Ana Sayfa Blog Sayfa 107

Meta üretimi, mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve şiddet

Google ve Facebook gibi uygulamaların, bunların bağlı olduğu şirketlerin, aslında sizi takip edebildiğini, sizi izleyerek, bir “tüketici” olarak, bir nesne olarak, sizi avlayabilecek, sizi yönlendirebilecek yollar aradıklarını “Bir Kontrol Mekanizması Olarak İnternet-İletişim” bölümünde ele aldık. Aslında, bu artık, her Google kullanıcısı tarafından biliniyordur.

Bize “insan hakları” bahşedenlerin, Google vb. gibi internet üzerinden işlem yapan uygulamalara karşı haklarımızı korumak için, “kişisel bilgilerin korunması” başlıklı kanunlar çıkardıklarını da biliyoruz. Ama aslında bunlar, Google’a veya başka bir dev kontrol software firmasına rakip olabilecek diğer uygulamaları önlemek için iş görebilir. Yani, tekelci rekabetin bir parçası olacak kanunlardır. Tekel olarak pazara hakim olan, bunun devamı için kanun çıkarmaktadır.

Diyelim ki, ülkenizde ayakkabı ile ilgili bir kanun çıkmış olsun, ayakkabıların ithalatında ilave vergiler konmuş olsun. Emin olabilirsiniz ki, bunun anlamı, bir tekelci grubu korumaktır.

Nasıl ki, Çin’den pirinç ithal edecek firma Saray Rejimi’ne yani devlete yakın ise, pirinç dolu gemileri Akdeniz’e girdiğinde, birden bire “pirinç ithalatı vergileri kaldırıldı” diye kanun çıkıyorsa, bir hafta sonra eski kanun tekrar geçerli oluyorsa, Google gibi şirketler için de uygun kanunlar ve uygulamalar olur, oluyordur.

Tekelci sistem, bazı iktisatçıların bize vaaz ettiği gibi, “oligopol piyasalar” başlığı altında ele alınması gereken, kapitalist sistemden, serbest piyasa ekonomisinden bir sapma değildir. Tersine, tekelci sistem, mutlaka pazar hakimiyetine dayanır ve bu pazar hakimiyeti, tekelci ek kârlar anlamına da gelir.

Diyelim ki, deterjan pazarının çok büyük bölümünü elinde tutan P&G, Henkel, Unilever gibi firmalar, hem pazara başkasının girmesini önlerler, hem fiyat politikalarını ve pazar paylaşımını birlikte belirlerler, hem de bu arada onlara çalışan onlarca işletmenin kârlarının bir bölümüne el koyarlar.

İşte bu firmalar, pazara başka oyuncuların, başka kapitalistlerin girmesini de önlerler. Bunun için, “yasal düzenlemeler” yaparlar. Bunlar bazan gümrük prosedürüne ilişkindir, bazan, üretime ilişkin küçük bir ayrıntıdır. Bu yasaları, mesela gümrük vergisi gibi kararları, bize “ulusal ekonominin korunması” olarak sunarlar. Profesör unvanlı iktisatçıların aklına, bu koruma işini neden mesela şeker sanayiinde yapmıyoruz, sorusu gelmez. Öyle ya ulusal ekonomi deyince akla gelebilecek sanayi dallarından biri idi şeker sanayii. Neden tütün sanayiinde yapmadık? Sigara şirketlerine karşı devlet destekli yürüyen “içmeme” yasağı ve reklâmları, neden tüm tütün sanayimizi bu uluslararası dev şirketlere devrettikten sonra gündeme geliyor? Deterjan ile ilgili bir kanun çıkartırlar ve üretim tekniğinde yeni bir regülasyon devreye sokarlar. Ve bunu bize, “doğanın korunması” diye yuttururlar. Oysa, bizzat deterjan üreticileri, ülkemizde atıklarını, İstanbul’a su sağlayan göllere boşaltmışlardı.

İkinci Dünya Savaşı’nda, SSCB önderliğinde faşizme karşı elde edilen zafer, kapitalist-emperyalist sistemi, bazı önlemler almaya itti. Bu önlemlerden biri, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmak idi. Bu yolla, SSCB ve devrim cephesine “dur” tehdidi yapılmıştı. Ama aynı anda, tüm kapitalist dünyadan, Marshall Planı ve ona eşlik eden “demokrasi, insan hakları” reklâmı yükselmeye başlandı. Yukarıda adını andığımız P&G, o dönemler Amerikan devletine, propaganda konusunda bir hayli “yardımcı” oluyordu. Yani, sizin güzelleşmek, cilt sağlığı, temizlik, ev ürünleri vb. sağlayıcınız P&G, bu reklâm ve propaganda işlerini iyi bilir. Size zehiri satar ve kendinizi de mutlu hissetmenizi ister. İşte, “demokrasi” ve “insan hakları” atağı, aslında sosyalizmi durdurmak, dünya devrimini ezmek için kullanılan burjuva ideolojik saldırının kendisidir. P&G’nin de destek verdiği bu “demokrasi ve insan hakları” propagandası, devrim tehlikesi ortadan kalktıktan, cadı avı ile komünistler avlandıktan sonra, yani “demokrasi”nin en büyük tehdidi olarak komünizmin ilanı halka kabul ettirildikten sonra, bazı yasal düzenlemeleri de beraberinde getirdi.

Bunu şunun için anlatıyoruz, “yasal düzenleme”, bu tekelci egemenliği önlemek için işe yaramaz. Tersine, sistem, mevcut durumu sürekli öyle tutabilmek ve olası “tehdit”leri önlemek için yasalar çıkarır.

Onların “insan hakları” yasaları, istedikleri zaman ustaca ayaklar altına aldıkları yasalardır. Yoksa, tüm Batı dünyasında, bunca şiddet, bunca pislik, bunca sömürü, bunca aşağılama, bunca “insan hakları suçu” nasıl var olabilir ki?

Demek ki, “bilgilerin korunması” kanunları da hikâyedir. Hele ki, Google, Facebook gibi tekeller için bu tamamen öyledir. Belki Google ve Facebook, bu yasal düzenlemeleri kullanarak, tekelci egemenliklerine gelecek herhangi bir tehdidi önler ya da ileride işleyecekleri suçlar için yasal alt yapı oluşturmuş olurlar.

Size, binlerce yolla, kendi istedikleri şeye onay vermenizi sağlayacak “seçenekler” sunarlar. Öyle ya, demokrasi “seçenek sunmak” değil midir? Her biri bir diğerinin aynısı olan partilerden birini seçmenizi isterler, ama gerçekte, tüm partilerin milletvekillerini, önceden kendileri zaten seçmiştir. Size seçenek sunarlar, ama her seçenek, onlara kazandırır. Seçeneğinizi siz yaratamıyorsanız, “demokrasi”den söz edemezsiniz.

Size birer nesne, hareketleri çeşitli açılardan ve çeşitli nedenlerle kontrol edilen tüketiciler, yönlendirilmesi gereken “varlıklar” diye bakmaktadırlar. Ve mesela cep telefonunuz, modern tasmanız sayesinde siz bu oyuna gönüllü olarak girmektesiniz.

Turkcell, eğer sizden bir konu için onay istiyorsa, Google gibi dev tekeller bunu istediği içindir. Turkcell, bu tekeller için bir hizmet yapmakta, parasını da almaktadır.

Kaldı ki, biz bu bilgilerle “devlet”in neler yapacağını da bilebiliyoruz ve kabul etmiyoruz. Bizzat Brexit ve Trump seçim kampanyalarında yaşananları konu alan dokümanter filmler var. Bunları izleyince, zaten bu sistem kendini ele veriyor. Bu durumda, “bilgilerin korunması yasası”, doğrusu, hiç kimse için bir güvenlik sağlamaz.

Kısacası, bir hacker grubuna karşı, bir dijital hırsızlığa karşı sizi uyaran ve koruma vaadinde bulunanlar, bizzat hırsızdırlar.

Bizim ülkemizde, çok bilinen bir yoldur. Eğer bir eve hırsız girmiş ise, eğer bir işyerine vb. hırsız girmiş ise, hemen “polis”in bu işin ortağı olduğu bilinciyle hareket edilir. Zaten öyledir de. Polis, bizzat bu işi organize eder. Eğer bir hırsız arkadaşınız olmuş ise, size bunu anlatabilir. Evine girilen adam, evimden 10 bin lira çalındı, der, hırsız gerçekte 5 bin lira almıştır, polis, 5 bin lirayı getiren hırsızı saatlerce döver. Öyle ya, hırsızın ne kadar çaldığını, ne kadar paranın bölüşüleceğini nasıl bilecekler? Bu nedenle, sizin evinize hırsız girdikten sonra gelen polisler, size tam olarak neyin ve ne kadarın çalındığını sorarlar.

Hacker ve dijital hırsızlıkları tehdit olarak gösteren sistem, emin olun, gerçekte sizi koruyan bir “koruyucu” değildir. Tersine, tüm bu hırsızlıkların ana kaynağı, suyun başı, suçların sorumlusu ve yaratıcısıdır. Bunlara, devlete ve tekellere güvenmek yerine, ille de birine güvenecekseniz, o zaman hacker’lara güvenin.

Google’a dönelim. Bu arada, Google özel olarak ele alınmalıdır. Kapitalist sistemi anlamak için, bugün, tekelleri değil de, bir küçük işletmeyi incelemek, aptallık değilse, mutlaka akıl karıştırmak içindir. Tekelci yapılar, kapitalist sistemden birer sapma, onun uru vb. değildir. Bu konuyu daha önce, “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmamızda ele almıştık. Bu nedenle sadece şunu vurgulayalım: Her zaman en gelişmiş örnek ele alınmalıdır ve oradan daha “ilkelini” anlamak kolaylaşır. İnsan vücudunu anlamak isterseniz, daha ilkeli olan fare vücudu size yardımcı olabilir. Ama hedefiniz insan vücududur.

Diyelim ki, Google kullanıcısısınız. Zaten olmama durumunuz yok. Türkiye’de, başka ülkeleri bilemiyorum, sizden e-mail istenen kurum sayısı artmaktadır. Mesela özel okulların hemen hepsi sizden bir “gmail” hesabı istemektedir. Bu “gmail” hesabı isteyenler, her geçen gün artmaktadır. Ve size Google, “gmail” posta hesabınızı ücretsiz açmaktadır. Sanırım, bunun için, bazı doğrulama testlerinden sonra. Mesela sizden adınızı, yaşınızı vb. ister. Yaşınızı “ebeveyn” koruması için istediğini söyler. Yasal olarak bunu yapması gerektiğini söyler. Bizim “aklını evde unutarak” yaşayan okur-yazar takımımız, bu ebeveyn korumalarını, devletin kendisini koruma iradesinin bir parçası olarak ele alır. Oysa, açıkça öneriyorum; eğer devlet sizi koruyacağım diyorsa, mümkünse bunu reddedin, o alandan kaçın, bu korumanın bizzat kendisi size tehdittir ve bunun istisnası yoktur. Doğrulama testleri, mesela cep telefonunuza bir mesaj gelmesi gibi, sizin hangi takma ismi alırsanız alın, kimliğinizi bilmeleri içindir. Eğer telefonunuz bazı markalar ise, mesela iphone gibi, Apple sizinle ilgili bilgileri sattığı için, sizin telefonunuzun markasını-modelini bilebilirler. Demek oluyor ki, sizin kredi kart bilgilerinizi de bilirler. İşte kredi kartı dediğimiz zaman, şimdi, bizim “okur-yazar” takımımız, hemen korkmaya başlıyor. Ya kartımdan para çekerlerse. Korkmayın! Zira bu konularda Google güvenilirdir. Sizin kredi kartınızdan en çok 5.000 TL çeker. Bu 5.000 TL, zaten borçlu olan sizin için, bir kere daha yıkım anlamına gelebilir. Ama bununla ilgilenmezler.

Birçok “okur yazar”, iyi ama herkesten 5.000 TL çekerse, dünya kadara para eder, diye “zekâsını” göstermek ister.

Gösteri, böyle yapılırsa, körlüğü örtmeye yarayabilir, çünkü, bizzat yapanı kör eder. Siz, onun ne kadar para kazanacağı ile ilgili misiniz? Eğer öyle ise, bilin ki, sizin hesapladığınızdan çok ama çok daha fazlasını, sizin kredi kartınız üzerinden sizi dolandırmadan, bizzat sizin onayınızla ve desteğinizle kazanmaktadır zaten. “Zekâ” gösterisine gerek yok. Zekânızı, sisteme karşı mücadele için kullanırsanız, o zaman size bir faydası olur.

Siz şimdi Google’a bu bilgileri verdiniz. Google istiyor ki, bu bilgileri, bizzat siz, “alıklaşmış” bu hâlinizle, yeni bitme bir şirkete de vermeyin. İşte onun için size “bilgilerin korunması”, “ebeveyn kontrolü” gibi şeylerden söz ediyor. Hatta size kullandığınız cep telefonunun bizzat marka ve modelini de söylüyor ki, siz “bak be adamlar neleri biliyor” diyesiniz ve teslim olasınız. Güç gösterisi işte böyle olur sayın “okur-yazar”. Yani Google, hep onun olasınız diye, sizi “zeki” kılmaya çalışıyor. Onun için, sayın “okur-yazar”, bu gösteriyi yapmayın. Onun yerine, Google’ı silip atın, Facebook’u yakın, işte o zaman sizin zekânız bağımsız işleyen bir şey olabilir.

Diyelim ki, ilk okulda, şurada ya da burada, bedava olduğu için, engel çıkarmadan, biraz “Google tarafından eğitilmeyi kabul ederek”, mutlu sona ulaşıp bir gmail hesabınız oldu. Gerisi, artık sizden çıkmaya başlıyor.

Google, mesela Google anlamında, mutlaka başkaları da, sizin tüm bilgilerinizi tutuyor. Mesela 10 yıl önce, nerede ne yaptığınız ile ilgili bir veri dahi sizin hesabınızla bağlantılı olarak orada duruyor. Şu dükkândan, şu ürünü aldınız ya da şu kahvede bilgisayarınızdan “aşk” kelimesini arattınız, şu sitelere girdiniz ve şu kadar süre şu fotoğrafın başında beklediniz gibi.

Bir soru sorabiliriz herhâlde: Acaba, bunca bilgiyi, mesela sizin (siz özel bir kişi değilsiniz, herkesin anlamında sizin) 20 yıl önce gmail hesabı açarak içine girdiğiniz Google dünyasında bu kayıtlarınız neden tutuluyor? Google’ın bir sahibi var: Kapitalist. Fabrikada üretilen bir gömlek sahibi ve satıcısı olarak kapitalistten, biraz farklı, bir kapitalist. Ama bunca bilgiyi ne yapmayı düşünüyor? Gelecek için mi hazırlık yapıyor? Yoksa, bizzat bugün, bu bilgileri kullanıyor ve bizzat bugün, buradan akıl almaz paralar mı kazanıyor?

Kapitalizmde, size bugün “hava” bedava ise, bunun nedeni, henüz kapitalizmin “hava”yı (ya da o şeyi, yani hava yerine koyacağınız başka bir şeyi) meta hâline dönüştürememiş olmasındandır.

Dün, su bedavaydı. Elinizi musluğun altına koyup, kana kana içerdiniz. Ama bugün, suyu para ile satın almak zorundasınız. Ve bu, kendiliğinden olmadı. Hayır, kapitalist üretim doğayı kirlettiği için de su paralı olmadı. Elbette kapitalist sistem doğayı kirletiyor, kirletmek ne demek, yağmalıyor, öldürüyor. Gezegenimizi öldürüyor. Ama su bundan dolayı paralı olmadı. Su, bazı tekeller, bazı kapitalist işletmeler böyle istediği için paralıdır. Sularımızı kirleten, bunun için eylemler yapan (suya deterjan dökme, su sağlayan barajlara hayvan leşi atma, şehrin su sistemi içindeki boruların değiştirilmesini önleme vb. eylemler) bu şirketlerdir.

Ve sonuç ortada; su para ile satılıyor. Dün, mesela bir 50 yıl önce, kimse suyun para ile satılacağını düşünemezdi. Yarın, aynı şeyin “hava”ya olacağını düşünmek artık zor değil.

Demek konumuz yine meta.

Meta, sınıflı toplumla birlikte başlıyor. İnsanın üretimi (yaşamı için gerekli şeylerin insan tarafından üretimi) elbette insanlaşma sürecinin içinde ele alınır ve ilk dönemlerinden başlar. Ama ürün ile meta aynı şey değildir. Meta denildi mi, pazar için üretilen şey diye ele almalıyız. Elbette, bir dönem vardır ki, insanoğlu elinde bir şeyden fazla varken, başka bir şeye ihtiyaç duymuştur ve bunu değiştirmiştir. İşte bu, komünal toplumun dağılmaya yüz tuttuğu dönemlere rastlar. Elindeki fazla olanı, başka bir şey karşılığında değiştirme, metalaşma sürecinin içindedir. Öncesinde, her kabile fazlasını, başka birine karşılıksız verebilirdi. Takas, başlangıçta, zorunluluktan ortaya çıksa da, zamanla bir ilişki biçimine dönüşüyor. Ama ürünün metalaşması için yeterli değildir.

Meta üretiminin iki asgarî koşulu var. Birincisi, meta olarak bir ürünün satışa çıkarılabilmesi için önce o ürünün bir sahibi olmalıdır. Bu sahiplik denilen şeyin ise, toplulukça, toplumca kabul görüyor olması gerekir. Yoksa, ben Hasan’ım, öyle ise sahibi de benim gibi olmuyor. İkincisi, meta olması için, sahibi tarafından, tüketilecek olan miktardan fazla olması gerekiyor. Yani değişim için üretilmesi gerekiyor. Şimdi, elimde fazla olan ve sahibi olduğum herkesçe kabul edilen bu buğdayı, bana lazım olan et ile değiştirme süreci başlıyor. Bunun takas usulü olması durumu değiştirmiyor. Biliyoruz ki, burada, ilişkiye sokulan iki metadan birinin değeri ölçülürken, diğeri eşdeğer rolüne bürünüyor. Ve yine biliyoruz ki, giderek bir genel eşdeğer oluşur ve para denilen şey, bunun ardından gelişir.

Eşdeğerin bu serüveni, bugünden bakarsak, paranın bu serüveni, meta üretim sürecinin de değişim ve gelişim serüveninin bir parçasıdır.

Yani, meta ilk ortaya çıktığı şekli ile kalmıyor.

Meta üretimi demek, mülkiyet meselesi demektir. Bugünden bakarsak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet olmadan, meta üretimi olmaz.

Fabrikada üretilen buzdolabı, mülk sahibi için, mesela Vestel için bir kullanım değeri ifade etmez. Yani, onun için tüketeceğinden fazla anlamındadır. Elbette onun da çok ötesine geçmiştir. Vestel’in sahibi, bu buzdolaplarına, “buzdolabı”, yani kullanım değeri olarak bakmaz. Onların bir kullanım değeri vardır, ama bu ona ihtiyaç duyan için bir kullanım değeridir. Onu satın alan, onun kullanım değerini satın alır. Oysa Vestel için bunlar, içinde artı-değeri de (yani kârın kaynağını da) içeren bir değerdirler. Vestel’in sahibinin, kullanım değeri üretmek umurunda değildir. O artı-değer üretir ve bunu yaparken, o ürünün içinde daha önceden üretilmiş değerler de var olur. O şimdi, bu buzdolabını satarak, değeri ve elbette ki artı-değeri paraya çevirmek istemektedir.

Metanın sahip olduğu değer ve kullanım değeri eğer anlaşılmamış ise, mutlaka ve mutlaka, ekonomi-politik bilgisine ihtiyaç vardır. Bunun için, bizim Kaldıraç yayınlarının kitapları kadar, doğrudan Kapital okunması da mümkündür. Okuyucu bilmelidir ki, gerçekten meta anlaşılmamış ise, günümüzde sürdürdüğümüz pek çok tartışma, eksik anlaşılacaktır.

Metanın değeri, değişim değeri olarak karşımıza çıkar. Kullanım değeri ise, içinden geçilen tarihsel ve toplumsal koşullara göre oluşur, değişir.

Diyelim ki, bir meta, aslında hiçbir ihtiyacı gidermeyecek içerikte olsun. Bilimsel açıdan böyle olsa da, o bir kullanım değerine sahip olabilir. Mesela Cola böyle bir metadır. Tütünün zararlı olduğunu iddia edebilirsiniz ve mutlaka da haklısınız. Ama eğer sigara, modern tütün tekellerinin içine koyduğu 40’a yakın madde ile sarmaş dolaş olmamış olsa idi, tütünün bir zevk verici madde olduğunu söylememiz mümkün olurdu. Seversiniz veya sevmezsiniz, ama keyif verici bir maddedir. Şimdi, bugünün sigara tekelleri, içine öyle maddeler koyuyorlar ki, o sigara markasına bağımlı hâle gelmemiz için öyle şeyler yapıyorlar ki, doğrudan bir kanserojen madde olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Acaba, neden, “insan hakları yasaları” yapan bu burjuva devletler, sigara üretimine “tütün” dışında bir maddenin giremeyeceği yollu bir yasal düzenleme yapmazlar? Çünkü mesele artı-değer üretimidir. Sigara üretimi üzerine, çeşitli fabrika çalışanları ile yapılan gözlemler ışığında, paketi 15.00 TL’ye satılan sigaranın, üretim maliyetinin 0,10 kuruş civarında olduğu hesaplanmaktadır. Elbette, bu kesin bir hesaplama değildir. Benim fikrimi soracak olursanız, bu maliyetin 0,10 kuruşun da altında olduğunu düşünürüm. Sigarada, tütün, kâğıt, filtre, kimyasallar, makinaların yıpranma payı ve emek var. Kimyasallar, üretimin içinde olmayan biri tarafından kolaylıkla tespit edilebilir değildir. Ama içerdiği tütün, plastik ve barut karışımlı kâğıt ve kimyasal bir alışkanlık yaratıcıya bandırılmış filtre, işçilikle birlikte 0,10 kuruş ya tutar ya tutmaz.

Ama Cola, daha ilgiye değerdir. Cola, gerçek anlamı ile hiçbir insan ihtiyacını giderememektedir. Bugün Cola olmamış olsa, alışkanlıkları (bir tür uyuşturucudur) nedeni ile ona ihtiyaç duyacak olanlar hariç, yeryüzünden bir şey eksilmiş olmaz. Belki de temizlik maddesi olarak işe yarayabilir. Cola, aslında bilimsel açıdan bir ihtiyaç olmamış olsa da, pazar sisteminde üretilmiş bir ihtiyaçtır. İhtiyaç, ister mideden gelsin, ister beyinden gelsin, onu ihtiyaç olarak “kabul etmek” zorundayız. Öyle ya, meta üretiminden söz ediyoruz. Cola’nın, musluktan akan sudan maliyet olarak bir tek fazlası olabilir, o da, üretim için kurulmuş tesisler. Yoksa içine konan kimyasallar, bir büyük maliyet kalemi oluşturmaz. Pek çok üründe olduğu gibi, burada da en büyük maliyet ambalajı, yani şişesidir.

Ama buna rağmen, Cola üretilmekte olan bir metadır ve yüksek kâr marjına, yüksek miktarda artı-değere işaret etmektedir.

Aslında, doğanın mülk edinilmesi dediğimiz süreç de, bize büyük “olay” gibi görünen toprağın, doğanın bir parçasının mülk edinilmesidir. Maden ocağının mülk edinilmesi ya da makinaların, üretim araçlarının mülk edinilmesi, o kadar sorun değil gibidir. Yani üretim araçlarının mülk edinilmesi sanki doğal bir şeymiş gibidir. Biz bunu böyle görmüyoruz elbette, ama öyle görünmektedir. Bu nedenle, “mülk allahındır” denildiğinde, daha çok bu toprak vb. üzerinden konuşuluyor, daha az “üretim araçları”, makinalar vb. üzerinden konuşuluyor gibidir. Toprak bir meta hâline gelip alınıp satıldığında, aslında, üzerinde hiçbir “canlı emek” harcanmadan da alınıp satıldığı görünür ve bu durum, “değeri” olmadığı hâlde, “fiyatı” olan bir meta olarak örneklendirilir. Hakimin vicdanı da öyledir. Bir değer içermez ama bal gibi bir fiyatı vardır. Dava ne kadar büyük, “önemli” kişileri ilgilendiren bir dava ise, fiyat o kadar yükselmeye başlar.

Bunun gibi, şantaj malzemeleri de böyledir. Bir erkek ile kadının birlikte çıplak görüntüleri, yeri ve günü geldiğinde bir şantaj malzemesi olarak kullanılmaya başlanır. Gerçi burada bir fotoğraf çekimi, onun tab edilmesi, korunması vb. gibi maliyet kalemleri, işin içine “emeğin” de girdiği süreçler vardır. Ama fiyat, bu süreçlerle alâkalı olmaktan çıkan bir fiyattır.

Bir meta, belli bir toplumsal açıdan gerekli emek zamanında üretilmiştir ve bu onun değerini içerdiği, toplumsal açıdan gerekli emek miktarı belirler. Değer, kendi kendine ortaya çıkmaz. Pazara gittiğinde meta, değişim sırasında ortaya çıkar. Değer, kendini, başka bir metanın değeri üzerinden ifade ettiğinden, burada değerden niceliksel bir sapma ortaya çıkabilir. Normalde, sizin metanız, bir birim emek zamanda üretilmektedir ama öyle bir an olur ki, iki birim emek zamanda üretilmiş bir meta ile değişime girmiş olabilir. Buna niceliksel sapma deriz. Bu durum, değişim değerinden fiyata geçerken daha da artar. Tekelci aşamada, bu daha da fazla ve iradî olarak artar. Ama para bulunduğu andan itibaren, aynı zamanda “niteliksel” sapma da ortaya çıkar. İlkinde, içerdiği emek birim zamandan daha farklı (daha düşük veya daha yüksek) işlem görebilen meta, şimdi, toprakta olduğu gibi, hiçbir emek birim zaman içermediği hâlde, fiyatı olan bir şey hâline gelmiştir. Hakimin vicdanı da böyle bir metadır. Şantaj için kullanılan video ve fotoğraflar biraz daha farklıdır.

Demek ki, biz meta ile, üretim araçları üzerindeki mülkiyet arasında bir bağ kurabilmiş durumdayız. Meta üretimi, aslında sınıflı toplumların ilki ile yaşıttır. İlkel komünal yaşam dağılırken, kölecilik oluşurken, aslında meta üretimi de gelişmekte idi. Ama eğer bugünden, kapitalist toplumdan bakmıyorsak, bunu analiz etmemiz o kadar da kolay olmazdı. Metanın kapitalizmin hücresi olarak keşfi, Marx’ı beklemek zorunda kalmıştır.

Sınıflı toplumlar geliştikçe, metanın etki alanı da artmaya başladı. Ama kapitalist topluma kadar hiçbir zaman meta, toplumun her alanına sızmış olamadı. Kapitalist toplum, metanın egemen olduğu, dahası evrenselleştiği bir toplumdur. Bunun bir nedeni de, ücretli emeğin, işçi sınıfının ortaya çıkmış olmasıdır. Ücretli emek derken, proletaryanın doğuşundan söz ediyoruz. İşçi, üretim araçlarına sahip olmamak bir yana, kendi emeğini “yararlı” kullanacak durumda değildir. Yani, eski çağlardaki gibi, “ekmeğini taştan çıkarmak” deyimi artık işe yaramaz. Zira, üretim için üretim araçları lazım ve bu araçlar, artık sadece belli bir sınıfın elindedir. İşçi emek gücünü satmak zorundadır. Onu hangi kapitaliste satacağı konusunda özgürdür, ister o kapitaliste, ister diğerine satar. Ama satmama özgürlüğü yoktur.

Meta, ne kadar genişler ve yaygınlaşırsa, aslında, kendisi ile birlikte, kapitalist üretim ilişkilerini de o kadar genişletir ve yaygınlaştırır.

Suyun para ile satılması, doğanın bir parçasının şişelenerek meta hâline getirilmesi, ilgiye değerdir. İlgiye değerdir, zira, bundan 100 yıl önce, böylesi bir olay inanılmaz bulunurdu. Meta üretimi genişledikçe, meta toplumun tüm hücrelerini sardıkça, insanlar arasındaki ilişki şeyler arası ilişkiye döndükçe, her şeyin bir fiyatı var sözü hayat buldukça, bedava olan bazı ihtiyaç maddeleri de metalaşıyor.

Sıra “hava”da mıdır, bilmiyoruz, ama ona da sıra geleceği açıktır. Kapitalizm öldürür sözü doğrudur. Ölümden başka bir seçenek sunmaz bu sistem. İster uyuşturarak, ister alıklaştırarak, ister “metalaştırarak”, ister fizikî olarak olsun kapitalizm öldürür. Sosyalizmi reddetmek, bu ölüme boyun eğmektir de.

Google, bu meta alanının genişlemesini de ifade etmektedir. Yani hava gibi, toprak gibi, su gibi, daha önceleri metalaşmamış bir şeyin metalaşmasını ifade ediyor. Sizin datalarınızı, sizin bilgilerinizi, sizin “yaşamdan anılarınızı”, bu yeni medya dünyası, yani Google, Facebook vb. meta olarak pazarlamaktadır. Reklâm şirketleri, sizin bu denli yakından izlenmenizden gelen bilgilere, tekeller adına büyük önem vermektedir. 18-25 yaş aralığında, cebinde kredi kartı olan, davranışları bilmem nasıl olan “tüketici”ler diye bir grubun içine girmektesiniz ve bu grupta iseniz, sizin kaydedilmiş hareketleriniz, anılarınız, eylemleriniz vb. birileri için pazarlanmaktadır. Sizin bilgileriniz, büyük bir datadır ve metalaşmıştır.

Bizim bilgilerimizi bu denli büyük bir özveri ile saklayan, bizi korumak için bunca çabalar harcayan Google şirketi, ürkütücüdür de. Anlaşılan, sadece bizim bilgilerimizi almak, bizi izlemek, bizim nasıl yönlendirilebileceğimizi bulmak ile sınırlı bir iş yapmamaktadır. Aynı zamanda, bu alanın tekeli, hakimi olmak istemektedir. Bu pazara hakim olmak, mutlaka, şiddeti de beraberinde getirir. Sadece, reklâm, aynı zamanda şiddettir, anlamında değil o bildiniz, devlet ve mafya eli ile ortaya çıkan şiddet de içinde.

Tekelci rekabetin gerçekliği budur.

Şimdi biz, P&G-Unilever-Henkel üçlüsünün arasına dalıp, “müthiş buluşumuz var” diyerek deterjan sektörüne girebilir miyiz? Aslında teknolojik olarak bu olanaklı. Sıradan bir kimya fakültesi öğrencesi, sabun üretimini, deterjan üretimini bilir. Öyle ise bu alana girebilir. Nasıl olsa, üretim maliyetleri ile piyasa fiyatları arasında büyük farklılık var. Diyelim ki bu üç büyükler, deterjanın kilosunu 1 TL’ye mal ediyordur ama piyasada satış fiyatı 30 TL/kilo’dur. Siz pazara gireceksiniz ve size de maliyeti 3 TL olsun. Daha az üreteceksiniz vb. nedeni ile, maliyetiniz, büyük çaplı üretimin altındadır. Ve siz bunu mesela 10 TL’ye satmaya razısınız. Ama bunlar pazarın tümünün hakimidir. Bu işle uğraşan kimya hocasını da, bu işi üretebilecek merdiven altı üretim alanlarını da bilirler. Ve bunları önlemek, bildiğiniz gibi, mutlaka şiddeti gerektirir. Öyle de yaparlar. Modern mafya dediğimiz şey, aslında bu tekelci rekabetin gerektirdiği şiddetin ürünüdür.

Google, bundan azade değildir. O da bunu yapmaktadır, yapacaktır. Bu şiddeti nasıl kullanacağı ise apayrı bir konudur. Ama nihayetinde, mafyanın metotları, her yerde biraz olsun tanıdıktır, öyle değil mi?

Google, bu bilgileri topluyor ve bu yolla, tüm tarihi, tüm yaşamı, toplumsal yaşamı meta olarak satmaya yöneliyor.

Netflix, sizin seyrettiğiniz dizilerden, sizin seyrettiğiniz filmlerden vb. sizin karakterinizi çözümlüyor. Eğer siz, onu seyrederken, o da sizi seyredecek bir kamerayı TV üreticilerine televizyonun içine koydurmayı başarmış ise, modern HD TV’lerinizin içinde istenildiğinde kamera işlevini görebilecek bir şey varsa, demek oluyor ki, onlar da sizi kayıt altına alabilir. Bu, sizce bir şiddet değil midir?

Birkaç film seyretmek adına, bu riske değer mi bilinmez. Ama sizin bilgilerinize ihtiyaç duydukları kesindir.

Telif hakkı meselesi de sizce ilginç değil midir?

Bir insan, diyelim ki Nâzım Hikmet, bir mücadele sürecinin içinde, toplumsal ilişkiler ağı içinde, birikimlerini oluşturuyor ve sonra bunları, şiirleri ile, kendi amaçları için topluma sunuyor. Elbette, onun kitaplarının satılması gerekiyor, ki geçimini sağlayabilsin. Ama Nâzım Hikmet için biz şimdi kime telif hakkı ödeyeceğiz? Eğer, aile, özel mülkiyet ve devlet olmamış olsa, böyle bir sorumuz dahi olmayacaktır.

İnsanoğlunun tarihsel birikiminin, fikirlerin, buluşların vb. mülk edinilmesi, açık olarak hırsızlıktır. Tüm toplumun malı olan o şeyler, daha düzgün söyleyelim, tüm toplumun olan ve mal olmayan o şeyler, birileri tarafından mülk edinilmektedir ve bu durum toplum tarafından onaylanmaktadır.

İşte aynı şekilde, mülk edinilen üretim araçları da, insanın, daha önceki üretimlerindeki canlı emeğidir ve aslında toplumsal karakterdedir. Yani, üretim araçları, ilkel balık avlama sopasından başlayalım, en modern makinalara kadar, toplumundur, o üretim araçları, insanlığın ortak zenginliği, birikimidir. Bunların özel mülk edinilmesi hırsızlıktır ve devlet, bu hırsızların ortak komitesi, ortak örgütüdür.

Onun için devlet ve tekeller, ne zaman size bir iyilik yapmaktan, sizi korumaktan, sizin için bir şeyi bedava vermekten söz ederlerse, bunu mutlaka reddedin, bundan korkun; mutlaka, sizden çok daha büyüğünü almak için gelmişlerdir.

Google, aslında sizin yaşamınızı kayıt altında tutuyor ve bunu sizi bir reklâmın hedefi hâline getirmek için kullanıyor. Bu en açık olanıdır. Bundan şüphe etmeyin. Ama dahası vardır. Bu yolla, sizin tüm geçmiş yaşamınızı analiz ederek, sizi yönlendirebilecek mekanizmalar geliştirmeye çalışıyor. Sosyal medya, aynı zamanda bu tekelci ilişkiler ağı içinde, fikrî mülkiyet alanını genişletmektedir. Metanın alanının genişlemesi ile, mülkiyet alanının genişlemesi arasında bir bağ olması doğal olmalı.

Siz arkadaşlarınızla, bir konu hakkında konuşurken, modern akıllı cep telefonlarınızdaki ayarlamalara uygun olarak, sizi dinliyor. Eğer siz özel bir şampuan arıyorsanız, sizi hemen bir P&G ürünü satan mağazaya yönlendirebilecektir. Ya da bir ilaç için konuşuyorsanız, hemen size bununla ilgili bir reklâm gönderecektir. Bu aslında, en masumudur.

Bu yeni bir alandır ve sizin tüm bilginize ihtiyaç duymaktadırlar. Milyar terabaytlık alanlarda bu bilgileri depolamaktadırlar. Sizin bilgileriniz, şimdi, bu disklerde, acaba kimin malıdır? Bu bilgilerin sahibi, mülk sahibi kimdir? Tıpkı işçinin maddeleşmiş emeği demek olan üretim araçlarına el konulması gibi, şimdi sizin yaşamınızın özeti demek olan bilgi ve anılarınıza el konulmaktadır. Bunlar, yeni tarzda ele alınıp, pazara sunulmaktadır. Bu kadar da değildir. Bu bilgilere sahip olanlar, bunları mülk edinebilenler, acaba, başka ne olanaklara sahip olurlar?

Bilgiye sahip olan, tanrı olur mu?

Telif hakları, patentler vb. bugünkü sistemin önemli bir alanı hâline gelmiştir. Kapitalist sistem, bilgiyi kontrol etmek zorundadır. Uluslararası tekeller, hakim oldukları pazarları denetim altında tutmak için, bilginin kontrolü ile ilgilidirler.

Mesele sadece, dev, eğlence-iletişim-medya sektörü meselesinden de anlaşılabilir. Sizin nasıl eğleneceğiniz, ne kadar eğleneceğiniz, hangi oyunlar vb. ile sizde bağımlılıklar yaratılabileceği, sizin nasıl üretken olmaktan çıkarılacağınız, velhasıl sizin nasıl insanî yeteneklerinizin tümü ile onların denetiminde olabileceğiniz konusu vardır. İşte Google’ın tekel olduğu alan burasıdır.

Siz Facebook’ta, eğlendiğinizi, podyumda yürür gibi, kendinizi “sosyalleştirdiğinizi”, aldığınız her “like” ile önemli birisi hâline geldiğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Onlar ise, a- sizin tüm bilgilerinizi, yaşamınızın izlerini, kayıtlarını almaktadırlar. Yarın, yaşamınızla ilgili bilgilerin sizde olduğundan fazlasının Facebook’ta olduğunu öğreneceksiniz. b- sizin sosyal bir varlık olarak, gerçek yaşamda gelişiminizi ve bu yolla sistemden bağımsızlaşma eğilimlerinizi yok etmektedir. Size göre sosyalleşme, artık aldığınız “like”larla ilgili hâle gelmektedir. Mesela bu durum, anti-depresan hapları üreten ilaç şirketleri için önemli bir potansiyeldir. c- sizi istedikleri gibi yönlendirebilecek malzemeleri, bilgileri, gönüllü olarak verdiğiniz için, sorunsuz olarak almaktadırlar. Arkadaşınıza vermediğiniz “sırlarınız” Facebook’ta dolaşmaktadır. Ne sır ama!

Bir reklâm şirketi, diyelim ki lüks bir araba için bir film çeksin. Bu filmde, seksi vücudu ile bir kadın boy göstersin. Bu kadın, iyi paralar da almaktadır. Peki reklâm şirketi, bu paraları, bu çalışan kadına nasıl ödüyor? Elbette araba üreticisi firmadan aldığı paralarla. Peki, bu paralar nereden geliyor? Elbette, o fabrikada üretim yapan işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğinden, yani o fabrikada üretilen artı-değerden.

Google, işte bu yolla bir “hizmet” satıyor ve bunun kaynağı, dünyanın her yerinde, işçilerce üretilen artı-değerdir. Ve şimdi, bu, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği, işçilerin yaşamlarını, anılarını, bilgilerini, duygularını kayıt altına alıyor.

Kontrol mekanizmaları, gizli ya da açık, şiddettir. Sistem, bu şiddeti, hayatın bir parçası olarak normalleştirmektedir. Bunun önemli yolu, aslında, insanların alıklaştırılmasıdır. Google ve Facebook gibi sistemler, aslında bu alıklaştırmanın kanallarını oluşturmaktadırlar. Elinizdeki akıllı telefonlar, bu nedenle, kelimenin bilimsel anlamı ile birer tasmadır. Bu tasmayı takma işimiz ise, sanki gönüllü olarak gerçekleştirilmekte, gerçekte, bu kontrol mekanizmaları, meta fetişizmi vb. yolu ile sağlanmaktadır.

Köleci, feodal ve kapitalist devletlerde, bir “hizmetliler” oluşmuştur. Kral, hizmetlilere sahiptir, feodal bey de, Soros da. Bu hizmetlilerin sayısı, onların gördüğü işler, hem efendinin zenginliğinin göstergesidir, hem de onun “ne kadar önemli bir kişi” olduğunun. Bu hizmet öyle bir noktadadır ki, bugün, köleleri aratır tarzda hizmetliler vardır. Bir milletvekilinin evinde öldürülen kadın, hizmetin içeriği hakkında da size bilgi vermektedir. Modern kölelik denildiğinde, ne kadar da doğru bir kavram kullanılmaktadır, öyle değil mi?

Şimdi devlet, Google, Facebook, size bir hizmet sunduklarını söylemektedir. Üstelik bedava. Siz de kendinizi, “alemlerin kralı” sanabilirsiniz. Öyle sanıyorsanız, zokayı yuttunuz ve ağzınızdaki tat, sizin kanınızın tadı demektir. Artık siz, bir “havuz”da, gerçek okyanustan sizi çekip çıkardıklarını bile hatırlamadan, “rahat”ça yaşayabilirsiniz, yem olana kadar.

Siz siz olun, size “hizmet etmekten”, hele hele bunu size ücretsiz sağlamaktan söz eden oldu mu, ondan uzak durun, o zokayı kapmak için uğraşmayın. Bedelini ödediğiniz şeyler, size daha az zarar verecektir.

Bilginizi, yaşamınızı, kendiniz kaydeder durumda olmayı tercih etmelisiniz. Hafızanızı, iradenizi bu tekellere, bu gözetmenler sürüsüne, bu devletlere teslim etmek, ölümdür.

Her şeyin alınıp satılması, sadece değerler sistemini yok etmiyor. Nihayetinde her şeyin ölçütü olarak parayı kabul ettik mi, paranın baronlarının denetimini de kabul ettik demektir. Soros, bu nedenle, para dışında hiçbir “katı” şeyi kabul etmediğini söylüyor.

Meta ne kadar yaygınlaşırsa, ilişkiler o kadar insan ilişkisi olmaktan çıkıp, şeyler arasındaki ilişkiye döner. Bir meta karşısında ezilen, aşağılanan insan, o metaya tapınma eğilimleri göstermeye başlıyor.

Google, Facebook gibi şirketler, gerçek ücretli emekçiler dışında, kendilerine gönüllü çalışan kalabalıklara sahip olmaya başlarlar. Tekelci kapitalizmin, tekeller dünyasının önemli özelliğidir bu: Sadece bizzat ücret ödedikleri onlara çalışmaz, sadece devlet memurları onların elemanları gibi iş görmeye başlamaz, aynı zamanda sıradan herkes, onlar için de çalışmaya başlar. Tekelci ek kâr denilen şey, aslında bu çarkın tümünün kavranması ile açıklık kazanır.

Burjuva egemenlik, nasıl ki, kendini “demokrasi” olarak sunabiliyorsa, aynı şekilde modern tekelci yapılar kendilerini insanlık için hizmet eden kurumlar olarak sunmayı başarabiliyorlar.

Burjuvazinin, ideolojik hakimiyeti olmadan, kitleleri yönetmesi mümkün değildir. Burjuva devlet, hem baskı aygıtlarına, şiddete başvurur, hem de ideolojik kontrol mekanizmalarına ya da “yönetilme rızasına” ihtiyaç duyar. Google, Facebook gibi devasa reklâm, iletişim, medya ve eğlence sektörü, aslında burjuva ideolojisinin daha da derinlerde yer etmesinin araçlarını sunmaktadır. Cami, kilise, okul gibi kurumların yerine getirdiği ideolojik işlevleri, reklâmcılık sektörü (tümüne reklâmcılık, eğlence, iletişim, medya sektörlerinin tümüne, reklâmcılık diyelim) daha üst düzeyde yeniden üretmektedir. Facebook, sadece CIA’nın söylediği gibi, onlarca yıldır toplayamadıkları bilgilerin toplanmasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda burjuvazinin ideolojik hakimiyetini yeniden üretmekte de iş görüyor.

Gerçekte bilginin tümü, tıpkı üretim araçları gibi, toplumsal karakterdedir ve tüm topluma aittir. Bilginin ve bilimin tekeller çıkarına kullanılması için, bilim adamlarının tekellerin laboratuar elemanları hâline gelmesi, üniversitelerin holdinglerin ortak-ücretsiz AR-GE alanları hâline gelmesi, artık yeni bir aşamaya evrilmektedir. Tekelci kapitalizm, tüm insanlığa ait bilgileri, anıları, tekellerin kasalarına hapsetmeye başlamıştır. Bu bilgilerin kayıtlarını, bir tarz rıza ile, gönüllülük ile toplamaktadırlar. Daha şimdiden Google’ın devasa bir arşivi olduğu biliniyor.

Salgına karşı tüm kaynaklar halkın sağlığı için seferber edilmelidir!

Koronavirüs’ün ülkemizde haftalar öncesinden yayılmaya başladığına dair şüpheler mevcutken, geçtiğimiz hafta Sağlık Bakanı’nın bir vaka tespit edildiğini duyurmasının ardından virüsün yayılmasını önleme sorumluluğu öncelikle halkın üzerine yıkıldı. Sonrasında ise yönetenlerin ağızlarından parça parça, bir bütünlüğü ortaya koymayan açıklamalar yapıldı.

Geçtiğimiz haftalarda Koronavirüs komşu ülkelerin hepsinde yayılırken, devlet halkın vergileriyle savaş harcamaları yapmaya devam etti. Kanalistanbul için 110 milyar TL bütçe ayrıldığını ilan etti. Ama göz göre göre gelen salgın tehlikesine karşı devlet bütçesinden bir kuruş dahi ayrıldığına dair bir veri yok.

Türk Tabipler Birliği, büyükşehirlerden birinde koronavirüs vakalarında patlama yaşandığını açıkladı ve Sağlık Bakanlığı’nı gerçek verileri paylaşmaya ve önlemleri arttırmaya çağırdı.

Sonuç, yönetenlerden açıklamalar gelmeye devam ediyor:

Ekonomi Bakanı, ekonomiye dair açıklama yapıyor, şirketlere yardım etmekten bahsediyor. Ama halka, işçilere ücretsiz sağlık hizmeti vermek, temizlik malzemelerinin herkese ücretsiz ulaşmasını sağlamak akıllarına gelmiyor.

Hizmet sektörüne bağlı kafe, lokanta gibi işletmelerin geçici süreyle hizmet vermeyeceğini ilan ediyorlar. Ama çalışan nüfusun yarısından fazlası olan hizmet sektörü çalışanlarının bu süreçte nasıl geçineceğine dair bir açıklama yok.

“Ellerinizi sabunla yıkayın”, “insanlarla aranıza sosyal mesafe koyun” dışında halkın yaşamına dair söyledikleri tek kelime yok.

Tüm dünyada etki gösteren bir virüse karşı sadece bireysel önemler alarak mücadele etmek mümkün değildir. Devletin yapması gereken sadece otobüsleri dezenfekte etmek, çalışmak zorunda olanların nasıl yaşayacağına dair çözüm getirmeden iş yerlerini zabıtalarla kapatmak, okula gitmeyen çocuklara kimin bakacağının cevabı olmadan okulları tatil etmek vb. olamaz.

Biliyoruz ki, bizler işçiler ve emekçiler olarak sesimizi yükseltmedikçe, taleplerimizi ortaya koymadıkça yönetenlerin ellerinde bulundurdukları imkanlar ekonomik büyüme, şirketlerin kar garantisi, mega projeler ve savaş uğruna harcanacak.

Yaşamlarımızın hiçe sayılmasını kabul etmeyelim ve taleplerimizi yükseltelim:

Yüzlerce hatta binlerce işçinin çalıştığı fabrikalarda hiçbir koruyucu önlem alınmadan işçiler çalışmaya zorlanmaktalar. Kamu ve özel tüm iş yerleri Türk Tabipler Birliğinin de içinde olduğu bir kurul tarafından belirlenen bir tarihe kadar çalışmaya ara verilmeli, ücretler ödenmeye devam etmelidir.

Devlet ve özel hastaneler başta olmak üzere, tüm sağlık alanları, birçok ülkede yaşanmış tecrübelerden ders çıkararak yatak, maske, solunum cihazları vb. ihtiyaçlar organize edilmelidir.

Sağlık hizmeti ve ilaçlar ücretsiz olmalı, risk altındaki herkese bu hizmet ulaştırılmalıdır. Her semtte her mahallede tarama ve test yapılabilecek alanlar kurulmalı, gerekli tıbbi teçhizat devlet tarafından temin edilmelidir.

Temel tüketim gıdaları, elektrik, su, doğalgaz ücretsiz olmalıdır.

Salgına karşı tüm kaynaklar halk sağlığı için seferber edilmelidir.

Hasta olan da eden de yarattığı hastalıklara çare bulamayan da sistemdir, hastalığın bu denli sonuçları olması sistemin sorunudur.

Korona virüs tedavisinde kullanılacak 22 ilacın üretimine garanti veren, doktorlarını İtalya’dan Çin’e, dünyanın dört bir tarafına yardım için gönderen, içinde virüs taşıyan hastaların olduğu İngiliz gemisini hiçbir ülke kabul etmezken, ‘insani kaygılar’ gerekçesiyle gemiye kapılarını açan sosyalist Küba’dan öğrendiğimiz; bugün yaşamak için sosyalizm bize hava ve su kadar gereklidir.

Çözüm dayanışmada, örgütlü mücadelededir.

Biz işçiler, emekçiler bu süreçte taleplerimizi yükseltelim. Kendimiz, çocuklarımız ve tüm sınıf kardeşlerimizin sağlığı için dayanışmamızı ve örgütlülüğümüzü geliştirelim.

Yağma, rant, savaş ekonomisi ve çürüme

Uzun zamandır biz, ekonominin, eğer gerekiyorsa bir isim, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” olarak adlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu ısrarla vurguluyoruz. Amacımız da şu: Hani bir şeyi sevmezsiniz ve ona kötü sıfatlar yakıştırırsınız. Böyle anlaşılmasın diye özellikle üzerinde duruyoruz. Yani, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, bize göre, içinden geçilen son 7 yıllık sürecin tam adıdır. Öncesinde bu denli oturmuş değildi ve yağma ile rant daha önde idi. Şimdi, ise tümü bir aradadır.

Dahası var, biz bu yeni “rejimi” açıklamak için, ısrarla “Saray Rejimi” diyoruz. Bunu da aynı titizlikle kullanıyoruz. Hem tekelci polis devleti ile, Saray Rejimi değerlendirmesinin bağını açıklıyoruz, hem de bu Saray Rejimi’nin, aslında üç şeyle ilişkili olduğunu söylüyoruz:

Bir, içinden geçilen emperyalist paylaşım savaşı süreci. Bu süreçte, TC, dünün ortaklaşa sömürgesi, acaba, eski ortaklardan ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi elinde kalacak? (Elbette her zaman başka olasılıklar da var, bu daha ayrı bir konu). Siyasal alanı elinde tutan ABD’dir. Siyasal alan dediğimizde, hemen vurguluyoruz ki, bu siyasi partiler, parlamento vb. ile sınırlı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb. de dahil, tüm devlet çarkıdır. Bu alanı ABD elinde tutmaktadır. Oysa ekonomik alanı, Almanya başta olmak üzere, daha çok AB elinde tutmaktadır. Bu nedenle, İdlib’de işler zorlaşınca, Erdoğan, ABD’li efendilerinin emirleri ile, İdlib’de yaşayan cihatçıları, “İdlib’den Berlin’e gideceğiz” diye pankart açtırarak yürütüyor. Bu savaş, aslında, bugün, ülkenin her alanına sinmiştir ve devletteki çeteleşmenin de kaynaklarından biridir. Her istihbarat teşkilâtı, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa vb. kendi güçlerine sahiptir ve bunun çeteleşmeden başka yolu da yoktur.

İki, Kürt halkına ve işçi sınıfına karşı sürdürülen savaş. Bu savaş, devlet çarkındaki çatışmaları zaman zaman örtmek için kullanılmaktadır. Özellikle “Kürd’e saldırmak” devlet içindeki her türlü çetenin ortak birleştirici unsuru olmaktadır. Bunu elbette işçi sınıfına, emekçilere saldırı için de söyleyebiliriz. Sisteme karşı gelişen direniş, aslında devlet çarkını çözücü bir etkiye sahip olsa da, bu etki, diğerlerinin yanında, esas unsur olduğu hâlde, daha az etkilidir. Saray Rejimi, bu nedenle, tekelci polis devletinin, daha kısa süreye ait özel bir organizasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela bizce parlamento yoktur, siyasal partiler, AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti vb. yoktur. Hiçbir bilimsel inceleme, burjuva siyasal ve hukukî normlar içinde AK Parti, CHP, MHP gibi partilerin var olmasını açıklayamaz. Bu ancak, siyasal sistemin analizi ile anlaşılabilirdir. Mesela ortada bir “anayasa” yoktur. Bu aslında, anayasası askıya alınmış bir sistem demektir ve gerçekten de örgütlü bir işçi sınıfı ve devrimci hareket için bu “demokrasi” demektir. Bu sözlerin bazı okurlara ters geleceğini biliyorum, ama bilerek kullanıyorum. En iyi “demokrasi”, bizzat iç savaş koşullarında, ikili iktidar varken var olur diye düşünüyorum. Onun için Saray Rejimi’nin saldırganlığını, korkularının itirafı, dışa vurumu olarak ele almak kesinlikle yerindedir.

Üçüncüsü, Saray Rejimi, ekonomik olarak, yukarıdaki etkenlerle birleşmiş şekilde gelişen, bölgemizi saran paylaşım savaşımının da etkileri ile, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır.

Bu konuya dikkat çekmek, sistemin iç yüzünü doğru biçimde teşhir etmek, küfretmekten daha doğru ve gerçekçi yoldur. Ayrıca sistemi yıkma misyonuna sahip işçilerin karşısına her zaman gerçekle çıkmak doğru olandır. Bu sadece bir ilke olarak değil, politik olarak da doğrudur.

İşte Erzincan depremi ile, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi bir kere daha ortaya çıktı. Kızılay, muhtemelen, anket yapılsa, önemli ölçüde güvenilen bir kurum olarak adı öne çıkacaktı, deprem sonrasında, muhtemelen bu imajına da güvenerek, SMS ile, yani cep telefonları üzerinden kısa mesaj attırarak, halktan 10 TL bağış yapmasını istedi. Muhtemelen de epeyce insan yapmıştır.

ABD’li efendileri, Erdoğan’a bazı görevler veriyorlar. Sadece örnek olsun diye yazıyorum, mesela, “senin şu Akdeniz’de, petrol-gaz arama meselelerine bir tepki vermen gerekir. Bu arada İsrail’in bölgenin kaynaklarına el koyma meselesini de örtmeye yardım etmen şart. Öyle ise, sen şu Libya meselesine bir el at” diyorlar. Böylece, ABD-İsrail cephesi, a- Suriye bölgeleri, Lübnan vb. dahil, bölgedeki gazı kendine alıyor ve bunun için bir sistem oluşturuyor. b- Türkiye ile Suriye bir anlaşma yapmış olsa, bu süreç tamamen değişeceği için, İdlib meselesinin sürdürülmesinin faydaları ortaya çıkıyor. c- Libya’ya asker gönderme operasyonu ile, Erdoğan’ın iktidarda kalma, ömrünü orada geçirme heveslerine ABD ve İsrail desteği sağlanmış oluyor. d- Libya’ya Türkiye sokularak, eğer ABD doğrudan girse idi, AB ile karşı karşıya gelme riski de ortadan kaldırılmış oluyor. Ve tüm bunların karşılığında Erdoğan, 13 milyar dolarlık petrolü ailesine alma olanağı elde ediyor, bir de iktidarda kalması için, suç ortakları olan ABD-İsrail desteğini tekrar almış olduğunu düşünüyor.

Gerçi derler ki, elma şekerini kapmak isterken dikkatli olacaksın, sonuçta elma şekerini aldım derken, bir de bakmışsın, şeker yok, elinde sapı kalmış. Bu Libya meselesi böyle olacağa benzer. Ama sonuçta, ABD ve İsrail için, istenilen sonuçlar elde etmek için, daha güzel kullanılabilecek kim var ki?

Kızılay’dan buraya nasıl mı geldik? Şöyle ki, aslında Erdoğan, işin sadece komisyon işi ile meşguldür. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden en büyük komisyonu almak ona yetiyor. Ama bunun için Saray Rejimi devam etmeli. Ve Saray Rejimi’nin esas kurucuları, bu durumu, bu zaafı, Erdoğan’ın korkularını birleştirerek iyi kullanıyorlar.

İşte, sistemdeki çürüme, ki bu duyduğunuz koku, bu çürümenin kokusudur, aslında yukarıdaki Libya örneğinde anlatıldığı gibi bir sürece ya da olaylara, süreçlere dayanıyor. Bay komisyoncu, “ülkesini pazarlamakla” görevli, “rant yaratmakla” yükümlü olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. Ve tek istediği, öyle “dünya lideri” falan olmak değildir. Onları ona, çevresi yakıştırmaktadır. Derler ye, şeyh uçmaz, cemaat uçurur. Tam da öyle. O ise anonim şirket CEO’su olmak istiyordu, hepsi budur. kadere bakın ki, “çağın lideri” olma misyonu adlı oyunda rol almak zorunda kaldı.

Kızılay SMS ile para toplamak istedi.

Ama ne oldu?

Tüm sistem çürümekte olduğu için ve çürüme kokusu da dahil her şeyden komisyon alındığı için, muktedir böyle istediği için, deprem için SMS’te, başka bir olayın kapısı açıldı.

Uyanık, Torunlar inşaatın, ballı şirketi Başkent Gaz, Kızılay’a, “şartlı” bağışta bulunmuş. Bulunmakla kalmamış, bu olay, tüm sistemi açıklayıcı güzel bir örneğe dönüşmüş.

Başken Gaz, ta Melih Gökçek döneminden başlayarak, galiba 2007 yılı olmalı, özelleştirilmek istenmişti. O zaman da kötü kokular çıkıyordu. Özelleştirildi ama özelleştirilme paraları ödenmeyince, sonra bir daha özelleştirildi. İkincisinde fiyatı daha da düştü. Derken bir daha. Ve Başkent Gaz, Torunlar grubunun eline geçti, en düşük özelleştirme ihalesi ile. Ve o güne kadar, büyük kuruluşların gazını doğrudan veren Botaş, birden bire, Ankara’daki büyük kuruluşların gazını, Başkent Gaz üzerinden vermeye karar verdi. Bu, şirketin ilave 3 kat daha fazla gaz satması demek idi. Böylece, hem alırken en düşük fiyat, hem işletirken en kârlı durum yaratıldı.

Ülkeyi, bir anonim şirket gibi yönetme heveslisi Erdoğan, Torunlar ile çok sıkı fıkı olmalı ki, anonim şirket CEO’su gibi değil de, babasının çiftliği gibi batırmak üzere yönetmeye başladı. Yoksa, inanın, hiçbir holding, mesela Özilhan ailesi, kendi anonim şirketlerini böyle yöneten bir CEO’yu bir dakika görevde tutmaz. Ama bizim Muktedir, her şeyde baş olmak istiyor. Spor kulüpleri başkanı değilse, demek yakında olacaktır.

Başkent Gaz, Torunlar grubunundur. Hani, şu Mecidiyeköy’de, Galatasaray stadyumunun orada yapılan gökdeleni hatırlamayan çıkmaz. Hani asansöründe emekçiler öldüğünde, ambulanstan önce polisin yetiştiği inşaatın sahipleri.

İşte bu Başkent Gaz, deprem SMS’leri atan Kızılay’a, 8 milyon dolar bağış yapıyor. Ama diyor ki, bu bağışın 75 bin dolarını sen alacaksın, kalan 9 milyon 925 bin dolarını ise Ensar Vakfı’na vereceksin. Kızılay öyle yapıyor.

Elbette, önce herkese şaşırtıcı geliyor. Bir işçi, sokaktaki bir normal vatandaş, bir emekçi, bir ev kadını şöyle düşünür: Acaba bu adam, Kızılay’a bu bağışı verip, bu kadar cömertlik yapıyor, neden, paranın Ensar Vakfı’na verilmesini istiyor? Acaba, Ensar Vakfı’na doğrudan yardım yapmak mı istemiyor? Hani, şu Ensar Vakfı, çocukların tecavüze uğradığı ve kadın bakanımızın “bir kereden bir şey olmaz” dediği, olayın örtüldüğü vakıf olduğundan, acaba Başkent Gaz, bu vakfa doğrudan para aktarmak mı istememiş?

Hayır. Öyle değil.

Eğer, siz, Ensar Vakfı’na bağış yaparsanız, mesela 100 TL, bu bağışın %5’i, sizin ödeyeceğiniz vergiden düşmektedir. Aslında siz, 95 TL, gerçekte daha da az bağış yapmış olursunuz. Ama Kızılay’a bağış yaparsanız, bu kez %100’ü, vergiden düşmektedir. Yani, siz devlete vergi olarak vereceğiniz parayı, Kızılay üzerinden Ensar’a vermiş oldunuz.

Niye?

Çünkü, Mr. %10, yani Muktedir, Torunlar’ı aramıştır, belki de vakıf işlerinden sorumlu Bilal Oğlan aramıştır ve bu parayı istemiştir. Uyanık iş adamı, iş bitirici, kan emici Torunlar, hemen, olur ama biz bu parayı vergiden düşmek isteriz demiştir. Ve bu yol bulunmuştur.

Kızılay denilen kurumun başındaki adam, nasıl olur da, kendi adını böyle lekeler? Neden, Sayın Başkent Gaz, bu parayı Ensar Vakfı’na vermek istiyorsanız, nasıl vereceğinizi bilmiyorsanız, biz Bilal’i arayalım, siz de doğrudan oraya yatırın, bizi para aklama operasyonunuza alet etmeyin, demez? Çünkü, emir Muktedirdendir.

Bunlar size de yağma rant ve savaş ekonomisi denilen şeyden bir çürüme kokusu olarak ulaşmıyor mu? Bu kokuyu hissetmeyen var mı? Vardır. Çünkü, lağım derelerinin etrafında yaşayıp da hiç koku duymayanlar vardır, alışmıştır, sanki hayat hep böyle kokar gibidir. Lağım deresinin yanından uzaklaşması, bir süre oraya gitmemesi ve sonra geri dönmesi gerekir ki, kokuyu fark etsin.

Ensar Vakfı, parayı ABD’ye transfer ediyor. Ama para ABD’de de değil. Paranın Makedonya’da olduğu söyleniyor.

İşler açık.

Ama açık yapılmıyor.

Sadece artık gizlenebilecek bir şey kalmadı.

Kızılay Başkanı, ilgi çekici açıklamalar yapıyor. “Vergi kaçırmak başka şey” diyor, “vergiden kaçınmak başka.” Acaba bu bir itiraf mıdır? Vergi kaçıran herkes, vergiden kaçınmak istediğini, ama bunun yolunu bulamadığını söyleyecektir. Demek Saray’a yakın olursan, demek Bilal’e para aktaracaksan, sana yolu da gösteriyorlar.

Torun Mehmet, Ensar Vakfı’na, 31 konut hibe ettiğini de söylüyor. Demek, Ensar Vakfı, çocukların ırzına geçme olayını bu nedenlerle kolayca örtebiliyor. Demek kadın bakan, utanmadan, “bir kereden bir şey olmaz” demeyi, bu nedenle görev biliyor.

İşte çürümenin mekanizmaları buradadır.

Bu çürüme, durdurulamaz.

Bu çürüme, ancak, tüm devlet çarkı yerle bir edilip, işçi sınıfının iktidarı kurulunca, ancak, “ayaklar baş olunca” ortadan kaldırılabilir. Ancak bir devrim, böylesini güçlü bir temizliği yapabilir.

İşte onların korumaya çalıştığı sistem budur. Bu kadar rahat ettikleri bir “cennet” bulmuşlarken, bunu kaybetmemek için saldırganlaşmaları gayet anlaşılırdır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, bu çürüme, tüm gövdeyi sarmıştır.

“Beraber yürüdük biz bu yollarda”, boru, ittifak arayışları

Saray Rejimi dizaynı ile, Erdoğan’ın muktedir olması aynı şey değildir. Erdoğan, aslında Gülen Hareketi ile kapışmadan önce, kendini “muktedir” ilan etmişti. Demek, Gülen hareketine, bugün FETÖ deniyor, çok ama çok güveniyordu.

Anlaşılırdır. “Beraber yürüdüler” bu yollarda.

Nazi Müslümanlar, Almanya savaşı kaybettiğinde, Nazilerin tüm mirasını devralan ABD’nin projesidir. ABD, Nazi Almanyası’nın, faşizmin tüm dişlilerini alarak, CIA vb. gibi organizasyonlar kurmuştur. Bunun için, tekrar etmekten yorulmayacağız, bizim Tekelci Polis Devleti çalışmamızı (Deniz Adalı’nın bu çalışmasının 4. baskısı bulunabiliyor), okunması için öneriyoruz. İşte faşizmin dişlilerini içerecek tarzda devleti organize eden ABD emperyalizmi, buradan bazı projeler de aldı. Biri, Nazi Müslümanlardır. Nazi Müslümanlar, bizim topraklarımızda yeşertilmiştir. NATO üyesi ve SSCB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu TC devleti, her zaman deneyler ülkesi olagelmiştir. Nazi Müslümanlar başladığında, Erdoğan ortada yoktu. Ama bu projenin sahipleri, Erdoğan ve Gülen hareketinin mimarları olduğu için, beraber yürüdükleri yolun başı buradan başlatılabilir.

Ardından, “Yeşil Kuşak” Projesi gelir. Bunun da iyi biliniyor olması gerekir. Yeşil Kuşak Projesi, SSCB’yi kuşatmak için, İslam ve anti-komünizm arasında bağ kurulması demektir. Taliban da bunun evladıdır, İhvan da, Gülen de. Hepsi, Yeşil Kuşak Projesi’nin içinde büyümüştür.

Türk-İslam sentezi de bunun bir başka versiyonudur. Bahçeli ile yürüdükleri yol, Türk-İslam sentezine dayanmaktadır.

Yeşil Kuşak, Türk-İslam sentezi, bugün yerli ve milli politikalar denilen şeyin temelini oluşturur. Elbette, “yerli ve milli” daha zavallıcadır.

Ama bu projeler için, komünizme karşı mücadele derneklerinde, hem Bahçeli, hem Gülen, hem Erdoğan, çeşitli düzeylerde rol almış, bir “beraber yürüdükleri” yol oluşturmuşlardır.

Efendileri, Erdoğan’ı BOP eşbaşkanı seçerken, emin olmak gerekir ki, onun bel kemiği olmamasına, hiçbir ilke ve inanca, değere sahip olmamasına çok büyük önem vermişlerdir. Emperyalist ideoloji, pragmatisttir de. Pragmatizmi rehber edinmiş mülk sahiplerinin sömürgecilik politikaları için, en uygun “lider”ler, bel kemiği olmayan, değerleri sadece para ile ölçülebilir değerler olanlardır. Erdoğan, buna çok uygundur.

ABD, bu üçlü ayak eli ile, istediği adımı atabilmekte, bu üç ayağı da farklı tarzda beslemektedir. Erdoğan da, Gülen de, Bahçeli de doğrudan ABD’ye bağlıdır ve oradan emir alırlar. Ama her birinin, deyim uygun düşerse kendi çetesi var. NATO içinde yer alan Türkiye’de oluşturulmuş Ergenekon, Kontrgerilla, aslında bunların başka yol arkadaşlarıdır.

Ama ABD, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, dünya liderliği ve imparatorluğu için adım atınca, bazı değişikliklere gitmesi gerekli oldu. Bu biraz da Türkiye’nin durumundan kaynaklanıyordu. NATO’nun SSCB’ye karşı ileri karakolu olan TC, aynı zamanda ortaklaşa bir sömürge idi. Siyasal açıdan ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise daha çok Avrupa’ya. Bu durum, soğuk savaş dönemi boyunca sorun olmuyordu. Ama ABD, dünya imparatorluğunu ilan etmeye hazırlandığında, Türkiye’yi, ABD’nin yeni bir eyaleti olarak organize etmek için harekete geçti.

Bu, Fuller’in deyimi ve Erdoğan, Gülen ekibinin sık sık tekrarladığı “yeni Türkiye” organizasyonu demek idi. İşte bu çerçevede Erdoğan’a BOP başkanlığı verilmiştir.

Erdoğan, Gülen, Bahçeli, bu yollarda, isteseler de istemeseler de beraber yürüdüler, aynı yağmurun altında ıslandılar mı bilemeyiz, daha duygusal bir sahne olur bu, ama yürüyüşlerine şahidiz.

Bu proje su alınca, dünya imparatorluğu biraz geri çekildi ve Afganistan ve Irak işgali projeleri gündeme geldi. Geldi ama, NATO artık eskisi gibi komünizme karşı mücadeleye kilitlenmiş bir NATO değildi, dahası ABD de, eski ortaklarını, hiç kaale almaz bir yola girmiştir. İşte, 1 Mart tezkere krizi kazası, Richard Parle’ü çok kızdıran bu olay, böyle ortaya çıktı. Parle, sadece Mehmet Ali Birand’ın programına çıkıp, küfürler etmekle kalmadı, ABD, çuval olayı ile bir hamle daha yaptı ve TC devletinin hizaya sokulması süreci başlatıldı. Bazı eskimiş kadrolar tasfiye edildi.

Derken, günlerden bir gün, Erdoğan, tam da “muktedir” olduğunu hissettiği, cukkayı yüklü tarzda doldurduğu bir dönemde, 17-25 Aralık operasyonu ile karşılaştı. Banka müdürlerinin evlerinden ayakkabı kutularında paralar ortaya çıktı. Ve sonrası daha iyi hatırlanacaktır.

Gülen ile birlikte, Ergenekon diye tanımlanan yapıya karşı operasyonlar yapan Erdoğan, bu kez, Gülen’e, FETÖ’ye karşı eski Ergenekoncularla işbirliğine başladı.

Şimdilerde ise, durum bir kere daha değişiyor mu, sorusu anlam kazanmaktadır.

Yıl 2009, tarih de 26 Haziran idi. Bu tarihte, ordu mensubu olanların, askerî şahısların, işledikleri suçlarla ilgili, “özel yetkili” mahkemelerde yargılanması kanunu hazırlandı, ‘aniden’ olduğunu öğreniyoruz. Yani İlker Başbuğ’un demesine göre anidenmiş.

İlker Başbuğ, eski Genelkurmay Başkanı, durup dururken, bu sayfayı açtı. Bu kanunu çıkartanlar FETÖ’cüdürler, dedi.

Tam da, FETÖ’nün siyasal ayağı gibi bir tartışma var iken. Erdoğan ve Bahçeli, FETÖ’nün siyasal ayağının CHP olduğunu söylüyor. CHP ise, bunun AK Parti’de aranması gerektiğini. Derken, Başbuğ devreye giriyor ve bu kanuna dikkat çekiyor.

Erdoğan, hemen harekete geçiyor ve milletvekillerini Başbuğ’a karşı dava açmaya çağırıyor. Milletvekilleri de dava açıyor. Tartışma büyüyor. Başbuğ, acaba bu hamleyi bilerek yaptı ve mahkeme açılırsa, bu konu ile ilgili soruşturma mı ortaya çıkacak ve AK Parti içinden tasfiye mi başlayacak, diyenler var. Ya da, bir başka senaryo olarak, acaba Erdoğan, Başbuğ’dan bunu rica etti ve bu yolla temizlik mi yaptırmak istiyor, diye soranlar da var.

Biz biraz daha farklı bir yaklaşım içindeyiz. Bunların hepsi de olasıdır ama durum aslında iktidar içindeki çatışmalardan daha da derindedir.

1- TC devleti çeteleşmiştir, daha da çeteleşecektir. Sadece SADAT aklınızda dursun yeter. Hemen her emperyalist gücün, kendine ait çeteleri, ekonomiyi parselleyen parababalarının, rantçı ve yağmacıların çeteleri ile iç içe geçmektedir.

2- İdlib bitince, yani Suriye ordusu İdlib’i alınca, ABD’nin Erdoğan’a iş yaptırma alanları da daralacaktır. Bunun ABD için sonuçları var. Ama aynı zamanda Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek olmadığına göre, TC devletinin Saray Rejimi’ni nasıl devam ettirebileceği sorusu da var.

Her çete, her güç, kendi planlarını yapmaktadır ve her plan yapan gücün, bu planlarının arkasında, emperyalist güçler, sayalım, ABD ve İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa vardır.

İdlib, bizzat Erdoğan ve Saray Rejimi tarafından, “rant-yağma-savaş ekonomisi” için bir beka sorununa dönüştürülmüştür. Burada beka, kendilerinin bekasıdır, yoksa ülkenin değil. Ve bu sorun şimdi, sonuna doğru yaklaşmaktadır. Er ya da geç sonuca yaklaşacaktır. Bu sonucu uzatmak için savaş naraları atıp, operasyonlar yapmaları elbette mümkün. Ama yolun sonu da görülmektedir.

İşte bu koşullarda Erdoğan, yol arkadaşlarının içine, eski arkadaşları olan FETÖ’cüleri dahil etmek istemektedir. Ergenekon’un kutsanmış kucağından kalkmadan, acaba, FETÖ’cüleri de yanına alabilir miyim hesapları yapıldığı kesindir.

Davutoğlu’nun partisi, Babacan’ın “parti kuracağım” pazarlığı, aslında Erdoğan’ı, değişikliğe hazırlamak için, ABD’nin operasyonları olarak ele alınabilir. Babacan, bu partiyi bir türlü kuramıyor. Aralık sonu, son tarih idi, yeni yıla kaldı. Ocak sonu son tarih idi, şimdi, hep birlikte Şubat sonu beklenmektedir. Erdoğan, Şubat sonuna kadar Suriye ordusuna, aldığın yerlerden çekil tehdidi savurmaktadır. Akar NATO’dan, Erdoğan ABD’den, Çavuşoğlu da Almanya’dan destek aramaktadır. Böylece, İdlib’i çözülmez bir sorun olarak uzatmak istemektedir. TC devletinin tüm kurumları, çetelerin denetimindeki İdlib’de, çeteciler için diploması yürütmektedir. Çünkü, kendi gelecekleri de buna, İdlib’e bağlanmış durumdadır.

Böylece, bir yandan Rusya ile ilişkilerin gerilmesi doğrultusunda açıklamalar gelmekte, bir yandan da içeride FETÖ’cülerle yeniden ittifak olma hazırlıkları yapılmaktadır. Bu ikisinin aynı anda gerçekleşiyor olması, boşuna değildir. Dün ateş püskürdükleri ABD elçilerinin, Türkçe, “şehit” edebiyatı yapması, tam da bu görüntüye uygundur.

Erdoğan’ın, “bu boruya benzemez” sözleri ile yaptığı çağrı, aslında durumu, yeni ittifak arayışlarını göstermektedir. Zaten ABD, Halk Bankası soruşturması diye geçen, aslında Erdoğan’ın mal varlığı araştırması demek olan davayı, dondurmuştur. Gerçi, nasıl rafa kaldırdılarsa, öyle indirirler ama, şu anda Erdoğan’ın buna acil ihtiyacı vardır.

Erdoğan, “boru”dan söz ederken, aynı anda, Damat’ın, yurt gezisine çıkıp, acaba AK Parti başkanı olarak iş görebilir miyim, diye test etmesi, sürecin diğer yönüdür. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın, kendisine dayatılan, “Cumhurbaşkanı olarak kal ama parti başkanlığını bırak” çözümünü denediği, düşündüğü kesindir.

Damat parti başkanı olsa da, durumu toparlamaları mümkün değildir.

Babacan ile anlaşsalar da durumu toparlamaları mümkün değildir.

Davutoğlu partisini kapatıp, özür dileyip, tekrar AK Parti’ye dönse de durumu toparlamaları mümkün değildir.

Sallanmakta olan Saray Rejimi’dir.

Bu nedenle, savaşçı politikalara daha fazla yatmaktadırlar. İçeride ve dışarıda savaş naraları atmaları da bu nedenledir.

İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğü, en büyük avantajlarıdır. Bu nedenle de, mesele, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesindedir. Gezi ruhunun, işçi sınıfına taşınması, devrimci görevdir. Bu kargaşaya, üstte süren bu çeteleşmeye değil, gözümüzü, işçi sınıfının devrimcileştirilmesine dikmemiz gereklidir. Bunu yapacak deneyim ve birikimimiz vardır. Yeter ki cesur olalım, yeter ki örgütlü hareket edebilme yeteneğimizi geliştirelim.

İdlib, Suriye savaşında düğüm

Son bir aydır, İdlib’de, Suriye ordusunun ilerleyişi, IŞİD ve diğer çetelerin sahadan temizlenmesi süreci yaşanıyor. Olay bu boyutu ile kalsa, mesele yoktu. Suriye devleti, kendi organizatörleri tarafından bile savunulamayacak durumda olan IŞİD çetelerini, işgal ettikleri topraklardan temizlemek istiyor. Buna normal olarak Türkiye’nin, ki göçten zarar çektiğini söylemektedir, alkış tutması gerekirdi. Ama olayın daha farklı olduğunu biliyoruz.

Suriye ordusu ilerlemeye başlayınca, karşısında IŞİD çeteleri ile birlikte, diğer çetelerle birlikte, aynı anda Türk ordusunu (TSK) buldu. TSK, kendine bağlı olduğunu gizlemediği, açıktan da kabul etmediği, eski adı ÖSO (yani Özgür Suriye Ordusu), yeni adı MSO (Milli Suriye Ordusu) olan güçlerin “kontrolü” altında olduğunu iddia ediyor. Hatta İdlib’de bunlardan başka unsurun da olmadığını, tümünün “ılımlı” unsurlar olduğunu iddia ediyor. Ama işin böyle olmadığı, MSO yanında diğer çetelerle TSK arasında, bilinen, derin ilişkiler olduğu da açık.

Bahçeli, acaba, ÖSO’dan MSO’ya geçerken, MSO adını öneren midir? Hani “milli” ya. Bahçeli “yerli ve milli” iktidar müttefiki olduğu için, Suriye’ye karşı savaşmak için TC tarafından 100 dolar karşılığında kiralanan Suriyelilere, “milli” demeyi akıl etmiş olmalıdır. Erdoğan da bunu kesinlikle takdir etmiştir.

Adını MSO olarak koyarak, Suriye devletine karşı savaştırmak için çeteler organize eden TSK, çetelerin yanında Suriye ordusunun karşısına çıkınca, İdlib’den kayıp haberleri gelmeye başladı: Önce “7 şehit” haberi geldi, ardından da başkaları.

Bu durum, Erdoğan ve Bahçeli’nin farklı yollarla kükremelerine neden oldu. Erdoğan, Şubat sonuna kadar diyerek bir süre verdi ve 1- Suriye ordusu eski konumuna çekilsin, 2- Rusya, Suriye’yi desteklemesin, dedi. Buna uymazlarsa, saldıracaklarını ima etti.

Bahçeli ise, yansın İdlib, kül olsun Şam gibisinden, son derece “vatansever” kükremelerde bulundu. Belki de, yanındakiler, Bahçeli’nin bir koşu Şam’a kadar koşma girişimini zor engellemiştir.

Türkiye ile Rusya arasında bir dizi anlaşma, mutabakat var. Bunlardan biri Soçi Mutabakatı’dır ve Eylül 2018 tarihlidir. Bu mutabakatta, Türkiye, hem Suriye’nin bütünlüğünü kabul ediyor, hem de İdlib’de bulunan çeteleri, kontrol altında tutacağı sözünü veriyordu. Bu nedenle, Rusya, Türkiye’ye gözlem noktaları kurma izni veriyordu ve Türkiye de, M5 ve M4 otoyollarının temizleneceği garantisini veriyordu. Demek ki, aradan bir buçuk yıl geçti. Türkiye’nin gözlem noktaları oluştu. Anlaşmanın bir maddesi ise, hayata geçti. Ama diğer maddeleri, M4 ve M5 otoyolları, çetelerin denetime alınması, ağır silâhların toplanması vb. hiçbir biçimde işlemedi.

Türkiye, bunu açık olarak yapmadı ve yapmayacağı da önceden belli idi, en azından, yapmama ihtimali bir sır değildi.

ABD, Erdoğan’a, İdlib’de Suriye ve Rusları oyalama görevi vermiştir ve bu ABD için zaman kazanmak anlamındadır. Öte yandan, Suriye savaşının karşı tarafı, karşı cephesi dediğimiz yerin başında ABD vardır ve Türkiye, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin müttefikidir. Bu savaşta da bu geçerlidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin, kendine zarar veren İdlib ve Suriye politikasını uygulaması, ancak ABD kontrolü ile anlaşılırdır. Bu nedenle de, Türkiye’nin Soçi anlaşmasına bağlı kalmasını beklemek mümkün değildi. Rusların böylesi bir beklentisi var mı idi, bilemeyiz, ama görünen o ki, Suriye’nin böyle bir beklentisi yoktu.

Suriye ve Rusya tarafı, Türkiye’yi, Soçi anlaşmasının uygulanmadığı konusunda çok defa uyarmışlardır.

Ve gelinen noktada, Suriye, geçen Kasım ayından başlayarak, harekete geçmeye başladı. Önceleri, yani, Şubat ayına kadar, Türkiye’nin sadece 2 gözlem noktası Suriye ordusunun kurtardığı alanda kalmıştı. TC, bu gözlem noktalarını boşaltmadı. Hatta, bölgeden yansıyan bazı haberlerde, bu gözlem noktalarına sığınan çetelerin olduğu ve bunların zaman zaman saldırıya geçtiği anlaşılmaktadır.

Ama son durum biraz daha farklı.

Sayısını bilmiyorum, ama Suriye’nin geri aldığı alanlar içinde daha fazla “gözlem noktası” var. Ve bu gözlem noktalarından, bu kez açıkça, Suriye ordusuna ateş açılmaktadır. Yani, yakın bir dönemde, bu gözlem noktalarına dönük Suriye saldırıları da gündeme gelebilecek demektir. Tabii, Türkiye, bu gözlem noktalarını boşaltmazsa.

Şimdi, M5 otoyolu temizlenmiş görünmektedir. M4 otoyolunun M5 ile kavşak noktası olan alan da Suriye ordusunca alınmıştır. Bunlar elbette son derece stratejik gözüküyor. Türkiye, bu kavşağı tutmak için, IŞİD çeteleri ile hamle yaptığı sırada, kayıplar vermiştir. Türk tarafının 7 şehit açıklamasına rağmen, bölgeden gelen haberler, kayıpların daha fazla olduğu yönündedir. Aynı anda, MSO ve TSK, birlikte Kürt bölgesine karşı saldırıya geçmiş ve Rus uçaklarının bombardımanı ile durdurulmuşlardır. Ve yine aynı zamanda İsrail, bir yolcu uçağının arkasına gizlediği uçakları ile saldırı gerçekleştirmiştir. Hemen hemen aynı günlerde, ABD askerleri, Kamışlı bölgesinde, devriye hattının dışına çıkarak, halkla karşı karşıya gelmiş, Suriye ordusunca durdurulmuş askerler, halkın taşlı saldırısına silâhla karşılık vermiş, 14 yaşında bir genç ABD askerlerinin kurşunları ile ölmüştür. Suriye askeri ile ABD askerleri arasındaki çatışma, Rusya’nın araya girmesi ile durdurulmuştur.

İşte size açık olarak tablo. Olaylara bak, durumu anla. TC, çeteler, İsrail ve arkalarında ABD, Suriye’de savaşı büyütmek istiyorlar. Her açıdan nettir. IŞİD, çok başlı bir organizasyondur. Hem İsrail’e bağlıdır, zaten İslam radikalizminin hiçbir İsrail hedefine saldırmaması buna kanıttır. Hem de Türkiye’nin kendine has IŞİD’i vardır. Gerektiğinde Ankara’ya çağırıp, Gar bombalanmasında kullanabilecekleri tarzda kendine bağlı IŞİD’cileri vardır. ABD’nin de kendine has IŞİD organizasyonu vardır. Liderini öldürdük demeleri bundandır. Kendi adamlarıdır. Demek ki, bir tane IŞİD yoktur. Her biri, 100 dolar karşılığında saf değiştiren unsurlar, İdlib’de bir aradadır. Hangisinin hangi gruptan olduğunu bilmesek de, her birinin ayrıntılı güçlerini ve ilişkilerini bilmesek de, durum budur. Türkiye’nin Libya’ya taşıdığı gruplar, işte bu çeteler içinden gelmektedir ve her birine, TC vatandaşlığı ve aylık 1500 dolar maaş önerilmektedir.

Ama Suriye yoluna devam edince, Rusya, Suriye’yi desteklediğini ilan edince, durum biraz olsun değişti. ABD, savaşa doğrudan girmeyeceği yolunda açıklamalar yaptı. İsrail, Rusya tarafından uyarıldı. Türkiye ise, hem ABD’ye, hem de NATO’ya koştu.

Erdoğan’ın övdüğü, selâmladığı İdlib’deki unsurlar, muhtemelen TC devletini de tehdit etmektedir. Çünkü, destek eskisi kadar yoğun gidemeyecektir. Zira, Rusya, dünya kamuoyuna, TSK’nin mühimmat sevkiyatının görüntülerini izletmiştir. TSK desteğinin deşifre edilmesi, savaşın sonrasına dönük bir hazırlıktır da.

ABD, hemen birkaç kanaldan Türkiye’ye İdlib konusunda desteğini açıklamıştır. Hatta, Türkçe mülakat içinde “şehitlerimiz” sözcüğünün geçmesi de özeldir. Anlaşılan ABD, Türkiye’nin, Bahçeli ve Erdoğan’ın, hassas duygularını okşamaktadır. Onlar da ABD desteğinin arkalarında olduğunu ilan etmektedirler.

Akar Brüksel’de, Çavuşoğlu Münih’te güvenlik işbirliği toplantısında, bu desteğin peşine düşmüşlerdir.

NATO’yu devreye sokacak olsalar, muhtemelen, NATO, Antep ve Hatay’a yerleşecektir. Bunun TC devleti için ne anlama geleceğini bilmeyiz, ama Suriye devletinin İdlib’i geri alma isteğini önleyeceğini sanmıyoruz.

Meseleye Suriye tarafından bakınca, durum daha farklıdır. Bir yandan, işgal altındaki topraklarını geri almak önde durmaktadır, diğer yandan ise, yeni Suriye’nin siyasal örgütlenmesi önemlidir. Suriye halkları, Kürtler başta, yeni bir anayasa talebindedirler. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda çok da yol almış gibidirler. Suriye cephesinin gündemi, bunlar ve ülkenin savaş yaralarının sarılması olabilir.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için bir savaş müptelalığı dönemine girmiş durumdadır. Bu doğru bir tespittir.

Ama savaş naraları, dünkü (dün derken, çok eskiye de gitmeye gerek yok, iki yıl öncesi kadar) kadar alkış almamaktadır. Suriye savaşında, “şehit” propagandası, önceki yıllardaki kadar iş görmemektedir. Yani, savaş naraları atmak, Erdoğan için daha büyük miktarda oy demek olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Erdoğan, savaş için yeni yollar arasa da, durum o kadar da kolay görünmemektedir.

Suriye savaşının bugünkü aşamasında, İdlib düğümünün çözümüne doğru gidilmektedir. Erdoğan, efendilerine, yardım çağrıları yapmaktadır. Rusya’ya Suriye’den desteğini çek, Suriye’ye Şubat sonuna kadar eski mevzilerine dön, demektedir. Tehdit mi, komiklik mi bilemiyoruz. Sanki komik bir tehdit gibidir. Bir başka ülkeye, IŞİD’i kendi topraklarından temizlerken, “eski mevzilerine dön” demek, olsa olsa, özel içecekler almak, kendini dünya padişahı sanmak gibi durumların sonucu olabilir.

Öte yandan aynı Erdoğan, İdlib’deki çetelere seslenerek, Suriye’ye yeni saldırılar için bahane yaratacak saldırılarda bulunanları uyarmaktadır.

İdlib savaşı, sarsılmakta olan Saray Rejimi’ni daha da sarsacaktır.

İdlib savaşı, TC ve Rusya ilişkilerinde, var olan yarılmayı ortaya çıkaracaktır.

TC devleti, ABD çizgisine doğru meyletmiş durumdadır.

Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmak için yapmayacağı şey yoktur. İçeride katliamlar, dışarıda savaş, en kolay yapacakları şeydir. Ve efendi ABD, bu durumu acımasızca değerlendirecektir. Erdoğan, ABD-İsrail hattına, tam olarak oturmaktadır. Abdülhamid’inki bir trajedi idi. Birçok güç arasında bir oyun oynamak ve buradan çıkma isteğinin ifadesi idi. Abdülhamid, yıkılmakta olan Osmanlı’nın küçülmesini hazmedemiyor olabilirdi de. Yani bu sonu belli olan oyunu oynama isteği anlaşılabilirdi.

Abdülhamid özentisi Erdoğan Han, Rusya, AB, ABD arasında gidip gelen bir politika uyguladığını söylüyor olmalıdır. Büyük devlet olarak, büyük oyuncu gibi. Aslında Kaldıraç saylarında bu konuya ilişkin, güzel bir makale yayınlandı. Bu büyük güçler arasındaki yalpalamaya “dans” diyenlere karşı, aslında bu bir “kukla oyunudur” vurgusu ile.

Erdoğan Han, aslında bir kukladır. Böbürlenmeleri, bir kolpacı tarzıdır. Abdülhamid’den farklı olarak, 100 yıl sonrasında, Osmanlı hayalleri kuruyorum derken de yalan söylemektedir. Onun tek hayali, %10 komisyonlarının büyümesidir.

Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetenler, olsa olsa, Abdülhamid’in komiği ile yüz yüze gelirler. Bu nedenle, cihan padişahı Erdoğan, ipleri efendilerinin, ABD, İsrail’in elinde olan kukladır. Hepsi budur.

İdlib savaşı, maskeleri indirecek, hayatın gerçekliği biraz daha fazla su üstüne çıkacaktır.

Direnmeyi biliyoruz, kazanmayı da öğrenelim

Biz tanışıyoruz gözlerimizden.

Gördüklerimizden ve sezdiklerimizden. Bizim namımıza, bizim yerimize konuşulurken devirdiğimiz gözlerimizden. Tehdit eden gözlerin yüzlercesine karşılık verirken, ama en çok da adaletsizliğin karşısına dikilip özgürleşirken ateş saçan gözlerimizden tanışıyoruz. Hani Gezi’deki gibi…

Daha milyonlarca gözümüz var. Henüz kapıların, pencerelerin ardından bakan, henüz ürkek gözlerle sessizce izleyen ve biriktiren, biriktiren…

Biz omuzlarımızdan tanışıyoruz, omuzlarımızdaki bu “ben varım”ı anlamayan her kafaya anlatmak zorunda olma yükünden, omuzlarımızdaki bu “şefkatli, anlayışlı, kapsayıcı ve yumuşak olma” beklentisinin yükünden. Ama en çok da bunları silkeleyip omuz omuza verdiğimiz anlardaki gücümüzden tanışıyoruz. Lübnan’da, Sudan’da, Şili’de isyana katılan, bütün dünyanın baktığı kadınlar gibi.

Daha milyonlarca omzumuz var, henüz bizimkilerle birleşmemiş olan. Kapitalist-emperyalizmin yükünün en ağırlarını taşıyan; kimi köle pazarlarında satılan, kimi ölmekten beter bir geleceksizliği yaşayan kardeşlerimizin omuzları…

Kollarımızdan hele… Hani şu ahtapot kollarımızdan… Herkese ve her şeye yetmeye çalışan ve bunu iyi beceren kollarımızdan… İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir hasta ve yaşlı bakıcısı, bitmeyen iş ve ev mesailerinin emekçisi, kısacası işlevli bir İsveç çakısı olagelirken, bir anda kol kola giriyor, üretim kooperatifleri kuruyor, ahtapot kollarla bir araya getirmeyi ve özgürlük için örgütlenmeyi öğreniyoruz.

Bir de sistemin, devletin, ailenin, kocanın, babanın, evladın gerekleri için savrulan da savrulan, çırpınan didinen kardeşlerimizin kolları. O kadınlar… Hani o kollarla kendisi için bir şey yapmayı kendine hak görmeyen. Henüz…

Sesimiz hani… “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” derken, “emeğimizin hakkını istiyoruz” derken, “devlet kimdur?” derken, “Savaşa hayır” derken çoğalıyor. Biz seslerimizden tanışıyoruz. “Şehidin helvası sizin ocakta kavrulmadığı sürece size hep tatlı gelecek” diyen annenin sesi de var bu sesin içinde. Egemenleri rahatsız eden her ses tanımaya başlıyor birbirini. Ya daha fazlamızın, milyonlarcamızın sesi? “Dilini koparırım” diye tehdit edilen kardeşlerimizin, genç kızların sesi? Gördüklerini ve sustuklarını bir haykırsa yeri göğü inletecek o ses?

Ellerimiz de tanır ya birbirini, ve aklımız, emeğimiz… Pankart boyayan, makale yazan, çizen, film çeken, müzik yapan ellerimiz tanır ya birbirini.

Bir de patrona kar kazandıran, sömürülen emeğimiz tanır ya… Bu eller üretmez de bir gün durursa nasıl döner onların çarkı?

Tanıyoruz birbirimizi, bir daha tanışalım.

Öldürülmemek istiyoruz, ama yetmez. Kadına şiddet uygulayanların yargılanmasını istiyoruz, ama yetmez. Bedenimize dair tek karar sahibi olmak istiyoruz, ama yetmez. Eşit işe eşit ücret ve kreş hakkımızı istiyoruz, ama yetmez… Bugün bunlar için mücadele ederken, kazanmak ve kazanımlarımızı güvence altına almak için, yaşadığımız tüm yoksunlukların, sömürünün, aşağılanmanın, cinayetlerin ve şiddetin kaynağı olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadelenin zorunlu olduğunu savunuyoruz.

Dün başkaları için yaşayan kadınların, doğrudan kendi yaşamına dair ve tüm toplumsal yaşama dair karar sahibi olduğu, özne olduğu bir sosyalist toplumun inşası için, Clara’nın, Rosa’nın, Kollontai’ın izinden devrim için örgütleniyoruz.

Direnmeyi biliyoruz. Artık kazanmayı öğrenmeliyiz. Kazanmak için örgütlenmeliyiz.

Kazanmak için, pencerelerin arkasından izleyen kadınların gözleriyle buluşmaya hazır olalım. Bir adım daha ileri atmak için, mücadeleyi sürekli hale getirelim. Meydanlarda buluştuğumuz gibi işyerlerinde, mahallelerde, okullarda bir araya gelelim, kararlar alıp hayata geçirelim; örgütlenelim.

Direnen, geleceği için örgütlenen ve özgürleşen kadınların kurucusu olduğu bir dünya mümkün.

Her Gün 8 Mart, Her Gün Kavga!

Emperyalist paylaşım savaşımı ve TC devleti – Aslanlar, kedigillerden midir?

TC devletinin, son günlerde, Suriye örneğinde olduğu gibi, bir başka savaş senaryosu içine atılmak üzere Libya’ya yöneldiğini görüyoruz. Özal döneminde Irak için yanıp tutuşan bir eski Osmanlıcılık, Osmanlı-İslam sentezi olarak kendini bize Suriye’de gösterdi. Osmanlı hevesleri işin havası, deyim uygun düşerse işin daha çok “gösteri” tarafı idi. Böylece “Türkçülük” gibi soyut ve kısır bir şeyle değil de, Osmanlı topraklarının yeniden ele geçirilmesi gibi somut ve maceraya açık gözüken bir hevesle yapılan arzulu bir şov. Şimdi ise, daha çok Osmanlı arka plana bırakılıp, daha çok “vatanın bekası” gibi, çok geri bir noktaya gidilerek savunulan bir yeni Libya şovu söz konusu. Bu kez, İslam öndedir. Hem Libya macerası, aynı zamanda IŞİD unsurları ile TC ordusu arasında bağ oluşturmaya pratik olarak çalışan SADAT politikasına da uygundur. Bu yolla, Libya çöllerinde, IŞİD unsurları ile TC ordusunun yeni karakteri uyuşma testine tabi tutulacak.

Suriye, Irak ve yeni olmasına rağmen Libya konusunda tutumumuz biliniyor. Sadece görüşlerimiz değil. Biz bir siyasal hareketiz ve bu nedenle tutumumuz, görüş ve eylem çizgisini bir arada anlatmak üzere önem kazanır. Burada, kuşku yok ki, bu bilindiğini söylediğimiz görüşlerimizi bir kere daha tekrarlayacağız. Elbette. Ama, resmi biraz daha derinlikli olarak ele almak istiyoruz.

Çünkü, bizim görüşümüz, TC devletinin, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımında, kendi durumunu unutup, sanki savaştan pay alacakmış gibi sunarak, tam bir tetikçi olarak davrandığı yönündedir.

Ama muhtemelen bazıları, TC devletinin, bu emperyalist paylaşım savaşımında, aslanlar masasından pay almaya çalıştığını da ileri sürebilir. Belki, biz biraz daha derinlikli tartışmaya çalışırsak, bu konu için de düşündürücü sonuçlara ulaşabiliriz.

Yoksa TC devletinin dış politikasına bakarak, onların kendi söylediklerinden, sadece bunlardan hareket ederek, bütünlüklü ve net bir sonuca varmak mümkün değildir. Onlara göre, daha önceki sayılarda da yazdık, kendilerini kukla gibi oynatanları görmeden, “uluslararası” pistlerde, dans ettiklerini söyleyecekler. Onun için derler ki, kişinin kendisi hakkındaki yargısına bakarak, değerlendirme yapmak yanıltıcıdır.

Durum nasıl ifade edilebilir?

Okuyucu hatırlayacaktır, geçen sayılarda Kaldıraç sayfalarında, durumu, büyük güçlerle dans olarak sunma eğilimlerini açığa çıkartıp, bunun aslında bir kukla oyunu olduğunu ifade etmiştik. Kuklaya sorarsanız, o mükemmel ve kendine özgü, kendine has, yaratıcı ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dans performansı ortaya koyduğunu söyleyecektir.

Üstelik, Irak ortada, Suriye meselesinde gelinen yer açık iken.

Doğrusu, aslanlar masasına oturup, diğer hayvanları yemek için tartışan aslanlara, kendini kurtarmak, sırf aslanlar da aslında “kedi soyu” sayılır diyerek, “danışmanlık” yaptığını sanan kedinin durumu, TC devletinin durumunu anlatmaktadır. Öyle ki, kedi, gerçekten de onların paylaşacağı bu pastadan, kendisini paylaşmayacakları bir yana, daha da ileri giderek, ona da bir pay vereceklerini düşünebilmektedir.

Demek ki, aslanlardan ya birisi ya da daha fazlası, kediyi hipnotize edecek kadar ileri gitmiştir.

TC devleti, bu paylaşım savaşımından, “bir koyup, üç alma”yı, acaba gerçekten umuyor mu? Saray Rejimi bu kadar körleşmiş midir?

Erdoğan körleşmiştir. O, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Amerikalıların “mal varlığını araştırma” tehdidi ile, paralarını bir yerden başkasına kaçırma yolları aramaktadır. Ne ki, kime gitse, o da Müslüman Kardeşler bağı içinde, ipleri ABD’ye çıkan birisi olmaktadır. Bu koşullarda Erdoğan, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Bahçeli de, kendini kurtarmak için, imam olmaya karar vermiştir. İstihbaratçı olduğu çok sık ifade edilen Bahçeli’nin, hastalıktan dönüş sonrasında yaptığı meclis konuşması tam bir vaazdır. Ölümden döndüğü için allaha dualar etmektedir. Erdoğan’ın sevincine bakarsanız, kendisini çok iyi anladığı ortadadır. Ama Saray Rejimi olarak şekillenmiş “yeni” hâli ile devlet makinası, gerçekten Suriye ve Libya’dan, bir pay alacağı fikrinde midir?

Kedi, kendisi ile aynı soydan geldiğini iddia ettiği aslanlara, size doğru yolu ben gösteriyorum, benim dediğimi yapın, diyor. Kedi diyor da, aslanlar, neden bu konuşmaları dinliyor? Yoksa kedi, gerçekten biyolojik bir mutasyonla, bir anda aslana dönüşecek bir ilaç mı bulmuştur?

Her örnek, açıklamak için işe yarar ama bir yere kadar.

Demek ki, diyoruz ki, bir emperyalist paylaşım savaşımı var. Bu savaşım, daha şimdiden, ticari olarak, dünya çapında, kuralsız bir savaşa dönüşmüş durumdadır. Bu satırlar yazıldığında Çin’de Wuhan bölgesinde bir yeni virüsün ortaya çıktığı haberleri anons edilmekteydi. Bunun, bu virüs işinin ticaret savaşı denilen şeyin, bir başka aşaması olma ihtimali yüksektir. Elbette, olay henüz yenidir ve bizim elimizde de bir bilgi yok. Ama zaten biz de olasılıktan söz ediyoruz. Umarız yanılırız. Belki bu yazı yayınlanana kadar, bu konu da netlik kazanmış olur. İster öyle olsun, isterse tersi, artık bu savaşın “kural” tanımadığını söylemek istiyoruz. O kadar çok örnek var ki, bunu söylemek abartılı olmaz.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı, kendini giderek daha açık biçimlerde ortaya koymaktadır.

Ünlü terim ile, “vekâlet savaşları” bunun bir türüdür. Biz, “vekâlet savaşları” terimini pek uygun görmüyoruz. Çünkü, sömürge ülkelerin ya da güçlerin, emperyalist efendileri adına savaşa sürülmesi, bir açıdan böyle ele alınabilir. Ama emperyalizme karşı savaşan bir gücün, örnek olsun, mesela Kürt hareketinin, ana gövde olarak, bu biçimde ele alınması büyük haksızlıktır. Elbette, diyelim ki, Venezuela’daki bir gücün direnişi, bir başka uluslararası gücün işine yarar ve mesela ABD’nin işine yaramaz. Ama Venezuela direnişi, birisinin vekâlet savaşı olarak ele alınamaz. Bu konuda hassas olmak gerektiği fikrindeyiz. IŞİD, elbette bir araç olarak kullanılmaktadır. Ama IŞİD, El Kaide gibi örgütler ile, diğerleri arasında bile bir farklılık vardır.

Bugünlerde ise, Süleymani örneğinde olduğu gibi, ABD, yani esas güç, doğrudan eyleme geçiyor ve doğrusu eylemi IŞİD aracılığı ile de üstlenmiyor, doğrudan üstleniyor. Ama yine de savaş, bir anda, “vekil”den, asıla geçmiş olmuyor. Emperyalist güçler, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde, halkları birbirine kırdırma politikaları uygulamışlardır. Ve üstelik bunu sadece, bugünkü gibi, bir emperyalist paylaşım savaşımı sürecinde değil, başka dönemlerde de yapmışlardır.

Süleymani suikastı, hem İran’ı, hem Irak’ı, hem de Suriye’yi hedef almaktadır. İsteyen bunlara, dolaylı olarak başka ülkeleri ve güçleri de ekleyebilir. Ama bu üçü, açıktan hedef tahtasındadır. Ve anlaşılan ABD, bu yolla, savaşı da büyütme riskini göze aldığını söylemektedir. Oysa bu konuda henüz yeterince istekli değildir. İran’ın tepkisinin daha düşük olması için, birçok “diplomatik” süreç işletildiği anlaşılmaktadır. Demek ki, ABD, biraz da cevahiri kurtarma peşindedir. Avın büyük bölümünü kaybetme sürecindeki aslanın, bir ısırık koparması, orman kanunları içinde anlaşılır bir şey olarak değerlendiriliyor olabilir.

Biz yeniden Türkiye’ye dönelim.

1- Bu savaşın bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu açık.

2- Bu savaşın, ana unsurlarının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya olduğu açıktır.

3- Bu savaş, dünya çapındadır ve her gün bir başka coğrafyadan bir ateş yükselmesi mümkündür.

4- Bu savaşın hedefini, Rusya ve Çin’e çevirmek, bu yolla diğer emperyalist güçleri bu hedeflere kilitlemek, ABD’nin stratejisidir. ABD, Suriye savaşı sonrasında karşısına dikilen Rusya ve Çin ortaklığını, ana düşman ilan etmiştir. Savaşın hedefini bu iki ülkeye döndürebilmek için, Batı Değerleri ve Batı Yaşam Tarzı ideolojisine sarılmaktadır. Bu yolla, diğer dört emperyalist güce ya da bu cephe içinde yer alanların tümüne, “biz paylaşalım derken, bu ikisi kendi çevrelerini korumakta” ve böylece, paylaşılacak pastayı küçültmektedir mesajını vermektedir. Gerçekten de Rusya ve Çin, paylaşılacak pastayı küçültücü bir etki yaratmaktadır.

5- Bu paylaşım savaşımında önemli bölgelerden biri, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde Ortadoğu’dur.

Öyle ki, diğer bölgelerde ortaya çıkan “yangınlar” ya da çatışma noktaları, daha çok burada gelişenlerle bağlantılıdır. Mesela ABD, Ukrayna meselesini, Almanya ve Rusya arasında ticaretin gelişimini önlemek için, tam da Suriye savaşından sonra devreye sokmuştur. Benzer biçimde Venezuela da bu bölge ile bağlantılıdır.

Aslında savaşın genel bir dünya savaşı olması da bunu gerektirmektedir.

6- Savaş sürecinde ya da savaşın öngünlerinde, geçici ittifaklar, adeta “kuraldan” sayılmalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyen herkes, görecektir ki, savaş tam olarak ortaya çıkana kadar, farklı çıkarlar adına, farklı ve geçici ittifaklar sürekli oluşmaktadır. Örneğin, savaşın 5-10 yıl öncesinde, Osmanlı’nın İngiltere saflarında savaşa girmesi beklenirdi. Öyle olmadı. Tersine Türkiye, Almanya saflarında savaşa girdi.

Bugün ortaya çıkan pek çok geçici ittifakın da sonunun ne olacağı belli değildir. Biz, bizzat yaşıyoruz, Astana süreci ile başlayan Rusya-İran ve Türkiye “ittifakı”, aslında çelişkilerle doludur. Ve her gelişmede, “bak ittifak bitti” sözleri işitilmektedir. Kasım Süleymani suikastı, Türkiye’yi İran’a karşı savaşa ikna edebilmek için, önemli argümanlar içermektedir. Benzer biçimde, bu suikast, Rusya ile Türkiye’nin S-400 anlaşmalarının sonunun geldiği yorumlarına yol açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı bu açıdan oldukça önemlidir.

Ekim Devrimi’nin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile sonuçlanan yenilgisi, bir anlamda tarihin zembereğini geriye sardı. Dünya, artık Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine dönmüş gibidir. Özellikle bölgemiz söz konusu olduğunda bunu söylemek daha kolaydır. Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmaları, tam da bu anlamda anlamlıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Osmanlı’nın elinde TC toprakları ile yeni bir devlete dönüşmesi, büyük ölçüde, Ekim Devrimi sayesindedir. Ekim Devrimi, sosyalizm rüzgârını, belki de cereyanını demek gerekir, dünyaya yaymaya başlamıştı. Elbette içeride iç savaş, Ekim Devrimi’ni yaratan partiyi, önder kadroyu çok meşgul eder durumda idi. Ama bu süreci anlamadan, Sovyet ve Türk yakınlaşmasını anlamak mümkün değildir. Emperyalist güçler, Anadolu’yu kaybetme riskini gördüler ve bu durumda, Ortadoğu’daki kazanımlarının da yok olma riskini kavradılar. Bu nedenle, Osmanlı’dan geride kalan topraklarda, Wilson Prensipleri 18. maddesine uygun olarak, “Türk unsurunun” egemen olmasına olanak tanıdırlar. İtalya, Fransa, İngiltere gibi güçlerin savaşın ortasında çekilmeye başlaması, Ekim Devrimi’nin yayılma korkusunun ifadesidir. İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni durdurmak için, Japonya’dan ABD’ye, tüm Avrupa’ya kadar tüm emperyalist güçleri seferber etmiştir.

Durumu kavrayan ya da durum konusunda ”aydınlatılan” Mustafa Kemal ve ekibi, bir yandan yeni Cumhuriyeti kurmak için, içeride, daha çok bir halk direnişi olarak ifade edilebilecek ve anti-emperyalist bilinci henüz zayıf olan kitlesel ve silâhlı hareketi kontrol altına almaya yönelmişlerdir. Zira, bunu başardıkları oranda, Batı, kendilerine bir şans verecekti. Öyle oldu. İçerideki hareketin kontrolü zor olan, bilinci daha ilerdeki unsurlarını bertaraf etmek için, 1918-1925 arasında her türlü dalavereyi devreye soktular. İçerideki katliamlar, İzmir İktisat Kongresi vb. tam olarak Batı’ya güvence vermiştir. 1918-25 arasındaki nispeten “demokratik dönem”, Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak bahanesi ile ilan edilen Takrir-i Sükûn ile birlikte, bir olağanüstü döneme yerini bırakmıştır. Tam da aynı dönem, Sovyet Devrimi’nin dünyaya yayılması frenlenmiştir. Almanya’da devrim 1919’da yenilmiş, devrimin Avrupa kıtasına yayılması önlenmiştir. Elbette, anti-emperyalist mücadele, halkların bağımsızlaşma isteklerini sürdürmesi devam etmiştir.

Bu dönem içinde burjuvazi, eski Osmanlı paşalarının bir bölümü ile, bazı toprak parçalarını kurtarmak için uğraşmıştır. Eski kadronun bir bölümünün Osmanlı rüyası, Enver örneğinde olduğu gibi devam etmiştir. Muhtemelen Enver, Ekim Devrimi’nin önderlerini kandırdığını düşünmüş olmalıdır. Tıpkı, içeride Atatürk’ün Sovyetler’i kullandığı fikri gibi.

Bugün, Saray Rejimi, kendisinin de bulunduğu paylaşım masasından kayıpsız kalkmak için, büyük hamleler yapmaya heveslidir. Eski Başbakan, yeni Gelecek Partisi Lideri Davutoğlu liderliğindeki dış politika, Suriye savaşına, bir parça lokma kapmak ve emperyalist efendileri ABD adına, bu lokmadan aldıkları payı sürekli kılmak için, hevesli davranmışlardır. Aslana kedi, Suriye’yi eli kolu bağlı teslim etme garantisi vermiş gibidir. Davutoğlu ile özdeşleşen bu politika, aslında devletin politikasıdır ve bugün de devam etmektedir. Davutoğlu, kalkıp, Türkeş’in 12 Eylül sonrasında dediğini söylerse yerinde olur. Türkeş, “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyordu. Şimdi Davutoğlu, fikirlerim iktidarda, ama ben istenmeyen adamım dese yerinde olur. Bu durum ise, daha çok Erdoğan’ın korkuları ile açıklanabilir. 12 Eylül’de, iktidarın böylesi “beka” korkuları, darbe ile bitmişti. Oysa Saray Rejimi, tüm “güç” gösterilerine rağmen, “beka” sorunundan söz etmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşu döneminde, içerideki baskı ve sindirme, emperyalist dünyaya, Osmanlı’nın kalan toprakları üzerinde Kemalist hareketin egemen olduğunu göstermeye yarıyordu. Bugün ise, baskı ve şiddet, içeride katliam politikası, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için iş görmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşunda Ekim Devrimi, savaşı sonlandırmış ve Osmanlı’dan kalan parçalar üzerinde egemenlik iddiasında olan Kemalist hareket için, Ekim Devrimi’ne yaklaşma dış politikası alternatifini yaratmıştı. Bugün ise, paylaşım savaşının başında, TC yönetenleri, dış politikalarını efendilerine tetikçilik etmek üzere ve içte bunu kullanarak güç toplamak üzere kullanmaktadırlar.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Kemalistler, aniden Ekim Devrimi ile kesilmiş bir paylaşım savaşımından kayıplarını azaltmak üzere dış politika kuruyorlardı. Batı emperyalizmi, Anadolu’da gelişecek devrimci halk hareketini boğmak için her türlü yardıma hazırdı. Oysa bugün, TC devletini yönetenler, daha yeni başlamış olan bir paylaşım savaşımında, efendilerine, kendilerinin de onların soyundan olduğunu anlatarak, pay istemektedirler.

Bugün, Saray Rejimi, içeride kendi iktidarını sağlamlaştırmak için, dış politikada, ABD tetikçisi olarak davranmaktadır. Hatta Erdoğan için bu mesele ailesinin ve mal varlığının “beka”sı hâline gelmiştir.

Suriye’de, kendisi işgalci konumda olan TC devleti, uyguladığı ve kendileri açısından bile yanlışlığı ortaya çıkan politikadan vazgeçmiyor. Bunun ana nedenlerinden biri, içeride iktidarı kaybetme korkusudur. ABD adına, tetikçilik yaparak, bölgede bir güç elde etme isteği, TC devletini, IŞİD ile ittifak eder pozisyona getirmiştir. Yanlışlıkla IŞİD zafer kazanmış olsa, TC devletinin “kontrolümde” dediği gücün, kendisinin kontrolü ile hiçbir bağlantısının olmadığı ortaya çıkacaktır. IŞİD güçlerinin içeride bombalamalarda kullanılması, Suriye savaşı için, “sınırın diğer yanından üç füze atma” provokasyonlarının devletçe organize edilmesi, devletin çeteleşmesi denilen sürecin sadece bir parçasıdır.

Libya’ya, eğer ABD doğrudan kendisi müdahale etmiş olsa idi, düşünelim ne olurdu? İlkin Avrupa ile karşı karşıya kalırdı ki, bugünlerde Rusya ve Çin’e karşı Avrupa’yı yanında tutmak için, Avrupa’ya dönük hamlelerini ertelediği düşünülürse, bu büyük bir sorun demek olacaktı. ABD, hazır elinde, Osmanlı hevesleri ile içerideki iktidarını devam ettirmek için savaşa muhtaç olan bir iktidar varken, neden kendisi devreye girsin? TC devleti devreye girdiğinde, Avrupa ile sorunu olacak olan TC devleti olacaktır. Zaten Suriye savaşı, eninde sonunda TC devleti ile Rusya arasındaki “yakınlaşma” görüntülerini parçalayacaktır, en azından bu potansiyeli vardır. Avrupa ile Libya nedeni ile çatışmaya başlayan bir TC devletinin, ABD’ye biat etmek dışında seçeneği de kalmayacaktır. Öte yandan, TC askerleri ile birlikte IŞİD çetelerini Libya’ya taşıması, IŞİD çetelerinin ömrünü uzatacak, ABD adına, kullanılmaya hazır güçleri de sağ tutacaktır.

Bu süreç, Saray Rejimi’nin ihtiyaç duyduğu savaş ihtiyaçlarını karşılar mı belli değil. Ama Erdoğan için denemeye değer bulunmuştur. Bu yolla Erdoğan iktidarını pekiştirme peşindedir. Bahçeli’nin her durumda “beka” sorunu olarak Libya’yı tartışması zaten ceptedir. Bu arada ise, IŞİD çeteleri ile TC ordusu arasındaki yakınlaşma, SADAT kontrolünde daha da “kurumsallaşacak”tır. Elbette bu hamleler, Rusya ile Türkiye yakınlaşmasına da bir darbe vuracaktır. Beklenti budur.

Tüm bunlar, bölgede İran’a karşı geliştirilen savaş konsepti içine, Türkiye’yi daha çok ABD kucağına ve kontrolüne itecek midir?

İsrail ile “yüzyılın anlaşması” diyerek, Ortadoğu bölgesinde planlarını güncelleyen ABD, belki Trump için bir seçim kazanma dönemine girecektir. Ama bu sayede, Ortadoğu’da, Süleymani suikastı gibi saldırıların yenilerine de olanak oluşturacaktır.

Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklardan TC devletinin çıkışı süreci, İdlib’in Suriye’nin kontrolüne geçmesi meselesine bağlıdır. Bu nedenle, İdlib meselesi, tam da İran’a karşı saldırılar diye açıklayacağımız, ABD ve İsrail projesine Türkiye’yi yakınlaştıracaktır. Ayakta kalmak, iktidarı sürdürmek hevesi, Erdoğan’ın bu sürece girmesini kolaylaştırıcı bir unsur gibi durmaktadır.

Demek oluyor ki, ABD bölgede aldığı tüm yenilgilere rağmen, kalıcı bir unsur olmakta diretecektir. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu İran’a karşı savaş planları ile bağlantılıdır.

Tüm bu savaş sürecini dağıtmak mümkün müdür?

Mümkündür. Zordur ama mümkündür. Bu süreç, bölgede gelişecek direnişe bağlıdır. Tam da bugün, tüm bölgemizde devrimci kardeşliği geliştirmek önemlidir. Bir devrim, tüm savaşı durdurabilecek tek eylemdir. Bölgemiz, sosyalizme, devrime, barışa, özgürlüğe susamıştır. Bunu başarmak, zor ama mümkündür.

Savaşa, yağmaya, ranta karşı genel grev, genel direniş

Biz diyoruz ki, Saray Rejimi, “savaş, rant ve yağma ekonomisi” üzerinde yükseliyor.

Artık hepsi, tüm Saray, savaş müptelasıdır.

Artık hepsi, tüm Saray ve çevresi, yağmacıdır, rantçıdır.

Artık hepsi, tüm Saray medyası, yalan makinası, karartma merkezidir.

Artık hepsi, yargısı, polisi, ordusu, katliamcıdır, emperyalizmin denetimindedir.

Artık hepsi, tüm Diyanet İşleri, tacizcidir, pazarlamacıdır, tecavüzcüdür, dolandırıcıdır.

Ve hepsi birlikte, Saray Rejimi, modern ortaçağ karanlığının Türkiye versiyonudur.

Erdoğan’ın söylediklerine bakın:

1- İdlib soruluyor kendisine ve şöyle diyor: “Savaş diyebilirim.” Demek TC devleti bir savaş ilan etmiştir ve bunu deklare etmemiştir.

Savaş kime karşı ilan edilmiştir?

Artık niyetler gizlenemiyor. Kel düştü, takke göründü. İdlib’de, IŞİD’ci çetelerle birlikte, Soçi ve Astana’da, terör örgütü ilan ettikleri ile birlikte TC ordusu, ortak saldırı düzenlemektedir.

Orada ölenler, kimin için ölmektedir?

Yanıtı açık, Saray Rejimi, Saray ve çevresinin çıkarları için. Asla ve asla vatan için değil.

2- Libya’da savaşa balıklama dalan savaş seviciler, şunları söylüyorlar:

“Suriye Milli Ordusu’ndan ekiplerimizle beraber oradayız.”

Orası Libya’dır.

Libya’da, TC devletinin ordusu, açık olarak, IŞİD uzantısı çetelerle birliktedir. İtiraf Erdoğan’dan gelmektedir.

Libya’da askerler, yoksul insanların çocukları, kimin için savaşmaktadır? Saray Rejimi’nin ayakta durabilmesi için, acımasızca, askerlerinin kanını döken bir rejim var ortada.

Erdoğan’a soruyorlar, Libya’da şehitlerimiz var mı, diye.

Yanıt: “Birkaç tane şehidimiz var.”

Sanki, sineklerden, sanki patates çuvallarından, sanki petrol varillerinden söz ediyor: “Birkaç tane.”

Acaba, “birkaç tane”si, kaç dolardır? Kaç dolara satılmışlardır?

Erdoğan, savaş naraları, ölüm tacirliği yapar tarzda savaş naraları atıyor: “Şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor.

İnşallah, umuyorum ki, allah izin verirse anlamındadır ve Erdoğan, inşallah daha fazla şehit için dua etmektedir. Amerikan çıkarları, Saray Rejimi’nin devamı için, inşallah daha fazla şehit vermekten söz ediyor. Normali, daha az kayıp vermeyi ummak olmalıdır. Oysa Saray Rejimi, artık, adak adar gibi, askerlerinin kanını dökmektedir.

Libya’da, yabancı basına göre, 16 asker ve 100’den fazla MSO çetesi ölmüştür. İşte size “birkaç tane.”

Libya’da ölen bir subay, gizlice defnedilmiş, silâh arkadaşları tarafından ölüm haberi basına sızdırılmış, basında bu haberi “tweet”leyenlerin sosyal medya hesaplarına el konulmuştur. Ölümleri gizleme üzerine kurulu bir savaş politikası, ABD hizmetinde “Mehmetçiğin” satışa çıkarılması ancak böyle hayata geçirilmektedir. Acaba Suriye’deki kayıpların ne kadarı gizlenmektedir?

Bu, bizim savaşımız değildir.

Bu, halkın savaşı değildir.

Bu, işçilerin, emekçilerin, yoksulların, milyonların savaşı değildir.

Bu, vatan savunması değildir.

Bu savaş, savaş ekonomisini beslemek için vardır.

Bu savaş, Saray Rejimi’ni ayakta tutabilmek için yürütülmektedir.

3- Ülkede ekonomik kriz had safhaya yaklaşmaktadır.

Her gün iş cinayetleri, her gün kadın cinayetleri, her gün çocuk istismarcılığı “birkaç tane”yi aşkın biçimde gerçekleşmektedir.

Her gün, yeni bir intihar vakası ile yoksulluk, açlık, işsizlik, çaresizlik ortaya çıkmaktadır.

7 milyon emekli, asgarî ücretten daha az ücret almaktadır.

İşsizlik hızla artmaktadır.

9 milyon insan asgarî ücretin yarısı kadar gelir elde etmektedir.

Birçok insanın sosyal güvencesi yoktur.

Birçok insan, maaşını alamamaktadır.

Kriz, tüm ağırlığı ile, emekçilerin omuzlarına oturmaktadır.

4- Saray Rejimi, doğayı, kentleri yağmalamaktadır. Rant avcılığı, Saray Rejimi’nin gözde mesleği olmuştur. Her gün, yeni bir rant planı halka dayatılmaktadır. Bunun için belediyelerin tüm olanakları yağmalanmaktadır.

5- Tüm bunlara karşı gelişmekte olan direnişe karşı, her türlü baskı, her türlü şiddet devreye sokulmaktadır. Saray Rejimi, yolun sonunu gördükçe, daha fazla saldırmaktadır. Kendi korkularını, halka bulaştırmak istemektedirler. Söz söylemeyi, gerçekleri haykırmayı, eylemlerle hak aramayı bir yana bırakın, düşünmeyi, nefes almayı yasaklamak için yollar aramaktadırlar.

Bu, iktidarın çaresizliğidir.

İşçi ve emekçiler, halklar, tüm gidişe karşı, hayatın her alanından, direnişler geliştirmektedirler.

Bu direnişlerin büyümesi, bu direnişlerin örgütlü ve kararlı bir mücadeleye dönüşmesi mümkündür.

Sadece mümkün değil, hayatî ölçüde gereklidir.

İşte bu nedenle, genel grev ve genel direniş bayrağını yükseltmek gerekiyor.

Görev budur.

Bu, yarın genel grev anlamına gelmez.

Hayır, örgütsüz, hazırlıksız bir genel grev, büyük bir yenilgi olacaktır.

Saray Rejimi ile işçi ve emekçilerin, iki ayrı cephede savaşmakta olduğunu görerek, adım adım hazırlanarak, bir genel grevden söz etmeliyiz.

Genel grev, aynı zamanda, hayatın her alanında bir genel direnişe dönüştürülmelidir.

Korkuları da budur.

Bunun için azgınca, kuralsızca saldırıyorlar.

Dışarıda süren savaş, içeride bir iç savaşa dönüşmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu savaşa hazırlanmak zorundadırlar.

Şimdi, gözyaşları ile kendine acıma zamanı değildir.

Şimdi, çaresizlikle kıvranma zamanı değildir.

Şimdi, bireysel çözümler zamanı değildir.

Şimdi, intihar etme, hayata küsme zamanı değildir.

Şimdi, ağır ağır ayağa dikilme, örgütlenme ve hazırlanma zamanıdır.

Şimdi, genel grev ve genel direniş bayrağına sarılma zamanıdır.

Şimdi, örgütlenme ve örgütlü mücadeleyi sabırla, inatla sürdürme zamanıdır.

Bu bilinçle, tüm devrimci işçileri, tüm aydınları, tüm öğrencileri, tüm kadınları, Kaldıraç Hareketi saflarında mücadeleye çağırıyoruz.

Kahrolsun tekelci polis devleti!

Yaşasın, Anadolu Sosyalist Devrimi!

Transnational solidarity against racism and war!

Hundreds of groups and organizations worldwide sign multilingual statement to join forces and react together to the escalation of recent events taking place on the Greece-Turkey border. This joint statement that we signed is the first step of the cross-border initiative formed by those who unite in the transnational anti-racist struggle for the rights and freedoms of migrants.

Five years after the so-called “refugee crisis” and almost four years after the EU-Turkey deal, we are once again witnessing the violence caused by security-centred migration policies. Since last Thursday (27.02.2020), thousands of people have been moving towards the Turkey-Greece border following the announcement that migrants wanting to reach Europe will no longer be stopped on the Turkish side. The announcement from Turkish government officials came after the death of 33 Turkish soldiers in the Idlib area, where conflict escalation has seen the civilian death toll rapidly increase by the day, with basic infrastructure and health facilities being blatantly fired at. Turkish government keeps its borders with Syria closed while seeing no harm in pushing thousands of migrants towards the doors of Europe, into a limbo.

Migrants and asylum seekers from Syria, Afghanistan, Pakistan and several African countries have been reaching the border-crossing areas of Edirne, Çanakkale, and İzmir; some were brought there by buses of municipalities, some arrived by private taxis, or walking. In the Edirne area, they have been allowed to proceed to the border zone by the Turkish authorities, but Greek police forces prevented them from passing with gas and sound-lighting bombs. At the same time, Turkish authorities restricted the access of journalists and reporters. Those stuck in the grey zone between the two states under heavy rain and with scant food supplies have been shouting for the opening of the borders. Some of those who reach the land border were told by the authorities to cross by sea despite hazardous weather conditions.

In Greece, the scenario is also worsening. The government has recently passed a new stricter and even more inhumane law on asylum entailing detention upon arrival to the Greek territory for all new asylum seekers. In the past days, local communities on the islands of Chios and Lesbos have been clashing with riot-police in opposition to the establishment of new detention facilities. Under the burden of the so-called “refugee crisis” since the EU-Turkey deal, they have been protesting against the deterioration of their own living conditions and of the living conditions of those seeking asylum there. However, xenophobia and racism have never stopped infesting the public discourse. In reaction to the latest events, Greek government officials have been fuelling hatred and fear by spreading the myth of an invasion by “illegals” at the behest of its neighbouring country.

Xenophobia, racism and their normalisation must be opposed everywhere they surface, be it in Turkey, Greece and anywhere else. The instrumentalization of the lives of migrants, asylum seekers and refugees reduced to a threat and a bargaining chip must end, both in domestic electoral campaigns and in the relations between the Turkish government and the EU. The security policies that push thousands of already displaced people into a limbo and the border regimes that cause the endless cycle of violence against them must cease. What we demand are peace, fundamental rights and freedoms of every person on the move.

Borders are killing, open the borders!
Stop the war on refugees & migrants!
Transnational solidarity against racism and war!
For a free world without borders, exploitation, and exile.

For the list of signatories, see here: https://crossbordersolidarity.com/.

Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!

Yunanistan-Türkiye sınırında yaşananlara karşı bir araya gelmek ve ortaklaşa tepki göstermek için dünya çapında yüzlerce kurum ve topluluk aşağıdaki ortak açıklamaya imza attılar. Kaldıraç olarak imzacısı olduğumuz bu ortak açıklama, göçmenlerin hak ve özgürlükleri için ulusötesi ırkçılık karşıtı mücadelede birleşenlerin oluşturduğu ulusötesi inisiyatifin ilk adımıdır.

AB-Turkiye anlaşması dördüncü yılını doldurmak üzereyken ve sözümona “mülteci krizi”nden beş yıl sonra bugün yine güvenlik odaklı göç politikalarının sebep olduğu şiddetle karşı karşıyayız. Geçtiğimiz Perşembe (27.02.2020) Türkiye tarafından Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin daha fazla tutulamayacağı açıklandı. Bunun üzerine binlerce kişi Türkiye-Yunanistan sınırına doğru harekete geçti. Bu açıklama çatışmaların şiddetlenmesiyle günbegün daha fazla sivilin öldürüldüğü, hastane ve temel altyapıların pervasızca hedef alındığı İdlib bölgesinde 33 Türk askerinin hayatını kaybetmesi üzerine yapıldı. Türkiye hükümeti Suriye ile sınırını kapalı tutmaya devam ederken kendi topraklarındaki göçmenleri Avrupa’nın kapılarına, belirsizliğe doğru iteklemekte bir mahzur görmüyor.

Binlerce Suriyeli, Afgan, Pakistanlı ve çeşitli Afrika ülkelerinden göçmen ve sığınmacılar Edirne, Çanakkale ve İzmir gibi sınır bölgelerinde beklemekte; kimileri belediye otobüsleri ile sınıra getirilmiş, kimileri ise taksiyle ya da yürüyerek bölgeye ulaşıyorlar. Edirne’de Türkiye otoriteleri göçmenlerin sınır bölgesine geçmesine izin verirken habercileri durduruyor, Yunan polisi ise gaz ve ses-ışık bombaları ile geçişleri engellemeye çalışıyor. İki devletin sınırı arasındaki bölgeye geçmiş olan göçmenler yoğun yağmurun altında, herhangi bir gıdaya erişimi olmadan beklerken sınırların açılması için sloganlar atıyorlar. Kara sınırında bekleyen bazı kişilere ise tehlikeli hava koşullarına rağmen bizzat yetkililerce deniz yolu ile geçmeleri önerilmiş.

Yunanistan’da da durum kötüye gitmekte. Yakın zamanda hükümet Yunan topraklarına ulaşan her yeni sığınmacının alıkonulmasını öngören daha sıkı ve zalimane bir yasa geçirdi. Geçtiğimiz günlerde Sakız ve Midilli adalarının sakinleri yeni alıkoyma merkezlerinin inşa edilmesine karşı yapılan protestolarda polisle çatıştı. Bu protestolar AB-Türkiye anlaşmasının doğurduğu sözde “mülteci krizinin” yükü altında hem ada halkının hem de sığınmacıların yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı ortaya çıktı. Öte yandan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık da kamusal söyleme etki etmeye devam ediyor. Son gelişmelerin üzerine, Yunan hükümeti komşu ülkenin emriyle tetiklenen “yasadışı göçmenlerin” istilası miti üzerinden nefret ve korku yaymakta.

İster Türkiye’de ister Yunanistan’da ya da başka bir yerde, her nerede ortaya çıkarlarsa çıksınlar ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve bunların normalleştirilmesine karşı durmalıyız. Göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin hayatlarının bir tehdit ya da pazarlık unsuru haline getirilmesine, devletlerin seçim kampanyalarında ya da Türkiye ile AB arasındaki ilişkide bir koz olarak kullanılmalarına derhal son verilmeli. Halihazırda yerinden edilmiş binlerce kişinin hayatını tekrar belirsizliğe sürükleyen güvenlik politikaları ve insanları sonsuz bir şiddet döngüsüne hapseden sınır politikaları ortadan kalkmalı. Biz barışta ve hareket halindeki her insanın temel hak ve özgürlüklerini talep etmekte ısrar ediyoruz.

Sınırlar öldürüyor, sınırları açın!
Göçmen ve mültecilere karşı savaşa hayır!
Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!
Sınırsız, sömürüsüz, sürgünsüz bir dünya!

İmza listesine https://crossbordersolidarity.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...