Ana Sayfa Blog Sayfa 106

Korkuları boylarını aşmıştır

8 Mart 2020, valilik emri ile yasaklanmıştır. 8 Mart 2020’de, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, devlet güçleri, yani kolluk kuvvetleri, yargı sistemi, basını ile devlet güçleri, kadınların karşısına dikildi.

Normaldir.

Kadınları çiçekle karşılamayacaklarını biliyoruz. Hâlâ bu yönde umutları olanlar varsa, onların anlaması da artık daha kolaydır.

Ama yine de, 8 Mart günü, polisin saldırganlığı, medyanın organize hareket etmesi, valiliğin ve yargının polis gücünün destekçisi olarak iş görmesi, her zamandakinden daha “özel” bir hazırlıkla yapılmıştı.

Saray Rejimi, korku içindedir.

Gençlerin eyleminden korkuyor.

İşçilerin grevinden, basın açıklamasından korkuyor.

Kadın eylemlerinden korkuyor.

Anaların cumartesi toplantılarından, adeta saplantı hâline getirecek kadar korku duyuyorlar.

Bir insanın iş istemesinden korkuyorlar.

Bir ailenin tren kazasında ölmüş üyeleri için, Ankara’ya mahkeme kapısına gelmesinden korku duyuyorlar.

Bir tweet’ten, bir cikleme sesinden korkuyorlar.

Gerçekten korkuyorlar, gerçeğin yazılmasından, kendileri dışında bir görüş ve düşünce olmasından korkuyorlar.

Erdoğan ve onun etrafı, artık sürekli kâbuslar görüyor olmalıdır: Ha bu ay Gezi olur, ha bu ay olmadı, gelecek ay kesin olur. Ha bu ırza geçme olayı bir Gezi hâline gelir, ha işçilerin işten atılması olayı. Kısacası, Erdoğan ve Saray, aklını Gezi Direnişi ile bozmuş durumdadır ve bu büyük kâbuslarıdır.

Menderes iktidara geldiği andan başlayarak, sürekli olarak, “bu kış komünizm gelir” korkusu ile yaşıyordu. Bu korkuyu doğuran, daha çok SSCB’nin Alman faşizmi özelinde emperyalist saldırıyı bertaraf etmesi, kazandığı zafer idi. Bu zafer, tüm emperyalist dünyada, büyük bir korku doğurmuştu. Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’ye atılması, aslında bu korkunun ürünüdür. Ve TC devletinin NATO’ya girmesi, NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermesi bunun içindir. ABD yönetimi ve uluslararası karşı-devrim örgütlenmesi, sürekli olarak Türkiye’nin komünizm tehlikesi altında olduğunu propaganda ediyordu ve elbette Menderes’in ufku, efendilerinin söylediklerini allahın emri kabul etmenin ötesine geçemiyordu. Onun için, evinde bile, sadece ofisinde değil, evinde de, her gün, hangi kış komünizmin geleceği üzerinde sıkı tartışmalar yapılıyordu.

Oysa o günleri analiz edecek olsak, SCCB, kendi derdinde, toparlanma ve yaralarını sarma mücadelesindeydi. Dünyada devrimci kalkışma, Fransız ve İtalyan devrimlerinin feda edilmesi ile geri çekilmişti. Yani, 1950’lerin Türkiye’sinde komünizm korkusu, ancak Menderes ailesi ve çevresinde yerleşik bir korku idi. Komünist avcılığı, işte bu koşulların ürünü idi.

Şimdi, Erdoğan’ın korkuları biraz daha farklıdır.

Birincisi, çok para götürmüştür ve mal mülk sahibi olmak, insanı korkak yapar. Kaybedecek çok şeyi var. Artık, ilk günlerdeki gibi, Coca-Cola dağıtım işini Burak oğlana vermekle sınırlı işler değil bunlar. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, 80 milyon Türkiyeli’nin emeği çalınmıştır. Erdoğan, saymakla bitmeyecek bir servete sahiptir. O kadar ki, bu serveti emanet edecek yer neresi olursa olsun, ipleri de o yere kaptırmaktadır. Damat Ferit, pardon Berat, acaba bu ipleri eline almış olabilir mi?

İkincisi, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi, çetelerle birlikte gelişmiş, ABD’nin AB dışında bir “ekonomik varlıklı sınıf yaratma” projesi ile uyumlu olarak gelişmiştir. Ve bugün bu çeteler sorundur. Her biri kendi kârını düşünmekte, her biri Erdoğan’ın arkasından dolanmaktadır. O kadar ki, bu çeteler, başka bir “lider” buldukları an, Erdoğan’ı batmakta olan sarayında tek başına bırakmaya heveslidir. Galiba aile üyeleri de bu işin içindedir.

Üçüncüsü, Gezi korkusudur. Her gece uyanıp uyanıp, toplumun çok büyük kesimini Taksim’den Ankara’daki Saray’a yürür vaziyette görmektedir. Tam Taksim’e müdahale edecekken, bu kez rüyasında Kızılay meydanının kızıl bayraklarla Saray’a doğru yürüdüğünü görmektedir. Acaba, bu Saray’ın yeri yanlış mı yapıldı?

Şimdilerde, ABD konsolosluğu olarak yapılan bir alan var. Bu alan da Atatürk Orman Çiftliği arazisi içindedir (Ha doğru ya, bu CHP; mesela Saray için kaçak derken, yapılmakta olan Amerikan konsolosluğu için acaba neden kaçak demez?). Acaba, o nokta daha mı güvenli idi? Acaba, Amerikalılar, alttan, Saray’ın altından, bu yeni konsolosluk binasına giden bir tünel yaparlar mı, kaçış kolay olur, diye düşünmektedir.

Yani, Gezi Direnişi Erdoğan’ın kimyasını bozmuştur. Saray Rejimi’nin altını oymuştur.

Dördüncüsü, uluslararası durum var. Suriye’ye, Libya’ya ABD emri ile bir tetikçi olarak girmekten çekinmedi, ne de olsa Mehmet çok var ve onunla da bir ilgisi yok bu işlerin. Ne kadar Mehmet ölecek, bu onun derdi değildir. Ne de olsa onlar emekçi çocuklarıdır. Hem ne Burak, ne Bilal, askere gitmek için hevesli de değildirler. ABD ne dedi ise yaptı ama, iş yine de sarpa sardı. İdlib yolları, Erdoğan için mayınlarla dolu bir yol oldu. Ve galiba bu yolun sonu da İdlib’de gözükmektedir.

İşte, tüm bunlar, Erdoğan’ın korkularını, Menderes’in korkularından büyük ölçüde ayırmaktadır. Tek ortak noktaları, “iki ayaklarının arkadan birleştiği yere” yiyecekleri halk tekmesidir. Hem sonra, Menderes altı üstü başbakanlıktan düşecekti, oysa Erdoğan, bir RTE markasıdır ve Saray’dan düşmek çok tehlikelidir.

İşte bu nedenlerle, bu denli saldırgandırlar.

8 Mart’ta kadınlara, kitleye saldıran bu Saray güruhu, bu nedenle bu denli azgındır. Korkuları boylarını aşmıştır.

Artık, korku çukuru içinde debelenmektedirler. Saray’ın her yanını, bu korku, iktidarını, cennetini kaybetme korkusu sarmıştır.

Korkuları boylarını aşmıştır, işte bu nedenle bu denli saldırgandırlar.

Saldırarak, korkularını açığa vuruyorlar.

Kendi korkularını, kitlelerin, işçi ve emekçilerin korkuları hâline getirmek istiyorlar. Kendi korkularını halka, kitlelere, direnen herkese bulaştırmak istiyorlar.

Ama nafiledir.

Korkuları, gün be gün gerçeğe dönüşmektedir.

Saklamak istedikleri gerçekler, bir bir karanlığı yırtarak gün ışığına doğru yükselmektedir.

8 Mart’ta saldırdıkları kadınlar, daha da büyük sayılarla direnişi geliştireceklerdir.

Yasaklar, yüksek perdeden açıklama ve fermanlar bir bir yırtılacak, çiğnenecektir.

Ve kâbuslarınız, bir seher vakti, gerçeklik hâline gelecektir.

Güzel, aydınlık ve direngen gözleri, ellerinde kızıl bayraklarıyla, ağızlarında en güzel şarkılarıyla kadınlar, o seher vakti, bu kez kaçmanızı önlemek üzere karşınıza dikileceklerdir.

“Beni bu virüs öldürmez, bu düzeniniz öldürür” Düzenlerine karşı mücadele edelim!

‘Bir virüs ortaya çıktı ve tüm insanlığı tehdit ediyor. Hepimize bulaşıyor ve hepimizi hasta ediyor. Nasıl da bir virüstür bu, ona karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz.’ Bu anlatılan hepimizi aynı şekilde etkilediği hikayesi doğru değildir, çünkü:

Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir!

Şu an yaşanan salgın, insanlık ve korona virüs arasında bir savaş değil. Korona virüs insanlığa savaş açmadı. Tabii ki tüm insanları hasta edebilir. Ama öncelikle onlara bulaşması gerekir. Eğer kendinizi kitleyecek bir sarayınız varsa mesela hasta bile olmayabilirsiniz. Diyelim ki neylesin kader bir yolunu buldu da hasta etti. O zamanda soru şu hangimiz hayatta kalacak? Her gün üreten milyonlar mı, solunum cihazlarının sahipleri mi? Hangimiz hastanede yatak bulacak, açlıktan mı virüsten mi ölsem diye düşünen milyonlar mı, hastane sahipleri mi?

Önce, virüsü nasıl durduracağı bilim insanları tarafından araştırılması gereken ekonomik kalkan açıklamaları yapıldı. Oradan bize kolonya düştü. Üzerine vaka ve ölüm sayısı farklı olan hangisine bu doğru deseniz halkı isyana teşvik diye yargılanabileceğiniz açıklamalar yapıldı. Arada Kanal İstanbul ihalesi yapıldı, tacizcilere, tecavüzcülere, kadınları öldürenlere, uyuşturucu taciri mafyacılara cezai indirimler gündeme geldi. Kayyumlar atandı. Canlı yayınlarda istenen yeni binalar üzerine şakalar yapıldı. Hastanelerde bulunamayan kitler çay masalarında denendi. Ülkenin içişleri bakanı gariban olup olmadığını inceleyeceğini söylediği bir video yayınladı. Ve en son, hamdolsun dünyaya yardım gönderdik, her ihtiyacımızı da kendimiz karşılayabilir durumdayız ama IBAN numarası burada siz bize biraz para gönderin, dendi. Birkaç konuşma öncesi aldığımız kolonyayı da böylelikle kaybettik.

Bilinen o ki İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki parayla 15 milyon işçiye 3 ay süreyle asgari ücret dağıtılabilir. Hatta bunun üzerine kalan 26 milyar lira ile işsizler, evsizler yaşamlarını devam ettirebilir. Bu fon zaten bizlerden aldıklarıdır. Yani mesele, onların 3-5 maaşını verme meselesi değildir.

Mesele olağanca açıklığıyla önümüzdedir. Eğer işçiyseniz çok ses çıkarmadan ölünüz. Toplu mezarlarımız hazırdır. Bunun dışında da herhangi bir istemleri yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Hatırlardadır, 99 depreminde de biz enkaz altındayken bugün eylemlerle karşılık bulan emeklilik yasası geçmiştir. Çok iyi bilmektedirler ki bu bir sınıf savaşımıdır.

Peki savaş açılan bizler ne yapacağız? Her gün işe gitmek zorunda olanından, evde çalışma imkanı olup bütün gün haber takip edenlere.

Biz öncelikle ‘biz’ olduğumuzu hatırlayalım. Kimimiz yanında atılan slogandan, kimimiz bir işçi direnişinden, kurduğumuz dayanışmalardan, belki bir çoğumuz Gezi’den hatırlayacağız.

Taleplerimiz var. Sadece dile getirip, yapmayacaklarını bilememize rağmen yapmalarını beklemek için değil taleplerimiz etrafında bir araya gelmek, birlikte mücadele etmek için.

  1. Bütün sağlık hizmetleri kamulaştırılıp ücretsiz hale getirilmeli. Sağlık ürünleri (dezenfektan, maske, ilaç vb. herkes için ücretsiz ve ulaşılabilir olmalıdır.
  2. Test kitleri bütün aile hekimlerine, herkese yetecek kadar dağıtılmalıdır.
  3. Bütün işçilere tam ücretli izin hakkı tanınmalıdır
  4. İşten çıkarmalar yasaklanmalıdır.
  5. Tüm işsizlere, işçilere, emekçilere gelir desteği yapılmalıdır.
  6. İşsizlik fonunu sendikalar devralmalı, sendikaların gözetiminde ücretli izin ve işçi sağlığı için değerlendirilmelidir.
  7. Halk sağlığı için işin yürütülmesinin zorunlu olduğu bütün fabrikalarda, iş yerlerinde sağlık hizmetleri TTB denetiminde yürütülmelidir.
  • Sendikalar üye sayılarından bağımsız olarak işçi örgütleridir. Bu nedenle çalışmak zorunda bırakılan işçiler için sendikaların sadece taleplerini ifade etmeleri yeterli değildir. Taleplerinin hayata geçmesi için genel grevi örgütlemelidirler. Elbetteki taleplerin hayata geçmesi için başka yollar mevcutsa onlar da kullanılmalıdır. Bugün, bizce genel grev işçilerin yaşamlarını devam ettirebilmelerinin bir yoludur.
  • Örgütleri ellerinden alınmış, birlik olmaları engellenen işçiler ise sendikaları beklemeden iş bırakmalıdırlar. Örneğin, mücadeleleri ile ücretli izin haklarını alan LC Waikiki depo işçileri, Hatay’da filtre fabrikasında şalter indiren işçiler, Maltepe Sanel’de Kovid-19 testi pozitif çıkan arkadaşlarına rağmen üretimi durdurmayan patrona karşı ‘kaçınma haklarını’ kullanan işçiler bize yol göstermelidir.
  • Birçok il ve ilçede kurulan dayanışma ağlarına katılmak, büyütmek, olmayan yerlerde oluşturmak tüm devrimcilerin, demokratların, muhaliflerin, insan kalmak için mücadele eden herkesin sorumluluğu olmalıdır. Biz Kaldıraç olarak tüm gücümüzü dayanışma ağlarını büyütmek için seferber ediyoruz. Sadece evdekal demek yetmez. Bunun imkanları için mücadele etmek, örneğin talepleri yaygınlaştırmak, işçilerin durumunu görünür kılmak, dayanışma ağlarında neler yapılabileceğimizi tartışmak vb. mümkündür.
  • San Fransisco’da başlayıp dünyaya yayılan kira grevleri bugün bizlerin de gündeminde olmalıdır. Yaşanan bu süreçte kira, elektrik, su, doğalgaz, internet faturalarımızı ödememek için olanaklar geliştirilmelidir.

Tekrar pahasına: Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir! Bugün sınıfımızın farkına varıp, bireysel değil hepimizin yaşamı için, bir araya gelme mücadele etme günüdür.

İşçilerin taleplerini hayata geçirmek, dayanışma ağlarını büyütmek, kira grevleri, elektrik, su, doğalgaz, internet faturalarını ödememek için tüm güçleri mücadeleyi örgütlemeye çağırıyoruz.

Doğrudur, virüs bizi hasta eder; kapitalizm ise öldürür.

Bizi ancak, ortak mücadele ve dayanışma yaşatır!

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Karanlığı Aydınlığa Çevir, Emeğe Ses Ver!

İçinde bulunduğumuz salgın sürecinde, emekçilerin yaşamını tehdit eden sorunların çözümü için ‘Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformu’ adı altında bir araya geldik. Aşağıda imzası bulunan kişi ve kurumlar olarak, tüm toplumu 2 Nisan Perşembe tarihinden itibaren her gün 20:20 saatinde bir dakika boyunca ışık yakıp söndürerek bu 12 talebi yükseltmeye ve ses çıkarmaya çağırıyoruz.

Yaşanacak sorunların önüne geçmek için çağrımızdır

Aralık ayından bu yana tüm dünyayı etkisi altına alan, bugün Covid-19 olarak adlandırdığımız salgın ülkemizde de etkisini arttırmıştır. Tablo herkes için ama özellikle de emekçiler için yaşamsal bir tehdit boyutlarına ulaşmıştır. Ancak açıklanan tedbirlerin hiçbirinin biz işçi-emekçiler ile bir ilgisi yoktur. Adeta ölümüne çalışmak ya da ölene kadar çalışmak dayatılmaktadır. Neredeyse herkes kendi başının çaresine baksın noktasına gelinmiştir. Fakat biz diyoruz ki; emekçiler risk altında. Salgınla birlikte daha da derinleşen ekonomik krizin yükü emekçilerin sırtına yüklenemez. Artık hayati hale gelen taleplerimizi aşağıda imzası olan kurumlar olarak yüksek sesle dillendiriyoruz. Tüm toplumu 02.04.2020 (Perşembe) tarihinden itibaren her gün 20:20 saatinde bir dakika boyunca ışık yakıp söndürerek taleplere destek vermeye ve ses çıkarmaya çağırıyoruz.

Taleplerimiz

1. İşten çıkarmalar yasaklansın. Sağlık emekçileri ve zorunlu sektörler dışında çalışan tüm emekçiler ücretli izne çıkarılsın.

2. İşsizlik fonu sendika ve meslek örgütlerinin gözetiminde işsizler için değerlendirilsin. Güvenceli ve güvencesiz tüm işçilerin sağlığı SGK tarafından karşılansın.

3. Tüm faturalar (su, elektrik, doğalgaz) salgın süresince alınmasın. Zorunlu ihtiyaçlardan (gıda, temizlik ürünleri vb) alınan vergi kaldırılsın. İhtiyaç sahibi herkes için bu zorunluluklar karşılansın. Ev emekçisi kadınlara asgari geçim ücreti tutarında maaş bağlansın.

4. Bütün sağlık hizmetleri ve sağlık ürünleri (dezenfektan, maske, ilaç vb.) herkese ücretsiz ve erişilebilir hale getirilsin. Hizmet ve ürünleri sunan tüm işletmeler kamu denetimine alınsın ve ilgili meslek örgütleri, sendikalar ve uzmanların katılımıyla oluşturulacak bir konsey tarafından yönetilsin.

5. Süreç şeffaf bir şekilde yürütülsün. TTB ve ilgili meslek örgütleri sürecin yönetiminin bir unsuru olarak mekanizmaya dâhil edilsin.

6. KHK ve/veya güvenlik soruşturması nedeniyle işten çıkarılmış tüm sağlık çalışanları işlerine iade edilsin.

7. İşçi-işsiz ve emeği ile geçinen herkesin vergi borçları silinsin, kredi vb borçları ertelensin.

8. Sağlık emekçilerinin üstündeki siyasi baskı kaldırılsın. Koruyucu ekipman, dezenfektan vb ihtiyaçları hızlı bir şekilde tedarik edilsin.

9. Halk sağlığı için işin yürütülmesinin zorunlu olduğu bütün fabrikalarda, işyerlerinde sağlık hizmetleri TTB denetiminde, sendikalar ile beraber yürütülsün.

10. Teşhis ve tedavi için sağlık hizmetleri kamulaştırılsın. Her bölgede test yapılacak laboratuvar kurulsun ve yaygın test ile virüsün yayılım yönü tespit edilsin.

11. Toplumsal yaşamın sürmesi için işin devamının zorunlu olduğu sektörlerde ya da yaşamsal gereklilik olmadığı için işçilerin ücretli izne çıkarıldığı işletmelerde ortaya çıkan artı maliyet tüm halkın vergileriyle oluşturulan hazineden değil sermayeye koyulacak artı vergiden karşılansın.

12. Risk grubuna girenler ve emekliler için en düşük ücret asgari geçim ücreti olsun ve tüm sağlık, gıda ve bakım ihtiyaçları devlet tarafından karşılansın. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkının güvenceye alınması için gerekli önlemler alınsın. Ayrıca yaşam hakkı her insan için geçerli olduğu gibi mültecilerin için de zorunludur. Bütün mültecilerin sağlık, gıda ve temizlik ihtiyaçları ücretsiz olarak karşılanmalıdır.

Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformu

Facebook: @TumCalisanlar

Twitter: @TumCalisanlar

İnstagram: @TumCalisanlar1

Change.org: https://www.change.org/p/t-c-sağlık-bakanlığı-tüm-çalışanlar-için-sağlık

İletişim:

0543 545 90 20

0555 733 01 86

İmzacılar:

BAMİS
BATİS
Deriteks Genel Merkez
Deriteks İstanbul Avrupa Yakası Temsilciliği
Deriteks Tuzla şubesi
Dev Turizm-İş Marmara Bölge Şubesi
Dev-Tekstil
Dev-Yapı İş
DİSK Emekli-Sen Maltepe Şubesi
Eğitim İlke-Sen
Eğitim-Sen Adana Şubesi
Eğitim-Sen Sinop Şubesi
Emekliler Dayanışma Sendikası
Güvenlik-Sen
İnşaat-İş
Limter-İş
Otel ve Turizm İşçileri Sendikası
Sağlık İlke-Sen
Sağlık-İş Sendikası İstanbul Şubeleri
Samsun Tarım Orkam-Sen
SES İstanbul Şubeleri
TGS
TOMİS
Turizm, Otel, Restoran, Eğlence ve Spor İşçileri Sendikası (TORES-İŞ)
Tümbel-Sen Adana Şubesi
Tümbel-Sen Sinop Temsilciliği
Birleşik İşçi Kurultayı
ÇHD İşçi Komisyonu
Deri Tekstil Kundura İşçileri Derneği
Ekmek ve Onur İşçi Derneği
Genç İşçi Derneği
HDK Emek Meclisi
HDK Emekliler Meclisi
HDP Emek Komisyonu
İşçi Temsilcileri Konseyi
Metal İşçileri Birliği
Yeni Emek Çalışmaları Ofisi
Belediye-İş İzbeton İşyeri Baş Temsilcisi Veysel Ergün
Birleşik Metal İş Sendikası Gebze Şube Başkanı Selçuk Çiftçi
Birleşik Metal iş TİS Uzmanı İrfan Kaygısız
Bursa İşçi Hakları Derneği Başkanı Veysel Çakan
Eğitim İlke-Sen Başkanı Ahmet Örs
Eğitim-Sen Genel Sekreteri Vedat Kaya
Eğitim-Sen İstanbul 2 Nolu Şube Eğitim Sekreteri Nesimi Özcan
Eğitim-Sen İstanbul 2 Nolu Şube Mali Sekreteri Umut Uluç
Eğitim-Sen İstanbul 4 Nolu Şube Eski Başkanı Ahmet Korkmaz
Eğitim-Sen İstanbul 4 Nolu Şube Sekreteri Döne Gevher Koyun
Eğitim-Sen Yönetim Kurulu Üyesi Varol Öztorun
Genel-İş 2 Nolu Şube Yöneticisi Alkan Okuducu
Genel-İş Anadolu 1 Nolu Şube Yönetimi
Genel-İş İzmir 8 Nolu Şube Yöneticisi Feride Konca
Haber-Sen Genel Başkanı Musa Özdemir
Hava-İş Eski Genel Başkanı Atilay Ayçin
KESK Eşbaşkanı Mehmet Bozgeyik
Petrol-İş Alpla İşyeri Temsilcisi Özgür Karatekin
Petrol-İş Gebze Cambro Özay İşyeri Temsilcisi Rıfat Guli
Petrol-İş Gebze Şube Başkan Yardımcısı Dönmez Aytekin
Petrol-İş Gebze Şube Başkan Yardımcısı Şivan Kırmızıçiçek
Petrol-İş Gebze Şube Nedex İşyeri Baş Temsilcisi Ferdi Gülkırmızı
Petrol-İş Gebze Şube Novares İşyeri Temsilcisi Barış Güldere
Petrol-İş Gebze Şube Novares İşyeri Temsilcisi Onur Atik
Petrol-İş Trelleborg İşyeri Baş Temsilcisi Dursun Karataş
SES Ankara Şube Sekreteri Yüksel Delice
Tüm Bel Sen İst. 1 nolu şube Dış İlişkiler ve Basın Sekreteri Faik Deli
Tüm Bel Sen İst. 1 nolu şube Kadın Sekreteri Meryem Göktepe
Tüm Bel-Sen İst 3, 4, 5 Nolu Şube TİS Uzmanı Oğuz Zengin
Tüm Emekliler Sendikası Genel Sekreteri İshak Kocabıyık
Tüm Emekliler Sendikası MYK Üyesi Ahmet Çağrı Tekinci
Tüm Sağlık-Sen Eski Genel Başkanı Fevzi Gerçek
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi YK Başkanı Esin Köymen
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi YK Üyesi Aysel Durgun
CHP Adana Eski Milletvekili Elif Doğan
CHP Eski Milletvekili Gazeteci Barış Yarkadaş
CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker
CHP İzmir Eski Milletvekili Erdal Aksünger
CHP İzmir Eski Milletvekili Zeynep Altıoklar
CHP PM Üyesi Eren Erdem
CHP Sivas Eski Milletvekili Ali Akyıldız
CHP Zonguldak Milletvekili Şerafettin Turpçu
HDP Adana Milletvekili Tülay Hatimoğulları
HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu
HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni
HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay
HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik
HDP Şırnak E. Milletvekili Ferhat Encü
TİP Hatay Milletvekili Barış Atay
Anarşist Akademi
Antalya Ekoloji Meclisi
Avrupa Süryaniler Birliği (ESU) – Türkiye
Bakırköy Kent Savunması
Bakirtepe Çevre Platformu
Boğaziçi Dayanışması
Çeşme Çevre Platformu
Demokrasi İçin Birlik (DİB)
Emek ve Adalet Platformu
Gümüşhaneliler Dayanışma Platformu
İHD İstanbul Şubesi Çalışma Yaşamı Komisyonu
Karaburun Yarımada Çevre Platformu
Koç Üniversiteler Dayanışması
Maltepe Dayanışma Ağı
Maltepe Forumu
Plaza Eylem Platformu
Seferihisar Çevre Platformu
Sinop Nükleer Karşıtı Platform
Şişli Demokrasi Meclisi
Toplumsal Bellek Platformu
Urla Çevre Platformu
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu
Yarımada Yeşilleri
Yeryüzünün Lanetlileri
10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği
Adana Anadolu Halkları Derneği
Adana DAD
Amazon Kadın ve Yaşam Derneği
AKA-DER (Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği)
Anadolu’da Yaşam Tüketim Kooperatifi (Adana)
Atasehir Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Avcılar Kültür Sanat Derneği
BEKSAV (Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı)
Darıca Emekçi Kültür Derneği
DEDEF
Devrimci Kültür ve Dostluk Derneği
Divriği Kültür Derneği
Gor Dergisi
İzmir Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Derneği
Jineps Gazetesi
Kangal Dernekleri Federasyonu
Mayıs’ta Yaşam Eğitim Kooperatifi
Sabro Gazetesi
Samsun Devrimci 78’liler Dayanışma ve Araştırma Derneği
Samsun Kuzey Kültür Sanat ve Araştırma Evi Derneği
Sinop Nükleer Karşıtı Platform Derneği
Süryani Dernekler Federasyon (SÜDEF)
Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM)
Gazete Fersude Kollektifi
Alınteri
Anarşist Gençlik
Dev-Güç
Devrimci Anarşist Faaliyet
Devrimci Çözüm Dergisi
Devrimci Gençlik Dernekleri
Devrimci Hareket
Devrimci Parti
Diren Üniversite
Emek ve Özgürlük Cephesi
ESP
HDK Gençlik
HDK İstanbul
HDP İstanbul İl
İşçi Demokrasisi Partisi
İşçi Gazetesi
İşçinin Kendi Partisi
Kaldıraç
Kavga Sosyalist Dergi
MFT
Nor Zartonk
Öğrenci Faaliyeti
Öğrenci Kolektifleri
Özgürlükçü Gençlik
Partizan
Politika Gazetesi
Proleter Devrimci Duruş Dergisi
Serüven Dergi
SGDF
SKM
SMF
SODAP
Sosyalist Emekçiler Partisi
Söz ve Eylem
SYKP
TÖP
YDG
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi
Ayfer Düztaş
Ayşegül Devecioğlu
Bahadır Altan
Abdal Haluk Tolga İlhan
Ahmet Telli
Defne Halman
Emre Kovankaya
Eşref Yılmaz
Fatma Akdokur
Ferhat Tunç
Gül Büyükbeşe
Hikmet Akçiçek
Hikmet Erbilgin
İhsan Hacıbektaşoğlu
Kadrican Mendi
Kenan Güngör
Mahmut Konuk
Murad Mıhçı
Mustafa Tekik
Mücahit Göker
Oğuz Aksaç
Sakina Teyna
Selah Özakın
Temel Demirer
Tevfik Taş
Ümit Aktaş
Vedat Yeniçeri
Veli Saçılık
Zişan Kürüm
Gazeteci Ayten Akgün
Gazeteci Nejdet Saraç
Gazeteci Ruşen Takva
Akademisyen Alpkan Birelma
Akademisyen Aslı Odman
Akademisyen Aynur Özuğurlu
Akademisyen Ayşe Gözen
Akademisyen Beliz Yılmaz
Akademisyen Beyza Üstün
Akademisyen Buket Türkmen
Akademisyen Bülent  Şık
Akademisyen Cemal Yıldırım
Akademisyen Ceren Özselçuk
Akademisyen Ceren Şengül
Akademisyen Çağlar Dölek
Akademisyen Emrah Günok
Akademisyen Erdoğan Boz
Akademisyen Esra Dabağcı
Akademisyen Fidan Eroğlu
Akademisyen Fikret Başkaya
Akademisyen Gaye Yılmaz
Akademisyen Hacer Ansal
Akademisyen Hakan Koçak
Akademisyen Hasan Şahintürk
Akademisyen Işıl Ünal
Akademisyen Kuvvet Lordoğlu
Akademisyen Latife Akyüz
Akademisyen Meryem Koray
Akademisyen Mustafa Kemal Coşkun
Akademisyen Muzaffer Kaya
Akademisyen Nil Mutluer
Akademisyen Onur Hamzaoğlu
Akademisyen Özlem Özkan
Akademisyen Recep Akgün
Akademisyen Seçkin Özsoy
Akademisyen Sefa Feza Arslan
Akademisyen Seyhan Çamlıgüney
Akademisyen Sibel Özbudun
Akademisyen Süreyya Karacabey
Akademisyen Şebnem Oğuz
Akademisyen Veli Deniz
Akademisyen Yasemin Özgün
Akademisyen Yüksel Akkaya
Akademisyen Zeki Kılıçarslan
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Derya Ateş
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Durbaba Kuruçay
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Dursun Karakuş
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Erol Ergen
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Hasan Zengin
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Haşim Kırmanoğlu
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Onur Çoşkunoğlu
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Özbey Çakmakçı
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd.Dursun Gül
CHP Arnavutköy İlçe Başkanı Özlem Kutbay
CHP Arnavutköy ilçe Kadın Kolu. Baş. Rabiya Atahan
CHP Bahçelievler E. Belediye Meclis Üyesi Bahar Karabulut
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Vekili Özgür Ağbulut Çölaşan
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Yardımcısı Gülçin Akyıldız
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Yardımcısı Mecit Çakır
CHP Bahçelievler İlçe E. Kadın Kolları Başkanı Elif Yılmaz
CHP Bahçelievler İlçe E. Sekreteri Serpil Kahraman
CHP Fındıklı Belediye E. Başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu
CHP E. İstanbul İl Başkan Yardımcısı Murat Akbaş
CHP İstanbul İl Saymanı Bahar Günçiçek
Felsefeciler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Hulusi Zeybel
Halkevleri Eş Genel Başkanı Nuri Günay
HDP MYK Üyesi  Alp Altınörs
HDP Onursal Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü
PSAKD Ayvalık Şubesi Denetleme Kurulu Başkanı Mehmet Doğan
SODEV Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Okçuoğlu

Teslim olmayanlar ölmez

Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı


On’ların katledilişlerin üzerinden 48 yıl geçti. 72 yılı bir Mart sabahında Kızıldere Köyü’nde ölümsüzleştiler On’lar. Kızıldere’den emperyalizme ve tetikçiliğine karşı yükselen bir savaş çığlığıydılar.

Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp. 30 Mart 1972’de, yoldaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı idam cezasından kurtarmak için gerçekleştirdikleri eylem sonucu Tokat’ın Kızıldere köyünde katledilen 10 onurlu, 10 genç devrimci. İnancın, onurun ve erdemin simgeleri.

Kim öldü diyebilir On’lara?

Dünya’nın her yerinde, özellikle de coğrafyamızda Mahir’lerin 48 yıl önce savaş açtığı kapitalist-emperyalist sistemin varlığı halkların üzerine bir karabasan gibi çökmüştür. Bugün gören her çift göz, duyan her kulak o karabasanın ağırlığını hissetmektedir. Rant, yağma, halkların inkarı ve imhası üzerine kurulu bu sistem bizlere var olduğundan beri açlık, sefalet, sömürü vadediyor. İnsanca olan ne varsa, güzel olan, iyi olan ne varsa yasaklıyor, kirletiyor çünkü varlığının devamını bunun üzerine kuruyor. Bizlere reva gördükleri; kendi çıkarları uğruna bölgemizi kana bulayan emperyalist savaşta ölmek ya da öldürmek. Bir inşaatta, madende ya da fabrikada işçi cinayetlerinde katledilmek. Kadın ve çocuk tecavüzlerine, cinayetlerine ses çıkarınca polis copuyla karşılaşmak. Üniversitelerde, liselerde, ezberci, bilimden uzak bir eğitimle sistemin istediği koyunlar haline gelmek.

Eğer sınırlarının dışına çıkan olursa yargısıyla, polisiyle azgınca saldırıyorlar. Tahtlarının sallanmasından, cennetlerinin yıkılmasından korkuyorlar. Korkmakta da haklılar.

Biz devrimciler, komünistler, Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbo’ların yoldaşları, kan gölüne çevirdikleri bu coğrafyanın halklarıyız. Devrimci tarihimizden öğrenerek, yarınları örgütlüyoruz. On’lardan öğrendiğimiz direniş mirasını sürdürüyor, bugün en çok ihtiyacını duyduğumuz şeyi, dayanışmayı, büyütüyoruz. İnsanın insanca yaşayabileceği tek düzen olan sosyalizm mücadelesini örgütlüyoruz.

Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları

Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık

O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.

Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.

Bugün örgütlenmekten, özgür bir dünya için mücadele etmekten, hep bir ağızdan seslerimizi birleştirip bir haykırışa dönüştürmekten başka bir yolumuz yok. Kızıldere dağlarından gelen devrim ve sosyalizm haykırışı bugün hala kulaklarımızda. Onların çağrısına kulak veriyoruz. Şeyh Bedrettin’in, Paris Komüncülerinin, Ekim Devriminin, Küba Devrimcilerinin, Mahir’lerin, İbo’ların, Deniz’lerin, Mazlum’ların, Bekir ve Ali Serkan’ın çağrısına kulak veriyoruz. On’ların açtığı yoldan, insan kalmak için, bu dünyayı yaşanılası bir yer haline getirmek için, başka bir dünyayı kurmak için örgütleneceğiz, savaşacağız ve kazanacağız!

“Andımız olsun gümbürtüleriyle ortalığı yıkan
Kızıldere dağlarına
Düşene​
Dövüşene​​
Gülene”

On’lara sözümüz; özgür dünyayı kuracağız!

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Özgür Lise dergisinin 49. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Mart-Nisan 2020 tarihli 49. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

“Emek insanı yaratır. Emek vermeyen insan çürümeye, insanlığını kaybetmeye mahkumdur.

Her nerde olursak olalım; okulda, sokakta, hapiste, evde… üretmek, tartışmak, okumak, eylemek zorundayız. Bu sebeple dergimizin son sayısını dijital ortama açıyoruz.

Bu dergi hepimizin emeğiyle yayınlanmaktadır. Bu sayıda da göreceğiniz gibi okur mektupları bizler için her bir yazıdan daha önde gelir. Çünkü dergimiz bizlerin sesini, yaşadıklarımızı, sıkıntılarımızı ve taleplerimizi çözüm arayışlarımızla beraber tartıştığımız bir yapıdır.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere :)”

Ortağımız Nurtaç Aşar’ı kavgamızda yaşatacağız

Yoldaşımız, ortağımız, Kaldıraç Dergisi okuru Nurtaç Aşar’ı geçirdiği kalp krizi sonucunda kaybettik. Özgür Lise saflarında mücadeleye katılan, 1 Mayıs’ların gülen yüzü, her daim neşeli, şakaları ve taklitleri ile herkesi güldüren, gür sesi, güleç yüzüyle mücadeleyi omuzlayan yoldaşımızı unutmayacağız. Çektiği fotoğraflarıyla kendini, hayatı anlatan yoldaşımız kahkahası, tez canlılığıyla aklımızda, yüreğimizde olacak. Ortağımızı kavgamızda yaşatacağız.

Hastahaneler, sağlık sistemi, ilaç fabrikaları kamulaştırılmalıdır

Anlaşılacağı gibi, konumuz “COVID-19” isimli, korona virüs salgınıdır.

Konu ile ilgili o kadar çok “teori” var ki, tek tek her birine bakmak mümkün değil. Bu nedenle, tartışmaya, biraz da durumu netleştirerek başlayalım. Okuyucu bu satırları okuduğunda, muhtemelen aradan 15 gün geçmiş olacak ve kesinlikle birçok yeni gelişme, birçok yeni bilgi ile birlikte ortaya çıkmış olacak. Bu nedenle, olayın daha çok başlangıcını hatırlatmak bizce faydalı olacaktır.

Virüs, korona virüsü şeklinde, aslında dünya için yeni değil. Daha önce de bu virüsün türleri, akrabaları ortaya çıkmış bulunuyordu.

Virüs, galiba 18 Ocak’ta Çin’in Wuhan bölgesinde görüldü. Wuhan bölgesi, Çin’in iç bölgelerinde yer alıyor. Ama 18 Ocak ya da Ocak sonu, Çin yeni yılı anlamına geliyor ve yanlış bilmiyorsam, 15 günlük büyük bir tatil demektir. Yani, Şubat’ın başında, insanlar, evlerine geldikleri Wuhan bölgesinden, Çin’in büyük üretim ve ticaret merkezleri olan Şangay, Ningbo, Guangzhou, Şenzen vb. gibi bölgelerine dönmüş olacaklardı. Döndüklerinde, muhtemelen hastalığı taşıdıklarını da bilmeyeceklerdi. Çünkü Virüs, 14 günlük bir süre sonra vücudu hasta ediyor. Adeta, kurulmuş bir saat gibi, alarm 14 gün sonra ortaya çıkıyor. Yalnız bu 14 günlük süre içinde, yani kişi kendisinin hasta olduğunu bilmeden, bu virüsü başkalarına bulaştırabiliyor.

Bu bilgiler, sanki virüs “Çin için özel bir zamanlama ile” üretilmiş anlamına geliyor. Bu durum ise, gözleri, ABD’ye çeviriyor. Çinliler, tereddüt etmeden, bu virüsün bir laboratuvar virüsü olduğunu ve bunun ise ABD işi olduğunu, kendi günlük hayatlarında dile getiriyorlar. Ama Çin devleti, Mart’ın ortasına kadar bu konuda bir şey söylemedi.

Mart’ın 14’ünde ise, ABD’nin açıklamasının ardından, bir şeyler söylemeye başladılar. ABD, Kasım ve Aralık 2019’da, yüksek sayıda (6.000 deniyor ama kesinleştiremedik) ölüme yol açan bir virüs olduğunu, bunun grip virüsü olduğunu düşündüklerini, ama sonradan bunun COVID-19 olduğunu anladıklarını itiraf etti. Bunun üzerine Çin, bu virüsün, kendi ülkelerine Wuhan bölgesine ABD askerlerince taşındığını söyledi. Bu, elbette bir suçlama idi.

Böylece, COVID-19 adlı virüsün bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışması anlam kazanmış oldu. Yani, artık sadece bir şüphe ile konuşulmuyor demektir.

Bu bilgilerle, virüsün 14 günlük kuluçka dönemi, bu dönem boyunca bulaşma ve yayılma hızı gibi virüse ait bilgiler birleştirilince, savaşın başka araçlarla sürdürülmesi, biyolojik saldırıların savaş alanına sürülmesi gibi bir olaydan söz etmek mümkün olmaktadır.

Saldırıya uğrayan en başta Çin olmak üzere, Avrupa ülkeleridir. Saldırıyı düzenleyen ise, muhtemelen ABD- İsrail ve İngiltere hattında yer alanlar olabilir.

Biz diyoruz ki, dünyanın yeniden paylaşımı için, üçüncü dünya savaşını göze alan ABD, karşısında diğer 4 emperyalist güçle savaşarak-anlaşarak ilerlemek istemektedir. Bu savaş, SSCB çözüldükten sonra, kendini tek “süper güç” ilan eden ABD’nin adımları ile su üstüne çıktı. ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’yi, kendi denetiminde tuttuğu Soğuk Savaş yıllarının avantajını pekiştirmek istemişti. Bunun için, “tek kutuplu dünya” (aslında iyi düşünülmemiş olduğu şuradan belli ki, kutup sözcüğü ile “tek” bir arada olmaz. Kutup denildi mi, mutlaka birden fazla varlık ifade ediliyor demektir), “imparatorluk” gibi kavramlar devreye sokuldu. Bizim, Marksizm’i liberallik sanan dönek solcularımız da, buna, “imparatorluk barışı garanti eder” gibi yalanlarla destek vermeye yönelmişlerdir. ABD, bu dönem, tüm Batı dünyasını, kendi şemsiyesi altında tutup, eskisi gibi roller dağıtmayı hedefliyordu.

Ama bu tutmadı. Aradan zaman, köprünün altından da çok sular geçti. ABD, işgal planlarını devreye koydu. Neoliberalizm ile birleşen neocon’ların saldırganlığı, Afganistan ve Irak işgali ile kendini tam olarak ortaya koymuştu ki, bir de ne görsünler, diğer emperyalist güçler, buna razı değiller. Almanya, tek kurşun atmadan Doğu Avrupa ve Balkanları kendi “etki” alanı içine almaya başladı. Fransa onu izledi. İngiltere, Ortadoğu için raflara kaldırılmış küflü kitapları indirmeye başladı ve Japonya, ABD üslerinden kurtulmak için, epeyce hevesle paralar ödedi.

Obama dönemi, bir adım geri çekilip, Batı için bir ortak düşman arama dönemidir. Öyle yapmışlardır. Libya’da Batı’nın ortak pastayı bölüşmesine bir örnek yaratıp, ardından Suriye’ye yöneldiler. El Kaide’yi ortak düşman ilan etme işini, IŞİD ile bir üst aşamaya yükselttiler. Ne ki, Suriye savaşı, Rusya’nın devreye girmesine neden oldu.

Bugün, dünya çapında süren savaş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının karışımı gibi bir hâle dönmektedir. Bir yandan, birinci savaştaki gibi bir paylaşım savaşımı var ve bunun en önemli 5 aktörü, Japonya, Almanya, ABD, Fransa ve İngiltere’dir. Ama öte yandan, Rusya ve Çin’i ortak düşman olarak Batı’nın karşısına dikmeye çalışan ABD, Çin ve Rusya ile de bir savaş içine girmiştir. Umudu, diğer 4 emperyalist gücün ve Batı’nın, Rusya ve Çin’e karşı kendisini desteklemesidir.

Suriye savaşı, Ukrayna savaşı, Venezuela, Çin denizinde gerilimler vb. tam da bu hedefe dönüktür. Ama ABD burada kaybeden durumundadır. O kadar ki, Obama sonrası seçilen Trump’ın, aslında Putin’in adamı olduğunu söyleyecek kadar akılları karışıktır.

Çin’e karşı girişilen ekonomik savaş, Rusya ile girişilen enerji savaşı, oldukça günceldir. Ve ABD, buralarda kaybeden durumundadır.

Bu nedenle, ABD hegemonyası bittiğinden, “tek süper güç”, “tek kutuplu dünya” ve “imparatorluk” planları artık çökmüştür. Şimdilik görünen budur.

İşte, virüs, COVID-19, tam bu dönemde ortaya çıkmaktadır. ABD’nin Çin’e karşı giriştiği ticaret savaşının ardından, Apple’ın Huawei’ye karşı kaybettiği bir dönemin ardından.

Korona virüsünün bir patenti olduğu biliniyor. Patent, muhtemelen, virüse karşı aşı geliştirmek için alınıyor diye sunulmaktadır. Böyle diyecekler, başkası tuhaf olur. Patent, “The Pirbright Institute”e aittir. Bu “The Pirbright”, Bill Gates ailesine aitmiş. Bill ve Melinda Gates’e ait bir vakfın bünyesinde faaliyet gösteren bir enstitüdür. Bu ilgi çekici bilgi, Mart’ın başında ortaya çıktı ve basına yansıdı.

Ama bu bilgi size yeterli gelmiyorsa, o zaman Trump’ın gizli tekliflerine bakmalısınız. Bir Alman şirketi, CureVac, virüs için aşı geliştirmeye çalışmaktadır. Die Welt gazetesi ve ARD TV kanlından yayınlanan bilgilere göre, bu şirkete, Trump tarafından 1 milyar dolarlık bir teklif yapılmış. Bu teklifin amacı, korona virüsüne karşı bulunacak aşının bir tek ABD’ye ait olmasıdır. Yani, alın size 1 milyar dolar, bulduğunuz veya bulacağınız aşıyı bize verin, diyorlar. Neden mi? Çünkü, bu konuda çalışan 25 kadar şirketin bulduğu ve bulacağı aşıları ABD almak istiyor.

İşte şimdi, şunu ileri sürebiliriz: Bu bir savaştır ve savaşın bugünkü aşamasında ABD cephesi (İngiltere ve İsrail, ya biri ya da her ikisi de dahil mi bilmiyoruz. Ama bu ikisi, savaş cephesi içinde ABD yanında yer almaktadır. İsrail daha çok, İngiltere daha az), biyolojik silâhlar kullanmaya başlamıştır.

Demek ki, ABD, Batı dünyasını, kendi kuralları ile Çin ve Rusya’ya boyun eğdirmek için yanına almak isteğini, bir üst aşamaya sıçratmıştır. ABD hegemonyasının dağılmakta olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek. Savaş, sürekli daha ileri hamlelerle ilerliyor. Yani ABD saldırıdan şunu umuyor olabilir; Çin pes edecek, AB, ABD kurallarını kabul edecek, böylece ABD hegemonyası devam edecek.

Oysa hayat böyle ilerlemez. Bir kere düştün mü, eski yerine bu yollarla çıkamazsın. Daha uzun süreli politikalar gerekir.

Nitekim Çin, sorunla başa çıkmayı, tam bir örgütlü, kolektif refleksle başardı diyebiliriz. Ardından Çin, İran ve İtalya’nın yardımına koşmaktadır. ABD ise, İran’a karşı, bu koşullarda bile ambargoyu devam ettirmektedir.

Bu işin ikinci yönüne kapıyı açıyor. Ve bizim esas konumuz da bu. Kapitalizm, öldürür. Gerçek anlamı ile, insan soyunun devamı, sosyalizmin dünya ölçeğindeki zaferine bağlı hâle gelmiştir. Yakın dönemde ülkemizde sıkça tartışılan “ya sosyalizm ya ölüm” sloganının bir kere daha yerine oturduğunu görebiliriz.

Çin, İran’a ve İtalya’ya yardım elini uzatıyor. Dünya Sağlık Örgütü bir yana dursun, dünyanın doktorları, hekimleri, toplumsal tepkiyi, kolektif refleksi çok önemsediklerini ilan ediyorlar. Amaçları kâr elde edip, kasalarını doldurmak olan kapitalist tekellerden farklı olarak, ambargo altında var olmaya devam eden Küba’nın ilaçları, sağlık endüstrisi, insan gücü, ahlâkın ve insan olmanın ne demek olduğunu gösterecek başarılara imza atıyorlar. Çin’e, virüsle mücadele etmek için yardım gönderiyorlar.

Uluslararası tekeller, gözlerini kan bürümüş bir tarzda, kârdan başka bir şey görmedikleri için, her ölen insanı, bir “adet” olarak saymakla yetiniyorlar. Trump, “aşı sadece bizde olsun” derdi ile, kazanılacak paraların hayalini kuruyor.

Korona virüsü salgını, ister bir saldırı olsun, ki bizce öyledir, isterse bir “kendiliğinden salgın” olsun, bize gösteriyor ki, kapitalizm ömrünü doldurmuş, varlığını insanlığı yok ederek sürdüren bir sistemdir.

Açık olan şudur: Dünya çapında, tüm sağlık sektörü, kamulaştırılmalıdır.

Tüm hastahaneler, tüm ilaç üretim tesisleri, tüm araştırma tesisleri vb. tüm araç ve gereçler, tüm tıbbî malzemelerin üretimi kamu eli ile yapılmalıdır, kamulaştırılmalıdır.

Virüs, bir “kamu sağlığı” sorunudur ve hiçbir özel şirketin, tekellerin yaklaşımı ile çözülebilecek bir sorun değildir.

İspanya, artan ölümler karşısında, “özel hastahaneleri” kamulaştırmıştır. Zira, bir özel hastahaneye gelen bir salgın vakası, hastahane tarafından alınırsa, hastahaneye, yüksek kârlar bırakan, otel hizmeti almaya alışık hastalar gelmeyecektir ve bu nedenle özel hastahaneler, gerçek anlamda bir “halk sağlığı sorunu”dur.

Fransa, kriz nedeni ile ortaya çıkan ekonomik bunalımla baş etmek için, büyük, dev şirketleri “kamulaştırmaya hazır” olduğunu ilan etmiştir.

ABD’de salgının büyük çaplı ölümlere neden olmasının ana nedeni, bilginin, teknolojinin özel şirketlerin elinde olması, sağlık politikalarının tekellerin çıkarlarına uygun olmasıdır. ABD’de, test için ödenmesi gereken yüksek miktarda paralar, sosyal güvenlik politikalarının çarpıklığı nedeni ile ölümler ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizde, elinde kalan paraları ile marketleri yağmalayan ve makarna stokları yapan insanlar, işte bireysel davranan “tüketiciler” oldukları için bu hâldeler. Makarna üreticileri adına konuşan bir kişi, “ülkeyi makarnaya boğmaktan” söz etmektedir. Şaka gibidir, eğer koronadan ölmezseniz, sizi makarna ile boğarak öldürecekler! Ülkenin sağlık bakanı ise, temel hedefine vaka sayısını gizlemeyi koymuştur.

Birçok hastahaneye, virüs testi yapmamaları yönünde baskılar yapılmaktadır. Öyle ya, test yapılırsa, koskoca hastahane, hastalarla birlikte karantinaya alınacak ve “kurumun” parasını kim ödeyecek, kârlılık ne olacak?

İlaç şirketleri, bu işten kazanacakları paraların peşindedir.

Ama, öte yandan, salgın, tüm ülkeyi dumura uğratacak niteliktedir.

Saray Rejimi, nasıl ki, 15 Temmuz’un ardından, bunu bir “lütuf” olarak görmüş ise, şimdi de bu durumu bir “lütuf” olarak ele almaktadır. Umreye gidip geri dönenleri karantinaya almadan evlerine göndermektedirler. Mekke’den dönüşler bitmeden, gümrüklerdeki denetimi artırma yollarını aramamışlardır.

Test yapmak istemiyorlar. Hem test için sınırlı malzemeleri vardır, öyle ya, normal zamanda para etmeyen bir şeyi neden stoklasınlar? Hem de yoğun bakım üniteleri oldukça yetersizdir. Bu durumda, “test yok, vaka yok” yaklaşımı her şeyin önüne geçmektedir.

Bir insanın tedavisinin yapılmasını, bir müşteri mantığı ile, araba tamiri ile kıyaslarsanız, göreceksiniz ki, arabalara daha büyük bir ciddiyetle servis verilmektedir. Arabaların yedek parçaları için araba hırsızlığı ne kadar yaygın ise, insan organlarının kaçakçılığı da o kadar yaygındır. İnsana, hastaya, “müşteri”, “mal” olarak bakmanın sonucu budur.

Bu, kapitalist mantığın, pazar ekonomisinin, tekelci hakimiyet ilişkilerinin kaçınılmaz sonucudur.

Bu nedenle, sağlıkla ilgili tüm süreçlerin, hastahaneler, ilaç üretimi, ilaç tedariki, medikal araç ve gereçler kamulaştırılmalıdır. Bu kamu sağlığı açısından zorunludur. Toplum sağlığı olmadan, bireysel sağlık, ancak izole hayatlarla mümkün olabilir. Bill Gates’in, Eczacıbaşı’nın, Saray erkanının izole hayatları ile sıradan insanların izole hayatları aynı şey değildir.

Mesele “makarna” stoklamakla çözülebilecek bir şey değildir. Mesele, bağışıklık sisteminin güçlenmesi ise, bunun tüm toplum için sağlanmasının yolu, koruyucu hekimlikten geçmektedir. Kâr amaçlı “hekimlik” buraya kadardır. Sorun üretir ve her sorun, kapitalist sömürü çarkı içinde, özel mülkiyet ilişkileri içinde, yeni rant kapıları anlamına gelir.

Virüs, kamulaştırmanın, sosyalizmin zorunluluğunun göstergesidir. Hem virüsün ortaya çıkışının önlenmesi (şöyle ki, özel şirketler, ilaç satabilmek veya başka tarzda bir ekonomik-siyasal savaş için virüs üretebilmektedir) bir kamulaştırmayı gerekli kılıyor, hem virüse karşı ilaç vb. geliştirilmesi, hem de tedavi süreci bir kamulaştırmayı gerektiriyor.

Virüs, bize “canımızı kime emanet ettiğimiz” gerçeğini bir kere daha göstermiştir. Bu nedenle, olası durumlarda yağmalanacak yerler marketler değil, daha öncelikli olarak hastahaneler vb.dir.

Egemenler, kendilerine zarar vermediği sürece her türlü salgını kabul edecek, onu daha büyük rantlara çevirecek mekanizmaları devreye sokacaklardır.

İşçi sınıfı, en başta sendikalar aracılığı ile, kendi kaderini Saray Rejimi’ne terk etmemek üzere talepler geliştirmelidir.

İlk iş, işsizlik fonunun tüm birikimi ile işçilerin denetimine bırakılmasını talep etmektir. İşçiler, işsizlik fonunun denetimi ellerine almalı ve kendileri için kullanmalıdırlar. Bunun için sendikalardan oluşan bir kurul, işsizlik fonunun denetimini almalıdır. Bu komisyona devlet adına kimse kabul edilmemelidir. Sendikalar, her fabrikada, seçimle oluşturulan bir işyeri komitesi aracılığı ile, fonun o fabrikada kullanımını işçilere bırakmalıdır. Bu komiteler, sektör bazında bir araya gelmeli ve fonun kullanımını kurallara bağlamalıdır. Bu kurallar önceden ilan edilmelidir.

Her bölgedeki tüm sağlık kuruluşları, kamulaştırılmalı, Tabipler Birliği’nin katılımı ile hastahane yönetimleri organize edilmelidir. Tüm sağlık önlemleri, açık, şeffaf ve halkın aktif katılımı ile hayata geçirilmelidir.

Tüm ilaç ve tıbbî malzemeler ve sağlık hizmetleri, ücretsiz olarak halka sunulmalıdır.

Sadece kolonya meselesini ele alın. Sterilizasyon malzemeleri ile kolonya, ülkemizde, birkaç gün içinde beş on kat pahalı hâle gelmiştir. Makarna stoklamak, müşteri olmayı kabul etmiş insan sürülerinin davranışıdır. Bu hâli ile virüs, korku üretmektedir. Salgını bir başka korkutma aracı olarak devreye sokmak, ancak Saray Rejimi gibi yapıların işi olmaktadır. Salgın, çaresizlik ve yeni işsizlik dalgaları üretmektedir. Oysa çare, kapitalizmi yıkmaktır, sömürü sistemine son vermektir, yani devrimdir. Ellerimizi temizleyerek, kolonyalayarak aşındırmak, bireysel çözümlerdir, kendi başınızın çaresini bakın politikalarının sonucudur. Elbette gereklidir, ama kamu sağlığı politikaları olmadan, mevcut sistemi değiştirmeden, sağlıklı kalabilmek, salgınları önleyebilmek mümkün değildir.

Salgın veya başka bir doğal veya sosyal afet, her zaman tekeller için, yeni kâr alanları demektir. Her adımda da, her zaman bunu yapmaktadırlar. Sorunları, problemleri kâra ve ranta tahvil etmek, kapitalist sistemin ruhudur. Salgın, korona virüsü, bize dünya kapitalist sisteminin insanlığın en büyük düşmanı, en büyük sorunu olduğunu göstermektedir.

Saray Rejimi, COVID-19 salgını, kapitalizmin krizi ve savaş

Korona virüsü salgını başladıktan sonra, Erdoğan, başkaları için olmasa da, onun için uzun sayılabilecek bir süre ortalıkta görünmedi, kükremedi, konuşmadı, TV kameraları karşısında poz vermedi. Hazineyi emanetine alan Damat, Sultan’ın, “hafta içinde” konuşacağını, önceden müjdeledi.

Ve nihayet Çarşamba akşamı, beklenenden biraz daha geç, beklenmeyecek kadar uzun bir konuşma ile TV kanallarında boy gösterdi.

Türkiye burjuvazisi, TC devleti, Saray Rejimi, COVID-19’u ele aldıkları toplantıda, gerçek anlamı ile, kendi kimliklerini, kendi yüzlerini ortaya koydular. Maskeler indirildi ve gerçek kimlikleri ile ortaya çıktılar.

Özetle, Erdoğan’ın ağzından Saray Rejimi, burjuvazi, tüm güçleri ile devlet, “yoksula abdest, kolonya” önerdi.

Yoksula, abdest ve kolonya, zengine kaynak aktarımı, para. İşte Saray Rejimi’nin önerisi, çözümü budur. 100 milyar TL olduğu açıklanan teşvik paketinin adı, “ekonomik istikrar kalkanı” olarak kondu. Bu 100 milyarlık paketten, işçi ve emekçilerin, yoksulların payına, “abdest ve kolonya” düştü. Bir de, en düşük emekli maaşının 1500 TL olmasına karar verildi. Bu utanılası açıklama, 200 euro aylık maaş anlamına gelmektedir ve bunun altında maaş alanlar olduğunun da açık beyanıdır.

Saray Rejimi’nin tutumu budur.

Ama gelin, bu durum neyi gösteriri ele almadan önce, dünya geneline bakalım ve kapitalizmin krizi ile COVID-19 salgınının neleri gösterdiği üzerine konuşalım.

1-

İngiltere, Hollanda, İsveç, krize karşı “sürü bağışıklığı” olarak adlandırılan salgının yayılması, bu yolla, ölenlerin ölmesi, ölmeyip sağ kalanların ise bağışıklık kazanması politikasını izlemeye karar vermiştir.

Nasılsa, yaşlılar ölmekte, bir kronik sorunu olanlar ölmektedir. Bu üç ülke, açıktan, bu yolla, yaşlı nüfusun maliyetinin azalacağı, sosyal güvenlik masraflarının azalacağı bir duruma ulaşmak istiyorlar. 80 yaşın üzerinde olan, bakım ve sağlık masrafları yüksek olan, “boşuna” maaş alan nüfusun azalması yolu ile, virüs salgınından “kârlı” çıkmaya çalışmaktadırlar.

İşte kapitalizm budur.

Hitler’in yaşlıları sabun fabrikalarına göndermesi durumu, öyle şaka ile geçiştirilecek bir durum değildir. Tersine, tüm kapitalist-emperyalist egemenlik, her yolla bunu yapmaya çalışmaktadır. Kâr için üretim, her şeye meta ufku ile bakmak, zorunlu olarak bunu gerektirir.

Buna “doğal seleksiyon” demek için ise, öncelikle, virüsün doğal olduğunu ispat etmek gerekir. Şu anda, virüsün ABD’den Çin’in Wuhan bölgesine taşınması sürecinin ABD askerlerince gerçekleştirildiği açıklanmıştır bile. Dahası, Bay Bill Gates ve eşi Melinda, korona virüsünün patentini bile almış bulunmaktadırlar.

Murat Belge’nin, T24’te yayınlanan yazısında, zekâsına övgüler düzdüğü Gates’in bir konuşmasından söz etmektedir. Belge’nin aktardığına göre, Gates, yıllar önce, bir salgının üzerine dikkat çekmişti. Bunu, zekâ belirtisi olarak, öngörü olarak ele almakta, bize de öyle sunmaktadır. Acaba, bile demeden. Oysa Gates, doğrudan bu alana yatırım yapmışa benzemektedir.

Özetle, virüsün doğal olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Bu durumda da “doğal seleksiyon” üzerine övgüler düzmenin, ancak Hitler’in nüfus planlamacısı olarak ele alınması kadar anlamı olabilir.

İngiltere, Hollanda, İsveç’in yaşlı nüfustan, bu hamle ile kurtulma girişimi, aslında, kapitalist sınıfın sınıf bilincinin açık göstergesidir. Artık, artı-değer üretme konusunda işlevini yitirmiş olanların açıktan tasfiyesi üzerinde çalışılmaktadır.

Bu, bu denli açık olmasa da, Almanya, ABD’de de böyledir.

2-

Salgın, Çin’in kolektif ve örgütlü tepkisi ile, bizzat komünist parti üyelerinin gönüllü devreye sokulması ile denetim altına alınmıştır. Çin, bu konuda, oldukça hızlı hareket etmiştir. Bilgilendirme, vakanın izole edilmesi, ilaç geliştirme konusunda Küba’dan alınan yardımlar, salgının kontrol altına alınması için büyük yol alınmasına olanak vermiştir.

Kurulmuş bir saat gibi, bir biyolojik zamanlayıcı gibi, 14 gün sonra harekete geçen virüsün, yarın, mesela 6 ay sonra ne gibi etkilere yol açacağını bilmediğimiz açık. Hele ki Trump’ın gizli yazışmalarında 18 aylık bir süreden söz ediyor olması, ikinci bir biyolojik zaman ayarının olup olmadığı sorusunu akıllara getiriyor.

Ama buna rağmen, Çin, ciddi bir sonuç elde etmiştir.

Çin, bununla yetinmemiş, Güney Kore, Japonya, İtalya gibi ülkelere de destek göndermiştir.

Küba, ambargo altında, ABD tehditleri altında yok edilmek istenen Küba, virüse karşı savaşta oldukça etkili sonuçlar elde etmiştir.

Küba’da 20 civarında ilaç üretilmekte iken, ABD başkanı Trump, Alman şirketlerinden birine, 1 milyar dolar önermiştir. Trump, 1 milyar dolar karşılığında, bu Alman şirketinin virüs için geliştirdiği aşıyı sadece kendilerine satmasını talep etmiştir. Bir yandan, sosyalist Küba, tüm dünyaya yardım için koşmakta, diğer taraftan ABD en üst düzeyden kâr peşinde koşmakta, kâr ve egemenlik peşinde koşmaktadır.

İtalya’da bir vaka oldukça ilgi çekicidir. Yoğun bakım sistemleri için gereken bir boru bulunmuyor ve 3 insan, bu boruyu 3D printer ile üretmek istiyor. İtalyan firma bilgileri vermiyor ve “hukukî hakları” için dava açmaya yöneliyor.

İşte insanlık ile kapitalist kâr amaçlı üretimin karşıtlığına bir örnek.

Demek ki, kapitalizm öldürür. Demek ki, kapitalist sistem, insanı yok ederek ayakta durabiliyor. Virüs nedeni ile ortaya çıkan dramatik örneklere bakıp düşünmekle yetinmeyelim. Aslında, aklı alınmış, düşünme sistemi “tüketim toplumu” gereklerine göre ayarlanmış bir insan, ne kadar insandır?

Tablo açık, insanlar, panikle marketlere saldırıyor ve marketlerden makarna alıyorlar. Oysa, yoksul evlerinde değil de, saraylarda panik olsa, mutlaka, ete saldıracaklardır, makarnaya değil.

Normal koşullarda insanların, maskelere, kolonyalara, alkollere, hastahanelerin yoğun bakım ünitelerine saldırması gereklidir.

Oysa Belçika’da askerler, market kapısında nöbet tutuyor ve içeri girme işini düzene sokuyor. Tüketim toplumu ideolojisinin ne demek olduğu açık değil mi? Bu manzaranın kendisi, ölmüş insanların cesetlerinden daha ürkütücü değil mi?

Kapitalizm, insanı yok etmektedir ve bu sadece fizikî olarak anlaşılmaması koşulu ile “ölüm”dür. Yani, kapitalizm, insanı ve insanlığı öldürmektedir.

3-

İspanya, ilginç bir karar aldı. İspanya, tüm sağlık kurumlarını, hastahaneleri kamulaştırdı. Bu oldukça doğru bir karardır ve gerçekten de salgına karşı ciddi bir önlemdir.

Türkiye’de, her bin kişiye 2,8 yatak düşmektedir. Bu yatakların ise %45’i, yuvarlak hesap yarısı, özel hastahanelere aittir.

Erdoğan, Saray Rejimi, “bu da mı allahın lütfu” diye düşünmüyor olsa idi, muhtemelen, bu soruna müdahale ederlerdi. Askerî darbe tiyatrosunu allahın lütfu olarak görüp davranan bir mantık, şimdi COVID-19 için de işlemektedir. Saray Rejimi ve Erdoğan, tüm burjuvazi, tüm devlet çarkı, COVID-19 salgınını kullanarak, ayakta durmak ve sorunları ertelemek için çalışmaktadır. Muhtemelen Erdoğan’ın yakın dostları ve Diyanet İşleri Başkanlığı, bu virüsün de bir mesaj, allahın lütfu olduğunu söylemekte gecikmemişlerdir.

Sağlık Bakanı, mesela, İspanya’yı örnek alıp, kendisine ait hastahaneleri kamu hizmetine soktuğunu, denetimi ise doğrudan Türk Tabipleri Birliği’ne verdiğini açıklasa olmaz mı?

İspanya, açık olarak, bu kararla doğru bir adım atmıştır.

Virüs salgınına karşı, özel sektör olmadan bir sağlık sistemi tartışması yerinde olur.

Sadece hastahaneler yeterli mi? Elbette değil. Laboratuvarlarda virüs üretilebildiğine göre tüm laboratuvarlar, ilaç fabrikalarında eroin imalatı yapıldığına göre tüm ilaç fabrikaları, tüm medikal malzemeler üreten fabrikalar, ilk elden, acil olarak kamulaştırılmalıdır.

Yetmez.

Kamulaştırılmış olan tüm hastahanelerin yönetimi, hastahane içinden seçilmeli, TTB tarafından denetlenmelidir. Tüm ilaç fabrikaları, bilim heyetleri, TTB, işçiler tarafından denetlenmelidir.

Hayır, hayır, henüz sosyalizm önerimize gelmiş değiliz. Sadece ve sadece virüs salgını nedeni ile ortaya çıkan tablonun ortaya koyduğu, alınması gereken zorunlu önlemlerin bir kısmını konuşuyoruz.

Biliyoruz ki, hiçbir kapitalist ülke, kendi kendine bu kamulaştırmaları kalıcı olarak yapmaz, yapamaz. Bunun zamanına daha var. O zaman geldiğinde, biz, zengine para, yoksula abdest ve kolonya öneren sarayları savaş alanına çevirmiş olacağız. Saraylara savaş düşmeden, yoksul hanelerine barış gelmez.

Fransa ise, açıkladığı ekonomik önlemlerle, ilgi çekti. Macron, bizim Erdoğan kadar ilgi çekmiş olamaz elbette. Ama Erdoğan, özel hastahaneleri eleştirirken, eşine ait olduğu söylenen, kendine bağlı sermaye gruplarınca yönetilen özel hastahaneleri unutmuş mudur? Hayır. Unutmamıştır. Erdoğan, sadece ve sadece, klasik bir kolpacı olduğu için öyle davranmıştır.

Ama Macron, açıktan, büyük şirketlerin kurtarılması için “kamulaştırma” yoluna başvurulacağını söylemiştir. Dün, 2008 krizi sırasında Citi Bank’ı kurtarmak için devletin aktardığı paranın 360 milyar dolar olduğunu hatırlayalım lütfen. İşte Macron, buna benzer bir şeyden söz ediyor. Fransız devleti, Fransız burjuvazisini, Fransız tekellerini kurtarmak için her şeyi yapacağını beyan etmektedir. Yoksa bu bir gerçek anlamı ile kamulaştırma değildir.

Bu durum, bize dünyanın sosyalizme muhtaç olduğunu göstermektedir.

İşte anlamayanlar için bir kere daha söyleyelim, hem bir direniş sloganıdır, hem de bir gerçek durumun resmidir: Ya sosyalizm ya ölüm!

4-

Kapitalist sistem, zaten bir kriz içindedir.

Bu kriz, 2008’de ortaya çıkan ve bugün neoliberal politikaların sona ermesini ifade eder hâle gelen krizin kendisidir. Bugün, bu kriz devam etmektedir. Daha da artarak.

FED, Amerikan Merkez Bankası, 15 Mart 2020’de, faiz oranlarını geri çekti. Şimdi faiz oranları 0 ile 0,25 puan arasındadır. Yani, kestirmeden söylersek, faizi sıfırlamıştır. Bu faiz düşürme işlemi, aslında, bankalardaki paranın gelir getirmemesi anlamına geliyor ve bu durumda, bu para sahiplerinin, paralarından gelir elde etmek üzere, yatırım yapacakları ya da borsaya yönelecekleri umuluyor. Mevcut ortamda yatırım işi zor görünüyor olsa da, bazı sektörler buna uygundur. Ama esas istenen ve beklenen borsaya dönüştür. Borsaların, hemen 15 Mart sonrasında, yani FED kararlarının ardından yaşadığı düşüş ise, beklentilere terstir.

FED aynı zamanda, 500 milyar doları hazine kâğıdı, 200 milyar doları ise türev ürün olmak üzere 700 milyar dolarlık likidite yaratacağını açıkladı. Böylece, piyasalara 700 milyar dolar sürülmüş olacak.

FED aynı zamanda, AB, İngiltere, Japonya ve Kanada merkez bankaları ile swap işlemlerinin yapılacağını açıkladı.

Bu kararlar, virüs nedeni ile alınan kararlardan çok, ekonomik savaş için alınan kararlara benzemektedir.

Kriz, bu kararlarla hafifleyecek mi? Tersini beklemek daha mümkündür. Kapitalist dünyanın krizi, daha da artmaktadır.

Ama, virüs ile piyasaların durması, eğer bir tatbikat değil ise, daha ileride gelebilecek daha büyük bir krizi engelleyebilir diye düşündükleri açıktır. Mal ve hizmet arzının aksaması, üretimde ve dağıtımda ortaya çıkan aksaklıklar, 2020 yılını, kapitalist ekonomik değerler açısından en az 2 ay eksik yaşama yolu ile nefes almaları mümkün müdür? Bu yolla, üretim fazlasını eritmeleri mümkün müdür?

Virüs meselesinin bununla bir bağı olduğunu iddia etmek zor. Virüs, insan yapımı olarak, savaşın biyolojik silâhlarla sürdürülmesi anlamına daha çok gelir kanısındayım.

Ama ekonomik olarak, 2 aylık sürede dünyadaki aşırı üretimi dengelemek mümkün değildir. Kapitalist sistemin krizi daha da derinleşmektedir.

Tam da bu nedenle, savaş kapıdadır.

Tam da bu nedenle, yaratılan savaşlara, bir yenisi, biyolojik olanı eklenmiştir.

5-

Şimdi, Erdoğan’ın konuşmasına dönebiliriz.

a-

Erdoğan, acaba, konuşmayı neden Çankaya köşkünden yaptı, toplantıyı orada yaptı da, her fırsatta göstermeyi sevdiği Saray’ın salonlarından birinde yapmadı? Bunun nedeni, acaba Saray’ı virüsten kollamak mıdır?

Yoksa, zaten açıkladığı tüm kararlar ve önlemler, aslında halk için “abdest ve kolonya” dışında bir şey içermediğinden, Saray ve halk karşıtlığını göstermemek için mi bu yolu seçti?

b-

Erdoğan, uzun uzun masal anlattı. Tıpkı, Soma cinayetinin ardından konuşmasına başlarken, 1862’de İngiltere’de yaşanan maden kazasından söz etmesi gibi, 18 Mart 2020 Çarşamba günü, konuşmasına, dünya çapında görünen salgınlardan bahsederek başladı. Ortaçağ’da Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, İstanbul’u saran salgından bahsetti. Özetle masallar anlattı.

Uzun süren masal faslının ardından, Avrupa’da sağlık sisteminin özel olmasının sorun olduğunu ima etti.

İyi ama, zaten ülkemizde de sağlık sektörü özelleştirilmiştir ve doğrusu bu tamamen Erdoğan döneminde gerçekleşmiştir. Sağlık Bakanı’nın acaba kaç hastahanesi vardır? Acaba, Emine Erdoğan’ın kaç hastahanesi vardır? Acaba Acıbadem kimindir?

Bu özel hastahaneler, kendilerinin müşterileri gelmemezlik eder korkusu ile, kendilerine ulaşan korona virüs vakalarını açıklamamaktadır. Dahası, devlet de bu yönde hareket etmektedir. Böylece özel hastahaneler, iş görmez durumdadır ve salgına karşı mücadele büyük ölçüde devlet ve kamu hastahanelerinden, üniversite hastahanelerinden yürütülmektedir.

Bu açıdan, sağlık emekçileri ciddi tehdit altındadır.

Toplantıya, TTB, sendikalar vb. gibi kurumların alınmamış olması, Saray Rejimi’nin, virüs meselesini bir “fırsat” olarak ele aldığının kanıtıdır.

Sağlık açısından, toplantıdan hiçbir şey, ama hiçbir şey çıkmamıştır. Erdoğan, Saray Rejimi olarak, ellerinden geleni zaten yaptıklarını söylemiş, oy avcılığı yapmış, kendi iktidarına karşı korona virüsün bir sonuç alamayacağını iddia etmiştir.

Sarhoş değil ise, tuhaf olarak değerlendirmekle yetinmeyeceksek, bu “tehdit algısı”, Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için virüsü kullanma niyetinin açık ifadesidir.

c-

“Ekonomik istikrar kalkanı” adı altında, ekonomik önlemler açıklanmıştır. Bu ekonomik önlemler, vergi ertelenmesi, sigorta ödemelerinin ertelenmesi gibi önlemlerdir. Dahası, henüz hiç konmamış olan konaklama vergisinin ertelenmesi, aslında işi başlarından atmak üzere hareket ettiklerini göstermektedir. Zaten turizm için önceden yapılmış rezervasyonların iptal edildiğini düşünürsek, bu tip önlemlerin ne anlama geldiğini belirlemek de kolay değildir. Ama yine de, Saray Rejimi, durumu “rant”a çevirmekte başarı gösterecektir.

O kadar ki, kiralara dahi müdahale edilmemiştir. Tüm önlemler, Saray Rejimi’nin unsurlarına dönük önlemlerdir. Saray’a para diye açıklanabilir.

Virüs meselesi için açıklanan ekonomik önlemlerin, Saray Rejimi’nin çevresindeki çetelere para aktarımını hedeflediği açıktır. Konut alımı için uygulanacak yeni kararlar bunun en açık kanıtıdır. Erdoğan ve Saray Rejimi, virüs meselesini “allahın lütfu” olarak el almaya niyetlidir.

Ama nafile. Bu süreç, bu önlemler krizi azaltmayacaktır.

Bu kararlar, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkma kararlılığını göstermektedir.

Bu nedenle sendikalar toplantıya alınmamıştır.

Bu nedenle, toplantıdan, işten çıkarmalara ilişkin hiçbir karar çıkmamıştır.

Bu nedenle, işsizlik fonu gibi gündemler oluşturulmamıştır.

Sendikalar, gecikmeden, açık olarak, işsizlik sigortası fonunun kendilerine devredilmesini talep etmelidir.

İşçi ve emekçiler, daha da yoksullaşacak durumda değildir. Bu nedenle, gecikmeden, genel grev ve genel direniş sloganı ile, kendilerinin görmezlikten gelinmesine son vermelidirler.

d-

Toplantı, açık olarak, zenginlere para aktarımı ve yoksullara ise “abdest ve kolonya” dağıtımı ile sonuçlanmıştır.

Bu, halkın çoğu için açlık, yoksulluk, ölüm anlamına gelmektedir.

Bu, acil ve yakıcı bir sorundur.

Bu nedenle, işçilerin, halkın, emekçilerin kendilerini korumak için harekete geçmeleri gerekir.

İşçi ve emekçiler, ya virüsten ya da açlıktan ölme riski arasında sıkışmak istemiyorlarsa, kendi kararlarını kendileri alacak şekilde bir örgütlülük geliştirmek zorundadırlar. Sendikalar, bu bakış ile kendi tutumlarını, önlemlerini açıklamalıdır.

e-

“Ekonomik istikrar kalkanı”, ilgiye değer bir isimdir.

“Barış kalkanı” harekâtına benzemektedir.

Biz sürekli vurguluyoruz:

– Bu Saray Rejimi, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” üzerinde oturmaktadır.

– Saray Rejimi, içeride baskı ve şiddeti, dışarıda da savaşı sevmektedir. Baskı ve şiddet ile savaş, adeta onları müptela yapmıştır.

Saray Rejimi, iktidarını sürdürmek için, baskı ve şiddeti, katliam politikalarını artırarak sürdürmektedir. Ayakta durmak için, savaş politikalarını sürekli canlı tutmakta, ABD’nin tetikçisi olmayı gönüllü olarak yerine getirmektedir.

Ve şimdi, virüs nedeni ile aldıkları ekonomik önlemlerin adını da “kalkan” şeklinde ifade etmektedirler.

Kalkan budur, para ile zenginleri desteklemektir.

Peki, “abdest ve kolonya” ile yetinmesi istenen milyonlar, ya bunu yapmazsa, bu kez kılıçlar mı çekilecek?

Sokaklarda askerî görüntüler mi göreceğiz? Baskı ve şiddetin daha da artırılması için, devlet virüsü allahın lütfu olarak ele almaktadır derken, hem ekonomik, hem de siyasal anlamda bundan söz ediyoruz demektir.

Erdoğan’ın, karşısında oturan TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’na, ekonomik tedbirleri açıklarken, Nasrettin Hoca’nın “gördün peşin parayı gülüyorsun” fıkrasını anımsatır tarzda “neşen yerinde” diye ciddiyetten uzak laf atmasını, aklî dengesinin bozulduğunun göstergesi olarak değil, virüs krizini allahın lütfu olarak ilan etme isteğinin ifadesi olarak görmek doğru olur.

Yani, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaşı artırmak isteğindedir ve virüs salgınını bunun için kullanma niyetindedir. Erdoğan’ın açıklamaları, tam da bunun hevesleri ile doludur.

Durum açıktır. Yoksullara abdest ve kolonya, saraylara para!

Kolonya abdesti bozar galiba.

İşçi ve emekçilerin, saraylara savaş ilan etmek dışında yolu kalmamıştır.

Hatırlamakta fayda var:

“İşçinin alın teridir
Bey paşa sarayları
Önümüz kavga yeridir
Yürü iş alayları”

Koy tuğlayı al evi, ver %20’yi kap ihaleyi, öv Reis’i yükselt mevkiyi

Bence de böyle başlık olmaz.

Ama suç bizde değil.

Muktedir, sistemi kurmuştur. Çeşitli rivayetler var, kimine göre %20 verirsen ihaleyi alırsın, kimine göre, %50 verirsen alırsın. Çark kurulmuştur bir kere. Ne istiyorsun, maden ocağı mı, hemen ilgili yere, mesela TÜRGEV’e, Ensar’a vb. bağışı yapacaksın, bu yolla hem de vergi kaçıracaksın, ama maden senin olacak. Yüzde kaça razısın, bunu da onlara soracaksın. Ne de olsa ağadır, muktedirdir. İhale mi var, vereceksin ilgili yere parayı, gerisini sen merak etme, bu ülkede, ağanın lafının üstüne laf olur mu? İşi olmuş bil. Sistem tıkır tıkır işlemektedir.

Ver yüzdeni, yap dünyalığını. Ama sözden çıkmayacaksın, hizadan çıkmayacaksın. Yarın, kalkıp habersiz iş yaparsan, işin biter, elindekilerden de olursun.

FETÖ’cü olmakla mı suçlandın, öylesin ya da değilsin, bunu ondan iyi mi bileceksin? Bu yollarda beraber yürüdüler. Ama sen bas parayı, ver servetinin %80’ini, işin tamamdır. Mahkemeler kararlarını bir anda değiştirir.

Basındasın, mesela Nagehan Alçı, al Bankasya’dan milyarlarca lira krediyi, sonra geç TV kanallarına FETÖ için küfürler düz, işte sen hemen yeni bir mevki elde edersin. Mesela Ahmet Hakan mısın; önce Hürriyet’e geç, oradan biraz “muhalif gibi” yap. Hatta, usturuplu bir dayak da yiyebilirsin, ama çizmeyi aşmasınlar. Ve sonra, düz methiyeyi, öv reisi, bak nasıl yükseleceksin, başın göğe de erecek. Mesela “Peygamber Gülen” diye kitap mı yazdın ya da buna benzer ve şimdi çarklar ters mi dönüyor? Reis’in dönenlere ihtiyacı var. Hemen bir yeni kitap yaz, adını da “Şeytan Gülen” koy, bak nasıl kapacaksın yeni mevkiyi. Gülerce, iyi bir örnektir ve yakında Gülen’in sözcüsü olarak yine karşımıza çıkacak ve “takiye” İslam’da vardır, diyecektir.

Hep Reis’i öveceksin.

Bir kadın öldürüldü mü, hemen, Reis’e bir söz, eleştiri gelmesin diye, büyük bir hızla savunmaya geçeceksin, akıllara durgunluk veren açıklamalar yapacaksın ve mevki ile birlikte yüklü dolarları da alacaksın. Erdoğan, ABD’ye mi kükrüyor, hemen okkalı bir yazı, yok Erdoğan Rusya’ya mı kükrüyor, daha okkalısı hemen hazırda olmalı, Almanya’ya mı kükrüyor, şimdi en okkalısını çıkarmalısın. İşte sen bu marifeti gösterirsen, işte o zaman mevki ve para senindir.

Bunlar dünyevî işler.

Yüzdeni vereceksin, okkalısından ve ihaleyi kapacaksın. Dünyalığını yapacaksın. Elbette “minnet” duygularını ifade edeceksin, arkadan istediğin kadar küfret ama unutma telefonun dinlenmektedir.

Dünya işidir bu.

Övgülerini dizdin, Erdoğan’ın dönme hızına yetiştin ve daha ileri övgülerini bu kez küfrettiklerine dizdin. İşte marifetini gösterdin demektir. Sen sadıksın. Bunca başarılı yalanlar söylediğine göre, hem mevkin yükselecek, hem de biraz dolar hesabın şişecek.

Bunu yaptıktan sonra da elbette hakkını vereceksin. Öyle bir kere ile bu iş olmaz. Ne kadar övgü düzersen, muhalif olanlara ne kadar çamur atarsan, o oranda dolar hesabın şişecektir. Yeter ki sen bunu yap.

Bu da dünya işidir.

Ama Reis, aynı zamanda Abdülhamid Han olmaya meraklıdır. Bu ne demek bilmelisin. Sadece dünya lideri olmak değil, ama aynı zamanda, İslam dünyasının en önemli adamı olmak da demektir. Peygamberliğe giden yol, halifelikten geçiyor olabilir. Abdülhamid Han, zaten halife değil miydi? Reis’in eksiği yok, fazlası var. Öyle ise yeni bir Abdülhamid geliyor demektir. Ama Abdülhamid Han’ın durduğu noktada da durmayacak, daha ileri mertebelere ulaşacaktır.

Demek, serde, halife olmak da olacak.

Öyle ise, Diyanet İşleri çalışmalıdır. Öyle sadece Erdoğan’ın topladığı yüzdeler için onaylayıcı fetvalar çıkarmak yetmez. Daha ilerisi gereklidir. İslamî kurallar altında, halkın boyun eğmesi sağlanmalıdır. O zaman Diyanet çalışmalıdır.

Çalışıyor.

Büyük Diyanet çalışıyor. Makam arabaları, bu nedenle, bir takdir işareti olarak yükseliyor. Bütçesi, bu nedenle çok ama çok hızla yükseliyor. O da boş durmuyor.

Geçenlerde, Şubat ortalarında, Diyanet İşleri Başkanı, “Kuran kursuna bir tuğla koyana cennette ev” vadetti.

Cennette eviniz biraz daha büyük olsun ister misiniz? O zaman iki tuğla koyun. Hem kârlı bir alış veriş, hem de cennet garanti. Bu dünyayı kazandığın gibi, öbürünü de garanti altına almış olacaksın. Cennette, gelsin şaraplar, gelsin meyveler, gelsin huriler. Tabii, eğer kadın iseniz, iş değişiyor. Bu kez sizin için erkekler ayarlanmış olmalıdır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı’na danışmak gerekir. Bir erkek bunu danışırsa, belki daha samimi bir yanıt verir.

Peki, siz öbür dünyada evinizi garantilediniz, tamam ama, evinizin balkonu olacak mı? Balkonsuz evde oturulur mu?

Hadi balkonunuz oldu, iyi ama balkonunuz denize bakacak mı?

Hem sonra eviniz, Ağaoğlu tarafından yapılmış AVM’nin üstünde mi olacak, yoksa bahçe içinde mi? Acaba, cennette bu işleri yapanlar, kupon araziler üzerinde yapılmış evlerden birini size ayarlayabilirler mi? Kaç tuğla vermek lazım?

Peki diyelim ki, çok günahı olanlar bir tuğla ile evi garantiye aldı, ya az günahı olanlar, bu işi yarım tuğla ile alamaz mı?

Evlerin arsaları ne büyüklükte acaba?

Peki, sahi, bu cennette eve ne gerek var, gerçekten orada ev var mı? Diyanet İşleri Başkanı dediğine göre ev var olmalı. Öyle ya, koskoca Diyanet İşleri Başkanı, yani, Reis’in şeyhülislamı, ondan daha iyi bilmemiz mümkün değil.

İşte gördünüz mü, bu da öbür dünya için.

Yani, Saray Rejimi’nde her şey var.

Ölürsen Erdoğan için, yerin cennettir, çünkü şehitsin.

Verirsen yüzdeni ilmine göre, demek ki parayı kapabilirsin.

Övmeyi iyi başarırsan, hem para alırsın, yeşilinden, hem de mevkin yükselir. Reis’e ne kadar yakın olursan, o kadar kutsanırsın.

Ve şimdi, para sende, övmesini ve sövmesini iyi biliyorsun, yüzde hesabını da çözmüşsün, o zaman bir de tuğla hesabı yapıp, cennetten kupon arsa üzerinde, AVM üstü rezidansta, evini kaptın demektir.

Sana, dört mü, daha fazla mı (bugünlerde sayısı arttı, eskiden dört idi) ne kadar istersen o kadar da huri.

İyi ama, bu huriler, eşinin, çocuğunun, mahallelinin yanında biraz ayıp kaçabilir. Öyle ise, bir tuğla daha koy, sana 1+1 bir daireler verilsin. Böylece, genç hurilerini, gözlerden uzak, orada ziyaret edersin.

Sahi, bu öbür dünyaya mı ait?

Diyanet İşleri, sanki bu dünya hakkında konuşur gibidir. En azından, tüm ölçüleri, bu dünyaya aittir. Ben, tuğlamı koyup, evimi aldıktan sonra, bir de araba isterim diyen olmaz mı? Sahi, cennette mi daha yoğun trafik olacak, cehennemde mi?

Adam, Reis’e yakındır. İstediğiniz müteahhiti anabilirsiniz. Mehmet Cengiz mi istersiniz, Nihat Özdemir mi, yoksa Ağaoğlu mu? Yüzdeyi basmış ve ihaleyi almıştır. Söz de dinlemektedir, her işten Reis payını vermektedir. Ve kupon arsalar onundur, 1+1 dairelerde sevgilileri, huri niyetine tutulmaktadır. Araba da ne, helikopteri de verilmiştir. Şimdi, Diyanet İşleri Başkanı’na göre, bu adam zaten cennette değil midir?

Galiba bunlar, halkla dalga geçmektedirler.

Galiba bunların elleri, belleri, dilleri artık ayar tutmuyor.

Galiba bunlar, cennetin efendileri olmuşlardır.

Galiba bunlar, kilisenin Ortaçağ hâlini yaşamaktadırlar.

İslam, İsa’dan yuvarlak hesap, 600 yıl sonra doğdu. Hıristiyanlık, gelişinden 1500 yıl, yuvarlak hesap, sonra, Ortaçağ’da, cennetten arsa satmaktaydı. Bu Hıristiyanlığın 1500 yıl sonrası, İslam’ın doğuşuna eklenirse, yuvarlak hesap 2100 yılları mı eder? Acaba, 1500 yıl geçtikten sonra, dinlerde cennetten arsa pazarlamak, ev satışı yapmak, kupon arazi ayarlamak kural mıdır?

İşte Saray Rejimi’nin hâlleri bunlardır.

Yüzdeyi vereceksin, en bonkör cinsinden. İhaleyi kapacaksın. Muhalif olana sövecek, Erdoğan’ın her adımını, dönme hızına yetişip öveceksin. Mevkiyi ve yeşil dolarları kapacaksın. Sonra da, tuğlayı koydun mu, cennetteki evinin tapusunu Diyanet’ten alacaksın.

Ne diyelim.

Diyanet İşleri’nin önüne, kuyruk olalım ve cennetten ev tapumuzu alalım. Eğer arsanız nereden olsun bilmiyorsanız, hemen kafayı çalıştırın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın evinin civarında olsun deyiverin.

Sarayın virüs önlemi: Patronlara 100 milyar, emekçilere sabır, dua, kolonya! Biz yaşamak ve yaşatmak için mücadele edeceğiz

Korona’ya karşı ekonomik istikrar paketi kalkanı… “2 ay direnin. Çok gezmeyin. Elinizi yıkayın. 65 yaş üstündekilere kolonya vereceğiz. 100 milyar lira ayırdık ama 2 milyarını size ayırdık. Siz milyonlarca emekçi de gidip düşük faizle kredi çekin.” İşte tüm kamu gücünü ellerinde bulunduranların Koronavirüs salgını tehlikesiyle burun buruna olan 80 milyon insana açıkladığı “plan”…

Virüs hiç bu kadar açıktan ekonomi-politik bağlamıyla ele alınmamıştı. Her şeyi para olarak görenler için, dünya çapında bir salgın da ülke ve ekonomi için hayırlara vesile olması dilenecek bir durumdur. Yakında açıklamaları ‘bu virüs bize Allah’ın bir lütfu’ olarak devam edecektir.

“Alınan tedbirlerin etkisiyle ortaya çıkan bu olumlu görüntüyü sürdürmekte kararlıyız” diyerek en azından bunun bir görüntü olduğunu kabul etmektedirler. Haftalar öncesinde yayılmaya başladıktan, hatta kayıtlara zatürre olarak geçen kayıplar verildikten sonra virüsün burada da olduğu kabul edilmiştir. Bu kabulden sonra ise devletin virüsün yayılmasına karşı aldığı tedbirlerin ne kadar da yerinde ve iyi olduğu anlatılmaya başlanmıştır.

Bir ay öncesine dönelim, mesela nedir bu tedbirler? Savaş yatırımları mı, Kanalistanbul’a bütçe ayırmak mı? Yüzlerce solunum cihazı, oksijen tüpü alındı da tevazudan mı açıklanmıyor?

Şu an doktorlar hastalara müdahale için maske bile bulamamakta. Türkiye’de üretilen yüz binlerce kit yurtdışına satılırken burada tanı konması bile gün geçtikçe zorlaşıyor.

Ama önemlidir: Patronların SGK prim ödemeleri 6 ay ertelendi. Nakit akışı bozulan firmaların bankalara olan ödemeleri 3 ay ötelendi ve gerekirse finansman sağlanacak. İhracatçılara da finansman sağlanacak. Konut kredisi alımlarında kolaylıklar uygulanacak. Esnek çalışma daha da etkin hale getirilecek.

Yapılan tüm açıklamalar, biz ve onlar ayrımını vurgulamaktadır. Burada ‘biz’; işe gitmek zorunda olduğu için hasta olacak olanlar, hasta olduğunda hastanelerde yer bulamayacak olanlar, doktorsa hastalara müdahale için imkan bulamayacak olanlar, okullar tatil olduğu için çocukları nereye bırakacağız diye düşünmek zorunda olanlar, evden çalışmaya geçirilip daha fazla özveri istenenler, günlük yevmiyeli çalıştığı işyerleri kapatılınca nasıl yaşayacağı meçhul olanlar, aman evden çıkmayın denirken zaten sokakta yaşayanlar, toplu taşıma kullanmamaya özen gösterin denirken işten atılma korkusuyla ilk otobüse yetişmeye çalışanlar.

Bir de onlar var; bize kolonya ve daha fazla borç lütfedenler. Yaratmadığımız bir virüsün, çöken bir ekonominin tüm yükünü bize yükleyenler.

Peki nasıl devam edecek? Evde ya da işyerinde çalışmaya devam ederken, kendi kendimize hijyen önlemlerimizi alırken, bir yandan her gün vaka sayısının ne kadar arttığını takip edecek, bir yandan onların kameralar karşısında pişkin pişkin gülmelerini mi seyredeceğiz? Ekonomilerine daha yararlı olduğunu düşünüp de sokağa çıkma yasağı ilan ettiklerinde, o yasak altında yalnızca kendimizi ve ailemizi korumaya çalışarak mı yaşayacağız? Yoksa bir birey veya aileden öte olduğumuzu, “biz” olduğumuzu, bir sınıf olduğumuzu hatırlayacak, her koşul altında sesimizi yükseltecek ve dayanışmamızı geliştirecek miyiz?

Bu seçeneklerden ikincisi yaşamak demektir. Bizi ancak “biz” olmak, mücadele ve dayanışma yaşatır.

“Dayanışma ezilenlerin inceliğidir” sözünün ortaya çıktığı sosyalist Küba’dan öğreneceklerimiz var.

Bugün kapitalist devletler virüse karşı sermayeyi korumaya çalışırken, hiçbir ülkenin kabul etmediği İngiliz gemisini insanlık bunu gerektirir diye kabul eden, tedavide kullanılacak 22 ilacın üretimine garanti veren, doktorlarını İtalya’dan Çin’e, dünyanın dört bir tarafına yardım için gönderen, akciğer kanserine, 3 yıl içinde 11.000 kişinin ölümüne sebep olan Ebola’ya karşı aşı geliştiren o küçük ada, mücadele ve dayanışma ile bugüne gelmiştir.

Kendinin ve tüm halkın sağlığı ve özgürlüğü için dayanışma geliştirmek, mücadele etmek, insan olmaktır. Biz de birlikte mücadele ettiğimizde yaşamın nasıl değiştiğini hatırlayalım.

Ekonomik istikrar paketi kalkanı da, şirket sahiplerini mağdur etmemek için buldukları çözümler de, bunların üzerine bize ikram ettikleri kolonya da onların olsun.

Biz yaşamak ve yaşatmak için mücadele edelim, dayanışmamızı büyütelim, örgütlenelim.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...