Ana Sayfa Blog Sayfa 110

Umudun, direnişin, örgütlenmenin yılı: 2020

Her gün bu ülkede, işçiler, işyerlerinde cinayete kurban gidiyorlar. Artık, evden çıkarken işçiler aileleri ile vedalaşıyorlar. İşyerlerinde yok pahasına çalışan, aldığı ücret ile iki yakası bir araya gelmeyen, borç içinde yüzen işçiler, bir de cinayetlere kurban gidiyorlar.

Her gün bu ülkede, kadına şiddet diye adlandırılan cinayetler işleniyor. Kadını malı gibi gören anlayış, insanların giyimlerine karışma hakkı elde ettiğini düşünen anlayışla daha da azgınlaşıyor. Ülkede her gün kadın cinayetleri işleniyor.

Ülkenin tüm basını, her gün, akıl almaz yeteneklerini sergileyerek, akıl almaz yalanlar söylüyorlar. Bir tek gerçek onların bu yalanlarla kapladıkları tabakayı delip, gün ışığına çıkamaz duruma gelmiştir. Ülkenin en başından başlayarak, yalan söylemek, artık olağan bir maharet hâline gelmiştir.

Her gün bir gazeteci, bir okur-yazar, bir söz söyleme yeteneğine sahip kimseye, sanatçıya, ekonomiste vb. davalar açılıyor. Artık, böylesi bir davanın konusu olmak için, “muhalif” olmanız bile gerekmiyor. Ekonomik kriz var demek, terörist olmak için yeterli.

Her gün bu ülkede, bir Kürt belediye başkanı tutuklanıyor. Hem de hukuk ayaklar altına alınarak, hem de herkesin gözüne soka soka, tehditler eşliğinde. 10 yaşındaki çocuğun kafasına silâh dayayarak belediye başkanı tutuklamak için ev basan polis görüntüleri, medyada kahramanlık olarak sunuluyor.

Her gün bu ülkede, savaş naraları atılıyor. Suriye yetmiyor mu, alın size biraz da Libya sorunu verelim. Yeter ki savaş ekonomisi beslensin.

Her gün bu ülkede, bir işçi, bir öğrenci, bir kadın, bir anne, bir liseli eylemine coplarla, TOMA’larla, plastik mermilerle ‘müdahale’ ediliyor.

Her gün bu ülkede, Kürt kanı dökülüyor ve TV kanallarından, “etkisiz hâle” getirildi haberleri ile birlikte sayılar veriliyor.

Her gün bu ülkede, emekçi halkın çocukları “asker şehit” diye mezara veriliyor

Her gün bu ülkede, imamlar, ellerinde Kur’an, başlarında sarık, bilmem hangi tarikatın cebini dolduracak fetvalar vererek dolarlarını sayıyorlar. Ülkenin tüm yöneticileri, tarikat yuvalarında, el-etek öperek kendi geleceklerini garantiye almak üzere destek peşinde koşuyorlar.

Her akşam, TV kanallarında, adına “uzman” denilen garip garip erkek ve kadınlar, ülkede olup biten her şeyi gizlemek ve bambaşka bir “algı” yaratmak için, dolar karşılığında yalan makinası olarak hizmet veriyorlar.

Her gün bu ülkede, insanlar, işçi ve emekçi insanlar, kadın ve erkek emekçiler intihar ediyor, kendi canlarına kıyıyorlar.

Her gün bu ülkenin her emekçi hanesinde, geçim sıkıntısı, borç batağı yüzünden aile kavgaları oluyor. İşçi ve emekçiler, şiddeti, en yakınındakilere, hatta kendi canlarına yönlendiriyorlar.

Ve Saray Rejimi, tüm halkı, kadını ve erkeği ile, işçisi ve işsizi ile tüm halkı kendine düşman ilan ediyor ve her birinin üzerine, açık bir devlet terörü ile, devlet şiddeti ile yürüyor.

Saraylarında zevk ve sefa içinde yaşayanlar, artık bir korkunun içine girmiştir.

Tüm bunlara rağmen, her gün bu ülkede, her alandan, durdurulamaz biçimde bir direniş gelişmeye başlamıştır. Her gün, bu direniş çeşitli biçimlerde ortaya çıkıyor.

Evet her direniş, şu anda karşısında polisi, devletin tüm kurumlarını, hakimini, savcısını, ordusunu, basınını buluyor. Evet her direnişte emekçiler, istemlerini haykırırken coplanıyor. Evet, her direnişten sonra, bir adım geri çekiliyoruz.

Ama direniş durmuyor, durmayacak.

Ok yayından çıkmıştır.

Artık, işçi ve emekçiler, tüm çalışanlar, işsizler, kadınlar, erkekler, öğrenciler, liseliler bu karanlığın kendilerini görmez hâle getirmelerine son vermek üzere harekete geçmeye başlamıştır. Evet, işçi ve emekçilerde, kadın ve erkeklerde, öğrenci ve çalışanlarda bir öfke birikmektedir.

Bu öfkeyi biriktirmekte fayda vardır. Öfkenizi, dostunuza, arkadaşınıza, tanımasanız da bir tek kişiye, ailenize, kendinize karşı yöneltmeyin. Öfkenizi biriktirin. Bu öfke, tüm sistemi, tüm devlet çarkını yerle bir etmek için, bugün biriktirilmelidir. Öfkenizi yönelteceğiniz yer, eşiniz, dostunuz, aileniz, kendi canınız, arkadaşınız, marketin kasasındaki kadın, okuldaki hademe, hastahanedeki hemşire, Suriyeli göçmen, otobüsün şoförü değildir. Öfkenizi bir yere yönlendirmeden önce durmalı ve düşünmelisiniz, tüm bu sorunların kaynağı ne? Tüm bu sorunların kaynağı kapitalist sömürü sistemidir, insanın insana kulluğu ve bunu koruyan hukuk sistemi, terazisi bozuk adalet sistemi, kısacası devlettir.

Öfkemizi biriktirmeliyiz.

Bir yandan da umudumuzu.

Direnişimize devam etmeliyiz, hiçbir biçimde geri durmadan, her seferinde yeniden başlayarak, yılmadan. Direniş, aklımızı açacak, korkularımızı azaltacak, önümüzdeki sis dağlarını dağıtacaktır. Direniş, öğretmendir, öğretecektir.

Belli ki, kolay kurtuluş yolu yok.

Belli ki, bireysel kurtuluş diye bir şey yok. Bu nedenle, ya hep beraber ya hiçbirimiz, demeliyiz.

Belli ki, mücadele daha da sertleşecek.

Belli ki, devletin saldırıları daha da artacak.

İşte tam da bu nedenle, örgütlenmeliyiz.

Saray Rejimi korkuyor.

Cennetlerinde, ellerinde çekleri, dolarları, tüm yemişleri olduğu hâlde, titremektedirler.

Bu nedenle, Saray Rejimi daha çok ve daha çok kan döküyor.

Çünkü, artık, kitleler gerçeği görmeye başlamıştır. Çünkü artık her alanda direniş gelişmektedir. Çünkü artık ölümün bu kadar açık ve sıradan bir olay hâline geldiği bu ülkede, korku da anlamını yitirmektedir.

Çünkü, artık, her şeye rağmen, ne yalanları işe yarıyor, ne baskı ve şiddetleri.

2020, her şeye rağmen, direnişin, umudun yeşermesinin, işçi ve emekçilerin örgütlenmesinin yılı olacaktır.

Önümüz kavga yeridir. En güzel elbiselerimizle, en ileri bilincimizle, tüm maharetimizle, öfkemiz, inadımız ve umudumuzla, zekâmız, kalbimiz ve cesaretimizle bu kavgaya hazırlanma dönemidir.

Örgütlenmek, bu aşağılanmadan, bu baskı ve zulümden, ölümün her türünden kurtulmanın tek yoludur.

Umut, direniş ve örgütlenme şiarı ile 2020’ye merhaba!

Murdering Qasem Soleimani is an expression of US desire to spread war

With new attacks, US imperialism is trying to deepen the war which it has lost in Syria. The assassination of the Iranian commander of Quds Force, Qasim Suleimani, is a clear expression of the US desire to spread the war.

The US-Britain-Israel alliance which is a front of imperialist sharing war is behind these attacks. Iran is one of the most important force in the region that distorted the US plans and therefore the US tries to create an opportunity to intervene. Iran which is on target after Iraq-Libya-Syria, has had an important role to distort the US plans by supporting the organisations which resist in the region.

In its last step, the US want to compensate for its loss in Syria by spreading the war with attacks on Iran. This attack is a step towards a greater sorrow for our region turning into a blood bath. The collaborative states in the region will be lined up to take the positions alongside the US and Israeli front, implicitly or explicitly.

Working peoples in our region have started to show that they are against the capitalist exploitation system by rebellions, by standing side by side on the streets, by surpassing all their identities. This attack has come to the fore in such a period.

On one side is Iraq, Syria, Lebanon, Palestine, Yemen, Iran, which are tried to be brought to the knee with the attacks of imperialism; on the other side, the rebellions of the people in the region against the exploitation and looting system …

From the horizon of this blood sea, a red sun will rise

Working class and peoples will end the imperialist sharing war, all exploitation and humiliation on Earth by coming to power and get rid of imperialists and all of their collaboratives.

It is in our hands to end the capitalist order of exploitation and the imperialist war. The removal of imperialism from our region and the struggle for revolution and socialism are intertwined.

October revolution ended the first sharing war. Socialism is the only force that will prevent the war of sharing that spreads all over our region as before .

It is now more possible than ever to raise the anti-imperialist resistance aiming the power of the working people, the proletariat dictatorship.

Long live the common struggle of the peoples!

Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ABD’nin savaşı yayma isteğinin ifadesidir

ABD emperyalizmi Suriye’de kaybettiği savaşı yeni saldırılarla derinleştirmeye çalışıyor. İranlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin bir suikastla öldürülmesi ABD’nin savaşı yayma isteğinin açık göstergesidir.

Bu saldırıların arkasında olan, emperyalist paylaşım savaşının bir cephesi olan ABD-İngiltere-İsrail ittifakıdır. İran, bölgede ABD planlarını bozan ve bu nedenle de ABD’nin müdahale etmek için fırsat yaratmaya çalıştığı en önemli güçlerdendir. Irak-Libya-Suriye sonrası ‘sıranın geleceği’ ülke olan İran’ın, bölgede ABD saldırılarına karşı direnen güçleri destekleyerek, ABD’nin bölgedeki planlarının bozulmasında önemli bir rolü olmuştur.

ABD son adımıyla, Suriye’deki kaybını, İran saldırısı ile savaşı yayarak telafi etmek istemektedir. Bu saldırı, kan gölüne dönen bölgemizin daha büyük acılarla kavrulmasının bir adımıdır. Bölgedeki işbirlikçi devletler ABD ve İsrail cephesinin yanında açıktan ya da üstü kapalı yer almak için sıraya girecektir.

Bölgemizde emekçi halklar isyanlarla kapitalist sömürü düzenine karşı olduğunu, tüm kimliklerini aşarak sokaklarda yan yana durarak göstermeye başlamıştır. Bu saldırı, böylesi bir dönemde gündeme gelmiştir.

Bir yanda, emperyalizmin saldırıları ile dize getirilmeye çalışılan Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, İran; öte yanda bölge halklarının yaşanan sömürü ve yağma düzenine isyanları…

Bu kan denizinin ufkundan, kızıl bir güneş doğacak

Yaşanan emperyalist paylaşım savaşına ve yeryüzündeki tüm sömürü ve aşağılanmaya son verecek olan işçilerin, emekçilerin, halkların emperyalistleri ve tüm işbirlikçilerini kovarak iktidara gelmesidir.

Kapitalist sömürü düzenini de, emperyalist savaşımı da bitirmek bizim elimizdedir. Emperyalizmin bölgemizden çıkarılması ile devrim ve sosyalizm mücadelesi iç içe geçmektedir.

Birincisinde Ekim devriminin bitirdiği gibi; bölgemizin her tarafına yayılan paylaşım savaşını da engelleyecek olan güç sosyalizmdir.

Emekçi halkların iktidarını hedefleyen anti-emperyalist direnişi yükseltmek bugün her zamankinden daha olanaklıdır.

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

İşçi Gazetesi’nin 178’nci sayısı çıktı

“Ülke genelinde yaşanan yağma, talan ve savaş ekonomisi, işçi sınıfının açlığa mahkûm edilmesinin ana sebepleridir. Saray rejimi bir gün gidecekse bu, adı başka, kendi aynı partilerin seçimiyle olmamalı. İşçi sınıfının eylemiyle olmalı ki, yeni dönemde söz sahibi olabilsin. Bunun için, bugün sonuç alıcı bir müdahale; bir genel grev, hem zorunludur hem de mümkündür.

Dünya çapında yaşanan eylemlilik bizim için öğretici ve zihin açıcıdır. Bu eylem dalgasına Anadolu işçi sınıfı, en şanlı elbiselerini giyerek katılacaktır.

Kaderimizi kendi ellerimize alma zamanıdır.”

Yine bu sayımızda; İşçi hakları, emekçi kadın, doğa, kültür-sanat, okur mektupları ve farklı konuları ele alan makale-köşe yazıları yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

Libya savaş tezkeresi mecliste… LİBYA’YA ASKER GÖNDERİLMESİNE, HAYIR!

Son bir ayın sürekli gündemlerinden biri olan Libya’ya asker gönderilmesinde son aşamaya gelindi. Saray rejimi, Erdoğan, meclise gönderdiği tezkere ile Libya’da savaşa balıklama dalmak istediklerini artık resmi olarak ilan etmiş oldu.

2011 yılında, Kaddafi’nin devrilmesi için başlatılan emperyalist saldırıya, ilk gün, “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyerek karşı çıkan Erdoğan, bir gün sonra, İzmir’deki NATO üssünü, Libya saldırısının ana karargahı olarak tahsis ederek emperyalist saldırganlığın bir tetikçisi haline gelmişti.

Libya’da Kaddafi devrildikten ve öldürüldükten sonra başlayan iç savaşta da El Kaideci örgütlerden İhvancı örgütlere kadar cihatçı, katliam ve tecavüz çetelerini destekleyerek Libya savaşında saf tutmuş, aynı zamanda buradan Suriye’ye bu çetelerin sevk edilmesinde de başrol oynamıştı.

Şimdi Libya iç savaşında destek verdiği İhvancı tarafa kurtarmak için asker gönderme kararını meclisten geçirmek istemektedir. Meclise sunulan dilekçede ise  ‘Türkiye’nin milli çıkarlarından’ söz edilmekte.

Bu ‘milli çıkarlar’ kimin çıkarıdır?

Libya’da,  emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi bölge devletlerinin içinde olduğu bir yağma savaşı yaşanmaktadır. Libya’da halklar bir araya gelip, topraklarına çullanan emperyalistinden tetikçisine tüm güçleri kovana kadar ne Libya halkının ne de bu topraklarda yaşayan biz emekçilerin, halkların bir kazancı olmayacaktır.

Saray Rejimi, Erdoğan’ın Ortadoğu’da desteklediği İhvancı bir gücün daha yenilmiş olması niye biz emekçiler, halklar için bu kadar önemli olsun?

Nedir ‘milli çıkar’?

* Açlık sınırının altında bir asgari ücret ‘milli çıkarlara’ aykırı değil midir?

* İşsizlikten ya da işi olsa da geçinememekten her geçen gün artan işçi intiharları ‘milli çıkarlara’ uygun mudur?

* Her yıl iki bin işçinin işçi cinayetlerinde ölmesi ‘milli çıkarlara’ halel getirmemekte midir?

* Tarımsal üretimin her geçen gün azalması, toplumun beslenmesinde dışarıya bağımlı hale gelmek ‘milli çıkarlara’ uygun mudur?

* Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüzün görülmemiş oranda artması ‘milli çıkarların’ neresine tekabül etmektedir?

* Kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin zirve yapmasının ‘milli çıkarlar’ açısından bir önemi var mıdır?

* Yağma, savaş ve rant ekonomisinin yarattığı toplumsal çürümenin, ‘milli çıkarlar’da hiç mi yeri yoktur?

Saray rejimi, yağma, savaş ve rant ekonomisi üzerinden ayakta durmaya, sömürü ve zulüm çarkını çevirmeye çalışmaktadır.

Libya’ya asker gönderilmesi, Kanal İstanbul ile birlikte bu çürümüş düzenin devamı için ortaya atılmış iki gündemdir.  İşçi-emekçilerin, halkın kendi gündemi için değil, bir avuç sömürücü, rantçı asalağın gündemi için seferber olması istenmektedir.

Libya’ya asker göndermek, İhvancı kardeşlerini kurtarmak, yağmadan kırıntı kapmak istiyorlarsa, kendi çocuklarını göndersinler. Gidenleri de kendi çaldıkları paralarla finanse etsinler.

Aslolan ekonomik kriz ve asgari ücret tartışmalarının içinde ortaya atılan bu iki gündemin işçi-emekçilerin, halkın kendi gündemiyle birleşmesi, bu çürümeye karşı her alanda seferber olmasıdır.

Bu topraklarda emeği, alınteri ile yaşayan milyonların çıkarı, yağma, savaş ve rant ekonomisine karşı mücadelede, direniştedir.

İnsanca, onurumuzla ve barış içinde yaşayacağımız bir düzeni kurana kadar mücadele etmek, bunun için örgütlenmek ve direnmektir bizim çıkarımıza uygun olan.

Savaş tezkeresine hayır!

KALDIRAÇ

30.12.2019

Saray Rejimi’nin “tuhaf” hâlleri ya da pislik bulaşıcıdır

Kabul edin, bu “normal” bir durum değildir. Artık, “normal” ile “normal olmayan” arasında karar verebilecek durumda da değiliz. Mesela “olağanüstü hâl”, sürekli olunca, “olağan hâl” anlamına gelmeye başladı ve bu durumda da yeni olağanüstü hâl olacaksa buna “ultra olağanüstü hâl” diyeceğiz. Burhan Kuzu bir yandan, Mehmet Uçum diğer yandan, bu konuda bir isim üreteceklerdir. Ama biz biliyoruz ki, o yeni ismin de sınırları birkaç ayda geçilmiş olacaktır.

Saray Rejimi, Van’da, 2016 yılından beri uygulanan gösteri yasağını, bir kere daha uzattı. İşte bu haberi gördüğümüzde, üzerine durmamız için artık bir neden yok. Zaten Saray Rejimi, Kürtlere saldırı için, her yolu deniyor, deneyecek. Öyle ise Van’da gösteri yasağının uzatılmasının artık bir anlamı yoktur. İşte olağanüstü olanın, olağanlaşması.

Saray Rejimi’nin bizzat kendisi, “olağanüstü hâl” uygulamasının gelişmiş ve süreklilik kazanmış, kurumsallaşmış hâlidir.

Saray Rejimi için bu durum tam bir kontrolden çıkma, tam bir çözülme ve dağılma hâlidir. Erdoğan ve Saray Rejimi’nin kurmayları, sanıyorlar ki, daha çok yalan, daha çok baskı, daha çok hukuksuzluk, daha çok devlet terörü, ömürlerini uzatacaktır. Hayır. Ne yaparsanız yapın, ne kadar açık bir şiddetle gelirseniz gelin, ne kadar yasak koyarsanız koyun, ne kadar hapishane açarsanız açın, artık bu rejimi ayakta tutamazsınız.

Mesela bu “tuhaf” hâl, CHP’ye de yansımıştır. CHP, Saray Rejimi’nin bir parçasıdır ve “muhalif rolleri”nin hepsi değilse de çoğu, Saray Rejimi tiyatrosunun bir parçasıdır. Bu açıdan MHP ile CHP arasında bir fark yoktur. Tek farkları, herkes kendi rolünü oynarken, birinin Saray’ın açık destekçisi, ötekinin ise sözde muhalifi rolünü oynamasıdır. Suriye’ye girme teskeresine “evet” diyen CHP, her gün ama her gün Suriye bataklığından söz etmektedir. İşte size tuhaflık. CHP Başkanı, İdlib ve Afrin’de iyi şeyler olduğunu fotoğraflardan anlamış. Demek falcıya gitmiş. Bu falcı, hem Bahçeli’nin, hem Erdoğan’ın, hem Kılıçdaroğlu’nun falcısıdır. Öyle olmalı. Yoksa Kılıçdaroğlu’nun gördüğü hiçbir İdlib fotoğrafını “güzellik” olarak yorumlaması mümkün değildir. Kılıçdaroğlu, acaba bir IŞİD sempatizanı mıdır?

Bahçeli üzerine konuşmaya gerek var mı? Açık olarak Bahçeli, sokaklara çetelerini salmak için uğraşmaktadır. 12 Eylül sonrasında “sokaklardan çekilmek” eğilimi gösteren MHP, şimdi yeniden, azgın bir saldırganlıkla sahne almaktadır. Bahçeli, nedeni her ne ise, o kadar kuvvetli bir nedendir ki, dün ağır sözler söylediği Erdoğan’ın Saray Rejimi’ne eklenmiştir.

Mesela Barolar Birliği Başkanı’nı ele alın. Ne ilginçtir. Bir avukat, avukatların örgütünün başkanı, “söz konusu olan devlet olunca, gerisi teferruattır” diyebilmektedir.

İşçiler, ezilenler, açlar, adaletsizlik içinde yaşayanlar işte size gerçek. Feyzioğlu gerçeği söylüyor. Bu ülkede Baro Başkanı, Saray Rejimi’nin, tüm katliam ve cinayetlerin savunucusudur. Feyzioğlu, 1 Mayıs 1977 katliamının savunucusudur. Feyzioğlu Soma’da ölen maden işçilerinin davasında işçilerin karşısındadır, işçileri tekmeleyen müsteşarın destekçisidir. Feyzioğlu, Ali İsmail’in katillerinin savunucusudur. Feyzioğlu, ÖSO militanlarının savunucusudur ve yeni nesil IŞİD’cidir.

Yeni nesil Saraycılar, Saray destekçileri, asla fren sistemine sahip olamıyor. Bahçeli nasıl son vites Erdoğan’a sarıldı değil mi?

Ama Bahçeli’nin öncüsü İçişleri Bakanı Soylu’dur. Soylu, ağır eleştiriler yönelttiği Erdoğan’a, öylesine biat etmiştir ki, “tuhaf” dememek mümkün değil. Soylu önce Erdoğancı oldu. Erdoğan’a neden biat etmiştir, bu nasıl olmuştur bilmiyoruz. Soylu, ardından Saray Rejimi’nin savunucusu oldu. Bakan oldu ve bakmaya başladı. Hemen kendi çetesini aktif hâle getirdi. Her zaman bir çete, geleceğin garantisi gibi görünüyor. Soylu da öyle yaptı.

Ardından Soylu, IŞİD sempatizanı oldu.

İşte süreç budur, önce Erdoğancı, ardından Saray Rejimi’nin açık destekçisi, ardından utangaç IŞİD’ci, yani ÖSO’cu oluyorlar ve nihayet ardından ise IŞİD’ci oluyorlar. Bu konuda da frenleri tutmuyor. Feyzioğlu’nun sınır kapılarında bir grup gazeteciyi toplayıp verdiği savaş yanlısı görüntüler, onun nasıl bir ÖSO destekçisi olduğunu ve nasıl bir IŞİD’ci olacağını göstermektedir.

Kılıçdaroğlu, yakında benzer biçimde içindeki gizli Saray Rejimi yanlılığını sergileyecektir. Adım adım.

Bu durum, Erdoğan ve Saray Rejimi için, kısa vadede iyi gibi görünüyor. Öyle ya, tüm muhalifleri, tek tek Saray Rejimi yanlısı oluyorlar. Hatta içlerinden bir bölümü, Erdoğan’ı aşmak, daha da ileri gitmek istiyorlar. Bu aslında Erdoğan’ın keyif alması gereken bir durum gibi durmalıdır.

Ama öyle değil. İşin bir de diğer yüzü var. Erdoğan ve Saray Rejimi o kadar korku içinde, o kadar çaresizdir ki, tüm bu dışardan gelen muhaliflerin desteği, onu daha da zor duruma bırakmaktadır.

Buyurun size örnek.

Erdoğan, efendisi ABD tarafından sıkıştırılmaktadır. Erdoğan, tüm kalbi ve cebi ile bağlı olduğu ABD hattına ihanet mi etti? Elbette ki hayır. Ama yenilgi öyledir işte. Kazanırken “ortak” olmak kolaydır. Kaybetmeye sıra geldiğinde efendi, suçları Erdoğan’a yıkmak istemektedir. Ve elbette bu durumda Erdoğan, “tuhaf” hamleler yapmaktan başka çare bulamamaktadır.

ABD, Erdoğan’ın “mal varlığı” sorusunu masaya getirdiğinde, TC devleti, Saray Rejimi, “buyurun istediğinizi yapın” diye rest çekememektedir. Rahip olayındaki tartışmalara benzemiyor. Erdoğan’ın zayıf karnı efendileri tarafından çok iyi biliniyor. Ve Saray Rejimi’nin bileşenleri, Ergenekoncuları, “ulusalcıları” vb. “Erdoğan’ın mal varlığı feda olsun” şarkısını da söyleyemiyorlar. Öyle ya, madem “devlet söz konusu olduğunda gerisi teferruat”tır, öyle ise hiçbir şantaj ve tehdit de işe yaramamalıdır. Erdoğan çıkıp, “mal varlığım şudur” demelidir. Feyzioğlu, “Erdoğan’ın mal varlığını CIA bildiğine göre, buyursun halk da bilsin, ümmet de bilsin” demelidir. Ama öyle demiyorlar. Feyzioğlu için, bu belki bir miktar fazla paradır, hepsi bu.

Pislik bulaşıcıdır.

Temiz hiçbir yerleri yoktur.

Saray Rejimi, kan, gözyaşı, soygun, rant üzerine yükselmektedir. Ve bundan pay alma savaşı dışında Saray içinde farklılık yoktur. Farklılık, daha çok çetelerin ne kadar pay alacağına ilişkindir.

Saray Rejimi çürümektedir. Bu çürüme, tüm sistemi sarmaktadır. Tüm burjuva muhalefet, bu çürüme ve pisliğin içindedir.

Ortaya saçılan bu pisliğin bir bölümüne karşı çıkmak, muhalefet etmek değildir. Muhalif olmak, gerçek anlamda, bunun köküne, tümüne karşı olmakla ilgilidir.

Bu nedenle mesele, Erdoğan’ın aşırılıkları değildir.

Bu nedenle mesele, mesela Soylu gibilerin aşırı bulunan çıkışları ve eylemleri değildir.

Bu nedenle mesele, Bahçeli’nin Saray Rejimi’ne açıktan verdiği destek değildir.

Bu nedenle mesele, CHP’nin, Saray Rejimi’ni, her kritik karar döneminde açıkça desteklemesi meselesi değildir.

Mesele, sisteme karşı, tüm bu pisliğe, Saray Rejimi’ne ve onun arkasındaki devlet mekanizmasının tümüne karşı olma meselesidir.

Saray Rejimi’ne karşı açık ve net bir duruş ortaya konmadığı zaman, Kürt illerine kayyum atandığında sessiz kalırsınız, Suriye’de işgal harekâtına destek vermiş olursunuz, işçi sınıfına karşı saldırıların tümünü onaylamış olursunuz. Geriye sizin “muhalif” olarak karşı çıktığınız, pisliğin ayyuka çıkmış hâlleri olur. Diyanet işleri, kadınları aşağılayan bir demeç verdiğinde, çocukların ırzına geçildiğinde vb. tutum almanız sizi muhalif yapmaz. Rant, yağma ve savaş ekonomisine tümden karşı çıkmıyorsanız, açıkça kamulaştırmayı savunamıyorsanız, Haydarpaşa Garı’nın ihalesine alınmamış olmanızı şikâyet konusu yaparsınız, Boğazlar için yeni düzenleme ortaya çıktığında açıklama yapmakla yetinmek zorunda kalırsınız.

İntihar, kriz, iktidar

Bu üç sözcük altalta yazıldığında, yanyana yazılmalarına göre farklı bir anlam verir mi? Versin diye yazdım.

İntihar,

Kriz,

İktidar

sözcükleri alt alta olduğunda, aynı zamanda yönetme krizini özetliyor gibi görünmektedir. Ya da bizim amacımız buna dikkat çekmektir.

Dört kardeş, hepsi de ortayaş ve üzerinde, Fatih’te bir evde birlikte, iddiaya göre siyanür içerek ölüyorlar. İntihar olayı basına yansıyor. Basın, bir yandan Saray emirlerine uygun olarak, “faydasız olayları yayınlamayın” çerçevesinde davranmaya çalışıyor.

İntihar eden bir kişi olsa idi, işleri biraz daha kolaydı.

Zaten her gün kaç intihar vakası, basın tarafından “Saray’a faydası yok” diyerek görünmüyor, hasır altı ediliyor, kayda değer bulunmuyor. Ama bu kez, Fatih’te, dört kardeş intihar edince, bir anda basına sızıyor ve bir biçimde Saray medyasının duvarını delip geçiyor.

İşte olaylar bu noktadan sonra ilginçleşiyor. Normalde, bir evde dört kardeş toplu intihara yöneldiğinde, bunda bir tür tarikat vb. aranır. Öyle ya dört kişinin birlikte intihar etmesi, ortak karar alıp ölüme gitmesi, kolay bir iş değildir.

Dört kardeş, en büyükleri 60, en küçükleri 48 yaşında, canlarına kıyarken, kendilerini bulacak olanları düşünüp, “dikkat siyanür” diye de not bırakmışlar. Demek, oldukça kararlı bir davranış içinde imişler. Şuurları yerinde olduğu anlaşılıyor.

Ama hayır, biz bunlarla ilgili değiliz.

Basın da bunlarla ilgili değil.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’a soruluyor ve Oktay, “ekonomik zorluklarla bir ilişkisi yok” türünden açıklama yapıyor. Bu açıklama, durumu daha da ilgi çekici hâle getiriyor.

Ardından, Akit gazetesi, insanlık sınırlarını aşarak, iğrendirici bir açıklamaya sarıldı. “Ateist kitap, 4 kişiyi intihara sürükledi.” İşte size Akit’in açıklaması. Nereden mi biliyorlar? Bunu söylemediler. Ama şöyle yazmaktan geri durmadılar: “Fatih’te 4 kardeşin siyanür içerek intihar ettikleri evde, evrimci Richard Dawkins’in ateizm propagandası yaptığı ‘Tanrı Yanılgısı’ adlı kitabı bulundu. Tüm dinleri alenen inkâr eden skandal kitap, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesi ve ‘mukaddesata hakaret’ gerekçesiyle Türkiye’de davalık olmuştu. Türkiye’de basımı ve yayımlanması oldukça kolay olan ‘bilimsellik’ maskesiyle kamufle edilmiş ateizm temelli ‘ideolojik’ kitaplar toplumu zehirlemeye devam ediyor.”

İşte Akit gazetesinin bu haberi, işi daha da ilginç hâle getirdi. Akit, kuşku yok ki bu uydurma haberi, Richard Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” isimli kitabının tanıtımını yapmak için yapmamıştır. Öyle olsa gizli reklâma girer ve RTÜK, buna ceza keserdi. RTÜK’ten kaçmaz. Ama gelgelelim, bu mide ve beyin bulandırıcı haber-uydurma, tiksindiricidir de. Dört intihar etmiş insanın ardından bu satırları yazmak, ancak, başka bir şeyi gizlemek için olabilir düşüncesini öne çıkartıyor.

Bu kadar da değil.

Adı Dilek Güngör. Bu yazısına kadar gazeteci olduğunu bilmezdim. Öyle imiş. Sabah gazetesinde yazıyor. Yazının her satırına bir miktar dolar düştüğü belli oluyor. 8 Kasım günü, intihar haberinin duyulmasından hemen sonra, Akit gazetesinin haberi ile aynı gün, intihar olayını konu alıyor. “4 kardeşin yoksulluktan öldüğüne dair haberler servis ettiler” diye yazıyor.

İşte Dilek Hanım, bize anahtar cümleyi söylüyor. “Yoksulluktan ölmek” bir suçtur. Öyle olmalı, çünkü Dilek Hanım, haberlerin bilerek böyle verildiğini, oysa yoksulluğa dair bir iz bulamadığını söylüyor. Araştırmacı gazeteci ya, hemen araştırmış ve dolarlar çabuk gelsin diye çabucak kaleme almış yazısını. Cenazeler daha kalkmamış, daha 7’si çıkmamış vb.

Sonra olaylar netleşmeye başladı. 54 yaşındaki Oya, Mimar Sinan Üniversitesi’nde saat ücretli çalışıyordu ve 21 adet icra dosyası ile maaşı hacizli imiş.

Evin kirasını ödeyemediklerini komşuları dahi biliyormuş.

Elektrikleri yokmuş, kesilmiş, suları akmıyormuş.

Dilek Hanım, acaba, bunları “yoksulluk izleri” olarak görebilir mi? Yoksa, haciz, elektrik kesintisi, su iptali vb. falan, büyük bir komplonun ürünü müdür?

***

Antalya’da, yine dört kişi, ama ikisi anne-baba, ikisi evlatları olmak koşulu ile dört kişilik bir aile ‘intihar’ etti.

Akit yazmadığına göre, evde “ateizmi öven” bir kitap henüz bulunmamış demektir. Demek ki, her aile intiharında kitap neden olarak bulunmuyor.

Dilek Hanım da bu konuda henüz bir makale yazmadı. Ya ilk yazısı için gelen dolarlar ile kaybettiği “değeri” arasında bir açı farkı olduğunu gördü ve “ucuza yazı yazmama” kararı aldı ya da bu kez görev ona düşmedi.

Fuat Oktay da bu konuda bir açıklama yapmadı.

Kuşku yok ki, bunda da bir “ekonomik sebep” yoktur.

***

Damat, Maliye Nazırı, pardon, Hazine Bakanı Albayrak, acaba Erdoğan’a rağmen mi orada duruyor, yoksa Erdoğan çaresizlikten mi onu orada tutmaya devam ediyor? Sorudur ve yanıtını en iyi, Bahçeli bilir kanısındayız.

Damat, Kasım’ın ilk günlerinde, dört kardeşin intihar vakaları ile aynı dönemde, bir açıklama yaptı, kriz var, ekonomi kötü vb. diyenleri terörist olarak değerlendirdi.

Ama Bakan bu sözleri sarf etmeden epeyce önce, krizden söz eden, ekonomi hakkında “kötü” yorumlar yapan epeyce bir ekonomist için soruşturma açılmıştı. Bakan, bunun üzerine daha şiddetli bir açıklama ile gitmeye karar vermiş diyelim. Bir sonraki hamle, muhtemelen, ekonomistleri tutuklamak, hapsetmek, kellelerini vurdurmak, dillerine zift sürmek vb.dir.

İşte intihar işi ile kriz, birbirine böyle bağlanıyor.

Ne olursa olsun, intiharların nedeni, artan şiddetin, işyerlerindeki ölümlerin vb. nedeni kriz olamaz. Bunu çağrıştıracak her şey yasaktır. Kriz kelimesi, ikinci bir emre kadar yasaklanmalıdır. Hatta, alfabeden K harfi tamamen çıkarılmalıdır.

Aslında Saray’ın alacağı çok önlem var. Kriz kelimesini kullanan ve ardından “yok” sözünü eklemeyen herkes, “terörist” ilan edilmelidir. Hatta, “kriz” kelimesini kullananları ihbar edenlere, beş maaş ödül verilmelidir. Zaten bunu yaparlarsa, böylece kriz de çözülmüş olur. Kadınlar eşlerini, çocuklar annelerini vb. ihbar eder ve bu yolla, mahalledeki herkesi ihbar edene kadar iş de bulmuş olurlar. Bu, Damat’ın aklına gelse, “işsizliğe çare” diye TV ekranlarından yayınlanır.

***

“Güneş balçıkla sıvanmaz” derler. Acaba kaynağı nedir bu sözün, nasıl ortaya çıkmıştır? Bir çömlekçi, mesela güneşin yere vuran ışınlarını mı balçıkla sıvamaya başlamıştır? Kim bilir? Ama mantığa aykırı geliyor. Çömlekçiliğin geliştiği ve balçıkla pek çok şeyin sıvanarak kapatılabildiği bir dünyada, yalanın çok yayıldığı bir dönemde söylenmişe benzer.

Gerçekleri saklamak, ancak bir dönem mümkündür. Yoksa gerçekler, kendilerini bir tarz ortaya koyarlar, bir yolunu bulurlar.

Saray Rejimi, iktidar, bugünlerde “güneşi balçıkla sıvama”ya koyulmuştur. Eğer güneşi balçıkla sıvayabilseler, onların ihtiyaç duyduğu karanlık sürekli olacak. Bitkiler, canlılar nasıl güneşe muhtaçsa, iktidarlar da öyle karanlığa muhtaçtırlar. Yalan, karanlık, onların halkı aldatmak için önemli araçlarındandır.

Kriz yoktur, demek istiyorlar.

TV kanallarında bugünlerde enflasyonun nasıl da düştüğünü görüyoruz. İyi ama, yaşayan varlıklar olarak bizler, bu düşüşü hissedemiyoruz. Tersine, hayat pahalılığı, ücretlerin erimesi işçi ve emekçileri perişan hâle getirmiş durumdadır. Her akşam, hanelerindeki “huzur”un bir parçasını kaybeden işçi ve emekçiler, TV kanallarında enflasyonun düşüşünü izliyorlar. Mutlaka buna “inanıyorlar”dır.

Damat, iktidar, Saray Rejimi, halkın bu duruma inandığına “emin” olmalıdır. Yoksa, kimsenin inanmadığını bile bile, yalan söylemek akla zarar bir davranış olur.

Ekonomik kriz var diyenleri sevmiyorlar. Ekonomi yolunda, işler tıkırında demek gerekiyor. Peki ama, size en yakın olan müteahhitler, “bittik reis, bir destek” dediklerinde kriz açığa çıkmıyor mu? Peki siz, “kriz” demek teröristliktir dediğinizde, kriz demiş olmuyor musunuz? Bu nasıl bir döngüdür? Siz kriz yok dedikçe, kriz var diyenleri terörist ilan ettikçe, kriz daha çok gündem hâline geliyor.

Dört kardeş intihar etti. Ama kriz yok.

Dört kişilik bir aile ‘intihar’ etti, ama kriz yok.

İşsiz kalan adam kendini yaktı, ama kriz yok.

Üç milyondan fazla insan, kredi kartı borçları nedeni ile hacizli, 12 milyondan fazla insan hacizli. Devlet, 3.5 milyon insana e-haciz koydu. Ama kriz yok.

Milyonlarca insan işini kaybetti, ama kriz yok.

***

Kriz aynı zamanda iktidar krizidir. Ondan böyle davranıyorlar. Bir şeye yok deyince, sihirli bir biçimde yok olacağını düşünüyorlar.

Yoksulluk öldürüyor.

Ailelerin intiharları devreye girmeye başlamıştır.

Oysa Saray, sadece ve sadece bu olup bitenin ekonomik kriz ile bağının kurulmamasını istiyor.

Halktan, halkın tepkisinden korkuyorlar. İnsanların “yeter artık” demesinden, sokaklara taşmasından, fabrikalarda şalterleri indirmesinden korkuyorlar.

Kısacası, yıllardır, yalanlarla uyuttukları halkın, uyanmasından korkuyorlar. Bu nedenle, ne olursa olsun, yasaklıyorlar, krizi, tiyatroyu, sinemayı, kitabı yasaklıyorlar. Ağaçlardan, yeşilliklerden, ormanlardan, derelerden, denizlerden konuşmayı yasaklıyorlar. Sevmeyi, insanı sevmeyi, çocukları sevmeyi, ağaçları sevmeyi, gölgede oturmayı sevmeyi yasaklamak istiyorlar. Konuşmayı yasaklıyorlar, yarın alfabeyi yasaklayacaklar. Gülmeyi yasaklamak istiyorlar. Kadından söz etmeyi, gençlikten söz etmeyi, işçiden söz etmeyi yasaklamak istiyorlar. Sadece onların çekleri, sadece onların dolarları, sadece onların iktidarları, sadece onların güçleri var olsun istiyorlar. Başka her şey karanlıkta kalsın, görünmesin istiyorlar.

Ama çok fazla şey istiyorlar.

Mümkün değil.

Yoksulluk, açlık, işsizlik, pahalılık öldürüyor, bir azrail gibi işçi ve emekçi ailelerinin içine girmiş, tırpan sallıyor.

Ama bu insanlar, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun suçlusu kendileri olmadıklarını da anlayacaklar. Bunu anladıklarında, şiddeti kendilerine yöneltmeyecekler.

İşçiler, emekçiler bu krizin nedeni değildirler.

İşçiler ve emekçiler, öldürücü yoksulluğun nedeninin kapitalizm olduğunu, sizin iktidarınız olduğunu anlamaya başlayacaktır. Er ya da geç. Hazır daha vakit varken, bohçanızı hazırlayın ve erkenden kaçın. Olur da sonra fırsatınız olmaz.

Örgütsüz işçi, örgütsüz halk, işsizliğin, yoksulluğun dayanılmaz acılarına son vermek için kendi canına kıyıyor.

Ama örgütlü işçi, örgütlü halk, yoksulluğun nedeninin kapitalizm olduğunu, Saray Rejimi, sizin iktidarınız olduğunu anlıyor.

Sizin Kaz Dağlarında altın aramak için kullandığınız siyanürü, yoksullar hayatın acılarına katlanmamak için kendi canlarını almak üzere kullanıyor. Ama bu, bugünkü tablodur. Yarın, böyle olmayacaktır efendiler.

Bir işçi, bir emekçi, hayatı üretendir. Ürettiği hâlde aç kalan, yoksulluktan çekendir.

Ama işçi ve emekçilerin, yalnızlığı, örgütsüzlüğü onları çaresiz bırakmaktadır. Mesele bu yalnızlığı yenmektedir. Mesele işçilerin bir sınıf olduğunu, hayatı üretenlerin kendileri olduğunu anlamasındadır. O güne kadar zamanınız var efendiler.

Devrimci işçi ve emekçi için, umutsuzluk yoktur.

“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim
akar suyun
meyve çağında ağacın
serpilip gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına;
-çürüyen et, dökülen diş-
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…”

Rabia Naz | Öldürüyorlar, karartıyorlar, sonra da suçluyorlar

Rabia Naz Vatan, 11 yaşındaydı. Nisan 2018’de ağır yaralı olarak bulunan küçük kız kurtarılamadı. Küçük kızın intihar ettiği söylendi. Ama iş hiç de intihara uyar nitelikte değildi. Babası, Şaban Vatan, ısrarla kızının öldürüldüğünü söylemeye başladı. İş bu kadarla kalmadı. Belki, Saray medyası, bu kadar işi örtmeye çalışması idi, belki AK Partili Canikli, olayı örtmek için bu kadar baskı yapmasaydı, belki Coşkun Sabuncu ile Nurettin Canikli arasında bazı bağlantılar olmamış olsa idi, baba Şaban Vatan’ın feryatları, bu kadar da etkili olmayabilirdi.

İş geldi, Kasım 2019 başında, dava için bir meclis komisyonu kurulmasına dayandı. Ve komisyonu, faaliyetlerini izleyen gazeteci Canan Coşkun ve belgeselci Kazım Kızıl, Şaban Vatan ile birlikte gözaltına alındılar.

İşte böyle işliyor süreç.

Suç işliyorlar.

Sonra, bizzat etkili yetkili kişiler araya giriyor. Hukuk, her zaman olduğu gibi ayaklar altına alınıyor. Bunun için, büyük bir yalan kampanyası yürütülüyor. Büyük bir karartma devreye sokuluyor. Yalanlar öyle bir boyut alıyor ki, insan, insan olduğundan utanır hâle geliyor. Tüm bunlara rağmen, işler istedikleri gibi gitmeyince, hemen devreye rüşvet, baskı, şiddet, korkutma, yıldırma giriyor. Burada da böyle oldu. Korkunç bir yalan ve karatma kampanyası yürüttüler. İnsan, bu kampanyalara bakınca, 11 yaşında bir çocuğun ölümünden daha ağır bir insanlık durumunun ortaya çıktığını görebiliyor.

Acaba, 11 yaşında bir çocuğu öldürenler mi daha fazla suçludur, acaba bu katilleri gizlemek için rüşvet, baskı, yalan vb. yollara başvuranlar mı daha canidir? Yoksa tüm bunlara karşı suskunluk içinde, sessizce duran yetkililer mi daha canidir? Kaç katlı bir suç pastasıdır bu? Bu pastayı kimler için hazırlıyorlar?

Tüm bunlar ne anlama gelir? Bir toplum, böylesi cinayetlerin yaşandığı bir ortamda, ne ölçüde sağlıklı, ne ölçüde insanî değerlere bağlı olabilir?

İş cinayetlerini ele alın. Mesela Torunlar inşaatta ölenleri. Mesela Üçüncü Havalimanının inşaatında ölenleri ele alın. Mesela 301 madencinin Soma’da ölümünü düşünün.

Mesela kadın cinayetlerini ele alın. Hangisini sayalım bilmiyoruz, hepsini tek tek saymak da mümkün değil.

Mesela, siyanür içerek ölüme yatan aileleri düşünün.

Saymakla biter mi bilmiyoruz.

İşte Rabia Naz olayı da bunlardan biridir.

Acaba, daha kaç “üst düzey” kişinin akrabalarının işlediği cinayetler, daha kaç devlet “büyüğünün” işlediği suçlar, daha hangi yetkilinin kirli işleri, böylesi karartma politikaları ile, böylesi yalanlarla örtbas edilmiştir?

İşte bu nedenledir, bu hep böyle sürer. Cumhurbaşkanı, bir kadını ezen oğlunu “adalet”e teslim edecek değil ya. Bir Canikli, Rabia Naz’ı öldüren akrabasını “adalet”in kollarına bırakacak değil ya.

İşte işler böyle yürüyor.

“Adalet” burjuva sistemde, tam olarak budur.

Kendini yakan bir emekli, şöyle diyordu: “Beni bu adalet bu hâle getirdi.”

Son derece doğrudur. Sistem dediğimiz şey işte bu “adalet” anlayışı ve uygulamasında ortaya çıkmaktadır. Saray, her şeye sahiptir ve Saraylılar, istedikleri her suçu işleyebilirler.

Bu ülkede, herkes için geçerli, ortak kanunlar yoktur. Bunun olmadığını, bugünkü Saray Rejimi, son derece açık, son derece cüretkâr, utanmaz bir biçimde ortaya koymaktadır. Bayağılaşmış bir yönetenler sınıfı, alçaklıkta sınır tanımıyor, yalanda sınır tanımıyor, karartma politikalarında sınır tanımıyor, çalmakta, soymakta sınır tanımıyor. Çünkü, suçları dağları aşmıştır.

İşte bu nedenle, o emekli, kendini yakma durumuna gelen o emekli, gerçeği, ağır bir biçimde dile getirmiştir: “beni bu adalet bu hâle getirdi.”

11 yaşında bir kız çocuğu öldürüldüğünde, babası, katilini bulmak için yalvar yakar ne yaparsa bir yol bulamıyorsa, basına “ben de AK Partiliyim” diyerek, muhalif olmadığını söylemek zorunda kalıyorsa, bu ülkede herkes için geçerli ortak kanunlar var diyebilir miyiz?

Berkin Elvan’ın annesini yuhalatan anlayış bu ülkede iktidardadır. Bir anneyi, evladı ölmüş birini yuhalamak, açık olarak o aileye, o anneye karşı “savaş” ilan etmektir.

Bugün, Şaban Vatan, açıkça devletin savaş açtığı bir vatandaştır.

Cumhurbaşkanı, Saray erkanı, Canikli ve arkasındakiler, Türk yargısı, “vatan söz konusu olunca gerisi teferruattır” diye kükreyen Barolar Birliği Başkanı, AK Parti örgütü, İçişleri Bakanı, polis güçleri, kolluk kuvvetleri, Saray medyası, kısacası, tüm bir devlet aygıtı, açık ve net olarak, bu cinayetin aydınlatılmasını, kızının katillerinin bulunmasını isteyen Şaban Vatan’a savaş ilan etmiştir. Şaban Vatan, “vatan hainliği” suçunu işlemektedir. Nasıl mı, kızının katilinin bulunmasını isteyerek, bu olayın kapatılmasına gözyummayı reddederek.

Canikli, hiç utanmadan, hiç sıkılmadan, Şaban Vatan’ın “akıl hastanesine yatırılması” için başvuruda bulunmuştur.

Giresun ili, Eynesil ilçesi, eğer bir varlığı varsa, eğer bir tarihi varsa, eğer insanların yaşadığı bir yer ise, ayağa kalkmak zorundadır.

Bir çocuğun katilini korumak için, bunca uğraş niyedir?

Yoksa Canikli, bizzat kendisinin bildiği başka cinayetleri de açıklama niyetinde midir? Yoksa Canikli’nin emsal olay olarak gösterecekleri mi vardır?

Hatırlar mısınız acaba, Nadira Kadirova adlı bir bakıcı kadın, bir milletvekilinin evinde, o milletvekiline ait bir silâhla “intihar” etti diye haberler çıktı. Sizce sahiden intihar mı etti? Yoksa, yine, tıpkı Rabia Naz olayında olduğu gibi, başka kanunlar, başka bir hukuk mu uygulanmaktadır?

Rabia Naz’ın babası soruyor: “Siz insan değil misiniz?”

Şaban Vatan soruyor: “Bu günah değil mi?”

Aslında sorular bile, Şaban Vatan’ın yıldırılması için yürütülen kampanyanın etkilerini göstermektedir.

Şaban Vatan, AK Parti’ye oy vermemiş olsa, kızının öldürülmesi “helâl” mi oluyor? Şaban Vatan’ın kızının öldürülmesi karşısında karartma kampanyası yürütenler, “günah” deyince mi korkacaklar?

Eğer işçi iseniz, eğer emekçi iseniz, yani bu ülkede yaşayan insanların %90’ından biri iseniz, sizin için hukuk yoktur, sizin için kanunlar geçerli değildir, siz ister mağdur olun, ister fail, her durumda suçlusunuz. Siz nefes alamazsınız, nefes almanız Saray Rejimi’nin “iznine” tabidir.

Evet, gazeteciler ve Şaban Vatan serbest bırakıldı.

Henüz Şaban Vatan bir terör örgütü üyeliğinden yargılanmıyor.

Ama biliyoruz ki, bu da an meselesidir.

Şaban Vatan, olur da terör suçundan yargılanmazsa, olur da bir sonuç alırsa dahi, onun gibiler, işçiler-emekçiler, yoksullar, arkası kuvvetli olmayanlar, “allahın seçilmiş kulları” sınıfına girmemiş olanlar, mutlaka bir gün, “terörist” olarak suçlanacaktır.

Saray Rejimi tam da budur.

Burjuva egemenliği, artık kendi yasalarını, kendi anayasasını, kendi günlük kurallarını dahi, istediklerini yapmanın önünde engel olarak görmektedir.

Suriye’de işgalci olanlar, katliamlar yapanlar, her gün savaş borazanları çalanlar elbette Rabia Naz gibi olaylarda, ister bilerek suç işlemiş olsunlar, ister kazara, kendilerini ayrıcalıklı göreceklerdir. Böyle yapıyorlar.

Onlar efendiler sınıfına aittir. Onlar, dokunulmaz olduklarını ilan edenlerdir. Bu dünya, bu hayat onlar için tanrı tarafından düzenlenmiştir. Tüm haklar onlara aittir. Ve onların dışındakiler, sömürülerek, soyularak, tecavüze uğrayarak, ölerek vb. onlara hizmet etmekle görevlidirler.

Onlarınki cennettir.

Onların cenneti, bizim cehennemimiz üzerine kuruludur.

Bizim, milyonlarca insanın, işçinin, emekçinin, yoksulun hayatını cehenneme çeviren şey, onları cennetleridir.

Onlara her şey “helâl”dir, halka ise yaşamak “haram”.

Onlara, her şey serbesttir, halka ise hak aramak, nefes almak, konuşmak “yasak”.

Rabi Naz onlara göre “bir kurban”dır.

Onun ardından adalet arayan baba, anne ise bir suçlu olmalıdır. Öyle ya onlar, “allahtan gelen ölüme” isyan etmektedirler. Onlar mutlaka birer suçlu olmalıdırlar.

Madenci 301 kişinin nasıl ki fıtratlarında ölüm var. Rabia Naz’ların da kaderleridir ölüm. İşte burjuva hukukun Saray Rejimi eli ile aldığı biçim budur.

Her olay, yaşayan her canlı, hakkını arayan her insan, düşünen her vatandaş, onurlu her kişi, onların iktidarı için bir tehdittir.

Saray Rejimi, gerçeklerden korkmaktadır.

Rabia Naz’ın ölüsü, onları korkutmakta, Saray Rejimi’nin geleceğini sarsmakta, bir tehdit oluşturmaktadır.

Gerçekten korkuyorlar.

Yalandan ve karanlıktan besleniyorlar.

Gelecekleri, karanlık üzerine kuruludur.

İşte bu nedenle “adalet”leri budur.

Rabia Naz ilk değildir, son olmayacağı da açık. Ufacık bir çocuğun katilini bile gizlemek için bunca uğraş veren tüm devlet mekanizması, polisi, savcısı, basını, devleti yönetenleri ile, aslında kendi geleceklerini garanti altına almak ve tüm toplumu sürekli karanlıkta tutmak için uğraşmaktadır.

Saray Rejimi, yalan, kan, rant, savaş ve katliam politikaları üzerinde yükselmektedir.

Derler ki “yel eken fırtına biçer.”

Kan, gözyaşı, acılar, sömürü ve açlık içinde, ölümler arasında yükselmekte olan halkın öfkesi, onları boğacaktır.

Biz de biliyoruz, onlar da:

Biz halkız, onlar bir avuç despot.

Biz Geziciyiz, onlar gidici.

CHP nasıl bir partidir?

Saray Rejimi’ni doğru anlamak için, muhalif burjuva “partileri”ni de doğru anlamak gerekir. Gerekir, çünkü, Saray Rejimi, aslında sadece Erdoğan ve onun iktidarının içinde “emir kulu” tarzında çalışanlardan oluşmuyor.

Saray Rejimi, bir çeteler iktidarıdır. Ya da iktidarın, devlet yapısının çeteleşmesidir. Ulusalcısı da bir çetedir, Ergenekoncusu da, İslamcısı da bir çetedir, Erdoğan da, ailesinin birçok üyesi ayrı ayrı çetelerdir, İçişleri Bakanı da bir çetedir, Milli Eğitim Bakanı da. Her tarikat bir çetedir, her ihale grubu bir başka çetedir. Burada adını saymamış olduklarımız da.

Parlamento, artık “kapatılmış” sayılabilir. Açık, ama bir önemi olmayan bir kurumdur. Parlamento, Cumhurbaşkanı’nın, bazı durumlarda gösteri yapmak için kullandığı bir yerdir. O kadar önemsizleşmiştir ki artık, illerde insanlar ilin milletvekillerine gidip, benim şu derdime çare bul, demiyorlar. Zira artık, rüşvetle veya başka yollarla da olacak olsa, böylesi bir olanakları yoktur. Artık bakan olmak, sadece bakmak ve tek noktaya, Erdoğan’ın ağzına bakmak anlamına gelmektedir. “Aval aval bakmak”ın, bir üst aşamasıdır, sadece onun ağzına bakmak.

Parlamento olmayınca, mesela siyasi parti denilen burjuva partilerin de bir anlamı, önemi kalmıyor. Diyelim ki, MHP’nin bir önemi var mı? Bahçeli için bile artık yoktur. MHP, artık devletin bahçesi bile değildir. MHP, artık bir tabeladan ibarettir. Öyle olduğu için, mesela MHP il başkanlarının da bir önemi yoktur. Bu aynı şey AK Parti için de geçerlidir. Eskiden AK Parti il başkanı, o ilin valisinden daha önemli sayılırdı. Ama artık öyle değil.

MHP artık anlamını yitirmiştir. Siz hiç gördünüz mü, bu partilerin, MHP’nin veya AK Parti’nin kurullarının işlediğini? Artık, her şey bir gösteriden ibarettir. Ulu başkan, reis ve daha bilmem hangi adlarla anılan başkan, emreder ve onun dediği olur. Başkası mümkün değildir. İşte buna parti diyorlar.

Oysa parti sözcüğü, kendini ayırmaktan, parça olmaktan geliyor. Yani, siyasal parti denildi mi, akla gelmesi gereken şey, bir siyasal hat, bir ideolojik hat ile kendini ayırmak, kendine has programa sahip olmaktır. Burada tüm bunlar bitmiştir.

Particilik oynayan koca bir saha var.

Devlet yapısı Saray Rejimi’ne göre şekillenip, tekelci polis devletinin özel bir görünümü ortaya çıktıkça, bu oyun, bu parlamento ve partilerden oluşan yapı da artık sürdürülemez, gereksiz olmaya başladı. Siyasal partiye ne gerek var; Mehmet Ağar bir partidir, Süleyman Soylu bir partidir, Bahçeli bir partidir (tek sorun şu ki, bahçesiz olmaya başlamıştır), Erdoğan bir partidir, Akar bir partidir, Damat Bakan bir başka partidir vb.

Bu partilerin bu hâli, sadece iktidar partileri için de geçerli değildir.

Elbette bu parti olmaktan çıkma hâli, en başta ve en şiddetli biçimde iktidardaki partilerde görülüyor. Rant, yağma ve savaş ekonomisine uygun olarak, giderek tek emir komuta tarzına bürünen siyasal iktidar, Saray Rejimi, başka bir partiye ancak çetesel anlamda izin verebiliyor.

Ama muhalefet de bundan nasibini alıyor.

Bu nedenle sık sık sormaya başladık, acaba CHP nasıl bir partidir?

Diyelim ki, Baykal, Erdoğan’ın gizli ortağı, destekçisi, anlaşmalar yapmış olduğu partneri idi. Kabul. Ama, acaba, Kılıçdaroğlu nasıl bir hâldedir? O, yani Kılıçdaroğlu, acaba Baykal’dan daha mı az Saray Rejimi’nin bir parçasıdır? Bizce tamamen Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Bir; Kılıçdaroğlu ve onun yönetiminde CHP, Erdoğan iktidarını, ancak en gereksiz, en anlamsız, en önemsiz konularda eleştirmiştir.

İki; Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si, Saray Rejimi’ni, en kritik konularda desteklemiş, onun yanında yer almıştır.

Üç; Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si, Saray Rejimi’nin halka saldırıları karşısında halktan gelen tepkileri önlemek için görev yapmıştır, yapmaya çalışmıştır.

Dört; Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si, Saray Rejimi’nin ayakta durması için, alttan alta, canhıraş bir çalışma içinde olmuştur.

Beş; Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si, yalanlar üzerine kurulu Saray Rejimi’nin yalanlarını beslemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır ve yapmaktadır.

Altı; Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si, dış politikada Saray Rejimi’nin açıklarını, onu eleştirir gözükerek tamamlamaya çalışmıştır. İç politikada, Kürt halkına ve işçi sınıfı, emekçilere karşı azgınca saldırılarına, açık veya dolaylı destek vermiştir.

Unutmuş olamazsınız, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesi gündeme geldiğinde, CHP, “hodri meydan” diyerek dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demiştir. Ardından da kendi milletvekillerinden hapse düşenler olunca, HDP’li milletvekillerinin hapiste yattığı gerçeğini unutarak kampanyalar yürütmeyi seçmiştir.

Ama bizi bu yazıyı yazmaya iten şey bu değil.

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Suriye’ye saldırı için tezkereye neden evet oyu verdiğini açıklarken, hiç utanmadan, mutluluk hormonları aşırı dozdan kabarmış bir hâlde, Afrin ve İdlib’de “güzel şeyler” olduğundan dem vurmaya başlamıştır.

Ne utanmazlıktır!

Her gün, “Suriye bataklığı” diye nutuk atacaksın, her gün, “bizim Suriye’de ne işimiz var” diye bağıracaksın, her gün “Esad ile görüşülmelidir” diye haykıracaksın ve sonunda utanmadan tezkereye “evet” oyu atacaksın. Ve çıkıp, bunu savunmak için, hiç utanmadan, İdlib ve Afrin’de “güzel şeyler oluyor” diyeceksin.

Eyvah ki eyvah!

İmamoğlu, “güzel şeyler olacak” derken, aynı kafada ise, İstanbul halkı yanmış demektir. Bunlar, değişik bir rüya içindedirler.

Kılıçdaroğlu, “Alice Harikalar Diyarında” oyununun içindedir. Parti başkanı olmayı, “Alice Harikalar Diyarında” oyunu sanıyor. Gerçek ile gerçek olmayan arasında bağlantıyı kaybetmiştir. Beyni, açık olarak gerçek olan ile olmayanı ayırt edemez durumdadır.

Diyor ki; “biz Saray’ın haberdar olmadığı şeylerden de haberdarız.” Vah vah! Acil doktora gitmelidir. Kılıçdaroğlu, kendini başka bir dünyada sanıyor. Madem sizin Saray’dan fazla bilginiz var, haydi, bu ölümleri, bu katliamları durdurun. Yoksa, Bay Alice Harikalar Diyarında, Ankara Gar bombalamasını Saray’dan önce mi biliyordun?

İdlib ve Afrin’de, çok güzel şeyler oluyormuş ve eğer bizim askerimiz orada olmasa imiş, aslında bu güzel şeyler de olmazmış, mesela su dağıtılıyormuş.

Alice Harikalar Diyarında’ki Alice’in daha gelişmiş bir akıl altyapısı vardır. Bu kadarına pes dememek elde değildir.

Kılıçdaroğlu, neye inanmış bilemiyoruz. Ama bizimle aynı ülkede, aynı coğrafyada yaşamadığı kesindir.

Afrin’de, dün adı ÖSO olan, TC devleti tarafından adı Milli Suriye Ordusu olarak değiştirilen çeteler, yağma peşindedir. Su dağıtma peşinde değildir.

Türk askeri oraya girmemiş olsa idi, işgal ve katliam politikaları devreye sokulmamış olsa idi, acaba, orada halk su mu bulamıyordu?

Su dağıtmak için, askerin oraya girmesi, işgal etmesi, işgalin onaylanması mı gerekiyormuş? Bu nasıl bir çocuk altı akıldır?

İdlib denilen yerde, çeteler, bizim Sivas’ta yaşadıklarımızı her gün sahnelemektedir. Adları saymakla bitmez bu çetelerin hamisi olan TC devletidir.

Kılıçdaroğlu ve CHP, habire “Suriye bataklığı”ndan söz etmektedir. Eğer bu bataklık, İdlib değilse, bu bataklık Afrin değilse, bu bataklık Resulayn değilse neresidir? Hem bataklıktan söz edip, hem orada askerî bir varlığın olmasını onaylamak, olsa olsa ancak, ne dediğini bilmeyen Alice Harikalar Diyarında Başkan’a yakışır.

Saray Rejimi’nin yalanlarından söz edip, Saray Rejimi’nin yağma ve rantlarından söz edip, sonra da, bunları örtmek için başka yalanlarla, bu politikaları açıkça onaylamak, halkla alay etmektir.

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanan bir çete örgütlenmesidir. Devletin çeteleşmesidir. İçeride baskı ve zulüm, dışarıda işgal ve ırkçı saldırılar birbirini tamamlayan politikalardır. Bunlar tümü ile ABD adına tetikçilik yapan politikanın kendisidir.

CHP, halkı AK Parti iktidarına, Saray Rejimi’ne mahkûm etme politikasının kendisidir. CHP, Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Böylesi bir ikiyüzlü politikayı takip edebilmek ve sürdürebilmek için, tam da Alice Harikalar Diyarında tarzında bir başkan gereklidir.

CHP Başkanı diyor ki; şimdi biz tezkereye evet dedik diye, siz savaş karşıtları kalkıp AK Parti’ye oy verecek değilsiniz ya.

CHP diyor ki; siz AK Parti’ye karşı mecburen bizi destekleyeceksiniz. Başka seçeneğiniz yoktur. Öyle ise, biz istediğimizi söyleme, istediğimizi yapma hakkına sahibiz. İster dokunulmazlıkları kaldırırız, ister savaş ve yağma siyasetine destek veririz, ister şiddet ve baskı politikalarına destek veririz, ister işgal politikalarını savunuruz. Halka diyor ki CHP; siz bize mecbursunuz. Bu, açıkça halka karşı saygısız, halka karşı tehditkâr, halka karşı üstten bakmacı politikanın kendisidir.

Saray Rejimi, ne zaman halka karşı baskı ve şiddeti artırırsa “demokrasi” diyor, ne zaman Kürtlere karşı katliam politikaları devreye sokarsa adına “vatan” diyor, ne zaman yağma ve rant politikaları devreye girerse adına “yerli ve milli” diyor, ne zaman işgal politikaları devreye girerse adına “barış” diyor. CHP ise, her zaman bu politikaları savunmak için, bir yol, bir yöntem bulmaya çalışıyor.

CHP; ne zaman ciddi bir durum varsa, tüm önemli konularda Saray Rejimi’nin açık destekçisi oluyor. Ama ne zaman gereksiz, önemsiz, anlamsız bir konu varsa, bu konularda “muhalif” olmaya çalışıyor. Ucuz politikalarla, halkı, Saray Rejimi’ne mahkûm etmek için oynuyor.

MHP, açıktan AK Parti ve Saray Rejimi’ni savunurken, CHP, dolaylı yollardan aynı şeyi yapıyor.

CHP, her zaman, halkın Saray Rejimi’ne ve devlete karşı gelişen öfkesini bastırmaya, frenlemeye çalışıyor.

CHP, Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

İktidarı ile muhalefeti ile tüm Saray Rejimi sallanmaktadır.

Saray Rejimi, tüm Suriye ve Ortadoğu sahasında IŞİD’ci çetelerle iş tutmaktadır, CHP ise devletin kirlenen ellerini halktan saklamak için örtüler hazırlamakta, akılları bulandırmaktadır.

Saray Rejimi, sandığı, parlamentoyu yerle bir etmiştir. Bu süreçte açıkça CHP de görev almıştır. Ve CHP, her zaman, dönüp, parlamentonun önemli olduğunu anlatmak için, boş umutlar vermeye çalışmaktadır.

CHP; halkı aldatmış AK Parti’nin bıraktığı boşlukta, halkı bir kere daha aldatmak için görevli bir partidir.

İşçi ve emekçiler için, direniş ve örgütlenme, kendi öz örgütlerini geliştirme, devrimcileşme, devrimci örgütlerin içine girmek dışında yol yoktur. Bunların hepsi, aynı yerden yönetilmektedir. Erdoğan kendi rolünü oynamaktadır, CHP kendi rolünü oynamaktadır. Halkın, bu iki grubun dışında çıkış yolu vardır. Bu yol, devrimci sosyalizmin yoludur.

İşçiler ve emekçiler, direnmek ve örgütlenmek yolu ile bu kokuşmuş karanlığa, bu sonu gelmez oyuna son verebilirler.

“Toprak bakır/ gök bakır/ haykır güneşi içenlerin türküsünü/ haykıralım”

Son dönemde dünyanın çok farklı noktalarında ortaya çıkan kitlesel eylemler, üzerinde durmaya değer gelişmelere gebedir.

Eylemler, bir-ikisini bir yana bırakırsak, 38 ülkeyi sarmıştır ve bu 38 ülkenin tümünde, kapitalist sisteme bir itiraz içermektedirler. Mesela Bolivya’dakini bir yana bırakmaktan yanayız.

Yine eylemlere bakıldığında, mesela İspanya’daki eylemleri bir yana bırakırsak 37 ülkedeki eylemler, örgütsüz, plansız, kendiliğinden patlayan eylemlerdir.

Bu eylemleri, elbette 2008 sonrasında başlayan “işgal et” eylemlerinin bir ikinci dalgası saymak mümkündür. Ama aslında, bunun kaçıncı dalga olduğundan çok, eylemlerin gelişim dinamikleri üzerinde tartışmaktan fayda çıkacağı kanısındayız.

Biz devrimciler, gelişmekte olan bu yeni eylemlilik sürecini yakından incelemek zorundayız. Yoksa, eylemler geliştikçe, eylemlerle birlikte kabaran yüreğimizin görmek istediklerini görmekle yetinemeyiz. Bize, gelişmekte olan sosyal eylemliliğin niteliği, karakteri üzerine tartışmak, düşünmek gereklidir.

1-

Gelişmekte olan eylemlerin tümünün ortak gündemi, “yolsuzluk” ve yoksulluktur. Aşağı yukarı 2008’de krizle birlikte sonuna gelmiş olan neo-liberal saldırı, 1980’lerin ortasından başlamıştır. Uzun bir dönemdir, kapitalist dünyada işçi hareketine karşı, burjuva saldırı, ideolojik, ekonomik, siyasal kanallardan sürdürülmektedir. Bu saldırı, SSCB’nin çözülmesi ve kapitalizmin “ebedî” olduğunun ilanı ile, daha da şiddetlenmiştir.

Hem işçi sınıfının tüm ekonomik haklarına, kazanımlarına bir açık saldırı ortaya çıkmış, hem de kapitalist sistemi yeniden kutsamak da demek olan, “özelleştirme” saldırısı devreye sokulmuştur.

Özelleştirme, sermayeye yeniden büyük çaplı kaynak aktarmak demektir.

Özelleştirme, pazar hakimiyeti ilişkilerini daha da pekiştirmek demektir.

Özelleştirme, sömürüyü yoğunlaştırmak, işçi sınıfının her türden örgütlülüğünü yok etmek demektir.

Özelleştirmeyi izleyen “taşeronlaştırma”, işçi sınıfını fiilî olarak esir almak demektir.

Bu esir alma girişimi, ideolojik, siyasal ve “fiilî” anlamında askerî bir saldırıdır.

Öyle olmuştur. Dünyada özelleştirme uygulamaları, Thatcher ve Reagan dönemi ile artmış, işçi ve emekçilerin tüm sosyal hakları budanmakla kalmamış, işçi sınıfı, fiilî olarak toplumsal mücadele sahnesinin dışına, sahnenin altına itilmiştir

Bunun sonuçlarından biri yoksullaşmadır.

Gelir eşitsizliğinin artması, sermayenin daha da zenginleşerek az sayıda elde toplanırken, yoksulluğun tüm yeryüzünü kaplamasıdır.

İşte bu yoksulluğa, bu eşitsizliğe karşı açık bir tepki ortaya çıkmaktadır.

Aslında, gösterilerin gösterdiği şey, bu yoksulluğa, bu eşitsizliğe dikkat ederken, sömürünün yoğunlaşmasına karşı aynı tepki dile getirilmemektedir. Normalde, bu birbirine son derece kolayca bağlanacak süreçler, işçi ve emekçilerin şehir meydanlarını doldururken, birbirleri ile bağlantıları kurulmamış durumdadır. Artan sömürü, yoksullaşma ile bağlı olarak bilince çıkmış değildir. Ama yoksulluğa ve eşitsizliğe birlikte vurgu, her eylemde neredeyse vardır.

2-

Neo-liberal saldırının bir sonucu, siyasal iktidarların daha da merkezîleşmesi ve sermayeden yana açık tutum almalarıdır. Bu “ideolojik” olarak zaten böyledir. Ama burada, daha özel bir süreç işlemiştir. Neo-liberal politikalar, devlete ait işletmelerin yağmalanmasını da beraberinde getirmiştir ve bu, hemen her ülkede büyük çaplı rüşvet ve yolsuzluk sonuçları ortaya koymuştur. Yolsuzluk, tüm gösterilerin ortak noktasıdır. Kitleler, meydanları doldururken, en açık olarak bu yolsuzluk üzerinde durmaktadırlar. O kadar ki, yolsuzluğun boyutları o kadar gelişmiştir ki, belki de eylemlerde dile getirilen başka pek çok talep, arada görünmez olmaktadır.

Yolsuzluk, kapitalist sistemin, zenginliği devletten sermayeye aktarma süreçlerinin devasa boyutlara ulaşması ile doğrudan bağlantılıdır ve artık, hiçbir kapitalist ülkede istisna değildir. Örnek olsun, bizdeki Erdoğanvari zenginleşme, kendine has başka özellikler gösterse de, dünyadaki yolsuzluk ile paralel bir süreci ifade etmektedir.

3-

Bunlara rağmen, eylemlerde, açık olarak “esaret” koşullarına karşı net bir talep yoktur. İşçi ve emekçiler, kitleler, sokaktadırlar ve ancak, neo-liberalizmin beraberinde getirdiği emeğin aşağılanması, emekçinin esir hâline getirilmesi, köleleştirilmesi, itilip kalkılması sürecine karşı, açık bir talep yoktur.

Öte yandan, eylemlerin kendisi, zaten bu aşağılanmaya, bu sahnenin altına itilmeye, bu yok sayılmaya karşı bir patlamayı ifade etmektedir.

Ama bilincin geriliği, kendiliğindenliğin ileriliği ile açıklanabilecek bir durumdur bu. Siyasal talepler yok değildir. Ama siyasal talepler de hükümetin istifası ya da eylemlere başlama noktasını ifade eden “olayın” çözülmesi yönündedir.

4-

Tüm bu eylemler, mesela Fransa’da gelişmiş olan grev dalgasındaki gibi, fabrikalardan, işyerlerinden başlayarak gelişmiş değildir. Daha çok eylemler, bizdeki Gezi Direnişi gibi gelişmektedir. Bu durum, eylemlerin önemini azaltıcı değildir, ancak bu durum bize eylemler hakkında oldukça net bilgiler vermektedir.

Eylemler, daha çok meydanlara taşmaktadır.

Meydanlar ve sokaklarda eylemler sürerken, fabrikaları saran eylemlerde olduğu gibi, sürekliliği ifade eden bir örgütlenmeye dayalı değildirler.

Mısır’da ilk eylemlik sürecinde meydanı dolduran kitleler, eylem geliştikçe, işçilerin grevlerle eyleme destek vermeye başlaması noktasına geldiğinde askerî darbe ile durdurulmaya çalışılmıştır.

Mısır’da ikinci dalga eylemler, yine meydana yönelmiş, bu kez daha örgütlü davranışlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

5-

Lübnan’da eylemler, Harriri iktidarına karşı gelişmiştir. Harriri, büyük yolsuzlukları ile ün yapmıştır. Ama bu yolsuzluklar, bizim ülkemizdekilerin yanında devede kulak kalırlar. Bu çok tepki çeken yolsuzluklara rağmen Harriri’nin özelliği, sadece yolsuzluklar değildir. Harriri, bizim de yakından tanıdığımız bir isimdir. Türk Telekom’un özelleştirilmesi sürecinin bizzat içindedir. Türk Telekom, Erdoğan tarafından, o zaman Saray Rejimi örgütlenmesi kurulmuş değil iken, Harriri ailesine verilmiştir. Türk Telekom’un kasasından 7 milyar dolarlık “örtülü ödeneğe ait” olduğu söylenen bir para çıkmıştır ve Harriri ailesi için Telekom tamamen bedavaya gelmiştir. O günkü koşullarda, iyi hatırlıyorum, cebimde 1500 TL param vardı ve Türk Telekom’u alabiliyor olurdum. İki aylık ev kirasına Türk Telekom alınabiliyordu. Tabii sizi ihaleye alacak olsalardı. Bu 7 milyar doların 2 milyar doları Erdoğan ailesine verilmiştir ve bu ilk büyük vurgunlardan biridir. Bu konu ile ilgili, internette ses kayıtları dahi dolaşmıştı.

İşte bu Harriri, sevgilisine büyük ölçüde harcamalar yapmakla Lübnan basınında gündemde idi.

Harriri, aynı zamanda, Suudi Arabistan tarafından beslenen bir ailedir ve Suudi Arabistan’a gidip orada esir alınıp, Lübnan başbakanlığından istifa etmiştir. Daha sonra Fransa araya girerek, Harriri’nin Lübnan’a dönmesine “yardımcı” olmuştur.

Lübnan’daki gösteriler, bunların hiçbiri nedeni ile patlamadı. Ama Lübnan devleti, WhatsApp uygulamasına vergi getirmek istedi ve gösteriler başladı. Sokaklar, milyonlarca insana ev sahipliği yaptı. Dans ederek ama kararlı bir biçimde sokaklara çıkan kitleler, komünistlerin de katılımı ile kızıl bayraklar arasında yürümeye başladılar. Harriri, WhatsApp üzerinden vergi alma kararını geri çekmiştir. Ama buna rağmen gösteriler durmamıştır.

Gösterilerde, ağır ağır, tüm sistemi eleştiren sloganlar ve talepler ortaya çıkmaya başladı. Mezhepsel yapıları, dinî ayrımları aşan sloganlar ortaya çıkmaya başladı.

Hemen hemen her ülkede, gösteriler, son derece basit gibi duran, bardağı taşıran son damla anlamındaki olayla başlıyor, sokaklar dolmaya başlıyor ve hemen hepsinde, yolsuzluk, yoksulluk protesto ediliyor.

Sisteme karşı öfke var ama, bu bir bilinç düzeyinde ortaya çıkmıyor. Örneğin, sosyalizm, örneğin kamulaştırma talepleri ortaya çıkmıyor. Kuşkusuz, bu yönde olaya müdahil olan örgütlenmeler de vardır ama bunlar, işin ana karakterini henüz oluşturmuyor.

6-

Tüm gösterilerde açık ve net olarak gençler, kadınlar öndedir.

Ama Mısır eylemlerindeki gibi, Seattle eylemlerindeki gibi, işçilerin daha uzak durduğu söylenemez. İşçiler, mücadelenin ve protestoların göbeğinde olmasa da, bazı ülkelerde daha aktif olmak üzere devrededirler.

Kadınlar ve gençler, aslında neo-liberal politikalara, vahşi kapitalist sömürüye karşı en duyarlı kesimlerdir. Zira, en çok zararı gören ya da katmerli olarak zararı gören onlardır. Gençler, sistemin dişlileri tarafından tam kontrol altına alınmamış olduğundan, mevcut teknolojiyi de en aktif kullananlar olarak öne çıkmaktadır. Kadınlar, katmerli olarak en fazla zarar görenler olduklarından, en dirençli kesim hâline gelmeye başlamıştır. Yeni devrimci dalga, kadın ve gençlerin daha öne çıkacağı bir süreç olacaktır. Hoş, tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Ekim Devrimi de, o zamanın koşullarında kadının büyük ölçüde sahne aldığı bir devrimdir. Bu durum, bugün daha açık olarak, daha gelişmiş hâli ile ortaya çıkmaktadır.

7-

Eylemlerin öncesinde, bu eylemlerin patladığı ülkelere bakıldığında, böylesi bir potansiyeli “görmek”, çıplak gözle mümkün değildir.

Tüm dünyada işçi ve emekçilerde var olan “ilgisizlik” hâli, sanki kendi hâlinde bir iç homurdanma durumu gibidir. Bunun birçok kişide aynı anda var olması, bu memnuniyetsizlik hâlinin herkeste kendine has ve dışa vurmadan uzun süre devam etmesi, aslında, tüm kapitalist dünyada devletin, Tekelci Polis Devleti olarak, kitleler üzerinde kurduğu açık baskının, çok yönlü kontrol mekanizmalarının da ürünüdür. Bunun bir başka nedeni de, SSCB’nin çözülmesi ile kapitalizmin tek sistem olarak ilan edilmesine “kanma” diyebileceğimiz, ideolojik moralsizlik hâlinin yaygınlığıdır. İdeolojik yönsüzlük, aslında örgütsüzlüğün, aydınların bulaşık ve bulanık düşünmesinin doğal sonucudur. Kapitalizmin ilan edilmiş olan zaferi, aslında, en çok bu ideolojik alanda bir anlam ifade etmiştir. Yoksa, ne sömürü azalmış, ne sınıflar bitmiş, ne de sınıf mücadelesi sona ermiştir. Ama sosyalizmin yenilgisi, beraberinde bir ideolojik boşluk yaratmış, birçok liberal sol, bu boşlukta kapitalizmi öven masallar anlatmayı alışkanlık hâline getirmiştir.

Tüm bunlar, kitlelerdeki öfkenin “çıplak” gözle görülememesinin de nedenidir.

8-

Bu nedenle patlamalar “şaşırtıcı”dır. En çok şaşıran ise, eylemlerin içinde bizzat yer alanlardır. Bizim Gezi Direnişi’nde yaşadığımız da budur. Bizzat eylemlerin içinde duruma şaşırmaktaydık.

Eylemcilerin esas olarak meydanlara doğru akmasının, bu “şaşırma” hâlinin doğal bir sonucu olduğunu da düşünüyorum. Yani, eylemciler, esas olarak kendileri gibi düşünenleri görmeye eğilimlidirler. En azından bir süre böyledir. Bu şaşkınlık, aslında, kendini tanımanın da yoludur. İnsan ancak kendini, yanındaki ile birlikte yürürken, gece nöbet tutarken, sloganlar atarken, barikatlar kurarken tanıyabilmektedir.

Bu nedenle, bu eylemlerin bir ileri aşamaya geçmesinin nüvelerini içerdiğini de bilmemiz, bunları anlamamız gereklidir.

9-

Irak’ta ve Şili’de gelişmekte olan eylemler, akan kana rağmen bir istikrar göstermektedir. Bu istikrar arttıkça, eylemlerin yönü de şekil almaya başlayacaktır.

Eylemler, daha radikal mücadele yöntemlerini de beraberinde getirmektedir. Bu birinci noktadır. Barikat savaşı, sokaklarda yapılan gösterilerin bir adım ilerisidir ve bu, tüm eylemlerin içinde içkin bir öğedir.

Eylemlerin “lidersiz ve örgütsüz” olmasına övgü düzen “aydın”ların tersine, bizim bunu açık olarak görmemiz gerekir. Eylemcilere karşı açık olarak zor devreye sokulmaktadır. Polis güçleri, açık olarak her türlü otoriter aracı devreye sokmaktadır. Kurşunlarla can veren göstericiler, bizim Gezi Direnişi’nde de vardı. Bugün, göstericiler, elbette buna karşı daha uyanık mücadele biçimleri geliştirmek zorundadır. Başkası düşünülemez.

Eylemlerin bu açıdan bir hazırlık içermediği kesindir. Bu ise eylemlerin zayıf noktalarından biridir. Bu nedenle, bu noktayı yenmek, açık olarak ilk yapılması gerekendir. Bu bir yandan mücadele metotlarını genişletmek demek iken, esas olarak, örgütlülüğü artıracak adımı atmanın önemi ortaya çıkmaktadır. Eylemler, fabrikalara ulaşmalıdır. İşçi sınıfı, sadece alanlara akarak değil, bizzat şalterleri indirerek eylemin parçası olmalıdır. Eylemciler, alanlarda barikatlar kurarken, sokakları savunurken, daha ileri adım atıp, fabrikaları direnişe katmalıdır. Fabrikalar, örgütlenmenin can damarıdır. Yoksa örgütlenmenin can damarı, evler değildir. Farklı yaşam alanlarından sokaklara ve meydanlara akan kitleler, işyerlerinde daha hızlı ve sağlıklı bir örgütlenme geliştirebilirler.

Hem tüm eylemlilik süreci gösteriyor ki, kapitalist sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak zorunlu ve meşrudur. Hem de tek çıkış yolu budur.

İkincisi, eylemlerin alanlarla, meydanlarla sınırlı kalmaması gereğidir. Bu ikinci noktadır. Eylemler, başta kamu binaları olmak üzere, yerel ya da merkezî yönetim mevkilerine yönelmelidir. Burada önemli olan en ileri noktayı ele geçirmek değildir. Önemli olan bu yolu açmaktır. Bir ayaklanmadan farklı olarak böylesi kitle eylemleri, en ileri ve can alıcı noktalara yönelebilecek örgütlülükte değildir. Ama kamu mekânlarının ele geçirilmesi, kamu gücünün bir bölümünün direnişten yana kullanılması özel bir öneme sahiptir.

Tüm bu eylemler, dipten gelen bir dalganın yüzeye vurmasının ifadesidir. Kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunun, onu mezara göndermek üzere yeni güçlerin harekete geçmeye eğilimli olduğunun göstergesidir. Ama bunlar, bir devrimci kalkış değildir. Daha buna zaman vardır.

Bugün tüm bu hareketlerin, dünyanın her ülkesindeki, bölgesindeki hareketlerin birbirinden öğrenme yolunun açılmasının, ortak ve kolektif bir direnişin gelişmesinin yolu, işçi sınıfının enternasyonalist örgütlülüğüdür. Ki, esas eksik de budur.

Bu dalga, gelişmiş kapitalist metropollere de vuracaktır. Bundan şüphe etmek için bir neden yoktur.

Şimdi safları sağlamlaştırmanın, şimdi küreklere daha sıkı sarılmanın zamanıdır. Şimdi, sakin ama kararlı bir örgütlenme geliştirmenin, kitlelerin eylemlerinden son noktasına kadar öğrenmenin, her eylemi defalarca incelemenin zamanıdır.

İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan tüm sınıflı toplumları tarihe gömecek görkemli devrimi karşılamak, ancak, bunun için hazırlanmakla mümkün olacaktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...