Yoldaşımız, ortağımız, Kaldıraç Dergisi okuru Nurtaç Aşar’ı geçirdiği kalp krizi sonucunda kaybettik. Özgür Lise saflarında mücadeleye katılan, 1 Mayıs’ların gülen yüzü, her daim neşeli, şakaları ve taklitleri ile herkesi güldüren, gür sesi, güleç yüzüyle mücadeleyi omuzlayan yoldaşımızı unutmayacağız. Çektiği fotoğraflarıyla kendini, hayatı anlatan yoldaşımız kahkahası, tez canlılığıyla aklımızda, yüreğimizde olacak. Ortağımızı kavgamızda yaşatacağız.
Hastahaneler, sağlık sistemi, ilaç fabrikaları kamulaştırılmalıdır
Anlaşılacağı gibi, konumuz “COVID-19” isimli, korona virüs salgınıdır.
Konu ile ilgili o kadar çok “teori” var ki, tek tek her birine bakmak mümkün değil. Bu nedenle, tartışmaya, biraz da durumu netleştirerek başlayalım. Okuyucu bu satırları okuduğunda, muhtemelen aradan 15 gün geçmiş olacak ve kesinlikle birçok yeni gelişme, birçok yeni bilgi ile birlikte ortaya çıkmış olacak. Bu nedenle, olayın daha çok başlangıcını hatırlatmak bizce faydalı olacaktır.
Virüs, korona virüsü şeklinde, aslında dünya için yeni değil. Daha önce de bu virüsün türleri, akrabaları ortaya çıkmış bulunuyordu.
Virüs, galiba 18 Ocak’ta Çin’in Wuhan bölgesinde görüldü. Wuhan bölgesi, Çin’in iç bölgelerinde yer alıyor. Ama 18 Ocak ya da Ocak sonu, Çin yeni yılı anlamına geliyor ve yanlış bilmiyorsam, 15 günlük büyük bir tatil demektir. Yani, Şubat’ın başında, insanlar, evlerine geldikleri Wuhan bölgesinden, Çin’in büyük üretim ve ticaret merkezleri olan Şangay, Ningbo, Guangzhou, Şenzen vb. gibi bölgelerine dönmüş olacaklardı. Döndüklerinde, muhtemelen hastalığı taşıdıklarını da bilmeyeceklerdi. Çünkü Virüs, 14 günlük bir süre sonra vücudu hasta ediyor. Adeta, kurulmuş bir saat gibi, alarm 14 gün sonra ortaya çıkıyor. Yalnız bu 14 günlük süre içinde, yani kişi kendisinin hasta olduğunu bilmeden, bu virüsü başkalarına bulaştırabiliyor.
Bu bilgiler, sanki virüs “Çin için özel bir zamanlama ile” üretilmiş anlamına geliyor. Bu durum ise, gözleri, ABD’ye çeviriyor. Çinliler, tereddüt etmeden, bu virüsün bir laboratuvar virüsü olduğunu ve bunun ise ABD işi olduğunu, kendi günlük hayatlarında dile getiriyorlar. Ama Çin devleti, Mart’ın ortasına kadar bu konuda bir şey söylemedi.
Mart’ın 14’ünde ise, ABD’nin açıklamasının ardından, bir şeyler söylemeye başladılar. ABD, Kasım ve Aralık 2019’da, yüksek sayıda (6.000 deniyor ama kesinleştiremedik) ölüme yol açan bir virüs olduğunu, bunun grip virüsü olduğunu düşündüklerini, ama sonradan bunun COVID-19 olduğunu anladıklarını itiraf etti. Bunun üzerine Çin, bu virüsün, kendi ülkelerine Wuhan bölgesine ABD askerlerince taşındığını söyledi. Bu, elbette bir suçlama idi.
Böylece, COVID-19 adlı virüsün bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışması anlam kazanmış oldu. Yani, artık sadece bir şüphe ile konuşulmuyor demektir.
Bu bilgilerle, virüsün 14 günlük kuluçka dönemi, bu dönem boyunca bulaşma ve yayılma hızı gibi virüse ait bilgiler birleştirilince, savaşın başka araçlarla sürdürülmesi, biyolojik saldırıların savaş alanına sürülmesi gibi bir olaydan söz etmek mümkün olmaktadır.
Saldırıya uğrayan en başta Çin olmak üzere, Avrupa ülkeleridir. Saldırıyı düzenleyen ise, muhtemelen ABD- İsrail ve İngiltere hattında yer alanlar olabilir.
Biz diyoruz ki, dünyanın yeniden paylaşımı için, üçüncü dünya savaşını göze alan ABD, karşısında diğer 4 emperyalist güçle savaşarak-anlaşarak ilerlemek istemektedir. Bu savaş, SSCB çözüldükten sonra, kendini tek “süper güç” ilan eden ABD’nin adımları ile su üstüne çıktı. ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’yi, kendi denetiminde tuttuğu Soğuk Savaş yıllarının avantajını pekiştirmek istemişti. Bunun için, “tek kutuplu dünya” (aslında iyi düşünülmemiş olduğu şuradan belli ki, kutup sözcüğü ile “tek” bir arada olmaz. Kutup denildi mi, mutlaka birden fazla varlık ifade ediliyor demektir), “imparatorluk” gibi kavramlar devreye sokuldu. Bizim, Marksizm’i liberallik sanan dönek solcularımız da, buna, “imparatorluk barışı garanti eder” gibi yalanlarla destek vermeye yönelmişlerdir. ABD, bu dönem, tüm Batı dünyasını, kendi şemsiyesi altında tutup, eskisi gibi roller dağıtmayı hedefliyordu.
Ama bu tutmadı. Aradan zaman, köprünün altından da çok sular geçti. ABD, işgal planlarını devreye koydu. Neoliberalizm ile birleşen neocon’ların saldırganlığı, Afganistan ve Irak işgali ile kendini tam olarak ortaya koymuştu ki, bir de ne görsünler, diğer emperyalist güçler, buna razı değiller. Almanya, tek kurşun atmadan Doğu Avrupa ve Balkanları kendi “etki” alanı içine almaya başladı. Fransa onu izledi. İngiltere, Ortadoğu için raflara kaldırılmış küflü kitapları indirmeye başladı ve Japonya, ABD üslerinden kurtulmak için, epeyce hevesle paralar ödedi.
Obama dönemi, bir adım geri çekilip, Batı için bir ortak düşman arama dönemidir. Öyle yapmışlardır. Libya’da Batı’nın ortak pastayı bölüşmesine bir örnek yaratıp, ardından Suriye’ye yöneldiler. El Kaide’yi ortak düşman ilan etme işini, IŞİD ile bir üst aşamaya yükselttiler. Ne ki, Suriye savaşı, Rusya’nın devreye girmesine neden oldu.
Bugün, dünya çapında süren savaş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının karışımı gibi bir hâle dönmektedir. Bir yandan, birinci savaştaki gibi bir paylaşım savaşımı var ve bunun en önemli 5 aktörü, Japonya, Almanya, ABD, Fransa ve İngiltere’dir. Ama öte yandan, Rusya ve Çin’i ortak düşman olarak Batı’nın karşısına dikmeye çalışan ABD, Çin ve Rusya ile de bir savaş içine girmiştir. Umudu, diğer 4 emperyalist gücün ve Batı’nın, Rusya ve Çin’e karşı kendisini desteklemesidir.
Suriye savaşı, Ukrayna savaşı, Venezuela, Çin denizinde gerilimler vb. tam da bu hedefe dönüktür. Ama ABD burada kaybeden durumundadır. O kadar ki, Obama sonrası seçilen Trump’ın, aslında Putin’in adamı olduğunu söyleyecek kadar akılları karışıktır.
Çin’e karşı girişilen ekonomik savaş, Rusya ile girişilen enerji savaşı, oldukça günceldir. Ve ABD, buralarda kaybeden durumundadır.
Bu nedenle, ABD hegemonyası bittiğinden, “tek süper güç”, “tek kutuplu dünya” ve “imparatorluk” planları artık çökmüştür. Şimdilik görünen budur.
İşte, virüs, COVID-19, tam bu dönemde ortaya çıkmaktadır. ABD’nin Çin’e karşı giriştiği ticaret savaşının ardından, Apple’ın Huawei’ye karşı kaybettiği bir dönemin ardından.
Korona virüsünün bir patenti olduğu biliniyor. Patent, muhtemelen, virüse karşı aşı geliştirmek için alınıyor diye sunulmaktadır. Böyle diyecekler, başkası tuhaf olur. Patent, “The Pirbright Institute”e aittir. Bu “The Pirbright”, Bill Gates ailesine aitmiş. Bill ve Melinda Gates’e ait bir vakfın bünyesinde faaliyet gösteren bir enstitüdür. Bu ilgi çekici bilgi, Mart’ın başında ortaya çıktı ve basına yansıdı.
Ama bu bilgi size yeterli gelmiyorsa, o zaman Trump’ın gizli tekliflerine bakmalısınız. Bir Alman şirketi, CureVac, virüs için aşı geliştirmeye çalışmaktadır. Die Welt gazetesi ve ARD TV kanlından yayınlanan bilgilere göre, bu şirkete, Trump tarafından 1 milyar dolarlık bir teklif yapılmış. Bu teklifin amacı, korona virüsüne karşı bulunacak aşının bir tek ABD’ye ait olmasıdır. Yani, alın size 1 milyar dolar, bulduğunuz veya bulacağınız aşıyı bize verin, diyorlar. Neden mi? Çünkü, bu konuda çalışan 25 kadar şirketin bulduğu ve bulacağı aşıları ABD almak istiyor.
İşte şimdi, şunu ileri sürebiliriz: Bu bir savaştır ve savaşın bugünkü aşamasında ABD cephesi (İngiltere ve İsrail, ya biri ya da her ikisi de dahil mi bilmiyoruz. Ama bu ikisi, savaş cephesi içinde ABD yanında yer almaktadır. İsrail daha çok, İngiltere daha az), biyolojik silâhlar kullanmaya başlamıştır.
Demek ki, ABD, Batı dünyasını, kendi kuralları ile Çin ve Rusya’ya boyun eğdirmek için yanına almak isteğini, bir üst aşamaya sıçratmıştır. ABD hegemonyasının dağılmakta olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek. Savaş, sürekli daha ileri hamlelerle ilerliyor. Yani ABD saldırıdan şunu umuyor olabilir; Çin pes edecek, AB, ABD kurallarını kabul edecek, böylece ABD hegemonyası devam edecek.
Oysa hayat böyle ilerlemez. Bir kere düştün mü, eski yerine bu yollarla çıkamazsın. Daha uzun süreli politikalar gerekir.
Nitekim Çin, sorunla başa çıkmayı, tam bir örgütlü, kolektif refleksle başardı diyebiliriz. Ardından Çin, İran ve İtalya’nın yardımına koşmaktadır. ABD ise, İran’a karşı, bu koşullarda bile ambargoyu devam ettirmektedir.
Bu işin ikinci yönüne kapıyı açıyor. Ve bizim esas konumuz da bu. Kapitalizm, öldürür. Gerçek anlamı ile, insan soyunun devamı, sosyalizmin dünya ölçeğindeki zaferine bağlı hâle gelmiştir. Yakın dönemde ülkemizde sıkça tartışılan “ya sosyalizm ya ölüm” sloganının bir kere daha yerine oturduğunu görebiliriz.
Çin, İran’a ve İtalya’ya yardım elini uzatıyor. Dünya Sağlık Örgütü bir yana dursun, dünyanın doktorları, hekimleri, toplumsal tepkiyi, kolektif refleksi çok önemsediklerini ilan ediyorlar. Amaçları kâr elde edip, kasalarını doldurmak olan kapitalist tekellerden farklı olarak, ambargo altında var olmaya devam eden Küba’nın ilaçları, sağlık endüstrisi, insan gücü, ahlâkın ve insan olmanın ne demek olduğunu gösterecek başarılara imza atıyorlar. Çin’e, virüsle mücadele etmek için yardım gönderiyorlar.
Uluslararası tekeller, gözlerini kan bürümüş bir tarzda, kârdan başka bir şey görmedikleri için, her ölen insanı, bir “adet” olarak saymakla yetiniyorlar. Trump, “aşı sadece bizde olsun” derdi ile, kazanılacak paraların hayalini kuruyor.
Korona virüsü salgını, ister bir saldırı olsun, ki bizce öyledir, isterse bir “kendiliğinden salgın” olsun, bize gösteriyor ki, kapitalizm ömrünü doldurmuş, varlığını insanlığı yok ederek sürdüren bir sistemdir.
Açık olan şudur: Dünya çapında, tüm sağlık sektörü, kamulaştırılmalıdır.
Tüm hastahaneler, tüm ilaç üretim tesisleri, tüm araştırma tesisleri vb. tüm araç ve gereçler, tüm tıbbî malzemelerin üretimi kamu eli ile yapılmalıdır, kamulaştırılmalıdır.
Virüs, bir “kamu sağlığı” sorunudur ve hiçbir özel şirketin, tekellerin yaklaşımı ile çözülebilecek bir sorun değildir.
İspanya, artan ölümler karşısında, “özel hastahaneleri” kamulaştırmıştır. Zira, bir özel hastahaneye gelen bir salgın vakası, hastahane tarafından alınırsa, hastahaneye, yüksek kârlar bırakan, otel hizmeti almaya alışık hastalar gelmeyecektir ve bu nedenle özel hastahaneler, gerçek anlamda bir “halk sağlığı sorunu”dur.
Fransa, kriz nedeni ile ortaya çıkan ekonomik bunalımla baş etmek için, büyük, dev şirketleri “kamulaştırmaya hazır” olduğunu ilan etmiştir.
ABD’de salgının büyük çaplı ölümlere neden olmasının ana nedeni, bilginin, teknolojinin özel şirketlerin elinde olması, sağlık politikalarının tekellerin çıkarlarına uygun olmasıdır. ABD’de, test için ödenmesi gereken yüksek miktarda paralar, sosyal güvenlik politikalarının çarpıklığı nedeni ile ölümler ortaya çıkmaktadır.
Ülkemizde, elinde kalan paraları ile marketleri yağmalayan ve makarna stokları yapan insanlar, işte bireysel davranan “tüketiciler” oldukları için bu hâldeler. Makarna üreticileri adına konuşan bir kişi, “ülkeyi makarnaya boğmaktan” söz etmektedir. Şaka gibidir, eğer koronadan ölmezseniz, sizi makarna ile boğarak öldürecekler! Ülkenin sağlık bakanı ise, temel hedefine vaka sayısını gizlemeyi koymuştur.
Birçok hastahaneye, virüs testi yapmamaları yönünde baskılar yapılmaktadır. Öyle ya, test yapılırsa, koskoca hastahane, hastalarla birlikte karantinaya alınacak ve “kurumun” parasını kim ödeyecek, kârlılık ne olacak?
İlaç şirketleri, bu işten kazanacakları paraların peşindedir.
Ama, öte yandan, salgın, tüm ülkeyi dumura uğratacak niteliktedir.
Saray Rejimi, nasıl ki, 15 Temmuz’un ardından, bunu bir “lütuf” olarak görmüş ise, şimdi de bu durumu bir “lütuf” olarak ele almaktadır. Umreye gidip geri dönenleri karantinaya almadan evlerine göndermektedirler. Mekke’den dönüşler bitmeden, gümrüklerdeki denetimi artırma yollarını aramamışlardır.
Test yapmak istemiyorlar. Hem test için sınırlı malzemeleri vardır, öyle ya, normal zamanda para etmeyen bir şeyi neden stoklasınlar? Hem de yoğun bakım üniteleri oldukça yetersizdir. Bu durumda, “test yok, vaka yok” yaklaşımı her şeyin önüne geçmektedir.
Bir insanın tedavisinin yapılmasını, bir müşteri mantığı ile, araba tamiri ile kıyaslarsanız, göreceksiniz ki, arabalara daha büyük bir ciddiyetle servis verilmektedir. Arabaların yedek parçaları için araba hırsızlığı ne kadar yaygın ise, insan organlarının kaçakçılığı da o kadar yaygındır. İnsana, hastaya, “müşteri”, “mal” olarak bakmanın sonucu budur.
Bu, kapitalist mantığın, pazar ekonomisinin, tekelci hakimiyet ilişkilerinin kaçınılmaz sonucudur.
Bu nedenle, sağlıkla ilgili tüm süreçlerin, hastahaneler, ilaç üretimi, ilaç tedariki, medikal araç ve gereçler kamulaştırılmalıdır. Bu kamu sağlığı açısından zorunludur. Toplum sağlığı olmadan, bireysel sağlık, ancak izole hayatlarla mümkün olabilir. Bill Gates’in, Eczacıbaşı’nın, Saray erkanının izole hayatları ile sıradan insanların izole hayatları aynı şey değildir.
Mesele “makarna” stoklamakla çözülebilecek bir şey değildir. Mesele, bağışıklık sisteminin güçlenmesi ise, bunun tüm toplum için sağlanmasının yolu, koruyucu hekimlikten geçmektedir. Kâr amaçlı “hekimlik” buraya kadardır. Sorun üretir ve her sorun, kapitalist sömürü çarkı içinde, özel mülkiyet ilişkileri içinde, yeni rant kapıları anlamına gelir.
Virüs, kamulaştırmanın, sosyalizmin zorunluluğunun göstergesidir. Hem virüsün ortaya çıkışının önlenmesi (şöyle ki, özel şirketler, ilaç satabilmek veya başka tarzda bir ekonomik-siyasal savaş için virüs üretebilmektedir) bir kamulaştırmayı gerekli kılıyor, hem virüse karşı ilaç vb. geliştirilmesi, hem de tedavi süreci bir kamulaştırmayı gerektiriyor.
Virüs, bize “canımızı kime emanet ettiğimiz” gerçeğini bir kere daha göstermiştir. Bu nedenle, olası durumlarda yağmalanacak yerler marketler değil, daha öncelikli olarak hastahaneler vb.dir.
Egemenler, kendilerine zarar vermediği sürece her türlü salgını kabul edecek, onu daha büyük rantlara çevirecek mekanizmaları devreye sokacaklardır.
İşçi sınıfı, en başta sendikalar aracılığı ile, kendi kaderini Saray Rejimi’ne terk etmemek üzere talepler geliştirmelidir.
İlk iş, işsizlik fonunun tüm birikimi ile işçilerin denetimine bırakılmasını talep etmektir. İşçiler, işsizlik fonunun denetimi ellerine almalı ve kendileri için kullanmalıdırlar. Bunun için sendikalardan oluşan bir kurul, işsizlik fonunun denetimini almalıdır. Bu komisyona devlet adına kimse kabul edilmemelidir. Sendikalar, her fabrikada, seçimle oluşturulan bir işyeri komitesi aracılığı ile, fonun o fabrikada kullanımını işçilere bırakmalıdır. Bu komiteler, sektör bazında bir araya gelmeli ve fonun kullanımını kurallara bağlamalıdır. Bu kurallar önceden ilan edilmelidir.
Her bölgedeki tüm sağlık kuruluşları, kamulaştırılmalı, Tabipler Birliği’nin katılımı ile hastahane yönetimleri organize edilmelidir. Tüm sağlık önlemleri, açık, şeffaf ve halkın aktif katılımı ile hayata geçirilmelidir.
Tüm ilaç ve tıbbî malzemeler ve sağlık hizmetleri, ücretsiz olarak halka sunulmalıdır.
Sadece kolonya meselesini ele alın. Sterilizasyon malzemeleri ile kolonya, ülkemizde, birkaç gün içinde beş on kat pahalı hâle gelmiştir. Makarna stoklamak, müşteri olmayı kabul etmiş insan sürülerinin davranışıdır. Bu hâli ile virüs, korku üretmektedir. Salgını bir başka korkutma aracı olarak devreye sokmak, ancak Saray Rejimi gibi yapıların işi olmaktadır. Salgın, çaresizlik ve yeni işsizlik dalgaları üretmektedir. Oysa çare, kapitalizmi yıkmaktır, sömürü sistemine son vermektir, yani devrimdir. Ellerimizi temizleyerek, kolonyalayarak aşındırmak, bireysel çözümlerdir, kendi başınızın çaresini bakın politikalarının sonucudur. Elbette gereklidir, ama kamu sağlığı politikaları olmadan, mevcut sistemi değiştirmeden, sağlıklı kalabilmek, salgınları önleyebilmek mümkün değildir.
Salgın veya başka bir doğal veya sosyal afet, her zaman tekeller için, yeni kâr alanları demektir. Her adımda da, her zaman bunu yapmaktadırlar. Sorunları, problemleri kâra ve ranta tahvil etmek, kapitalist sistemin ruhudur. Salgın, korona virüsü, bize dünya kapitalist sisteminin insanlığın en büyük düşmanı, en büyük sorunu olduğunu göstermektedir.
Saray Rejimi, COVID-19 salgını, kapitalizmin krizi ve savaş
Korona virüsü salgını başladıktan sonra, Erdoğan, başkaları için olmasa da, onun için uzun sayılabilecek bir süre ortalıkta görünmedi, kükremedi, konuşmadı, TV kameraları karşısında poz vermedi. Hazineyi emanetine alan Damat, Sultan’ın, “hafta içinde” konuşacağını, önceden müjdeledi.
Ve nihayet Çarşamba akşamı, beklenenden biraz daha geç, beklenmeyecek kadar uzun bir konuşma ile TV kanallarında boy gösterdi.
Türkiye burjuvazisi, TC devleti, Saray Rejimi, COVID-19’u ele aldıkları toplantıda, gerçek anlamı ile, kendi kimliklerini, kendi yüzlerini ortaya koydular. Maskeler indirildi ve gerçek kimlikleri ile ortaya çıktılar.
Özetle, Erdoğan’ın ağzından Saray Rejimi, burjuvazi, tüm güçleri ile devlet, “yoksula abdest, kolonya” önerdi.
Yoksula, abdest ve kolonya, zengine kaynak aktarımı, para. İşte Saray Rejimi’nin önerisi, çözümü budur. 100 milyar TL olduğu açıklanan teşvik paketinin adı, “ekonomik istikrar kalkanı” olarak kondu. Bu 100 milyarlık paketten, işçi ve emekçilerin, yoksulların payına, “abdest ve kolonya” düştü. Bir de, en düşük emekli maaşının 1500 TL olmasına karar verildi. Bu utanılası açıklama, 200 euro aylık maaş anlamına gelmektedir ve bunun altında maaş alanlar olduğunun da açık beyanıdır.
Saray Rejimi’nin tutumu budur.
Ama gelin, bu durum neyi gösteriri ele almadan önce, dünya geneline bakalım ve kapitalizmin krizi ile COVID-19 salgınının neleri gösterdiği üzerine konuşalım.
1-
İngiltere, Hollanda, İsveç, krize karşı “sürü bağışıklığı” olarak adlandırılan salgının yayılması, bu yolla, ölenlerin ölmesi, ölmeyip sağ kalanların ise bağışıklık kazanması politikasını izlemeye karar vermiştir.
Nasılsa, yaşlılar ölmekte, bir kronik sorunu olanlar ölmektedir. Bu üç ülke, açıktan, bu yolla, yaşlı nüfusun maliyetinin azalacağı, sosyal güvenlik masraflarının azalacağı bir duruma ulaşmak istiyorlar. 80 yaşın üzerinde olan, bakım ve sağlık masrafları yüksek olan, “boşuna” maaş alan nüfusun azalması yolu ile, virüs salgınından “kârlı” çıkmaya çalışmaktadırlar.
İşte kapitalizm budur.
Hitler’in yaşlıları sabun fabrikalarına göndermesi durumu, öyle şaka ile geçiştirilecek bir durum değildir. Tersine, tüm kapitalist-emperyalist egemenlik, her yolla bunu yapmaya çalışmaktadır. Kâr için üretim, her şeye meta ufku ile bakmak, zorunlu olarak bunu gerektirir.
Buna “doğal seleksiyon” demek için ise, öncelikle, virüsün doğal olduğunu ispat etmek gerekir. Şu anda, virüsün ABD’den Çin’in Wuhan bölgesine taşınması sürecinin ABD askerlerince gerçekleştirildiği açıklanmıştır bile. Dahası, Bay Bill Gates ve eşi Melinda, korona virüsünün patentini bile almış bulunmaktadırlar.
Murat Belge’nin, T24’te yayınlanan yazısında, zekâsına övgüler düzdüğü Gates’in bir konuşmasından söz etmektedir. Belge’nin aktardığına göre, Gates, yıllar önce, bir salgının üzerine dikkat çekmişti. Bunu, zekâ belirtisi olarak, öngörü olarak ele almakta, bize de öyle sunmaktadır. Acaba, bile demeden. Oysa Gates, doğrudan bu alana yatırım yapmışa benzemektedir.
Özetle, virüsün doğal olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Bu durumda da “doğal seleksiyon” üzerine övgüler düzmenin, ancak Hitler’in nüfus planlamacısı olarak ele alınması kadar anlamı olabilir.
İngiltere, Hollanda, İsveç’in yaşlı nüfustan, bu hamle ile kurtulma girişimi, aslında, kapitalist sınıfın sınıf bilincinin açık göstergesidir. Artık, artı-değer üretme konusunda işlevini yitirmiş olanların açıktan tasfiyesi üzerinde çalışılmaktadır.
Bu, bu denli açık olmasa da, Almanya, ABD’de de böyledir.
2-
Salgın, Çin’in kolektif ve örgütlü tepkisi ile, bizzat komünist parti üyelerinin gönüllü devreye sokulması ile denetim altına alınmıştır. Çin, bu konuda, oldukça hızlı hareket etmiştir. Bilgilendirme, vakanın izole edilmesi, ilaç geliştirme konusunda Küba’dan alınan yardımlar, salgının kontrol altına alınması için büyük yol alınmasına olanak vermiştir.
Kurulmuş bir saat gibi, bir biyolojik zamanlayıcı gibi, 14 gün sonra harekete geçen virüsün, yarın, mesela 6 ay sonra ne gibi etkilere yol açacağını bilmediğimiz açık. Hele ki Trump’ın gizli yazışmalarında 18 aylık bir süreden söz ediyor olması, ikinci bir biyolojik zaman ayarının olup olmadığı sorusunu akıllara getiriyor.
Ama buna rağmen, Çin, ciddi bir sonuç elde etmiştir.
Çin, bununla yetinmemiş, Güney Kore, Japonya, İtalya gibi ülkelere de destek göndermiştir.
Küba, ambargo altında, ABD tehditleri altında yok edilmek istenen Küba, virüse karşı savaşta oldukça etkili sonuçlar elde etmiştir.
Küba’da 20 civarında ilaç üretilmekte iken, ABD başkanı Trump, Alman şirketlerinden birine, 1 milyar dolar önermiştir. Trump, 1 milyar dolar karşılığında, bu Alman şirketinin virüs için geliştirdiği aşıyı sadece kendilerine satmasını talep etmiştir. Bir yandan, sosyalist Küba, tüm dünyaya yardım için koşmakta, diğer taraftan ABD en üst düzeyden kâr peşinde koşmakta, kâr ve egemenlik peşinde koşmaktadır.
İtalya’da bir vaka oldukça ilgi çekicidir. Yoğun bakım sistemleri için gereken bir boru bulunmuyor ve 3 insan, bu boruyu 3D printer ile üretmek istiyor. İtalyan firma bilgileri vermiyor ve “hukukî hakları” için dava açmaya yöneliyor.
İşte insanlık ile kapitalist kâr amaçlı üretimin karşıtlığına bir örnek.
Demek ki, kapitalizm öldürür. Demek ki, kapitalist sistem, insanı yok ederek ayakta durabiliyor. Virüs nedeni ile ortaya çıkan dramatik örneklere bakıp düşünmekle yetinmeyelim. Aslında, aklı alınmış, düşünme sistemi “tüketim toplumu” gereklerine göre ayarlanmış bir insan, ne kadar insandır?
Tablo açık, insanlar, panikle marketlere saldırıyor ve marketlerden makarna alıyorlar. Oysa, yoksul evlerinde değil de, saraylarda panik olsa, mutlaka, ete saldıracaklardır, makarnaya değil.
Normal koşullarda insanların, maskelere, kolonyalara, alkollere, hastahanelerin yoğun bakım ünitelerine saldırması gereklidir.
Oysa Belçika’da askerler, market kapısında nöbet tutuyor ve içeri girme işini düzene sokuyor. Tüketim toplumu ideolojisinin ne demek olduğu açık değil mi? Bu manzaranın kendisi, ölmüş insanların cesetlerinden daha ürkütücü değil mi?
Kapitalizm, insanı yok etmektedir ve bu sadece fizikî olarak anlaşılmaması koşulu ile “ölüm”dür. Yani, kapitalizm, insanı ve insanlığı öldürmektedir.
3-
İspanya, ilginç bir karar aldı. İspanya, tüm sağlık kurumlarını, hastahaneleri kamulaştırdı. Bu oldukça doğru bir karardır ve gerçekten de salgına karşı ciddi bir önlemdir.
Türkiye’de, her bin kişiye 2,8 yatak düşmektedir. Bu yatakların ise %45’i, yuvarlak hesap yarısı, özel hastahanelere aittir.
Erdoğan, Saray Rejimi, “bu da mı allahın lütfu” diye düşünmüyor olsa idi, muhtemelen, bu soruna müdahale ederlerdi. Askerî darbe tiyatrosunu allahın lütfu olarak görüp davranan bir mantık, şimdi COVID-19 için de işlemektedir. Saray Rejimi ve Erdoğan, tüm burjuvazi, tüm devlet çarkı, COVID-19 salgınını kullanarak, ayakta durmak ve sorunları ertelemek için çalışmaktadır. Muhtemelen Erdoğan’ın yakın dostları ve Diyanet İşleri Başkanlığı, bu virüsün de bir mesaj, allahın lütfu olduğunu söylemekte gecikmemişlerdir.
Sağlık Bakanı, mesela, İspanya’yı örnek alıp, kendisine ait hastahaneleri kamu hizmetine soktuğunu, denetimi ise doğrudan Türk Tabipleri Birliği’ne verdiğini açıklasa olmaz mı?
İspanya, açık olarak, bu kararla doğru bir adım atmıştır.
Virüs salgınına karşı, özel sektör olmadan bir sağlık sistemi tartışması yerinde olur.
Sadece hastahaneler yeterli mi? Elbette değil. Laboratuvarlarda virüs üretilebildiğine göre tüm laboratuvarlar, ilaç fabrikalarında eroin imalatı yapıldığına göre tüm ilaç fabrikaları, tüm medikal malzemeler üreten fabrikalar, ilk elden, acil olarak kamulaştırılmalıdır.
Yetmez.
Kamulaştırılmış olan tüm hastahanelerin yönetimi, hastahane içinden seçilmeli, TTB tarafından denetlenmelidir. Tüm ilaç fabrikaları, bilim heyetleri, TTB, işçiler tarafından denetlenmelidir.
Hayır, hayır, henüz sosyalizm önerimize gelmiş değiliz. Sadece ve sadece virüs salgını nedeni ile ortaya çıkan tablonun ortaya koyduğu, alınması gereken zorunlu önlemlerin bir kısmını konuşuyoruz.
Biliyoruz ki, hiçbir kapitalist ülke, kendi kendine bu kamulaştırmaları kalıcı olarak yapmaz, yapamaz. Bunun zamanına daha var. O zaman geldiğinde, biz, zengine para, yoksula abdest ve kolonya öneren sarayları savaş alanına çevirmiş olacağız. Saraylara savaş düşmeden, yoksul hanelerine barış gelmez.
Fransa ise, açıkladığı ekonomik önlemlerle, ilgi çekti. Macron, bizim Erdoğan kadar ilgi çekmiş olamaz elbette. Ama Erdoğan, özel hastahaneleri eleştirirken, eşine ait olduğu söylenen, kendine bağlı sermaye gruplarınca yönetilen özel hastahaneleri unutmuş mudur? Hayır. Unutmamıştır. Erdoğan, sadece ve sadece, klasik bir kolpacı olduğu için öyle davranmıştır.
Ama Macron, açıktan, büyük şirketlerin kurtarılması için “kamulaştırma” yoluna başvurulacağını söylemiştir. Dün, 2008 krizi sırasında Citi Bank’ı kurtarmak için devletin aktardığı paranın 360 milyar dolar olduğunu hatırlayalım lütfen. İşte Macron, buna benzer bir şeyden söz ediyor. Fransız devleti, Fransız burjuvazisini, Fransız tekellerini kurtarmak için her şeyi yapacağını beyan etmektedir. Yoksa bu bir gerçek anlamı ile kamulaştırma değildir.
Bu durum, bize dünyanın sosyalizme muhtaç olduğunu göstermektedir.
İşte anlamayanlar için bir kere daha söyleyelim, hem bir direniş sloganıdır, hem de bir gerçek durumun resmidir: Ya sosyalizm ya ölüm!
4-
Kapitalist sistem, zaten bir kriz içindedir.
Bu kriz, 2008’de ortaya çıkan ve bugün neoliberal politikaların sona ermesini ifade eder hâle gelen krizin kendisidir. Bugün, bu kriz devam etmektedir. Daha da artarak.
FED, Amerikan Merkez Bankası, 15 Mart 2020’de, faiz oranlarını geri çekti. Şimdi faiz oranları 0 ile 0,25 puan arasındadır. Yani, kestirmeden söylersek, faizi sıfırlamıştır. Bu faiz düşürme işlemi, aslında, bankalardaki paranın gelir getirmemesi anlamına geliyor ve bu durumda, bu para sahiplerinin, paralarından gelir elde etmek üzere, yatırım yapacakları ya da borsaya yönelecekleri umuluyor. Mevcut ortamda yatırım işi zor görünüyor olsa da, bazı sektörler buna uygundur. Ama esas istenen ve beklenen borsaya dönüştür. Borsaların, hemen 15 Mart sonrasında, yani FED kararlarının ardından yaşadığı düşüş ise, beklentilere terstir.
FED aynı zamanda, 500 milyar doları hazine kâğıdı, 200 milyar doları ise türev ürün olmak üzere 700 milyar dolarlık likidite yaratacağını açıkladı. Böylece, piyasalara 700 milyar dolar sürülmüş olacak.
FED aynı zamanda, AB, İngiltere, Japonya ve Kanada merkez bankaları ile swap işlemlerinin yapılacağını açıkladı.
Bu kararlar, virüs nedeni ile alınan kararlardan çok, ekonomik savaş için alınan kararlara benzemektedir.
Kriz, bu kararlarla hafifleyecek mi? Tersini beklemek daha mümkündür. Kapitalist dünyanın krizi, daha da artmaktadır.
Ama, virüs ile piyasaların durması, eğer bir tatbikat değil ise, daha ileride gelebilecek daha büyük bir krizi engelleyebilir diye düşündükleri açıktır. Mal ve hizmet arzının aksaması, üretimde ve dağıtımda ortaya çıkan aksaklıklar, 2020 yılını, kapitalist ekonomik değerler açısından en az 2 ay eksik yaşama yolu ile nefes almaları mümkün müdür? Bu yolla, üretim fazlasını eritmeleri mümkün müdür?
Virüs meselesinin bununla bir bağı olduğunu iddia etmek zor. Virüs, insan yapımı olarak, savaşın biyolojik silâhlarla sürdürülmesi anlamına daha çok gelir kanısındayım.
Ama ekonomik olarak, 2 aylık sürede dünyadaki aşırı üretimi dengelemek mümkün değildir. Kapitalist sistemin krizi daha da derinleşmektedir.
Tam da bu nedenle, savaş kapıdadır.
Tam da bu nedenle, yaratılan savaşlara, bir yenisi, biyolojik olanı eklenmiştir.
5-
Şimdi, Erdoğan’ın konuşmasına dönebiliriz.
a-
Erdoğan, acaba, konuşmayı neden Çankaya köşkünden yaptı, toplantıyı orada yaptı da, her fırsatta göstermeyi sevdiği Saray’ın salonlarından birinde yapmadı? Bunun nedeni, acaba Saray’ı virüsten kollamak mıdır?
Yoksa, zaten açıkladığı tüm kararlar ve önlemler, aslında halk için “abdest ve kolonya” dışında bir şey içermediğinden, Saray ve halk karşıtlığını göstermemek için mi bu yolu seçti?
b-
Erdoğan, uzun uzun masal anlattı. Tıpkı, Soma cinayetinin ardından konuşmasına başlarken, 1862’de İngiltere’de yaşanan maden kazasından söz etmesi gibi, 18 Mart 2020 Çarşamba günü, konuşmasına, dünya çapında görünen salgınlardan bahsederek başladı. Ortaçağ’da Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, İstanbul’u saran salgından bahsetti. Özetle masallar anlattı.
Uzun süren masal faslının ardından, Avrupa’da sağlık sisteminin özel olmasının sorun olduğunu ima etti.
İyi ama, zaten ülkemizde de sağlık sektörü özelleştirilmiştir ve doğrusu bu tamamen Erdoğan döneminde gerçekleşmiştir. Sağlık Bakanı’nın acaba kaç hastahanesi vardır? Acaba, Emine Erdoğan’ın kaç hastahanesi vardır? Acaba Acıbadem kimindir?
Bu özel hastahaneler, kendilerinin müşterileri gelmemezlik eder korkusu ile, kendilerine ulaşan korona virüs vakalarını açıklamamaktadır. Dahası, devlet de bu yönde hareket etmektedir. Böylece özel hastahaneler, iş görmez durumdadır ve salgına karşı mücadele büyük ölçüde devlet ve kamu hastahanelerinden, üniversite hastahanelerinden yürütülmektedir.
Bu açıdan, sağlık emekçileri ciddi tehdit altındadır.
Toplantıya, TTB, sendikalar vb. gibi kurumların alınmamış olması, Saray Rejimi’nin, virüs meselesini bir “fırsat” olarak ele aldığının kanıtıdır.
Sağlık açısından, toplantıdan hiçbir şey, ama hiçbir şey çıkmamıştır. Erdoğan, Saray Rejimi olarak, ellerinden geleni zaten yaptıklarını söylemiş, oy avcılığı yapmış, kendi iktidarına karşı korona virüsün bir sonuç alamayacağını iddia etmiştir.
Sarhoş değil ise, tuhaf olarak değerlendirmekle yetinmeyeceksek, bu “tehdit algısı”, Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için virüsü kullanma niyetinin açık ifadesidir.
c-
“Ekonomik istikrar kalkanı” adı altında, ekonomik önlemler açıklanmıştır. Bu ekonomik önlemler, vergi ertelenmesi, sigorta ödemelerinin ertelenmesi gibi önlemlerdir. Dahası, henüz hiç konmamış olan konaklama vergisinin ertelenmesi, aslında işi başlarından atmak üzere hareket ettiklerini göstermektedir. Zaten turizm için önceden yapılmış rezervasyonların iptal edildiğini düşünürsek, bu tip önlemlerin ne anlama geldiğini belirlemek de kolay değildir. Ama yine de, Saray Rejimi, durumu “rant”a çevirmekte başarı gösterecektir.
O kadar ki, kiralara dahi müdahale edilmemiştir. Tüm önlemler, Saray Rejimi’nin unsurlarına dönük önlemlerdir. Saray’a para diye açıklanabilir.
Virüs meselesi için açıklanan ekonomik önlemlerin, Saray Rejimi’nin çevresindeki çetelere para aktarımını hedeflediği açıktır. Konut alımı için uygulanacak yeni kararlar bunun en açık kanıtıdır. Erdoğan ve Saray Rejimi, virüs meselesini “allahın lütfu” olarak el almaya niyetlidir.
Ama nafile. Bu süreç, bu önlemler krizi azaltmayacaktır.
Bu kararlar, krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkma kararlılığını göstermektedir.
Bu nedenle sendikalar toplantıya alınmamıştır.
Bu nedenle, toplantıdan, işten çıkarmalara ilişkin hiçbir karar çıkmamıştır.
Bu nedenle, işsizlik fonu gibi gündemler oluşturulmamıştır.
Sendikalar, gecikmeden, açık olarak, işsizlik sigortası fonunun kendilerine devredilmesini talep etmelidir.
İşçi ve emekçiler, daha da yoksullaşacak durumda değildir. Bu nedenle, gecikmeden, genel grev ve genel direniş sloganı ile, kendilerinin görmezlikten gelinmesine son vermelidirler.
d-
Toplantı, açık olarak, zenginlere para aktarımı ve yoksullara ise “abdest ve kolonya” dağıtımı ile sonuçlanmıştır.
Bu, halkın çoğu için açlık, yoksulluk, ölüm anlamına gelmektedir.
Bu, acil ve yakıcı bir sorundur.
Bu nedenle, işçilerin, halkın, emekçilerin kendilerini korumak için harekete geçmeleri gerekir.
İşçi ve emekçiler, ya virüsten ya da açlıktan ölme riski arasında sıkışmak istemiyorlarsa, kendi kararlarını kendileri alacak şekilde bir örgütlülük geliştirmek zorundadırlar. Sendikalar, bu bakış ile kendi tutumlarını, önlemlerini açıklamalıdır.
e-
“Ekonomik istikrar kalkanı”, ilgiye değer bir isimdir.
“Barış kalkanı” harekâtına benzemektedir.
Biz sürekli vurguluyoruz:
– Bu Saray Rejimi, “rant-yağma ve savaş ekonomisi” üzerinde oturmaktadır.
– Saray Rejimi, içeride baskı ve şiddeti, dışarıda da savaşı sevmektedir. Baskı ve şiddet ile savaş, adeta onları müptela yapmıştır.
Saray Rejimi, iktidarını sürdürmek için, baskı ve şiddeti, katliam politikalarını artırarak sürdürmektedir. Ayakta durmak için, savaş politikalarını sürekli canlı tutmakta, ABD’nin tetikçisi olmayı gönüllü olarak yerine getirmektedir.
Ve şimdi, virüs nedeni ile aldıkları ekonomik önlemlerin adını da “kalkan” şeklinde ifade etmektedirler.
Kalkan budur, para ile zenginleri desteklemektir.
Peki, “abdest ve kolonya” ile yetinmesi istenen milyonlar, ya bunu yapmazsa, bu kez kılıçlar mı çekilecek?
Sokaklarda askerî görüntüler mi göreceğiz? Baskı ve şiddetin daha da artırılması için, devlet virüsü allahın lütfu olarak ele almaktadır derken, hem ekonomik, hem de siyasal anlamda bundan söz ediyoruz demektir.
Erdoğan’ın, karşısında oturan TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’na, ekonomik tedbirleri açıklarken, Nasrettin Hoca’nın “gördün peşin parayı gülüyorsun” fıkrasını anımsatır tarzda “neşen yerinde” diye ciddiyetten uzak laf atmasını, aklî dengesinin bozulduğunun göstergesi olarak değil, virüs krizini allahın lütfu olarak ilan etme isteğinin ifadesi olarak görmek doğru olur.
Yani, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaşı artırmak isteğindedir ve virüs salgınını bunun için kullanma niyetindedir. Erdoğan’ın açıklamaları, tam da bunun hevesleri ile doludur.
Durum açıktır. Yoksullara abdest ve kolonya, saraylara para!
Kolonya abdesti bozar galiba.
İşçi ve emekçilerin, saraylara savaş ilan etmek dışında yolu kalmamıştır.
Hatırlamakta fayda var:
“İşçinin alın teridir
Bey paşa sarayları
Önümüz kavga yeridir
Yürü iş alayları”
Koy tuğlayı al evi, ver %20’yi kap ihaleyi, öv Reis’i yükselt mevkiyi
Bence de böyle başlık olmaz.
Ama suç bizde değil.
Muktedir, sistemi kurmuştur. Çeşitli rivayetler var, kimine göre %20 verirsen ihaleyi alırsın, kimine göre, %50 verirsen alırsın. Çark kurulmuştur bir kere. Ne istiyorsun, maden ocağı mı, hemen ilgili yere, mesela TÜRGEV’e, Ensar’a vb. bağışı yapacaksın, bu yolla hem de vergi kaçıracaksın, ama maden senin olacak. Yüzde kaça razısın, bunu da onlara soracaksın. Ne de olsa ağadır, muktedirdir. İhale mi var, vereceksin ilgili yere parayı, gerisini sen merak etme, bu ülkede, ağanın lafının üstüne laf olur mu? İşi olmuş bil. Sistem tıkır tıkır işlemektedir.
Ver yüzdeni, yap dünyalığını. Ama sözden çıkmayacaksın, hizadan çıkmayacaksın. Yarın, kalkıp habersiz iş yaparsan, işin biter, elindekilerden de olursun.
FETÖ’cü olmakla mı suçlandın, öylesin ya da değilsin, bunu ondan iyi mi bileceksin? Bu yollarda beraber yürüdüler. Ama sen bas parayı, ver servetinin %80’ini, işin tamamdır. Mahkemeler kararlarını bir anda değiştirir.
Basındasın, mesela Nagehan Alçı, al Bankasya’dan milyarlarca lira krediyi, sonra geç TV kanallarına FETÖ için küfürler düz, işte sen hemen yeni bir mevki elde edersin. Mesela Ahmet Hakan mısın; önce Hürriyet’e geç, oradan biraz “muhalif gibi” yap. Hatta, usturuplu bir dayak da yiyebilirsin, ama çizmeyi aşmasınlar. Ve sonra, düz methiyeyi, öv reisi, bak nasıl yükseleceksin, başın göğe de erecek. Mesela “Peygamber Gülen” diye kitap mı yazdın ya da buna benzer ve şimdi çarklar ters mi dönüyor? Reis’in dönenlere ihtiyacı var. Hemen bir yeni kitap yaz, adını da “Şeytan Gülen” koy, bak nasıl kapacaksın yeni mevkiyi. Gülerce, iyi bir örnektir ve yakında Gülen’in sözcüsü olarak yine karşımıza çıkacak ve “takiye” İslam’da vardır, diyecektir.
Hep Reis’i öveceksin.
Bir kadın öldürüldü mü, hemen, Reis’e bir söz, eleştiri gelmesin diye, büyük bir hızla savunmaya geçeceksin, akıllara durgunluk veren açıklamalar yapacaksın ve mevki ile birlikte yüklü dolarları da alacaksın. Erdoğan, ABD’ye mi kükrüyor, hemen okkalı bir yazı, yok Erdoğan Rusya’ya mı kükrüyor, daha okkalısı hemen hazırda olmalı, Almanya’ya mı kükrüyor, şimdi en okkalısını çıkarmalısın. İşte sen bu marifeti gösterirsen, işte o zaman mevki ve para senindir.
Bunlar dünyevî işler.
Yüzdeni vereceksin, okkalısından ve ihaleyi kapacaksın. Dünyalığını yapacaksın. Elbette “minnet” duygularını ifade edeceksin, arkadan istediğin kadar küfret ama unutma telefonun dinlenmektedir.
Dünya işidir bu.
Övgülerini dizdin, Erdoğan’ın dönme hızına yetiştin ve daha ileri övgülerini bu kez küfrettiklerine dizdin. İşte marifetini gösterdin demektir. Sen sadıksın. Bunca başarılı yalanlar söylediğine göre, hem mevkin yükselecek, hem de biraz dolar hesabın şişecek.
Bunu yaptıktan sonra da elbette hakkını vereceksin. Öyle bir kere ile bu iş olmaz. Ne kadar övgü düzersen, muhalif olanlara ne kadar çamur atarsan, o oranda dolar hesabın şişecektir. Yeter ki sen bunu yap.
Bu da dünya işidir.
Ama Reis, aynı zamanda Abdülhamid Han olmaya meraklıdır. Bu ne demek bilmelisin. Sadece dünya lideri olmak değil, ama aynı zamanda, İslam dünyasının en önemli adamı olmak da demektir. Peygamberliğe giden yol, halifelikten geçiyor olabilir. Abdülhamid Han, zaten halife değil miydi? Reis’in eksiği yok, fazlası var. Öyle ise yeni bir Abdülhamid geliyor demektir. Ama Abdülhamid Han’ın durduğu noktada da durmayacak, daha ileri mertebelere ulaşacaktır.
Demek, serde, halife olmak da olacak.
Öyle ise, Diyanet İşleri çalışmalıdır. Öyle sadece Erdoğan’ın topladığı yüzdeler için onaylayıcı fetvalar çıkarmak yetmez. Daha ilerisi gereklidir. İslamî kurallar altında, halkın boyun eğmesi sağlanmalıdır. O zaman Diyanet çalışmalıdır.
Çalışıyor.
Büyük Diyanet çalışıyor. Makam arabaları, bu nedenle, bir takdir işareti olarak yükseliyor. Bütçesi, bu nedenle çok ama çok hızla yükseliyor. O da boş durmuyor.
Geçenlerde, Şubat ortalarında, Diyanet İşleri Başkanı, “Kuran kursuna bir tuğla koyana cennette ev” vadetti.
Cennette eviniz biraz daha büyük olsun ister misiniz? O zaman iki tuğla koyun. Hem kârlı bir alış veriş, hem de cennet garanti. Bu dünyayı kazandığın gibi, öbürünü de garanti altına almış olacaksın. Cennette, gelsin şaraplar, gelsin meyveler, gelsin huriler. Tabii, eğer kadın iseniz, iş değişiyor. Bu kez sizin için erkekler ayarlanmış olmalıdır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı’na danışmak gerekir. Bir erkek bunu danışırsa, belki daha samimi bir yanıt verir.
Peki, siz öbür dünyada evinizi garantilediniz, tamam ama, evinizin balkonu olacak mı? Balkonsuz evde oturulur mu?
Hadi balkonunuz oldu, iyi ama balkonunuz denize bakacak mı?
Hem sonra eviniz, Ağaoğlu tarafından yapılmış AVM’nin üstünde mi olacak, yoksa bahçe içinde mi? Acaba, cennette bu işleri yapanlar, kupon araziler üzerinde yapılmış evlerden birini size ayarlayabilirler mi? Kaç tuğla vermek lazım?
Peki diyelim ki, çok günahı olanlar bir tuğla ile evi garantiye aldı, ya az günahı olanlar, bu işi yarım tuğla ile alamaz mı?
Evlerin arsaları ne büyüklükte acaba?
Peki, sahi, bu cennette eve ne gerek var, gerçekten orada ev var mı? Diyanet İşleri Başkanı dediğine göre ev var olmalı. Öyle ya, koskoca Diyanet İşleri Başkanı, yani, Reis’in şeyhülislamı, ondan daha iyi bilmemiz mümkün değil.
İşte gördünüz mü, bu da öbür dünya için.
Yani, Saray Rejimi’nde her şey var.
Ölürsen Erdoğan için, yerin cennettir, çünkü şehitsin.
Verirsen yüzdeni ilmine göre, demek ki parayı kapabilirsin.
Övmeyi iyi başarırsan, hem para alırsın, yeşilinden, hem de mevkin yükselir. Reis’e ne kadar yakın olursan, o kadar kutsanırsın.
Ve şimdi, para sende, övmesini ve sövmesini iyi biliyorsun, yüzde hesabını da çözmüşsün, o zaman bir de tuğla hesabı yapıp, cennetten kupon arsa üzerinde, AVM üstü rezidansta, evini kaptın demektir.
Sana, dört mü, daha fazla mı (bugünlerde sayısı arttı, eskiden dört idi) ne kadar istersen o kadar da huri.
İyi ama, bu huriler, eşinin, çocuğunun, mahallelinin yanında biraz ayıp kaçabilir. Öyle ise, bir tuğla daha koy, sana 1+1 bir daireler verilsin. Böylece, genç hurilerini, gözlerden uzak, orada ziyaret edersin.
Sahi, bu öbür dünyaya mı ait?
Diyanet İşleri, sanki bu dünya hakkında konuşur gibidir. En azından, tüm ölçüleri, bu dünyaya aittir. Ben, tuğlamı koyup, evimi aldıktan sonra, bir de araba isterim diyen olmaz mı? Sahi, cennette mi daha yoğun trafik olacak, cehennemde mi?
Adam, Reis’e yakındır. İstediğiniz müteahhiti anabilirsiniz. Mehmet Cengiz mi istersiniz, Nihat Özdemir mi, yoksa Ağaoğlu mu? Yüzdeyi basmış ve ihaleyi almıştır. Söz de dinlemektedir, her işten Reis payını vermektedir. Ve kupon arsalar onundur, 1+1 dairelerde sevgilileri, huri niyetine tutulmaktadır. Araba da ne, helikopteri de verilmiştir. Şimdi, Diyanet İşleri Başkanı’na göre, bu adam zaten cennette değil midir?
Galiba bunlar, halkla dalga geçmektedirler.
Galiba bunların elleri, belleri, dilleri artık ayar tutmuyor.
Galiba bunlar, cennetin efendileri olmuşlardır.
Galiba bunlar, kilisenin Ortaçağ hâlini yaşamaktadırlar.
İslam, İsa’dan yuvarlak hesap, 600 yıl sonra doğdu. Hıristiyanlık, gelişinden 1500 yıl, yuvarlak hesap, sonra, Ortaçağ’da, cennetten arsa satmaktaydı. Bu Hıristiyanlığın 1500 yıl sonrası, İslam’ın doğuşuna eklenirse, yuvarlak hesap 2100 yılları mı eder? Acaba, 1500 yıl geçtikten sonra, dinlerde cennetten arsa pazarlamak, ev satışı yapmak, kupon arazi ayarlamak kural mıdır?
İşte Saray Rejimi’nin hâlleri bunlardır.
Yüzdeyi vereceksin, en bonkör cinsinden. İhaleyi kapacaksın. Muhalif olana sövecek, Erdoğan’ın her adımını, dönme hızına yetişip öveceksin. Mevkiyi ve yeşil dolarları kapacaksın. Sonra da, tuğlayı koydun mu, cennetteki evinin tapusunu Diyanet’ten alacaksın.
Ne diyelim.
Diyanet İşleri’nin önüne, kuyruk olalım ve cennetten ev tapumuzu alalım. Eğer arsanız nereden olsun bilmiyorsanız, hemen kafayı çalıştırın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın evinin civarında olsun deyiverin.
Sarayın virüs önlemi: Patronlara 100 milyar, emekçilere sabır, dua, kolonya! Biz yaşamak ve yaşatmak için mücadele edeceğiz
Korona’ya karşı ekonomik istikrar paketi kalkanı… “2 ay direnin. Çok gezmeyin. Elinizi yıkayın. 65 yaş üstündekilere kolonya vereceğiz. 100 milyar lira ayırdık ama 2 milyarını size ayırdık. Siz milyonlarca emekçi de gidip düşük faizle kredi çekin.” İşte tüm kamu gücünü ellerinde bulunduranların Koronavirüs salgını tehlikesiyle burun buruna olan 80 milyon insana açıkladığı “plan”…
Virüs hiç bu kadar açıktan ekonomi-politik bağlamıyla ele alınmamıştı. Her şeyi para olarak görenler için, dünya çapında bir salgın da ülke ve ekonomi için hayırlara vesile olması dilenecek bir durumdur. Yakında açıklamaları ‘bu virüs bize Allah’ın bir lütfu’ olarak devam edecektir.
“Alınan tedbirlerin etkisiyle ortaya çıkan bu olumlu görüntüyü sürdürmekte kararlıyız” diyerek en azından bunun bir görüntü olduğunu kabul etmektedirler. Haftalar öncesinde yayılmaya başladıktan, hatta kayıtlara zatürre olarak geçen kayıplar verildikten sonra virüsün burada da olduğu kabul edilmiştir. Bu kabulden sonra ise devletin virüsün yayılmasına karşı aldığı tedbirlerin ne kadar da yerinde ve iyi olduğu anlatılmaya başlanmıştır.
Bir ay öncesine dönelim, mesela nedir bu tedbirler? Savaş yatırımları mı, Kanalistanbul’a bütçe ayırmak mı? Yüzlerce solunum cihazı, oksijen tüpü alındı da tevazudan mı açıklanmıyor?
Şu an doktorlar hastalara müdahale için maske bile bulamamakta. Türkiye’de üretilen yüz binlerce kit yurtdışına satılırken burada tanı konması bile gün geçtikçe zorlaşıyor.
Ama önemlidir: Patronların SGK prim ödemeleri 6 ay ertelendi. Nakit akışı bozulan firmaların bankalara olan ödemeleri 3 ay ötelendi ve gerekirse finansman sağlanacak. İhracatçılara da finansman sağlanacak. Konut kredisi alımlarında kolaylıklar uygulanacak. Esnek çalışma daha da etkin hale getirilecek.
Yapılan tüm açıklamalar, biz ve onlar ayrımını vurgulamaktadır. Burada ‘biz’; işe gitmek zorunda olduğu için hasta olacak olanlar, hasta olduğunda hastanelerde yer bulamayacak olanlar, doktorsa hastalara müdahale için imkan bulamayacak olanlar, okullar tatil olduğu için çocukları nereye bırakacağız diye düşünmek zorunda olanlar, evden çalışmaya geçirilip daha fazla özveri istenenler, günlük yevmiyeli çalıştığı işyerleri kapatılınca nasıl yaşayacağı meçhul olanlar, aman evden çıkmayın denirken zaten sokakta yaşayanlar, toplu taşıma kullanmamaya özen gösterin denirken işten atılma korkusuyla ilk otobüse yetişmeye çalışanlar.
Bir de onlar var; bize kolonya ve daha fazla borç lütfedenler. Yaratmadığımız bir virüsün, çöken bir ekonominin tüm yükünü bize yükleyenler.
Peki nasıl devam edecek? Evde ya da işyerinde çalışmaya devam ederken, kendi kendimize hijyen önlemlerimizi alırken, bir yandan her gün vaka sayısının ne kadar arttığını takip edecek, bir yandan onların kameralar karşısında pişkin pişkin gülmelerini mi seyredeceğiz? Ekonomilerine daha yararlı olduğunu düşünüp de sokağa çıkma yasağı ilan ettiklerinde, o yasak altında yalnızca kendimizi ve ailemizi korumaya çalışarak mı yaşayacağız? Yoksa bir birey veya aileden öte olduğumuzu, “biz” olduğumuzu, bir sınıf olduğumuzu hatırlayacak, her koşul altında sesimizi yükseltecek ve dayanışmamızı geliştirecek miyiz?
Bu seçeneklerden ikincisi yaşamak demektir. Bizi ancak “biz” olmak, mücadele ve dayanışma yaşatır.
“Dayanışma ezilenlerin inceliğidir” sözünün ortaya çıktığı sosyalist Küba’dan öğreneceklerimiz var.
Bugün kapitalist devletler virüse karşı sermayeyi korumaya çalışırken, hiçbir ülkenin kabul etmediği İngiliz gemisini insanlık bunu gerektirir diye kabul eden, tedavide kullanılacak 22 ilacın üretimine garanti veren, doktorlarını İtalya’dan Çin’e, dünyanın dört bir tarafına yardım için gönderen, akciğer kanserine, 3 yıl içinde 11.000 kişinin ölümüne sebep olan Ebola’ya karşı aşı geliştiren o küçük ada, mücadele ve dayanışma ile bugüne gelmiştir.
Kendinin ve tüm halkın sağlığı ve özgürlüğü için dayanışma geliştirmek, mücadele etmek, insan olmaktır. Biz de birlikte mücadele ettiğimizde yaşamın nasıl değiştiğini hatırlayalım.
Ekonomik istikrar paketi kalkanı da, şirket sahiplerini mağdur etmemek için buldukları çözümler de, bunların üzerine bize ikram ettikleri kolonya da onların olsun.
Biz yaşamak ve yaşatmak için mücadele edelim, dayanışmamızı büyütelim, örgütlenelim.
Meta üretimi, mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve şiddet
Google ve Facebook gibi uygulamaların, bunların bağlı olduğu şirketlerin, aslında sizi takip edebildiğini, sizi izleyerek, bir “tüketici” olarak, bir nesne olarak, sizi avlayabilecek, sizi yönlendirebilecek yollar aradıklarını “Bir Kontrol Mekanizması Olarak İnternet-İletişim” bölümünde ele aldık. Aslında, bu artık, her Google kullanıcısı tarafından biliniyordur.
Bize “insan hakları” bahşedenlerin, Google vb. gibi internet üzerinden işlem yapan uygulamalara karşı haklarımızı korumak için, “kişisel bilgilerin korunması” başlıklı kanunlar çıkardıklarını da biliyoruz. Ama aslında bunlar, Google’a veya başka bir dev kontrol software firmasına rakip olabilecek diğer uygulamaları önlemek için iş görebilir. Yani, tekelci rekabetin bir parçası olacak kanunlardır. Tekel olarak pazara hakim olan, bunun devamı için kanun çıkarmaktadır.
Diyelim ki, ülkenizde ayakkabı ile ilgili bir kanun çıkmış olsun, ayakkabıların ithalatında ilave vergiler konmuş olsun. Emin olabilirsiniz ki, bunun anlamı, bir tekelci grubu korumaktır.
Nasıl ki, Çin’den pirinç ithal edecek firma Saray Rejimi’ne yani devlete yakın ise, pirinç dolu gemileri Akdeniz’e girdiğinde, birden bire “pirinç ithalatı vergileri kaldırıldı” diye kanun çıkıyorsa, bir hafta sonra eski kanun tekrar geçerli oluyorsa, Google gibi şirketler için de uygun kanunlar ve uygulamalar olur, oluyordur.
Tekelci sistem, bazı iktisatçıların bize vaaz ettiği gibi, “oligopol piyasalar” başlığı altında ele alınması gereken, kapitalist sistemden, serbest piyasa ekonomisinden bir sapma değildir. Tersine, tekelci sistem, mutlaka pazar hakimiyetine dayanır ve bu pazar hakimiyeti, tekelci ek kârlar anlamına da gelir.
Diyelim ki, deterjan pazarının çok büyük bölümünü elinde tutan P&G, Henkel, Unilever gibi firmalar, hem pazara başkasının girmesini önlerler, hem fiyat politikalarını ve pazar paylaşımını birlikte belirlerler, hem de bu arada onlara çalışan onlarca işletmenin kârlarının bir bölümüne el koyarlar.
İşte bu firmalar, pazara başka oyuncuların, başka kapitalistlerin girmesini de önlerler. Bunun için, “yasal düzenlemeler” yaparlar. Bunlar bazan gümrük prosedürüne ilişkindir, bazan, üretime ilişkin küçük bir ayrıntıdır. Bu yasaları, mesela gümrük vergisi gibi kararları, bize “ulusal ekonominin korunması” olarak sunarlar. Profesör unvanlı iktisatçıların aklına, bu koruma işini neden mesela şeker sanayiinde yapmıyoruz, sorusu gelmez. Öyle ya ulusal ekonomi deyince akla gelebilecek sanayi dallarından biri idi şeker sanayii. Neden tütün sanayiinde yapmadık? Sigara şirketlerine karşı devlet destekli yürüyen “içmeme” yasağı ve reklâmları, neden tüm tütün sanayimizi bu uluslararası dev şirketlere devrettikten sonra gündeme geliyor? Deterjan ile ilgili bir kanun çıkartırlar ve üretim tekniğinde yeni bir regülasyon devreye sokarlar. Ve bunu bize, “doğanın korunması” diye yuttururlar. Oysa, bizzat deterjan üreticileri, ülkemizde atıklarını, İstanbul’a su sağlayan göllere boşaltmışlardı.
İkinci Dünya Savaşı’nda, SSCB önderliğinde faşizme karşı elde edilen zafer, kapitalist-emperyalist sistemi, bazı önlemler almaya itti. Bu önlemlerden biri, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmak idi. Bu yolla, SSCB ve devrim cephesine “dur” tehdidi yapılmıştı. Ama aynı anda, tüm kapitalist dünyadan, Marshall Planı ve ona eşlik eden “demokrasi, insan hakları” reklâmı yükselmeye başlandı. Yukarıda adını andığımız P&G, o dönemler Amerikan devletine, propaganda konusunda bir hayli “yardımcı” oluyordu. Yani, sizin güzelleşmek, cilt sağlığı, temizlik, ev ürünleri vb. sağlayıcınız P&G, bu reklâm ve propaganda işlerini iyi bilir. Size zehiri satar ve kendinizi de mutlu hissetmenizi ister. İşte, “demokrasi” ve “insan hakları” atağı, aslında sosyalizmi durdurmak, dünya devrimini ezmek için kullanılan burjuva ideolojik saldırının kendisidir. P&G’nin de destek verdiği bu “demokrasi ve insan hakları” propagandası, devrim tehlikesi ortadan kalktıktan, cadı avı ile komünistler avlandıktan sonra, yani “demokrasi”nin en büyük tehdidi olarak komünizmin ilanı halka kabul ettirildikten sonra, bazı yasal düzenlemeleri de beraberinde getirdi.
Bunu şunun için anlatıyoruz, “yasal düzenleme”, bu tekelci egemenliği önlemek için işe yaramaz. Tersine, sistem, mevcut durumu sürekli öyle tutabilmek ve olası “tehdit”leri önlemek için yasalar çıkarır.
Onların “insan hakları” yasaları, istedikleri zaman ustaca ayaklar altına aldıkları yasalardır. Yoksa, tüm Batı dünyasında, bunca şiddet, bunca pislik, bunca sömürü, bunca aşağılama, bunca “insan hakları suçu” nasıl var olabilir ki?
Demek ki, “bilgilerin korunması” kanunları da hikâyedir. Hele ki, Google, Facebook gibi tekeller için bu tamamen öyledir. Belki Google ve Facebook, bu yasal düzenlemeleri kullanarak, tekelci egemenliklerine gelecek herhangi bir tehdidi önler ya da ileride işleyecekleri suçlar için yasal alt yapı oluşturmuş olurlar.
Size, binlerce yolla, kendi istedikleri şeye onay vermenizi sağlayacak “seçenekler” sunarlar. Öyle ya, demokrasi “seçenek sunmak” değil midir? Her biri bir diğerinin aynısı olan partilerden birini seçmenizi isterler, ama gerçekte, tüm partilerin milletvekillerini, önceden kendileri zaten seçmiştir. Size seçenek sunarlar, ama her seçenek, onlara kazandırır. Seçeneğinizi siz yaratamıyorsanız, “demokrasi”den söz edemezsiniz.
Size birer nesne, hareketleri çeşitli açılardan ve çeşitli nedenlerle kontrol edilen tüketiciler, yönlendirilmesi gereken “varlıklar” diye bakmaktadırlar. Ve mesela cep telefonunuz, modern tasmanız sayesinde siz bu oyuna gönüllü olarak girmektesiniz.
Turkcell, eğer sizden bir konu için onay istiyorsa, Google gibi dev tekeller bunu istediği içindir. Turkcell, bu tekeller için bir hizmet yapmakta, parasını da almaktadır.
Kaldı ki, biz bu bilgilerle “devlet”in neler yapacağını da bilebiliyoruz ve kabul etmiyoruz. Bizzat Brexit ve Trump seçim kampanyalarında yaşananları konu alan dokümanter filmler var. Bunları izleyince, zaten bu sistem kendini ele veriyor. Bu durumda, “bilgilerin korunması yasası”, doğrusu, hiç kimse için bir güvenlik sağlamaz.
Kısacası, bir hacker grubuna karşı, bir dijital hırsızlığa karşı sizi uyaran ve koruma vaadinde bulunanlar, bizzat hırsızdırlar.
Bizim ülkemizde, çok bilinen bir yoldur. Eğer bir eve hırsız girmiş ise, eğer bir işyerine vb. hırsız girmiş ise, hemen “polis”in bu işin ortağı olduğu bilinciyle hareket edilir. Zaten öyledir de. Polis, bizzat bu işi organize eder. Eğer bir hırsız arkadaşınız olmuş ise, size bunu anlatabilir. Evine girilen adam, evimden 10 bin lira çalındı, der, hırsız gerçekte 5 bin lira almıştır, polis, 5 bin lirayı getiren hırsızı saatlerce döver. Öyle ya, hırsızın ne kadar çaldığını, ne kadar paranın bölüşüleceğini nasıl bilecekler? Bu nedenle, sizin evinize hırsız girdikten sonra gelen polisler, size tam olarak neyin ve ne kadarın çalındığını sorarlar.
Hacker ve dijital hırsızlıkları tehdit olarak gösteren sistem, emin olun, gerçekte sizi koruyan bir “koruyucu” değildir. Tersine, tüm bu hırsızlıkların ana kaynağı, suyun başı, suçların sorumlusu ve yaratıcısıdır. Bunlara, devlete ve tekellere güvenmek yerine, ille de birine güvenecekseniz, o zaman hacker’lara güvenin.
Google’a dönelim. Bu arada, Google özel olarak ele alınmalıdır. Kapitalist sistemi anlamak için, bugün, tekelleri değil de, bir küçük işletmeyi incelemek, aptallık değilse, mutlaka akıl karıştırmak içindir. Tekelci yapılar, kapitalist sistemden birer sapma, onun uru vb. değildir. Bu konuyu daha önce, “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmamızda ele almıştık. Bu nedenle sadece şunu vurgulayalım: Her zaman en gelişmiş örnek ele alınmalıdır ve oradan daha “ilkelini” anlamak kolaylaşır. İnsan vücudunu anlamak isterseniz, daha ilkeli olan fare vücudu size yardımcı olabilir. Ama hedefiniz insan vücududur.
Diyelim ki, Google kullanıcısısınız. Zaten olmama durumunuz yok. Türkiye’de, başka ülkeleri bilemiyorum, sizden e-mail istenen kurum sayısı artmaktadır. Mesela özel okulların hemen hepsi sizden bir “gmail” hesabı istemektedir. Bu “gmail” hesabı isteyenler, her geçen gün artmaktadır. Ve size Google, “gmail” posta hesabınızı ücretsiz açmaktadır. Sanırım, bunun için, bazı doğrulama testlerinden sonra. Mesela sizden adınızı, yaşınızı vb. ister. Yaşınızı “ebeveyn” koruması için istediğini söyler. Yasal olarak bunu yapması gerektiğini söyler. Bizim “aklını evde unutarak” yaşayan okur-yazar takımımız, bu ebeveyn korumalarını, devletin kendisini koruma iradesinin bir parçası olarak ele alır. Oysa, açıkça öneriyorum; eğer devlet sizi koruyacağım diyorsa, mümkünse bunu reddedin, o alandan kaçın, bu korumanın bizzat kendisi size tehdittir ve bunun istisnası yoktur. Doğrulama testleri, mesela cep telefonunuza bir mesaj gelmesi gibi, sizin hangi takma ismi alırsanız alın, kimliğinizi bilmeleri içindir. Eğer telefonunuz bazı markalar ise, mesela iphone gibi, Apple sizinle ilgili bilgileri sattığı için, sizin telefonunuzun markasını-modelini bilebilirler. Demek oluyor ki, sizin kredi kart bilgilerinizi de bilirler. İşte kredi kartı dediğimiz zaman, şimdi, bizim “okur-yazar” takımımız, hemen korkmaya başlıyor. Ya kartımdan para çekerlerse. Korkmayın! Zira bu konularda Google güvenilirdir. Sizin kredi kartınızdan en çok 5.000 TL çeker. Bu 5.000 TL, zaten borçlu olan sizin için, bir kere daha yıkım anlamına gelebilir. Ama bununla ilgilenmezler.
Birçok “okur yazar”, iyi ama herkesten 5.000 TL çekerse, dünya kadara para eder, diye “zekâsını” göstermek ister.
Gösteri, böyle yapılırsa, körlüğü örtmeye yarayabilir, çünkü, bizzat yapanı kör eder. Siz, onun ne kadar para kazanacağı ile ilgili misiniz? Eğer öyle ise, bilin ki, sizin hesapladığınızdan çok ama çok daha fazlasını, sizin kredi kartınız üzerinden sizi dolandırmadan, bizzat sizin onayınızla ve desteğinizle kazanmaktadır zaten. “Zekâ” gösterisine gerek yok. Zekânızı, sisteme karşı mücadele için kullanırsanız, o zaman size bir faydası olur.
Siz şimdi Google’a bu bilgileri verdiniz. Google istiyor ki, bu bilgileri, bizzat siz, “alıklaşmış” bu hâlinizle, yeni bitme bir şirkete de vermeyin. İşte onun için size “bilgilerin korunması”, “ebeveyn kontrolü” gibi şeylerden söz ediyor. Hatta size kullandığınız cep telefonunun bizzat marka ve modelini de söylüyor ki, siz “bak be adamlar neleri biliyor” diyesiniz ve teslim olasınız. Güç gösterisi işte böyle olur sayın “okur-yazar”. Yani Google, hep onun olasınız diye, sizi “zeki” kılmaya çalışıyor. Onun için, sayın “okur-yazar”, bu gösteriyi yapmayın. Onun yerine, Google’ı silip atın, Facebook’u yakın, işte o zaman sizin zekânız bağımsız işleyen bir şey olabilir.
Diyelim ki, ilk okulda, şurada ya da burada, bedava olduğu için, engel çıkarmadan, biraz “Google tarafından eğitilmeyi kabul ederek”, mutlu sona ulaşıp bir gmail hesabınız oldu. Gerisi, artık sizden çıkmaya başlıyor.
Google, mesela Google anlamında, mutlaka başkaları da, sizin tüm bilgilerinizi tutuyor. Mesela 10 yıl önce, nerede ne yaptığınız ile ilgili bir veri dahi sizin hesabınızla bağlantılı olarak orada duruyor. Şu dükkândan, şu ürünü aldınız ya da şu kahvede bilgisayarınızdan “aşk” kelimesini arattınız, şu sitelere girdiniz ve şu kadar süre şu fotoğrafın başında beklediniz gibi.
Bir soru sorabiliriz herhâlde: Acaba, bunca bilgiyi, mesela sizin (siz özel bir kişi değilsiniz, herkesin anlamında sizin) 20 yıl önce gmail hesabı açarak içine girdiğiniz Google dünyasında bu kayıtlarınız neden tutuluyor? Google’ın bir sahibi var: Kapitalist. Fabrikada üretilen bir gömlek sahibi ve satıcısı olarak kapitalistten, biraz farklı, bir kapitalist. Ama bunca bilgiyi ne yapmayı düşünüyor? Gelecek için mi hazırlık yapıyor? Yoksa, bizzat bugün, bu bilgileri kullanıyor ve bizzat bugün, buradan akıl almaz paralar mı kazanıyor?
Kapitalizmde, size bugün “hava” bedava ise, bunun nedeni, henüz kapitalizmin “hava”yı (ya da o şeyi, yani hava yerine koyacağınız başka bir şeyi) meta hâline dönüştürememiş olmasındandır.
Dün, su bedavaydı. Elinizi musluğun altına koyup, kana kana içerdiniz. Ama bugün, suyu para ile satın almak zorundasınız. Ve bu, kendiliğinden olmadı. Hayır, kapitalist üretim doğayı kirlettiği için de su paralı olmadı. Elbette kapitalist sistem doğayı kirletiyor, kirletmek ne demek, yağmalıyor, öldürüyor. Gezegenimizi öldürüyor. Ama su bundan dolayı paralı olmadı. Su, bazı tekeller, bazı kapitalist işletmeler böyle istediği için paralıdır. Sularımızı kirleten, bunun için eylemler yapan (suya deterjan dökme, su sağlayan barajlara hayvan leşi atma, şehrin su sistemi içindeki boruların değiştirilmesini önleme vb. eylemler) bu şirketlerdir.
Ve sonuç ortada; su para ile satılıyor. Dün, mesela bir 50 yıl önce, kimse suyun para ile satılacağını düşünemezdi. Yarın, aynı şeyin “hava”ya olacağını düşünmek artık zor değil.
Demek konumuz yine meta.
Meta, sınıflı toplumla birlikte başlıyor. İnsanın üretimi (yaşamı için gerekli şeylerin insan tarafından üretimi) elbette insanlaşma sürecinin içinde ele alınır ve ilk dönemlerinden başlar. Ama ürün ile meta aynı şey değildir. Meta denildi mi, pazar için üretilen şey diye ele almalıyız. Elbette, bir dönem vardır ki, insanoğlu elinde bir şeyden fazla varken, başka bir şeye ihtiyaç duymuştur ve bunu değiştirmiştir. İşte bu, komünal toplumun dağılmaya yüz tuttuğu dönemlere rastlar. Elindeki fazla olanı, başka bir şey karşılığında değiştirme, metalaşma sürecinin içindedir. Öncesinde, her kabile fazlasını, başka birine karşılıksız verebilirdi. Takas, başlangıçta, zorunluluktan ortaya çıksa da, zamanla bir ilişki biçimine dönüşüyor. Ama ürünün metalaşması için yeterli değildir.
Meta üretiminin iki asgarî koşulu var. Birincisi, meta olarak bir ürünün satışa çıkarılabilmesi için önce o ürünün bir sahibi olmalıdır. Bu sahiplik denilen şeyin ise, toplulukça, toplumca kabul görüyor olması gerekir. Yoksa, ben Hasan’ım, öyle ise sahibi de benim gibi olmuyor. İkincisi, meta olması için, sahibi tarafından, tüketilecek olan miktardan fazla olması gerekiyor. Yani değişim için üretilmesi gerekiyor. Şimdi, elimde fazla olan ve sahibi olduğum herkesçe kabul edilen bu buğdayı, bana lazım olan et ile değiştirme süreci başlıyor. Bunun takas usulü olması durumu değiştirmiyor. Biliyoruz ki, burada, ilişkiye sokulan iki metadan birinin değeri ölçülürken, diğeri eşdeğer rolüne bürünüyor. Ve yine biliyoruz ki, giderek bir genel eşdeğer oluşur ve para denilen şey, bunun ardından gelişir.
Eşdeğerin bu serüveni, bugünden bakarsak, paranın bu serüveni, meta üretim sürecinin de değişim ve gelişim serüveninin bir parçasıdır.
Yani, meta ilk ortaya çıktığı şekli ile kalmıyor.
Meta üretimi demek, mülkiyet meselesi demektir. Bugünden bakarsak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet olmadan, meta üretimi olmaz.
Fabrikada üretilen buzdolabı, mülk sahibi için, mesela Vestel için bir kullanım değeri ifade etmez. Yani, onun için tüketeceğinden fazla anlamındadır. Elbette onun da çok ötesine geçmiştir. Vestel’in sahibi, bu buzdolaplarına, “buzdolabı”, yani kullanım değeri olarak bakmaz. Onların bir kullanım değeri vardır, ama bu ona ihtiyaç duyan için bir kullanım değeridir. Onu satın alan, onun kullanım değerini satın alır. Oysa Vestel için bunlar, içinde artı-değeri de (yani kârın kaynağını da) içeren bir değerdirler. Vestel’in sahibinin, kullanım değeri üretmek umurunda değildir. O artı-değer üretir ve bunu yaparken, o ürünün içinde daha önceden üretilmiş değerler de var olur. O şimdi, bu buzdolabını satarak, değeri ve elbette ki artı-değeri paraya çevirmek istemektedir.
Metanın sahip olduğu değer ve kullanım değeri eğer anlaşılmamış ise, mutlaka ve mutlaka, ekonomi-politik bilgisine ihtiyaç vardır. Bunun için, bizim Kaldıraç yayınlarının kitapları kadar, doğrudan Kapital okunması da mümkündür. Okuyucu bilmelidir ki, gerçekten meta anlaşılmamış ise, günümüzde sürdürdüğümüz pek çok tartışma, eksik anlaşılacaktır.
Metanın değeri, değişim değeri olarak karşımıza çıkar. Kullanım değeri ise, içinden geçilen tarihsel ve toplumsal koşullara göre oluşur, değişir.
Diyelim ki, bir meta, aslında hiçbir ihtiyacı gidermeyecek içerikte olsun. Bilimsel açıdan böyle olsa da, o bir kullanım değerine sahip olabilir. Mesela Cola böyle bir metadır. Tütünün zararlı olduğunu iddia edebilirsiniz ve mutlaka da haklısınız. Ama eğer sigara, modern tütün tekellerinin içine koyduğu 40’a yakın madde ile sarmaş dolaş olmamış olsa idi, tütünün bir zevk verici madde olduğunu söylememiz mümkün olurdu. Seversiniz veya sevmezsiniz, ama keyif verici bir maddedir. Şimdi, bugünün sigara tekelleri, içine öyle maddeler koyuyorlar ki, o sigara markasına bağımlı hâle gelmemiz için öyle şeyler yapıyorlar ki, doğrudan bir kanserojen madde olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Acaba, neden, “insan hakları yasaları” yapan bu burjuva devletler, sigara üretimine “tütün” dışında bir maddenin giremeyeceği yollu bir yasal düzenleme yapmazlar? Çünkü mesele artı-değer üretimidir. Sigara üretimi üzerine, çeşitli fabrika çalışanları ile yapılan gözlemler ışığında, paketi 15.00 TL’ye satılan sigaranın, üretim maliyetinin 0,10 kuruş civarında olduğu hesaplanmaktadır. Elbette, bu kesin bir hesaplama değildir. Benim fikrimi soracak olursanız, bu maliyetin 0,10 kuruşun da altında olduğunu düşünürüm. Sigarada, tütün, kâğıt, filtre, kimyasallar, makinaların yıpranma payı ve emek var. Kimyasallar, üretimin içinde olmayan biri tarafından kolaylıkla tespit edilebilir değildir. Ama içerdiği tütün, plastik ve barut karışımlı kâğıt ve kimyasal bir alışkanlık yaratıcıya bandırılmış filtre, işçilikle birlikte 0,10 kuruş ya tutar ya tutmaz.
Ama Cola, daha ilgiye değerdir. Cola, gerçek anlamı ile hiçbir insan ihtiyacını giderememektedir. Bugün Cola olmamış olsa, alışkanlıkları (bir tür uyuşturucudur) nedeni ile ona ihtiyaç duyacak olanlar hariç, yeryüzünden bir şey eksilmiş olmaz. Belki de temizlik maddesi olarak işe yarayabilir. Cola, aslında bilimsel açıdan bir ihtiyaç olmamış olsa da, pazar sisteminde üretilmiş bir ihtiyaçtır. İhtiyaç, ister mideden gelsin, ister beyinden gelsin, onu ihtiyaç olarak “kabul etmek” zorundayız. Öyle ya, meta üretiminden söz ediyoruz. Cola’nın, musluktan akan sudan maliyet olarak bir tek fazlası olabilir, o da, üretim için kurulmuş tesisler. Yoksa içine konan kimyasallar, bir büyük maliyet kalemi oluşturmaz. Pek çok üründe olduğu gibi, burada da en büyük maliyet ambalajı, yani şişesidir.
Ama buna rağmen, Cola üretilmekte olan bir metadır ve yüksek kâr marjına, yüksek miktarda artı-değere işaret etmektedir.
Aslında, doğanın mülk edinilmesi dediğimiz süreç de, bize büyük “olay” gibi görünen toprağın, doğanın bir parçasının mülk edinilmesidir. Maden ocağının mülk edinilmesi ya da makinaların, üretim araçlarının mülk edinilmesi, o kadar sorun değil gibidir. Yani üretim araçlarının mülk edinilmesi sanki doğal bir şeymiş gibidir. Biz bunu böyle görmüyoruz elbette, ama öyle görünmektedir. Bu nedenle, “mülk allahındır” denildiğinde, daha çok bu toprak vb. üzerinden konuşuluyor, daha az “üretim araçları”, makinalar vb. üzerinden konuşuluyor gibidir. Toprak bir meta hâline gelip alınıp satıldığında, aslında, üzerinde hiçbir “canlı emek” harcanmadan da alınıp satıldığı görünür ve bu durum, “değeri” olmadığı hâlde, “fiyatı” olan bir meta olarak örneklendirilir. Hakimin vicdanı da öyledir. Bir değer içermez ama bal gibi bir fiyatı vardır. Dava ne kadar büyük, “önemli” kişileri ilgilendiren bir dava ise, fiyat o kadar yükselmeye başlar.
Bunun gibi, şantaj malzemeleri de böyledir. Bir erkek ile kadının birlikte çıplak görüntüleri, yeri ve günü geldiğinde bir şantaj malzemesi olarak kullanılmaya başlanır. Gerçi burada bir fotoğraf çekimi, onun tab edilmesi, korunması vb. gibi maliyet kalemleri, işin içine “emeğin” de girdiği süreçler vardır. Ama fiyat, bu süreçlerle alâkalı olmaktan çıkan bir fiyattır.
Bir meta, belli bir toplumsal açıdan gerekli emek zamanında üretilmiştir ve bu onun değerini içerdiği, toplumsal açıdan gerekli emek miktarı belirler. Değer, kendi kendine ortaya çıkmaz. Pazara gittiğinde meta, değişim sırasında ortaya çıkar. Değer, kendini, başka bir metanın değeri üzerinden ifade ettiğinden, burada değerden niceliksel bir sapma ortaya çıkabilir. Normalde, sizin metanız, bir birim emek zamanda üretilmektedir ama öyle bir an olur ki, iki birim emek zamanda üretilmiş bir meta ile değişime girmiş olabilir. Buna niceliksel sapma deriz. Bu durum, değişim değerinden fiyata geçerken daha da artar. Tekelci aşamada, bu daha da fazla ve iradî olarak artar. Ama para bulunduğu andan itibaren, aynı zamanda “niteliksel” sapma da ortaya çıkar. İlkinde, içerdiği emek birim zamandan daha farklı (daha düşük veya daha yüksek) işlem görebilen meta, şimdi, toprakta olduğu gibi, hiçbir emek birim zaman içermediği hâlde, fiyatı olan bir şey hâline gelmiştir. Hakimin vicdanı da böyle bir metadır. Şantaj için kullanılan video ve fotoğraflar biraz daha farklıdır.
Demek ki, biz meta ile, üretim araçları üzerindeki mülkiyet arasında bir bağ kurabilmiş durumdayız. Meta üretimi, aslında sınıflı toplumların ilki ile yaşıttır. İlkel komünal yaşam dağılırken, kölecilik oluşurken, aslında meta üretimi de gelişmekte idi. Ama eğer bugünden, kapitalist toplumdan bakmıyorsak, bunu analiz etmemiz o kadar da kolay olmazdı. Metanın kapitalizmin hücresi olarak keşfi, Marx’ı beklemek zorunda kalmıştır.
Sınıflı toplumlar geliştikçe, metanın etki alanı da artmaya başladı. Ama kapitalist topluma kadar hiçbir zaman meta, toplumun her alanına sızmış olamadı. Kapitalist toplum, metanın egemen olduğu, dahası evrenselleştiği bir toplumdur. Bunun bir nedeni de, ücretli emeğin, işçi sınıfının ortaya çıkmış olmasıdır. Ücretli emek derken, proletaryanın doğuşundan söz ediyoruz. İşçi, üretim araçlarına sahip olmamak bir yana, kendi emeğini “yararlı” kullanacak durumda değildir. Yani, eski çağlardaki gibi, “ekmeğini taştan çıkarmak” deyimi artık işe yaramaz. Zira, üretim için üretim araçları lazım ve bu araçlar, artık sadece belli bir sınıfın elindedir. İşçi emek gücünü satmak zorundadır. Onu hangi kapitaliste satacağı konusunda özgürdür, ister o kapitaliste, ister diğerine satar. Ama satmama özgürlüğü yoktur.
Meta, ne kadar genişler ve yaygınlaşırsa, aslında, kendisi ile birlikte, kapitalist üretim ilişkilerini de o kadar genişletir ve yaygınlaştırır.
Suyun para ile satılması, doğanın bir parçasının şişelenerek meta hâline getirilmesi, ilgiye değerdir. İlgiye değerdir, zira, bundan 100 yıl önce, böylesi bir olay inanılmaz bulunurdu. Meta üretimi genişledikçe, meta toplumun tüm hücrelerini sardıkça, insanlar arasındaki ilişki şeyler arası ilişkiye döndükçe, her şeyin bir fiyatı var sözü hayat buldukça, bedava olan bazı ihtiyaç maddeleri de metalaşıyor.
Sıra “hava”da mıdır, bilmiyoruz, ama ona da sıra geleceği açıktır. Kapitalizm öldürür sözü doğrudur. Ölümden başka bir seçenek sunmaz bu sistem. İster uyuşturarak, ister alıklaştırarak, ister “metalaştırarak”, ister fizikî olarak olsun kapitalizm öldürür. Sosyalizmi reddetmek, bu ölüme boyun eğmektir de.
Google, bu meta alanının genişlemesini de ifade etmektedir. Yani hava gibi, toprak gibi, su gibi, daha önceleri metalaşmamış bir şeyin metalaşmasını ifade ediyor. Sizin datalarınızı, sizin bilgilerinizi, sizin “yaşamdan anılarınızı”, bu yeni medya dünyası, yani Google, Facebook vb. meta olarak pazarlamaktadır. Reklâm şirketleri, sizin bu denli yakından izlenmenizden gelen bilgilere, tekeller adına büyük önem vermektedir. 18-25 yaş aralığında, cebinde kredi kartı olan, davranışları bilmem nasıl olan “tüketici”ler diye bir grubun içine girmektesiniz ve bu grupta iseniz, sizin kaydedilmiş hareketleriniz, anılarınız, eylemleriniz vb. birileri için pazarlanmaktadır. Sizin bilgileriniz, büyük bir datadır ve metalaşmıştır.
Bizim bilgilerimizi bu denli büyük bir özveri ile saklayan, bizi korumak için bunca çabalar harcayan Google şirketi, ürkütücüdür de. Anlaşılan, sadece bizim bilgilerimizi almak, bizi izlemek, bizim nasıl yönlendirilebileceğimizi bulmak ile sınırlı bir iş yapmamaktadır. Aynı zamanda, bu alanın tekeli, hakimi olmak istemektedir. Bu pazara hakim olmak, mutlaka, şiddeti de beraberinde getirir. Sadece, reklâm, aynı zamanda şiddettir, anlamında değil o bildiniz, devlet ve mafya eli ile ortaya çıkan şiddet de içinde.
Tekelci rekabetin gerçekliği budur.
Şimdi biz, P&G-Unilever-Henkel üçlüsünün arasına dalıp, “müthiş buluşumuz var” diyerek deterjan sektörüne girebilir miyiz? Aslında teknolojik olarak bu olanaklı. Sıradan bir kimya fakültesi öğrencesi, sabun üretimini, deterjan üretimini bilir. Öyle ise bu alana girebilir. Nasıl olsa, üretim maliyetleri ile piyasa fiyatları arasında büyük farklılık var. Diyelim ki bu üç büyükler, deterjanın kilosunu 1 TL’ye mal ediyordur ama piyasada satış fiyatı 30 TL/kilo’dur. Siz pazara gireceksiniz ve size de maliyeti 3 TL olsun. Daha az üreteceksiniz vb. nedeni ile, maliyetiniz, büyük çaplı üretimin altındadır. Ve siz bunu mesela 10 TL’ye satmaya razısınız. Ama bunlar pazarın tümünün hakimidir. Bu işle uğraşan kimya hocasını da, bu işi üretebilecek merdiven altı üretim alanlarını da bilirler. Ve bunları önlemek, bildiğiniz gibi, mutlaka şiddeti gerektirir. Öyle de yaparlar. Modern mafya dediğimiz şey, aslında bu tekelci rekabetin gerektirdiği şiddetin ürünüdür.
Google, bundan azade değildir. O da bunu yapmaktadır, yapacaktır. Bu şiddeti nasıl kullanacağı ise apayrı bir konudur. Ama nihayetinde, mafyanın metotları, her yerde biraz olsun tanıdıktır, öyle değil mi?
Google, bu bilgileri topluyor ve bu yolla, tüm tarihi, tüm yaşamı, toplumsal yaşamı meta olarak satmaya yöneliyor.
Netflix, sizin seyrettiğiniz dizilerden, sizin seyrettiğiniz filmlerden vb. sizin karakterinizi çözümlüyor. Eğer siz, onu seyrederken, o da sizi seyredecek bir kamerayı TV üreticilerine televizyonun içine koydurmayı başarmış ise, modern HD TV’lerinizin içinde istenildiğinde kamera işlevini görebilecek bir şey varsa, demek oluyor ki, onlar da sizi kayıt altına alabilir. Bu, sizce bir şiddet değil midir?
Birkaç film seyretmek adına, bu riske değer mi bilinmez. Ama sizin bilgilerinize ihtiyaç duydukları kesindir.
Telif hakkı meselesi de sizce ilginç değil midir?
Bir insan, diyelim ki Nâzım Hikmet, bir mücadele sürecinin içinde, toplumsal ilişkiler ağı içinde, birikimlerini oluşturuyor ve sonra bunları, şiirleri ile, kendi amaçları için topluma sunuyor. Elbette, onun kitaplarının satılması gerekiyor, ki geçimini sağlayabilsin. Ama Nâzım Hikmet için biz şimdi kime telif hakkı ödeyeceğiz? Eğer, aile, özel mülkiyet ve devlet olmamış olsa, böyle bir sorumuz dahi olmayacaktır.
İnsanoğlunun tarihsel birikiminin, fikirlerin, buluşların vb. mülk edinilmesi, açık olarak hırsızlıktır. Tüm toplumun malı olan o şeyler, daha düzgün söyleyelim, tüm toplumun olan ve mal olmayan o şeyler, birileri tarafından mülk edinilmektedir ve bu durum toplum tarafından onaylanmaktadır.
İşte aynı şekilde, mülk edinilen üretim araçları da, insanın, daha önceki üretimlerindeki canlı emeğidir ve aslında toplumsal karakterdedir. Yani, üretim araçları, ilkel balık avlama sopasından başlayalım, en modern makinalara kadar, toplumundur, o üretim araçları, insanlığın ortak zenginliği, birikimidir. Bunların özel mülk edinilmesi hırsızlıktır ve devlet, bu hırsızların ortak komitesi, ortak örgütüdür.
Onun için devlet ve tekeller, ne zaman size bir iyilik yapmaktan, sizi korumaktan, sizin için bir şeyi bedava vermekten söz ederlerse, bunu mutlaka reddedin, bundan korkun; mutlaka, sizden çok daha büyüğünü almak için gelmişlerdir.
Google, aslında sizin yaşamınızı kayıt altında tutuyor ve bunu sizi bir reklâmın hedefi hâline getirmek için kullanıyor. Bu en açık olanıdır. Bundan şüphe etmeyin. Ama dahası vardır. Bu yolla, sizin tüm geçmiş yaşamınızı analiz ederek, sizi yönlendirebilecek mekanizmalar geliştirmeye çalışıyor. Sosyal medya, aynı zamanda bu tekelci ilişkiler ağı içinde, fikrî mülkiyet alanını genişletmektedir. Metanın alanının genişlemesi ile, mülkiyet alanının genişlemesi arasında bir bağ olması doğal olmalı.
Siz arkadaşlarınızla, bir konu hakkında konuşurken, modern akıllı cep telefonlarınızdaki ayarlamalara uygun olarak, sizi dinliyor. Eğer siz özel bir şampuan arıyorsanız, sizi hemen bir P&G ürünü satan mağazaya yönlendirebilecektir. Ya da bir ilaç için konuşuyorsanız, hemen size bununla ilgili bir reklâm gönderecektir. Bu aslında, en masumudur.
Bu yeni bir alandır ve sizin tüm bilginize ihtiyaç duymaktadırlar. Milyar terabaytlık alanlarda bu bilgileri depolamaktadırlar. Sizin bilgileriniz, şimdi, bu disklerde, acaba kimin malıdır? Bu bilgilerin sahibi, mülk sahibi kimdir? Tıpkı işçinin maddeleşmiş emeği demek olan üretim araçlarına el konulması gibi, şimdi sizin yaşamınızın özeti demek olan bilgi ve anılarınıza el konulmaktadır. Bunlar, yeni tarzda ele alınıp, pazara sunulmaktadır. Bu kadar da değildir. Bu bilgilere sahip olanlar, bunları mülk edinebilenler, acaba, başka ne olanaklara sahip olurlar?
Bilgiye sahip olan, tanrı olur mu?
Telif hakları, patentler vb. bugünkü sistemin önemli bir alanı hâline gelmiştir. Kapitalist sistem, bilgiyi kontrol etmek zorundadır. Uluslararası tekeller, hakim oldukları pazarları denetim altında tutmak için, bilginin kontrolü ile ilgilidirler.
Mesele sadece, dev, eğlence-iletişim-medya sektörü meselesinden de anlaşılabilir. Sizin nasıl eğleneceğiniz, ne kadar eğleneceğiniz, hangi oyunlar vb. ile sizde bağımlılıklar yaratılabileceği, sizin nasıl üretken olmaktan çıkarılacağınız, velhasıl sizin nasıl insanî yeteneklerinizin tümü ile onların denetiminde olabileceğiniz konusu vardır. İşte Google’ın tekel olduğu alan burasıdır.
Siz Facebook’ta, eğlendiğinizi, podyumda yürür gibi, kendinizi “sosyalleştirdiğinizi”, aldığınız her “like” ile önemli birisi hâline geldiğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Onlar ise, a- sizin tüm bilgilerinizi, yaşamınızın izlerini, kayıtlarını almaktadırlar. Yarın, yaşamınızla ilgili bilgilerin sizde olduğundan fazlasının Facebook’ta olduğunu öğreneceksiniz. b- sizin sosyal bir varlık olarak, gerçek yaşamda gelişiminizi ve bu yolla sistemden bağımsızlaşma eğilimlerinizi yok etmektedir. Size göre sosyalleşme, artık aldığınız “like”larla ilgili hâle gelmektedir. Mesela bu durum, anti-depresan hapları üreten ilaç şirketleri için önemli bir potansiyeldir. c- sizi istedikleri gibi yönlendirebilecek malzemeleri, bilgileri, gönüllü olarak verdiğiniz için, sorunsuz olarak almaktadırlar. Arkadaşınıza vermediğiniz “sırlarınız” Facebook’ta dolaşmaktadır. Ne sır ama!
Bir reklâm şirketi, diyelim ki lüks bir araba için bir film çeksin. Bu filmde, seksi vücudu ile bir kadın boy göstersin. Bu kadın, iyi paralar da almaktadır. Peki reklâm şirketi, bu paraları, bu çalışan kadına nasıl ödüyor? Elbette araba üreticisi firmadan aldığı paralarla. Peki, bu paralar nereden geliyor? Elbette, o fabrikada üretim yapan işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğinden, yani o fabrikada üretilen artı-değerden.
Google, işte bu yolla bir “hizmet” satıyor ve bunun kaynağı, dünyanın her yerinde, işçilerce üretilen artı-değerdir. Ve şimdi, bu, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği, işçilerin yaşamlarını, anılarını, bilgilerini, duygularını kayıt altına alıyor.
Kontrol mekanizmaları, gizli ya da açık, şiddettir. Sistem, bu şiddeti, hayatın bir parçası olarak normalleştirmektedir. Bunun önemli yolu, aslında, insanların alıklaştırılmasıdır. Google ve Facebook gibi sistemler, aslında bu alıklaştırmanın kanallarını oluşturmaktadırlar. Elinizdeki akıllı telefonlar, bu nedenle, kelimenin bilimsel anlamı ile birer tasmadır. Bu tasmayı takma işimiz ise, sanki gönüllü olarak gerçekleştirilmekte, gerçekte, bu kontrol mekanizmaları, meta fetişizmi vb. yolu ile sağlanmaktadır.
Köleci, feodal ve kapitalist devletlerde, bir “hizmetliler” oluşmuştur. Kral, hizmetlilere sahiptir, feodal bey de, Soros da. Bu hizmetlilerin sayısı, onların gördüğü işler, hem efendinin zenginliğinin göstergesidir, hem de onun “ne kadar önemli bir kişi” olduğunun. Bu hizmet öyle bir noktadadır ki, bugün, köleleri aratır tarzda hizmetliler vardır. Bir milletvekilinin evinde öldürülen kadın, hizmetin içeriği hakkında da size bilgi vermektedir. Modern kölelik denildiğinde, ne kadar da doğru bir kavram kullanılmaktadır, öyle değil mi?
Şimdi devlet, Google, Facebook, size bir hizmet sunduklarını söylemektedir. Üstelik bedava. Siz de kendinizi, “alemlerin kralı” sanabilirsiniz. Öyle sanıyorsanız, zokayı yuttunuz ve ağzınızdaki tat, sizin kanınızın tadı demektir. Artık siz, bir “havuz”da, gerçek okyanustan sizi çekip çıkardıklarını bile hatırlamadan, “rahat”ça yaşayabilirsiniz, yem olana kadar.
Siz siz olun, size “hizmet etmekten”, hele hele bunu size ücretsiz sağlamaktan söz eden oldu mu, ondan uzak durun, o zokayı kapmak için uğraşmayın. Bedelini ödediğiniz şeyler, size daha az zarar verecektir.
Bilginizi, yaşamınızı, kendiniz kaydeder durumda olmayı tercih etmelisiniz. Hafızanızı, iradenizi bu tekellere, bu gözetmenler sürüsüne, bu devletlere teslim etmek, ölümdür.
Her şeyin alınıp satılması, sadece değerler sistemini yok etmiyor. Nihayetinde her şeyin ölçütü olarak parayı kabul ettik mi, paranın baronlarının denetimini de kabul ettik demektir. Soros, bu nedenle, para dışında hiçbir “katı” şeyi kabul etmediğini söylüyor.
Meta ne kadar yaygınlaşırsa, ilişkiler o kadar insan ilişkisi olmaktan çıkıp, şeyler arasındaki ilişkiye döner. Bir meta karşısında ezilen, aşağılanan insan, o metaya tapınma eğilimleri göstermeye başlıyor.
Google, Facebook gibi şirketler, gerçek ücretli emekçiler dışında, kendilerine gönüllü çalışan kalabalıklara sahip olmaya başlarlar. Tekelci kapitalizmin, tekeller dünyasının önemli özelliğidir bu: Sadece bizzat ücret ödedikleri onlara çalışmaz, sadece devlet memurları onların elemanları gibi iş görmeye başlamaz, aynı zamanda sıradan herkes, onlar için de çalışmaya başlar. Tekelci ek kâr denilen şey, aslında bu çarkın tümünün kavranması ile açıklık kazanır.
Burjuva egemenlik, nasıl ki, kendini “demokrasi” olarak sunabiliyorsa, aynı şekilde modern tekelci yapılar kendilerini insanlık için hizmet eden kurumlar olarak sunmayı başarabiliyorlar.
Burjuvazinin, ideolojik hakimiyeti olmadan, kitleleri yönetmesi mümkün değildir. Burjuva devlet, hem baskı aygıtlarına, şiddete başvurur, hem de ideolojik kontrol mekanizmalarına ya da “yönetilme rızasına” ihtiyaç duyar. Google, Facebook gibi devasa reklâm, iletişim, medya ve eğlence sektörü, aslında burjuva ideolojisinin daha da derinlerde yer etmesinin araçlarını sunmaktadır. Cami, kilise, okul gibi kurumların yerine getirdiği ideolojik işlevleri, reklâmcılık sektörü (tümüne reklâmcılık, eğlence, iletişim, medya sektörlerinin tümüne, reklâmcılık diyelim) daha üst düzeyde yeniden üretmektedir. Facebook, sadece CIA’nın söylediği gibi, onlarca yıldır toplayamadıkları bilgilerin toplanmasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda burjuvazinin ideolojik hakimiyetini yeniden üretmekte de iş görüyor.
Gerçekte bilginin tümü, tıpkı üretim araçları gibi, toplumsal karakterdedir ve tüm topluma aittir. Bilginin ve bilimin tekeller çıkarına kullanılması için, bilim adamlarının tekellerin laboratuar elemanları hâline gelmesi, üniversitelerin holdinglerin ortak-ücretsiz AR-GE alanları hâline gelmesi, artık yeni bir aşamaya evrilmektedir. Tekelci kapitalizm, tüm insanlığa ait bilgileri, anıları, tekellerin kasalarına hapsetmeye başlamıştır. Bu bilgilerin kayıtlarını, bir tarz rıza ile, gönüllülük ile toplamaktadırlar. Daha şimdiden Google’ın devasa bir arşivi olduğu biliniyor.
Salgına karşı tüm kaynaklar halkın sağlığı için seferber edilmelidir!
Koronavirüs’ün ülkemizde haftalar öncesinden yayılmaya başladığına dair şüpheler mevcutken, geçtiğimiz hafta Sağlık Bakanı’nın bir vaka tespit edildiğini duyurmasının ardından virüsün yayılmasını önleme sorumluluğu öncelikle halkın üzerine yıkıldı. Sonrasında ise yönetenlerin ağızlarından parça parça, bir bütünlüğü ortaya koymayan açıklamalar yapıldı.
Geçtiğimiz haftalarda Koronavirüs komşu ülkelerin hepsinde yayılırken, devlet halkın vergileriyle savaş harcamaları yapmaya devam etti. Kanalistanbul için 110 milyar TL bütçe ayrıldığını ilan etti. Ama göz göre göre gelen salgın tehlikesine karşı devlet bütçesinden bir kuruş dahi ayrıldığına dair bir veri yok.
Türk Tabipler Birliği, büyükşehirlerden birinde koronavirüs vakalarında patlama yaşandığını açıkladı ve Sağlık Bakanlığı’nı gerçek verileri paylaşmaya ve önlemleri arttırmaya çağırdı.
Sonuç, yönetenlerden açıklamalar gelmeye devam ediyor:
Ekonomi Bakanı, ekonomiye dair açıklama yapıyor, şirketlere yardım etmekten bahsediyor. Ama halka, işçilere ücretsiz sağlık hizmeti vermek, temizlik malzemelerinin herkese ücretsiz ulaşmasını sağlamak akıllarına gelmiyor.
Hizmet sektörüne bağlı kafe, lokanta gibi işletmelerin geçici süreyle hizmet vermeyeceğini ilan ediyorlar. Ama çalışan nüfusun yarısından fazlası olan hizmet sektörü çalışanlarının bu süreçte nasıl geçineceğine dair bir açıklama yok.
“Ellerinizi sabunla yıkayın”, “insanlarla aranıza sosyal mesafe koyun” dışında halkın yaşamına dair söyledikleri tek kelime yok.
Tüm dünyada etki gösteren bir virüse karşı sadece bireysel önemler alarak mücadele etmek mümkün değildir. Devletin yapması gereken sadece otobüsleri dezenfekte etmek, çalışmak zorunda olanların nasıl yaşayacağına dair çözüm getirmeden iş yerlerini zabıtalarla kapatmak, okula gitmeyen çocuklara kimin bakacağının cevabı olmadan okulları tatil etmek vb. olamaz.
Biliyoruz ki, bizler işçiler ve emekçiler olarak sesimizi yükseltmedikçe, taleplerimizi ortaya koymadıkça yönetenlerin ellerinde bulundurdukları imkanlar ekonomik büyüme, şirketlerin kar garantisi, mega projeler ve savaş uğruna harcanacak.
Yaşamlarımızın hiçe sayılmasını kabul etmeyelim ve taleplerimizi yükseltelim:
Yüzlerce hatta binlerce işçinin çalıştığı fabrikalarda hiçbir koruyucu önlem alınmadan işçiler çalışmaya zorlanmaktalar. Kamu ve özel tüm iş yerleri Türk Tabipler Birliğinin de içinde olduğu bir kurul tarafından belirlenen bir tarihe kadar çalışmaya ara verilmeli, ücretler ödenmeye devam etmelidir.
Devlet ve özel hastaneler başta olmak üzere, tüm sağlık alanları, birçok ülkede yaşanmış tecrübelerden ders çıkararak yatak, maske, solunum cihazları vb. ihtiyaçlar organize edilmelidir.
Sağlık hizmeti ve ilaçlar ücretsiz olmalı, risk altındaki herkese bu hizmet ulaştırılmalıdır. Her semtte her mahallede tarama ve test yapılabilecek alanlar kurulmalı, gerekli tıbbi teçhizat devlet tarafından temin edilmelidir.
Temel tüketim gıdaları, elektrik, su, doğalgaz ücretsiz olmalıdır.
Salgına karşı tüm kaynaklar halk sağlığı için seferber edilmelidir.
Hasta olan da eden de yarattığı hastalıklara çare bulamayan da sistemdir, hastalığın bu denli sonuçları olması sistemin sorunudur.
Korona virüs tedavisinde kullanılacak 22 ilacın üretimine garanti veren, doktorlarını İtalya’dan Çin’e, dünyanın dört bir tarafına yardım için gönderen, içinde virüs taşıyan hastaların olduğu İngiliz gemisini hiçbir ülke kabul etmezken, ‘insani kaygılar’ gerekçesiyle gemiye kapılarını açan sosyalist Küba’dan öğrendiğimiz; bugün yaşamak için sosyalizm bize hava ve su kadar gereklidir.
Çözüm dayanışmada, örgütlü mücadelededir.
Biz işçiler, emekçiler bu süreçte taleplerimizi yükseltelim. Kendimiz, çocuklarımız ve tüm sınıf kardeşlerimizin sağlığı için dayanışmamızı ve örgütlülüğümüzü geliştirelim.
Yağma, rant, savaş ekonomisi ve çürüme
Uzun zamandır biz, ekonominin, eğer gerekiyorsa bir isim, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” olarak adlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu ısrarla vurguluyoruz. Amacımız da şu: Hani bir şeyi sevmezsiniz ve ona kötü sıfatlar yakıştırırsınız. Böyle anlaşılmasın diye özellikle üzerinde duruyoruz. Yani, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, bize göre, içinden geçilen son 7 yıllık sürecin tam adıdır. Öncesinde bu denli oturmuş değildi ve yağma ile rant daha önde idi. Şimdi, ise tümü bir aradadır.
Dahası var, biz bu yeni “rejimi” açıklamak için, ısrarla “Saray Rejimi” diyoruz. Bunu da aynı titizlikle kullanıyoruz. Hem tekelci polis devleti ile, Saray Rejimi değerlendirmesinin bağını açıklıyoruz, hem de bu Saray Rejimi’nin, aslında üç şeyle ilişkili olduğunu söylüyoruz:
Bir, içinden geçilen emperyalist paylaşım savaşı süreci. Bu süreçte, TC, dünün ortaklaşa sömürgesi, acaba, eski ortaklardan ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi elinde kalacak? (Elbette her zaman başka olasılıklar da var, bu daha ayrı bir konu). Siyasal alanı elinde tutan ABD’dir. Siyasal alan dediğimizde, hemen vurguluyoruz ki, bu siyasi partiler, parlamento vb. ile sınırlı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb. de dahil, tüm devlet çarkıdır. Bu alanı ABD elinde tutmaktadır. Oysa ekonomik alanı, Almanya başta olmak üzere, daha çok AB elinde tutmaktadır. Bu nedenle, İdlib’de işler zorlaşınca, Erdoğan, ABD’li efendilerinin emirleri ile, İdlib’de yaşayan cihatçıları, “İdlib’den Berlin’e gideceğiz” diye pankart açtırarak yürütüyor. Bu savaş, aslında, bugün, ülkenin her alanına sinmiştir ve devletteki çeteleşmenin de kaynaklarından biridir. Her istihbarat teşkilâtı, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa vb. kendi güçlerine sahiptir ve bunun çeteleşmeden başka yolu da yoktur.
İki, Kürt halkına ve işçi sınıfına karşı sürdürülen savaş. Bu savaş, devlet çarkındaki çatışmaları zaman zaman örtmek için kullanılmaktadır. Özellikle “Kürd’e saldırmak” devlet içindeki her türlü çetenin ortak birleştirici unsuru olmaktadır. Bunu elbette işçi sınıfına, emekçilere saldırı için de söyleyebiliriz. Sisteme karşı gelişen direniş, aslında devlet çarkını çözücü bir etkiye sahip olsa da, bu etki, diğerlerinin yanında, esas unsur olduğu hâlde, daha az etkilidir. Saray Rejimi, bu nedenle, tekelci polis devletinin, daha kısa süreye ait özel bir organizasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela bizce parlamento yoktur, siyasal partiler, AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti vb. yoktur. Hiçbir bilimsel inceleme, burjuva siyasal ve hukukî normlar içinde AK Parti, CHP, MHP gibi partilerin var olmasını açıklayamaz. Bu ancak, siyasal sistemin analizi ile anlaşılabilirdir. Mesela ortada bir “anayasa” yoktur. Bu aslında, anayasası askıya alınmış bir sistem demektir ve gerçekten de örgütlü bir işçi sınıfı ve devrimci hareket için bu “demokrasi” demektir. Bu sözlerin bazı okurlara ters geleceğini biliyorum, ama bilerek kullanıyorum. En iyi “demokrasi”, bizzat iç savaş koşullarında, ikili iktidar varken var olur diye düşünüyorum. Onun için Saray Rejimi’nin saldırganlığını, korkularının itirafı, dışa vurumu olarak ele almak kesinlikle yerindedir.
Üçüncüsü, Saray Rejimi, ekonomik olarak, yukarıdaki etkenlerle birleşmiş şekilde gelişen, bölgemizi saran paylaşım savaşımının da etkileri ile, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır.
Bu konuya dikkat çekmek, sistemin iç yüzünü doğru biçimde teşhir etmek, küfretmekten daha doğru ve gerçekçi yoldur. Ayrıca sistemi yıkma misyonuna sahip işçilerin karşısına her zaman gerçekle çıkmak doğru olandır. Bu sadece bir ilke olarak değil, politik olarak da doğrudur.
İşte Erzincan depremi ile, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi bir kere daha ortaya çıktı. Kızılay, muhtemelen, anket yapılsa, önemli ölçüde güvenilen bir kurum olarak adı öne çıkacaktı, deprem sonrasında, muhtemelen bu imajına da güvenerek, SMS ile, yani cep telefonları üzerinden kısa mesaj attırarak, halktan 10 TL bağış yapmasını istedi. Muhtemelen de epeyce insan yapmıştır.
ABD’li efendileri, Erdoğan’a bazı görevler veriyorlar. Sadece örnek olsun diye yazıyorum, mesela, “senin şu Akdeniz’de, petrol-gaz arama meselelerine bir tepki vermen gerekir. Bu arada İsrail’in bölgenin kaynaklarına el koyma meselesini de örtmeye yardım etmen şart. Öyle ise, sen şu Libya meselesine bir el at” diyorlar. Böylece, ABD-İsrail cephesi, a- Suriye bölgeleri, Lübnan vb. dahil, bölgedeki gazı kendine alıyor ve bunun için bir sistem oluşturuyor. b- Türkiye ile Suriye bir anlaşma yapmış olsa, bu süreç tamamen değişeceği için, İdlib meselesinin sürdürülmesinin faydaları ortaya çıkıyor. c- Libya’ya asker gönderme operasyonu ile, Erdoğan’ın iktidarda kalma, ömrünü orada geçirme heveslerine ABD ve İsrail desteği sağlanmış oluyor. d- Libya’ya Türkiye sokularak, eğer ABD doğrudan girse idi, AB ile karşı karşıya gelme riski de ortadan kaldırılmış oluyor. Ve tüm bunların karşılığında Erdoğan, 13 milyar dolarlık petrolü ailesine alma olanağı elde ediyor, bir de iktidarda kalması için, suç ortakları olan ABD-İsrail desteğini tekrar almış olduğunu düşünüyor.
Gerçi derler ki, elma şekerini kapmak isterken dikkatli olacaksın, sonuçta elma şekerini aldım derken, bir de bakmışsın, şeker yok, elinde sapı kalmış. Bu Libya meselesi böyle olacağa benzer. Ama sonuçta, ABD ve İsrail için, istenilen sonuçlar elde etmek için, daha güzel kullanılabilecek kim var ki?
Kızılay’dan buraya nasıl mı geldik? Şöyle ki, aslında Erdoğan, işin sadece komisyon işi ile meşguldür. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden en büyük komisyonu almak ona yetiyor. Ama bunun için Saray Rejimi devam etmeli. Ve Saray Rejimi’nin esas kurucuları, bu durumu, bu zaafı, Erdoğan’ın korkularını birleştirerek iyi kullanıyorlar.
İşte, sistemdeki çürüme, ki bu duyduğunuz koku, bu çürümenin kokusudur, aslında yukarıdaki Libya örneğinde anlatıldığı gibi bir sürece ya da olaylara, süreçlere dayanıyor. Bay komisyoncu, “ülkesini pazarlamakla” görevli, “rant yaratmakla” yükümlü olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. Ve tek istediği, öyle “dünya lideri” falan olmak değildir. Onları ona, çevresi yakıştırmaktadır. Derler ye, şeyh uçmaz, cemaat uçurur. Tam da öyle. O ise anonim şirket CEO’su olmak istiyordu, hepsi budur. kadere bakın ki, “çağın lideri” olma misyonu adlı oyunda rol almak zorunda kaldı.
Kızılay SMS ile para toplamak istedi.
Ama ne oldu?
Tüm sistem çürümekte olduğu için ve çürüme kokusu da dahil her şeyden komisyon alındığı için, muktedir böyle istediği için, deprem için SMS’te, başka bir olayın kapısı açıldı.
Uyanık, Torunlar inşaatın, ballı şirketi Başkent Gaz, Kızılay’a, “şartlı” bağışta bulunmuş. Bulunmakla kalmamış, bu olay, tüm sistemi açıklayıcı güzel bir örneğe dönüşmüş.
Başken Gaz, ta Melih Gökçek döneminden başlayarak, galiba 2007 yılı olmalı, özelleştirilmek istenmişti. O zaman da kötü kokular çıkıyordu. Özelleştirildi ama özelleştirilme paraları ödenmeyince, sonra bir daha özelleştirildi. İkincisinde fiyatı daha da düştü. Derken bir daha. Ve Başkent Gaz, Torunlar grubunun eline geçti, en düşük özelleştirme ihalesi ile. Ve o güne kadar, büyük kuruluşların gazını doğrudan veren Botaş, birden bire, Ankara’daki büyük kuruluşların gazını, Başkent Gaz üzerinden vermeye karar verdi. Bu, şirketin ilave 3 kat daha fazla gaz satması demek idi. Böylece, hem alırken en düşük fiyat, hem işletirken en kârlı durum yaratıldı.
Ülkeyi, bir anonim şirket gibi yönetme heveslisi Erdoğan, Torunlar ile çok sıkı fıkı olmalı ki, anonim şirket CEO’su gibi değil de, babasının çiftliği gibi batırmak üzere yönetmeye başladı. Yoksa, inanın, hiçbir holding, mesela Özilhan ailesi, kendi anonim şirketlerini böyle yöneten bir CEO’yu bir dakika görevde tutmaz. Ama bizim Muktedir, her şeyde baş olmak istiyor. Spor kulüpleri başkanı değilse, demek yakında olacaktır.
Başkent Gaz, Torunlar grubunundur. Hani, şu Mecidiyeköy’de, Galatasaray stadyumunun orada yapılan gökdeleni hatırlamayan çıkmaz. Hani asansöründe emekçiler öldüğünde, ambulanstan önce polisin yetiştiği inşaatın sahipleri.
İşte bu Başkent Gaz, deprem SMS’leri atan Kızılay’a, 8 milyon dolar bağış yapıyor. Ama diyor ki, bu bağışın 75 bin dolarını sen alacaksın, kalan 9 milyon 925 bin dolarını ise Ensar Vakfı’na vereceksin. Kızılay öyle yapıyor.
Elbette, önce herkese şaşırtıcı geliyor. Bir işçi, sokaktaki bir normal vatandaş, bir emekçi, bir ev kadını şöyle düşünür: Acaba bu adam, Kızılay’a bu bağışı verip, bu kadar cömertlik yapıyor, neden, paranın Ensar Vakfı’na verilmesini istiyor? Acaba, Ensar Vakfı’na doğrudan yardım yapmak mı istemiyor? Hani, şu Ensar Vakfı, çocukların tecavüze uğradığı ve kadın bakanımızın “bir kereden bir şey olmaz” dediği, olayın örtüldüğü vakıf olduğundan, acaba Başkent Gaz, bu vakfa doğrudan para aktarmak mı istememiş?
Hayır. Öyle değil.
Eğer, siz, Ensar Vakfı’na bağış yaparsanız, mesela 100 TL, bu bağışın %5’i, sizin ödeyeceğiniz vergiden düşmektedir. Aslında siz, 95 TL, gerçekte daha da az bağış yapmış olursunuz. Ama Kızılay’a bağış yaparsanız, bu kez %100’ü, vergiden düşmektedir. Yani, siz devlete vergi olarak vereceğiniz parayı, Kızılay üzerinden Ensar’a vermiş oldunuz.
Niye?
Çünkü, Mr. %10, yani Muktedir, Torunlar’ı aramıştır, belki de vakıf işlerinden sorumlu Bilal Oğlan aramıştır ve bu parayı istemiştir. Uyanık iş adamı, iş bitirici, kan emici Torunlar, hemen, olur ama biz bu parayı vergiden düşmek isteriz demiştir. Ve bu yol bulunmuştur.
Kızılay denilen kurumun başındaki adam, nasıl olur da, kendi adını böyle lekeler? Neden, Sayın Başkent Gaz, bu parayı Ensar Vakfı’na vermek istiyorsanız, nasıl vereceğinizi bilmiyorsanız, biz Bilal’i arayalım, siz de doğrudan oraya yatırın, bizi para aklama operasyonunuza alet etmeyin, demez? Çünkü, emir Muktedirdendir.
Bunlar size de yağma rant ve savaş ekonomisi denilen şeyden bir çürüme kokusu olarak ulaşmıyor mu? Bu kokuyu hissetmeyen var mı? Vardır. Çünkü, lağım derelerinin etrafında yaşayıp da hiç koku duymayanlar vardır, alışmıştır, sanki hayat hep böyle kokar gibidir. Lağım deresinin yanından uzaklaşması, bir süre oraya gitmemesi ve sonra geri dönmesi gerekir ki, kokuyu fark etsin.
Ensar Vakfı, parayı ABD’ye transfer ediyor. Ama para ABD’de de değil. Paranın Makedonya’da olduğu söyleniyor.
İşler açık.
Ama açık yapılmıyor.
Sadece artık gizlenebilecek bir şey kalmadı.
Kızılay Başkanı, ilgi çekici açıklamalar yapıyor. “Vergi kaçırmak başka şey” diyor, “vergiden kaçınmak başka.” Acaba bu bir itiraf mıdır? Vergi kaçıran herkes, vergiden kaçınmak istediğini, ama bunun yolunu bulamadığını söyleyecektir. Demek Saray’a yakın olursan, demek Bilal’e para aktaracaksan, sana yolu da gösteriyorlar.
Torun Mehmet, Ensar Vakfı’na, 31 konut hibe ettiğini de söylüyor. Demek, Ensar Vakfı, çocukların ırzına geçme olayını bu nedenlerle kolayca örtebiliyor. Demek kadın bakan, utanmadan, “bir kereden bir şey olmaz” demeyi, bu nedenle görev biliyor.
İşte çürümenin mekanizmaları buradadır.
Bu çürüme, durdurulamaz.
Bu çürüme, ancak, tüm devlet çarkı yerle bir edilip, işçi sınıfının iktidarı kurulunca, ancak, “ayaklar baş olunca” ortadan kaldırılabilir. Ancak bir devrim, böylesini güçlü bir temizliği yapabilir.
İşte onların korumaya çalıştığı sistem budur. Bu kadar rahat ettikleri bir “cennet” bulmuşlarken, bunu kaybetmemek için saldırganlaşmaları gayet anlaşılırdır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, bu çürüme, tüm gövdeyi sarmıştır.
“Beraber yürüdük biz bu yollarda”, boru, ittifak arayışları
Saray Rejimi dizaynı ile, Erdoğan’ın muktedir olması aynı şey değildir. Erdoğan, aslında Gülen Hareketi ile kapışmadan önce, kendini “muktedir” ilan etmişti. Demek, Gülen hareketine, bugün FETÖ deniyor, çok ama çok güveniyordu.
Anlaşılırdır. “Beraber yürüdüler” bu yollarda.
Nazi Müslümanlar, Almanya savaşı kaybettiğinde, Nazilerin tüm mirasını devralan ABD’nin projesidir. ABD, Nazi Almanyası’nın, faşizmin tüm dişlilerini alarak, CIA vb. gibi organizasyonlar kurmuştur. Bunun için, tekrar etmekten yorulmayacağız, bizim Tekelci Polis Devleti çalışmamızı (Deniz Adalı’nın bu çalışmasının 4. baskısı bulunabiliyor), okunması için öneriyoruz. İşte faşizmin dişlilerini içerecek tarzda devleti organize eden ABD emperyalizmi, buradan bazı projeler de aldı. Biri, Nazi Müslümanlardır. Nazi Müslümanlar, bizim topraklarımızda yeşertilmiştir. NATO üyesi ve SSCB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu TC devleti, her zaman deneyler ülkesi olagelmiştir. Nazi Müslümanlar başladığında, Erdoğan ortada yoktu. Ama bu projenin sahipleri, Erdoğan ve Gülen hareketinin mimarları olduğu için, beraber yürüdükleri yolun başı buradan başlatılabilir.
Ardından, “Yeşil Kuşak” Projesi gelir. Bunun da iyi biliniyor olması gerekir. Yeşil Kuşak Projesi, SSCB’yi kuşatmak için, İslam ve anti-komünizm arasında bağ kurulması demektir. Taliban da bunun evladıdır, İhvan da, Gülen de. Hepsi, Yeşil Kuşak Projesi’nin içinde büyümüştür.
Türk-İslam sentezi de bunun bir başka versiyonudur. Bahçeli ile yürüdükleri yol, Türk-İslam sentezine dayanmaktadır.
Yeşil Kuşak, Türk-İslam sentezi, bugün yerli ve milli politikalar denilen şeyin temelini oluşturur. Elbette, “yerli ve milli” daha zavallıcadır.
Ama bu projeler için, komünizme karşı mücadele derneklerinde, hem Bahçeli, hem Gülen, hem Erdoğan, çeşitli düzeylerde rol almış, bir “beraber yürüdükleri” yol oluşturmuşlardır.
Efendileri, Erdoğan’ı BOP eşbaşkanı seçerken, emin olmak gerekir ki, onun bel kemiği olmamasına, hiçbir ilke ve inanca, değere sahip olmamasına çok büyük önem vermişlerdir. Emperyalist ideoloji, pragmatisttir de. Pragmatizmi rehber edinmiş mülk sahiplerinin sömürgecilik politikaları için, en uygun “lider”ler, bel kemiği olmayan, değerleri sadece para ile ölçülebilir değerler olanlardır. Erdoğan, buna çok uygundur.
ABD, bu üçlü ayak eli ile, istediği adımı atabilmekte, bu üç ayağı da farklı tarzda beslemektedir. Erdoğan da, Gülen de, Bahçeli de doğrudan ABD’ye bağlıdır ve oradan emir alırlar. Ama her birinin, deyim uygun düşerse kendi çetesi var. NATO içinde yer alan Türkiye’de oluşturulmuş Ergenekon, Kontrgerilla, aslında bunların başka yol arkadaşlarıdır.
Ama ABD, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, dünya liderliği ve imparatorluğu için adım atınca, bazı değişikliklere gitmesi gerekli oldu. Bu biraz da Türkiye’nin durumundan kaynaklanıyordu. NATO’nun SSCB’ye karşı ileri karakolu olan TC, aynı zamanda ortaklaşa bir sömürge idi. Siyasal açıdan ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise daha çok Avrupa’ya. Bu durum, soğuk savaş dönemi boyunca sorun olmuyordu. Ama ABD, dünya imparatorluğunu ilan etmeye hazırlandığında, Türkiye’yi, ABD’nin yeni bir eyaleti olarak organize etmek için harekete geçti.
Bu, Fuller’in deyimi ve Erdoğan, Gülen ekibinin sık sık tekrarladığı “yeni Türkiye” organizasyonu demek idi. İşte bu çerçevede Erdoğan’a BOP başkanlığı verilmiştir.
Erdoğan, Gülen, Bahçeli, bu yollarda, isteseler de istemeseler de beraber yürüdüler, aynı yağmurun altında ıslandılar mı bilemeyiz, daha duygusal bir sahne olur bu, ama yürüyüşlerine şahidiz.
Bu proje su alınca, dünya imparatorluğu biraz geri çekildi ve Afganistan ve Irak işgali projeleri gündeme geldi. Geldi ama, NATO artık eskisi gibi komünizme karşı mücadeleye kilitlenmiş bir NATO değildi, dahası ABD de, eski ortaklarını, hiç kaale almaz bir yola girmiştir. İşte, 1 Mart tezkere krizi kazası, Richard Parle’ü çok kızdıran bu olay, böyle ortaya çıktı. Parle, sadece Mehmet Ali Birand’ın programına çıkıp, küfürler etmekle kalmadı, ABD, çuval olayı ile bir hamle daha yaptı ve TC devletinin hizaya sokulması süreci başlatıldı. Bazı eskimiş kadrolar tasfiye edildi.
Derken, günlerden bir gün, Erdoğan, tam da “muktedir” olduğunu hissettiği, cukkayı yüklü tarzda doldurduğu bir dönemde, 17-25 Aralık operasyonu ile karşılaştı. Banka müdürlerinin evlerinden ayakkabı kutularında paralar ortaya çıktı. Ve sonrası daha iyi hatırlanacaktır.
Gülen ile birlikte, Ergenekon diye tanımlanan yapıya karşı operasyonlar yapan Erdoğan, bu kez, Gülen’e, FETÖ’ye karşı eski Ergenekoncularla işbirliğine başladı.
Şimdilerde ise, durum bir kere daha değişiyor mu, sorusu anlam kazanmaktadır.
Yıl 2009, tarih de 26 Haziran idi. Bu tarihte, ordu mensubu olanların, askerî şahısların, işledikleri suçlarla ilgili, “özel yetkili” mahkemelerde yargılanması kanunu hazırlandı, ‘aniden’ olduğunu öğreniyoruz. Yani İlker Başbuğ’un demesine göre anidenmiş.
İlker Başbuğ, eski Genelkurmay Başkanı, durup dururken, bu sayfayı açtı. Bu kanunu çıkartanlar FETÖ’cüdürler, dedi.
Tam da, FETÖ’nün siyasal ayağı gibi bir tartışma var iken. Erdoğan ve Bahçeli, FETÖ’nün siyasal ayağının CHP olduğunu söylüyor. CHP ise, bunun AK Parti’de aranması gerektiğini. Derken, Başbuğ devreye giriyor ve bu kanuna dikkat çekiyor.
Erdoğan, hemen harekete geçiyor ve milletvekillerini Başbuğ’a karşı dava açmaya çağırıyor. Milletvekilleri de dava açıyor. Tartışma büyüyor. Başbuğ, acaba bu hamleyi bilerek yaptı ve mahkeme açılırsa, bu konu ile ilgili soruşturma mı ortaya çıkacak ve AK Parti içinden tasfiye mi başlayacak, diyenler var. Ya da, bir başka senaryo olarak, acaba Erdoğan, Başbuğ’dan bunu rica etti ve bu yolla temizlik mi yaptırmak istiyor, diye soranlar da var.
Biz biraz daha farklı bir yaklaşım içindeyiz. Bunların hepsi de olasıdır ama durum aslında iktidar içindeki çatışmalardan daha da derindedir.
1- TC devleti çeteleşmiştir, daha da çeteleşecektir. Sadece SADAT aklınızda dursun yeter. Hemen her emperyalist gücün, kendine ait çeteleri, ekonomiyi parselleyen parababalarının, rantçı ve yağmacıların çeteleri ile iç içe geçmektedir.
2- İdlib bitince, yani Suriye ordusu İdlib’i alınca, ABD’nin Erdoğan’a iş yaptırma alanları da daralacaktır. Bunun ABD için sonuçları var. Ama aynı zamanda Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek olmadığına göre, TC devletinin Saray Rejimi’ni nasıl devam ettirebileceği sorusu da var.
Her çete, her güç, kendi planlarını yapmaktadır ve her plan yapan gücün, bu planlarının arkasında, emperyalist güçler, sayalım, ABD ve İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa vardır.
İdlib, bizzat Erdoğan ve Saray Rejimi tarafından, “rant-yağma-savaş ekonomisi” için bir beka sorununa dönüştürülmüştür. Burada beka, kendilerinin bekasıdır, yoksa ülkenin değil. Ve bu sorun şimdi, sonuna doğru yaklaşmaktadır. Er ya da geç sonuca yaklaşacaktır. Bu sonucu uzatmak için savaş naraları atıp, operasyonlar yapmaları elbette mümkün. Ama yolun sonu da görülmektedir.
İşte bu koşullarda Erdoğan, yol arkadaşlarının içine, eski arkadaşları olan FETÖ’cüleri dahil etmek istemektedir. Ergenekon’un kutsanmış kucağından kalkmadan, acaba, FETÖ’cüleri de yanına alabilir miyim hesapları yapıldığı kesindir.
Davutoğlu’nun partisi, Babacan’ın “parti kuracağım” pazarlığı, aslında Erdoğan’ı, değişikliğe hazırlamak için, ABD’nin operasyonları olarak ele alınabilir. Babacan, bu partiyi bir türlü kuramıyor. Aralık sonu, son tarih idi, yeni yıla kaldı. Ocak sonu son tarih idi, şimdi, hep birlikte Şubat sonu beklenmektedir. Erdoğan, Şubat sonuna kadar Suriye ordusuna, aldığın yerlerden çekil tehdidi savurmaktadır. Akar NATO’dan, Erdoğan ABD’den, Çavuşoğlu da Almanya’dan destek aramaktadır. Böylece, İdlib’i çözülmez bir sorun olarak uzatmak istemektedir. TC devletinin tüm kurumları, çetelerin denetimindeki İdlib’de, çeteciler için diploması yürütmektedir. Çünkü, kendi gelecekleri de buna, İdlib’e bağlanmış durumdadır.
Böylece, bir yandan Rusya ile ilişkilerin gerilmesi doğrultusunda açıklamalar gelmekte, bir yandan da içeride FETÖ’cülerle yeniden ittifak olma hazırlıkları yapılmaktadır. Bu ikisinin aynı anda gerçekleşiyor olması, boşuna değildir. Dün ateş püskürdükleri ABD elçilerinin, Türkçe, “şehit” edebiyatı yapması, tam da bu görüntüye uygundur.
Erdoğan’ın, “bu boruya benzemez” sözleri ile yaptığı çağrı, aslında durumu, yeni ittifak arayışlarını göstermektedir. Zaten ABD, Halk Bankası soruşturması diye geçen, aslında Erdoğan’ın mal varlığı araştırması demek olan davayı, dondurmuştur. Gerçi, nasıl rafa kaldırdılarsa, öyle indirirler ama, şu anda Erdoğan’ın buna acil ihtiyacı vardır.
Erdoğan, “boru”dan söz ederken, aynı anda, Damat’ın, yurt gezisine çıkıp, acaba AK Parti başkanı olarak iş görebilir miyim, diye test etmesi, sürecin diğer yönüdür. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın, kendisine dayatılan, “Cumhurbaşkanı olarak kal ama parti başkanlığını bırak” çözümünü denediği, düşündüğü kesindir.
Damat parti başkanı olsa da, durumu toparlamaları mümkün değildir.
Babacan ile anlaşsalar da durumu toparlamaları mümkün değildir.
Davutoğlu partisini kapatıp, özür dileyip, tekrar AK Parti’ye dönse de durumu toparlamaları mümkün değildir.
Sallanmakta olan Saray Rejimi’dir.
Bu nedenle, savaşçı politikalara daha fazla yatmaktadırlar. İçeride ve dışarıda savaş naraları atmaları da bu nedenledir.
İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğü, en büyük avantajlarıdır. Bu nedenle de, mesele, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesindedir. Gezi ruhunun, işçi sınıfına taşınması, devrimci görevdir. Bu kargaşaya, üstte süren bu çeteleşmeye değil, gözümüzü, işçi sınıfının devrimcileştirilmesine dikmemiz gereklidir. Bunu yapacak deneyim ve birikimimiz vardır. Yeter ki cesur olalım, yeter ki örgütlü hareket edebilme yeteneğimizi geliştirelim.
İdlib, Suriye savaşında düğüm
Son bir aydır, İdlib’de, Suriye ordusunun ilerleyişi, IŞİD ve diğer çetelerin sahadan temizlenmesi süreci yaşanıyor. Olay bu boyutu ile kalsa, mesele yoktu. Suriye devleti, kendi organizatörleri tarafından bile savunulamayacak durumda olan IŞİD çetelerini, işgal ettikleri topraklardan temizlemek istiyor. Buna normal olarak Türkiye’nin, ki göçten zarar çektiğini söylemektedir, alkış tutması gerekirdi. Ama olayın daha farklı olduğunu biliyoruz.
Suriye ordusu ilerlemeye başlayınca, karşısında IŞİD çeteleri ile birlikte, diğer çetelerle birlikte, aynı anda Türk ordusunu (TSK) buldu. TSK, kendine bağlı olduğunu gizlemediği, açıktan da kabul etmediği, eski adı ÖSO (yani Özgür Suriye Ordusu), yeni adı MSO (Milli Suriye Ordusu) olan güçlerin “kontrolü” altında olduğunu iddia ediyor. Hatta İdlib’de bunlardan başka unsurun da olmadığını, tümünün “ılımlı” unsurlar olduğunu iddia ediyor. Ama işin böyle olmadığı, MSO yanında diğer çetelerle TSK arasında, bilinen, derin ilişkiler olduğu da açık.
Bahçeli, acaba, ÖSO’dan MSO’ya geçerken, MSO adını öneren midir? Hani “milli” ya. Bahçeli “yerli ve milli” iktidar müttefiki olduğu için, Suriye’ye karşı savaşmak için TC tarafından 100 dolar karşılığında kiralanan Suriyelilere, “milli” demeyi akıl etmiş olmalıdır. Erdoğan da bunu kesinlikle takdir etmiştir.
Adını MSO olarak koyarak, Suriye devletine karşı savaştırmak için çeteler organize eden TSK, çetelerin yanında Suriye ordusunun karşısına çıkınca, İdlib’den kayıp haberleri gelmeye başladı: Önce “7 şehit” haberi geldi, ardından da başkaları.
Bu durum, Erdoğan ve Bahçeli’nin farklı yollarla kükremelerine neden oldu. Erdoğan, Şubat sonuna kadar diyerek bir süre verdi ve 1- Suriye ordusu eski konumuna çekilsin, 2- Rusya, Suriye’yi desteklemesin, dedi. Buna uymazlarsa, saldıracaklarını ima etti.
Bahçeli ise, yansın İdlib, kül olsun Şam gibisinden, son derece “vatansever” kükremelerde bulundu. Belki de, yanındakiler, Bahçeli’nin bir koşu Şam’a kadar koşma girişimini zor engellemiştir.
Türkiye ile Rusya arasında bir dizi anlaşma, mutabakat var. Bunlardan biri Soçi Mutabakatı’dır ve Eylül 2018 tarihlidir. Bu mutabakatta, Türkiye, hem Suriye’nin bütünlüğünü kabul ediyor, hem de İdlib’de bulunan çeteleri, kontrol altında tutacağı sözünü veriyordu. Bu nedenle, Rusya, Türkiye’ye gözlem noktaları kurma izni veriyordu ve Türkiye de, M5 ve M4 otoyollarının temizleneceği garantisini veriyordu. Demek ki, aradan bir buçuk yıl geçti. Türkiye’nin gözlem noktaları oluştu. Anlaşmanın bir maddesi ise, hayata geçti. Ama diğer maddeleri, M4 ve M5 otoyolları, çetelerin denetime alınması, ağır silâhların toplanması vb. hiçbir biçimde işlemedi.
Türkiye, bunu açık olarak yapmadı ve yapmayacağı da önceden belli idi, en azından, yapmama ihtimali bir sır değildi.
ABD, Erdoğan’a, İdlib’de Suriye ve Rusları oyalama görevi vermiştir ve bu ABD için zaman kazanmak anlamındadır. Öte yandan, Suriye savaşının karşı tarafı, karşı cephesi dediğimiz yerin başında ABD vardır ve Türkiye, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin müttefikidir. Bu savaşta da bu geçerlidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin, kendine zarar veren İdlib ve Suriye politikasını uygulaması, ancak ABD kontrolü ile anlaşılırdır. Bu nedenle de, Türkiye’nin Soçi anlaşmasına bağlı kalmasını beklemek mümkün değildi. Rusların böylesi bir beklentisi var mı idi, bilemeyiz, ama görünen o ki, Suriye’nin böyle bir beklentisi yoktu.
Suriye ve Rusya tarafı, Türkiye’yi, Soçi anlaşmasının uygulanmadığı konusunda çok defa uyarmışlardır.
Ve gelinen noktada, Suriye, geçen Kasım ayından başlayarak, harekete geçmeye başladı. Önceleri, yani, Şubat ayına kadar, Türkiye’nin sadece 2 gözlem noktası Suriye ordusunun kurtardığı alanda kalmıştı. TC, bu gözlem noktalarını boşaltmadı. Hatta, bölgeden yansıyan bazı haberlerde, bu gözlem noktalarına sığınan çetelerin olduğu ve bunların zaman zaman saldırıya geçtiği anlaşılmaktadır.
Ama son durum biraz daha farklı.
Sayısını bilmiyorum, ama Suriye’nin geri aldığı alanlar içinde daha fazla “gözlem noktası” var. Ve bu gözlem noktalarından, bu kez açıkça, Suriye ordusuna ateş açılmaktadır. Yani, yakın bir dönemde, bu gözlem noktalarına dönük Suriye saldırıları da gündeme gelebilecek demektir. Tabii, Türkiye, bu gözlem noktalarını boşaltmazsa.
Şimdi, M5 otoyolu temizlenmiş görünmektedir. M4 otoyolunun M5 ile kavşak noktası olan alan da Suriye ordusunca alınmıştır. Bunlar elbette son derece stratejik gözüküyor. Türkiye, bu kavşağı tutmak için, IŞİD çeteleri ile hamle yaptığı sırada, kayıplar vermiştir. Türk tarafının 7 şehit açıklamasına rağmen, bölgeden gelen haberler, kayıpların daha fazla olduğu yönündedir. Aynı anda, MSO ve TSK, birlikte Kürt bölgesine karşı saldırıya geçmiş ve Rus uçaklarının bombardımanı ile durdurulmuşlardır. Ve yine aynı zamanda İsrail, bir yolcu uçağının arkasına gizlediği uçakları ile saldırı gerçekleştirmiştir. Hemen hemen aynı günlerde, ABD askerleri, Kamışlı bölgesinde, devriye hattının dışına çıkarak, halkla karşı karşıya gelmiş, Suriye ordusunca durdurulmuş askerler, halkın taşlı saldırısına silâhla karşılık vermiş, 14 yaşında bir genç ABD askerlerinin kurşunları ile ölmüştür. Suriye askeri ile ABD askerleri arasındaki çatışma, Rusya’nın araya girmesi ile durdurulmuştur.
İşte size açık olarak tablo. Olaylara bak, durumu anla. TC, çeteler, İsrail ve arkalarında ABD, Suriye’de savaşı büyütmek istiyorlar. Her açıdan nettir. IŞİD, çok başlı bir organizasyondur. Hem İsrail’e bağlıdır, zaten İslam radikalizminin hiçbir İsrail hedefine saldırmaması buna kanıttır. Hem de Türkiye’nin kendine has IŞİD’i vardır. Gerektiğinde Ankara’ya çağırıp, Gar bombalanmasında kullanabilecekleri tarzda kendine bağlı IŞİD’cileri vardır. ABD’nin de kendine has IŞİD organizasyonu vardır. Liderini öldürdük demeleri bundandır. Kendi adamlarıdır. Demek ki, bir tane IŞİD yoktur. Her biri, 100 dolar karşılığında saf değiştiren unsurlar, İdlib’de bir aradadır. Hangisinin hangi gruptan olduğunu bilmesek de, her birinin ayrıntılı güçlerini ve ilişkilerini bilmesek de, durum budur. Türkiye’nin Libya’ya taşıdığı gruplar, işte bu çeteler içinden gelmektedir ve her birine, TC vatandaşlığı ve aylık 1500 dolar maaş önerilmektedir.
Ama Suriye yoluna devam edince, Rusya, Suriye’yi desteklediğini ilan edince, durum biraz olsun değişti. ABD, savaşa doğrudan girmeyeceği yolunda açıklamalar yaptı. İsrail, Rusya tarafından uyarıldı. Türkiye ise, hem ABD’ye, hem de NATO’ya koştu.
Erdoğan’ın övdüğü, selâmladığı İdlib’deki unsurlar, muhtemelen TC devletini de tehdit etmektedir. Çünkü, destek eskisi kadar yoğun gidemeyecektir. Zira, Rusya, dünya kamuoyuna, TSK’nin mühimmat sevkiyatının görüntülerini izletmiştir. TSK desteğinin deşifre edilmesi, savaşın sonrasına dönük bir hazırlıktır da.
ABD, hemen birkaç kanaldan Türkiye’ye İdlib konusunda desteğini açıklamıştır. Hatta, Türkçe mülakat içinde “şehitlerimiz” sözcüğünün geçmesi de özeldir. Anlaşılan ABD, Türkiye’nin, Bahçeli ve Erdoğan’ın, hassas duygularını okşamaktadır. Onlar da ABD desteğinin arkalarında olduğunu ilan etmektedirler.
Akar Brüksel’de, Çavuşoğlu Münih’te güvenlik işbirliği toplantısında, bu desteğin peşine düşmüşlerdir.
NATO’yu devreye sokacak olsalar, muhtemelen, NATO, Antep ve Hatay’a yerleşecektir. Bunun TC devleti için ne anlama geleceğini bilmeyiz, ama Suriye devletinin İdlib’i geri alma isteğini önleyeceğini sanmıyoruz.
Meseleye Suriye tarafından bakınca, durum daha farklıdır. Bir yandan, işgal altındaki topraklarını geri almak önde durmaktadır, diğer yandan ise, yeni Suriye’nin siyasal örgütlenmesi önemlidir. Suriye halkları, Kürtler başta, yeni bir anayasa talebindedirler. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda çok da yol almış gibidirler. Suriye cephesinin gündemi, bunlar ve ülkenin savaş yaralarının sarılması olabilir.
Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için bir savaş müptelalığı dönemine girmiş durumdadır. Bu doğru bir tespittir.
Ama savaş naraları, dünkü (dün derken, çok eskiye de gitmeye gerek yok, iki yıl öncesi kadar) kadar alkış almamaktadır. Suriye savaşında, “şehit” propagandası, önceki yıllardaki kadar iş görmemektedir. Yani, savaş naraları atmak, Erdoğan için daha büyük miktarda oy demek olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Erdoğan, savaş için yeni yollar arasa da, durum o kadar da kolay görünmemektedir.
Suriye savaşının bugünkü aşamasında, İdlib düğümünün çözümüne doğru gidilmektedir. Erdoğan, efendilerine, yardım çağrıları yapmaktadır. Rusya’ya Suriye’den desteğini çek, Suriye’ye Şubat sonuna kadar eski mevzilerine dön, demektedir. Tehdit mi, komiklik mi bilemiyoruz. Sanki komik bir tehdit gibidir. Bir başka ülkeye, IŞİD’i kendi topraklarından temizlerken, “eski mevzilerine dön” demek, olsa olsa, özel içecekler almak, kendini dünya padişahı sanmak gibi durumların sonucu olabilir.
Öte yandan aynı Erdoğan, İdlib’deki çetelere seslenerek, Suriye’ye yeni saldırılar için bahane yaratacak saldırılarda bulunanları uyarmaktadır.
İdlib savaşı, sarsılmakta olan Saray Rejimi’ni daha da sarsacaktır.
İdlib savaşı, TC ve Rusya ilişkilerinde, var olan yarılmayı ortaya çıkaracaktır.
TC devleti, ABD çizgisine doğru meyletmiş durumdadır.
Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmak için yapmayacağı şey yoktur. İçeride katliamlar, dışarıda savaş, en kolay yapacakları şeydir. Ve efendi ABD, bu durumu acımasızca değerlendirecektir. Erdoğan, ABD-İsrail hattına, tam olarak oturmaktadır. Abdülhamid’inki bir trajedi idi. Birçok güç arasında bir oyun oynamak ve buradan çıkma isteğinin ifadesi idi. Abdülhamid, yıkılmakta olan Osmanlı’nın küçülmesini hazmedemiyor olabilirdi de. Yani bu sonu belli olan oyunu oynama isteği anlaşılabilirdi.
Abdülhamid özentisi Erdoğan Han, Rusya, AB, ABD arasında gidip gelen bir politika uyguladığını söylüyor olmalıdır. Büyük devlet olarak, büyük oyuncu gibi. Aslında Kaldıraç saylarında bu konuya ilişkin, güzel bir makale yayınlandı. Bu büyük güçler arasındaki yalpalamaya “dans” diyenlere karşı, aslında bu bir “kukla oyunudur” vurgusu ile.
Erdoğan Han, aslında bir kukladır. Böbürlenmeleri, bir kolpacı tarzıdır. Abdülhamid’den farklı olarak, 100 yıl sonrasında, Osmanlı hayalleri kuruyorum derken de yalan söylemektedir. Onun tek hayali, %10 komisyonlarının büyümesidir.
Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetenler, olsa olsa, Abdülhamid’in komiği ile yüz yüze gelirler. Bu nedenle, cihan padişahı Erdoğan, ipleri efendilerinin, ABD, İsrail’in elinde olan kukladır. Hepsi budur.
İdlib savaşı, maskeleri indirecek, hayatın gerçekliği biraz daha fazla su üstüne çıkacaktır.