Ana Sayfa Blog Sayfa 109

Boyun eğene saygı duyulmaz

Gizli bir kabul, bir hastalık gibi, tüm toplumu sarmıştır: Sanki, eğer bir eylemde devrimciler ortaya çıkmasa, eğer radikal sol sahaya çıkmasa, eğer devrimci sosyalistler geri durursa, devlet, polis, bir şey yapmaz.

İşte bu, korkaklığa bahane bulma girişimidir.

İşte bu, bunca olayın yaşandığı bu topraklarda devleti “tanımamak”tır, yanlış tanımaktır.

Sanki, Cumartesi Anneleri, yanlarında devrimciler olmamış olsa, eylemlerini rahat mı yapacaklar?

Sanki, işçiler, greve gittiklerinde, kendilerine destek veren devrimci sosyalistler ziyaretlerine gelmemiş olsa, daha mı rahat bir mücadele yürütecekler?

Sanki Kaz Dağları direnişine devrimciler katılınca, devlet daha şiddetli saldırıyor da, devrimciler yoksa, “buyurun” deyip yolları mı açıyor?

Çorlu’da tren kazası yaşandı. Hepsi budur. Tren kazasının araştırılmasını isteyen aileler, bunun için Ankara’da mahkeme önüne giderken, polis tarafından coplandılar. Şimdi sizce, gerçekten, bu eylemde devrimciler de var olmuş olsa idi, bu eylem 10 binlerce insanın katıldığı bir eylem olsa idi, daha mı kötü olurdu?

Örnekleri uzatmak mümkündür.

Bu, Saray Rejimi’nin özel isteğidir.

Bu, 12 Eylül psikolojisinin devam ettirilmesi girişimidir.

12 Eylül’de Kenan Evren, işçi ve emekçilere, öğrencilere, kadınlara, kısacası direnen herkese, bir yandan hain dedi, bir yandan da devrimcileri hedef tahtasına oturttu. Hem işçilere, bunlar sizin “kafanızı yıkıyor” denildi, hem de devrimcilerin nasıl katledildiği özel olarak duyuruldu. Bir yandan korku pompalandı. Böylece halka, bunlardan uzak dur, sen de yanarsın, dendi. Devrime azıcık olsun ‘bulaşmış’ herkese saldırdılar ki, işçi ve emekçiler, öğrenci ve kadınlar devrimci hareketten uzak dursunlar. Böylece, en önde olanlar saldırı altında iken, seyredenler kirlendiler.

Hem de aynı anda yalanlar yaydılar. Devrimcilerin ne kadar saçma sapan insanlar oldukları anlatıldı. Sudaki İz de budur, “kafanızı yıkadılar” da budur, Kur’an elde Evren’in yaptığı konuşmalar da budur, okur-yazar takımının devrimci olmadıklarını ispatlamak için devrimci harekete karşı yalan yanlış saldırıları da budur.

Saray Rejimi, bu korku iklimini yeniden egemen kılmak istiyor.

Gezi Direnişi ile aralanan korku perdesi, yeniden ve daha büyük bir karanlık duvar olarak örülmek isteniyor.

Sansür arttıkça, otosansür de artıyor.

Devrimciye, Kürt’e saldırı arttıkça, bunlardan uzak durma yaygınlaşsın isteniyor.

Ama bu kez işleri zor.

İşte bu nedenle, CHP’ye de özel görevler verdiler.

Anlaşılan sadece CHP değil, bazı sosyal çevreler de bu konuda görevlidirler.

Söylenen özetle şudur:

1- İleri eylemler yapmayın,

2- Çok eylem yapacaksanız, mecbursanız, eylem yapıyormuş gibi yapın, sınırları aşmayın.

Bize, daha geniş katılımlı, daha büyük kitlesel eylem yapalım ve bunun için biraz taktik, biraz manevra devreye koyalım, demiyorlar. Hayır, açık ve net olarak, Saray Rejimi’nin artan saldırıları nedeni ile, onları kızdırmayalım ve geri duralım, diyorlar.

Ey işçiler, asgarî ücret çok mu düşük geldi, eylem yapmayalım, yoksa demokrasi yok oluyor, siz sandığı bekleyin diyorlar. Toplu sözleşme görüşmeleri mi tıkandı, bir kez daha siz taviz verin, büyüklük sizde kalsın, bakın bu Saray Rejimi çok saldırgan, diyorlar. Sokakta cinsel saldırıya uğrayan kadına, “bak sen de biraz daha kapalı giyin” demek gibi bir şeydir bu.

Boyun eğme öğüdüdür bu.

Öğütlerinize karnımız tok. Sizde kalsın, istemez.

Boyun eğene, boyun eğdiren dahil, kimse saygı duymaz.

Örnek mi?

İstanbul Üniversitesi’nde, bir yemek eylemliliği yaşandı.

Olay şöyle başladı:

Rektörlük, kahvaltıyı kaldırdı. Akşam öğünü 3,5 TL’den 18,5 TL’ye çıkarıldı. Böylece, üniversite rektörü tasarruf yapacaktı. Kendi lüksünden tasarruf yapmıyor. Okulun polis ile ilgili masraflarından tasarruf yapmıyor, kendi götürecekleri paralardan tasarruf yapmıyor. Ama öğrencilerin yemeğinden tasarruf kararı alıyor.

İşte size Saray Rejimi’nin ülke ekonomisini düzeltmek için, krizin faturasını kime yıkacağının en açık kanıtı.

Öğrenci eylemleri başladı.

Polis copladı.

Sizce, bu eylemlere devrimci öğrenciler katılmamış olsa, bu eylemlere polis müdahale etmeyecek miydi? Ne utanmazlık! Siz hafızanızı kaybetmişsiniz ve utanmadan direnenlere akıl satıyorsunuz!

Eylemler coplamaya rağmen, kararlılıkla sürdü.

Eylemler kesilmedi. Polis copladı, öğrenciler direndiler.

Sonuç ne mi?

İşte rektörlüğün uzun açıklamasının son paragrafı:

“Rektörlüğümüz öğrencilerimizin yoğun talebi üzerine, bütçe harcama planını yeniden gözden geçirmiş, diğer hizmet alanlarından kısarak yemek hizmetinin aynı şekilde devamını sağlamıştır. Önceliğimiz her zaman öğrencilerimizdir; onların güven içerisinde, sağlıklı ve huzurlu şekilde eğitimlerine devam etmeleri için elimizden gelenin en iyisini yapmaya devam edeceğiz.”

İşte sonuç.

Rektörlük, öğrencilerin yoğun talebini nasıl anladı? Yanıt: Öğrenciler direndiler. Direndiler, coplandılar, yine direndiler. Tutuklandılar, yine direndiler.

Yoksa, “aman ileri gitmeyin” diyenlerin sandığı gibi, anket yapıp öğrenci taleplerini öğrenip, ona göre karar vermediler. Sanki, öğrencilerin yoğun talepleri, rektörlük için bir sır mı idi? Elbette değildi.

Öğrencilerin, mesela parasız, bilimsel, özgür bir eğitim istediği acaba bir sır mıdır? Neden Rektörlük, Saray Rejimi, bu talep karşısında aynı şeyi söylemiyor? Söylemiyor çünkü, öğrenci direnişi ve örgütlülüğü bu boyutta değildir.

İşçiler, acaba yoğun bir biçimde daha yüksek bir asgarî ücret istemiyor mu? Böyle bir talepleri yok mu? Neden alamıyorlar? Çünkü işçi sınıfı sendikalarını devlete-sendika mafyasına, patronlara teslim etmiştir ve örgütlülüğü, direnişi yeterli değildir.

Ülkenin İçişleri Bakanı’nın, “bu halkı 5 yıl daha kayyumla yönetirsek, artık bize oy verirler” dediğini unutmayalım. Yani, iktidar, baskı ve devlet terörü ile kitleleri sindirerek, herkesi boyun eğmeye zorlayarak ayakta durmaya çalışıyor. Yoksa Kürt halkının kendi seçtiği belediye başkanları, onların taleplerini ifade etmiyor mu?

Rektörlük, direniş karşısında, öğrenci yemeklerini eskisi gibi devam ettirme kararı aldı. Şükür, “bir hayırsever bulduk, adam zekâtını veriyor, öğrenci yemek paralarını oradan karşılıyoruz” demediler.

Öncelikleri her zaman öğrencilermiş! Polis coplarını bu nedenle öğrencilerin sırtlarından eksik etmiyorlar. Bu nedenle üniversiteleri açık hapishaneye çevirdiler. Bu nedenle tüm eğitim sistemini paralı hâle getiriyorlar. İşte önceliğiniz budur.

Rektörlük açıklamasında, yüzsüzlüğün izleri kadar, bir “saygı”nın da izleri var.

Direnirsen, boyun eğmezsen, sana eninde sonunda düşmanların da saygı duyacaktır.

Örgütsüz isen, yoksun, sayılmıyorsun, hesap edilmeyensin.

Örgütlü isen, direniyorsan, bir şans elde edersin.

Gerçek budur.

Mücadele dışında bir yol ile, bir hak kazanmak mümkün değildir.

Bedava verilen ne olursa olsun, ardında bir hinoğlu vardır. Saray Rejimi de dahil, tüm burjuva devletler, tam da o hinoğludur.

Halkların tescilli katili ABD ve İsrail, Filistin topraklarından defolun

Ortadoğu halkları için en büyük tehdit olan ABD, Filistin halkları için yeni bir saldırı dalgasına başlayacağını duyurdu.

28 Ocak 2020 günü ABD Başkanı Donald Trump yanına İsrail Başbakanı Netanyahu’yu da alarak bir yılı aşkın süredir dillendirdiği, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyarak arada adımlarını attığı “Yüzyılın Planı” adını verdiği “barış planını” açıkladı.

Plan; İsrail’in işgal ettiği birçok toprağı kalıcı hale getirirken, İsrail tarafından ilhak edilmesini sağlayarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Ayrıca Kudüs’ü İsrail’in başkenti yaparken, Kudüs’ün ufak bir mahallesini Filistin’e başkent olarak lütfediyor.

Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları tümüyle rafa kaldırılırken, karşılığında ise bir miktar para ve dağınık toprak parçası verilerek ordusuz ve egemenlik haklarından yoksun bir yapı öneriliyor.

Irak’ta ve Suriye’de asıl nedenlerinin petrol olduğunu itiraf edenler, Filistin halkını para ile satın alabileceklerini düşünmektedirler.

ABD emperyalizmi, dünya barışının en büyük düşmanıdır.

İranlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin bir suikastla öldürülmesinin üzerinden daha bir ay bile geçmemiştir. Saldırı sonrası İsrail’in ilk alkışlayan olması, iki ülke arasındaki kirli ilişkileri açıkça göstermektedir.

Bugün bölgede Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, İran başta olmak üzere birçok ülke emperyalizmin saldırıları ile dize getirilmeye çalışılmaktadır. En son Irak’ta bir milyon insanın sokağa çıkarak ABD’yi topraklarında istemediklerini belirtmeleri gibi, birçok ülkede emperyalizmin bölgeden atılmasına dair protestolar artmıştır.

Fakat başta Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bölge devletlerini de arkasına alan ABD, Filistin’e karşı giriştiği bu saldırganlığını büyütme peşindedir.

Daha önceki deneyimlerle açıkça görüldüğü üzere, TC’nin yapacağı açıklamaların, ne dediğinden bağımsız, hiçbir anlamı yoktur.

Erdoğan, İsrail’e ne zaman bağırdı ise, o zaman daha fazla ekonomik ilişkiler geliştirdi, o zaman daha büyük ihaleleri İsrail’e verdi, o zaman İsrail ile ilişkileri daha da derinleşti. Erdoğan, bu sorunu, içeride oy devşirmek için kullandı. “One minute” olayının bir tiyatro olduğunu bizzat kendileri itiraf ettiler.

Gerçekten samimi iseler İsrail’i askerî, diplomatik, ekonomik, akademik ve kültürel alanlarda boykot etmeleri gerekmektedir.

Lübnan, Irak, İran, Ürdün, Mısır’daki protestolar başta olmak üzere bölge halklarının yaşanan sömürü ve yağma düzenine isyanları; emekçi halkların iktidarını hedefleyen anti-emperyalist direnişi yükseltmenin bugün daha olanaklı olduğunu göstermektedir.

Çözüm, gelecek, halkların kendi ellerindedir. Emekçilerin kendi ellerindedir. Dünya halklarının kendileri kardeştir. Bu nedenle, emperyalizme karşı halkların ortak anti-emperyalist direnişini örmek dışında yol yoktur. Filistin için barışçıl bir gelecek, ancak ve ancak, emperyalist güçleri topyekûn bölgemizden kovmakla mümkündür. Özgürleşmenin tek yolu budur.

Filistin Filistinlilerindir!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

Emperyalistler, işbirlikçiler, Ortadoğu’dan defolun!

Baskı ve tehditleriniz bu çürümüş düzeni kurtaramaz…

22 Ocak Çarşamba günü, İHD İstanbul Şubesi’nde bir basın toplantısı ile dergi okurumuz Alican Aygün’e yönelik baskı ve tehditleri teşhir ederek, son verilmesi çağrısı yapıldı.

Kendisi de bir işçi olan ve işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden Kaldıraç okuru Alican Aygün’ün, 2019 yılının Temmuz ayından bu yana sivil polislerin baskı ve tehditleri ile karşılaştığını söyleyen Kaldıraç dergisi yazı işleri müdürü Ülkü Gündoğdu, baskı ve tehditlerin eşit, özgür, adil, sömürüsüz bir yaşam mücadelesini engelleyemeyeceğini ifade etti.

Polisin tehditleri ile karşılaşan Alican Aygün ise, Temmuz 2019’da, Sarıyer Armutlu’da bir işçi arkadaşı ile yaptığı sohbet sonrası, mahalleden ayrılırken aracının polis olduklarını söyleyen üç kişi tarafından önünün kesilerek durdurulduğunu, kendisine ve arkadaşına dair çalıştıkları iş, oturdukları yerlerle ilgili bilgiler verip, kendisini tanıdıklarını söyleyerek tehdit edildiğini ifade etti. Sonraki günlerde aynı polislerin İstinye’deki işyerinin önünde araba içinde bekleyerek tacizlerini sürdürdüklerini, son olarak 20 Aralık 2019’da oturduğu yer olan Gazi Mahallesi’nde, evinin sokağında transit bir minibüsten inen aynı polislerce yolunun kesilerek tehditlerin devam ettiğini söyledi. Kendisine dair her şeyi bildiklerini, isterlerse 20 yıl yatırabileceklerini, çoluğu çocuğu olduğunu, aklını başına alması ve zorluk çıkartmaması gerektiği gibi cümlelerle tehdit edildiğini ifade etti.

Kaldıraç’ın konuya dair açıklaması…

Basına ve halklarımıza…

Baskı ve tehditleriniz bu çürümüş düzeni kurtaramaz…

Tüm dünya, emeği ile yaşayan işçi-emekçilerin, ezilen halkların baskı altında sömürüsü ile var olan kapitalist-emperyalist düzene karşı isyanlarla çalkalanıyor.

Sömürü ve zulüm düzeninin sahiplerinin iktidarı, dünyanın dört bir yanında sorgulanıyor. Emeği ile yaşayan insanlar, bu çürümüş düzene karşı, “Artık yeter!” diyerek isyan ediyor.

Egemenlerin bu haklı isyanlara yanıtı, korkutmak ve sindirmek için baskı ve şiddeti daha da arttırmak oluyor. Ama bu da egemenlere çare olamıyor, olmayacak.

Tüm dünyada olduğu gibi, bu topraklarda da sermaye sınıfı, onun devleti, kolluk güçleri aynı şekilde, bu düzene karşı mücadele eden devrimcileri, işçileri, halkları, öğrencileri, gazetecileri, siyasetçileri, akademisyenleri, kadınları velhasıl muhalefet eden herkesi daha fazla baskı ile, şiddet ile korkutmaya, sindirmeye çalışıyor. Kendi korkularını, insanca ve onurlu bir yaşam isteyen bizlere bulaştırmak istiyorlar.

Nafiledir!..

Taciz, tecavüz, işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, doğanın yağmalanması, savaş, işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik dışında bu topluma, insanlığa vaat edeceği hiçbir şeyi kalmamış kapitalist düzenin sahipleri ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini kurtaramayacaklar.

Bir işçi olan ve işçi sınıfının kurutuluşu mücadelesini yürüten okurumuz Alican Aygün, 2019 Temmuz ayından bu yana sivil polislerce baskı ve tehditlerle karşılaşmaktadır.

2019’un Temmuz ayında Sarıyer Armutlu Mahallesi’nde, bir işçi arkadaşı ile görüştükten sonra, aracı ile giderken sivil bir polis aracı ile yolu kesilmiş, arabadan indirilerek tehdit edilmiştir. Takip eden günlerde, çalıştığı işyerinin önünde araba içinde bekleyerek tacizlerine devam etmişlerdir.

Son olarak, 20 Aralık 2019’da, yaşadığı yer olan Gazi Mahallesi’nde, evinin sokağında yolu kesilerek tehdit edilmiştir. İsterlerse 20 yıl yatırabileceklerini, çoluğu çocuğu olduğunu, zorluk çıkarmaması gerektiğini söyleyerek tehdit etmiş, daha sonra yine görüşeceklerini söyleyerek bırakmışlardır.

Bu tehditler ne ilktir ne de son olacaktır. Ama bu çürümüş düzenin sahiplerinin bilmesi gereken de, sömürü ve zulüm sürdükçe, eşit, özgür, adil, sömürüsüz bir yaşam mücadelesi de sürecektir.

Okurumuz Alican Aygün’ün başına gelecek her şeyden İstanbul Emniyeti, Valilik ve bu devleti yönetenler sorumludur.

Okurumuza yönelik baskı ve tehditlere son verin.

“…Esas define toprağın üstünde…”

13. yılında yine Ahparig’i anmak için vurulduğu yerdeyiz.

Evet, biz, hani şu “giderek azalıyorlar” dedikleri.

Öyle mi acaba, azalıyor muyuz giderek? Bir gün gerçekçi bir masalda yazacak mı örneğin: “Bu topraklarda özgürce yaşamak isteyen insanlar azalmış, azalmış, azalmış… en sonunda bitmiş…”

Özgür yaşamak isteyenlerin düşmanı olan, halkların, emekçilerin düşmanı olan egemen sınıf için güzel masal olurdu… Her gece dinleyip, bir gün özgürlük isteminin gerçekten bitebileceğini düşünerek mışıl mışıl uykuya dalabilirlerdi. Ama sanırız, bu masallara kanmayacak kadar örgütlüler ve sınıf bilincine sahipler.

Bu masallara kananlar genelde bizim safımızdan, bizim insanlarımız oluyor. Ne zaman yüz binler olup sokaklara taşıyoruz, o zaman kendine de, kendisi gibi olanlara da inanıyor. Ne zaman sokaktaki kalabalıklar azalıyor, o zaman “biz azız, kaç kişi kaldık şurada” demeye başlıyor. Tarih ise her seferinde şaşırtmayı başarıyor onları bile.

İşin gerçeği şu; dün daha kalabalık, bugün daha az, yarın daha kalabalık… Böyle gidecek bu. Hrant’ın arkasından iki yüz bin kişi de yürüdüğümüz oldu. Gezi’de milyonlar olup sokakları da doldurduk. Yarın da bu olacak. Ama bakmamız gereken, istediğimiz dünya için, Hrant’ın da savunduğu dünya için, tarihle hesaplaşabildiğimiz, eşit ve omuz omuza olduğumuz bir dünya için bugün ne yaptığımız.

Halkların katledilmesinin planlarını yapanlar, bu topraklardaki tüm zenginliğe el koyanlardır. Bizim gibi emeğiyle geçinenlerin emeğini de sömürenler, gırtlağımıza yapışanlar yine onlardır. Tarihin aydınlanmasından büyük bir korku duyanlar da onlardır. Birbirimizle kucaklaşmamızdan büyük korku duyarlar, korkularını bize bulaştırmaya çalışır, bizi sindirmek için her türlü planı yaparlar.

Onlar bir sınıflar ve bize savaş açmışlardır. Örgütlüler ve sınıf bilincine sahipler, demiştik. Ve herkesi temin edebiliriz ki, utanmaları filan da yoktur.

Biz daha örgütlü olmadan tarihle yüzleşemeyiz. Örgütlü olmadan, deneyimlerimizden dersler çıkaramayız, bilince sahip olamayız. Hrant’ın “esas define toprağın üstünde” deyişinden süzülen bu toprakların insanlarına olan inancını kavrayalım. Bu insan emeğini sömüren, halkların kültürlerine, varlığına savaş açan sınıfa, kapitalist emperyalizme karşı bir araya gelelim.

Bütün dünyada, Şili’de, Lübnan’da, Fransa’da ve daha pek çok ülkede isyanlarla ve grevlerle bir araya gelen işçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların gençlerin deneyimlerini izleyelim.

Öfkemizi biriktirelim. Bizde ve komşumuzda ve iş arkadaşımızda, geleceksizlikten, aşağılanmaktan, yok sayılmaktan biriken öfkeyi kendimizden başlayarak örgütlü güce dönüştürelim.

Tarihimizde onur duyduğumuz insanlar var, ve hep olacak. Onlar öldürülemeyenlerdir. Biz bu yüzden Hrant olmaktan, Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz. Bu topraklarda özgürlük isteği nasıl bitirilemezse, Hrantlar da öyle var olacak. Hep onların emeğinden, mücadelesinden, yazdıklarından, konuştuklarından öğreneceğiz bu mücadele boyunca. Onları omuzbaşımızda bulacağız.

HEPİMİZ HRANT’IZ, HEPİMİZ ERMENİYİZ!

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA;
YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

Niçin hedef seçildim?*

Hrant Dink

* Bu yazı 12 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Başlarken bir not: Hiç işlemediğim “Türklüğü aşağılamak” suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM’in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM’e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten herşeyi paylaşmak galiba en iyisi…  

Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil… Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye 6 aya mahkum oldu?”

Hafif atlatılanlar…

Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil.

Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, “Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?” diye az takla atılmadı.

Kimine göre Adalet Bakanlığı’nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı.

Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk’a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulundu.

Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk  duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk’un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu.

Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı.

Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu.

Benzer “Hafif atlatmaları” Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.

Cevaplanamayan…

Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım.

Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. 

Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet’e bir tür obsiyon verdi ve 301’in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği’nin baskısı karşısında, “Sonuçları güzel” bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet’in 301’e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink’in mahkumiyet almış olması oldu.

Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi.

Sahi, “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?”

Ermeni olmamın rolü

Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim.

Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. 

Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım.

Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar.

İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti.

Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum.

Alay komutanımın odasına çağırıp, “Üzülme, bir sorunun olursa gel bana” deyişi hâlâ belleğimde bir yara.

301’den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz.

Dolayısıyla  “Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi”, hele hele de “Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi” arayışında asla olamam.

Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim:

“Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”

Bildiklerim ve sezdiklerim

Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet.

Özeti de şu: Birileri karar verdi ve “Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı… Ona haddini bildirmek gerek” diyerek harekete geçti.

Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir.

Ne var ki benim ruhsal algılamam bu… Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor.

İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.

Haddimin bildirilmesi

Öncelikle Hrant Dink’in “Çok olmasına” biraz açıklık getireyim.

Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu.

1996 yılıyla birlikte, AGOS’u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan “Sabiha Gökçen” haberi oldu.

Dink imzasıyla ve “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlığıyla  verilen haberde Gökçen’in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve  Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı.

Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı.

15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama oldu.

Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koyuyordu.

Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı.

Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink?

Ona haddi bildirilmeliydi!

Resmi sohbete davet

Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı.

Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi.

O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı.

Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum.

İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi.

“Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?” sorduğumda ise “Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek” şeklinde yanıtladı.

Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum.

“Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını” telkin ettiler.

Dikkatli olmalıydım

Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı’nın yanına gittim.

Hayli nazikti Vali Yardımcısı.

İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe “Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?” sordu.

“Bir mahzur görmediğimi” söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım.

Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı.

“Hrant bey” diyordu “Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği’nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa’da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?”

Vali Yardımcısı’nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı.

Vali Yardımcısı’nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi.

Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu:

“Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz” diyerek de beni kerelerce uyarıyordu.

Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim.

Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi.

İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum.

Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu!

Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri  görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim.

Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi.

Haddimi bilmeliydim… Dikkatli olmalıydım… Yoksa iyi olmazdı!

Artık hedefteydim

Hakikaten de sonrası iyi olmadı.

Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz’in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS’un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu.

Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı.

Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS’un önündeydi.

Grubun kullandığı sloganlar çok netti: “Ya sev ya terk et”, “Kahrolsun ASALA”, “Bir gece ansızın gelebiliriz”

Grubun lideri Levent Temiz’in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.”

Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi.

Belli ki Ülkücü grubu AGOS’un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle-  almayı başarmıştı.

Tehlikenin eşiğinde

AGOS’un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” olarak adlandıran grup tarafından yapıldı.

Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye’nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu.

Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım.

Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri…

Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı.

Onları seziyordum.

Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.

Bilinç ve eylem

Feuerbach Üzerine Tezler’de, 11. tezdir, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır;” diye vurgu yapar Marx. “Oysa” diye devam eder, “sorun onu değiştirmektir.” 1845 yılında bu satırlar yazılmıştır.

Yorumlamak, anlamaya çalışmak ve değiştirmek arasında kesin bir düzey farkı vardır. Değiştirmek, anlamakla, yorumlamakla yetinmemek anlamına da gelir.

İnsan bilincinin birçok göstergesi vardır. Her birimizin yaşantısında; bir konuda çok yerinde, doğru, anlamlı şeyler söyleyen ama bu söyledikleri ile eylemleri, yaptıkları arasında hiçbir ciddi bağ olmayan insanlar yer almıştır.

Acaba, bu insanlar, inanmadıkları şeyleri mi bize söylüyorlar? Acaba bu insanlar bizi aldatmak mı istiyorlar? Yoksa, mesele daha derinde midir?

İnsanın bilincinin ölçütü, göstergesi (belki de göstergesi demek daha uygun bir kavram oluyor) nedir?

Bilgi ile bilinç ayrı kavramlardır.

Bilgi, bir konudaki bilgiyi ifade eder. Örneğin depremler hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Ama bilinç, deprem örneğinden gideceksek, bu konudaki bilgilerimizin, günlük yaşantımızda bir anlam ifade edecek tarzda devreye sokulması, eyleme dönüştürülmesi ile ilgilidir.

Bir konuda bilgili olmak, o konuda bilinçli olmak ile aynı şey değildir. Kadın cinayetleri konusunda bilgili bir çok insan, iş cinayetleri konusunda bilgili birçok insan, bu konuda herhangi bir şey yapmaya yönelmemektedir. “Bir şey yapmaya yönelmek”, mutlaka bizim istediğimiz gibi, mesela bu örneklerde kadın cinayetlerine, çocuklara dönük saldırılara, insanı aşağılamaya, işyeri cinayetlerine, doğanın yağmalanmasına karşı eyleme geçmek de değildir. Tersini yapmak da, bir şey yapmaktır. Diyelim ki, bu konuda devlet görevlilerinin bilgili ve bilinçli olduğunu söylemek mümkündür. Bilgili ve bilinçli olarak yolu açmaktadırlar. Bu da bir bilinç durumudur.

Ama birçok insan, bilgili olmayı sürdürdüğü bir konuda, oldukça eylemsiz, aynı anlama gelmek üzere duyarsız kalabilmektedir. Belki de bu durum, başka bir bilincin, “ben ne yapsam durumu değiştiremem” bilincinin (olumsuz anlamda bir bilinç) sonucudur.

Yine de bunu biliriz ama bir konuda bilgisini konuşturup da bir şey yapmayan gördüğümüzde, “boş konuşan” diye bir tanımlama yapma gereği duyarız.

Biraz günlük yaşantımızdan tarihe doğru yol alalım.

“İnsan tarihin öznesidir” deriz. Biz Marksistler böyle düşünürüz ve ekleriz “değişir, değiştirir.” Böylece, tarih içinde “özne” olmak ile, “eylem”, yani “değişmek ve değiştirmek” arasında bağ kurarız.

Eylemsiz özne, değişmek ve değiştirmek söz konusu olmadan eylem anlamlı kullanımlar değil, eksik kullanımlar olabilir. Her eylem, değiştirmek isterken değişmek sürecini de içine alır. Değiştirirken, insan mutlaka değişir.

Bizim dışımızdaki dünya, içine insan toplumu ve insan toplumunun tarihi de dahil, bizim için bugün nesnel olarak var olan dünya demektir. Toplum ve toplumsal yaşam vurgusu boşuna değildir. Bu toplumsal yaşam olmadan, insanlaşma sürecinden söz etmek yanlış, eksik olur. İnsanın, bir parçası olduğu doğadan kopması, bu toplumsallaşma süreci içinde gerçekleşir. Asla ve asla bireysel bir süreç değildir.

İnsanın bir parçası olduğu doğadan kopması ve insanlaşması, bir toplumsal tarih süreci iken, aynı anlamda, doğanın kendi bilincine varması sürecidir de. İnsan, parçası olduğu doğadan “koparak”, onun dışına çıkmaz. Tersine, doğa kendi bilincine varır. İnsan toplumunu, eğer doğal tarihin bir parçası olarak ele alırsak, ki öyledir, bu durumda “doğanın insanlaşması” diye bir kavramı kullanabiliriz.

Bugün, insanın doğaya zarar verecek şekilde doğayı yağmalar pozisyonda olması, esir-efendi diye dünya nüfusunun bölünmüş olmasının, sömürülen ve sömüren diye dünya üzerindeki insanların iki uzlaşmaz kampa ayrılmasının, toplumsal birikimin sonucu olan üretim araçlarının özel mülkiyette toplanması ve insanın köleleştirilmesinin araçları hâline getirilmesinin sonucudur. İnsanın insana patronluğu yok olduğu gün, hiçbir insan “doğanın efendisi” olmak gibi bir övgü duymayacaktır. İnsanın insana kulluğu, özel mülkiyet, doğanın özel mülkiyet olarak sahiplenilmesi, insanın insan tarafından sömürülmesi olmadan, doğaya karşı efendilik iddiaları olmaz.

Demek ki, bugün, insan ile doğa arasında var olan “çelişki”, bize doğanın yağmalanmasını haklı çıkarmak için sunulan “ekonomik” gerekçeler, ancak ve ancak, komünizm ile ortadan kalkabilir.

Kapitalizm koşullarında, doğanın yağmalanmasını önleme işinin bir “okur-yazarlık” sorunu olduğunu söylemek ya da “doğaya karşı sevgi” duyma/duymama olarak ele almak, belki de geniş kitleleri aldatmanın en etkili yoludur. Doğru değildir. Doğa, özel mülkiyet ve onun tüm uzantıları, meta üretimi ve onun tüm sonuçları ortadan kalkmadan, insanın bir parçası olduğu bütün olarak ele alınamaz. Elbette doğayı sevmek önemlidir. Ama bu ne demektir?

Acaba, şu sözleri hatırlayabilir miyiz: “İnsana ait her şey kabulümdür ama şu hümanizm hariç.” O nedenle burada bir bilinç-eylem ilişkisi gereklidir. Doğanın insanlaşmasına işte böyle bakabiliriz. Burada da bazı çelişkilerin var olacağı kesindir. Çelişki yoksa, hareket olmaz. Madde hareketsiz, hareket çelişkisiz olmaz. Biz çelişkiye “sorun” diye bakmayız. Ya da “sorun” denilen şeye, çözülmesi gereken, yaşam belirtisini ifade eden “olumluluk” olarak bakmayı tercih ederiz. Eğer “sorun” yoksa, işte o zaman o olumsuz anlamında sorun var demektir. Mesela ölülerin hiç sorunu olmaz.

Diyalektik ve tarihsel materyalizm, bilgi edinme sürecini, nesnel ve öznel yönleri olan bir süreç olarak ele alır. Ve Marksist bilgi teorisi, bilgi edinme sürecinin nesnel ve öznel yönlerini de toplumsal süreçler olarak ele alır. Bilgisini edindiğimiz şey, nesne, mesela demir, belli bir tarihsel-toplumsal gelişim süreci aşamasında, belli koşullarda, bilgi edinme sürecinin konusu olur. Ya da daha detaylı şekilde konusu olur. Ve bu sürecin bilgisini edinen insan, bir toplumsal varlıktır, dahası belli tarihsel ve toplumsal süreçler içinde bu ihtiyacı duymuştur, öyle şekillenerek bu bilgiyi edinmektedir.

Diyelim ki, su, muhtemelen insanoğlunun ilk günlerinden, hayvan sürülerinden ayrılmadan dahi bildiği bir madde idi. Su olmazsa hayat olmazdı. Suyu sürekli içmek, onun hakkında bir bilgi edinmek demektir. Ama gelişimin bir aşamasında, bir tarihsel ve toplumsal nedenle, su H2O olarak ele alınmaya başlandı. Bu bilgi edinme sürecinin nesnesi olan su, hâlâ eski sudur. Ama bu bilgi edinme sürecinin öznesi olan insan, farklı tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür ve işte bu nedenle bu konudaki bilgisi, dünkü bilgisinin bir bölümünü olumsuzlayarak, bir bölümünü ise taşıyarak gelişmiştir. Bir şey hakkındaki bilgimizin, bir yönü mutlak, bir yönü görelidir. Dünya düzdür dediğimizde dahi, bunda “doğru” olan bir yan vardır, “dünya” mesela, ama düz olmadığı öğrenilmiştir. Bir bölüm bilgi, yanlışlanmış ve yeni bilgiler edinilmiştir.

İnsanın, kendisi dışındaki şeylerin, doğanın, toplumun vb. bilgisini edinmesi, beyin denilen gelişmiş bir madde ile olanaklı olmaktadır. Beyin dediğimiz, insan beyni anlamındaki beyin ise, belli bir tarihsel sürecin ürünüdür. Bilim bize, maymundan insana geçişte, emeğin ve ellerin rolünü açıklayabilmektedir. İnsan beyninin bu denli karmaşık ve ileri örgütlenmiş bir madde hâline gelmesi, doğanın kendi bilincine varması ya da doğanın insanlaşması dediğimiz sürecin önemli ayaklarından biridir.

Acaba dil, özellikle de yazılı dil, insanın “ölümsüzlük” arayışında bir aşama olarak ele alınabilir mi? Dil, yazılı anlamda, bir kişiyi değil ama, insanlığı ölümsüz hâle getirmenin yolunu açmıştır diyebilir miyiz?

Böylece biz, bizimle aynı çağda yaşamayanların hayatları, düşünceleri, bilgileri hakkında, aynı süreçleri tek tek yaşamadan öğrenebiliyoruz.

Bu doğru ise, dil, aynı zamanda toplumsallaşma sürecinde büyük bir aşama demek değil midir?

Şimdi, tiranlık, insanın insana kulluğu, meta üretimi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, emperyalizm ve hakimiyet ilişkileri olmadan, bir insanı değil, bir dili öldürmenin, planlayarak, eylemle öldürmenin nasıl derin bir suç olduğunu söylemek mümkün değil midir?

Özel mülkiyet ilişkileri, modern kapitalist uygarlık, pazar ekonomisi ve hakimiyet ilişkileri, meta üretim dünyası ve onun sonuçları, yabancılaşma, kapitalist-emperyalizm, insanlığın en büyük düşmanıdır. Bunu söylemek sanırım, fazla değildir.

Dil, insan öncesi doğanın bir parçası değildi. Dil, insan ve insan toplumu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Ve dilin, en örgütlü madde olarak adlandırdığımız insan beyninin gelişimine büyük ölçüde katkıda bulunduğu da açıktır.

Dil sayesinde, birçok düşünce, maddeleşmektedir. Dil, insanın bilgisini öğrendiği insan bilincinin dışında var olan taş gibi, toprak gibi, bakır gibi gerçekliklerden bir açıdan farklıdır. Ama bir kere ortaya çıktığı andan itibaren, bir insanın bilincinin dışında var olan, diğerlerinden farklı bir nesnel gerçektir.

Bilgiyi öğrenen insan, bilgisini edindiği nesnel gerçek ile, eylemsiz bir ilişkiye girmez. Taş ve su arasındaki ilişki gibi değildir bu. Su, daha az sert göründüğü taşı aşındırırken, bir eylem yapmaz. Ama elbette bir kuvvet uygular. Orada da bir hareket vardır. Ama bu, insanın eylemi anlamında bir “eylem” değildir. İnsanın birçok durumdaki bilinçsiz davranışına, sonuçları olduğu hâlde “eylem” demek yerinde olmaz. Belki bunlara “bilinçsiz eylem” denilebilir. Biz ise eylem kavramını bilinçli, iradî olarak yapılan anlamında kullanmaktan yanayız.

Daha çok insan eyleminin, toplumsal eylemin sonucu olarak ortaya çıkan dil, yazılı dil, elbette kendine has hareket yasalarına da kavuşur. Bunun gibi, bilim dilleri de böyle ele alınabilir, hatta bilimin kendisi de. Diyelim ki, insanın bir konudaki bilgisi, mesela Öklid geometrisi, bir dönem insanın bu konudaki bilgisinin gelişimine “engel” bile olmaya başlayabilir. Bugün, Öklid dışı bir geometrinin varlığından söz edilebilmekte, üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olmak zorunluluğunun ancak belli koşullara bağlı olduğu bilinmektedir. Ya da Aristo’nun evren anlayışı, çok uzun yıllar, başka kavrayışların gelişimini engellemiştir, gibi.

Dil, bu açıdan, insan eylemi olarak da ele alınabilir.

İnsan eylemi, gerçekleştikten sonra, nesnellik kazanır ve artık önümüze bir nesnellik olarak çıkar.

Gezi Direnişi ya da öncesinde 15-16 Haziran ya da sayısız eylem de böyle ele alınmalıdır. Gezi Direnişi, hiç kimse için yok olarak sayılamaz. Gezi Direnişi, içindekileri de etkilemiştir, değiştirmiştir, tüm toplumu da değiştirmeye yönelmiştir. Bu sürecin bugün de devam ettiğinden şüphemiz yok. Elbette kuvveti daha farklıdır.

Şimdi, tekrar şu soruyu sorabilir miyiz? İnsan bilincinin göstergesi nedir? Mesela bir insanın halklar sorununu anladığının göstergesi nedir, bir insanın emek-sermaye çelişkisini anladığının göstergesi nedir?

Bizce bu sorunun yanıtı, “eylemidir” şeklindedir.

İnsan, planlayarak, tasarlayarak hareket edebiliyor. Bilgi, sadece bir hareketsiz görüntü olarak insan beyninde durmuyor. Tersine, bilgi, derinleştikçe bir eylemde kendini ifade etmeye başlıyor.

İnsan, tarihsel rolünü, bu yolla oynuyor.

Sınıflı toplum, tüm insanlık tarihinin, oldukça etkili bir dönemidir. Belki, sınıfsız toplum, insanlaşma sürecinin uzun dönemi olarak ele alınırsa daha uzun bir süreye denk düşebilir. Ama sınıflı toplumlar, kölecilikle başlayıp, kapitalizmle devam eden üç sınıflı toplum, insanlık tarihinin çok önemli bölümünü oluşturmaktadır. Bu sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir. Bu tarihe damgasını vuran pek çok olay, son tahlilde sınıf savaşımlarının ürünüdür.

Bu tarih boyunca, insan toplumunun gelişiminde, öznel eylemin, öznel müdahalenin daha da etkili sonuçlar doğurduğunu söyleyebilir miyiz? Bizim görüşümüz budur.

Toplumsal gelişim, nihayetinde üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki-çatışmalara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bunu sınıflı toplumlar boyunca daha net görebiliriz. Köleci, feodal ve kapitalist üretim dediğimiz zaman ya da köleci, feodal ve kapitalist toplumlar dediğimiz zaman, aslında bu altyapıyı kastederiz. Ama biliriz ki, bu altyapının üzerine yükselmiş bir üst yapı vardır. Bu üst yapı, egemen sınıfın örgütlenmesini, sınıf savaşları etkisi altında bu örgütlenmenin şekillenmesini, bu yolla oluşmuş devleti, hukuk sistemini, kültür, inanç sistemlerini vb. içerir. Devlet, egemen sınıf adına, egemenliği sağlama aracıdır. Devlet, egemen sınıfın belli bir coğrafyadaki, en ileri örgütüdür.

Ve sömürülen, ezilen sınıflar, bu devlete karşı geliştirdikleri eylemlerle mücadele ederler. Bu savaş, sınıf savaşı dediğimiz şeydir ve biz devrimciler olmasak da bu savaş vardı, var olacaktır. Biz devrimciler, daha doğru ifade ile Marksistler, bu sınıf savaşımını sonlandırmak üzere, kapitalist topluma son vermek üzere, sınıfların varlığına son vermek üzere kollarını sıvamış savaşçılarız. Biz sadece burjuva egemenliğe son vermeyeceğiz. Sosyalist devrimin tüm dünyadaki zaferi, sadece burjuva sınıfı yok etmeyecek, onunla birlikte tüm sınıfları da ortadan kaldıracaktır. Bugün, sınıfsız toplumun önündeki engel, burjuva sınıf ve onun devletleridir, devletleri aşan uluslararası organizasyonlarıdır.

Şimdi sorumuzu bir de şöyle sorabilir miyiz: Kapitalist sistemin yıkılması, sosyalizmin zaferi konusunda bilinçli olmanın göstergesi nedir?

Bir siyasal partinin karakterini gösteren şey, onun siyasal eylemidir deriz. Bu, tek tek her örgütlenme için, her güç için geçerlidir. Eyleminin siyasal karakterine bakmak, bir hareket için bilgi vericidir, tek ölçü değilse de, büyük ölçüde yeterlidir.

Ülkemizde, devrimden yana olduğunu söyleyen, sosyalizmin bir kurtuluş olduğunu söyleyen küçümsenmeyecek bir kalabalık vardır. Bu kitle, tamamen örgütsüz de değildir. Ama biz, örgütsüz ama devrime inanan insanlara oldukça sık rastlıyoruz. Herkes, bir örgütü bekler gibi, “ama örgüt yok” diyerek kendi eylemsizliğine ya da eyleminin sınırlarına açıklama aramaktadır. Biz buna bilinç eksikliği diyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bu çok bilmek ya da az bilmek meselesi değildir. Tersine, eylemine yön verecek olan bilinç durumundan söz ediyoruz. Ve dahası, bugünkü durumdan söz ediyoruz, yani belki bu son derece donanımlı, bilgili insanlar yarın harekete geçtiklerinde bu bilgi ve birikimlerini işçi sınıfının devrim ve sosyalizm savaşımına akıttıklarında ortaya çıkacak eylemden söz etmiyoruz.

Bilincin dışa vurumu eylemle olur. Eylemi, lütfen geniş anlamı ile ele alalım. Bilinç, ne yapabilirim durumundan çıkıp, ne yapmalıyım sorusunu sorduğunda, daha net bir hâl alır. Ne yapabilirim, eğer doğru soruluyorsa, yani dilde bir anlam kayması demek değil ise, “yapılması gerekeni yapmak”tan farklı anlam taşır. Yapılması gereken, bugün işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde, somut durumu analiz edip, adım atmak demektir. Bu durumda, devrimden yana bir kişinin “örgüt yok” demesi, yapılması gerekeni yapma bilincini göstermez. Elbette o da bir bilinç göstergesidir. Ama örgüt yok dediğimiz zaman, örgüte ihtiyaç duyuyorsak, bunun nasıl bir örgüt olması gerektiğini bilmiyorsak, hemen ilk yerden saf tutmamız gerekir. Saf tutmak, mücadelede daha aktif yer almak, elbette yeniden ve yeniden bir hata yapma riskine girmek demektir. Ama saf tutmamak ve beklemek, kesin olarak hata yapmak demektir.

İşçi sınıfının, ezilenlerin sınıf bilincinin en açık ifadesini bulduğu eylem, geliştirdikleri örgüttür. Örgütün kendisi, işçi sınıfının devrimci örgütünün gelişmişlik düzeyi, en ileri eylem demektir.

Sınıflı toplumların tarihine baktığımızda, acaba şöyle bir sonuca varabilir miyiz: Tarihte öznenin rolü giderek artmaktadır. Bilinçli insan eyleminin rolü giderek artmaktadır.

Sınıf savaşımı içinde iki sınıf, sürekli olarak öğrenirler. Egemen sınıfların devleti, günümüzde burjuva sınıfın kapitalist devleti, bugünün koşullarında bizim Tekelci Polis Devleti olarak adlandırdığımız devlet, burjuvazi adına, egemen sınıflar adına, bu savaştan öğrenendir. Bu devlet ne kadar gelişmiş bir örgütlülüğe sahip ise, bu sınıf savaşımından, ulusal ve uluslararası alandaki sınıf savaşımından o kadar öğrenebilir demektir.

Bu devlete karşı, işçi sınıfının devrimci örgütü, örgütleri, bu savaşımın diğer cephesidir ve bizim de bu sınıf savaşımından öğrendiklerimizin ölçütü, geliştirdiğimiz örgütlenmenin gelişkinliğinde saklıdır.

12 Eylül darbesinden öğrenenlerin bir bölümü, “bu ülkede devrim olmaz”ı öğrenmişlerdir. Bu ortamı fırsat bilen devlet, bizim içimizde ayakları olanlarla “Sudaki İz” ve diğerleri gibi propagandalarla, ümitsizliği yaymaya, mücadele azmini kırmaya yöneldiler. Elveda proletarya naraları böyle yükseldi.

Ama bir de, daha ileri bir örgütlenmeye ihtiyaç olduğu bilgisini edinenler olmuştur. Bunun olmaması doğaya aykırıdır, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Devrimci bilincin göstergesi eylem ise, en gelişmiş eylem de, devrimcilerin egemen sınıflara karşı örgütledikleri, geliştirdikleri örgüttür. Bu örgüt, savaşın içinde gelişebilir.

Sosyalizm ve devrim savaşımının çok uzun bir yol olduğunu, sınıf savaşımının asla ve asla tekdüze bir ilerleyişe sahip olmadığını, tarih bize göstermektedir. İşte her koşulda işçi sınıfının çıkarlarını savunan, her koşulda egemen güçlere karşı mücadeleyi geliştirebilen devrimciler örgütü olmadan, işçi sınıfı tarihsel rolünü oynayamaz.

Evet, bizce bugün, öznel gücün rolü tüm dünyada daha da öne çıkmaktadır. Kuşkusuz bu, “nesnel”liği hesaba katmamak anlamında değildir. Daha da ilerisi, belki de bu durum, devrim ve sosyalizm için asgarî nesnelliğin, artık hemen her ülkede hazır olmasından ileri gelmektedir. Mevcut ekonomik gelişim, teknolojik alt yapı, sosyalizmden komünizme geçiş sürecini son derece kısaltmaktadır. Nesnel olarak dünya, bugün, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma çok daha yakındır. Kapitalist zincirin bir parçasında yaşanacak kırılmanın, bir ülkede gelişecek olan bir devrimin dünyaya, başka coğrafyalara, başka ülkelere yayılması çok daha olanaklıdır.

Buna karşılık, dünya işçi sınıfının eylemliliği, dünya işçi sınıfının siyasal bilinci henüz ve hâlâ geridir. Çelişkili durum tam da budur. Bu durum, burjuvazinin teknolojik üstünlüğü, burjuvazinin askerî üstünlüğü ve gücü olmaktan çok, burjuvazinin ideolojik üstünlüğü veya işçi sınıfının devrimci bilincinin eksikliği, geriliği olarak ele alınmalıdır. Bu da, ideolojik mücadelenin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.

Adeta, 21. yüzyılda, Ortaçağ karanlığının bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Bilginin paralize edilmesi, uzmanlık dalları ile bilimsel gelişimin bütünlüğünün örtülmesi, medya gücü ile geniş kitlelerin karanlığa mahkûm edilmesi, dinin yeniden güçlendirilerek afyonlaştırıcı etkisinin bir kere daha diriltilmesi, aslında burjuvazinin güçsüzlüğünün ürünüdür. Tarihsel olarak miadını doldurmuş bir sistemin, varlığı her gün, her saniye insanlık ve gezegen için bir sorun olan kapitalist sistemin ayakta tutulmasının, yalan, karanlık, manipülasyon, hakimiyet ilişkileri ve onların gerektirdiği şiddet dışında yolu kalmamıştır.

İşçi sınıfının ve devrimci işçilerin tarihsel rollerini doğru ve etkili olarak yerine getirmelerinin yolunun, daha ileri bir bilinç ve onun ifadesi olarak daha gelişmiş bir örgütlenmeden geçtiği açıktır. Elbette bu, işçi sınıfının en ileri unsurlarının işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlenmesi denilen şeyin ta kendisidir. Bu sürecin kendisi siyasal eylemlerin, devrimci mücadelenin içinde gerçekleşir.

Bu tekelci Ortaçağ karanlığı, parçalanma belirtilerini vermektedir. Kapitalist sistem, insanlık için bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır ve yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, geniş kitleler için bu, bir gerçekliğe dönüşmektedir. İşçi sınıfı, dünya halkları, kapitalizmi yeryüzünden silecek, sosyalizmin bayrağını yeniden yükseltmeyi başaracak yolları bulacaktır.

Şükür ki, tarih bilincine, yüzyılı aşkın sosyalizm deneyimine, dil denilen toplumsal iletişim aracına ve bilim denilen ışığa sahibiz. İşimiz o kadar zor olmayacaktır. Kolay olmayacağını biliyoruz ama bunlara sahip isek, mucize denilen şeyin emek ile yaratıldığını bilebiliriz.

Ekonomik kriz ve erken seçim hazırlıkları

Görünen odur ki, bir yeni seçim küçük küçük hazırlanmaktadır.

Yeni sistemde, parlamentonun seçim kararı alabilmesi oldukça zordur. Zira, 3’te 2 çoğunluk gerekir ki, bu durumda bile Cumhurbaşkanı meclisi feshedebilir. Parlamento, gerçek anlamı ile tamamen anlamsız bir organ hâline gelmiştir. Ne bir yasa yapabilir, ne bir sorunu ele alabilir. Aslında kâğıt üstünde yasa yapabilir. Ama zaten yasa yapma yetkisini Cumhurbaşkanı’na ve KHK mekanizmasına devretmiştir. Bu durumda, eğer yasa yapacaksa, Cumhurbaşkanı, lütfedip, “bu yasayı da meclis yapsın, zaten bir risk de yok” dediği zaman yapabilir. Mesela bir yasa çıkmasın isteniyorsa, meclisin bu yasa ile oyalanması pekâla mümkündür. Böylece parlamento, tamamen ama tamamen, egemenlerin apışarasını örten bir yaprak hâline gelmiştir.

Siz bakmayın Kılıçdaroğlu ve diğer muhalif partilerin “parlamento” üzerine ve parlamento kürsülerinden konuşmalarına. Durum öyledir ki, Erdoğan isterse, o konuşmalar yayınlanmaz bile.

Erdoğan “Bana nasıl diktatör dersiniz, ben diktatör olsam, siz bana diktatör diyemezsiniz” diye buyuruyor. Durumun “ciddiyeti”ni gösterir bir akıl yürütmedir bu.

Hastaya hasta, diktatöre diktatör, namussuza namussuz, hırsıza hırsız demek artık “cesaret” olarak nitelendirilir hâle geldi.

Biz işçiler için sorun yok. Çünkü size ne diyeceğimizi size sormayız. Ama burjuva devlet açısından bu, “ciddi” bir durumdur.

Erdoğan, NATO toplantıları için gittiği Avrupa’da, İngiltere, Almanya, Fransa ve Türkiye toplantısına katıldı. Muhtemelen konu, “göçmen sorunu” (Erdoğan Avrupa’yı göçmenler ve IŞİD ile tehdit ediyor), Suriye’de Ruslara karşı ne yapılabileceği, S-400’ler meselesi vb.dir. Erdoğan bu toplantı hakkında şöyle konuşuyor, “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım” toplantı yaptık. İşte burada, Türkiye yerine “şahsım” ifadesi parlamento, siyasi partiler sistemi hakkında her şeyi açığa vurur niteliktedir.

Biz bunları görünce, “her Saray’a bir soytarı lazım” sözünü geri alıyoruz. Gerek kalmamıştır.

İşte bu koşullarda parlamento seçim kararı alamaz. Bu fiilî olarak mümkün değil. Ancak Erdoğan erken seçim isterse ve bu kararın parlamento kararı olması gerektiğine karar verirse bunu yapar.

Ama bir seçim demek, artık, sadece parlamentonun yenilenmesi demek değil, aynı zamanda cumhurbaşkanının da seçilmesi demektir. Öyle ise, Erdoğan, neden seçime gitsin? Ancak ve ancak, işler o noktaya gelir ve çok gerekli olursa bunu yapar.

Ama, aşağıdaki birkaç konu, sanki “seçim hazırlığı” gibidir.

1- Alevi “açılımı” tartışmaları. Bazı Alevi liderleri, Babacan’ın partisine angaje olurken, bazıları Davutoğlu’nun eteklerinde kendine yer arıyor ve bu noktada Erdoğan’a yakın, dolarla beslenen bazı Aleviler de harekete geçiyor. Tüm bu tartışmalar, bir yandan Babacan ve Davutoğlu “açılımları” olarak ele alınabilir. Ama öte yandan seçim hazırlığına benzemektedir. Aleviler, bir kere daha, devlet çarkının içinde birilerinin kuyruğu hâline getirilmek istenmektedir.

2- Erdoğan, ödenemeyen öğrenci kredilerinin silinmesinden, öğrencilerin maksimum 500 TL olan kredilerinin ise 550 TL’ye çıkarılmasından “büyük iş” pozlarında söz ederken, sanki bir seçim yatırımı yapar gibidir.

3- Kurulmakta olan partiler, uluslararası sermayenin yeni arayışlarının da ifadesidir. Artık, Erdoğan ile bu geminin yürümeyeceği kanısında olanlar, AK Parti içinden kendilerine yakın adamlarla bir çıkış hazırlığındadırlar.

4- Termik santrallerin filtre takma zorunluluğunun uzatılması isteğine karşın, Erdoğan’ın büyük çevreci olarak bunu “veto” etmesi de bir garip seçim hazırlığıdır.

Demek ki, bunun daha arkası gelecek.

Bu arada ise ekonomik kriz, daha da derinleşmektedir.

Saray Rejimi, “kriz var” diyenler için dava açmıştır. Demek oluyor ki, kriz yok diyen devlet büyüklerinin sözleri yanında, bu kriz var diyen insanların sözlerinin daha etkili olacağı düşünülüyor. “Kriz var” demek, terörist olmak ile eş anlamlı ele alınıyor ve savcılar, hemen bunun için harekete geçiyor.

Bu durumun bizatihi kendisi, bir kriz anlamına gelir. İşte size “Türkiye demokrasisi”. Evlere şenliktir. Her eve lazım, eğer evde “kriz var” diyen birisi varsa, hemen onu terörist ilan edin. “Açım, işsizim” diyen varsa, hemen onu ters kelepçe ile tutuklayın. Evinizin bir odasını, mahallenin birkaç apartmanını “ceza ve tutuk evi” yapın. Eğer bunları yapabilirseniz, “ekonomik kriz” bitecektir.

Şimdi, Hazine Bakanı, Saray Rejimi, yeniden imar affı ilan edecek durumda değil.

Şimdi Saray Rejimi, Merkez Bankası’ndan, yeniden 90 milyar TL yedek akçeler de dahil iktidara aktaracak durumda değil. Bedelli askerliğin ise paraları çoktan toplandı, tüketildi. Zaten Saray’ın kaç günlük harcamasıdır ki?

Evet dolar, şimdilik yerinde duruyor. Duruyor çünkü, birincisi, dünyada ciddi bir para “bolluğu” var ve birçok ülke “eksi faiz” uygulamaktadır. Almanya’da paranızı bankada vadeli hesaba yatırırsanız, o paranın bir bölümünü ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda, yabancılara ait akar hâldeki para, Türkiye’den çıkmak için büyük bir telâş içinde olmaz. Ticari alandan çıkan sermaye, finansal alanda, o kadar da risk almaktan çekinmeyecektir. İkincisi, içeride, iflaslar, konkordatolar vb. ile kriz o denli yaygındır ki, hemen hemen pek çok şey durmuş durumdadır. Bu iki nedenle, döviz kurlarında nispeten bir durgunluk vardır. Ama bunun ne kadar sürebileceği belli değildir.

Öte yandan, döviz kurları, faizler, ekonomik krizin tek göstergeleri değildir. Kriz, büyük çaplı iflasları kapıya dayatmıştır. Borçlanarak büyümüş birçok işletme, yeniden yapılandırma için Saray çevresinden torpil ayarlamakla meşguldür. Birçok bankanın, tahsil edilemez kredi alacakları bir hayli şişmiştir.

Sadece Vakıf Bank eli ile verilmiş kredi toplamı 250 milyar TL’dir. Ve tam da bu durumda Vakıf Bank’ın “Hazine’ye devri” gerçekleştirilmiştir. %58’i Hazine’nin kontrolüne alınmıştır. Bu karar, KHK ile yerine getirilmiş, normalde diğer hissedarlara yapılması gereken çağrı yapılmamıştır. Belki de böylesi güzel bir fiyattan, birçok hissedar hisselerini satacaktı. Bu olayın kendisi, balonda açılmış bir deliği kapatmak için, balonun başka yerinden bir parça keserek yama yapma işlemine benzemektedir.

Risk, sadece kamu bankalarında da değildir. Birçok işletme, borçlarını ödeyemez durumdadır. Kamu garanti fonu ile verilmiş kredilerin ödenmeme süreci başlamıştır ve Saray, bankalara verdiği garantiye rağmen, ödenmeyen kredileri ödemek için bir şey de yapmamaktadır.

Dahası var. Birçok büyük işletme, düşen satışları nedeni ile, üretimi kısmakta, vardiyalı çalışmaya son vermekte, hatta toplu işçi çıkarmak için Saray’dan izin beklemektedir. İşin esas yönü de buradadır. Milyonlarca işçi işini kaybetmiştir. İşini kaybedenlerin toplamı, son bir yıl dört ay içinde, iki milyonu geçmiştir. Ve giderek işçi ve emekçilerin yaşamı, katlanılamaz duruma gelmektedir.

Bu işçi çıkarmaların daha da artacağı görülmektedir.

Sadece esnafın kepenk kapatmasından söz etmiyoruz. Orta ve büyük işletmelerin işçi çıkarma süreçleri hızlanacaktır. Dahası birçok işletme iflas etme durumuna yakındır. Şimdi tüm bunlar, yeni krediler bularak “takla atma” derdindedir. Ama borcu borçla kapatma uygulaması, artık sürdürülebilir değildir.

Tam bu noktada, Saray Rejimi, rantçı, yağmacı, savaşçı mantık, yine çözümü vurgunlarda arayan inşaat sektörünü kurtarma çalışmalarına sarılmaktadır.

Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması isteği, gerçekte, Ataşehir’de kurulmakta olan dev yapılardan oluşan finans merkezinin müteahhitlerini ayağa kaldırmak, onları batmaktan kurtarmak içindir. Bu inşaat firmalarına Halk Bank eli ile ucuza gece yarısı verilen dolarlar yeterli olmamıştır. Bunların borçlarının yapılandırılması, bunlara kaynak aktarılması yetmemiştir. Şimdi, bir kere daha Saray, kendi geleceği için önemli gördüğü bu müteahhitlere “can suyu” akıtmak için kolları sıvamaktadır. Elbette bu uluslararası finans sermayesi için de uygundur. İşlerini İstanbul’da yoğunlaştırmak, onlar için de en iyisidir. Ama işin müteahhit ayağı da unutulmamalıdır.

Tüm bu “onun fesi bunun başına” uygulamaları, yok denilen “ekonomik kriz”in ne denli derinlik kazandığının göstergeleridir.

Şimdi Erdoğan’ın, “tuhaf” açıklamalarının nedenleri biraz daha açığa çıkmıyor mu?

Şehir Üniversitesi’nin arsasını ben verdim, ama Davutoğlu o arsayı onların mülkü hâline getirdi, derken, sizce ne dediğini acaba kendisi bilmekte midir? Normalde, Davutoğlu’nu ihbar ederken, kendini de ihbar etmektedir.

Ya ülkemizde Nobel’i bir teröriste verdiler, bana verseler de almam, açıklamalarına ne demeli? Ülkede Nobel almış Orhan Pamuk ile Aziz Sancar var. Acaba hangisi teröristtir? Yoksa, bu Nobel ödüllerinin bir de açıklanmadan, gizlice verilenleri mi var? Erdoğan, acaba kendisini Nobel için aday mı göstermiştir de, alamayınca, böyle bağırmaktadır?

Savaş, rant, yağma ekonomisi, artık sürdürülebilir durumda değildir. Artık özelleştirilecek pek az yer kalmıştır. Saray her şeyi yutmakta, soğurmakta, kurutmaktadır.

Bizim önerimiz, Saray’ın özelleştirilerek satılmasıdır. Katar Şeyhi, Saray için iyi para vermez mi? Saray’ın ekonomi danışmanları, hukuk danışmanları bu konu üzerinde kafa patlatmalıdır. Ankara’nın göbeğinde 1100 odalı bir Saray, her şeyi ile acilen satılıktır diye bir ilan, Arap basınına verilirse, hemen bir alıcı bulacaktır.

Genel grev, genel direniş!

Bazı tarihsel dönemler vardır, yakın uzak görünür, uzak ise yakın. Bazı adımlar hemen atılabilir, bazı hamleler hemen yapılabilir durumdadır. Ama bunların birçoğunu yaparken, bir şeyin eksik olduğunu hissedersiniz. Belki de bunun ifadesi o kadar da kolay değildir ama hissedersiniz.

Bugün, birçok devrimci işçi için, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” denildiğinde, işte böyle bir his ortaya çıkıyor. Aslında krizin faturası demek olan, işsizlik, zamlar, zorlaşan çalışma koşulları, maaşların ödenmemesi, iş güvenliğinin yok edilmesi, artan sömürü, ilave vergiler vb.ye karşı eylemler ortaya çıkmakta, işçiler tepkilerini göstermektedir. Bu, hatırı sayılır biçimde de yaygınlaşmış eylemler demektir. Ama bu eylemlerdeki insanlar, işçiler, emekçiler dahi, bu eylemlerde bir şeyin eksik kaldığını, belki de birden çok şeyin eksik kaldığını hissederler, hissetmektedirler.

Birçok eylemde, işçilerin aklında, “yalnız” kalmak, diğer işçilerden ve toplumdan yeterli desteği görmemek gerçeğinin yarattığı düşünceler takılı durumdadır. Ama gerçekçi olacaksak, daha başka eylemlerde de, diğer işçiler yalnız kalmıştı. İşte bu böyle herkesin düşündüğü, ama hiç kimsenin çözümüne yönelmediği bir sorun olarak ortadadır.

“Genel Grev Genel Direniş” sloganı ortaya çıkmaya başladığında, ki bizim önerimiz budur, ilk tepki, aslında bunun çok da mümkün olmadığı yönündedir. Hani “olabilse ne güzel olur ama olması çok zor” cinsinden bir konu gibi. Gelen grev, işçilerin şalterleri indirmesi, bunu bilerek, isteyerek, planlayarak yapmaları, bizim ülkemizde çok ender rastlanan bir durumdur.

Elbette öyle.

Hak-İş, Türk-İş gibi sendikaların egemen olduğu bir ülkede, işçi sendikalarının işçi sendikası olarak çalışmadığı, devletin ve işverenin örgütü olarak çalıştığı, başında sendika mafyası dediğimiz çetelerin oturduğu sendikaların egemen olduğu bir ülkede genel grev bir yana, düzgün bir grev bile olmaz.

Türk-İş Başkanı’nı, allah şaşırttı da, mikrofonlar açık iken ağzından çıkan lafları duyabildik. Bunlar balta saplarıdır. Balta, odunu keser ve yazık ki sapı odundan yapılmıştır. Ülkenin en uyanık işadamları, en uyanık politikacıları bu sendikaların başındakilerdir. Tam bir çetedirler. Ve bu nedenle, grev silâhını dahi kullanmazlar.

Grev bir silâhtır. İşçi sınıfının elinde, kapitalistlere karşı ekonomik mücadelesinde, haklarını alma ve koruma mücadelesinde bir silâhtır. Kullanılmayan bir silâh, gerçekte hiçbir şeye yaramayan bir demir parçası demektir.

Ülkemizde Cumhurbaşkanı, olağanüstü hâl ilan edip, olağanüstü hâlleri sürekli kılacak düzenlemeleri yaparken, ülkeden “hukuk” yok diyerek çıkmaya başlayan sermaye gruplarının rahatsızlığına karşı, “sayemizde grevleri yok ettik” diye patronların minnet duygularını yoklamıştır. İşte sendikacılar da onun daha küçük alandaki gölgeleri gibidir.

Grev bir silâhtır, ama ülkemizde patronların iznine bağlı olarak kullanılmaktadır. Bu nasıl olur, demeyin, işçi sendikası olmayan sendika olabiliyorsa, işçisiz sendikacılık var olabiliyorsa, grevsiz sendika olabiliyorsa, grev hakkı olmadan “toplu sözleşme hakkı” (toplu görüşme hakkı) olabiliyorsa, grev de patronun, hatta en büyük Başkan’ın iznine tabi hâle gelir.

Buna rağmen, işçiler grev bayrağını açmaktadırlar. Çünkü bıçak kemiğe dayanmıştır. Milyonlarca insan işsiz, aç, yoksullaşma artmakta, yaşam çekilmez olmaktadır. Bu durumda direniş, ne olursa olsun, son çare olarak, devreye girmektedir.

Aralık ayının hemen başında Doğa Koleji’nin öğretmenleri derslere girmedi. Önceleri Hüseyin Çelik ve Fethi Şimşek’in sahibi olduğu Doğa Koleji, aslında AB kredileri ve devlet olanakları ile gelişti, büyüdü. Sonra, FETÖ operasyonları çerçevesinde, okul Metal Yapı’ya satıldı. Metal Yapı, herhâlde başkası adına okulu almış olmalı ki, Metal Yapı’yı kurtarmak için okulu yağmaladığı söyleniyor. Bu arada okulun mevcut öğrenci kapasitesinin ancak %40 kadar öğrenci kaydı gerçekleşti. Ve söylenenlere göre bir banka, kredilerine karşılık okula el koydu. Ve öğretmenler maaşlarını alamadığı için, Aralık 2019’da derslere girmemeye başladı.

Oysa Doğa Koleji’nde öğretmen olmak, oldukça havalı bir işti. Ve bu öğretmenler, özel okullardaki öğretmenler, kendilerini artık emekçi, çalışan olarak görmez hâle gelmişlerdi. Hafta sonları AVM içlerinde okul tanıtımı için masalar açan bu öğretmenler, çalışma saatlerinin uzunluğuna, kölece çalışma koşullarına itiraz etmediler. Ama nihayetinde işin havası da kalmadı ve grev kapıya dayandı. İşte o zaman derslere girmemeye başladılar.

Oysa bu işçiler, bu emekçiler, bu öğretmenler eğer örgütlü olsalardı, eğer bir gerçek işçi sendikası denilebilecek sendikaları olsa idi, bu noktaya gelmeden, birleşik güçlerini harekete geçirebilir, haklarını savunabilirlerdi. Şimdi, Doğa Koleji’nin öğretmenlerine dayanışma için destek verenler acaba var mı? Peki daha önce Doğa Koleji öğretmenleri KESK eylemlerine katılırlar mıydı?

İşçi ve emekçi örgütsüz ise, yalnız demektir. Yalnız kuş, kolay avlanır.

İşçi ve emekçi, sendika mafyası tarafından kontrole alınmış ise, gerçek yaşamdan, gerçeklikten uzak demektir, köle olarak ayrıca kontrol edilmektedir demektir.

Şimdi, ülkenin her alanında, hatta dünyanın her yerinde eylemler, direnişler yükselmektedir. Ve bu direnişlerde bir şey eksik gibi görünmektedir.

İşçiler tek tek eylemler yapmaktadırlar. Tek tek greve çıkmaktadırlar. Oysa genel grev ve genel direniş, bu tek tek, bıçak kemiğe dayandığında gelişen direnişten farklıdır.

Bunun, genel grevin planlanması gereklidir.

Peki bu mümkün müdür?

Biz Kaldıraç hareketi olarak, Birleşik İşçi Kurultayı bileşenleri olarak, bu genel grev ihtiyacının derinden gelen bir istek olduğunu hissediyoruz. Bu genel grev ve genel direnişin, önemli bir adım atmamızı sağlayacağını biliyoruz. Biliyoruz ki, genel grevi örgütleyebilirsek, eğer başarabilirsek, hepimizin ağzında olan “krizin faturasını ödemeyeceğiz” sözünün gerçek olmasının mümkün olabileceğini biliyoruz.

İşin zor olduğunu bildiğimizden, işin büyük emek gerektirdiğini bildiğimizden, işçi sınıfını bu eyleme çağırıyoruz.

Peki nasıl başarabiliriz?

Açıktır ki, birçok sendika, sendika mafyasının denetimindeki birçok sendika bize cepheden karşı çıkacaktır. Zaten onları devlet ile aynı kefeye, patronlarla aynı kefeye koyuyoruz. Bunu yapmazlarsa şaşarız. Elbette öyle davranacaklar.

Birçok solcu arkadaşımız, birçok devrimci, bize hayal gördüğümüzü söylemektedir. Olsa iyi olur ama mümkün değil, demektedirler. Onlara da hak vermemek mümkün değil. İşin zorluğunu görüyorlar. Peki işin zorluğunu görüp, geri çekilmek mi lazım? Buna katılmıyoruz.

Genel grev bir ihtiyaçtır.

Tek tek işçi eylemlerini bastırmaktadırlar. Polis, medya dahil tüm devlet güçleri, en küçük bir eylemin karşısına tüm güçleri ile dikilmektedir. Ve bu eylemleri önleyemiyorlarsa, bu kez medya yolu ile karanlığa mahkûm ediyorlar.

Oysa genel grev silâhı, tam da bu zamanlarda işe yarayacak bir silâhtır.

Tüm işçiler, tüm çalışanlar, artan sömürüye, açlığa, işsizliğe, zamlara, aşağılanmaya, hayatımızın bankalarca rehin alınmasına, baskı ve şiddete karşı, savaş rant ve yağma ekonomisine karşı ortak mücadeleye girmişlerdir. Bu açıktır. Sen bir işçi olarak bunun ne kadar farkındasındır, ne zaman farkında olursun, bu ayrı bir konu, ama bugün, tüm işçi ve emekçiler, büyük bir yaşam mücadelesi içindedirler. İşte bu nedenle, ortak sorunlar için, tüm toplumun ortak sorunları için, genel grev gereklidir.

Nasıl mı örgütlenecek?

Evet işin en önemli yani burasıdır. Lafla peynir gemisi yürümez.

Örgütlenerek, bugünden başlayıp, çevremizi, tüm işçileri, sendikaları, sendikasız işçileri, herkesi bu genel grev için gün ve zaman belirlemek üzere örgütlemeliyiz.

Derler ki, bir kere yola çıktın mı, gerisi kolay gelir. İşte şimdi bu yola çıkmanın zamanıdır. Biz, sendika mafyası kontrolündeki sendikalara genel grev dediğimizde onların bunu yapmayacaklarını biliyoruz. Ama o sendika mafyası, işçilerle karşı karşıyadır. Şef, Türk-İş Başkanı, Bakan’a yakınırken açık mikrofona yakalanmıştır. Demek o da çok zor durumdadır. İşçilerin artık yalana karınları tok.

İşte biz bu işçileri örgütleyeceğiz.

Sade ve basit, bir gün belirlenmek üzere, bugünden, o gün için grevi örgütleyeceğiz. Bir tek yürek olarak aynı anda. Bunu birbirimizle konuşacağız, fabrikalarda konuşacağız, sokakta konuşacağız, hissetmeye çalışacağız.

Elbette bu bir günlük iş değildir.

Bugün anlattığımızda bize hayır diyen bir işçi kardeşimiz, bir ay sonra, kendi fabrikasında öyle sorunlarla karşılaşınca, yalnızlıkla başa çıkmak için, o da dinlemeye, anlatmaya başlayacaktır.

Bugün en önemli mesele bu bir günü bugünden belirlemek değil. Bugün önemli olan, bu işe genel grev örgütlenmesine duyulan ihtiyacı doğru hissetmektir. Elbette herkes bu düşünce ile baş başa kalacak ve düşünecektir. Ama bu ihtiyacı hissedenin, ille de bir merkeze koşması gerekmez, herkes kendi çevresinde bunu tartışmalıdır.

Bu ülkede de hâlâ duyarlı sendikalar ve duyarlı sendikacılar var. Biz kendi adımıza bu işin olabilirliğini hissediyoruz, ihtiyacı görüyoruz.

Eğer gerçekten krizin faturasını ödemek istemiyorsak, eğer gerçekten açlıktan gebermek istemiyorsak, eğer gerçekten borç batağında debelenmek istemiyorsak, eğer gerçekten bu aşağılanmaya dur demek istiyorsak, hep birlikte hareket edebilmeyi başarabilmeliyiz.

Basit ve sadedir. Şalterler inecek ve grev başlamış olacak.

Buna imkânsız diye bakan dostlarımıza sesleniyoruz, diyoruz ki, gelin bu “imkânsız” işe girişelim.

Hayatı üreten işçi ve emekçilerdir. Nihayetinde onların gücünün kaynağı da budur. Ve komik asgarî ücretlere, işsizliğe, komik maaş artışlarına dur demek istiyorsak, eninde sonunda bu genel grevi örgütlemek zorundayız. Masada, kıdem tazminatları vardır. İşsizlik fonu yağmalanmıştır bile. Sıra tazminatlara gelmiştir. Aklımızın bir köşesinde genel grev olmak zorundadır.

Elbette biz, yarın ya da bir ay sonra bunu yapabiliriz demiyoruz. Dünyanın birçok ülkesinde işçiler genel grev ile haklarını açık ve net olarak savunmaktadırlar. Bu bilinmez bir şey değildir.

Elbette tüm sendikalar bunun için ortak karar alabilir. Ama bunu beklemek, daha az imkânsız bir şeyi beklemek gibidir. Oysa her işçi, her öğretmen, her emekçi, her öğrenci bunu kendi çevresine anlatabilir.

Bir işçinin, bir emekçinin kendi haklarını savunması kadar meşru bir hak yoktur olamaz. Bir kadının yaşayabilme isteği, bir çocuğun istismar edilmekten kurtulma isteği, bir hekimin hekimlik yapabilme isteği, bir gazetecinin gazetecilik yapma isteği, bir işçinin haklarını alabilme isteği, bir emekçinin işyerinden eve ölmeden gelebilme isteği, bir insanın aç kalmama isteği, bir çalışanın emeğinin karşılığını alma isteği, bir insanın çevresini, ormanını, suyunu koruma isteği kadar doğal bir hak olamaz. Rant, yağma ve savaş ekonomisinin faturasını ödemek bir zorunluluk, bir alınyazısı değildir.

İşçi sınıfının, emekçilerin, halkın birleşik gücü, kendini en net olarak bu genel grev ile ortaya koyabilir.

Biz inanıyoruz ve biliyoruz ki, işçi sınıfının, emekçilerin bu gücü vardır.

“15 kişi”, “Dev kızıl bayraklar”, “Ya sosyalizm ya ölüm”

25 Kasım 2019’da, “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü”nde, İstanbul’da bir eylem gerçekleştirildi. Eylem, bir gün öncesinde, kaymakamlıkça yasaklandı ve 25 Kasım Platformu’nun görüşmeleri sonucunda, yasak “kaldırıldı”. Kaldırıldı’yı bilerek tırnak içine alıyorum, çünkü, aslında eylemdeki polis müdahalesi, yasağın pek de kalkmadığını gösteriyor. Eyleme katılanlar, her yıl Tünel’den Galatasaray meydanına kadar yürürler. Ama Galatasaray meydanı konusunda, devletin bir “hassasiyeti” oluşmuş durumdadır. Bunu elbette “anlayışla” karşılamak mümkün değil. Bu nedenle, polis barikatı, Galatasaray meydanına gelmeden kuruldu. Eylem platformu, şu ana sloganları belirledi: “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz”, “Kadın şiddetini acil önle”, “İstanbul Sözleşmesi ve 6284 uygulanmadığı için kadınlar ölüyor.” Eylem, Galatasaray meydanına gelmeden, anlaşıldığı kadarı ile “eylem komitesinin” kararı ile bitirildi. Anlaşıldığı kadarı ile diyorum, çünkü, dağılmamakta direnen kadınlar vardı ve bir kişi “biz organize ettik, biz çağırdık, eylemi de bitiriyoruz” dedi. Bu nedenle bu açıklamanın kişisel açıklama olmadığını düşünüyoruz. Polisin saldırısı bundan sonra başladı ve saldırıya karşı direniş de. Devlet, polis, birçok eyleme dağılma sırasında saldırır. Saldırıya karşı duran kadınların duyulan sloganlarından biri “isyan, devrim, özgürlük” idi. Ve bu eyleme, Kaldıraç’çılar, ellerinde kızıl bayrakları ve “ya sosyalizm ya ölüm” dövizleri ile katıldılar.

Bu eylem sonrasında, sosyal medyada başlayan ilginç bir tartışma süreci var. Tartışma, “Kaldıraç’ın eyleme; a- kızıl bayraklarla, b- ya sosyalizm ya ölüm sloganını içeren dövizlerle katılması” üzerinden yürüdü.

Ama elbette burada durmadı.

Doğrusu biz bu tartışmayı, önceleri şaşkınlıkla izledik. Çünkü söylenenler anlamak ve anlatmak konusunda oldukça yavan şeylerdi. Mesela “ya sosyalizm ya ölüm” sloganından yola çıkıp da, “ölüm” üzerine vurgu yapanlara ne diyebiliriz ki, üstelik bir tweet ile, bir kuş sesi ile. Yapabileceğimiz bir tek açıklama olabilirdi; bu eyleme çağrı için dağıttığımız bildiri metnini paylaşmak. Bunu da yaptık. Birçok dostumuz bizi açıklama yapmaya çağırdılar. Çünkü onlara göre bize dönük bu saldırılar, haksızdı. Ardından tartışmalar daha da büyümeye başladı. Bir bölümü, açıkça, hem hareketimize, hem de devrimci harekete haksızlık içeren, saldırgan bir tutumun ifadesi olan, eleştiri ile alâkası olmayan bu sosyal medya atışmalarına tek tek yanıt vermemiz mümkün değil. Hele hele, bunu sosyal medya üzerinden, twitter’dan yapmamız hiç mümkün değil. Bu konuda Sibel Hoca’nın tüm hassasiyetini paylaşıyorum.

Ardından, konu ile ilgili bazı yazılar, makaleler kaleme alındı. Bu makalelerin hepsini yakalayamamış olabilirim. Ama bulup da okuyabildiklerimi belirtmek isterim ki, yazacaklarımın nelere dayandığı anlaşılır olsun. İzleyebildiğim makaleler şunlar: Kaldıraç dergisinin 221. sayısında Nehir Akar’ın “Ya sosyalizm ya ölüm”, yine Kaldıraç 221. sayıda Sibel Özbudun’un “‘Kızıl’ı mor’a boyamak’ mı? Hayır, teşekkürler!”, Ebru Pektaş’ın (ilerihaber.org’da çıkan) “Devrimi bekleyecek zamanımız var mı?”, Tunca Özlen’in (Gazete Duvar) başlıksız bir yazısı (Gazete Duvar, bu yazıyı şöyle bir açıklama ile vermiş: “Forum kategorimiz çok çeşitli türde içeriğe açıktır. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.”), Semiha Şahin’in (ETHA15.com da) “Birbirimizden Öğrenmeye Ne Dersiniz”, Hülya Osmanağaoğlu’nun (sendika63.org’da) “Mor-Kızıl, 25 Kasım, 8 Mart vs…”

Elbette ki bu tartışmalarda, bir yönü “teorik-ideolojik” alana açılan tartışmalar var. Ama bir bölümü ise, açıkça hakaret ve saldırı içeriklidir.

Ben ise burada, hem Kaldıraç hareketi olarak bu eylemdeki yerimizi, amacımızı, sloganlarımızın ne anlama geldiğini, hem de ideolojik tutumumuzu ortaya koymaya çalışacağım. Belki bu yazı, neden sosyal medya tartışmalarının içine girerek yanıt vermediğimizin de anlaşılmasına olanak verir. Bu durum, yani tek tek saldırı ve hakaretlere yanıt vermememiz, saldırgan ve hakaretvari tutumları “anlayışla” karşıladığımız anlamına gelmesin. Linç kültürü, bizim gibi tarihi katliamlarla dolu bir ülkede, devletle açık bir mücadeleye girmemiş, tarihle yüzleşmemiş birçok insanın heybesinde, açığa çıkmak için bekler pozisyonda, tetikte durmaktadır. Ve elbette biz bu linç kültürüne, değil bize karşı, kime karşı yapılırsa yapılsın, karşı duracağız.

1- 25 Kasım eylemine neden gittik? Yani, Kaldıraç hareketi olarak neden katıldık? Öyle ya, bundan böyle, mesela Hülya Osmanağaoğlu’na soracak olursak, herkes kendi eylemine gidecek, herkes kendi örgütlediği eyleme katılacak, hatta biraz da selâmı sabahı kesmemiz de gerekli.

Sibel Özbudun’un Kaldıraç 221. sayıdaki “‘Kızıl’ı mor’a boyamak’ mı? Hayır, teşekkürler!” başlıklı yazısı, Hülya Osmanağaoğlu’da, tartışmalara derli toplu bir cevap vermek gerektiği duygusunu yaratmış. “… Sibel Özbudun’un mevzu hakkındaki yazısı, tartışmalara becerebildiğimce derli toplu bir cevap vermek gerektiği duygusu yarattı.” Böyle diyor Hülya Osmanağaoğlu. Ama doğrusu, tartışmalara “toplu bir cevap” yerinde olmasa gerek. Çünkü, yazar, sadece Sibel Özbudun’a “cevap” veriyor ve doğrusu “toplu” olan bölümü, Kaldıraç’a saldırılarda görülüyor. Belki de Hülya Osmanağaoğlu, sosyal medyadaki Kaldıraç’a karşı hakaret ve saldırıları “teorik temellere” oturtuyordur.

Hülya Osmanağaoğlu, “toplu cevap” yazısının topunu Kaldıraç’a çevirmiş durumdadır. Ne diyelim, hoşgeldiniz!

“Sonuçta biz bütün bu analizleri, tartışmaları niye yapıyoruz?” diye soruyor Hülya Osmanağaoğlu. Hakikaten niye? Sibel Özbudun’un yazısına “toplu bir cevap vermek için” değil mi? Değil galiba. Dinleyelim: “On beş kişi ellerinde dev kızıl bayraklar ve ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ yazan dövizle 25 Kasım kadın eylemine geldikleri için.” İşte bunun için bu tartışmalar oluyormuş.

Dahası var, Hülya Osmanağaoğlu “toplu” cevabın topunun namlusuna Kaldıraç’ı koymuş bir kere: “Peki, 25 Kasım’da kocaman kızıl bayraklarla alana gelen sosyalist arkadaşlar sosyalist hareketin tarihi açısından öneme sahip bu lafı hangi bağlamda kullandılar acaba? Şu öngördükleri ‘Anadolu Devrimi’nin şafağında olduklarına karar verdiler de bizi de o devrimlerine katılmaya mı çağırıyorlar mesela? Hani diyelim ki 25 Kasım sadece kadınlara yönelik devlet şiddeti ile ilintili bir gün olsun yine de ‘ya sosyalizm ya ölüm’ demekte bir politik bağlam sorunu yok mu? Mesela 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne de arkadaşlar bu dövizle gidiyorlar mı? Sibel de mesela, ‘insan hakları’ kavramı burjuva demokrasisine ilişkin bir kavramdır onun için sosyalistler 10 Aralık’ta ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ diyerek işkencenin vd. ancak sosyalizmde son bulacağını söyleme hakkına sahiptirler, der mi?”

Dedim ya, Hülya Osmanağaoğlu, topun ucuna Kaldıraç’ı yerleştirmiş. Yine de bize arkadaşlar diye seslenmesinden sevinç duyarız, sosyal medyada onunla aynı dili kullananlardan bir dirhem olsun daha az alayla karışıktır. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu “insan hakları günü” örneği ile Sibel için zor bir soru oluşturduğunu sanıyor olmalı.

Hülya Osmanağaoğlu şöyle devam ediyor: “Tüm bu soruların aslında basit bir cevabı var; o döviz 25 Kasım bağlamıyla açılmadı, tıpkı o dev kızıl bayrakların da devlet şiddetine karşı sosyalistlerin kendini ifade etmesi için açılmadığı gibi. Kızıl bayrakların da ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ dövizinin de orada önümüzde dikilen polis barikatlarında cisimleşen devlet şiddetine bir sözü yok aslında. Arkadaşlar maalesef 25 Kasım’da devlete değil feministlerin şahsında orada mor renkle ve gökkuşağı renkleriyle erkek şiddetine -hetero patriyarkanın şiddetine ve devlet şiddetine karşı direnen kadınlara karşı konuşmak için oraya gelmişlerdi. Ki bizim eleştirimiz de buna. Orada yıllar içinde inşa edilen bir kadın dayanışmasına karşı konuşulmasına yönelik bir eleştiri söz konusu.”

Dahası da var.

“İşte 25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor. Bunu isteyen istediği kadar sosyalizme tepki, kızıl bayrağa tepki diye çarpıtsın oradaki binlerce kadın ve 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar bu haklı eleştiriyi sahipleniyor. Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil. Hayatlarımızı savunuyoruz ve eğer ‘ölüm’ kavramıyla bir ikilem içinde kendimizi ifade etmemiz gerekirse bu ancak ‘Ya 6284 ya ölüm’ veya ‘Ya İstanbul sözleşmesi ya ölüm’ gibi bir şey olabilir.”

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Şimdi, bizim sorumuza dönelim. Biz bu eyleme niye katıldık; katıldık hadi, neden kızıl bayraklarla katıldık; katıldık hadi, neden o bayraklar dev gibi idi; hadi dev gibi idi, neden bir grup görüntüsü vermek için 15 kişi bir arada durduk; hadi durduk, o döviz de ne, “ya sosyalizm ya ölüm” de ne, bunun yeri mi yani?

Katıldık, çünkü biz devrimci sosyalist bir siyasal hareketiz. Kadına karşı şiddet, sınıflı toplumların tarihinin içinden gelir. Biz, tüm sınıflı toplumlara son verecek, sınıfların varlığına son verecek bir yeni dünya, sosyalist bir dünya için mücadele ediyoruz. Sınıfların varlığının sonucu olan devlet, insanın insan tarafından sömürülmesi ve bundan doğan, bununla birleşen tüm aşağılama, ayrımcılık, tüm yağma kültürü vb.nin kaynağıdır. Sadece kadına şiddetin kaynağı değil, mesela “insan hakları” sorunlarının da, doğanın yağmalanması sorunun da kaynağıdır. Bunu en rahat, en açık bizim ülkemizde görebilmek mümkündür. Kadına karşı şiddet denildiğinde devletin ne ölçüde ve ne kadar açık devrede olduğunu görmek mümkündür. Bunu mesela Finlandiya’da bu ölçüde gün ortasında, açık biçimde görmek o kadar yaygın değildir. Burjuva ideolojisi, erkek egemen bir ideolojidir. Tüm sınıflı toplumların egemenlerinin ideolojisi de böyledir. Bir toplumda egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve bu sadece egemen sınıfların üyelerinin kabullendiği, içine sindirdiği, kendini onunla şekillendirdiği şey değildir. Aynı zamanda egemen ideoloji, ezilen sınıfların üyelerini de sarar. Haksızlığa karşı isyan eğilimi bu nedenle zayıftır. Milliyetçilik bu nedenle egemen sınıf arasında olduğundan çok, işçi ve emekçiler arasında yaygındır. Bu, kadın sorunu ve kadına şiddet meselesi için de böyledir. Burjuva evlerinden daha çok, işçi evlerinde dayak olur. Ama bunlar, işin sınıfsal özünü, tarihsel boyutunu ortadan kaldırmaz.

Biz Kaldıraç’çı kadınlar olarak, bu nedenle, “kadına şiddet politiktir” diyoruz. Biz bu nedenle diyoruz ki, militarizm, milliyetçilik gibi burjuva ideolojisinin yansımaları, kadına karşı ayrımcı politikaların da kardeşidir. Bu nedenle, oğlunu savaşa “vatan” için gönderdiğini sanan anaların, “buyurun şehadet şerbetini bir de siz için efendiler” demelerini anlayabiliyoruz.

Birileri bizim bu açıklamalarımızı kabul etmeyebilir. Bu bir tartışma konusu da olabilir. Ama bu, bir tartışma olmalıdır, had bildirme değil.

Had bildirme, egemenlik, hakimiyet ilişkileri ve onların beraberinde taşıdığı şiddet ile bağlıdır ve burjuva devlet de dahil, devletlere aittir.

Hülya Osmanağaoğlu’nun bu had bildirme cümlelerinin sosyal medyadaki izlerini saymayacağız. Ama, kendisinin de izni olursa, söyledikleri üzerinde detaylı durmak istiyorum.

a- Kendisi söylüyor, Sibel Özbudun’un yazısı, kendisinde bir toplu cevap verme duygusu uyandırmış olabilir. Ama yazısının çoğu ve ağırlığı, Kaldıraç’a saldırıdır. Eleştiri sınırlarının içinde bile değildir. Oysa ilk izlenim olarak, “toplu cevap verme duygusu”, sanki daha derinlikli bir tartışma amacını ifade ediyordu. Öyle idiyse, demek ki yazı kontrolünden çıkmış. Sosyal medyadaki linç kampanyasının temelini oluşturma hamlesine dönüşmüş.

b- “Peki, 25 Kasım’da kocaman kızıl bayraklarla alana gelen sosyalist arkadaşlar sosyalist hareketin tarihi açısından öneme sahip bu lafı hangi bağlamda kullandılar acaba? Şu öngördükleri ‘Anadolu Devrimi’nin şafağında olduklarına karar verdiler de bizi de o devrimlerine katılmaya mı çağırıyorlar mesela?”

– Tekrar olsun, hangi amaçla söylemiş olursanız olun, “arkadaşlar” sözcüğünü sevgi ile karşılıyoruz. Çünkü o alanda ya da başka alanda, toplumsal mücadelenin herhangi bir alanında (her alandaki toplumsal mücadele kadını ilgilendirir) bir arada olmayı tercih ederiz.

– “Kocaman kızıl bayraklar”, “dev kızıl bayraklar” ile alana gelmemiz size neden rahatsız eder? Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Merak etmeyin, sizin bizim oraya niye geldiğinizi zaten “çözmüş” olduğunuzu atlamayacağım. Ama bu sorunun yeridir, kızıl bayrakların kocaman ve dev olması yerine, mesela büyüklükleri ne kadar olursa sizi rahatsız etmez? Bir eylemde taşınan bayraklar, tıpkı “mor bayraklar” gibi, benzer boyutlara sahip olabilirler. Eylemlere katılmayan birisi okusa, sanacak ki, biz, o alana gökdelen boyunda kızıl bayraklarla geldik ve o güçlü ellerimizle o bayrakları birilerinin gözüne gözüne soktuk. Bu doğru değil. Abartılıdır.

Açık olmak gerekirse, siz bizim o alana gelmemizden rahatsızsınız. Size göre biz o alana gelenler, size tabi olmak zorundayız. Kendimizi ifade etmemeliyiz, hele hele kendimizi ifade edeceksek dahi bunun içinde kızıl olmamalıdır. Biz, acaba, bu kültürü, 12 Eylül’den bu yana mı edinir olduk?

– Biz “ya sosyalizm ya ölüm” sloganını (laf değil slogan demek daha yerinde olur), hangi anlamda kullandık acaba? Kendi anlamında. Bu sloganın içeriği üzerinde daha sonra duracağım. Ama Hülya Osmanağaoğlu sosyal medyadaki “ ‘ölüm’ bu eylemde olur mu” tarzında tweetlere gönderme yapmıyorsa, bu sloganın ne demek olduğu bilinir. Başka bir anlamda da kullanılmaz. Kapitalist sistemin bize artık tek sunduğu şeydir “ölüm” ve sosyalizm mücadelesinde ısrar etmezsek, tüm yollar oraya çıkmaktadır.

– Sizi “şu öngördüğümüz” Anadolu Devrimi’nin şafağında, bu devrime katılmaya mı çağırıyoruz mesela?

Sizi de, evet tüm kadınları, ama sizi de “şu öngördüğümüz” Anadolu Devrimi’ne çağırıyoruz. Üstelik sadece orada değil, her yerde. Siz, bizim “şu öngördüğümüz Anadolu Devrimi”ne katılmama hakkına sahipsiniz, hatta karşısına geçip bizzat savaşma hakkına da sahipsiniz. Ama biz de, siz dahil, herkesi bu devrime katılmaya çağırma hakkına sahibiz. Aslında siz bu soruyu da “dikkat çekmek” için soruyorsunuz, yoksa biraz ileride siz, bizim oraya neden katıldığımızı çözdüğünüzü, bizzat siz, yazıyorsunuz.

Yoksa siz, “şu bizim öngördüğümüz Anadolu Devrimi’ne” katılmayı, hatta buyurun en önünde yürümeyi, kadın hareketine karşı bir tehdit olarak mı sunmak istiyorsunuz?

c- “Hani diyelim ki 25 Kasım sadece kadınlara yönelik devlet şiddeti ile ilintili bir gün olsun yine de ‘ya sosyalizm ya ölüm’ demekte bir politik bağlam sorunu yok mu? Mesela 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne de arkadaşlar bu dövizle gidiyorlar mı? Sibel de mesela, ‘insan hakları’ kavramı burjuva demokrasisine ilişkin bir kavramdır onun için sosyalistler 10 Aralık’ta ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ diyerek işkencenin vd. ancak sosyalizmde son bulacağını söyleme hakkına sahiptirler, der mi?”

– Politik bağlam sorunu. Bu yerinde bir sorudur. Hülya Osmanağaoğlu bize, “arkadaşlar bakın doğru anlaşılmıyor” demiyor. Ama öyle diyen arkadaşlar da var. Bize, bu sloganın orada açılması uygun düşmedi diyenler var. “Ya sosyalizm ya ölüm” sloganı üzerinde daha ilerde duracağız. Daha ileride, bize göre önemli bir tartışma konusu olan “ertelemecilik” üzerine de duracağız.

Şimdilik sadece politik bağlam sorunu üzerinde duralım.

Bir politik bağlam sorunu yok. Eğer bizim oradaki varlığımızın “size karşı” olmak gibi bir amaç taşıyamayacağını anlayabiliyor olsaydınız, bu politik bağlam sorunu çözülmüş olurdu. Bize göre o eylemdeki hiçbir kişi, bir başkasına karşı orada değildi. Sorun açık, kadına şiddet. Bu konuda diyeceği olanların sadece bir bölümü o alana gelmiştir. 3 bin kişi idiysek, eminiz ki, her birimizin bu konuda söyleyecek sözümüz olduğu için oradaydı. Ve elbette, her birimizin söyleyeceklerinin hem ortak noktası, hem de farklı yönleri var olur. Mesela biz, 6284 uygulansa kadına şiddet durur, diye düşünmüyoruz. Biz sorunun daha derinde olduğu fikrindeyiz.

Ülkemizde, adeta bir katliam gibi, kadın cinayetleri gerçekleşiyor. Adeta bir katliam gibi iş cinayetleri yaşanıyor. Kadınların giydiği elbiselere bakmayı iş edinmiş bir Cumhurbaşkanı var. Otobüslerde kadınlar tacize uğruyor ve bunun açıklaması olarak TV kanallarında çıkarılan koca koca adamlar “tahrik edici giyinmemek” lazım uyarılarında bulunuyor. Her ilçede çocuk tacizleri yaşanıyor. Hakimler, “etek boyu” ölçüyor, kadın ya da erkek hakimler “ben niye tacize uğramıyorum” diye saldırıya uğrayan kadına sorabiliyor.

Ve şimdi siz bize, eğer İstanbul Sözleşmesi uygulansa, eğer 6284 uygulansa, ölümler olmaz, mı diyorsunuz? Varsayalım ki siz ölümün karşısına bunu ya da ‘gibi’ şeyleri koymuş olun, ama müsaade edin de biz de bunun karşısına sosyalizmi koyalım, “ya 6284 ya ölüm gibi” demek “bağlam” sorununu kaldırıyor da, “ya sosyalizm ya ölüm” demek neden bir bağlam sorunu oluşturuyor? Madem “gibi” şeylerle birlikte “ölüm” olabiliyor, biz de bunu “sosyalizm” ile ilgili yapıyoruz.

“Ya sosyalizm ya ölüm” sloganı, ölümün kadınlar için bu kadar “normalleştiği”, bu kadar “sıradanlaştığı” bir ortamda sosyalizm ve devrim alternatifinin yakıcı olduğunu göstermek içindir. Şu bizim öngördüğümüz Anadolu Devrimi’nin, aynı zamanda bir “kadın devrimi” olacağının (ki her sosyalist devrim, özü gereği bir “kadın devrimi”dir, Rojava devrimine bir de bu gözle bakın lütfen) ifadesidir.

– Peki ya, o güzel örneklemenizde olduğu gibi, yarın insan hakları gününde, bu pankartla oraya gider miyiz sorusuna gelelim. Eğer, insan hakları günü, kitlelerin açık bir direnişini ifade etmeye başlarsa, oraya da bu dövizle gideriz. Sizi de davet etmekten çekinmeyiz. Güzel ellerinizi “ya sosyalizm ya ölüm” dövizleri ile “kirletmenizi” istemeyiz elbette, kendi istediğiniz sloganınızı yazdığınız dövizlerinizi de alın gelin, deriz.

İnsan hakları konusunda, Sibel’in ne diyeceğini siz biliyor olmalısınız. Ama biz, İnsan Hakları Günü’ne ihtiyaç duyulan bir dünyanın, insan haklarının ayaklar altında çiğnendiği bir kapitalist dünya olduğundan eminiz. Burjuvazi, tarih boyunca gelişen sınıf savaşımlarından öğrenir ve kendi egemenliğini ayakta tutmak için, birçok manevra geliştirir. Dünya çapında yükselen devrim ve sosyalizm mücadelesi, toplumsal mücadele, sömürgeciliğe, ırkçılığa, cinsel ayrımcılığa karşı mücadeleler olmamış olsaydı, burjuvaların “insan hakları günü” de, emin olun olmayacaktı. Yani, sevgili Hülya Osmanağaoğlu, bu insan hakları günü örneğiniz, politik bağlam açısından hiç de yerinde değil. Belki de bu nedenle, bizim “ya sosyalizm ya ölüm” sloganımızın, kadın cinayetlerinin devlet teşviki ile tavan yaptığı bir ortamda, kadına karşı şiddeti protesto etmek için düzenlenen bir eylemde döviz olarak var olmasını politik bağlam sorunu olarak ele alıyorsunuz.

d- Hâlâ, biz bu eylemde neden varız, neden elimizde kızıl bayraklarımız ve “ya sosyalizm ya ölüm” yazılı dövizimiz var sorusundayız.

“İşte 25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor. Bunu isteyen istediği kadar sosyalizme tepki, kızıl bayrağa tepki diye çarpıtsın oradaki binlerce kadın ve 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar bu haklı eleştiriyi sahipleniyor. Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil. Hayatlarımızı savunuyoruz ve eğer ‘ölüm’ kavramıyla bir ikilem içinde kendimizi ifade etmemiz gerekirse bu ancak ‘Ya 6284 ya ölüm’ veya ‘Ya İstanbul sözleşmesi ya ölüm’ gibi bir şey olabilir.

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Şimdi, bu alıntı üzerinde durarak, bizim oradaki amacımız üzerinde netliğe ulaşabiliriz.

– Hülya Osmanağaoğlu diyor ki, biz Kaldıraç’çılar, dev kızıl bayraklarla ve o dövizle, o alana, aslında devlete karşı mücadele için gelmedik, aslında biz o alana kadına karşı şiddet meselesinde bir ses olmak için, katkı vermek için gelmedik. Peki niye gelmişiz? “Feministlere/kadın hareketine” karşı eylem yapmaya…

Yani ona göre, oradaki diğer kadınlar ve biz Kaldıraç’çılar, iki ayrı kutubuz ve muhtemelen de polis, “güvenlik” sağlamak için orada olmalı.

Bunları Hülya Osmanağaoğlu’na ne söyletiyor bilmiyoruz. Ama inanması için bir kere daha söyleyelim, biz oraya, 25 Kasım için geldik. Biz oraya, kadın cinayetlerine karşı geldik. Bunun için başka yerlerde, başka zamanlarda, başka insanlar ve gruplarla başka eylemler de örgütledik.

Bu soruya, Hülya Osmanağaoğlu gibi cevap verebilmek, sanki bizim niyetimizi bizden iyi biliyormuş gibi yapmak, eyleme devrimcilerin katılmasını önlemek isteyen sendika mafyasının, CHP’li yöneticilerin, güvenlik güçlerinin davranışlarını onaylamak demektir. Bu, yeni bir durum değil. Nerede bir toplumsal eylem varsa, devletin, ona yardımcı olacak basının vb. işi, bu eylemlere devrimcilerin katılmasını önlemek olmaktadır. Soma’ya devrimcilerin girmesini önlemek, Torunlar İnşaat’a devrimcilerin dahil olmasını önlemek, 1 Mayıs’ları devrimciler olmadan yapmak vb. 12 Eylül kültürüdür bu. Bize uzunca bir zamandır bu dayatılmaktadır.

Şimdi biz yemin etsek, biz bu eyleme, feministlere karşı katılmadık desek, Hülya Osmanağaoğlu’nu ikna edebilir miyiz? Hele onun bir adım ilerisinde sosyal medyadan küfürler dizenleri sakinleştirebilir miyiz? Mümkün değil.

Osmanağaoğlu, bir satır olsun polisin saldırısından söz etmemiş. Ama bizim, kızıl bayraklarımızı ve “ya sosyalizm ya ölüm” dövizimizi hiç rahat bırakmamış. Acaba, biz mi, yoksa kızıl bayraklar mı, yoksa “ya sosyalizm ya ölüm” dövizi mi, yoksa hepsi birden mi onu korkutmuş, kızdırmış?

– Eylemde kızıl bayraklı 15 kişi, bir arada durarak grup görüntüsü vererek, feministlere/kadın hareketine karşı olduklarını beyan etmiş oldular. Pes doğrusu! Eğer biz eylemde, 15 kişi, ellerimizdeki kızıl bayraklarla, ayrı ayrı yerlerde dursak, eylem alanındaki kitlenin içinde dağılmış olsak, bu kez de, o “dev” kızıl bayraklarla, “tüm eylem bizim” demek için “görüntü” vermekle suçlanırdık. Yani, Hülya Osmanağaoğlu, siz bizim her türlü varlığımızdan rahatsızsınız. Oysa polisten rahatsız olmanız gerekirdi. Peki bizden neden bu kadar rahatsızsınız? Kızıl bayraklar yüzünden mi? Bırakın kızıl bayraklar, mor bayrakların yanında dalgalansın, ne olur? “Ya sosyalizm ya ölüm” sloganının yazılı olduğu dövizlerden mi? Niye ki, zaten bağlamı dışında ise, ne etkisi olabilir ki?

Bizim orada, o eyleme katılanlara karşı olduğumuz açıklaması, iftiradır.

– ‘Bizi kurtarıp kurtarmayacağına emin olmadığımız sosyalizmi beklemek’ vurgusunu da aşağıda, ertelemecilik konusunda ele alacağız. Biz bu tartışmayı, ideolojik olarak önemli buluyoruz.

“Ya İstanbul Sözleşmesi ya ölüm” demiş olsa birileri, bu gerçekte, kadın cinayetlerinin politik olduğu vurgusunu reddetmiş olmaları anlamına gelir. Aynı şey, “ya 6284 ya ölüm” olduğunda da geçerlidir. Kadın cinayetlerinin nedeni, yasaların var olmaması ya da yasaların eksik uygulanıyor olması değildir. Bu, işin siyasal ve sistemle ilgili yönünü görmemek olur. Hülya Osmanağaoğlu’nun bu vurgusunu, “ya sosyalizm ya ölüm” sloganına karşı bir şey daha söyleme çabası olarak görüyorum. Yoksa, sanırım, o da bu cinayetlerin sistemle bağlı bir iş olduğunun bilincindedir. Kadın cinayetlerini önleyecek şey, iyi bir yasa, iyi bir hakim vb. değildir. Tabii ki bunların da pozitif etkisi olabilir. Ama meselenin daha derinde olduğunu kavramak mümkün olsa gerek. Bu bir sistem sorunudur, bu bir insanca yaşama meselesidir, bu özel mülkiyet ilişkilerinin parçalanması meselesidir, bu devlet denilen mekanizmanın yeryüzünden tamamen silinmesine kadar sürecek bir mücadeledir.

– Hülya Osmanağaoğlu, ‘son olarak’ diye başlayan bir açıklama ekliyor. Sibel Özbudun’un, protestolar kimsenin tekelinde değil diye açıkladığı tutumuna karşı bir açıklamadır bu. Yukarıdaki italikli bölümün sonundadır.

Sibel Özbudun şöyle diyordu:

“Oysa protestolar hiç kimsenin tekelinde olmayan ‘kamusal alanlar’da gerçekleştirilebilir. Belirli bir konuyu sorun edinen herkes insanları gösteriye çağırabilir; ancak çağrı konuyu sorun edinen herkesedir. Protesto gösterisi ‘özel mülkiyet’ olarak değerlendirilebilecek bir alanda (örneğin çağrıcının evinin bahçesinde!) gerçekleşmediği sürece, çağrıcı katılımcıların soruna hangi açıdan yaklaştıklarını, hangi talep ve gerekçelerle protestoya katıldıklarını, protesto boyunca nasıl davranmaları, hangi sloganları atıp hangilerini atmamaları, hangi renklerde giyinmeleri… vb.ni dikte etme hakkına sahip değildir.

“Protesto edilen görüngüyle sorunu olan herkes, organizasyon komitesinin güvenlik önlemlerini ihlal etmemek koşuluyla gösteriye katılma, kendi gerekçelerini slogan ya da pankart ve dövizlerle ifade etme hakkına sahiptir. En fazla, görüşlerinizle bağdaşmadığını düşündüğünüz kişi yada grupların sizin kortejinize katılmamasını sağlayabilirsiniz. Aksi tutum, feministlerin hoşlanmadıklarını sıkça ifade ettikleri ve erkeklere mal etmekten hoşlandıkları ‘dayatmacılık’tır…”

İşte bu satırlara karşılık Hülya Osmanağaoğlu, şöyle yazıyor:

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

İşte durum budur: “İstedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Anlaşılan odur ki, Hülya Osmanağaoğlu, birilerinin gelip, kendi “emeklerine” el koyup, onlardan feminist hareketi alacaklarını düşünüyor. O kadar yazıya kendini kaptırmış ki, “istedikleri yere gitsinler yürüsünler” diyebiliyor. Şükür ki, henüz “cehenneme gidip yürüyün” demiyor. Az kaldı, onu da diyecek. Çünkü bu işin otoritesi odur ve “mal sahibi” olarak, “istedikleri yere gitsinler yürüsünler” diyebilmektedir. Elinden gelse, bizi dövecek, eylemlere almayacak. Hülya Osmanağaoğlu, Kaldıraç üzerinden, tüm devrimci harekete had bildirme işine soyunmuştur.

Biz feminist değiliz. Ama bizim dışımızda bir feminist hareketin varlığına tahammülümüz var. Dahası, devlete karşı mücadele eden her harekete olumlu bakarız. Ama kadın hareketinin; feministlerin, dahası, Hülya Osmanağaoğlu’nun malı-mülkü-çocuğu olduğunu hiç sanmıyoruz.

Diyelim ki, kendi kişisel emeğinizle büyüttüğünüz bir hareket söz konusu olsun ve onu bir parçanız, çocuğunuz gibi sahipleniyorsunuz. İyi ya, bırakın da kendi yolunda yürüsün, siz olmadan da ayakta dursun, “15 kişilik dev kızıl bayraklı gruplar”ın etkisine karşı sağlam olsun, her eyleminize başkaları da katılsın, hatta ne kadar örgütlü olurlarsa o kadar iyidir, değil mi?

Hatta feminist bir aktivist iseniz, sizin dışınızda, toplumsal mücadeleye katılmış başkalarının varlığına da olumlu bakmalısınız.

Feminist iseniz, sizden daha geniş bir “kadın hareketi” olduğunu da anlamış olmalısınız.

2- Ertelemecilik.

Tartışmalarda, bir de böylesi bir boyut var. Bunu önemsiyoruz ve üzerinde durmak istiyoruz. Biz devrimciler, kadının kurtuluşunu sosyalizmde, komünizmde görürüz. Bu nedenle, kadın mücadelesini küçümsemeyiz, asla ve asla. Tarih de bunu gösterir. Dünya devrimci hareketi tarihi, bu açıdan kadınların yazdığı mücadele örnekleri ile doludur. Daha yakına bakarsak, Kürt devrimci hareketi tarihinde de bunun sayısız örneklerini görebiliriz. Bugün, aşiret vb. kalıntıların daha etkili olduğu Kürdistan coğrafyasında kadınlar, dünyanın pek çok yerindeki kadınlardan çok daha özgürdür ve bu “niceliksel” bir metotla ölçülebilecek gibi değildir.

Elbette, biz, sosyalist mücadelenin, sosyalist ve devrimci olmanın, hatta devrimin bizzat kendisinin bile, tüm sorunları, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin kalıntılarını, boş inançları, toplumsal kuralları bir seferde süpürüp atacağını da söylemeyiz. Biliyoruz ki, bu, tüm yeryüzünde, sosyalizm başarıya ulaşana kadar, sınıflar ve onların kalıntıları ortadan kalkana kadar, insanoğlu sınıflı toplumdan çıkmış hâli ile değil, yenilenerek ve gerçek insanlık tarihini başlatacak hâle gelene kadar sürecektir.

Bu nedenle, biz, kendi saflarımızda da, erkek egemen ideolojinin, burjuva ideolojisinin her türlü yansımasının kalıntılarına karşı savaş açarız. İçinde yaşadığımız bu toplumda, katliamlar diz boyudur. Ermeni olmak, Rum olmak küfür olarak ele alınır. Devrimci olmak, tüm bunlardan, derine yer etmiş milliyetçi tutumlardan otomatikman kurtulmak demek değildir. Devrim mücadelesi, bu yola çıkmış her hareketin, her örgütlü yapının içinde de sürer. Yeni insan dediğimiz şey, aslında bizzat bu mücadele ile yaratılır.

Bize veya tüm devrimci harekete yönelik olarak dile getirilen eleştiri: Ertelemecilik, sanki bizim devrimi beklemeyi vaaz etmemiz gibi bir durumu varsayar. Oysa biz papaz değiliz, imam değiliz ve vaaz etmiyoruz. Tersine, bizzat o gün için, devrim için bizzat savaşıyoruz. Devrim için savaşmayana devrimci demek adetimiz de yok.

Diyelim ki, işçilere, devrimi bekleyin, sosyal haklarınız için, ekonomik ve demokratik haklarınız için mücadele etmeyin, sadece devrimi kalpten isteyin demiyoruz. Hiçbir devrimci böyle demiyor. Tersine işçilerin günlük mücadele içinde devrimi kavrayabileceğini, örgütleyebileceğini, onun önderi olabileceğini düşünüyoruz ve onlara da açık ve net bir tarzda bunu söylüyoruz.

Benzer biçimde, özgür ve bilimsel eğitim için mücadeleye, örgütlenmeye çağırdığımız öğrencilere de, devrime kadar nasılsa bir şey çözülmez, bekleyin, demiyoruz.

Devrimi savunmak, kadının kurtuluşunu sosyalizmde, sosyalist devrimden komünizme kadar giden süreçte görmek, onlara “sorunlarınızı erteleyin” demek değildir. Devrimden ve sosyalizmden söz edince, kadın cinayetlerine karşı çıkmamak gibi bir sonuç nasıl çıkarılabilir? Öyle olsa idi, biz o alanda da olmazdık. Ama doğrusu, kadın cinayetlerini, erkek egemen davranışları, insafa gelmiş devletin önleyeceğini hiçbir biçimde söylemeyiz, çünkü bu, gerçeği söylememek olur. Kadın cinayetleri, tecavüzler, saldırılar istisna değildir. Sistem, bunu zorunlu olarak, varoluşu gereği, mülkiyet ilişkileri içinde yeniden ve yeniden üretmektedir. Kadın cinayetleri politiktir derken, biz tam da bunu söylüyoruz.

Aynı şey işçi cinayetleri için de geçerlidir. İşçi cinayetlerini de sistemin kendisi, mülkiyet ilişkileri, maksimum kâr hedefi ile üretmektedir. Doğanın yağmasını da biz böyle ele alıyoruz.

25 Kasım’ın tarihi de bu açıdan ilgiye değerdir. Sibel Özbudun’dan aktaralım: “Bu günün BM tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesinin gerisinde yatan olay, Dominik’te diktatör Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin Trujillo’nun özel servis elemanları tarafından dövülerek öldürülmesidir. Dikkat; Mirabel kardeşler, kocaları, babaları ya da herhangi bir “erkek” tarafından değil, ABD uşağı Trujillo rejimi tarafından, diktatörlüğe karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri için katledilmişlerdi…”

Böylesi örgütlü mücadele içinde oldukları için öldürülen ne ilk, ne de son kadınlar olmayacakları da açıktır. Sizce bu tutum, devrimcilerin devrim ve sosyalizm mücadelesi, gerçekten de “ertelemeci” midir?

Hülya Osmanağaoğlu, Sibel’in bu satırlarına şöyle yanıt veriyor: “Kaldı ki Sibel, 25 Kasım’ın tarihini de eksik biliyor.” İlgi çekici bu sözlerin ardından şunları yazıyor Hülya Osmanağaoğlu: “Mirabel kardeşler sadece dövülerek öldürülmediler, tecavüze de uğradılar.” İşte size “eksik bilmek” denilen şey. Doğrusu ne demek istediğini anlayamadık. Mesela muhtemelen Mirabel kardeşler, elektrik işkencesi de görmüşlerdir ya da daha başkalarını. Evet tecavüze de uğradılar. Bu 25 Kasım’ın tarihini farklılaştırmış mı oldu? Yoksa eğer tecavüze uğramamış olsalardı, bu durumda 25 Kasım için bir şey yapmaya gerek mi kalmayacaktı?

İşkencede tecavüz, çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. Erkekler de kadınlar da tecavüze uğrarlar. O koşullar altında, devrimci, direnişçi, vücuduna yapılmakta olanlara, “normal” zamanlardaki gibi yaklaşmamayı başarmaya çalışır. 12 Eylül’de kafasına çivi çakılmış yoldaşlarımız oldu. Bu, onların vücuduna tecavüzdür. Cop sokma, 12 Eylül’ün en yaygın işkence biçimlerinden biri idi. Elektrik ve cinsel organa verilen elektrik, doğrusu, toplumsal kabuller açısından farklılık gösterir, yoksa fizikî açıdan büyük farklılıklar yaratmaz. Tüm bu işkenceler, boyun eğdirme, aşağılama, direnci kırmak içindir. Bu işkence psikolojik olduğunda ve hatta hiçbir fizikî yönü ortaya çıkmamış olduğunda bile bu amaca dönüktür. Ve yazık ki bu işkenceciler arasında kadın “görevliler” de vardır.

Bize göre devrimci Mirabel kardeşler, kadın haklarının da savunucularıdır. Onların farkı, kendi mücadelelerini, sadece kadın haklarını savunmakla sınırlandırmamış olmalarıdır. Burada da bir ertelemecilik görmek mümkün değildir.

Evet biz çözümü, emek eksenli bir mücadelede görürüz. Kapitalizme karşı mücadele, tüm sınıflı toplumlara karşı mücadeledir ve kapitalist sistemin, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin zirvesi, aynı anlama gelmek üzere de sonu olduğunu düşünürüz. Biz, köktenciyiz. Ama bu bizim günlük mücadele yürütmeyeceğimiz anlamına gelmiyor, tarihte de hiç öyle olmadı. Biz işçilerin 8 saatlik işgünü için yürüttüğü mücadeleyi, bu işçilerin içinde anarşistlerin var olması nedeni ile, kendi mücadelemizin dışında asla görmeyiz. Tersine, bu mücadeleci karakteri ile anarşizmi kendimize yakın buluruz. Toplumsal mücadele, bizim tekelimizde değildir.

Sınıf mücadelesini biz yaratmadık. Biz Marksistlerden önce de sınıflar ve onlar arasındaki mücadele vardı. Biz sadece bu mücadelenin insanın gerçek tarihini başlatacak olan komünizme evrilmesi için mücadele ederiz. Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş sürecidir. Bu süreç, sadece özel mülkiyetin son bulması demek değildir. Bununla başlar ve devlet denilen makinanın sönümlenmesi ile son bulur. Bu uzun mücadele sürecinde, sosyalizm koşullarında, kapitalizm ve sınıflı toplumlardan gelen tüm kalıntıları temizlemek için proletaryanın devletine ihtiyaç vardır.

Peki, sosyalizm, kadına ilişkin tüm sorunları çözmekte yetenekli midir? Elbette, ama bir anda değil. Dahası, sosyalizm, eğer tüm dünyaya yayılmamış ise, kapitalist sistem tüm dünyada yenilmemiş ise, sosyalizmin yaşayabileceği ya da ne kadar yaşayabileceği de tartışma konusudur. Sovyet deneyimi, ki tüm eksikleri ile insanlığın, işçi sınıfının, bizim deneyimimizdir, birçok sorunu çözememiştir. Onun için daha iyisini yaratmak mümkündür diyoruz.

“Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil.” (Hülya Osmanağaoğlu, aynı makale). Doğrusu kadınların da, işçilerin de, öğrencilerin de ölümden kurtulup kurtulamayacağını biz de bilemiyoruz. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı denilen emperyalist saldırıda milyonlarca kadın ve erkek devrimcinin hayatına mal olmuş bir savaşı yaşamıştır. Belki de bizim sosyalist devrimimiz, böylesi bir saldırı karşısında o kadar da dayanıklı olamayacaktır. Bu, ihtimal dahilindedir. Ama eminiz ki, dünyada emperyalist egemenlik, kapitalist sistem yerle bir edildiğinde, erkek şiddeti ile hiçbir kadın ölmeyecektir. Çünkü bizzat bu devrim kadın ve erkek ilişkilerini değiştirmekte, kurulu sistemin kabullerini yıkıp geçmektedir.

Sosyalizm beklenmez. Otobüs değildir. Sosyalizm için, devrim için savaşılır, mücadele edilir. Sosyalizm, bizzat sizin de içinde olduğunuz bir mücadele ile örülür, örgütlenir. Bu nedenle tüm kadınları, tüm erkekleri bu mücadeleye davet ediyoruz. Bu bizim mücadelemiz olduğu için, biz ev sahibi olduğumuz için değil. Burada, bu mücadelede ev sahibi yok. Bu sizin de mücadeleniz olduğu için, bu insanlığın mücadelesi olduğu için. Kapitalizme, insanın insana kulluğunun her biçimine karşı mücadele etmeye niyetli hiç kimse, kendini burada misafir gibi hissetmez.

“Burjuva olsa da kadınlar kardeşimiz, işçi de olsa erkekler düşmanımız” tutumunun, görünen ile yetinen bir tutum olduğunu düşünüyorum. Görüntüye göre, kadına karşı şiddet “erkek” eli mahsulüdür. Bu karşımıza böyle çıkar. Ama bu “erkek” şiddeti, ardında sınıflı toplumların uzun tarihini, devlet denilen sınıf egemenliğini gizlemektedir. Nasıl ki eğitim sorununu sınıfsal bir sorun olarak ele almadığımızda gerçeği görmemiş oluruz, nasıl ki doğa katliamlarını kapitalist mülkiyet ilişkileri ve sömürüden ayırdığımızda gerçeği görmemiş oluruz, benzer biçimde de kadın sorununu mülkiyet ilişkilerinden bağımsız ele aldığımızda gerçeği görmemiş oluruz.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi, bizzat bu mücadeleyi yürütenlerin bir iç mücadelesidir de. Devrimci, bizzat bu mücadele içinde, kendini yeniler, kapitalist toplumun ve burjuva ideolojisinin etkilerine karşı kendi içinde bir mücadele yürütür. Her insan, kapitalizmde, o toplumun etkisi altında, ama o etkileri aşmak üzere mücadeleye atılır. Önce temizlenir ve öyle mücadeleye atılmaz. Böylesi bir temizlenmeyi, arınmayı, ancak mücadelenin kendisi sağlar.

Evet biz, 12 Eylül’de yenildik. Bu bir sır değil. Bu yenilgi nedeni ile devrim, bir hayli “uzak” hâle geldi. SSCB’nin çözülmesi bu “uzak”lığı daha da artırdı, yenilgiyi hem ağırlaştırdı, hem de dünyanın her alanına yaydı. Ve bu sürecin kendisi, kadın hakları da dahil, pek çok kazanılmış hakkı paramparça etti. İşçilerin günlük yaşamlarını çok daha çekilmez hâle getirdi. Umutsuzluğu artırdı. Uluslararası tekeller, burjuvalar, bu yenilgi üzerine sevinçle “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Ve bize hep birlikte, “işçi sınıfının” bittiğini “müjde”lediler. Bir yandan bu “engelsiz” dünyada daha büyük bir saldırganlıkla sömürüyü artırırlarken, yağma ve talanı geliştirirlerken, öte yandan kanlarını emdikleri işçi sınıfının “bittiğini” vaaz ettiler. Bugün hâlâ birçok kadın ve erkek için sosyalizm, oldukça “uzak”tır. Burjuvazinin ideolojik saldırısının da hedefi budur. Bu koşullarda yapılabilir gibi gözükeni istemek, mesela daha iyi bir ücret, mesela kadın hakları, mesela insan hakları vb. birçok insan için anlamlı bir seçenek olmuştur. Ama çözümün burada olmadığı, bugün, görmek isteyen gözler için daha görünürdür. Kapitalizm, midesi oldukça geniş bir sistemdir ve sistemi doğrudan hedef almayan hareketleri sindirme yeteneğine sahiptir. Tüm toplumsal mücadele, kapitalizme karşı mücadele ile birleştiği ölçüde, hedeflerine ulaşma olanağına sahiptir. Erkek şiddetinin, devlet ve sistem ile bağı açık ise, kadın mücadelesi, elbette emek mücadelesi temeline oturarak başarıya ulaşabilir. Kadın mücadelesi, emekçi kadınların örgütlenmesi ile doğru bir temele oturabilir. Bu, bu mücadeleye, işçi sınıfından gelmeyen kadınların katılamayacağı ya da katılmaması gerektiği anlamına asla gelmez. Biz, devrimci mücadelenin işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi olduğunu söylerken de, bu mücadeleye, toplumun işçi olmayan kesimlerinden katılımlarını görmezden gelmeyiz. Biliyoruz ki, nasıl yaşıyorsan öyle düşünürsün, işte bu nedenle devrimciyim diyenin devrim için mücadele etmesi gerektiğini söyleriz.

3- Ya sosyalizm ya ölüm.

Üzerinde oldukça çok tartışılan konulardan biri bu slogandır.

Bu sloganın, 25 Kasım eyleminde bağlamından kopuk olduğu eleştirisine yukarıda değinmiştik. İzninizle buraya bir kere daha dönmek istemiyorum. Kadınların öldürüldüğü bir ortamda, içinde ölüm geçen bir seçenekli slogan diye ele almak, olukça yavandır. Kapitalist toplum, sınıflı toplumların tüm birikimini bağrında toplamış son sınıflı toplumdur ve insanlığa her açıdan “ölüm” dışında bir seçenek sunmamaktadır. Eğer ölüm diye bir seçenek varsa, bunu sunan biz değiliz, biz olsa olsa sosyalizm için mücadele seçeneğini sunmuş oluruz.

Spartakist hareketin temsilcilerinden Rosa Luksemburg, “ya sosyalizm ya barbarlık” dediğinde, tarihsel olarak kapitalist sistemin varlığını sürdürmesinin sonucunu ortaya koyuyordu. Eğer işçi sınıfı sosyalist devrimi gerçekleştiremezse, insanlığın sonunun barbarlık olacağını anlattığı kadar, aslında kapitalist sistemin barbarlık ile bir anlamda eş olduğunu anlatmış oluyordu.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak bu sloganı, yani “ya sosyalizm ya ölüm” sloganını, Fidel Castro’nun kullanımından aldık.

“Ya sosyalizm ya ölüm”, hem sosyalizm için savaşmayı anlatıyor, hem de günümüz kapitalist dünyasında, sistemin “ölüm” dışında bir şey üretemediğini.

Modern devlet, bizim isimlendirmemizle Tekelci Polis Devleti, faşizmin tüm mekanizmalarını içselleştirmiş, dünya işçi sınıfına karşı özel bir savaş makinası hâline gelmiş bir devlettir. Tam bir iç savaş örgütü olarak, kapitalist devletin tüm tarihsel birikimini içselleştirmiştir. Ekim Devrimi’nden başlayarak, kapitalist devletin, siz isterseniz burjuva demokrasisinin diyebilirsiniz, tam bir karşı-devrim örgütüne dönüştüğünü hep birlikte izledik, izliyoruz. Bu, ilk olarak faşist devlet biçiminde ortaya çıktı. Faşist devlet, İkinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen emperyalist kampta, kendini yeni sürece adapte ederken, “demokrasi” parlatması ile yeniden örgütlendi. Bu örgütlenme, aslında faşist devlet makinasının üzerine, kabaca söylersek bir kadife örtü örttü. Anti-komünizm ve demokrasi üzerine kurulu yeni karşı-devrim saldırısı ile, sosyalizme ve sosyalist mücadeleye karşı “etkili” bir makinaya dönüştü.

Bu, sistemin ömrünü uzattı. Çoktan çürümüş, Ekim Devrimi ile yenilmiş kapitalist dünya, “teslim” olmadı. Hani bir kere yenilince, bize artık sosyalizm mücadelesinden vazgeçin diyenlere, işçi sınıfının tarihsel rolü sona erdi diyenlere bir hatırlatma olabilir belki. Onlar, burjuvalar, yenilince “kapitalizm çağını, ömrünü doldurdu” diye teslim olmadılar. Tersine, sistemi ayakta tutmak için, öznel müdahaleyi daha da artırdılar. Bu öznel müdahale, siyasal, ekonomik, ideolojik alanda, en yetkin burjuva örgüt olan devlet eli ile yürütüldü, yürütülüyor.

Kapitalizm, çoktan ömrünü doldurmuş, bu yollarla ayakta tutulan, artık bir ucubeye dönüşmüş bir varlık, bir canavar hâline geldi. Bugün tüm insanlığı tehdit eder noktadadır. Gezegenimizin varlığını tehdit etmektedir.

Kapitalizm, hayatın her alanında, sadece ölüm üreterek hayatta kalmaktadır. Bu, hayatın her alanı için böyledir.

Barbarlık, eğer sadece üretim araçlarının gelişmişliği sorunu olarak ele alınmazsa, insanın insan olmaktan çıkması olarak da ele alınabilirse, bugün, modern barbarlığın içinde yaşadığımızı söylemek mümkündür. Bir yandan son derece gelişmiş üretim araçları var iken, diğer yandan insanlığın barbarlık dönemini aratacak biçimde vahşet, kapitalist sisteme, modern kapitalizme aittir. Gelişmiş üretim araçları, normal koşullarda, son derece az çalışma ile, insanoğlunun tüm yeryüzündeki ihtiyaçlarını karşılamayı olanaklı kılabilmekte iken, tekelci özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyetin bugünkü hâli, insanoğlunun tüm özgürlüğünü elinden almaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ve onun örgütlü şiddeti, insana “özel” diye hiçbir alan bırakmaz hâle gelmiştir. Sokaklarımız, evlerimiz, yatak odalarımız gözetlenmektedir. Biri Bizi Gözetliyor evleri, artık her sıradan evin hâlini anlatır durumdadır. İnsanı tüketim nesnesi, tüketici hâline getiren bir sistem, insanın tüm benliğini yok etmekte, modern kölelik sistemi oluşturma uygulamaları sınır tanımamaktadır. Buna “demokrasi” demek, bize gülünç gelmektedir. Burjuva demokrasisi derseniz, işin özünü ifade etmesi açısından bir itirazımız olmaz. Bu koşullarda insan hakları ve Batı değerleri sözleri, belki bir nostalji olarak, gerçekliğin dışında bir değer ifade edebilir. Mevcut teknolojik düzey, devasa bir emek alanı olan ev işlerini tümden değiştirebilecekken, dünya, köleci döneme özgü ev hizmetlileri uygulamalarının örnekleri ile dolmaktadır. Ne kadar çok ise o kadar azdır ilkesine uygun olarak burjuvaların açgözlülüğü, milyarlarca işçi, emekçi kadın ve erkek için cehennem hâline getirilmiş bir dünyanın varlığının üzerinde yükselmektedir.

Ve bize işçi sınıfı bitti masalları anlatılmakta, “elveda proletarya” şarkıları mırıldanmaktadır.

İşte “ya sosyalizm ya ölüm”, bu koşullarda, sosyalizm için mücadelenin zorunlu ve tek seçenek hâline geldiğini göstermektedir.

Sosyalizm, sadece işçi sınıfı için zorunlu ve gerekli değildir, tüm insanlık için zorunlu ve gereklidir.

Birçok açıdan Rosa’nın söylediği “barbarlık”, bugün içinde yaşadığımız sistemin gerçeğidir. Elbette modern barbarlık olarak.

Suriye, Libya – Saray Rejimi ömrünü uzatmaya çalışıyor

TC devletinin açık ve net bir savaş yanlısı politikası var.

Bu politika, TC devletinin şu ya da bu kanadı demeden, tümünün ortak politikasıdır. Kürt hareketi ve devrimci harekete saldırmak da öyledir. Ne zaman kendi aralarında çatışmaya ara vermek isteseler, hemen Kürt hareketine karşı saldırı başlatılıyor ve hemen bir yeni savaş narası atılacak alan yaratılıyor.

Bu savaşçı politika, hem açık bir tetikçiliktir, hem de ABD, İngiltere, İsrail özellikle olmak üzere, NATO politikalarına uygun bir saldırganlıktır.

Saray Rejiminin savaş ekonomisine de son derece uygundur. Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Savaş politikaları, ABD adına tetikçilik, bu nedenle Saray Rejimi politikaları ile tamamen örtüşmektedir.

Suriye politikasını biliyoruz.

Normalde, Suriye ile o denli yakınlık kurmuş iken, 2011 öncesi dönemden söz ediyoruz, bu denli sınırlar gevşetilmiş iken, bağımsız bir kapitalist mantık, hemen ticareti geliştirmeyi ve Suriye ekonomisi için önemli bir güç hâline gelmeyi hedefler, düşünür. Ama Türkiye burjuvazisi, böyle düşünmedi. Tersine, ABD ve İsrail hattına uygun olarak, oradan gelen emirlerle, hemen Suriye ile ilişkiler gerildi ve savaş kundakçılığı sürecine geçildi. Açgözlü Türk burjuvazisi, bir koyup beş almayı, yağmayı hayal ederken, açgözlülükte ondan daha ileride olan Saray Rejimi, bedava petrole konmak için IŞİD ile el sıkışmayı seçti ve öne geçti. Yağma ve rant ekonomisinin savaş ekonomisi ile bu denli üst üste çakışması eşine az rastlanır bir fırsat olarak görüldü ve Erdoğan, Saray Rejimi’ni bunun üzerine, bu tarihten sonra kurdu.

Şimdi, bedava petrol olanakları yok olmuş durumdadır ama tekrar pay alabilmek için, her türlü taklayı atmaktadır.

Kaldı ki, ABD ne kadar savaşı uzatabilirse, o denli kayıplarını gizleyebilirken, Erdoğan, ne kadar savaşı uzatabilirse ve İdlib gecikirse, o kadar daha fazla süre iktidarda kalabilir.

İdlib, Suriye ordusunca geri alındığı an, ABD cephesinden Erdoğan için yolun sonu görünmüş demektir. Dikkat edilsin, ABD için diyoruz.

Yoksa bizim için Erdoğan’ın yolunun sonu çoktan göründü.

Erdoğan, zaman kazanmaya çalışıyor ve dış politikayı, iç politikada güç tazeleme aracı olarak kullanmak istiyor. Öyle ya, Davutoğlu ya konuşursa ne olacak?

Şimdi, sırada Libya var.

Türkiye, Libya’da iktidarda olduğu “tartışma” götürür bir hükümet ile, alelacele bir anlaşma imzalamaya çalışıyor. Libya’da Trablus’ta var olan bu hükümet, AB ve BM tarafından tanınmış hükümet olsa da, Libya coğrafyasında etkili değildir. Hafter güçleri, sürekli saldırıdadır. Kaldı ki, Trablus hükümeti, Kaddafi hükümeti vb. değildir.

Aslında Türkiye, bu hamle ile, önemli bir güç gösterisi yapıyor. Ama bunu uluslararası alan için yapmıyor, bu güç gösterisi, Saray Rejimi’nin, kendini güçlü göstermek için başvurduğu bir hamleye benzemektedir.

Libya savaşında, kimin kimi desteklediği pek de belli değil gibidir. Galiba, herkes kazanma şansı en yüksek olanı destekleme eğilimindedir. Türkiye ve Katar ise Trablus’taki hükümeti destekliyor.

Türkiye-Katar ikilisinin sahneye koyduğu akçeli ilişkiler oldukça ilgi çekicidir. Tank palet fabrikasında uyanık Şems ile Katar ordusunun ilişkileri, Mevlana sevgisine bağlanıyor, Kanal İstanbul’daki arsalar ise Katar kraliyet ailesine parselleniyor. Ve Şems, yani Mevlana’ya âşık olan kişi olduğunu ilan eden Ethem Sancak, Katar ile Türkiye ilişkilerini, bir devlet, iki millet olarak açıklıyor. İlişkiler yakın, Erdoğan ve Katar Şeyhi, her işi birlikte pişiriyorlar. Bu işler de Muslim Brothers’a uzanıyor.

Türkiye, Katar tarafından finanse mi ediliyor? Ne için? Ama Katar’ın Kıbrıs ile Akdeniz’de petrol aramasına bakılırsa, Türkiye ile ilişkilerini tamamen kârlılığa bağladığını söylemek mümkündür. Erdoğan ve Şeyh arasındaki ilişki, Mevlana-Şems ilişkisinden çok, tamamen “duygusal”, yani parasal bir ilişkiye benziyor.

Türkiye, Hafter güçlerine karşı savaşsınlar diye, Damat Bayraktar’ların ürettiği İHA’lardan birkaç tane göndermiş ama bilindiği kadarı ile bu İHA’lar düşürülmüş.

Bugünlerde, Türkiye, Libya’ya açıkça asker göndermekten söz ediyor. İki yol üzerinde tartışılıyor. Birincisi, ordudan bir bölüm resmî askerin gönderilmesi, ikincisi ise SADAT AŞ’den bir bölüm paramiliter askerin, Saray Rejimi’nin kirli organizasyonlarında görevli birliklerin gönderilmesi. Hangisi olursa olsun, ister resmî, ister gayrı resmî silâhlı güçler gönderilsin, bilindiği gibi Suriye’den İdlib’den birçok savaşçı Libya’ya gönderilmeye başlanmıştır.

Görüldüğü gibi, Suriye ve Libya birbirine hızla, her açıdan bağlanabiliyor. Saray Rejimi, her iki alanda da petrol, bedava bir doğal kaynak arıyor. Bir kere IŞİD petrolleri ile, kanlı ve bedava petrolün tadına vardılar. Artık bunun peşine epeyce koşacaklardır.

Tam da aynı günlerde, İdlib’de, Türkiye kontrolündeki güçler, Heyet Tahrir el Şam, Hurras ed-Din ve Suriye Milli Ordusu (yani eski ÖSO) çeteleri, Suriye ordusuna karşı, birden fazla noktadan saldırıya geçtiler. Geri püskürtüldüler ama bu ayrı bir konudur. Bu durum, gerçekte, Rusya ile görüşmede, masaya, Suriye’ye İdlib’i verelim, Libya’da bize karşı olma gibi bir teklif getirileceği anlamına gelmektedir.

Saray Rejimi, ne zaman sıkışsa, o zaman iki savaş taktiğine başvuruyor: biri Kürtlere karşı içeride savaşı tırmandırmak, diğeri ise çevre ülkelerden biri ile hır çıkarmak ve bu yolla, sıkışıklığı aşmak. Bugün de Libya politikasının önemli bir bölümü budur.

Burada işler istedikleri gibi gitmezse, hemen Ocak ayında bu kez Suriye’de yani bir harekât denemesinden söz edeceklerdir.

Elbette bu politikaların kendileri de kalıcı izler bırakmaktadır. Ama Erdoğan, son toplantılardan birini anlatırken, “İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım toplandık” diyebildiğine göre, bu politikaların ülkeye ve halklara neler kaybettirdiği ile bir ilişkileri olmayacağı açıktır.

Erdoğan, bir yandan bağırıp çağırırken, ABD’den gelen yaptırım kararlarının kendisine, ailesine, yani mal varlığına ilişkin bölümü söz konusu olunca, hiç ağzını açmadan, bir anda önce İsviçre’ye, sonra da Malezya’ya uçuyor. Belli ki, Erdoğan, kendi mal varlığını, kutsanmış altınlarını, dolarlarını güvence altına almak istiyor.

Bugünlerde Erdoğan ve Saray Rejimi’nin, gerçek ilgi alanı ne Libya’dır, ne de İdlib’dir. Esas ilgi alanları, akçeli işleridir, mal varlıklarıdır, bu arada ilave ne götürebiliriz vb.dir.

Bugünlerde, yaklaşık bir aydır, Suriye savaşı daha sessiz, daha ateşi düşmüş gibi durmaktadır. Oysa yukarıda aktardığımız İdlib’de Suriye ordusuna saldırı, durumun hiç de sakin olmadığının kanıtıdır. Öyle ise bu sessizlik, daha çok görüntüdedir. Saray Medyası, sadece ve sadece istedikleri haberleri vermekte, verdirtmektedir.

Libya ise, öne çıkarılmaktadır. TV kanallarında tartışmaların ana konusu Libya olmaktadır. Gerçekte bunun bir anlamda “seçim” yatırımı olduğu söylenebilir. Saray Rejimi’nin, gerçekte kendisi ile ilgili endişeleri derindir.

Saray Rejimi, Erdoğan, gerçekte iktidarlarının gelecekleri konusunda oldukça endişelidir. Burada söz konusu olan “süre”dir. Bu nedenle Erdoğan’ın, yakın dönemde, hem rantı daha fazla artırabilecek işler peşinde koşması, hem de süre uzatmaya yarayacak yeni hamleler peşinde olması muhtemeldir.

Erdoğan’ın, hem Davutoğlu’nun önünü kesmek için “Şehir Üniversitesi” yolsuzluğu diye bir tartışma başlatması, hem de Babacan ekibini ikna etmek için ilave adımlar atması, gizli görüşmeler sürdürmesi, Abdullah Gül ile temasları, aslında “kurtarıcı” hamleler olmadıkları gibi, kendisi için bile yararlı hamleler oldukları tartışmalı hamlelerdir. Mesela Şehir Üniversitesi için “arsayı ben tahsis ettim” dedikten sonra, “onlar da mülk olarak verdiler” demek pek de zekâ belirtisi gösteren bir açıklama değildir. Buradaki yolsuzluk konusunda, Erdoğan kendini de ihbar etmiş demektir. Babacan ekibi ile temaslar, artık kendi gücünü kaybettiğinin “yakın çevre”ye ilanı demektir.

Libya ve Suriye politikaları, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatma politikalarının parçalardır. Erdoğan, Saray Rejimi, bu tartışmalar arasında, “mal varlığı” soruşturmalarını gizlemeyi hedeflemektedir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...