Ana Sayfa Blog Sayfa 116

Tarih-coğrafya ve insan

Ülkemizde gelişen ve giderek keskinleşmeye başlamış olan sınıf savaşımı, birçok alanda tartışmaları da gündeme getiriyor. Bir yandan, “aydın”ın rolünü tartışıyoruz, diğer yandan ise “halkın” işe yaramazlığını tartışıyoruz. Hemen belirtmeliyiz, Kaldıraç’ın 215. sayısında, aydın üzerine yürüyen tartışma son derece akıl açıcıdır. Kavramların ne kadar önemli olduğunu da bize göstermektedir. Tartışmaya, Temel Demirer, Fikret Başkaya, Mete Kaynar, Cenk Yiğiter ve İsmail Beşikçi katıldılar. Fikret Başkaya’nın, “okumuşlar” grubu, “uzman”, “münevver”, “aydın” ve “entelektüel” kavramlarını ayırması yerindedir, önemlidir. Biz burada “aydın” kavramını tırnak içinde kullandığımız zaman, aslında “aydın-entelektüel” dışındakini kastediyoruz. Sayıları oldukça kabarık bir gruptur ve sınıf mücadelesi karşısındaki tutumları, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halkın genleri ile oynanmıştır” şeklindedir.

Biz de, şu “gen” meselesine girelim, diye düşünüyoruz.

Aslında, biyolojinin bu konuda uzmanlaşmış dalları vardır. Muhtemelen adlarını da düzgün söyleyemeyeceğiz. Diyelim ki “genetik” ya da “genetik biyoloji” vb. oldukça fazla uzmanlık alanı oluştuğunu biliyoruz. Bu uzmanlık alanlarındaki arkadaşlarımız bizi affetsinler, tümüne biyoloji diyelim. Biyologlar, bir uzman olmayarak bizim bu alana girmemizi, hele sözler söylememizi olumlu karşılamayacaklardır. Ama hayat böyledir işte, siz resmin bir detayına takılıp uzmanlaştığınızda, eğer resmin tümüne bakmıyorsanız, başkalarının bakmasına da yol vermiş olursunuz.

Değil mi ki, aslında, insan toplumunu doğal tarihin bir devamı olarak ele alırsak, bir tek bilimden söz edebiliriz: Doğa tarihinden. Bu sözler Marx’a aittir. Yine de kızdırdıklarımız olursa, şimdiden özür dileriz.

Önce, insanlaşma sürecinden başlayalım.

İnsanın doğadan koparak, insanlaşması süreci aslında, hem dünya için, elbette ki evren için de, oldukça yeni sayılır. İnsanlaşma süreci, insan toplumunu doğanın bir parçası olarak ele alırsak, aslında bir yandan kopuş iken, bir yandan devamlılık olarak da ele alınabilir. Doğadan kopan, bir anlamda evrimsel bir sıçrama ile ondan kopan insanoğlu, gerçekte doğanın bir parçası olduğunu kavrayabilirse, belki, doğa ile ilişkisi de kökünden değişecektir.

Bu insanlaşma süreci uzun bir evrimdir.

İnsanoğlu, bir yandan üremek, yani neslinin devamını sağlamak, diğer yandan ise, kendini ayakta tutabilmek için yiyeceklerini karşılamak, yani üretmek faaliyetleri, doğa ile bir “mücadeleye” girmiştir. İnsanın iki temel faaliyeti olarak üretim ve biyolojik üreme, gerçekte, insanın kendini yaratması, doğadan kopması sürecinin de belirleyici süreçleridir. Marx ve Engels bu süreci son derece yerinde tespit ediyorlar.

İnsan, belki doğa karşısındaki zayıflıklarını yenmek üzere, topluluklar şeklinde yaşamaya mecbur kaldı. Topluluk şeklinde yaşamak ve üreme ve üretim faaliyeti, insanın oluşumunda ana etkenlerdir. İnsan, ürettikçe, elleri ve eller ile beyin arasındaki bağ nedeni ile beyni farklılaşmaya başladı. Bu, çok uzun bir dönem aldı. Milyonlarca yıldan söz ediyoruz.

Topluluk şeklinde yaşama, biraz ileri gidelim ve toplum yaşamı, toplumsal yaşam diyelim. Toplumsal yaşam, üreme ve üretme faaliyetleri ile birlikte gelişti, kendisi de bir varlık olarak kendini dayatmaya başladı.

Üretme ve üreme faaliyeti, içinde yer aldığı toplumsal yaşamda, insanın düşüncesinin gelişimini sağladı, koşulladı. İnsan, düşüncesini öncelikle, dil ile, başlangıçta bazı seslerden oluşan konuşma ile maddi bir biçime büründürdü. Yazı, daha yeni sayılır, hele ki yazılı tarih. Konuşma, düşünceden ayrılamaz, onun dışa vuruş biçimidir ve bu gerçekleştikten sonra, düşünce, kendini daha da geliştirmiştir. Birçok yerde tartışılır, birçok hayvanın şaşırtıcı işler yaptığı bilinir ve bunun düşünce olarak ele alınıp alınmaması tartışılır. Mesela arının mükemmel bir mimar elinden çıkmış gibi yaptığı petek gibi, ipek böceğinin yaptıkları gibi, ayının bal ile ilişkisi gibi ya da bazı maymun türlerinin (uzman biyologlar beni affetsin, maymun türleri derken, belki de bilimsel olarak konmuş ismi es geçiyorum ve daha günlük bir kavram kullanıyorum. Bunun nedeni, her bilim dalının dil geliştirmesi ile problemim olması değildir) davranışları gibi. Belki burada sayamadığımız daha ilgi çekici ve insan düşünce ve eylemine yakınlık izlenimi veren başka canlı davranışları da vardır. Ama işin özü, tüm bu şaşırtıcı, düşünce ifadesi olan davranışlara rağmen, insanoğlundaki gibi bir durumla karşı karşıya değiliz. Belki de bunun bir nedeni, insanın evrimin bir aşamasında öne geçmiş olması ve diğer canlılar ve doğa üzerinde hegemonya kurmaya yönelmesidir. Ama ayırt edici yön, konuşmadır.

Düşünme sürecinde konuşma, bir başka niteliği ifade eder. Konuşma, tek kişilik bir eylem değildir. Bir toplumsal eylemdir ve insanın kendini yaratması sürecinde toplum, özellikle belirgin karakterde önemlidir. Konuşma ve bunun bir evresinde oluşan dil, gerçekte, bir tarihsel-coğrafik özet gibidir.

İnsanın, üretim yapması değil de, üretim araçları üretmesi nasıl bir sıçrama ise, aynı şekilde insanın düşünmesi değil de, düşüncesini bir başkasına iletmesi, aktarması, düzgün ve sistematik sesler çıkarması o kadar önemlidir.

Doğa, belki bir başka canlıda var olan düşünme yeteneğini, bu düşünceyi aktarmaya uygun olan ses ve diyafram sistemleri olmadığı için, geliştirmesine izin vermemiştir. Yani, bir başka hayvan düşünün, beyinsel gelişimi, sadece ve sadece konuşma gelişmemiş olduğu için, az gelişmiş olabilir mi?

Konuşma, temel iki insan faaliyetinin gerçekleştiği toplumda gerçekleşiyor. İnsan üreyerek kendi neslini, üreterek ise hayatta kalması için gereken ürünleri ve araçları üretirken, bu iki temel faaliyeti toplum içinde yaparken, konuşmayı geliştirmiştir. Konuşma, bu açıdan toplumsal yaşam ve emeğin ürünüdür, ama sonuçta, konuşma, insanlaşma sürecini, toplumsal süreci, üretim sürecini vb. de etkilemiştir.

İlk müziğin, insan üretimi ve üremesi ile bağı, daha çok üretim ile bağı, birçok bilim adamı tarafından ortaya konmuştur. Ama bu ses ve hareketler, yani ritim ve dans, bunun yeniden üretilmesini otomatik sağlamaz. Burada, giderek, günlük üretim ve üreme faaliyetinden kopmaya başlamış bir düşünsel faaliyetin, toplumsal biçime bürünmüş bir düşünsel faaliyetin de gelişiyor olması gerekir.

Buraya kadar, sanırım, hem düşünce ve dil (konuşma) arasındaki bağın önemini, hem de insanın bu faaliyetleri dahil bizzat kendisini yaratma sürecinin toplumsal bir karaktere sahip olduğunu vurgulamış olduk. Sanırım, bu konuda da sorun yoktur. Bu konuda, okuyucu oldukça geniş kaynaklara erişebilir. Engels’in üç çalışmasını biz saymadan geçmeyelim: “Doğanın Diyalektiği”, “Anti-Dühring” ve “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”. Bilimle ilgilenen bir kişinin, isterse fizik, isterse kimya, isterse ve özellikle biyoloji olsun ya da sosyoloji, bu kitapları okumamış olmasını büyük kayıp, en başta zaman kaybı olarak görmek gerekir. Ama elbette, daha birçok kaynak vardır. Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde, Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan tarihi konusunda, özellikle bu alanlarda oldukça bilgi eksiği vardı. Kuşku yok ki, bugün daha fazlasını biliyoruz. Özellikle Göbeklitepe’de ortaya çıkan tarihî kalıntıların, aydınlatıcı bilgiler sunduğu da açıktır. Yani, bu konuda okuyucu epeyce kaynak bulabilme olanağına sahiptir.

Şimdi başa dönebiliriz.

Acaba, bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda, dün veya bugün yaşayan halkların genleri ile mi oynadılar? Umarım soru, yeterince kışkırtıcıdır. Bu soru, benim değil, birçok kere “aydın”lardan duyduğumuz, ama asla yazmadıkları, yazarak kayıt altına almadıkları bir sorudur. Ama, üzerinde tartışmaya değerdir.

İnsanın yukarıda anlatılan, özetlenen, özetin de özeti olacak kadar kısa verilen insanlaşma, yani kendini yaratma süreci, binlerce yıl almış bir süreçtir. Ve bu süreç, tarihsel ve toplumsal bir süreçtir.

Zaman ve mekândan azade madde yoktur. Her maddenin ilk mekânı, kendisidir. Mekân, ille de dışsal bir şey değildir. Hareketsiz madde yoktur. Zaman ve mekân, hareket ile birlikte vardır, ondan bağımsız değildirler. Hareket, değişimin kendisidir.

Ortaya çıkmış olan eski tarih bulgularına bakarsak, bugünden 5 bin yıl öncesinde, yani İsa’dan önce 3000’lerde, Ege, Anadolu ve Mezopotamya’da (belki başka yerlerde de, mesela İran’da), Marduk diye bir tanrının varlığına inanırlardı. 2012 yılında, Marduk diye bir gezegenin, gök cisiminin dünyaya çok yakın yerden geçeceği, bunun bir kıyamete, büyük felaketlere yol açacağı söyleniyordu. Marduk gezegeni her 3600 (küsuratı da var ama hatırlamıyorum) yılda bir, bu rotadan geçermiş. Böyle diyorlar. Mardukçular, İÖ 3000’lerdeki Marduk tanrısına inananlardan değiller. Bunlar, günümüz Mardukçuları, insanın evrimleşerek bu gezegende insanlaşmadığını, insanın uzayda bir yerlerden geldiğini, insanın maymun ataları ile bir ilişkisinin olmadığını iddia ediyorlar. Oysa fosiller, bu üstün genlere sahip Mardukçuları utandırsa da, atalarımızın maymunlar olduğunu gösteriyor. Atalarının maymun olmasından üzüntü duyan ve bunu insanoğlunun aşağılanması olarak gören bir anlayışa mı sahipler? Maymundan gelmiş olursak, neden aşağılanmış olmuş olacağız? Maymunu atası kabul etmeme anlayışı, acaba ne kadar “insanî”dir? İnsan neden bu aşağılanmayı, başka şeyde değil de burada arar? Bu acaba, Hitler’in “arı ırk” arama ya da Yahudiliğin “seçilmiş kavim” olma iddialarına benzer midir?

Mardukçular, maymun atalarından utanadursunlar, İÖ 3000-2000 arasında, evrenin nasıl oluştuğuna ilişkin, oldukça şaşırtıcı bir yaklaşıma ulaşmışlardı. Önce yer ve gök’ün, yumurtamsı bir şey olarak bir ve bütün olduğunu, sonra, bunların ayrıldığını, ikisinin arasına havanın, rüzgârın girdiğini, rüzgârın nemli olan şeyleri aşağıya, daha az nemli olanları ise yukarıya sürüklediğini, bu yolla gök ve yerin oluştuğunu, havanın yukarıda yandığını ve güneş ve ayın öyle oluştuğunu, yeryüzünün daha çok su taşıyan yerlerinde denizlerin, daha az su taşıyan yerlerinde ise karaların oluştuğunu ifade eden bir anlayıştır bu. İçinde karşıtlar, içinde hareket var. Bu açıdan, “dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durması” mitine göre çok daha anlamlıdır. Su, toprak, hava ve ateş, bu teorinin içinde gizlidir.

Biz bugüne dönelim. İnsanın evrimleşmesi süreci boyunca, bugün biyologların ya da daha özel bir alanda uzmanlaşmış gen mühendisi biyologların DNA’da, genlerde meydana gelen değişim olup olmadığını anlamaları mümkün müdür?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanı oluşturan genler, DNA, acaba salt biyolojik midir, salt biyolojik kalıtım mı vardır?

Bir deney hatırlıyorum. Bir solucana, ışık yakılır yakılmaz iğne batırılıyor. Solucan, defalarca denemeden sonra, her ışık açılışında, tıpkı iğne batmış gibi kıvranıyor. Buna biyolojik öğrenme adını koymuşlar. Öyle ya, solucanda beyin “yok” ve bir düşünme sistemi yok. Sonra, deneye devam ediliyor. Solucan, iyice öğrenmiştir. Onu rendeliyorlar. Küçük parçacıklarını başka bir solucana yedirtiyorlar ve sonuçta, bu eski öğrenmiş solucanı yiyen yeni solucan, ışık açılınca, hemen kıvranmaya başlıyor. Buna da bilginin genetik aktarımı diyorlar.

Şimdi, konumuza dönebiliriz.

Sizce, bu halkın genleri ile oynanmış sözünü, çok mu ciddiye aldım? Günlük dilde en çok kullandıkları dostlar arası küfür “ibne” oluyor ve “bu halk ibnedir” diye yüksek sesle söyleyen “aydın”larımız var. Fikret Başkaya bizi affetsin, ama bunlar sadece okumuşlar, sadece mektepliler değil, devletin kollarında resmî ideolojinin yeniden üreticileri de değiller. Ama entelektüel hiç değiller. Bu nedenle özellikle “aydın” sözünü tırnağa alıyoruz. Herhâlde, sınıf savaşımının, nasıl “tür”ler yaratacağının bir sınırı olmadığının en somut kanıtı budur.

Gen haritası bize, sizin soyunuzun nereye dayandığı hakkında, eğer çok istekli iseniz, bir bilgi vermektedir. Bu topraklarda, herkesin kendine Türk demesi kolaydır. Bu nedenle yıllarca, soyadı olarak, Türk, öztürk vb. gibi içinde Türk geçen soyadları almışlardır. Birçok ailede, kendisinin soyunun Ortaasya’ya ya da Osmanlı paşalarına dayandığına ilişkin birçok söylence vardır. Bu söylenceler, hiçbir belge olmadan, o kadar inanılmış söylencelerdir ki, dedesinin dedesinin isminin Niko olduğunu öğrenip de günlerce ağlayan, üniversite diplomalı insanlar bulursunuz.

Onun için, birisi, eğer genleri ile ilgili bir analiz talep ediyorsa, bu çocuğunun kendisinden olup olmama ihtimalini öğrenmek için yapılmıyorsa, genellikle, kişinin Rum veya Ermeni olup olmadığının öğrenilmesi amacını güdüyor.

Öyle ya, genlerle bunlar açığa çıkıyor.

Ama bizim solucanımız hesabı, bu genler, başka acılar, travmalar vb. taşımazlar mı? Acaba, biyologlar, uzmanlar, bu konuda ne derler? Genler, acaba, yaşanan toplumsal acılara, katliamlara, kıyımlara, şahit olurlar mı? Bana kızan biyolog kardeşim, sevgili uzman, insanın toplumsal bir varlık olduğunu bilmiyor musun? Biliyorsan, insanın nasıl insanlaştığını ve düşünce denilen şeyin nasıl oluştuğunu bilmez misin, merak etmez misin? Düşüncenin kendini dışa vuruş ve maddeleşmiş biçimlerinden biri olan diller (yazı ve konuşma) üzerine baskı ve yasak konulması, senin gen teknoloji alanındaki uzmanlığını nasıl ilgilendirmez? Olsa olsa, senin, tekellerin kasalarına para akıtmaya bağlanmış çalışmalarını ilgilendirmez ya da onları da tersinden ilgilendirir. Sen, laboratuvarda, genlere müdahale ederek bir insanın nasıl insanî tepkilerden uzaklaştırılacağına yardım ettiğinde, sen değil maymun atalarından utanç duymak, maymun atalarının kemikleri senden utanç duymaktadır. Bilinen en kötü mahlûk sensin. Utanma duygusunu bile unutmuş bir kişisin. Ve genleri ile oynamak üzere girdiğin iş, aslında senin genlerinle oynamıştır. Şimdi dönüp, efendine yanıt verebilirsin, de ki, “bana ne yaptıysanız, onu yaparak başarılı olabilirsiniz, çünkü ben artık insan değilim.”

Acaba, 15 yaşında evlenmiş, Anadolu’da, ister Kürdistan’da, ister Karadeniz’de, ister Konya’da yaşamış olsun, “karnından sıpayı, sırtından sopayı” eksik etmeme anlayışı ile her gün dövülmüş, aşağılanmış, itilip kalkılmış, kocasına isyan etmeyi allaha isyan olarak algılamış, kendi kabuğunda bir varlığa dönüşmüş bir insandan doğan çocukların, 10 nesil sonraki genlerinde, “sırtından sopa, karnından sıpa eksik” olmasın anlayışının izlerini, gen analizi ile görebilir miyiz?

Anadolu, yüzlerce yıldır, savaşlara, göçlere konu olmuş, kadim medeniyetlerin yeşerdiği bir halklar mozaiğidir. Bunu böyle söylemek güzel. Ama tarih ve coğrafyadan bağımsız ele alındı mı insan, gerçekte tam anlaşılmış olmaz.

Coğrafya diye bizlere okullarda okutulan şey, aslında burjuva devlet egemenliğine uygun bir coğrafyadır. Gerçekte, coğrafya denildi mi, bir bütünlük ifade eder. Mesela Kafkaslar gibi. Kafkaslar, eteklerinde çok farklı halkları barındırmış, bunlar genellikle savaşçı halklar olmuş ve her birinin farklı dilleri gelişmiştir. Biz, şimdi Kafkaslarda bir küçük devleti ele alıp, buna “coğrafya” dersek, hatalı iş yapmış oluruz. Aslında yan taraftaki devlette de benzer coğrafî koşullar vardır. Mesela Anadolu, Trakya ve Mezopotamya, bir ucu Balkanları Avrupa’dan ayıran dağlarla çevrili, bir ucu Kafkaslarla, diğer ucu da Afrika ve İran körfezi ile çevrili bir coğrafî bölge olarak ele alınabilir mi? Bu bir sorudur, böyle ele alınsın demiyoruz. Ama bizim içinde yaşadığımız bölgede, ülkelerin sınırlarının bir bölümü cetvelle çizilmiştir ve tarihsel olarak bir zorlamayı, burjuva egemenliği ve emperyalist paylaşım savaşımının sonuçlarını ifade etmektedir.

Anadolu, binlerce yıldır yağmalanan, gelenin geçtiği, farklı egemenlikler yaşamış ve her birini de biraz kendine benzetmiş bir topraktır. Irkların, kültürlerin birbirine karıştığı bir topraktır. Sadece yakın tarihimizde Selçuklu-Osmanlı ve Bizans arasında gidip gelmeleri ele alsak dahi, bu gelenin geçtiği sözünü anlayabiliriz. Sınır uçlarında bir gün Bizansa bağlı, öteki gün ise İslam’a bağlı güçler olmuşlar. Her iki tarafta da, dini resmî dinden ayrı olmuş “batınî” akımlar gelişmiş. Alevilik bizde, Anadolu’da olduğu gibi, Bizans’ın içinde, Hıristiyanlık altında da olmuş. Mesela buradan hareketle Aleviliğin İslam’la bir ilgisi yoktur dersek, en başta devlet ve ardından Aleviler bize karşı çıkacaktır. Devlet, bunu ne karıştırıyorsun, biz zar zor bir elbise giydirdik, Alevilik İslam’ın bir koludur ve en Türk olan demektir diye, sen buna çomak sokma diyecektir. Alevi dostumuz da, bana hakaret ediyorsun diyecektir. Şunun şurasında Ali’nin ve İslam’ın yaşı nedir diye bakmadan, kendi tarihinin İslam’dan önceki bölümünü reddedecektir. Acaba neden? Genleri ile oynanmış olduğu için mi?

Acaba, 1915 Ermeni soykırımının, Pontos ve Süryani soykırımının bu “genleri ile oynanma” sürecinde katkısı var mıdır?

Acaba bu katkı sadece, kıyıma uğrayanda mı vardır? Mesela bugün Kürtler katledilirken, binanın altında 15 kişi yakılırken, pencereden bakan bebek keskin nişancının canlı hedefi olurken, gerillaların cesetleri sokakta sürüklenirken, sadece katliama uğrayanın mı “genleri ile oynanmış” oluyor? Yoksa seyredenin “genleri ile oynanmış” olmuş olmasın?

Bizim gen mühendisi biyoloğumuz, laboratuvarda, insanî davranışları formatlamak için deney yaparken, acaba, önce kendi genleri ile oynanmış bir varlık hâline gelmiş olmuyor mu?

Diyelim ki, Şeyh Bedreddin isyanının bu topraklarda yaşayanlar üzerinde bir etkisi vardır. Baba İshak isyanının da. Zaten bir katkısı olmamış olsa, biliniz ki, resmî tarih, bu olayları, bu isyanları yazmakta beis görmezdi.

Tarih üzerindeki bu karartma, bu sansür, burjuva egemenliğin uzun ve ebedî sürmesi içindir. Bu karartma sadece bugün yapılmıyor, tüm tarih karartma altındadır. Karanlık, egemenlerin en çok sevdiği ortamdır.

İnsan bir toplum içinde, bir tarihsel sürecin ürünüdür. Öyle şekilleniyor.

Bu, bizim üzerinde yaşadığımız topraklar için de geçerlidir.

Begomillerin bugünkü Sultanahmet meydanında katledilmeleri, acaba, bu neslin üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir? Çocukluğundan 16 yaşına kadar, her akşam evinde, bilmem kaç yaşında bir kız çocuğunun kendisine tecavüz eden ile evlendirilme yaşı nedir, ne olmalıdır gibi tartışmalar dinleyen, annesinin babasının bu konudaki tepkilerine bakan bir kız çocuğunun genlerindeki değişimi ölçmek mümkün müdür? Nasıl?

Karaman ilçesinde, 45 erkek çocuğun ırzına geçilmesinden sonra, Ensar Vakfı’nın verdiği paralarla, galiba 10’ar bin TL, dava açmaktan bile vazgeçen aileler ve onların komşuları, acaba, selâm verilebilecek varlıklar olmaya devam edebilmişler midir?

Ve şimdi, bu insanlar, bu işe maruz kalanlar mı daha çok “genleri ile oynanmış” olanlardır, yoksa bunu seyredenler mi?

Gerçekten de burada, üzerinde yaşadığımız, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında, insan ile çok oynanmıştır. Her gelen işgal etmiş, her birinin ardından diğeri gelmiştir. Sürekli olarak yağmalanmış bir coğrafyadır burası. Hitit’in, Sümer’in ve diğer gelişmiş medeniyetlerin doğduğu ve aynı zamanda yerle yeksan eylendiği bir coğrafyadır burası.

Tüm bu süreçler, elbette ki insanı etkiliyor.

Tarih ve coğrafya, insanı etkiliyor.

İnsan içinde yaşadığı toplumun, tarih boyunca gelen insan toplumunun ürünüdür. Genleriniz ne olursa olsun, size şekil veren toplum, coğrafya bir tarihsel süreçtir. Biz Marksistler biliyoruz ki, büyük kişiler, büyük olaylar ve toplumlar yaratmazlar. Tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişilikler yaratırlar. Yani, toplumsal yaşam belirleyicidir.

Bilmiyorum doğru olur mu, ama zekâ, daha bireysel ise, akıl daha toplumsal olandır. Dikkat edilsin, birine bireysel, diğerine toplumsal demiyoruz. Biri daha fazla bireysel, neye göre, diğerine göre. İkincisi daha toplumsal. Vurgu yaptığımız burasıdır.

İsyan ve örgütlenme geleneği, özellikle son bin yılda, oldukça zayıftır. Ve bu zayıflık, insanı da şekillendirmektedir. Katliamlar, son yüz yıldır, özellikle fazladır. Ama sadece son yüz yılda değildir. Hâl toplumun “aklında”, genlere sızmış şekilde Yavuz’un Alevi katliamı diye anılan katliamları vardır. Ve toplumsal hafıza, isyan eğiliminin önünde engelleyici bir “akıl” olarak çıkmaktadır.

İnsan toplumsal bir varlıktır, elbette biyolojik bir varlıktır da. Ama insanın fizyolojisini anlamak için biyoloji ne kadar önemli olursa olsun, yetersiz kalır, düşüncesini ve eylemini anlamak için ise çok az işe yarar.

İnsan, toplumsal bir varlık olarak, tarihsel ve toplumsal koşullar altında şekilleniyor. Aynı genlere sahip iki kardeşin birini, bir katliamın içinde katliama maruz kalan insan olarak düşünün, diğerini de denizlerde seyahat eden bir varlık olarak. Bunların her birinin insanlıkları da farklı olacaktır.

İnsan toplumsal eylemi içinde, kendini adeta yeniden yaratır. Etik ve estetik buna çok bağlıdır. Bir katliamı seyreden ile, bir katliama karşı direnen aynı değerlere artık sahip olamaz. Seyreden kirlenir, katliama uğrayan ölür, yok olur veya sağ kalır ve direnişçi olur, yani daha gelişmiş bir insan belki de. Ama seyreden, insan olarak erozyona uğrar. Bu durumun genlere ne kadar yansıdığını bilmek zor, ama yansımama ihtimali yoktur.

Sürekli katliamlara uğramış bir toplumda, katliama uğrayanlar korkmaz, geride kalanlar korkar. Bu korku altında, toplumsal baskı ile sinme gerçekleşir. Bu toplumsal bir travmadır. Kuşku yok ki, her toplumsal olay, o toplumdaki herkese aynı biçimde yansımaz, farklılıklar içinde yansır. Ama korkmuş kitleler, artık her türlü tecavüze açıktır. Belleklerine müdahale edilebilir ve hafızaları formatlanabilir. Ermeni ve Rum katliamlarından sağ kurtulmuş olanların bir bölümünün, kendini devlete sadık gösterme istek ve enerjisi, ancak böyle anlaşılabilir. Bu durum, sadece Ermeni’yi, sadece Rum’u, Pontos’u, Süryani’yi, Kürd’ü etkilemez. Aynı zamanda toplumun tüm geri kalanını etkiler. Kürt, katliama uğradığında, “şükür ki ben Kürt değilim”, Alevi itilip kalkıldığında “şükür ki ben Alevi değilim” düşüncesi yaygındır ve bu, aslında insan olmaktan çıkmak demektir. Kürtlerin bugün süren mücadelesi ve örgütlülüğü, onların kendilerini koruma ve bu baskıya boyun eğmemelerini sağlamakta, azrailine sevdalanma hastalığına düşmelerini engellemektedir.

Varsayalım ki, 12 Eylül’de, devrimci hareket, sokaklarda bir direniş gösterse idi, sokaklarda direnenler sürekliliği sağlasaydı, bugün 12 Eylül hukuku bu kadar süre geçerli olmazdı. Yunanistan’da cuntayı deviren halk, güzelleşmiştir. Boyun eğen, çirkinleşmektedir. Devrimcileşmek, mücadele etmek, insan özelliklerini korumak ve güzelleşmektir. Çağımızın Don Kişotluğu budur. Yaşamın her alanında egemenlere karşı, ezenlere ve sömürenlere karşı direniş umudun kaynağıdır.

Bir de bunlara, sömürgeleşmeyi eklemek gerekir.

Sömürgeleşmiş bir toplumda, insan davranışlarının çok farklılaştığı, insanın kendine ve çevresine güvenini yok ettiği sanırım ortak kabul görecek bir olgudur. Sömürgeleşmiş halklar, kendi iradelerini teslim etmiş demektir ve sömürgeci olanlar, bunu ciddiye alırlar. Sadece o toprakları yağmalamakla kalmazlar. Kendilerine yetiştirdikleri işbirlikçiler kanalı ile, insanı ciddi boyutta kirletirler. Ta ki, bir isyan ile işçi ve emekçiler iradelerini yeniden kazanana kadar.

Demek oluyor ki, Türkiye toplumunun insanı, elbette sömürgeleşmiş bir toprakta, elbette ciddi toplumsal travmalar altında kendisi olmaya uzaktır. Kendine güvensizdir. Egemenlerin, muktedirlerin, emperyalistlerin kendilerine bıraktığı artıklarla, kendi toplumlarına ihanet etmelerinden, kendilerine ihanet etmeyi öğrenirler. Yabancıya hayranlık, aslında kendine güvensizliğin dışavurumudur. Bu, tüm toplumu sarmıştır. Egemen ideolojinin etki alanından çıkmak, kapitalist meta üretiminin etkilerinden azade olmak, öyle kolay değildir. Bu, bir toplumsal eylemle, bir toplumsal başkaldırı ile olanaklı olabilir.

Yani, insanı kitleten toplumsal ilişkiler ve yaşam ise, düzeltecek olan da bu toplumsal ilişkilere karşı verilen mücadele, geliştirilen eylemdir.

Bu nedenle Anadolu devrimi, bu topraklarda yok edilmeye çalışılan insanlığın bir direnişi ve dirilişi demektir. Bu nedenle Anadolu devrimi, binlerce yıllık tarihle hesaplaşma, yüzleşme, aynı anlamda barışma demektir. İnsanın kendisi ile barışık hâle gelmesi, toplumsal isyandan geçmektedir. Emperyalist despotluk ve egemenlik ile iç içe geçmiş, sömürgeleşmiş doğu despotizmi ve onun insan üzerindeki tüm şekillendirici etkisi, ancak, büyük toplumsal eylemlerle yok edilebilir. Medeniyetler beşiği bu coğrafyada, özgürlük ve sosyalizm talebi, tarihsel bir hesaplaşma talebidir. Kan, gözyaşı, yağma, savaş, kısacası tüm acılar, ancak bir devrimle ortadan kaldırılabilir.

Gezi’de gördüğümüz güzellik ve ışığın, egemenleri bu denli korkutması, onların kimyalarını bozması bu nedenledir. Bir asırı aşan, her birimizin içinde şu ya da bu oranda var olduğumuz devrimci mücadele sürecinin bize öğrettiği şey, bu topraklarda, sadece Anadolu’da değil, tümünde, kolay zafer yoktur. Çürümenin derinliği ve tarihsel kökleri, mücadelenin derinliği ve tarihsel anlamını da belirlemektedir. Anadolu, bu tarihsel devrimin önderlerini, kendi geç kadın ve erkekleri içinde aramaktadır. Bu tarihsel ve büyük çürümüşlüğün içinde, karşıtların birliği ve savaşımı yasasına da uygun olarak, bir yeni mayalanmaktadır, son derece güçlü, kökleri derinlere uzanan ve son derece enternasyonalist bir diriliştir bu. Gözü buraya dikmek gerekir.

Dinin azgınca kullanılması ve Saray Rejimi | “Mazluma dini sorulmaz”

Din, her zaman, egemenler tarafından, yönetmeyi kolaylaştırmak için, ideolojik bir aygıt ya da ideolojik aygıtlardan birisi olarak kullanılmıştır. Din, egemen sınıfın toplum üzerindeki denetiminin, toplumun “rızası”nı almanın aracı hâline getirilmiştir. Dinî inançlar, her zaman egemenler tarafından, körleştirici bir unsur olarak, bir afyon olarak ele alınmış ve öyle kullanılmıştır.

İşin genel karakteri budur. Egemenler, burjuva devletler, sadece baskı ile, sadece şiddet ile yönetmezler. Onlar, aynı zamanda, tarihin her dönemimde görüldüğü gibi, insanların inançlarını, kör inançlarını, geleneklerini vb. de kullanırlar. Bu her devlette, köleci devlette de, feodal devlette de ve en gelişmiş biçimi ile kapitalist devlette de geçerlidir.

Ama iktidarlar, elbette ki farklı dönemlerde, dini daha farklı tarzda kullanmışlardır. Bunun dozajı ve düzeyi, elbette iktidarların durumuna da bağlı olmuştur. Bir yandan sınıf savaşımının gerekliliklerine uygun olarak din öne çıkıp, geriye çekilebiliyor, diğer yandan da iktidarların yapısı bunda etkili oluyor.

TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde “laik” olmamıştır. Din, her zaman devletin elinde bir alet olarak işlev görmüştür. 1924’te, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda, yapılmak istenen budur. Bir yandan Cumhuriyet, ilk yıllarında cemaat örgütlenmelerini denetim altına almak istiyordu, diğer yandan ise, dini, günümüze uyarlayacak, burjuva egemenliğe uyarlayacak adımlar atmaya çalışıyorlardı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, dinî tarikat ve cemaatların etkinliğine karşı bir mücadele verilirken, aynı zamanda, dini devletin elinde bir araç hâline getirme süreci işletilmiştir. Diyanet İşleri, aslında bu amaca dönüktür.

Bu düzenleme, 1960 darbesinden sonra, daha bir ince ayar verilerek, daha genişletilmiştir. Tüm anti-komünist mücadele dönemi boyunca, NATO sistemi içinde bir ileri karakol, bir “ortaklaşa sömürge” olarak yer almış Türkiye’de, din, komünizme karşı mücadelenin, sınıf savaşımına karşı koymanın alanı hâline getirildi.

12 Eylül’de Kur’an’dan alıntılarla nutuk atan Kenan Evren, aslında bu ekolün ürünüdür. Erdoğan ve Fethullah Gülen, bu sürecin ürünleridir.

Cumhuriyetin kuruluşunda var olan, “üç tarz-ı siyaset”, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine kuruludur. Cumhuriyetin başlangıcında Türkçülük, “bu devlete bir ulus” yaratmak temeline dayalı olarak öne çıkmıştır. Millet yaratma siyaseti, ümmet üzerine dayalı dinî anlayışın yeniden şekillendirilmesini de beraberinde getirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin zaferi, Alman faşizmi nezdinde faşizmin yenilmesi, anti-komünist bir soğuk savaş dönemini başlatmıştır. NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderen Türkiye, aynı zamanda diyanet işlerini de yeniden, yeni ihtiyaçlara göre ele almaya başladı.

12 Eylül geldiğinde, Türk-İslam sentezi devreye girdi, Atatürkçü Kenan Evren elinde Kur’an ile dolaşmaya, tarikatçı Özal ise orduyu şortla denetlemeye başladı.

Ekonomik olarak AB’ye bağlı olsa da Türkiye, NATO mekanizması ile, siyasal olarak tamamen ABD uzantısı hâline geldi. Bu ortaklaşa sömürge, her açıdan yeniden şekillendirilmeye başlandı. 12 Eylül, dinin kullanımı açısından bir sıçrama yarattı. Özal ile dinî tarikatların bir çok açıdan yolu açıldı. Ve Fethullah Gülen örgütlenmesi, devletin her kademesinde bir ABD projesi olarak devreye sokuldu. Aynı ABD projelerinden biri olan Erdoğan, biraz daha sonra devreye girecektir.

SSCB dağıldıktan sonra, ABD için, kendi kontrolü altındaki Türkiye’yi, ekonomik olarak bağımlı olduğu Avrupa’ya bırakmamak ve sadece kendi sömürgesi olarak örgütlemek önem kazandı. Erdoğan, Gülen örgütlenmesinin hem önünü açacak, hem de birlikte yürüyecek yoldaşı olacaktı. Zemin hazırdı ve Türk-İslam sentezi içinde İslam biraz daha öne çıkarılacaktı.

Nihayet, bu aynı zamanda, diyanet işlerinde de bir yeni organizasyon demekti. TC devleti, dini daha fazla öne çıkartacak, “ılımlı İslam” olarak bölgede, paylaşım savaşımında ABD tetikçisi olarak iş görecekti.

AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’ne dönüşümü ile birlikte, içeride şiddet arttıkça, cemaatlerin öne çıkması daha elzem hâle geldi. Kürt devrimini bastırmak için, dinî örgütlenmelere el atıldı. Dinî savaş çeteleri organize edildi. IŞİD’in bir nevî nüveleri, daha çok burada ortaya çıkarıldı. Kürt devrimine karşı dinî tarikatlar, mafyatik bir hâle getirildi, silâhlandırıldı.

Ülkede ekonomik ve sosyal bunalım derinleştikçe, din, Saray Rejimi’nin tekelinde tam bir günlük afyon olarak kullanılmaya başlandı. Soma’da ölen işçilerin ardından Diyanet İşleri Başkanlığından, camilerde iş güvenliği şart değildir tarzında, “işin fıtratında var”ı destekleyecek tarzda hutbeler verildi. Camiler, savaşın bir parçası olarak örgütlenmeye başlandı.

Fethullah Gülen’e karşı girişilen tasfiye süreci, bir yandan egemenler arasındaki kavganın bir uzantısı, Balyoz vb. operasyonların bir nevî yanıtı oldu ise de, aslında devletin içinde dinî çetelerin yerleşmesini sekteye uğratmadı. Başka tarikatlar, devletin içinde yer almaya başladı.

Erdoğan’ın, muktedir olduktan sonra, bir arayış olarak sultan-halife arayışına çıkışı, bu sürecin ardından yükselmiştir. Erdoğan’da ulvî, tanrısal yönler keşfedilmeye başlandı ve bu daha çok 17-25 Aralık sürecinden galip çıktıktan sonra gündeme geldi. Birçok şey söylendi ve en sonunda “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam” unvanı bile dile getirildi. Sultan Halife, Suriye savaşında, İslam ordularını IŞİD çeteleri olarak kullanmaya heveslendi, kullandı. Dışarıda bu yöne giderken, içeride, her tür soygunu, her tür yalanı, her tür yağma ve rantı örtecek tarzda dinî fetvalar devreye sokuldu. Ve nihayet içeride, tarikatlar devletin her yanına girerken, aynı zamanda, Erdoğan’ın hizmetine girmeleri istenmiştir.

İşte bu son aşamayı anlatan bir gelişme yaşandı. Mart ayında, önce Ahmet Nesin, Diyanet İşleri tarafından yapılan bir çalışmadan söz etti. Ardından, Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019’da, T24’te bir makale ile konuyu genişletti. Atay, “Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu”nca hazırlanan, “gizli” ibareli rapordan söz etti. Atay, kendisinin de okuduğu bu raporun adının “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” olduğunu da ekliyor. Atay şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bu, ‘istihbari’ bir rapor ve esbab-i mucizesi de kanımca ‘Erdoğan Rejimi’ ile uyumlu bir ‘devlet dini’ yaratma yolunda ‘düzleştirme’ girişimine rehber oluşturmak.”

İşte tam da bu nedenle, dinin kullanımı ile dinî tarikatların devlete sızması arasındaki bu çift yönlü sürecin içinde bulunduğu yeni aşamayı anlatan bir gelişmedir bu.

Tayfun Atay’ın “istihbari” rapor dediği bu tip çalışmaların normalde, MİT ya da MGK tarafından yapılıyor olmasına alışığız. Ama bu kez devreye, 150 bin kişilik kadroya sahip Diyanet İşleri sokulmuştur.

Rapor, neden bu incelemenin yapıldığını da açıklıyormuş. “Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da dini istismar eden Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) eliyle maruz kaldığı ihanet ve darbe girişimi, ülkemizde dernek, cemaat, tarikat veya vakıf adıyla faaliyet yürüten dini yapıların derinlemesine incelenmesini zaruri hale getirmiştir.” (Aktaran Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019, T24.com.tr).

Böylece inceleme nedeni de ortaya konmuştur. Atay, 29 Mayıs’ta, bir başka makale ile, konuyu daha etraflıca ele almıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan süreci ve Diyanet İşlerinin ne işlevi olduğunu irdelemiştir.

Ama biz rapora dönelim. Ahmet Nesin’in, bu kitap, seçim öncesinde yayınlanırsa ne ilginç olur, dediği rapor hakkında Gazete Duvar internet sitesinde, Özlem Akarsu Çelik, biraz daha ayrıntı vermiştir. Özlem Akarsu Çelik, gizli ibareli bu raporun başlıklarını yayınlamıştır.

“- Önsöz

– Türkiye’nin Dini Haritası

– Dini Oluşumlarda Görülen Bazı Aşırı Özellikler

– Kur’an İslamı

Abdülaziz Bayındır; Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi; Haksöz/Özgür-Der; Mehmet Okuyan; Mustafa İslamoğlu

– Selefi Söylem

Abdullah Yolcu; Alparslan Kuytul (Furkan Vakfı); Feyzullah Birışık; Halis Bayancuk (Ebu Hanzala); Kul Sadi Yüksel; Mehmet Balcıoğlu (Ebu Said Yarpuzî); Mehmet Emin Akın

– Mehdici ve Mesiyanik Söylem

Adnan Oktar; Ahmet Hulusi; İskender Evrenosoğlu

– Gelenekçi

İhsan Şenocak; Nurettin Yıldız; Şahımerdan Sarı (Vasat Grubu)

– Dini ve Siyasi Teşekküller

Davet ve Kardeşlik Vakfı; Hizbu’t Tahrir; Mustazaflar Hareketi (Hizbullah)

– Risale-i Nur Grupları

Kırkıncılar Grubu (Mehmet Kırkıncı); Med-Zehra Grubu (M. Sıddık Şeyhanzade; Okuyucular Grubu (Zübeyir Gündüzalp); Tahşiyeciler Grubu (Muhammed Doğan); Yazıcılar Grubu (Hüsrev Altınbaşak); Yeni Asya Grubu (Mehmet Kutlular); Zehra Grubu (İzzettin Yıldırım)

– Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)

– Nakşibendiler

Erenköy Cemaati; Hazneviler Grubu; Işıkçılar Cemaati; İskenderpaşa Cemaati; İsmail Hakkı Toprak Grubu / Somuncu Baba / Darende Cemaati; İsmailağa Cemaati; Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet); Menzil/Semerkand Cemaati; Norşîn Dergâhı; Ömer Öngüt (Hakikat Grubu); Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati; Şeyh Seyda El Cezerî Cemaati; Yahyalı Cemaati

– Halvetiler

Halvetiyye Tarikatı (Uşşakıyye ve Cerrahiyye Kolları)

– Rifailer

Kenan Rifai ve Kubbealtı Vakfı

– Kadiriler

Haydar Baş

– Diğerleri

Nurettin Şirin; Recep İhsan Eliaçık:

– Sonuç”

Raporun başlıkları da bunlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, tüm bu tarikat, cemaat ve gruplara şekil vermeye, ayar vermeye hazırlanıyor. Zaten, bazı gruplardan da rapora itirazlar yükselmeye başlamış bile.

Saray Rejimi, artık yolun sonuna yaklaşmaktadır. Saray Rejimi, ömrünü sürdürmek için, bir yandan daha fazla şiddete, daha fazla baskıya başvuruyor. Kürtler ve işçi sınıfı söz konusu oldu mu, toplumsal muhalefet söz konusu oldu mu, egemen sınıfın tüm çeteleri, Saray Rejimi ile birlikte azgınca saldırmaktadır.

Öte yandan ise, bir yandan tarikatların devlet çarkı içinde süren çeteleşme ile atbaşı olarak devlet içinde örgütlenmesi gelişiyor. Diğer yandan ise, tarikatlar kendi içlerinde çeteler hâline dönüşüyor. Para ve güç ilişkileri içinde devlete sızmak, günlük hayatlarında çeteler şeklinde organizasyonun da temeli oluyor. Saray, artık, tüm bu tarikatlara kendi cephesinden bir ayar vermeye yöneliyor. Bunu MİT veya MGK eli ile değil de Diyanet İşleri eli ile yapmayı uygun görüyorlar.

Diyanet İşleri Başkanlığına sahip bir devlet, elbette ki laik bir devlet olamaz. Dini, insan ile yaratan arasında bir ilişki olarak tarif etmek yerine, onu siyasal örgütlenmenin bir alanı hâline getirmek demektir bu.

Saray Rejimi, bir yandan, ülkede İslamlaştırma politikalarını eğitimde ve günlük hayatta öne çıkartırken, bu yolla daha rahat bir yönetme olanağı yaratmayı amaçlarken, diğer yandan da, tüm tarikatları bir “resmî” çatı altında organize etmek istiyor.

Tarikatların devlete girmesi, devletin tarikatları yönetme isteği, birbirinin içine girmiş girift ilişki ağlarını da oluşturmaktadır.

Çözülmekte olan Saray Rejimi, dini yıllardır azgınca kullandıkça, dinî çevreler içinde de arayış gelişmeye başlıyor. Çözülme, “resmî” din anlayışının da sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Anti-kapitalist, sosyalist yönelimli Müslümanların gelişimi, daha bugünden, Saray Rejimi ve arkasındaki tüm güçleri rahatsız etmiş durumdadır. Müslümanlığı, çeteleşme ile birleştiren, müteahhitlikle iç içe sokan, rant avcılığını İslam kurallarının bir parçası hâline getiren, rüşvet ve yağmayı fetvalarla aklamaya çalışan Saray İslamı, olası “resmî din” ve resmî tarikat dışı oluşumları engellemek istiyor.

Sınıf savaşımının üstünü örtmek için, dini azgınca kullanıyor. Kul hakkı yemeyi, muktedirliklerinin doğal hakkı ve allahın emri imiş gibi göstermeye çalışıyor.

Egemenlik, kendi kalıplarına oturuyor. Adına İslam ya da adına reform ya da adına demokrasi gibi sözcükler eklemesi durumu değiştirmiyor. Egemenler dini kullanmadan yönetemezler.

Kapitalist sistemin gerekleri, İslam’a pazar ekonomisi çerçevesinde format atma eğilimlerini de getiriyor. Aşağılama ve sömürüye dayanan kapitalist egemenlik, ezilenler için dinin azgınca kullanımını koşulluyor.

Bugün egemenler, artık yönetemez durumdadırlar.

Biz, işçi ve emekçiler, biz devrimci sosyalistler aynı yerdeyiz

Direniş güzelleştirir, örgüt özgürleştirir.

Ve bir kere daha söylüyoruz: Mazluma dini sorulmaz. Dinî inancı, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, tüm işçi ve emekçiler için tek kurtuluş yolu vardır, sosyalist devrim.

Egemenlerin elinde din, yönetme aracıdır. Kullanılır, azgınca, bugünkü gibi ya da daha örtülü şekilde. Ama kullanılır. İşçi ve emekçiler için, inancı ne olursa olsun, tek çıkış yolu vardır, direnmek ve örgütlenmek. Devrim, sosyalizm, sadece Anadolu’nun kurtuluş yolu değildir, insanlığın da tek kurtuluş yoludur. İnsanın insan tarafından sömürüsüne son vermeden, ezenleri alaşağı etmeden, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeden, insanlık adına bir çıkış yolu yoktur.

İzmir’de dergimiz okurlarına yönelik baskı, taciz ve tehditlere yönelik basın açıklaması

Son dönem okurlarımıza yönelik artan baskı, taciz ve tehditlere ilişkin 10 Temmuz saat 17.00’de İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi’nde basın toplantısı gerçekleştirdik. Basın metninin tam halidir.

“Basına ve Kamuoyuna

Son süreçte dergimiz okurlarına yönelik baskı, taciz ve tehdit giderek artmaktadır.

3 Temmuz günü Menemen’de 2 Temmuz’da Sivas’ta yakılarak katledilen insanlarımız için bir anma gerçekleştirmek istedik.

Bundan 22 sene önce daha Madımak’a benzin taşınırken “Gazamız mübarek olsun”, daha Madımak ‘ın dumanı geçmemişken “Neyse ki dışarıdaki insanlarımıza bir şey olmadı” demişlerdi. Zamanaşımı kararından sonra en üst perdeden ” Milletimiz için hayırlı bir karar oldu” diyenlerin kolluğu Menemen’ deki anmamızda önce pankartları indirmiş, onlarca çocuğun, yaşlının, insanlarımızın olduğu parkta anmayı yaparsak saldıracaklarını söylemiş, sonrasında elini uzatan amirin elini sıkmadı diye yoldaşımıza tehditler yöneltmiştir.

Okurumuz Cihan Taşkın’ın “Biz siz ile dost muyuz el sıkışalım” sözlerine karşılık “dikkatli ol, sana yarın araba çarpsa görmeyiz, dönüp bakmayız” denmiştir.

1 Mayıs’tan bu yana liseli yoldaşlarımızın aileleri aranıyor, “1 Mayıs’a niye katıldın, kiminle organize ettin” gibi sorularla okurlarımız taciz ediliyordu. Menemen’de ise taciz tehdite dönüşmüştür. Bilinir ki gidenler heybelerini doldurmak isterler.

Gittikçe saldırganlaşan ve ciddi bir yönetememe krizi içerisindeki Saraj Rejimi çatırdamaktadır. Zayıflayan, zayıfladıkça azgınca saldıran Saray Rejimi heybesini devrimcilere, halklara saldırıyla doldurmaktadır. Ekonomik kriz ve baskıya karşı işçiler, emekçiler tarafından ortaya konan hoşnutsuzluk, dipten gelen direniş, halkların özgürlük arayışı Saray Rejimini iliklerine kadar çözmektedir. Bu çözülüş, en ufak bir karşıt sese, eyleme, harekete bile tahammül edemeyecek kadar hızlanmıştır.

Bir bütün olarak devrimci güçlere son süreçte saldırı artmış, İstanbul’da operasyonlar, Ankara’da Mehmet Ağar’ın “benim oğlum ben yetiştirdim onu” dediği Süleyman Soylu’nun yöntemleriyle işkence merkezleri kurulmuş, her hak arama mücadelesine, her işçi eylemine, kadın eylemine saldırı giderek artmıştır.

Bu saldırı furyası nafiledir.

Sıkılmayan el, Sivas’ta benzin döken, Dersim’i, Çorum’u, Maraş’ı kana bulayan, Hrant’ın katillerinin sırtını sıvazlayan, Ali İsmail’e yumruk atan eldir. O eli sıktığımız görülmemiştir.

Dost, düşman bilmelidir yoldaşlarımız, okurlarımız yalnız değildir, başlarına gelebilecek her şeyden, tehdit edenler, İzmir Emniyeti sorumludur.

Baskılar Tehditler Bizi Yıldıramaz!

Biz Gezi’ciyiz Siz Gidici!”

Basın toplantısına katılan BDSP, Emek ve Onur ve Köz’e gösterdikleri devrimci dayanışma için teşekkür ediyoruz.

Kaldıraç İzmir

İşçi Gazetesi’nin 173’ncü sayısı çıktı

Gazetemizin bu sayısında; İstanbul seçim değerlendirmesi, kriz ve işçi sınıfının esaretini derinleştirecek yeni saldırı hazırlıkları, işçi eylem ve direnişleri, TÜPRAŞ sözleşme süreci üzerine Petrol-İş Genel Eğitim ve Örgütlenme Sekreteri Mustafa Mesut Tekik ile yaptığımız röportaj, işçi hakları, köşe yazıları, okur mektupları, ülkeden ve dünyadan gelişmeler yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitapevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

GAZETEMİZİN OKURLARINA, DOSTLARINA ÇAĞRIMIZDIR;

İşçi Gazetesi, birçok şehirde onlarca emekçi mahallesinde kapı-kapı tanıtarak, semt pazarlarında, işçi duraklarında, eylem ve etkinliklerde işçi-emekçilere ulaştırılıyor.

“Aslolan işçi sınıfının gündemidir” ilkesiyle hazırlanan İşçi Gazetesi’ni daha etkili hale getirmek, daha fazla emekçiye ulaştırmak mümkündür. Çağrımız, bu iki konuda duyarlılık ve dayanışma gösterilmesi amaçlıdır.

BİRİNCİSİ: Çalışma koşullarımız giderek işkence haline geliyor, işsizlik kılıcı başımızda sallanıyor, kriz canımızı yakıyor ve dahası birçok sorun… Bu sorunlar, sıkıntılar ve ne yapılabileceğine dair önerilerin [email protected] ya da facebook.com/iscigazetesi adreslerine yazılıp gönderilmesini istiyoruz.

İKİNCİSİ: Okurlarımızı, İşçi Gazetesi’ni daha fazla emekçiye ulaştırmak için yürütülen dağıtım faaliyetlerine destek olmaya, hiç değilse bir tane fazla alıp kendisi gibi bir emekçiye ulaştırmaya davet ediyoruz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

İşçi sınıfını köleleştirme saldırısına karşı Birleşik Emek Cephesi!

TÜPRAŞ’a ait 4 rafineride Petrol-İş sendikası ile işkolundaki patron örgütü KİPLAS arasında 4300 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri bilinçli olarak Koç Holding tarafından çıkmaza sokuldu; sözleşmenin sonucunu Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tayin etti. YHK, Türkiye sermaye sınıfının da koçbaşı olan Koç Holding ne istediyse onu yaptı.

Sınıfın kritik gündemlerinin başında, kamu alanında yaklaşık 200 bin, metal işkolunda ise 130 bin işçiyi kapsayan Toplu İş Sözleşmesi (TİS) süreci var.

Bu sözleşmeler, aileleriyle beraber milyonu aşkın bir emekçi kitlesini doğrudan etkilerken, genel ücretlere ve diğer haklara emsal teşkil edeceği için dolaylı olarak tüm işçi sınıfını etkileyecek niteliktedir.

Kamu alanındaki TİS görüşmeleri Türk-İş ile devleti temsilen Kamu-İş arasında sürdürülüyor. Türk-İş, ilk görüşmede işçilerin haklarını geliştirici olmaktan uzak olan, belki geçmiş reel ücret kayıplarını telafi edebilecek bir teklifle masaya oturdu.

Metal patronları örgütü MESS ile işkolundaki sendikalar arasında yapılacak görüşmeler ise henüz başlamadı. İki taraf da hazırlıklarını sürdürüyor.

TÜPRAŞ sözleşmesinde izlenen saldırgan taktik, sermayenin diğer sözleşmelere hazırlığı olarak da okunmalıdır.

Ancak saldırı daha kapsamlıdır. Sermaye sınıfı, bir dediğini ikiletmeyen devletinin tam desteğiyle işçi sınıfına karşı topyekûn bir saldırı yürütüyor.

Bir yandan sözleşmelerde açığa çıktığı gibi cesaretle hak gasplarına girişirken diğer taraftan ekonomik krizi de fırsat olarak kullanıp işçileri köle kertesine getirecek yeni yasal düzenlemelerin hazırlıklarını yürütülüyor.

YHK marifetiyle bitirilen TÜPRAŞ sözleşmesi hak gasplarına örnektir. 40 yıldır 2 yıl olan TİS geçerlilik süresi 3 yıla çıkartılıyor, yüzde 6 zam yeterli görülüyor, vardiya, izinler vb. çalışma düzeniyle ilgili kritik konularda işçinin inisiyatifi devre dışı bırakılıyor.

Sendikalar, kıdem tazminat gündemiyle ilgiliyken, patronlar işçileri köle kertesine getirecek yeni saldırılara hazırlanıyor. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), geçtiğimiz Mayıs ayında ‘çalışma yaşamını’ ilgilendiren bir dizi talebin yer aldığı rapor hazırladı. Rapor ve talepler, Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK) Yönlendirme Komitesi toplantısında kabul edilerek hazırlıklara başlandı.

DİSK Araştırma dairesi (DİSK-AR) yöneticisi de olan Aziz Çelik, sermayenin yeni saldırı planını başlıklar halinde ele alarak açıkladı.

Çelik’in açıkladığı saldırı planında şu ana başlıklar var:

• Belirli süreli (geçici) çalışmada keyfilik

• Deneme süresi 2 aydan 6 aya çıkarılacak

• Telafi çalışması 2 aydan 6 aya çıkarılacak

• Denkleştirme süresi 2 aydan 4 aya çıkarılıyor

• İşçi alacaklarında dava açma süresi 5 yıldan 1 yıla indiriliyor

• İşçi Sağlığı ve Güvenliği mevzuatına tırpan

• Zorunlu istihdam alanları daraltılıyor

Özellikle kayıtdışı alanda fiili olarak bir boyutta uygulanan bu çalışma koşulları, yasal kılıfına da kavuşturularak, işçilerin iliğine-kemiğine kadar sömürülmesi, uygulamanın genelleştirilerek sınıfın esaretinin derinleştirilmesi amaçlanıyor.

Saldırı topyekûndur, topyekûn direnişle püskürtülebilir.

TÜPRAŞ işçilerinin yanında olmayan kamu işçisi, metal işçisi, belediye işçisi vd. işçiler; Türk-İş, DİSK, KESK vd. sendikalar; niyetlerinden bağımsız sermayenin değirmenine su taşır durumdadırlar.

Sermaye sınıfının fıtratı; daha fazla sömürü, daha fazla kârdır. Devlet, kendi varlığının teminatıdır, kendi devletidir.

Köleleştirme saldırılarını püskürtmek mümkündür. Topyekûn karşı direnişi örecek birleşik bir emek cephesi saldırıları püskürtebilir, dahası, sermayenin çanına ot tıkayabilir.

Bunu, sendikaların başına çöreklenmiş; devletle, patronlarla iş tutan asalaklardan beklemek gerçekçi değildir. Sendikacılığı basın bürosu kertesine indirmiş, hakları için dişe diş kavga etmeyi çoktan bir kenara bırakmış sendikacılardan beklemek gerçekçi değildir.

Bu görev ve sorumluluk; hayli azınlıkta da olsalar sınıfın çıkarları için samimi olarak mücadele eden sendikacıların, bu görev ve sorumluluk; hiç de azımsanmayacak sayılarda olan fabrika ve işyerlerindeki işçi önderlerinin, bu görev ve sorumluluk; sınıf bilinciyle donanmış devrimci sosyalist tüm işçilerin, bu doğrultuda mücadele eden tüm örgütlerin omuzundadır.

Esaret cenderesini kırmak için öne çıkma zamanıdır!

Ekonomik kriz üzerine

Ekonomik kriz, bugünlerde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri hâline gelmiştir. Her ne kadar, Saray Rejimi, önceleri “kriz yok, yalandır” diye başladığı karartma kampanyasını, seçim vb. gibi çeşitli vesilelerle sürekli sürdürüyorsa da, kriz gerçeği, kendini tüm ağırlığı ile hissettiriyor.

Ama kriz üzerine konuşurken, “iktidar ne yapmalı” ile başlayan ya da buna evrilen tartışma ve konuşmalar, makaleler, analizler, krize hep egemen sınıf, burjuvalar, üretim araçlarının sahipleri, zenginler açsından bakmış oluyorlar. Zaten, bir burjuva iktisatçının görevi de budur. Krize, tek tek kapitalistler açısından değil, bir bütün olarak kapitalistler ve kapitalist sistem açısından bakmaktır. Onların bilim dedikleri “ekonomi” ya da “iktisat”, gerçekte bugün üniversitelerde okutulan hâli ile bir bilim değildir. Ancak ve ancak, kapitalist sistemi aklamak için ekonomi-politik’e burjuva ideolojisi cephesinden, yalanlara ve yanlışlara dayalı bir ideolojik saldırıdır.

Tek tek kapitalistlerin kriz koşullarında ne yapması gerektiğini ise, danışmaları, uzmanları vb. zaten düşünür, tartışır, raporlar. Ama tüm burjuva sınıf adına, “etkili” ekonomistler, burjuva “bilim adamları” her gün kriz üzerinde tartışmaktadırlar.

Ama, ülkemizde Saray Rejimi, özel bir konumu ifade eder. Erdoğan, devlet olanakları ile “burjuvazi yaratma” siyasetinin 1920’lerde gördüğü işlevi, bugün kendi çevresinde bir zenginler sınıfı yaratmak için kullandı, kullanıyor. ABD buna 15 yılı aşkın süredir destek veriyor. SSCB çözülene kadar “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin ekonomisi AB’ye bağlıdır ve ABD, elinde tuttuğu siyasal alanı (yani, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb.) kullanarak, yeni zenginler sınıfı üzerinden müdahale olanakları geliştirmek için, Erdoğan projesinine destek vermiştir, vermektedir. Erdoğan projesi, sadece Ortadoğu’da, yeni bir bölüşüm haritası ve İsrail güvenliği için iş görmüyor, içeride de paylaşım savaşımının gereklerine uygun olarak ABD cephesine hizmet ediyor.

İşte bu özel konum, Saray Rejimi’nin, yeri geldiğinde kapitalist seçkinlere, işadamlarına da “tehditler” savurmalarına olanak veriyor.

TÜSİAD, ekonomik kriz ve İstanbul seçimlerinin tuhaf iptali sonrasında, yakın döneme kadar sorunsuz desteklediği Erdoğan politikalarını eleştirdi. Bu eleştiri, gerçekte, Erdoğan’ın, seçim akşamı, “yalnız adam” imajı ile çıktığı balkondaki konuşmasında deklare ettiği anlaşmaya, ne oldu ise uymama kararının ardından geldi. Erdoğan, hatırlayalım, balkon konuşmasında, yenilgiyi kabul etmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmiş olarak konuştu. Bunda şüpheye yer yok. Ve konuşmasında, eline tutuşturulmuş gibi bir anlaşma maddelerini deklare etti. Bir yandan yenilgiyi kabul edeceğini ilan etti, diğer yadan ise, 4 madde daha ekledi: İlki, serbest piyasa ekonomisi kurallarına bağlı kalacağız; ikincisi, ekonomik ve hukukî reformlar yapacağız; üçüncüsü beka söylemi tutmuştur, devam, Kürt öldürmeye kimse karşı çıkmaz, zaten ekonominin yağma, rant ve savaş ekonomisi olduğu açık. Beka meselesi savaş ekonomisine uygundur. Dördüncüsü de Suriye’de işgale ve saldırganlığa devamdır.

Biz aslında ilk ikisi ile, konumuz gereği, bu yazı bağlamında ilgiliyiz. Piyasa ekonomisi kurallarından ve ekonomik ve hukukî reformlardan söz etmek, belki “sol” bir parti seçim kazanmış olsa idi, kapitalistlere garanti vermek konuşması olarak ele alınabilirdi. Ama, öyle değil, iktidar değişmemişti, zaten iktidar seçimleri değil, yerel seçimler yapılmıştı. Ama Erdoğan, parababalarına sesleniyordu, halka değil. Türkiye’de 460 milyar dolar alacaklı olan uluslararası sermayeye, yatırım için davet edilen ama hukukî nedenlerle gelmeyen sermayeye, kaçmakta olan sermayeye ve elbette TÜSİAD dahil, tüm Erdoğan öncesi sermayeye sesleniyordu. Ve onlara, şirketler üzerindeki ekonomik baskı, rant ve yağmadan büyük payı kendine ve çevresine dağıtma sistemi son bulacak, diyordu.

Tam da TÜSİAD’ın istediği, büyük sermayenin ve onların yabancı ortaklarının istediği şey bu idi. Onlar, Erdoğan ve Saray Rejimi’nin işçileri ezen, ücretleri düşüren yağmacı politikalarından rahatsız değillerdi. Saray medyasının TÜSİAD açıklamasının ardından Özilhan’a yanıt vermek üzere açıkladığı gibi, sermaye, AK Parti döneminde kârına kâr katmıştır. Saray basını için son derece riskli bir açıklamadır. Çünkü oyunu istedikleri yoksul kesimler, böylesi bir kârlılık karşısında akıllarını kullanabilir ve kendi durumlarını biraz daha net görebilirlerdi. Ama Saray basınının eli kolu bağlanmıştır, ne yapsalar, öteki yalanları ortaya çıkıyor.

İşte TÜSİAD adına Özilhan, seçimi iptal etmenin yaratacağı “hukuksuzluk” algısının vahim olduğundan hareketle, dikkat çekici bir konuşma yaptı. Özilhan, aslında “anlaşmayı, balkondan açıkladıklarını neden yırtıp attın” demek isterdi. Bunu mesela Ecevit hükümetlerine karşı yaparlardı. Ama Saray Rejimi, biraz daha farklı bir konumdadır.

Erdoğan, balkon konuşmasının ardından, İstanbul’da çöreklenmiş çetelerin ve muhtemelen Damat da dahil çocuklarının da baskısı ile, oluşacak büyük kaybı gördü ve daha riskli bir hamle yaptı. Sanki, iptal ettiği İstanbul seçimlerini kazansa, durumu düzelecek mi? Çözülme ve gidiş sürecinde bazı değişiklikler olabilir ama artık yolcudur abbas.

İşte burjuva iktisatçıların bir bölüm muhalif olanı, bu çerçevede ekonomik krizi çözecek acil önlemleri tartışmak istiyor, bunları dile getiriyor. Saray medyası eli ile Saray, bu tartışmalara bile tahammül edemiyor ve şiddetli bir saldırı ortaya koyuyor. Saray’ın silahşör yazarları, ekonomik kriz gerçeğine, burjuva iktisadı açısından bile gelen bakışı, bölücü, haince buluyor. Bu burjuva uzmanlar karşısına, Saray destekli bilgisiz kalemşörler çıkarılıyor.

Biz, bu kalemşörleri bir yana bırakalım, burjuva uzmanların, gerçeğe, krize, gerçekten yana bir yaklaşımları olmadığını bilmeliyiz.

Bu burjuva uzmanların dile getirdiklerini toparlarsak, ne istediklerini anlayabiliriz. Bu burjuva iktisatçılar, asla ve asla aydın değildir, nesnel bir yaklaşım içinde değildir. Burjuvazinin topluca çıkarlarını dile getiren uzmanlardır.

Şunları derlemek mümkündür. Okur, bizi affetsin, bunların her bir söylediklerini alıntılayarak “kanıtları” ortaya koyan bir makaleye dönüştürmeyeceğiz. Zaten, isteyen bunları, her gün basından bulabilir. Sadece bir haftalık bir tarama bile fazla gelir.

– İşaret ettikleri ilk istek şudur: Bütçeyi bozan harcamalara son. Burada, elbette bütçenin akıl almaz bir biçimde Saray Rejimi’nin günlük ihtiyaçları için kullanılmasını kastediyorlar. Kemer sıkalım, daha ileri bir istek olur. Onlar sadece, bu dağıtılan paranın, sınırlanmasını istiyorlar. 2003-2018 yılları arasında, sadece örtülü ödenekten 6,5 milyar TL harcama yapılmıştır. Sadece Ocak-Mart sonu arasında seçimler için akıl almaz paralar harcanmıştır. İşte bunu kastediyorlar. Demek istiyorlar ki, ne fark eder, İmamoğlu da bu sisteme, düzene bağlı değil mi, bu kadar “hırs” niyedir? Demek istiyorlar ki, “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” sözünü, savaşçı buluyorlar ve sadece Saray için önlem olarak görüyorlar, oysa “ülke” için, yani kendileri için önlemler istiyorlar.

– İkinci olarak, belki sıralaması böyle değildir ama en çok dile getirdikleri şeylerden biridir: Merkez Bankası üzerinde politik baskıya son verilsin, diyorlar. Mesela Ocak 2019’da Merkez Bankası’ndan Nisan 2019’da gelmesi gereken paranın, 37,5 milyar TL’nin baskı ile alınmasını ve harcanmasını kastediyorlar. Mesela Merkez Bankası’nın döviz ve faiz politikalarına, hadi enflasyonu da koyalım, günlük müdahaleler yapılmasın istiyorlar.

TC Merkez Bankası’nın, Saray hazinesi olarak kullanılmasının en somut örneği, gecelik swap işlemlerinde de görülüyor. Merkez Bankası, Şubat ayında 26 milyar dolar rezerv açıkladığında, uluslararası kurumlardan bir yalanlama geldi ve rezervin 16 milyar dolar olduğu açıklandı. Mayıs ayında ise, Merkez Bankası’nın net rezervinin eksi 6,5 milyar dolar olduğu anlaşıldı.

İstatistik ve rakamlarla oynamak, yalanların en etkililerinden birini oluşturur. İşsizlik istatistikleri de öyledir.

Eksi 6,5 milyar dolar rezerv ne demektir? Merkez Bankası, kendi döviz rezervlerini bitirdikten sonra, diyelim ki, şirketlere ve kişilere ait döviz hesaplarındaki paranın 6,5 milyar dolarını da kullanmış demektir. Yani, bugün, bankalarda döviz olarak parası olanlar, aynı anda bu paraları çekecek olsa, böyle bir para yok demektir.

Bu döviz hesapları, biz işçilerin, halkın hesapları olmaktan çok, şirketlerin hesaplarıdır, bu anlama gelir.

İşte Merkez Bankası’nın, bunun ardından, Mayıs ayında, kalkıp “yedek akçe” olarak tuttuğu 40 milyar TL’yi piyasaya sürmesi, iyi hesaplansın, tam da bu dövizin karşılığıdır. Bu dövizin karşılığı olarak yedek akçenin 40 milyar TL’nin piyasaya sürülmesi, para basma etkisinin aynısını gösterir. Bu durum, dövizi daha da kırılgan hâle getirir.

Saray medyasının sürekli pompaladığı, Erdoğan’ın dilinden düşürmediği, “dövize dış müdahale” gerçekten olursa, dövizi tutmak mümkün olmayacaktır. Burjuva iktisatçıları, bunlara uzman diyelim ve asla aydın sözünü kullanmayalım, işte bu durumu görüyorlar ve egemen sınıflar adına, acil durum var demeye çalışıp, reçeteler yazıyorlar.

– Kamu bankalarını zarar yazmasına son verilsin, diyorlar. Burjuva uzmanlar, mesela Halk Bankası’nın kâğıt üstünde battığının farkındadırlar. Kamu bankaları eli ile piyasaya döviz için yapılan müdahale, Mayıs ayında, 4,5 milyar doları geçti. Eksi 6,5 milyar dolarlık rezerv, bunun ardından ortaya çıktı. Ve elbette bu önlem, doların ateşini 20 sent kadar düşürdü, hepsi budur. Bu durum kamu bankalarını oldukça kırılgan bir yapıya sokmuştur. Kamu bankaları tüm bunları, “görev zararı” olarak yazmakta ve bu genel ekonomi üzerine (onlar makro ekonomi diyor) bir yük yüklüyor. Gerçekte kamu bankaları, Saray çevresince yağmalanmaktadır. Yağma ekonomisi denildi mi, bunu unutmamak gerekir.

– Burjuva sistemin genel çıkarlarını savunan ve Saray tarafından “muhalif” olmakla suçlanan bu uzmanların bir başka önlemi, “arsa rantına vergi konması”dır. Bu ise Saray zenginleri dediğimiz kesime para aktarımının sınırlandırılması demektir. Elbette, İstanbul seçimlerini iptal ettiren çetelerin etkisi düşünüldüğünde, bu, Saray’ın olumlu bakmayacağı bir önlemdir.

– Bir başkası, ihale yasasının eski hâline getirilmesi isteğidir. İhale yasası, AK Parti iktidarı döneminde 15 kere değiştirilmiştir. Yine okur bizi affetsin, biz 16. değişiklik oldu ise bunu henüz bilmiyoruz. İhale yasasındaki değişikliklerin tümü, Saray zenginlerinin, müteahhitlerin istekleri doğrultusunda yapılmaktadır. Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Birçok yerde, cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve yasalarla, ihaleye çıkacak ekonomik büyüklüklerin doğrudan cumhurbaşkanlığına ya da bakanlıklara devredilmesi de içindedir. Eski yasayı istemeleri, açık olarak, Saray’ın uygulamalarına karşı bir tutumdur. Bu, halktan yana bir tutum demek değildir ama rahatsızlığın boyutlarını göstermektedir.

– Bir başka istekleri, hızlı ve “nispeten adil” yargıdır. Saray eli ile ilan edilen 31 Mayıs tarihli “yargı reformu”, bu nedenle Baro Başkanı tarafından ayakta alkışlanmıştır. Hızlı ve “nispeten adil” yargı sözü, bir uzlaşmanın varlığını göstermektedir. 31 Mayıs’ta Erdoğan, buna itirazı olmadığını anlatmak istemiştir. Ama Baro Başkanı’nın “nispeten adil” bir yargı reformunu ayakta alkışlaması, utanç hanesine yazılması gereken bir dalkavukluktur. Saray’ın çürümüşlüğünün ifadesinden birisi, dalkavukların ve soytarıların sayısındaki artıştır. Ne kadar dalkavuk ve soytarı varsa, çürüme o kadar derindir. Bu dalkavuk ve soytarılar ne kadar “yüksekte” ise, çürüme o kadar çöküşü ifade eder. Fevzioğlu’nun bundan sonraki hamlesi, ilk fırsatta Erdoğan’ın eteklerini öpmek olmalıdır, yoksa kendini kurtarmış olmayacaktır.

– Bunu elbette, “eleştiriye açıklık” talebi izleyecektir. Diyorlar ki, Kürtleri katletmek tamam, işçileri ezmek, haklarını gaspetmek tamam, hapishaneleri gençlerle doldurmak tamam, muhalefeti ezmek tamam, ama bari bir burjuva iktisatçısını da çalışır kılmak gerekir, bırakın, müsaade edin Sayın Sultan, bazı eleştiriler getirebilsinler. Yoksa bunlar artık çalışamayacak. İşte eleştiriye açıklık budur. Burjuva hukuku içinde, Cumhurbaşkanı’na hakaretten binlerce, onbinlerce dava açılması bile kabulleridir. Ama mesela TÜSİAD adına konuşan Özilhan gibilerin eleştirilerine izin verin, diyorlar. Talep budur.

İşte bu nedenle, TÜSİAD, IMF programına geçilmesini istemektedir. Ama bunu uzmanlara söyletmek istiyorlar. IMF’yi, bu uzmanlar, şu şekilde savunmaktadır: İlkin IMF ile anlaşılırsa, ekonomik alanda “piyasa ekonomisine uyulacağı” ve “reform” dedikleri yukarıdaki programın yapılmasının garanti altına alınacağı düşüncesindeler. Böylece, “istikrar” gelecek ve yabancı para, daha rahat “güven” duyacak. Bu ise, mesela özel sektöre “kredibilite” sağlayacak. Böylece, borç vermek isteyenlerin önü kesilmemiş olacak. Yüksek faiz kabul ediliyor, ama kredi veren bulunamıyor. Bunu sağlayacaklar. Bu belki, sermayenin hareket alanını genişletecek. Bu ilkidir. Ayrıca IMF, bizzat kendisi kredi sağlayacaktır. Basına sızan bilgilere göre, Saray ile IMF görüşmektedir. IMF, 50 milyar dolar kredi verebileceğini söylemiş deniliyor. Doğruluğunu bilmiyoruz ama IMF, bu kredi karşılığında ortaya koyacağı programı uygulayacak bir Hazine Bakanı atayacaktır. Bu noktada Saray geri durmaktadır. Üçüncüsü IMF, bankaların ve özel şirketlerin bozuk bilançolarını düzeltmek için “uzmanlık” hizmeti verebilecektir. Bu IMF eli ile yapılırsa, buna yabancılar güven duyacaktır. İşte IMF programına geçişi savunmak için geliştirilen argümanlar da bunlardır

TÜSİAD ve burjuva uzmanlar, Saray’a, “önünüzde 4 yıl var, seçim yok” diyerek bu programı kabul ettirmek istiyorlar. Saray’a; bu program, elbette halkın tepkisini beraberinde getirecektir, ama bu 4 yıllık sürenin sonunda giderilebilir bir durumdur, demeye çalışıyorlar. İşte Erdoğan’ın, yalnız adam modunda yaptığı The Balkon konuşmasının perde arkasında bu yatıyor.

İstanbul seçimlerini iptal ederek Saray bu anlaşmayı yırtmıştır. 31 Mayıs “yargı reformu” diye açıklanan dağın fare doğurması açıklaması, Erdoğan’ın bu anlaşmaya yeniden mecbur edilmesinin mümkün olduğunun açıklamasıdır. Fevzioğlu’nun ellerini patlatırcasına alkışlamasının ardında böylesi bir durum vardır.

Tüm bunlar, krize, burjuva cephenin yaklaşımıdır.

Ama burada işçi sınıfının, emekçi halkın cephesinden ne var?

İşsizlik konusunda bir adım mı var? Hayır. Fabrikaların satıldığı, özelleştirme adına yağma yapıldığı sürece ilişkin bir tutum mu var?

Hayat pahalılığı konusunda bir adım mı var? Hayır.

Tersine daha büyük vergiler ve zamlar yoldadır. Ücretlerin erimesi yoldadır. Kemer sıkmanın her boyutu ile devreye gireceği süreç yoldadır.

Bizim solculukla liberalizmi bir araya getiren, işçi sınıfı adına politika yapmayı bırakıp, “devlet nasıl kurtulur” arayışına giren solcularımızın, bu programa evet demesi ise tam bir trajedidir. Hayır, halk adına değil, solculuk adına bir trajedidir.

Solun, devrimcilerin krizden çıkış adına bir programı olamaz. Zaten vardır. O da, iktidarı almak, işçi ve emekçilerin iktidarını kurmaktır. Devrimdir. Devrim dışında krizden çıkış yolu, işçi sınıfı ve halklar için yoktur.

İşçi sınıfının tek yolu, ayağa kalmak, direnmek ve örgütlenmektir. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, krizin tüm faturası, gerçek anlamı ile işçilerin omuzlarına binecektir. Zaten binmektedir de. Sendikalardan başlayarak, tüm işçi örgütleri, güçlerini birleştirmek, işçileri gelecek çetin mücadeleye hazırlamak zorundadır.

Gerçek budur.

İşçi sınıfı örgütsüz ise, hayatı üreten olduğu hâlde, hiçbir şeydir. Ancak, örgütlü ise her şeydir. Bilinçli, direnen, örgütlü bir işçi sınıfı, krizin faturasını ödemeyeceğiz diyebilir. Yoksa, işçi ve emekçilere dönük saldırılar artacaktır. Kıdem tazminatına dönük açıklamalar, daha işin başıdır ve tam olarak IMF’li veya IMF’siz, egemenlerin programını göstermektedir.

Krizin nedeni savaş ekonomisidir ve işçi sınıfı bu nedenle barışın savunucusudur. Yüzlerce akademisyenin üniversitelerden sadece barış istemini dile getirmelerinden dolayı atılması ve açlığa mahkûm edilmeleri, barış isteminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Barış ancak geniş bir katılımla ve çetin bir mücadelenin sonucunda gelir. Bu, devrim demektir. Devrim, barışın, sadece ülkemizde değil, bölgemizde de sürmekte olan savaşa son vermenin tek yoludur.

Krizin nedeni yağma ve rant ekonomisidir. Bu ancak ve ancak, sömürge bir ülke olmaktan topyekûn bir çıkış ile, şu ya da bu emperyalist gücün emrine girmeye kesin karşı çıkarak, üretim araçlarına işçi sınıfı ve halk adına el koyarak sağlanabilir. Doğanın yağmalanmasının, her türlü ayrımcı politikanın ortadan kaldırılmasının yolu budur. Bu devrim demektir.

Devrim, örgütlü mücadele ile zafere ulaşır. Çözüm budur.

Bu artık sadece işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun yolu değildir, bu sadece kadınların ve gençlerin çıkış yolu değildir, bu sadece doğayı kurtarmanın yolu değildir, bu insan olarak kalabilmenin de tek yoludur. Acildir. Bu tahribata, bu kirlenmeye son vermek, işçi sınıfının ellerindedir. Devrim, tüm tarihle de barışmanın, gerçek bir kardeşlik ve özgürlük sistemi kurmanın yoludur.

“İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” mi?

Erdoğan, onun görevden almakta zorlandığı Soylu, “altın neslin” temsilcisi Damat, bir o kadar Bahçeli, bir o kadar da Perinçek, hepsi birlikte etrafında tavaf yaptıkları Saray Rejimi’nin 31 Mart’ta tutmayan planlarının bir kere daha 23 Haziran’da tutmadığını gördüler.

Saray Rejimi ve onun çeteleşmiş devlet yapılanması, cennetleri gibi sarıldıkları “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin sonunun göründüğünü fark ettiler. 31 Mart’ta, yeni sistemin, Saray Rejimi ve başkanlık sisteminin yerleşemediğinin işaretlerini aldılar. 31 Mart öncesi, Boğazlar’da verilen hizmetlerin özelleştirmesi kanununu çıkartanlar, “yerli ve milli” diye sundukları kendi egemenliklerini sürdürmek için, seçim sonuçlarını kabul etmediler. Kürt ilçeleri ve illerinde, kendi yarattıkları hukuksuzlukları bir yana bırakıp, İstanbul’da bir hukuk tanımazlık ortaya koydular.

Ve İstanbul’da seçimleri kaybettiler.

İstanbul’u veren Türkiye’yi verir, demişlerdi. İstanbul’u verdiler.

“Sisi mi, yoksa Binali mi” dediler, ama gördük ki, herkes biliyor ki, Binali Yıldırım, seçim sonuçlarına en çok sevinenlerden biridir. Arkadan itilerek girdiği seçimi kaybetmenin “neşe”si yüzüne yansımıştı. Binali Yıldırım, tüccar olmasından kaynaklı olsa gerek, Sisi karşısında Mursi olmayı da tehlikeli bulmuş olmalıdır.

Saray Rejimi’nin İstanbul seçimlerinden tek kazancı vardır: Bu seçimler sayesinde, Kürt il ve ilçelerinde yaptıkları hukuksuzlukları “unutturma”, gözlerden saklama avantajı yakaladılar. Şimdi, İstanbul’da halkın, Saray Rejimi aktörlerini geriletmek için oy verdiği kişiler, İmamoğlu ve CHP kadroları, ilk iş olarak %70 oy aldığı hâlde mazbatası gasp edilenlerin haklarını en azından dile getirmelidirler, biraz yüksek tonda, biraz başları dik olarak. Halkın oyuna sahip çıkmak, en azından, burjuva kurallar açısından bile, bunu gerekli kılar.

Kimin kazandığı üzerinden bir tartışma yanlıştır. Doğrusu, Saray Rejimi’nin planlarının geriletilmesi üzerinden tartışmaktır. “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” diyen mantığın geriletilmesi kayda değerdir.

İstanbul’u veren diye başlayanlar, seçimlere bir hafta kala, “bu sadece bir vitrin” diye şarkılarını değiştirdiler. Peki, bunca kavga, bunca gürültü, bunca yalan, bunca hile, bunca baskı “vitrin” için mi idi?

Pontus, Sisi, söylemleri sadece bu vitrin için mi idi?

İstanbul seçimleri süreci göstermiştir ki;

1- İstanbul, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin odak noktalarından biridir. Erdoğan’ı seçimleri iptal etmeye ikna edenler; çeteler, bu rant, savaş ve yağma ekonomisinden beslenenlerdir. Saray Rejimi, işte bu rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanmaktadır. İstanbul, bu sistemin önemli bir ayağıdır.

Çeteler, Saray Rejimi, İstanbul’u temizlemek istemişlerdir. Dosyaların kaçırılması, yok edilmesi vb.den tutun da, bazı “hukukî” düzenlemelerin yapılmasına kadar birçok önlem, bu 45 günlük süre içinde alınmıştır.

Bu nedenle, İmamoğlu, hiç tereddüt etmeden, İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, tüm çıplaklığı ile açığa vurmalıdır. Diyarbakır Belediyesi’nde kayyum uygulamalarının ne demek olduğunu gördük. İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, yağmanın boyutlarını öğrenmek, bu seçimin en doğal sonucu olmalıdır.

İmamoğlu ve ekibi, şeffaf bir yönetim anlayışı ile, olup bitenleri açığa vurarak kendilerine oy verenlere sadık kalabilirler. Bunu yapmadan, gerçekte belediyede neler olduğunu açıklamadan, bundan kaçınarak İstanbul’da belediyecilik yapmaları mümkün değildir. Değil ki bir farklılık yaratmak, değil ki bir değişim yaratmak, belediyecilik bile yapamazlar. Ayrıca bu, şeffaflık, halkın en doğal hakkıdır. Kendi vergilerinin nerelere, nasıl harcandığını bilmek İstanbul halkının en doğal hakkıdır. Bu konuda tereddüt etmek, kendi ellerini, ayaklarını bağlamak anlamına gelecektir.

2- İstanbul seçimleri göstermiştir ki, Saray basını, artık etkili değildir. Saray basını, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin bir uzantısıdır. Saray Rejimi’nin bir parçasıdır ve kendi içinde de çeteleşmiştir.

23 Haziran gecesi, Nagehan Alçı’nın stüdyoyu terk etmesi, kendini temizleyebilecek bir hamle değildir. Artık, tümü ile tükenmiş olan, her yalanları dakikalar kadar yaşayabilen Saray basını, hızla kendini kurtarmaya yönelmiş gazetecilerin “kaçış”larına sahne olacaktır. “Erdoğan, kaybedeceği bir seçimi yeniletmez” anlayışı çökmüştür. Güce ve paraya tapınan Saray basınında, şimdi, “uluslararası aktörlerin” etkisini daha açık görmeye başlayacağız, her biri kendi yolunu tutmaya, kendini kurtarmak için adımlar atmaya başlayacaktır.

3- İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi etrafında şekillenmiş düzeneklerin çözülmesinin de hızlanması demek olacaktır. Bunu ilk olarak AK Parti ve MHP çevrelerinde, ardından ise, tüm diğer çetelerde göreceğiz.

4- Öcalan mektubu “operasyonu”, Saray Rejimi’ni kurtarmada bir işlev görmemiştir. Kürt halkını “geri zekâlı” olarak algılayan Saray bakışının iflas ettiğinin en açık kanıtıdır. Kürtlere karşı yürütülen savaş ve karşısında gelişen direnişi kırma çabaları, hangi değirmenden su taşınırsa taşınsın, artık işlevli olmayacaktır. Kürt halkının bilinci, halkların bilinci, düşündüklerinden çok daha gelişmiştir. Yıllardır direnenlerin, her türlü baskı, şiddet karşısında direniş yolunu bulanların, her türlü yalan ve manipülasyona direnenlerin “elma şekeri” ile kandırılamayacağı ortaya çıkmıştır. Kürtleri ülkeden kovma nutukları atanların, Kürtlerden söz etmeleri, aslında “kaybetme” denilen şeyin açık ifadesidir.

5- İmamoğlu’nun kazanmasının nedeni, bazı anket- araştırma firmalarının söylediği gibi, “mağduriyet” meselesi değildir. Bu bir başka çeşit manipülasyondur. Saray Rejimi’nin geriletilmesinin ne demek olduğunu gizlemek için bir algı oluşturma operasyonudur. Mağduriyet üzerine vurgu, gerçekte halkın tutumunu “sadece oy verme” ile açıklama girişimidir. Doğru değildir.

Saray Rejimi’ni gerileten şey, direniştir. Bu direniş, birçok farklı biçimde, birçok farklı düzeyde gelişmiştir. Eşitsiz bir gelişim gösteren bir direniş, aynı zamanda bileşik bir gelişim göstermektedir. Bu direnişin içinde Kürt halkının ve onun örgütlerinin her türlü direnişi vardır. Bu direnişin sadece bir biçimi açlık grevlerinde tecride karşı direniş olarak ortaya çıkmıştır. Ama savaş, Kürtlerin katledilmesi ve buna karşı direniş, birçok biçimde gelişmiştir.

Bu direnişin Batı’daki ayağı da, daha farklı biçimlerde de olsa sürmektedir. Gezi Direnişi’nin etkileri diye toparlarsak bu direnişi, doğru bir şey yapmış oluruz. Ama, bu direnişin içinde, işçi sınıfının farklı biçim ve düzeylerdeki direnişi de vardır. Bu direniş, kadınların her düzeydeki direnişini de kapsamaktadır. AK Parti’ye oy vermiş olup da “artık yeter” diyenlerin içinde kadınların ağırlığı oldukça anlamlıdır.

Bu direnişin içinde, gençlerin direnişi de vardır.

Bu direnişin içinde, işsizlerin, emeklilerin direnişi de vardır.

Tek tek bunları saymak yerine, gerçekte, bu direniş vesilesi ile, direnişin farklı biçimlerini, farklı yoğunluklardaki direnişleri anlamaya çalışmak doğru olacaktır. Direniş, solun önemli bir kesiminin sandığı gibi, sadece meydanlarda, sadece alanlarda ortaya çıkan eylemlerle sınırlı değildir. Direniş, çok farklı biçimlerde gelişmektedir. Bu farklı biçimlerin bir nedeni, yeterince güçlü ve net örgütlülüklerin gelişmemiş olması da olabilir. Ama, direniş, yaşamın her alanında yol almaya başlamıştır. Bunun ne kadar sessiz, ne kadar çekingen olduğu ayrı bir konudur. Ama bu direniş anlaşılmadan, Saray Rejimi’nin İstanbul sonuçları eli ile geri adım atması doğru anlaşılamaz. Bu bir “mağduriyet” meselesi değildir.

Mağduriyet edebiyatı, kitlelere “oyunuzu verdiniz şimdi kenara çekilin” demektir. Ama bu, aslında direnişi durdurma girişimidir. Doğru değildir. Tersine, kitleler, şimdi, Saray Rejimi’nin geriletilmesinin, bir adım olsun geriletilmesinin ardından, kendi örgütlenmelerinin ve direnişlerinin ne kadar önemli olduğunu anlamalıdır. Onlara anlatılması gereken de budur. Doğru rota, kitlelerin en kötü olanın kuyruğundan kopup, biraz daha iyi gözükenin kuyruğuna takılması değildir. Tersine, Saray Rejimi’nin kontrolünden çıkışın daha da genişletilmesi ve işçi sınıfının yolunun örgütlenmesidir. İşçi sınıfı, kendisi bir güç olarak sahneye çıkmalı, ellerinin üzerine basarak, dizlerini kanatarak ayağa kalkmalıdır. Bu, siyasal olarak tek kurtuluş yoludur, özgürlük ve sosyalizm yoludur. Mağduriyet edebiyatı, AK Parti ve Saray Rejimi’nin “aşırılıklarını” törpülemeyi hedefleyen yeni burjuva politikanın devreye sokulması demektir. Buna, “mağduriyet edebiyatına” bağlı kalmak, işçi sınıfının bağımsız siyasal çizgisinden vazgeçmek demektir.

Direniş çizgisinden bir adım dahi geri düşmemek gerekir. Rahatlayacak, direnişe ara verecek bir tablo yoktur, olamaz. Saray Rejimi hâlâ oradadır. İşçi sınıfı ve emekçiler için, kendi iktidarları dışında bir kurtuluş yolu yoktur.

6- Ekonomik kriz daha da derinleşmektedir. Ve bu önümüzdeki dönem daha da artacaktır. Buna bağlı olarak, krizin faturasını, yükünü işçi sınıfının, emekçilerin üzerine yıkma politikaları daha da ince şekilde tasarlanarak devreye sokulacaktır. İşçi sınıfı, buna karşı koyacaksa, bunun direnmek ve örgütlenmek dışında bir yolu yoktur.

İşsizlik daha da artacaktır. Ertelenen zamlar devreye girecektir. Tüm bunları hayata geçirmek için devlet baskısı ve şiddeti daha da artacaktır. İşçilerin her hak arama eyleminin karşısına dikilecek olan şey TOMA’dır, coptur, baskıdır, yargıdır. Ve buna karşı durmanın örgütlenmek dışında bir yolu yoktur. İşçi sınıfı ne ölçüde kararlı, ne ölçüde direngen, ne ölçüde örgütlü ise, ancak o ölçüde bir güç, bir varlık hâline gelebilir.

İstanbul seçimleri de dahil, yerel seçimlerin ortaya koyduğu tablo, bunun için bir olanak olabilir. Saray Rejimi’nin bu yerel seçimlerde aldığı yenilgi, bu açıdan önemlidir ve zaten bizim cephenin istediği de bu idi. Bu, direniş çizgisinin ve örgütlenmenin önemini gösterir ve bu yolda yürümek gerekir. Seçimlerin boykot edilmesinin yanlışlığı da burada yatmaktaydı. Saray Rejimi’nin geriletilmesi, direniş çizgisini besleyecektir ve amaç da zaten bu idi. Şimdi, bunun için, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin, direnişinin tüm güçle devam etmesi esastır. Yoksa seçim sonuçlarının tek başına bir zafer olarak ele alınması yanlış olur. Seçim sürecinin Saray medyasını dumura uğratmış olmasının bir kazanım olduğu açıktır. Seçim sonuçlarının zaten çözülmekte olan Saray Rejimi’nin çözülüşünü hızlandıracak olması bir kazanımdır. Ama bunlar devam ettirilmelidir ve bunun yolu, örgütlenmekten, daha fazla örgütlenmekten, direnişten, direnişi yaymaktan geçmektedir.

7- Rant, yağma ve savaş ekonomisinin her düzeyde, her fırsatta deşifre edilmesi büyük bir öneme sahiptir. İstanbul seçimleri bunun için iyi bir olanak demektir. Bu nedenle, her mahallede mahalle meclislerinin kurulması, geliştirilmesi önemlidir. Her belediyenin şeffaflık göstermesini istemek, bunu mahalle meclisleri eli ile yapmak önemli görünmektedir. İsterlerse yeniden “kayyum politikasını” devreye soksunlar. Bizim yapmamız gereken, kendi örgütlenmemizi geliştirmektir. Mahalle meclisleri, bu açıdan da önemlidir. Belediyelerdeki rantın, yağmanın deşifre edilmesi, bunun önünde bir engel olarak Saray medyasının duramayacak olması gerçeği ile, çok daha olanaklıdır.

Direniş güzelleştirir.

Dayanışma, bilinci açar, birleştirir.

Örgüt özgürleştirir.

Örgütlü direniş kazandırır.

Gezi Direnişi hayaleti…

Türkiye’nin üzerinde bir hayalet dolaşıyor; Gezi Direnişi hayaleti.

Tüm Saray medyası, bu hayaleti konuşuyor. Her gün, Gezi ile yatıyorlar, her gün Gezi korkusu ile kalkıyorlar. Her bir köşe yazarı, birilerini Gezici olmakla suçluyor. Her bir köşe yazarı, Gezi’ye küfürler yazarak Saray’ın gözdesi olmak için avantaj kovalıyor. Her yeni olayda, birdenbire, birbirlerini yeni bir Gezi Direnişi ile korkutuyorlar. Erdoğan, her gün Gezi üzerine nutuklar atıyor. Her adımda bir yeni Gezi şüphesi arıyorlar. Bir kadın tacize uğrayıp sesini çıkartınca Gezi’den söz ediyorlar. Bir üniversitede en küçük bir eylem gelişirse Gezi Direnişi’ni hatırlıyorlar.

Baskı aygıtının açık bir uzantısı olarak örgütlenen yargı, Gezi davaları açmakla uğraşıyor. Kendilerine en küçük bir muhalefet sözü söyleyenleri Gezi iddianamelerine koyuyorlar. Gezi Direnişi’ni lanetlemeyen herkesi Gezici olarak yargılamaya çalışıyorlar. İpliği pazara çıkmış Gezi yalanlarını ısıtıp ısıtıp yeniden halkın önüne sürüyorlar.

Saray medyası ve iktidar, en gelişmiş yalanlarını Gezi Direnişi sürecinde “besteledi”. Altında kaldıkları Gezi yalanlarını, hâlâ gerçekmiş gibi yeniden ve yeniden süslüyorlar. Tüm kadroları, tüm militanları, tüm trolleri, Gezi Direnişi ile ilgili yazıp çiziyor.

Ama nafile.

Gerçek anlamda iktidar, tüm devlet çarkı, Gezi Direnişi hayaletinden korkuyor. Korkuları boylarını aşıyor.

Kriz mi var, işsizlik mi artıyor, işçiler eyleme mi kalkışıyorlar, tren kazasında yakınlarını kaybedenler mi var, Cumartesi Anneleri direnişe devam mı ediyor, hepsi Gezi süreci ile bağlantılı hâle getiriliyor ve üzerlerine Gezi’de kullandıkları TOMA’larla, yalanlarla, şiddetle, devlet terörü ile saldırıyorlar. Tren kazasında yakınlarını kaybedenlere saldırıyorlar.

FETÖ adını taktıkları ve o günlerde kendileri ile birlikte hareket eden tarikatların Gezi’nin bizzat içinde olduklarını söylüyorlar. Yetmiyor, “yerli ve milli” duruş sergilemek için olsa gerek, kendilerini yaratan efendileri emperyalist güçlerin Gezi’nin planlayıcıları olduklarını söylüyorlar.

Bir yerde ses çıkartan bir “ünlü” gördüler mi, tereddüt etmeden, Gezi’de nerede olduğuna bile bakmadan, onu Gezici ilan ediyorlar.

Öyle ise, bizim de, işçi sınıfının da, halkın da bu Gezi’den yeniden öğrenmesi gerekiyor. Bir kere daha, Gezi Direnişi’ne aktif katılmış olalım, olmayalım, Gezi Direnişi üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Gezi, bir kendine gelmedir. Kitlelerin koyun olmaktan çıkması, haksızlığa, suskunluğa, boyun eğmeye bir dur demesidir.

Gezi, tüm eksikliklerine rağmen, bir özgürleşme, bir nefes almadır.

Gezi, halkın kendini tanımasıdır, kendi gücünü görmesi, yalnızlığı, suskunluğu, sinmişliği reddetmesidir.

Gezi, alanlara kendiliğinden bir akma şeklinde de olsa, bir paylaşım deneyimidir, kabuğunun içinde yaşamaya son vermek, yanındakine güvenmek deneyimidir.

Gezi bir direniştir. Gezi, özgürleşme, direnme ve güzelleşmedir. Gezi kendin olabilmek için ayağa kalkmadır. Gezi, erkek egemen ideolojinin altında, yanındaki kadına insan olarak bakabilme deneyimidir. Gezi, gençliğin güvenilmez olduğunu öğütleyen egemen ideolojiyi bir darbedir, gençleşmektir.

Gezi uyuyan yığınları uyandırma girişimi, onları dürtme direnişidir. Gezi, işçi sınıfının gözlerini açması için bir hamledir. Gezi, burjuva egemenliğin sınırlarının ortaya konmasıdır. Gezi, umuttur, umudun yeşermesidir. Gezi, insana güvenmenin kendisidir. Gezi, kokuşmuş karanlığın sonunu gösteren bir ışıktır.

Gezi, geleceğin ve aydınlığın mayalanmasıdır.

Gezi, aklın açılması, kitlelerin zekâlarının ortaya çıkması, aklın gençleşmesi, toplumsal ön yargıların yıkılması yönünde bir girişimdir.

Gezi, kitlelerin toplumsal patlamasıdır. Toplumsal patlama yolu ile uyanıştır.

Gezi, korku duvarının delinmesidir.

Gezi, “kırmızılı kadının” biber gazı ile tanışma sürecidir.

Gezi, TOMA karşısında gitar çalmayı denemek demektir. Gezi, TOMA’nın biberli tazyikli suyuna karşı ayakta kalmayı öğrenme sürecidir. Gezi, limon ve talcid ile direnme gücü elde etmeyi öğrenme sürecidir.

Gezi, meydanlara akma sürecidir. Meydanları işgal etmenin yetmediğinin öğrenildiği direniş sürecidir.

Gezi, kitlelerin akıllarının açılması, kendi deneyimleridir. Kendi deneyimleri ile öğrenmenin müthiş bir örneğidir. Gezi, hızlı bir öğrenme sürecidir. Gezi, sosyalizmin okullarından biridir, öyle olacaktır.

Şimdi, bu dolaşan Gezi Direnişi hayaletinden, işçi sınıfı ve kitlelerin öğrenme dönemidir. Şimdi, direnişi daha da büyütme ve daha örgütlü hareket edebilmeyi öğrenme dönemidir. Hiçbir baskı, hiçbir şiddet, hiçbir korkutma girişimi bu süreci yok edemez.

Gezi Direnişi, alttan alta, derinden derine yanan bir ateştir. Prometeus’un çalıp insana verdiği ateşin modern toplumda kullanılış şeklidir.

Gezi Direnişi hayaleti, ancak örgütlenerek, ancak hayatın her alanında direnerek bir vücut bulacaktır. Gezi Direnişi hayaleti, Anadolu’nun genç kadın ve erkeklerinin ellerinde, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin örgütlenmesinde yoğrularak maddeleşecektir. Gezi Direnişi bu yolla devrimin kaldıracı olacaktır

Biz Geziciyiz.

Siz gidici.

2 Temmuz katliamını ve hangi tarafta olduğunu unutma!

Yananlardan mısın, yakanlardan mısın?

2 Temmuz 1993’ten sonra Sivaslı biriyle yeni tanışıldığından ilk akla gelen, ilk sorulan sorulardan biridir bu soru.

Çoğunlukla kişinin alevi olup olmadığını öğrenmek için sorulmuş bir soru olsa da özünde derin anlamlar taşıyan, cevabını iyi düşünmek gereken sorulardan biridir.

Kişiye hangi tarafta yer aldığını hatırlatır.

Peki bu soruya alevi olalım ya da olmayalım bizler, şöyle iyice bir düşünüp cevap verirsek, ne deriz?

Yananlardan mıyız, yakanlardan mıyız?

Ya da söyle soralım yakanları ne kadar tanıyoruz?

Tarafımızı netleştirmek için gerçeğin bilgisine daha çok sahip olmamız gerekir.

2 Temmuz 1993’te Pir sultan Abdal Kültür etkinlikleri için Sivas’ta bulunan 35 canı TV kanallarından 8 saat izlettirerek, askerin polisin gözü önünde diri diri yakanlar, ağzından salyalar saçarak, kültür merkezine saldırıp, oteli ateşe verenler midir sadece?

Bu güruhu bir araya getirmek için,” Müslüman kamuoyuna” başlıklı, halka cihat çağrısı yapan bildirilerin emniyetten fakslandığı daha sonraki meclis araştırma komisyon tarafından açığa çıkartılmış ise;

Belediye tarafından “hicret koşusu” adı altında şehre getirilenler bir hafta otellerde bekletilmiş ise,

Yine belediye tarafından kaldırım döşeneceği gerekçesiyle otel önüne yığılan taşlar, katiller tarafından oteli taşlamak için kullanılmış ise,

Dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu katliam sırasında belediye hoparlöründen katliam yapanlara” gazanız mübarek olsun” demiş ise,

Katliam sonrası dönemin başbakanı Tansu Çiller “çok şükür otelin dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır, Cumhur başkanı Demirel” Butahrik sonucu halk galeyana gelmiş… Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” şeklinde açıklama yapmış ise,

Dönemin iktidar ortağı ve SHP genel başkanı Erdal İnönü “Güvenlik güçlerimizin özverisiyle vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmesi engellenmiştir” diyebilmiş ise,

Katliam zaman aşımı kararı ile düşürülmüş ve şimdiki Cumhurbaşkanı T. Erdoğan” karara “hayırlı olsun” demiş ise,

En ufak bir hak arama eylemine azgınca saldıran polisler ve ellerinde silahlarla gelip sloganlarla geri çekilen askerler otelin yakılışına açık açık göz yummuşlar ise biz bu katliama nasıl olurda sadece dinci, gerici bir grubun yaptığı katliam diyebiliriz.

Yukarıda saydığımız gerçekler açık ve net göstermektedir ki bu katliam tıpkı Dersimde, Maraş’ta, Çorum’da olduğu gibi, tıpkı Ermeni soykırımda, 6-7 Eylül Rum kıyımında, tıpkı Kürt halkına yapılan onca zulüm ve katliamda olduğu gibi bir devlet katliamıdır.

Dolayısıyla yakanlar, soma katliamına “fıtrat diyen”, işçi yakınlarını tekmeleyen, Ortadoğu’daki İşid çetelerine tırlarla silah gönderen, Emperyalizme uşaklık edenler, yarattıkları ekonomik krizin yükünü, kıdem tazminatı gaspıyla, zorunlu BES’lerle hemen her şeye art arda gelen zamanlarla işçilere ödetmeye çalışanlardır.

Yakanlar, ülkeyi karış karış katar emirlerine satan, nefes alınacak tek bir yeşil alan bırakmayan, haksızlıklara tepki gösteren herkesi göz altılarla tutuklamalarla tehdit eden, yüzlerce akademisyeni ihraç eden, kendilerinden olmayan herkesi terörist ilan edenlerdir.

Yakanlar, yarattıkları ranta, yolsuzluğa yağmaya dayalı sistemleriyle geleceğimizi çalan, eğitimden sağlığa devletin tüm sorumluluklarının yükünü halka yıkan, Pontus olduğumuz için, Ermeni olduğumuz için, Alevi, Kürt, ya da herhangi bir halktan olduğumuz için hor görmeyi, aşağılamayı, yok saymayı kendilerinde hak görenlerdir.

Yakanlar, bizleri balık istifi otobüslerde yolculuk etmeye zorlayan, açlık sınırının altı ücretlerle yaşamamızı isteyen, çocuk istismarlarına “bir kereden bir şey olmaz” diyecek kadar alçalan, kadınlara yönelik taciz tecavüz şiddet vakalarını, iyi hal indirimleriyle, yasalarıyla onaylayanlardır.

Yakanlar, tüm toplumu kendi yoz, çürümüş sistemlerinin bir parçası haline getirmeye çalışanlardır.

2 Temmuz 93’te Sivas’ta sadece 11 yaşındaki Koray’ımız değil, aydınlarımız, sanatçılarımız, semah dönen turnalarımız değil, türkü çalan sazlarımız, türkülerimiz değil hepimiz yakılmak istendik. Tıpkı bugün farklı farklı yollarla yakılmak istendiğimiz gibi.

Biz bu taraftayız.

Mahir, Deniz, ibo, Mazlum denilince başı dik, sol yumruğu havada, yürekleri titreyenleriz. Pir Sultanın, Şeyh Bedrettin’in, Seyit rızanın direngenliğini, zulme boyun eğmeyen iradesini, sonuna kadar gitmenin kararlılığını, onurunu sahiplenenleriz.

Biz onca haksızlığa, baskıya aşağılanmaya rağmen adım adım direnişi büyüten işçiler, halklar, kadınlar, gençler, emekçileriz.

Evet bizim tarafımız belli biz yananlardanız.

Ah edip vah edip göz yaşı dökenlerden değiliz. Çıkınımızda öfke biriktirip, zulme “daha teslim olmadık” diyenlerdeniz.

Taraf olmak aynı zamanda sorumluluk da almak demektir.

Sivas katliamının 26 yılında içinden geçtiğimiz süreç bize 2 Temmuz’u anma mitinglerine katılmanın yetmediğini, yetmeyeceğini, daha fazla katılım sağlayabilmek için, öncesi çalışmalara da aklımızla emeğimizle katılmamız gerektiğini göstermektedir. Bildiri dağıtımından afiş asmaya, bir yakınını, tanıdığını mitinge katılım için çağırmaya, park etkinliklerinde görev almaya kadar yapılacak her türlü iş sadece devrimcilerin değil, sadece Alevilerin değil, kendine insanım diyen, nerde bir haksızlık varsa “karşısındayım “diyen herkesin sorumluluğudur.

Bir diğer sorumluluğumuzda kimliğimize kültürümüze sahip çıktığımız kadar kurumlarımıza da gerektiğinde sahip çıkmak, gerektiğinde ise müdahale edebilmektir.

10. yıl sonuncu yıl olsun diyenlere nasıl ki binlerce kişi meydanlara çıkarak cevap verdik, bu yılda anma eylemlerini sönümlendirmek isteyen her kesime karşı yine en iyi cevap binlerce kişi taleplerimizle 2 Temmuz mitinginler ine katılım sağlamak olacaktır.

  • Zorunlu din dersleri kaldırılsın,
  • Madımak utanç müzesi olsun,
  • Şehitlerimizin yanından katillerin isimleri silinsin,
  • Cem evleri ibadethane sayılsın,
  • Diyanet işleri kaldırılsın,
  • Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri tekrara Sivas’a alınsın
    talepleri yananların tarafında yer alan herkesin talepleridir. Sahiplenmek, yaygınlaştırmak, büyütmek gerekir.

26 yıl önce yaşanmış 2 Temmuz Sivas katliamı bugün bizlere bir kez daha ne tarafta olduğumuzu ne yapmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.

Ve başlamak, başarmanın yarısından fazlasıdır.

Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği olarak seni kendin için, hepimiz için, geleceğimiz için yapabildiklerini büyütmeye çağırıyoruz.

Seni Alevi’si, Sünni’siyle, 2 Temmuz anmaları için canını dişine takıp çalışan yoldaşlarımızın yanına, Halkların kardeşliğini ve ortak mücadelesini büyütmeye çağırıyoruz.

Seni 2 Temmuz anma çalışmalarına katılmaya, 2 Temmuz mitinginde meydanlarda bir olmaya çağırıyoruz.

Seni, gerçeği rehber edinen, adalet ve özgürlük için mücadele eden yolumuza yoldaş olmaya çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA

YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ

AKA-DER (Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği)

Neo-faşizm(ler) “feminist” mi?¹

“Görünen değişiyor,
görünmeyen değişmiyor.”
2

Günümüzün faşizm(ler)i, iki savaş arası faşizm(ler)den farklı olarak, bir yandan rejim ve partilerin kadınlara yönelik tutum ve politikaları, bir yandan da kadınların bu rejim ve partilere yönelik tutumları açısından bir hayli ikircim yüklüdür. Kimi yazarları “feminist yüzlü faşizm”den3 söz ettirecek kertede. Öyle ki, günümüz neo-faşist parti ve hareketleri “popülist aşırı sağ” olarak niteleyip onları 20. Yüzyıl faşizm(ler)inden ayırt etmeye çabalayan akademik titizlik, birincilerin “kadın-dostu” tutumlarını, onları klasik faşizmden ayırt eden nitelikler arasında sayar.

Neo-faşizmin kadınlara yönelik görüş ve tutumları gerçekten ne kadar “ezber bozucu”dur? Üzerinde düşünmeye değer…

Söz konusu “ikircim”, mevcut faşizm(ler)in, selefleri gibi, kadınların geleneksel rollerini ve özellikle de doğurganlıklarını öne çıkarmadıkları anlamına gelmez. Eskisi ya da yenisi, faşizm gelenekçidir, ataerkildir, “kadın özgürlüğü” fikrine karşı derin bir alerjiyle maluldür… Kadının yerinin evi olduğu düşüncesine bir saplantı derkesinde bağlıdır.

İki savaş arası faşizm(ler) deneyimi bu tutumun “klasik” örneğini verir. En iyi belgelenmiş iki örneği, Mussolini İtalyası’nda da, Hitler Almanyası’nda da olanca açıklığıyla görebiliriz:

a) Kadının “aslî görevi” konusunda:

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki vekili Rudolf Hess Führer’in görüşlerini şöyle yankılandırır, örneğin: “Bir kadının toplumuna yapabileceği en büyük hizmet, ulusun hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocukları dünyaya getirmektir.”4

Nazi “yancı”sı Alman yazar Angriff de “Anneler Günü” münasebetiyle destek çıkar Führer’ine ve onun vekiline: “Anneler Günü düşüncesi, Alman düşününü en iyi sim­geleyen varlığa: Alman anasına duyduğumuz saygıyı dile getirecek niteliktedir. Kadın ve ana ancak yeni Almanya’da bu görevi yüklenmektedir. O, aile yaşamının bekçisi, halkımızı doruklara doğru götürecek güçlerin yeşerdiği fidanlıktır. Al­man ulusu düşününü tek başına taşıyan o’dur, Alman anası­dır. Ana olmak sonsuza dek Alman ulusunun malı olmak demektir. Bizleri, hep birlikte analara gösterdiğimiz saygıdan daha çok birleştiren bir düşünce var mıdır yeryüzünde?”5

Ve “Il Duce”, 1927 Ekim’inde kendisini ziyaret eden Faşist Parti kadın kolları üyelerine şöyle seslenir: “Evlerinize dönün ve kadınlara doğuma ihtiyacım olduğunu söyleyin. Bol bol doğursunlar.”6

Gerek Alman, gerek İtalyan faşizmleri, ulusa “çok ve ‘ırksal açıdan sağlıklı’ çocuk” doğurma söylemini tavsiye düzleminde bırakmamış, bunu hayata geçirecek politikaları da uygulamaya sokmuşlardır: analık madalyaları, maddi teşvikler, krediler, kürtaj ve doğum kontrolü yasakları, kadınların istihdama katılmasının önüne dikilen engeller…

b) Kadın istihdamı konusunda:

Hâl böyle olunca, ne Hitler ne de Mussolini kadınların çalışmasına “sıcak” bakmamışlardır. Mussolini İtalyası’nda kadınların istihdam dışı bırakılması, bir yandan kadınların belirli mesleklerden (“eril” meslekler: kamusal hukuk, politika, askerlik, gemi kaptanlığı, diplomasi…) yasaklanması ya da kısıtlı kotalar uygulanması, bir yandan da, (özellikle sanayide) “aşırı koruyucu önlemler” [gebeliğin son ayı ve doğumdan sonra bir ayı kapsamak üzere zorunlu ve ücretli iki aylık doğum izni, annelerin istemeleri durumunda gebeliğin altıncı ayından itibaren doğumdan sonra 6 hafta (büro işçileri için 3 ay) ücretsiz izin hakkı, doğumla ilgili hastalık durumunda ekstra bir ay daha izin hakkı; elliden fazla kadının çalıştığı işyerlerinde emzirme odası zorunluluğu, emzikli kadınlara çocuk bir yaşına gelene kadar emzirme izni; doğum başına 150 liretlik doğum yardımı ile 400 lireti bulan (ortalama iki aylık ücret) işsizlik yardımları…] aracılığıyla gerçekleştiriliyordu.7 Bu önlemler dönemin feministlerinin takdirini kazansa da, patronların kadın işçileri çalıştırmada gönülsüz davranmalarına yol açmaktaydı. Hele grevlerin ve her türlü işçi eyleminin yasaklandığı, gerçek sendikaların kapatıldığı, sosyalistlerin cezaevlerine kapatıldığı ya da öldürüldüğü bir ortamda erkek işçilerin ücretlerinin son derece düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda…

Nazi Almanyası da kötü şöhretli “Kinder, Küche, Kirsche” (Çocuk, Mutfak, Kilise) formülüne sığınarak, kadınların çalışma hayatına katılmasını engellemek için benzer önlemleri devreye sokacaktı: işten çıkartmalar (30 Haziran 1933 tarihli kararnameyle evli kadınlar işten çıkartılacaktır8) teşvikler, yasaklar, sınırlamalar…

Yine de, milyonlarca erkeğin silahaltında öldüğü savaş koşullarında kadınların özellikle de alt kademe işlerden uzak tutulması olanaksızdı. Nazi ve faşistlerin kadınların çalışmasını sınırlandırma politikası, onların ücretlerini en alt düzeylerde tutarak işçilik maliyetlerini düşürmeye hizmet etmiştir esas olarak.

c) Kadınların siyasete katılması konusunda:

Bu koşullarda İtalyan faşizmi de, Alman Nazizmi de kadınları siyasal alandan alabildiğine uzak tutmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Mussolini daha serüveninin başlarında, 12 Kasım 1922’de Journal muhabiri Maurice de Valeffe’e şu demeci veriyordu: “Benim genel oy hakkını sınırlama niyetinde olduğumu söyleyenler var. Hayır! Her yurttaş Roma Parlamentosu için sahip olduğu oy hakkı­nı koruyacaktır (…) Ayrıca size itiraf edeyim ki, kadın­lara oy hakkı tanımayı düşünmüyorum. Bir yararı yok bunun. Almanya’da ve İngiltere’de kadın seçmenler er­kekler için oy kullanıyorlar. Böyle olunca, ne anladım ben bundan? (…) Kadınların Devlet işlerine katılmaları konusundaki kanım her türlü feminizme karşı niteliktedir. Elbet, kadın bir köle olmamalı, ama ona oy hakkı verirsem tefe koyarlar beni. Bizim Devlet’imizde, kadın hesapta olmamalıdır.”9

Kadınların eğitim görmesini her kademede sınırlandıran Nazizm ise, 1918 Kasım Devrimi’yle seçme ve seçilme hakkını kazanmış olan Alman kadınların siyasal haklarını, 1933 yılında geri alacaktı.

Ancak ilginçtir ki her iki faşizmin iktidara gelişinde kadınların desteği kritik bir rol oynamıştır. 5 Örneğin, Macciocchi’ye göre, “Mussolini’nin iktidara gelişi, küçük-burjuva kadın­lar tarafından, genç ilkokul öğretmeni kadınlar tarafın­dan, proleterlerin üstüne atılan (kimi zaman, ellerinde kınından sıyrılmış hançerlerle) dulların ve annelerin meydana getirdiği bütün bir ölüm alayı tarafından çıl­gınca desteklenmiştir. Anlatıldığına göre, 1922 ilkbaha­rında, Udine eyaletinin küçük bir kasabasında, bir grup sosyalist, yedikleri müthiş bir meydan dayağının öcünü almak için, faşist parti merkezini işgal etmeye kalkmış… Faşistlerin haydut yatağını ele geçirmek ve onun altını üstüne getirmek pek zor olmayacaktı, birdenbire, yükse­len bir ‘yetişin!’ çığlığı üzerine Sipe bombaları ve cop­larla silahlanmış, başları miğferli, bacaklarında şerit dolaklar bulunan otuz kadar kadın, düşmanın üstüne atıldı ve onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu amazon­ların başında, daha sonraları, Salo Cumhuriyeti sırasın­da, yardımcı SS yüzbaşısı olarak atanacak olan Madam Scarpa adlı bir kadın vardı.”10

Görüldüğü üzere faşizmin palazlanma döneminde kadınların oy desteğinin yanısıra, fiili desteği de büyük önem taşımaktadır. Bu önemin Hitler de farkındadır: Nasyonal Sosyalist Parti, “1926’dan itibaren modern kitle partilerini örnek alarak farklı toplumsal kesimlerle bağlantı kurmak ve bunları bünyesinde toplamak amacıyla Almanya’nın çeşitli yerlerinde kadınlara yönelik birçok örgüt ve dernek kurmuştu. İlk başlarda parti üyeleri ile SA mensuplarının eşlerinden ve akrabalarından oluşan bu kadınlara, zamanla milliyetçi-muhafazakâr cenahtan birçok kadın katılmıştı. Nazi ideolojisine yakın duran bu kadınlar, genel olarak yerel ölçekli bu gibi örgütlere katılarak Nazi hareketine destek olsalar da bu destek, parti yönetiminin arzu ettiği bir ölçekte değildi. Nitekim Mart 1932 seçimlerindeki yenilgisinden sonra Hitler, daha çok kadının Nazi hareketine dâhil edebilmesi için harekete geçmiş ve kadınlara yönelik bir dizi yeni kampanyalar başlatmıştı. Bu bağlamda Nazi hareketinin ikinci ismi olan propaganda şefi Joséph Goebbels’in günlüğüne kaydettiği şu cümleler dikkate şayandır:

‘Führer, kadın konusundaki tutumumuzla ilgili yeni düşünceler geliştirmekte. Bu, bir sonraki seçimler için çok önemli, zira bir önceki seçimlerde buradan çok eleştiri aldık. Kadın, bir erkeğin hem cinsellikte hem de çalışmada eşidir. Hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Bugünün ekonomik koşullarında da durum böyledir. […] Erkek, hayatın organizatörü; kadın ise onun yardımcısı ve uygulayıcısıdır. Bu düşünceler modern olup bizi tüm Alman ulusalcıların öfkesinden beri tutmaktadır.’

Nitekim Hitler’in kadınlara yönelik yaptığı bu kampanyalar etkili olmuş; oylarını Nazi partisine veren kadınlar, NSDAP’nin Weimar Reichstag’ta en güçlü parti olmasında önemli bir rol oynamıştı.”11

Evet, iki savaş arası faşizm(ler)i iktidara gelirken kamusal alandan dışlamak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları kadınlardan hatırı sayılır bir destek devşirmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği yıkım koşulları, (Almanya için) yenik düşmüş uluslarının çiğnenen onurunun onarılması, kapitalist dünyayı saran büyük ekonomik bunalımın etkileri (Almanya’da 1922 başlarında 1 ABD doları 1000 marka eşitti. Bu miktar Kasım 1922’de 6000 marka, 4 Ocak 1923’de 8000 marka yükseldi. Bir hafta kadar sonra, 15 Ocak 1923’de 1 ABD doları 56 000 marka eşitlenmişti. Ve aynı yılın Eylül ayı başlarında 1 dolar 60 milyon markı gördü. 1923 sonlarında ise mark tedavülden kalkmıştı; insanlar alışverişlerini ya altın ya da trampa usulüyle gerçekleştirmeye başlamışlardı. Mark öylesine değer yitirmişti ki ya yakılarak ısınmada kullanılıyordu ya da duvar kağıdı olarak…12), Bolşevizm korkusu, “Alman ulusunu yeniden ayağa kaldırma”yı vaad eden Nasyonal sosyalistleri bir çekim merkezi hâline getiriyordu. Savaşın (ve yenilginin) getirdiği yıkım, ekonomik kriz, toplumsal ve moral çöküntü, yaşamlarını sürdürebilmeleri toplumsal ve siyasal istikrara bağlı kadınlar için durum büsbütün böyleydi… Politik kaos, oy hakkı gibi kazanımları önemsizleştiriyordu… Üç kuruş kazanabilmek için uzun saatler boyu yıpratıcı işlerde çalışmaktansa, kendilerini evlerinde oturup çocuk doğurmaya, evlerinin kadını olmaya çağıran faşist liderlerin tınısı, savaş ve iktisadi çöküntü yılgını yüzbinlerce milyonlarca kadına son derece hoş geliyordu. Hele ki bu liderler, kendilerini,

“Hanımlar, şimdi bu kürsüden düşüncelerimi Büyük Savaş’ın acılarını ve özverilerini onurla, sessizce sırtlamış milyonlarca anneye ve eşe çeviriyorum; şu anda burada temsil edilmiş olmasalar da, onlar, bü­tün o dönemde, ulusal yaşamın akışındaki sürekliliği koruma konusunda çok büyük katkıda bulunmuşlardır,”13 (Mussolini) yollu övgülere boğuyorsa…

 Günümüz Faşizm(ler)i

 Bugün Avrupalı neo-faşist (ya da popüler deyimiyle: “popülist aşırı sağ”) partilerin hatırı sayılır bir kısmı, kadınlarca yönetilmekte: Fransa’da Milli Cephe lideri Marine Le Pen; Almanya’da Alternative für Deutschland (AfD) eski lideri Frauke Petry ve Alice Weidel; Polonya’da Yasa ve Adalet Partisi (PiS) başkan yardımcısı Beata Szydl; Norveç’te İlerleme Partisi başkanı Siv Jensen; İtalya’da İtalya’nın Erkek Kardeşleri Partisi kurucusu ve lideri Giorgia Meloni; Danimarka Halk Partisi kurucusu ve eski lideri Pia Kjaersgaard…

Öte yandan, neo-faşist partilerin ulusal parlamentolardaki kadın milletvekilleri de ülke ortalamasına göre değişkenlik gösterseler bile, Hitler ve Mussolini zamanlarını çok geride bırakmışlardır… Mevcut parlamentolarda Danimarka Halk Partisi’nin vekillerinin yüzde 36’sını (ulusal ortalama: yüzde 39); Hollanda’da Geert Wilders’in partisi PVV’nin vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 39); Fransa’da FN vekillerinin yüzde 25’ini (ulusal ortalama: yüzde 38.7); Alman’ya da AfD vekillerinin yüzde 12’sini (ulusal ortalama: yüzde 30); İsveç’te İsveç Demokratları vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 46); Norveç’te İlerleme Partisi’nin vekillerinin yüzde 20.7’sini (ulusal ortalama: yüzde 41.4)… kadınlar oluşturmaktadır.

Ve Avrupa ölçeğinde yapılan seçim analizleri aşırı sağ partilerin oylarının yüzde 40’ının kadınlardan gelmekte olduğunu ortaya koymaktadır.14

Ne oluyor? Avrupa faşizmi “feministleşiyor” mu?

Sorun bence bundan biraz daha karmaşık…

1980’li yıllarda kapitalist dünyada yürürlüğe sokulan neo-liberal politikalar, sistemin krizine deva olamadığı, mali krizleri kronikleştirdiği gibi, bir yandan gelir dağılımını hem ulusal hem de uluslararası ölçekte devasa ölçüde bozdu. Günümüzde ulaştığımız tabloda, dünyanın en zengin 26 milyarderinin toplam servetinin, dünya nüfusunun en yoksul yarısının toplam varlığına eşitlendiği bildiriliyor (Ocak 2019 itibariyle OXFAM verisi). Yeryüzü kaynaklarının azami ölçüde bir avuç çokuluslu şirkete aktarılması demek olan neo-liberalizm, emekçilerin hem Kuzey hem de Güney ülkelerinde kazanılmış haklarına el koyarken, sosyal fonları da alabildiğine yağmalayarak çalışanları kamusal desteklerden yoksun bırakıyor. Taşeronlaşmanın, kayıtdışının yeryüzü ölçeğinde yaygınlaştığı kırılgan istihdam ortamında işsizlik, işsizlik tehdidi ve çalışan yoksulların sayısı katlanırken, Güney’de kırsalın boşaltılması, geçim örüntülerinin çökmesi, savaşlar, ekolojik dengelerin altüst olması gibi nedenler, milyonlarca mültecinin kuzey ülkelerine hücum etmesine yol açıyor.

Bu koşullarda dünyada artık (bir avuç müreffeh azınlığın dışında) kimse “çok şükür, yuvarlanıp gidiyoruz,” diyebilme lüksüne sahip değil. İşsizlik ya da işsizlik korkusu, geçim sıkıntısı, yarına yönelik kaygılar Güneylileri olduğu kadar Kuzey’i de sarmış durumda. Ve sosyalist blokun çözülmesinden bu yana geçerli bir sol alternatifin bulunamadığı ölçüde, Kuzey’de “kozmopolit ve hırsız elitlere”, “sokakları dolduran, kültürel dokuyu bozan, sınırlı miktardaki sosyal yardımları yağmalayarak yurttaşların ekmeğini küçülten göçmenlere” duyulan öfke, radikal sağ, neo-faşist partilere desteğe dönüşmektedir. Bu istikrarsız, giderek kaotik koşullarda, herkesin işinde gücünde olduğu, herkesin birbirini tanıdığı, herkesin kendini, ailesini ve geleceğini güvende hissettiği, herkesin küçük dünyasında mamur müreffeh bir yaşam sürdürdüğü, sefil yabancılarla “kirlenmemiş” küçük “mahalli” cennetlere olan özlem, “biz”e, “yerli ve milli” olana, aileye, “vatan”a, dine, cemaate seslenen neo-faşist partilerin “aile” olarak görülmesine yol açtı.

Küresel kapitalizmin kozmopolitleştirdiği, “yersiz-yurtsuzlaştırdığı” (deteritoriyalizasyon) bu iklimde neo-faşist partilerin bu “evcimenlik” özlemini, bu “biz bir aileyiz” duygusunu (ki her türlü milliyetçiliğin temelinde mevcuttur) ustaca manipüle ettiği vurgulanmalıdır.

“Popülist, kendilerine evcimen bir ulus yaratabilmek için sağ bu ikiz tehlikelerin bertaraf edilmesi gerektiğini öne sürer,” diyor Umut Erel. “Ne ki zaman ve kuşaklararası süreğenlik bu argümanda önemli bir rol oynamaktadır. Böylelikle bu sağcı söylemler evcimen ulus görüsünü geçmişe yansıtırlar. Birleşik bir ulusal kimlik etrafında toplumsal ve kültürel tutunumla tezahür eden bu altın çağın ailenin geleneksel versiyonu tarafından oluşturulup bir arada tutulduğunu iddia ederler. Bu sağcı söylemler, ulusun geleceğini aile aracılığıyla tahayyül ederek tikel bir aciliyet ve meşruiyet iddiasında bulunur. Gerçekten de kendilerini ulusun meşru, yani beyaz, heteroseksüel çocuklarının koruyucusu olarak görmektedirler. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, göç ve ırk çevresindeki bu popülist sağcı mücadelelerde asli olan, ulusun kuşaklar boyu yeniden üretimidir.”15

“Popülizm,”16 diyor Susi Meret ve Birte Siim, “Yuva/ulus’a ait idealize bir ulusal ve türdeş cemaate gönderme yaparak ‘halk’a seslenir. (…) Popülizm halk ile siyasal ve entelektüel elitler, halk ile yabancılar/göçmenler arasındaki ana yarılmayı tanımlayan ‘Biz’ ile ‘onlar’ arasındaki ikili zıtlıkları tanımlar ve içerir. Bu bakımdan popülistler kendilerini pozisyonları hükümetler, anaakım partiler ve medya tarafından tarihsel olarak görmezden gelinmiş popüler, ortak, paylaşılan değer ve görüşlerin tek meşru sesi ilan eder. (…) Ulus-devlet inşasına ait hemen bütün halkın meşru ses ve çıkarlarını temsil iddiası güderken (=‘Biz halkız’) popülist politika cemaate dâhil edilenler ve dışlananlar arasında keskin bir ayırım koyar ve destekler. (…) Kimlik ve aidiyet popülist güçlerin tikel bir ulusun ortak geleneksel değer, ilke ve ahlâkı olarak görülen şeyleri yeniden canlandırmalarına olanak sağlar. (…) Tehdit altındaki kimlikler kendilerini ötekilere (elitler, göçmenler, diğerleri) karşı koruma gereksinimi hissetmeye ve neo-milliyetçi ve popülist çağrılara kulak vermeye daha yatkındır.”17

Ruth Wodak’a göre de AB bünyesindeki “ulusa dönüş” eğilimlerinin “ulus devlet ile yurttaşlığı (yurttaşlığa kabul) (genellikle cinsiyetlendirilmiş ve köktendinci) yerlici (nativist) beden politikalarına bağlayan yeni sınırlar (hatta duvarlar) yaratması, sağcı popülist ideolojilerin özünü oluşturur. Böylelikle sağcı popülist partilerin ayrılıkçı söyleminde ‘Volk’ ve ‘Volkskörper’in yeniden dirilişini deneyimlemekteyiz sanki. Aynı zamanda ‘farklı ve sapkın’ olarak tanımlanan ‘ötekiler’i dışarıda tutmak üzere gerçek taş, tuğla ve beton duvarlar inşa ediliyor. Böylelikle beden politikaları sınır politikalarıyla örtüşüyor.”18

Bu saf ve katışıksız “biz”lik, aynı aileye mensup olma duygusu, en iyi, Fransa’da baba-kız-torun-damat ilişkileriyle “ailevi” düzlem ile “politik” düzlemin ilginç bir karışımını oluşturan, Le Pen’lerin “Milli Cephe”sinde (Fronte Nationale – FN) örneklenir. Parti organları ve faaliyetleri üzerine bir alan çalışması gerçekleştiren Dorit Geva, partinin “karizmatik” ve sert lideri Jean-Marie Le Pen’den başkanlığı devralan kızı Marine Le Pen’in iki eski eşi ve mevcut partnerinin de parti saflarından olduğuna işaret edip, devam eder: “Partinin patrimonyal liderlik yapısı onu parti apparachik’leri geliştirmekten alıkoyar; aile kavgaları magazin medyasında bir hanedan pembe romanı tarzında dramatize edilmesi, partinin ‘sıradanlaşması’na yardımcı olmuştur.”19

Geva katıldığı bir galada Avrupa Parlamentosu üyesi bir FN üyesinin kendisine “biz burada kocaman bir aile gibiyiz; Cumhuriyetçiler’in (merkez sağ parti) böyle galalar düzenlemediğine eminim,” dediğini aktarır.

Marine Le Pen, öyle gözüküyor ki, yalnız Jean Marie Le Pen’in değil, tüm Ulusal Cephe’nin “kızı/ kızkardeşi/ anası” imgesine dayanarak sağlamaktadır popülerliğini:

“Güneydoğu’daki daha yaşlı Milli Cephe üyeleri Marine Le Pen’den “Marine” olarak söz ederler. Her biri Marine’i küçük bir kızken tanıdığını söylemekte, böylelikle kuşaksal dönüşümlere karşın partiye bağlılıklarını vurgulamaktadırlar. Jean Marie Le Pen’in Ağustos 2015’de partiden ihraç edilmesinden sonra dahi, görüşmeciler Marine Le Pen’e bağlı kaldıklarını ve bu eyleme girişmesindeki ‘siyasal zorunluluğu’ anladıklarını ifade etmişlerdir. Jean Marie Le Pen’in uzaklaştırılması kimi ömür boyu partiye sadık kalmış üyeleri partiden kopmasına yol açmasına karşın, Lyon’lu emekli bir mühendis olan 85 yaşındaki partili Ernest bana bundan Marine Le Pen’i sorumlu tutmadığını söylemişti.”

Yaşlı partililerin “kızı” Marine, gençlerin ise “annesi”dir: Milli Cephe’nin genç bir aktivisti şöyle demektedir Geva’ya: “Marine Le Pen temelde bir ana ve siyasal olarak da başarıya ulaşmış bir kadın imgesini taşıyor. Siyasal bakımdan angaje, şeyleri değiştirmeye kararlı; o bir erkek değil, ama siyasete yeni bir imge veriyor, anaerkil bir imge. İşte tam da bu, o bir matriyark, bir ana. Çocuklarıyla, küçük Fransız insanlarıyla ilgileniyor ve onları doğru yola sokmaya çalışıyor…”

Ya da: “Marine Le Pen anamız olabilirdi; Jean-Marie Le Pen ise dedemiz. Tanımı itibariyle kişi anasına dedesine olduğundan daha yakındır.”20

Yabancılaştırıcı, yersiz-yurtsuzlaştırıcı bir dünyada bu “kendini evinde, ailesinde hissetme”ye değgin simgeler sistemi, öyle gözüküyor ki günümüz neo-faşist partilerinde kadınları iki dünya savaşı arası öncellerine göre daha merkezi bir konuma yerleştiriyor.

Öte yandan, bu “aile” metaforu, Avrupa’nın neo-faşistleri için “biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı çizmede işlevsel bir rol üstlenmiştir.

Bilinir, milliyetçiliğin uç biçimi olan faşizm, “Öteki”siz yapamaz. Toplumsal öfkenin, düş kırıklıklarının, tepkilerin üzerine boşaltılabileceği günah tekelerine, iç ve dış düşmanlara gereksinimi vardır.

İki savaş arası faşizm(ler)inde “düşman”, Bolşeviklerin, eşcinsellerin, çingenelerin vb. yanısıra, esas olarak sermayeye, maliyeye, medyaya hâkim olan, Alman ulusunu yozlaştıran “hırsız ve sömürücü” Yahudilerdi. “Uluslararasılaşma bugün yalnızca Yahudileşme anlamına geliyor,” diyordu Hitler. “Biz Almanya’da bu noktaya geldik: altmış milyonluk bir halk bir avuç Yahudi bankerin elinde oyuncak durumunda. Bu yalnızca uygarlığımızın yahudileşmiş olmasıyla mümkün olabildi.”21

Günümüzdeyse düşman, artık “Batı dünyasına nüfuz ederek onun kültürel dokusunu çürüten, ucuza çalışarak Avrupalıların işlerini elinden alan, milyonlarca Avrupalı’nın emeğinden oluşan sosyal fonları gasp ederek onların sırtından asalak bir yaşam sürdüren, sokakları kirleten, kız çocuklara kadınlara sarkıntılık eden, hırsız, terörist” göçmenler, özellikle de Müslümanlardır. Aşırı durumlarda, Avrupa ya da ABD’deki Müslüman azınlıkların “Batı dünyasını İslâmlaştırmak” gibi bir gizli gündemleri olduğu paranoyasına dek varan bu İslâmofobi/göçmen karşıtlığı, günümüz Kuzey’inde orta ve alt sınıf kitleleri mobilize eden temel motif hâlini almıştır.

“1998’den bu yana Avrupa’da yaşayan bir Amerikalı olarak,” deniliyor örneğin Bruce Bawer’in kaleme aldığı Avrupa Uyurken: Radikal İslâm Batıyı İçeriden Nasıl Yıkıyor? Başlıklı kitabın tanıtımında, “Bruce Bawer bu sorunu yakından gördü. Kıta boyunca -Amsterdam’da, Oslo’da, Kopenhag’da, Paris’de, Berlin’de, Madrid’de ve Stokholm’de- kadınların ezildiği ve suiistimal edildiği, eşcinsellerin kovuşturulup öldürüldüğü, ‘zındıkların’ tehdit edilip aşağılandığı, Yahudilerin şeytanlaştırılıp saldırıya uğradığı, (namus cinayetleri ve zorla evlendirme gibi) barbarca geleneklerin uygulandığı, ifade ve din özgürlüklerinin reddedildiği geniş, hızla büyüyen Müslüman ceplerle karşılaştı.

Avrupa’nın anaakım siyaset ve medya kurumları tüm bunları görmezden gelerek radikal İslâmcıları yatıştırmak ve çokkültürcü uyum yanılsamasını sürdürebilmek adına kadınları, Yahudileri, eşcinselleri ve genelde demokratik ilkeleri satışa getiriyor. Müslüman aşırıları eleştirme cüretini gösterip gerçek liberal değerlere sahip çıkan bir avuç kahraman ise sistemli biçimde bağnaz faşistler damgasını yiyor. (…)

Avrupa’nın Müslüman cemaatleri, göçmenlerin kendilerini reddeden kâfir bir topluma karşı derin nefretlerinden beslenen bir yabancılaşmayla dolu barut fıçılarıdır; bu durum onlara ayırımcılığı dayatan ve içlerindeki aşırıları besleyen hatalı göç politikalarıyla daha da vahimleşmektedir…”

ABD’de 11 Eylül saldırıları ve Avrupa’nın belli başlı merkezlerinde gerçekleştirilen radikal İslâmcı katliamlarla beslenen bu düşünceler, faşist parti, grup ve ideologlarca halk indinde Müslüman karşıtlığı ve göçmen fobisi olarak tercüme edilir. Böylelikle sınırlar, yeniden çizilmektedir: “Uygar, rafine, kadın-erkek eşitliği ilkesine bağlı, özgürlüğe tutkun, aydınlanmış, hümanist, müreffeh ‘biz’ler ile barbar, saldırgan, özgürlük düşmanı, seks düşkünü, kadınları köleleştiren, cahil, bağnaz, yoksul, açgözlü ‘öteki’ler”… Kısacası “Batılı” ve “Batlı-olmayan”… Bu iki dünyayı birbirinden ayıran sınırlar vurgulanmalı; uygarlığın ve Aydınlanmış dünyanın kaleleri, bu yeni barbar akınlarına karşı çok geç olmadan savunulmalıdır.

Ve kadınlar, bu “sınırlar”ın vurgulanmasında önemli roller üstlenmektedir. Örneğin:

“(Finlandiya’da) Sosyal medyada ve aşırı sağcı gruplarda örgütlenen beyaz kadınlar sınırların kapatılması talebini öne sürerken aynı zamanda Müslüman ve siyahi karşıtı ırkçılığı da etkin biçimde yaygınlaştırıyorlar. Yeni faaliyet biçimleri de geliştirildi: teritoryal sahiplenmenin sergilendiği eylemler başlatıldı. Schengen anlaşması ve AB içinde sınır denetimlerinin azaltılması sonucu pratikte ortadan kalkmış olan İsveç-Finlandiya sınırında insan zincirleri oluşturuldu. Göstericilerin mesajı ‘Sınırları kapatın’ (Rajat künni) hareketin adı olarak da benimsendi. Beyaz kadınlar bu gayrıresmi sınır devriyelerine etkin biçimde katılıyor ve gösteriler medya tarafından ayrıntılı biçimde işleniyordu: ulusal yayın kuruluşu ve birkaç gazete Kuzey Finlandiya sınır bölgesindeki gösterilere katılan kadınların fotoğraflarını ve onlarla yapılmış söyleşileri yayınladı. Orta yaşlı kadınlar yanlarında sarışın yeniyetme kızlarıyla, ellerinde Finlandiya bayrakları, üstlerinde ulusal simgelerle süslü tişörtleriyle boy gösteriyorlardı. Kadınlar ilticacıların cinsel tacizlerine karşı kız evlatlarının bedensel bütünlüğünü savunan anneler olarak konuşuyorlardı. Annelerin sözleri, beyaz-olmayan erkeklerin cinsel ötekiliğini açığa çıkartıyor ve onların sarışın kızlara yönelik arzularının çocukları için bir tehlike oluşturduğunu ifade ediyorlardı. Müslüman erkeklerin güvenliklerini tehdit ettiği beyaz kadın ve çocuklar adına konuşmak, beyaz sınır muhafızı kadınların mobilizasyonunun ana ögesiydi.”22

Şu hâlde, günümüz faşizm(ler)inde kadınların daha bir görünürlük kazanmasında, kendini İslâm ve göçmenlere karşı kurgulayan Avrupa (uygarlık?)- merkezci bir “Biz”lik tanımı da etkin olmaktadır. Kadın-erkek eşitliği, (en azından kadınları burkaya sokan, köleleştiren, alıp satan, küçük yaşta evlendiren, namus cinayetlerine kurban eden…) İslâm’a karşı “biz”i tanımlayan bir uygarlık değeridir. Bu yolla faşistler, kadınların ve sosyalistlerin yüzyıllar boyunca canları pahasına savunduğu “eşitlik” ülküsünü temellük etmektedir. Fransız Milli Cephe’nin 144 maddelik Manifesto’sunda “Kadınların haklarını savunmak; kadınları temel özgürlüklerinden yoksun bırakmak isteyen İslâmcılığa karşı mücadele etmek; erkeklerle kadınlar arasında eşit ücreti sağlamak için ulusal bir plan oluşturmak ve mesleki ve toplumsal güvencesizliğe karşı mücadele etmek” hedefi yer almaktadır! Hollanda’nın faşist partisi PVV ise İslâm’da kadınlara yönelik şiddet üzerine raporlar hazırlamakta, zorla evlendirmelere, kadınların tecrit edilmesine, namus temelli şiddete, kadın sünnetine karşı çıkmaktadır. “Ancak sorun şuradadır ki parti kadına karşı şiddeti salt İslâmcı bir konu olarak görmektedir. Partinin Hollanda parlamentosundaki oy verme davranışına bakıldığında, kadın hakları için bir kez olsun parmak kaldırmadıkları görülür. Örneğin parti, kadınlara karşı şiddetle mücadeleyi öngören İstanbul Konvansiyonu’nun ve kadın sünnetiyle mücadeleyi öngören bir yasa önerisi aleyhine oy kullanmıştı.”23

İsviçre’de faşistlerin “minarelerin yasaklanması” yolundaki kampanyası da “kadın hakları savunusu” kisvesiyle yürütülmüştü: Propagandaya göre camiler “kadınlar üzerindeki tahakkümü ve ayırımcılığı onaylayan” erkek-egemen Müslüman mekânlardı.24

Avrupa’nın neo-faşist partileri, Müslüman kadınların “tesettür”ünün İslâm dünyasında kadınlar üzerindeki eril tahakkümün göstergesi olduğu konusunda tam bir görüş birliği içindedir. Ancak bu kadarla da kalmaz; tesettür, aynı zamanda Avrupa kültürüne, Avrupa değerlerine de bir saldırı, bir çeşit “sinsi istila aracı”dır. Böylelikle örneğin Hollanda’nın PVV’sinin kötü şöhretli lideri Geer Wilders, “Hollanda kültürünü kirlettiği” için başörtüsüne vergi uygulanmasını önermektedir!25

Evet, “Batı Avrupa’da sağcı popülist (siz “neo-faşist” diye okuyun!) partiler toplumsal cinsiyet eşitliğini grubun modernliğinin göstereni ve Yahudi-Hıristiyan Avrupalı kimliğini koruma mücadelelerinde bir araç olarak kullanmaktadırlar. Göçmen-karşıtı, AB-karşıtı ve elit-karşıtı duyguların harekete geçirdiği kampanyalarda, kadınların bedenleri ulusal kimliğin anahtar savaş alanı hâline gelmiştir.”26

Göçmen (ve İslâm) karşıtı savaşımlarında “kadınların eşitliği” Avrupa’nın faşist partileri için değerli bir retorik araçtır; bu doğru… Peki ya gerçekte? Bir kez daha soralım: Faşizm gerçekten de “feministleşmekte” midir?

 Avrupa’nın Neo-faşizm(ler)i ne kadar “Feminist”?

 Bu sorunun yanıtı, net bir “Hayır”dır. Avrupalı neo-faşistler İslâm karşısında hızlı “kadın hakları savunucusu” pozuna bürünseler de, “kadın sorunu”nun “Aşil Topuğu”nu oluşturan başlıklarda, iki savaş arasındaki seleflerini hiç de aratmamaktadırlar.

Bu başlıklardan en önemlisi, “aile”dir. Ve aile, Avrupa’nın tüm neo-faşist partileri için temel bir değerdir; tümü “ailenin güçlendirilmesi”nden yana olduklarını bildirmektedir. Örneğin Danimarka’nın Halk Partisi’nin programında, “Danimarka ailelere sunduğu koşullara bağımlıdır,” denilmektedir. “Koca ile karı ve çocuklar arasındaki yakınlık bağları, Danimarka toplumunun taşıyıcı sütunlarıdır ve ülkenin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır…”27

Benzer biçimde Hollanda’nın PVV’si de ailenin ve çocukları yetiştirmenin öneminin altını çizer. Her iki parti de ailelerin çok sayıda çocuk sahibi olma konusunda teşvik edilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Neo-faşistler kürtaj konusunda da fena hâlde “gönülsüz”dürler. PVV kürtaj için süre sınırının kısaltılmasını ve kürtaj masraflarının taliplere yüklenmesini savunmaktadır. Danimarka Halk partisi ise, kürtajın bir “hak” olduğunu teslim etmekle birlikte, “bu kadar çok insanın kürtaj olmayı seçmesinden kaygı duyduğunu” bildirmektedir. Her iki parti de cinsiyetler arası eşitliği kabul ettiğini bildirmekle birlikte, devletin bu konuda herhangi bir rol oynamasını, pozitif ayırımcılığı reddeder. 

Ne Danimarka Halk Partisi, ne de Hollanda’nın PVV’sinin “yerli” kadınların hak ve konumlarını ilerletmek gibi bir gündemleri yoktur. Ve Mudde ve Kaltwasser’in deyişiyle, “tüm retoriğe karşın, bu tartışma sağcı popülist partiler için cinsiyetler arası eşitlikten çok, ulusal kültür üzerinedir.”28

Almanya’nın AfD’si ise, Kuzeyli muadillerine göre, kadınların eşitliği konusunda daha “sert”tir: Ailenin korunmasının siyasal odağı olduğunu açıkça beyan edip, geleneksel cinsiyet rollerini tahrip ettiğini ve toplumun “cinselleştirilmesini” teşvik ettiğini düşündüğü cinsiyetler arası eşitliğin anaakıma taşınması konusundaki girişimleri durduracağını, toplumsal cinsiyet araştırmalarını sonlandıracağını ilan eder. AfD toplumsal cinsiyetler arası eşitlik, evlilikte eşitlik yasası ve LGBT haklarına karşı protestoları etkin biçimde desteklemektedir. Hükümetin prezervatif kullanımını teşvik politikalarına da karşı çıkarken, bunun yerine “gönüllü bekarlığı”n teşvik edilmesini savunur. AfD’ye göre kadın istihdamı “kariyer sahibi kadınları anne ve ev kadınlarından üstün tutan feminizmin yanlış anlaşılmış bir görüşüdür.” Kadın ancak ailenin mali durumu gerektiriyorsa çalışmalıdır.

AfD (eşcinsel kadın liderine karşın) aynı zamanda homofobik bir partidir. Parti programına göre, “toplumsal cinsiyet eşitliğini ana akıma dâhil etme çabalarının ideolojik etkisi gibi, sınıflarda eşcinsellik ve transseksüalite üzerine tek yanlı vurgu da reddedilir. Geleneksel aile imgesi zarar görmemelidir. Çocuklarımız okulda gürültücü bir azınlığın cinsel yöneliminin oyuncağı olmamalıdır.”29 AfD’ye göre çekirdek heteronormatif aile ülkenin gerileyen doğurganlık oranını tersine çevirebilir; çocuk sahibi olmak kişisel bir “tercih” değil, anavatana karşı bir “görev”dir… Tabii “yerliler” için!

Nüfusu (tabii ki “yerli” nüfusu) arttırma isteği, Avrupa’nın tüm neo-faşist partilerince paylaşılmaktadır. Fransız Milli Cephe’si çok çocuklu “Fransız” çekirdek ailelere vergi desteği sağlayacağını vaad eder. Kürtaj konusu parti içinde de tartışılmaktadır, çok sayıda üye, kürtajın devlet tarafından finanse edilmemesi gerektiği görüşündedir. Marine’in yeğeni Marion Maréchal Le Pen tarafından temsil edilen kanat ise tüm aile planlaması uygulamalarına karşıdır.

Bunun yanısıra, Fransız Milli Cephe de, Alman AfD de, Hollandalı PVV de kadın kotasına şiddetle karşıdır.

Neo-faşizm, Batı Avrupa’dan uzaklaşıldıkça ve iktidara yaklaştıkça, daha antifeminist bir konum edinir. Örneğin Orban’ın Macaristan’ında üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet araştırmaları yasaklandı, tüm mali destekler geri çekildi, bütün akreditasyonlar kaldırıldı. Brezilya’da devlet başkanlığına seçilen Bolsonaro bir adım daha atarak öğrenim kademelerde “toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” terimlerinin kullanılmasını yasaklayan bir yasayı getirdi gündeme. Ve bundan böyle eğitim sistemine aile değerlerinin damgasını vuracağını ilan etti…30

Neo-faşizmin, “muhafazakâr değerler”in, ailenin, dinin, geleneklerin kutsandığı genel bir sağcılaşma iklimiyle uyumlu olduğu ve bu iklimi destekleyecek, güçlendirecek ve radikalleştirecek bir strateji izlediğini söyleyebiliriz. “Uygarlık değerleri”ne sahip çıkıyormuş, “kadın hakları”ndan yanaymış gibi gözüküp, kadınların özgürlüğü ve eşitliği aleyhine işleyen muhafazakâr iklim… Böylelikle, örneğin kürtaj sivil toplum içinde tartışmaya açılabilmekte (Fransa, İtalya, Almanya, Romanya, Hırvatistan…) insan ve kadın hakları örgütleri kovuşturulmakta, görmezden gelinmekte, mali kaynakları kesilmekte, hatta saldırılara uğramakta.31 Tüm Avrupa’yı saran aile odaklı söylem ve politikalar geleneksel cinsiyet rollerini güçlendirirken kadınları da iktisadi açıdan kocalarına bağımlı kılmaktadır. Genel eğilim, kadınları anneliğe yönlendirirken annelikle profesyonel yaşamı bağdaştırmak gittikçe zorlaştırılmaktadır. Anneliğe teşvik ise, annelere kurumsal destek sağlamaktansa, doğumlarda bir kereliğine verilecek ödüllerle sınırlandırılmaktadır. Ve çekirdek aileye sağlanan destek, LGBTI bireylerin ve tek ebeveynli ailelerin ayrımcılığa maruz kalması anlamına gelmektedir genellikle…32

Sonuç olarak, günümüz “popülist aşırı sağ” parti ve hareketlerinin “kadınsı” yüzünü, kimi kuramcıların ve kamuoyu oluşturucularının yaptığı üzere onları faşizmden ayıran bir “olumluluk” olarak görmek, “aşırı doz” bir iyimserlikten öte bir anlam taşımaz. Şu unutulmamalıdır: “Popülist aşırı sağ” olarak nitelenen parti ve hareketler, tüm potansiyellerini tüketmiş değillerdir, hatta denilebilir ki henüz yolun başındadırlar. Nereye varabilecekleri, kendilerini var eden krizin boyutları ve karşılaşacakları toplumsal direnişin gücüyle bağlantılı bir olasılıklar dizisidir.

Bu, onların kadın politikaları için de böyledir. Nihayetinde “feministlikleri” kadınların eşitliğine adanmışlıklarından değil, İslâm’a karşıtlıklarından kaynaklanmaktadır ve onunla sınırlıdır. Yoksa ultra milliyetçiliğin ve faşizmin tüm varyantları gibi, onlar için kadınların hak ve özgürlükleri, korporat bir toplumun en küçük birimi olarak gördükleri aile için feda edilebilir bir şeydir.

“Ya bu parti ve hareketleri yöneten ve destekleyen kadınlar” mı dediniz? Matheus Hagedorny’nin deyişiyle onlar, “özgür seçim haklarını her türlü özgürleşmeye karşı kullanan” “anti-feminist cephe” kadınlarıdır!33

4 Mayıs 2019, İstanbul.

1- 24 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul Özgür Üniversite’de yapılan konuşma.
2- Platon.
3- Naomi Wolf, “Fascism with a feminist face”, Project Syndicate, https://www.project-syndicate.org/commentary/naomi-wolf-examines-the-rise-of-women-to-leadership-positions-in-major-far-right-european-political-parties?barrier=accesspaylog
4- Aktaran: Martin Durham, Women and Fascism, Londra-New York, Routledge, 1998: 18.
5- Aktaran: Wilhelm Reich; Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, (Çev. Bertan onaran), İstanbul,1979, s. 94.
6- Aktaran: Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, 1992: 41.
7- Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, ss. 174-178.
8- Hakan Akman, “Faşizm ve “Kadın Ailede Güzeldir”, http://www.angelfire.com/oz/sosyo/fasizmvekadin.htm
9- Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, (Çev. Cemal Süreya), İstanbul,1979, s. 129
10- Macciocchi, s.113.
11- Oğuzhan Ekinci, “Nasyonal Sosyalizm Döneminde Kadınlar”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aralık 2018 22(Özel Sayı), s.2917.
12- William A. Pelz, A People’s History of Modern Europe, Pluto Press, 2016, s.129.
13- Macciocchi, s.130.
14- Cynthia Miller-Idriss ve Hilary Pilkington, “Women are joining the far right – we need to understand why”, The Guardian, 24 Ocak 2019.
15- Umut Erel, “Saving and reproducing the nation: Struggles around right-wing politics of social reproduction, gender and race in austerity Europe”, Women’s Studies International Forum 68 (2018), s. 174.
16- “Popülizm”, Batı akademia’sının ve liberal kamuoyu oluşturucuların Avrupa ülkeleri ve ABD’de yükselişine tanık olduğumuz “neo-faşist” parti ve hareketlere, “politik doğruluk” adına yönelttikleri niteleme. Bu nitelemenin bir eleştirisi için bkz. Sibel Özbudun, “Maskeli Faşizm: Popülist Aşırı Sağ”.
17- Susi Meret and Birte Siim, “A Janus-faced feminism: Gender in women-led right wing populist parties” 2017 European Conference on Politics and Gender (ECPG), 8-10 Haziran 2017, Lausanne Üniversitesi, İsviçre.
18- Ruth Wodak, The Politics of Fear. What Radical right Wing Populism Means, Londra, Sage, 2015, s. 1.
19- Dorit Geva, “Daughter, Mother, Captain: Marine Le Pen, Gender and Populism in the French National Front”, Social Politics: International Studies in Gender, State & Society, jxy039, https://doi.org/10.1093/ sp/jxy039
20- Akt. Geva.
21- Adolf Hitler’in 18 Eylül 1922 Münih konuşması, Adolf Hitler Collection of Speeches, (1922-1945), s. 29.
22- Suvi Keskinen, “The ‘crisis’ of White hegemony, neonationalist femininities and antiracist feminism”, women’s Studies International Forum, 68 (2018), s. 160.
23- Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/
24- U. M. Vieten, “Far Right Populism and Women: The Normalisation of Gendered Anti-Muslim Racism and Gendered Culturalism in Netherlands”, Journal of Intercultural Studies, 37(6), 2016.
25- Liza Kane-Hartnett, The Populist Right in Western Europe, Part 1 – Women’s Bodies and National Belonging, Mayıs 2018, https://centreforfeministforeignpolicy.org/ journal/2018/5/6/ the-populist-right-in-western-europe-part-1-womens-bodies-and-national-belonging
26- A.y.
27- Cas Mudde ve Crıstóbal Rovira Kaltwasser, “Vox Populi or Vox Masculini? Populism and Women”, Patterns of Prejudice, 2015, Vol. 49, Nos.1–2, 16–36, http://dx.doi.org/10.1080/0031322X. 2015.1014197
28- Mudde ve Kaltwasser, a.y.
29- Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/
30- Mari Lilleslåtten, Podcast: A threat to academic freedom is a threat to women’s rights, 19 Kasım 2018, http://kjonnsforskning.no/en/2018/11/threat-academic-freedom-threat-womens-rights
31- “Macaristan’da kadın ve insan hakları grupları sürekli saldırı altında, tehditler alıyor ve hayatta kalabilmek için mali kaynakları bulmakta zorlanıyorlar. Haziran 2017’de kabul edilen yeni “Sivil Toplum Örgütleri” yasası sivil toplum örgütlerinin yabancı fonlardan yararlanmasını yasakladı. Ülkede bağımsız medya kalmadı, ve tek partinin tüm siyasal yaşama egemen olması, iş bulabilmek ve diğer avantajlardan yararlanabilmek için kişinin mutlaka parti üyesi olması gerektiği anlamına geliyor. Ülkede aynı zamanda insanların başka ülkelere göç etmek zorunda kaldığı bir beyin göçü yaşanıyor. Polonya’da medya artan ölçüde hükümetin denetimi altına giriyor ve hükümet de bu denetimi kadın ve insan hakları konusunda kamuoyunu biçimlendirmek üzere kullanıyor. Yetkililer bürolarını basarak kadın hakları örgütlerini taciz ediyor ve yeni yönetmeliklerle ülkede gösteri hakkı kısıtlanıyor. Hırvatistan’da sağcı politikacılar, hükümet-dışı örgütlere yönelik devlet desteğinin kesilmesi için çaba gösteriyorlar.” (Feminist Initiative, “Feminist Responses to Growing Nationalism in the European Union”, https://feministinitiative.eu/assets/uploads/2018/05/feminist_responses_to_growing_nationalism_in_the_eu_a4_digit.pdf).
32- Feminist Initiative, a.y.
33- Matheus Hagedorny, “Anti-feminist front women”, https://www.movingdocs.org/anti_feminist_front_women

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...