Ana Sayfa Blog Sayfa 111

Zafere kadar; onurumuzla!

Bize ekmekten önce onur lazım.

Onur dediğimiz nedir: Hiç olmakla her şey olmak arasındaki korkunç terazi…

Hiç olmak; yarınsız yaşamak, dünya üzerindeki her şeyi emeğinle yaratırken, bir gün inşaatta çalışırken düşüp ölmek, bir gün açlıktan ölmek, senden geriye hiçbir şey bırakmadan; ya da her gün yaşayan bir ölü gibi boyun eğmek sömürünün her türlüsüne…

Her şey olmak; üretmenin verdiği onurla, haksızlığa boyun eğmemek, kendi geleceğin için mücadele etmek, yaşamın amacını bir gün daha fazla para kazanmada değil; insan olmakta, özgür aklıyla üreten ve yaratan insan olmakta bulmak. Bu adaletsiz düzeni değiştirebilecek güce sahip olduğunu anlayarak örgütlenmek ve gücünü senin gibi üreten diğerleriyle birleştirmek.

Hiç olmakla her şey olmak arasındaki korkunç terazide, milyonlarca insanız. Terazinin karşı kefesinde bir avuç para babası var. Biz milyonları böcek gibi gören, ve bizim sırtımızdan geçinen…

Onların egemenliğini sürdürdüğü bu sistemi; kapitalizmi anlatalım mı şimdi. İnsanın iliğini, kemiğini, emeğini, ağız dolusu gülmesini, yarına dair hayalini, ufkunu, aklını nasıl sömürdüğünü…

Gerek yok, anlatmayalım. Biz onuru anlatalım.

Çünkü kapitalizm, sermaye sınıfının egemenlik sistemi, hala insan onurunu yok edecek bir formül bulamadı. Her şeye rağmen; bütün aşağılanmaya, bütün baskılara rağmen, insanı; bir adım attığında, bir yolunu bulduğunda, ya da bir tepesi attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı.

Şili’ye bakın: 30 yıl önce insanlara mücadele direnci ve umudu taşıyan devrimci müzisyen Victor Jara’yı parmaklarını kesip işkence ederek öldürenler, son anında bile onurundan vaz geçmeyen bir devrimcinin öldürülemeyeceğini 30 yıl sonra yeniden gördüler: Bugün sokaklarında bir isyanın sürdüğü Şili’de binlerce insan aynı anda, Victor Jara’dan dinledikleri “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” marşını seslendiriyor.

İnsan böyledir: Evet, tarihimizde dostunu, sınıf kardeşini satmanın, korkuyla sinmenin, yolundan dönmenin de sayısız örneği vardır. Bu doğru. Ama neden onursuzlar öldüğünde, adlarını rüzgar bile taşımazken, onurlu bir mücadelede sonuna kadar yürüyenler bugün hala yaşıyor? İnsan olmanın, toplum olmanın, tarihin meyvesi bu.

Bugün dünyanın dört bir yanında emekçiler, halklar, kadınlar, gençler isyana kalkıyor. Bu adaletsiz sistemden bir çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunu biliyoruz: Devrim. Çıkış yolunu, yeniyi yaratmanın yolunu biliyoruz: Çok zorlu bir yol. Bize ekmekten önce onur lazım. Çünkü bu, onursuz kazanılamayacak bir yol. Sonunda ise ekmeği de, özgürlüğü de kazanacağımız bir yol.

Biz bu yolun yolcuları, sıradan insanlarız. Onurdan ve emek vermekten, özgürlüğü istemekten vaz geçmeyen sıradan insanlar. Bir de ölümsüz olanlar var aramızda. Öldürülemeyenler. Şu en iyi bildikleri şey katliam olan devletlerin öldüremedikleri…

Burhanettin Akdoğdu (Bekir Kilerci), 13 Aralık 1997’de Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledilen; ve öldürülemeyen yoldaşımızın adıdır. Adı, emeği, şiirleri, “Bir işçi çocuğu olarak doğdum/Bir işçi olarak yaşadım/Ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim” dizeleri; adımlarımızda, emeğimizde çoğalıyor. Biz yürüyoruz, o yürüyor.

Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, okuduğu Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde asılarak katledilen; ve öldürülemeyen yoldaşımızın adıdır. Adı, yoldaşlarını satmamanın adıdır. İnsan olmanın çığlığıdır. Bizimle nefes alıyor. Sesi sesimize karışıyor.

Tarihimizde öldürülemeyenler vardır onlar gibi. Spartaküs’ler, Şeyh Bedrettinler, Börklüceler, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş’ler… Hepsi bu sokaklara, bu fabrikalara, mahallelere bizim gözlerimizle bakıyor.

Öldürülemeyen şey; onurdur. Başkaldırmak ve zafere kadar kavgadır öldürülemeyen şey.

Bir adım attığında, bir yolunu bulduğunda, ya da bir tepesi attığında korkularından sıyrılan, özgürleşen ve ayağa kalkan insanı teslim almanın yolunu bulamadı sermaye sınıfı.

Bizse kazanmanın yolunu biliyoruz. Devrim için örgütlenmek. Devrimi örgütlemek. Onurdan emek; emekten bilinç; bilinçten yeni ve özgür bir dünya yaratmak. Yürümek isteyene yol bellidir. Zordur, engebelidir, çelme takanı çoktur. Yürüdükçe aydınlanır. Üzerinde, adımlarımızın yanında ölümsüzlerin adımları vardır.

DEVRİM İÇİN İLERİ! YA SOSYALİZM, YA ÖLÜM!

Türkiye’nin bitmeyen yalpalanması: Dans mı yoksa kukla oyunu mu?

Komşularla sıfır sorun diye başlayan Davutoğlu politikası, gerçekte, TC devletinin politikasıdır. Davutoğlu gitti, gönderildi, epeyce oluyor. Ve bugünlerde, zamanı en ağır hâline akıtarak, efendilerinden yeni parti kurma zamanlamasını beklemektedir. Ama Davutoğlu’nun dış politikası, büyük dış politika olarak hâlâ yürürlüktedir.

2011’de savaşı başlatmak için ABD dahil tüm NATO nezdinde çok atak, çok istekli olan TC devleti idi. Ve o günlerde, yükselttikleri “yeni Osmanlı ruhu” ile, birkaç saatte Emevi Camii’nde öğlen namazı kılmaktan söz ediyorlardı. Yani, sabaha karşı beşte başlayıp, öğlen 13.00’da Şam’da olacaklardı. Hepsi hepsi 6 saatlik bir mesafe.

Müslim Brothers/Müslüman Kardeşler örgütünün vizyonu bu kadar olsa gerek. Bir anda, ABD destekli Müslüman Kardeşlerin Suriye’de egemenliğini görecektik. Sonra, aynı etki, zaten dağılmış olan Irak’ta egemen olacaktı. Türkiye, işte o noktada kendi gizli “Muslim Brothers” karakterini açığa çıkaracaktı ve sıra İran’a gelecekti. Böylece ABD egemenliği Ortadoğu’da yerleşecek, kalıcılaşacak ve İsrail için de yeni kapılar açılacaktı.

İşte size plan.

Planları bu kadar olanlar, elbette efendileri tarafından feci kandırılmış, aklı havada, gözü cebinde ve uçkurunda olan tetikçilerdir. Öyle idi de.

Ama TC ordusu, en son adına “Barış Pınarı” dedikleri yeni işgal hareketi ile, 9 günde, 5-6 km gidebildiler. Yani, Şam o kadar da yakın değil demektir.

Bugün, TC devleti, iki güç, iki cephe arasında sıkışmış demektir.

Birincisi, ABD’dir. İkincisi ise Rusya.

ABD, TC devletinin bağlı olduğu merkezdir. Türkiye, ABD’nin eyaletlerinden biri durumundadır, tek farkla ki, Suriye savaşı sonrasında, Rusya ile girmek zorunda kaldığı “zorunlu sevgi bağları”, onu, Türkiye’yi biraz ABD eyaleti olmaktan uzaklaştırdı, ama hâlâ ABD’nin sömürgesidir. TC devleti, tüm siyasal mekanizmaları (askerî, hukukî, siyasal partileri, cumhurbaşkanlığı sarayı vb.) ile ABD’ye bağlıdır.

Ama Suriye savaşı, durumu değiştirmiştir.

Normalde bir ABD müttefiki olan TC devleti, NATO mekanizmaları içinde sorunsuz ABD adına çalışmakta idi. Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin, İsrail ile birlikte eş-başkanıdır. Suriye savaşı başladığında, ABD kadar hevesli Türkiye, bir tetikçi olarak devreye girdi. Suriye ile “o kadar iyi ilişkileri vardı ki, birlikte bakanlar kurulu toplantıları yapıyorlardı” diye tanımlanan dönemde dahi TC devleti, ABD adına çalışmakta idi. Ve tetikçi olarak hevesle girdikleri savaş, onlara göre çocuk oyuncağı idi.

TC devleti, IŞİD denilen örgütün kurulmasında, ABD adına oldukça açık, önemli roller aldı. Ve elinden gelenden fazlasını yaptı. Kimyasal silâhlar da dahil, pek çok katliama imza attılar. Ama öyle anlaşılıyor ki, efendileri ABD, IŞİD’e daha fazla “hakim” idi ve öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin işlediği tüm suçların kanıtları, hem IŞİD’de, hem ABD’de, hem de daha başkalarında da var.

Rusya’nın Suriye’ye, BM kararlarını arkasına alarak, Suriye’nin daveti ile girmesi sonrasında, sahada durum değişmeye başladı.

ABD’nin ne istediği daha açık idi. Ama Türkiye’nin ne istediği üzerinde durmaya değer. Türkiye, IŞİD eli ile, Kürtler başta olmak üzere “tehlike” olabilecek herkesi katletmeyi hedefliyordu ve bu hedef hâlâ, durum çok değişmiş olsa da geçerlidir.

TC devletinin bu isteği, gerçekte Müslüman Kardeşler istekleri iken, TC devleti içindeki Ergenekoncular, bu yolla Türkiye’nin büyüyeceği, bu yolla Kürtlerden kurtulacağı hayali ile, buna evet demekten çekinmediler. Böylece, aslında Davutoğlu’nun politikası denilen şey, gerçekte, tüm devletin, tüm çetelerin ortak programı olmuştu.

Suriye sahasına Rusya’nın girmesi, ardından Rus uçağının 2015’te düşürülmesi ile, Türkiye, Rusya ile “zorunlu sevgi” ilişkisine girmek zorunda kaldı. Uçağı düşürme emrini ben verdim, diye nutuk atanlar, birkaç ay sonra Rusya önünde diz çöktüler ve yeni bir ilişki hâli başladı.

Bu yeni ilişkinin ayırt edici özelliği, ABD’nin gücünün Rusya’ya sökmemesi ve Türkiye’nin kendini “yalnız bırakılmış” hissetmesi ile tarif edilmeye başlandı. Ama bu yeni dönemin Suriye dahil, tüm dış politikası, Rusya ile ABD arasında yalpalama olmaya başlamıştır.

TC devletinin kendi dış politikasını tarif ederken, “sıfır problemli komşuluk ilişkileri”nden “anlamlı yalnızlığa” terfi etmeleri ne kadar anlamlı bir durumdur, değil mi? Takdir edecek bir “devlet baba” olsa idi, Ergenekoncusuna, Davutoğlu’na, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne tümden aferin derdi.

Ama dış politikanın neyle tarif edileceği o kadar karışmıştır ki, bu tarifle yetinmediler. Üstüne, “büyük güçleri kullanmak” stratejisini devreye soktuklarını ifade ettiler. Demek oluyor ki, Türkiye, iki güç, Rusya ve ABD arasındaki çelişkileri ustalıkla kullanıyor.

İşte onların tarifi budur.

Ama aslında, TC devleti tüm dış politikası ile, iki güç arasında yalpalamaktadır.

Bu yalpalamaya dans diyebilse idi, bir anlamı olabilirdi. Çünkü ne kadar kötü olursa olsun, bir dansın, kendine has estetiği vardır. Yani nihayetinde kabul edilebilirdir. En fazla kötü dans olarak nitelenebilirdi.

Oysa bu bir dans değil.

Bu yalpalama, daha çok, kukla oyununa benziyor.

İpleri elinde tutan ABD ve Rusya’dır ve kuklanın neler yapacağı da önceden bellidir. Erdoğan ve Saray Rejimi, tetikçi olarak başladıkları Suriye savaşının diplomatik alanında şimdi kukla olarak rol almaktadırlar. Sahada tetikçi, masada kukla, hepsi budur.

İşte son aylarda ortaya çıkan olaylara bu gözle bakmak gerekir.

Mesela Erdoğan’ın son ziyaretine bakalım. Ya da mesela Türkiye ile ABD ya da Türkiye ile Rusya anlaşmalarına bakalım. Ya da S-400 meselesine.

Erdoğan, kendisine yol açan ABD emri ile, başkomutan olma hevesleri içinde yanıp tutuşurken, iç politikada birkaç puan toplamak için, Suriye sahasına bir kere daha daldı. İşgalci olarak.

İşgalci ama, kendi iradesinden çok ABD iradesi açısından işgalci. Tetikçi politikasının devamıdır bu. İşgal planının, son saldırının nedenini, amacını ABD biliyor, ama TC devletinin ne olacağından ancak bir tetikçi kadar bilgisi vardır.

ABD, açıkça, Türkiye sınırındaki sahadan Kürtlerin çıkarılmasını, bu sahanın ise TC devleti tarafından tutulmasını istiyordu. Bu yolla, ABD, kendisi ile hareket edecek Kürtlerle, doğu ve güney petrol alanlarına kayacaktı. Bu elbette, Kürtleri yem etmek demekti ve bunu açıkça Trump söyledi. ABD bu yolla, TC devletini kullanarak, Suriye’de daha büyük bir alanı denetim altında tutacaktı, ve yenildiği Suriye savaşında Rusya ile masaya oturduklarında elini güçlendirmiş olacaktı. Şimdi bu plan biliniyor. Peki TC devletinin planı ne idi? Onlara göre plan, sınırdan PYD’yi uzaklaştırmaktı. Diyelim ki 30 km içeri girdin, PYD de 30 km geri çekildi, şimdi yine PYD ile sınır komşusu olmadın mı? Yani, eğer sınır güvenliği sorun ise, bunu neden 30 km yukarıda korumuyorsun da, 30 km aşağıda koruyacaksın? İşte size TC devletinin tuhaf politikası. Ama TC devleti, esas olarak içe oynamaktadır. Hem Kürtleri katletmek denildi mi, TC devletinin “evet” demeyeceği hiçbir an olamaz. Kürt katletme şansını kendilerine veren ABD’ye müteşekkir olarak sahaya daldılar.

Daldılar, ama PYD, hızla Suriye ordusu ile, 5 maddelik anlaşma devreye soktu ve Suriye ordusu bayrakları çekilmeye başlandı. Kürtler ile Suriye ordusu arasındaki anlaşma, içeriği ne olursa olsun, ABD için kayıp demektir ve ABD, Erdoğan’a, dur emrini verdi.

Yürü emri, saldırı emri konusunda çok hevesli olan tetikçi Türkiye’nin, dur emrini hemen yerine getirmesi o kadar hızla olmuyordu. İşte bu nedenle, ABD, tehditleri masaya koyarak, Türkiye-ABD anlaşması ile, saldırının durması için yolu açtı.

Kanımızca, saldırı, Putin ile görüşmeden sonra durdu. Barış Pınarı harekâtı anlamında saldırı, Soçi mutabakatı ile durmuş oldu. Ama Türkiye, ABD ile anlaşmayı deklare ederek, Suriye devleti ile yakınlaşmaya başlamış olan PYD’ye dur demeyi seçti. Böylece Mazlum Kobani ismi öne çıkartılarak, Trump tarafından Kürtlere “sevgi” sözleri sıralanmaya başlandı. Böylece de, PYD-Suriye devleti arasındaki 5 maddelik anlaşma, sahada etkisiz hâle gelmeye başladı. Böylece ABD, anlaşma ile, Türkiye’ye verdiği görevi sonlandırdı. 9-10 günde 5-8 km yol almış olan TC ordusu, bu durdurma karşısında beş dakika mola verdi. Ama ABD, PYD ile Suriye yakınlaşmasını durdurmuş oldu.

TC, hem işgalcidir, hem katliamcıdır. Ama tüm bunların yanında tetikçidir de. ABD ne diyorsa yapmak, Saray Rejimi’nin ömrünü bir gün dahi uzatmak için önemli görünmektedir.

İşte onların ABD’yi kullanmak ya da Rusya’yı kullanmak dedikleri budur.

Ardından, Erdoğan, hızla Rusya’ya gitti. Rusya’da bir mutabakat ile, “mola verilmiş olan” harekât sonlandırılmış oldu. Rusya ve Türkiye mutabakatında açıkça TC devleti, PYD’yi tanımış olmaktaydı.

Bu arada ise, Trump’ın şaşkınlık yaratan mektupları, Saray Rejimi’ne tam bir tetikçi muamelesi yapıldığını da gösteriyordu.

Erdoğan’ın mal varlığı masaya getirilmişti.

Dahası, acaba, Bağdadi’nin dahi elinde olan Türkiye ile ilgili savaş suçları kanıtları masaya konmuş mudur?

ABD, IŞİD’in sorumluluğunu Türkiye’ye devretmiştir ve TC devleti bunu açıkça kabul etmiştir. Tüm savaş suçlarını ABD, Türkiye’ye yıkma hazırlığındadır.

Ve tüm bunlarla birlikte Erdoğan ve ekibi, Saray erkanı, birlikte ABD’ye gittiler. Evlere şenlik bir “show” hazırlanmış. İşte tam bir kukla oyununu hatırlatıyor. Mesela Erdoğan’ın ağzından çıkan her söz, zamanlaması ile hazırlanmış ve yetmemiş, Hilal Kaplan da bu kukla gösterisinde kukla olarak rol almış.

ABD’deki görüşmenin, Suriye savaşı açısından bir önemi var mı?

Türkiye, daha ileri gidebilecek ve yeni Suriye toprakları işgal edebilecek durumda değil. Bu durumda ABD, Kürtlerin kendine bağlı gruplarını, kendilerini “koruyacaklarına” ikna etmeye yönelecektir, hatta yönelmiştir. Böylece ABD, Kürtlerle bu son aldatma kazasının yaralarını sarmaya çalışacaktır. Bunu başarırsa, Suriye devletini zorlamaya devam etme şansını elinde tutacak, bu bir. Petrol sahalarına asker kaydırdı, bu iki. Ve yeni bir kaos planı ile, bölgeyi karıştıracak olanaklar elinde, bu da üç.

ABD ziyaretinde Erdoğan, açık ve net olarak, PYD meselesine rağmen, TC’nin ABD politikalarına her açıdan bağlı kalacağını ilan etmiştir.

Şimdi, bu yeni kaos planının ne olacağı sorulmalıdır.

İran olduğunu düşünmek gerekir.

Bu noktada, Kürt yoldaşlarımızın, hem Barış Pınarı, hem de Pençe harekâtının, her ikisinin de aynı amaca hizmet etmek üzere, ABD-TC ortak yapımı olduğunu akıllarında tutması önemlidir.

TC devleti, hem Rusya’yı, hem ABD’yi kullanarak bir iş yapmıyor. Hayır. Tersine her ikisi tarafından “kukla olarak oynatılıyor.” Doğrusu budur.

TC devleti, bu kaos planı için, yeni direktifler almıştır. Bu kesin.

Yoksa Erdoğan ziyaretinin Suriye ile başka bir ilgisi yoktur.

Esas olarak, Erdoğan’dan, S-400’lerin rafa kaldırılması, Rusya ile ilişkilerin artık sürdürülmemesi istenmiştir. Bunu herkes biliyor. Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan, masada duran “mal varlığı” araştırması olmamış olsa idi dahi, hiç tereddütsüz bu istekleri kabul etmeye gitmiştir.

Öyle anlaşılıyor, artık S-400’ler, bir ambarda çürütülmeye bırakılacaktır. TC devleti, bu konuda bir karar vermiş de değil, en baştan beri akıllarındaki zaten bu idi. ABD’ye biat etmek, ABD emrinde olmak, her zaman yaptıkları şeydir.

S-400 meselesi, bu yolla çözüleceğe benzemektedir. Trump’la görüşmesinde çağrılıp da Erdoğan’a ne kadar ciddi olduklarını gösteren senatörlerin, görüşmenin hemen ardından kongrenin gündemindeki maddeleri dondurmaları, aslında istediklerini aldıklarını göstermektedir. Yani, ABD, S-400’ler için bir çözüme ulaşmış demektir.

ABD, istediklerini almıştır.

Basın toplantıları vb. tümü, ama tümü, “sadece dost gazeteciler soru sorsun” gibi uyarılar eşliğinde, tümü ile, Saray’ın Türkiye’deki iç politikadaki imajı içindir. ABD, açıkça Erdoğan’ın birkaç puan toplaması için uğraşmaktadır.

Erdoğan’ın mal varlığının belki bir bölümünü Trump’a vermiş olması mümkündür. Bunu bilmiyoruz. ABD basını, her ikisi arasında “damatlar” üzerinden kurulan ilişkiler olduğunu söylemektedir. Bunu açıkça dile getirmeleri, böylesi bir kokunun alındığının işareti olabilir.

Şimdi, acaba, Erdoğan, bu kadar kendini korkutan “mal varlığı”nı, garanti altına almış olabilir mi? Acaba, Erdoğan’ın mal varlığı, şimdi garantide midir?

TC devletinin ABD ve Rusya’yı kullanmak dediği şey işte böylesi bir şeydir. Kukla, kendini aktör sanmaya başlamış, ne yaparsın. Kaldı ki, aktör olsan ne yazar, senaryoyu başkası yazıyor. İşte sorun budur.

Yanlış anlaşılmasın, ne tetikçi dediğimizde, ne de “kukla” dediğimizde, aslında TC devletinin işlenen suçlarda, kimyasal silâhlarda, katliamlarda rolünü küçümsemiyoruz. Hayır. Durum budur ve bu durum, TC devletinin suçlarını ortadan kaldırmaz, tersine, bu suçların sistematik olduğunu, öyle olacağını gösterir.

TC devleti, bugünlerde, ABD ve Rusya arasındaki çelişkileri kullanma siyasetinin, bizim deyişimizle kukla rolünün sonuna gelmektedir.

Aynı hızla, ABD, bölgedeki kaosu büyütme planlarını devreye sokacaktır.

TC devleti, bu kaosun en büyük destekçisi olacak ve buna uygun roller üstlenecektir.

TC devleti, bir tetikçi olarak, sadece ABD emirlerini uygulamıyor, aynı zamanda, işgal ve fetih hevesleri ile, her şeyi karıştırma, kaos yaratma, katliamlar organize etme peşine düşüyor. ABD bunu biliyor ve zaman zaman sadece “kapıyı aralaması” yeterli oluyor. “Biz, çekiliyoruz, Türkiye Barış Pınarı harekâtı yapacak” demek gibi. Bu açıklamanın kendisi, ne yapılması gerektiğini gösteren bir kapı aralamadır.

Şöyle düşünelim: Türkiye, neden Suriye ile ilişki kurmuyor? Madem Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinden nutuklar atıyor, neden kalkıp, dün için özür dileyip, yeni bir politika ortaya koymuyor? Acaba neden TC devleti, dün ÖSO diye bir ordu kuruyordu? Öncesinde IŞİD, sonrasında ÖSO, sonrasında Tahrir, şimdi ise Milli Suriye Ordusu. TC devleti, acaba neden böyle bir ordu kuruyor? Bu ordu, acaba kime karşıdır, Esad güçlerine ve Kürtlere karşı mı? TC devleti, dilinin altındaki işgal planlarını göstermeye başlamıştır. Herkes ama herkes emin olabilir ki, TC devletinin bu hevesleri, kesinlikle efendisinin, ABD’nin desteklediği heveslerdir.

ABD’nin kaos planları, elbette TC devletinin roller üstleneceği planlardır. Bunda kimsenin şüphesi olmasın.

ABD, bu kaosun planlayıcısıdır. Kim, ABD’ye güvenerek iş yapma yolunu seçerse, hep birlikte defalarca gördüğümüz, dünya tarihinin defalarca kanıtladığı gibi, ABD’nin kuklası olmak zorunda kalacaktır. TC devletinin bugünkü pozisyonu budur.

Ortada, büyük güçlerin çelişkilerini kullanma siyaseti diye bir siyaset yoktur. Ortada, ABD planlarına uyum sürecinde zorlanma vardır. Rusya’nın sahaya girmesi sonrasında değişen durum vardır. TC devleti, ABD hattına asla ihanet etmemiştir. Erdoğan’ın bazı gösterileri, Saddam’ın Kuveyt işgali gibi hamlelerini andırmaktadır, hepsi budur. Andırmadan ileri de gitmiyor. Saray Rejimi, sadece ABD ve NATO’ya bağlı değildir, bizzat onların kontrolü ile organize edilmiştir. Erdoğan, İsrail-ABD politikalarının savunucusudur. ABD ile tüm çelişkiler, ABD’nin Ortadoğu planları için tetikçi olarak görev yapan TC devletinin, konumundan kaynaklı sorunlara dayanıyor. TC devleti, ABD’den “istisnasız” koruma istiyor, daha çok destek istiyor vb.

Hiçbir zaman bir kukla, kendine has bir irade ortaya koyamaz. Saray Rejimi, NATO bağları, ABD sömürgesi olma durumu devam ettiği sürece, kendine has bir iradesi de olamaz.

Ya sosyalizm ya ölüm

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Mademki hâlâ sınıflar var; kadınların yaşadığı her şey; çifte emek sömürüsü, taciz, tecavüz, aşağılanma ve bunlara karşı kadınların yarattığı her şey de; kadın mücadelesi, geliştirilen sloganlar, kurulan örgütlenmeler; sınıfların ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlardaki savaşımı içinde şekilleniyor.

Bu savaşımın dışında kalan hiçbir alan, hiçbir konu yoktur. Bu nedenle, kadın mücadelesi sınıf mücadelesinin bir parçası olarak, hedefine tüm aygıtlarıyla bu sistemi ve egemen sınıfı koymalıdır.

Kapitalist-emperyalizmin tüm dünyada işçi ve emekçilere, kadınlara, öğrencilere ve hatta yeryüzündeki ve yeraltındaki tüm canlılığa ölümden veya yaşayan ölüler olmaktan başka vaat ettiği bir şey yoktur. Sermaye sınıfı, onların devleti, onların hukuku, polisi, ailesi, erkekliği; kendi egemenliğini sürdürmek için yapması gerekeni yapmaktadır. Soma’dan 10 Ekim’e, Sur-Cizre’den Suruç’a, Emine Bulut’a, Şule Çet’e, Rabia Naz’a, Ensar yurtlarında tecavüze uğrayan çocuklara, göz diktiği derelerden, nehirlerden Kazdağları’na, Hasankeyf’e; bize ve tüm canlılığa sistematik olarak tüm aygıtlarıyla saldırmaktadır. Bu saldırılara karşı Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya, Asya’ya bu dünyanın lanetlilerinin, isyanları, başkaldırışları, kurtuluş arayışları büyüyerek sürmektedir. Bu nedenle sosyalizm, yaşamını sürdürmek için başka bir sınıfı ezmeye ihtiyaç duymayan yegâne sınıfın; işçi sınıfının önünde, insanlığın önünde, özgürce yaşamak için tek seçenektir.

Bugüne kadar devlete geri adım attıran ne var ise mücadele ile olmuştur. Fakat görünen odur ki siyasal, ekonomik ve örgütsel bir kriz içinde olan kapitalizmde bu kazanımların kalıcı olması mümkün değildir. Yönetebilmek adına her gün sömürü, baskı ve şiddeti arttırmak zorundadırlar. Amacımız sadece onların yasaları tarafından korunmak değil, “hayatta kalmak” da değil; emekçi kadınların özne olduğu, yaşamın her alanında diğer üretenlerle beraber kararlarını hayata geçirdiği ve hayatını kendi ellerine aldığı bir yaşamla ilgiliyiz.

Bu yaşamı kurmak için kadınların örgütlenmesi elzemdir. Devrimci örgütlerde, sendikalarda, kitle örgütlerinde kadınlar örgütlenmeli ve özne olmalıdır.

Özgürlüğü için mücadele eden kadınların doğrudan eyleme geçmesi gerekir. 8 Mart’larda, 25 Kasım’larda sokakları dolduran kadınlar olarak, yaşamın her alanında üreten kadınlar olarak, tacizcilerin, tecavüzcülerin, kadınları ölümle tehdit edenlerin karşısında birlikte durmalıyız.

Bununla beraber, eylemlere yönelik yürüyen tartışmalar, kadınların özgürleşmesini isteyenlerin tartışmasıdır. Karşı cephenin; yani devletin, kadın düşmanlarının, bu tartışmaları kullanarak kadın mücadelesine saldırmalarına izin verilmemelidir.

Mücadeleye katkı sunabilecek tartışmalar ise, bu yolda hareket etmekle, emek vermekle anlamlı hâle gelecektir. Özgür bir yaşam isteyen herkesi, Rosa’nın “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganıyla, Nâzım’ın “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz/ Ya dünyamıza inecek ölüm” dizeleriyle, Fidel’in “Ya sosyalizm ya ölüm” iradesiyle, örgütlü mücadeleye çağırıyoruz.

Nehir Akar

“Kızıl’ı mor’a boyamak” mı? Hayır, teşekkürler!

Bu yıl ‘25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü’ gösterilerine iki olay damgasını vurdu. İlki, bir grup sosyalistin üzerinde “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” yazılı dövizlerle İstanbul’da gösterilerin yapıldığı alana girmesi; ikincisi ise, polisin gösterinin sonlandırılması için göstericilere saldırması…

İlginçtir, olaylardan ilki, sosyal medyada daha fazla tepki konusu oldu, daha fazla tartışma konusu edildi. Feminist cenahtan yükselen itirazlara göre, feministlerin “uhdesinde”ki(?) bir yürüyüşe “alâkâsız” bir sloganla “eril” ve “dışarıdan” bir müdahalede bulunmuştu Kaldıraç’çılar…

Feministlerin sesini bastırmaya, meydana “kızıl” rengin damgasını vurmaya kalkışmışlardı. Oysa “25 Kasım (tıpkı 8 Mart gibi) feministlerin damgasını taşıması gereken bir gündü”, “Alana mor renk hâkim olmalı” ve “Sadece feminist grupların benimsediği, uygun gördüğü sloganlar atılmalı”ydı! Bunun dışındaki her türlü girişim, erkeklerin kadınların sesini bastırma çabasından ibaretti…

Hemen her 25 Kasım ve 8 Mart’ta tekrar edilegelen bu savlar, sosyalist saflarda da -sanırım feminist iddialar bu saflarda artık bir “işba” hâli yarattığı için- bir tepkiyi tetikledi. Tartışma -sosyal medya üzerinden- uzayıp gidiyor…

Sosyal medya, verimli bir tartışma ortamı değil. 140 harf kullanarak “tribünlere oynama”, “taşı gediğine oturtma” ve izleyicilerden azami “beğeni” ve “mention” alma mantığına dayanan hiçbir tartışma, kanımca verimli olmaz. Ve ne yazık ki, görebildiğim kadarıyla muhalif çevrelerin büyük bölümü indinde tek geçerli “tartışma aracı” da bu.

“Dinozor” damgası yemeye alışkınım nasıl olsa. Bu tartışmaya bu nedenle “twitter”dan değil de, matbaadan çıkmış dergi sayfalarından katılmayı yeğliyorum.

Feminist argümanları birkaç açıdan zaaflı buluyorum.

İlki 25 Kasım’ı (ve 8 Mart’ı) “temellük etme” gayretkeşliği.

8 Mart’ın 1910’da Clara Zetkin’in önerisiyle İkinci Enternasyonal’e bağlı ‘Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kabul edildiğini; ilk yıllarda farklı günlerde kutlanmakla birlikte, 1917 8 Martı’nda Rusya’nın kadın emekçilerinin Şubat Devrimi’ni başlatan ayaklanmasının ardından, 8 Mart tarihine sabitlendiğini duymayan, bilmeyen kalmadı. Sonradan BM tarafından “emekçi” sözcüğü çıkartılarak “Uluslararası Kadınlar Günü”ne dönüştürülse de, 8 Mart’ın tarihi, kızıldır.

Gelelim 25 Kasım’a. Bu günün BM tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesinin gerisinde yatan olay, Dominik’te diktatör Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin Trujillo’nun özel servis elemanları tarafından dövülerek öldürülmesidir. Dikkat; Mirabel kardeşler, kocaları, babaları ya da herhangi bir “erkek” tarafından değil, ABD uşağı Trujillo rejimi tarafından, diktatörlüğe karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri için katledilmişlerdi… Daha da çarpıcısı, ve kız kardeşlerden en büyüğü Minerva, Fidel Castro’ya olan hayranlığını gizlemeyen bir komünist sempatizandı. Hani şu “Ya Sosyalizm ya Ölüm!” sloganını ilişkinsiz, kaba ve “erkeksi” bulduğunuz Fidel Castro’ya…

Şu hâlde, bu iki günü feministlere mal etme girişimindeki manipülasyon ne olursa olsun, her ikisinde de devrimcilerin, sosyalistlerin emeği ve hakkı ağırlıklıdır.

İkinci zaaf ise, işi salt “temellük” çabasında bırakmayıp, bu günler üzerinde “inhisar kurma” girişimleridir.

Oysa protestolar hiç kimsenin tekelinde olmayan “kamusal alanlar”da gerçekleştirilir. Belirli bir konuyu sorun edinen herkes insanları gösteriye çağırabilir; ancak çağrı konuyu sorun edinen herkesedir. Protesto gösterisi “özel mülkiyet” olarak değerlendirilebilecek bir alanda (örneğin çağrıcının evinin bahçesinde!) gerçekleşmediği sürece, çağrıcı katılımcıların soruna hangi açıdan yaklaştıkları, hangi talep ve gerekçelerle protestoya katıldıkları, protesto boyunca nasıl davranmaları, hangi sloganları atıp hangilerini atmamaları, hangi renklerde giyinmeleri… vb.ni dikte etme hakkına sahip değildir.

Protesto edilen görüngüyle sorunu olan herkes, organizasyon komitesinin güvenlik önlemlerini ihlâl etmemek koşuluyla gösteriye katılma, kendi gerekçelerini slogan ya da pankart ve dövizlerle ifade etme hakkına sahiptir. En fazla, görüşlerinizle bağdaşmadığınızı düşündüğünüz kişi ya da grupların sizin kortejinize katılmasını sağlayabilirsiniz. Aksi tutum, feministlerin hoşlanmadıklarını sıkça ifade ettikleri ve erkeklere mal etmekten hoşlandıkları “dayatmacılık”tır…

Bu açıdan bence örnek alınması gereken tutum, 1 Mayıs organizasyonlarıdır: 1970’li yılların acılı deneyimlerinin ardından, 1987’den itibaren yeniden alanlarda toplandığımız 1 Mayıs’lara sömürü düzeniyle sorunu olan herkes, kendi renk ve sözleriyle katılabilmektedir: işçiler, kamu çalışanları, Alevîler, devrimci gruplar, CHP’liler, kadın örgütleri, LGBTİ topluluklar, sanatçılar, anarşistler, antikapitalist Müslümanlar… Sistemle sorunu olan herkes…

Feministlerin bir üçüncü zaaflı tutumu ise, “kadınlığı inhisar altına alışları”ndaki tuhaflıktır. Sanki kadınlar adına konuşmaya yetkili kılınmış tek hareket, kendileridir; kendini başka terimlerle tanımlayan hiç kimse kadınlar için mücadele edemezmiş, etmemeliymiş gibi, kendileri dışındaki herkesi, özellikle de sosyalist kadınları “erkek sözü” söylemekle suçlayan ilginç bir ego şişkinliği…

Oysa feminist eğilim(ler) kadın hareketi içindeki unsurlardan bir tanesi (ya da feminist heterojenlik göz önünde bulundurulduğunda birkaç tanesi)dir sadece. Aslına bakılırsa her siyasal ideolojinin, her felsefi akımın kadınların nasıl yaşamaları gerektiğine dair fikirleri, görüşleri vardır (Ve feminist heterojenliğin en önemli kaynaklarından biri de budur: Liberal feminizm, radikal feminizm, İslâmcı feminizm, sosyalist feminizm, liberter feminizm…).

Soru(n) şu ki, sosyalistler, devrimciler kadın sorunuyla, kadınların kurtuluşu perspektifiyle ilgili olan herkesin kendini “feminist” olarak tanımlamak zorunda olmadığını -feminizme karşı en sert eleştirileri dile getirmelerine rağmen sık sık “feminist” olarak damgalanan- Clara Zetkin’lerden, Alexandra Kollontai’lardan bu yana biliyorlar.

Sosyalistlerin kadın kurtuluşu perspektifi, tarih-ötesi, tahlili üzerinde anlaşmaya varılmamış, muğlak bir “patriyarka” kavramına karşı mücadeleden değil, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisine karşı emek eksenli bir başkaldırıdan geçmektedir. Bu mücadelenin yüz yılı aşkın bir süredir aktif öznesi olan sosyalist kadınların bunu dile getirmek için “erkek yoldaşları”nın delaletine ihtiyacı yoktur.

2 Aralık 2019, İstanbul.

Direniş büyüyecek

Bir sınıf, kendi iradesini nasıl ortaya koyabilir? Sorudur ve yanıtı bilinir: Bir sınıf kendi iradesini, siyasal örgütü ile, siyasal eylemleri ile ortaya koyabilir.

Bugün buna ihtiyaç var.

Bugün, ülkemizde de, dünyada da, direniş gelişiyor, büyüyor. Bu direnişin daha da gelişmesi, daha da büyümesi için eğilimler olduğu da açık. Dünya halkları, işçi ve emekçiler, kapitalist dünyanın insanlık için oluşturduğu tehdidi artık daha açık olarak görebiliyorlar. Bu tehdide, bu kapitalist hoyratlığa, bu kölece yaşam tarzına, bu açlığa, bu sömürüye, bu yağmalamaya, savaşa ve talana karşı mücadele etmenin gereğini kavramaya başlıyor.

Ama bu savaş, tek tek işçiler, tek tek insanlar tarafından organize edilemez.

Karşımızda, burjuva sınıf, yeryüzünde kendisi için yarattığı cenneti, işçi ve emekçilerin cehennemi üzerine kurulu olan cennetlerini kaybetmemek için, milyarlarca insanı yönetebilmek için, yılların deneyimine sahip örgütleri, burjuva devletleri ile durmaktadır. Burjuvazinin, sömürenlerin, egemenlik aracı olarak oluşturdukları örgüt devlettir. Onlar, işçi ve emekçilerin mücadelesinin karşısına, tek tek kapitalistler olarak çıkmıyorlar, devletleri ile, tüm donanımları ile, polis gücü, ordusu, basını, hapishaneleri, yargıçları, silâhları vb. ile çıkıyorlar.

Bu nedenle, tek tek, her işçinin, her insanın verdiği mücadele ne kadar değerli olursa olsun, sonuç vermekten uzaktır.

Biz işçiler, kendi irademizi, kendi siyasal örgütlenmemizle ortaya koyabiliriz.

İşçi sınıfının devrimcileşmesi budur, devrimci partisi içinde, siyasal örgütlüğünü sağlamasıdır.

Burjuva egemenlik, hayatın her alanını kontrol etmek üzerine kuruludur. Ona karşı mücadele de, hayatın her alanından, örgütlü, planlı bir mücadele şeklinde yürürse zafere ulaşır.

Bugün, hem ülkemizde, hem de dünyada, kapitalist sisteme karşı direniş gelişmektedir. Sadece bölgemizde değil, dünyanın her yanında işçiler, emekçiler, sokaklarda direnmektedir. Ülkemizde de tüm baskılara rağmen, tüm hukuksuz uygulamalara, Saray Rejimi’nin tüm saldırganlığına, katliam politikalarına rağmen, direniş gelişiyor, büyüyor.

Saray Rejimi, kan üzerine oturuyor. Gezi Direnişi’nde öldürdükleri gençlerin kanları ellerinden çıkmaz. Katlettikleri Kürtlerin kanları ellerinden çıkmaz. Kan üzerine oturuyorlar ve bu baskı ve şiddet ile ayakta durmaya çalışıyorlar.

Artık, halk için, kitleler için Saray Rejimi’nin ne olduğu açıktır. Her gün açlıkla, işsizlikle boğuşan kitleler, Saray’ın yağma ve rant politikalarının sonuçlarını bizzat günlük hayatlarında görüyorlar. Artık, yağma, rant ve savaş ekonomisinin ne demek olduğu gün be gün daha da açık hâle geliyor.

Artık, mızrak çuvala sığmıyor. Saray medyası, Saray Rejimi’nin pisliklerini örtmeye yetmiyor. Rabia Naz olayını örtemiyorlar, tren kazasında yakınlarını kaybedenleri coplayarak susturmaya çalışıyorlar, Haydarpaşa Garı ihalesini Suriye savaşının “kahramanlık” naraları ile gizlemek istiyorlar. Ama tutmuyor.

Suriye’de işgal politikalarını “kahramanlık” diye sunuyorlar, ama artık, etkili oldukları kitle sürekli azalıyor.

İşsizlik, açlık, yoğunlaşan sömürü, sosyal güvenlikten yoksun çalışma vb. işçi ve emekçiler için hayatı dayanılmaz hâle getirmektedir.

Bu koşullarda direniş fikri, tüm işçi ve emekçilerin aklına düşmüştür, düşmektedir. Her gün, onlarca, yüzlerce yerde işçi ve emekçiler eylemdedir. Burjuva basını bunu gizlemek için, direnişleri karanlığa bırakmak için elinden geleni yapıyor, yapacak. Ama işçi ve emekçi eylemleri, Saray Rejimi’ne karşı protestolar sürekli gelişiyor, büyüyor.

Şimdi, bu direnişi daha da büyük çaplı bir direniş olarak örgütlemenin zamanıdır.

İşte bu nedenle Genel Grev diyoruz.

İşçi sınıfı kendi iradesini, kendi gücünü açıkça ortaya koymalıdır. Bunun temeli vardır.

Tüm sendikalar, tüm işçi örgütleri, tüm direniş güçleri, bu genel grevi örgütlemenin olanaklarına bakmalıdır.

İşçi ve emekçilere, sendikalara, tüm direnen güçlere düşen görev, “genel grev” istemini konuşmak değil, hepimize düşen görev, genel grevi, gerçekten örgütlemek üzere harekete geçmektir. Tüm toplum, Saray Rejimi’nden, onun politikalarından, rant-yağma ve savaş ekonomisi politikalarından, katliamlardan, devlet şiddetinden rahatsızdır. Tüm toplum, açlık, işsizlik tehdidi ile karşı karşıyadır. Tüm toplum esir alınmak, susturulmak istenmektedir.

Ve bu saldırganlığa karşı, geniş bir tepki örgütlemek, bunu an be an, gün be gün örgütlemek gereklidir, mümkündür. İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnen herkes, böylesi bir genel direnişin, büyük çaplı bir genel grevin nasıl örgütleneceği konusunda düşünmelidir.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bunun mümkün olduğunu, mümkün olduğu kadar zorunlu olduğunu da düşünüyoruz.

Elbette, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü zayıftır. Birkaç istisna dışında sendikalar, daha çok sendika mafyasının, devletin denetimi altındadır. Bunu hesaba katmamak yanlış olur. Ama işçi sınıfı üzerinde, sendika mafyasının denetimi gün be gün kaybolmaktadır. İşçiler, Türk-İş’in, Hak-İş’in, özellikle de bazı sendikaların kendilerini nasıl sattığını yakından izlemektedir. Artık, sendika mafyası, eski günlerdeki gibi rahat değildir, olmayacaktır. Eğer sendika mafyasına kalsa, hiçbir işyerinde, hiçbir fabrikada direniş olmayacaktı.

Öte yandan, gelişen ve yerel olarak ortaya çıkan direnişler, karşısında, tüm güçleri ile, ordusu, polisi, yargısı, basını, TOMA’sı vb. ile devleti bulmaktadır. Saray Rejimi, her eylemi bastırmak için saldırgan tutumunu daha da artırmaktadır. Bu durum, bir genel grev örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır.

Direniş büyüyor, büyüyecek.

İşçi sınıfı saflarında bir temizlik yaşanacak, “balta sapları” yolun sonuna gelmektedir.

Ve genel grev, eğer örgütlenebilirse, işçi sınıfının dirilişinin bir adımı olacaktır.

İşçi Gazetesi’nin 177’nci sayısı çıktı

Genel grev, genel direniş çağrısı gazetemizin bu sayısının ana gündemi. “İşçi sınıfı, kendi kaderini kendi ellerine almalıdır artık” diyoruz.

Pervasızca saldırılarla yaşamımızı karartan sömürü-yağma-rant-savaş düzenine hep birlikte ‘artık yeter’ diyebilmeliyiz. Bu mümkündür. Bir hamlede değilse de, inançla, kararlılıkla yürütülecek bir örgütlenme süreciyle bizi hiçe sayanlara esaslı bir ders vermek mümkündür.

Ayırdığımız sayfalara sığmayacak kadar çok sayıda işçi eylemi, grev-direniş var. Dünyadaki gelişmeler daha fazla. Çok sayıda ülkede işçi sınıfı ve halklar sokakta. Büyük eylemler, çatışmalar yaşanıyor. Mümkün olduğunca sayfalarımıza yansıtmaya çalıştık.

Oldukça bilgilendirici iki röportajımız bu sayıda yer alıyor.

Metal işkolunda 130 bin işçiyi kapsayan MESS grup toplu sözleşmesi üzerine Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk.

Diğer röportaj Maltepe Belediyesi işçilerinin 8 gün süren direnişiyle ilgili. Direnişin sona ermesinin ardından işyeri baştemsilcisi Ali Sönmez ile konuştuk.

Asgari Ücret konusu geçen sayımızda detaylı ele alınmıştı. Yürütülen faaliyetlele birlikte bu sayıda kısmen yer alıyor. Bu gündemi dair gelişmeleri gazetemizin facebook.com/iscigazetesi sayfasından takip edebilirsiniz.

Yine bu sayımızda; İşçi hakları, emekçi kadın, doğa, kültür-sanat, okur mektupları ve farklı konuları ele alan makale-köşe yazıları yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

A Salute From Anatolia To Revolters All Over The World

Capitalism hasn’t been wiped off the face of the earth yet. Even though it is unfortunately early to say ‘It is over’, Capitalist-Imperialism has been declining because of the failure of neoliberal politics as well as the deepening of the system’s crisis.

The more this crisis transforms to a bigger uncontrollable and unmanageable one, the more we are witnessing riots all over the world and mass revolts.

A social-politic power, struggle and process is necessary to organize these social explosions.

We need to empower the revolutionary internationalist organization of the world working class, while extending the struggle for revolution.

Salute to revolters who are resisting in Chile, Lebanon, Catalonia, Bolivia, Iraq, İran, Algeria, Sudan, Ecuador, Azerbaijan, Tunisia, France, Portugal and all parts of the world!

Salute to people who are raising the revolts, to revolutionaries and the communists!

Long live the revolutionary internationalist struggle!

Forward to the revolution, either socialism or death!

Anadolu’dan yeryüzünün isyancılarına selam olsun

Kapitalizm yeryüzünden henüz silinemedi. Ve bitti demek için maalesef daha erken.

Ancak neoliberal politikaların iflas etmesi, sistemin içine girdiği krizin derinleşmesiyle kapitalist emperyalizm gittikçe zayıflıyor.

Bu kriz yönetememe krizine dönüştükçe; yeryüzünün her yerinde isyanlarla karşılaşılıyor. Bu isyanları örgütleyecek bir sosyal-politik güç, süreç, mücadele gereklidir.

Devrim mücadelemizi büyütürken; dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist örgütlülüğünü geliştirmeliyiz.

Selam olsun Şili, Lübnan, Katalonya, Bolivya, Irak, İran, Cezayir, Sudan, Ekvador, Azerbaycan, Tunus, Fransa, Portekiz ve yeryüzünün her köşesinde direnenlere!

Selam olsun isyanı büyütenlere, devrimcilere, komünistlere!

Yaşasın devrimci enternasyonalist mücadele!

Devrim için ileri; ya sosyalizm, ya ölüm!

Yaşayan ölüler olmayacağız!

“Güleriz acınacak halimize” mi?

Gülüyor musun haline, halimize? Biz gülmüyoruz. Acıyor musun kendine ve senin bizim gibi emeğiyle çalışarak geçinenlerin haline. Biz acımıyoruz.

Acınacak bir şey yok çünkü, gülünecek de… Sadece kaskatı gerçekler var: Milyonlarca işsiz, gelecekleri çalınan milyonlarca insan. Bir tarafta lüks içinde yaşayan saraylılar, bir tarafta elektrik, su, doğalgaz faturasını nasıl ödeyeceğini kara kara düşünen biz emekçiler. Bir tarafta sırtımızdan geçinen ve bizi yöneten bir avuç asalak, diğer tarafta emeğiyle günü yaratan işçiler-emekçiler… Yani biz.

Biz bu devranı döndüren emekçilere, kendimize neden acıyalım? Hayatı durduracak güce sahip olan milyonlarca emekçinin, örgütlenmek ve kazanmak yerine işçi cinayetlerinde ölmesine, intihar etmesine neden acıyalım?

Borçlarını ödeyemediği için çocuklarını ve eşini öldürerek intihar eden babaya örneğin, acıyor musun? Biz acımıyoruz.

Patronun sırtını doyurmaya verdiği emeğin onda birini kendi kurtuluşu için vermeyen, üretimden gelen gücünü kullanmayan, adeta kurban edilmeyi bekleyen işçi kardeşim; yoksa patronu, ya da onlar adına yöneten, her gün sana, bize küfreden egemenleri; kendinden, çocuklarından daha mı çok seviyorsun?

Seyretmeye, seyrettikçe kirlenmeye, yakınmaya, acımaya, hep kaybetmeye daha ne kadar dayanabilirsin? Yaşayan ölü olmaya, bu yılgınlığa, bu tembelliğe daha ne kadar devam edebilirsin?

Evet, tembellik bu. Günde 12 saat çalışan işçi tembel olur mu? Olur. Kendi geleceği için mücadele etmeye eli varmıyorsa, patron için kaç saat çalıştığının bir önemi yok. O yalnızca ne kadar sömürüldüğünün göstergesidir.

Eğer yok diyorsan, bir şeylerin değişmesini istiyorum diyorsan; artık seyretmeye ve yakınmaya son. Bir adım atmak zorundasın. Gerçekçi ol, durumunu gör, gücünü de gör ve bir adım at.

Biz ne kendimize, ne sınıf kardeşlerimize acımayız. Çünkü işçi sınıfının gücünün ne demek olduğunu biliyoruz. İşçiler- emekçiler beraber harekete geçtiğinde, şalterleri indirip üretimi durdurduğunda, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinde patronların “devrim oluyor” diye özel uçaklarına atlayıp kaçmalarından biliyoruz. Ankara’nın göbeğinde direniş çadırlarını kuran Tekel işçilerinin deneyiminden biliyoruz. On binlerce metal işçisinin 2015 Mayıs’ında yarattığı ‘metal fırtınadan’ biliyoruz. Hayatın akışını değiştiren, özgürlüğü ciğerlerimize çektiğimiz Gezi direnişinden biliyoruz.

Bizi arada sırada sandık başına toplayıp kaderimizi değiştireceklerini iddia edenler, bizim yerimize nasıl yönetileceğimize karar verenler, nasıl sömürüleceğimize karar verenler, yani devletliler, yani sermaye sınıfının adamları mı siyasetten anlar ancak? Siyaseti onlar mı yapabilir ancak? Hayır. İşçilerin, emekçilerin üretimiyle siyasetin bir ilgisi yokmuş gibi tiyatro oynayan yönetenler aslında çok iyi bilir ki, siyaset sokakta, fabrikada, üretim başında yapılır esas. Kendileri bunu iyi bilir ve bizim de öğrenmemizden çok korkarlar.

Çok iyi bilirler ki, biz genel greve çıktığımızda, üretimi durdurduğumuzda, onların o süslü laflarının, o kürsülerinin, o meclis salonlarının, o saraylarının, savaş naralarının, böbürlenmelerinin esamesi okunmaz. Ne zamları kalır, ne yasakları… Çaresiz kalırlar, koltuklarından olurlar.

Biz üretmezsek, biz yaratmazsak onların devranı dönmez. Ama biz örgütlendiğimizde, mücadele ettiğimizde, patronlar için çalıştığımız kadar kendi kurtuluşumuz için de çalıştığımızda, geleceğimizi kazanırız. Özgürlüğü kazanırız. Ağız dolusu gülmeyi, ve çocuklarımızın başını kaygılanmadan okşayabilmeyi kazanırız. Onurumuzu kazanırız.

Kazanmak istiyorsan, adım atmanın zamanı. Diğer işçi kardeşlerimizle meydanlarda buluşmanın, beraber yapacaklarımızı konuşmanın, harekete geçmenin zamanı. 8 Aralık’ta “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitingine katılmak, iş arkadaşlarını, komşunu, arkadaşını çağırmak bunun için bir adımdır.

Kendi kendine söylenmek, fısıltıyla konuşmak yerine beraber haykıralım. Ödeyemediğimiz faturanın, çocuğumuza yediremediğimiz yemeğin hesabını soralım. Bu bir adım. Sonrasında da kazanana kadar daha fazla işçi kardeşimizi mücadeleye nasıl katacağımızı konuşalım. Harekete geçelim, kazanmak için gücümüzü kullanalım.

8 Aralık’ta Bakırköy’de “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitinginde buluşuyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

EKMEK, BARIŞ VE ADALET İÇİN GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Ya sosyalizm ya ölüm.

Hayır, kaç kadının öldürüldüğünü anlatmayacağız. Kaç kadının tacize, tecavüze uğradığını söylemeyeceğiz. Hatta kaç kadının sömürüldüğünü de, bunların kapitalizmin yasası gereği olduğunu da, adaletin olmadığını da anlatmayacağız. Devletin ne menem birşey olduğundan da, kadınları korumadığından da korumayacağından da bahsetmeyeceğiz. Bu sayılara, teşhirlere ihtiyacın kalmadığı bir noktada yaşıyorsak eğer biraz bizden söz etmenin zamanıdır.

Dünya isyanda!

Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya ezilenler, bu dünyanın lanetlileri isyanda. Dünyanın her yerinde emekçiler, işçiler, kadınlar, gençler sokakta. Başka seçenekleri olsaydı eğer belki lazerle drone düşürmeye çalışmazlardı, belki sokağa çıkma yasağını marşlar söyleyerek kırmazlardı, hatta belki eylemlerde yüzlerce arkadaşları ölürken bir daha eyleme çıkmaya çekinirlerdi. Başka bir seçenekleri olsaydı eğer…

Ama yok! Bu yeryüzünün hiç bir noktasında itiraz edilmeden yaşanılacak bir toprak parçası mevcut değildir. Peki ya biz? Bizim başka bir seçeceğimiz var mıdır? Mesela siyanürle intihar etmek mi, öldürülmeyi beklemek mi? Mesela işten atılmamak için mobbinge, hakarete, aşağılanmaya yani her şeye boyun eğmek ama yine de geçinememek mi? Mesela tacize uğrayınca susmak mı tecavüzcüyle evlendirilmek mi? Bir ihtimal daha var o da ölmek mi diyelim?

Her şeye rağmen ve her şey ile birlikte direnişi büyütenler de var. Ya sosyalizm ya ölüm diyerek yaşayanlar da var hala. Ve doğrudan söylemek gerekir ki biz yaşamak için buna mecburuz.

Artık yaşanan binlerce kadın cinayetinin sebebini, çocuklara tecavüz eden aklın kökenini, bunları yargılama kisvesi altında kurulan adalet sistemini biliyoruz. Bunları duyan, gören herkes zaman zaman aklından geçiyor neden insanlar çıldırmıyor diye, neden daha fazlasını yapmıyor diye. Öncelikle kendileri cevaplamalıdırlar.

Ama kabul etmek gerekir ki belki bu metin bir çıldırma halidir. Örgütlenmeye çağırdığı insanlara neden yapmıyoruz daha da fazlasını yapalım diye kızma, bağırma halidir hatta sen olmayınca olmuyor işte gel tut bir işin ucundan bitirelim artık yeter deme halidir.

Değişik bir önerimiz yok. Herkesi örgütlenmeye, bu çürümüşlüğe karşı mücadele etmeye, gücünü yanındakinden almaya, başkaldırmaya çağırıyoruz.

Biliyoruz yılların alışkanlıkları var. Evde yapılması gereken bir yemek, temizlik, bakılması gereken bir çocuk var, ‘şanslıysan’ gidilmesi gereken veya ‘şanssızsan’ milyonlarla birlikte aranması gereken bir iş var. Bunlar yoksa eğer devrimci sosyalistler kadın hareketine kaba bakıyor, ya sosyalizm ya ölüm diyerek bunu erteliyorlar dediğin bir yer var. Devrimden bakıyoruz, çünkü kadını sömüren, zincirleyen, erkeği yaratan sistemi biliyoruz. Fakat kadınları özgürleştirecek başka bir öneri varsa eğer gerçekten duymak, bilmek, özgürleşmek isteriz. Biz bu zincirleri seninle beraber yürüyerek kırmak isteriz.

Emine Bulut için, Rabia Naz için, Şule Çet için, Nadira Kadirova için ve direnen işçiler, emekçiler ve kadınlar için ve mücadele etmek için bir gücü görmeyi bekleyenler için çağırıyoruz seni. Tüm sorularınla birlikte ama mücadele etmek dışında bir seçeceğinin olmadığını bilerek. Ya sosyalizm ya sosyalizm diyerek.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...