Ana Sayfa Blog Sayfa 109

Dayanışma ağları… Kendi kaderimizi ellerimize alalım!

Şu geçen 1,5 ayda ne çok şey öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz.

Canımızı düşünenlerin, aynı koşullarda yaşadığımız, ürettiğimiz, salgın sürecinde tıpkı bizim gibi kaderine terk edilenler olduğunu gördük. Kendi yaşamını tehlikeye atarak çok zor koşullarda binlerce hastaya yetişmeye çalışan sağlık çalışanları olduğunu, ekmeği, sabunu üretenler, market ve kargo işçileri, bizimle aşını paylaşan komşumuz olduğunu gördük.

 Yönetenlerin ise kendilerini ve şirketleri kurtarmaktan başka bir şey için uğraşmadıklarını…

Gördük ki, onların konusu ürettikleri ile var olan milyonlar değil. Durup da acaba bizi ne zaman düşünecekler diye beklemek her geçen gün yaşamımızı daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Bizim canımızı düşünmeyenlere biz de canımızı emanet etmeyeceğiz. Onlara el açmayacağız. Çünkü bizim üreten ve paylaşan ellerimiz var.

Şimdi dönüp birbirimize bakmanın vaktidir. Dayanışmayı bilen halk olarak, bize unutturulmaya çalışılan bu kültürümüzü dayanışma ağlarıyla yeşertiyoruz. Bunu büyüteceğiz. Bu mahallelerde, bu ilçelerde yaşayanlar bizsek ve kaderimize terk edildiysek, kaderimizi ellerimize almanın vaktidir.

1 aydan uzun bir süredir, 20’den fazla mahallede ve merkezde çalışma yürüten dayanışma ağlarında, temel ihtiyaçlarımız başta olmak üzere tüm yaşamsal konularda sorunlarımıza beraber çözüm üretiyor. Dayanışmanın verilen emekle nasıl bir güce sahip olduğunu hep beraber deneyimliyoruz.

Herkesin yapabileceği bir şey var

Dayanışma ağlarının belediye hizmetlerinden farkı, ağa katılan herkesin özne olmasına olanak sağlamasıdır. Dayanışma ağları yardım dağıtmaz, ihtiyaçları dayanışma ile örgütler. Yani örneğin gıdaya ihtiyacı olan bir komşumuzun bu ihtiyacına çözüm üretirken, kendisinin ne konuda emek verebileceğini ona sorar; örneğin sağlık çalışanları için siperlik üretmesini isteriz. Aynı zamanda dayanışma ağlarında herkesin sürece fikriyle katılmasını, öneriler geliştirmesini teşvik ederiz.

Örgütlenme

Dayanışma ağları bizim için, toplumun kendi yaşamını örgütleme alanıdır. Ağlardaki gönüllülerden kimi belki mahalledeki bakkal, sucu, sağlık kuruluşu ve eczanelerin verilerini toplayacak; buralarda gıda ve ilaç durumunu takip edecek, kimi yerelde stokçuları/karaborsacıları tespit edecek, kimi aşevi örgütleyecek, kimi onun temizlik ve hijyen denetimini yapacak, kimi ise bilgi ve deneyimlerini aktaracak… Karşımıza çıkan her konu, her ihtiyaç bir örgütlenme konusudur.

Hem tartışma, hem pratik

Dayanışmayı geliştirmek için öneriler geliştirir ve bunları tartışırken, bu tartışmaların işi yapmanın önünde engel olmaması gerekir. Aynı şekilde, yapılan çalışmaların yoğunluğu ve ihtiyaçların aciliyeti de, ağlardaki gönüllülerin yeni öneri ve fikirlerini tartışmasının önüne engel olmamalı.

Dayanışma ağlarında bugüne kadarki deneyimlerimizden yola çıkarak tüm gönüllülere beraber geliştirebileceğimiz önerilerimiz var:

  • Dayanışma ağı kurduğumuz alanımızda (mahalle veya ilçe) ne kadar sağlık kuruluşu, ne kadar bakkal, sucu, eczane olduğunun bilgisini toplamalı, buralardaki çalışanlarla sürekli irtibat halinde olmalı; gıda ve malzeme durumuna dair bilgi sahibi olmalıyız.
  • Şimdiden yakıcı bir sorun haline gelen gıda problemini çözmek için gıda dayanışmasını geliştirmeli, aşevleri örgütlemeli, ortak kazanlar kaynatmanın hazırlıklarını yapmalıyız.
  • Ağları sokak sokak, bina bina yaygınlaştırmayı hedeflemeliyiz.   Bunun için dayanışma ağlarındaki gönüllüler olarak aynı yerelde yaşadığımız komşularımızın da dayanışmayı geliştirmek için sorumluluk almasını teşvik etmeli, birbirimizden haberdar olmalıyız.
  • Alanımızda hukuk, sağlık, eğitim gibi konularda doğru bilgiler verebilecek, mesleğine hakim kişilerle birimler oluşturmalı, doğru bilgilerin bütün alanımıza yayılmasını her yol ile sağlamalıyız.
  • Medya platformları aracılığı ile diğer dayanışma ağlarıyla birbirimizden haberdar olmalı, birbirimizin deneyimlerinden öğrenmeliyiz. Alanımızda gelişen dayanışma örneklerini en geniş biçimiyle yaygınlaştırmalıyız.

Çağırıyoruz;

Salgın sürecinde kendi kaderine terk edilmiş hisseden herkes; dayanışma ağlarına katılarak, emek vererek bu ağın parçası olun. Eğer bulunduğunuz yerellerde henüz bir dayanışma ağı yoksa, tanıdıklarınızdan başlayarak harekete geçin. Kendi gücümüze, yanımızdakinin gücüne güvenelim. Elimizden geleni dayanışmayla paylaştıkça, kaderimizi ellerimize alabiliriz.

Önümüzdeki dönemin en önemli konusu, toplumun örgütlenmesi olacak. Bizim gibi açlıkla hastalık arasında terbiye edilmeye çalışılanların gücü, her şeyi değiştirebilir. Bunu ancak biz başarabiliriz, ve beraber başarabiliriz!

1905, Ermeni Soykırımı’nın 105. yıldönümü

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük…

Tüm mesele, ‘devletin bekası’…

Çözüm; “bu devlete bir millet lazım”…

Wilson prensiplerinin 12. Maddesi; ‘Anadolu’da Türk unsurunun hakim kılınması’…

Sonuç; emperyalist paylaşım savaşlarının birincisinin ortasında Ermeni ve Süryani halklarının soykırımı ile başlayan Anadolu coğrafyasının çoraklaşması, kimliksizleşmesi üzerinden modern kapitalist sömürü ve zulüm düzeninin tesisi…

Bir asır sonra gelinen nokta, ‘devletin bekası’…

Bu sefer cevabı, işçi-emekçilerin, halkların ortak mücadelesi verecek…

Mustafa Koçak ölümsüzleşti, Mutlak hesap sorulacak

Hiçbir delil olmadan bir itirafçının beyanlarıyla hapiste tutulan #MustafaKoçak’ı, adil yargılanmak için başlattığı ölüm orucunun 297. gününde kaybettik. Katil Devlet Hesap Verecek!

Soru nedir? Soru neden sorulur? Soru kime sorulur? Bir soru; bugün neye ihtiyacımız var?

Günümüz kapitalist devletlerinin iddiası milyonlarca insanı yönetebilmek. İnsanlar arasındaki ilişkileri, insanların eğitimlerini, sağlıklarını, güvenliklerini planlamak iddiasındalar. Tüm bunları yapmaya mecbur olmalarının sebebi, o milyonların ürettikleri… Bunları yapmak zorundalar çünkü o milyonların ürettikleriyle kendilerine kurdukları cennette yaşamaya devam edebiliyorlar.

Milyonlar ise onların gözünde sadece sayılardır, karlarına kar katmak için işlerine yarayan sayılar. Sayılar hasta olur mu? Sayılar ölebilir mi? Sayılar aç kalabilir mi? Sayıların çocukları var mıdır bakmak zorunda oldukları? Biraz eksilseler sorun olur mu? Yoksa zaten milyonlarcadırlar ve hesaba dahil edilmeyecek küsurat mı olur eksilmeleri?

Her gün açıklanmaktadır; şu kadar test yapıldı, şu kadar hasta yoğun bakımda ve şu kadarı ölmüştür. İçinden geçtiğimiz salgın süresince tüm dünyada üretenlere, yaşamı var edenlere sadece sayılar olarak bakıldığını gördük, görüyoruz. Sınırlarında doğana bakmakla yükümlü olduğu iddia edilen devletlerin ise ilgilendiği tek şeyin ekonomi olduğunu gördük, görüyoruz.

Biz sayılardan ibaret değiliz; yaşamlarımız için sorularımız var.

Ölüm nedeni belirsiz veya zatürre olarak geçip de virüsten ölen kaç kişi var? Yoğun bakım hastalarında artış yok denirken kaç hasta yoğun bakımdayken hayatını kaybetti ve onların yerine kaç yeni hasta geldi? Şu an kaç işçi hangi koşullarda çalışıyor? Kaç işçinin ücretsiz izin ile işine ara verildi veya kaçı işten çıkarıldı?

Elbette ki sorular cevaplandırılmaları içindir ve muhataplarına yöneltilir.

Bugün ilk akla gelen muhatap olan devlet ise soruları tersten cevaplandırmaktadır. Hastane inşa edeceğiz diyerek Atatürk havalimanını ranta açmak ama Adana’da belediye tarafından kurulan sahra hastanesini mühürlemek; salgın sebebiyle kapalı bulunan Salda gölünde çalışmalara başlamak; infaz yasasını geçirerek katilleri, tacizcileri, çocuk tecavüzcülerini bırakmak; Soylu, Saray, Pelikan, Ergenekon arasında çeşitli güç oyunları; ‘maliyeti yüksek’ olur diyerek insanların canları üzerinden yapılan hesaplamalar; boğaz arazilerini bir yıllık 3100 lira gibi bir ücretle kiralamak ama ücretsiz ekmek dağıtımını yasaklamak… Soruları da cevapları da uzatmak mümkündür.

Kabul edilmelidir ki soruları soran bizler bu cevaplar karşısında soruların muhatabı haline de geldik. Yaşamak ve yaşatabilmek için bu soruların cevabına ihtiyacımız varsa onları cevaplandırmakla da yükümlü olan bizleriz.

Önümüzde iki seçenek vardır: Ya açıklanan tüm verileri kabul ederek iyiye gittiğimizi, ne kadar da güçlü bir ekonomimiz olduğunu, işçilerin canını kurtarmak için hafta sonu sokağa çıkma yasağının bilimsel olarak yeterli olduğunu kabul etmek, ya da bunları kabul etmiyorsak gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için bir araya gelmek.

Bu süreçte yaşananlar bizim sorumluluğumuzdadır.

İster kabul edelim ister etmeyelim iş başa düşmüştür. Bu sorumluluğu üstelenmemiz gerekmektedir. Yaşamak ve yaşatmak için Türk Tabipler Birliği, sendikalar, meslek odaları, siyasi partiler ve örgütler, belediyeler, demokratik kitle örgütleri, dayanışma ağları, sorularımıza cevapları da, çözümü de biz birlikte bulabiliriz diyen bütün örgütlenmelerin bir araya gelerek bir kriz koordinasyon merkezi oluşturması elzemdir.

Gerçek bilginin halka ulaştırılması, sürecin tüm açıklığıyla ele alınması ve incelenmesi, alınması gereken önlemlerin doğrudan hayata geçirilmesi, açığa çıkan ihtiyaçların koordineli bir şekilde dayanışmayla karşılanması için bir araya gelelim.

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemiyor olması yetmez; yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemiyor olması gerekir. Bugün eskisi gibi yönetilmek istemiyor olmanın göstergesi, kendi yönetim mekanizmalarımızı geliştirmek, sorunlarımıza ve sorularımıza birlikte çözüm bulmak, dayanışma ağlarıyla yaşamı savunmaktır.

Bizi ancak, ortak mücadele ve dayanışma yaşatır!

İşçi Gazetesi’nin 180. sayısı çıktı!

Milyonlarca işçi-emekçi öldürücü salgına rağmen hala fabrikalarda, şantiyelerde, atölyelerde kâr hırsıyla hiçbir önlem alınmadan çalıştırılmaya devam ediyor.

Her gün televizyon ve gazetelerden sayılar yayınlayanlar o sayıların insan olduğu gerçeğini bize unutturmak istiyor.

Hafta içi sıkış tepiş servislerle işe gitmek yasak değil, fabrikalarda yemek molası hala kısa olduğu için hızlıca kuyruğa girmek yasak değil. Kısacası virüs yüzünden ölmek yasak değil ama mesela; “Bizi virüs değil, bu düzeniniz öldürür” demek yasak!

Efendilerinin papağanı olmak dışında bir işe yaramayan burjuva medya, bize reva görülen esareti perdelemekle vazifeli.

Burjuva medyanın karanlığını deleceğiz!

İşçinin emekçinin sesini, sokaklarda, mahallelerde, fabrikalarda daha da yüksek sesle duyurmaya devam ediyoruz.

Burjuva Medya Mezara, Yaşasın İşçi Gazetesi!

Gazetemize; Kaldıraç bürolarından, Aka-Der şubelerinden ve [email protected]’a talep bildirerek ulaşabilirsiniz.

Tüm Çalışanlar için Sağlık Platformu’ndan işyerleri önünde eylem

Tüm Çalışanlar için Sağlık Platformu salgın nedeniyle işçilere ölüm dayatılmasına karşı eylemdeydi.

Sabah saat 07.30’da Tuzla Sedef Tersanesi önünde, ardından ise Mutlu Akü ve Omega Motor önünde yaptığı açıklamalarla salgın karşısında işçi hayatını önceleyen önlemlerin acilen hayata geçirilmesi, zorunlu mal ve hizmet üreten işyerleri dışındaki tüm işyerlerinde üretimin durdurulması, işçilerin ücretli izne çıkartılması ve işçileri salgın hastalığa, ölüme mahkûm eden işyerlerinde işçilere işten kaçınma hakkını kullanma çağrısı yaptı.

“Geber” diyenlerin hepsinden hesap sormak için…

Bugün Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İl müdür yardımcıları olan Nail Noğay’ı görevden aldı.

Nail Noğay, Roman bir kadına “Geber” dediği için.

8 Nisan Dünya Romanlar Günü’nde, “Bu sabah çöpleri gezerek çocuklarıma ekmek getirdim. ‘Evden çıkma’ diyenler gelip evimin halini görsün. Çocuklarım aç, mecbur çıkacağım” demişti kadın. İstanbul Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı Nail Noğay ise videonun altına “Açız” diyen kadına “Geber” diye yazmış.

Nail Noğay’ı görevden alarak kendinizi aklayamazsınız. O sizin aynanızdır.

Romanları, Ermenileri, Kürtleri, Alevileri, ezilen tüm halkları ‘geber’tme planları yapanların, Hrant’ın katillerinin, halkların katliam emirlerini verenlerin, göz yumanların, alkış tutanların aynasıdır.

“Geber” yazan, bakanlığın il müdür yardımcısıdır.

Tek o mudur? Peki bugün tüm bakanlıklar yaptıkları anlaşmalarla, ihalelerle şirketlere milyarlar saçarken, devlet hastanelerindeki doktorlara koruyucu maske bile sağlamazken; halkların vergileriyle ceplerini dolduranlar, işçi ve emekçileri salgın koşullarında ölümüne çalışmaya iterken ne demek istiyorlar?

Gıda ve sağlık ihtiyaçları karşılanmayan milyonlara “evde kalın” demek, “Geber” demek değilse nedir?

Şirketlere milyarlarca lira, halka ise kolonya dağıtacağız demek “Geber” demek değilse nedir?

Bakanlık konuyla ilgili açıklamasında, “Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu yerde kimse sahipsiz ve yalnız değildir” demiş . Biliniyor, tabii… İsterseniz bakanlık görevlileri olarak hastane hastane gezip maskesiz ve koruyucu ekipmansız çalıştığı için korona olan doktorların da yüzlerine söyleyin bunu tek tek. Alınmayan önlemlerden dolayı ölenlerin yakınlarının gözünün içine bakarak da söyleyin.

Bakanlığınızın kadına yönelik şiddeti destekleyen politikalarından güç alarak kendilerini döven erkeklerle şu an aynı evde oturan kadınlara söyleyin. Diyin ki; “Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu yerde… Hiç kimse…” Ensar Vakfı’nda tecavüze uğrayan çocuklar için “Bir kereden bir şey olmaz” demişti bakanınız. O çocuklara, o çocukların ailelerine de söyleyin tek tek.

Şimdi siz yönete’meye’nlere değil; biz bize döneceğiz; halklar, işçiler, emekçiler, kadınlar olarak yaşamak ve yaşatmak için harıl harıl çalışan dayanışma ağlarımızı büyütecek, geliştireceğiz. Halkların birbirinden aldığı gücü büyüteceğiz. Ama sanmayın sizi unutacağız. Dün ve bugün bize “Geber” diyenlerin hepsinden hesap sormak için örgütleniyoruz.

Saray Rejimi, paylaşım savaşı ve “demokrasi” meselesi üzerine

Son dönemde, bir metot hâline getirdik, görüşlerimizi maddeler şeklinde yazıyoruz. Bazan kolaylık sağlamıyor olsa da, konuya doğrudan girmek açısından faydalı oluyor gibidir.

Bunun bir nedeni, içinden geçilen dönemde, at izi ile it izinin birbirine karışması sonucu, kendi görüşlerimizi daha anlaşılır biçimde ifade etme isteğidir. Yani, bir nevî altını çizme meselesi olarak da bakabilirsiniz. Bazan, bir konuda, konuşmanızın bir yerinde, sizin söylediklerinizin, başkalarının söyledikleri ile karışması çok mümkün oluyor. Bakıyorsunuz ki, emperyalizmle göbek bağları çok gelişmiş bazı isimler, “emperyalizm”den söz ediyorlar. Gerçek bir anti-emperyalist ile, böylelerini karıştırmak, dikkatsiz birisi için mümkündür. İkinci nedeni, siyasal analiz yapan “uzmanlar”ın, mantar türlerinin yarışamayacağı kadar hızla çoğalıyor olmasının beraberinde getirdiği, “dinlemekten” bıkmadır. Maddeler, en azından göz atmaya olanak veriyor. Ve doğrusu, maddeler, “konu başlıkları”nı da netleştirmeye olanak veriyor. Hele ki, bu yazının başlığındaki gibi kapsamlı konular ele alındığında, bu daha da önemli oluyor.

Kabul etmemiz gerekir ki, böylesi maddeleştirmeler, her zaman olmasa da, bazan, yazım dilini, edebî değer açısından olumsuz etkiliyor. Bunu elbette bir özür olarak da kabul edebilirsiniz.

1-

Kürt devrimi, 12 Eylül karşı devriminin içinden kendi çıkışını yakalayarak, büyüterek çıktı. Aynı dönemde, Türkiye devrimci hareketi, ağır darbeler alıyordu ve doğrusu darbelerin en büyüğü, ideolojik alanda alınan darbeler idi. Kemalizm ile, daha doğrudan söyleyecek olursak, devlet ile bağlarını kesememiş devrimci hareket, sonuçta, ağır yenilgi ile kolayca geriletilmiş oldu. Ve SSCB yenilgisi, bunun üzerine binmiştir. SSCB yenilgisinin, dünyanın farklı coğrafyalarındaki devrimci hareketlere etkisi, kuşkusuz farklı olmuştur. Ama ülkemiz sol hareketini, en çok ideolojik açıdan etkilemiş, 12 Eylül ile başlayan sosyalizmin bittiği propagandası daha etkili hâle gelmiştir.

1992 yılı, Kürt devrimi açısından bir dönüm noktasıdır. Kürt devrimi, “ilk aşamasını”, yani ulusal bilinç oluşumu anlamındaki aşamasını, özgün biçimde çözmüştür. Bunun tarihi 1992’dir. Kürt sorunu, 4 parçalı ve bölgemizi saran bir sorun olduğu için, bu “ulusal bilinç” meselesinin çözülmesi, bir “ulus devlet” ile sonuçlanmamıştır. Bölgenin yapısı ve tarihi bu açıdan önemlidir. Kürtlerin yaşadığı iki coğrafyadaki devletler, kendileri de sömürge olan devletlerdir: Türkiye ve Irak böyledir. Suriye ve İran’ın daha özgün bir yapısı olduğu kabul edilmelidir. Dahası, Kürt devrimi, ağırlıklı olarak PKK önderliğinde Türkiye Kürdistanı’nda gelişmiştir. Türkiye bir NATO üyesidir. Ve nihayet, SSCB’nin çözülmesi ile başta 5 emperyalist güç olmak üzere, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımı başlamıştır. Bu paylaşım savaşımı da, sorunun “ulusal” aşamasının özgün anlamda çözümünü, “ulusal bilinç” geliştiği hâlde, devlete dönüşmemesi meselesini etkilemiştir.

Bu özgün “çözüm”, birçok kişi tarafından çözülmemiştir şeklinde ele alınabilir. Bir ölçüde de realiteye uygundur. Ama, 1992’de Kürt halkı, esas itibarı ile, mücadele ile haklarını almıştır. Bunun siyasal ve hukukî yapıya kavuşması ayrı bir meseledir.

Bu aşamada, nesnel olarak, Kürt devriminin önünde; a- kazanımları siyasi-hukukî bir yapıya bağlamak, kavuşturmak, b- daha ileriye giderek sosyalist bir Kürdistan için, bölge devriminin kaldıracı olabilmek alternatiflerini görebiliriz. Devrime katılan “yeni” unsurlar, orta sınıflar, elbette bir ulus devlet de dahil, özerklik de dahil bir hukukî-siyasi yapı talebi ile sınırlı tutum almışlardı. Hâlâ da böyledir. Kaldı ki, bu “gereksiz” gibi bir tutumla konuşmuyoruz. Kürt halkı bunu uygun görüyor ve bununla yetinecekse, elbette bize kabul etmek düşer. Ama, Kürt devrimi, daha ileri gitmenin olanaklarını taşıyordu ve bugün de taşımaktadır. Bunu daha fazla istediğimizi söylemek durumundayız. 1992’den bu yana, oldukça çetin bir mücadele yürüdüğü de açıktır. Bu mücadele, bir yandan, Kürt halkının her kazanımını gasp etme amacını da gütmektedir. Ama en çok, işin sosyalizme evrilmesinin önlenmesi hedeflenmektedir. Ve bu konuda, tüm egemenler, sadece bölgedeki devletler değil, onların efendileri emperyalist odaklar da hemfikirdir. Ve Kürt devriminin bu ikili durumu gözardı etmesi, elbette saçma olurdu, hâlâ da saçma olur.

2-

Emperyalist efendiler ve onların uzantıları, Kürt devrimine karşı Barzani oluşumunu desteklediler, desteklemeye de devam etmektedirler. Barzani, Kürt devriminde, gericiliğin, aşiret ilişkilerinin ve kapitalist köleliğin, emperyalizmle uzlaşmanın temsilcisidir. Bunu kabul etmeyen de yoktur. Ama Irak Kürdistanı’ndaki yapılanma da bir realitedir.

Bugün, biz birçok nüansı ihmal etme pahasına, Barzanici eğilim ile devrimci eğilimin Kürt sorununda iki ayrı cephe olduğunu söyleyebiliriz.

3-

Suriye savaşı, emperyalist paylaşım savaşımının, bölgemizde yeni bir aşamaya yükselmesi demektir. Suriye coğrafyası, ABD-İngiltere-Türkiye-Suudi Arabistan-İsrail ve daha başka bölge devletleri eli ile, tahrip edilmiştir.

Rusya’nın savaşa doğrudan dahil olması, Çin’in de desteği ile, hem dünya çapındaki savaşın büyüdüğünü göstermiştir, hem de ABD’nin Rusya ve Çin’i etkisiz kılarak, Batılı ortaklarına (aynı zamanda paylaşım savaşımındaki rakiplerine) pastadan pay vererek, kendi istediklerini alma girişimidir. Rusya ve Çin’in savaşa aktif katılımı, Suriye savaşını, Çin denizine, Ukrayna’ya, Venezuela’ya kadar yaymıştır. ABD, açıkça Rusya ve Çin’e karşı “ortaklık” aramış, bu arada ise, kendi payını ve kurallarını diğer emperyalist güçlere (İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’ya) dayatma olanağını oluşturmak istemiştir.

Suriye savaşının seyrinin ABD’nin istediği gibi gitmemiş olması, bu planları istediği gibi gerçekleştirmesini şimdilik önlemiştir.

Bu nedenle, bu savaşa, Suriye savaşına “vekâlet savaşı” demek doğru değildir. Bu ABD adına doğrudur, İngiltere adına, Türkiye adına, İsrail adına, Suudi Arabistan adına, bir yere kadar doğrudur. Ama Suriye, İran, Çin ve Rusya cephesi için doğru değildir.

ABD adına vekâlet savaşı yürütenler, en başta IŞİD unsurlarıdır. Adları ne kadar değişirse değişsin, bunlar ABD ve ortaklarının unsurlarıdır. Bunlara, İsrail ve Türkiye’yi, Suudi Arabistan’ı ve başka bölge devletlerini eklemek mümkündür. Ama Suriye halkları, sadece devleti değil, halkları da, bu savaşta kendileri için savaşmışlardır, hâlâ da kendileri için savaşmaktadırlar.

IŞİD çetelerinin Kürtlerin, Ezidilerin, Süryanilerin ve bölge halklarının üzerine sürülmesi, kim ne derse desin, doğrudan ABD planlarının, onun uzantısı olan İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye devletlerinin doğrudan işidir.

Elbette ABD, bu savaşta elini en az kirleten, Türkiye de en fazla kirletendir.

Kürler başta olmak üzere, halkların üzerine IŞİD çetelerini sürmeyi başaran ABD, bu nedenle, hâlâ Kürtlerin hamiliğine soyunabilmektedir.

Zira savaşın bir aşamasında Rusya devreye girdikten sonra ve Kürtlerin aktif ve militanca mücadelesi IŞİD çetelerini püskürttükten sonra, Suriye devlet güçleri kendini biraz topladıktan sonra, ABD, Kürtlerin “dostu” rolüne bürünmüştür. Oysa gerçekçi analiz, Kürtlerin kendi güçlerini kullanarak katliamları önledikleri şeklinde olmalıdır. Rojava devrimi budur.

ABD, bu devrimi “ehlileştirmek” ve Barzani güçlerinin kontrolüne vermek için, az mücadele etmemiştir. ABD, açık olarak, kendine ve Barzani’ye bağlı bir Kürt oluşumu için uğraşmaktadır. Böylece, hem Irak Kürdistanı’nda, hem de Suriye Kürdistanı’nda Barzani güçleri egemen olabilse idi, Türkiye parçasındaki sosyalist eğilimler de dengelenmiş olacaktı. O zaman Türkiye parçasındaki Barzani güçleri de güç toplamış olacaktı. Böylece ABD, Suriye sahasında, kendi varlığı için bir temel arama peşindedir. ABD, bunun dışında Kürt halkının dostu vb. olamaz. Bugüne kadarki tarihi, bunun açık kanıtıdır. Hiçbir emperyalist güç, en başta da ABD, bir halkın mücadelesine destek olarak görülemez, garantör olarak ele alınamaz.

TC devletinin Afrin ve Münbiç bölgesindeki işgali, gerçekte bu amaca hizmet etmektedir. TC devleti, kendi adına, “terör” tehdidinden söz ede dursun, gerçekte, bu işgal hareketi, en başta ABD adına yapılmıştır. Elbette, bu işgaller, TC devletinin Saray Rejimi organizasyonunun, yeni Osmanlıcı heveslerinin de devamıdır. TC devleti, bir anda, “misak-ı milli” sınırlarını, Suriye topraklarına kadar uzatmıştır ve doğrusu ardından, bunu başarabilse idi, Kerkük ve Musul meselesi de gündeme gelecekti. Zaten, Irak Kürdistanı’ndaki güçleri-üsleri, bu amaçla oradadır. “Pençe harekâtı” tamamen bu işgal girişiminin kodlarını vermektedir. Bu anlamda içeride yürütülen Kürtlere karşı katliam siyaseti de bunun devamıdır ve ABD’nin bu politikaları onaylamadığını düşünmek saflık olacaktır. 2015’te barış masasının dağıtılması ile, bunun açık ilişkisi görülebilir durumdadır.

4-

Bugünlerde Suriye savaşı, yeni bir aşamaya evrilmiştir. İdlib savaşı diye anılabilir. İdlib, gerçekte neden bu denli önemlidir? Çünkü, TC devleti için, IŞİD unsurlarını kullanabileceği ve Suriye topraklarında kalıcı olmasını sağlayacak yer İdlib olarak görülmektedir. İster “ulusalcı”, ister “Ergenekoncu”, ister “İslamcı” olsun, TC devletinin tüm güçleri, Saray Rejimi, bu amaçla oradadır. Elbette efendileri ABD, savaşın bu yönde sürmesini ve Suriye savaşının bitmemesini istemektedirler. ABD, kendi adına bu işi yapmaya hevesli TC devletini sahaya daha etkin sürmek istemektedir.

İdlib’in bir önemi budur.

İdlib, öte yandan, IŞİD’in son yeridir. Esad, IŞİD’in son kalesi demektedir. Bu sahada, Soçi ve Astana mutabakatlarına rağmen, TC ordusu, IŞİD güçlerini kontrol etmek bir yana, açıkça desteklemektedir. Bu destek de yeni değildir. Bu destek, savaşın en başından beri vardır. Saray Rejimi, IŞİD güçlerini, içeride sadece Kürdistan’da değil, Batı’da da kullanmaktan geri durmamıştır ve bu yolla gerçekleştirdikleri katliamlar, unutulmuş değildir.

Dahası, içeride oldukça zor duruma düşen Saray Rejimi, kendi varlığını sürdürebilmek için, ABD’nin emirlerini bir bir yerine getirmek ve savaş müptelası gibi, savaşa daha fazla sarılmak zorunda hissetmektedir. Bunun da bir gerçekliği olduğu kabul edilmelidir. Saray Rejimi, çöküşünü görmektedir. Bunca katliamdan sonra, ayakta durabilmek için, ABD desteğini alabilmek için savaş naraları atmak zorundadır.

İdlib savaşında, Şubat ayının son haftasında yaşanan gelişmeler, TC ordusunun Suriye güçlerine karşı, IŞİD çeteleri ile aktif savaşa tutuşması, on binlerce askeri oraya yığması bu çaresizliğin de sonucudur.

İdlib düştüğünde, TC, işgal bölgelerinden çekilme sorunu ile yüz yüze kalacaktır.

İşte bu nedenle, bu denli riskli ve saldırgan bir tutum takınmaktadır. Astana ve Soçi mutabakatlarını hiçe sayması, ABD teşvikleri ile olduğu kadar, bununla da ilgilidir. İdlib’de saldırırken, aynı anda, Kürt bölgelerine karşı da atak yapmaktadır. İşte, 27 Şubat akşamı, Suriye ve Rusya güçlerinin saldırıları ile, büyük kayıplar veren TC devletinin bu politikaya bir “mola” vermek üzere Moskova’ya gitmesi bu nedenledir.

Moskova’dan, kuşku yok ki, yeni bir mutabakat ile geri dönmüşlerdir. Bu yeni mutabakatta, M4 karayolunu boşaltma kararı vardır. TC devletinin buna ne denli uyacağı, IŞİD çetelerini bundan sonra nasıl kullanacağı aslında sır değildir.

Artık, bir yandan, IŞİD güçlerinin temizlenmesi meselesi, bir yandan da TC ordusunun işgal bölgelerinden çekilmesi meselesi, savaşın bu yeni aşamasının önemli bir konusu, gündemi olacaktır.

Suriye’nin yeniden “imarı”, siyasal anlamda da, ekonomik anlamda da, geciktirilmek istenmektedir. Çünkü ABD’nin bölge planları sadece Suriye sahası ile sınırlı değildir. Meselenin içinde İran meselesi de vardır.

5-

Kürt sorunu, bölgenin en önemli sorunudur. Elbette, Filistin sorununu da eklemek gerekir. Her iki sorun da “uluslararası” bir nitelik kazanmıştır

Her iki sorunun da, ama özellikle Kürt sorununun çözümü açısından, en önemli mesele, bölgeden tüm emperyalist güçlerin çekilmesi ya da sökülüp atılmasıdır. Bunu söylemek kolay derseniz, kabul ederiz. Söylemesi kolay, gerçekleştirilmesi oldukça zor olsa da, gerçek budur. Bu gerçek yokmuş gibi, bir emperyalist güce dayanarak çözüm aramak, çözüm bulduğunu iddia etmek, körlüktür, emperyalist köleliğin bir başka biçimine razı olmaktır.

Bu elbette devrimci bir savaş demektir. Zaten yapılmakta olan da budur.

Şimdi, tüm bölge halklarının, ortak, koordineli anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek en önemli sorundur. Bunun önündeki en büyük engel ise, Kürt devrimi dışında, Kürt halkı dışındaki halkların örgütlülüğünün zayıf olmasıdır. Bu zayıflık, bölgede emperyalist güçlerden birine dayanma arayışlarını da güçlendirmektedir.

Bu denektir ki, bu daha çok, bizim, Kürt devrimi dışındaki devrimci güçlerin savaşkan bir tutum geliştirebilmesinin önemi artmaktadır. Elbette, bunun sorumluluğunu duymadan, bu konuda konuşmak, gevezelik dışında bir anlam ifade etmez.

Bu açıdan Irak’ta gelişen direniş, önemlidir. Lübnan’da gelişen direniş önemlidir. Ama daha da önemlisi, bölgenin iki büyük işçi sınıfının yer aldığı, Türkiye ve İran’da gelişecek devrimci direniş olacaktır.

İşçi sınıfı, tüm bölgede, ayağa kalkmalıdır. Bunun önemi, sadece mücadelenin seyrinin sosyalizme doğru değişmesi anlamına gelmesinden gelmiyor, aynı zamanda, devrimci direnişin yerleşik, sürekli bir hâl alması ve istikrarlı biçimde büyümesi açısından da çok önemlidir. Bu açıdan da önemli olanaklar ortaya çıkmaktadır.

Savaşa, katliamlara, emperyalist oyunlara son vermenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak üzere bölge devrimini geliştirmenin başkaca yolu yoktur.

6-

Saray Rejimi çözülmektedir.

Erdoğan iktidarına, “tek adam diktatörlüğü” demek artık geride kalmıştır, kalmalıdır. Erdoğan, Saray Rejimi’nin oyuncularından biri, belki de en önemsizidir.

İdlib savaşında, Suriye topraklarında, Libya’da kendi ömrünü uzatmak için “atılımlar” yapan Saray Rejimi, bunu artık sürdürebilir durumda değildir. İçeride, burjuvazi, emperyalist güçler dahi, Erdoğan sonrasına bakmaktadır.

Sadece Erdoğan sonrasına da değil.

Bugün, Saray Rejimi adını verdiğimiz bu yapılanmanın sürdürülemeyeceğinin genel bir kanı olması boşuna değildir. Bu noktada, elbette Saray Rejimi, “pes” diyerek kenara çekilmeyecektir. Savaşı yoğunlaştırmak için dışarıda yaptıkları “çılgın” hamleleri, içeride baskı ve şiddet, katliam politikaları ve karartma siyaseti izleyecektir.

Ama artık, bu konuda, değişik dozlarda, farklı biçimler altında bir direnişin gelişmekte olduğu da görülmelidir. Bu bir gerçekliktir. Bunun barikat savaşlarına dönüşmemiş olması, direnişin önemini azaltmaz. Durumu olduğu gibi görebilmek gerekir.

Bu açıdan doğru politika, direnişi yaygınlaştırmaktır.

Direnişi yaygınlaştırmadan, “demokrasi ittifakı” ile CHP’nin kuyruğuna takılmak doğru bir rota olmayacaktır. Direniş yaygınlaştırılmadan, “demokrasi ittifakı”, aslında burjuva çözümlere kapı aralayacaktır. Ve bu, daha iyi bir düzen anlamına hiç gelmeyecektir.

Egemenler, içinde bulundukları siyasal ve ekonomik kriz koşullarından bir çıkış yolu aramaktadır. Ne ekonomik krize ne de siyasal krize çözüm bulabilecek durumda değildirler.

Dahası, emperyalist paylaşım savaşı, yeni İdlib mutabakatları ile sona ermeyecektir. Bu savaş, kapitalist-emperyalist sistemin tükenişinin, krizinin sonucudur. Burada kriz, büyük anlamda bir çöküşün de ifadesidir. Ve bu çöküş, dünya çapındadır.

Savaşın, bölgemizde yoğunlaştığı bir gerçektir. Ortadoğu, paylaşım savaşımının ana noktalarından biridir. Ama savaş, dünya çapında bir savaştır. Bölgemizde, istedikleri sonuçlara henüz ulaşamamış olmaları, savaşı hafifletmeyecek, çöküşü daha da artıracaktır.

Erdoğan iktidarının sonu görünmüştür.

Bu durum, Erdoğan iktidarı sonrası da devam edecektir. Elbette bu noktada, “demokratik” taleplerin dile getirilmesinde bir sakınca yoktur. Ama buna güvenerek, direnişi geliştirme yaklaşımının hızı kesilmemelidir. Bu büyük bir hata olur.

Erdoğan sonrası durumun, elbette bir “sol” açılım yaratması mümkündür. Ama bu, direnen işçilerin örgütlülüğü oranında, Saray Rejimi’nin de sonunu getirecektir. Bununla da yetinmek doğru değildir. İşçiler, halklar kendi iktidarları için, gerçek anlamda işçi demokrasisi için mücadeleye hazırlanmalıdırlar.

Bu nedenle, genel direniş, genel grev yerindedir. Elbette bu hemen şimdi anlamına gelmez. Ama bunun örgütlenmesi, tüm bölgedeki devrimci mücadeleye de önemli bir katkı sağlayacaktır.

Bunca baskı, şiddet, katliam, karanlıktan sonra, bir günlük nefes almayı savunamayız. Tersine, sürekli ve özgür bir hava soluma rüyamızı, istemimizi dile getirmemiz, bunun için direnişi örgütlememiz gereklidir.

Mücadelenin bugünkü aşamasında, Saray Rejimi’ne karşı mücadele için, devletin bir başka koluna güvenerek adım atılamaz. Nasıl ki, bölgemizde herhangi bir emperyalist güce yaslanarak bir gelecek aramak yanlış ise, aynı biçimde, içeride, Saray Rejimi’ne karşı devletin başka güçleri ile ittifaktan medet ummak da yanlıştır.

Dost ve düşman ayrımı önemlidir.

İşçi sınıfı ve bölge halkları için, ne herhangi bir emperyalist güç, ne de onların bölgemizdeki işbirlikçisi egemen güçlerin herhangi bir kesimi dost değildir. Kendi iradesini bu güçlere teslim etmiş bir halk ve işçi sınıfı yenilmeye, bir kere daha hüsrana uğramaya mahkûmdur.

Rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanan bu karanlık Saray Rejimi çatırdamaktadır. Onun yıkılışı, işçilerin devrimci başkaldırısına dayandığı ölçüde renkli sonuçlara gebedir.

İşçilerin iktidarı dışında bir demokrasi artık yoktur. Sadece bizde değil, dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

Dünya, sosyalizmin yeniden yükselişine sahne olacaktır.

Bölgemiz, en başta Anadolu ve Mezopotamya, sosyalizmin yeniden yükselişinin bölgelerinden biri olmaya adaydır.

Yeter ki, sabırla ve inatla, devrimci mücadeleyi yükseltmeye kararlı olalım.

Yeter ki, örgütlü direnişi daha sağlam örelim.

Kapitalizm, salgın ve sınıf savaşımı

COVID-19 virüs salgını, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü gösteriyor.

Zengin ülkeler, emperyalist efendiler, virüse karşı mücadele edecek, insan hayatını kurtaracak insanî önlemler almaktan tümüyle uzaktırlar. Her biri, ardarda, tekelleri koruyacak, rant sağlayacak “ekonomik” önlemler açıklıyor.

ABD, Trump, en başından, virüs Wuhan/Çin’de görüldüğünde, durumu alaya almakta tereddüt etmedi. Utanç verici ve kendine yakışan tutumunu sürdürdü. Adına, ‘Çin virüsü’ dedi. Belli ki, virüs Wuhan eyaletini vurmaya başlayınca, Çin’in bunun altında kalacağını düşünüyordu. Böylece, bir yandan, Çin ile sürdürdüğü ticaret savaşımını kazanmak için şans elde ettiğini düşünüyordu, öte yandan Amerikalı firmalara, üretimi Çin’den ABD’ye çekin çağrıları yapmaya çalışıyordu.

ABD, tıpkı diğer emperyalist ülkeler gibi, salgını, 2008’den beri sürmekte olan krizin çözümü için bir fırsata dönüştürmek istiyor.

Hele ki virüs İran’da etkili olmaya başlayınca, ABD, İsrail ve İngiltere cephesinin, bir tek zil takıp oynamadığı kalmıştı. Zil takıp oynamadılarsa, bunun nedeni, eğlencelerinin içinde zille oynama olmadığındandır. Yoksa mutlaka sevinçleri “tepe” yapmıştır. İran’a yönelik ambargo, hiçbir insanî neden düşünülmeden devam ettirildi. Zaten haksız olan ve “uluslararası hukuka” uygun olmayan bu ambargonun azaltılması, gevşetilmesi bir yana, daha da şiddetli bir biçimde uygulanması istenmekteydi.

Virüs, yayılmaya devam etti.

Çin’in Wuhan bölgesi, gelişmiş endüstrinin yer aldığı, dünyanın “tedarik merkezleri”nden biridir. Bu nedenle virüsün hızla yayılması da zor olmadı. Virüs yayıldıkça, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere kılını bile kıpırdatmadı. Hâlâ da öyledir.

Ama virüs İtalya’ya vardığında, kapitalist sistemin ne olduğu, ne olmadığı da ortaya çıkmaya başladı.

Çin ve ardından İran, Batı değer sistemi içinde zaten “şeytanî” olduklarından, virüs onlar için adeta allahın bir cezası olarak ele alınabilirdi. Batı, bundan da keyif alırdı.

Oysa İtalya virüs salgınının en hızlı yükseldiği ülkelerden biri olarak öne çıkmaya başlayınca, İtalya’nın açık yardım çağrılarına, Almanya, ABD kulak tıkadı. Almanya ve ABD, sürmekte olan hegemonya savaşı ve paylaşım savaşımına uygun olarak tutum aldı: “Savaştayız beyler” demiş olmalılar. En azından tercümesi budur.

Aynı dönemlerde virüs salgını, Çin’de kontrol altına alınmaya başlamıştı. Çin, neredeyse kendi ısrarı ile, dünyaya, elde ettiği virüse karşı mücadele deneyini aktarmak istedi ise de, pek kabul görmez gibi idi.

Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020’de durumu “pandemi” (salgın) olarak ilan etti. Bu andan itibaren, AB bazı ülkelere fon verebileceğini ilan etti. Ve Türkiye, 12 Mart 2020’de, kendi topraklarında virüs olduğunu kabul etti. Oysa o zamana kadar, 12 Mart 2020’ye kadar, virüs nedeni ile ölenler bulunuyordu. Ve Saray Rejimi’nin kılı kıpırdamıyordu. Adeta, salgın görmezlikten geliniyordu.

İtalya, Çin’den ve Rusya’dan yardım istedi ve Çin, Küba, Rusya, İtalya’ya yardım için harekete geçti. Belki de bu yardım daha önceden istenebilse idi, durum biraz daha farklı olabilirdi.

İtalya’yı İspanya izledi ve ardından Fransa ve Almanya virüs vakalarının arttığı ülkeler olmaya başladı.

İngiltere, Hollanda, İsveç, virüs salgınına, bir şans olarak baktılar ve bu yolla, yaşlı kuşağın bir miktar azalabileceğini düşünmeye başladılar. İngiliz yönetimi, utanmadan, yaşlıların ölümü ile gelecekteki sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının azalacağının hesabını yaptı. Aynı şey Hollanda’da ortaya çıktı. Kapitalist sistem, uzun yaşayan emeklilere, artık bir “artı-değer” üretmedikleri için “sorun” olarak bakmaktadır. Ve bu o kadar yaygındır ki, diyelim Danimarka’da, 80 yaşını aşıp da hâlâ yaşıyor olmak, “utanılması” gereken bir şey gibi görülebilmektedir. Bu durum, salgın ortaya çıkınca, İngiliz, Hollanda ve İsveç hükümetlerinin tutumu için, ciddi bir zemin oluşturmuştur.

Nihayetinde ABD, vakaları ile Çin’i geçmeye başladı. Ve Trump, son derece garip bir açıklama yaptı. Trump, o güne kadar “Çin virüsü” dediği virüs vakalarının yayılması bu boyuta gelince, “Çin vaka sayısını gizliyor” dedi. Sanki, virüsün kumandasını elinde tutan bir adam gibi, başka bir gerçeği bilir gibi konuştu. Sanki, “biz Çin’den daha kötü durumda olamayız” demek ister gibiydi. New York Valisi, Trump’tan yeterli desteği alamadığını söyledi. Vali Cuomo, New York’ta tıbbî malzemelerin tükenmek üzere olduğunu söyledi. Vali “Federal Acil Yönetim Ajansı, 400 sunî solunum cihazı gönderiyor. 30 bine ihtiyacım varken 400 tane ile ne yapabilirim? Bu durumda ölecek 26 bin kişiyi siz belirleyin” diye isyan ediyordu.

İşte en gelişmiş kapitalist ülkenin sağlık sistemi budur. Lüks otel odalarını andıran, kâr üzerine kurulu, hastaya müşteri muamelesi yapan, hiçbir koruyucu hekimlik önlemi ile bağdaşmayan, halk sağlığı denilen şeye tamamen zıt bir sağlık sistemi.

Salgın, COVID-19 virüsünden kaynaklanıyor. Virüsün “insan yapımı olmadığı” konusunda ABD laboratuvarlarından açıklamalar geliyor. Aslında, bu açıklamalar, virüsün evriminin kendi doğasına uygun olabileceği anlamına geliyor. Ama, bunun bir silâh olarak kullanılmadığının kanıtı bu olamaz.

Çin’e virüsün geliş kaynaklarından birisinin Wuhan bölgesine iş-fuar ziyaretine gelen 300 civarındaki Amerikan askerinin olduğu söylenmektedir. Virüsün ilk ortaya çıktığı yerin de Çin değil, ABD olduğu aşağı yukarı netlik kazanmış gibidir.

Ama bir virüsün doğal olması ile, emperyalist güçlerce silâh olarak kullanılması birbiri ile çelişmez. Pekâla, biyolojik bir silâh olarak kullanılabilecek virüsler vardır. Dahası, biliyoruz ki, ilaç şirketleri, kendi kârları için, hastalıklar üretmekte, var olan hastalıkları kronik hâle getirecek ilaçlar üretmektedir. Bu nedenle, pek çok astım ilacı astımı kronikleştirmekte, pek çok şeker ilacı şeker hastalığını müzminleştirmekte, pek çok tansiyon ilacı tansiyon hastalığını daimi hâle getirmekte, pek çok kolesterol ilacı sizi hasta etmektedir. Bu, artık bir “komplo teorisi” değildir.

Ülkemizde, her yıl veremden ölenlerin sayısı 3 binin üzerindedir. Oysa veremin ilaçları da var. Ama TC devleti, sağlık sistemini bir rant sistemine çevirdiğinden, verem ilaçlarının etken maddesini azaltarak, SSK’ya satılmasını, bu yolla fiyatının düşmesini sağlamaktadır. Böylece, SSK üzerinden verilen verem ilaçları, etken maddesi azaltılmış, verem mikrobunu yenemeyen ilaçlar hâline gelmiştir ve bundan dolayı ölen her yıl 3 bin insan vardır. Bu, sadece bir örnektir.

Demek oluyor ki, sağlık sistemi ile ilgili birçok gerçek, insanın kabul etmek istemeyeceği kadar insanlık dışıdır. Ama durum budur. Kapitalizm, öldürür.

HIV virüsü de, salgına dönüştüğünde, bunun bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışılmıştı. Vahşi hayvanlarda görülen virüs, ancak ve ancak cinsel yolla bulaştığından, insanlara bulaşmasının nasıl olabileceği tartışılmıştı. Sonradan yapılan çalışmalarda, HIV virüsünün ABD hapishanelerinden yayıldığı iddia edildi.

Demek ki, virüs ile bir salgın hastalık yaratmak ve bunu bir biyolojik silâh olarak kullanmak için, mutlaka virüsün “laboratuvar”da üretilmiş olması gerekmiyor. Ki, emin olun, laboratuvarlarda da üretiliyor.

Kaldı ki, laboratuvarda müdahale edilmiş bir virüsün de tamamen “kendi yapısının dışına” çıkartılması gerekli değil. Yani, kendi evrim süreci içinde uygun ayarlamalar yapılması çok da olanaklı olmalıdır.

Bizim açımızdan burası da çok önemli görünmüyor. Çünkü, nihayetinde virüs karşısında alınan tutumların kendisi bize birçok şeyi göstermektedir. Salgına karşı emperyalist güçlerin tutumu, zaten biyolojik silâh olarak kullanılmasından pek de farklı değil.

Hem kendi aralarında sürdürdükleri hegemonya ve paylaşım savaşımı için bu salgını da kullanmaktan geri durmuyorlar. Ki durmazlar.

Hem de, salgın vesilesi ile, sınıf farklılıklarının ne kadar keskin olduğunu görebiliyoruz. Tekeller dünyası, burjuvazi ve onların iktidarlarının son derece gelişkin bir sınıf bilinci vardır. Neyin kendi çıkarlarına ne ölçüde faydalı olduğunun hesabını yapmaları birkaç saatlerini almaktadır o kadar. Salgın, herkese virüs bulaşabilir mantığı ile ele alınmamalıdır. Tersine, yoksulun, işçi ve emekçinin ölüme gittiği, ölüme itildiği bir süreçtir.

Salgın ve paylaşım savaşımı arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakalım.

ABD, dünya hegemonyası iddiasını sürdürmek istemektedir. Bu hegemonya, adım adım çözülmektedir ve Suriye savaşı bunun en somut göstergesidir. ABD, dünyanın tek süper gücü olmayı çoktan kaybetti. Tek kutuplu dünya rüyaları çoktan yere çakıldı. Ve şimdi, 20. yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olduğu gerçeği ne kadar doğru ise, bunun artık geçmişte kaldığı günlerin başlayacağı da o kadar gerçek gibidir.

Savaş, gerçekte, arkada yürüyen ekonomik savaşın dışa vurumudur. Bu açıdan da, aslında, ekonomik savaşın cephelerinden, daha farklı cephelerin oluşumuna neden olmaktadır. Ekonomik olarak savaş, daha çok, 5 emperyalist güç (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya) arasında sürmektedir. Oysa aynanın görünen tarafına yansıyan biraz farklıdır.

Aynanın bu tarafına yansıyan, ABD’nin AB ve Çin’e karşı ekonomik savaşı ve Rusya’ya karşı askerî cephe oluşturma isteğidir. Oysa ekonomik savaş olduğu gibi yansısaydı, AB ve Çin’e karşı askerî cephe planlanıyor olmalı idi, Rusya’ya karşı değil. İşte arada böylesi farklılıklar oluşuyor.

Trump, eğer bir doktrin oluşturmuş ise (birçok ABD başkanının kendisi ile birlikte anılan doktrini var, bazılarının yok), ki bence oluşturamamıştır, bu doktrin, Çin ve Rusya’nın düşman olarak görülmesidir. Ama aslında bu düşman ilan etme durumu, Batı dünyasını kendi şemsiyesi altında tutma isteğinin ürünüdür.

Ekonomik olarak dünyayı paylaşmak üzere savaştığı Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya iken, şimdi onları kendi etrafına toplama ve Çin ve Rusya’yı tehdit ilan etme isteğindedir. İşte bu, yakın tarihten gelen bir eğilimdir. Anlaşılması da kolaydı.

ABD, soğuk savaş döneminde kapitalist dünyanın hegemon gücü idi. Bu ABD hegemonyası, uzun İngiliz yüzyılının 1900’lerin başında bitmesi ile başlamıştır. İngiliz yüzyılı bitti ve geri gelmeyecek, Amerikan yüzyılı bitmek üzeredir. Ama, iş bu kadar basit değil. Arada, dünyanın eski düzenine son veren Ekim Devrimi gerçeği vardır. Tarih sadece bir tek şeyle açıklanacaksa, bu “emperyalist hegemonya” ile olamaz, mutlaka bir tek şey isteniyorsa “sınıf savaşımları tarihi” olarak açıklanması çok daha uygundur. Diğeri, ister istemez egemen sınıf tarih yazımı olur.

Ama tam da aynı dönemde, İngiliz hegemonyasının sonlarında, Ekim Devrimi ile kapitalist sistemden büyük bir zincir kopmuştur. ABD hegemonyası, bu nedenle, özellikle tüm soğuk savaş dönemi boyunca, daha çok askerî bir özelliğe bürünmüştü.

ABD, bu hegemonyayı, SSCB çözülünce, dünya hegemonyasına çevirmeye yeltendi. Bu yolla, askerî açıdan zayıf olan rakiplerini, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi, dünyanın yeniden düzenlenmesine “ikna” etmiş olacaktı. Oysa gelişmeler böyle seyretmedi. Afganistan ve Irak işgali, istenilen sonuçları vermedi. Avrupa, en başta da Almanya, Doğu Avrupa’ya hakim oldu. Japonya, ABD kontrolünden kurtulmak için, ABD’nin her zor anını kullanmaktan geri durmadı.

Bu arada ise, dünyanın fabrikası olan Çin, ağır ağır, kendi gücünü göstermeye başladı.

ABD, dünya parası hâline gelmiş olan doları kullanarak, karşılıksız paralar piyasaya sürerek, aslında, bunalımı daha da ağırlaştırdı.

Libya savaşı, ABD’nin Batılı ortaklarını kendi etrafında toparlama isteğinin göstergesi idi. Ama ardından gelen Suriye savaşı, Rusya’nın askerî gücü ile sahaya inmesine yol açtı. Ve ABD askerî gücü de tartışılır hâle gelmeye başladı.

Trump yönetimi, 2008 krizinin ardından geldi. “Amerika first”, içeri çekilmekten çok, dünya çapında “liberal ekonomi” kurallarının terk edilmesi anlamına da geldi. Böylece ABD, “neoliberalizm” bayrağını elinden attı.

İşte “çözülmekte olan ABD hegemonyası” dediğimizde, tam da bu süreci ifade etmek istiyoruz. Elbette bu bir süreçtir.

Nasıl ki İngiliz yüzyılı, bir daha geri gelmemek üzere tarih oldu ise, Amerikan yüzyılı da tarih olmak üzeredir. Ve bu deneyime sahip ABD, bu yeni durumu kabul etmemektedir. Bunun sonu elbette bir savaştır. Zaten bu savaşın da içindeyiz.

İşte COVID-19 salgınını tam bu anlamda ABD’nin süreci durdurma girişimi olarak görmek mümkündür. ABD, kaybetme sürecine, eğik düzlemde kayışına son vermek istiyor. Bunun için neler yapabileceği konusunda bahse girmeye bile gerek yok. Atom bombasını kullanmış tek güç olarak ABD, saldırganlıkta sınır tanımamaktadır.

Ve bugün, COVID-19, dönüp dolaşıp, ABD’yi de vurmaya başlamıştır.

Sanırım, işin, emperyalist savaş ve sürmekte olan kapitalist sistemi sarmış kriz ile bağı konusunda bu kadarı yeterli.

Şimdi biz, bu salgının gösterdikleri ve işçi sınıfı için anlamı üzerine durmaya çalışalım.

Ortaya çıkan bazı sonuçlar var:

1-

Dünya kapitalist sistemi, çoktan eskimiştir ve insanlığa karşı, insanoğlunun geleceğini tehdit ederek, kendi ömrünü sürdürmektedir. Bu nedenle, insanlığın önünde, ya sosyalizmi kurmak, dünyayı kapitalist sitemden kurtarmak ya da her geçen gün, her açıdan ölmek seçenekleri vardır.

Birçok bilim insanının, durumu açıklamak için, insanoğlunun, vahşi doğaya “vahşice” müdahalesinin birçok salgına yol açacağını vurgulaması bu açıdan önemlidir. Kâr amacı ile, doğanın yağmalanması, elbette birçok sorunu birlikte getirmektedir. Gezegenin varlığını tehdit eder boyutta bir doğa yağması, kapitalist tekellerin kârları ve hakimiyet amaçları için sürdürülmektedir. Bu, insanoğlunun varlık koşullarına açık bir saldırıdır.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü ayrımcılık ve aşağılama, köleleştirme, bu doğanın yağmasının bir başka yüzüdür de.

Bu nedenle, tekelci kapitalizm, sadece işçi sınıfının sömürülmesini artırmakla kalmıyor, tüm insanlığın yok olması için koşulları hazırlıyor. Bugün, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı, bu tekelci hakimiyete karşı savaşımı, aynı zamanda insanlığın geleceği için bir savaştır.

2-

Kapitalist dünya, şaşalı sağlık “ciroları” ile övünüp, kendi “gelişmiş”liğini pazara sürerken, oldukça etkili idi. 5 yıldızlı oteller gibi döşenmiş hastahane odalarının “cazibesi”, yoksul milyonların karşısına bir “güç” gösterisi olarak çıkarılıyordu.

Salgın, bu 5 yıldızlı otelvari hastahanelere dayanan sağlık sisteminin, aslında bir “şey” olmadığını göstermiştir. Kapitalist dünyanın sağlık sistemi, tam olarak “rant” üzerine kuruludur. Bunu bir kere daha çıplak olarak gördük.

Gördük ki, tekeller virüs patentleri almakla meşgul. Gördük ki, ilaç şirketleri, sürekli pazar oluşturabilmek için “hastalıkları kronik hâle getiren” ilaçların da bizzat üreticileridir.

Daha ileri gidelim, ilaç tekelleri, esrar gibi otlar bir yana bırakılırsa, uyuşturucu pazarının esas hakimleri ve bizzat üreticileridir.

Hastaya “müşteri” muamelesi yapılan bir sağlık sistemi, salgın söz konusu olduğunda, yıkılıverdi. Tüm çirkin yüzünü gösterdi. Sigorta şirketleri, özel hastahaneler, ilaç şirketleri, açık olarak birer kan emici olarak milyonların karşına çıkıverdi.

Ülkemizde, özel hastahaneler (yatak kapasitesinin %55’ine sahiptirler), salgın nedeni ile karantinaya alınmamak için COVID-19 virüsü taşıyan hastaları kabul etmedi ya da bu hastaları kabul edip, yüksek paralar aldıkları hâlde, hastahanelerinin karantinaya alınmasına razı olmadı. Bu satırlar yazılırken, durum hâlâ budur. 2000 TL’ye test yapan sağlık kuruluşları vardır ve COVID-19 bulaşan paralı hastalarını kabul edip buna rağmen diğer sağlık hizmetlerini aynı ortamda yürüten hastahaneler vardır.

Tüm kapitalist ülkelerde, sağlık sistemi çökmüştür.

Neoliberal politikaların şekillendirdiği sağlık sistemi, tam anlamı ile, salgının büyümesinin nedenlerinden biri hâline gelmiştir.

3-

Elbette salgın, zenginlere de bulaşmaktadır. Ama, salgın karşısında zengin ile yoksul, işçiler ve patronlar aynı konumda değildir. Bu nedenle, salgın “zengin-fakir ayırt etmiyor” sözü doğru değildir. Evet size bulaşırken, virüs, sınıfsal durumunuza bakmıyor. Ama virüs ister size bulaşsın, ister bulaşmasın, size eşit davranmıyor ve bu nedenle, farklılıkların olmadığı doğru değildir.

Bir ekonomik kriz, birçok kapitalisti batırır. Bu hep böyledir. Ama tarihin her döneminde, ekonomik krizin faturası, işçi sınıfına yüklenmiştir. İzninizle, işçi sınıfını, tüm yoksulları, işsizleri, ezilenleri kapsayacak bir tarzda kullanalım, burada bu mümkündür.

Çin’e bakalım. Çin’de sosyal dayanışma, devletin tüm olanaklarını seferber edebilmesi, sağlık çalışanlarını özellikle koruma yaklaşımı, bilgi paylaşımı vb. virüse karşı mücadelede önemli avantajlardır. Devlet olanakları ile, Wuhan’da 10 günde dev hastahaneler kurulabilmiştir. Halk sağlığı diye bir kavramları var ve bunun önemi büyüktür.

Fakir bir ülke olarak ele alınan Küba, yokluklar arasında, sağlık alanında neler başarabildiğini göstermiştir. Bunun sistem ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek mümkün müdür?

Venezuela, Çin, Rusya ve Küba’nın yardımı ile kısa sürede virüse karşı ciddi başarılar elde etmeyi başarmış ise, bunda “halk sağlığı” diye bir kavramlarının olmasının önemi büyüktür.

Kapitalist dünya, “hasta” müşteri kavramı ile iş yapmaktadır. Halk sağlığı diye bir kavram, sistemin ruhuna aykırıdır. İlaç firmaları, özel hastahaneler, yoktan “müşteri” yaratacak şekilde bir düzen kurmuşlardır.

Salgın, sadece kapitalist sistemin insanoğlunun geleceğine karşı bir tehdit olduğunu göstermedi, aynı zamanda, tüm kapitalist dünyada sağlık sisteminin çöktüğünü, sosyal güvenlik sisteminin çöktüğünü göstermiştir.

4-

Ülkemize bakalım.

Öncelikte Saray Rejimi, virüsün olduğunu kabul etmedi. 11 Mart’ta DSÖ, salgın tanımlamasını yaptı, Saray Rejimi, buradan bir para alabilir miyiz duygusu ile olsagerek, 12 Mart’ta, vakalar olduğunu kabul etti. Öncesi yokmuş gibidir.

Saray, ilk iş olarak ekonomik önlemler açıkladı. Evlere şenlik ve ciddiyetten uzak bir tutumla, Saray çevresine yeni rant kaynakları oluşturacak tarzda ekonomik önlemler devreye konuldu. Saray çevresine rant dışında hiçbir anlamı olmayan bir paket. 100 milyar TL’lik paket, aslında gelecek 100 milyar TL’lik tahsilatın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Ülke ekonomisinin %55’inden fazlasını oluşturan 1-30 işçi çalıştıran işletmelere tek bir destek bile ortaya çıkmadı. Kaldı ki, işçilere. Saray Rejimi, sadece ve sadece belli sayıda işveren için bir paket hazırladı. Salgını allahın lütfu olarak görüp, kasalarını doldurmak, devleti soymak üzere bir yeni şans olarak gördüler.

İşçi ve emekçilere sadece “abdest ve kolonya” düştü.

Abdest, hemen şimdi.

Kolonya, bekleyin, salgın bittikten sonra belki.

Ülkede kolonya, dezenfektan, maske fiyatları tavan yaptı. Bunu önleyemeyen bir irade, bedava kolonya dağıtmaktan söz ediyor. Sanki, her şey kendi malı imiş gibi, halka Saray’ın tepelerinden bakan kibirli bakış, kolonya müjdesi veriyor.

Basitçe, Saray Rejimi, tüm hastahaneleri salgın süresince kamulaştırma yoluna gitmedi. Tüm ilaç ve dezenfektan üreticilerinin mallarına el koymadı.

Şimdi, işçiler ve emekçilere düşen şey açıktır.

Bu yapılmayan kamulaştırmayı yapmak. Hastahanelerin yönetimine hekimler ve sağlık emekçileri el koymalıdırlar. Yoksa tümü hastalıktan kurtulamayacak, dahası hastahaneler, salgının yayılma merkezleri hâline gelecektir. Bu kamulaştırma, hastahane çalışanlarınca fiilî olarak yapılmalıdır ve bu işin koordinesi, Tabipler Birliği’ne verilmelidir.

Şimdi, devrimci sosyalist, halk sağlığından yana doktorlar, hemşireler, çalışanlar, acilen örgütlenmelidirler. Burada tereddüde yer yok. Biz, Kaldıraç’çı hekimler ve sağlıkçılar olarak, bu işte gönüllüyüz.

Tereddüt öldürür, kararlı olmak zamanıdır.

Dezenfektan, kolonya, alkol vb. satan yerlerin mallarını alıp, ücretsiz halka dağıtmak, ihtiyacı olana ulaştırmak, işçi sınıfının işi hâline gelmiştir. Bu kamulaştırmalar, meşrudur ve gereklidir.

Bu kamulaştırmalar, bir merkez eli ile yapılmalıdır. Dayanışma merkezleri bunun için önemlidir. Fabrikalarda işçilerin temsilcileri ile ilişkiye geçip bu dağıtımlar yapılmalıdır. Yoksa, bir “yağma” mantığı ile bu yapılmamalıdır.

Evet stokçulardan, fırsatçılardan malları, açık ve net bir tutumla alınmalı, hastahaneler, mahalle dayanışma komiteleri, işyeri dayanışma komiteleri eli ile dağıtılmalıdır. Her kamulaştırmada, kamulaştırılan malzeme miktarı ve dağıtım yerleri açıkça ilan edilmelidir. Yağma ve kamulaştırma arasındaki fark, çok ciddi bir farktır.

Salgına karşı kolektif mücadele şarttır.

Sağlık Bakanı, Bilim Kurulu’nu bile dinlememektedir.

Saray Rejimi, salgını, kendi iktidarını sürdürmek için kullanmak istemektedir. Salgını fırsat hâline getirmek istemektedirler. Kayyum politikaları bunun en açık kanıtıdır. Kanal İstanbul projelerinin ihaleye çıkarılması bunun en somut kanıtıdır. Yangından mal kaçırma derdindedirler. Krizi, salgına bağlama girişimleri yoldadır.

Saray Rejimi, halktan bilgi gizlemektedir. Hasta sayısı vb. doğru değildir. Tedavi için kullandıkları ilaçları, halk bir yana, hekimler bile bilmemektedir. Saray Rejimi, ısrarla, Türk Tabipleri Birliği’ni devre dışı bırakmak istemektedir.

Saray Rejimi, halk sağlığı diye bir yaklaşımdan çok uzaktadır. Onun yerine, bu yeni sorunu, salgını, yeni rant kaynağı hâline getirmek istemektedirler. Şimdiden bu yolla zenginleşenler vardır.

5-

Şimdi bu koşullarda, salgın karşısında işçinin de patronun da, yönetilenin de yönetenin de eşit olduğunu söylemek mümkün müdür?

Evet sınıf savaşımı tüm bu salgın koşullarında da sürmektedir.

Saray, açıkça, “herkes kendi başının çaresine baksın” yaklaşımı içindedir. Evde kal, aç kal ile eşit anlamdadır. Hiçbir sosyal önlemin alınmadığı, işçilere devlet eli ile asgarî ücret ödenmediği bu koşullarda salgında “herkes eşit” olamaz.

Şimdi bize “evde kal” diyenler, işçiler ölünce, “biz demiştik evde kal” diye savunma yapacaklardır.

Virüs bulaşmışsa, hastahaneye gitmek çözüm olmaktan pek yakında çıkacaktır.

İşçi ve emekçiler, devrimciler, daha şimdiden, dayanışma organizasyonları geliştirmeye başlamışlardır.

İşçiler işlerini kaybetmektedirler. Ve bu oldukça yaygındır.

İşsizlik fonu yağmalanmıştır.

Ama buna rağmen, sendikaların, açıktan, bir talep olarak işsizlik fonunun denetimini almayı öne sürmeleri gereklidir. Yetmez, sadece talep etmek yetmez. Daha ileri gitmeli ve buna karşı tek tek fabrikalarda değil, genel bir direniş örgütlemek gereklidir. İşsizlik fonundaki para, işçi ve emekçilerin “evde kal”malarını desteklemeye, en azından bir ay yetecek durumdadır. Sendikalar, hemen bunun için açık bir talepte bulunmalıdır.

Kendi başımızın çaresine bakacağız, işte yol budur. Örgütlü direniş, tek tek değil, birleşik bir güçle genel grev.

Kendi başımızın çaresine mı bakacağız, öyle ise, dayanışma organizasyonlarını geliştireceğiz.

Tabipler Birliği, hastahanelerin yönetimini devralmalıdır. Hem sağlık çalışanlarını korumanın başka yolu yoktur, hem de “halk sağlığı”na uygun olarak adımlar atmanın başka yolu yoktur.

Saray Rejimi, salgına karşı hiçbir önlem almamıştır. Zamanı lüks içinde kullanmıştır. Umreden gelenleri karantinaya almadan ülkenin her yanına salmıştır. Yaptıkları tek şey vardır, o da gerçek rakamları halktan gizlemektir. Her kişinin doktor, sağlık çalışanı tanıdığı vardır. Onlardan alınan bilgiler, açıklanan rakamların 3-5 kat fazlasının gerçeğe yakın olabileceğini göstermektedir.

Ülkemizde durum, “evde kal” ile geçiştirilecek bir durum değildir. Bireysel olarak kendini korumak mümkün değildir. Salgının yayılma hızı bunu göstermektedir.

Evde kal çağrısı, her işçiye, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını, kiraları ödememe hakkını vermektedir. Faturanı ödeme, kiranı ödeme.

İşyerlerinde hiçbir önlem alınmamaktadır. İnşaat işçileri bunu dile getirmiştir. Birçok fabrikada, işçiler, önlem alınması için direnişe geçmiştir. Bu denli açgözlülüğün, bu denli kâr hırsının öne çıktığı bugünkü koşullarda, işçilerin kendi sağlıklarını, yaşamlarını korumasının, direnişten başka yolu yoktur.

Nitekim bazı işyerlerinde işçiler, “ücretli izin hakkı”nı, en azından kâğıt üstünde almıştır, fiilî olarak bazı önlemlerin alınmasını sağlamıştır.

Salgın, sınıf savaşımının kapsamını da ortaya koymaktadır.

İşçi sınıfı, sadece sömürüye karşı mücadele etmiyor. Tüm ayrımcılığa karşı, aşağılanmaya, açlığa, yoksulluğa, doğanın yağmalanmasına, gezegenin kapitalist kâr uğruna yok edilmesine karşı da mücadele ediyor. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesi, eşit eğitim, ücretsiz ve herkese eşit sağlık hizmeti, cinsiyet ayrımcılığının kalkması, her türlü aşağılanmanın son bulması, halk sağlığı hizmeti alabilmek, doğru kentleşme mücadelesini vb. de içermektedir.

İşçi sınıfına, devrimcilere, salgın nedeni ile, “mücadeleye ara verin” telkini, saflık değil ise, “vatan millet” masallarının bir başka çeşididir. Saray Rejimi, hiçbir saldırısına ara vermemektedir. Tersine, ihalelere bile ara vermemeleri bunu gösterir. Kayyum politikaları bunu gösterir. Devlet olanaklarının sahra hastahaneleri kurulmasına yönlendirilmemesi de bunun kanıtıdır.

Saray Rejimi, salgına karşı “neoliberal” yaklaşım içindedir. Dezenfektanlar ateş pahası olmakta, kolonya fiyatları şişmekte, işçiler ücretsiz izine çıkarılmakta, ilaçlar ateş pahasına çıkmakta, test ücretleri karaborsaya düşmektedir.

Salgını “allahın lütfu” diye gören mantık budur.

Salgına karşı mücadele, Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin, sınıf savaşımının bir parçasıdır.

İşçiler, tüm sağlık çalışanları, bu mücadelenin öncüleri olmak zorundadırlar.

Zaman çok kıymetlidir. Tereddüt, ölüm demektir.

Tüm hastahaneler, tüm tıbbî araç ve gereçler halkındır.

“Biz bize yeteriz Türkiye” de, deniz bitti

COVID-19, dünyaya yayılıyor. Dünya kapitalist sisteminin, sigorta şirketleri ile ilaç şirketlerine bağlanmış olan sağlık sistemi, tam anlamı ile çöküyor.

Dünyanın sosyalist ülkelerinden Küba, insanoğlu için, “ya sosyalizm ya ölüm” ikileminin olumlu örneği olarak öne çıkıyor.

Sosyalist geçmişleri ile Çin ve Rusya, salgına karşı etkili bir mücadele yürütme yeteneklerini ortaya koyabiliyorlar.

Bizde ise, durum içler acısıdır.

Saray Rejimi, egemenlerin yönetememe durumunun açık ifadesidir. Dün de öyle idi, salgın sırasında da öyledir.

Bir yandan emperyalist paylaşım savaşımında, bir koyup beş alma hevesi ile hareket eden Saray Rejimi, tam anlamı ile çeteleşmiştir. İçeride katliam, dışarıda savaş naraları atarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Saray Rejimi, onun başında bulunanlar, kendi varlıklarını korumak, ömürlerini uzatmak için, elde ne kaldı ise onunla, akıllara durgunluk verecek bir traji-komik varlık gösterisi içindedirler.

Sanıyorlar ki, bu yolla ömürleri uzayacak.

Sanıyorlar ki, bu karanlık, ömür boyu sürecek.

Sanıyorlar ki, bu yalan, bu katliam politikaları hep var olabilecek.

Sanıyorlar ki, halkı, işçi ve emekçileri, sonsuza kadar kandırabilecek kadar heybelerinde numaralar var.

Bir yandan paylaşım savaşı, diğer yandan ekonomik kriz, öbür taraftan kitlelerin savaş ve katliamlara karşı gelişen direnişi, Saray Rejimi’ni korku içine itmektedir.

COVID-19 salgınını da, bir çıkış yolu olarak, bir yeni rant kapısı olarak görüyorlar.

İçişleri Bakanı söylüyor, “Anayasa mahkemesinin kararları iştahımızı kırıyor” diyor. Hiçbir hukuk kırıntısı kalmasın istiyorlar.

Evet, istekleri budur.

Biz de buradayız, işçiler, emekçiler, halklar buradadır. Açıkça, tüm hukuku askıya aldığınızı açıklayın. Bakalım, Anayasa mahkemesi iştahınızı kırmayınca, daha neler yapacaksınız? On binleri hapsetmekten çok, yüz binleri hapsedebilirsiniz.

Her türlü katliamı devreye sokan, Kürtlere ve işçi sınıfına karşı açık bir savaş yürüten Saray Rejimi, sanki bir hukuk tanıyormuş gibi, iştahlarının kırılmasından söz ediyor. Bırakın, bakalım, daha neler yapacaklar?

Siz, hukukunuzu ortadan kaldırdınız.

Sıra, bizim hukukumuzdadır, sıra işçilerin, emekçilerin hukukundadır.

COVID-19 salgınını bahane bilip, “allahın lütfu” diye değerlendirip, Saray çevresindeki çetelere yeni paralar aktarıyorlar, yeni rant kapıları açıyorlar ve bunu halkla dalga geçerek yapıyorlar.

Dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde, halka ödenekler aktarılırken, Türkiye’de, patronlara para, işçi ve emekçilere, “abdest ve kolonya” dağıtıyorlar.

Kendileri, test kitlerini satışa çıkarıyor, 2000 TL gibi fiyatlardan testleri “parası olana” satıyorlar.

Hâlâ özel hastahanelere el konulmuş değildir.

Hâlâ kolonya, dezenfektan, maske vb. karaborsadır.

Hâlâ işçiler, büyük kalabalıklar hâlinde, önlemsiz fabrikalara sürülmektedir.

Hâlâ Erdoğan, Hisarcıklıoğlu’na “gördün peşin parayı gülüyorsun” tarzında takılmaktadır.

Hâlâ devletin bakanları, “Bilim Kurulu”nun önerilerine kulak tıkamaktadır.

Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, belediyelerin bağış- yardım toplama girişimlerine, hesaplar dondurularak cevap verilmektedir.

Saray Rejimi, Erdoğan ailesi, çeteler, buralardan toplanacak paralara da el koyma hevesindedirler.

Neymiş: “Biz bize yeteriz Türkiye”.

Bu söz, Saray tarafından, en yakındaki çetelere yapılmaktadır.

Çeteler, bir kuruş para kaybetmemek için, toplanmakta olan tüm paralara el koymak için harekete geçmiştir.

“Biz bize yeteriz”, kendileri için söylenmektedir. “Türkiye” ise, parayı verecek olanlar, sütü verecek olan inek sürüsüdür, halktır. Onlardan para gelecek, bu gelen para, çetelere yetecek, işte “biz bize yeteriz” bu demektir.

“Biz bize yeteriz”, salgına karşı bir mücadele sözü olabilir mi? Olamaz. Salgın dünya çapındadır ve dünyanın aldığı önlemler açıktır. Başarılı çalışmalar ortadadır. En azından, daha iyisi ortaya çıkana kadar mücadele yolu bellidir. “Biz bize yeteriz”, bize bir şey olmaz demenin de bir yoludur.

İşsizlik fonunu boşattılar.

Tüm hazine boşatılmıştır.

Damat Bakan, hazinenin dibine kibrit suyunu atmıştır.

Ortada bir bütçe yoktur.

Erdoğan, bu nedenle, IBAN verip kampanya başlatıyor.

Gülmeli mi, yoksa ağlamalı mı?

Kampanyaya katkı yapan kimse yok. Bunu bildikleri için, yargıtay zorunlu bağış kesintisi yapıyor, vermeyeni fişliyor. Eğitim emekçilerinden zorunlu bağış isteniyor. Sadece, “bağış” konusunda bir yeni çığır açmıyorlar, zorunlu bağış diye bir kavram yaratmakla kalmıyorlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, hangi yere bağış yapılması caizdir diye fetva veriyor.

TC Merkez Bankası “bağış” yapıyor. Devlet, devlete bağış yapıyor. Neden? Neden, açıkça, bu kadar parayı, şu yolla işçi ve emekçilere, halka aktaracağız demiyorlar? Neden, işçi çıkarmamak koşulu ile, işçilerin tümüne asgarî ücret kadar ödeme yapacağız demiyorlar?

Açıktır ki, Saray Rejimi, salgını bahane bilerek, nemaları kesilmiş Saray çevresindeki çetelere para aktarmak için yeni bir yol oluşturmak peşindedirler.

Hiç kimse, ama hiç kimse, açıkça devlete bağış yapmak istemiyor. Kızılay biliniyor, işsizlik fonu ortada, yağma, rant, savaş ekonomisi ortada, adalara kaçırılan paralar, ihaleler ortada. Bu koşullarda hiç kimse, gönüllü olarak para vermiyor.

Normalde, büyük bir salgın karşısında, kolonya ve maske fiyatlarını bile yönetemeyen bir Saray Rejimi, ortaya çıkmış, “biz bize yeteriz” diye kampanya açıyor.

Sağlık Bakanı, açıklama için mikrofonların karşısına geçtiğinde bile, korkusunu dile getiriyor, duyulmaz sanıyor. Kontrolleri kalmamıştır. Korkudan ne yapacaklarını şaşırmış durumdadırlar. Sadece ve sadece, para, rant, yağma peşindedirler.

Erdoğan, Saray’a kapanmıştır, halka “evde kal” diyor.

Halka “evde kal” diyenler, fabrikaları durdurmuyor.

Saray Rejimi’nin, devletin salgın politikası, tam olarak, işçi ve emekçilere ölümü reva görme politikasıdır.

Sağlık Bakanı korkuyor, ama sağlık emekçileri birer birer ölüyor. 15 Nisan’da, belki de sağlık çalışanı da bulunamayacak. Tüm sağlık emekçilerini ateşe atıyorlar. Sağlık emekçileri, malzeme, ekipman yetersizliğinden söz ediyor, Bakan, tüm malzemeler karşılanıyor, diyor. Tüm malzemeler var, ama doktorlar ölüyor.

Salgına karşı tam bir beceriksizlik, ekonomik alanda ise tam bir rant dağıtma sistemi kurma peşindedirler. Salgından rant elde etme, salgından vurgun vurma politikası ile, salgına karşı önlem alınamaz.

İşçiler, emekçiler kendi kaderlerine terk edilmişlerdir.

Gerçekler, halktan gizlenmektedir.

Tabipler Birliği, daha aktif rol almalı ve rol almak için iktidardan izin ve onay beklememelidir. Hem tüm sağlık çalışanlarını korumak için, hem de salgını önlemek için, beklemek büyük hata olacaktır.

Tüm sendikalar, açıktan, işsizlik fonunun kendilerine devredilmesini talep etmeli, talep etmekle kalmamalı, bunun için genel grev-genel direniş çağrısı yapmalıdır.

Her ilçede, her mahallede, dayanışma grupları kurulmalıdır, kurulmuş olanlar açıktan desteklenmelidir. Tüm devrimciler, bu desteği göstermelidir.

İşyerleri, fabrikalar kapanmadan, halktan yana kurumların içinde olduğu kriz merkezleri kurulmadan, “evde kal” bir şey ifade etmemektedir. Nitekim sonuçlar, tüm yalanlara rağmen bunu göstermektedir.

Hastahanelere gitmek artık mümkün olmaktan çıkmıştır.

Salgına karşı devletin bu politikası, TC devletinin, Saray Rejimi’nin tüm niteliğini, halk düşmanı karakterini açığa çıkarmıştır.

İşçiler, emekçiler, kendi kaderleri ile baş başadırlar.

Öyle ise, ülkenin kaderini ele almaya soyunmak gerekir.

Madem biz istediğimiz önlemleri almakta “serbest”iz, öyle ise, iktidara gözümüzü dikmenin zamanıdır.

Sağlık alanının kamulaştırılması gereklidir. Tüm hastahaneler, en başta kamulaştırılmalıdır. Tüm medikal malzemeler ve ilaç, tıbbî gereçler üretimi kamulaştırılmalıdır ya da sadece kamuya mal üretir hâle getirilmelidir. Bu alanda çalışan işçiler, ürettikleri ürünlerin denetimini, dağıtımını, ilgili yerlere en uygun tarzda sevk edilmesini ele almalıdırlar.

Her mahallede, sağlık emekçilerinin içinde olduğu dayanışma komiteleri kurulmalı ve malzemeler, bu komitelere aktarılmalıdır.

Dayanışma komiteleri, hem sağlık için, hem de geçim sorunlarının çözümü için hareket etmelidir. Doktorlar, mahallenin, yaşam alanının hizmetinde olmalıdır. Bunun için, sağlık ocaklarının yönetimini fiilî olarak almaları gerekir.

Elektrik, su, doğalgaz, telefon vb. faturalar, salgın sonuna kadar ödenmemelidir. Buna kirayı da dahil etmek gerekir.

Ekmeği bölüşmek, esas olmalıdır. Buna uygun tarzda, mahallede ortak kazan kaynatma çalışmaları yapılmalı, hekimlerin önerdiği tarzda bir düzenleme yapılmalıdır. Her mahallede, maske vb. üretiminin koşulları yaratılmalıdır.

Stok yapanlardan malzemeler alınmalı, kamulaştırılarak, halka ulaştırılmalıdır. Bu iş, mahalledeki dayanışma komiteleri eli ile yapılmalıdır.

İşçiler, bulundukları fabrikanın fiilî yönetimini eline almalıdırlar. Fabrikada, eğer üretim yapılacaksa, bunun için gerekli tüm işçi sağlığı önlemleri de dahil, tüm sağlık önlemlerini bizzat kendileri almalıdırlar. Servislerin organizasyonu da bunun içinde olmalıdır. Zorunlu olmayan çalışma alanlarında çalışanlar işini kaybetmiş ise, işsizlik fonundan ücretlerini almalıdırlar. Bunun için, işsizlik fonu, hazinenin denetiminden çıkmalı ve doğrudan sendikalara verilmelidir. Sendikalar, her fabrikada, işyerinde kurulmuş işçi temsilcilikleri eli ile bu işsizlik ücretlerini ödemelidir.

Bu dayanışma komiteleri, oldukça yaratıcı yollar bulacaktır.

Ya korku içinde, salgın ve salgının sonuçları ile bizi baş başa bırakanlara boyun eğeceğiz ya da kendi kaderimizi ellerimize alacağız.

Denklem bu kadar açıktır.

Onlar, yağma, rant ve savaş ekonomisini desteklemek için, salgını kullanıyorlar.

Salgın öldürüyor.

Devlet korkutuyor.

Korkunun ecele faydası yok.

Örgütlü güç, hem salgına karşı mücadelede önemlidir, hem de korkuyu yenmenin tek yoludur.