Ana Sayfa Blog Sayfa 110

Ya akçesi olmayanlar?

Hikaye şöyledir: Deli Dumrul kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmış. Geçeninden otuz üç akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alırmış.

Elektrik ve doğalgaz sayaçları 3 ay boyunca okunmayacak. Aslında bu cümle fatura ödemeyeceğimizi düşündürüyor. 2 yıllık ortalamaya göre fatura kesilecek diye devam ediyor. Gerçekte kullandığımızdan da fazlasını almak için üretilen bir ‘çözüm’.

Bir diğer dahiyane çözüm ise pazar, market vb. yerlerde maskesiz gezmenin yasaklanmasının ardından adı ticaret olan bir bakanlıktan yapılan açıklamadan geldi; “Bakanlığımızın maskelere yönelik bir çalışması var, halkın ulaşabilir olduğu noktalarda inşallah bunların ‘satışını’ gerçekleştireceğiz.”

Dahası, 20 yaş altındakiler sokağa çıkmasın. Çıkanlara da 392 lira para cezası kesilsin. Tamam, çıkmasın ama nasıl çıkmasın? Herhalde sanılmaktadır ki 20 yaş altındaki herkes sokağa gözü karalıktan, bana birşey olmaz diye düşündüğünden veyahut virüsü daha fazla yayayım diye çıkıyor.

Her gün, biz işçi ve emekçilerin akıllarıyla, yaşamlarıyla dalga geçen açıklamalar yapılmaktadır. Hatırlanacaktır, ‘bu milletin a… koyacağız’ diyenlerin tam olarak kastettikleri bu olmalıdır.

İçinden geçilen dönem, ölümü görüp sıtmaya razı olunabilecek bir dönem değildir. Bugün devlet, açlıktan yahut virüsten ölelim diye tüm imkanlarını seferber etmiş durumdadır.

Yaşamak için bugün mücadele etmek elzemdir; mecazi anlamda değil. Yaşayabilmek için getirilen ‘çözüm’lere karşı bizim de çözümlerimiz olmalıdır.

Herkes, ayrı ayrı faturaları, kirayı nasıl ödeyeceğini düşünmektedir. Çözümü basittir; Elektriği, suyu, doğalgazı, interneti, kiraları ödemeyelim.

Kendimize, yanıbaşımızdakine güvenelim. Dayanışma ağlarında hep birlikte maskeler, koruyucu ekipmanlar yapılmakta, kimin neye ihtiyacı varsa dayanışma ile çözüm bulunmaktadır. Dayanışma ağlarına katılalım, olmayan yerlerde kurmanın olanaklarını yaratalım.

Biz işçilerin, emekçilerin gücü üretimlerinden gelmektedir. Bugün bu tüm açıklığıyla görünür hale gelmiştir. Bu denli bir salgında dahi yönetenler üretimi durdurup, işçilerin, emekçilerin yaşamlarını garanti altına alamamaktadırlar. ‘Evdekal’ demek, milyonlarca insana işe gitmek zorunda olduğun için ölebilirsin demektir. Buna karşı sendikalar ellerinde olan ‘genel grev’ gücünü kullanmalıdır. Fakat sendikaların bu kararını beklemeden de biz çalışmak zorunda olanlar yaşamak için iş bırakabiliriz.

Asıl hikaye akçesi olmayanlar üzerinedir ve asıl hikayeyi onlar yazacaklardır.

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep berber ya hiçbirimiz!

Dayanışma Ağları: Deneyimler ve Ne Yapmalı

“Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi”

Covid-19 vakası tespit edildiğine dair ilk ‘resmi’ açıklama 11 Mart Çarşamba günü yapıldı. Hemen akabinde okulların tatil edilmesinin ardından kişisel hijyene dikkat ve ‘Evde kal’ çağrıları başladı. Milyonlar “kendi başının çaresine bakmaya” sevk edilirken, birlikte çözümler bulmak için 2-3 gün içinde hemen organize olup ilk harekete geçen, dayanışma ağları oldu. Öncelikle risk grubu olarak bildiğimiz 65 yaş üstü ve kronik hastalığı olanlarla; ama hepimizin birbiriyle dayanışması böyle başladı.

Dayanışma ağlarını geliştirmek üzere harekete geçen devrimciler oldu. Devamında, yaşamak ve yaşatmak isteyen, “bireycilikte” bir çözüm görmeyen, toplum olduğumuzun bilincinde olan örgütlü-örgütsüz yüzlerce insan el birliğiyle dayanışmayı büyütmeye başladık. Bu bizim refleksimiz. Tarihten öğrendiklerimizle, Tekel’den, Gezi’den ve pek çok direnişten edindiğimiz deneyimle ağlarımızı örmeye başladık. Dayanışma ağları İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde hızlıca örgütlenirken, ağların telefon hatları susmadı. Gerçek, somut ve insanların birbirine güven duyduğu bir dayanışma harekete geçti ve çok kısa sürede oldukça görünür ve yaygın hale geldi. Ortak emekle her geçen gün yeni gönüllülerin katıldığı ağlara dönüştü ve gelişmeye devam ediyor.

Dayanışma hatlarını arayan birçok insan “belediyeler niye hiçbir şey yapmıyor” diye sorarken, ağların kurulmaya başlamasından sonra bazı ilçe belediyeleri ve ardından bazı büyükşehir belediyeleri de bir şeyler yapmaya başladılar. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinde salgınla ilgili geç de olsa yapılmaya başlanan çalışmalara da saraydan müdahale edildi. Bununla beraber, devletin tepelerinden IBAN numaraları paylaşılarak biz bize yeteriz cümleleri kuruldu. Doğru, kendileri olmasalar biz bize yeteriz. Halkın zaten vergileriyle ayakta tuttuğu devlet, kendileriyle de ‘dayanışmamızı’ beklemektedir.

Burada bir konuya açıklık getirelim: Dayanışma ezilenlerin inceliğidir ve bize mahsustur. Egemenler halkla dayanışamazlar. İnsanları hasta etmek üzere organize edilmiş “sağlık” sisteminden onlar sorumludurlar.

Yönetenler ya oturdukları koltuklardan, topladıkları vergilerle, aldıkları ödeneklerle, tek kelam etmeden, böbürlenmeden gerekli önlemleri almalı; halktan edindikleri kaynakları halkın sağlığı için seferber etmelidirler; ya da halk kendi çözümlerini üretirken, o koltuklardan kovulana kadar sessizliklerini korumalıdırlar.

Egemenler cephesinde siyaset şovu ve pazarlıklar sürerken

Dayanışma ağları ne yapıyordu?

Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Sarıgazi’de, Sarıyer’de, Maltepe’de, Gazi’de, Üsküdar’da, Avcılar’da, Fatih’te, Bahçelievler’de, Pendik’te, Tuzla’da, Nurtepe’de, Okmeydanı’nda, Çiğli’de, Şişli’de, Ataşehir’de, Eyüp’te, Tuzluçayır’da, Esat’ta, Ayvalık’ta, Mersin’de, Antakya’da, Bursa’da, Edirne’de dayanışma ağları, mahalle mahalle gönüllülerle, özellikle 65 yaş üstü komşularına ilaçlarını, gıdalarını, sağlık malzemelerini götürüyor, hastanelerdeki sağlık emekçileri için maske ve siperlik üretiyor (şu ana kadar üretilen maskelerin binlercesi sağlık emekçilerine ulaştırılmış durumda), 3D yazıcılardan maske üretiyor, gıda dayanışması yürütüyor ve erzakların paylaşılmasını sağlıyordu. Gönüllü avukatlarla hukuk birimi ve arama hattı oluşturmaya girişiyordu. Tüm çalışanlar ve ücretsiz izne çıkarılanlar için ücretli izin talebini ve herkes için geçim ödeneği talebini örgütlüyordu. Telefonla irtibata geçenleri merak ediyor, soruyor; birbirinin yüzünü hiç görmemiş insanlar arasında gerçek bir güven gelişmesine hem yol açıyor, hem tanıklık ediyordu. O sırada milyar dolarlık şirket patronlarının karlarını kurtarmakla meşgul olan devletin sırt çevirdiği işçilerin, emekçilerin, yaşlıların, gençlerin; hem yanındakilere, hem kendilerine güven duymasına dayanışma vesile oluyordu.

Evet, kapitalist devletler bunu hiçbir zaman yapmazlar. Hiçbir zaman ücretsiz sağlık, ücretsiz gıda ve sağlık malzemesi ihtiyacı için harekete geçmezler. Çünkü yaparlarsa, bunun nasıl da basitçe yapılabilir bir şey olduğu ortaya çıkar. Sosyalizmin ne kadar gerçek ve olanaklı bir şey olduğu ve ne büyük bir zorunluluk olduğu ortaya çıkar. Bu ise onların kabuslarıdır.

Önümüzde duran konular ve ne yapmalı:

• Biz sosyalistlerin, devrimcilerin ufkunda “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olduğu bir yaşam vardır. Geliştirdiğimiz örgütlenmelere bu ufukla yaklaşırız. Dayanışma ağlarında da, tıpkı Gezi’deki gibi bu yaşamın nüvelerini görürüz; bu yaklaşıma göre kimse ‘kurtarıcı’ değildir. Olmazları olduran şey, emek ve örgütlenmedir.

• Emek insanları birbirine yaklaştırır. Bir örgütlülük içinde fikir üretmek, tutum almak ve harekete geçmek özneleştirir. Dün egemen sınıfı karar mercii olarak görenlerin bugün kendi kararlarını almasının ve özne olmasının yolunu açar. Bu yüzden dayanışma ağlarına katılmış herkesin hem emeğini vermesinin, hem fikrini örgütlemesinin kanallarını oluşturmaya yoğunlaşmalıyız. Ne pratik meseleler herkesin fikrini katmasının önüne geçmeli, ne de fikir tartışmaları somut dayanışmanın önüne geçmeli.

• Oluşturacağımız kanallardan dayanışmayı ve tutum örgütlemeyi sürdürürken, bu kanalların güvenliğini sağlamaya özel önem vermeliyiz. Dayanışma ağlarının suistimal edilmesine fırsat vermemeliyiz.

• Salgın sürecinde emek-sermaye arasındaki çelişki en çıplak haliyle görünür hale gelmiştir. Bu bir sınıf savaşıdır. Dayanışma ağlarında, işçilerin süre giden eylemlerinden herkesi haberdar etmeli, evlerinde olan emekçilerin, yaşlıların da ses vereceği şekilde tüm çalışanların sağlığı için ortak eylemlilikler örgütlemeliyiz.

• Her bir dayanışma ağının deneyimlerinden öğrenmeliyiz. Dayanışma hem yaşatır, hem öğretir! Karşılaştığımız ihtiyaçların aciliyeti, bizleri yanımızdakinden öğrenmekten, deneyimlerimizi paylaşmaktan alıkoymamalı. Özellikle Gezi direnişinden, Hayır meclisleri sürecinden öğrendiğimiz deneyimleri tekrar süzmeli, bugün bir şeyler yapmak isteyenlerin hafızalarına çıkarmalıyız.

• İktidarın halkın dayanışmasını engellemek üzere baskıyı arttırmaktan ve kitleleri ayrıştırmaya çalışmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Biz ise bilmeli ve her yerde anlatmalıyız ki; dayanışma en insani ve en meşru şeydir.

• Bugün gelişen dayanışma ağları salgın süreci geçene kadar değil, sonrasında da birlikte karar alma ve harekete geçme pratiğini yaşayacağımız halkın öz örgütlenme zeminleridir. Yarından bakarak dayanışma ağlarını geliştirmeli ve sağlamlaştırmalıyız.

Şu duvar yazısı meselenin özünü anlatıyor:

“Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi”

Yeniyi yaratmak için öğrenmenin ve örgütlenmenin zamanıdır!

Suriye savaşı: Yoksula şehitler tepesi, zengine Kanal İstanbul’dan kupon arazi

Şubat 2020, Suriye savaşında, İdlib meselesinin gündeme oturduğu bir zaman dilimi oldu. Dahası da gelecektir. İdlib’de, El Kaide ve IŞID çetelerinin bir kolu olan HTŞ çeteleri ve diğerleri, TC devletinin açık ve net koruması altında, korunuyor. Suriye ordusu, İdlib’e doğru hamleler yapmaya başlayınca, bu kez TC devletinin, aslında herkesçe bilinen ama itiraf edilmeyen koruması, açığa çıktı. Ordu, Milli Suriye Ordusu ve HTŞ birlikte, Suriye’nin ilerlemesini durdurmak, kendi topraklarını kurtarmasını önlemek için birlikte savaş vermeye başladı. Bu açık işbirliği, M5 ve M4 otoyollarının birleştiği Serakib kasabasının Suriye ordusunca geri alınmasının ardından, daha da fazla açığa çıktı. Bizim 9 yılı aşkın süredir yazdığımız işbirliği, kendini dolaysız biçimde ortaya koydu. Üç kere, TSK, bu güçleri de açıktan içine alarak saldırıya geçti. Ve nihayet 27 Şubat akşamı giriştikleri ortak saldırıya ağır bir karşı saldırı ile yanıt verildi. Türk ordusunun kayıpları, resmî ağızlardan 33 veya 36 olarak dile getirildi. Alman basını, daha ilk gün kayıp sayısını 113 olarak verdi. Bölgeden, bizim aldığımız haberlere göre ise, kayıp sayısı oldukça yüksektir. İki tabur ciddi kayıplar vermiştir. Kayıp sayısı ise 300’lerin üzerinde, diye konuşuluyor.

1-

TC devletinin, sadece AK Parti politikaları, sadece Erdoğan, sadece Saray Rejimi değil, tüm devletin, açıkça, IŞİD çeteleri ile, İdlib’deki adı ile, HTŞ ile açıktan bir işbirliği içinde olduğu ortaya çıkmıştır. Bizzat Anadolu Ajansı, zafer görüntüleri yayınlarken, HTŞ kolluklu insanların Türk tanklarından çıktığı görülebiliyordu. Bu nedenle Anadolu Ajansı, hemen görüntüyü sitesinden kaldırdı. Bu, açık bir işbirliğidir.

Bu, TC devletinin çeteleşmesi, çetelerin devletin her kademesine sızması sürecinin bir başka versiyonu, bir başka yansımasıdır. TC devleti, baştan aşağıya çeteleşmektedir.

Doğrusu bu, Saray Rejimi’nin üzerinde yükseldiği rant, yağma ve savaş ekonomisinin de bir yansımasıdır. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, çeteleşme mantığına uygundur.

IŞİD çeteleri, sadece Suriye’de ABD adına iş yapmıyor. Aynı zamanda TC devletinin hamiliğinde, bölgenin kana bulanması için de çalışıyor.

2-

TC devleti, tıpkı IŞİD çeteleri gibi, Amerikan emperyalizminin uzantısıdır. Çok sık kullanılan “vekâlet savaşı”, sadece ve sadece ABD, TC devleti ve IŞİD çeteleri için geçerlidir. Suriye ordusu, kendi topraklarını, kendi vatanını savunmaktadır. Kürt halkı, kendini savunmaktadır. Burada kimsenin bir “vekâlet” savaşından söz etmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, biz “vekâlet savaşları” sözünü, üstü örtülü ve hatalı buluyoruz.

TC devleti, hem Libya’da, hem de Suriye’de, açıkça ABD adına savaşmaktadır. Tıpkı IŞİD çeteleri gibi.

ABD, Rusya’nın sahada olduğu Suriye savaşında, TC ile İran’ı, TC ile Suriye ordusunu ve TC ile Rusya’yı karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Bu yolla savaşın büyümesini hedeflemektedir. ABD’nin açık hedefleri vardır. Sır değildir: Bir, Suriye-Türkiye arasına, kendine bağlı Barzani güçlerinin egemen olduğu bir oluşum ve Hatay’ı da içine alan ikinci bir oluşum ile, petrol ve gaz boru hatlarını döşeyecekleri bir hat oluşturmak istemişlerdir. Kobanȇ, bu süreci Kürtler ayağında bozdu. Barzani güçleri yerine, Kobanȇ’de devrimci bir hava esti. IŞİD güçlerini bu nedenle Kürtlerin üzerine saldı ve böylece IŞİD’e karşı savaşmak bahanesi ile Kürtlerin “hamiliği” rolüne soyundu. Bu yolla, Barzani bölgesi oluşturma işini zaman yaymak zorunda kaldı. Bu nedenle, ABD, İdlib’de TC devleti eli ile zaman kazanmak istemektedir. Lazkiye limanı meselesini ise Suriye ordusu, Rusya’nın desteği ile bozdu.

Kürtlerin alanını, yeniden Barzani’ye bağlama planları sürmektedir. Burada Barzani, bir anlayış, Kürt hareketi içinde emperyalizmin ayağı olarak anlaşılmalıdır. Yoksa, adının Barzani olup olmaması önemli değildir. Suriye’de ve diğer parçalarda, Türkiye’de de, ABD himayesine girmeye can atan Kürtler olduğu biliniyor.

Denize ulaşmak ve liman meselesi için ise, Hatay ve İskenderun’un yedekte durduğundan emin olunabilir.

Aslında ABD’nin bu politikası çökmüştür.

ABD, Suriye savaşını, İsrail’in geleceği ile de bağlı görmektedir. İsrail, bu nedenle, IŞİD’in en önemli destekçilerindendir. İsrail, elbette TC devleti gibi, IŞİD çetelerinin geçiş noktası olmayı kabul etmedi. Belli unsurlara eğitim vermek, belli unsurlara parasal yardım organize etmek, belli ölçüde lojistik destek sağlamak gibi işleri yapmayı yeğledi. TC devleti ise, açık ve net olarak, her türlü desteği IŞİD militanlarına sundu. İsrail ve TC devletinin Suriye konusundaki politikaları, birebir aynıdır.

ABD’nin bu politikası çökmüştür.

Ama, ABD, TC devleti eli ile, savaşı uzatmak, sahada TC devletini ve IŞİD çetelerini kullanarak, Rusya ile pazarlık masasına oturmak istemektedir.

3-

Çok sık dile getirilen sorunun yanıtı buradadır. Soru şudur: Bizim İdlib’de ne işimiz var, bizim Libya’da ne işimiz var? Soru budur. Bu soruyu soran “muhalefet” kılıklı CHP, gerçekte bu soruların yanıtlarını da biliyor ve dile getirmiyor.

İki nedenle Libya’da ve Suriye’deyiz:

  • ABD adına oradayız ve ABD, TC ordusunu ve IŞİD çetelerini kullanarak, sahada pazarlık yapmak için elini güçlendirmek istemektedir. Bu işin içinde Müslüman Kardeşler ideolojisi bir illüzyon olarak, bir aldatma olarak vardır. ABD çıkarlarının açık ihtiyaçları dışında, bu iki ülkede, savaş için var olmanın bir nedeni yoktur.
  • İkinci neden, Erdoğan ailesinin ve çevresinin mal varlığının güvenceye alınması ve yüzdelik komisyonları için oradayız.

Başka hiçbir “ulusal”, hiçbir “insanî” gerekçeleri yoktur. Erdoğan ailesi ve Saray çevresinin mal varlığının garantiye alınması, kârlarının sürekli kılınmasının sağlanması, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin devamı, Saray Rejimi’nin ayakta tutulması, aslında nihaî olarak “mal varlığı” demektir. İşte TC devletinin “yüce”, “kutsal” çıkarları buradadır. Libya ile imzalanan anlaşmanın arka planında, Bilal Oğlan’ın 13 milyar dolarlık petrol alması meselesi vardır.

Bu, elbette “devlet geleneği” denilen şeye de aykırıdır. Bu nedenle size inandırıcı gelmiyorsa, tabloya bir daha bakın derim. Mesela “Merkel’den 25 milyar istedim, elden ver dedim” sözlerini hatırlayın. Mesela “dostum Trump, orada petrol var mı, diye sordu” cümlesini izleyen kahkahaları hatırlayın. Hâlâ Libya anlaşmasını, devletler anlaşması olarak düşünüyorsanız, size “kör” demek zorunda kalacağız.

4-

Artık, Türkiye’nin diplomasisi, “çete diplomasisi”dir. Çete diplomasisi, elden para ister, el altından petrol ister, “beni kurtar ya Putin” der, “Almanya, İngiltere ve Fransa ve şahsım” diye cümle kurar, “sen kimsin” diye kükrer, “eyyy” diye başlayan cümleler kurar, “Suriye hava sahasını bize açın da savaşalım” tarzında derin politikalar geliştirir.

Yoksa normal anlamda bir diplomasisi olan acemi ülkeler dahi, bunların yaptıklarını yapmazlar. Mesela, Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlıyız diye demeçler verenler, işgal ettikleri yerleri “misak-ı milli” diye yutturmaya çalışmazlar. Soçi’de anlaşmaya imza attığı hâlde, elemterefiş kem gözlere şiş hesabı ile, HTŞ çeteleri ile iş tutmazlar. Libya’da askerlerimiz ve IŞİD çeteleri birlikte mücadele ediyor, diye açıklama yapmazlar. Mesela Türk tanklarının içinden çıkan IŞİD’lilerin zafer naralarını yayınlamazlar.

Bu artık, bir “çete diplomasisi”dir. Tepe tepe kullanın.

5-

“Şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” sözleri, ancak, aklını kaybetmiş, gözü dönmüş kişilerin açıklamaları olabilir. Normal olarak, devlet yöneticileri, savaş yanlısı olsalar dahi, ölümlere üzülür, ama “ölenler şehitler tepesine gitti” derler. Oysa, Muktedir, tanrıdan niyaz ediyor, “şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor.

Bunun ilk işareti olarak, Bilal Oğlan’ı, cepheye sürsenize! Bir KHK çıkartın ve tüm generallerin, tüm meclis üyelerinin, tüm yüksek bürokrasinin çocukları cepheye en önde gidecek, şeklinde olsun. Bakalım, o zaman “şehitler tepesi” ne kadar sevinçle sizleri kabul edecek! Şehadet şerbetini buyurun siz için.

Bu savaş, halkın savaşı değildir.

Bu savaş, gençlerin, öğrencilerin, işçilerin, kadınların, emeklilerin, yoksulların savaşı değildir.

Yoksula şehitler tepesini layık görenler, buyursun, o “kutsal” yere, kendileri uzansınlar. Ölen insanları, tane tane sayanlar, onları birer can, birer insan olarak saymayanlar, buyursun, tane tane kendi çocuklarını cepheye sürsünler.

Ölen ister Suriyeli olsun ister Türkiyeli, bunları rakamlar olarak sunanlar, buyursun, şehitler tepesinden kendilerine ayrılmış yere ulaşmak için, cephenin en önüne gitsinler.

Yoksula şehitler tepesi, ama zengine Kanal İstanbul’dan kupon arazi! İşte sizin vatan anlayışınız.

6-

İdlib’de, TC devleti, çetelerin içinde hareket etmekte, onlarla birlikte var olmakta, onlarla birlikte yaşamaktadır. Söylentilere göre 20 bin asker, bir o kadar IŞİD’li birlikte savaşmakta, TC devleti ve ABD silâh sevkiyatı yapmaktadır.

Rusya, açıkça, bu nedenle, “olmamanız gereken yerdeydiniz” gibi açıklamalar yapmaktadır. Bu nedenle, yüzlerce askeri feda etmişlerdir.

İdlib’de TC askeri, ABD’nin Rusya ile pazarlıkta elini güçlendirmek için vardır. Orada olma nedeninin, Türkiye ile hiçbir alâkası yoktur. Operasyonlar bu nedenle yapılmaktadır.

ABD’nin Rusya ile yürüttüğü pazarlığın düğüm noktalarını bilmiyor olsak da, ABD’nin kendini bölgede kalıcı hâle getirmek ve İran ile TC devletini karşı karşıya getirmek istediğini biliyoruz. Hatta, bugün, Rusya ve Türkiye ilişkilerini baltalamak istediği de açıktır. Ama arka planda, İran’a karşı savaş için TC devletinin rol alması isteği vardır. Erdoğan, mal varlığı tehdidi ile, can damarından vurulmuştur. “Hiçbir şeyi sevmedi, dolarları sevdiği kadar, hiçbir şeye bağlanmadı, altınlara bağlandığı kadar” dersek, tam da Erdoğan’ı anlatmış oluruz. Erdoğan bu denli “zavallı” pozisyonda yakalanmış iken, ABD, İran için istediği şeyleri koparma hevesindedir. İdlib saldırısının hemen ardından ABD, Halkbank davasını ertelemiştir. İşte Erdoğan’ın bu zayıf noktası, çeteleşmiş devletin de en zayıf noktası hâline gelmiştir.

TC devletinin her adımı, Trump yönetiminin emirleri ile atılmaktadır.

Erdoğan ise, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, tam bir “savaş müptelası” konumundadır. “Savaş müptelalığı”, Erdoğan için iktidardan düşmemenin tek aracı hâline gelmiştir. Bugün, Suriye ile savaş azalmaya başlasın, Erdoğan, bu kez, başka bir yerde savaş kışkırtıcılığı yapacaktır.

7-

Erdoğan’ın iktidardaki ömrü, İdlib’e bağlanmış durumdadır.

Erdoğan, İdlib’i kaybetti mi, ABD adına da işe yaramayacaktır. Kendisini “oraya” getirenler, oradan indireceklerdir. Erdoğan da bunu gayet iyi bilmektedir. Dostum Trump ifadeleri, aslında bunun içindir. Daha yakın dönemde, diplomatik teamülleri aşan bir üslup ile kendisine yazılan Trump mektubunu unutup, “dostum Trump” demesinin nedeni budur.

Erdoğan iktidarı artık sonuna gelmiştir.

Saray Rejimi de aynı durumdadır.

TC devleti ise, tam olarak çeteleşmektedir. Her emperyalist gücün, TC devleti içinde uzantıları çeteler şeklinde vardır. Bu “yağma, rant ve savaş ekonomisi”nin ürettiği çeteleşme ile de iç içedir. TC devletinin her kurumunda, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in, Almanya’nın ve Fransa’nın ayrı ayrı güçleri vardır.

Yiğit Bulut, nam-ı diğer Jöleli, Abdullah Gül, Gezi’yi alkışlayıp, cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirince, açıktan “kraliçenin adamı konuştu” diye yazabilmektedir. Eski cumhurbaşkanıdır Abdullah Gül. Ve öğreniyoruz ki, Kraliçe’nin, yani İngiltere’nin adamıdır. O öyle midir bilemeyiz, ama her birinin birilerinin adamı olduğundan eminiz. İşte çeteleşmenin bir de bu yönü vardır.

8-

Bu koşullarda, savaşa karşı genel direnişi yükseltmek, genel grevi örgütlemek önem kazanmaktadır.

Bu, bizim savaşımız değildir.

Bu, halkların savaşı değildir.

Bu, vatan için yürütülen bir savaş değildir.

TC devleti, açıkça Suriye topraklarında işgalci konumdadır.

TC devleti, ABD adına, paralı askerlik yapmaktadır.

Erdoğan’ın, Bilal’in, Damat’ın, diğer damadın vb. mal varlığı için, “şehitler tepesi” edebiyatı yürütülmektedir. Bu savaş, sizin savaşınızdır, cepheye de siz buyurun.

Şehitler tepesini boş bırakmak istemiyorsanız, buyurun önden sizi alalım.

Türkiye halklarının Suriye halkları ile hiçbir sorunu yoktur.

Bu nedenle, Saray Rejimi’nin savaş naralarına karşı, devrim ve sosyalizm, barış ve özgürlük, ekmek ve adalet mücadelesini yükseltmek gerekir.

ABD ve Saray Rejimi için kan dökmeyi, savaşmayı reddet. Bu senin savaşın değildir.

Bizim savaşımız, özgürlük ve sosyalizm savaşıdır.

Bizim savaşımız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşıdır.

Biz, dünyanın tüm halkları kardeşiz.

Biz, dünyanın tüm yoksulları kardeşiz.

Biz, dünyanın tüm işçileri kardeşiz.

Sen Yürürsün Rüzgar Yürür

Son dönemde artan toplu intiharlar, işçilerin kendilerini yakmaları, artan taciz tecavüz vakaları sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne sererken, Çin’de ortaya çıkan Covid-19 virüsü kapitalizmin nasıl işlediğini bir kez daha bizlere gösterdi.

Ülkemizde alınan önlemlerin insanları değil sermayeyi koruduğunu, ülkenin Cumhurbaşkanı “Bizim için en önemli şey sermayenin korunması, üretimin devam etmesidir” sözleriyle açıkladı. Aynı konuşmasında evinde kal, sabırlı ol, dua et, çağrısı yaptı. Bunları da virüse karşı alınan önlemler adı altında söyledi. Her gün çalışmak zorunda olan işçilerden ya da ücretsiz izinle evine yollananlardan bahsetmedi.

Danışılan Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Ceyhan “Allah virüsleri yaratmış. Neden yaratmış kendi başlarına yaşayamazlar, hiçbir işe yaramazlar. Neden yaratmış çünkü insanlar belli bir sayının üzerinde yaşayamaz. Çiçek hastalığı çıkıyor siz buna aşı buluyorsunuz Allah’ın işine karışıyorsunuz” dedi. Doğa ve kapitalizmden hiç bahsetmedi.

Sağlık bakanı virüse karşı önlemler adı altında “Bu hastalığa karşı elimizde güçlü bir koz var. O da yakalanmamak, herkes kendi OHAL’ini yaratsın.” dedi. Parlak fikirleriyle ufkumuzu açtı.

Bunları söyleyen bir Bilim Kurulu’nu da, bunlara danışarak iş yapan bakanları ve benzer kişileri de, bilimsel bilgiyi aramaya, bu bilgiyi insanlık için kullanmaya çağırıyoruz.

Biliyoruz yapamazlar…

Bunu yapmaları için insanı, insanlığı düşünüyor olmaları gerekir. Ama öyle değil. Bunu da alınmayan tüm önlemlerle gösterdiler, gösteriyorlar. Bu kısım zaten gözler önündedir, herkes tarafından görülmekte bilinmektedir.

Biz size insanlığı düşünenleri, bu uğurda savaşanları anlatacağız…

Biz size Che’nin devrimden sonra Bolivya’da mücadeleye devam etmesinden, Denizlerin Zap Suyu üzerine yaptıkları köprüden, Mahirlerden, Zapatistalardan, Küba’dan, dünyada yardıma ihtiyacı olan her yere giden gönüllü doktorlardan bahsedeceğiz.

Hayata nasıl bakıyorsan öyle hareket edersin. Birinde harita olur önünde,  nereye doktor göndermeli diye tartışırsın, birinde hayatını kaybeden insanların listesi olur, sabır dersin. Birinde salgın görüldüğü an tedavi için yöntem geliştirmeye başlarsın. Birinde yumurta kapıya dayanınca sabır, dua, kolonya dersin. Birinde yan komşunu düşünür, eksiğini sorarsın. Birinde kendini eve, kulağını her şeye kapatırsın.

İnsanlık kafa sayısı değil, toplumsal bir değer ve niteliktir. Bu nitelik ve değer de bugün kendisini sosyalizmin ülkemizde kurulmasında, komünizmin dünya sistemi olmasında gösterir.

İnsan kalmak, insanlığı yaşatmak, nefes alabilmek için sosyalizm şarttır.

Bu yol bugün dünyada hayatını kaybeden insanların rakamlarını günlük takip etmekten, hangi ülkenin durumu daha kötü diye bakmaktan değil, ben ne yapabilirim diye düşünmekten, bunun için yol aramaktan geçer.

Bugün herkesin kendisini eve kapatıp kendisi dışındaki her şeyi unutmasından değil, en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiği halde yüzünü bile görmediği insanlar için dayanışmayı büyütmekten geçer.

Bu yol bugün bana dokunmayan yılan bin yaşasın demekten değil, yılan kime dokunursa dokunsun başını ezmek üzere harekete geçmekten geçer. Yarından bugüne bakıp sosyalizmi kurmaktan geçer.

Biz dünyaya asker değil doktor göndeririz diyen Fidel’in, yani sosyalizmin ufkuyla hareket edenlerin yolundan gidiyoruz.

Bizler liseliyiz. Derdimiz de, ufkumuz da, amacımız da budur.

Bu yol hepimizin yani insanlığın yoludur. İnsan kalabilmek için, yaşamı örgütlemek için, sosyalizm için dayanışmayı büyüt, örgütlen!

Yıkalım bu köhne düzeni biz başka alem isteriz!

Kapitalizm çürümüştür devrim insanlığın dirilişidir!

MESS sözleşmesinin düşündürdükleri

Bir tarafta MESS vardır. İşveren sendikasıdır ve Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası olarak kurulmuştur. İşçi sınıfı tarihinin en ciddi mücadeleleri bu alanda, DİSK’e bağlı Maden-İş ile MESS arasında verilmiştir dersek yanlış olmaz. İşçilerin, “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te, çarklar durdu elimizde” diye attıkları slogan, hâlâ düşündürücüdür.

DGM, Devlet Güvenlik Mahkemeleridir ve işçiler, DGM’ye karşı da grev kararı almış, hayata geçirmişlerdir. 15-16 Haziran direnişinin öncesinde, DİSK’in kapatılması girişimi, boşuna değildir.

Türkiye, NATO üyesidir.

Türkiye, siyasal olarak ABD emperyalizmine, ekonomik olarak AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge”dir. Tüm soğuk savaş boyunca da böyle devam etmiştir ve bugünlerde, emperyalist güçler, Türkiye’yi de içine alacak şekilde bir paylaşım savaşımına girişmişlerdir. Kaldıraç sayı 224’te, Deniz Adalı’nın, “Emperyalist paylaşım savaşımı ve TC devleti – Aslanlar kedigillerden midir?” başlıklı bir yazısı var. Durumu orada özetlemektedir. Biz daha detayına girmeyelim. Sadece, Kaldıraç 224’üncü sayıdaki bu yazının, Şubat ayının sonundaki İdlib süreci yaşanmadan yazıldığını, hatta neredeyse tüm derginin Şubat sonunda yaşanan İdlib sürecinden önce tamamlanmış olduğunu hatırlatalım.

Türkiye’de Türk-İş’in kurulması ile, NATO’ya girmek arasında bağ vardır. ABD emperyalizmi, CIA, doğrudan Türk-İş gibi bir sendikanın, devlet tarafından kurularak, işçi hareketinin denetim altına alınmasını organize etmiştir. Yoksa Türk-İş, işçi sınıfının eylemleri ile söküp aldığı bir sendika değildir.

Biz Marksistler, devrimciler, ağır baskı dönemlerinde, faşist sendikalarda bile çalışmamız gerektiğini söyleriz. Bu doğrudur da. Ama Türk-İş’in böylesi bir operasyonla, işçi hareketinin önünü önceden kesmek, Sovyetler’in faşizme karşı zaferinin işçi sınıfı üzerindeki olası etkilerini önlemek için organize edildiğini akılda tutmalıyız.

DİSK, böyle değildir. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin, bu yöne yönelmesinin, mücadele etmesinin ürünüdür.

İşte bu nedenle, DİSK kapatılmak istenmiştir.

İşte bu nedenle, 12 Eylül karşı-devrimi, DİSK’in mal varlığına el koymuştur.

İşte bu nedenle, DİSK yöneticileri katledilmiş, hapislere atılmıştır.

Allah aşkına, bir kapitalist ülkede, bir işçi sendikasının liderleri, hiç hapse girmeden nasıl mücadele etmiş olabilir? Mesela Türk-İş denilen en büyük konfederasyonun yöneticilerini inceleyin yeter.

İşte o işçi sınıfı, o Maden-İş öncülüğünde, “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te, çarklar durdu elimizde” diye haykırmaktaydı. Çekinmeyin, evinizde, bu sloganı siz de atın, kafiyesi de uygundur, kolay atılabilmekte ve gür ses çıkmaktadır. Bir kere de siz deneyin, komşunuzdan korkmayın. Nasıl olsa DGM ve MESS nedir bilemeyecektir. Sizin, her evde olduğu gibi, aile kavgası nedeni ile seslerinizin yükseldiğini, ama bunun kafiyeli bir hâl aldığını düşünecektir. Yok, eğer komşunuz sloganı anladı ise ve siz hapiste değilseniz, demek ki, iyi bir komşunuz varmış, bunu öğrenmiş olursunuz. Lütfen, içinizden değil, açıktan, bağırarak deneyin: “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te,” bu ilk dizesi oluyor, “çarklar durdu elimizde” ikinci dizesi.

İşte MESS, bu nedenle, en bilinçli burjuva kesimlerinin de örgütüdür. Mücadele, her iki tarafı da eğitir. MESS; Maden-İş deneyimlerini asla unutmaz.

Bizim tarafta ise, artık Maden-İş yok.

Hâlâ, ülkemizin en ileri işçi sendikalarından birisi olan Birleşik Maden İş Sendikası var (BMİS olarak kısaltılıyor. En azından Kaldıraç’ın 224. sayısında ve İşçi Gazetesi’nin Şubat sayısında böyle kısaltılmış). BMİS, ülkede sendikaların işçi sendikası olmaktan çıkıp, devlet ve patron sendikası hâline gelmiş olduğu 12 Eylül sonrası sendika çürümüşlüğünden, daha az etkilenmiş sendikalardandır. Biliyoruz, bazı sendikalar, tam olmasa da, hâlâ işçi sendikası olmaya çalışmaktadır. Bunun zorlukları da biliniyor ama, galiba bunun için, bir plana, bir örgütlü iradeye ihtiyaç var.

BMİS tek değil. MESS ile masaya oturan toplam üç sendikadır. Diğer ikisi, Türk Metal ve Özçelik-İş’tir.

BMİS, 10 bin işçiyi temsilen masaya oturmaktadır.

Türk Metal (TMS) ise, 119 bin işçiyi temsilen masadadır.

Özçelik-İş, 1000 civarında işçiyi temsilen masaya oturmaktadır (Bakınız, İşçi Gazetesi’nden aktaran Kaldıraç, sayı 224).

Metal iş kolu, yakın dönemde, otomotiv sanayiinden yükselen ve adına “metal fırtına” denilen eylemlerle de gündeme geldi. Yani, MESS bünyesindeki 201 üye, ülkenin önemli sanayi alanını temsil etmektedir. Hem bu fabrikalar kapasite olarak önemlidir, hem de bu fabrikalar ihracat alanında etkilidir. Zaten önemli bir bölümü, doğrudan yabancı sermayenin, daha çok da Almanya ve AB’nin uzantısı gibidirler. Ya AB ülkelerinden ortaklıkları vardır ya da ihracat olarak doğrudan oraya çalışmaktadırlar. Örneğin, Reno, Fransız ve OYAK grubuna bağlıdır. OYAK, Ordu Yardımlaşma Kurumu’dur ve önemli ölçüde emekli subaylardan oluşmaktadır. Fransızlar, Reno fabrikalarında üretilen otomobilleri, buradan dünyaya ihraç etmektedir. Aynı şey İtalyan ortaklı Koç Grubu’na bağlı Fiat için de geçerlidir. Bu sadece otomobil sanayii için böyle değildir, otomotiv yan sanayii için de böyledir. Mesela Bosch Grubu, genellikle Almanya’ya çalışmaktadır.

Kısacası metal sanayii diyeceğimiz, MESS bünyesinde toplanan işyerleri, hem burjuvazinin en bilinçli, sınıf bilinci en yüksek kesimlerini oluşturuyor, hem de en örgütlü kesimini.

Oysa işçi sınıfı cephesinde durum böyle değildir.

Özçelik-İş’i ele alalım: Bir sendika kendine böyle bir isim koyar mı? “Öz” ne demektir? Otobüs firmalarının aile ortakları ayrıldıkça, her biri kendine eski isme ilave bir ekle isim oluştururdu, Diyarbakır Turizm, Öz Diyarbakır Turizm gibi. Öz çelik iş, böylesi bir şeyin ürünü müdür? Bu durumda, çelik iş olanın sahibi olan aile kimdir ki, ortaklardan biri yeni sendikanın adını böyle koyuyor?

Bu konu, sizce sadece bir isim sorunu mudur?

Değildir.

Ülkemizde CIA organizasyonu ile kurulan Türk-İş tarzı sendikacılığın, devlet-patron sendikacılığının ne anlama geldiğini anlamak için bu isim meselesi önemlidir. Normal şartlarda, işçiler, içinde yer aldıkları sektöre, yürüttükleri mücadeleye vb. bağlı olarak örgütlenir ve sendikalarının isimlerini öyle koyarlar. Öyle emirle bir sendika kurulmaz. Böylesi sendikalar, işçi aidatları ile kendilerine rant yaratan sendikacıların sendikalarıdır, işçi sendikaları değildir.

İşçiler, üç ayrı sendika olduğu için, farklı taleplerle MESS’le masaya oturdular. MESS, sözleşmelerin üç yıl süre ile geçerli olmasını istiyordu. Neden? Çünkü, üç yıllık süreyi, işçilerin tahmin etmesi zordur. Onlar daha çok, bugün ve yarın alacakları ücrete bakacaklardır. Eğer sendika, işçilere bu bilinci, işçi ve sınıf olma bilincini vermiyorsa, işçilerin üç yıl sonrası dönemi kestirmeleri oldukça zor olacaktır. Oysa MESS’in uzmanları var, ekonomistleri, piyasa uzmanları, siyasal uzmanları vb. var. Onlar, zaten yalana dayalı devlet istatistiklerini yorumlayarak, işçileri daha düşük maaşla çalışmaya ikna edebilirler.

Sözleşme dönemi, Ekim 2019 ile Ekim 2021 dönemini kapsayacak iken, MESS, sözleşmenin Ekim 2022’ye kadar geçerli olmasını talep etmektedir.

MESS şunları önerdi:

  • Üç yıllık sözleşme,
  • İlk altı ay için %6 zam, diğer tüm 6 aylık dilimlerde “enflasyon” oranında artış,
  • Sosyal haklarda değişiklik yok.

TMS (Türk Metal):

  • İlk altı ayda %26 zam, diğer dilimlerde enflasyon kadar artış,
  • İki yıllık sözleşmeye devam,
  • Sosyal haklarda %30 oranında artış.

DİSK’e bağlı Birleşik Metal (BMİS) ise

  • İki yıllık toplu sözleşmeye devam,
  • İlk altı ay için %34 zam, diğer 6 aylık dilimlerde enflasyon kadar artış,
  • Sosyal haklarda %50 artış.

Özçelik-İş ise, TMS ne diyorsa o, şeklinde özetlenecek bir tutuma sahip idi.

İşçiler, MESS’in teklifi karşısında harekete geçtiler. Eylemler yükseldi ve en çok da BMİS üyeleri daha kararlı bir tutum sergilediler. İş bırakma eylemleri, polisle çatışma sahnelerine kadar vardı. İşçiler, “işçiye kalkan eller kırılsın” diye bağırdılar, ama ülkenin içinde bulunduğu şartlarda, daha kararlı bir direnişin de olmayacağının ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştı.

Kaldıraç hareketinden işçiler, Birleşik İşçi Kurultayı’ndan işçiler, bizzat miting ve eylemlerde, işçilerin ruh hâlinin, sendikaların %16-17’lerde bir artışa razı olacaklarını söylediklerini bildirmişlerdi. Yani işçiler, bu eylemlerde, bizim yoldaşlarımıza durumu değerlendirdiklerinde, sendikaların %16-17’ye razı oldukları yönündedir.

Ve nihayet, 28 Ocak gecesi, Özçelik-İş ve TMS, nedense “gece”, sözleşmeyi imzalamıştır. Neden “gece” bu imzalar atılıyor? Bu imza “töreninde” kimler var? Burada konuşulanların kayıtları acaba nerededir?

BMİS ise aynı şartlara, bu kez 2 Şubat günü imza atıyor.

Buna göre;

  • Sözleşmeler iki yıllık olmaya devam edecek
  • İşçiler ilk altı ayda %17, ikinci altı ayda %6, sonraki yıl her altı ayda enflasyon kadar artış alacaklar.
  • Sosyal haklara %20 artış sağlanmıştır.

İşte bu süreç üzerine bazı notlara ihtiyaç vardır.

1-

Denilebilir ki, işçiler, diğer sözleşmelere bakıldığında, fena olmayan bir artış elde etmişlerdir. Bunu söyleyen var. Bunu en başta işçi sendikacılığı yaptığını söyleyip de ifade edenler var. Bu ifadeler, aslında işçileri, toplu sözleşme sürecinde aza razı edenlerin, onları bir kere daha kandırma isteklerinin ürünüdür.

  • Diyorlar ki, işsizlik var. İşimizi mi kaybedecektik?

Bu aslında işçi sendikasının değil, patron sendikasının konuşma tarzı olabilir. Bir tehdittir. Eğer işçiler mücadele edecekse, elbette bazı şeyleri kaybetme riski vardır. Ama kazanmanın da başka yolu yoktur.

Ülkenin en dinamik sanayii, metal sanayiidir. Bu sanayi, büyük ölçüde yurtdışına çalışmaktadır. Kur farkı nedeni ile, zaten yurtdışı alıcılar için, daha büyük avantaj oluşmuş durumdadır. Bu durumda, direnilirse, işçilerin kazanma şansı çok yüksek idi. Çünkü, metal sanayiinin durması, Avrupa piyasalarını da etkileyecekti. Ve Avrupalı için, doların, euronun %40 yükseldiği şartlarda, %40’a kadar artış kabul edilebilirdir.

Ama, Özçelik-İş’i bir yana bırakırsak, TMS, zaten işçileri aza razı etme işi için görevlidir ve BMİS, bu tuzağa düşmüştür.

İşini kaybetme meselesine gelince, zaten metal iş kolu, elinden geldiği kadarı ile, ucuz işçi bulduğunda, tereddüt etmeden işçilerin işine son vermektedir. Bunun için sözleşmeye vb. de bakmamaktadırlar.

İşçilere, diğer sendikaların sözleşmelerine bakın, demek, akılsızlık değil ise, suçunu örtmeye çalışmaktan ibaret kurnazlıktır.

Eğer işçiler, en kötüye bakacak olsalar, asgarî ücretin 2324 TL olduğu bir ülkede, zam istememeleri, hatta kesintiyi kabul etmeleri gerekirdi. Ne kadar büyük utanmazlık, işçilere başka sözleşmelere bak diyebiliyorlar.

Eğer işçiler, kamuda verilen %6’ya bakacaklarsa, size ne gerek var? Siz, hemen sendikanızı kapatın. Hiç değilse, işçilerin aidatları boşa gitmesin. TMS yöneticileri, eğer ellerinden gelse, tıpkı Türk-İş Başkanı gibi, işçileri %6’ya razı ederdi. Elinden gelmedi. Buyurun, %6 isteyin de işçilerin size tepkisini görün.

İşte bu örnek de bize gösteriyor ki, TMS, özellikle TMS, işçileri en aza razı etmek için uğraşmıştır ve BMİS, onu takip etmiştir.

En kötüsüne bakarak, aldığımızı değerlendireceksek, ülkemizde toplu sözleşme yapamayan milyonlarca işçi olduğunu da bilmeliyiz. Bu durumda, isterse %1 alalım, “ne güzel, şükür ki, sözleşme yapabiliyoruz” mu diyeceğiz?

Sendikalar, sendika uzmanları, bu utanmazca değerlendirmeyi, MESS sözleşmesi için yapmaktadırlar. İşçiler, “artık bittik, daha fazla fakirleşemiyoruz” diyor, sendika uzmanları, utanmadan, diğerleri %30 kaybetti, biz %15 diye bizim sevinmemizi mi istiyor?

2-

Gerçeği bilmek işçilerin hakkıdır.

  • Bu sözleşme, geri bir sözleşmedir. Sözleşmede korunabilen tek şey var, o da iki yıllık toplu sözleşmedir. İki yıllık toplu sözleşme korunabilmiştir.
  • Ücret zammı düşüktür. Ülkemizde enflasyon, %50’lerdedir. Bu denli fiyat artışı olduğunu, her işçi, bizzat kendisi bilmekte, yaşamaktadır. Her ürünün fiyatına gelen zam ortadadır. Artık, yoksulluk ve açlık diz boyudur. O kadar ki, Diyanet İşleri Başkanı bile, pazara akşamları gidin diye öneriler sıralamaktadır.

Metal işçisi, %18,5 zam almıştır ve bu yaklaşık %30 fakirleşmektir. Evet, bazı işçiler %40 fakirleşmiştir, bazısı %50. Ama, biz biliyoruz ki, bu ülkede çok ama çok zenginleşenler de var. Bu enflasyonun, bu bunalımın, bu krizin sorumlusu biz değiliz. Biz, bu krizin mağdurlarıyız. Şimdi omuzlarımıza krizin yükü daha da fazla binmiştir.

İkinci yıl, “enflasyon farkı” almak, saçmadır.

Bu ülkede, ekonomi yönetimi, Saray Rejimi, devletin her kurumu, tüm basın yalan söylemektedir. Baştan aşağıya ülkeyi yönetenler yalan ve manipülasyona dayalı bir propaganda yürütmektedirler. Bu koşullardan, enflasyon rakamları da nasibini almaktadır.

Gelin, işverenler, enflasyon farkı kadar kâr etsinler?

Neden onlar, kârlarını hesaplarken, enflasyon ve kur değişimlerinden arındırma yapıyorlar? Neden bizim ücretlerimiz hep aşağıya doğru gidiyor?

Savaş, rant ve yağma ekonomisine dayalı Saray Rejimi, ne yapacak da enflasyonu düşürecek?

Şimdi, siz, MESS’in yerinde olsanız, enflasyon rakamlarını düşük gösteren Damat’ı çok ama çok sevmeye devam etmez misiniz?

Demek ki, ikinci yıl, işçiler daha da fakirleşecektir.

Öyle ise “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye bağıran metal işçisi, çoktan ödemeye başlamıştır. Çoktan zokayı yutmuştur.

3-

Sosyal haklar için elde edilen %20’lik artış, iki yılda, en az %50’lik bir azalışa denk gelecektir. %50 enflasyon ile zaten yarısını kaybetmiş olan sosyal haklar, %20 arttığında, gelecek iki yılın ancak enflasyonunu, onu da belki, kurtarabilir. Bu nedenle, en az %50’lik bir artış demektir. Ölçmek kolaydır, Ocak 2018’de, bu sosyal hakların tutarı ne ile, (metal eşyadan gidelim) kaç çamaşır makinası alınmaktadır ve iki yıl sonra, yani, Ocak 2022’de kaç tane alınacaktır? İşte bu hesabı tutmak isteyen herkes, kaybı da hesaplayabilir.

4-

Demek ki, toplu sözleşme, doğru bağlanmamıştır. İşçilerin kaybı büyüktür. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Sendikacılar, işçi dostları, devrimciler, bu durumu işçilere olduğu gibi anlatmalıdır. Eğer buna rağmen toplu sözleşmeyi bağlama nedenlerini açıklamak istiyorlarsa, hay hay, buyursunlar, ama gerçekleri anlatsınlar. Mesela korktuk diyebilirler ve bunu saygı ile karşılarız. Ama biz bir zafer kazandık diyemezler, başka sözleşmelere bakın, diyemezler.

BMİS yönetimi, işçilere; biz 10 bin kişiyiz, oysa diğer tarafta 120 bin kişi var, onların sendikaları daha büyük, bu nedenle, biz onların dediğine razı olduk, yoksa kayıplarımız şunlar şunlar olacaktı, diyebilir. Ama, “biz zafer kazandık” diyemez. Doğru değildir. Yalandır. Ve işçilerin içinde büyüyen rahatsızlık, öyle görmezden gelinecek rahatsızlık değildir.

İşçilere TMS ve Özçelik-İş rahatlıkla yalan söylemektedirler. Ve bu nedenle, onlar birer işçi sendikası değildir. TMS yönetimi, Türkiye sendikacılığının en etkili mafya örgütlenmesidir. TMS, bir işçi sendikası değildir, işçileri denetim altına almak üzere organize edilmiş, Maden-İş’in şanlı tarihini yok etmeyi hedefleyen, devlet ve işveren eli ile desteklenen, 12 Eylül sonrasında organize edilen bir sendikadır. Başında, sendika mafyası vardır. Sadece, sendika başkanının son 40 yıllık kendi ve ailesinin mal varlığı durumu göstermeye yetecektir. Kemal Türkler’i katleden eller, şimdi, TMS’de sendikacılık yapanların ağabeyleridir.

Onlar işçilere yalan söyleyebilirler.

Ama BMİS yalan söylememelidir.

İşçilerden gerçekleri gizlememelidir.

TMS ile, sendika mafyası ile işbirliği içine girmemelidir.

Onların metotlarını, BMİS’e sokmamalıdır.

BMİS, Maden-İş’in şanlı mücadele tarihine sahip çıkmalıdır.

Bunun için, işçilere açıkça sesleniyoruz, gelin örgütlenelim. Türk-Metal elindeki yerlerde de örgütlenelim. Gelin, BİK’e katılın. Gelin, gücümüze güç verin. Ancak o zaman metal fırtına, anlamlı bir fırtına olacaktır.

İşçiler gerçeği istiyorlar, durum ne kadar ağır olursa olsun, o ağırlığı ile gerçeği istiyorlar.

5-

Bize, sendikaya, toplu sözleşme sürecine “siyaset” karıştırmayın diye öğüt veren MESS, masaya geldiğinde, “ülkenin şartları” diye söz başlıyor.

Ülkenin şartları, ülkenin yönetenleri, egemenleri tarafından yaratılıyor. Bu, Saray Rejimi’nin olduğu kadar, burjuvaların da ortak suçudur. Bize “ülkenin şartları” diye siyaset yapanlar, bizim siyaset yapmamızı önleyemezler.

Evet ülkenin şartları açık.

Kriz var.

İşçilerin emekçilerin %50 daha yoksullaştığı koşullarda yaşıyoruz. Öyle ise hakkımızı almalıyız.

Ülkenin şartları açık, milyonlarca işçi ve emekçi örgütsüz ve güçsüz, burjuvalar, Saray Rejimi örgütlü ve polis, ordu gücü ile işçilere saldırıyor.

Öyle ise, güç olacağız, örgütleneceğiz.

Bize diyorlar ki, diğer işçilerin aldıklarına bir bakın ve hakkınıza razı olun.

Yanıtımız şudur: Diğer işçilerin aldıklarına bakıyoruz, görüyoruz ki, eğer sesimizi çıkarmazsak, yarın daha kötüsüne razı olacağız. Bu nedenle, diğer işçileri de örgütlemeye karar veriyoruz. Onlara, bu düşük ücrete razı olmayın, sizin aldığınız sadakayı bize gösterip, buna razı olun demelerine izin vermeyin.

6-

Toplu sözleşme sürecinde, Aralık ayından başlayarak, Türkiye’ye, Avrupa metal sektörünün, belki de sendikalarının ücretini ödediği, “uzmanlar” geldiler.

Bu arada Türk Metal, BMİS’in üye olduğu Avrupa Metal İşçileri Sendikası’na üye oldu. Böylece Türk Metal ile BMİS arasında centilmenlik ilişkileri gelişmeye başladı.

Uzmanlar, sendikaları, %18,5 zamma razı etmek için etkili bir çalışma yürüttüler.

Biz soruyoruz, BMİS’e, sektörün işçi sendikası adına en çok layık olan sendikasına soruyoruz:

  • Bu uzmanlar kimlerdir? Görevleri, unvanları nedir?
  • Bu uzmanların Türkiye’deki faaliyetleri gün be gün ne olmuştur?
  • Bu uzmanlar, ne kadar para aldılar ve paralarını kim, hangi kurum ödedi?
  • Bu uzmanların gelişini destekleyen Avrupalı metal işçileri sendikaları, Türkiye’deki grev kararlarını destekleyecekler midir? Bizim burada sürdürdüğümüz eylemlere destek vermek üzere, şalterleri indireceklerine söz verebilirler mi?

Bu soruların yanıtlarını bekliyoruz. Her gün, işçiler, bu konuda ne bilgi elde ediyorlarsa, İşçi Gazetesi bunları yayınlayacaktır. Bize gerçeğin kendisi lazım. Dürüst ve duyarlı sendikacıların, bunları kamuoyuna, işçilere açıklaması lazım. Biz İşçi Gazetesi ve Kaldıraç olarak, sayfalarımızı bu konuda konuşacak olanlara açıyoruz.

Bu sözleşme sürecini bu detayla incelemezsek, her rakamın üzerine işçi olarak parmağımızı basmazsak, faturasını ödemek ağır gelecektir.

Görülüyor ki, sermaye, dünya çapında örgütlüdür. Türkiye’de metal sektörü sözleşmesi, Avrupa burjuvazisini çok ama çok yakından ilgilendiriyor. Bunun için buraya uzmanlar gönderiliyor. Bizdeki bilgilere göre, çok yüksek paralar da verilmiştir.

Peki, ya biz işçilerin enternasyonal örgütlenmesi?

Biz, metal işçileri, Avrupa metal işçileri ile, sadece sendikalar aracılığı ile değil, her yolla ilişki geliştirmeliyiz.

Bize, bu toplu sözleşme süreci gösteriyor ki;

  • İşçiler, ülkenin durumuna, siyasete ilgisiz kalarak toplu sözleşme bile yapamazlar.
  • İşçiler, diğer sektörlerdeki işçilerle ortaklaşa, dayanışma içinde hareket etmeyi geliştirmelidirler. Bu, tüm sendikal alandan sendika mafyasının kovulması demektir. Bu mücadele verilmeden, işçi sınıfının sınıf olarak davranabilme olanağı olmayacaktır.
  • İşçiler devrimcileşmek zorundadırlar. Sadece sendikalarını geri alabilmek için değil, tüm sömürü çarkını anlamak için de devrimcileşmek zorundadırlar. İktidarı almak için de. Bu nedenle, işçileri, Kaldıraç hareketi saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.
  • İşçiler, sektörün gerçek durumunu analiz edecek, devrimci ve emekten yana bakışa sahip uzmanlarla çalışmak zorundadırlar. Kendi içlerinden uzmanlar yetiştirmek zorundadırlar.
  • İşçiler, sendikacılık yapıp da kendilerini işçiden, emekten yana tanıtanlardan, ilk iş olarak, ne kadar ağır olursa olsun, gerçeği duymak istediklerini beyan etmelidirler. Bu, her koşulda, her durumda geçerli bir tutumdur.
  • Sendikalar, eğer ülkenin içinden geçtiği, savaş, kriz koşullarını doğru analiz edebilselerdi, çok daha yüksek oranda zam aldıkları bir sözleşmeye imza atabilir ve bugün söyledikleri şeyi “doğru” hâle getirebilirlerdi: Zafer kazandık. Zafer kazandık, şimdi, bu sözleşme ile doğru değildir. Asla doğru değildir.

Korkuları boylarını aşmıştır

8 Mart 2020, valilik emri ile yasaklanmıştır. 8 Mart 2020’de, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, devlet güçleri, yani kolluk kuvvetleri, yargı sistemi, basını ile devlet güçleri, kadınların karşısına dikildi.

Normaldir.

Kadınları çiçekle karşılamayacaklarını biliyoruz. Hâlâ bu yönde umutları olanlar varsa, onların anlaması da artık daha kolaydır.

Ama yine de, 8 Mart günü, polisin saldırganlığı, medyanın organize hareket etmesi, valiliğin ve yargının polis gücünün destekçisi olarak iş görmesi, her zamandakinden daha “özel” bir hazırlıkla yapılmıştı.

Saray Rejimi, korku içindedir.

Gençlerin eyleminden korkuyor.

İşçilerin grevinden, basın açıklamasından korkuyor.

Kadın eylemlerinden korkuyor.

Anaların cumartesi toplantılarından, adeta saplantı hâline getirecek kadar korku duyuyorlar.

Bir insanın iş istemesinden korkuyorlar.

Bir ailenin tren kazasında ölmüş üyeleri için, Ankara’ya mahkeme kapısına gelmesinden korku duyuyorlar.

Bir tweet’ten, bir cikleme sesinden korkuyorlar.

Gerçekten korkuyorlar, gerçeğin yazılmasından, kendileri dışında bir görüş ve düşünce olmasından korkuyorlar.

Erdoğan ve onun etrafı, artık sürekli kâbuslar görüyor olmalıdır: Ha bu ay Gezi olur, ha bu ay olmadı, gelecek ay kesin olur. Ha bu ırza geçme olayı bir Gezi hâline gelir, ha işçilerin işten atılması olayı. Kısacası, Erdoğan ve Saray, aklını Gezi Direnişi ile bozmuş durumdadır ve bu büyük kâbuslarıdır.

Menderes iktidara geldiği andan başlayarak, sürekli olarak, “bu kış komünizm gelir” korkusu ile yaşıyordu. Bu korkuyu doğuran, daha çok SSCB’nin Alman faşizmi özelinde emperyalist saldırıyı bertaraf etmesi, kazandığı zafer idi. Bu zafer, tüm emperyalist dünyada, büyük bir korku doğurmuştu. Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’ye atılması, aslında bu korkunun ürünüdür. Ve TC devletinin NATO’ya girmesi, NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermesi bunun içindir. ABD yönetimi ve uluslararası karşı-devrim örgütlenmesi, sürekli olarak Türkiye’nin komünizm tehlikesi altında olduğunu propaganda ediyordu ve elbette Menderes’in ufku, efendilerinin söylediklerini allahın emri kabul etmenin ötesine geçemiyordu. Onun için, evinde bile, sadece ofisinde değil, evinde de, her gün, hangi kış komünizmin geleceği üzerinde sıkı tartışmalar yapılıyordu.

Oysa o günleri analiz edecek olsak, SCCB, kendi derdinde, toparlanma ve yaralarını sarma mücadelesindeydi. Dünyada devrimci kalkışma, Fransız ve İtalyan devrimlerinin feda edilmesi ile geri çekilmişti. Yani, 1950’lerin Türkiye’sinde komünizm korkusu, ancak Menderes ailesi ve çevresinde yerleşik bir korku idi. Komünist avcılığı, işte bu koşulların ürünü idi.

Şimdi, Erdoğan’ın korkuları biraz daha farklıdır.

Birincisi, çok para götürmüştür ve mal mülk sahibi olmak, insanı korkak yapar. Kaybedecek çok şeyi var. Artık, ilk günlerdeki gibi, Coca-Cola dağıtım işini Burak oğlana vermekle sınırlı işler değil bunlar. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, 80 milyon Türkiyeli’nin emeği çalınmıştır. Erdoğan, saymakla bitmeyecek bir servete sahiptir. O kadar ki, bu serveti emanet edecek yer neresi olursa olsun, ipleri de o yere kaptırmaktadır. Damat Ferit, pardon Berat, acaba bu ipleri eline almış olabilir mi?

İkincisi, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi, çetelerle birlikte gelişmiş, ABD’nin AB dışında bir “ekonomik varlıklı sınıf yaratma” projesi ile uyumlu olarak gelişmiştir. Ve bugün bu çeteler sorundur. Her biri kendi kârını düşünmekte, her biri Erdoğan’ın arkasından dolanmaktadır. O kadar ki, bu çeteler, başka bir “lider” buldukları an, Erdoğan’ı batmakta olan sarayında tek başına bırakmaya heveslidir. Galiba aile üyeleri de bu işin içindedir.

Üçüncüsü, Gezi korkusudur. Her gece uyanıp uyanıp, toplumun çok büyük kesimini Taksim’den Ankara’daki Saray’a yürür vaziyette görmektedir. Tam Taksim’e müdahale edecekken, bu kez rüyasında Kızılay meydanının kızıl bayraklarla Saray’a doğru yürüdüğünü görmektedir. Acaba, bu Saray’ın yeri yanlış mı yapıldı?

Şimdilerde, ABD konsolosluğu olarak yapılan bir alan var. Bu alan da Atatürk Orman Çiftliği arazisi içindedir (Ha doğru ya, bu CHP; mesela Saray için kaçak derken, yapılmakta olan Amerikan konsolosluğu için acaba neden kaçak demez?). Acaba, o nokta daha mı güvenli idi? Acaba, Amerikalılar, alttan, Saray’ın altından, bu yeni konsolosluk binasına giden bir tünel yaparlar mı, kaçış kolay olur, diye düşünmektedir.

Yani, Gezi Direnişi Erdoğan’ın kimyasını bozmuştur. Saray Rejimi’nin altını oymuştur.

Dördüncüsü, uluslararası durum var. Suriye’ye, Libya’ya ABD emri ile bir tetikçi olarak girmekten çekinmedi, ne de olsa Mehmet çok var ve onunla da bir ilgisi yok bu işlerin. Ne kadar Mehmet ölecek, bu onun derdi değildir. Ne de olsa onlar emekçi çocuklarıdır. Hem ne Burak, ne Bilal, askere gitmek için hevesli de değildirler. ABD ne dedi ise yaptı ama, iş yine de sarpa sardı. İdlib yolları, Erdoğan için mayınlarla dolu bir yol oldu. Ve galiba bu yolun sonu da İdlib’de gözükmektedir.

İşte, tüm bunlar, Erdoğan’ın korkularını, Menderes’in korkularından büyük ölçüde ayırmaktadır. Tek ortak noktaları, “iki ayaklarının arkadan birleştiği yere” yiyecekleri halk tekmesidir. Hem sonra, Menderes altı üstü başbakanlıktan düşecekti, oysa Erdoğan, bir RTE markasıdır ve Saray’dan düşmek çok tehlikelidir.

İşte bu nedenlerle, bu denli saldırgandırlar.

8 Mart’ta kadınlara, kitleye saldıran bu Saray güruhu, bu nedenle bu denli azgındır. Korkuları boylarını aşmıştır.

Artık, korku çukuru içinde debelenmektedirler. Saray’ın her yanını, bu korku, iktidarını, cennetini kaybetme korkusu sarmıştır.

Korkuları boylarını aşmıştır, işte bu nedenle bu denli saldırgandırlar.

Saldırarak, korkularını açığa vuruyorlar.

Kendi korkularını, kitlelerin, işçi ve emekçilerin korkuları hâline getirmek istiyorlar. Kendi korkularını halka, kitlelere, direnen herkese bulaştırmak istiyorlar.

Ama nafiledir.

Korkuları, gün be gün gerçeğe dönüşmektedir.

Saklamak istedikleri gerçekler, bir bir karanlığı yırtarak gün ışığına doğru yükselmektedir.

8 Mart’ta saldırdıkları kadınlar, daha da büyük sayılarla direnişi geliştireceklerdir.

Yasaklar, yüksek perdeden açıklama ve fermanlar bir bir yırtılacak, çiğnenecektir.

Ve kâbuslarınız, bir seher vakti, gerçeklik hâline gelecektir.

Güzel, aydınlık ve direngen gözleri, ellerinde kızıl bayraklarıyla, ağızlarında en güzel şarkılarıyla kadınlar, o seher vakti, bu kez kaçmanızı önlemek üzere karşınıza dikileceklerdir.

“Beni bu virüs öldürmez, bu düzeniniz öldürür” Düzenlerine karşı mücadele edelim!

‘Bir virüs ortaya çıktı ve tüm insanlığı tehdit ediyor. Hepimize bulaşıyor ve hepimizi hasta ediyor. Nasıl da bir virüstür bu, ona karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz.’ Bu anlatılan hepimizi aynı şekilde etkilediği hikayesi doğru değildir, çünkü:

Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir!

Şu an yaşanan salgın, insanlık ve korona virüs arasında bir savaş değil. Korona virüs insanlığa savaş açmadı. Tabii ki tüm insanları hasta edebilir. Ama öncelikle onlara bulaşması gerekir. Eğer kendinizi kitleyecek bir sarayınız varsa mesela hasta bile olmayabilirsiniz. Diyelim ki neylesin kader bir yolunu buldu da hasta etti. O zamanda soru şu hangimiz hayatta kalacak? Her gün üreten milyonlar mı, solunum cihazlarının sahipleri mi? Hangimiz hastanede yatak bulacak, açlıktan mı virüsten mi ölsem diye düşünen milyonlar mı, hastane sahipleri mi?

Önce, virüsü nasıl durduracağı bilim insanları tarafından araştırılması gereken ekonomik kalkan açıklamaları yapıldı. Oradan bize kolonya düştü. Üzerine vaka ve ölüm sayısı farklı olan hangisine bu doğru deseniz halkı isyana teşvik diye yargılanabileceğiniz açıklamalar yapıldı. Arada Kanal İstanbul ihalesi yapıldı, tacizcilere, tecavüzcülere, kadınları öldürenlere, uyuşturucu taciri mafyacılara cezai indirimler gündeme geldi. Kayyumlar atandı. Canlı yayınlarda istenen yeni binalar üzerine şakalar yapıldı. Hastanelerde bulunamayan kitler çay masalarında denendi. Ülkenin içişleri bakanı gariban olup olmadığını inceleyeceğini söylediği bir video yayınladı. Ve en son, hamdolsun dünyaya yardım gönderdik, her ihtiyacımızı da kendimiz karşılayabilir durumdayız ama IBAN numarası burada siz bize biraz para gönderin, dendi. Birkaç konuşma öncesi aldığımız kolonyayı da böylelikle kaybettik.

Bilinen o ki İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki parayla 15 milyon işçiye 3 ay süreyle asgari ücret dağıtılabilir. Hatta bunun üzerine kalan 26 milyar lira ile işsizler, evsizler yaşamlarını devam ettirebilir. Bu fon zaten bizlerden aldıklarıdır. Yani mesele, onların 3-5 maaşını verme meselesi değildir.

Mesele olağanca açıklığıyla önümüzdedir. Eğer işçiyseniz çok ses çıkarmadan ölünüz. Toplu mezarlarımız hazırdır. Bunun dışında da herhangi bir istemleri yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Hatırlardadır, 99 depreminde de biz enkaz altındayken bugün eylemlerle karşılık bulan emeklilik yasası geçmiştir. Çok iyi bilmektedirler ki bu bir sınıf savaşımıdır.

Peki savaş açılan bizler ne yapacağız? Her gün işe gitmek zorunda olanından, evde çalışma imkanı olup bütün gün haber takip edenlere.

Biz öncelikle ‘biz’ olduğumuzu hatırlayalım. Kimimiz yanında atılan slogandan, kimimiz bir işçi direnişinden, kurduğumuz dayanışmalardan, belki bir çoğumuz Gezi’den hatırlayacağız.

Taleplerimiz var. Sadece dile getirip, yapmayacaklarını bilememize rağmen yapmalarını beklemek için değil taleplerimiz etrafında bir araya gelmek, birlikte mücadele etmek için.

  1. Bütün sağlık hizmetleri kamulaştırılıp ücretsiz hale getirilmeli. Sağlık ürünleri (dezenfektan, maske, ilaç vb. herkes için ücretsiz ve ulaşılabilir olmalıdır.
  2. Test kitleri bütün aile hekimlerine, herkese yetecek kadar dağıtılmalıdır.
  3. Bütün işçilere tam ücretli izin hakkı tanınmalıdır
  4. İşten çıkarmalar yasaklanmalıdır.
  5. Tüm işsizlere, işçilere, emekçilere gelir desteği yapılmalıdır.
  6. İşsizlik fonunu sendikalar devralmalı, sendikaların gözetiminde ücretli izin ve işçi sağlığı için değerlendirilmelidir.
  7. Halk sağlığı için işin yürütülmesinin zorunlu olduğu bütün fabrikalarda, iş yerlerinde sağlık hizmetleri TTB denetiminde yürütülmelidir.
  • Sendikalar üye sayılarından bağımsız olarak işçi örgütleridir. Bu nedenle çalışmak zorunda bırakılan işçiler için sendikaların sadece taleplerini ifade etmeleri yeterli değildir. Taleplerinin hayata geçmesi için genel grevi örgütlemelidirler. Elbetteki taleplerin hayata geçmesi için başka yollar mevcutsa onlar da kullanılmalıdır. Bugün, bizce genel grev işçilerin yaşamlarını devam ettirebilmelerinin bir yoludur.
  • Örgütleri ellerinden alınmış, birlik olmaları engellenen işçiler ise sendikaları beklemeden iş bırakmalıdırlar. Örneğin, mücadeleleri ile ücretli izin haklarını alan LC Waikiki depo işçileri, Hatay’da filtre fabrikasında şalter indiren işçiler, Maltepe Sanel’de Kovid-19 testi pozitif çıkan arkadaşlarına rağmen üretimi durdurmayan patrona karşı ‘kaçınma haklarını’ kullanan işçiler bize yol göstermelidir.
  • Birçok il ve ilçede kurulan dayanışma ağlarına katılmak, büyütmek, olmayan yerlerde oluşturmak tüm devrimcilerin, demokratların, muhaliflerin, insan kalmak için mücadele eden herkesin sorumluluğu olmalıdır. Biz Kaldıraç olarak tüm gücümüzü dayanışma ağlarını büyütmek için seferber ediyoruz. Sadece evdekal demek yetmez. Bunun imkanları için mücadele etmek, örneğin talepleri yaygınlaştırmak, işçilerin durumunu görünür kılmak, dayanışma ağlarında neler yapılabileceğimizi tartışmak vb. mümkündür.
  • San Fransisco’da başlayıp dünyaya yayılan kira grevleri bugün bizlerin de gündeminde olmalıdır. Yaşanan bu süreçte kira, elektrik, su, doğalgaz, internet faturalarımızı ödememek için olanaklar geliştirilmelidir.

Tekrar pahasına: Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir! Bugün sınıfımızın farkına varıp, bireysel değil hepimizin yaşamı için, bir araya gelme mücadele etme günüdür.

İşçilerin taleplerini hayata geçirmek, dayanışma ağlarını büyütmek, kira grevleri, elektrik, su, doğalgaz, internet faturalarını ödememek için tüm güçleri mücadeleyi örgütlemeye çağırıyoruz.

Doğrudur, virüs bizi hasta eder; kapitalizm ise öldürür.

Bizi ancak, ortak mücadele ve dayanışma yaşatır!

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Karanlığı Aydınlığa Çevir, Emeğe Ses Ver!

İçinde bulunduğumuz salgın sürecinde, emekçilerin yaşamını tehdit eden sorunların çözümü için ‘Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformu’ adı altında bir araya geldik. Aşağıda imzası bulunan kişi ve kurumlar olarak, tüm toplumu 2 Nisan Perşembe tarihinden itibaren her gün 20:20 saatinde bir dakika boyunca ışık yakıp söndürerek bu 12 talebi yükseltmeye ve ses çıkarmaya çağırıyoruz.

Yaşanacak sorunların önüne geçmek için çağrımızdır

Aralık ayından bu yana tüm dünyayı etkisi altına alan, bugün Covid-19 olarak adlandırdığımız salgın ülkemizde de etkisini arttırmıştır. Tablo herkes için ama özellikle de emekçiler için yaşamsal bir tehdit boyutlarına ulaşmıştır. Ancak açıklanan tedbirlerin hiçbirinin biz işçi-emekçiler ile bir ilgisi yoktur. Adeta ölümüne çalışmak ya da ölene kadar çalışmak dayatılmaktadır. Neredeyse herkes kendi başının çaresine baksın noktasına gelinmiştir. Fakat biz diyoruz ki; emekçiler risk altında. Salgınla birlikte daha da derinleşen ekonomik krizin yükü emekçilerin sırtına yüklenemez. Artık hayati hale gelen taleplerimizi aşağıda imzası olan kurumlar olarak yüksek sesle dillendiriyoruz. Tüm toplumu 02.04.2020 (Perşembe) tarihinden itibaren her gün 20:20 saatinde bir dakika boyunca ışık yakıp söndürerek taleplere destek vermeye ve ses çıkarmaya çağırıyoruz.

Taleplerimiz

1. İşten çıkarmalar yasaklansın. Sağlık emekçileri ve zorunlu sektörler dışında çalışan tüm emekçiler ücretli izne çıkarılsın.

2. İşsizlik fonu sendika ve meslek örgütlerinin gözetiminde işsizler için değerlendirilsin. Güvenceli ve güvencesiz tüm işçilerin sağlığı SGK tarafından karşılansın.

3. Tüm faturalar (su, elektrik, doğalgaz) salgın süresince alınmasın. Zorunlu ihtiyaçlardan (gıda, temizlik ürünleri vb) alınan vergi kaldırılsın. İhtiyaç sahibi herkes için bu zorunluluklar karşılansın. Ev emekçisi kadınlara asgari geçim ücreti tutarında maaş bağlansın.

4. Bütün sağlık hizmetleri ve sağlık ürünleri (dezenfektan, maske, ilaç vb.) herkese ücretsiz ve erişilebilir hale getirilsin. Hizmet ve ürünleri sunan tüm işletmeler kamu denetimine alınsın ve ilgili meslek örgütleri, sendikalar ve uzmanların katılımıyla oluşturulacak bir konsey tarafından yönetilsin.

5. Süreç şeffaf bir şekilde yürütülsün. TTB ve ilgili meslek örgütleri sürecin yönetiminin bir unsuru olarak mekanizmaya dâhil edilsin.

6. KHK ve/veya güvenlik soruşturması nedeniyle işten çıkarılmış tüm sağlık çalışanları işlerine iade edilsin.

7. İşçi-işsiz ve emeği ile geçinen herkesin vergi borçları silinsin, kredi vb borçları ertelensin.

8. Sağlık emekçilerinin üstündeki siyasi baskı kaldırılsın. Koruyucu ekipman, dezenfektan vb ihtiyaçları hızlı bir şekilde tedarik edilsin.

9. Halk sağlığı için işin yürütülmesinin zorunlu olduğu bütün fabrikalarda, işyerlerinde sağlık hizmetleri TTB denetiminde, sendikalar ile beraber yürütülsün.

10. Teşhis ve tedavi için sağlık hizmetleri kamulaştırılsın. Her bölgede test yapılacak laboratuvar kurulsun ve yaygın test ile virüsün yayılım yönü tespit edilsin.

11. Toplumsal yaşamın sürmesi için işin devamının zorunlu olduğu sektörlerde ya da yaşamsal gereklilik olmadığı için işçilerin ücretli izne çıkarıldığı işletmelerde ortaya çıkan artı maliyet tüm halkın vergileriyle oluşturulan hazineden değil sermayeye koyulacak artı vergiden karşılansın.

12. Risk grubuna girenler ve emekliler için en düşük ücret asgari geçim ücreti olsun ve tüm sağlık, gıda ve bakım ihtiyaçları devlet tarafından karşılansın. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkının güvenceye alınması için gerekli önlemler alınsın. Ayrıca yaşam hakkı her insan için geçerli olduğu gibi mültecilerin için de zorunludur. Bütün mültecilerin sağlık, gıda ve temizlik ihtiyaçları ücretsiz olarak karşılanmalıdır.

Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformu

Facebook: @TumCalisanlar

Twitter: @TumCalisanlar

İnstagram: @TumCalisanlar1

Change.org: https://www.change.org/p/t-c-sağlık-bakanlığı-tüm-çalışanlar-için-sağlık

İletişim:

0543 545 90 20

0555 733 01 86

İmzacılar:

BAMİS
BATİS
Deriteks Genel Merkez
Deriteks İstanbul Avrupa Yakası Temsilciliği
Deriteks Tuzla şubesi
Dev Turizm-İş Marmara Bölge Şubesi
Dev-Tekstil
Dev-Yapı İş
DİSK Emekli-Sen Maltepe Şubesi
Eğitim İlke-Sen
Eğitim-Sen Adana Şubesi
Eğitim-Sen Sinop Şubesi
Emekliler Dayanışma Sendikası
Güvenlik-Sen
İnşaat-İş
Limter-İş
Otel ve Turizm İşçileri Sendikası
Sağlık İlke-Sen
Sağlık-İş Sendikası İstanbul Şubeleri
Samsun Tarım Orkam-Sen
SES İstanbul Şubeleri
TGS
TOMİS
Turizm, Otel, Restoran, Eğlence ve Spor İşçileri Sendikası (TORES-İŞ)
Tümbel-Sen Adana Şubesi
Tümbel-Sen Sinop Temsilciliği
Birleşik İşçi Kurultayı
ÇHD İşçi Komisyonu
Deri Tekstil Kundura İşçileri Derneği
Ekmek ve Onur İşçi Derneği
Genç İşçi Derneği
HDK Emek Meclisi
HDK Emekliler Meclisi
HDP Emek Komisyonu
İşçi Temsilcileri Konseyi
Metal İşçileri Birliği
Yeni Emek Çalışmaları Ofisi
Belediye-İş İzbeton İşyeri Baş Temsilcisi Veysel Ergün
Birleşik Metal İş Sendikası Gebze Şube Başkanı Selçuk Çiftçi
Birleşik Metal iş TİS Uzmanı İrfan Kaygısız
Bursa İşçi Hakları Derneği Başkanı Veysel Çakan
Eğitim İlke-Sen Başkanı Ahmet Örs
Eğitim-Sen Genel Sekreteri Vedat Kaya
Eğitim-Sen İstanbul 2 Nolu Şube Eğitim Sekreteri Nesimi Özcan
Eğitim-Sen İstanbul 2 Nolu Şube Mali Sekreteri Umut Uluç
Eğitim-Sen İstanbul 4 Nolu Şube Eski Başkanı Ahmet Korkmaz
Eğitim-Sen İstanbul 4 Nolu Şube Sekreteri Döne Gevher Koyun
Eğitim-Sen Yönetim Kurulu Üyesi Varol Öztorun
Genel-İş 2 Nolu Şube Yöneticisi Alkan Okuducu
Genel-İş Anadolu 1 Nolu Şube Yönetimi
Genel-İş İzmir 8 Nolu Şube Yöneticisi Feride Konca
Haber-Sen Genel Başkanı Musa Özdemir
Hava-İş Eski Genel Başkanı Atilay Ayçin
KESK Eşbaşkanı Mehmet Bozgeyik
Petrol-İş Alpla İşyeri Temsilcisi Özgür Karatekin
Petrol-İş Gebze Cambro Özay İşyeri Temsilcisi Rıfat Guli
Petrol-İş Gebze Şube Başkan Yardımcısı Dönmez Aytekin
Petrol-İş Gebze Şube Başkan Yardımcısı Şivan Kırmızıçiçek
Petrol-İş Gebze Şube Nedex İşyeri Baş Temsilcisi Ferdi Gülkırmızı
Petrol-İş Gebze Şube Novares İşyeri Temsilcisi Barış Güldere
Petrol-İş Gebze Şube Novares İşyeri Temsilcisi Onur Atik
Petrol-İş Trelleborg İşyeri Baş Temsilcisi Dursun Karataş
SES Ankara Şube Sekreteri Yüksel Delice
Tüm Bel Sen İst. 1 nolu şube Dış İlişkiler ve Basın Sekreteri Faik Deli
Tüm Bel Sen İst. 1 nolu şube Kadın Sekreteri Meryem Göktepe
Tüm Bel-Sen İst 3, 4, 5 Nolu Şube TİS Uzmanı Oğuz Zengin
Tüm Emekliler Sendikası Genel Sekreteri İshak Kocabıyık
Tüm Emekliler Sendikası MYK Üyesi Ahmet Çağrı Tekinci
Tüm Sağlık-Sen Eski Genel Başkanı Fevzi Gerçek
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi YK Başkanı Esin Köymen
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi YK Üyesi Aysel Durgun
CHP Adana Eski Milletvekili Elif Doğan
CHP Eski Milletvekili Gazeteci Barış Yarkadaş
CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker
CHP İzmir Eski Milletvekili Erdal Aksünger
CHP İzmir Eski Milletvekili Zeynep Altıoklar
CHP PM Üyesi Eren Erdem
CHP Sivas Eski Milletvekili Ali Akyıldız
CHP Zonguldak Milletvekili Şerafettin Turpçu
HDP Adana Milletvekili Tülay Hatimoğulları
HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu
HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni
HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay
HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik
HDP Şırnak E. Milletvekili Ferhat Encü
TİP Hatay Milletvekili Barış Atay
Anarşist Akademi
Antalya Ekoloji Meclisi
Avrupa Süryaniler Birliği (ESU) – Türkiye
Bakırköy Kent Savunması
Bakirtepe Çevre Platformu
Boğaziçi Dayanışması
Çeşme Çevre Platformu
Demokrasi İçin Birlik (DİB)
Emek ve Adalet Platformu
Gümüşhaneliler Dayanışma Platformu
İHD İstanbul Şubesi Çalışma Yaşamı Komisyonu
Karaburun Yarımada Çevre Platformu
Koç Üniversiteler Dayanışması
Maltepe Dayanışma Ağı
Maltepe Forumu
Plaza Eylem Platformu
Seferihisar Çevre Platformu
Sinop Nükleer Karşıtı Platform
Şişli Demokrasi Meclisi
Toplumsal Bellek Platformu
Urla Çevre Platformu
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu
Yarımada Yeşilleri
Yeryüzünün Lanetlileri
10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği
Adana Anadolu Halkları Derneği
Adana DAD
Amazon Kadın ve Yaşam Derneği
AKA-DER (Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği)
Anadolu’da Yaşam Tüketim Kooperatifi (Adana)
Atasehir Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
Avcılar Kültür Sanat Derneği
BEKSAV (Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı)
Darıca Emekçi Kültür Derneği
DEDEF
Devrimci Kültür ve Dostluk Derneği
Divriği Kültür Derneği
Gor Dergisi
İzmir Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Derneği
Jineps Gazetesi
Kangal Dernekleri Federasyonu
Mayıs’ta Yaşam Eğitim Kooperatifi
Sabro Gazetesi
Samsun Devrimci 78’liler Dayanışma ve Araştırma Derneği
Samsun Kuzey Kültür Sanat ve Araştırma Evi Derneği
Sinop Nükleer Karşıtı Platform Derneği
Süryani Dernekler Federasyon (SÜDEF)
Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM)
Gazete Fersude Kollektifi
Alınteri
Anarşist Gençlik
Dev-Güç
Devrimci Anarşist Faaliyet
Devrimci Çözüm Dergisi
Devrimci Gençlik Dernekleri
Devrimci Hareket
Devrimci Parti
Diren Üniversite
Emek ve Özgürlük Cephesi
ESP
HDK Gençlik
HDK İstanbul
HDP İstanbul İl
İşçi Demokrasisi Partisi
İşçi Gazetesi
İşçinin Kendi Partisi
Kaldıraç
Kavga Sosyalist Dergi
MFT
Nor Zartonk
Öğrenci Faaliyeti
Öğrenci Kolektifleri
Özgürlükçü Gençlik
Partizan
Politika Gazetesi
Proleter Devrimci Duruş Dergisi
Serüven Dergi
SGDF
SKM
SMF
SODAP
Sosyalist Emekçiler Partisi
Söz ve Eylem
SYKP
TÖP
YDG
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi
Ayfer Düztaş
Ayşegül Devecioğlu
Bahadır Altan
Abdal Haluk Tolga İlhan
Ahmet Telli
Defne Halman
Emre Kovankaya
Eşref Yılmaz
Fatma Akdokur
Ferhat Tunç
Gül Büyükbeşe
Hikmet Akçiçek
Hikmet Erbilgin
İhsan Hacıbektaşoğlu
Kadrican Mendi
Kenan Güngör
Mahmut Konuk
Murad Mıhçı
Mustafa Tekik
Mücahit Göker
Oğuz Aksaç
Sakina Teyna
Selah Özakın
Temel Demirer
Tevfik Taş
Ümit Aktaş
Vedat Yeniçeri
Veli Saçılık
Zişan Kürüm
Gazeteci Ayten Akgün
Gazeteci Nejdet Saraç
Gazeteci Ruşen Takva
Akademisyen Alpkan Birelma
Akademisyen Aslı Odman
Akademisyen Aynur Özuğurlu
Akademisyen Ayşe Gözen
Akademisyen Beliz Yılmaz
Akademisyen Beyza Üstün
Akademisyen Buket Türkmen
Akademisyen Bülent  Şık
Akademisyen Cemal Yıldırım
Akademisyen Ceren Özselçuk
Akademisyen Ceren Şengül
Akademisyen Çağlar Dölek
Akademisyen Emrah Günok
Akademisyen Erdoğan Boz
Akademisyen Esra Dabağcı
Akademisyen Fidan Eroğlu
Akademisyen Fikret Başkaya
Akademisyen Gaye Yılmaz
Akademisyen Hacer Ansal
Akademisyen Hakan Koçak
Akademisyen Hasan Şahintürk
Akademisyen Işıl Ünal
Akademisyen Kuvvet Lordoğlu
Akademisyen Latife Akyüz
Akademisyen Meryem Koray
Akademisyen Mustafa Kemal Coşkun
Akademisyen Muzaffer Kaya
Akademisyen Nil Mutluer
Akademisyen Onur Hamzaoğlu
Akademisyen Özlem Özkan
Akademisyen Recep Akgün
Akademisyen Seçkin Özsoy
Akademisyen Sefa Feza Arslan
Akademisyen Seyhan Çamlıgüney
Akademisyen Sibel Özbudun
Akademisyen Süreyya Karacabey
Akademisyen Şebnem Oğuz
Akademisyen Veli Deniz
Akademisyen Yasemin Özgün
Akademisyen Yüksel Akkaya
Akademisyen Zeki Kılıçarslan
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Derya Ateş
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Durbaba Kuruçay
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Dursun Karakuş
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Erol Ergen
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Hasan Zengin
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Haşim Kırmanoğlu
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Onur Çoşkunoğlu
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd. Özbey Çakmakçı
CHP Arnavutköy İlçe Başkan Yrd.Dursun Gül
CHP Arnavutköy İlçe Başkanı Özlem Kutbay
CHP Arnavutköy ilçe Kadın Kolu. Baş. Rabiya Atahan
CHP Bahçelievler E. Belediye Meclis Üyesi Bahar Karabulut
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Vekili Özgür Ağbulut Çölaşan
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Yardımcısı Gülçin Akyıldız
CHP Bahçelievler İlçe E.  Başkan Yardımcısı Mecit Çakır
CHP Bahçelievler İlçe E. Kadın Kolları Başkanı Elif Yılmaz
CHP Bahçelievler İlçe E. Sekreteri Serpil Kahraman
CHP Fındıklı Belediye E. Başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu
CHP E. İstanbul İl Başkan Yardımcısı Murat Akbaş
CHP İstanbul İl Saymanı Bahar Günçiçek
Felsefeciler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Hulusi Zeybel
Halkevleri Eş Genel Başkanı Nuri Günay
HDP MYK Üyesi  Alp Altınörs
HDP Onursal Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü
PSAKD Ayvalık Şubesi Denetleme Kurulu Başkanı Mehmet Doğan
SODEV Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Okçuoğlu

Teslim olmayanlar ölmez

Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı


On’ların katledilişlerin üzerinden 48 yıl geçti. 72 yılı bir Mart sabahında Kızıldere Köyü’nde ölümsüzleştiler On’lar. Kızıldere’den emperyalizme ve tetikçiliğine karşı yükselen bir savaş çığlığıydılar.

Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp. 30 Mart 1972’de, yoldaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı idam cezasından kurtarmak için gerçekleştirdikleri eylem sonucu Tokat’ın Kızıldere köyünde katledilen 10 onurlu, 10 genç devrimci. İnancın, onurun ve erdemin simgeleri.

Kim öldü diyebilir On’lara?

Dünya’nın her yerinde, özellikle de coğrafyamızda Mahir’lerin 48 yıl önce savaş açtığı kapitalist-emperyalist sistemin varlığı halkların üzerine bir karabasan gibi çökmüştür. Bugün gören her çift göz, duyan her kulak o karabasanın ağırlığını hissetmektedir. Rant, yağma, halkların inkarı ve imhası üzerine kurulu bu sistem bizlere var olduğundan beri açlık, sefalet, sömürü vadediyor. İnsanca olan ne varsa, güzel olan, iyi olan ne varsa yasaklıyor, kirletiyor çünkü varlığının devamını bunun üzerine kuruyor. Bizlere reva gördükleri; kendi çıkarları uğruna bölgemizi kana bulayan emperyalist savaşta ölmek ya da öldürmek. Bir inşaatta, madende ya da fabrikada işçi cinayetlerinde katledilmek. Kadın ve çocuk tecavüzlerine, cinayetlerine ses çıkarınca polis copuyla karşılaşmak. Üniversitelerde, liselerde, ezberci, bilimden uzak bir eğitimle sistemin istediği koyunlar haline gelmek.

Eğer sınırlarının dışına çıkan olursa yargısıyla, polisiyle azgınca saldırıyorlar. Tahtlarının sallanmasından, cennetlerinin yıkılmasından korkuyorlar. Korkmakta da haklılar.

Biz devrimciler, komünistler, Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbo’ların yoldaşları, kan gölüne çevirdikleri bu coğrafyanın halklarıyız. Devrimci tarihimizden öğrenerek, yarınları örgütlüyoruz. On’lardan öğrendiğimiz direniş mirasını sürdürüyor, bugün en çok ihtiyacını duyduğumuz şeyi, dayanışmayı, büyütüyoruz. İnsanın insanca yaşayabileceği tek düzen olan sosyalizm mücadelesini örgütlüyoruz.

Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları

Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık

O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.

Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.

Bugün örgütlenmekten, özgür bir dünya için mücadele etmekten, hep bir ağızdan seslerimizi birleştirip bir haykırışa dönüştürmekten başka bir yolumuz yok. Kızıldere dağlarından gelen devrim ve sosyalizm haykırışı bugün hala kulaklarımızda. Onların çağrısına kulak veriyoruz. Şeyh Bedrettin’in, Paris Komüncülerinin, Ekim Devriminin, Küba Devrimcilerinin, Mahir’lerin, İbo’ların, Deniz’lerin, Mazlum’ların, Bekir ve Ali Serkan’ın çağrısına kulak veriyoruz. On’ların açtığı yoldan, insan kalmak için, bu dünyayı yaşanılası bir yer haline getirmek için, başka bir dünyayı kurmak için örgütleneceğiz, savaşacağız ve kazanacağız!

“Andımız olsun gümbürtüleriyle ortalığı yıkan
Kızıldere dağlarına
Düşene​
Dövüşene​​
Gülene”

On’lara sözümüz; özgür dünyayı kuracağız!

Devrim için ileri, ya sosyalizm ya ölüm!

Özgür Lise dergisinin 49. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Mart-Nisan 2020 tarihli 49. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

“Emek insanı yaratır. Emek vermeyen insan çürümeye, insanlığını kaybetmeye mahkumdur.

Her nerde olursak olalım; okulda, sokakta, hapiste, evde… üretmek, tartışmak, okumak, eylemek zorundayız. Bu sebeple dergimizin son sayısını dijital ortama açıyoruz.

Bu dergi hepimizin emeğiyle yayınlanmaktadır. Bu sayıda da göreceğiniz gibi okur mektupları bizler için her bir yazıdan daha önde gelir. Çünkü dergimiz bizlerin sesini, yaşadıklarımızı, sıkıntılarımızı ve taleplerimizi çözüm arayışlarımızla beraber tartıştığımız bir yapıdır.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere :)”