktidarı, istihdam kalkanı adı altında işçi sınıfının haklarına yeni bir saldırı paketi hazırlıyor. Hedefte yine kıdem tazminatı var. İşçilerin işten çıkartmalara karşı ellerindeki tek iş güvencesi olan kıdem tazminatı hakkının kaldırılması ya da tırpanlanması söz konusu!

Bunu durdurmanın tek yolu Rıza Kuas’lı yeni(lenmiş) 15-16 Haziran’lardır; tıpkı DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan’ın, “İşçilerin kıdem tazminatı hakkı elinden alınırsa bu ülkedeki işçiler, 15-16 Haziran’da yaptıkları gibi, buna sessiz kalmayacak, emeklerine sahip çıkacaktır,”[36] deyişindeki üzere…

Son bir şey daha: ILO Genel Direktörü Guy Ryder’in, “Covid-19’un bu zorlu günlerinde, çoğumuz için en büyük sorun, ‘kendimi ve ailemi virüsten nasıl korurum, işimi nasıl kaybetmem’ düşüncesidir. Politika belirleyiciler açısından bunun anlamı, ekonomiye onarılamaz hasar vermeden küresel salgının alt edilmesidir,”[37] türünden defansif konumuna rağmen; iflaslar ve işsizleşen kitleler, küresel düzeyde işçi sınıfının potansiyel olarak büyümesine neden olarak; kapitalizmin kendine içkin toplumsal kutuplaşmasının, nesnel olarak büyüyen işçi sınıfıyla yeni bir sürece girmesine yol açacak. Bu nedenle Covid-19 melanetinin küresel düzeyde sonuçlarından biri, daha fazla işçileşen bir dünyada, insanlığın sermaye ile olan sosyal mesafesinin daha da belirginleşmesi olacaktır.[38]

16 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    George Orwell.

[2]    Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002.

[3]    Che Guevara, “Devrimci Tıp Üzerine”, Che Guevara’nın 19 Ağustos 1960’ta Kübalı milislere hitaben yaptığı konuşma, Monthly Review, Ocak 2005.

[4]    Şükran Soner, “Sıkıyönetim Yetmedi, İşverenlerin ‘Kara Liste’lerle, Açlıkla Sindirmeleri Bitmedi,”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2020, s. 11.

[5]    Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[6]    Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s. 210-464.

[7]    Edward Palmer Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay., 2004.

[8]    Aziz Çelik, “Tarihte İlk Toplu İş Sözleşmesi Efsanesi!”, Birgün, 8 Mayıs 2017, s. 10.

[9]    Osman Bahadır, “Genç Cumhuriyetin İşçi Politikası”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2013, s. 9.

[10] Aziz Çelik, “Yel Kayadan Ne Koparır!”, Birgün, 4 Şubat 2016, s. 4.

[11]  “İşçim Dedi, 164 Grevi Yasakladı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2015, s. 9.

[12]  Erinç Yeldan, “Derinden Gelen Kökler…”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2017, s. 9.

[13]  Erol Soğancı, “Pandemili Günlerde 1 Mayıs”, 3 Mayıs 2020… http://www.sosyalistgundem.com/pandemili-gunlerde-1-mayis-erol-soganci/

[14]  Volkan Yaraşır, “Geçmişten Geleceğe Yürüyenler: 15-16 Haziran 1970”, 14 Haziran 2020… https://www.avrupademokrat.com/gecmisten-gelecege-yuruyenler-15-16-haziran-1970-volkan-yarasir/

[15]  Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[16]  Karl Marx- Friedrich Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1976, s. 183.

[17]  Olcay Büyüktaş, “Zafer Aydın: ‘Hayır’ Diyenlerin İsyanı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s. 10.

[18]  Ertuğrul Kürkçü, “50. Yılında 15-16 Haziran”, 15 Haziran 2020… https://avrupaforum1.org/50-yilinda-15-16-haziran-ertugrul-kurkcu/

[19]  Kemal Sülker Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün, Yazko Yay., 1980.

[20]  Turgan Arınır-Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı, Sendikalar ve 15-16 Haziran, Sorun Yay., 1976.

[21]  Ercüment Akdeniz, “Demirel’in Yakasını Bırakmayan Slogan”, Evrensel Pazar, 21 Haziran 2015, s.4.

[22]  Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı ve Sendikalar 15/16 Haziran, Sorun Yay., 2001… ile Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu, Derinden Gelen Kökler, Cilt: I, 2017…

[23]  Arzu Çerkezoğlu, “Mücadele ve Dayanışma”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2017, s. 13.

[24]  Fevzi Kartal, “1 Mayıs’ın Güncel Anlamı Üzerine Bir Tartışma!”, 12 Mayıs 2020… http://rojnameyanewroz2.com/1-mayisin-guncel-anlami-uzerine-bir-tartisma-15479.html

[25]  “Dünyanın En Zengin 2.153 Kişisinin Serveti 4.6 Milyar Kişinin Servetinden Fazla”, 20 Ocak 2020… http://direnisteyiz27.org/oxfam-dunyanin-en-zengin-2-153-kisisinin-serveti-46-milyar-kisinin-servetinden-fazla/

[26]  Dünya Genelinde Pahalılık Geliyor”, 8 Mayıs 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/13960/Dunya-genelinde-pahalilik-geliyor

[27]  Olcay Büyüktaş, “Yoksulluk Hep Bana mı Düşer Usta!”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2020, s. 10.

[28]  Bülent Bulduk, “Covid-19 ve Askıya Alınan İş Hukuku”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 2.

[29]  Erinç Yeldan, “Küresel Çalışma Yaşamının Korunması İçin”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2020, s. 11.

[30]  “İşgücünde Büyük Düşüş”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2020, s. 12.

[31]  “Ümitsiz ‘İşsizler’ Zirvede”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s. 11.

[32]  “423 Bin İşçi Pandemiyle Birlikte Kovuldu”, 10 Haziran 2020…https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/isci-haklari/hicbir-haklari-verilmedi-423-bin-isci-pandemiyle-birlikte-kovuldu?amp

[33]  “Açlık Sınırı AKP’li Yıllarda 5.25 Kat Arttı”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2020, s. 15.

[34]  “Birleşik Metal İş Sendikası: Açlık Sınırı 17 Yılda 5.25 Kat Arttı”, 16 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/birlesik-metal-is-sendikasi-aclik-siniri-17-yilda-525-kat-artti/

[35]  İnci Hekimoğlu, “Ne Muhalefet Farkında, Ne Sendikalar”, 30 Nisan 2020… https://artigercek.com/yazarlar/incihekimoglu/ne-muhalefet-farkinda-ne-sendikalar

[36]  Sena Yaşar, “Genel-İş Sendikası Başkanı Remzi Çalışkan: O Ruhla Yeniden”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2019, s.9.

[37]  Guy Ryder, “Yeni Normal mi? Daha İyi Normal mi?”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2020, s. 11.

[38]  Ahmet Haşim Köse, “Toplumsal Mesafe Daralırken ya da Orta Sınıf İdeolojisi Çökerken…”, 6 Mayıs, 2020… https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/05/06/toplumsal-mesafe-daralirken-ya-da-orta-sinif-ideolojisi-cokerken/

Barolar ve “yüzüne bakılmayan adam”

Bazen öyle olaylar gerçekleşir ki, taş gediğine oturur.

Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu, değişik bir “serüven” yaşıyor. Bir süredir herkes buna şahitlik etmektedir. Cumhurbaşkanı ve başbakan karşısında konuşurken, Erdoğan’ın salonu terk ettiği dönemler geride kaldı. Feyzioğlu, “gürültülü muhalif” karakterini çıkartıp askıya astı ve onun yerine, “cüppeli, saldırgan bir Saray destekçisi” karakterine büründü.

Baro başkanlarının yürüyüşü, 22 Haziran 2020’de, Ankara girişinde kesildiğinde, Baro başkanları polis tarafından engellenip, ablukaya alınıp, itilip kalkıldığında, Feyzioğlu orada yoktu. Ama 23 Haziran’da, Baro başkanlarını ziyaret etmek zorunda kaldı. Ve utanmadan da bu ziyareti yaptı. Baro başkanları, kol kola girip, topluca sırtlarını Feyzioğlu’na çevirdiler. Baro başkanlarının kıçlarına doğru konuştu. Feyzioğlu, Baro başkanlarının arkasından iş tutmuş olduğu için, bu görüntü de tam yerine oturdu.

Cüppeli Saldırgan Saray Destekçisi Barolar Birliği Başkanı, “yüzüne bakılmayan adam” unvanını kazanmış oldu.

Ne iş yaparsanız yapın, bu unvanı elde etmeniz o kadar kolay değildir. Ve utanmadan Barolar Birliği Başkanı, “istifa etmeyi düşünüyor musunuz” sorusuna karşılık “İstifa etmemi gerektiren herhangi bir durum yok.” diye yanıt veriyor. Yüzüne bakılmayan adam, utanmadan, istifa etmemi gerektirecek bir durum yok, diyor. Oysa başkanı olduğu Barolar, zaten kendisini istifaya davet etmişti, o da reddetmişti. Ardından, Barolar imzalar toplamıştı. Yani, Feyzioğlu, Baro Başkanlığı koltuğunu gasp etmiş durumdadır.

Feyzioğlu, Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalında sorulara yanıt verdiğinde, şöyle diyor: “Biz o yürüyüşe katılmak istemedik. O da bizim hakkımız. Her dünya görüşünden insanın gittiği bir yer Anıtkabir.” Evet hakkınız ama Baro ile ilgili bir sorun var ve Baro başkanları bir yürüyüş yapıyor. Sonunda siz onların kibarca söylersek “sırtlarına” konuşuyorsunuz. “Diliyorum ki, iş çözülür. Yürüyorlarmış şimdi. Oradan Anıtkabir’e gideceklermiş. Bütün bunlar eğer o otobüsün önü kesilmeseydi o kadar kardeşçe olacaktı ki, herkes kendi tercih ettiği yolu izlemiş olacaktı. Yürümek isteyenler de Anıtkabir’e gelecekti. Anlaşamayacaktık belki bazı Baro başkanlarıyla ama uzaktan selâmlaşacaktık.”

İşte “yüzüne bakılmayan adam” bunları söylüyor. Hükümetin Barolar Birliği ile ilgili kanunları değiştirme isteği ile, kendini Barolar Birliği Başkanlığı’nda kalıcı olarak sabitleme isteği birleşince, Baroların neyi protesto ettiğini bile unuttu. Devlet adına nutuk atmaktan, avukatlık denilen şeyi unuttu. Grup Yorum üyelerinin muhalif bir şarkı söylemelerini terör eylemi olarak görebilen bir Baro Başkanı, olsa olsa Saray Rejimi Türkiyesi’ne yakışır.

Öyle anlaşılıyor ki, “istifa edecek misiniz” sorusunu bile anlamıyor ya da anlamamazlıktan geliyor. Ya aklî melekelerini yitirmiş ya da kör-sağır modunda bir oyun sergiliyor. Kendine sırtlarını dönen Baro başkanlarının, kendisini de protesto ettiğini anlayamıyor.

Saray Rejimi, yargı sistemini tümü ile kolluk kuvveti denilen polis teşkilâtının bir uzantısı hâline getirmiştir. Bu durum, “burjuva hukuk sistemi” içinde bile sorunlu bir durumdur.

Burjuva egemenliği, sermaye egemenliği, elbette işçi ve emekçiler için, her zaman katıksız bir diktatörlüktür. Burjuvazi, bir azınlık olarak, işçi ve emekçilerden oluşan toplumun çoğunluğunu, baskı ve zor aygıtları kadar, “rıza” üreten ideolojik egemenliğini de devreye sokarak yönetebilir. Burjuva diktatörlük (siz isterseniz “demokrasi” diyebilirsiniz), elbette kendisi için bir “hukuk” sistemi üretir ve bunu halka “herkes için hukuk” olarak sunar. Burjuva devlet, her zaman burjuva sınıflar için bir “demokrasi”dir ve işçi sınıfı ve emekçiler için ise her zaman bir diktatörlüktür. Günümüz tekelci kapitalizminde, burjuva devlet, burjuvazinin en iri kesimi olan tekelci burjuvazi için bir demokrasidir.

Burjuva hukuk, aslında, burjuva egemenliği, işçi sınıfı ve emekçilerden korumak, onları bastırmak için iş görür. Ama bir kere böyle bir “hukuk” sistemi devreye kondu mu, halkın bunun için “rıza”sı aşındı mı, “herkes” buna uyuyormuş gibi yapar. Yani, bir işçi için işleyen yasalar, sanki bir kapitalist için de işliyormuş gibi görünür. Mesela siz bir caddede araba ile yayaya çarptığınızda, işçi iseniz başınız çok derde girer, ama kapitalist iseniz, yasalar aynı olduğu için “başınız derde girermiş” gibi olur, para cezası vb. yollarla, kayırma vb. uygulamalarla, işten yırtma şansınız vardır. Mesela üst düzey bir yöneticinin oğlu iseniz, sizin karıştığınız trafik kazası, birdenbire “devletin üstün çıkarları” konusu hâline gelir ve kaza hiç olmamış gibi örtülür. Ölü vardır ama kaza vardır ama ne hikmetse, fail yoktur.

Bu duruma, “hukukun üstünlüğü” diyorlar. Yani, her zaman, yasalar, herkes için geçerli olacak. Gerçekte ise, işçi ve emekçi için her zaman ayrı bir “uygulama”, “içtihat” vardır.

Bu nedenle, yine burjuva hukuk sisteminde, halkın “rıza”sını ve güvenini alabilmek için, hukuk sistemi, yargı sistemi, üç çeşit “hukukçu” tarif etmiştir. Bunlar; hakim, savcı ve avukattır. Savcı, aslında devleti temsil eder. Yasa koyucu olarak devletin adamıdır. Bu nedenle her savcı aynı zamanda bir devlet memurudur da. Avukat ise “birey”i temsil eder. Kapitalizm, “birey” denilen şeyi çok sever. Ne kadar toplumsal değil de, bireysel bir varlık varsa, onu öne çıkartır. Böylece, “birey ve devlet” karşı karşıya geldiğinde, her zaman “kasa” kazanır hesabı, devlet kazanır. Avukat, bireyi, devlete karşı, “güçlü”ye karşı, mafyaya karşı, saldırgana karşı vb. savunur. Bu nedenle, burjuva hukuk sistemi içinde avukat, “devlet memuru” değildir. Diyelim ki, bir mülk sahibi, mesela bir zengin, ki yasalar onları korumak için vardır, mülküne tecavüz vakası ile karşı karşıya kaldı, bu durumda onu bir avukat savunacak. Tecavüzü yapan bir kişi, grup ya da devlet memuru olabilir. Bu durumda eğer avukat da devlet memuru olmuş olsa idi, devlet mekanizmasında güç ele geçirmiş herkes, “mülk sahip”leri için korkulu bir rüya olabilirdi. Demek ki, avukatın devlet memuru olmamış olması, biz işçi ve emekçiler için yapılmadı, en başta mülkiyet ilişkilerinin gereği olarak yapıldı. Hakim ise, “tarafsız” olandır. Hakim, yürürlükteki yasaların uygulanmasını isteyecektir. Aslında, tarafsız olması da mümkün değildir. Çünkü, o yasaların kendisi bir taraftır ve kendisi de “devlet memuru”dur. Ve ikinci ayak olarak hakim de “devletin” yanındadır. Bu durumu aşmak için bazı ülkelerde, “jüri”li yargılama sistemi vardır. Ama bu da durumu kökten değiştiren bir uygulama değildir. Jürinin seçilmesinde birçok “mekanizma” devreye sokulabilmektedir. Seçim sistemi üzerine yapılan manipülasyonları bilenler için, jüri seçimini ayarlamak zor olmasa gerek.

Mahkeme salonu, burjuva hukuk sisteminde, savunma için “deplasman” olarak tarif edilmemiştir. Her ne kadar avukat, savunma, savcı kadar hakime yakın değilse de, normal şartlarda mahkeme salonu “tarafsız saha” olarak sunulmaktadır. Diyelim ki, kapitalist sisteme ve burjuva hukuk sistemine karşı bir başkaldırı eylemi varsa, mahkemenin “tarafsız saha” olarak dizayn edilme durumu, birden ortadan kalkar ve burjuva devlet, tüm dişlerini gösterir. Yine de o mahkeme sahasında, savcı ve hakim yan yana gelse de, avukat, hâlâ savunmadan yana bir tutum içindedir.

Mahkeme salonu, Saray Rejimi’nin “inşaat” hamleleri ile, şekil değiştirmiştir. İçerikteki değişim, biçime de yansımıştır. Artık, hukuk sisteminin mekânları “saray” adını almıştır. Barolar Birliği, usul ve esastan bu isme karşı çıkmalı idi: Adında “saray” olan bir yerden “adalet” çıkar mı? Adalet Sarayı ismi, aslında, mahkeme salonlarının görünürdeki “tarafsız” saha görünümünü de ortadan kaldırmaya dönüktür. Artık, her avukat, Adalet Sarayları içindeki mahkeme salonlarında “deplasman”dadır.

Ve Barolar, ta o dönemden, “saray” ismine karşı çıkmalı, yapılmakta olanı anlamalı, gelmekte olanı sezmeli idi. Ta o zamandan, bu yürüyüşler yapılmalı idi. Barolar Birliği, CHP taktiğini uyguluyor; ses çıkarma, bizi sokağa çekmek istiyorlar, diyerek kitleyi korkut, sonra bir iki eften püften açıklama yap, Anıtkabir’i ziyaret et ve olaylar olup bitsin. Sonra da sen “muhalif” olarak, ben elimden geleni yaptım, bak açıklama yaptım, bak Anıtkabir’i ziyaret edip Ata’nın huzurunda şikâyette bulundum. Başka ne yapsaydık? İşte size Saray Rejimi’ne gizli destek politikası.

Mahkeme salonlarının görünürde bile olsa, “deplasman” olarak kokmaması gerekir. Zaten, savcı devletin tarafındadır. Hakim, verili hukuk sistemi içinde otoritenin yanında görünmemesi gerekirken, aslında onun yanındadır.

Adalet saraylarından sonra, savcılar ve hakimler yüksek kurulu veya adı her ne ise, bu da burjuva hukuk sistemine aykırıdır. Savcılar, devleti temsilen, bir birliğe sahip olmalıdır. Ama hakimler, en azından görüntüde tarafsız olmaları gerektiği için, ayrı bir birliğe sahip olmalıdır. Yani hakimler kurulu, savcılar kurulu ve baro gibi üç birlik olabilir. Hakimler ve savcılar birliği, hakimlerin de açıktan devlet adına hareket etmesi demektir.

İşte hukukçuların, bu noktaya da karşı çıkıyor olması gerekirdi. Adalet sarayı ismine ve uygulamalarına karşı çıkma, hakim ile savcıyı bir gören sisteme karşı çıkma, öyle ise barolara da saldırılacağını bekliyor olman gerekirdi.

Bu nedenle diyebiliriz ki, burjuva hukuk sisteminin tarif ettiği hakim, savcı ve avukat üçlemesinden, avukat, hukuk sisteminin, bireyler açısından en önemli unsurudur.

Bu nedenle, Barolar, birçok meslek örgütü gibi, yarı kamusal örgütlerdir. Ama bu durum, onları “devletten yana” hâle getirmemelidir. Pratikte ise Barolar, çoğunlukla devletten yanadırlar ve bunu “yasalar”ın bağlayıcılığı ile açıklarlar. Bazen ender bir dava, tüm toplumun ilgisini toplar ve sonuçta sanık-avukat öyle bir savunma ortaya koyar ki, burjuva hukuk sisteminin gerçek karakterini ortaya serebilir ve ilgili yasanın “ne kadar saçma ve taraflı” olduğu ortaya çıkabilir. Bir hukuk adamı olarak avukatın, böylesi bir davaya sadık kalması, mevcut yasaların ötesinde “adalet” duygusunun ağır basmasını ve toplumdaki siyasal mücadelenin anlamını kavramasını gerektirir.

Bu burjuva hukuk sistemi, ülkemizde, mesela 12 Eylül’den bu yana, kesintisiz işlemez. Türkiye, belki tüm tarihi boyunca, daha çok “olağanüstü” dönemler mantığı ile yönetildiği için, yasalar bizzat yasa koyucu tarafından bile tanınmaz. Diyelim ki, bir kişi, sosyalizm propagandası yaptığında, “fikir özgürlüğü” kavramı ortadan kalkar ve o kişinin “suçlu” ilan edilmesi için, ilgili bir yasa maddesi bulunur. Bu durum yeni değildir. Ama 12 Eylül ile birlikte, bu “hukuk sistemi”, özgürlükleri daha da kısıtlayıcı hâle geldi.

Burjuva hukuk sisteminde, önce suçlu olduğu düşünülen sanık yargılanırken, onun suçlu olduğunun ispatlanması gereklidir. Oysa Türkiye’de, tüm 12 Eylül hukuku döneminde, işleyiş değişmiştir. Önce bir suç ilan edilmiştir. Suç varsa, bir suçlu da gereklidir. Bu durumda, suçlu için uygun adaylar bulunur. Sonra, bu adaylara, “suçsuz olduğunu ispat et” görevi verilir. Böylece, suçlayan makam, ispata zorunlu olmaktan çıkarılmıştır, onun yerine suçlanan sanık, suçsuz olduğunu ispat etmek zorunda bırakılmıştır. Bu ise, burjuva hukuk sistemine ait değil, daha çok ortaçağ hukuk sistemine ait bir uygulamadır. En azından hukuk tarihi içinde gelişim seyri böyledir. Yani “evrensel hukuk değerleri”ne aykırıdır.

Saray Rejimi ile birlikte ise bu yolda epeyce daha yol alındı. Artık, suç tarif edildikten sonra, suçlu adayları bulunarak, onlara “suçsuz olduğunu ispat et” denilmiyor. İş daha da ilerledi. Önce bir kişi “suçlu” olarak tespit ediliyor. Adeta “yok edici” irade, yok edilmesi gereken “zararlı”yı tespit etmiştir. Bu işi Saray basını bu aşamada devralmaktadır. Bu tespit edilen “zararlı kişi”, hedef tahtasına oturtulmaktadır. İtibarsızlaştırma faaliyeti yürütülmektedir. Eğer bu saldırılar, o kişide bir korku ve tedirginlik, bir kendini savunma hâli yaratmış ise, “zaman uygundur” kararı verilmektedir. Yani bu “zararlı” tam bir direniş gösteremeyecektir ve buna saldırmak toplumsal bir tepki ile karşılaşmayacaktır kararı verilmektedir. Basın, bu işi bizzat yapmaktadır. Ardından, kişi tutuklanmaktadır. Bu tutuklanan kişinin ne ile suçlanacağı, tüm devlet mekanizması tarafından yürütülen bir süreçtir. Yani, iş savcıya, “yasalara” bırakılmamaktadır. Bunun yerine, basın, bazı köşe yazarları, polis, cumhurbaşkanı vb. hep birlikte bu kişinin suçunun ne olacağına karar vermektedir. Ardından ise, buna uygun deliller toplanmaktadır. Adam eğer “casus” olmakla suçlanacak ise, onun bilgisayarına ilgili bir dosya yüklenmelidir. Tıpkı, kötü polisin adamı tutuklarken, arama sırasında evine eroin paketi koyması gibi. Böylece, suç için delil üretilmektedir. Yani, 12 Eylül’de suçlu adayı bulunup, şimdi kendinin suçsuz olduğunu ispatla süreci, ortaçağ hukuku, biraz daha “ilerletilmiş” durumdadır. Adam ne ile suçlanacaksa, “imha edici” devlet, bunun için gerekli delilleri de bizzat oluşturmaktadır. Bu önemli bir “ilerleme” noktasıdır. Hukuk sistemi açısından bu durum, “ortaçağ” hukuk anlayışı ile tekelci kapitalizmin “kamuoyu imalatı montaj hattı”nın bir bileşimidir. Tekeller çağında, kamuoyu imalatı ile görevli bir montaj hattı vardır. Nasıl ki, kitlesel üretim, akan bant sistemleri üstünde, işçinin makinanın uzantısı olduğu ve çalışmanın tüm zevkinin yok edildiği bir hâl almış ise, aynı biçimde kamuoyu imalatı da bir kitlesel üretim hattı hâline sokulmuştur. Diyelim ki bir yeni “şarkıcı” imal edecekseniz, bu montaj hattına, bir müzik, birtakım sözler, bir giyim tarzı, bir “hareketler sistemi” (buna dans denilemez), bir imaj ayarlanmalıdır. Sonra, gerisi gelecektir. Bir başkan adayı mı lazım, kamuoyu imalatı devreye sokulur. Bir milliyetçi dalga mı lazım, kamuoyu imalatı için bant sistemi çalıştırılır. İşte bugünlerde, ülkemizde ortaçağ hukuk anlayışına ek olarak, kamuoyu montaj hattı devreye sokulmaktadır. Sahte deliller, basının açık yargılama sistemi ile, mahkeme süreci beklenmeden, sanık “suçlu” hâline getirilmektedir. Böylece, karar verilmiş olmaktadır.

İşte tüm bu yeniliklere rağmen, Saray Rejimi, durumu yeterli görmemektedir. Her hakim, Saray ne diyorsa onu yapıyor. Tersini yapan, zaten başına iş almış demektir. Her savcı, zaten Saray savcısı olarak iş yapıyor. Ama tüm bunlar yetmiyor. Saray Rejimi, bu “kamuoyu imalatı” ile, basın aracılığı ile yapılanan yargılama sistemini de yeterli bulmuyor. Avukatları da tam olarak denetim altına almak istiyorlar.

Avukatları, “savunma” ile görevli olmaktan çıkartmak istiyorlar.

Saray medyası, bildiğiniz gibi, kendi kendine işlevsiz hâle gelmeye başladı. Nasıl? Mesela Hürriyet gazetesi bir dönem, yanlış hatırlamıyorsam, 600 bin civarında tiraja sahip idi. Ama bugünlerde en iyi ihtimalle 30 bin tiraja sahiptir. Neden? Çünkü, habercilik ve gazetecilik yapmıyorlar. Ve elbette bu nedenle bir gazete olarak okunması da mümkün değil. Saray Rejimi’nin uğursuz eli bir yere değdiğinde, orası hızla kurumaya başlıyor.

Yargı sistemini, doğrudan polis gücünün eklentisi hâline getirdiler. Bizzat kendileri yasaları tanımıyor. İstemedikleri herhangi bir mahkeme kararı varsa, onu veren hakimi açıkça tehdit ediyorlar. Bu durumda ise, hakim ve savcı olmak, artık utanılası bir şey hâline gelmiştir. Utanmayanları elbette vardır. Ama en azından, bir itibarı kalmamış meslekler hâlindedirler.

Avukatlık, güçlü savunma örnekleri yarattıklarından değil, ama bu yargının özel hâli nedeni ile, çok önemli hâle gelmiştir. Büyük ölçüde “yalan üzerine kurulu bir faaliyet” gösteren ortalama avukat, bir hakim ve savcıdan daha prestijli hâle gelmiştir.

İşte şimdi sıra Barolara gelmiştir.

Bir Gezi davasını düşünün. Burada avukatlar vardır ve kendilerinin bazı “ayrıcalıkları” vardır. Bu güçlerini ellerinden almak, savunma hakkını “denetim” altına almak istiyorlar. Bunun için, hukukî ve ekonomik tedbirler almaya çalışıyorlar. Baroların gücünü bölmek, Feyzioğlu’nun Baro Başkanı olarak seçilmesinin önünü açacak bir önlemdir. Feyzioğlu, bu havucu almak için, savunma hakkını tümü ile yok eden uygulama ve “içtihat”lar ortaya koymaya başlamıştır. Şarkılar ve Grup Yorum üzerine açıklamaları, savcıların bile yeltenmediği açıklamalardır.

Demek oluyor ki, Feyzioğlu’nun istekleri ile, Saray Rejimi’nin amaçları bir geçici yol arkadaşlığı ortaya çıkarmıştır. Saray’da yer alan hukukçu Mehmet Uçum ile, Feyzioğlu, yeni bir yasa hazırlamışlardır. Saray, Barolar Birliği Başkanı’nı “balta sapı” olarak kullanmak istiyor. Yeni yasal düzenleme baltanın keskin yeri ise, Feyzioğlu ve arkadaşları ise “balta sapları”dır. Böylece balta, işini görebilecek ve Barolar istenilen kıvama getirilecektir.

İşte planlanan budur.

Eğer bunu başarabilirlerse, emin olun, sıra Tabipler Birliği’ne ve TMMOB’a gelecektir. Böylece tüm odalar, meslek kuruluşları, denetim altına alınmak istenmektedir. Sendikaları nasıl işçi sendikası olmaktan çıkarmışlarsa, odaları, baroları da öyle kendi işlevlerini yerine getiren kurumlar olmaktan çıkaracaklardır. Bu, işverenler için daha ucuza çalıştırılacak avukat, yasadışı inşaatlara olur verecek mühendisler vb. bulmak demektir.

İşte tüm bu nedenle biz diyoruz ki, Baro başkanlarının tek yürümesi doğru değildir. Baro başkanları, önce tüm avukatlarla yürümelidir. Gerçeği olduğu gibi açıklamak, avukatların önüne koymak gereklidir. Yarın her tarikatın bir barosunun İstanbul’da var olmasını istemiyorsanız, yarın avukatların işsiz hâle gelmesini istemiyorsanız, yarın avukatlık mesleğinin yerlerde sürünmesini istemiyorsanız, bugünden bir şeyler yapmanız gerekir.

Baro başkanları, halktan, avukatlardan korkuyorlar. Onları kendi eylemlerine almak istemiyorlar. Bunu da belki, “bakın biz halkı eyleme, sokağa davet etmiyoruz, yani biz aslında ‘uslu’ çocuklarız” demek için yapıyor olabilirler. Oysa yürüyüş yapmaları, her vatandaş gibi onların da anayasal hakkıdır. Bir avukat, kendi mesleğine dönük bir saldırı karşısında, eyleme kalkışırsa, bu onun en doğal hakkıdır. Dahası, halkı, geniş kitleleri eyleme, kendileri ile birlikte yürümeye çağırması da en doğal hakkıdır. İşler o hâle geldi ki, anayasal haklar bile, “bakın bizim bir kötü niyetimiz yok” mesajları ile, korku ve tedirginlik içinde kullanılmaktadır. Bu tereddüt, Saray Rejimi’ni daha da saldırgan kılmaktadır. Direnenlerde ne kadar tereddüt varsa, saldırgan daha bir cesaretle saldırmaktadır.

Bu nedenle diyoruz ki, bu yürüyüş, tüm avukatlarla birlikte yapılmalı idi.

Görüldüğü gibi, Baro Başkanı Feyzioğlu, işte tam da bu nedenle, yürütülmeyen avukatlar üzerine konuşurken, Anayasa’nın ayaklar altına alınmasına, yürüyüş hakkına vb. değinmiyor. O kendini düşünüyor.

Avukatlar, CHP gibi davranarak, mücadeleyi geliştiremezler. Yürüyorsanız, tüm avukatlar bu yürüyüşe davet edilmelidir. Henüz geç değil. Tüm avukatları, kendi haklarını savunmaya davet etmeniz gerekir.

Öte yandan, bu yürüyüşün hedefi Anıtkabir olamaz. Anıtkabir’e uğramak mümkün elbette. Ama, ne görüşmelerin, ne de yürüyüşün muhatabı, parlamento, Anıtkabir ve bakanlar değildir. Feyzioğlu’nun açıklamalarına bakın. Bakanlarla görüşüyor, Adalet Bakanı ile görüşüyor, Meclis Başkanı ile görüşüyor vb. Oysa her avukat, bir hukukçu olarak, parlamentonun, bakanlıkların vb. bir öneminin kalmadığını bilir, biliyor. Feyzioğlu, arkada kiminle görüşüyor? Cumhurbaşkanı ile mi, Mehmet Uçum ile mi, başka bir danışmanla mı? Feyzioğlu yasa tekliflerini kime veriyorsa, kime sunuyorsa, avukatlar da onunla görüşmelidir. Saray Rejimi’nde artık, parlamentonun bir önemi yoktur. Herkes biliyor. Belki Kılıçdaroğlu haberdar değildir. Partilerin bir önemi yoktur ve bunu da herkes biliyor. Milletvekilliğinin bir önemi yoktur. Ve bakanların bir önemi yoktur. Milli Eğitim Bakanı, sınav tarihini açıklayamamaktadır. Sağlık Bakanı, koronavirüs önlemlerini açıklayamamaktadır. İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağı açıklayamamaktadır.

Artık, yeni rejimde, yürütme Saray’dır. Saray Rejimi tam da budur. Öyle ise avukatlar, Anıtkabir ziyaretini takiben Saray’a yürümelidirler. Cüppeleri ile, doğrudan Erdoğan’ın ya da kararları veren her kim ise onun, doğrudan Saray’ın karşısına çıkmaları gerekir. Muhatap kim ise onunla görüşmek, en azından hukukî açıdan esastır, usullere de uygundur. Yani, “adalet saray”larından, ana saraya gitmek, hakkını aramanın doğru yolu olarak görülmelidir. Madem ki, Saray Rejimi var, madem Simit Saray’ı bu kadar “özel”, mademki “adalet saray”ları var, mademki bir de baş “saray” var, öyle ise, tebaa bu saraylara başvurmalı, derdine çareyi saraylarda aramalıdır.

Barolar bir eylem yaptılar, son derece sıradan, son derece sınırları belli, son derece “biz kötü niyetli değiliz” mesajı veren bir eylem. Bu eylem, Saray Rejimi’ni durdurmaz. Çünkü, hem içeride “balta sapları” var, Feyzioğlu var, hem de eylem kitlesel değil. Eylemin hedefinin doğrudan ve sadece Anıtkabir olması da bir zayıflıktır. Ama buna rağmen, sessizliğin bozulduğunu gördük. Şimdi, tüm avukatlar eylemlere katılmalıdır. Ama bu sefer, kararlılık kadar, hedefler de net ortaya konmalıdır.

Feyzioğlu “yüzüne bakılmayan adam” oldu. Sanıyor ki, istenilen başarıldıktan sonra, o yine görevinde olacak. Olmayacak. Bunun pek çok kanıtı vardır. Sanıyor ki, Saray, kendisine “adalet sarayı” kralı unvanını verecektir. Yanılıyor. Yani Saray Rejimi’nin “içtihat”ları açıktır.

Barolar, tepki sınırını çok geri noktaya taşımışlardır. Ülkede birçok olaya seslerini çıkarmamışlardır. Açlık grevine yatan iki avukatı bile savunamamışlardır. Savunma hakkına karşı her türlü saldırı karşısında güçlü bir ses çıkarmamışlardır. Avukatsız yargılamalara bile sesleri çıkmamıştır. Savunma hakkı gasp edilirken, kendi işlerini yapamaz hâle gelmişlerdir ve sesleri güçlü çıkmamıştır. Çok olay sayılabilir. Bunları yapmadıkları için, iktidar, onlara daha net bir tarzda saldırmaktadır.

Soruyu şöyle soralım: Neden Saray Rejimi, avukatlığı tamamen ortadan kaldırmıyor, hâlâ mahkemelerde avukat bulunduruluyor? Neden “parlamento”dan bir yasa çıkarmaya çalışıyorlar da, bir KHK ile düzenleme yapmıyorlar? İşte Feyzioğlu gibi balta saplarının görevi burada ortaya çıkıyor.

Ne kadar direniş, o kadar onur.

Ne kadar yalakalık, o kadar onursuzluk.

2 Temmuz Sivas Katliamını Unutmadık! Unutturmayacağız! Halkların ortak mücadelesi ile kazanacağız!

Ey Pir Sultan’ı asılan halk!
Ey gencecik insanı yakılan halk!
Acılarını, güç yap kendine
Ve yeter de artık. Ayağa kalk!
Susmanın sınırı yok ey halkım, Susma artık
Kır sana takılmak istenen zinciri.
Kalk artık, gün başlıyor,
Gir kavgaya ve savaşa..

Bundan tam 27 yıl önce 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak otelinde yine bir devlet organizasyonuyla 35 can diri diri yakılarak katledildi. Unutursak alışırız, unutursak halklara yönelik yeni katliamların önü açılır. Katliamdan bir hafta önce “Müslüman kamuoyuna” başlığıyla dağıtılan bildirilerin emniyetten fakslandığını, otelin önüne belediye tarafından yığılan taşları, Tv kanallarından 8 saat izlettirilen katliama polisin ve ellerinde silahlarıyla gelip sloganlarla geri giden askerlerin hiçbir şekilde müdahale etmediğini unutmadık. “Çok şükür, otelin dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” diyen Başbakan Tansu Çiller’i, “Emniyet güçleriyle halkı karşı karşıya getirmeyin” diyen Cumhurbaşkanı Demirel’i, katillere belediye hoparlöründen “Gazanız mübarek olsun” diyen dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’nu unutmadık.

Tüm bunlar Sivas katliamının bir devlet organizasyonu olduğunun, devletin Alevi halkına olan düşmanlığının açık kanıtıdır. TC devleti var olduğu günden bugüne Alevi halkıyla birlikte bu topraklardaki Kürtlere, Ermenilere, Çerkeslere, Lazlara, Hemşinlere, Romanlara, Araplara ve diğer tüm halklara düşmandır. Ermeni soykırımı, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, Rum kıyımı, Roboski, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç katliamları kanıttır.

Bugün Sivas katliamının 27. Yılındayız ve aradan geçen bunca yılda azmettiren ve katliamı gerçekleştiren hiçbir sanık hak ettiği cezayı almamış, tam tersi ödüllendirilmiştir. Aradan geçen 27 yılda katliamlar devam etmiştir. 27 yıl önce dumanlar arasında nefessiz bırakanlarla bugün George Floyd’un boğazına oturup dakikalarca onu boğarak nefesini kesen cani aynı sistemin ürünüdür.

Bugün hala nefes alamıyoruz.

Dünyanın dört bir yanında ırkçı saldırılar devam etmekte. Sınıflar var olduğu günden bugüne milyonlarca katliam gerçekleştirdiler. Dün padişahların, sultanların kölesi olarak katledildik, bugün patronların kar hırsı yüzünden fabrikalarda, madenlerde katlediliyoruz. Dün boyun eğmediği için Pir Sultan’ı asanlar, bugün Deniz’i, Mahir’i, İbo’yu öldürdüğünü sananlardır.

Bu sistemi yaratanlar, vücudumuzun tüm hücrelerine kadar hakim olmak istiyorlar. Beynimizde sorular olmasın, kalbimizde insanlığa dair hiçbir kırıntı kalmasın istiyorlar. Bencilleşen, yalnızlaşan, sadece tüketen ve tüketirken de tüm iliklerimize kadar sömürülen varlıklar olmamızı istiyorlar.

Tüm bu saldırılara rağmen, hala insan kalabilmek için mücadele edenler var. Halkların ortak mücadelesini büyütmek için mücadele edenler var. Bu mücadeleyi verirken, sadece kendi acısını gören değil, kendi gibi tüm ötekilerin acısını sahiplenen hesabını sormaya cüret eden halklardan bahsediyoruz. Hrant Dink katledildiğinde ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz’ diyen milyonlardan bahsediyoruz.

Bizler komşusu açken tok yatmayan, komşusunun acısını kendi acısı olarak gören, sofrasındaki yemek artıklarını ağaç dibine döküp doğadaki canlıların nasibidir diyen halkın evlatlarıyız. Dünyadaki tüm canlıların yaşamlarını kutsal sayan toplumun parçasıyız.

Ama bugün tüm bu değerlerimize yabancılaşan tek başına bireylere dönüştürülmek isteniyoruz. İsteniyor ki başımızdan bombalar yağıncaya kadar emperyalist savaşlara ses çıkarmayalım. İsteniyor ki her gün bir yenisi eklenen zamlara, yoksulluğa, kesilen cezalara, sırtımıza yüklenmek istenen krize, toplu intiharlara gözümüzü, kulağımızı kapayalım.

Bize, emeğimize ve insani değerlerimize yabancılaşma dayatılıyor. Bu yabancılaşma George Floyd’un ölümüne üzülüp, 17 yaşında Kürtçe müzik dinlediği için, dur ihtarına uymadığı için öldürülen gençlerin öldürülmesine, Suriyeli ya da Kürt diye sessiz kalmamıza neden olur. Bugün ihtiyacımız olan, tüm bu devlet saldırılarının işçiye, emekçiye ve tüm halklara karşı olduğunu anlamak ve birlikte yürüteceğimiz mücadele ile kazanacağınızı bilmektir.

Bunun için önce düşmanımızı tanımalıyız!

Soma’daki madenciyi tekmeleyenlerdir bizim düşmanlarımız. Gezi direnişinde “Emri ben verdim” diyenler, Roboski katliamının, 10 Ekim katliamının, Hrat Dink’in, Tahir Elçi’nin katili olanlardır.

Bize düşman olanlar Sivas katliamının bir numaralı sanığı olan Temel Karamollaoğlu’na Alevilerin oy vermesini sağlayanlardır.

Bizi intiharlara, açlığa, yoksulluğa mahkum edenlerdir düşmanımız.

Pandemi sürecinde bir taraftan evde kal çağrıları yaparken, diğer taraftan virüs çıkan iş yerlerinin dahi özel izinle çalışmasına izin verip işçileri ölüme ya da açlığa terk edenlerdir.

Cezalar ve polis şiddetiyle halka korku salmaya çalışanlardır düşmanımız.

Bizlere düşman olan bu devletin kendisidir.

Bugün devletin, bu sistemin tüm yapıları Pir Sultan Abdal’ın “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” sözünü yansıtmaktadır. Halkların, işçi ve emekçilerin özgürlüğü, insanca bir yaşamı için bu düzenin baştan değiştirilmesi gerek. Bunun için bir araya gelip örgütlenmekten başka çaremiz yok. Gezi Direnişi’nden sonra, pandemi sürecinde tekrar hayat bulan dayanışma ağları, mahalle ya da fabrika örgütlenmeleri yaşatmamız, büyütmemiz gereken örgütlenmelerdir.

Biz AKA-DER olarak, dünden bugüne bize düşman olanlara karşı tüm ezilen, ötekileştirilen halkları ortak mücadeleye davet ediyoruz.

Sivas katliamının 27. yılında yapılacak anmaları bu bilinçle birlikte örgütlemeye, katillerden hesap sormaya davet ediyoruz.

Halkların kardeşliğinden, işçi ve emekçilerin birliğinden yana olan dostları AKA-DER’e üye olmaya çağırıyoruz. Dayanışma ağlarına katılmaya çağırıyoruz.

Sivas katliamının 27. Yılında Sivas yangını yüreğinde hisseden, insanım diyen herkesi 2 Temmuz Anma Etkinliklerimizi birlikte örgütlemeye ;

• Madımak Utanç Müzesi Olsun.

• Diyanet İşleri Kapatılsın,

• Nüfus Cüzdanlarından Din Hanesi Kaldırılsın.

• Cem Evleri İbadethane Sayılsın.

• Hacı Bektaş Veli Dergâhı Alevilere İade Edilsin!

• Alevilere yönelik her tür ayrımcılık son bulsun!

• Halklara karşı işlenmiş tüm suçlar failleri ile beraber açığa çıkartılsın!

• Kültür, anadil ve inançlar üzerindeki tüm yasaklar kalksın!

taleplerimizi hep birlikte haykırmaya çağırıyoruz.

Gelin canlar birlik olalım, zalimden hakkımızı alalım diyoruz.

Sivas’ın Hesabını Soracağız!

Adalet Halkların Elleriyle Gelecek!

Sivas Katliamı’ın hesabını soracağız!

Pir Sultan Abdal Kültür etkinlikleri için Sivas’ta bulunan 33 aydın, sanatçı ve 2 otel çalışanı; devletin tüm birimleriyle organize ettiği olaylarda katledildi.

Madımak Oteli’nde düzenlenen etkinlik, o dönemin direniş hattında önemli bir yerde duruyordu.

Çıkartılan yangın sonrası, devlet yetkililerinin ağzından çıkan açıklamalar ve üzerine davanın zaman aşımından dolayı düşürülmesi, devletin açıktan katliamı üstlenmesi anlamına de geldi.

2 Temmuz 93’te Sivas’ta sadece aydınlarımız, sanatçılarımız, semah dönen turnalarımız değil, türkü çalan sazlarımız, türkülerimiz değil hepimiz…

Saray’ın savunmayı teslim alma saldırılarına karşı 3 Temmuz’da Ankara’dayız!

Baskı, rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine kurulu Saray Rejimi’nin yeni hedefi barolar ve odalar oldu. Her muhalif sesi kendileri için tehdit olarak gören Saray Rejimi; bir yandan doğrudan saraya bağlı olacak, bir yandan da yükselecek sesleri susturacak çetelerle meslek örgütlerini kontrol altında tutmak istiyor.

Geçtiğimiz nisan ayında Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın LGBTİ+ları hedef alan sözlerine tepki gösteren Ankara Barosu, Diyanet’in nefret suçu işlediği açıklamasında bulunmuştu. Erdoğan da Ankara Barosu’nun İslam dinine saldırdığını bahane ederek Meclis’in gündemine AKP’nin daha önce gündeme getirdiği meslek kuruluşlarıyla ilgili bir düzenlemeyi getireceklerini açıklamıştı. Savunmanın “aykırı ses” olmasına tahammül edemeyenler, baroları bölerek etkisiz hale getirme niyetiyle pandemi sürecini de fırsat bilerek kolları sıvayıp taslak hazırlığına girişti.

56 Baro başkanı ve yönetimlerinin Ankara’ya yürüyerek savunmaya dönük saldırıları protesto etmek istemesine kendisini sarayın propaganda sözcüsü olarak konumlandıran Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu “ben devletin menfaatlerini hukuk çerçevesinde korumakla yükümlü bir örgütün başkanıyım” diyerek savunmaya biat ettirmek istediklerini açıkça ortaya koymuştur.

Değişiklik teklifinin gerekçesinde, ”Avukatlık hukukuna ilişkin iş ve işlemlerin yürütülmesinde gecikmeler meydana gelebilmektedir. Teklifle, avukat sayısı fazla olan barolarda baro hizmetlerinin daha sağlıklı yürütülebilmesi amacıyla, aynı ilde birden fazla baronun kurulabilmesi imkanı getirilmektedir” diyenler aylarca avukatlara CMK ücret ödemesi yapmayan, stajyer avukatları fişleyerek ruhsat vermek istemeyen, duruşma salonlarından avukatların yaka paça atılmasının talimatını verenler, adliyelerde devrimci, yurtsever, sosyalist avukatlara saldıranlardır.

“Baro hizmetlerinin daha sağlıklı yürütülmesini” gerekli görenler aynı zamanda. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katilleridir. Yalancı tanıklarla, “itirafçı”larla, kurgu dava dosyalarıyla avukatlara müebbet hapis cezası verenler, savunmayı kriminalize edenlerdir.

Ankara’ya yürüyen baro başkanları ve baro yönetimindeki avukatları darp edip, yağmur altında etraflarını sararak sokakları açık hapishanelere çevirmek isteyenlerdir.

Bugün baroları bölerek, barolar içinde çeteler kurmak isteyenler; işkence merkezine dönen karakolları aklayan, tecavüz, taciz, istismar faillerinin ellerini kollarını sallayarak sokaklara salınması için yasalar çıkaranlardır.

‘Düşman ceza hukuku’ uygulayarak toplumun Saray’a boyun eğmesini isteyenlerin karşısında bugün artık duruşma salonlarından, adliye koridorlarından sokaklara taşan bir direniş vardır. Ve bu direniş baroları, baro yönetimlerini aşmış, topluma umut aşılamıştır. Bu direniş büyütülmelidir.

Savunma, kendi hukukunu, dayanışmasını; sokakta, direnişte göstermektedir.

Korkuyorlar!

O kadar korkuyorlar ki tek umutları toplumun da onlardan korkmasıdır.

Bu topraklarda işçiler, emekçiler için hiçbir zaman hukuk var olmamıştır. Kendileri için kurmuş oldukları burjuva hukukunu bile işletemeyenler bugün Saray Rejimi’nin güçsüzlüğünden ve korkusundan hukuklarını tamamen rafa kaldırmışlardır.

Odalar, Barolar ve avukatların örgütlenmesinden, toplumdaki meşruiyetinden açıkça korkmaktadırlar. Bu yüzden hukuksuzluğun karşısında hak arama mücadelesi sürdüren avukatları, savunmayı devlete bağlı hale getirmek istiyorlar.

Bir tarafta “devletin yaptığı olumlu adımları geliştirmek yerine yıkıcı şekilde eleştiriyorlar” diyerek Saray’ın propagandasını yapanlar, diğer tarafta “Savunma susturulamaz” diyerek nöbet tutanlar.

Bir tarafta, Saray’da yemek davetlerine katılan satılmışlar, diğer tarafta Gezi Direnişi’nin avukatları.

Bir tarafta onlar, diğer tarafta biz.

Geriye doğru adım atacak yer kalmamıştır. Şimdi, Saray Rejimi’ne karşı gelişen direnişi daha fazla yaymanın, bu direnişi daha örgütlü hâle getirmenin zamanıdır.

Şimdi Gezi Direnişi ruhuyla adliyelerde, meydanlarda daha güçlü haykırmanın zamanıdır.

Şimdi artık mücadeleyi işçilerin, emekçilerin, hakların mücadelesiyle birleştirmenin zamanıdır.

Avukatlar devrimcileşmeden, mücadelelerini işçi sınıfının mücadelesiyle ortaklaştırıp büyütmeden kalıcı bir kazanım elde edilemeyecektir.

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Bu daha başlangıç mücadeleye devam!

Savunma Susmadı Susmayacak!

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem

Eser Adı: Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem
Yazar Adı: Deniz Adalı
Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe

Sayfa Sayısı: 320
Kitap Boyutları: 13,5*21
Etiket Fiyatı: 25 TL (KDV dahil)

Arka Kapak yazısı
“İnsan toplumu, doğanın bir parçasıdır. Doğal tarihin bir parçası olarak ele alınır-sa insan toplumu, insan da doğanın kendi bilincine varması olarak ele alınabilir. Modern kapitalizm, bu bilimsel gerçeğe, kökünden karşı bir saldırıdır da.

… Yani, sınıf savaşımında işçi sınıfının zaferi, sosyalizmin komünizmin zaferi, sade-ce işçi sınıfının, ezilenlerin kurtuluşu için değil, aynı zamanda tüm insanlığın ve onun içinde yer aldığı doğanın da kurtuluşu için zorunludur.”

Karanlık, korku, yalan ya da ölüm ile sıtma arasında hayat

Bizim adını Saray Rejimi olarak koyduğumuz bu iktidar, öyle görünüyor ki, bir düşüş sürecindedir.

Muktedir Erdoğan’ın sonu görülmüştür. Onu orada tutanlar, ABD’li efendileridir ve fazladan ona süre vermişlerdir.

Saray Rejimi, kan ve katliam, rant-yağma ve savaş ekonomisi üzerine oturmuş bir rejimdir. Tüm tekelci sermaye, tüm rant babaları, tüm yağmacılar, tüm uluslararası tekeller, tüm savaş kundakçıları, bu tetikçi rejimin, bu kanlı rejimin arkasındadır. Her biri, çeteleri ile bu rejimi öne sürmektedir.

Ama Saray Rejimi’nin de sonu görülmektedir.

Efendiler, uluslararası tekeller, ABD’li efendileri, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne, işlerini görmesi için ilave destek vermekte, süresini uzatmaktadır. Libya’da, Suriye’de, yarın İran’da yapacakları işler var ve bunun için her yola başvurmaktadırlar.

Erdoğan, halktan, Kürt halkının direnişi başta olmak üzere, direnişten, Gezi Direnişi gibi patlamalardan, işçilerin yeter artık demesinden, sokaklardan, gençlikten, kadınlardan, evsizlerden korkmaktadır.

Ve efendilerden aldığı güçle, her kargaşayı “allahın lütfu” hâline çevirerek, kanlı rejimini devam ettirmek için her fırsatı kullanmaktadır.

Covid-19 salgınını da böyle kullanmak istediler.

Açıktan, birçok yetkili, ağzından kaçırmış gibi, “salgını fırsata çevirmek” üzerine nutuklar atıyor. Diyanet işlerinden çetelerine, Menzil tarikatından inşaat mafyasına kadar her biri, durumu fırsata çevirmek istiyor.

Salgını fırsata çevirme politikalarında Bahçeli-Erdoğan ikilisi birbirini aratmıyor. Tüm Saray, salgını kullanarak ömrünü uzatmaya çalışıyor.

Dün, salgından önce savaşı kullanarak ömürlerini uzatmaya çalışıyorlardı. Bugün, salgını kullanarak.

Salgın, geniş bir korku yaratıyor. Bu nedenle sürekli korkuyu pompaladılar. Korku büyütüldü. Korku büyüyünce, insanlar, işyerlerinin kapanmasına, işçiler işten atılmalarına seslerini çıkaramaz oldular.

Şimdi, bunu gördüler ve bu yoldan devam etmek istiyorlar.

Erdoğan, önce bir sahte zafer ilan etti. Bu zafer, maske dağıtamama zaferidir. Bu zafer, maskeleri Menzil tarikatı satsın diye satışını yasaklama zaferidir. Bu zafer, ölü sayılarını gizleme zaferidir. Bu zafer, hasta olanları “sürü”ye sayma zaferidir.

Yani, ortada bir zafer yoktur.

Olsa olsa, sağlık emekçilerinin ciddi mücadelesinden söz edebiliriz. Sağlık emekçilerine maske bile veremeyen Sağlık Bakanlığı’nın bir katkısı yoktur bu çalışmada. Burası nettir. Uçmayan uçakların biletlerinden KDV indirmek, olmayan misafirlerin otel konaklamalarından vergi almamak, faizle kredi vermek bir başarı ve zafer hâli yaratmaz.

Ama Erdoğan’ın, Saray’ın bir zafere ihtiyacı var.

CHP’si, MHP’si, hepsi ama hepsi sıraya geçip, devleti kurtarmak için, Saray Rejimi’ni ayakta tutabilmek için, bir zafer ayarlamaya başladılar.

Tüm basın, bunun için seferber oldu.

Bir yandan, çeteler eliyle tehditler yükseltildi, ölüm listeleri vb. ilan edildi.

Dehşetli bir karanlık, büyük yalanlara dayalı bir karanlık yaratıyorlar. Sadece bugün değil, dün de bunu yaptılar. Ve ardından, baskı ve şiddet ile korkuyu artırdılar.

Şimdi bu korkuya, salgını eklediler. Salgın ve savaş gibi “felaket”lerin, insanlara “dertlerini” unutturmasını istiyorlar. İstiyorlar ki, bu “felaket” karşısında, herkes, her hakkından vazgeçsin. İşsizler işsizlik derdini unutsun, açlar buldukları kırıntılara dua etsin, işçiler düşen ücretlerini dert etmesin, küçük esnaf dükkânının kirasını unutsun, çiftçi yarın gelmekte olan açlığını unutsun, insanlar eğitim sorunlarını bir yana bıraksın. Herkes evine kapansın, herkes, kaderine razı bir tarzda beklesin. Herkes, bu çaresizliğe teslim olsun.

İşte “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” hâli budur.

Hayır, biz işçiler, biz emekçiler, biz onurlu insanlar, bu karanlığa, bu baskılara boyun eğmeyeceğiz.

Hayır, tehditlerle, böyle yaşamaya, tepkisizleşmeye razı olmayacağız.

Dün, İdlib’de ölen Mehmet üzerinden “şehitler tepesi boş kalmayacak” diye dua edenler, aynı şeyi istiyordu. Onların ömrü uzasın, onların iktidarları uzun sürsün diye, biz bu karanlığa mahkûm olarak yaşamayacağız.

İşsizleri, açları, bir avuç sadakaya razı etme siyasetini kabul etmeyeceğiz.

Biz, işçiler, onurumuzla, emeğimizle hayatımızı kazanıyoruz. Bu emeği, bu hayatı savunacağız.

Sadaka ile yaşamak ve bunun karşılığı olarak susmayı kabul etmek, bu yalanları, bu kan ve baskıyı kabul etmek, bu karanlığa razı olmak, bizim seçeneğimiz olmayacak.

Eğer, bugün, salgın korkusu ile, savaş korkusu ile, her şeye rıza gösterirsek, yarın hayat adına elimizde hiçbir şey kalmayacak.

Din adına, inanç adına Saray Rejimi’ne destek verenler, bugün inançlarının nasıl kullanıldığını, dinlerinin nelere alet edildiğini görmeye başlamıştır. Din adına rıza verdiğimiz bu kanlı rejim, Amerikan emperyalizmi adına bölgemizde tetikçilik yapmaktadır.

Vatan adına rıza verdiğimiz bu kanlı rejim, ülkenin her alanını uluslararası tekellere, para babalarına, %10 komisyonla satmaktadır. Ülkenin derelerini, dağlarını, ovalarını yakıp yıkmakta, yağmalamaktadır.

Virüs ile açlık, savaş ile özgürlüklerimiz arasında sıkıştırılmak isteniyoruz. Saray Rejimi, tam da buradan yeni bir saldırı içindedir. Tüm özelleştirmelerin mimarları bunlardır, tüm açlığın, tüm yoksulluğun, sonu gelmez kötü yaşam koşullarının, bu yalanın, bu karanlığın, bu pisliğin yaratıcıları, şimdi bize “salgın” nedeni ile rıza göstermemizi, kendilerine biraz daha süre vermemizi istemektedirler.

CHP, MHP ve diğerleri bu iktidarın açık destekçileridir.

Bize “ama alternatif yok” masalları anlatıyorlar.

Evet, onlardan hiçbiri alternatif değildir.

Alternatif, sensin, işçi ve emekçilerdir, onların örgütlü birleşik gücüdür. Alternatif, devrimci mücadeledir. Alternatif, birleşik emek cephesidir. Alternatif, onurlu direniştir.

Saray Rejimi’nin “bizi bir kez daha dinleyin, size şefkat eli uzatıyoruz” yalanlarına bir kere daha evet demek için hiçbir neden yoktur. Bizi açlıkla, bizi işsizlikle, bizi hayat pahalılığı ile, bize karanlıkla tehdit edenler, bizi kadınlarımız ve kızlarımızla tehdit edenler, bizi ölümle tehdit edenler, bizi hapisle, işkenceyle tehdit edenler, “şefkatli” ellere sahip olmazlar, olamazlar.

Onların elleri kanlıdır.

Ellerinde, Ali İsmail’lerin, Kürtlerin, kadınların, Ethem Sarısülük’lerin, Belkin Elvan’ların kanı var. Ellerinde tren kazalarında ölenlerin kanları var. Ellerinde Soma’da katledilen işçilerin kanları var.

Hiçbir baskı, hiçbir açlık tehdidi, hiçbir işsizlik tehdidi, bu elleri temizleyemez.

Biz biliyoruz ki, ölümden korkup sıtmaya razı olduğumuzda, yaşamayacağız, sürünerek öleceğiz.

Korkaklar her gün ölür, ama direnenler, en fazla bir kere ölür.

Her yanından ölüm saçan bu Saray Rejimi’ne boyun eğmeyeceğiz.

Damat ve Bilal’in, çetelerin kavgalarının seyircisi olmayacağız. Onların masasının mezesi olmayacağız. Onurlu direniş yolunu seçtik ve onurlu direnişi daha da ileri götüreceğiz, örgütleyeceğiz.

Sosyalizm gerçek alternatiftir.

Birleşik emek cephesi, gerçek alternatiftir.

Kader-kaza değil; iş cinayeti!

Yaşamını sürdürmek için, ailesinin çocuklarının rızıkı için çalışırken hayatını kaybeden tüm işçi
kardeşlerimizin anısına saygıyla.

“Kim vurduya gitti!” ifadesi, genellikle bir kargașa ortamında canını yitirenler için kullanılır.

Bu ölüm, bir tarz “faili meçhul” cinayette yitip gitmektedir. Bizim ülkemizde, faili açık olan ‘meçhul ölümlerdir bunlar Ölüyoruz ve kim vurduya gidiyor canımız.

Bu ülkede her ay ortalama 150 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre; geçtiğimiz Mayıs ayında 156 işçi, 2020 yılının ilk 5 ayında 737 işçi, son 18 yılda ise 24 bin 136 işçi çalışırken hayatını kaybetti.

Özellikle taşeron çalışma sistemiyle birlikte yaygınlaşan ölümlerde, işçiler adeta faili meçhule kurban gitmektedir. Birileri ‘fail’ diye tutuklanıp cezalandırılıyor olsa da asla gerçek fail ya da failler ceza almıyor. Dahası; bir iş cinayeti, dava süreci ve sonuçlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, her seferinde hayatını kaybedenin cezalandırıldığını ibretle görmüş oluyoruz.

Kozlu, Davutpaşa, Ostim, Elbistan, Esenyurt, Soma, Ermenek, Şirvan, Torunlar. Her biri hafizamıza kazınan toplu işçi ölümlerininin gerçekleştiği iş cinayetlerdir. Hepsinin üzerinden çok yıllar geçti. Bu cinayetlerde hayatını kaybeden işçilerin aileleri ve yakınları hala daha adalet beklemekte, gerçek sorumluların hakettikleri cezayı almalarını talep etmektedirler.

Bugün burada, üzerinden 4 yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra Duran Baysal yoldaşımızın ilk
duruşması görüldü. Dava süreci, adalet sistemi için bir trajedi, bizim için komedi mahiyetindedir. 9 Kasım tarihine ertelendi. Ne zaman sonuçlanacağı meçhul; buna ‘mülkün temeli adalet’ karar verecek.

Biz işçilerin, yoksul insanların mağduru olduğu bir dava sözkonusu ise; adalet, yorgun öküzlerin önüne koşulduğu kağnı arabası gibidir; acelesi yoktur adaletin. Nihayet, bir zaman sonra öyle ya da böyle ‘tecelli’ edecektir. Ne de olsa canı giden bir kodaman-patron-burjuva değildir.

Şayet bu saydığımız sınıftan birilerinin ‘mağduriyetine’ dair bir dava sözkonusu ise; bir başvuru, bir talep sözkonusu ise, adalet jet hızıyla tecelli etmektedir; böyle oluyor.

Mesela, İstanbul’un göbeğindeki Torunlar Plaza projesinin bir an önce bitmesi, rantın sıcak paraya
dönüşmesi için gece de çalışılması gerekiyorsa Vali ye bir telefon yeterlidir. Değil mi ki Aziz Torun,
ülkeyi de şirket gibi yöneten parti başkanının İmam Hatip’ten sınıf arkadaşıdır; ‘olmaz’ demek Vali’nin haddine midir?

Hatırlansın; 10 işçi kardeşimiz, belleri kırılarak oldu Torunlar’da. Daha fazla yük taşısın diye, güvenlik işlevi gören Swiç sistemi iptal edilen asansor 33’ncü kattan zemine çakıldı. Gerçek tek suçlu ceza almadı. Kamuoyundaki yoğun tepkiler nedeniyle tutuklananlara verilen hapis cezası ise paraya çevrilerek dava kapatıldı.

Ne Torunlar’daki katliam, ne Soma, ne digerleri, ne de yoldaşımız. Duran Baysal’ı aramızdan alan hiçbir ölüm: kaderle, kazayla, fitratla açıklanamaz. Hepsinin raporları ortadadır. hepsi açık cinayettir.

Patronlar, kârlarından zarar etmemek için, daha fazla kâr için önlem almıyor ve işçileri öldürüyor.
Mesele bu kadar açıktır. Bu çürümüş sermaye düzei işçi kanıyla, yoksulların kanıyla beslenmeye
devam ediyor.

Duran Baysal yoldaşımız, bir Cami inşaatı yapımında çalışmak için Diyarbakır’a geldi. Çalışırken, vinçle taşınan beton bloku tutan yıpranmış halatın kopmasi sonucu 3 Mart 2016’da hayatını kaybetti.

Açılan davanın soruşturma sürecinde Duran’ı ve iş arkadaşlarını kusurlu göstererek patronu aklayan
bilirkişi raporu, daha sonra avukatlarımızın itirazıyla yeniden düzenlendi, Duran ve arkadaşları tali kusurlu sayıldı.

Elbette bu davanın takipçisi olacagiz ve dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu çürümüş sermaye düzenine kinimiz zerre kadar azalmayacak.

İsçi Gazetesi saflarında mücadele yürüten, İnşaat-İs sendikasının Ankara’daki ilk üyelerinden olan devrimci inşaat işçisi Duran Baysal ve çalıştığı İstanbul Galataport şantiyesinde Korona salgınına
yakalanarak 13 Nisan’da hayatını kaybeden Dev Yapı-İş sendikası yöneticisi, Hasan Oğuz yoldaşlarımızı asla unutmayacağız, mücadelemizde yaşatacağız.

Duran’ın, Hasan’ın ve yitirdiğımiz binlerce işçi kardesimizin anısına bir kez daha söz veriyoruz; İşçi kanıyla beslenen kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömene kadar kavgamız sürecek.
Duran ve Hasan nezdinde tüm inşaat işçisi arkadaşları örgütlenmeye çağırıyoruz. İşçi cinayetlerini durdurmak için, sorumlulardan hesap sormak için tüm emek örgütlerini mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.

Sosyalist devrim; hesaplaşma, barışma, insanlaşma

Haziran 2020’nin ilk günlerinde, iki heykel yıkıldı. Biri Bristol’dadır, İngiltere’de. Anti-rasist protestocular, yeniden sokakları doldurmuştu. 2008 krizi, Suriye savaşı, emperyalist güçlerin yeniden dünyayı paylaşmak üzere giriştiği savaş nedeni ile dünyanın her bölgesini kana bulamaları vb. ardından ortaya çıkan pandemi ile birlikte kapitalizme, emperyalizme duyulan öfke yükselmekte iken, bir Amerikan polisin, dizlerini boğazına bastırarak bir siyahı öldürmesi, adeta boğazlaması, bir protesto dalgası başlattı.

“Nefes alamıyorum” diyen George Floyd’un sözleri, büyük bir çakışma ile, “insanlığın nefes alamama” durumunu ifade eder hâle geldi.

Gösteriler, ABD ile sınırlı kalmadı.

Ama iki simgesel heykel indirme gerçekleşti. Biri Colomb’un heykelidir. Colomb, “Amerika’nın keşfi” denilen, aslında bir katliam, bir jenosid olan sürecin simge isimlerindendir. Kendi anıları bile, insanlığı utandıracak bilgilerle doludur. Egemen sömürgeci sınıfın, yağmacı, katliamcı karakterinin simgelerinden biridir o anılar. Ve George Floyd’un öldürülmesi ile başlayan süreç, Colomb’un heykelinin indirilmesi ile sonuçlanmıştır.

Bristol’da, Edward Colston heykeli vardı. Artık yok. Edward Colston, 1600’lü yıllarda, İngiltere’nin ünlü köle tacirlerinden biridir. Köle ticareti, sömürgelerin hammaddelerinin yağmalanması, İngiliz kapitalist gelişiminin ve yağmacılığının önemli kaynaklarından biridir. Sanayi devriminden söz ederken, arka planda bu yağma, bu sömürgecilik, bu köle ticareti unutulmamalıdır. Onlar, İngiliz efendileri ister feodaller ister kapitalistler olsun, bunu unutmamıştır ve heykelini dikmişlerdir. Ve bizimkiler, anti-rasist gösteriler başlayınca, hatırlamışlardır ve köle tacirinin dikilmiş eserini, indirmişlerdir. Nehre atmışlardır ve İngiliz devleti, bu heykeli, alıp “müzeye” koyma kararı almıştır, yeniden dikmeye ne zaman cesaret edeceklerini hep birlikte göreceğiz.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, sosyalist devrimin, özellikle de Anadolu sosyalist devriminin, binlerce yıllık sömürü tarihi ile, binlerce yıllık aşağılanma tarihi ile bir hesaplaşma olacağını dile getirdik, getiriyoruz.

Bu Colston ve Colomb heykellerinin yıkılması, bu hesaplaşmanın simgesel ifadesidir. Son derece önemlidir.

Kapitalist sınıfın, burjuvazinin, onların bugün ana unsuru olan tekelci sermayenin, nasıl feodallerle, nasıl kölecilerle kardeş olduklarını gözler önüne sermektedir. “Birinci sınıf” İngiliz “demokrasi”sinin ardındaki dayanaklardan biridir Colston. Sadece İngiliz “demokrasi”sinin mi? Elbette hayır. Bize demokrasi olarak sunulan bu burjuva diktatörlüğün, günümüzdeki hâli ile bu tekelci polis devletinin dayanakları sömürgeciliktir, yağmacılıktır, dünya halklarını aşağılama girişimleridir.

1880’lerde, hem tekelci bir niteliğe bürünen İngiliz kapitalizmi, hem de benzerleri olan Alman, Fransız, ABD, Japon ve diğerleri, emperyalist egemenlik için savaşa hazırlanmaktaydı. Bu dönemler, dünyayı yeniden paylaşmak için, var güçleri ile savaş hâlinde idiler. Nitekim, 1910’lara geldiklerinde, dünyanın pazar olarak ve toprak olarak emperyalist güçler arasında paylaşımı tamamlanmıştı. Dünya topraklarının %75’i, emperyalist ülkelerce paylaşılmıştı. Ve 1914’te başlayan dünya savaşı, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı idi.

İşte daha o günlerin ilk adımları 1880’lerde İngiliz “metafizik okul”ları ile atılıyordu. İngiliz “bilim adamları”, ırkçılık üzerine, Anglo-sakson ırkının zaferi ve dünya egemenliği üzerine nutuklar atıyorlardı. Bu “bilim adamları”, yeniden dini ön plana çıkarmak, geniş kitleleri “aydınlanma”nın etkisinden kurtarmak için kolları sıvarken, kendi özel toplantılarında, İngiliz Irkının üstünlüğü üzerine nutuklar yarıştırıyorlardı.

Kapitalizmin gelişimi, dünyanın bu sömürgeci güçler tarafından yağmalanması ile yakından ilişkilidir. Bir “doğal” kaynağın bedava üretim sürecine katılmasının avantajları, anlatılır gibi değildir. Ve kâr; kan ve barut ile sağlanmaktaydı. 17. yüzyıl, İngiliz, İspanyol, Hollandalı köle tacirlerinin çabaları ile, kölecilik döneminden daha “ağır” bir köleliğin yaşatıldığı yüzyıldır. Bu köle tacirleri, İngiliz, İspanyol, Hollandalı vb. deniz kuvvetlerinin, doğrudan desteği ile bu yağmayı sağlıyorlardı.

Bu yağma, zenginliğin Hindistan, Güney Afrika vb. sömürgelerden Avrupalı beyaz adamın ülkelerine taşınması demek idi. Ama aynı zamanda, sömürge ülkelerde katliamlar, köleleştirmeler, aşağılanmalarla birlikte yürümekte idi.

İngiliz burjuvazisi, daha 17. yüzyılda, bu nimete karşı duyduğu minneti ifade etmekte hiçbir zaman çekimser olmamıştır. Colston’ın heykeli, işte bunun ifadesidir, bu dönemin, bu tarihî arka planının simgesidir.

Gösteriler, hegemonyayı İngiltere’den devralmış olan Amerika’da başladı. George, bir Amerikalı siyahtır. Ve açıkça tekelci polis devleti tarafından boğazlanmıştır. Amerikan “demokrasisi” gerçek karakterini, onlarca, yüzlerce, binlerce kere olduğu gibi, bir kere daha göstermiştir. Bu boğazlama sonrasında başlayan kitle eylemleri, İngiltere’ye sıçradı.

Eski hegemon güç İngiltere, yeni hegemon güç ABD’nin hegemonyası çözülmekte iken, kendisi 1900’lerin başlarındaki gibi “toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olmak için kolları sıvamakta iken, gösteriler Londra’ya sıçradı.

Göstericiler Beyaz Saray’da, Trump’ı sığınağa inmeye itmiş iken, Bristol’de de “Kraliyet değerlerini” indirerek İngiliz burjuvalarına korku salmışlardır.

İngiliz devleti, hemen, ırkçı örgütlenmelerini devreye soktu. 12 Haziran’da gerçekleşecek büyük anti-rasist gösteriyi önlemek için, polis yeterli görülmedi. Hemen “England First” adlı ırkçı örgütlenmeleri devreye soktular. Irkçılar, polisle çatışır gibi yaptılar ve bu nedenle, “Londra’da gösteriler yasaklandı.” Böylece ırkçılık karşıtı gösteriler engellenmiş oldu. En azından bu seferlik.

Trump’ın “Amerika first” sloganının kaynağı da ortaya çıkmış oldu. “Önce Amerika” sloganı, “Önce İngiltere” örgütlenmesinden feyz alıyor olmalıdır. “England First” grubu, Nazi işaretleri ile hareket ediyordu.

***

Şimdi, bir kere daha faşizm üzerine düşünme zamanıdır.

Anlatılan, Batı Demokrasisi’nin bize sunduğu hikâyeye göre, İkinci Dünya Savaşı, aslında Hitler ve Musolini faşistlerinin suçu idi. Üstelik Hitler, tek başına suçlu değildi. Hitler ne zaman suçlanacaksa, hemen yanına Stalin ekleniyordu. Böylece, “ne faşizm, ne komünizm, demokrasi” denilmeye çalışılıyordu. Ve maalesef, bu propaganda, Stalin’e saldırma, komünizme saldırmanın bir şekli olarak, “sol” çevrelerde de etkili oldu. Solun birçok kesimi, Stalin’i, Marksist ve devrimci bir gözle eleştirmeyi değil, Batı’nın “demokrasi” gözü ile eleştirmeyi alışkanlık hâline getirdi.

Bu hem komünizme karşı saldırının bir aracıdır, hem de gerçekte Hitler’i aklamanın bir yoludur. Aslında, Hitler’i yenen, Kızıl Ordu’dur, Sovyet halkları ve onunla birlikte direnen dünya halklarıdır.

Hitler gidince, “demokrasi” yükseltilmeye başlandı. Görüntüye göre, faşizm gitti ve kapitalist dünya demokrasiye döndü. “Hür dünya” propagandası ile “Batı değerleri” propagandası, aslında, kapitalist devletin modern yüzünü gizlemek içindir.

Hitler’in tüm organizasyonu, ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin devletlerince özümsendi. Hitler’in kadroları, bizzat ABD’de, devletin yeni örgütlenmesinin içinde yer aldı, görevlendirildi. Yoksa, İngiltere’de, Amerika’da, ırkçıların, sağ hareketlerin, Nazi selâmları ile ortaya çıkmaları nasıl mümkün olurdu? İngiltere ve ABD, sözüm ona Hitler’e karşı savaşmıyor muydu? Şimdi ne oldu da bunların derin devletleri Nazi artıkları ile kitlelerin karşısına çıkmaktadır?

Faşizm, bir gelip bir gitmedi. Faşizmi şekillendiren, iki ana unsur vardı: Bunlardan birincisi tekeller çağı, kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesi, tekellerin burjuva sınıfın asıl temsilcileri olarak ortaya çıkışı ve ikincisi Ekim Devrimi’ne karşı kapitalist dünyanın karşı-devrim mücadelesidir.

Bu nedenle biz özellikle vurguluyoruz, faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir, karşı-devrimdir.

Ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan burjuva devlet, faşizmin dişlilerini içeren tekelci polis devletidir. Bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiş, dünya çapında süren sınıf savaşımının deneyimlerini genel olarak burjuvazi, özel olarak tekelci burjuvazi adına içselleştirmiş modern burjuva devlettir. Buna siz “burjuva demokrasisi” demekte ısrar edebilirsiniz, bunun tekelci burjuvazinin, faşizmi içeren modern devleti olduğunu kabul etmeniz koşulu ile sorunumuz yok.

Giden ve geri gelen bir “faşizm” anlayışı, devleti yanlış anlamak olur. Onun karakterinin faşizmden daha da ileri bir diktatörlük olduğu konusunda bir endişeniz olmamalıdır. İster “parlamenter” demokrasi görünümünde olsun, ister ise açık bir saldırganlıkla ortaya çıksın. İster kuvvetler ayrılığı üzerine dayansın, isterse bunu rafa kaldırmış olsun. Bunlar, sınıf savaşımının gelişim seyrine göre değişiklik gösteren, tarihsel süreçlerce belirlenmiş özelliklerdir. Ama Irak’ta çocukları öldüren bir ABD devletinin “demokratik değerleri” üzerine ahkâm kesilmesini kabul etmiyoruz. ABD devletinin, daha sağlam örgütlenmiş, İngiliz devletinin daha sağlam örgütlenmiş, Alman devletinin daha sağlam örgütlenmiş vb. olduğunu kabul ederiz. Bu nedenle onların “demokratik değerleri” hâlâ pazarlanabilir konumdadır. Bu uzun devlet parantezini burada kapatabiliriz. Zira bu konuda daha kapsamlı çalışmalarımız var.

***

Devrim, sosyalist devrim, sadece kapitalizme son vermez. Evet kapitalizme son verir, ama onun nezdinde, tüm sınıflı toplumlara, insanın insan tarafından sömürülmesine, aşağılanmanın, ayrımcılığın, yağmanın her biçimine son verir.

Sosyalist devrim, ta köleciliğe kadar ulaşan “meta üretimi”ne son vermek üzere proletaryanın iktidarı alması demektir.

Sosyalist devrim, komünizme devrimci geçişin başlangıç noktasıdır. Ve bu geçiş, kapitalizmin yıkılması, devrimle olur, proletaryanın kapitalist devlet makinasını parçalayarak proletarya diktatörlüğünü, isterseniz proletarya demokrasisini diyelim, kurması ile olur. Böyle başlar.

Proletarya, varlığı başka bir sınıfın sömürüsüne dayalı olmayan tek devrimci sınıftır. Bu nedenle, tüm sınıfların ortadan kalkmasına giden sürecin de devrimci öncüsüdür.

Biliyoruz ve ısrarla vurguluyoruz ki, tüm sınıflı toplumlar, bir açıdan bir bütün olarak ele alınabilir. Yani, insanlık tarihi, ilkel komünal toplum, sınıflı toplumlar ve komünizm olarak üç ana başlıkta toplanabilir. Sınıflı toplumlar, kendi içinde tarihsel olarak köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak ele alınabilir. Sosyalizm ise komünist topluma geçiş toplumu olarak ele alınabilir.

Bu sınıflı toplumların en gelişmişi kapitalizmdir. Aynı anlama gelmek üzere, insan emeğinin en çok sömürüldüğü toplum da budur. Devlet tarihi de böyle ele alınabilir. İlk devlet, sınıfların ilk ortaya çıktığı yerde, köleci toplumda oluştu. En gelişmiş devlet (bize göre bu bir olumluluk değildir, “gelişmiş” sözcüğü çoğunlukla bir olumluluk içerecek tarzda kullanılır. Biz ise devlet denilen şeye “olumsuzluk”, sınıfların itirafı olarak baktığımız için, burada gelişmiş kavramının olumluluk içermediğini vurgulamak isteriz), kapitalist devlettir. İşte bu kapitalist devletle hesaplaşmakta olan işçi sınıfı, aslında tüm sınıflı toplum tarihi ile de hesaplaşmaktadır.

Bu nedenle bu, insanlığın kendi tarihi ile de hesaplaşmasıdır.

Başka bir deyişle, sosyalist devrim, insanlığın kendi tarihi ile hesaplaşması yolu ile, kendisi ile barışmasıdır. Bu, büyük hesaplaşmadır, büyük barışmadır.

Demek oluyor ki, sosyalist devrim, insanlaşma demektir. İnsanın, tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca insanlaşmaktan “uzaklaştığı” bir gerçektir. Bu nedenle “modern kölelik”, “modern karanlık çağ”, “modern orta çağ” kavramları son derece haklı nitelemelerdir. Sınıflı toplumla birlikte, sadece insanın insan tarafından sömürülmesi başlamıyor. Halkların köleleştirilmesi, aşağılanmanın ana kaynağıdır. Kadının aşağılanması, sınıflı toplumlar tarihinin bir sonucudur. Doğanın yağmalanması, sınıflı toplumlar tarihinin içinde gerçekleşmektedir. Sınıfların olmadığı bir dünyada “kadın-erkek” ilişkilerinin, bugün bize nerdeyse “kalıtsal” olarak aktarılan erkek egemen bakış dışında gerçekleşeceği kesindir. Sınıfların, insanın insan tarafından sömürülmesinin olmadığı bir toplumda, insanın daha önceki üretimlerden toplumsal olarak birikmiş cansız emeğinin, canlı emek ile ilişkisinin bugünkü gibi olmayacağı kesindir. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin söz konusu olmadığı bir dünyada, insan ve doğa ilişkilerinin bugün olduğu gibi olmayacağı kesindir. İnsanın insan tarafından sömürülmediği bir dünyada, halkların arasındaki ilişkilerin hiçbir düzeyde ve hiçbir alanda, bugün olduğu gibi olmayacağı kesindir. İnsanların cinsiyetine, sınıfına, ırkına, rengine göre aşağılanmadığı bir dünya, ancak sınıfsız ve sömürüsüz, sınırsız ve devletsiz bir dünya olabilir.

Sadece kapitalizmin bugünkü tekelci aşamasının sonucu olarak ortaya çıkmış olan gezegenin yağmalanması ve insanlığın hem fizikî hem de aklı olarak yok edilmesi sorunu nedeni ile sosyalist devrim bir insanlık sorunu değildir. Sadece bugün, dünya nüfusunun %75’inden fazlasını işçi sınıfı oluşturduğu için sosyalist devrim geniş kitlelerin bir talebi değildir. Fakat aynı zamanda, insanın ve gezegenin geleceği kapitalist sömürünün açık tehdidi altında olduğu için de sosyalist devrim, insanlığın varlık sorunu hâline gelmiştir. “Ya sosyalizm ya ölüm”, sadece gönüllü olarak kapitalizme karşı direnen her cinsten, her renkten, her halktan devrimcilerin direniş sloganı değildir, aynı zamanda insanlığın fiziken ve aklî (daha geniş anlamda moral olarak) olarak yok olma sorununa çözüm olduğu için geçerli slogandır.

Bu aynı zamanda bir tarihsel akıştır; bugün yarına çıkar, yarın bugünü yıkar. Devrimci olmak, bu tarihsel akışın çizgilenmiş sesi olmaktır. Şair yerinde söylemiştir: “ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.”

Daha on yıl önce gelişen kitle hareketlerini mesela Seattle eylemlerini, “çok iyi çünkü içinde hiyerarşi yok” diye değerlendirenler, tam da devrim ile egemen sınıflar arasında kalmış olanlardır. Evet o eylemlerin bir öncü devrimci örgütü yoktu. Çünkü eylemler kendiliğinden gelişmişti. Bugün, durum biraz daha farklıdır ama yine de asıl olarak bu eylemlerin “devrimci öncüsü” olan bir örgüt yoktur. Ama bugün, bu eylemlerin içinde daha fazla örgütlülük vardır. Yine de bu eylemler, kendiliğinden kitle eylemleridir. Ama dünden farklı olarak, daha örgütlü hâle gelmektedirler. Bunun nüvelerini taşımaktadırlar. Bu nedenle, eylemlerinde seçtikleri simgeler daha yerindedir. Bugün aynı Seattle’da, eylemciler “polisten arındırılmış bölge” oluşturmuşlardır. Bugün, Trump yönetimi, açık olarak bu eylemlere katılanları “iç terörist” olarak isimlendirmektedir. Kendisi sığınak yollarını öğrenirken, eylemcilere karşı köpürmektedir. İncil’e sarılmaktadır. Ama devletin bir bölümü, eylemlerdeki örgütsel zayıflığı bildikleri için, eylemlerin sönmesini beklemektedir. Bunun için askerî güçleri daha temkinli tarzda devreye sokmaktadırlar.

Önümüzde daha çetin bir sınıf savaşımı dönemi vardır. Eylemler bunun göstergesidir. Eylemler, daha başlangıçtır.

Colston ve Colomb’un heykellerinin indirilmesi, bu temizliğin, bu hesaplaşmanın daha başlangıcıdır. Bu nedenle göstericilere “yağmacı” diyen herkes, iyi düşünmelidir.

Egemenler korkuyorlar. Korkuları tarihsel derinliğe sahiptir. Roma’yı sarsan Spartaküs’lerden de böyle korkmuşlardır. Ama, egemenler ile, gelişen kitle hareketi arasına girip, egemenlerin gözü ile kitle hareketini değerlendirenler, daha çok korkmalıdır. Zira bu savaşta “orta yerde” durmak mümkün değildir.