Ana Sayfa Blog Sayfa 108

Öfkemizi örgütlüyoruz. Bizden aldıklarınız için dünyayı almaya geliyoruz!

Emine Bulut kocası tarafından öldürüldü.

Ceren Özdemir sokakta yürürken öldürüldü.

Şeyma Yıldız babası tarafından öldürüldü.

Şule Çet bir plazanın 20. katından atıldı.

Ceren Özdemir davasında avukatlar Ceren’i ahlaksızlıkla suçladı.

Nadira Kadirova’ya, Rabia Naz’a, Yeldana Kaharman, Gülistan Doku’ya ne oldu?

Ve bu sırada milyonlarca kadının evde ve işte emeği sömürülmeye devam etti.

Evet öfkemiz büyük, isyanımız da. Dünyaya bakın. Şili’den Sudan’a, Hindistan’dan Irak’a İran’a, Bangladeş’ten Fransa’ya. Biz yeryüzünde milyonlarca kadın sömürüye, cinayetlere, tacize, tecavüze, yoksulluğa karşı ayaktayız. Öfkemiz büyük, isyanımız da.

Ekonomik krizin her gün ağırlaşan koşullarında yaşamaya çalışanlar, güvencesiz, ucuz iş gücü olarak sömürülen kadınlarız. Krizin yarattığı “stres”, “bunalım”, “depresyon” bahanesiyle erkeklerin şiddetine uğrayan da yine biz kadınlarız. Büyüyen işsizliğin getirdiği öfkeyi de saç kurutma makinesiyle çocuğunu ısıtmaya çalışan kadının çaresizliğini de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Kendi varlıklarını devam ettirmek için dünyayı savaş alanına çevirenleri, savaşlar üzerine kurulu ekonomileri ile bizi baskıyla yönetebileceklerini düşünenleri biliyoruz. Savaş koşullarında kadınların yaşadıklarını da, göç yollarını da, kadın köle pazarlarını da görüyoruz.

Emine’nin ölmek istemiyorum haykırışı kulaklarımızda. Ve aynı haykırışı 2019 yılında öldürülen 474 kadın için de duyuyoruz. 2019 yılında 474 kadın öldürüldü. ‘Güçlü aileler sorunlarını kendi içinde çözer’ diyerek kadınların içine sıkıştırılmaya çalıştığı ailede yemek, bulaşık, çamaşır, çocuklar döngüsünde sömürüldüğünü de; uğradığı tacizi, tecavüzü, şiddeti de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Adına yargı denen ama önce kendisini yargılaması gereken, adalet denen ama katilleri aklayan sistemleri var. Kadınları giyiminden, bulunduğu yerden, akıl sağlığını gerekçe göstererek, özsavunmasından suçlu ilan etmeye çalışan hakimleri ve avukatları var biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Biz kadınlar, biriken öfkemizle sokaklarda, meydanlardayız.

Biz kadınlar toplumun yarısıyız.

Bizi ikinci cins diyerek önemsizleştirmeye çalışan bu sistemde biz kadınlar üretimden gelen gücümüzle varız, emeğimizle varız, bedenimizle varız, en çok da mücadelemizle varız.

Biz kadınlar direnmeyi biliyoruz, biz kadınlar mücadele etmeyi biliyoruz, biz kadınlar ‘kadınlar vardır’ dedirtmeyi biliyoruz, biz kadınlar toplumun her alanında kendimizi görünür kılmanın yollarını biliyoruz.

Bugün bize gereken ise kazanmayı öğrenmektir.

Ahtapot gibi sekiz kolumuz varmışçasına her işi yapan biz bu dünyanın lanetlileri, her gün bu yaşamı yeniden kendi ellerimizle örüyoruz. Bugün birçok kadın hem çalışıyor, hem de çocuğunun sorumluluğunu, ev işlerinin yükünü tek başına sırtlanıp taşıyor. Biz kadınlar, bu eşitsiz yükün altından kalkmaya gösterdiğimiz gayreti ve gücü kendi yaşamımızı ve toplumu değiştirmek için örgütlediğimizde başaramayacağımız ne olabilir?

Madem bu düzen bizim emeğimizle varlığını sürdürüyor; her türlü sömürüye, aşağılanmaya, şiddete karşı özgür bir dünya yaratmak da ellerimizde. Yükümüz ağır. Gücümüz büyük. Gücümüzün farkında olup, hayatlarımız için, toplumsal hayatın öznesi olmak için bir araya gelelim.

Bugün biriken öfkemiz, bizi bir kadın öldürüldüğünde, tacize uğradığında, işten atıldığında yan yana getiriyor. Bunlar yaşanmadan yan yana gelmenin ve dünyayı değiştirmenin yolu, bunların yaşanmamasını sağlamanın yolu örgütlülüktür. Öfkemizi örgütleyelim, isyanımızı da.

Örgütlenmek, karşımızda duran, her saldırısında bizi daha sık yan yana getiren bu sistemli sömürüye karşı sistemli bir cevap verebilmektir. Yalnız canımız yandığında değil, hak ettiğimizi yani bütün dünyayı istemek için yan yana gelmektir. Bir bildiri dağıtmak, yanımızdaki kadınlara yalnız olmadıklarını göstermektir. Örgütlenmek, sömürüyü nasıl ortadan kaldıracağımızı tartışmaktır. Şiddeti, tacizi, tecavüzü ortadan kaldırmak için yapacağımız eylemlerdir. Örgütlenmek, bu çürümüş düzenin bizi tanımlamasına izin vermeden özne olmak, kararlarımızı biz veririz demektir. Örgütlenmek, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek ve o dünyayı almaya gelmektir.

Sınıfsız ve sınırsız bir dünya için mücadelemizle kendimizi var edelim. 8 Mart’ta, tüm bu saldırılara karşı cevabımızı bir arada verelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz, isyanlarımızdan öğreniyoruz, kazanmak için örgütlenelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz; kafamızı işyerlerinden, evlerden, üniversitelerden kaldırıp gözümüzü dünyaya dikelim. Öfkemizi örgütleyelim, ellerimizle dünyayı yeniden yaratalım.

Suriye’de savaşa hayır!

27 Şubat gecesi gerçekleşen hava saldırısında -resmî kaynakların açıkladığına göre- 33 askerin hayatını kaybetmesi sonrası Suriye savaşı, örtülü olarak devletler, açıktan çeteler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşı olmaktan çıkarak, bir üst aşamaya, açıktan devletler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşına dönme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için başlattığı saldırganlığın bir aşaması olarak devam eden Suriye savaşı, Irak ve Libya’da da tam olarak zafer elde edemeyen ABD için yenilgi ile sonuçlandı. İşbirlikçi bölge devletleri, onların desteklediği katliam ve tecavüz çeteleri ile yakılıp yıkılan Suriye’de şimdi yenilginin sonuçları yaşanmaktadır.

Bu savaşa, iki saatte Şam’da namaz kılacakları iddiası ile katılan bu ülkenin yönetenleri, şimdi yenilginin sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalıyor. Üstelik, Türkiye de dahil tüm dünyanın ‘terörist’ ilan ettiği, dünyanın birçok yerinden gelen cihatçı çetelerin açıktan hamiliğini yapacak, onlarla aynı siperde savaşacak kadar bir batağın içinde bulunuyor.

İdlib, Suriye savaşında yenilginin tescilleneceği yerdir. Dokuz yıldır süren savaşın gelip sıkıştığı, çetelerden temizlendiğinde gerisinin çorap söküğü gibi geleceği düğümdür. Saray Rejimi için ise bundan sonra ABD açısından desteklenip desteklenmeyeceğinin belirleneceği varlık-yokluk meselesidir.

Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

Bu savaşı başlatan başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ve işbirlikçi bölge devletlerinin askerlerini savaş alanından çektiği, arkadan dolanarak savaşı uzatmaya çalıştığı Suriye’de, Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

NATO’nun göreve çağrılması da, ABD’den yardım istenmesi de, Avrupa’ya kızarak sınır kapılarının mültecilerin geçişi için açılması da, bu tek kalmışlığın getirdiği çaresizliğin sonuçlarıdır. Dün geceki, 33 askerin hayatını kaybetmesine yol açan saldırı sonrası, tek destek İsrail’den gelmiş, İsrail, Suriye’ye hava saldırısı düzenlemiştir. 

Bu savaş, bu ülkenin emekçilerinin, yoksullarının, halklarının savaşı değildir. Suriye halkları bizim düşmanımız değildir. Savaş, daha fazla yoksulluk, açlık, gözyaşı ve ölümdür. Gazete köşelerinden, kürsülerden, “yansın İdlib, yıkılsın Suriye” diyerek savaşı körükleyenlerin kendileri ya da onların çocukları  ölmüyor, ölmeyecek. Savaşta ölenler bu ülkenin yoksul emekçi çocuklarıdır.

Başka bir ülkenin topraklarında savaş yürütenler, başka bir ülkenin halklarının nasıl yaşayacağına müdahale edenler, kendi topraklarına da benzer gerekçelerle müdahale edilmesini meşrulaştırmış olurlar.

Suriye’deki askerler bir an önce geri çekilmeli, dokuz yıldır Suriye’nin yakılıp yıkılmasına neden olan savaş politikalarına son verilmelidir.

Bölgemizi kan gölüne çeviren emperyalist saldırganlığa karşı, halkları birbirine düşman eden savaş politikalarına karşı halkların ortak anti-emperyalist mücadelesini yükseltelim.

Suriye’de savaşa hayır!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

KALDIRAÇ

28 Şubat 2019

Sallanan Saray Rejimi, derinleşen kriz ve “yerli ve milli” otomobil

Yılın, yani 2019’un son günlerinde, Saray Rejimi ve onun başında bulunan ve artık günleri sayılı olduğu anlaşılan Erdoğan, bir ‘otomobil show’ sahnelediler. Türkiye’nin “yerli ve milli” otomobili, Bahçeli olmadan, sunuldu, tanıtıldı.

Eğer bir uluslararası tekel, kendi tanıtımını bu tarzda yapsa idi, muhtemeldir ki, bu tanıtımı, bu şovu hazırlayan firmayı kovarlardı. Muhtemelen Türkiye’nin tekelleri de böylesi ucuz, böylesi pespaye bir tanıtımı sunan ajansın işine son verir, metin yazarını, senaristi kovalarlardı. Ama neylersin, Erdoğan, “ihtiyaçtan satış” politikalarına uygun olarak, artık, üçün-beşin, iyinin-kötünün ayrımını yapacak noktada değil.

Hastalık derinleşince, hasta her türlü ilaca razı olur hesabı, sallanan Saray Rejimi ve onun başındaki Erdoğan, her türlü şova, her türlü “desteğe”, her türlü “illüzyona” sarılmak zorunda kalıyor.

İşte tam da bu nedenle biz, mesele Erdoğan’ın gitmesi değil, Saray Rejimi’nin de devrilmesidir; mesele sadece Saray Rejimi’nin devrilmesi değil, bu yolla, burjuva devletin devrilerek bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi, bir işçi devletinin kurulmasıdır, diyoruz.

Yoksa, Erdoğan da, günlerinin sayılı olduğunu biliyor.

Başka şeyler bir yana, biz Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul” tartışmalarını da ömrünü uzatma girişimi olarak görüyoruz. Erdoğan, “Kanal İstanbul” projesine, NATO mekanizmaları ve paylaşım savaşı nedeni ile önem veren, a- ABD’ye, b- İsrail’e, c- İngiltere’ye ve d- bu proje olacak diye arsa satın almış Katarlılar başta tüm rantiyeci “destekçi”lere, özetle, benim dışımda bu projeyi kimse yapmaz, bana destek verin, diyor. Erdoğan, ben yoksam, sizin bu projeleriniz de hayata geçmez, demek istiyor.

Demek Erdoğan, kendi iktidarının süresini doldurduğunun bilincindedir. Bunu, bir “dost” olana, Bilal’e anlatır gibi anlatmıyor elbette. Kendisini oraya getirmiş olanlar, şimdi başkasını oraya hazırlıyorlar ve Erdoğan, bunun anlamını Bilal’in bile çözebildiğini biliyor.

Saray Rejimi sallanıyor.

Baskının, zulmün, devlet şiddetinin üzerinde bu kadar uzun süre oturmak mümkün değildir. Bir sonu vardır. Eli kanlı bir iktidar olarak, değil halkın yarısının karşı çıkması, muhtemelen halkın %75’inin açıktan karşı çıktığı bir iktidar olduğunun bilincindedir. Kürtlere ve işçi sınıfına karşı uygulanan devlet terörü, devrimci harekete karşı azgın saldırılar, halkın sindirilmesi için devreye sokulan olağanüstü metotlar artık işe yaramaz durumdadır.

Suriye savaşının bir yenilgi olduğunu artık, bir hükmü bile kalmamış yeni genelkurmay da biliyor olmalıdır. Suriye savaşında yenilmiş olmanın maliyetleri vardır ve pek yakında bu maliyetler, artık gün yüzüne çıkacaktır.

Bu hem ekonomik, hem de siyasal bir kriz anlamındadır.

Dünyanın emperyalist güçleri, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında kızışan paylaşım savaşımı, tüm etkilerini açık bir biçimde bulunduğumuz bölgede, bu arada Türkiye içinde de ortaya koymaktadır.

Uygulanan rant, yağma ve savaş ekonomisinin üzerine, bu paylaşım savaşımının etkileri binmiştir ve tüm bunlar, ülkede, siyasal, ideolojik, ekonomik alanı sarmış olan bir çeteleşme sürecini beslemektedir.

Bir de ekonomik kriz var. Damat Ferit’in çevresi aracılığı ile yapılan ekonomik manipülasyonlar artık komedi düzeyinde gülünçtür. Zaten “yerli ve milli oto-show” da Damat Ferit ve çevresi eli ile pişirilmektedir.

Ekonomik kriz, sanıldığı gibi, manipüle edilen enflasyon rakamları, bastırılmış döviz kurları vb. Damat Ferit’in tuhaf el hareketleri ile gizlenemez. Kriz, işsizlikte, iflaslarda, dönen çeklerde, batan şirketlerde, düşen üretimde, ortaya çıkan durgunlukta vb. açıktır. Kriz, bankaların artan karşılıksız alacaklarında, bankaların ellerinde birikmiş konut sayısında kendini ifade etmektedir. Kriz, artan borçlanma ve bunun bunalıma dönüşmüş olmasında kendini ifade etmektedir.

Bizzat kriz, “varlık fonu”na devredilen şirketlerin, birer birer zarar etmesinde kendini göstermektedir. Çaykur, PTT, THY bile zarar eder konuma geçmişlerdir. Rant, yağma ve savaş ekonomisi, tam da bu sürecin, bu krizin asıl nedenidir.

Saray Rejimi, Libya’ya asker gönderme sürecine, işte bu ortamda dalmaktadır. ABD ve İsrail, Akdeniz’de sorun yaratmak ve bu arada Türkiye ve Suriye arasında bir anlaşma ortamının ortaya çıkmasını önlemek üzere, Akdeniz’in ortasında, batısında problemler yaratmaya TC devletini “tetikçi” olarak atamışlardır. Bu yolla İsrail, Türkiye-Suriye anlaşmasının yol açacağı sorunları da önlemiş olmaktadır. Erdoğan ise, bu yolla, İsrail ve ABD desteğini, yeniden arkasına alıp, bir erken seçim yapma planını devreye sokmaktadır.

Neylersin, ümit dünyası işte!

Erdoğan, kendini kimin nasıl oraya getirdiğini iyi biliyor, işte aynı nedenle, Libya, Kanal İstanbul politikaları ile, “ben vazgeçilmezim” demeye çalışıyor. Ama nafiledir. Onu oraya getiren efendilerine bu kadar güven fazladır. Seni oraya getiren efendilerin, senin yerine senin gibi on tane daha bulur koyarlar. Türkiye içinde ABD hizmetkârı olmaya hevesli epeyce “elit” bulunabilir durumdadır. Bu konuda ABD, bugüne kadar hiçbir sıkıntı çekmemiştir, bir devrime kadar da çekmeyecektir.

İşte Saray Rejimi böylesine sallanmaktadır.

Efendiler, Erdoğan’ı değiştirip, Saray Rejimi’ni makyajlayarak işleri sürdürme arayışındadır. Böylece onlar için yeni “hizmetliler” bulunmuş olacak, yeni “memurlar” görev almış olacak ve istedikleri işler, aynı tarzda sürdürülecektir. Halk, bu değişikliği kavrayana kadar bir iki yıl geçmiş olacaktır.

İşte, Erdoğan, bu süreci karşılamak üzere, bazı uluslararası güçlerin desteğini aldığını düşünerek, bir seçim hazırlığı içindedir.

– Santrallerin bazılarının filtre takma zorunluluğunu önce uzatan, ama ardından Erdoğan vetosu ile durdurulan kanun tiyatrosu bir erken seçim hazırlığıdır.

– Üniversite öğrencilerinin kredilerinin affedilmesi hamlesi bir erken seçim afişidir.

– Kanal İstanbul tartışmaları bir erken seçim yatırımıdır.

– Acilen enflasyonun düşük gösterilmesi için verilen emirler, birer erken seçim yatırımıdır.

– Libya’ya asker tartışması, bir yönü ile erken seçim yatırımıdır.

– Nihayetinde “yerli ve milli otomobil” şovu bir erken seçim yatırımıdır.

Bir otomobil şov, bu denli ucuz bir gösteri, başka ne için yapılmış olabilir? Erdoğan, eğer gerçekten “dostlara” sahip olsa idi, onlar bu şovu yapmamalarını söylerlerdi. Anlaşılan Erdoğan’ın çevresinde hiçbir tane insan kalmamıştır. Büyük bir güvensizlik ve “anlamlı yalnızlık” yan yana yürümektedir.

15 Temmuz darbe tiyatrosu, kanlı canlı bir oyun idi. Oysa “yerli ve milli otomobil” gösterisi, son derece ucuz bir komedidir.

Erdoğan için, yakın dönemde, seçim meydanlarında kullanmak üzere bir gösteri organize edilmiş ve Erdoğan, bu gösterinin bizzat başrol oyuncusu olmuştur.

– Gösterge panelleri İngilizce, bir “yerli ve milli” otomobil sahnelenmiştir.

– Otomobilin, nerede üretildiği, kimin tarafından dizayn edildiği, motorunun ne olduğu vb. açıklanmamıştır. Kabul edelim, bunlar otomobil tanıtımının son derece ucuz bir gösteriye dönüştüğünün kanıtıdır.

– Otomobilin üretileceği fabrika yoktur. Kurulacak, yatırım yapılacak sonra fabrika belli olacaktır.

– Otomobil için kurulan, Türkiye Otomobil Girişim Grubu (TOGG) içinde, devlete bağlı bazı kurumların yanı sıra, beş şirket, Erdoğan’ın deyimi ile “beş babayiğit” vardır. Bu şirketler şunlardır:

– Anadolu Grubu (Coca-Cola distribütörü, Efes’in sahibi, Özilhan ailesi)

– BMC (Ethem Sancak ve onun Katarlı ortağı)

– Kök Grubu (Kıraç Holding)

– Turkcell (içinde devlet hisseleri de olan, Karamehmet grubunun şirketi)

– Zorlu Holding (geçtiğimiz günlerde konkordato ilan etmek isteyen ve Cumhurbaşkanlığınca konkordato ilan etmesi ertelendi söylentileri çıkan Vestel’in sahibi)

Fabrika, henüz yok.

Motor, nereden geldiği belli değil.

Ortaya çıkan prototipin sadece bataryasının yerli olduğu söylenmektedir.

Bu yeni otomobil üretimi grubunun içinde, ben de, mesela siz de, sen işçi kardeşim, sen emekli, sen öğrenci kardeşim de var olabilirdin. Yani, bu iş için bir para yatırmanız gerekmiyor. 27 Aralık 2019 tarihli Resmî Gazete’de “yerli ve milli otomobil” üretimi ile ilgili bir “Cumhurbaşkanı Kararı” yayınlandı. Bu karara göre, sermayeniz olmasa da, siz bu “beş babayiğit”ten biri olabilirdiniz.

Buna göre, “Türkiye’nin Otomobili Girişimi Grubu Sanayi ve Ticaret AŞ”nin sıfırdan Bursa’da kurulacak olan tesisinin toplam sabit yatırım tutarı 22 milyar TL olacak.

Yatırım 30 Ekim 2019’da başladı bile ve 13 yılda tamamlanacak. Ama eğer yatırımcı talep ederse bu süre, yarısı kadar yani 6,5 yıl kadar uzatılabilecek. Yani, yatırım, 13 ila 19,5 yılda tamamlanacak.

Yatırım tamamlandığında, belki de araba tarihe karışmış olacak ve uçan motorlar havada dolaşıyor olacak.

Sizce bu komik değil midir?

13-19,5 yıl sonrasına bir öngörüde bulunan Cumhurbaşkanı ve TOGG A.Ş., elektrikli otomobil üretiminde çığır açmayı planlamaktadır.

Biliniyor, şu anda dünyada elektrikli otomobil üretimi son hızla devam etmekte, Almanya uçan otomobil türü araçların tanıtımını yapmaktadır. Söylendiği kadarı ile, 2021’de uçan araçların ya da havadan gidebilen araçların günlük hayata gireceği kesin gibi.

Devam edelim.

Fabrikada 300’ü nitelikli, 4323 kişi çalışacak. Gördünüz mü, işsizlik sorununa, 13 yıl gibi kısa bir sürede, 4323 kişilik bir destek gelmektedir. Al sana seçim malzemesi. Ver bunu Saray medyasının eline, sanki, herkes işe girmiş gibi versin. Dinleyen işsiz adam, hemen iş bulmuş da farkında değilmiş gibi havalara atlamazsa şaşarım.

Fabrika, yani TOGG A.Ş., yılda 5 modelden 175 bin araç üretecek.

Türkiye’de şu anda, 2019 yılının sonunda, toplam araç üretim kapasitesi 1.992.437 adettir. Bunun kapasite olarak 1.415.000 adedi otomobildir, yani kamyon, otobüs, traktör vb. hariç, yalnızca otomobil üretim kapasitesi 1.415 bindir. Bunun 450 bini Tofaş’a, 360 bini Oyak Renault’a, 280 bini Toyota’ya ve 245 bini Hyundai Assan’a aittir.

2017 yılında, Türkiye’de üretilmiş olan otomobil (sadece otomobil; minibüs, otobüs, pikap, traktör, kamyon vb. dahil değil) sayısı 1.142.000 adetten fazladır. 2018 yılında bu rakam düşmüş ve 1 milyon 26 bin adet olarak gerçekleşmiştir.

13-19,5 yıl sonrası için 175 bin araç, oldukça ilgiye değerdir.

Proje bazlı devlet desteği verilecek bir yatırımdır bu. Bu yatırım için gümrük vergisi muafiyeti verilecektir. Yani, bunun için eğer makina, hammadde vb. alınacaksa, bunlarda vergi olmayacaktır.

KDV istisnası verilecektir. Yani, bu araçlardan, TOGG A.Ş. için KDV istisnası uygulanacaktır. Diyelim ki KDV alınmayacaktır.

%100 vergi indirimi uygulanacaktır. Yani bu araçları satan, üreten firma, vergi vermeyecektir. Sizce, bu beş “babayiğit”, kendi normal işleri ve diğer işletmeleri için vergi verecek midir? Bu durumda şimdiden kâra geçtiler diyebilir miyiz?

10 yıllık sigorta primi işveren desteği, limit sınırı olmaksızın devletçe karşılanacaktır.

10 yıl boyunca gelir vergisi stopaj desteği verilecektir.

360 milyon TL’ye kadar nitelikli personel desteği verilecektir. Şimdi, sizce BMC’nin tüm kadrosu, bundan böyle maaşları devletçe ödenecek kadro olmayacak mıdır? Beş yıl süre ile, her bir nitelikli personel için, asgarî ücretin 20 katına kadar destek verilecek. Şimdi bu beş “babayiğit”, 100 personelini, aynı zamanda TOGG A.Ş. personeli yapar ve çalıştırırsa, beş yıl boyunca, 100 x 2900 (yeni brüt asgarî ücret) x 20 (20 katına kadar diyor) x 12 x 5 (5 yıl 12 ay) işte size para!

Yatırım yeri tahsis edilecektir. Demek ki, bedavadan arsa da geldi. 13 yıl sonra otomobil işi yatsa dahi, arsadan köşeyi dönerler.

Faiz ve kâr payı desteği verilecektir. Bir aracı kurumdan ya da daha fazla aracı kurumdan, yani banka vb. gibi, 2027 yılı sonuna kadar alınacak yatırım kredisi için ödenen faiz veya kâr payının %80’i devletçe karşılanacak. Bu miktar toplam yatırımın %13’ünü aşmamalıdır. Yani 22 milyarın, %13’ü, 2 milyar 860 milyonu aşmayacak.

Devlet Malzeme Ofisi, bu şirketten, 2035 yılına kadar her yıl 30 bin araç satın alacak.

Şimdi, sizce, her TC vatandaşı, cebinde bir kuruş parası olmadan da bu yatırım için seçilen “beş babayiğit”ten biri olamaz mı?

Sizce, bu “otomobil şov” bir seçim yatırımı olarak, oldukça ucuz, oldukça başarısız bir şov değil mi?

Sizce Anadolu grubu, BMC ve diğerleri, vergilerden kurtulmak, büyük miktarda krediler almak vb. için mi bu gruba dahil olmuştur, yoksa gerçekten 13 yıllık bir yatırım sürecini tamamlamak için mi?

Yerli ve milli otomobil şovu, işte böylesi bir ucuz komedidir. Bir seçim yatırımıdır.

Mesele, Türkiye’nin bir araba üretimi ve markası olsun meselesi değildir.

Gerçekten, bir işçi, bir emekçi, ülkenin bir araba üretim tesisi olsun istiyorsa, iş bellidir, iktidarı alırız, fabrikaları kamulaştırırız ve zaten ürettiğimiz arabaları, kendi arabalarımız hâline getiririz.

Saray Rejimi sallanıyor.

Ekonomik kriz derinleşiyor.

Ülkenin her şeyini satıyorlar. Yaylalarını, yollarını, köprülerini, kanallarını, fabrikalarını, tarlalarını, yeşilliklerini, sularını, madenlerini, tepelerini, dağlarını, ovalarını.

İşte bu koşullarda Erdoğan, kendi postunu kurtarmak için şovlar hazırlıyor.

Eskiden, Osmanlı döneminde Saray’da, “saray soytarısı” olurdu. Şimdi, tüm saray, soytarı yeri olmuştur.

Eskiden, saray soytarısı, saray ahalisini, padişahı, sultanı eğlendirirdi. Şimdi, Saray’ın muktediri, Saray’ın Damadı, Saray’ın danışmanları, hep birlikte, herkesi eğlendiriyor.

Gezi Direnişi yargılanamaz! 18 Şubat’ta Silivri’deyiz!

Gezi Direnişi’ne tiyatro diyenlerin Silivri’de kurduğu tiyatro sahnesi devam ediyor.

Kendi yasalarını bile hiçe sayıp oluşturulan iddianame ve Saray’dan gelen emirleri sorgulamadan uygulayan bir mahkeme heyeti.

Gezi Direnişi süresince 8 yoldaşımız öldürülüp, yüzlerce kişi sakat bırakılmasına rağmen; katiller ve şiddeti uygulayanlar sanık yerine mağdur sıfatıyla mahkemelere çıkmaktadır. Ali İsmail Korkmaz’ı tekmeleyen polisin, ayağı için darp raporu alması bu aymazlığın örneklerinden sadece biridir.

Osman Kavala’nın tutuklu bulunduğu, 16 kişinin yargılandığı davada savcı, 9 kişi hakkında hapis kararı istedi. Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu ile birlikte Taksim Dayanışması’ndan Mücella Yapıcı’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenirken, yine Taksim Dayanışması’ndan Can Atalay ve Tayfun Kahraman ile birlikte 6 kişiye 15 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istendi.

Baskı aygıtının bir uzantısı olarak örgütlenen yargı eliyle açtıkları davalarla; Gezi’yi lanetlemeye, tarihi ters yüz ederek yeniden yazmaya ve kendi korkularını, bu topraklarda insanca ve onuru ile yaşamak isteyen insanlara bulaştırmak istiyorlar.

Ne yaparlarsa yapsınlar, Gezi Direnişi ile insanların, yok sayılmaya, aşağılanmaya, artan baskılara karşı insanca ve onuruyla yaşama isteğini dolaysızca ortaya koyduğu gerçeğini değiştiremezler.

Gezi’de soluduğumuz o özgürlüğü unutmuyoruz. Ellerimizin yaratan gücünü unutmuyoruz. Yüzlerimize yayılan kocaman gülümsemeyi… Yanı başımızda mutluluktan ağlayan o gözleri… Saldırılara karşı beraber göğüs germenin ciddileştirdiği yüzlerdeki onuru… Yıllarca korkarak yaşamışların gösterdiği cesareti… Tozun, dumanın, gazın ve betonun arasından fışkıran hayatı…

İşte tüm bu yaşanmışlıkları unutturmamak, mücadeleyi bir adım daha ileriye taşımak için 18 Şubat’ta Silivri’deyiz.

Biz Geziciyiz, her zaman ve onlar gidici, er ya da geç!

Mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunun gerektirdiği şiddet

Çok sık kullanılmaktadır ve Anadolu, bu sık kullanılan yerlerden biridir: “Onun mülkü, bunun mülkü, en başından kimin mülkü.” Sorudur ve aslında verili bir andaki mülkiyet ilişkilerini sorgulaması açısından düşündürücüdür. Ama İslamcı kardeşlerimiz bizi bağışlasın, korkakçadır.

Buna benzer bir slogan daha var: “Mülk Allahındır.” Bu slogan da, bir açıdan bakıldığında, İslamcı geçinen ve “mülkiyet” müridi hâline gelmiş yeni zenginlerimize dönük bir eleştiridir. Bu açıdan düşündürücüdür. Madem, mülk allahındır, sen bu geçici dünyada, bir Muktedir olarak, Reis olarak bunca mülkü, bunca parayı pulu, bunca rant peşinde koşmayı, bunca yağma için adam öldürmeyi neden yapıyorsun? Bu açıdan etkili gibidir. Muktedir’e, bizim Saray Rejimi dediğimiz bugün İslamcılarla anılan, ama belki yarın anılmayacak olan bugünkü yapılanmaya getirilen bir eleştiridir “mülk allahındır”. Ayrıca, “mülk allahındır”, İslam içinde bir başka yaşama şekli ve anlayışı da ifade edebilir. Bu açıdan da, saygı duyulasıdır. Çünkü dinin bu denli yozlaştığı ve yozlaştırma aracı olarak kullanıldığı koşullarda, başkalarının üzerine binmeden sade bir Müslüman olarak yaşama isteği saygı duyulasıdır. Ama eğer, elde pankart “mülk allahındır” diye taşınıyorsa, bu, sisteme bir itirazı içerir. Bu durumda da, gerçeği ortaya koymak gereklidir. Bu nedenle, bu sloganı da “gerçeği açıklayıcı” olarak görmüyoruz.

İslamcı kardeşlerimiz yine kusurumuza bakmasınlar, son derece yüzeysel bir eleştiridir ve değiştirmeyi, asla asla hedeflemez bir slogandır. Filozoflar, dünyayı tanımakla yetindiler, oysa asıl olan onu değiştirmektir. “Mülk allahındır”, dünyayı tanımaya bile yetmiyor. Mülk, allahın değildir.

Biz, burada, konuyu biraz geniş tutup, mülkiyet ilişkileri üzerinde durmak istiyoruz. Böylece, samimi olarak bu sistemden rahatsız olan, bu sisteme karşı mücadele etmeyi bir görev bilen, farklı düşüncedeki insanlara da, kendi görüşlerimizi bir bütünlük içinde sunma olanağı bulabiliriz.

Günümüz kapitalizminin insanoğluna vereceği, hiç ama hiçbir şey yoktur. Kapitalizm içinde kalarak, çözülebilecek, insanlığa ve insana ait hiçbir sorun yoktur.

Kuşkusuz farkındayız, böyle söyleyince, hemen bazı liberaller, hemen bazı “eski solcu” olmayı avantaj görüp “demokrasi” savunuculuğa soyunmuş olanlar, hemen bazı “sol popülizm” olmaz mı diye soranlar, kısacası sosyalizm ve devrim için mücadele etmemeye yeminli, ama bu arada da kapitalizmi iyileştirme mücadelesi verenler bize kızacaktır. Mesela diyeceklerdir, “verem” veya “veba” sorununu kapitalizm çözmedi mi, çözmez mi?

Bu örneği bilerek seçtim. Onlarca örnek arasından. Çünkü, tam da işimize yarayacak bir örnektir. Kapitalizm, veba üretiyor. Dün, bundan 500 veya 200 yıl önce, kapitalizm hâlâ birçok alanda üretici güçleri geliştiriyordu. Feodal ilişki ağlarını parçalıyor, yaşamın yeni alanlarında sömürü olanaklarını artırıyor, birçok alanın kutsallığını parçalayarak meta üretimine açıyordu.

O zaman da kapitalizm yıkılası bir sistem idi.

İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sınıflı toplumların en sonuncusu, aynı anlama gelmek üzere (kapitalizmi “iyileştirme”, “düzeltme” meraklıları sevinsin!) en gelişmişi ve yine aynı anlama gelmek üzere en aşağılık olanı kapitalist toplumdur. O zaman da yıkılması gerekli idi, bugün de.

Bilim, izninizle Marksizm, bu yıkılmanın, kapitalizmin, son sınıflı toplumun yıkılmasının, sadece gerekli değil, zorunlu olduğunu bize gösterdi.

1800’lerin sonlarında tekeller çağına girdik. Kapitalist özel mülkiyet, bu kez pazarları fethetmekle kalmıyor, meta üretimini tüm toplumsal ilişkilere egemen hâle getirmekle kalmıyor, girdiği alanlarda açık ve net bir hakimiyet kuruyordu.

Tam da bu dönemler, birçok kişi, “kapitalizmin ilerici” yönüne vurgu yapmanın artık anlamlı olmadığı fikrini dile getiriyordu. Çünkü kapitalist mülkiyet ilişkileri, artık, üretici güçlerin gelişimini engelliyordu.

Bu tekeller çağıdır.

Bu çağda reklâmcılık denilen şeyi öğretti bize kapitalist pazar hakimiyeti ve onun gerektirdiği şiddet. Reklâmcılık, devletin şiddetinin yanında bir ideolojik şiddettir ve bu şiddetin sahipleri egemen sınıflardır, tekellerdir. Aynı anlama gelmek üzere reklâmcılık, yozlaşma, çürüme sektörüdür de. Tekeller çağının etkileridir bunlar.

Tekel, sadece pazar hakimiyeti demek değildir, sadece ek tekelci kârlar demek değildir, aynı zamanda bu hakimiyet ilişkilerinin gerektirdiği şiddettir de. Bu şiddetin yanında, Amerika’da, İngiltere’de içki kaçakçılarının mafyatik metotları bir hiç, bir anlamda çocuk kalır. Kan ve kârlılık birlikte yükselir ve kanlı para denilen şey, tekeller çağının ve daha geniş söylersek kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dolaysız ifadesidir.

Pazar hakimiyeti, özel mülkiyet üzerine yükselir. Siz bir kere özel mülkiyeti kutsadınız mı, artık hiçbir biçimde tekelleşmeyi, pazar hakimiyetini önleyemezsiniz. Bu konuda size artık hiçbir tanrı yardımcı olamaz. Bu nedenle, özel mülkiyet ilişkilerinin kutsanması ile başlar süreç. Bu da, ilkel komünal toplumun dağılması süreci demektir (Okuyucuya, Engels’in, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” çalışmasını öneririz. Böylece konu hakkındaki bilgilerimiz daha canlı hâle gelir). Yani, ilkel komünal toplumun dağılması ile birlikte, aile, özel mülkiyet, devlet oluşmaya başlıyor, birbiri ile bağlı ve az ya da çok yan yana.

Pazar hakimiyeti, tekeller çağı için, reklâm ve şiddet demektir. Reklâm, ideolojik şiddet ile bağlantılı olarak (ideolojik şiddet sadece reklâm demek olmaz, ama reklâmın kendisi bu ideolojik şiddetin içindedir) ele alınırsa, pazar hakimiyeti, mutlaka her türlü şiddeti beraberinde taşır, diyebiliriz.

Pazar hakimiyetini unutmamak gerekir. Mülkiyet ilişkilerinin tekeller çağındaki ifadesi buradadır.

Pazar hakimiyeti, giderek daha büyük çaplı üretim de demektir. Bu, aynı zamanda, “yararlı” olmayan bir nesnenin pazara sunulup ihtiyaç hâline getirilebilme sürecinin, döneminin de açılması anlamına gelir.

Büyük çaplı üretim, kitlesel üretim olarak adlandırılır. Bu, aynı zamanda, pazar hakimiyeti ile mümkündür. Yoksa pazarın tümünü hedef alacak bir büyüklükte üretim olamazdı. Kitlesel üretim, kitlesel tüketimi, yani bildiğimiz terimi ile tüketim toplumunu dayatır.

Şimdi, çıkıp, “fazla tüketmek” müsrifliktir demek, aslında resmin tümünü görmemektir. Fazlasına sahip olmak, fazlası ile mutlu olmak, fazlasını satın almak bir yanda dururken, fazla tüketmek israf etmektir, demek yeterli olmaz. Son derece iyi niyetlice olsa bile, körlüktür. Çünkü, mesele insanın kendini tükettikçe “mutlu” hissettiği meta üretiminin kendisidir. Kapitalizm, meta üretiminin evrenselleşmesi, tüm toplumu, toplumsal ilişkilerin tümünü sarmış olmasıdır. Bugün aşk da bir tüketim nesnesi hâline gelmiştir. Psikologlar, “hasta”larına, “alışveriş yap stresini üzerinden atarsın, mutlu olursun” diyebilmektedirler. Sizce hangisi daha “hasta”?

Tüketim toplumu, ardında, tekelci egemenliği, özel mülkiyet ilişkilerini, kapitalist özel mülkiyeti gizlemektedir. Buna karşı çıkmaktır tutarlı olan. Yoksa, bu ilişkilerin yarattığı sorunlara karşı çıkmak değil.

Aşk, bir tüketim nesnesi hâline gelmiş ise, “daha az tüket” nasihatından çok, niteliksel bir müdahaleye ihtiyaç olmalıdır.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, aslında, tarihin hiçbir biçimde tanık olmadığı barbarlıktır. Bu açıdan, modern kapitalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) karnını doyurabilmek için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek haksızlık olmaz sanırız.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, bugün, tüm toplumun denetim altında tutulması tartışmalarına dönüşmüştür. Toplumsal süreçleri ve olayları manipüle etmek, özel savaş tekniklerinden biri olduğu kadar, büyük tekellerin reklâm ajanslarının çalışma alanlarından da biridir.

Konunun, bir de, tarihsel olarak ele alınması gereklidir. Öyle ya, bizim yukarıda yaptığımız, meseleyi, kapitalizm içinde kısaca özetlemek idi. Ama kapitalizmden öncesi de var.

İlkel komünal toplum temel olarak, gelişmemiş, ilkel üretim araçlarına, bu nedenle insanların birlikte, bir arada yaşama zorunluluğuna, insanın doğada var olabilme mücadelesine bağlı şekillenmişti. İnsanlar bir arada yaşıyor, bu yolla hayatta kalmayı başarabiliyorlardı. Daha çok toplayıcılık, sonraları avcılık vb. gelişmeye başlamıştı.

Üretim araçları, zaten oldukça az sayıda ve ilkel idiler, insanların ortak “mülkü” idi. Başkası da düşünülemezdi. Zira o üretim aletleri, araçları, zaten insanların, dünkü canlı emeğinin maddeleşmiş hâli idi. Bir taşı kesici bir alet hâline getirmek, belki de kabilenin tümünün ortak emeğine dayanıyordu. Ama ister ona dayansın, isterse bir kişinin işi olsun, ortaklaşa yaşam, komünal yaşam, o taşı, tüm topluluğun taşı hâline getiriyordu. Kimse bunu “mülk” edinmeyi düşünemezdi. Zira, mülk edinse, bu taşla kendisi için çalışacak birileri de zaten yoktu.

Yani, üretim aracının özel mülkiyette olması demek, başka birsinin bu araçları, mülkiyeti kendisine ait olan kişi için kullanması demektir.

İlkel toplumun dağılması, özel mülkiyet, aile ve devletin şekillenmesi, artık tarihsel bir “sır” değil. Tüm tarihsel süreç, aşağı yukarı, tüm detayları ile biliniyor gibidir. Elbette bazı boşluklar olabilir ama bu boşluklar da konu için önemsiz düzeydedir.

İlkel komünal toplumun gelişimi, bu ortaklaşa mülkiyetin hep baki kalması koşulu ile toplumsal gelişimin sağlanmasına olanak verir miydi? Yani, ilkel komünal toplumdan, köleci topluma, ilk sınıflı topluma geçmek dışında yol yok muydu?

Bu soru, tarihsel fantazi açısından yerindedir ve kafa çalıştırıcı olarak da görülebilir. Ama bu soruyu, bugün, bu bilinçle soruyoruz. Bunu unutmayalım. Acaba, ilkel komünal toplumdaki insanlar, doğa ve tarih karşısında, kendi geleceklerini şekillendirebilecek, kendileri için bir toplum hayal edebilecek ve bunu eyleme dökebilecek durumda mıydılar?

Ama öyle olmadı. Yani, ilkel komünal toplumdan sınıflı toplumlara, sınıflı toplumların da ilki olan köleci topluma geçildi.

Bir, araya girelim ve İslam ve Marksizm üzerine, bir röportajda dile getirilen görüşlere bakalım.

İslam Özkan, Metin Kayaoğlu ile “İslam’ın içinde müttefikler değil Marksizm’i arıyorduk” başlıklı bir röportaj yapmış. Röportaj, 9 Kasım 2019’da “Gazete Duvar”da yayınlandı. Bu röportajda “İslam’ın içinde Marksizm’i aramak” yolculuğu, “hanif Marksizm” adlandırmasına ulaşıyor. “Hanif”, İslam öncesi Müslümanların varlığına işaret eden bir anlayışla Hz. İbrahim için peygamberin (Hz Muhammed’in) “Ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. Fakat o hanif bir Müslüman’dı” (aktaran Metin Kayaoğlu, aynı röportaj) demesinden alınıp taşınıyor. Böylece İslam öncesi tarihte Müslümanların varlığına işaret edilmiş oluyor. Hz. Muhammed’in, İbrahim’i övmüş olması sonucunu çıkarıyoruz. Ama diğer dinler de, Allah tarafından gönderilmiş olduklarına göre, bu iyi insan “hanif Müslüman” olduğu kadar, “hanif Yahudi” ve “hanif Hıristiyan” da olmalı idi.

Ama Metin Kayaoğlu, sadece Marksizm öncesi Marksistlerin varlığına işaret etmenin kanıtı olarak “hanif Marksizm”den söz etmiyor. Ötesine geçerek, ”Hanif Marksizm” ile Marksizm’i İslam’ın içinde arama anlayışı ortaya konuyor. Yine aynı minvalde gidecek olsak, Marksizm’i, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın içinde de aramamız gerekirdi. Hadi diyelim Budizm’in içinde aramayı reddetmiş olasınız.

Biliniyor, Budizm, tanrının gönderdiği öne sürülen kadim dinlerden değil. Ama yine de, ister Budizm’i ele alın, ister Şamanizm’i, insanlık tarihinin eski inanışlarının birçoğunun, ritüel, inanç vb. şekillerde tüm dinlerin içinde olduğunu görebiliriz. Bu durumda da, İslam’dan daha önce yeryüzünde var olmuş dinsel inanışların içinde “İslam’ı” aramamız gerekir. Bizce bir sakıncası yok, ama buradan bir geçiş yaparak, Marksizm’i, bu üç büyük dinin, bu arada İslam’ın içinde aramak yerine, daha eskiye gidip, eski inanışların içinde arayalım. Belki o zaman bizim dinimize ait olmaz diye korkmayın, zaten biz enternasyonalistiz. Yani, Marksizm’i, hangi eski inanışta ya da nerede bulabileceğiniz bizim için fark etmiyor. Yeter ki, o eski düşüncelerdeki güzel ve doğru olanı öne çıkartmış olun.

Sınıflar ve sınıf mücadelesi, ilkel komünal toplum bittiği günden beri var. Yani, “güzel ve güneşli bir dünya” hayali, bugüne ait olamaz. Mümkün değil. Marksizm öncesinde de böylesi hayaller, talepler, istekler vardı. Bu doğrultuda binlerce isyan gerçekleşmiştir. Bizim tarihimizde Baba İshak İsyanı bunlardan biridir ve son derece açık insanî talep ve istekleri dile getirmektedir. Bunun biraz daha gelişmiş hâli Şeyh Bedreddin İsyanı’nda da vardır. Bu isyandan söz ettiğimiz her zaman, biz Şeyh Bedreddin’in yanında, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i anmadan geçmek istemeyiz. Bu isyana da baktığımız zaman, “ortakçı” bir toplum talepleri, daha fazla ete kemiğe bürünmüş durumdadır.

Babek İsyanı ya da Spartaküs İsyanı üzerine okurken, insan, sınıf çelişkilerinin acı ve yakıcı hâlde öne çıkışını görebiliyor. Ama kurulacak yeni sistemin, düzenin ancak ipuçlarını görebiliyoruz. Onun için, bu mücadelelerin daha küçük bir alanda zafer ulaşmış hâllerinde bile, ancak, son derece ilkel bir yaşamın, adeta ilkel komünal topluma öykünmüş bir tasarımın varlığını görebiliyoruz. Eğitimin organizasyonu açısından, belki daha da ileri gitmiş örnekler var olsa da, genel anlamı ile, insanın toplumsal yaşamı kavramış olmadığını, bunun bilimine varmamış olduğunu söylemek mümkündür.

Eğer yaratan, bize, insanoğluna, bugüne kadar, iyi tasarlanmış, eşit ve adil, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum vermiş olsa idi, belki, o zaman bu mücadeleler daha başarılı sonuçlara varabilirdi. Yaratan ise, iyi tasarlanmış o adil, eşit, sömürüsüz toplumu, en saf düşüncede şekillenmiş hâli ile bize, öbür dünyada vaat etmektedir. Onu da, bizdeki bilgilere göre, burada yasaklanmış birçok şeyi serbest bırakan, haz ve güdüleri tatmin eden ve kadın ile erkek arasında yeniden kölece ilişkileri üreten bir tarzda sunmaktadır. “İnsan”ın ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kuruludur cennet, “insan toplumunun” ihtiyaçlarını karşılamak üzerine değil. Zaten öbür dünyada gerçekleşecekse, daha fazlasına da gerek yok, eksikleri de önem taşımaz.

Sosyalizme kadar, insanoğlu, kendi iradesi ile bir toplumsal sistem kurmadı. Sosyalizm bunun ilk denemesidir. Eğer, batan bir geminin ardından, kurtularak kendilerini bir adada bulan birkaç insanın “iyi bir toplum” kurma denemeleri gibi şeyleri saymazsak.

Bu denemenin, insanlık adına büyük işler başarmış olduğunu teslim etmek gerekir. Bizim için değil, tüm İslamcı hareket için bu adil olur. Sosyalizm, insanlık adına büyük işler başarmıştır. Sonuçta yenilmiştir. Biz, daha iyisini yapmak üzere, insanlığın bu mirası sahipleneceğini biliyoruz.

Elbette sosyalist devrim öncesinde de, insanlığın güzel bir dünya hayali hep var. Biz, sadece “ütopik sosyalistleri” saymakla kalmayalım. Daha eskiye gidilebilir. Ama bunların en gelişmiş şekli “ütopik sosyalizm” ise, eğer bu kabul görürse, ütopik sosyalizm ile bilimsel sosyalizmin ayrım noktalarını Marksist klasiklerden okumayı önerebiliriz demektir.

İnsan bilinci, insanın oluşum sürecinde, insanın bir anlamda “doğadan kopma” sürecinde gelişiyor. Bir anlamda diyorum, çünkü şöyle denilebilir: İnsan toplumu doğanın bir parçasıdır ve insan bilinci de doğanın kendi bilincine varmasıdır.

İnsan bilinci, bir yandan doğa ile ilişkiler içinde, diğer yandan ise toplumsal yaşam içinde, insanın kendi elleri ve emeği ile oluşuyor. Bu bilinç, elbette toplumsal karakterdedir. Hasan, Hüseyin, Ayşe, Muhammet olarak insanın değil ama, yani bireysel olarak insanın değil ama, insanlığın “ölümsüzlüğünün” keşfi, dil ve yazı sayesinde, kaydetme ve aktarmanın nesnelleşmesi sayesinde bulunmuş demektir.

Öyle ise, bilincin bir tarihsel ve toplumsal süreç olduğunda hemfikiriz. Bu durumda, ilkel komünal toplumun insanlarının, özel mülkiyete izin vermeleri nedeni ile suçlu ilan edilmesi pek yararlı değil diyebiliriz.

Tüm toplumsal tarih boyunca, insanın canlı emeği ile, insanın cansız emeği arasındaki ilişki, toplumsal gelişmeyi belirlemiştir. Cansız insan emeği, üretim araçlarıdır. Bunlar, daha önceki üretim süreçlerinde, insanın canlı emeği idi. Daha sonraki süreçlerde bu cansız emek, makinalar vb. şeklinde, insanın canlı emeğinin yanında üretim sürecine girerler. İlkel komünal toplumda baskın olan, bu cansız insan emeğinin gelişmemişliği idi. Üretim araçlarının gelişmemiş olması, bu demektir.

Sınıflı toplumların tümünde, bu cansız insan emeği, yani üretim araçları, başka insanların canlı emeğini sömürmek için özel mülkiyete geçirilmiştir. Kapitalizm koşullarında canlı insan emeği, bu devasa cansız emeğin hizmetçisi durumuna sokulmuştur. Modern kölelik ilişkilerinin temeli buradadır. Sınıflı toplumlar ortadan kaldırıldığında, komünizm kurulduğunda, ancak o zaman, insanın devasa cansız emeği, canlı insan emeğinin hizmetinde, tüm toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kullanılabilecektir. İşte o zaman sadece insanlar arasındaki kulluk ilişkileri ortadan kalkmayacak, aynı zamanda gerçek insanın tarihi de başlamış olacaktır. Tüm bu tarihsel sürece insanlaşma süreci diye bakarsak, ancak komünizm ile birlikte, insan olma mücadelesi niteliksel bir sıçrama yaşayacaktır. Doğanın kendi bilincine varması süreci, insanın doğa ile farklı tarzda ilişki kurmasının da olanağını yaratacaktır.

Yani, “mülk allahındır” dediğimiz zaman, sadece arazilerden, topraktan, sudan, madenlerden vb. söz etmiyoruz. Tersine, toprağın yanı sıra, doğanın yanı sıra, ayırt edici bir biçimde üretim araçlarının mülk edinilmesinden söz ediyoruz demektir.

Bugün, sadece, mesela İstanbul’da gökdelenlerin, kupon arazilerin kimin olduğu değildir mülk meselesi. Ondan daha çok, tüm toplumun, tüm insanlığın cansız emeğinin ürünü olan üretim araçlarının kimin olduğu önem taşır. Bu vurgularla, bu mülk edinmenin özel karakterinin bir bölümünü sakıncasız gördüğümüz sonucu da çıkmasın.

Hatta “mülk allahındır” sözüne, eleştirdiğimiz yeni zenginlerimiz, muktedirler, reisler, müteahhitler, şöyle de karşı çıkabilirler: Mülk allahındır, kabul. İslam dini, allahın gösterdiği doğru yoldur. Bu doğru yolu hayatta egemen kılmak için, bu allahın mülkünün bazılarının allah indinde biraz olsun ayrıcalıklı olması mümkündür. İşte size savunma. Bunu elbette ki biz söylemiyoruz. Ama, rüşvetler için fetva çıkarıp bunu devletin vergi toplama sistemi içine dahil eden Karaman’lar, diğer savunmayı, çoktan yeni İslam sürümü olarak piyasaya sürmüşlerdir. İşyerlerindeki cinayetlere karşı gelişen protestoları önlemek için, “işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha şirk koşmak”tır diyebilenler, inanın “mülk allahın” sözünü kendileri için bir tehdit olarak görmemektedirler. Değil mi ki, Erdoğan, kutsanmış, halk tarafından değil ama “seçilmiş”tir, öyle ise onun bu mülklerden faydalanması caizdir, diyebilirler. Vatikan, allahın mülklerinin koruyucusu değil midir? Cennet için bu geçici dünyada yaşayanlara “mülklerinizden vazgeçin” diyenler, en büyük mülk sahipleri değil midirler?

Toprakların, suların, doğanın sahipsiz olduğunu anlatmak için “mülk allahındır” dediğiniz zaman, işin önemli parçasını, üretim araçlarını unutmuş olursunuz.

Üretim araçları, gerçekte toplumun “malı”dır. Ancak, bugün, özel mülkiyet altındadırlar. Biz komünistler, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verdiğimizde, hem onların gerçek toplumsal karakterini serbest bırakmış olacağız, hem de onları “mal” olmaktan çıkarmış olacağız.

Üretim araçları üzerindeki mülkiyet, ürünlerin “sahip”li hâle gelmesinin temelidir. Meta üretiminin temeli buradadır. İnsanoğlu, hem gereksinimlerinden fazla bir üründen üretebildiğinde, yani üretim araçları bu ölçüde geliştiğinde, hem de bu ürünlerin üretiminde kullanılan üretim araçlarını özel mülkiyete verdiğinde, bunu kabul ettiğinde, işte o zaman meta üretir. Meta, üründen farklı olarak, pazar için, değişim için üretilendir.

Kapitalizm, bu meta üretimini evrenselleştiren yegâne ekonomik sistemdir. Bu evrenselleşme, ücretli emek ile tamamlanmış bir döngüdür. Bu noktadan sonra, meta, hayatın her alanına hücum eder. Meta ilişkileri, toplumsal ilişkilerin her türüne siner. İnsanlar arasındaki hemen her türlü ilişki, metalar arasındaki ilişki hâline gelir. Meta fetişizmi, çağımızın birçok hastalığının toplumsal temeli hâline gelmiştir.

Değer avcılığı, metadaki değerin ve özellikle artı-değerin kâra dönüşümü içindir. Bu değer avcılığı, her türlü insanî değeri yıkarak egemenlik alanını genişletir. Dürüst bir imam, buna karşı insanları uyararak tanrıya hizmet ettiğini düşünüp, akşam rahat bir uyku uyumayı hak ettiğini düşünebilir. Bir devrimci sosyalist, bu meta toplumuna, meta toplumunun en gelişmişi kapitalizme karşı, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine karşı militan bir mücadele yürütür, kapitalizmi tarih sahnesinden silmek için örgütlenip mücadele eder, tüm bu değer avcılığının toplumsal temelini ortadan kaldırma işine girişir. Belki ve muhtemelen tanrıyı memnun etmemiş olabilir, ama savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmanın yolu, tek yolu budur. Cenneti, bu dünyayı cennete çevirerek var etmenin yolu budur. Bu cennette, özel mülkiyet de yoktur, onun gerektirdiği hakimiyet ilişkileri de. Bu cennette, binlerce yıllık sömürü, aşağılanma, her türden ayrımcılık da yoktur.

Bu bilimdir, Marksizm’dir, bilimsel sosyalizmdir.

Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, üretim araçlarının bunca ileri gelişmişlik düzeyine rağmen, modern barbarlık çağını egemen kılmaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, binlerce yıllık sömürü tarihini aşacak şekilde insanı köleleştirmekte, yok etmekte, öldürmektedir. Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, daha önceki üretim dönemlerindeki canlı emeğin ürünü olan makinaların, üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde, insanın köleleştirilmesi için büyük olanaklar sunmaktadır.

Bugün bu devasa köleleştirme, gezegenin varlığını tehdit eder boyutlardadır. Bunun için, dünün tüm alışkanlıklarını, kör inançlarını, kapitalist devlet azgınca, fütursuzca kullanmaktadır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri, insanın gelişiminin, varlığının önünde büyük engel ve tehdittir. Bu tehdide karşı, işçi sınıfının öncülüğünde, militanca bir mücadele gerekli ve zorunludur. Bu acil, ertelenemez bir mücadeledir. Dahası biz, mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunların gerektirdiği şiddet demek olan burjuva egemenliğe karşı her yol ve araçla mücadeleyi meşru ve zorunlu görüyoruz.

Kanal İstanbul acaba kimin projesi?

Kanal İstanbul, 2019 yılının sonlarında yeniden ısıtıldı ve tartışılmaya başlandı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının CHP’de olması, “yaptırırsın-yaptıramazsın” gibi tartışmalara da yol açtı. Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki bu tartışmayı çok sevdi. Belki bu sayede, her gün öldürülen kadınlar, her gün işyerlerinde ölen işçiler, her gün Kürt illerinde ölen insanlar, gasp edilen belediyeler, ayaklar altına alınmış hukuk sistemi, ekonomik kriz vb. biraz olsun unutulur diye düşünmüş olmalıdır.

Ama öte yandan, Kanal İstanbul meselesi de ilginç bir tartışmadır.

Saray Rejimi diyoruz ve iyi anlaşılmasını istiyoruz. Suriye savaşı sonrasında başlayan bir yeni örgütlenmedir.

Saray Rejimi’nin üzerine yükseldiği ekonomik politika, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”dir. Bunu da özellikle vurguluyoruz. Çünkü Saray Rejimi, sadece baskı, sadece devlet terörü ile sınırlı değildir. Zaten bu konularda, yani Kürtlere karşı savaş ve işçi hareketinin bastırılması konusunda, tüm burjuvalar, tüm devlet çeteleri aynı fikirdedir. Ama iş daha derindedir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin hem dayanaklarından biri, hem de ayakta durma “olanakları”nın de önemli bir alanıdır.

Saray, eğer rant üretemezse, eğer yağma işi devam etmezse, eğer savaş ekonomisi olmazsa, bu durumda Saray çevresi diyebileceğimiz çeteler, ne için “destek” olmaya devam edecekler? Sadece bugüne kadar işledikleri suçlar, götürdükleri rantlar, yaptıkları yağmalar, işledikleri savaş suçları açığa çıkmasın diye mi? Bu yetmez, bu çeteler, devletin her bir grubu, aynı zamanda savaş, rant ve yağma peşindedir ve onlara yenileri gereklidir.

Suriye’den gelen IŞİD petrolü ile elde edilen “savaş ganimeti” biteli epeyce oluyor. Ve İdlib’de Rusya’yı oyalamakla görevlendirilmiş Türkiye destekli çeteler hâlâ orada iken, onların karşılığında ne kadar petrol alırız, diye açıkça sorması bundandır. Aynı şekilde Suriye sahasında, “toplu konut” projeleri başlatma isteğini pazarlık masasına getirmesi, uluslararası alanda, diplomasi alanında ne kadar “ucuz” bulunsa da, bu rant yaratma gereksinimini ifade etmektedir.

Saray Rejimi, yeni yağmalar, yeni rantlar, yeni savaşlar peşinde olmak zorundadır. Erdoğan, kendini bu konuda tüm yeteneklerini ortaya koyması gereken bir varlık-yokluk sorunu ile karşı karşıya hissetmektedir. Bahçeli’nin iki de bir kalkıp, “beka sorunu”ndan söz etmesi bundandır. Saray Rejimi için “beka sorunu”, rant, yağma ve savaş ekonomisi sorunudur. Erdoğan, eğer tökezlerse, sadece paralar, gelirler, dolarlar, çekler vb. kaybetmeyecek, aynı zamanda bu çetelerle karşı karşıya gelecek ki, ayıkla princin taşını, her birinin elinde akıl almaz dosyalar var.

Örnek ister misiniz?

Davutoğlu, partiyi kurduğunun açıklamasını bitirmeden, Şehir Üniversitesi’ne el konulmuştur. Davutoğlu, yolsuzlukla suçlandığında, hemen “başbakanların ve ailelerinin mal varlığı” tartışmasını açtı. Davutoğlu’nda ne bilgi vardır değil mi?

Erdoğan’ın bu paralar konusunda hassas olduğunu, pardon eksik oldu, “çok çok çok hassas” olduğunu hatırlamalıyız. Mesela “Barış Pınarı” harekâtı konusunda ABD ile pazarlığa oturduğunda, ABD, masaya mal varlığının araştırılmasını getirdiğinde, hemen kulaklar indirildi, süt dökmüş kedi moduna geçildi ve “ne istersiniz hemen yapalım” tutumu alındı. Oysa Erdoğan’ın kalkıp, “siz kimsiniz de benim mal varlığımı araştıracaksınız” demesi beklenirdi. Saray Rejimi’nin danışman kadrosu, mesela Mehmet Uçum, mesela Jöleli ve diğerlerinin, hemen devreye girip, “bir başka ülke, bizim ülkemizin Cumhurbaşkanının mal varlığını araştıramaz” demeçleri vermeleri gerekirdi. Öyle olmadı. Hemen istekler yerine getirildi.

Bir örnek daha var: ABD kongresinden Türkiye yaptırımları kararı çıkınca, Türk basını kesinlikle Erdoğan’la ilgili bölümleri tümüyle unutturmak istese de, Erdoğan, bir koşu önce İsviçre’ye, ardından da Malezya’ya gitti. Paralar oralarda mı? Saray’ın altında sadece hastahane mi var, ya paraların konulduğu kasalar yok mu? Bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz ama, Erdoğan’ın paralar konusunda çok hassas olduğunu artık biliyoruz.

İşte bu Kanal İstanbul projesi, böylesine bir dönemde, büyük rant projesidir ve inşaat çetelerinin (çünkü bunlar tam birer çete olarak davranmaktadırlar. Penguen çetesi tartışmalarında bu ispatlanmıştır) tümünün ağızlarının suyunu akıtmaktadır.

Ortaya çıkan bilgiler göstermektedir ki, işin içinde Katar sermayesi, inşaat firmaları, yani Saray Rejimi’nin tüm rantiyeleri, tüm yağmacıları vardır.

Bu, yani rant meselesi, Kanal İstanbul’un sadece bir ayağıdır.

Erdoğan ve Saray, bunu yeniden gündeme getirirken, aynı zamanda uluslararası bazı güçlere de, “beklentilerinizin tek gerçekleştiricisi olabilecek güç benim” demek de istiyor. Saray Rejimi, “Kanal İstanbul” projesini geliştiren, ABD-İsrail güçlerine, eğer beni desteklemezsen, senin istediklerini yapacak hiç kimse ortaya çıkmaz. Ya da “var mı benden başka bu işi ve diğer isteklerinizi yerine getirecek bir kişi” sorusunu sormak istiyor.

Bir emperyalist paylaşım savaşının, yenisinin, üçüncüsünün arifesinde olduğumuz kesin. Bazılarına göre bu savaş çoktan başlamıştır. Biz de bu görüşteyiz. Ama bazıları, bu savaşın daha başlayacağını söylüyor. Belki, Birinci Dünya Savaşı gibi, bir başlangıç anı düşünüyorlardır. Mümkündür de. Bugün, daha çok bölgesel savaşlar ortaya çıkıyor. Tüm bölgesel savaşlar, daha büyük, dünya çapında bir savaşa evrilme potansiyelini taşıyor. Belki buna vurgu yapmak için, Üçüncü Dünya Savaşı’nın arifesindeyiz, denilebilir. Biz bu anlamda diyoruz. Yoksa paylaşım savaşımı başlamıştır, açıktır.

Bu paylaşım savaşımı, bize göre, bugün bölgemizi 1910’lu yıllarla kıyaslanacak bir duruma getirmektedir ya da getirmiştir. Her açıdan değil elbette. Çünkü tarih tekerrür etmez. Ama galiba bazı dönemler “tangır-tungur” ediyor olmalı ki, bu denli benzerlikler ortaya çıkmaktadır.

ABD, İngiltere güçleri, Karadeniz’e yerleşmek istiyor. Bunu biliyoruz.

ABD-İngiltere-İsrail cephesi, Akdeniz’in bir savaş denizine dönüşmesini istiyor. Bunu da biliyoruz ve bu konuda Türkiye tetikçidir, Libya-Türkiye anlaşması, tam da bir tetikçilik gösterisidir. TC devleti, burjuva anlamda, kapitalist anlamda, kendi devlet çıkarlarını bile düşünebilme yeteneğine sahip değildir. Savaş (paylaşım savaşı), o denli bir basınç yaratmıştır ki, artık, ABD cephesinin çıkarları için her şey feda edilebilir duruma gelinmiştir. Bir sömürge ülke olan Türkiye için, “yerli ve milli” işte tam da bu demektir. Sömürge bağları, bir devrimle kırılabilir, masallarla değil.

Kanal İstanbul, bize göre, bu paylaşım savaşında, İstanbul’un statüsü tartışmalarına oluşturulmak istenen bir cevaptır.

Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve Japonya, kendi aralarında anlaşsalar da, İstanbul’un nasıl paylaşılacağı, kimin elinde kalacağı bir sorudur. Buna üretilen yanıt, Kanal İstanbul projesidir. Bizim görebildiğimiz şeylerden ikincisi, rant meselesinin yanında, budur.

Kanal açıldıktan sonra, İstanbul’un Avrupa yakası, yani eski İstanbul, bir çeşit Hong-Kong olarak, yani “şehir-devlet” olarak organize edilecektir. Yönetimi, buna göre organize edilecektir. İstenen budur. Bunun için, sadece batıdan açılacak bir kanal yeterlidir.

Bir soru soralım: Acaba bu kanal, o kadar gerekli ise, neden Haliç devam ettirilerek açılmıyor? Öyle ya, bu alanın açılması daha da kolaydır. Acaba bunun nedeni, Haliç kanalının bölebileceği iki alanın da çok önemli olması mıdır?

Bu soru, sadece ve sadece, Küçükçekmece civarında tarif edilen kanalın neden oradan düşünüldüğü konusunda, biraz farklı düşünmeye olanak vermektir.

Üçüncü bir boyutu var işin.

O da, Boğazlar meselesidir. NATO ve ABD’nin Karadeniz’e yerleşme planlarının bir parçasıdır. Yoksa, açılacağı söylenen kanalın, büyük gemilerin geçişine olanak sağlayacağı vb. kesin değildir. Ama bu kanalın Karadeniz ucunda yapılacak bir ABD deniz üssü, tüm Karadeniz’i bir cehenneme çevirme yeteneğine sahip olur, diye düşünüyorum.

Demek ki, rant, paylaşım savaşımı açısından İstanbul’un geleceği ve ABD’nin Karadeniz’e çıkış istekleri açısından bu kanal önemli görünmektedir.

Şimdi, açıktır ki, bu uluslararası güçler, diğer iki amaç için, Saray Rejimi ve Erdoğan çevresinin elde edeceği ranta “evet” demekte tereddüt etmeyeceklerdir.

İşte yeniden tartışmanın gündeme gelmesi bundandır.

Libya ile anlaşma, nasıl “beka meselesi” ilan edildi ise, şimdi yakında “Kanal İstanbul” projesi de “beka meselesi” olarak ilan edilecektir.

Saray Rejimi, TC devleti, ordusu vb. için, Kanal İstanbul projesinin çevreye, insana, İstanbul’a vb. vereceği hasar, yaratacağı yıkım, hiçbir biçimde önemli değildir. Buradaki siyasi ve ticari taşeronlar için mesele kendi gelecekleridir ve başka hiç ama hiçbir konunun önemi yoktur. Olur da, devlet içinde mesela bir genelkurmay başkanı itiraz edecek olursa; a- Hemen onun dosyası devreye sokulur, b- Hemen ona istediği kadar para aktarılır. Bu kadardır.

Çevre raporları bu nedenle hasıraltı edilmekte, hemen değiştirilmektedir. Bu konuda “destek verecek” öğretim üyesi bulmaları da çok mümkündür. Zaten üniversitelerin “bilim” ile ilişkisi, tümü ile iki eksene oturtulmuştur; rant ve terör. Bu durumda üniversitelerden destek almaları elbette mümkündür.

Deprem tartışmaları, bu konu için Saray Rejimi’ni durduracak bir argüman olamayacaktır.

Saray Rejimi budur.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine dayalı, kanla beslenen, katliamcı bir yapılanmadır.

Ayakta durmak için, karanlık üretmek zorundadırlar. Basınları bunun içindir.

Ayakta durabilmek için, baskı ve şiddet dışında yolları yoktur. Bu nedenle, iç savaş mekanizmalarını geliştirmektedirler.

Ayakta durmak için rant üretmek zorundadırlar, yağmaya devam etmek zorundadırlar.

Ayakta durabilmek için, emperyalist efendilerine, uluslararası alanda, bölgede tetikçilik yapmak zorundadırlar.

Bugün Saray Rejimi, tekelci polis devletinin bir görünümüdür. Saray Rejimi’nin gitmesi yeterli değildir. Sallanmaktadırlar. Korku, boylarını aşmıştır. Ama sadece Erdoğan’ın gitmesi yetmez, o giderse yenisini bulabilirler, hem de tüm bu işleri daha rahat yaptıracakları bir başkasını. Ve Saray Rejimi’nin durdurulması da yeterli değildir. Daha ilerisi vardır. Tekelci polis devletinin yıkılması gereklidir.

Bir devrim, bir sosyalist devrim, Anadolu Sosyalist Devrimi, bu topraklar için acil bir ihtiyaçtır.

Bu devlet, tekelci polis devletidir ve bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak; meşrudur, zorunludur.

Asgarî ücret, bir utanç belgesidir

Asgarî ücret komisyonu, 2020 için, asgarî ücreti belirledi. Buna göre, brüt asgarî ücret 2.943 TL, net asgarî ücret ise 2.324 TL 70 kuruş oldu.

Saray Rejimi’ne göre, bu gayet iyi bir ücrettir. Zira Damat’a bağlı Hazine Bakanlığı’nın baskısı ile, enflasyon %11,5 olarak açıklanmıştır. Eğer, enflasyon %11,5 ise, geçen yıl 2020 TL olan net asgarî ücret 2324 TL olduğunda %15 artış gerçekleşmiş ise, demek ki, “işçilerin refah”ı arttı. Demek oluyor ki, ülkede işçiler, %3,5 oranında “zenginleşti”.

Demek oluyor ki, işler yolundadır.

Buna karşılık, kamu çalışanlarına verilen zam, bu %15’in altındadır. Türk-İş Başkanı’nın kameralara karşı Bakan ile konuşmak üzere hazırlanırken, açık kalmış mikrofondan söylediği “bu işi böyle bitirelim” türünden sözleri, gerçekte, kamu çalışanları için oldukça kötü bir sonuç imiş. Yani, kamu çalışanları %15 alamadılar.

Bir örgütleri olmayan ve maaş/ücret artışları konusunda bir iradeleri ortaya çıkmayan emekliler ise, %6,5 zam ile yetinmek zorundadırlar.

Ülkede 11 milyon emekli olduğunu biliyoruz. 11 milyon emekli, Damat tarafından baskı ile açıklatılan rakamlara göre, enflasyonun altında zam almışlardır. Buna göre emekliler, 2020 yılında, 2019 yılına göre 5 puan fakirleşeceklerdir.

Kamu çalışanı sayısı yuvarlak hesap 2,5 milyondur. Bu 2,5 milyonun ise aldıkları zamla, %2 civarında yoksullaşacağı ortaya çıkmaktadır.

İşte bu iki kesimle karşılaştırılırsa, yaklaşık 4-5 milyon asgarî ücretli çalışanın “şanslı” olduğu söylenebilir. Asgarî ücretle çalışanlar, enflasyon rakamından %3,5 fazla zam almışlardır.

İşte bu, Saray Rejimi’nin, Damat, Bakanlar, medya, sendika mafyası vb. eli ile oluşturduğu mekanizmanın “muhteşem” sonucudur.

Ey işçiler, buyurun, “krizin faturasını” kimin ödemek zorunda kalacağını bir kere daha görün.

İşsizlik, işini kaybedenler vb. üzerinde durmak istemiyoruz. Hayır, bu yazıda konumuz bir utanç belgesi olan “asgarî ücret”tir.

Asgarî ücret, bir utanç belgesidir.

Asgarî ücretle bir işçi neler yapabilir sorusu, aslında bize durumu gösterir. İsterseniz sadece simit hesabından gitmeyelim, başka alternatif hesaplar yapalım. Zira Saray Rejimi, çirkeflikte, yalanda, haydutlukta, talanda, soygunda, rüşvette, karanlık üretmekte oldukça maharetlidir. Bir bakıyorsunuz bir ürünün fiyatı yeterince artmamış, işte o zaman o ürün üzerinden hesap yapıyorlar. Ve böylece, açlık içinde, yoksulluk içinde, kış soğuğunda titreyerek yaşayan gerçek insanların karşısına çıkıp, “aslında sizin hâliniz iyi” demekten utanmıyorlar.

Simit ile başlayalım.

2020 yılında, bugünkü fiyatlarla, yani 2020 Ocak ayı fiyatlarına zam gelmezse, bir asgarî ücret ile 1162 adet simit alınıyor. 2018 yılında, simit 1 TL ve asgarî ücret 1604 TL idi. 2018 yılında bir asgarî ücret ile 1604 adet simit alınabiliyordu. 2019 yılında asgarî ücret 2020 TL ve simit 1,50 TL idi. 2019 yılının Ekim ayına geldiğimizde simit fiyatı 1,75 TL’ye çıkmıştı ama, biz 1,50 TL’den hesaplarsak, 2019 yılında asgarî ücret ile 1346 adet simit alınıyordu.

yıllar      asgarî ücret    simit

2018        1604 TL         1604 simit

2019        2020 TL         1346 simit

2020        2324 TL         1162 simit

Simit deyip geçmeyin. Ziraat Bankası, en büyük simitçi olan, Simit Sarayı’nı kurtarmak için milyonlarca lira devreye sokmuştur. Halkın tepkisinin artması üzerine, Muktedir, bu işi onaylamadığını beyan etmiştir. Muktedir’in, “bunu onaylamıyorum” sözü, bir aldatmacadır. Saray oyunudur. Saray Rejimi, bir yeni seçim hazırlığında olduğu için, Erdoğan, lütufta bulunuyor. “Padişahım çok yaşa” demeniz gerekiyor. Muktedir, nasıl ki, termik santrallerin filtre takma zorunluluğunu uzatma yasasını imzalamadı, bu yolla “çevreci” kesilmiş oldu, Simit Sarayı olayı ile de “rüşvete karşı, savurganlığa karşı” tutum almış oldu. Allahtan başka ne isteriz ki? Ama bu gökyüzünün altında, bu toprakların üstünde, artık hiçbir yalan dayanıklı değildir, hiçbir karanlık uzun sürmeyecektir. Termik santrallere verilen devlet desteği açığa çıktı. Erdoğan, tiyatro işlerine fazla takılmaya başlamış gibidir. Termik santral filtresi diye bir tiyatro oyunu Saray Rejimi tarafından yazılmıştır ve elbette başrolde Erdoğan vardır. Başkası olabilir mi? Simit Sarayı meselesinde de öyle.

Ne Simit Sarayı kurtarma operasyonu, ne termik santrallerin filtre takma zorunluluğu meselesi, Erdoğan’dan habersiz mi yapılmış? Diyelim ki doğru, habersiz yapılmış, öyle ise, bu işi yapanları görevinden al. Nasıl Merkez Bankası başkanı “söz dinlemiyor” diye görevinden alındı, buyur Ziraat Bankası müdürünü ve başkalarını da görevinden al. Buyur, termik santral yasasına destek verenlerin tümünü görevlerinden al.

Tiyatro dediğinin de bir mantığı olur. Bu kadar beceriksizce yazılmış oyunlar, Saray Rejimi’nin nasıl pervasız, nasıl çaresiz olduğunun da göstergesidir. Baskı ve katliam politikalarında, devlet teröründe ne kadar marifetli iseler, yalan ve karanlık oyunlarda da o kadar marifetliler. Ama artık, bu kumaş dikiş tutmuyor. Bu rejim ayakta durmakta zorlanıyor.

Asgarî ücrete dönelim.

Bir asgarî ücretli, sadece simit yemez elbette. Daha normal olanı, mesela elektrik faturası ödemek, mesela doğalgaz faturası ödemek, mesela su faturası ödemektir. Her işçi, her emekçi bu faturaların ne kadar tuttuğunu bilir. Siz bunlara, cep telefonu ya da normal telefon faturalarını ekleyin. Siz bunlara, ulaşım ücretlerini ekleyin. Öyle ya, işçi ister domates alsın, ister simit alsın, ister bir yerde çay içsin, ister ailesini veya arkadaşlarını ziyaret etsin, her durumda bir yol ücreti verecektir.

Bir sabah kahvaltısı düşünün, mesela simit olsun, yumurta olsun, peynir ve zeytin olsun. Günde 50 gram peynir tüketse, ayda 1,5 kilo peynir eder. Günde 1 yumurta yese, ayda 30 yumurta eder. Günde 5 zeytin yerse, ayda 150 zeytin eder. Çay, yağ vb. hiç gerekmesin mi? Akşam yemeği nasıl olsun istersiniz, mesela 1 simit + çorba + salata yeter mi? Yoksa bir de meyve gerekir mi? Elma olsun mu, hangisi en ucuz ise ondan olsun mu? Bu işçi, bira içmesin zaten bira alkol içerir, her ne kadar Kur’an’da yazmamış olsa da, içkinin haram olduğu artık biliniyor. Zaten bira pahalıdır. Evde yapsın mı? Kendi birasını yapıp içse mesela. Peki, Cola içsin mi? Muktedir buna evet diyecektir, zira ramazan sofralarının en tutulan içeceğidir. Ya da ayran içsin, ne dersiniz? Ayran ve yoğurt hesabın içine girerse, yandık demektir. Peki sigara, mesela en ucuz paket 15 TL mi, günde bir paket içse olur mu? Mesela tatlı gerekli ya, yesin mi? Evde baklava mı yapsın, yoksa pastahanede profiterol mi yesin, ne dersiniz? Bence profiterol yesin, zira bu para hiçbir şeye yetmez, ne yerse yesin, varsın künefe yesin, öyle her gün değil, mesela haftada bir. Dışarıda yemek yemek yok. Çay içmek dışarıda olamaz. Dolaşmak yasaktır. İşten eve, evden işe. Sinemaya gitmek yok. Bu arada eve ücretli bir TV kanalı almak olmaz. Uydu gerekli ve yeterlidir. Müzik dinlemek yasaktır. Cep telefonunun faturasını da öyle fazla şişirmemek lazım. Sen işçisin, sana bilmem kaç GB internet ne gerekir? Peki, acaba, ayakkabı alsın mı? Mesela gidip Colombia ayakkabı alsın, olmaz mı, ne olacak, o da insan değil mi? Şaka şaka, Colombia almasın. Nike hiç olmaz. O kundura ayakkabılardan alsın. Her biri 3 ay giyilebilen, kullan-at ayakkabılar yeterli. Kaç paradır dersiniz? Fanila ve don gerekmez. Zaten, içinde ne giydiğini kim görecek ki? Gidin bakın tüm yoksul mahallerde çocuklar, ilkokula giderken, altlarında donu yoktur ve birçoğu, babaları ile birlikte donlarını değişmeli giymektedirler, bir gün baba, bir gün çocuk. Demek ki, iç çamaşırı yok. Zaten, açıkça Kur’an, fazla mal mülk sahibi olmayı kötülemektedir. Bunun içine don da girer elbette. Çorap konusunda ne dersiniz? Mesela bir çorap ile ne kadar zaman idare etmeli? Yoksa çorap da, “az mülk edinmek sevaptır” ilkesine mi uygun olmalı? Şimdi iç çamaşırı olmayınca, gömlek, kazak, bluz gerekli ya. Bir de kaban, pantolon veya etek. Ne yapacağız? Mesela gidip Mudo’dan mi giyinsek, bir etek + bir bluz alsak. Yok biz en iyisi pazara gidelim ama yine de iyi para hani. Acaba, sizin evinizde tabak, çatal, bıçak, bardak, tencere, tava vb. var mı? Yoksa bunları satın almayıp, komşularla birlikte, dönüşümlü olarak, ortak olarak mı kullanıyorsunuz? Kanımca en iyisi, komşularla tencere ve tavayı ortak kullanmaktır. Hatta, birlikte çorbayı kaynatmak daha ucuza gelir. Sakın ha, siz öyle evinize geldiğinizde, eşinize kızıp, çocuğunuza kızıp bardak, tabak kırmayın. Maliyeti çoktur. Peki evde peçete, havlu ve tuvalet kâğıdı olsun mu? Bence olmasın, herkes tuvalet temizliğini uygun bir bezle yapsın, sadece bir önemli hatırlatma, bu bezi sadece kadınlar yıkamasın, her birey evde kendi bezini kullansın, temizlensin ve sonra da bu bezi kendisi yıkasın. Ve fazla su kullanmadan. Kadın ise bu asgarî ücretli, mesela özel günleri için ped kullansın mı? Bence kullanmasın. Kitap falan kesinlikle almayın. Zaten başınıza ne geliyorsa bu kitaplardan geliyor. Size tek bir kitap lazım, Kur’an-ı Kerim, o da evinizde yoksa gidin komşudan aşırın. Başınız dahi ağrımasın, zira ilaçlar pahalı. Hastahaneye gidecekseniz, yol parasından kurtulmak için, hemen acili arayın 112 gelince yalandan bir hastalık uydurun, hastahaneye gitmek için yol parası vermemiş olursunuz. Evinize kâğıt ve kalem girmesin. Zira bunlar suç unsurudur. Kâğıt ve kalem ile ne yapacaksınız ki? Yoksa siz komünist mi olacaksınız? Kâğıt yok, kitap yok, kalem yok. Evin camı kırılmasın lütfen, hiçbir ev aletiniz de arıza yapmasın. Öyle TV reklâmlarına kanıp, TV’nizi falan da değiştirmeye kalkmayın.

Galiba tüm bunları yapsanız da, asgarî ücret size yetmeyecek.

Gördünüz mü, ciddiye alsak, bu asgarî ücreti olmuyor, şakaya alsak hiç olmuyor.

Çünkü bu, utanç belgesidir. Bugünkü dolar kuru ile 388 dolar, bugünkü euro kuru ile 347 euro’dur. Bu, utanç belgesidir. Çin, dünyanın fabrikası olarak adlandırılır. Çin’de en düşük ücret, bu miktarın üstündedir. Üstelik Çinli bir emekçinin, ne okul masrafı, ne süt masrafı vb. yoktur. Ev kirası, yiyecek vb. oldukça ucuzdur. Yani orada 350 dolar ile bir işçi, para dahi biriktirebilmektedir. Yani, bizimle karşılaştırıldığında, belki refah standartları üç katı yüksektir.

Daha da önemlisi var.

Asgarî ücrete kim, nasıl karar veriyor? Bir asgarî ücret komisyonu var. Burada, sendikaların temsilcileri var. Mesela Türk-İş ve Hak-İş gibi. DİSK yok mesela. Bu kurulda devletin temsilcileri var, ki her biri patronlardan daha fazla patron çıkarlarını savunurlar. Ve bu kurul, ne hakla bilinmez, asgarî ücretleri belirler. Bu kurula, bu sefer, Damat, istatistik kurumunun verilerini de ulaştırdı. Bir ailenin ne kadar para ile geçinebileceği verileridir bunlar. Daha önceden böyle bir şey yapılmazdı. Ama bu kez Damat, devreye girdi.

Ve utanmadan Muktedir, onlar anlaşsın, bizim de bir jestimiz olur diye buyurdu.

Tam da utanç duyulacak bir açıklamadır.

Saray Rejimi, işçiyi aç, işsiz, yoksulluk içinde bir yaşama, ölüm korkusu içinde bir çalışma ortamına mahkûm etmektedir. Bunun sorun olduğu durumlarda ise hemen “sadaka”dan söz edilmeye başlanmaktadır. Sadaka, düşkünlüğün yaygınlaştığının en açık kanıtıdır.

Saray Rejimi, işçilere, topluma, onursuz bir yaşam dayatmaktadır. Bana kaç kilo kömür karşılığında oy verirsin, 100 TL’ye oyunu satar mısın mekanizması, işte bu düşkünlüğe, bu onursuz yaşam koşullarına dayanmaktadır.

Ve bunun sonu bellidir.

İntiharlar, bu onursuz, aşağılayıcı yaşam koşullarına karşı, kişisel bir isyandır. Oysa bize gerekli olan, bu utanç belgelerini yırtıp atacak, örgütlü bir direniş gerçekleştirmektir.

İşçi misiniz? Onurlu bir yaşam mı istiyorsunuz? Yapmanız gereken şey, bugünden, adım adım, nasıl bir genel grev örgütleyebiliriz sorusunu sormak ve bunun gereklerini yerine getirmektir. Bu konuda ciddi olmalıyız. Bize ölümü dayatan bir sistem var. İster fabrikada, ister sokakta cinayete kurban gitme hâli açıktır. Böyle ölmemiş olursak bize açlığı dayatıyorlar. Bize onursuz bir yaşamı, 100 TL karşılığında oyunu satma gerçekliğini dayatıyorlar. Bu ölümü dayatan sisteme karşı mücadelede kararlı ve ciddi olmalıyız. Her gün bir karar verip, her gün kahve köşelerinde atıp tutup, sonra hiçbir şey değişmemiş gibi yaşamaya devam etmek mümkün değildir. Bu, ciddi olmamaktır. Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ciddi olmalıyız. Tüm ülkede, bir genel direnişi, bir genel grevi nasıl örgütleriz? Bunun için sen, ben ne yapmalıyız?

Bu utanç belgesine razı değilsek, bu aşağılanmayı kabul etmiyorsak, örgütlü direnişi geliştirme zamanıdır.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, gelin Kaldıraç saflarına, direnişe, mücadeleye katılın.

Gelin gücünüzü gücümüze katın.

İşçi sınıfı, kaderini kendi eline almak zorundadır

2019 yılı, AK Parti destekçilerinin, Damat’ın ve Muktedir’in “şahlanma yılı olacak” demelerinin tersine, ekonomik krizin daha da ağırlaştığı bir yıl oldu.

Bu, sadece 2019 yılına ait de değildir. 2016 da kötü olmuştur, 2017 de ve 2018 de. 2018’in ardından, Saray ve çevresi, Saray basını, 2019’u “şahlanma yılı” olarak ilan ettiler. Ettiler ama durum hiç de öyle olmadı.

2020 yılı, ekonomik krizin daha da derinleşeceği bir yıl olacaktır.

Açık ve net konuşmak gerekirse, 2016-2019 döneminde, krizin tüm faturasının emekçilere, işçilere yüklenmesi konusunda epeyce de yol aldılar. Özellikle 2019’da, işçi ve emekçiler bu faturayı, açık olarak ödediler, ödüyorlar.

Öyle “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demekle, bu başarılamıyor. Ödememe isteği, elbette doğrudur, elbette yerindedir. Krizin yaratıcıları ortada iken, sistem hâlâ onların istediği şekli ile işlemekte iken, bu faturayı biz işçiler, emekçiler neden ödeyelim?

Bunu ödememek, iddialı bir sözdür ve karşılığı, “genel direniş”tir.

Yani krizin faturasını ödemek istemeyen işçi ve emekçiler, açık olarak, sahaya çıkmalı, ellerini şalterlere götürmeli, grev dalgasını başlatacak kadar örgütlü olmalı, satılmış sendika liderlerinden kurtulabilmeyi başaracak bir örgütlenme geliştirmiş olmalıdırlar.

Bu, sınıf savaşımıdır.

Biz, devrimciler, bu sınıf savaşımının varlığına işaret ediyoruz. Evet, bu var. Ama sınıf savaşımını biz yaratmadık, biz var dediğimiz için sınıf savaşımı var olmuyor. Tersine, sınıflar var. İşçi ve patron var, işçi ve kapitalist var. Kapitalist, üretim araçlarının sahibidir ve işçilerin canlı emeğini sömürerek kârlarına kâr katmaktadır. Doğa, kendi kendine, kapitalist sınıf için, patronlar için zenginlik üretmiyor. Tersine, o zenginliği, işçiler üretiyor ama ona patronlar, kapitalistler el koyuyor.

Biz devrimciler, gerçeği söylüyoruz ve bu bir devrimcilik ölçütüdür: Biz halka, işçi ve emekçilere, kendimize asla ve asla gerçeği söylemezlik etmeyiz. Ne olursa olsun, gerçeği bilmek, mücadele edecek olanı güçlendirecektir.

Sınıf savaşımı var ise, bilmek gerekir ki, krizin faturasını, kapitalistler, binbir yolla, işçi ve emekçilerin üzerine yıkacaktır. İşten çıkaracak, maliyetlerini kısacak, zorunlu izinler devreye girecek, bu izin dönemlerinde işçilerin maaşları ödenmeyecek, işçilere %10 maaş zammı verecek ama kendi sattıkları mallara %100 zam yapacaklar, doğalgaza, elektriğe vb. zam yaparak toplanan paraları, toplanan vergileri, olduğu gibi kapitalistlere can simidi kredisi vb. olarak vereceklerdir. Kısacası onların devleti var. Devlet, kapitalistlerin siyasal örgütüdür. Oysa işçi sınıfının tam da böyle bir örgüte, siyasal bir devrimci örgüte ihtiyacı vardır.

Eğer devlet onların ise, bu krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemek için her yolu deneyecekleri açık değil mi?

Maaşlara %4+4 zam almak ya da %10 almak ya da %15 almak, gerçekte büyük kayıp, yaşam düzeyinde büyük kayıp demektir. Bir işçinin tüm ihtiyaçları, peyniri, zeytini, şekeri, yağı, ekmeği vb. %100 zam görmüş iken, bu zam oranlarına razı olmak, krizin faturasını ödemek demektir.

Devlet, işçi ve emekçiden toplanan vergileri, kapitalistlere kredi olarak, can simidi olarak sunmaktadır.

İşte böylece, 2019 yılında, tıpkı 2018’de olduğu gibi, krizin faturasının bir bölümünü daha ödemeyi bize kabul ettirdiler.

Ama iş bununla bitmiyor.

2020’de, hem kriz derinleşecek, hem de işçi ve emekçilerin yükleri daha da artırılmak istenecektir. Yani, 2020 yılında bizi, daha büyük zamlar, daha büyük vergiler vb. beklemektedir. Elbette daha büyük işsizlik, daha büyük fakirleşme bizi beklemektedir.

Demek ki, hâlâ, “krizin faturasını ödemeyi kabul etmemek” mümkündür.

Artık biliyoruz ki, bize örgüt, sağlam örgütlenme gerekir. Eğer işçi sınıfı örgütlü ise, eğer işçi sınıfı sınıf bilinci ile hareket etmeyi başarıyor ise, eğer her koyun kendi bacağından yerine, kurtuluş yok tek başına sloganına sarılabiliyorsa, eğer işçi sınıfı devrimcileşiyorsa, büyük bir güçtür. Bu büyük güç, hayatı üretmekten gelmektedir ve önünde kimse duramaz. Devrimci bir işçi sınıfının önünde ne polis copu, ne TOMA, ne akıl almaz hukuk kuralları, ne burjuva medyanın karartma politikaları, ne işkence, ne sendika mafyasının oyunları duramaz.

Ve 2020, bunu yapmak üzere, 2019’da geliştirdiğimiz bilinci, ileri taşıma yılı olmalıdır.

2019’da, Saray Rejimi’nin temsilcisi olan Damat, Ulusoy’la yatta yakalanmadığı zamanlarda, 5-10 kere çıkıp TV kanallarında boy göstererek, kriz “paket”leri açıkladı.

Hatırlayalım:

– Nisan başı idi, Damat çıkıp bir “paket” açıkladı.

– Mayıs ayında, “İVME Finansman” paketi diye bir başka paket vardı, hatırlıyor musunuz?

– Temmuz ayında, her nasılsa unutulmuş olan 11. beş yıllık kalkınma planı hatırlandı. Normalde, 2018’de açıklanması gereken kalkınma planı, Hazine Bakanı’nın “Ulusoy maceraları” gibi meşguliyetlerinin arasında kayboldu. Temmuz 2019’da, kalkınma planı açıklandı.

– 30 Eylül’de olmalı, Saray’ın Damadı, açıklama yaptı: Yeni ekonomik program açıklandı. Açıklanmakla kalmadı, Resmî Gazete’de de yayınlandı.

– 11 Ekim olduğunu hatırlarsınız, “mali plan” açıklandı.

Görüldüğü gibi, en az beş paket var açıklanmış olan. Henüz açıklamadıkları paketleri bilmiyoruz.

Bu paketlerin hiçbirisinin adı, diğeri ile aynı değil. Hiçbir paket ile bir sonraki arasında bir bağlantı yok. Her biri, Bakan Damat’ın boş zamanlarında açıklama gereği hissettiği paketlere benziyor.

Bu paketler, ne için açıklanırsa açıklansın, içlerinde, işçiler için, emekçiler için, köylüler için, yoksullar için, yani ülkenin %85’i için hiçbir ümit yoktur.

Tersine, her paket, işçi ve emekçilere krizin faturasını ödetme işinin bir parçasıdır. Kıdem tazminatlarına karşı saldırıyı hatırlayın.

Kıdem tazminatları konusunda sözüm ona ses çıkartan sendikalar, gerçekte, mücadele ediyormuş görüntüsü veriyorlardı. O kadar ellerine yüzlerine bulaştı ki bu sendikacı yalanları, basın toplantısında Türk-İş Başkanı’nın önündeki mikrofon açık kaldı ve Bakan’a, bu işi böyle bitirelim, yoksa çok uzayacak, dediği duyuldu. Türk-İş Başkanı, yeni Kadın Bakan’a, aslında işin inceliklerini öğretir gibi idi. Zamlar, 4+6 ile bağlandı. Ülkede %100 zam görmemiş hiçbir gıda maddesi kalmamış iken, gaz, elektrik vb. onca zam görmüş iken, Türk-İş Başkanı, bu komik zammı kabul etti.

Dahası, bunu işçilere de kabul ettirdi.

Çünkü onlar devlettir, örgütlüdür ve işçiler örgütsüzdür.

Hatırlayalım, yerel seçimler öncesinde, devlet, “tanzim satış çadırları” kuruyordu. Çünkü o zaman, oy almaları için, “ucuzluk” diye bir gösteriye ihtiyaçları vardı. Öyle diyorlardı: Tüm bu zamları, “devlete ve onlara düşman” çevreler yapıyordu. Böylece, halk, AK Parti’den ve Reis’ten uzaklaşacaktı.

Acaba, bu düşük işçi ve memur ücret zamlarını yapanlar, Erdoğan’ın düşmanı dış güçler olabilir mi? Öyle ya, düşük ücret artışı demek, enflasyon karşısında ezilmek, fakirleşmek, yoksullaşmak demektir. Tüm bunları yapanlar, acaba Erdoğan’a karşı olabilirler mi?

Yoksa, işçilerin ekmek, hak ve adalet taleplerinin karşısına dikilen polisler, TOMA’lar, işkenceciler vb. de Erdoğan’ın karşısında olan “dış güçler”den mi emir alıyorlar? Bu işçileri bastırın, bu halkı susturun, şu muhalif genci hapse atın, şu kişiyi Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklayın, şu “Las Tesis” dansçısını hemen coplayın diyen kimdir? Bunlar da halk ile reis arasında nifak tohumları ekmek isteyenlerin işi midir? Bunları Fuat Oktay mı yaptırıyor, Soylu mu, Ağar mı, yoksa Damat intikam mı alıyor, Bilal acaba uğradığı hakaretlerden sonra babasına rüştünü ispat etmek için Saray oyunlarına alet mi oluyor, acaba Emine Hanım’ın bu işteki rolü nedir? Tüm bunları kim yaptırıyor?

Hadi anladık, Ocak, Şubat ve Mart aylarında, gıda ürünlerine zam yapan “hainler” idi. Peki sonrasında bu zamlara devam edenler “vatansever”ler mi idi? İşçi ücretlerine düşük zamlar verenler “vatanseverler” midir? Elektrik ve doğalgaza %50 zam yapanlar vatanseverler midir?

2019’da bu kadar ucuz yalanlarla, krizin faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkma hamleleri yapabildiler.

Çünkü biz, işçiler örgütsüzüz. Bir genel grev örgütleyebilecek hazırlıklardan, buna girişecek bilinçten yoksunuz. Kendimize güvenimiz az.

Elbette bir de buna baskı ve devlet terörü, şiddet ve işkence eklenmelidir. Her genç sokağa çıktığında, her işçi bir hak arama işine giriştiğinde, hemen coplar kınından çıkıyor, TOMA’lar harekete geçiyor, biber gazları devreye sokuluyor.

Yani meydanı boş buldular, istediklerini yapıyorlar.

Gezi davasında, devlet cephesi lehine ifade veren bir kişi var. Aralık ayında, yılın son günlerinde, adı Murat Papuç olarak açıklanan bu kişi, avukatların olmadığı bir duruşmada, tanık olarak dinlendi.

Ne kadar komik değil mi? O kadar tükenmişler, o kadar korku içindedirler ki, böylesi bir dava için bir tanık var ve onu da avukatların katılamayacağı bir celsede dinleyebiliyorlar. Bu, komiklik olsun diye yaptıkları bir şey değil, bu korkularından yaptıkları bir şeydir.

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi Direnişi’ne karşı dava aça aça, Osman Kavala’ya dava açmışlar. Bir iş adamına açıyorlar ki, başka işadamlarını, bu kadarı da olmaz, bu baskı yeter artık diyebilecek orta hâlli iş adamlarını korkutmak istiyorlar. Bakın biz adamı böyle süründürürüz, diyorlar.

Ne tiyatro ama!

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi için, bula bula bir tanık bulmuşlar.

Demek ki, ey işçiler, ey gençler, o kameralar, o mobeseler vb. işe yaramıyor.

Eyyy Sarayın Başı, sana 10 milyon insanı çıkartabileceğin bir mahkeme lazım. Senin miting alanın, mesela Yenikapı mitingin buna yetmez.

Dahası var. Hatırlayalım, Müjdat Gezen için, Metin Akpınar için, nasıl da mahkeme kararları çıkardılar, soruşturmalar açtılar. Susturma politikasıdır bu.

Ali İsmail Korkmaz’ı döven polislerden biri, Gezi davasında “zarar gördüm” diyerek müdahil olmuş. Yani, Ali İsmail’i tekmelerken ayağı incinmiş. Sizce bu, devletin, Saray’ın açık korkusu değil midir?

2019’da her adımda, her eylemde, her protestoda, Saray Rejimi, “aha Gezi Direnişi” başlıyor, başlayacak diye korkuyu yüreklerinde hissetmiştir.

Bu nedenle her eyleme saldırıyorlar. Bu nedenle, hiçbir hukuk onlar için bağlayıcı olmuyor.

Yerel seçimler yapıldı ve Kürt illerinde HDP silip süpürdü. Üstelik onca hileye, onca baskıya, açık devlet terörüne rağmen. Ve ardından, yeniden belediyeleri kayyumlara devretmeye başladılar. Seçim yapılıyor, hile yapılıyor ama hiçbiri yetmiyor. Seçilmiş olan kendilerinden değilse, bir de ona kayyum atıyorlar.

2019’un son günlerinde, Bingöl’de ev baskınları yapıyorlar ve evlerin altını, toprağı kazıyorlar. İşte size Saray Rejimi. İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, aynısını hiçbir kural tanımadan Kürtlere karşı uyguluyorlar ve sonra da “işte sandık, oyunu bana at” diyorlar.

Tüm bunlara rağmen, tüm bu devlet terörüne, baskıya, şiddet rağmen, yargı sisteminin polis gücünün bir uzantısı olarak ortaya çıkmasına rağmen, tekelci polis devletinin tüm uygulamalarına rağmen, 2019 aynı zamanda direniş yılı olmuştur.

2020’de, onların ilk gündemleri Libya’ya asker göndermek, Kanal İstanbul tartışmaları, yerli otomobil cilalamaları altında seçim hazırlığıdır.

Ama bizim karşımızda duran gerçekler 2019’dan devralınmış gerçeklerdir.

Açlık, yoksulluk, açlık-yoksulluk ve borçtan gelen intiharlar, savaş politikaları, yağma ve rant politikaları, kayyum uygulamaları, kadın cinayetleri, işçi cinayetleri, çocuk kaçırmalar, işkence, artan yasaklar, polis copu, TOMA’lar, devlet terörü, işsizlik, eğitim yağması, sağlık yağması vb.

İşte önümüzdeki sorunlar bunlardır.

2019 yılından gelen bir direniş birikimimiz var. Elbette daha eskilerden geliyor. Ama 2019’da artan bir direniş var. Her şeye rağmen, baskının her türüne, yalanın, karanlığın her türüne karşı direniş adım adım gelişiyor.

Şimdi, 2020’de, işçi sınıfının, emekçilerin, kendi kaderlerini kendi ellerine alma dönemidir. Artık, kaderimizi patronların, baronların, kapitalist parababalarının, onların hizmetçisi devletin, Saray Rejimi’nin, Saray medyasının vb. yazmasına müsaade etmeyeceğiz, demenin tam zamanıdır.

Açık ve net bir görevimiz vardır.

Kendi geleceğimizi, kendi ellerimizle yazmak.

Bunun için örgütlenmek.

Bunun için direnmek.

Direnmek ve örgütlenmek, birbirini besleyen, birbirini büyüten bir bilinçlenme ve özgürleşme sürecidir.

Artık yağmanın, rantın, savaş ekonomisinin ne demek olduğunu çok iyi görebiliyoruz. İşçiler, emekçiler, olup biteni, tüm karanlığa, basının tüm karatmalarına rağmen görebilmektedirler. Artık mesele, en küçük bir alanda, yaşamın her noktasında direnmek ve örgütlenmektir.

2020, işçi sınıfının sahneye çıkacağı bir yıl olmalıdır.

2020, genel grev ve genel direniş için her türlü hazırlığı yürütmemiz gereken bir yıl olmalıdır.

2020, işçi sınıfının devrimcileşme adımlarını geliştireceği bir yıl olmalıdır.

Saray Rejimi’ni en çok korkutan da budur.

2020, Saray Rejimi’nin korkularını gerçeğe çevireceğimiz bir yıl olsun.

Nasıl çalışacağız?

“İbret aynasından bakıp,
Çubuklarını yakıp
Şerhü izah edenler.
Değişmekte olanı görüp
İçine girip
Değiştirmektir hüner.
Ve sanmayın ki, değişen başıboş bir oktur,
Kanunu, nizamı yoktur.”
Nâzım Hikmet

İnsanlık tarihi, insanın doğal koşuların çetinliği karşısında hayatta kalma mücadelesini içeren uzun bir döneme sahip. Önce bir tür olarak hayatta kalmayı öğreniyor, bu arada çok kayıp veriyor ama devam ediyor. Bu uzun öğrenme sürecine insanın içine doğduğu grup ve başka insan grupları ile iletişimi gelişiyor. Gelişen iletişim, kurulan ilişkilerin derinleşmesini sağlıyor. Bu ilişkilerin o toplulukları belirgin işleyiş kuralları olan ilkel toplumsal yapılara evriltiyor. Bu yapılara dönemin “toplumsal örgütlenmeleri” der isek bir anlamda insanlık adım adım mevcut örgütsel yapısını geliştiriyor ve aslında izlediğimiz ilkel toplumların hayatta kalmak için geliştirdikleri üretim biçimleri ile kurdukları üretim ilişkilerinin ilk örnekleri oluyor.

Bu on binlerce yılık süreç içinde olumlu gelişmelerle birlikte yıkıcı sonuçları da barındıran kırılma dönemleri yaşanıyor. Ancak bütüne baktığımızda tarihsel akış içinde birbirinden görece bağımsız fakat karşılıklı iletişim kurma yollarını keşfetmiş insan toplulukları, daha derinlikli bilgi edinme olanağı yakalıyor. Öğreniyor, öğrenmeye devam ediyor.

Bu süreç öyle barışçıl bir diyalog içinde yaşanmıyor, her topluluk kendi topluluğunun hayatta kalma savaşında bir başkasını alt edip olanaklarını ele geçirmeye çalışıyor. Şiddet, doğa karşısında aciz olan insanlığın hayatta kalma mücadelesinde çoğunlukla dışa yöneltilen ve öğrenilmiş bir araç olarak ortaya çıkıyor. Daha önceleri , topluluklar arası iletişim zayıfken kendi aralarında ihtiyaç duyulmayan bu davranış karşılıklı etkileşim geliştikçe bir gereksinime dönüşüyor. Bir başka deyişle toplumlar avantaj elde edebilmek ve kendi toplumsal refahını sağlamak için daha gelişkin yöntem ve ilişkilere ihtiyaç duyuyor. Burada yol almak için kendine göre zayıf olan toplumların olanaklarını ele geçirmek, bir zorunluluk olarak gelişiyor. Nihayetinde bu dönem köle savaşları dediğimiz çatışmalara yol açıyor, ilkel komünal yapıların yok olması ve sınıflı toplumların ilki olan köleciliğe geçişin tamamlanması ile sonuçlanıyor.

Bu dönem aslında çok daha kısa olan sınıflı toplumlar tarihinin de başlangıcıdır. Tarihin okunda zorunlu bir kırılmadır. Kölecikle birlikte sınıflar oluşmuş , ezen ezilen ilişkisi somutlaşmış, bu ilişkiler arasında şiddet egemen olanın yönetim aracı olarak süregelmiş, feodalist ve kapitalist toplumlar sınıflı toplum tarihinde yerini almıştır.

Tamamı; insanlığın hayatta kalma, temel ihtiyaçlarını karşılama mücadelesi içinde yaratmış olduğu üretim pratiğinin, bu pratikten edindiği bilgilerin ve bu bilgilerle yeniden şekillendirdiği toplumsal ilişkilerin sonucudur. Temelinde üretim ilişkileri olan toplumsal tarihin kısa özetidir. Edinilen bilginin toplumları değiştirip dönüştürmek için kullanıldığı insan faaliyetinin öyküsüdür.

Biz bu bilginin pratik eylemle açığa çıkarak değiştirme gücü kazanmış haline bilinç, insan toplumunun yaratmış olduğu sınıflı toplumlar tarihine de sınıf savaşımları tarihi diyoruz. Bugün ise mevcut sınıflı toplum bilincinden daha ileri düzeye erişmiş olduğumuz bir gelişim aşamasındayız. Marksizmle sınıfsız toplumun yolunu keşfetmiş ve pratik deneyimlerle yolunu açmış, devrimler yaratmış bu çağın özneleriyiz. Bu nedenle ihtiyaç olmaktan çıkmış, tarihin çöplüğüne atılmadığı için çürümüş sınıflı toplumu ve onun son temsilcisi olan kapitalizmi ortadan kaldırmak için yola çıkmış bulunuyoruz. Değişmekte olanı görüp, içine girip onu değiştirme hünerini göstermek istiyoruz.

Bizim bilincimizin tarih sahnesindeki yeri bu, aldığı biçim devrimci örgüttür. Üzerimize düşen görev ise bugün yeniden yaşanan tarihsel kırılma döneminin tamamlanması için Anadolu topraklarından katkımızı sunmaktır. Bu kapsamda her alanda örgütlenmeyi geliştirmek, gelişen toplumsal direnişi devrim ve sosyalizm fikriyle buluşturmak temel amacımızdır.

Tüm bunların üzerinden bir kez daha geçerek üniversitelerde kurmuş olduğumuz Kaldıraç Komiteleri’nin temel amacını ve zeminini açıklamış olduk. Komitelere kattığımız her bir yeni insanla bu amacı paylaşıyor, birlikte devrim ve sosyalizm için mücadele ediyor ve gücümüzü gerçeğin kendisinden alıyoruz. Bu gerçek bize bu günlerde dünyanın çoğu bölgesinde, ortak noktası çürümüş kapitalizmin yarattığı sonuçlara duyulan öfkenin eylemlerle gün yüzüne çıktığını gösteriyor.

Coğrafyamızda ise savaş, rant ve yağmaya dayalı bir saldırı düzeni içinde milyonlarca insan şiddetle yönetiliyor. Baskı ve şiddetle “yönetenler”, kitlelere boyun eğdirmek istiyor ama her yeni saldırı ve krizin etkisiyle birlikte toplumsal isyan beklentileri artıyor. Onlar açısından kısır döngüye girmiş olan bu durum bir biçimde kendini ifade yolu bulan direniş ruhunu alt edemiyor. Nereden patlayacağı belli olmayan bir öfke kesesi dolmaya devam ediyor.

Söz konusu öğrenciler olduğunda ise saldırının ideolojik boyutu öne çıkıyor ve bu, denetim mekanizmalarının yoğunlaşmasıyla birleşiyor. Üniversitelerde arayışı bulandırmak ve direnişi kırmak isteyen devlet; milyonlarca öğrenciyi esrar, depresyon ilaçları, tüketim kültürüyle bağımlı hale getiriyor, korku ile silikleştiriyor. Her şey maymun iştahı ile tüketiliyor; her tüketilen şey, kişisel vitrinler diyebileceğimiz sosyal medya üzerinden pazarlanıyor. İnternete koyulan bir fotoğrafla kendini pazarlayarak “arkadaşlar” arasında statüko kazanmak artık temel bir davranış biçimi. 140 karakteri aşan bir yazı okumak, iki dakikayı aşan bir görsele odaklanmak, 20’li yaşlarında sağlıklı bir genç için zahmetli bir uğraş artık. Genç nüfusun yüzde 42’si telefondan uzak kalma korkusu (nomofobia) ile yaşıyor. Bıkkınlık hissi ise gündelik yaşamın bir parçası.

Daha onlarcasını sayabileceğimizi aklı körleştiren, insanî değerleri ve insan onurunu parçalayan saldırının üstüne yaşanan siyasal, ekonomik kriz ve şiddet ortamından doğrudan etkilenmesine rağmen, öğrenciler içinde geniş bir kesim mevcut duruma boyun eğmiş değil. Geniş kesimleri içine alan ideolojik saldırı dalgasından etkilense bile hiç de yabana atılmayacak bir nüfus bir biçimde başka bir dünya arayışını sürdürüyor, harekete geçme eğilimi olan ise hızla devrimcileşiyor. Ancak bugün, geniş bir öğrenci örgütlenmesi olmadığı için üniversiteleri kuşatmış olan baskıyı dağıtabilecek ve gençliğe yönelik gelişen ideolojik saldırıları püskürtebilecek bir hareket açığa çıkmıyor.

Biz ise böyle bir örgütlenmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bunun için önce Kaldıraç Komiteleri’nin etrafında toparlanan güçleri artırmayı, devamında böylesi bir örgütlenmeyi yaratmak üzere geniş kesimleri harekete geçirmeyi hedefliyoruz.

Bu nedenle Kaldıraç Komitelerinin nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde durmalıyız, en çok bunun üzerine çalışmalı ve yeni komiteler kurmak için başlatmış olduğumuz örgütlenme seferberliğine yoğunlaşmalıyız ve yukarıda tarif ettiğimiz hedefi üniversiteler için somutlamalıyız. Bu amaçla aşağıdaki sloganları belirledik ve bunların altını doldurmaya çalışacağız. Tarif ettiklerimiz aynı zamanda komitelerin nasıl çalışması gerektiğine ilişkin önerilerimizi de içermiş olacak.

Fakültelerden kampüs komitelerine, özgür bilimsel eğitim için ileri!

Bugün üniversitelerde yaşanan dönüşüm, niteliksiz eğitim be baskı ortamına ilişkin bizim bir demokrasi veya özerklik talebimiz yok. Amacı düzene uygun kafalar yetiştirmek olan kapitalizmin eğitim politikasının hiçbir reformla iyileştirilebileceğine inanmıyoruz. Bu taleplerin; gerçek isteği nitelikli bilim, özgür üniversite, insanca bir yaşam ve gelecek isteyen milyonlarca öğrencinin gerçekliğiyle uyuştuğunu düşünmüyoruz. Açlıkla terbiye edilen, bedenini satmaya zorlanan, üniversitelerde bilim namına kırıntı bulamayan, esrarla, depresyon ilaçlarıyla susturulmak istenen bizlerin gerçek talebinin özgür bir dünya ve ancak o dünya içinde kurulabilecek bir üniversite olduğunu savunuyoruz. Bunun için hareket etmek isteyen her öğrenciyi tüm bu saldırılar karşısında direnişe ve devrim için Kaldıraç Komiteleri’ne katılmaya davet ediyoruz. Her üniversitede fakülte komiteleri kurmayı öncelikli görüyor ve oradan gelen temsilcilerle kampüs komiteleri oluşturuyoruz.

Kurulan her Kaldıraç Komitesi bu perspektifle bütünü görmeli ve şehirdeki üniversiteleri kapsayan bir örgütlenme yaratmayı hedeflemelidir. Bu komiteler üniversiteler arası koordinasyonu sağlayan bir toplantıyla bir araya gelerek, il bazında yürütülen mücadelenin eş güdümlü ilerlemesini sağlamalı, merkezi gündemlerin etkili bir biçimde örgütlenmesine çalışmalı, bu toplantıyla deneyimlerini birbiriyle paylaşmalıdır.

Devrimci yaratıcılıkla eylemi, komite ile yaşamı örgütle!

Söz konusu üniversiteler ise, bize göre yaşanan her gelişme, mevcut durumun tamamı eylem gündemidir. Devlet yaşamın her anında, her alanında eyleme geçmek için, devrimci olmak için öğrencilere onlarca neden veriyor. Ama mesele bunu görmek, bu olanağı eyleme dönüştürecek istek ve yaratıcılıkla harekete geçmek ve eylem biçimlerinin sınırsız olduğunu unutmamaktır.

Örneğin biz; İstanbul Üniversitesi’ndeki eylem içinde iki nefes arasında “Öğrencisi açken kendisi tok yatan rektör bizden değildir” pankartını yapmayı, aynı eylemde bazen kapıya tırmanan ilk kişi olmayı, olmadık zamanda olmadık yerde bir pankartla gündem olmayı, vapurda şarkılarımızı söylemeyi, sokakta tiyatro yapmayı, komite toplantısına katılmayı, yazılama ya da kuşlama yapmayı, gerçek bir sohbeti ya da iyi bir fıkrayı, iyi bir film izlemeyi ya da bir kitabı istekle okumayı, sevmeyi, sevgilinin gözlerinin en derinine bakabilecek samimiyetle yaşamayı, iyi bir bilmece sormayı, neşe ile yaşamayı, tüm bunlara yeni insanları katmayı ve daha nicesini devrimci bir eylem olarak görürüz. Gerisi öfkeyi biriktiren ne ise onu bulup bir biçimde gün yüzüne çıkarmak için kafa yormaktır, yöntemi zenginleştirmektir.

Biz üniversitelerin, öğrencilerin muhatabıyız, kendimizi öyle görmeli, tutumuzu bu görev bilinci ile belirlemeliyiz. Bu bizleri ilgilendiren her gelişmeye ilişkin bir biçimde cevap vermek anlamına gelir. Eylemden ne anladığımızı ise yukarıda tarif ettik.

İşte bu örgütlenmektir, örgütlenmenin yolu etkili bir ajitasyon ve propaganda çalışması ile eylemden geçer. “Ne kazandık, nerede örgütlendik” sorusu sorulmadan, yeni bir insanı komiteye çağırmadan eylem bitmiş sayılmaz. Her ne yapıyorsak bu unutulmamalıdır.

Çürümeye karşı eylemimiz, komitelerimiz, değerlerimiz!

Sistemli burjuva ideolojik saldırıya savaş açacağız. Günlük bilinç karşısına günlük ajitasyon propaganda ile çıkacağız; yanı başımızdakinin tükettikçe tükenmesine izin vermeyecek, “yeni insanı” yaşayarak örnekleyeceğiz. İnsan aklını mücadelenin bir alanı olarak göreceğiz. Kirli olana saldırmaktan çekinmeyeceğiz. İnsana değer verecek, insanı sevecek ve onu kendimizden başlayarak devrimci bir kimlikle yeniden yaratacağız. Bilimi ve felsefeyi mücadelenin anahtarı olarak kılavuz edineceğiz. Okuyacağız, okutacağız, anlatacağız. Kitlelerden öğrenmeyi ilk sıraya koyacağız.

Tüm bunlar ancak eylemle, eylem içinde başarılabilir. Bu nedenle dahil olduğumuz her çevreyle bir biçimde eyleme geçeceğiz. Çevremizdekilerden mücadele için katkılarını isteyeceğiz. Marksizmi öğrenecek, çevremize sosyalizmi propaganda edecek eğitimler yapacağız; dergimizi okuyanın bir başkasına vermesini isteyeceğiz, hem de hiç tereddüt etmeden. Bunlardan herhangi birini gerçekleştiren herkesi komitelere davet edecek, gündemiyle uğraştığı alanla kolektif aklın kendisine dahil edeceğiz. Bunu başardığımız ölçüde zengin ve üretken bir öğrenci hareketi yaratmak mümkün olacak.

Biliyoruz; sabırla akan bir ırmak olmayı öğrenmeden coşkun bir çağlayanın hayalini kurmayı öğrenemeyiz. Bu nedenle bugün tüm bu saydıklarımızı sabırla örmek niyetindeyiz. Önümüzdeki 1 Mayıs, ilan ettiğimiz örgütlenme seferberliğinin ilk sınandığı gün olacak ve biz 1 Mayıs için hazırlıklara başlamış bulunuyoruz. Bugüne kadar yaptıklarımızı bir kenara koyacağız, daha fazla çalışacağız. Burada yürüttüğümüz tartışma tüm bu sürecin temelini oluşturmalıdır.

Emperyalist egemenlik ve savaş müptelalığı

Emperyalizm ile ilgili “güzellemeler” yazan bazı isimler için, “eğer dünya bir tek büyük gücün egemenliği altında olursa”, hele hele bir de o güç, “adil” bir adam tarafından yönetilirse, dünya barışı sağlanmış olur.

Yani, sade bir şekilde söylersek, eğer ABD egemenliğine tüm dünya evet derse, işler yolunda gider. Barış sağlanmış olur.

Bugünlerde çok sık kadın cinayetlerine tanık oluyoruz. Bu cinayetleri işleyenlerin muhtemelen %50’sinden fazlasına sorarsanız, size şöyle diyeceklerdir: Aslında ben eşimi, karımı, sevgilimi, nişanlımı öldürmezdim, ama o “uslu” durmadı. Yani, eğer eşleri kendilerine başkaldırmamış olsa, eğer her ne yaparlarsa yapsınlar eşleri susmuş olsa, öldürmezlerdi. Bundan da şüpheliyim ya, ama bunu söylüyorlar.

Devletin, her yerde, öğrenciye, işçiye, gence, yaşlıya, erkeğe, kadına, eğer boyun eğerseniz, eğer susarsanız, eğer hakkınızı istemezseniz, biz de “barış”ı sağlarız, dediği gibi. Eğer sen Kürt olmamış olsan, eğer sen işçi olmamış olsan, eğer sen yaşamasan, biz sana bir şey yapmayız, demek istiyorlar.

Bu kadar da değil. Bir bölüm okur-yazar kitle, eğer bir emperyalist güce sırtımızı yaslarsak, işte o zaman büyürüz, kalkınırız, zenginleşiriz, çağ atlarız diyorlar. Bazan bunu dolaylı, bazan da açıktan söylüyorlar.

Oysa işler böyle değildir. Hiçbir emperyalist güç, savaşsız, militarist ekonomi olmadan yaşayamaz. Silâh, öyle bir metadır ki, mutlaka tüketilmesi gerekmez. Bir çok silâh tüketilmeden çöpe gider ve yenisi devreye girer. Ve bu silâh pazarının büyük çaplı alıcıları, ülkelerin, devletlerin kendisidir. Yani, emperyalizm var olduğu sürece, dünyada barış falan olmaz.

Hepimiz aşinayızdır; diyelim ki Yunanistan bir yeni silâh almak için ABD ile görüşmeye başladı. Hemen, aynı gün silâh tüccarları bu bilgiyi Türkiye’ye verirler ve Türkiye, hemen harekete geçer, “o ne aldı ise bir fazlasını alayım” derler. Ardından, birkaç ay sonra, yeni bir silâh satışı daha devreye girer. Ege semalarında iki uçağın bir it dalaşı gerçekleşir ve yeni silâhlar devreye sokulur. Üstelik, hem Türkiye, hem de Yunanistan NATO üyesidir. Ve her ikisi de NATO üyesi olduğunu bilir. Bu ilgi çekici hikâyedir ve her seferinde daha çok silâh satın alırlar. Dahası, her iki taraf da, “ileri teknoloji” diye kendilerine satılan silâhların hiçbir işe yaramadığını bilir. Yani, Türkiye ve Yunanistan, ABD’den bağımsız bir savaşın içine giremezlerdi. Tüm silâhları kullanılmadan, tüketilmeden “demode” olmaktadır. Biz buna metanın “moral yıpranması” diyebiliriz.

Dünyanın “dünya savaşı” olarak ele aldığı iki savaş var, ikisi de kapitalist dünyaya aittir, ikisi de kapitalist-emperyalizm çağındadır. Bunun rastlantı olmadığını anlamak için zekâ gerekmiyor sanırım.

Ve üçüncüsü, bir açıdan içinde yaşadığımız savaştır, bir açıdan da, yoldadır.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı içinde, bir halkın, bir ülkenin, bir devletin, kendi bağımsız çizgisini değil de, bir emperyalist gücün çizgisini takip etmesi, onun burnunu boktan kurtarmaz.

Silâh sanayii, emperyalist egemenliğin hem bir gereksinimidir, hem de büyük kârlılık aracı olan bir sektördür.

Birkaç rakam bize bunu gösterir.

Trump, daha yeni, İran saldırısı sonrasında, “2 trilyon dolar” silâh harcamalarını başarı sembolü olarak anmaktan geri durmamıştır. 2 trilyon dolarlık ABD bütçesi, dünya silâh sanayii üretiminin katlanacağının kanıtıdır. ABD silâh tekelleri, şimdi ellerini ovuşturmaktadır.

2018 yılında, dünya askerî harcamaları tutarı 2 trilyon doların altında idi. 2020’de sadece ABD bu ölçüde bir harcama yapmaya niyetlidir. Tahminen ABD 2020’de dünya silâh sanayii harcamalarının %45’ini gerçekleştirecek gibidir. Şimdi bize, tüm bunlar “barış içindir” mi diyeceksiniz? Demek “barış”, silâh tekellerinin kasaları dolarlarla doldukça hayat bulan bir şey öyle mi?

2018 yılında tüm NATO üyesi ülkelerin toplam silâh harcamaları 1 trilyon dolar idi. Sputniknews Türkçe, 9 Ocak 2020’de NATO üyelerinin silâh harcamalarını yayınladı. Karşılaştırmalı ele alınınca, nereden nereye gidildiğini görmek mümkündür.

1990 yılında ABD silâh harcamaları 306,2 milyar dolar idi. 2000 yılında ise 301,7 milyar dolar. 2010’da bu rakam 720,4 milyar dolar ve 2020’de Trump 2 trilyon dolardan söz etmektedir.

1990’da Türkiye’nin silâh harcamaları 5,6 milyar dolar iken, 2019’da 13,9 milyar dolardır.

NATO’nun eski üyelerinin yanı sıra yeni üyeleri de vardır ve her biri büyük miktarlarda parayı bu iş için ayırmaktadır.

Ham hayaller kuran “akılsız”lardan değil isek, açık olarak bu rakamların, bir yeni savaş dönemini ifade ettiğini anlayabiliriz.

ABD için, silâh sanayii, özellikle önemlidir. Almanya ve Japonya ekonomilerinden farklı olarak, mesela ABD ekonomisi, militarist karakterlidir. Pek çok teknolojik “yenilik”, daha çok askerî alan için geliştirilmektedir. ABD ekonomisi, silâh satışları olmamış olsa, ayakta durmaz. Suudi Arabistan’a yapılan silâh satışlarını hatırlamak yerinde olur.

11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD bankaları, Suudi Arabistan’a, kendilerine ait olan ve ABD bankalarında duran paraları vermemişlerdir. Ancak silâh siparişleri verdikçe, belli bir miktar parayı serbest bırakmışlardır. Suudilerin, ABD bankalarında 6 trilyon dolarının olduğu söyleniyor. Bu paranın ancak 1 trilyon dolarını, 360 milyar dolarlık bir silâh siparişinden sonra serbest bırakmışlardır. Söylenen budur. Ne kadar gerçeği yansıttığını bilmesek de, aşağı yukarı doğru kabul edilebilecek bir orandır bu.

SAVAŞ MÜPTELALIĞI

Anlatılanlara göre, eroin almaya başlayan bir vücut, ağır ağır eroine bağımlı hâle gelir. Uyuşturucu bağımlılığı gerçekleştiğinde, vücut, şiddetli bir biçimde bu isteği ortaya koymaya başlar. Öyle anlaşılıyor ki, profesyonelce bir yardım almadan da kurulmak, vücudun bu bağımlılığını yenmek mümkün değildir.

Sanırım, emperyalist ekonomilerin bir bölümü için bunu söylemek mümkün. Örneğin ABD. ABD ekonomisi, eğer dünyada gerginlik olmadan bir 5 yıl geçerse, muhtemelen dibe vurur ve yeni bir yol tutmak zorunda kalır.

Bu nedenle savaş ve gerginlik, ABD ekonomisinin hem kısa vadeli, hem de dünya egemenliği gibi uzun vadeli çıkarları için zorunludur.

ABD ile son derece yakın iki ülke, benzer durumdadır. Biri Netanyahu’nun İsrail’i, diğeri Erdoğan’ın Türkiye’si. Bu ikisine savaş müptelası diyebiliriz. Her ikisi de savaşsız ayakta durmaz durumdadır. Bir doz gerginlik, iki doz savaş hamlesi yapmadan ayakta duramazlar.

İsrail’in Filistin halkına karşı sürekli olarak yürüttüğü soykırımı savaşı, onun diğer ülkelere karşı saldırganlığı ile birleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırımı savaşı, onun tüm komşularına karşı saldırganlığının ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu tip savaş müptelası ülkelere “profesyonelce yardım” ancak, bu ülkelerin ve dünyanın işçi sınıfından gelebilir.

Yani, sade ve açık olarak söylersek, mesela Türkiye işçi sınıfı ve halkları ayağa kalkmadıkça, bu tetikçi burjuva devleti alaşağı etmedikçe, onu yıkıp yerine proletaryanın devletini kurmadıkça, bu hastalığın tedavisi yoktur.

Bu iki devlet, biri Ortadoğu’nun bir ucuna, diğeri de öbür ucuna yakındır ve bölgede savaşmak için can atar durumdadır. Efendi ABD, bu iki ülkeden özellikle Türkiye’yi, tam bir tetikçi olarak kullanabilmektedir. Türkiye, kendini ağır bir sürecin içine sokma pahasına, ABD’nin bölgede işlediği tüm suçların kabahatlisi olmayı kabul de ederek, adeta bir tetikçi gibi her türlü insanlık suçunu işlemeye gönüllüdür.

Suriye savaşı bunun en açık kanıtıdır. Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma merakı ile dile getirilen saldırgan politika, onbinlerce cana mal olmuştur, milyonlarca insanı evinden ayırmış, milyonlarca çocuğu aç ve açıkta bırakmıştır.

TC devleti geçmişten kalan tüm bastırılmış “fetih” duygularını harekete geçirmiş, akıl almaz bir “akıl tutulması” ile, bölgenin “ağası” rolünü oynamaya niyetlenmiştir. Ama yine aynı süreç içinde onlarca kere, atıp tuttukları her şeyi yutkunmak zorunda kalmışlardır.

İRAN’A KARŞI SALDIRI HEVESİ

Öyle anlaşılıyor, ABD, Suriye yenilgisini hazmedemiyor. Bir yandan Trump, iktidarını kaybettiği açık olan Erdoğan’ın ayakta kalması karşılığında tüm ABD günahlarını da Türkiye’ye yıkmaya hazırlanmaktadır. Ama öte yandan ise, Suriye’deki yenilgiyi kabul edip çekilmek yerine, savaşı daha da büyütmeye niyetlidir.

Muhtemelen Erdoğan’dan, İran’a karşı savaş kundakçılığı konusunda “destek” ya da “tetikçilik” istemektedirler. Bu hem Astana süreci denilen şeyi bitirmenin yolu olacak, hem de bitmesin diye uğraş verdikleri Suriye savaşını İran’a doğru genişletmiş olacaklardır. Erdoğan, iktidarda kalabilmek için, tüm bu maceralara atılmaya hazır durumdadır.

Yılın ilk günlerinde, ABD, savaş planlarını daha da ileri götüreceğini duyurmak istedi ve İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugaylarının komutanı Kasım Süleymani’yi öldürdü. Aynı saldırıda, Haşd el Şaabi adlı Irak Şiilerinin örgütünün liderlerinden Mehdi El Mühendis de öldürüldü. Irak’ta, havalimanına giderken ya da havalimanında bu saldırı gerçekleştirildi. Aynı gün düşen Ukrayna uçağının da bir ABD marifeti olduğu yönünde söylentiler var. İran, uçağın karakutusunu bu nedenle teslim etmeme eğilimindedir.

ABD’nin bu İran saldırganlığı yeni değildir.

Trump, nükleer silâh programı konusunda İran ile daha önceki dönemde yapılmış anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiştir. Böylece bu anlaşma ile İran ile çatışmanın azaltılması sürecini rafa kaldırmıştır. Zira bu anlaşma, ABD silâh tekellerinin ve İsrail’in hiç hoşuna gitmemiş bir anlaşma idi.

ABD-İsrail cephesi, İran’ın tepkisini ölçmek için, 50 bin feet’te casus uçak uçurmuş, ama İran bu uçağı düşürmüştür. Haziran 2019’da bu olay gerçekleşmiştir. Ne kadar doğru bilmiyoruz ama bunun ardından ABD, İran’dan boş bir binayı kendilerine hedef olarak vermelerini istemiş, o binayı vurarak, cevap hakkını kullanmak istemiştir. Ama İran, buna izin vermemiş ve Birleşmiş Milletleri bilgilendirmiştir.

Ve nihayet, ABD, Süleymani’yi öldürmüştür. Başka bir ülkenin topraklarında, açıkça saldırganlıkla gerçekleştirilen bir haydut eylemidir bu. Ve ABD, bu saldırıyı da üstlenmiştir. Bu saldırının üstlenilmesi, belki Trump’ın seçim kampanyasına da bir katkı olarak düşünülmüş olabilir. Ama esas olarak bu saldırı, İran’a karşı, Ortadoğu’daki savaşları daha da tırmandırmak için, dengeleri yeniden kendi lehine bozmak için gerçekleştirilmiştir.

Trump seçim hesabı yapmış da olabilir. Ama, ABD silâh tekelleri, daha başka hesapların peşindedir.

Ve aynı anda ABD, İran’ın bir savaşın başlangıcı olabilecek bu eyleme sert tepki vermemesi için harekete geçmiştir. Hem saldırıdan sonra ABD’den, “Ayetullah’ın sağ kolunu kopardık” açıklamaları gelmiş, hem de aynı anda, diplomasi devreye sokularak, “kabul edilebilir bir cevap” ile işi durdurma girişimleri başlamıştır. Macron’un Putin ile görüşmelerinin içeriği bu olabilir.

Ve ardından, İran, 22 füze ile, iki ABD üssünü hedef almıştır. Önce Irak bilgilendirilmiş, Irak hükümetine, ABD üslerinin vurulacağı bilgisi verilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu bilgi ABD’ye iletilmek üzere verilmiştir. Muhtemelen bu sayede, ABD üslerindeki kayıplar azaltılmıştır.

Anlaşılan ABD’nin Irak’ta 10 üssü var. Bunlardan ikisi seçilmiştir. Biri Bağdat’a daha yakın, diğeri Erbil’deki üstür. Erbil’e daha az füze gönderilmiştir. Böylece İran, kanımızca, kendi kapasitesini göstermek istemiştir.

Süleymani’nin karşılığında gerçekleştirilen füze saldırısı, belki de İran’ın prestijini kurtarmıştır. Bunu göreceğiz. Ama İran, saldırı ile hedeflenen “dengeleri değiştirme” işine izin vermeyeceğini göstermiştir denilebilir.

Süleymani’nin, İran için son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. Rusya savunma bakanlığının Süleymani ile ilgili açıklamaları, bu öneme dikkat çeker niteliktedir. Rusya’nın açıklaması da ilgiye değerdir: “Süleymani akıllı bir liderdi, hak edilmiş bir otorite kurdu ve Ortadoğu’da büyük bir nüfuz oluşturdu. ABD’nin liderliğindeki sözde uluslararası koalisyondan çok önce, Irak ve Suriye’de onun rehberliğinde IŞİD ve El Kaide’ye karşı askerî direniş organize edildi. Onun Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta kişisel katkısı şüphe götürmez. Suikast, Ortadoğu’da askerî-siyasal gerilimin tırmanmasına ve uluslararası güvenlik sistemi açısından ciddi olumsuz sonuçlara yol açacaktır.” (aktaran Fehim Taştekin, Gazete Duvar, 9 Ocak 2020).

Türkiye’nin ilk tepkileri, şaşkınlıkla bekleme eğilimini göstermekteydi.

Putin, TürkAkım gaz hattını açmak için Türkiye’ye planlanmış uçuşunu, Suriye üzerinden, Emevi Camii de dahil bazı ziyaretlerinin ardından gerçekleştirdi. Erdoğan, o buluşmada, birdenbire, “savaş tamtamları” çalanlar var demeye başladı. O buluşmadan sonra, bölgede sürdürülen “vekâlet savaşlarından” söz etmeye başladı.

İnsan dinlerken, Erdoğan’ın ne kadar “esnek” olduğuna şaşmadan edemiyor. Sanki Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma hevesleri başkasına ait idi. Sanki Libya’ya tezkere çıkartma işi başkasına ait. Sanki, Suriye’de hâlâ işgalci bir güç Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetelerin hamisi Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetecilerin Tunus’tan Libya’ya geçişi için uğraşan başkası imiş gibi.

Tüm bu savaş, Irak toprakları üzerinde gerçekleşiyor.

Irak parlamentosu, ABD askerlerinin ülkeyi terk etmesi için karar aldı ve ABD önce sanki bunu kabul etti de sonra vazgeçti gibi bir durum ortaya çıktı. Ve Barzani, “Irak’ın IŞİD ile mücadelede koalisyon güçlerine ihtiyaç duyduğu görüşündeyiz” diye açıklama yaptı.

Aynı gün, ABD, BM’ye bir mektup gönderdi. Mektupta “İran rejiminin, uluslararası barışı ve güvenliği daha fazla tehlikeye atmasını önlemek amacıyla, İran ile müzakerelere ön koşul olmadan katılmaya hazırız” denildi.

Şimdilik, sanki bir “yumuşama” ortaya çıkmış gibidir.

Ama bu aldatıcıdır.

ABD, daha yeni saldırıları da deneyecektir.

ABD nasıl ki, Irak parlamentosunun kararına rağmen, Irak’ta kalmaya karar verdiğini duyurdu ise, aynı biçimde bu saldırıların yenilerini de devreye sokacaktır.

Bu konuda tetikçisi Türkiye’den yararlanmak için harekete geçeceği kesindir. Erdoğan’ın iktidardaki ömrü tartışma konusu iken ve Erdoğan iktidarda kalmaya bu denli “mecbur” iken, ABD ile yeni anlaşmaların içine gireceği de açıktır. Erdoğan’ın, bize “dans” olarak sunduğu, iki büyük güç arasında oynama isteğinin, artık bir kukla oyunu olduğu açıktır. İpleri bir o taraf, bir diğer taraf çekmektedir.

LİBYA’YA ASKER GÖNDERMEK Mİ,
YOKSA ATEŞKES Mİ?

Türkiye, Süleymani suikastından önce, Libya’ya asker göndermek ile meşgul idi. O kadar ki, Muktedir, buna karşı çıkan herkesi, ister bir gazeteci, ister bir öğretim üyesi, ister herhangi bir “muhalefet” partisi olsun, hepsini “vatan haini” ilan ediyordu.

Saray Rejimi, bir yandan İdlib’den çeteleri Libya’ya gönderiyor, bir yandan da doğrudan asker gönderiyordu. Çetelere gidecek silâhlar, Tunus’ta yakalanmıştı.

Saray Rejimi, Erdoğan, ömrünü uzatmak için, Libya savaşına müptela gibi sarılmıştı. Bunun da iç politika ile ilgili yönleri olduğu açık. Ama bir o kadar da, savaş cephesinin, ABD ve İsrail cephesinin planlarının bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Normalde TC devleti, Suriye ile anlaşma yapıp, Akdeniz’deki kıyıları konusunda daha sağlam yere basmayı denemesi gerekirken, Libya ile anlaşmalar yapıp, saldırgan bir güç olduğunu göstermeyi yeğlemektedir. Bu hamleler, aslında, ABD’nin işine gelen hamlelerdir.

Olur da, savaş taraftarlığı ve milliyetçilik yeniden kabarırsa, belki Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü biraz olsun uzatabilirdi.

Ama Libya ile ilgili saldırgan tutum, doğrudan iç savaşın tarafı olma durumu, Türkiye’nin Kaddafi’nin devrilmesi konusunda ABD’ye verdiği yardım düşünülürse, tam da ABD planları ile örtüşmektedir. Öte yandan, Suriye’nin resmî ve BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum ile, Libya’nın BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum, çelişkilidir de.

Bu durum, savaş bulutlarının ne denli yoğunlaştığının açık kanıtıdır. ABD nasıl ki, haydutluğunu gizlemiyor, Türkiye de aynı durumdadır. Suriye işgali konusunda attığı adımlar bunun kanıtıdır. Libya’da da olan bunun bir başka versiyonudur.

Ne kadar kargaşa, ne kadar kaos varsa o kadar iyidir, diye plan yapan silâh tekellerinin ve ABD yönetiminin tutumu ile aynı karakterdedir. Tam bir tetikçi tutumudur.

Ve Putin geldikten sonra, bu kez allayıp pullayarak, 12 Ocak 2020’de ateşkes ilan edileceğini, bunun için iki ülkenin görüş birliğinde olduğunu açıklamışlardır. Bir hafta önce Libya’ya asker gönderme hevesi tavan yapmıştı. Şimdi ise ateşkesten söz edilmektedir. Demek ki, yarın tekrar savaş naraları atılacaktır. Savaş müptelalığı budur.

BARIŞ MI İSTİYORSUNUZ?

İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar; barış mı istiyorsunuz? Dünyanın her yerinde akmakta olan kanın durmasını mı istiyorsunuz? Milyonlarca çocuğun aç, çıplak, evsiz yaşamasını istemiyor musunuz? Göçlerin durmasını mı istiyorsunuz? Kan ve gözyaşının durmasını mı istiyorsunuz?

Yanıtınız evet ise, yol bellidir.

Bu düzene, dünya kapitalizmine, emperyalist boyunduruğa, emperyalist sömürüye, aşağılanmanın her türüne, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek için, devrimci mücadeleye, devrimci direnişe katılmanız gerekir.

Barış, ancak devrim için savaşılarak sağlanabilir.

Barış, ancak sosyalist bir dünya kurularak mümkün olabilir.

Emperyalist güçler, en başta, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olmak üzere, dünyayı yeniden bölüşmek için, kendi pastalarını büyütmek için bir yeni savaşa girişmişlerdir. Bu, üçüncü dünya savaşının ön günleridir, arifesidir.

Bugün burada, geçici anlaşmalar yapılmakta, birçok anlaşma ancak birkaç gün geçerli kalmaktadır. Emperyalist güçlerin bu paylaşım savaşımı, bizim savaşımız değildir. Bu, insanlığa karşı bir savaştır. Hangisi kazanırsa kazansın, halklar, işçi ve emekçiler, hayatı üretenler kaybedecektir.

Bu savaşa karşı, her işçi, kendi devletine karşı özgürlük ve sosyalizm, adalet ve ekmek için savaşmak zorundadır. Gerçek barış, ancak böyle sağlanabilir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...