Ana Sayfa Blog Sayfa 116

İşçi Gazetesi’nin 177’nci sayısı çıktı

Genel grev, genel direniş çağrısı gazetemizin bu sayısının ana gündemi. “İşçi sınıfı, kendi kaderini kendi ellerine almalıdır artık” diyoruz.

Pervasızca saldırılarla yaşamımızı karartan sömürü-yağma-rant-savaş düzenine hep birlikte ‘artık yeter’ diyebilmeliyiz. Bu mümkündür. Bir hamlede değilse de, inançla, kararlılıkla yürütülecek bir örgütlenme süreciyle bizi hiçe sayanlara esaslı bir ders vermek mümkündür.

Ayırdığımız sayfalara sığmayacak kadar çok sayıda işçi eylemi, grev-direniş var. Dünyadaki gelişmeler daha fazla. Çok sayıda ülkede işçi sınıfı ve halklar sokakta. Büyük eylemler, çatışmalar yaşanıyor. Mümkün olduğunca sayfalarımıza yansıtmaya çalıştık.

Oldukça bilgilendirici iki röportajımız bu sayıda yer alıyor.

Metal işkolunda 130 bin işçiyi kapsayan MESS grup toplu sözleşmesi üzerine Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk.

Diğer röportaj Maltepe Belediyesi işçilerinin 8 gün süren direnişiyle ilgili. Direnişin sona ermesinin ardından işyeri baştemsilcisi Ali Sönmez ile konuştuk.

Asgari Ücret konusu geçen sayımızda detaylı ele alınmıştı. Yürütülen faaliyetlele birlikte bu sayıda kısmen yer alıyor. Bu gündemi dair gelişmeleri gazetemizin facebook.com/iscigazetesi sayfasından takip edebilirsiniz.

Yine bu sayımızda; İşçi hakları, emekçi kadın, doğa, kültür-sanat, okur mektupları ve farklı konuları ele alan makale-köşe yazıları yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

A Salute From Anatolia To Revolters All Over The World

Capitalism hasn’t been wiped off the face of the earth yet. Even though it is unfortunately early to say ‘It is over’, Capitalist-Imperialism has been declining because of the failure of neoliberal politics as well as the deepening of the system’s crisis.

The more this crisis transforms to a bigger uncontrollable and unmanageable one, the more we are witnessing riots all over the world and mass revolts.

A social-politic power, struggle and process is necessary to organize these social explosions.

We need to empower the revolutionary internationalist organization of the world working class, while extending the struggle for revolution.

Salute to revolters who are resisting in Chile, Lebanon, Catalonia, Bolivia, Iraq, İran, Algeria, Sudan, Ecuador, Azerbaijan, Tunisia, France, Portugal and all parts of the world!

Salute to people who are raising the revolts, to revolutionaries and the communists!

Long live the revolutionary internationalist struggle!

Forward to the revolution, either socialism or death!

Anadolu’dan yeryüzünün isyancılarına selam olsun

Kapitalizm yeryüzünden henüz silinemedi. Ve bitti demek için maalesef daha erken.

Ancak neoliberal politikaların iflas etmesi, sistemin içine girdiği krizin derinleşmesiyle kapitalist emperyalizm gittikçe zayıflıyor.

Bu kriz yönetememe krizine dönüştükçe; yeryüzünün her yerinde isyanlarla karşılaşılıyor. Bu isyanları örgütleyecek bir sosyal-politik güç, süreç, mücadele gereklidir.

Devrim mücadelemizi büyütürken; dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist örgütlülüğünü geliştirmeliyiz.

Selam olsun Şili, Lübnan, Katalonya, Bolivya, Irak, İran, Cezayir, Sudan, Ekvador, Azerbaycan, Tunus, Fransa, Portekiz ve yeryüzünün her köşesinde direnenlere!

Selam olsun isyanı büyütenlere, devrimcilere, komünistlere!

Yaşasın devrimci enternasyonalist mücadele!

Devrim için ileri; ya sosyalizm, ya ölüm!

Yaşayan ölüler olmayacağız!

“Güleriz acınacak halimize” mi?

Gülüyor musun haline, halimize? Biz gülmüyoruz. Acıyor musun kendine ve senin bizim gibi emeğiyle çalışarak geçinenlerin haline. Biz acımıyoruz.

Acınacak bir şey yok çünkü, gülünecek de… Sadece kaskatı gerçekler var: Milyonlarca işsiz, gelecekleri çalınan milyonlarca insan. Bir tarafta lüks içinde yaşayan saraylılar, bir tarafta elektrik, su, doğalgaz faturasını nasıl ödeyeceğini kara kara düşünen biz emekçiler. Bir tarafta sırtımızdan geçinen ve bizi yöneten bir avuç asalak, diğer tarafta emeğiyle günü yaratan işçiler-emekçiler… Yani biz.

Biz bu devranı döndüren emekçilere, kendimize neden acıyalım? Hayatı durduracak güce sahip olan milyonlarca emekçinin, örgütlenmek ve kazanmak yerine işçi cinayetlerinde ölmesine, intihar etmesine neden acıyalım?

Borçlarını ödeyemediği için çocuklarını ve eşini öldürerek intihar eden babaya örneğin, acıyor musun? Biz acımıyoruz.

Patronun sırtını doyurmaya verdiği emeğin onda birini kendi kurtuluşu için vermeyen, üretimden gelen gücünü kullanmayan, adeta kurban edilmeyi bekleyen işçi kardeşim; yoksa patronu, ya da onlar adına yöneten, her gün sana, bize küfreden egemenleri; kendinden, çocuklarından daha mı çok seviyorsun?

Seyretmeye, seyrettikçe kirlenmeye, yakınmaya, acımaya, hep kaybetmeye daha ne kadar dayanabilirsin? Yaşayan ölü olmaya, bu yılgınlığa, bu tembelliğe daha ne kadar devam edebilirsin?

Evet, tembellik bu. Günde 12 saat çalışan işçi tembel olur mu? Olur. Kendi geleceği için mücadele etmeye eli varmıyorsa, patron için kaç saat çalıştığının bir önemi yok. O yalnızca ne kadar sömürüldüğünün göstergesidir.

Eğer yok diyorsan, bir şeylerin değişmesini istiyorum diyorsan; artık seyretmeye ve yakınmaya son. Bir adım atmak zorundasın. Gerçekçi ol, durumunu gör, gücünü de gör ve bir adım at.

Biz ne kendimize, ne sınıf kardeşlerimize acımayız. Çünkü işçi sınıfının gücünün ne demek olduğunu biliyoruz. İşçiler- emekçiler beraber harekete geçtiğinde, şalterleri indirip üretimi durdurduğunda, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinde patronların “devrim oluyor” diye özel uçaklarına atlayıp kaçmalarından biliyoruz. Ankara’nın göbeğinde direniş çadırlarını kuran Tekel işçilerinin deneyiminden biliyoruz. On binlerce metal işçisinin 2015 Mayıs’ında yarattığı ‘metal fırtınadan’ biliyoruz. Hayatın akışını değiştiren, özgürlüğü ciğerlerimize çektiğimiz Gezi direnişinden biliyoruz.

Bizi arada sırada sandık başına toplayıp kaderimizi değiştireceklerini iddia edenler, bizim yerimize nasıl yönetileceğimize karar verenler, nasıl sömürüleceğimize karar verenler, yani devletliler, yani sermaye sınıfının adamları mı siyasetten anlar ancak? Siyaseti onlar mı yapabilir ancak? Hayır. İşçilerin, emekçilerin üretimiyle siyasetin bir ilgisi yokmuş gibi tiyatro oynayan yönetenler aslında çok iyi bilir ki, siyaset sokakta, fabrikada, üretim başında yapılır esas. Kendileri bunu iyi bilir ve bizim de öğrenmemizden çok korkarlar.

Çok iyi bilirler ki, biz genel greve çıktığımızda, üretimi durdurduğumuzda, onların o süslü laflarının, o kürsülerinin, o meclis salonlarının, o saraylarının, savaş naralarının, böbürlenmelerinin esamesi okunmaz. Ne zamları kalır, ne yasakları… Çaresiz kalırlar, koltuklarından olurlar.

Biz üretmezsek, biz yaratmazsak onların devranı dönmez. Ama biz örgütlendiğimizde, mücadele ettiğimizde, patronlar için çalıştığımız kadar kendi kurtuluşumuz için de çalıştığımızda, geleceğimizi kazanırız. Özgürlüğü kazanırız. Ağız dolusu gülmeyi, ve çocuklarımızın başını kaygılanmadan okşayabilmeyi kazanırız. Onurumuzu kazanırız.

Kazanmak istiyorsan, adım atmanın zamanı. Diğer işçi kardeşlerimizle meydanlarda buluşmanın, beraber yapacaklarımızı konuşmanın, harekete geçmenin zamanı. 8 Aralık’ta “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitingine katılmak, iş arkadaşlarını, komşunu, arkadaşını çağırmak bunun için bir adımdır.

Kendi kendine söylenmek, fısıltıyla konuşmak yerine beraber haykıralım. Ödeyemediğimiz faturanın, çocuğumuza yediremediğimiz yemeğin hesabını soralım. Bu bir adım. Sonrasında da kazanana kadar daha fazla işçi kardeşimizi mücadeleye nasıl katacağımızı konuşalım. Harekete geçelim, kazanmak için gücümüzü kullanalım.

8 Aralık’ta Bakırköy’de “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitinginde buluşuyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

EKMEK, BARIŞ VE ADALET İÇİN GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Ya sosyalizm ya ölüm.

Hayır, kaç kadının öldürüldüğünü anlatmayacağız. Kaç kadının tacize, tecavüze uğradığını söylemeyeceğiz. Hatta kaç kadının sömürüldüğünü de, bunların kapitalizmin yasası gereği olduğunu da, adaletin olmadığını da anlatmayacağız. Devletin ne menem birşey olduğundan da, kadınları korumadığından da korumayacağından da bahsetmeyeceğiz. Bu sayılara, teşhirlere ihtiyacın kalmadığı bir noktada yaşıyorsak eğer biraz bizden söz etmenin zamanıdır.

Dünya isyanda!

Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya ezilenler, bu dünyanın lanetlileri isyanda. Dünyanın her yerinde emekçiler, işçiler, kadınlar, gençler sokakta. Başka seçenekleri olsaydı eğer belki lazerle drone düşürmeye çalışmazlardı, belki sokağa çıkma yasağını marşlar söyleyerek kırmazlardı, hatta belki eylemlerde yüzlerce arkadaşları ölürken bir daha eyleme çıkmaya çekinirlerdi. Başka bir seçenekleri olsaydı eğer…

Ama yok! Bu yeryüzünün hiç bir noktasında itiraz edilmeden yaşanılacak bir toprak parçası mevcut değildir. Peki ya biz? Bizim başka bir seçeceğimiz var mıdır? Mesela siyanürle intihar etmek mi, öldürülmeyi beklemek mi? Mesela işten atılmamak için mobbinge, hakarete, aşağılanmaya yani her şeye boyun eğmek ama yine de geçinememek mi? Mesela tacize uğrayınca susmak mı tecavüzcüyle evlendirilmek mi? Bir ihtimal daha var o da ölmek mi diyelim?

Her şeye rağmen ve her şey ile birlikte direnişi büyütenler de var. Ya sosyalizm ya ölüm diyerek yaşayanlar da var hala. Ve doğrudan söylemek gerekir ki biz yaşamak için buna mecburuz.

Artık yaşanan binlerce kadın cinayetinin sebebini, çocuklara tecavüz eden aklın kökenini, bunları yargılama kisvesi altında kurulan adalet sistemini biliyoruz. Bunları duyan, gören herkes zaman zaman aklından geçiyor neden insanlar çıldırmıyor diye, neden daha fazlasını yapmıyor diye. Öncelikle kendileri cevaplamalıdırlar.

Ama kabul etmek gerekir ki belki bu metin bir çıldırma halidir. Örgütlenmeye çağırdığı insanlara neden yapmıyoruz daha da fazlasını yapalım diye kızma, bağırma halidir hatta sen olmayınca olmuyor işte gel tut bir işin ucundan bitirelim artık yeter deme halidir.

Değişik bir önerimiz yok. Herkesi örgütlenmeye, bu çürümüşlüğe karşı mücadele etmeye, gücünü yanındakinden almaya, başkaldırmaya çağırıyoruz.

Biliyoruz yılların alışkanlıkları var. Evde yapılması gereken bir yemek, temizlik, bakılması gereken bir çocuk var, ‘şanslıysan’ gidilmesi gereken veya ‘şanssızsan’ milyonlarla birlikte aranması gereken bir iş var. Bunlar yoksa eğer devrimci sosyalistler kadın hareketine kaba bakıyor, ya sosyalizm ya ölüm diyerek bunu erteliyorlar dediğin bir yer var. Devrimden bakıyoruz, çünkü kadını sömüren, zincirleyen, erkeği yaratan sistemi biliyoruz. Fakat kadınları özgürleştirecek başka bir öneri varsa eğer gerçekten duymak, bilmek, özgürleşmek isteriz. Biz bu zincirleri seninle beraber yürüyerek kırmak isteriz.

Emine Bulut için, Rabia Naz için, Şule Çet için, Nadira Kadirova için ve direnen işçiler, emekçiler ve kadınlar için ve mücadele etmek için bir gücü görmeyi bekleyenler için çağırıyoruz seni. Tüm sorularınla birlikte ama mücadele etmek dışında bir seçeceğinin olmadığını bilerek. Ya sosyalizm ya sosyalizm diyerek.

Kriz ve işçi sınıfı | Soma işçilerinin yürüyüşünün düşündürdükleri

Soma madeninde resmî rakamlara göre 301 işçi öldü. Biz, bunun bir cinayet olduğunu biliyoruz. İnsan olan herkes, işçi ve emekçileri insan sayan herkes bunun bir cinayet olduğu konusunda bizimle hem fikirdir.

Saray Rejimi, Erdoğan ve çevresi, burjuva devletin tüm karar organları, sermaye, devletin gerçek sahipleri olan tekelci sermaye grupları, elbette bizimle aynı fikirde değildir. Onların hepsi adına Erdoğan, Soma cinayetleri daha taze iken, “işin fıtratında var” diye buyurmuştu. Bu doğru ise, kapitalist olmanın fıtratında devrimle mülkünü kaybetme var, Erdoğan’ın fıtratında ise, belki birçok saldırıya uğrama ihtimali olmalı. Oysa kapitalistler, egemenlikleri sonsuza dek sürsün diye, işçi ve emekçileri bastırmak için her yola başvuruyorlar ve Erdoğan, işin fıtratında var diye olayları akışına bırakmak yerine, 3 bin kişilik koruma ordusu ile dolaşıyor.

Sıra işçilere gelince işin fıtratı devreye giriyor. Camilerde bu yönde hutbeler okutuluyor. Ve nasıl oluyorsa Allah, hep bunların çıkarları için davet ediliyor, hiç işçiler ve emekçiler için bir cuma hutbesi okutulduğunu görmüyoruz.

Demek, Allah’ın kullarının bir bölümü için fıtrat geçerli, bir bölüm “özel yaratılmış” olanlar için ise, en hasından koruma ordusu ve her türlü zevk-ü sefa için zemin hazırlama geçerli.

İşte bu Soma işçileri o ocaklarda ölünce, bir dava açıldı. O ocaklarda gerçekte kaç kişi öldüğünü bile tam olarak bilemiyoruz.

Dava açılınca, maden şirketinin sahibi, doğrudan Erdoğan ailesine bağlı olduğundan ve verilen emirlere uygun iş yaptığından, bilgiler ortalığa yayılmasın diye, uygun bir biçimde en hafif yoldan kurtarıldı.

O dönem başbakan olan Erdoğan, Soma’ya geldiğinde, işçiler, acı ve öfke içinde ne yapacaklarını daha belirlememiş iken, insanların protestoları yükselmeye başlayacakken, Erdoğan ekibinden birisi, devlet görevlisi, işçileri yerlerde tekmeleme görüntüleri veriyordu.

Ve işte o Soma işçilerinin madenleri kapatıldı.

İşçilere tazminatlarının verileceği sözü, bizzat devlet tarafından verildi.

Ve bugün, Ekim ayının başında, bu işçiler, Manisa’dan yola çıkarak Ankara’ya bir yürüyüş gerçekleştirme kararı aldılar. Amaç açık; işçiler tazminatlarını istiyor.

Saray Rejimi için bu, küçük bir ihaledir. Ayrıca maden şirketinin vermesi gereken tazminatlardır bunlar. Ama devlet, Saray, maden şirketine tazminatları ver diyemiyor, çünkü adam ne yaptı ise “reisin emri ile yaptı” modundadır ve bu yönde davranma kararlılığındadır. Bu durumda şirkete bir devlet kaynağından, örtülü ödenekten mi, yoksa Damat’ın bulacağı bir başka kaynaktan mı bilemeyiz, para aktarılması ve bunun da tazminat olarak işçilere ödenmesi gerekir.

İyi ama bunlar işçi.

Yani, fıtratın geçerli olduğu kullar cinsinden bu işçiler. Öyle ise onlar, kadere razı olacaklar. Zaten biz onları aslında sevmeyiz, “yaratandan ötürü” bir şey demiyoruz. Yoksa bu işçilerin hepsinin canına okumak gerekir.

İşçileri Manisa çıkışında durdurun talimatı var.

İşçiler, maden işçileri, Soma işçileri, Manisa çıkışında duruyorlar. Geri dönmüyorlar, çünkü tazminatlarını almış değiller. İleri gidemiyorlar, çünkü jandarma ile çatışacak, barikatları aşacak gücü kendilerinde görmüyorlar. 3500 işçinin tümü, hep birlikte orada değil.

İşte işçi sınıfı ve karşısında yer alan güçler.

Karşı cephe, buna burjuva cephe, devlet cephesi, karşı-devrim cephesi diyebilirsiniz, patronlardan, burjuvalardan, onların da en kodamanlarından ve onların emrindeki Saray, hükümet, yargı, polis gücü, jandarması vb.den oluşuyor. Ellerinde basın var. Haber yaparlarsa her eylem büyür, ama haber yapmazlarsa, her haklı eylem karanlıkta kaybolabilir. Buna özgür basın diyorlar, “özgür”ler çünkü, hiçbir şey yazmak, haber vermek zorunda hissetmiyorlar, ama köleler, çünkü, burjuva paşababalarının atadığı bir memurun karaya ak demesini yazmak zorundalar, asla ve asla onların iradesini aşan bir şey yazamıyorlar.

Trump, Erdoğan’a bir mektup göndermiş. Evlere şenlik bir mektuptur ve hakaret içermektedir. Bu mektubun içeriğini haber yapmak, Trump bunları söyledi demek, Cumhurbaşkanı’na hakaret olarak ele alınıyor. Oysa hakaret ise, onu yapan Trump’tır ve onunla hesaplaşmaları gerekir. Bu durumda bir cinayetin haberini yapan, acaba katil mi olacak? İşte size burjuva basın. İşçiler Manisa çıkışında bekliyor, ama burjuva basın bunu görmüyor. Oysa işçiler sadece tazminatlarını istiyorlar, hepsi budur. Bir akşam Saray’ın ışıkları yanmazsa, “itibardan tasarruf edilse” işler çözülmüş olacak.

Tüm devlet mekanizması, işçilerin karşısındadır.

İşte işçi sınıfının karşısındaki cephe, kutsal ittifak budur.

İşçiler, örgütsüzdür. Sendikaları dahi güçlü değildir. İşçi sınıfının çok büyük bir bölümü sendikasızdır. İşsizlik diz boyudur. Ve bu koşullarda işçiler, genel ve birleşik bir örgütlü mücadele geliştirememektedir.

İşte bu sorun bize, tam da işçi sınıfının cephesini tarif etme görevini vermektedir. İşçi sınıfının cephesi, sosyalist devrim cephesidir. Yani işçiler, üretim araçlarına el koyarak, onları zaten özü gereği oldukları şekle sokup, toplumun mülkiyetine geçirerek sömürü sistemine son verebilirler. İşçiler, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vererek bunu yapabilirler. Fabrikalar işçilerindir, toprak köylünündür, işleyenindir.

İşçi sınıfı, bu devrimin ana gücü, öncüsüdür. Zira onun zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçilerin nasılsa özel mülk edinilmiş üretim araçları yoksa, hiçbir sınıfın da olmaması gerekir. İnsanın insan üzerindeki kulluğunu sonlandırmak, özel mülkiyete son vermekle mümkündür.

Her emekçi, kendi emeği ile hayatını kazanan bu devrimin müttefikidir. Her kadın, her genç bu devrimin savaşçısıdır. Her ezilen, bu kavganın neferi ve işçi sınıfının saflarının doğal üyesidir. Bu devrim, her türlü aşağılanmaya, ayrımcılığa vb. de son verecektir.

Ama işçi sınıfının bunu yapması için, bir devrimci örgüte ihtiyacı vardır.

Burjuvazinin örgütü, devlettir.

İşçi sınıfının örgütü ise devrimci partisidir.

Bu devrimci örgüt, işçiler arasında ne kadar örgütlü ise, işçi sınıfı o kadar devrimcileşmiştir ve önderlik görevini o ölçüde oynayabilir, tüm cephelerde işçilerin direnişini yönetebilir demektir.

İşçi sınıfı devrimci değil ise, Soma’daki gibi işçiler yalnız kalmaya mahkûm olur.

Bugün, ülkeyi baştan ayağa sarmış bir ekonomik kriz var.

Burjuvazi, Saray Rejimi, bu krizin faturasını işçilere yıkmak istiyor.

İşçilerin “bunu kabul etmiyoruz” demesi, eğer laf ile oluyorsa, açıklamalarla gerçekleşiyor ve orada sınırlı kalıyorsa, çok cılız bir tepkidir.

Elektriğe gelen zam, doğalgaza gelen zam, aslında krizi işçilere fatura etmenin yollarından birkaçıdır. Her yol ve araçla işçiler omuzlarında krizin ağır yükünü hissetmektedir.

Damat Bakan, kıdem tazminatlarına göz dikti. Neden? Krizin faturasını ödetmek işte budur. Neden Saray eşrafının mal ve mülküne el koymuyorlar, neden Erdoğan’ın ve ailesinin servetini sahneye sürmüyorlar? Trump, “servetine el koyarım” tehdidinde bulunduğunda, Suriye işgali sürecinde ateşkes ilan edebiliyorlar. Trump’ın bildiği serveti, işçi ve emekçiler neden bilmiyor? Ama krizi çözmek için kıdem tazminatlarına el koyma yollarını arıyorlar.

Her sigortalı işçinin maaşından %3 işsizlik sigortası primi kesiliyor.

İşsiz kalan her 100 kişiden ancak 17’si işsizlik maaşı alabiliyor.

Peki işsizlik fonunda biriken para nerededir? Bakan açıklıyor: Onu kamu bankalarına aktardık, o para ile duble yollar yaptık vb.

Neden kamu bankalarına işçilerin paraları aktarılıyor?

Neden işsizlik fonu için ödenen %3’ler işçilere verilmiyor? Çünkü, işin fıtratında var. Sen işçisin ve sömürülmek, soyulmak, itilip kalkılmak, aşağılanmak, yerde tekmelenmek, binanın asansöründe gebermek, madenin derinliklerinde mezar sahibi olmak senin kaderinde yazılı. İşte bunu söylüyorlar.

Bugün ülkede çalışanların %36’sının sosyal güvencesi yok.

Bugün, işsiz işçi sayısı 15 milyona yaklaşıyor. Resmî rakamlar dahi işsiz sayısını 8 milyon veriyor. Bu rakamlar, gerçeği gizlemek için veriliyor. Devletin istatistik kurumu dahi, yalan makinası olarak çalışıyor.

Enflasyon %10’un altında diyorlar. Oysa her işçi biliyor ki, üzerine %50 zam gelmemiş hiçbir şey yok. İster elektriği alın, ister çocuklarınızın okul malzemelerini, ister benzini alın, ister doğalgaz faturalarını, ister peyniri alın, ister birayı, ister patatesi alın, ister zeytini. Hangi ürünü alırsanız alın, her şeye, bir yıl öncesine göre en az %50 zam gelmiştir. Enflasyon ise %9 olarak açıklanıyor.

İşçi ücretleri, memur ücretleri %4+4 gibi rakamlarla telaffuz ediliyor. En yüksek zamla toplu sözleşme yapabilmiş işçilerin bile ücretleri, geçen yıla göre %30 azalmıştır. İşçilerin maaşlarının 3’te biri ile yarısı arasındaki bir kısmı yok olmuş, buharlaşmıştır. İşsizleri buna eklemelisiniz.

Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, işçilere savaş ve milliyetçilik edebiyatı yapılıyor. Madem karnınız doymuyor, bari aklınızı milliyetçilikle, vatan ve millet masalları ile dolduralım diyorlar. Burjuva medya, savaş naraları atıyor. Ölen askerlerden söz eden yok. Damat bakan, şehadet şerbetini içmekten söz ediyor. Buyursun, kendisini en önde görmek isteriz, cephenin önünde yer alsın.

İşte Soma işçilerinin yürüyüşü, bu nedenle kesilebiliyor.

Soma işçileri, tüm güçleri ile, aileleri ile o yürüyüşte yer almalı, haklarını almak için direnmelidir. Ve bu direniş, giderek tüm topluma yayılmalı, tüm işçilerin desteğini almalıdır.

Sendikalara açık olarak direnişleri engelleme talimatı verilmektedir.

Sendikalar, işçi sendikası olmaya devam edenler, tersine, bir genel grev ile sürece karşılık vermelidir. Böylesi bir genel grev, tüm işçilerin desteğini alacaktır. Sendikalar, eğer işçi sendikası iseler, devrimci hareketten uzak durarak bu mücadeleyi götüremezler. Açık olmak gerekir. İşçilerin bıçak boğazlarına dayanmıştır. Ya işçiler, kendi yollarını çizecek ve sendikaları da aşıp geçecektir ya da sendikalar, eğer işçi sendikası olmaya hâlâ devam ediyorlarsa, işçilere yol gösterecek ve genel grevi örgütleyeceklerdir.

Burada iki sınıfın çarpışması vardır. Bu sınıflardan burjuvazi, devlet şeklinde örgütlüdür ve Saray Rejimi, tüm olanakları ile, işçileri ve tüm toplumu susturmak için mücadele etmektedir. Her eylemin karşısına, tüm güçleri ile dikilmektedirler, basını ile, polisi ile, jandarması ile, yargısı ile, copu ile, TOMA’sı ile işçilerin ve hak arayan herkesin önüne dikilmektedirler. İşçi sınıfı buna karşı, kendi örgütlülüğünü geliştirmek, devrimcileşmek zorundadır.

Genel grev, bugün, birçok sözün anlamlı hâle gelmesini sağlayacak bir yoldur. Krizin faturasını ödememenin etkili yollarından biridir.

Şimdi temizlik zamanı mı? Bağdadi operasyonu

ABD, 26 Ekim 2019’da, Bağdadi’nin öldürüldüğünü ilan etti. Trump, büyük müjdeyi verdi. ABD, Kuzey Irak’taki üslerinden, Reyhanlı’nın yakınındaki bir köyde, Bağdadi’ye karşı operasyon düzenledi.

Trump, açıklamasında, bölgede etkinliği olan güçlere, Rusya, Türkiye, Suriye, Irak ve SDG’ye teşekkür etti. Zaten bölgede başka da bir güç yok. Yani tüm güçlere teşekkür etmiş oldu.

Aradan birkaç gün geçtiğinde, artık operasyon ayrıntıları ortaya çıkmaya başladı. Bu operasyonun istihbaratı ile ilgili değişik versiyonlar var. Ama sonuçta, Bağdadi’nin nerede olduğu bilgisi, yakın çevresinden geliyor ve anlaşılan yerini değiştirme kararı almıştı.

İşin bu yönü üzerine daha çok bilgi gelecek, videolar gösterilecek vb.

Ama biz, daha genel olarak Bağdadi’nin öldürülmesi üzerinde durmak istiyoruz. Bunun anlamı nedir ve neden şimdi?

1- Biz henüz, gerçekten Bağdadi’nin öldürülüp öldürülmediğini bilmiyoruz. Zira Bağdadi, daha önceleri de öldüğü açıklanan bir kişidir.

Bunu anlamak için şunu hatırda tutmak gerekir: IŞİD ve Bağdadi, ABD güçleri içindedir.

Bağdadi ve IŞİD, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar grubunun içindedir ve Bağdadi, burada bir güçtür.

Öyle ise, ABD, kendi adamını imha ettiğini açıklamaktadır.

Kendi adamını imha ettiği için, Rusya, Türkiye, Suriye, Irak ve bölgedeki Kürtlere teşekkür etmektedir.

Bu teşekkürün tek anlamı vardır, Bağdadi’yi, kendinden ABD’den bağımsız bir güç, “ortak tehdit” olarak ilan etmektir. Buna da doğrusu kimse itiraz etmeyecektir. Daha çok, “kendi yarattığı güç olsa da, Bağdadi’nin tasfiyesi işe yarar” diye düşüneceklerdir. Böylece, ABD, Bağdadi’yi yaratan güç olduğu kadar, yok eden güç olarak da kendini temizlemiş olacaktır.

Bağdadi öldürüldü mü, bilmiyoruz.

ABD, ya Bağdadi’yi, konuşmasın ve Rusların eline düşmesin diye öldürmüştür. Bu durumda, Suriye sahasındaki son gelişmelerin ardından, sıra İdlib’e geldiği için, Bağdadi, Türkiye ve ABD arasında pazarlıklar yürümüş olmalıdır. Muhtemelen Bağdadi, elindeki bilgilerle ABD ve Türkiye için bir tehdit olmaya başlamıştır.

Bu durumda da, ABD Bağdadi’nin yerine bir yenisini bulup, bizzat onun aracılığı ile operasyona başlamış olmalıdır.

Yani, eğer ABD Bağdadi’yi öldürmüşse, elindeki bilgilerin ABD için tehdit oluşturması nedeniyledir. Tıpkı Saddam’ı mahkemeye çıkarmamaları gibi. Bağdadi’nin yargılanması, büyük ölçüde ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye planlarının deşifre olması demektir. Bu ülkelerin savaş suçluları mahkemesine çıkarılması demektir.

ABD, bu nedenle bir “temizlik” yapmıştır.

2- Belki de Bağdadi öldürülmemiş, ama öldü gösterilmiştir. Bu durum da, Bağdadi’nin ne kadar kapsamlı plan hazırladığına bağlıdır. Belki de Bağdadi, elindeki bilgileri öylesine kullandı ki, ABD onu öldü göstererek ona yeni bir temiz sayfa açmak zorunda kaldı. Belki de yarın İran’da ya da Libya’da karşımıza başka bir isimle çıkacaktır.

3- Her iki hâlde de, ABD temizlik yapıyor. Kendi kirli işlerinin, kirli organizasyon ve emirlerinin ortalığa saçılmasını istemiyor.

İşte teşekkürün bir anlamı da buradadır. ABD savaş suçları mahkemesine çıkarılacaksa, en başta Trump ağzından teşekkür edilen güçler tarafından ya da onların içinden bazıları tarafından çıkarılabilir. ABD, buna önlem almaktadır. Sonuç, herkes için makul ve sevindiricidir.

4- Şimdi sorun, IŞİD’in yeni liderinin kim olacağı sorunudur. ABD, muhtemelen daha derin bir planlama yapmıştır ve kendine bağlı IŞİD organizasyonunu, başka bir tarzda elinde tutacaktır. Bağdadi’nin yok olması, aslında bu olanağı artırmaktadır. Şimdi ABD, IŞİD’e yeniden biçim vermeye yönelecektir.

5- Ancak, bilmek gerekir ki, Suriye savaşı yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni dönemde, savaşın sonuna gelinmektedir.

Bu durum ABD’nin kabul etmek istemediği bir durumdur.

ABD, her zaman savaşı büyütmek için bir yol bulacaktır.

Açık olarak “petrol kuyularını garantiye aldık” demeleri, aslında ABD’nin yaklaşımını tam olarak ortaya koymaktadır. ABD için, savaşı büyütme tehdidi, savaşı tüm bölgeye, İran’a ve diğer alanlara yayma tehdidi her zaman bir koz olarak durmaktadır. Savaş, Üçüncü Dünya Savaşının açık hâl alması ve sonuçlanmasına kadar, ABD bu tehdidi sürdürecektir.

Bu tehdidi ortadan kaldırmanın kesin bir yolu daha var, o da bölgede gelişecek bir sosyalist devrim ve anti-emperyalist mücadele ile halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almasıdır. Bir devrim, tüm bölgeyi sarma potansiyeline sahiptir. Bir devrim, tüm emperyalist güçleri bölgeden kovmanın olanaklarına sahiptir.

Bugüne dönersek, ABD, kendini “savaş mahkemesine” çıkarmaktan korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle, “geçici yenilgi”nin delillerini temizlemektedir. Bu delillerden biri de, IŞİD kadar ortağı olan Türkiye’deki Saray Rejimi’dir. Türkiye, Erdoğan, Saray Rejimi, ABD’nin suç ortağı, daha ilerisi tetikçisidir. Şimdi, Türkiye’nin bu suçlarının üzerine ABD kendi suçlarını da ekleyecektir.

Bağdadi, ABD’nin kendi adamı idi. Onu tehdit oluşturmaktan çıkardı.

Türkiye, ABD’nin suç ortağıdır ve şimdi tüm suçları üstlenmek zorunda kalacaktır. ABD, kendisi yerine Türkiye’nin savaş suçları mahkemesine yalnız çıkmasını istemektedir. Muhtemelen verecekleri tazminat da, Erdoğan ve ailesinin mal varlığına el koyarak ödenecektir.

Fırat’ın doğusuna, ABD teşviki ve onayı ile dalan Türkiye, IŞİD’in o sahadaki sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunu kabul etmek, aslında ABD suçlarını da kabul etmek, kendi kabarık suç hanesine yenilerini eklemektir.

Bağdadi, İdlib denilen alan içinde, Türkiye sınırına 5 km uzaklıkta yakalanıp imha edildi. Resmî açıklama budur. Türkiye tarafından denetlendiği söylenen bir bölgedir burası ve Türkiye-Bağdadi ilişkilerine ilişkin yarın ABD’nin kayıtlar açıklayacağından kimsenin şüphesi olmasın.

Türkiye, gerçekten barıştan yana olsa, gerçekten çeteleşmemiş bir devlet olsa, gerçekten tetikçi olmamış olsa, gerçekten bir ABD sömürgesi olmamış olsa, azıcık onuru olsa, kalkar, tüm bu ilişkileri, tüm ABD-IŞİD bağlantılarını, kendi rolünü de gizlemeden açıklar. Ama bunu yapacak olanı ABD’nin tehditleri bekler. İşte mesele de buradadır.

Bağdadi operasyonu, Saray Rejimi’ne, ABD planlarının bizzat ortağı olmuş Erdoğan ve çevresine açık bir tehdittir.

Biz yine de biraz daha uzağa, önümüze bakalım.

Önümüzde, tüm dünyayı, bölgemizi sarmakta olan, yeni yeni ayakları üzerine dikilmekte olan devrim süreci var.

İşte bu sosyalist devrim, tüm bölgede barışın ve özgürlüklerin, kardeşliğin gelmesinin, sömürünün ve aşağılanmanın ortadan kalkmasının, binlerce yıllık tarihle yüzleşmenin tek yoludur. Bölgeyi tüm emperyalist güçlerden temizlemenin tek gerçek yoludur.

Derler ki, “kendileri konuşsalar, bütün halklar dost olur.”

İşte şimdi, halklar, kendi iradeleri, kendi iradelerinin temsilcisi devrimci örgütleri aracılığı ile konuşmaya başlayacaktır.

Emperyalist boyunduruğun, yüzyıllardır bölgemizde kurduğu tüm tuzaklar, tüm hakimiyet ilişkileri, tüm düşmanlıklar, tüm kurnazlıklar, devrimin gelişen dalgası tarafından parçalanacak, yok edilecektir.

İşte gerçek barışın, özgürlüğün, kardeşliğin yolu.

Tetikçinin “kahramanlığı” serüveni | Savaş trajedisi, ateşkes komedisi

Önce, savaş boruları çaldı.

İçeride sıkışmış, çözülmekte olan Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, derinleşen krizi örtmek için Erdoğan ve Saray, savaş naraları atmaya başladı.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, esas olandır. Saray Rejimi’nin ana dayanağının bu olduğu unutulmamalıdır.

Kahramanlık naraları içinde Suriye’de “güvenlikli bölge” için çarpıştıklarını ilan edenler, içeride Haydarpaşa ve Sirkeci garlarını iç etmeye çalışıyor, ihaleleri var güçleri ile götürmeye çabalıyorlar. Savaşta ölen için “şehadet şerbetini içti” diye övgü düzenler, bir kere de kendileri şehadet şerbetini içmek için aceleci ve hevesli olmadılar. Askerler “şehadet şerbeti” içedursun, onlar Haydarpaşa ve Sirkeci rantlarını, savaş ekonomisinin kaymağını götürmeye çalışıyorlar, tüm hızları ile.

Saray Rejimi, kendi varlığını sürdürmek için savaş baltalarını çıkarmak üzere, ABD’den, efendilerinden izin istedi. Karşılığında hangi öpücükleri verdiler bilinmez ama Trump, buyurun, biz askerlerimizi çekiyoruz, dedi. Saray Rejimi’nin çapsız erkanı, büyük bir hevesle, “ABD Kürtler yerine bizi seçti” propagandaları eşliğinde, aslında kendine güvensizliğini ortaya koydu. Fırsat bu fırsattır dediler. Biraz milliyetçilik havasını körükleyecek “zafer”e ihtiyaçları var. Hem bu yolla, CHP’yi HDP’den koparmış olacaklardı. Ve elbette, hafife almamak lazım, tarihlerinde sabittir, katliam politikaları ve fetih histerileri için büyük bir fırsat yakalamış oldular.

ABD izin verdi, onlar da yola koyuldu.

Acaba tetikçi, hiç düşünmeyen saldırgan mıdır? Böyle tarif edilebilir mi? Acaba tetikçi, patronun ne istediğini hiç mi merak etmez? Hiç mi düşünmez?

TC devleti, işgalci, katliamcı politikalarını sergileme fırsatını bulduğunda, aklî melekelerini hemen bir yana bırakıyor. Suriye’ye dalıyor, ama ABD’nin planlarından habersiz midir? Tamamen mi habersizdir?

ABD yolu açtı, çünkü, hiçbir zaman bir halkla işbirliği yapmak ABD tutumu değildir. Emperyalistler, kendilerine ihtiyaç duyanları korumazlar, kullanırlar ve bir kenara atmaya çalışırlar. Bunun sayısız örneği vardır. ABD, esas olarak Trump’ın ifade ettiği gibi, petrolü garantiye alma peşindedir. Bu arada IŞİD işini TC devletine bırakmıştır. Suriye savaşının tüm faturasını Türkiye’ye ödetme hevesindedir. Elbette Türkiye’nin bu günahta büyük payı var; tetikçidir, saldırgandır, işgalcidir, katliamcıdır. Ama ABD emirleri ile bunları yapmıştır. Yani ABD’nin günahlarını görmezden gelmek doğru değildir ve elbette, yenilgi tüm çıplaklığı ile ortaya çıktığında, ABD kaçma olanaklarına daha fazla sahiptir. Türkiye tetikçi olarak olup biteni bile anlayacak durumda değildir. Kaldı ki, fizikî olarak Suriye’nin komşusu olmaktan kurtulma, ülkesini mesela Amerika kıtasına taşıma olanağı da yoktur. Kaldı ki, ABD için Türkiye’ye istediğini yaptırtmak, özellikle bu coğrafyada zor değildir, Kürd’e saldırmanın dayanılmaz bir hafifliği, her zaman TC yöneticilerinin ortak noktası olmuştur.

İşte ABD, TC devletine saldır emrini, “askerlerimizi çekiyoruz” duyurusu eşliğinde vermiştir. Kürd’e saldırmak, fetih histerisi, katliam olanakları ve içeride iktidarı uzatabilmek için gereken “kahramanlık havası” için fırsat bulmuş olan Saray Rejimi, hemen harekete geçmiştir. Daha derinlikli düşünmelerine de gerek yoktur.

Öyle anlaşılıyor, ABD, Kürtlerin Suriye devleti ile bu kadar hızla anlaşabileceğini görememiştir. ABD, Türkiye’nin tarif edilen bölgeyi alacağını, kendisinin de petrol alanlarını tutacağını düşünmüştür. Kürt güçlerinin Suriye devleti ile anlaşıp, Münbiç ve Kobanȇ’ye girmesi, ABD’nin planlarını değiştirdi.

Kürtler ile Suriye devleti arasında anlaşma ortaya çıkar çıkmaz, ABD, teşvik ettiği Türkiye’ye, dönüp, “dur” demeye başladı. Ama fetih ruhu ve saldırganlık, katliam politikaları ve açgözlülük, Türkiye’nin durmasına engel idi. Erdoğan durmak ister miydi bilinmez ama Saray Rejimi sadece Erdoğan demek değildir. Ve ABD, kartlarını masaya koydu. Erdoğan ve ailesinin mal varlığına el koyma tehdidi işe yaradı, ateşkes anlaşması imzalandı.

TC devletinin yapısı ile katliam politikaları arasında ne kadar sıkı bağ var ise, tıpkı onun gibi, Saray Rejimi ile “Erdoğan ailesinin mal varlığı” arasında o denli sıkı bir bağ vardır. Ve mal varlığı tehdidi, işe yaramıştır. Belki de ABD, Suriye savaşının yenileni olarak savaş tazminatlarını ödemek için, elinde kalan petrol sahaları ve Erdoğan ailesinin mal varlığını önerecektir. Bilemiyoruz.

Erdoğan, daha önce kararlaştırılmış Putin görüşmesi tarihini temel almış olmalı. 120 saatlik ateşkes, her nasıl oldu ise Putin görüşmesinin sonrası anlamına geldi. Mal varlığına el konulması tehdidi, ABD isteklerine evet anlamına geldi.

Yoksa, ABD, hem Kürtleri arkadan vurdu, hem de Türkiye’yi engelledi mi diyeceğiz? Bu doğru değildir. ABD, “güvenlikli bölgeyi” Türkiye’ye bırakıp, Suriye sorununu içinden çıkılmaz hâle sokup, petrol sahalarına kendi askerini konumlandırıp, savaşın maliyetini Türkiye’nin üzerine yıkmak istedi. Ama TC ordusu ve ÖSO, bölgeyi tutmakta yeterince atak olamadı ve Kürtler, Suriye devleti ile hızla anlaştı. Planın bir parçası çökünce, ABD, TC devletine dur deme yoluna girdi.

Tetikçinin kahramanlık serüveni böyle oluyormuş

Mal varlığı tehdidi, ateşkes anlaşması olarak ortaya çıktı.

Ama ne anlaşma!

Savaş bir trajedi ise, bu anlaşma tam bir komedidir.

Türkiye ve ABD arasında bir anlaşma imzalanıyor. 13 maddesi var. Türkiye bu anlaşmaya “ateşkes” demek istemiyor. Çünkü, diyor, karşımızdaki güç PYD’dir ve terör örgütüdür. TC’nin kendisi IŞİD’in hamisidir ve IŞİD’i koruyan bir güç, başka birine “terör örgütü” demektedir. Ama komiklik bu kadar da değildir. Barış Pınarı adı verilen saldırı ve işgal girişiminin anlaşması kendisine izin vermiş olan ABD ile yapılıyor. Ama Türkiye ile ABD arasında bir savaş yok, ateş yok. ABD buna “ateşkes” diyor, Türk tarafı ise “ateşkes” demeyin diye kükrüyor.

Tek komik olan bu değil.

Trump’tan bir mektup alıyor Erdoğan. Mektubu saklamak istiyorlar ama ABD mektubu deşifre ediyor. Mektup tam bir skandaldır.

Erdoğan, dünya çapında en çok hakarete uğrayan lider olma unvanını tescillemek istiyor. Sürekli hakaret davaları açması bu anlama gelir. Herkese hakaret davası açıyor. Onbinlerce hakaret davası açmış bir başka lider var mı? Belki daha fazla hakarete uğramış olan vardır, olmuştur, ama hiçbiri bunu tescillemek için bu kadar dava açmamıştır.

Bu hakaret davaları nedeni ile, gazeteciler, mektubun içeriğini yayınlayamıyor. Yayınlasalar, “hakaret” etmiş olacaklar, çünkü mektup hakaretler içeriyor. Bunun Trump için ne büyük bir rezillik olduğu bir yana, Türk tarafı, mektubu görmezlikten geliyor. Mektubun ekinde, Trump’ın adlandırması ile “general” Mazlum Kobani’ye yazılmış bir başka mektup bulunduğu söyleniyor (Bu yazı kaleme alındığında, söyleniyordu, ama Erdoğan, birkaç gün sonra, bunu bizzat açıklamıştır ve doğrulamıştır).

Ateşkes anlaşması, muğlaktır. Tek açık olan bölümü Türkiye’nin ateş keseceği ve PYD güçlerinin geri çekileceğidir.

Ama PYD güçleri, birçok yerde Suriye ordusunun bir parçası olmaya başlamıştır ve PYD bayrakları ile Suriye bayrakları birlikte dalgalanmaktadır.

Saray Rejimi, görüşmem dediği Suriye devleti ile karşı karşıya gelmeye başlamıştır. Dün, Emevi Camii’nde namaz kılmak için saldıranlar, bugün, Suriye ile nasıl ilişki kuracaklarını şaşırmış durumdalar.

Efendi ABD, saldırı iznini vermiştir ama plan ona aittir. Sahada durum değişince, hemen Türkiye’ye maliyeti yıkma eğilimini ortaya koymakta tereddüt etmez.

Kahramanlık naraları, masada “mal varlığı” sorunu ortaya atılınca, bir anda biter.

Anlaşma, gariptir, ilk maddesinde, Türkiye’nin NATO üyeliğini tanımaktan söz ediyor. Bir yanlışlık değilse, bu, Türkiye ile NATO ilişkilerindeki kırılmaya işaret etmektedir. Ama nedense, bu Kürtlere ve Suriye’ye karşı başlayan katliam ve işgal savaşında bir madde olarak ortaya çıkmaktadır. Bu maddeye bakılınca, anlaşma, gerçekten de Türkiye ile ABD arasındadır. Ama Türkiye’nin NATO üyeliği yeni değildir, yeni olsa, birkaç devlet de belki “hayırlı olsun” mesajları gönderirdi.

CHP, acaba nasıl bir partidir? Diyelim ki Saray Rejimi çözülüyor, CHP de onun kadar çözülmektedir. Durmadan Suriye’de ne işimiz var, Ortadoğu bataklığında ne işimiz var, diye “çırpınan” CHP, mecliste tezkereye “evet” diyor. Bunun adına politika denirse eğer, bu olsa olsa politikanın komik cinsi olur.

Saray Rejimi, tam bir çözülüş içindedir ve çıkışı daha fazla baskı, daha fazla saldırganlık, katliam politikalarına devam kararında bulmaktadır.

120 saat, Salı akşamı sona eriyordu ve Salı günü, Soçi’de Putin ile görüşme vardı. Dün uçağını düşürdükleri, dün düşmanı oldukları Rusya’dan umutlu haberler beklemekte olduklarını tüm Saray basını yazmıştır.

Oradan da bir “deklarasyon” çıkmıştır. Rusya, buna anlaşma denmesini istememektedir.

10 maddelik bir “anlaşma” metni ortaya çıkar.

Türkiye, bu 10 maddede, Suriye’nin toprak bütünlüğünü resmî olarak kabul eder. Fetih seferlerinin sonudur bu. Bundan böyle TC devletinin Suriye topraklarında fetihe kalkmayacağını varsayabiliriz. Demek ki, Irak topraklarında bunu yapmaya devam edecekler.

Türkiye ve Rusya mutabakat metninde PYD kendi adı ile anılmaktadır, adının yanında “terör örgütü” vb. gibi bir şey yoktur.

Türkiye IŞİD ile ilişkilerini değiştirmek zorunda kalacaktır, çünkü “her türlü terör” denildi mi, işin içine ÖSO da girecektir, yeni adı ile Milli Suriye Ordusu da girecektir. Bundan böyle İdlib daha hızlı çözülecektir. Şimdi, ABD-Türkiye cephesi, İdlib’deki suç belgelerini yok etme hevesinde olacaktır. Bunun içinde bazı liderler de dahildir. Özellikle ABD, savaş sonrasında Suriye savaşında işlenen suçlarla ilgili belgeleri yok etme hevesini ortaya koyacaktır.

Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerine önceden de nutuklar atan Türkiye, ne hikmetse, Suriye adına milli ordu kurmaya yönelmiştir. Çocukluk değilse bu, sıkışmışlık ve çaresizlik değilse bu, Saray Rejimi tarzına uygun bir komedi olmalıdır. Milli Suriye ordusu kuranlar, sonunda Rusya ile mutabakat metninde Suriye’nin toprak bütünlüğünü imzalamışlardır.

Şimdi mesele, Afrin, İdlib, Tel Abyad gibi alanlardan Türkiye’nin çekilme meselesine gelecektir, hem de umulandan daha kısa bir süre içinde.

Soçi anlaşması metninde, Türkiye’nin başlattığı ve yarıda kesilen işgal harekâtının sahada yarattığı yeni durum, statüko olarak kabul edilmiştir. Bu, Kobanȇ ve Münbiç’teki değişikliğin de kabul edilmesi anlamına geliyor. Sınırda Suriye güçlerinin kontrolü almasının kabul edilmesi anlamına da geliyor. Ama aynı zamanda TC ordusunun girmiş olduğu Tel Abyad ve Resulayn’daki durumunu da statüko olarak kabul ediyor demektir.

Emevi Camii’nde namaz kılma hevesi, artık bir başka boyut almıştır.

Savaşın yenilen tarafı olan ABD ve Türkiye’nin bu yenilgiyi kabul etmesi, bu yenilginin resmîleşmesi süreci başlayacaktır.

Kuşku yok ki, ne ABD, ne de Türkiye amaçlarından vazgeçmeyecek, yeniden saldırgan hamlelerini devreye sokacaklardır. Türkiye’nin katliam politikaları, Kürt halkına dönük saldırganlığı, hem içeride hem de dışarıda sürecektir. Bunda şüphe yoktur. Ama bu saldırganlık da durumu değiştirmeyecektir.

Saray basını, Saray medyası ne kadar yaygara yaparsa yapsın, her adımı bir zafer olarak sunmaya ne kadar devam ederse etsin, gerçekler kendini eninde sonunda dayatacaktır. Hem ekonomik kriz daha da ağırlaşacaktır, hem de bu yenilginin yol açtığı yeni durum AK Parti’de ve dahası Saray Rejimi’ndeki çözülmeyi hızlandıracaktır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, daha ağır sonuçları ile, halkın yaşamını çekilmez kılacaktır.

Savaş trajedisi, daha büyük sonuçlarını ortaya koyacaktır.

Halkın gözünde devlet çarkı, daha çıplak olarak ortaya çıkmıştır. Demokrasi vb. yalanlar, artık eskisi gibi etkili olma şansına sahip olmayacaktır. Sahte barış nutukları artık anlamını kaybetmiştir ve daha da kaybedecektir. Halkların gerçek düşmanları tek tek ortaya çıkmıştır. Halkların buna ne denli tepki geliştirecekleri ayrı bir konu olsa da, artık bu yalanlara karınlarının tok olacağı açık olmalıdır.

Ama tüm bunlar, direniş ile anlam kazanabilir. Anlamlı ve kalıcı sonuçlar, işçi sınıfı ve emekçilerin direnişi ve örgütlülüğüne bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Tüm bölgede, halkların anti-emperyalist direnişi, nesnel olarak daha da güçlenme olanağını elde etmiştir. Tüm bölgede örgütlülük, direnişin gelişiminin ana belirleyici etkeni olacaktır. Ve Gezi Direnişi ile başlamış olan direniş süreci, daha da kök salma olanaklarına sahiptir. Kürt halkının istikrarlı direnişi, Batı’da da gelişecek direniş ile daha da güç kazanacaktır.

Bu trajediye, bu komediye son vermenin tek gerçek yolu devrim ve sosyalizm mücadelesidir. İşçi sınıfı, sahne almak zorundadır.

İşçi sınıfı ekonomik krize, savaşa, katliamlara, baskılara karşı kendi direnişini geliştirmek zorundadır. Genel direniş ve genel grev, işçi sınıfının gündemi hâline gelmiştir. Sendikaların bundan kaçınması mümkün değildir. Hayatın her alanında gelişen direniş, küçük veya büyük fark etmez, birleşik bir direnişe dönüşmek zorundadır. Devrimci görev, bu direnişi örgütlemek ve yaymaktır.

Kapitalizmin krizi ve gelişen direniş

Kapitalizm “bitti” demek hem erkendir, hem de işin özünü gölgede bırakan bir niyet göstergesinin ötesine geçmez. Çünkü, kapitalizm ya da başka bir dünya ekonomik sistemi, “bitti” şeklinde nitelendirildiğinde bitmez. Onu yıkacak bir sosyal güç, süreç, mücadele gereklidir. Yani, bir özne gerekir. Mezarını kazacak, onu defnedecek bir özne gereklidir. Yoksa, sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu unutmuş, atlamış oluruz.

Kapitalizm derin bir krizdedir. Bu kesin ve açık.

Bu kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Burası önemli. En detaylı tartışmalar, kapitalizmin ekonomik krizi üzerine yapılmaktadır ve böyle olması yanlış da değildir. Ekonomik kriz, gerçekte, kapitalist sistemin tükenişinin en açık ifadelerindendir. Zira bir ekonomik kriz aşılmış olsa da, eğer kapsamlı bir inceleme yapılırsa, görülüyor ki, daha derin bir krizin temelleri atılıyor. Neden mi? Çünkü, bir yandan üretimin toplumsal karakteri sürekli gelişir ve genişlerken, diğer yandan mülk edinmenin özel karakteri daha da artar, yani özel mülkiyet nedeni ile servet ve üretim araçları giderek daha az sayıda elde toplanır. Bir kriz aşılsa bile bu eğilim devam eder.

Üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının gelişimini gerektirirken, mülk edinmenin özel karakteri, üretici güçlerin gelişimini engelleme eğilimi taşır.

Üretimin giderek artan ve ortaya çıkan toplumsal karakteri, özel mülkiyetin aşılmasını, ortadan kaldırılmasını gerektirir.

İnsan emeğinin daha önceki üretim süreçlerinden gelen maddeleşmiş hâli olarak üretim araçları, özel mülkiyet kabuğunu yıkmak, parçalamak ister.

İşte bu nedenle, kapitalist sistemin bir krizi aşması için geliştirilen önlemler, anlık, geçici olurlar. Çaresi de yoktur. Bu nedenle, emperyalist sistem ya da dünya kapitalist ekonomisi, sık sık krizlere girer ve bir sonraki daha da sarsıcı olur.

Ama hiçbir ekonomik kriz, kapitalizmin ruhuna fatiha okuma işini “otomatiğe” bindirmez. Mutlaka ve mutlaka, bu fatihayı okuyacak, dahası cenaze törenini organize edecek, kapitalizmi mezara gömecek olan işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü ve eylemi gereklidir.

Bugün, kapitalist sistemin içine girdiği kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Elbette bir ekonomik kriz vardır. Ama aynı zamanda, ciddi bir siyasal kriz de vardır.

Ekonomik krizin ne olduğunu ve var olup olmadığını, yani kanıtlarını bütün dünya tartışıyor ve biliyor. Siyasal kriz ise üzerinde daha az durduğumuz bir konudur.

Trump tarzı siyaset, başlı başına bu siyasal krizin göstergesidir.

Trump tek de değildir.

Bizim çizgi film karakterlerine benzeyen Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu, Trump’ın Erdoğan’a derin bir edebî ve diplomatik üslupla yazdığı mektubun hemen ardından, Türkiye ve ABD arasında Suriye’de bir ateşkes ilan edildiği bir sırada, şöyle buyurdu: “Trump, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı seviyor. Onun zorlu bir lider olduğunu kabul ediyor. Trump, Erdoğan’ı örnek alıyor.”

Sizce bu övgü dolu bir cümle midir? Eğer övgü dolu ise kimi övmektedir, Erdoğan’ı mı? Trump, dünyanın en sevilen, en saygı duyulan lideri imiş gibi konuşuyor. Eğer sizi örnek alan bu ise, siz kim bilir ne kadar saygı değer, ne kadar sevilensinizdir!

İşte size kapitalist dünyayı yöneten liderlerden örnekler. İşte size Dışişleri Bakanı’nın övgü dolu sözleri. Allah, kimseyi Dışişleri Bakanı’nın övgüsüne layık etmesin!

Twitter üzerinden “çık çık” atılan tweetler, dünya siyasal arenasındaki siyasal krize bir örnek olabilir mi bilmiyorum. Ama Trump, kesinlikle bir siyasal krizin ürünüdür, o koltuğa öyle oturmuştur. Çözülmekte olan ABD hegemonyasının bir kanıtı ve sonucudur.

Büyük kişiler, büyük olaylar yaratmazlar, tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişiler yaratırlar. Bu doğru ise, bazı süreçlerin de Trump tarzı kişiler yarattığını varsayabiliriz.

Ki Trump, türünün tek örneği değildir.

Çavuşoğlu’nun dediğine göre, Erdoğan’ı örnek alıyorsa, Erdoğan, o türün daha ilerlemiş, burada, daha sorunlu bir örneği demektir. Hele ki, bir Dışişleri Bakanı, o garip mektubu almış, bir hükümetin Dışişleri Bakanı, Trump’ı övmek için bunları söylüyorsa, bu da bir örnek olarak ele alınabilir.

Trump’ın en belirgin özelliği, sözlerinin bir “ciddiyeti”nin olmaması ise, Erdoğan’ı da örnek alıyorsa, yerinde bir benzetme olabilir, değil mi?

Ya Janson? İngiliz Başbakanı. Ona ne demeli? İngiltere’nin yüzyıllardır sahneyi dolduran parlamentosunu feshetme isteği, neyin ifadesidir? Siyasal kriz değil ise nedir?

Ya Fransa, yani Macron? Bunlardan geri kalır durumda mıdır? Trump kendisine bugünlerde Napolyon Bonapart diyor. O kadar olur, benzetme hatalıdır. Trump’ın tarih bilgisinin eksikliğini gösterir. İtalyan Başbakanı’na “mozerella” demesi daha yerinde sayılır. Macron, eğer mutlaka Bonapart’a benzetilecekse, eklenmesi gerekir, tarihte bütün büyük kişilikler iki kere sahne alır, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi rolünde. Macron olsa olsa, Bonapart’ın komiği olabilir. Ama çek karneleri ve paralar dışında bir tarihî belge okumamış olan Trump, bu kadarını başarıyorsa, ona da şükür denmelidir.

Birçok kişi, bu süreç içinde “radikal sağın”, bizim literatürümüzle karşı-devrimin yükselişini görür. Ve birçok açıdan doğrudur. Sadece, tarihsel olarak değil ama an olarak, devrimden önce gelişen bir karşı-devrim yükselişi dersek. Biz bunu, daha çok, siyasal krizin, kapitalist sistemin tüm yeryüzündeki siyasal krizinin bir göstergesi olarak ele almaktan yanayız.

Bu siyasal krizin egemenler arasındaki, yönetenler arasındaki yansıması olabilir.

Ekonomik krizin bu son dalgasını 2008 olarak ele almak yanlış olmaz.

Ve 2008 baz alınırsa, birçok ülkede, farklı tarzlarda gelişen, daha çok “işgal et” eylemlerinin prototipi olduğu kitle hareketlerini de gördük. Ve bunu da yönetilen kitlelerdeki yansıması olarak ele almamız doğru olur.

Bu kadarla kalsa idi, bunu “siyasal krizin” yansıması olarak isimlendirmek o kadar kolay olmazdı. Gelişmiş ülkelerde, emperyalist metropollerde gelişen bu eylemlilik, kendiliğinden eylemler olarak ortaya çıktı. Hâlâ bu karakteri egemen olandır. Ama bu eylemlilik, bugün dünyanın çok farklı yerlerinde, “beklenmedik” anda patlayan eylemliliklere dönüşmeye başladı. Yine kendiliğinden karakteri açık olarak görülüyor, ama bu sefer daha ciddidir.

Mısır’da, ikinci dalga olarak başlayan eylemlilikler, birincisine benzese de, daha örgütlüdür ve arkasının geleceği kesindir. Elbette inişli çıkışlı, elbette “ateşkes” ve yeniden sokağa çıkma tarzında ilerleyecektir.

Irak’ı eklemeliyiz. Bir anda, Irak’ta ekonomik krizin yansıması olarak binlerce insan, onlarca ölü vererek sokaklara çıktı. Ve bu kez, daha şiddetli bir çarpışma ortaya çıkmaya başladı. Ölüm korkusu daha azdır. Savaş sonrası tarumar olan ve ABD tarafından işgal edilen Irak’ın halkı, sadece ekonomik kriz ile sokağa çıkmıyor, ardında, yaşama isteği, aşağılanmaya son verme isteği de vardır.

Lübnan’da gösteriler, WhatsApp uygulamalarından vergi alınması kararının ardından geliyor ve Harriri’nin istifasını isteyenler, ellerinde orak-çekiçli bayraklar taşıyorlar. Vergiler geri alınacak açıklamasına rağmen, kitleler Harriri’ye karşı sokaklardan çekilmiyor. WhatsApp eylemi, bir anda Harriri’nin sevgilisine aldığı 16 milyonluk hediyeleri konu ediniyor. Harriri ailesi, bizim yakından tanıdığımız bir ailedir. Türk Telekom’u satın alan Harririler, Erdoğan ailesi ve Suudi Kralı ile bağlantılıdır.

Bir yıl önce Ermenistan’da kitleler, siyasal iktidarın istifası ve düşmesi ile sonuçlanan eylemlere başlamıştı.

Bugün, komşusu Azerbaycan’da, kitleler, “yolsuzluk, rüşvet ve düşük maaşlar” nedeni ile protestolara başlamıştır.

Şili’de, Latin Amerika’nın önemli ülkelerinden biri olan Şili’de, toplu taşıma ücretlerine gelen zam nedeni ile başlayan gösteriler sokakları sarıyor ve 8 ölü olduğu hâlde eylemciler, eylemlerine devam ediyorlar.

İspanya, bir türlü durulmuyor. Ve doğrudan siyasal eylemler ortaya çıkıyor. Daha örgütlüdürler ve Katalanlar, mahkemenin verdiği kararı protesto etmek için sokaklara çıkıyorlar. İradelerini sandıkta gösteren Katalanlar, iradelerinin gasp edilmesi karşısında pes etmiyorlar. Daha ilk günlerde 182 yaralı olmasına rağmen, eylemler devam ediyor.

Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ama bunlar son dönemde öne çıkanlardır.

Kürt devrimci hareketinde görüldüğü gibi, örgütlü direnişler, daha sürekli, daha istikrarlıdır.

Gezi Direnişi ve Yunanistan’da olduğu gibi, farklı düzeyde örgütlülük içerse de, esas olarak örgütsüzlüğün egemen olduğu hareketler, daha fazla iniş ve çıkış dalgaları içermektedir.

Fransa’da ortaya çıkan eylemler, diğer metropollere de yansıyacaktır. Portekiz’de ortaya çıkan eylemler, Fransa’nın bulaşması olarak, Fransa’daki eylemliğin yansıması olarak ele alınabilir. Belki bu, bir noktaya kadar doğrudur da. Ama kendine has bir dinamik, Portekiz’de de vardır. Eylemler, gelişmiş ülkelerde de gelişecek demek, erken bir tahmin olmayacaktır.

Tüm bu eylemlilikler, devrim ve sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı eylemler olmasa da ya da bu eylemlerde devrim ve sosyalizm istemi ana etken olmamış olsa da, alttan alta kızıl renk seçilmeye başlanmıştır.

Bu eylemlilikler, bir bütün olarak, dünya ölçeğinde kapitalist sistemin, tarihsel olarak sonunun geldiği inancının, algısının, değişik düzeylerde kitlelerde yansıma bulmaya başladığının kanıtıdır. Her yeni eylem, bu duyguyu güçlendirecektir.

Mesele, dünya işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist örgütlülüğünün eksikliğindedir.

Ömrünü doldurmuş kapitalist sistemi yıkacak, dünyayı, insanlığı kurtaracak olan komünizmin tarihsel yeni yükselişi, ancak devrimci örgütlülükle zafere ulaşabilir. Dünya barışı, gerçek anlamı ile, insanın insan tarafından sömürülmesi ve sınıfların ortadan kaldırılması ile sağlanacaktır. İşte o zaman gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır; özgür, kardeşçe ve doğa ile barışık bir insan tarihi.

Nâzım’ın dediği gibi,

“Toprak bakır
gök bakır
haykır güneşi içenlerin türküsünü
haykıralım”

Ekmek, adalet ve barış için; GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

“Bir öyle şaşılası dünya ki burası,
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi insanlar dolaşıyor,
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu…
Tezgâhlar
ipekli kumaşla dokuyabilir topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak, insanlar çıplak…
Bir öyle şaşılası dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle…”

Biz işçiler biliyoruz. Grev işçi sınıfının en önemli silahıdır. Bir işyerinde haklarımızı almak, işten atılan arkadaşlarımızın haklarını savunmak ya da patronun bizi hiçe saymasına dur demek için üretimden gelen gücümüzü, grev silahımızı kullanırız.

Genel grev ise, bir bütün olarak işçi sınıfının ülke çapında üretimden gelen gücünü kullanarak talepleri için hayatı durdurması demektir, kendini hiçe sayanlara karşı topyekün “biz de varız” demesidir.

Yazık ki, biz işçiler, emekçiler, henüz sokaklara, meydanlara taşan kavgamızla değil, iş cinayetlerinde beşer-onar ölerek, ailece canımıza kıyarak gündem olmaktayız.

6 Kasım’da İstanbul Fatih’te dört kardeş, geçinemedikleri ve birikmiş borçlarının ağırlığına dayanamadıkları için siyanürle intihar etti. 9 Kasım’da Antalya’da, aylardır işsiz olduğu anlaşılan bir baba, “Herkesten özür diliyorum ama artık yapacak bir şeyim yok. Hayatımıza son veriyoruz” yazılı bir not bırakarak eşi ve iki çocuğu ile birlikte yaşamına son verdi. Eylül ayında Ankara’da bir emekli, “beni bu adalet sistemi bu hale getirdi” diyerek üzerine benzin döküp bedenini ateşe verdi.

TÜİK verilerine göre, 2002-2018 yılları arasında 50 bin 378 kişi, 2018 yılında ise her gün en az 8 emekçi sefalet, yoksulluk karşısında tüm umutlarını yitirerek yaşamına son verdi.

KRİZİN FATURASI İŞÇİ SINIFINA KESİLİYOR

Arkası kesilmeyen zamlar, artan vergiler, işsizlik, biriken borçlar, açlık, yoksulluk ve örgütsüzlük emekçileri yaşamlarından vazgeçmeye itmektedir.

Artık zaruri ihtiyaçları alırken bile iki-üç kez düşünmek zorundayız. Elektrik kesik olmasa bile karanlıkta oturmak, doğalgaz olsa bile soğuk bir kış geçirmek durumundayız. Meyveyi, sebzeyi taneyle, nohudu, bulguru gramla alıyoruz.

Maaşlarımız her geçen gün daha da eriyor, yapılan göstermelik zamlar daha ikinci ayda hükmünü yitiriyor. İşsizlik tehdidi sürekli ensemizde. Yaşayabilmek için ya zorunlu ihtiyaçlarımızdan peyderpey vazgeçiyoruz, ya da borç batağına daha fazla batıyoruz.

Biz milyonlarca işçi-emekçi, günde 12 saat, sendikasız, güvencesiz, toplu sözleşmesiz çalışırken, çalışmak için yaşayan kölelere dönüştürülürken; bir avuç sömürücü-yağmacı-savaş çığırtkanı kanımızla beslenmeye, servetlerine servet katmaya devam ediyor.

BDDK verilerine göre, geçen yılın sonunda 180 bin 126 olan milyoner sayısı, 2019’un ilk 9 ayında 26 bin 763 kişi artarak 206 bin 889 kişiye ulaştı.

BİZE AÇLIK, SEFALET; PATRONLARA KÂR, TEŞVİK, KIYAK

DİSK-AR’ın Ekim ayı raporuna göre ülkede geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon 364 kişiye ulaştı.

Ücretli çalışanların yüzde 40’ı, yani en az 10 milyon insan asgari ücret ve altında ücretle, açlık sınırında yaşam sürüyor.

Toplam vergilerin yüzde 65’i, yani ülkedeki vergilerin dörtte üçü zenginlerden değil de, biz emekçilerden toplanıyor. Nüfusun yüzde 70’inden fazlası borçlu durumda.

Son bir yılda elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, gıda fiyatlarına yüzde 50, tekel ürünlerine yüzde 60, süte yüzde 50 zam yapıldı.

Buna karşın Ekim ayında açıklanan yıllık resmi enflasyon oranı yüzde 16,81… TÜİK, başka bir âlemde yaşıyormuşcasına, ülke gerçeklerinden uzak, Saray’dan gelen talimatlarla enflasyon rakamı açıklıyor.

Bu dönem, tüm toplu iş sözleşmelerinde işçilere 3 yıllık sözleşmeler dayatıldı ve işçiye, memura toplamda yüzde 10’u geçmeyecek zamlar yapıldı. Dikiş tutmayan ekonomiye bir ‘Yeni Ekonomik Program’ (YEP) daha hazırlandı. Müjde verirmişçesine ilan edilen YEP’in özeti; sermaye sınıfına daha fazla teşvik ve imtiyaz, işçi emekçilere daha fazla vergi, daha düşük ücret, daha fazla güvencesiz çalışmadır. Yıllardır ‘iç’ edemedikleri kıdem tazminatı hakkımızın fona devredilerek gasp edilmesi de bu program kapsamında gündemdedir.

İŞÇİYE HAK ARAMAK, NEFES ALMAK YASAK!

Adalet dün de bizim için yoktu, bugün ise ayaklar altında sürünmektedir.

Patronlar yasadışı uygulamalarla, işçilerin sendikalara üye olmalarını engellemekte, hakkını savunan, sendikalaşan işçileri işten atarak cezalandırmaktadır. Patronları ise cezalandıran tek bir kanun dahi yoktur.

Patronlar kârlarından zarar etmemek için güvenlik önlemi almamakta, her gün ortalama 5-6 işçi iş cinayetlerinde ölmektedir. Ceza alan, hapis yatan patron ise yoktur.

Ülkede kadın cinayetleri, çocuk istismarları adeta teşvik edilmekte, cezasızlıkla ödüllendirilmektedir.

Öte yandan HDP eş başkanları, binlerce siyasi tutsak, halka gerçekleri taşıyan gazeteciler, ÇHD’li avukatlar uydurma iddianamelerle hapishanelerde rehin tutulmaktadır.

İşçilerin hak araması, sendikalı olması, yürümesi, eylem yapması anayasaya göre yasal; fiili uygulamada ise yasaktır.

En az 301 işçinin katledildiği Soma katliamının ardından maden patronları işten çıkarttıkları 3500 maden işçisinin kıdem tazminatını dahi gasp etmek istemişlerdir. Somalı madenciler 5 yıldır ödenmeyen tazminatları için Ankara’ya yürümeye kalkınca saldırıya uğrayarak durdurulmuştur. Eskişehir’de TMSF’ye devredilmiş üç fabrikada işten atılan metal işçileri haklarını savunmak için Ankara’ya yürümek isteyince aynı şekilde saldırıya uğramıştır. Çorlu’da tren kazasında hayatlarını kaybedenlerin davası ve ailelerine reva görülenler ortadadır. İşçiler, hemen hemen tüm işkollarında, onlarca işyerinde sendikal hakları için, kanunsuzca işten atıldıkları için, ödenmeyen ücretleri için eylem halindedir.

Biz işçiler, emekçiler için adalet yoktur. Ne zaman hakkımız hukukumuz için harekete geçsek, devlet tomasıyla, gazıyla, polisiyle, karanlık yayan medyasıyla hızla karşımıza dikilmektedir.

Pervasızca her alanda saldırı vardır. Nefes alınacak bir dirhem yer dahi bırakmamaktadırlar.

Tüm bu saldırılar, biz işçileri sindirmek, toplumu sessizliğe gömmek, halkın direnişinin yayılmasını önlemek içindir.

SAVAŞ, DAHA FAZLA AÇLIK, YOKSULLUK, YIKIM DEMEKTİR

Ekonomisi, yağma, rant ve savaşa dayalı Saray Rejimi, krizi örtmek ve ömrünü uzatmak için savaş politikalarını devreye sokmuştur. Krizin faturasını biz emekçilerin sırtına yükleyenler, hayatımızı cehenneme çevirenler, biz emekçilere “şehadet şerbeti” içme çağrıları yapmaktadır.

Savaş, yıkım ve ölüm demektir. Savaş, bölge halkları arasında sonu gelmez düşmanlıklar yaratılması demektir. Savaş, halkın çocuklarının cepheye sürülmesi, silah şirketlerinin daha fazla para kazanması için kanımızın akıtılması demektir. Savaş, ekonomik krizin daha da derinleşmesi, sırtımıza yeni vergiler yüklenmesidir. Savaş, işçi sınıfının yaşadığı esareti, sefaleti görmemesi için ırkçı-milliyetçiliğin yükseltilmesi demektir.

KAPİTALİZME İSYAN YAYILIYOR

Kapitalist sömürüyü derinleştiren, işsizliği büyüten, dünyayı savaş alanına çeviren, emekçilerin yaşamını çekilmez hale getiren tüm bu saldırı politikalarına öfke büyümektedir. Dünyanın ezilen halkları, emekçiler Şili’den, Irak’a, Lübnan’dan Ürdün’e, Mısır’dan Fransa’ya, Yunanistan’dan Ekvator’a 40’a yakın ülkede talepleriyle sokakları doldurmakta, açlığa, sefalete, sömürüye ve yok sayılmaya “artık yeter” demektedirler.

Emekçiler, “işçiler için ekmek yoksa zenginler için de huzur olmayacak” diyerek genel grevler ilan etmekte, saldırılara, can kayıplarına rağmen meydanları, sokakları terk etmemektedirler.

Bu isyan dalgası birçok ülkede hükümetleri alt-üst etmiş, başbakan, bakan, milletvekillerini istifa etmek zorunda bırakmıştır. Devletler, emekçi halkın taleplerini kabul etmek zorunda kalmış, yoksul halkı yok sayan egemenlere sokakta güçlü yanıtlar verilmiştir.

Bugün bizim yapmamız gereken de budur. Başımıza çöreklenmiş, bizi yok sayan bir avuç kan emiciye, bir avuç asalağa güçlü bir yanıt vermemiz gerekiyor. Bu mümkündür, artık bıçak kemiğe dayanmıştır.

EKMEK, ADALET VE BARIŞ İÇİN GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Şimdi, işten çıkarmalara, sefalet ücretlerine, kölece çalışmaya karşı gücümüzü harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Şimdi, insanca, yaşanabilir bir ücret için, aşağılanmaya son vermek için, intihar edip kendimize zarar vermek yerine başka bir yol daha var demek için, kazanılmış haklarımızı korumak için ve en önemlisi işçi sınıfı olarak “biz de varız” demek için gücümüzü topyekün harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Şimdi, birbirinden kopuk gelişen tepkimizi ve eylemlerimizi birleştirme, bir bütün olarak harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Öncü işçiler, duyarlı sendikacılar ve işçi örgütleri başta olmak üzere bir bütün olarak biz işçiler genel grevi örgütlemeliyiz. Bunun için bir araya gelmeli ve hepimiz taşın altına elimizi koymalıyız.

Duyarlı sendikacılar, sendikaların sessizliğine müdahale etmelidir. Duyarlı sendikacılar ve işçi örgütleri hızlıca toplanmalı, genel grevin örgütlenmesi için karar almalı, koordinasyonlar ve komiteler kurmalıdır.

Öncü işçiler bu sürecin her aşamasında yer almalıdır. Her işyerinde, her işçi semtinde genel grev örgütleme komiteleri kurulmalı ve bu komitelerin temsilcileri süreci organize edecek koordinasyonun içinde yer almalıdır.

Bir bütün olarak işçi sınıfı gücüne güvenmeli, harekete geçmelidir. Her öncü işçi işyerini, sanayi sitesini, mahallesini genel grevin örgütlenme sahasına dönüştürme görevini üstlenmelidir.

TOPYEKÜN SALDIRILARA KARŞI GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

kim mi kurtaracak seni köle
görecekler seni kardeş
yuvarlananlar uçuruma
duyacaklar çığlıklarını

seni köleler kurtaracak kurtaracaksa
ya hep beraber ya da hiç birimiz
kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
ya hep beraber ya da hiç birimiz

BİRLEŞİK İŞÇİ KURULTAYI
[email protected]
facebook.com/birlesikiscikurultayi