Ana Sayfa Blog Sayfa 121

Ekonomik kriz üzerine

Ekonomik kriz, bugünlerde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri hâline gelmiştir. Her ne kadar, Saray Rejimi, önceleri “kriz yok, yalandır” diye başladığı karartma kampanyasını, seçim vb. gibi çeşitli vesilelerle sürekli sürdürüyorsa da, kriz gerçeği, kendini tüm ağırlığı ile hissettiriyor.

Ama kriz üzerine konuşurken, “iktidar ne yapmalı” ile başlayan ya da buna evrilen tartışma ve konuşmalar, makaleler, analizler, krize hep egemen sınıf, burjuvalar, üretim araçlarının sahipleri, zenginler açsından bakmış oluyorlar. Zaten, bir burjuva iktisatçının görevi de budur. Krize, tek tek kapitalistler açısından değil, bir bütün olarak kapitalistler ve kapitalist sistem açısından bakmaktır. Onların bilim dedikleri “ekonomi” ya da “iktisat”, gerçekte bugün üniversitelerde okutulan hâli ile bir bilim değildir. Ancak ve ancak, kapitalist sistemi aklamak için ekonomi-politik’e burjuva ideolojisi cephesinden, yalanlara ve yanlışlara dayalı bir ideolojik saldırıdır.

Tek tek kapitalistlerin kriz koşullarında ne yapması gerektiğini ise, danışmaları, uzmanları vb. zaten düşünür, tartışır, raporlar. Ama tüm burjuva sınıf adına, “etkili” ekonomistler, burjuva “bilim adamları” her gün kriz üzerinde tartışmaktadırlar.

Ama, ülkemizde Saray Rejimi, özel bir konumu ifade eder. Erdoğan, devlet olanakları ile “burjuvazi yaratma” siyasetinin 1920’lerde gördüğü işlevi, bugün kendi çevresinde bir zenginler sınıfı yaratmak için kullandı, kullanıyor. ABD buna 15 yılı aşkın süredir destek veriyor. SSCB çözülene kadar “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin ekonomisi AB’ye bağlıdır ve ABD, elinde tuttuğu siyasal alanı (yani, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb.) kullanarak, yeni zenginler sınıfı üzerinden müdahale olanakları geliştirmek için, Erdoğan projesinine destek vermiştir, vermektedir. Erdoğan projesi, sadece Ortadoğu’da, yeni bir bölüşüm haritası ve İsrail güvenliği için iş görmüyor, içeride de paylaşım savaşımının gereklerine uygun olarak ABD cephesine hizmet ediyor.

İşte bu özel konum, Saray Rejimi’nin, yeri geldiğinde kapitalist seçkinlere, işadamlarına da “tehditler” savurmalarına olanak veriyor.

TÜSİAD, ekonomik kriz ve İstanbul seçimlerinin tuhaf iptali sonrasında, yakın döneme kadar sorunsuz desteklediği Erdoğan politikalarını eleştirdi. Bu eleştiri, gerçekte, Erdoğan’ın, seçim akşamı, “yalnız adam” imajı ile çıktığı balkondaki konuşmasında deklare ettiği anlaşmaya, ne oldu ise uymama kararının ardından geldi. Erdoğan, hatırlayalım, balkon konuşmasında, yenilgiyi kabul etmiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmiş olarak konuştu. Bunda şüpheye yer yok. Ve konuşmasında, eline tutuşturulmuş gibi bir anlaşma maddelerini deklare etti. Bir yandan yenilgiyi kabul edeceğini ilan etti, diğer yadan ise, 4 madde daha ekledi: İlki, serbest piyasa ekonomisi kurallarına bağlı kalacağız; ikincisi, ekonomik ve hukukî reformlar yapacağız; üçüncüsü beka söylemi tutmuştur, devam, Kürt öldürmeye kimse karşı çıkmaz, zaten ekonominin yağma, rant ve savaş ekonomisi olduğu açık. Beka meselesi savaş ekonomisine uygundur. Dördüncüsü de Suriye’de işgale ve saldırganlığa devamdır.

Biz aslında ilk ikisi ile, konumuz gereği, bu yazı bağlamında ilgiliyiz. Piyasa ekonomisi kurallarından ve ekonomik ve hukukî reformlardan söz etmek, belki “sol” bir parti seçim kazanmış olsa idi, kapitalistlere garanti vermek konuşması olarak ele alınabilirdi. Ama, öyle değil, iktidar değişmemişti, zaten iktidar seçimleri değil, yerel seçimler yapılmıştı. Ama Erdoğan, parababalarına sesleniyordu, halka değil. Türkiye’de 460 milyar dolar alacaklı olan uluslararası sermayeye, yatırım için davet edilen ama hukukî nedenlerle gelmeyen sermayeye, kaçmakta olan sermayeye ve elbette TÜSİAD dahil, tüm Erdoğan öncesi sermayeye sesleniyordu. Ve onlara, şirketler üzerindeki ekonomik baskı, rant ve yağmadan büyük payı kendine ve çevresine dağıtma sistemi son bulacak, diyordu.

Tam da TÜSİAD’ın istediği, büyük sermayenin ve onların yabancı ortaklarının istediği şey bu idi. Onlar, Erdoğan ve Saray Rejimi’nin işçileri ezen, ücretleri düşüren yağmacı politikalarından rahatsız değillerdi. Saray medyasının TÜSİAD açıklamasının ardından Özilhan’a yanıt vermek üzere açıkladığı gibi, sermaye, AK Parti döneminde kârına kâr katmıştır. Saray basını için son derece riskli bir açıklamadır. Çünkü oyunu istedikleri yoksul kesimler, böylesi bir kârlılık karşısında akıllarını kullanabilir ve kendi durumlarını biraz daha net görebilirlerdi. Ama Saray basınının eli kolu bağlanmıştır, ne yapsalar, öteki yalanları ortaya çıkıyor.

İşte TÜSİAD adına Özilhan, seçimi iptal etmenin yaratacağı “hukuksuzluk” algısının vahim olduğundan hareketle, dikkat çekici bir konuşma yaptı. Özilhan, aslında “anlaşmayı, balkondan açıkladıklarını neden yırtıp attın” demek isterdi. Bunu mesela Ecevit hükümetlerine karşı yaparlardı. Ama Saray Rejimi, biraz daha farklı bir konumdadır.

Erdoğan, balkon konuşmasının ardından, İstanbul’da çöreklenmiş çetelerin ve muhtemelen Damat da dahil çocuklarının da baskısı ile, oluşacak büyük kaybı gördü ve daha riskli bir hamle yaptı. Sanki, iptal ettiği İstanbul seçimlerini kazansa, durumu düzelecek mi? Çözülme ve gidiş sürecinde bazı değişiklikler olabilir ama artık yolcudur abbas.

İşte burjuva iktisatçıların bir bölüm muhalif olanı, bu çerçevede ekonomik krizi çözecek acil önlemleri tartışmak istiyor, bunları dile getiriyor. Saray medyası eli ile Saray, bu tartışmalara bile tahammül edemiyor ve şiddetli bir saldırı ortaya koyuyor. Saray’ın silahşör yazarları, ekonomik kriz gerçeğine, burjuva iktisadı açısından bile gelen bakışı, bölücü, haince buluyor. Bu burjuva uzmanlar karşısına, Saray destekli bilgisiz kalemşörler çıkarılıyor.

Biz, bu kalemşörleri bir yana bırakalım, burjuva uzmanların, gerçeğe, krize, gerçekten yana bir yaklaşımları olmadığını bilmeliyiz.

Bu burjuva uzmanların dile getirdiklerini toparlarsak, ne istediklerini anlayabiliriz. Bu burjuva iktisatçılar, asla ve asla aydın değildir, nesnel bir yaklaşım içinde değildir. Burjuvazinin topluca çıkarlarını dile getiren uzmanlardır.

Şunları derlemek mümkündür. Okur, bizi affetsin, bunların her bir söylediklerini alıntılayarak “kanıtları” ortaya koyan bir makaleye dönüştürmeyeceğiz. Zaten, isteyen bunları, her gün basından bulabilir. Sadece bir haftalık bir tarama bile fazla gelir.

– İşaret ettikleri ilk istek şudur: Bütçeyi bozan harcamalara son. Burada, elbette bütçenin akıl almaz bir biçimde Saray Rejimi’nin günlük ihtiyaçları için kullanılmasını kastediyorlar. Kemer sıkalım, daha ileri bir istek olur. Onlar sadece, bu dağıtılan paranın, sınırlanmasını istiyorlar. 2003-2018 yılları arasında, sadece örtülü ödenekten 6,5 milyar TL harcama yapılmıştır. Sadece Ocak-Mart sonu arasında seçimler için akıl almaz paralar harcanmıştır. İşte bunu kastediyorlar. Demek istiyorlar ki, ne fark eder, İmamoğlu da bu sisteme, düzene bağlı değil mi, bu kadar “hırs” niyedir? Demek istiyorlar ki, “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” sözünü, savaşçı buluyorlar ve sadece Saray için önlem olarak görüyorlar, oysa “ülke” için, yani kendileri için önlemler istiyorlar.

– İkinci olarak, belki sıralaması böyle değildir ama en çok dile getirdikleri şeylerden biridir: Merkez Bankası üzerinde politik baskıya son verilsin, diyorlar. Mesela Ocak 2019’da Merkez Bankası’ndan Nisan 2019’da gelmesi gereken paranın, 37,5 milyar TL’nin baskı ile alınmasını ve harcanmasını kastediyorlar. Mesela Merkez Bankası’nın döviz ve faiz politikalarına, hadi enflasyonu da koyalım, günlük müdahaleler yapılmasın istiyorlar.

TC Merkez Bankası’nın, Saray hazinesi olarak kullanılmasının en somut örneği, gecelik swap işlemlerinde de görülüyor. Merkez Bankası, Şubat ayında 26 milyar dolar rezerv açıkladığında, uluslararası kurumlardan bir yalanlama geldi ve rezervin 16 milyar dolar olduğu açıklandı. Mayıs ayında ise, Merkez Bankası’nın net rezervinin eksi 6,5 milyar dolar olduğu anlaşıldı.

İstatistik ve rakamlarla oynamak, yalanların en etkililerinden birini oluşturur. İşsizlik istatistikleri de öyledir.

Eksi 6,5 milyar dolar rezerv ne demektir? Merkez Bankası, kendi döviz rezervlerini bitirdikten sonra, diyelim ki, şirketlere ve kişilere ait döviz hesaplarındaki paranın 6,5 milyar dolarını da kullanmış demektir. Yani, bugün, bankalarda döviz olarak parası olanlar, aynı anda bu paraları çekecek olsa, böyle bir para yok demektir.

Bu döviz hesapları, biz işçilerin, halkın hesapları olmaktan çok, şirketlerin hesaplarıdır, bu anlama gelir.

İşte Merkez Bankası’nın, bunun ardından, Mayıs ayında, kalkıp “yedek akçe” olarak tuttuğu 40 milyar TL’yi piyasaya sürmesi, iyi hesaplansın, tam da bu dövizin karşılığıdır. Bu dövizin karşılığı olarak yedek akçenin 40 milyar TL’nin piyasaya sürülmesi, para basma etkisinin aynısını gösterir. Bu durum, dövizi daha da kırılgan hâle getirir.

Saray medyasının sürekli pompaladığı, Erdoğan’ın dilinden düşürmediği, “dövize dış müdahale” gerçekten olursa, dövizi tutmak mümkün olmayacaktır. Burjuva iktisatçıları, bunlara uzman diyelim ve asla aydın sözünü kullanmayalım, işte bu durumu görüyorlar ve egemen sınıflar adına, acil durum var demeye çalışıp, reçeteler yazıyorlar.

– Kamu bankalarını zarar yazmasına son verilsin, diyorlar. Burjuva uzmanlar, mesela Halk Bankası’nın kâğıt üstünde battığının farkındadırlar. Kamu bankaları eli ile piyasaya döviz için yapılan müdahale, Mayıs ayında, 4,5 milyar doları geçti. Eksi 6,5 milyar dolarlık rezerv, bunun ardından ortaya çıktı. Ve elbette bu önlem, doların ateşini 20 sent kadar düşürdü, hepsi budur. Bu durum kamu bankalarını oldukça kırılgan bir yapıya sokmuştur. Kamu bankaları tüm bunları, “görev zararı” olarak yazmakta ve bu genel ekonomi üzerine (onlar makro ekonomi diyor) bir yük yüklüyor. Gerçekte kamu bankaları, Saray çevresince yağmalanmaktadır. Yağma ekonomisi denildi mi, bunu unutmamak gerekir.

– Burjuva sistemin genel çıkarlarını savunan ve Saray tarafından “muhalif” olmakla suçlanan bu uzmanların bir başka önlemi, “arsa rantına vergi konması”dır. Bu ise Saray zenginleri dediğimiz kesime para aktarımının sınırlandırılması demektir. Elbette, İstanbul seçimlerini iptal ettiren çetelerin etkisi düşünüldüğünde, bu, Saray’ın olumlu bakmayacağı bir önlemdir.

– Bir başkası, ihale yasasının eski hâline getirilmesi isteğidir. İhale yasası, AK Parti iktidarı döneminde 15 kere değiştirilmiştir. Yine okur bizi affetsin, biz 16. değişiklik oldu ise bunu henüz bilmiyoruz. İhale yasasındaki değişikliklerin tümü, Saray zenginlerinin, müteahhitlerin istekleri doğrultusunda yapılmaktadır. Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Birçok yerde, cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve yasalarla, ihaleye çıkacak ekonomik büyüklüklerin doğrudan cumhurbaşkanlığına ya da bakanlıklara devredilmesi de içindedir. Eski yasayı istemeleri, açık olarak, Saray’ın uygulamalarına karşı bir tutumdur. Bu, halktan yana bir tutum demek değildir ama rahatsızlığın boyutlarını göstermektedir.

– Bir başka istekleri, hızlı ve “nispeten adil” yargıdır. Saray eli ile ilan edilen 31 Mayıs tarihli “yargı reformu”, bu nedenle Baro Başkanı tarafından ayakta alkışlanmıştır. Hızlı ve “nispeten adil” yargı sözü, bir uzlaşmanın varlığını göstermektedir. 31 Mayıs’ta Erdoğan, buna itirazı olmadığını anlatmak istemiştir. Ama Baro Başkanı’nın “nispeten adil” bir yargı reformunu ayakta alkışlaması, utanç hanesine yazılması gereken bir dalkavukluktur. Saray’ın çürümüşlüğünün ifadesinden birisi, dalkavukların ve soytarıların sayısındaki artıştır. Ne kadar dalkavuk ve soytarı varsa, çürüme o kadar derindir. Bu dalkavuk ve soytarılar ne kadar “yüksekte” ise, çürüme o kadar çöküşü ifade eder. Fevzioğlu’nun bundan sonraki hamlesi, ilk fırsatta Erdoğan’ın eteklerini öpmek olmalıdır, yoksa kendini kurtarmış olmayacaktır.

– Bunu elbette, “eleştiriye açıklık” talebi izleyecektir. Diyorlar ki, Kürtleri katletmek tamam, işçileri ezmek, haklarını gaspetmek tamam, hapishaneleri gençlerle doldurmak tamam, muhalefeti ezmek tamam, ama bari bir burjuva iktisatçısını da çalışır kılmak gerekir, bırakın, müsaade edin Sayın Sultan, bazı eleştiriler getirebilsinler. Yoksa bunlar artık çalışamayacak. İşte eleştiriye açıklık budur. Burjuva hukuku içinde, Cumhurbaşkanı’na hakaretten binlerce, onbinlerce dava açılması bile kabulleridir. Ama mesela TÜSİAD adına konuşan Özilhan gibilerin eleştirilerine izin verin, diyorlar. Talep budur.

İşte bu nedenle, TÜSİAD, IMF programına geçilmesini istemektedir. Ama bunu uzmanlara söyletmek istiyorlar. IMF’yi, bu uzmanlar, şu şekilde savunmaktadır: İlkin IMF ile anlaşılırsa, ekonomik alanda “piyasa ekonomisine uyulacağı” ve “reform” dedikleri yukarıdaki programın yapılmasının garanti altına alınacağı düşüncesindeler. Böylece, “istikrar” gelecek ve yabancı para, daha rahat “güven” duyacak. Bu ise, mesela özel sektöre “kredibilite” sağlayacak. Böylece, borç vermek isteyenlerin önü kesilmemiş olacak. Yüksek faiz kabul ediliyor, ama kredi veren bulunamıyor. Bunu sağlayacaklar. Bu belki, sermayenin hareket alanını genişletecek. Bu ilkidir. Ayrıca IMF, bizzat kendisi kredi sağlayacaktır. Basına sızan bilgilere göre, Saray ile IMF görüşmektedir. IMF, 50 milyar dolar kredi verebileceğini söylemiş deniliyor. Doğruluğunu bilmiyoruz ama IMF, bu kredi karşılığında ortaya koyacağı programı uygulayacak bir Hazine Bakanı atayacaktır. Bu noktada Saray geri durmaktadır. Üçüncüsü IMF, bankaların ve özel şirketlerin bozuk bilançolarını düzeltmek için “uzmanlık” hizmeti verebilecektir. Bu IMF eli ile yapılırsa, buna yabancılar güven duyacaktır. İşte IMF programına geçişi savunmak için geliştirilen argümanlar da bunlardır

TÜSİAD ve burjuva uzmanlar, Saray’a, “önünüzde 4 yıl var, seçim yok” diyerek bu programı kabul ettirmek istiyorlar. Saray’a; bu program, elbette halkın tepkisini beraberinde getirecektir, ama bu 4 yıllık sürenin sonunda giderilebilir bir durumdur, demeye çalışıyorlar. İşte Erdoğan’ın, yalnız adam modunda yaptığı The Balkon konuşmasının perde arkasında bu yatıyor.

İstanbul seçimlerini iptal ederek Saray bu anlaşmayı yırtmıştır. 31 Mayıs “yargı reformu” diye açıklanan dağın fare doğurması açıklaması, Erdoğan’ın bu anlaşmaya yeniden mecbur edilmesinin mümkün olduğunun açıklamasıdır. Fevzioğlu’nun ellerini patlatırcasına alkışlamasının ardında böylesi bir durum vardır.

Tüm bunlar, krize, burjuva cephenin yaklaşımıdır.

Ama burada işçi sınıfının, emekçi halkın cephesinden ne var?

İşsizlik konusunda bir adım mı var? Hayır. Fabrikaların satıldığı, özelleştirme adına yağma yapıldığı sürece ilişkin bir tutum mu var?

Hayat pahalılığı konusunda bir adım mı var? Hayır.

Tersine daha büyük vergiler ve zamlar yoldadır. Ücretlerin erimesi yoldadır. Kemer sıkmanın her boyutu ile devreye gireceği süreç yoldadır.

Bizim solculukla liberalizmi bir araya getiren, işçi sınıfı adına politika yapmayı bırakıp, “devlet nasıl kurtulur” arayışına giren solcularımızın, bu programa evet demesi ise tam bir trajedidir. Hayır, halk adına değil, solculuk adına bir trajedidir.

Solun, devrimcilerin krizden çıkış adına bir programı olamaz. Zaten vardır. O da, iktidarı almak, işçi ve emekçilerin iktidarını kurmaktır. Devrimdir. Devrim dışında krizden çıkış yolu, işçi sınıfı ve halklar için yoktur.

İşçi sınıfının tek yolu, ayağa kalmak, direnmek ve örgütlenmektir. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, krizin tüm faturası, gerçek anlamı ile işçilerin omuzlarına binecektir. Zaten binmektedir de. Sendikalardan başlayarak, tüm işçi örgütleri, güçlerini birleştirmek, işçileri gelecek çetin mücadeleye hazırlamak zorundadır.

Gerçek budur.

İşçi sınıfı örgütsüz ise, hayatı üreten olduğu hâlde, hiçbir şeydir. Ancak, örgütlü ise her şeydir. Bilinçli, direnen, örgütlü bir işçi sınıfı, krizin faturasını ödemeyeceğiz diyebilir. Yoksa, işçi ve emekçilere dönük saldırılar artacaktır. Kıdem tazminatına dönük açıklamalar, daha işin başıdır ve tam olarak IMF’li veya IMF’siz, egemenlerin programını göstermektedir.

Krizin nedeni savaş ekonomisidir ve işçi sınıfı bu nedenle barışın savunucusudur. Yüzlerce akademisyenin üniversitelerden sadece barış istemini dile getirmelerinden dolayı atılması ve açlığa mahkûm edilmeleri, barış isteminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Barış ancak geniş bir katılımla ve çetin bir mücadelenin sonucunda gelir. Bu, devrim demektir. Devrim, barışın, sadece ülkemizde değil, bölgemizde de sürmekte olan savaşa son vermenin tek yoludur.

Krizin nedeni yağma ve rant ekonomisidir. Bu ancak ve ancak, sömürge bir ülke olmaktan topyekûn bir çıkış ile, şu ya da bu emperyalist gücün emrine girmeye kesin karşı çıkarak, üretim araçlarına işçi sınıfı ve halk adına el koyarak sağlanabilir. Doğanın yağmalanmasının, her türlü ayrımcı politikanın ortadan kaldırılmasının yolu budur. Bu devrim demektir.

Devrim, örgütlü mücadele ile zafere ulaşır. Çözüm budur.

Bu artık sadece işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun yolu değildir, bu sadece kadınların ve gençlerin çıkış yolu değildir, bu sadece doğayı kurtarmanın yolu değildir, bu insan olarak kalabilmenin de tek yoludur. Acildir. Bu tahribata, bu kirlenmeye son vermek, işçi sınıfının ellerindedir. Devrim, tüm tarihle de barışmanın, gerçek bir kardeşlik ve özgürlük sistemi kurmanın yoludur.

“İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” mi?

Erdoğan, onun görevden almakta zorlandığı Soylu, “altın neslin” temsilcisi Damat, bir o kadar Bahçeli, bir o kadar da Perinçek, hepsi birlikte etrafında tavaf yaptıkları Saray Rejimi’nin 31 Mart’ta tutmayan planlarının bir kere daha 23 Haziran’da tutmadığını gördüler.

Saray Rejimi ve onun çeteleşmiş devlet yapılanması, cennetleri gibi sarıldıkları “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin sonunun göründüğünü fark ettiler. 31 Mart’ta, yeni sistemin, Saray Rejimi ve başkanlık sisteminin yerleşemediğinin işaretlerini aldılar. 31 Mart öncesi, Boğazlar’da verilen hizmetlerin özelleştirmesi kanununu çıkartanlar, “yerli ve milli” diye sundukları kendi egemenliklerini sürdürmek için, seçim sonuçlarını kabul etmediler. Kürt ilçeleri ve illerinde, kendi yarattıkları hukuksuzlukları bir yana bırakıp, İstanbul’da bir hukuk tanımazlık ortaya koydular.

Ve İstanbul’da seçimleri kaybettiler.

İstanbul’u veren Türkiye’yi verir, demişlerdi. İstanbul’u verdiler.

“Sisi mi, yoksa Binali mi” dediler, ama gördük ki, herkes biliyor ki, Binali Yıldırım, seçim sonuçlarına en çok sevinenlerden biridir. Arkadan itilerek girdiği seçimi kaybetmenin “neşe”si yüzüne yansımıştı. Binali Yıldırım, tüccar olmasından kaynaklı olsa gerek, Sisi karşısında Mursi olmayı da tehlikeli bulmuş olmalıdır.

Saray Rejimi’nin İstanbul seçimlerinden tek kazancı vardır: Bu seçimler sayesinde, Kürt il ve ilçelerinde yaptıkları hukuksuzlukları “unutturma”, gözlerden saklama avantajı yakaladılar. Şimdi, İstanbul’da halkın, Saray Rejimi aktörlerini geriletmek için oy verdiği kişiler, İmamoğlu ve CHP kadroları, ilk iş olarak %70 oy aldığı hâlde mazbatası gasp edilenlerin haklarını en azından dile getirmelidirler, biraz yüksek tonda, biraz başları dik olarak. Halkın oyuna sahip çıkmak, en azından, burjuva kurallar açısından bile, bunu gerekli kılar.

Kimin kazandığı üzerinden bir tartışma yanlıştır. Doğrusu, Saray Rejimi’nin planlarının geriletilmesi üzerinden tartışmaktır. “İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” diyen mantığın geriletilmesi kayda değerdir.

İstanbul’u veren diye başlayanlar, seçimlere bir hafta kala, “bu sadece bir vitrin” diye şarkılarını değiştirdiler. Peki, bunca kavga, bunca gürültü, bunca yalan, bunca hile, bunca baskı “vitrin” için mi idi?

Pontus, Sisi, söylemleri sadece bu vitrin için mi idi?

İstanbul seçimleri süreci göstermiştir ki;

1- İstanbul, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin odak noktalarından biridir. Erdoğan’ı seçimleri iptal etmeye ikna edenler; çeteler, bu rant, savaş ve yağma ekonomisinden beslenenlerdir. Saray Rejimi, işte bu rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanmaktadır. İstanbul, bu sistemin önemli bir ayağıdır.

Çeteler, Saray Rejimi, İstanbul’u temizlemek istemişlerdir. Dosyaların kaçırılması, yok edilmesi vb.den tutun da, bazı “hukukî” düzenlemelerin yapılmasına kadar birçok önlem, bu 45 günlük süre içinde alınmıştır.

Bu nedenle, İmamoğlu, hiç tereddüt etmeden, İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, tüm çıplaklığı ile açığa vurmalıdır. Diyarbakır Belediyesi’nde kayyum uygulamalarının ne demek olduğunu gördük. İstanbul Belediyesi’nde dönen dolapları, yağmanın boyutlarını öğrenmek, bu seçimin en doğal sonucu olmalıdır.

İmamoğlu ve ekibi, şeffaf bir yönetim anlayışı ile, olup bitenleri açığa vurarak kendilerine oy verenlere sadık kalabilirler. Bunu yapmadan, gerçekte belediyede neler olduğunu açıklamadan, bundan kaçınarak İstanbul’da belediyecilik yapmaları mümkün değildir. Değil ki bir farklılık yaratmak, değil ki bir değişim yaratmak, belediyecilik bile yapamazlar. Ayrıca bu, şeffaflık, halkın en doğal hakkıdır. Kendi vergilerinin nerelere, nasıl harcandığını bilmek İstanbul halkının en doğal hakkıdır. Bu konuda tereddüt etmek, kendi ellerini, ayaklarını bağlamak anlamına gelecektir.

2- İstanbul seçimleri göstermiştir ki, Saray basını, artık etkili değildir. Saray basını, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin bir uzantısıdır. Saray Rejimi’nin bir parçasıdır ve kendi içinde de çeteleşmiştir.

23 Haziran gecesi, Nagehan Alçı’nın stüdyoyu terk etmesi, kendini temizleyebilecek bir hamle değildir. Artık, tümü ile tükenmiş olan, her yalanları dakikalar kadar yaşayabilen Saray basını, hızla kendini kurtarmaya yönelmiş gazetecilerin “kaçış”larına sahne olacaktır. “Erdoğan, kaybedeceği bir seçimi yeniletmez” anlayışı çökmüştür. Güce ve paraya tapınan Saray basınında, şimdi, “uluslararası aktörlerin” etkisini daha açık görmeye başlayacağız, her biri kendi yolunu tutmaya, kendini kurtarmak için adımlar atmaya başlayacaktır.

3- İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi etrafında şekillenmiş düzeneklerin çözülmesinin de hızlanması demek olacaktır. Bunu ilk olarak AK Parti ve MHP çevrelerinde, ardından ise, tüm diğer çetelerde göreceğiz.

4- Öcalan mektubu “operasyonu”, Saray Rejimi’ni kurtarmada bir işlev görmemiştir. Kürt halkını “geri zekâlı” olarak algılayan Saray bakışının iflas ettiğinin en açık kanıtıdır. Kürtlere karşı yürütülen savaş ve karşısında gelişen direnişi kırma çabaları, hangi değirmenden su taşınırsa taşınsın, artık işlevli olmayacaktır. Kürt halkının bilinci, halkların bilinci, düşündüklerinden çok daha gelişmiştir. Yıllardır direnenlerin, her türlü baskı, şiddet karşısında direniş yolunu bulanların, her türlü yalan ve manipülasyona direnenlerin “elma şekeri” ile kandırılamayacağı ortaya çıkmıştır. Kürtleri ülkeden kovma nutukları atanların, Kürtlerden söz etmeleri, aslında “kaybetme” denilen şeyin açık ifadesidir.

5- İmamoğlu’nun kazanmasının nedeni, bazı anket- araştırma firmalarının söylediği gibi, “mağduriyet” meselesi değildir. Bu bir başka çeşit manipülasyondur. Saray Rejimi’nin geriletilmesinin ne demek olduğunu gizlemek için bir algı oluşturma operasyonudur. Mağduriyet üzerine vurgu, gerçekte halkın tutumunu “sadece oy verme” ile açıklama girişimidir. Doğru değildir.

Saray Rejimi’ni gerileten şey, direniştir. Bu direniş, birçok farklı biçimde, birçok farklı düzeyde gelişmiştir. Eşitsiz bir gelişim gösteren bir direniş, aynı zamanda bileşik bir gelişim göstermektedir. Bu direnişin içinde Kürt halkının ve onun örgütlerinin her türlü direnişi vardır. Bu direnişin sadece bir biçimi açlık grevlerinde tecride karşı direniş olarak ortaya çıkmıştır. Ama savaş, Kürtlerin katledilmesi ve buna karşı direniş, birçok biçimde gelişmiştir.

Bu direnişin Batı’daki ayağı da, daha farklı biçimlerde de olsa sürmektedir. Gezi Direnişi’nin etkileri diye toparlarsak bu direnişi, doğru bir şey yapmış oluruz. Ama, bu direnişin içinde, işçi sınıfının farklı biçim ve düzeylerdeki direnişi de vardır. Bu direniş, kadınların her düzeydeki direnişini de kapsamaktadır. AK Parti’ye oy vermiş olup da “artık yeter” diyenlerin içinde kadınların ağırlığı oldukça anlamlıdır.

Bu direnişin içinde, gençlerin direnişi de vardır.

Bu direnişin içinde, işsizlerin, emeklilerin direnişi de vardır.

Tek tek bunları saymak yerine, gerçekte, bu direniş vesilesi ile, direnişin farklı biçimlerini, farklı yoğunluklardaki direnişleri anlamaya çalışmak doğru olacaktır. Direniş, solun önemli bir kesiminin sandığı gibi, sadece meydanlarda, sadece alanlarda ortaya çıkan eylemlerle sınırlı değildir. Direniş, çok farklı biçimlerde gelişmektedir. Bu farklı biçimlerin bir nedeni, yeterince güçlü ve net örgütlülüklerin gelişmemiş olması da olabilir. Ama, direniş, yaşamın her alanında yol almaya başlamıştır. Bunun ne kadar sessiz, ne kadar çekingen olduğu ayrı bir konudur. Ama bu direniş anlaşılmadan, Saray Rejimi’nin İstanbul sonuçları eli ile geri adım atması doğru anlaşılamaz. Bu bir “mağduriyet” meselesi değildir.

Mağduriyet edebiyatı, kitlelere “oyunuzu verdiniz şimdi kenara çekilin” demektir. Ama bu, aslında direnişi durdurma girişimidir. Doğru değildir. Tersine, kitleler, şimdi, Saray Rejimi’nin geriletilmesinin, bir adım olsun geriletilmesinin ardından, kendi örgütlenmelerinin ve direnişlerinin ne kadar önemli olduğunu anlamalıdır. Onlara anlatılması gereken de budur. Doğru rota, kitlelerin en kötü olanın kuyruğundan kopup, biraz daha iyi gözükenin kuyruğuna takılması değildir. Tersine, Saray Rejimi’nin kontrolünden çıkışın daha da genişletilmesi ve işçi sınıfının yolunun örgütlenmesidir. İşçi sınıfı, kendisi bir güç olarak sahneye çıkmalı, ellerinin üzerine basarak, dizlerini kanatarak ayağa kalkmalıdır. Bu, siyasal olarak tek kurtuluş yoludur, özgürlük ve sosyalizm yoludur. Mağduriyet edebiyatı, AK Parti ve Saray Rejimi’nin “aşırılıklarını” törpülemeyi hedefleyen yeni burjuva politikanın devreye sokulması demektir. Buna, “mağduriyet edebiyatına” bağlı kalmak, işçi sınıfının bağımsız siyasal çizgisinden vazgeçmek demektir.

Direniş çizgisinden bir adım dahi geri düşmemek gerekir. Rahatlayacak, direnişe ara verecek bir tablo yoktur, olamaz. Saray Rejimi hâlâ oradadır. İşçi sınıfı ve emekçiler için, kendi iktidarları dışında bir kurtuluş yolu yoktur.

6- Ekonomik kriz daha da derinleşmektedir. Ve bu önümüzdeki dönem daha da artacaktır. Buna bağlı olarak, krizin faturasını, yükünü işçi sınıfının, emekçilerin üzerine yıkma politikaları daha da ince şekilde tasarlanarak devreye sokulacaktır. İşçi sınıfı, buna karşı koyacaksa, bunun direnmek ve örgütlenmek dışında bir yolu yoktur.

İşsizlik daha da artacaktır. Ertelenen zamlar devreye girecektir. Tüm bunları hayata geçirmek için devlet baskısı ve şiddeti daha da artacaktır. İşçilerin her hak arama eyleminin karşısına dikilecek olan şey TOMA’dır, coptur, baskıdır, yargıdır. Ve buna karşı durmanın örgütlenmek dışında bir yolu yoktur. İşçi sınıfı ne ölçüde kararlı, ne ölçüde direngen, ne ölçüde örgütlü ise, ancak o ölçüde bir güç, bir varlık hâline gelebilir.

İstanbul seçimleri de dahil, yerel seçimlerin ortaya koyduğu tablo, bunun için bir olanak olabilir. Saray Rejimi’nin bu yerel seçimlerde aldığı yenilgi, bu açıdan önemlidir ve zaten bizim cephenin istediği de bu idi. Bu, direniş çizgisinin ve örgütlenmenin önemini gösterir ve bu yolda yürümek gerekir. Seçimlerin boykot edilmesinin yanlışlığı da burada yatmaktaydı. Saray Rejimi’nin geriletilmesi, direniş çizgisini besleyecektir ve amaç da zaten bu idi. Şimdi, bunun için, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin, direnişinin tüm güçle devam etmesi esastır. Yoksa seçim sonuçlarının tek başına bir zafer olarak ele alınması yanlış olur. Seçim sürecinin Saray medyasını dumura uğratmış olmasının bir kazanım olduğu açıktır. Seçim sonuçlarının zaten çözülmekte olan Saray Rejimi’nin çözülüşünü hızlandıracak olması bir kazanımdır. Ama bunlar devam ettirilmelidir ve bunun yolu, örgütlenmekten, daha fazla örgütlenmekten, direnişten, direnişi yaymaktan geçmektedir.

7- Rant, yağma ve savaş ekonomisinin her düzeyde, her fırsatta deşifre edilmesi büyük bir öneme sahiptir. İstanbul seçimleri bunun için iyi bir olanak demektir. Bu nedenle, her mahallede mahalle meclislerinin kurulması, geliştirilmesi önemlidir. Her belediyenin şeffaflık göstermesini istemek, bunu mahalle meclisleri eli ile yapmak önemli görünmektedir. İsterlerse yeniden “kayyum politikasını” devreye soksunlar. Bizim yapmamız gereken, kendi örgütlenmemizi geliştirmektir. Mahalle meclisleri, bu açıdan da önemlidir. Belediyelerdeki rantın, yağmanın deşifre edilmesi, bunun önünde bir engel olarak Saray medyasının duramayacak olması gerçeği ile, çok daha olanaklıdır.

Direniş güzelleştirir.

Dayanışma, bilinci açar, birleştirir.

Örgüt özgürleştirir.

Örgütlü direniş kazandırır.

Gezi Direnişi hayaleti…

Türkiye’nin üzerinde bir hayalet dolaşıyor; Gezi Direnişi hayaleti.

Tüm Saray medyası, bu hayaleti konuşuyor. Her gün, Gezi ile yatıyorlar, her gün Gezi korkusu ile kalkıyorlar. Her bir köşe yazarı, birilerini Gezici olmakla suçluyor. Her bir köşe yazarı, Gezi’ye küfürler yazarak Saray’ın gözdesi olmak için avantaj kovalıyor. Her yeni olayda, birdenbire, birbirlerini yeni bir Gezi Direnişi ile korkutuyorlar. Erdoğan, her gün Gezi üzerine nutuklar atıyor. Her adımda bir yeni Gezi şüphesi arıyorlar. Bir kadın tacize uğrayıp sesini çıkartınca Gezi’den söz ediyorlar. Bir üniversitede en küçük bir eylem gelişirse Gezi Direnişi’ni hatırlıyorlar.

Baskı aygıtının açık bir uzantısı olarak örgütlenen yargı, Gezi davaları açmakla uğraşıyor. Kendilerine en küçük bir muhalefet sözü söyleyenleri Gezi iddianamelerine koyuyorlar. Gezi Direnişi’ni lanetlemeyen herkesi Gezici olarak yargılamaya çalışıyorlar. İpliği pazara çıkmış Gezi yalanlarını ısıtıp ısıtıp yeniden halkın önüne sürüyorlar.

Saray medyası ve iktidar, en gelişmiş yalanlarını Gezi Direnişi sürecinde “besteledi”. Altında kaldıkları Gezi yalanlarını, hâlâ gerçekmiş gibi yeniden ve yeniden süslüyorlar. Tüm kadroları, tüm militanları, tüm trolleri, Gezi Direnişi ile ilgili yazıp çiziyor.

Ama nafile.

Gerçek anlamda iktidar, tüm devlet çarkı, Gezi Direnişi hayaletinden korkuyor. Korkuları boylarını aşıyor.

Kriz mi var, işsizlik mi artıyor, işçiler eyleme mi kalkışıyorlar, tren kazasında yakınlarını kaybedenler mi var, Cumartesi Anneleri direnişe devam mı ediyor, hepsi Gezi süreci ile bağlantılı hâle getiriliyor ve üzerlerine Gezi’de kullandıkları TOMA’larla, yalanlarla, şiddetle, devlet terörü ile saldırıyorlar. Tren kazasında yakınlarını kaybedenlere saldırıyorlar.

FETÖ adını taktıkları ve o günlerde kendileri ile birlikte hareket eden tarikatların Gezi’nin bizzat içinde olduklarını söylüyorlar. Yetmiyor, “yerli ve milli” duruş sergilemek için olsa gerek, kendilerini yaratan efendileri emperyalist güçlerin Gezi’nin planlayıcıları olduklarını söylüyorlar.

Bir yerde ses çıkartan bir “ünlü” gördüler mi, tereddüt etmeden, Gezi’de nerede olduğuna bile bakmadan, onu Gezici ilan ediyorlar.

Öyle ise, bizim de, işçi sınıfının da, halkın da bu Gezi’den yeniden öğrenmesi gerekiyor. Bir kere daha, Gezi Direnişi’ne aktif katılmış olalım, olmayalım, Gezi Direnişi üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Gezi, bir kendine gelmedir. Kitlelerin koyun olmaktan çıkması, haksızlığa, suskunluğa, boyun eğmeye bir dur demesidir.

Gezi, tüm eksikliklerine rağmen, bir özgürleşme, bir nefes almadır.

Gezi, halkın kendini tanımasıdır, kendi gücünü görmesi, yalnızlığı, suskunluğu, sinmişliği reddetmesidir.

Gezi, alanlara kendiliğinden bir akma şeklinde de olsa, bir paylaşım deneyimidir, kabuğunun içinde yaşamaya son vermek, yanındakine güvenmek deneyimidir.

Gezi bir direniştir. Gezi, özgürleşme, direnme ve güzelleşmedir. Gezi kendin olabilmek için ayağa kalkmadır. Gezi, erkek egemen ideolojinin altında, yanındaki kadına insan olarak bakabilme deneyimidir. Gezi, gençliğin güvenilmez olduğunu öğütleyen egemen ideolojiyi bir darbedir, gençleşmektir.

Gezi uyuyan yığınları uyandırma girişimi, onları dürtme direnişidir. Gezi, işçi sınıfının gözlerini açması için bir hamledir. Gezi, burjuva egemenliğin sınırlarının ortaya konmasıdır. Gezi, umuttur, umudun yeşermesidir. Gezi, insana güvenmenin kendisidir. Gezi, kokuşmuş karanlığın sonunu gösteren bir ışıktır.

Gezi, geleceğin ve aydınlığın mayalanmasıdır.

Gezi, aklın açılması, kitlelerin zekâlarının ortaya çıkması, aklın gençleşmesi, toplumsal ön yargıların yıkılması yönünde bir girişimdir.

Gezi, kitlelerin toplumsal patlamasıdır. Toplumsal patlama yolu ile uyanıştır.

Gezi, korku duvarının delinmesidir.

Gezi, “kırmızılı kadının” biber gazı ile tanışma sürecidir.

Gezi, TOMA karşısında gitar çalmayı denemek demektir. Gezi, TOMA’nın biberli tazyikli suyuna karşı ayakta kalmayı öğrenme sürecidir. Gezi, limon ve talcid ile direnme gücü elde etmeyi öğrenme sürecidir.

Gezi, meydanlara akma sürecidir. Meydanları işgal etmenin yetmediğinin öğrenildiği direniş sürecidir.

Gezi, kitlelerin akıllarının açılması, kendi deneyimleridir. Kendi deneyimleri ile öğrenmenin müthiş bir örneğidir. Gezi, hızlı bir öğrenme sürecidir. Gezi, sosyalizmin okullarından biridir, öyle olacaktır.

Şimdi, bu dolaşan Gezi Direnişi hayaletinden, işçi sınıfı ve kitlelerin öğrenme dönemidir. Şimdi, direnişi daha da büyütme ve daha örgütlü hareket edebilmeyi öğrenme dönemidir. Hiçbir baskı, hiçbir şiddet, hiçbir korkutma girişimi bu süreci yok edemez.

Gezi Direnişi, alttan alta, derinden derine yanan bir ateştir. Prometeus’un çalıp insana verdiği ateşin modern toplumda kullanılış şeklidir.

Gezi Direnişi hayaleti, ancak örgütlenerek, ancak hayatın her alanında direnerek bir vücut bulacaktır. Gezi Direnişi hayaleti, Anadolu’nun genç kadın ve erkeklerinin ellerinde, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin örgütlenmesinde yoğrularak maddeleşecektir. Gezi Direnişi bu yolla devrimin kaldıracı olacaktır

Biz Geziciyiz.

Siz gidici.

2 Temmuz katliamını ve hangi tarafta olduğunu unutma!

Yananlardan mısın, yakanlardan mısın?

2 Temmuz 1993’ten sonra Sivaslı biriyle yeni tanışıldığından ilk akla gelen, ilk sorulan sorulardan biridir bu soru.

Çoğunlukla kişinin alevi olup olmadığını öğrenmek için sorulmuş bir soru olsa da özünde derin anlamlar taşıyan, cevabını iyi düşünmek gereken sorulardan biridir.

Kişiye hangi tarafta yer aldığını hatırlatır.

Peki bu soruya alevi olalım ya da olmayalım bizler, şöyle iyice bir düşünüp cevap verirsek, ne deriz?

Yananlardan mıyız, yakanlardan mıyız?

Ya da söyle soralım yakanları ne kadar tanıyoruz?

Tarafımızı netleştirmek için gerçeğin bilgisine daha çok sahip olmamız gerekir.

2 Temmuz 1993’te Pir sultan Abdal Kültür etkinlikleri için Sivas’ta bulunan 35 canı TV kanallarından 8 saat izlettirerek, askerin polisin gözü önünde diri diri yakanlar, ağzından salyalar saçarak, kültür merkezine saldırıp, oteli ateşe verenler midir sadece?

Bu güruhu bir araya getirmek için,” Müslüman kamuoyuna” başlıklı, halka cihat çağrısı yapan bildirilerin emniyetten fakslandığı daha sonraki meclis araştırma komisyon tarafından açığa çıkartılmış ise;

Belediye tarafından “hicret koşusu” adı altında şehre getirilenler bir hafta otellerde bekletilmiş ise,

Yine belediye tarafından kaldırım döşeneceği gerekçesiyle otel önüne yığılan taşlar, katiller tarafından oteli taşlamak için kullanılmış ise,

Dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu katliam sırasında belediye hoparlöründen katliam yapanlara” gazanız mübarek olsun” demiş ise,

Katliam sonrası dönemin başbakanı Tansu Çiller “çok şükür otelin dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır, Cumhur başkanı Demirel” Butahrik sonucu halk galeyana gelmiş… Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” şeklinde açıklama yapmış ise,

Dönemin iktidar ortağı ve SHP genel başkanı Erdal İnönü “Güvenlik güçlerimizin özverisiyle vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmesi engellenmiştir” diyebilmiş ise,

Katliam zaman aşımı kararı ile düşürülmüş ve şimdiki Cumhurbaşkanı T. Erdoğan” karara “hayırlı olsun” demiş ise,

En ufak bir hak arama eylemine azgınca saldıran polisler ve ellerinde silahlarla gelip sloganlarla geri çekilen askerler otelin yakılışına açık açık göz yummuşlar ise biz bu katliama nasıl olurda sadece dinci, gerici bir grubun yaptığı katliam diyebiliriz.

Yukarıda saydığımız gerçekler açık ve net göstermektedir ki bu katliam tıpkı Dersimde, Maraş’ta, Çorum’da olduğu gibi, tıpkı Ermeni soykırımda, 6-7 Eylül Rum kıyımında, tıpkı Kürt halkına yapılan onca zulüm ve katliamda olduğu gibi bir devlet katliamıdır.

Dolayısıyla yakanlar, soma katliamına “fıtrat diyen”, işçi yakınlarını tekmeleyen, Ortadoğu’daki İşid çetelerine tırlarla silah gönderen, Emperyalizme uşaklık edenler, yarattıkları ekonomik krizin yükünü, kıdem tazminatı gaspıyla, zorunlu BES’lerle hemen her şeye art arda gelen zamanlarla işçilere ödetmeye çalışanlardır.

Yakanlar, ülkeyi karış karış katar emirlerine satan, nefes alınacak tek bir yeşil alan bırakmayan, haksızlıklara tepki gösteren herkesi göz altılarla tutuklamalarla tehdit eden, yüzlerce akademisyeni ihraç eden, kendilerinden olmayan herkesi terörist ilan edenlerdir.

Yakanlar, yarattıkları ranta, yolsuzluğa yağmaya dayalı sistemleriyle geleceğimizi çalan, eğitimden sağlığa devletin tüm sorumluluklarının yükünü halka yıkan, Pontus olduğumuz için, Ermeni olduğumuz için, Alevi, Kürt, ya da herhangi bir halktan olduğumuz için hor görmeyi, aşağılamayı, yok saymayı kendilerinde hak görenlerdir.

Yakanlar, bizleri balık istifi otobüslerde yolculuk etmeye zorlayan, açlık sınırının altı ücretlerle yaşamamızı isteyen, çocuk istismarlarına “bir kereden bir şey olmaz” diyecek kadar alçalan, kadınlara yönelik taciz tecavüz şiddet vakalarını, iyi hal indirimleriyle, yasalarıyla onaylayanlardır.

Yakanlar, tüm toplumu kendi yoz, çürümüş sistemlerinin bir parçası haline getirmeye çalışanlardır.

2 Temmuz 93’te Sivas’ta sadece 11 yaşındaki Koray’ımız değil, aydınlarımız, sanatçılarımız, semah dönen turnalarımız değil, türkü çalan sazlarımız, türkülerimiz değil hepimiz yakılmak istendik. Tıpkı bugün farklı farklı yollarla yakılmak istendiğimiz gibi.

Biz bu taraftayız.

Mahir, Deniz, ibo, Mazlum denilince başı dik, sol yumruğu havada, yürekleri titreyenleriz. Pir Sultanın, Şeyh Bedrettin’in, Seyit rızanın direngenliğini, zulme boyun eğmeyen iradesini, sonuna kadar gitmenin kararlılığını, onurunu sahiplenenleriz.

Biz onca haksızlığa, baskıya aşağılanmaya rağmen adım adım direnişi büyüten işçiler, halklar, kadınlar, gençler, emekçileriz.

Evet bizim tarafımız belli biz yananlardanız.

Ah edip vah edip göz yaşı dökenlerden değiliz. Çıkınımızda öfke biriktirip, zulme “daha teslim olmadık” diyenlerdeniz.

Taraf olmak aynı zamanda sorumluluk da almak demektir.

Sivas katliamının 26 yılında içinden geçtiğimiz süreç bize 2 Temmuz’u anma mitinglerine katılmanın yetmediğini, yetmeyeceğini, daha fazla katılım sağlayabilmek için, öncesi çalışmalara da aklımızla emeğimizle katılmamız gerektiğini göstermektedir. Bildiri dağıtımından afiş asmaya, bir yakınını, tanıdığını mitinge katılım için çağırmaya, park etkinliklerinde görev almaya kadar yapılacak her türlü iş sadece devrimcilerin değil, sadece Alevilerin değil, kendine insanım diyen, nerde bir haksızlık varsa “karşısındayım “diyen herkesin sorumluluğudur.

Bir diğer sorumluluğumuzda kimliğimize kültürümüze sahip çıktığımız kadar kurumlarımıza da gerektiğinde sahip çıkmak, gerektiğinde ise müdahale edebilmektir.

10. yıl sonuncu yıl olsun diyenlere nasıl ki binlerce kişi meydanlara çıkarak cevap verdik, bu yılda anma eylemlerini sönümlendirmek isteyen her kesime karşı yine en iyi cevap binlerce kişi taleplerimizle 2 Temmuz mitinginler ine katılım sağlamak olacaktır.

  • Zorunlu din dersleri kaldırılsın,
  • Madımak utanç müzesi olsun,
  • Şehitlerimizin yanından katillerin isimleri silinsin,
  • Cem evleri ibadethane sayılsın,
  • Diyanet işleri kaldırılsın,
  • Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri tekrara Sivas’a alınsın
    talepleri yananların tarafında yer alan herkesin talepleridir. Sahiplenmek, yaygınlaştırmak, büyütmek gerekir.

26 yıl önce yaşanmış 2 Temmuz Sivas katliamı bugün bizlere bir kez daha ne tarafta olduğumuzu ne yapmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.

Ve başlamak, başarmanın yarısından fazlasıdır.

Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği olarak seni kendin için, hepimiz için, geleceğimiz için yapabildiklerini büyütmeye çağırıyoruz.

Seni Alevi’si, Sünni’siyle, 2 Temmuz anmaları için canını dişine takıp çalışan yoldaşlarımızın yanına, Halkların kardeşliğini ve ortak mücadelesini büyütmeye çağırıyoruz.

Seni 2 Temmuz anma çalışmalarına katılmaya, 2 Temmuz mitinginde meydanlarda bir olmaya çağırıyoruz.

Seni, gerçeği rehber edinen, adalet ve özgürlük için mücadele eden yolumuza yoldaş olmaya çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA

YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ

AKA-DER (Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği)

Neo-faşizm(ler) “feminist” mi?¹

“Görünen değişiyor,
görünmeyen değişmiyor.”
2

Günümüzün faşizm(ler)i, iki savaş arası faşizm(ler)den farklı olarak, bir yandan rejim ve partilerin kadınlara yönelik tutum ve politikaları, bir yandan da kadınların bu rejim ve partilere yönelik tutumları açısından bir hayli ikircim yüklüdür. Kimi yazarları “feminist yüzlü faşizm”den3 söz ettirecek kertede. Öyle ki, günümüz neo-faşist parti ve hareketleri “popülist aşırı sağ” olarak niteleyip onları 20. Yüzyıl faşizm(ler)inden ayırt etmeye çabalayan akademik titizlik, birincilerin “kadın-dostu” tutumlarını, onları klasik faşizmden ayırt eden nitelikler arasında sayar.

Neo-faşizmin kadınlara yönelik görüş ve tutumları gerçekten ne kadar “ezber bozucu”dur? Üzerinde düşünmeye değer…

Söz konusu “ikircim”, mevcut faşizm(ler)in, selefleri gibi, kadınların geleneksel rollerini ve özellikle de doğurganlıklarını öne çıkarmadıkları anlamına gelmez. Eskisi ya da yenisi, faşizm gelenekçidir, ataerkildir, “kadın özgürlüğü” fikrine karşı derin bir alerjiyle maluldür… Kadının yerinin evi olduğu düşüncesine bir saplantı derkesinde bağlıdır.

İki savaş arası faşizm(ler) deneyimi bu tutumun “klasik” örneğini verir. En iyi belgelenmiş iki örneği, Mussolini İtalyası’nda da, Hitler Almanyası’nda da olanca açıklığıyla görebiliriz:

a) Kadının “aslî görevi” konusunda:

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki vekili Rudolf Hess Führer’in görüşlerini şöyle yankılandırır, örneğin: “Bir kadının toplumuna yapabileceği en büyük hizmet, ulusun hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocukları dünyaya getirmektir.”4

Nazi “yancı”sı Alman yazar Angriff de “Anneler Günü” münasebetiyle destek çıkar Führer’ine ve onun vekiline: “Anneler Günü düşüncesi, Alman düşününü en iyi sim­geleyen varlığa: Alman anasına duyduğumuz saygıyı dile getirecek niteliktedir. Kadın ve ana ancak yeni Almanya’da bu görevi yüklenmektedir. O, aile yaşamının bekçisi, halkımızı doruklara doğru götürecek güçlerin yeşerdiği fidanlıktır. Al­man ulusu düşününü tek başına taşıyan o’dur, Alman anası­dır. Ana olmak sonsuza dek Alman ulusunun malı olmak demektir. Bizleri, hep birlikte analara gösterdiğimiz saygıdan daha çok birleştiren bir düşünce var mıdır yeryüzünde?”5

Ve “Il Duce”, 1927 Ekim’inde kendisini ziyaret eden Faşist Parti kadın kolları üyelerine şöyle seslenir: “Evlerinize dönün ve kadınlara doğuma ihtiyacım olduğunu söyleyin. Bol bol doğursunlar.”6

Gerek Alman, gerek İtalyan faşizmleri, ulusa “çok ve ‘ırksal açıdan sağlıklı’ çocuk” doğurma söylemini tavsiye düzleminde bırakmamış, bunu hayata geçirecek politikaları da uygulamaya sokmuşlardır: analık madalyaları, maddi teşvikler, krediler, kürtaj ve doğum kontrolü yasakları, kadınların istihdama katılmasının önüne dikilen engeller…

b) Kadın istihdamı konusunda:

Hâl böyle olunca, ne Hitler ne de Mussolini kadınların çalışmasına “sıcak” bakmamışlardır. Mussolini İtalyası’nda kadınların istihdam dışı bırakılması, bir yandan kadınların belirli mesleklerden (“eril” meslekler: kamusal hukuk, politika, askerlik, gemi kaptanlığı, diplomasi…) yasaklanması ya da kısıtlı kotalar uygulanması, bir yandan da, (özellikle sanayide) “aşırı koruyucu önlemler” [gebeliğin son ayı ve doğumdan sonra bir ayı kapsamak üzere zorunlu ve ücretli iki aylık doğum izni, annelerin istemeleri durumunda gebeliğin altıncı ayından itibaren doğumdan sonra 6 hafta (büro işçileri için 3 ay) ücretsiz izin hakkı, doğumla ilgili hastalık durumunda ekstra bir ay daha izin hakkı; elliden fazla kadının çalıştığı işyerlerinde emzirme odası zorunluluğu, emzikli kadınlara çocuk bir yaşına gelene kadar emzirme izni; doğum başına 150 liretlik doğum yardımı ile 400 lireti bulan (ortalama iki aylık ücret) işsizlik yardımları…] aracılığıyla gerçekleştiriliyordu.7 Bu önlemler dönemin feministlerinin takdirini kazansa da, patronların kadın işçileri çalıştırmada gönülsüz davranmalarına yol açmaktaydı. Hele grevlerin ve her türlü işçi eyleminin yasaklandığı, gerçek sendikaların kapatıldığı, sosyalistlerin cezaevlerine kapatıldığı ya da öldürüldüğü bir ortamda erkek işçilerin ücretlerinin son derece düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda…

Nazi Almanyası da kötü şöhretli “Kinder, Küche, Kirsche” (Çocuk, Mutfak, Kilise) formülüne sığınarak, kadınların çalışma hayatına katılmasını engellemek için benzer önlemleri devreye sokacaktı: işten çıkartmalar (30 Haziran 1933 tarihli kararnameyle evli kadınlar işten çıkartılacaktır8) teşvikler, yasaklar, sınırlamalar…

Yine de, milyonlarca erkeğin silahaltında öldüğü savaş koşullarında kadınların özellikle de alt kademe işlerden uzak tutulması olanaksızdı. Nazi ve faşistlerin kadınların çalışmasını sınırlandırma politikası, onların ücretlerini en alt düzeylerde tutarak işçilik maliyetlerini düşürmeye hizmet etmiştir esas olarak.

c) Kadınların siyasete katılması konusunda:

Bu koşullarda İtalyan faşizmi de, Alman Nazizmi de kadınları siyasal alandan alabildiğine uzak tutmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Mussolini daha serüveninin başlarında, 12 Kasım 1922’de Journal muhabiri Maurice de Valeffe’e şu demeci veriyordu: “Benim genel oy hakkını sınırlama niyetinde olduğumu söyleyenler var. Hayır! Her yurttaş Roma Parlamentosu için sahip olduğu oy hakkı­nı koruyacaktır (…) Ayrıca size itiraf edeyim ki, kadın­lara oy hakkı tanımayı düşünmüyorum. Bir yararı yok bunun. Almanya’da ve İngiltere’de kadın seçmenler er­kekler için oy kullanıyorlar. Böyle olunca, ne anladım ben bundan? (…) Kadınların Devlet işlerine katılmaları konusundaki kanım her türlü feminizme karşı niteliktedir. Elbet, kadın bir köle olmamalı, ama ona oy hakkı verirsem tefe koyarlar beni. Bizim Devlet’imizde, kadın hesapta olmamalıdır.”9

Kadınların eğitim görmesini her kademede sınırlandıran Nazizm ise, 1918 Kasım Devrimi’yle seçme ve seçilme hakkını kazanmış olan Alman kadınların siyasal haklarını, 1933 yılında geri alacaktı.

Ancak ilginçtir ki her iki faşizmin iktidara gelişinde kadınların desteği kritik bir rol oynamıştır. 5 Örneğin, Macciocchi’ye göre, “Mussolini’nin iktidara gelişi, küçük-burjuva kadın­lar tarafından, genç ilkokul öğretmeni kadınlar tarafın­dan, proleterlerin üstüne atılan (kimi zaman, ellerinde kınından sıyrılmış hançerlerle) dulların ve annelerin meydana getirdiği bütün bir ölüm alayı tarafından çıl­gınca desteklenmiştir. Anlatıldığına göre, 1922 ilkbaha­rında, Udine eyaletinin küçük bir kasabasında, bir grup sosyalist, yedikleri müthiş bir meydan dayağının öcünü almak için, faşist parti merkezini işgal etmeye kalkmış… Faşistlerin haydut yatağını ele geçirmek ve onun altını üstüne getirmek pek zor olmayacaktı, birdenbire, yükse­len bir ‘yetişin!’ çığlığı üzerine Sipe bombaları ve cop­larla silahlanmış, başları miğferli, bacaklarında şerit dolaklar bulunan otuz kadar kadın, düşmanın üstüne atıldı ve onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu amazon­ların başında, daha sonraları, Salo Cumhuriyeti sırasın­da, yardımcı SS yüzbaşısı olarak atanacak olan Madam Scarpa adlı bir kadın vardı.”10

Görüldüğü üzere faşizmin palazlanma döneminde kadınların oy desteğinin yanısıra, fiili desteği de büyük önem taşımaktadır. Bu önemin Hitler de farkındadır: Nasyonal Sosyalist Parti, “1926’dan itibaren modern kitle partilerini örnek alarak farklı toplumsal kesimlerle bağlantı kurmak ve bunları bünyesinde toplamak amacıyla Almanya’nın çeşitli yerlerinde kadınlara yönelik birçok örgüt ve dernek kurmuştu. İlk başlarda parti üyeleri ile SA mensuplarının eşlerinden ve akrabalarından oluşan bu kadınlara, zamanla milliyetçi-muhafazakâr cenahtan birçok kadın katılmıştı. Nazi ideolojisine yakın duran bu kadınlar, genel olarak yerel ölçekli bu gibi örgütlere katılarak Nazi hareketine destek olsalar da bu destek, parti yönetiminin arzu ettiği bir ölçekte değildi. Nitekim Mart 1932 seçimlerindeki yenilgisinden sonra Hitler, daha çok kadının Nazi hareketine dâhil edebilmesi için harekete geçmiş ve kadınlara yönelik bir dizi yeni kampanyalar başlatmıştı. Bu bağlamda Nazi hareketinin ikinci ismi olan propaganda şefi Joséph Goebbels’in günlüğüne kaydettiği şu cümleler dikkate şayandır:

‘Führer, kadın konusundaki tutumumuzla ilgili yeni düşünceler geliştirmekte. Bu, bir sonraki seçimler için çok önemli, zira bir önceki seçimlerde buradan çok eleştiri aldık. Kadın, bir erkeğin hem cinsellikte hem de çalışmada eşidir. Hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Bugünün ekonomik koşullarında da durum böyledir. […] Erkek, hayatın organizatörü; kadın ise onun yardımcısı ve uygulayıcısıdır. Bu düşünceler modern olup bizi tüm Alman ulusalcıların öfkesinden beri tutmaktadır.’

Nitekim Hitler’in kadınlara yönelik yaptığı bu kampanyalar etkili olmuş; oylarını Nazi partisine veren kadınlar, NSDAP’nin Weimar Reichstag’ta en güçlü parti olmasında önemli bir rol oynamıştı.”11

Evet, iki savaş arası faşizm(ler)i iktidara gelirken kamusal alandan dışlamak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları kadınlardan hatırı sayılır bir destek devşirmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği yıkım koşulları, (Almanya için) yenik düşmüş uluslarının çiğnenen onurunun onarılması, kapitalist dünyayı saran büyük ekonomik bunalımın etkileri (Almanya’da 1922 başlarında 1 ABD doları 1000 marka eşitti. Bu miktar Kasım 1922’de 6000 marka, 4 Ocak 1923’de 8000 marka yükseldi. Bir hafta kadar sonra, 15 Ocak 1923’de 1 ABD doları 56 000 marka eşitlenmişti. Ve aynı yılın Eylül ayı başlarında 1 dolar 60 milyon markı gördü. 1923 sonlarında ise mark tedavülden kalkmıştı; insanlar alışverişlerini ya altın ya da trampa usulüyle gerçekleştirmeye başlamışlardı. Mark öylesine değer yitirmişti ki ya yakılarak ısınmada kullanılıyordu ya da duvar kağıdı olarak…12), Bolşevizm korkusu, “Alman ulusunu yeniden ayağa kaldırma”yı vaad eden Nasyonal sosyalistleri bir çekim merkezi hâline getiriyordu. Savaşın (ve yenilginin) getirdiği yıkım, ekonomik kriz, toplumsal ve moral çöküntü, yaşamlarını sürdürebilmeleri toplumsal ve siyasal istikrara bağlı kadınlar için durum büsbütün böyleydi… Politik kaos, oy hakkı gibi kazanımları önemsizleştiriyordu… Üç kuruş kazanabilmek için uzun saatler boyu yıpratıcı işlerde çalışmaktansa, kendilerini evlerinde oturup çocuk doğurmaya, evlerinin kadını olmaya çağıran faşist liderlerin tınısı, savaş ve iktisadi çöküntü yılgını yüzbinlerce milyonlarca kadına son derece hoş geliyordu. Hele ki bu liderler, kendilerini,

“Hanımlar, şimdi bu kürsüden düşüncelerimi Büyük Savaş’ın acılarını ve özverilerini onurla, sessizce sırtlamış milyonlarca anneye ve eşe çeviriyorum; şu anda burada temsil edilmiş olmasalar da, onlar, bü­tün o dönemde, ulusal yaşamın akışındaki sürekliliği koruma konusunda çok büyük katkıda bulunmuşlardır,”13 (Mussolini) yollu övgülere boğuyorsa…

 Günümüz Faşizm(ler)i

 Bugün Avrupalı neo-faşist (ya da popüler deyimiyle: “popülist aşırı sağ”) partilerin hatırı sayılır bir kısmı, kadınlarca yönetilmekte: Fransa’da Milli Cephe lideri Marine Le Pen; Almanya’da Alternative für Deutschland (AfD) eski lideri Frauke Petry ve Alice Weidel; Polonya’da Yasa ve Adalet Partisi (PiS) başkan yardımcısı Beata Szydl; Norveç’te İlerleme Partisi başkanı Siv Jensen; İtalya’da İtalya’nın Erkek Kardeşleri Partisi kurucusu ve lideri Giorgia Meloni; Danimarka Halk Partisi kurucusu ve eski lideri Pia Kjaersgaard…

Öte yandan, neo-faşist partilerin ulusal parlamentolardaki kadın milletvekilleri de ülke ortalamasına göre değişkenlik gösterseler bile, Hitler ve Mussolini zamanlarını çok geride bırakmışlardır… Mevcut parlamentolarda Danimarka Halk Partisi’nin vekillerinin yüzde 36’sını (ulusal ortalama: yüzde 39); Hollanda’da Geert Wilders’in partisi PVV’nin vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 39); Fransa’da FN vekillerinin yüzde 25’ini (ulusal ortalama: yüzde 38.7); Alman’ya da AfD vekillerinin yüzde 12’sini (ulusal ortalama: yüzde 30); İsveç’te İsveç Demokratları vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 46); Norveç’te İlerleme Partisi’nin vekillerinin yüzde 20.7’sini (ulusal ortalama: yüzde 41.4)… kadınlar oluşturmaktadır.

Ve Avrupa ölçeğinde yapılan seçim analizleri aşırı sağ partilerin oylarının yüzde 40’ının kadınlardan gelmekte olduğunu ortaya koymaktadır.14

Ne oluyor? Avrupa faşizmi “feministleşiyor” mu?

Sorun bence bundan biraz daha karmaşık…

1980’li yıllarda kapitalist dünyada yürürlüğe sokulan neo-liberal politikalar, sistemin krizine deva olamadığı, mali krizleri kronikleştirdiği gibi, bir yandan gelir dağılımını hem ulusal hem de uluslararası ölçekte devasa ölçüde bozdu. Günümüzde ulaştığımız tabloda, dünyanın en zengin 26 milyarderinin toplam servetinin, dünya nüfusunun en yoksul yarısının toplam varlığına eşitlendiği bildiriliyor (Ocak 2019 itibariyle OXFAM verisi). Yeryüzü kaynaklarının azami ölçüde bir avuç çokuluslu şirkete aktarılması demek olan neo-liberalizm, emekçilerin hem Kuzey hem de Güney ülkelerinde kazanılmış haklarına el koyarken, sosyal fonları da alabildiğine yağmalayarak çalışanları kamusal desteklerden yoksun bırakıyor. Taşeronlaşmanın, kayıtdışının yeryüzü ölçeğinde yaygınlaştığı kırılgan istihdam ortamında işsizlik, işsizlik tehdidi ve çalışan yoksulların sayısı katlanırken, Güney’de kırsalın boşaltılması, geçim örüntülerinin çökmesi, savaşlar, ekolojik dengelerin altüst olması gibi nedenler, milyonlarca mültecinin kuzey ülkelerine hücum etmesine yol açıyor.

Bu koşullarda dünyada artık (bir avuç müreffeh azınlığın dışında) kimse “çok şükür, yuvarlanıp gidiyoruz,” diyebilme lüksüne sahip değil. İşsizlik ya da işsizlik korkusu, geçim sıkıntısı, yarına yönelik kaygılar Güneylileri olduğu kadar Kuzey’i de sarmış durumda. Ve sosyalist blokun çözülmesinden bu yana geçerli bir sol alternatifin bulunamadığı ölçüde, Kuzey’de “kozmopolit ve hırsız elitlere”, “sokakları dolduran, kültürel dokuyu bozan, sınırlı miktardaki sosyal yardımları yağmalayarak yurttaşların ekmeğini küçülten göçmenlere” duyulan öfke, radikal sağ, neo-faşist partilere desteğe dönüşmektedir. Bu istikrarsız, giderek kaotik koşullarda, herkesin işinde gücünde olduğu, herkesin birbirini tanıdığı, herkesin kendini, ailesini ve geleceğini güvende hissettiği, herkesin küçük dünyasında mamur müreffeh bir yaşam sürdürdüğü, sefil yabancılarla “kirlenmemiş” küçük “mahalli” cennetlere olan özlem, “biz”e, “yerli ve milli” olana, aileye, “vatan”a, dine, cemaate seslenen neo-faşist partilerin “aile” olarak görülmesine yol açtı.

Küresel kapitalizmin kozmopolitleştirdiği, “yersiz-yurtsuzlaştırdığı” (deteritoriyalizasyon) bu iklimde neo-faşist partilerin bu “evcimenlik” özlemini, bu “biz bir aileyiz” duygusunu (ki her türlü milliyetçiliğin temelinde mevcuttur) ustaca manipüle ettiği vurgulanmalıdır.

“Popülist, kendilerine evcimen bir ulus yaratabilmek için sağ bu ikiz tehlikelerin bertaraf edilmesi gerektiğini öne sürer,” diyor Umut Erel. “Ne ki zaman ve kuşaklararası süreğenlik bu argümanda önemli bir rol oynamaktadır. Böylelikle bu sağcı söylemler evcimen ulus görüsünü geçmişe yansıtırlar. Birleşik bir ulusal kimlik etrafında toplumsal ve kültürel tutunumla tezahür eden bu altın çağın ailenin geleneksel versiyonu tarafından oluşturulup bir arada tutulduğunu iddia ederler. Bu sağcı söylemler, ulusun geleceğini aile aracılığıyla tahayyül ederek tikel bir aciliyet ve meşruiyet iddiasında bulunur. Gerçekten de kendilerini ulusun meşru, yani beyaz, heteroseksüel çocuklarının koruyucusu olarak görmektedirler. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, göç ve ırk çevresindeki bu popülist sağcı mücadelelerde asli olan, ulusun kuşaklar boyu yeniden üretimidir.”15

“Popülizm,”16 diyor Susi Meret ve Birte Siim, “Yuva/ulus’a ait idealize bir ulusal ve türdeş cemaate gönderme yaparak ‘halk’a seslenir. (…) Popülizm halk ile siyasal ve entelektüel elitler, halk ile yabancılar/göçmenler arasındaki ana yarılmayı tanımlayan ‘Biz’ ile ‘onlar’ arasındaki ikili zıtlıkları tanımlar ve içerir. Bu bakımdan popülistler kendilerini pozisyonları hükümetler, anaakım partiler ve medya tarafından tarihsel olarak görmezden gelinmiş popüler, ortak, paylaşılan değer ve görüşlerin tek meşru sesi ilan eder. (…) Ulus-devlet inşasına ait hemen bütün halkın meşru ses ve çıkarlarını temsil iddiası güderken (=‘Biz halkız’) popülist politika cemaate dâhil edilenler ve dışlananlar arasında keskin bir ayırım koyar ve destekler. (…) Kimlik ve aidiyet popülist güçlerin tikel bir ulusun ortak geleneksel değer, ilke ve ahlâkı olarak görülen şeyleri yeniden canlandırmalarına olanak sağlar. (…) Tehdit altındaki kimlikler kendilerini ötekilere (elitler, göçmenler, diğerleri) karşı koruma gereksinimi hissetmeye ve neo-milliyetçi ve popülist çağrılara kulak vermeye daha yatkındır.”17

Ruth Wodak’a göre de AB bünyesindeki “ulusa dönüş” eğilimlerinin “ulus devlet ile yurttaşlığı (yurttaşlığa kabul) (genellikle cinsiyetlendirilmiş ve köktendinci) yerlici (nativist) beden politikalarına bağlayan yeni sınırlar (hatta duvarlar) yaratması, sağcı popülist ideolojilerin özünü oluşturur. Böylelikle sağcı popülist partilerin ayrılıkçı söyleminde ‘Volk’ ve ‘Volkskörper’in yeniden dirilişini deneyimlemekteyiz sanki. Aynı zamanda ‘farklı ve sapkın’ olarak tanımlanan ‘ötekiler’i dışarıda tutmak üzere gerçek taş, tuğla ve beton duvarlar inşa ediliyor. Böylelikle beden politikaları sınır politikalarıyla örtüşüyor.”18

Bu saf ve katışıksız “biz”lik, aynı aileye mensup olma duygusu, en iyi, Fransa’da baba-kız-torun-damat ilişkileriyle “ailevi” düzlem ile “politik” düzlemin ilginç bir karışımını oluşturan, Le Pen’lerin “Milli Cephe”sinde (Fronte Nationale – FN) örneklenir. Parti organları ve faaliyetleri üzerine bir alan çalışması gerçekleştiren Dorit Geva, partinin “karizmatik” ve sert lideri Jean-Marie Le Pen’den başkanlığı devralan kızı Marine Le Pen’in iki eski eşi ve mevcut partnerinin de parti saflarından olduğuna işaret edip, devam eder: “Partinin patrimonyal liderlik yapısı onu parti apparachik’leri geliştirmekten alıkoyar; aile kavgaları magazin medyasında bir hanedan pembe romanı tarzında dramatize edilmesi, partinin ‘sıradanlaşması’na yardımcı olmuştur.”19

Geva katıldığı bir galada Avrupa Parlamentosu üyesi bir FN üyesinin kendisine “biz burada kocaman bir aile gibiyiz; Cumhuriyetçiler’in (merkez sağ parti) böyle galalar düzenlemediğine eminim,” dediğini aktarır.

Marine Le Pen, öyle gözüküyor ki, yalnız Jean Marie Le Pen’in değil, tüm Ulusal Cephe’nin “kızı/ kızkardeşi/ anası” imgesine dayanarak sağlamaktadır popülerliğini:

“Güneydoğu’daki daha yaşlı Milli Cephe üyeleri Marine Le Pen’den “Marine” olarak söz ederler. Her biri Marine’i küçük bir kızken tanıdığını söylemekte, böylelikle kuşaksal dönüşümlere karşın partiye bağlılıklarını vurgulamaktadırlar. Jean Marie Le Pen’in Ağustos 2015’de partiden ihraç edilmesinden sonra dahi, görüşmeciler Marine Le Pen’e bağlı kaldıklarını ve bu eyleme girişmesindeki ‘siyasal zorunluluğu’ anladıklarını ifade etmişlerdir. Jean Marie Le Pen’in uzaklaştırılması kimi ömür boyu partiye sadık kalmış üyeleri partiden kopmasına yol açmasına karşın, Lyon’lu emekli bir mühendis olan 85 yaşındaki partili Ernest bana bundan Marine Le Pen’i sorumlu tutmadığını söylemişti.”

Yaşlı partililerin “kızı” Marine, gençlerin ise “annesi”dir: Milli Cephe’nin genç bir aktivisti şöyle demektedir Geva’ya: “Marine Le Pen temelde bir ana ve siyasal olarak da başarıya ulaşmış bir kadın imgesini taşıyor. Siyasal bakımdan angaje, şeyleri değiştirmeye kararlı; o bir erkek değil, ama siyasete yeni bir imge veriyor, anaerkil bir imge. İşte tam da bu, o bir matriyark, bir ana. Çocuklarıyla, küçük Fransız insanlarıyla ilgileniyor ve onları doğru yola sokmaya çalışıyor…”

Ya da: “Marine Le Pen anamız olabilirdi; Jean-Marie Le Pen ise dedemiz. Tanımı itibariyle kişi anasına dedesine olduğundan daha yakındır.”20

Yabancılaştırıcı, yersiz-yurtsuzlaştırıcı bir dünyada bu “kendini evinde, ailesinde hissetme”ye değgin simgeler sistemi, öyle gözüküyor ki günümüz neo-faşist partilerinde kadınları iki dünya savaşı arası öncellerine göre daha merkezi bir konuma yerleştiriyor.

Öte yandan, bu “aile” metaforu, Avrupa’nın neo-faşistleri için “biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı çizmede işlevsel bir rol üstlenmiştir.

Bilinir, milliyetçiliğin uç biçimi olan faşizm, “Öteki”siz yapamaz. Toplumsal öfkenin, düş kırıklıklarının, tepkilerin üzerine boşaltılabileceği günah tekelerine, iç ve dış düşmanlara gereksinimi vardır.

İki savaş arası faşizm(ler)inde “düşman”, Bolşeviklerin, eşcinsellerin, çingenelerin vb. yanısıra, esas olarak sermayeye, maliyeye, medyaya hâkim olan, Alman ulusunu yozlaştıran “hırsız ve sömürücü” Yahudilerdi. “Uluslararasılaşma bugün yalnızca Yahudileşme anlamına geliyor,” diyordu Hitler. “Biz Almanya’da bu noktaya geldik: altmış milyonluk bir halk bir avuç Yahudi bankerin elinde oyuncak durumunda. Bu yalnızca uygarlığımızın yahudileşmiş olmasıyla mümkün olabildi.”21

Günümüzdeyse düşman, artık “Batı dünyasına nüfuz ederek onun kültürel dokusunu çürüten, ucuza çalışarak Avrupalıların işlerini elinden alan, milyonlarca Avrupalı’nın emeğinden oluşan sosyal fonları gasp ederek onların sırtından asalak bir yaşam sürdüren, sokakları kirleten, kız çocuklara kadınlara sarkıntılık eden, hırsız, terörist” göçmenler, özellikle de Müslümanlardır. Aşırı durumlarda, Avrupa ya da ABD’deki Müslüman azınlıkların “Batı dünyasını İslâmlaştırmak” gibi bir gizli gündemleri olduğu paranoyasına dek varan bu İslâmofobi/göçmen karşıtlığı, günümüz Kuzey’inde orta ve alt sınıf kitleleri mobilize eden temel motif hâlini almıştır.

“1998’den bu yana Avrupa’da yaşayan bir Amerikalı olarak,” deniliyor örneğin Bruce Bawer’in kaleme aldığı Avrupa Uyurken: Radikal İslâm Batıyı İçeriden Nasıl Yıkıyor? Başlıklı kitabın tanıtımında, “Bruce Bawer bu sorunu yakından gördü. Kıta boyunca -Amsterdam’da, Oslo’da, Kopenhag’da, Paris’de, Berlin’de, Madrid’de ve Stokholm’de- kadınların ezildiği ve suiistimal edildiği, eşcinsellerin kovuşturulup öldürüldüğü, ‘zındıkların’ tehdit edilip aşağılandığı, Yahudilerin şeytanlaştırılıp saldırıya uğradığı, (namus cinayetleri ve zorla evlendirme gibi) barbarca geleneklerin uygulandığı, ifade ve din özgürlüklerinin reddedildiği geniş, hızla büyüyen Müslüman ceplerle karşılaştı.

Avrupa’nın anaakım siyaset ve medya kurumları tüm bunları görmezden gelerek radikal İslâmcıları yatıştırmak ve çokkültürcü uyum yanılsamasını sürdürebilmek adına kadınları, Yahudileri, eşcinselleri ve genelde demokratik ilkeleri satışa getiriyor. Müslüman aşırıları eleştirme cüretini gösterip gerçek liberal değerlere sahip çıkan bir avuç kahraman ise sistemli biçimde bağnaz faşistler damgasını yiyor. (…)

Avrupa’nın Müslüman cemaatleri, göçmenlerin kendilerini reddeden kâfir bir topluma karşı derin nefretlerinden beslenen bir yabancılaşmayla dolu barut fıçılarıdır; bu durum onlara ayırımcılığı dayatan ve içlerindeki aşırıları besleyen hatalı göç politikalarıyla daha da vahimleşmektedir…”

ABD’de 11 Eylül saldırıları ve Avrupa’nın belli başlı merkezlerinde gerçekleştirilen radikal İslâmcı katliamlarla beslenen bu düşünceler, faşist parti, grup ve ideologlarca halk indinde Müslüman karşıtlığı ve göçmen fobisi olarak tercüme edilir. Böylelikle sınırlar, yeniden çizilmektedir: “Uygar, rafine, kadın-erkek eşitliği ilkesine bağlı, özgürlüğe tutkun, aydınlanmış, hümanist, müreffeh ‘biz’ler ile barbar, saldırgan, özgürlük düşmanı, seks düşkünü, kadınları köleleştiren, cahil, bağnaz, yoksul, açgözlü ‘öteki’ler”… Kısacası “Batılı” ve “Batlı-olmayan”… Bu iki dünyayı birbirinden ayıran sınırlar vurgulanmalı; uygarlığın ve Aydınlanmış dünyanın kaleleri, bu yeni barbar akınlarına karşı çok geç olmadan savunulmalıdır.

Ve kadınlar, bu “sınırlar”ın vurgulanmasında önemli roller üstlenmektedir. Örneğin:

“(Finlandiya’da) Sosyal medyada ve aşırı sağcı gruplarda örgütlenen beyaz kadınlar sınırların kapatılması talebini öne sürerken aynı zamanda Müslüman ve siyahi karşıtı ırkçılığı da etkin biçimde yaygınlaştırıyorlar. Yeni faaliyet biçimleri de geliştirildi: teritoryal sahiplenmenin sergilendiği eylemler başlatıldı. Schengen anlaşması ve AB içinde sınır denetimlerinin azaltılması sonucu pratikte ortadan kalkmış olan İsveç-Finlandiya sınırında insan zincirleri oluşturuldu. Göstericilerin mesajı ‘Sınırları kapatın’ (Rajat künni) hareketin adı olarak da benimsendi. Beyaz kadınlar bu gayrıresmi sınır devriyelerine etkin biçimde katılıyor ve gösteriler medya tarafından ayrıntılı biçimde işleniyordu: ulusal yayın kuruluşu ve birkaç gazete Kuzey Finlandiya sınır bölgesindeki gösterilere katılan kadınların fotoğraflarını ve onlarla yapılmış söyleşileri yayınladı. Orta yaşlı kadınlar yanlarında sarışın yeniyetme kızlarıyla, ellerinde Finlandiya bayrakları, üstlerinde ulusal simgelerle süslü tişörtleriyle boy gösteriyorlardı. Kadınlar ilticacıların cinsel tacizlerine karşı kız evlatlarının bedensel bütünlüğünü savunan anneler olarak konuşuyorlardı. Annelerin sözleri, beyaz-olmayan erkeklerin cinsel ötekiliğini açığa çıkartıyor ve onların sarışın kızlara yönelik arzularının çocukları için bir tehlike oluşturduğunu ifade ediyorlardı. Müslüman erkeklerin güvenliklerini tehdit ettiği beyaz kadın ve çocuklar adına konuşmak, beyaz sınır muhafızı kadınların mobilizasyonunun ana ögesiydi.”22

Şu hâlde, günümüz faşizm(ler)inde kadınların daha bir görünürlük kazanmasında, kendini İslâm ve göçmenlere karşı kurgulayan Avrupa (uygarlık?)- merkezci bir “Biz”lik tanımı da etkin olmaktadır. Kadın-erkek eşitliği, (en azından kadınları burkaya sokan, köleleştiren, alıp satan, küçük yaşta evlendiren, namus cinayetlerine kurban eden…) İslâm’a karşı “biz”i tanımlayan bir uygarlık değeridir. Bu yolla faşistler, kadınların ve sosyalistlerin yüzyıllar boyunca canları pahasına savunduğu “eşitlik” ülküsünü temellük etmektedir. Fransız Milli Cephe’nin 144 maddelik Manifesto’sunda “Kadınların haklarını savunmak; kadınları temel özgürlüklerinden yoksun bırakmak isteyen İslâmcılığa karşı mücadele etmek; erkeklerle kadınlar arasında eşit ücreti sağlamak için ulusal bir plan oluşturmak ve mesleki ve toplumsal güvencesizliğe karşı mücadele etmek” hedefi yer almaktadır! Hollanda’nın faşist partisi PVV ise İslâm’da kadınlara yönelik şiddet üzerine raporlar hazırlamakta, zorla evlendirmelere, kadınların tecrit edilmesine, namus temelli şiddete, kadın sünnetine karşı çıkmaktadır. “Ancak sorun şuradadır ki parti kadına karşı şiddeti salt İslâmcı bir konu olarak görmektedir. Partinin Hollanda parlamentosundaki oy verme davranışına bakıldığında, kadın hakları için bir kez olsun parmak kaldırmadıkları görülür. Örneğin parti, kadınlara karşı şiddetle mücadeleyi öngören İstanbul Konvansiyonu’nun ve kadın sünnetiyle mücadeleyi öngören bir yasa önerisi aleyhine oy kullanmıştı.”23

İsviçre’de faşistlerin “minarelerin yasaklanması” yolundaki kampanyası da “kadın hakları savunusu” kisvesiyle yürütülmüştü: Propagandaya göre camiler “kadınlar üzerindeki tahakkümü ve ayırımcılığı onaylayan” erkek-egemen Müslüman mekânlardı.24

Avrupa’nın neo-faşist partileri, Müslüman kadınların “tesettür”ünün İslâm dünyasında kadınlar üzerindeki eril tahakkümün göstergesi olduğu konusunda tam bir görüş birliği içindedir. Ancak bu kadarla da kalmaz; tesettür, aynı zamanda Avrupa kültürüne, Avrupa değerlerine de bir saldırı, bir çeşit “sinsi istila aracı”dır. Böylelikle örneğin Hollanda’nın PVV’sinin kötü şöhretli lideri Geer Wilders, “Hollanda kültürünü kirlettiği” için başörtüsüne vergi uygulanmasını önermektedir!25

Evet, “Batı Avrupa’da sağcı popülist (siz “neo-faşist” diye okuyun!) partiler toplumsal cinsiyet eşitliğini grubun modernliğinin göstereni ve Yahudi-Hıristiyan Avrupalı kimliğini koruma mücadelelerinde bir araç olarak kullanmaktadırlar. Göçmen-karşıtı, AB-karşıtı ve elit-karşıtı duyguların harekete geçirdiği kampanyalarda, kadınların bedenleri ulusal kimliğin anahtar savaş alanı hâline gelmiştir.”26

Göçmen (ve İslâm) karşıtı savaşımlarında “kadınların eşitliği” Avrupa’nın faşist partileri için değerli bir retorik araçtır; bu doğru… Peki ya gerçekte? Bir kez daha soralım: Faşizm gerçekten de “feministleşmekte” midir?

 Avrupa’nın Neo-faşizm(ler)i ne kadar “Feminist”?

 Bu sorunun yanıtı, net bir “Hayır”dır. Avrupalı neo-faşistler İslâm karşısında hızlı “kadın hakları savunucusu” pozuna bürünseler de, “kadın sorunu”nun “Aşil Topuğu”nu oluşturan başlıklarda, iki savaş arasındaki seleflerini hiç de aratmamaktadırlar.

Bu başlıklardan en önemlisi, “aile”dir. Ve aile, Avrupa’nın tüm neo-faşist partileri için temel bir değerdir; tümü “ailenin güçlendirilmesi”nden yana olduklarını bildirmektedir. Örneğin Danimarka’nın Halk Partisi’nin programında, “Danimarka ailelere sunduğu koşullara bağımlıdır,” denilmektedir. “Koca ile karı ve çocuklar arasındaki yakınlık bağları, Danimarka toplumunun taşıyıcı sütunlarıdır ve ülkenin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır…”27

Benzer biçimde Hollanda’nın PVV’si de ailenin ve çocukları yetiştirmenin öneminin altını çizer. Her iki parti de ailelerin çok sayıda çocuk sahibi olma konusunda teşvik edilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Neo-faşistler kürtaj konusunda da fena hâlde “gönülsüz”dürler. PVV kürtaj için süre sınırının kısaltılmasını ve kürtaj masraflarının taliplere yüklenmesini savunmaktadır. Danimarka Halk partisi ise, kürtajın bir “hak” olduğunu teslim etmekle birlikte, “bu kadar çok insanın kürtaj olmayı seçmesinden kaygı duyduğunu” bildirmektedir. Her iki parti de cinsiyetler arası eşitliği kabul ettiğini bildirmekle birlikte, devletin bu konuda herhangi bir rol oynamasını, pozitif ayırımcılığı reddeder. 

Ne Danimarka Halk Partisi, ne de Hollanda’nın PVV’sinin “yerli” kadınların hak ve konumlarını ilerletmek gibi bir gündemleri yoktur. Ve Mudde ve Kaltwasser’in deyişiyle, “tüm retoriğe karşın, bu tartışma sağcı popülist partiler için cinsiyetler arası eşitlikten çok, ulusal kültür üzerinedir.”28

Almanya’nın AfD’si ise, Kuzeyli muadillerine göre, kadınların eşitliği konusunda daha “sert”tir: Ailenin korunmasının siyasal odağı olduğunu açıkça beyan edip, geleneksel cinsiyet rollerini tahrip ettiğini ve toplumun “cinselleştirilmesini” teşvik ettiğini düşündüğü cinsiyetler arası eşitliğin anaakıma taşınması konusundaki girişimleri durduracağını, toplumsal cinsiyet araştırmalarını sonlandıracağını ilan eder. AfD toplumsal cinsiyetler arası eşitlik, evlilikte eşitlik yasası ve LGBT haklarına karşı protestoları etkin biçimde desteklemektedir. Hükümetin prezervatif kullanımını teşvik politikalarına da karşı çıkarken, bunun yerine “gönüllü bekarlığı”n teşvik edilmesini savunur. AfD’ye göre kadın istihdamı “kariyer sahibi kadınları anne ve ev kadınlarından üstün tutan feminizmin yanlış anlaşılmış bir görüşüdür.” Kadın ancak ailenin mali durumu gerektiriyorsa çalışmalıdır.

AfD (eşcinsel kadın liderine karşın) aynı zamanda homofobik bir partidir. Parti programına göre, “toplumsal cinsiyet eşitliğini ana akıma dâhil etme çabalarının ideolojik etkisi gibi, sınıflarda eşcinsellik ve transseksüalite üzerine tek yanlı vurgu da reddedilir. Geleneksel aile imgesi zarar görmemelidir. Çocuklarımız okulda gürültücü bir azınlığın cinsel yöneliminin oyuncağı olmamalıdır.”29 AfD’ye göre çekirdek heteronormatif aile ülkenin gerileyen doğurganlık oranını tersine çevirebilir; çocuk sahibi olmak kişisel bir “tercih” değil, anavatana karşı bir “görev”dir… Tabii “yerliler” için!

Nüfusu (tabii ki “yerli” nüfusu) arttırma isteği, Avrupa’nın tüm neo-faşist partilerince paylaşılmaktadır. Fransız Milli Cephe’si çok çocuklu “Fransız” çekirdek ailelere vergi desteği sağlayacağını vaad eder. Kürtaj konusu parti içinde de tartışılmaktadır, çok sayıda üye, kürtajın devlet tarafından finanse edilmemesi gerektiği görüşündedir. Marine’in yeğeni Marion Maréchal Le Pen tarafından temsil edilen kanat ise tüm aile planlaması uygulamalarına karşıdır.

Bunun yanısıra, Fransız Milli Cephe de, Alman AfD de, Hollandalı PVV de kadın kotasına şiddetle karşıdır.

Neo-faşizm, Batı Avrupa’dan uzaklaşıldıkça ve iktidara yaklaştıkça, daha antifeminist bir konum edinir. Örneğin Orban’ın Macaristan’ında üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet araştırmaları yasaklandı, tüm mali destekler geri çekildi, bütün akreditasyonlar kaldırıldı. Brezilya’da devlet başkanlığına seçilen Bolsonaro bir adım daha atarak öğrenim kademelerde “toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” terimlerinin kullanılmasını yasaklayan bir yasayı getirdi gündeme. Ve bundan böyle eğitim sistemine aile değerlerinin damgasını vuracağını ilan etti…30

Neo-faşizmin, “muhafazakâr değerler”in, ailenin, dinin, geleneklerin kutsandığı genel bir sağcılaşma iklimiyle uyumlu olduğu ve bu iklimi destekleyecek, güçlendirecek ve radikalleştirecek bir strateji izlediğini söyleyebiliriz. “Uygarlık değerleri”ne sahip çıkıyormuş, “kadın hakları”ndan yanaymış gibi gözüküp, kadınların özgürlüğü ve eşitliği aleyhine işleyen muhafazakâr iklim… Böylelikle, örneğin kürtaj sivil toplum içinde tartışmaya açılabilmekte (Fransa, İtalya, Almanya, Romanya, Hırvatistan…) insan ve kadın hakları örgütleri kovuşturulmakta, görmezden gelinmekte, mali kaynakları kesilmekte, hatta saldırılara uğramakta.31 Tüm Avrupa’yı saran aile odaklı söylem ve politikalar geleneksel cinsiyet rollerini güçlendirirken kadınları da iktisadi açıdan kocalarına bağımlı kılmaktadır. Genel eğilim, kadınları anneliğe yönlendirirken annelikle profesyonel yaşamı bağdaştırmak gittikçe zorlaştırılmaktadır. Anneliğe teşvik ise, annelere kurumsal destek sağlamaktansa, doğumlarda bir kereliğine verilecek ödüllerle sınırlandırılmaktadır. Ve çekirdek aileye sağlanan destek, LGBTI bireylerin ve tek ebeveynli ailelerin ayrımcılığa maruz kalması anlamına gelmektedir genellikle…32

Sonuç olarak, günümüz “popülist aşırı sağ” parti ve hareketlerinin “kadınsı” yüzünü, kimi kuramcıların ve kamuoyu oluşturucularının yaptığı üzere onları faşizmden ayıran bir “olumluluk” olarak görmek, “aşırı doz” bir iyimserlikten öte bir anlam taşımaz. Şu unutulmamalıdır: “Popülist aşırı sağ” olarak nitelenen parti ve hareketler, tüm potansiyellerini tüketmiş değillerdir, hatta denilebilir ki henüz yolun başındadırlar. Nereye varabilecekleri, kendilerini var eden krizin boyutları ve karşılaşacakları toplumsal direnişin gücüyle bağlantılı bir olasılıklar dizisidir.

Bu, onların kadın politikaları için de böyledir. Nihayetinde “feministlikleri” kadınların eşitliğine adanmışlıklarından değil, İslâm’a karşıtlıklarından kaynaklanmaktadır ve onunla sınırlıdır. Yoksa ultra milliyetçiliğin ve faşizmin tüm varyantları gibi, onlar için kadınların hak ve özgürlükleri, korporat bir toplumun en küçük birimi olarak gördükleri aile için feda edilebilir bir şeydir.

“Ya bu parti ve hareketleri yöneten ve destekleyen kadınlar” mı dediniz? Matheus Hagedorny’nin deyişiyle onlar, “özgür seçim haklarını her türlü özgürleşmeye karşı kullanan” “anti-feminist cephe” kadınlarıdır!33

4 Mayıs 2019, İstanbul.

1- 24 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul Özgür Üniversite’de yapılan konuşma.
2- Platon.
3- Naomi Wolf, “Fascism with a feminist face”, Project Syndicate, https://www.project-syndicate.org/commentary/naomi-wolf-examines-the-rise-of-women-to-leadership-positions-in-major-far-right-european-political-parties?barrier=accesspaylog
4- Aktaran: Martin Durham, Women and Fascism, Londra-New York, Routledge, 1998: 18.
5- Aktaran: Wilhelm Reich; Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, (Çev. Bertan onaran), İstanbul,1979, s. 94.
6- Aktaran: Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, 1992: 41.
7- Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, ss. 174-178.
8- Hakan Akman, “Faşizm ve “Kadın Ailede Güzeldir”, http://www.angelfire.com/oz/sosyo/fasizmvekadin.htm
9- Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, (Çev. Cemal Süreya), İstanbul,1979, s. 129
10- Macciocchi, s.113.
11- Oğuzhan Ekinci, “Nasyonal Sosyalizm Döneminde Kadınlar”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aralık 2018 22(Özel Sayı), s.2917.
12- William A. Pelz, A People’s History of Modern Europe, Pluto Press, 2016, s.129.
13- Macciocchi, s.130.
14- Cynthia Miller-Idriss ve Hilary Pilkington, “Women are joining the far right – we need to understand why”, The Guardian, 24 Ocak 2019.
15- Umut Erel, “Saving and reproducing the nation: Struggles around right-wing politics of social reproduction, gender and race in austerity Europe”, Women’s Studies International Forum 68 (2018), s. 174.
16- “Popülizm”, Batı akademia’sının ve liberal kamuoyu oluşturucuların Avrupa ülkeleri ve ABD’de yükselişine tanık olduğumuz “neo-faşist” parti ve hareketlere, “politik doğruluk” adına yönelttikleri niteleme. Bu nitelemenin bir eleştirisi için bkz. Sibel Özbudun, “Maskeli Faşizm: Popülist Aşırı Sağ”.
17- Susi Meret and Birte Siim, “A Janus-faced feminism: Gender in women-led right wing populist parties” 2017 European Conference on Politics and Gender (ECPG), 8-10 Haziran 2017, Lausanne Üniversitesi, İsviçre.
18- Ruth Wodak, The Politics of Fear. What Radical right Wing Populism Means, Londra, Sage, 2015, s. 1.
19- Dorit Geva, “Daughter, Mother, Captain: Marine Le Pen, Gender and Populism in the French National Front”, Social Politics: International Studies in Gender, State & Society, jxy039, https://doi.org/10.1093/ sp/jxy039
20- Akt. Geva.
21- Adolf Hitler’in 18 Eylül 1922 Münih konuşması, Adolf Hitler Collection of Speeches, (1922-1945), s. 29.
22- Suvi Keskinen, “The ‘crisis’ of White hegemony, neonationalist femininities and antiracist feminism”, women’s Studies International Forum, 68 (2018), s. 160.
23- Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/
24- U. M. Vieten, “Far Right Populism and Women: The Normalisation of Gendered Anti-Muslim Racism and Gendered Culturalism in Netherlands”, Journal of Intercultural Studies, 37(6), 2016.
25- Liza Kane-Hartnett, The Populist Right in Western Europe, Part 1 – Women’s Bodies and National Belonging, Mayıs 2018, https://centreforfeministforeignpolicy.org/ journal/2018/5/6/ the-populist-right-in-western-europe-part-1-womens-bodies-and-national-belonging
26- A.y.
27- Cas Mudde ve Crıstóbal Rovira Kaltwasser, “Vox Populi or Vox Masculini? Populism and Women”, Patterns of Prejudice, 2015, Vol. 49, Nos.1–2, 16–36, http://dx.doi.org/10.1080/0031322X. 2015.1014197
28- Mudde ve Kaltwasser, a.y.
29- Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/
30- Mari Lilleslåtten, Podcast: A threat to academic freedom is a threat to women’s rights, 19 Kasım 2018, http://kjonnsforskning.no/en/2018/11/threat-academic-freedom-threat-womens-rights
31- “Macaristan’da kadın ve insan hakları grupları sürekli saldırı altında, tehditler alıyor ve hayatta kalabilmek için mali kaynakları bulmakta zorlanıyorlar. Haziran 2017’de kabul edilen yeni “Sivil Toplum Örgütleri” yasası sivil toplum örgütlerinin yabancı fonlardan yararlanmasını yasakladı. Ülkede bağımsız medya kalmadı, ve tek partinin tüm siyasal yaşama egemen olması, iş bulabilmek ve diğer avantajlardan yararlanabilmek için kişinin mutlaka parti üyesi olması gerektiği anlamına geliyor. Ülkede aynı zamanda insanların başka ülkelere göç etmek zorunda kaldığı bir beyin göçü yaşanıyor. Polonya’da medya artan ölçüde hükümetin denetimi altına giriyor ve hükümet de bu denetimi kadın ve insan hakları konusunda kamuoyunu biçimlendirmek üzere kullanıyor. Yetkililer bürolarını basarak kadın hakları örgütlerini taciz ediyor ve yeni yönetmeliklerle ülkede gösteri hakkı kısıtlanıyor. Hırvatistan’da sağcı politikacılar, hükümet-dışı örgütlere yönelik devlet desteğinin kesilmesi için çaba gösteriyorlar.” (Feminist Initiative, “Feminist Responses to Growing Nationalism in the European Union”, https://feministinitiative.eu/assets/uploads/2018/05/feminist_responses_to_growing_nationalism_in_the_eu_a4_digit.pdf).
32- Feminist Initiative, a.y.
33- Matheus Hagedorny, “Anti-feminist front women”, https://www.movingdocs.org/anti_feminist_front_women

Toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütleri

Kanımızca bugün, hiç tereddüt etmeden, her duyarlı, devrimci, sosyalist insanın ortaklaşacağı bir konu, işçi sınıfı ve halkın kendi demokratik örgütlerinin eksikliğidir.

Elbette, işçi sınıfı ve halkın örgütlenmesi, sadece demokratik kitle örgütlerinin varlığından ibaret değildir, olamaz. İşçi sınıfının devrimci sosyalist örgütleri, işçi sınıfının devrimci partisi, her koşulda, her şartta iktidar mücadelesi ve işçi sınıfının uzun erimli çıkarları için mücadele eden örgütleri de vardır. Biz, burada, işçi sınıfının siyasal partisi, devrimci öncü örgütü üzerinden tartışmak niyetinde değiliz. Biz daha çok, demokratik kitle örgütleri üzerinden tartışmak istiyoruz ve bu kapsamın dışına çıkmamaya özen göstereceğiz.

Öncelikle, bugün, örgütlenme sorununu gündeme acil bir sorun olarak getiren süreçlere bakmalıyız.

İlki, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Biz, bu paylaşım savaşımında ağırlığı olan beş emperyalist gücü, beşli grubu özellikle saymak istiyoruz: ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere. Elbette bunun dışında da emperyalist güçler ve onların bu savaştaki rolü söz konusudur. Ama bu beşli grup, dünya çapında yeni bir paylaşım savaşımının fitilini çoktan ateşlemiştir.

SSCB var iken, tüm emperyalist kamp, ABD liderliğinde NATO mekanizması içinde birleşmiş durumda idi. Bu emperyalist örgütlenme, SSCB çözüldükten sonra da varlığını koruyor gibi görünüyor. NATO hâlâ ortadadır. Ama buna rağmen, artık sürece damgasını vuran şey, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır.

Bu paylaşım savaşımı, dünyanın her yanına yayılmaktadır. ABD, askerî açıdan güçlü iken, bu avantajını kullanarak, sonuç almak, pastadan büyük payını almak istiyor. ABD, diğer güçlerin büyük rahatsızlıklarına yol açmadan, kendi gücünü pekiştirmek, bu yolla liderliği elinde tutmak, “süper güç” planlarını hayata geçirmek istiyor. Bu nedenle, daha çok bağımsız kalmış alanlara saldırıyor ya da diğer rakiplerini çok rahatsız etmeyecek alanlara. Suriye savaşına kadar, diğer emperyalist güçler de ABD’nin bu saldırılarına çok itiraz etmediler. Afganistan, Irak, tam da punduna getirildi. Tam rahatsızlık yükselmeye, diğer emperyalist güçler konumlarını belirlemeye başladılar ki, bu kez birkaçına Libya pastasından pay verilerek, Libya operasyonu devreye sokuldu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, askerî alandaki eksiklerini tamamlamadan, ABD’nin karşısına çıkma eğilimi taşımıyorlardı. Bu eğilim hâlâ da geçerlidir. Bu arada ise, mesela Almanya ve Fransa’nın Doğu Avrupa’da yayılması gibi “nispeten” kabul edilebilir hamleler her güç tarafından devreye sokuluyor. Japonya da, kendi durumunu toparlamanın yollarını geliştiriyor.

Ama Suriye savaşı, bu kez Rusya’nın sahneye girmesine neden oldu. Rusya ve Çin, ABD’nin büyük askerî gücünün sınırlarına işaret etti ve daha bugünden, ABD hegemonyasının düşüşe geçmiş olduğunu ispat etmeyi kolaylaştırdı.

ABD, dünya savaşını kundaklamak için, her yola başvuruyor. Ukrayna saldırısı ve planları ile, hem Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı, hem de Almanya’nın Rusya ile olası yakınlaşmasının önünü kesti. Yetmedi, Suriye’de kaybettikçe, Keşmir üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı hamleler yapmaya kalkıştı. Yetmedi, Çin’in etrafında gerilimli bir alan oluşturma hamlelerine başladı. Ve yetmedi, Venezuela hamlelerine girişti.

İşte bu savaşın bölgemizde de bir yoğunlaşması söz konududur. Hem bu savaşı durdurmak açısından işçi sınıfı ve halkların örgütlenmesi ve direnişi önemlidir. Hem de zaten, Suriye halklarının direnişinin, özellikle olumlu bir katkısı vardır. Örgütlenmenin gündem hâline gelmesinde önemli bir kuvvet, etken budur.

İkincisi, yani örgütlenmeyi bu denli acil yapan, işçi sınıfının örgütlenmesi sorununu gündem yapan ikinci etken, Kürt devriminin, Kürt halkının direnişidir. Zorlu koşullarda, katliam politikalarına karşı sürmekte olan direniş, örgütlü halkın gücünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. Elbette, Kürt devriminde bir siyasal örgütlenme de vardır. Oysa biz daha çok demokratik kitle örgütlenmesini ele almak istiyoruz. Ama hayat, hiçbir şeyi, kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. Hele ki demokratik ve siyasal örgütlenmeler söz konusu olduğunda bu ayrım, çok abartılmamalıdır.

Üçüncüsü, Gezi Direnişi ruhudur. Bu ruh, devrimci bir ruhtur. Kendiliğinden bir sosyal patlama olan Gezi Direnişi’nin ışığı, ruhu, hâlâ tüm toplumu etkilemektedir ve canlıdır.

Dördüncüsü, Saray Rejimi’nin baskı, şiddet, yıldırma, karartma, yalan politikalarıdır. Saray Rejimi, kendi hukukunu tanımamaktadır. Saray Rejimi, en sıradan bir demokratik ya da anayasal hakkın dile getirilmesine dahi müsade etmek istememektedir. Soylu içişleri bakanı, “bir kelime bütününü” yasaklamadık diye tuhaf açıklamalar yapmaktadır.

Bu baskı ve şiddet, bu hukuksuz durum, bu karartma politikası, Saray Rejimi’ne karşı duyulan tepkiyi, gelişen öfkeyi de beraberinde getirmektedir.

Saray Rejimi’nin durumu, en sıradan insanî, anayasal, demokratik, ekonomik bir hakkın dile getirilişini, doğrudan siyasal bir eylem hâline sokmaktadır. Ekonomik talepler, hızla siyasallaşmaktadır.

Demek ki, biz ne kadar demokratik kitle örgütlenmesini tartışırsak tartışalım, bizzat burjuva devlet, Saray Rejimi, en sıradan ekonomik talepleri, en sıradan insanî talepleri siyasal bir sürece taşımaktadır. Demek oluyor ki, demokratik kitle örgütlenmesi asla yeterli olmayacaktır. Zaten böyle bir görüşümüz de yok. Tersine, bir toplumda işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne kadar gelişmiş olursa, o toplumda demokratik kitle örgütlenmelerinin de o kadar gelişeceğini iddia ediyoruz.

12 Eylül darbesini takiben, sadece devrimci hareketler tırpanlanmadı. Sadece devrimciler işkencehanelere alınıp öldürülmedi. Devrimci hareket, 12 Eylül darbesine karşı açık ve net bir direniş örgütlemeyi başaramadı.

Bu durum, işçi sınıfının ve toplumun geliştirmiş olduğu tüm demokratik kitle örgütlenmelerine dönük devlet saldırısının daha da şiddetli olmasına olanak verdi.

Devlet, en başta sendikaları kapattı, sonra, sendikal alana bir biçim vermeye, bir format atmaya çalıştı. Sendikaların yönetimlerini, devlet patron ve mafya ağı ile organize etti. Biz bu nedenle, her gün kendini kanıtlayan tespitimizi bir kere daha anmak istiyoruz, sendikalar artık sendika mafyasının denetimi altındadır. Eski vurgumuz, sarı sendikalardaki sendikal bürokrasi idi. Bu bürokrasi artık, bir çeşit mafyatik örgütlenmeye dönüşmüştür.

Devlet, sendikaları kendi kontrolüne almıştır. Birkaç sendika, belli açılardan hâlâ bu sürecin dışında olsa da, işçi sendikalarının büyük bir kesimi, artık, bir işçi sendikası dahi değildir.

Bu durum sadece işçi sendikalarının başına gelmedi. Birçok dernek, birçok örgütlenme, ya kapatıldı, dağıtıldı ya da içine devletin yerleştirildiği örgütler hâline getirildi.

İşte tam da bu yolla, demokratik kitle örgütlenmesinin yerine, STK sözleri kullanılmaya başlandı. Burjuva devlet, tekelci polis devleti, nasıl kendine “demokrasi” diye bir görüntü ayarlıyor ise, toplumsal örgütlenme alanında da STK’lar gibi kavramları öne çıkarıyor. Sivil Toplum Kurumları, o kadar süslüdür ki, süsünden geçilmiyor ve bir şey yaptıklarına şahit dahi olamıyoruz. Batı “demokrasinin” keşiflerinden biri olarak STK’lar, liberal solcularımız tarafından, ülkemize taşındı.

Sahi, yeri gelmiş iken, liberal solcu ne demektir? Liberal tamam, bunu anlıyoruz. Burjuva “demokrasisi”, serbest piyasa ekonomisi vb. savunucuları, eskiden beri, daha “devletçi” burjuva yaklaşımların yerine, liberal kavramına sarılmışlardır. Ama bunun neresi sol’dur? Liberal solcular, 12 Eylül sonrası oluşturulan siyasal burjuva jargonun ürünüdür, tıpkı STK’lar gibi.

Oysa demokratik kitle örgütlenmeleri, aşağıdan gelen, kitlelerin ekonomik-demokratik sorunları etrafındaki örgütlenmeyi ifade eden örgütlenmelerdir.

Bir demokratik kitle örgütü, mutlaka kitlesel olmalıdır. Sendika bir demokratik kitle örgütüdür. İşçilerin tümüne açıktır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) öyle olmalıdır.

DKÖ’ler, demokratiktir, çünkü, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütsel işleyişe sahiptir. Atamanın yerine seçilmenin ve görevden alınabilmenin geçtiği bir örgütlenmedir. Bir sendika diyelim. Sendika, işyeri temsilciliği üzerine yükselir. Bir fabrika söz konusu ise, o fabrikada sendikalı işçiler, bir temsilcilik seçerler. Bu en az üç kişidir ve mutlaka bunların yedekleri de olur. Bu temsilciler, iş kolunun ve bulunulan ilin sendika yöneticilerini seçerler. Diyelim ki bu sendika şubeleri ise (çünkü sendika her ilde veya ilçede şube açmaz. Bir ilde o iş koluna ait işyeri yoksa orada şube açmanın anlamı da yoktur), sendika şubeleri, işyerlerinden gelen temsilcilerin oyları ile oluşur. Sendika şube yönetimleri, o şubedeki işçilerin, belli bir orandaki çoğunluğu ile de görevden alınabilirler. Bu sendika üst yönetimine kadar böyle gider.

DKÖ, alttan yukarıya seçilebilme, göreve getirilme ve görevden alınma mekanizmasına sahip olmalıdır.

Bize STK olarak yutturulan örgütlenmeler, diyelim ki bir sanat derneği, sürekli aynı kişilerin yönetiminde olduğu, sosyal sorumluluk vb. projeler adı altında bir tür “reklâm ve tanıtım” çalışması yürüttüğü ve oradan da parlamento vb. adaylıklarına yükselindiği örgütlenmelerdir.

DKÖ, her şeyden önce, üyelerinin ekonomik, demokratik çıkarlarını savunur. Diyelim ki, bir Alevi derneği, amacı ne ise, bu amaç için oraya gelenler, üye olanların ekonomik, demokratik çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Bunu düzgünce yapabilmesi, üyeliklerin sadece kâğıt üstünde kalmamasının sağlanması, bunun da anlamı bir örgütlenmeye sahip olması gerekir. Bu örgütlenme, aşağıdan yukarıya doğru yükselmelidir ve kendi kitlesinin en geniş anlamda çıkarlarını savunacak yol ve araçlar geliştirmek zorundadır. Yoksa yozlaşacaktır.

Bir sendika, işçilerin ekonomik çıkarlarını savunur. Ama sadece bununla yetinmez. İşyeri çalışma koşulları ve işçinin yaşama koşulları da bunun bir parçasıdır. Ekonomik ve sosyal sorunlar, ekonomik ve sosyal çıkarlar dersek yerinde olur. Bu durum, sendikayı, örneğin sendikalar yasası konusunda tutum almaya da iter. Bu nedenle sosyal vurgusu, sadece işyerindeki çalışma koşulları ve yaşam alanlarındaki sorunları ile sınırlı değildir.

Görüldüğü gibi, demokratik kitle örgütleri, apolitik değildir.

Burjuvazi, “politikayı”, politikacılara özgü bir iş, bir meslek hâline sokar. Böylece halkın, günlük hayatında politikadan uzak durmasını ister. Apolitikleşmiş bir halk, gerçekte, kendi sorunlarını dahi savunamaz. Çünkü olup biteni anlayamaz.

Oysa DKÖ, toplumun en geniş örgütlenmesi anlamına gelir ve DKÖ’ler yaygınlaştıkça, halkın politik duyarlılığı da artar.

Örgütlenmiş halk, kendini daha yakından ve doğru temelde tanıma şansını da elde eder. Aynı şekilde kendisinin yanında ve karşısında bulunanı da tanıma şansını elde eder.

STK kavramı, aslında, DKÖ’lerin içini boşaltma, kendini bir şeyle meşgul etme girişimine “örgütlenme” deme durumunun öne çıkarılmasıdır.

Örgütlenme, insanî faaliyetin, üretim, bölüşüm faaliyetlerinin, ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal faaliyetlerin tümünü, yani hayatın her alanı kapsar. Örgütlenme, özgürleşmenin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Örgütlenme, bir tür sosyal faaliyet, bir tür zaman geçirme ile sınırlı bir anlama sahip değildir. Tersine, yaşamsaldır. Örgütlü değil ise bir kişinin yetenekleri ne olursa olsun, gerçeği anlayabilme olanağı bile olmaz.

Demokratik kitle örgütü, adı üstünde kitleseldir. Farklı inanışlara, farklı kimliklere, farklı düşüncelere sahip olsa da, insanların, günlük yaşamlarını örgütlemeleri, haklarını korumaları için, devlete karşı kendilerini korumaları için, en geniş insan gruplarını bir araya getirmeyi hedefler.

Toplumsal mücadelenin asla tümü değildir. DKÖ’ler, toplumsal mücadelenin önemli kuvvetlerinden biridir. Ama asla, toplumsal mücadelenin tümü, bütünü olarak ele alınamazlar.

DKÖ’ler, elbette mevcut iktidarlara karşı, en geniş kitlenin haklarını korumak için vardır. İşçilerin sendikaları, elbette burjuvalara, patronlara karşı işçilerin haklarını korumak için vardır. Devlet, patronun, burjuvanın örgütüdür. İşçiler de elbette kendi güçlerini örgütleyerek, bir mücadele yürütebilirler. Kadın örgütlenmesi, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığının temsilcisi olan iktidara karşı bir geniş örgütlenmedir. Elbette gençlik örgütlenmesi de, egemene olan, egemen eğitim sistemi ve gençleri düzene uygun kafalar hâline getirme programlarına, köhnemiş burjuva egemenliğe karşı örgütlenmelerdir. Gençlerin yarınlarını çalan sisteme karşı mücadeledir.

Tüm bu örgütlenmelerin, ekonomik, sosyal, kültürel vb. ortak paydaları vardır. Elbette hiçbir ekonomik talep, salt ekonomik, hiçbir kültürel talep salt kültürel olarak kalmaz. Bunlar, siyasal alanı da etkilerler.

Bu nedenle, DKÖ’leri, yapıları gereği siyasal örgütlenmenin yerine koymuyoruz. Siyasal örgütlenmede görüş, anlayış, davranış birliği, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli vardır. Yani, her ikisinin yapıları da farklıdır.

Ülkemizde, bugün toplumun her kesiminde, geniş demokratik kitle örgütlenmeleri eksiktir. Bir üniversitede, nüfusu oluşturan öğrenciler, okul yönetiminde temsil bile edilmezler. Temsil edilmeyi bırakın, sorun olarak, problem olarak, dizginlenmesi gerekenler olarak ele alınırlar. Bu açık olarak, geniş öğrenci örgütlenmesinin eksikliğindendir. Bir öğrencinin, eğitime katılma hakkı, bir öğrencinin okulda insan olarak muamele görme hakkı, bir öğrencinin bilimsel eğitim talep etme hakkı, bir öğrencinin düzgün okul ortamı talep etme hakkı, bir öğrencinin okulun kararlarına katılma hakkı için mücadele etmesi için, mutlaka devrimci, mutlaka sosyalist olması gerekmez. Görüşlerinden bağımsız olarak, her öğrenci böyle bir mücadeleyi yürütmelidir.

Bir kadının evde dayak yemeye son demesi onu devrimci yapmaz, evde dayak yediği için karakola gittiğinde orada da aşağılanması, otobüste tacize uğraması, çalışırken, okurken sokakta, evde cinsel ayrımcılığa uğraması ve tüm bunlara isyan etmesi için sadece insan olması yeterlidir. Sosyalist olması, devrimci olması ayrı bir meseledir.

İşte bu geniş örgütlenmeler olmadığından, yeterince güçlü olmadığından, örgütlenme meselesi son derece acil bir meseledir.

Ve elbette tüm bu örgütlenmelere, hayatın her alanındaki DKÖ’lere, biz devrimci sosyalistlerin müdahale etmesi, önderlik etmesi gerekmektedir.

Örgüt güçtür.

Örgüt özgürlüktür.

Güzel günler göreceğiz

15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi direnişinin 49. yıl dönümünü bu ülkede yaşayanların artık daha çok alıştığı bir süreçte kutlayacağız. Neden iptal edildiğinin açıklanamadığı ama sebebini herkesin bildiği bir seçim sürecinin içerisindeyiz.

“İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” diyen egemenlerin/iktidarın kaybetmekle vermemek arasındaki farkı iyi bildikleri ortada. 31 Mart seçimlerinde kaybedilen verilmemiştir ve 23 Haziran’da da verileceği şüphelidir. Egemenler için İstanbul’un ne kadar önemli olduğu açık. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü akıl almaz rantlar burada dönüyor. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü hortum ve yağmanın boyutu çok büyük. Vermek istemiyorlar çünkü binlerce vakıf, dernek, yağmacı buradan besleniyor. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü İstanbul’u verirlerse kurdukları cennetlerini kaybedebilirler.

Kendileri için cennet yaratma çabasında olanlar, bizlere cehennemde yaşamayı vadediyorlar. Her gün televizyon ekranlarından haykırılan savaş söylemi bu çabanın göstergesidir. Hem iç politikasında hem de dış politikada savaşmaktan başka çözüm yolu bulamayan saray rejimi, başta Kürt halkı olmak üzere tüm halklara düşman olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Irak işgalinin yanında olduğunu göstermek için tezkere geçirenler, Suriye’deki savaş sürecinde aktif rol almış ve tetikçiliğe soyunmuştur. Görünen odur ki efendilerinin yeni savaş senaryolarında halklardan yana tavır almak yerine içerde ve dışarda savaşı körükleyecekler.

Bir yandan yürütülen savaş ekonomisi, bir yandan akıl almaz boyutlara varan yağma ve rant, aynı zamanda artan dış borçların etkisi ile ekonomik kriz artık gizlenemez duruma gelmiştir. Her ne kadar iktidarın söylemleri ve medya ile üzeri örtülmeye çalışılsa da ekonomik kriz işçi ve emekçilerin yaşamını günden güne zorlaştırıyor. Adeta yarın yokmuş gibi ülkeyi soyanlar, yaptıklarının faturasını biz işçi emekçilere yıkmak istiyorlar. Damat bakanın açıkladığı kıdem tazminatı gaspı bu çabanın ürünüdür. Zorunlu BES uygulamaları bu çabanın ürünüdür. Temel ihtiyaçlara, elektriğe, doğalgaza, benzine art arda yapılan zamlar vergiler, toplu işten çıkarmalar bu niyetin açık göstergesidir. Devletin resmi kurumlarının açıkladığı işsizlik oranı bile %14,7 seviyesindedir. Bizler gerçek rakamın bunun çok çok üzerinde olduğunu biliyoruz. Çalışılan birçok yerde de asgari ücret dahi verilmemektedir. Aynı zamanda holdingler kar üstüne kar açıklamaya, ülke yeni milyarderler yaratmaya devam etmektedir.

Onlar kendi cennetlerinin devamı için bunları yaparken bizim cephemizde de umut inatla kendini var etmeye devam ediyor. Tüm karatmalarına, yok saymalarına, baskı, tehdit ve saldırılarına karşı direnişin ışığı bizleri aydınlatıyor. “Flormar değil direniş güzelleştirir” diyen Flormar işçileri tüm baskılara ve engellemelere rağmen direnişlerini kararlılıkla sonuna kadar sürdürdü. Cargill işçileri direniş deneyimleriyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Anadolu’nun yüzlerce yerinde irili ufaklıda olsa devam eden işçi direnişleri umudumuzu büyütüyor. Sadece işçiler mi, her tüllü tacize, tecavüze, aşağılanmaya, yok sayılmaya karşı kararlılıkla direnen kadınlar, LGBTİ’ler, özgür bilimsel eğitim için sınıflarında, okullarında, amfilerinde direnen öğrenciler, açlık grevlerine dikkat çekmek, ses olmak için direnen analar ve tarihimizdeki tüm direnişler umudumuzun parçasıdırlar.

15-16 Haziran 1970’de İstanbul’u direnişleriyle iki gün teslim alan işçiler göstermişlerdir ki, her şeyin çok güzel olmasının tek yolu işçilerin kendi kendilerini yönetmeleridir. Gezi direnişi bize nasıl bir yaşam, nasıl bir toplum istediğimizi göstermiştir. Gezi direnişi bize, sokaklarında özgürce dolaşılabilen, tacizin, tecavüzün olmadığı, kimsenin yok sayılmadığı, sömürünün olmadığı, yardımlaşarak, dayanışma ile her sorunu çözülebilen bir toplum olabileceğini ve böyle bir ülke hayalinin aslında çokta uzak olmadığını göstermiştir. Yeter ki örgütlenelim; mahalle mahalle, okul okul, fabrika fabrika direniş çizgisinde örgütlenelim.

15-16 Haziran’dan Gezi’ye, direniş ruhuyla geleceğimizi kurmaya!

15-16 Haziran 1970’te ne olmuştu?

Sermaye, Türk-İş Sendikası’nın da desteğiyle yürürlükteki 274-275 sayılı Sendikalar Yasası ile Toplu sözleşme, Grev ve Lokavt yasalarını değiştirerek DİSK’i fiilen etkisiz kılmayı, sendika seçme özgürlüğünü ortadan kaldırarak sendikal tekel yaratmayı hedefledi. Bu saldırı karşısında DİSK, anayasanın tanıdığı direnme hakkını kullanacağını açıkladı. İşçiler sendikalarına, örgütlerine, haklarına getirilen bu yasakları yırtıp atmakta kararlıydı ve 15-16 Haziran’da İstanbul sokaklarını işgal ettiler. İstanbul ve çevre illerdeki tüm fabrikalarda üretim durdu, yüz binlerce işçi kent meydanlarına aktı. Devlet, Taksim’de işçilerin birleşmesini engellemek için Galata Köprüsü’nü açtı, vapur seferlerini iptal etti, ama tüm bunlar, işçileri durdurmaya yetmedi. İşçiler motorlarla karşıya geçip bir araya geldiler ve Başbakan Demirel’in de bulunduğu İstanbul Valiliği’ne yürüdüler. Polis ve asker barikatlarını yıkarak aştılar. Çatışmalarda üç işçi can verdi. Bu direniş, DİSK yöneticilerinin yoğun uğraşları ve sıkıyönetim ilan edilmesiyle ancak sona erdirildi. İşçiler işe geri döndüklerinde, 4 bin işçi önderi işten atıldı. Ancak tepkinin büyüklüğü, yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini sağladı. 15-16 Haziran direnişi, Anadolu işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi direnişi olarak kayıtlara geçti.

15-16 Haziran Direnişi’nin öğrettikleri

15-16 Haziran direnişi; işçi sınıfının bir sınıf olarak, örgütlü bir güç olarak hareket ettiğinde tüm engelleri aşabileceğini gösterdi. Burjuva yasaların icazetine sığınan uzlaşmacı anlayışları yıktı. “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” gerçeğini dosta düşmana gösterdi. Sendikal mücadelenin sadece ekonomik haklar elde etme mücadelesi olmadığını, demokratik ve politik haklar için de mücadelenin şart olduğunu gösterdi. İşçi sınıfı bugün daha kapsamlı saldırılarla karşı karşıyadır. Soma’daki madenci katliamı, her ay 150’ye ulaşan sayıda işçinin sermayenin kâr hırsına kurban gitmesi, işçileri tamamen güvencesiz hâle getirip patronların, işçi simsarlarının, taşeronların kucağına iten kölelik yasaları saldırıların vardığı düzeyi göstermektedir. İşçi sınıfı bugün içinde bulunduğu sürece karşı cevabı, tarihini hatırlayarak, tarihini yeniden yaratarak verecektir. Her yıl Anadolu’nun dört bir yanında yüzlerce işçi eylemi, direnişi gerçekleşmektedir. Metal fabrikalarında, maden ocaklarında, deride, kimyada, gıdada, belediyede, nakliyat ambarlarında… birçok fabrika ve işyerinde işçiler hakları için direnişe geçtiler. Şimdi direnişi ve örgütlü gücü büyütme, bir sınıf olarak mücadele etme zamanıdır!

Olaylar ve tespitler

31 Mart 2019’da yerel seçimler yapıldı. Ama yerel seçimler bitmedi. Seçimler mahkemelik olunca, YSK, hiçbir hukuku tanımayan kararlar aldı. Saymakla bitmez, ama ikisi önemli, biri Kürt ilçelerinde ve illerinde, HDP’nin kazandığı seçimleri, bir bahane bulup, seçimi kazanmamış olan, tekrar olursa kazanamayacak olan AK Parti adayının kazandığını ilan etmeleridir. %70 ile seçimleri kazanmış bir adayın elinden seçimleri %20 civarında oy almış AK Parti adayına verdiler. Ne kanun var, ne hukuk var.

Bir tespit yapabiliriz:

Yargı, devletin silâhlı güçleri olan ordu, polis teşkilâtının yanına eklenmiştir. Saray Rejimi’nde yargı, bir “bastırma aracı”dır. Bunu hemen her “muhalif” insanın uğradığı soruşturmalardan görebilirsiniz. “Muhalif” sözünü bilerek tırnağa alıyoruz, çünkü, ne kadar muhalif olduğunun da artık bir önemi yoktur.

İkincisi, İstanbul seçimlerinin iptal edilmesidir. Neden iptal edildiği sorulduğunda, sandık görevlilerinin devlet memuru olmaması gösterilmiştir. Ama Erdoğan, bunun mantıksız olduğunu anladığından, “hırsızlık var” diye bağırmaktadır. Binali, seçimde 999 ali çıkınca, gönülsüz sürdürdüğü adaylığını daha aktif bir görüntü vererek sürdürme niyetini, “çaldılar” diye ortaya koydu. Ama YSK kararı böyle değil. Seçimlerin tümü de iptal edilmemiştir. AK Parti ve Saray Rejimi, kazandığı 25 belediyede yaptığı hileleri bildiği için, meclisteki çoğunluğunu kaybetmemek için, seçimlerin tümünü iptal etmemiştir.

Ne farkeder ki? Saray Rejimi’nin karanlık üretme merkezi medyadır. Medya, yalan haber servis etmek, karartmak, şantaj aracıdır. Binali’nin çalışması ve canla başla çalışması için, kirli çamaşırları ortaya konulmaktadır. Henüz ucu gösterilmiştir. Saray, Binali’ye, öyle 999 ali olmak yok, “anca beraber, kanca beraber” demektedir. Ve bu, medya aracılığı ile söylenmektedir. Halka, işçilere karşı bir karartma görevi gören basın, aynı zamanda şantaj aracıdır. Medya, Saray Rejimi’nde, çeteleşmiş bir yapı olarak devlete eklenmiştir.

Devam edelim.

İstanbul seçimlerinin iptali, İstanbul Belediyesi’nden ortaya çıkacak olan Saray Rejimi’nin kirli çamaşırlarının engellenmesini sağlamaya dönüktür. Sadece buna dönük değil, AK Parti ve Saray Rejimi’nde başlayan dağılmayı durdurmak içindir. Sadece bunun için değil, çeteleşmiş, yağmacı, rantçı iş çevrelerinin kazançlarını korumak içindir. Başlangıçta, 31 Mart akşamı yenilgiyi kabul etmiş olan Erdoğan, bu çeteler tarafından ikna edilmiştir.

İki tespit eklemenin zamanıdır: Demek ki, çeteler, mafyatik bir yapıdadır, işadamları, ideologları, bu mafyatik yapının bir parçasıdır. Bu bir. İki, Erdoğan, artık bu çetelerin baskısı altındadır. 31 Mart’tan seçimlerin iptaline kadarki süreç, aslında bu nedenle bu kadar uzamıştır.

Seçimlerin iptalinden sonra, peş peşe saldırılar gelmektedir. Çeteler, devlet, Saray Rejimi, her fırsatta saldırmaktadır.

İhsan Eliaçık, Ramazan’ın ilk günlerinde, yeryüzü sofrasında saldırıya uğramıştır. Eliaçık yerlerde sürüklenmiş, yeryüzü sofrası dağıtılmış, Eliaçık gözaltına alınmış ve devletin kolluk güçleri, Eliaçık’ı, “ateistlerden korumak amaçlı” müdahale ettiklerini ifade etmiştir. Eliaçık, böyle bir koruma talep etmemiş, kendisinin yerlerde sürüklenmesini istememiştir. Ateistlerin kendisine saldırısı yoktur.

İmamoğlu’nun bağış kampanyasına 20 TL gönderen, kanser hastası ve Erdoğan’ın manevi kızı, kalçasından bıçaklanmıştır.

İmamoğlu’nu destekleyen bir gazeteci, İyi Parti’ye yakın bir gazeteci, TV programından sonra sopalarla dövülmüş, saldırgan 6 kişi gözaltına alındıktan sonra hemen serbest bırakılmıştır. Soylu tarzı bir eyleme benzerdir.

Tecride karşı Leyla Güven’in öncülüğü ile başlayan ve yaygınlaşan açlık grevlerindeki çocukları için eylem yapan annelere saldırılmıştır. Ne bir kere, ne iki kere. Her seferinde saldırılmaktadır. Annelere karşı uygulanan şiddet, her seferinde dozajı artırılan bir tarz almıştır.

Tüm bunlar, şiddetin, bir yıldırma politikası olarak artırılmakta olduğunu göstermektedir. Bununla yetinmeyecekleri de açıktır.

Tespit: Saray Rejimi’nin korkusu büyümektedir. Korku, Saray’ı sarmıştır. Ve buna karşı buldukları yol, devlet terörü, daha fazla yalan, daha fazla karanlık, daha aktif hilekârlıktır.

Tüm bunlar olurken, toplumun değişik kesimlerinden sesler yükselmektedir. Tanınmış kişilerin tweetlerinde “her şey çok güzel olacak” gibi bir söz geçtiği için, Saray Rejimi, çeteler harekete geçmiştir. Yakın döneme kadar sessiz kalan bu tanınmış kişiler, peş peşe tehditler almaya başlamışlardır. “Bunun bedelini ödeyeceksiniz” tarzında açıklamalar yükselmektedir.

Bahçeli, “her şey çok güzel olacak” diyen Cem Yılmaz için, “Cem Yılmaz’ı bundan sonra sevemem” demektedir. Cem Yılmaz, Bahçeli’nin sevgisi olmadan, muhtemelen kendini daha iyi hissedecektir. Saray Rejimi’nin bu baskıcı ve esir alan “sevgisi”nden kurtulduğu için, muhtemelen kendini daha özgür hissediyordur.

Cem Küçük, “bu ülkede bedel ödeme kültürünü kesinlikle oturtacağız” demektedir. Burada durmuyor “Gezi terörizmini destekleyen gazeteciler ve sanatçılar zerre kadar bedel ödemediler” diyor. Bunlara bedel ödetmekten söz ediyor. Ahmet Hakan’ı, Fatih Altaylı’yı, Hande Fırat’ı bile ismen anmayı ihmal etmiyor. “Gülben Ergen, Sevilay Yılman bugün iş buldu ise bunu Binali Yıldırım’a borçludur. Yoksa Yılman bir ‘medeni ölü’ydü. Fakat Yılman da esen rüzgâr var sanıp 8 Mayıs’ta Habertürk’te yazdığı bir yazıyla anında Binali Yıldırım’ı sattı ve Ekrem İmamoğlu’na destek verdi. Bu gerçeği Binali Yıldırım ve basın danışmanı Sinan Çetin de görmeli” diyor.

“İktidar nimetlerinden istifade edip zor gününde satan sözde sanatçıları bizim taraf ekranlarında gördüğünüz an lütfen bana haber verin sayın okurlarım” diyerek, Cem Küçük, okurlarını aktif göreve çağırıyor.

“Her şey çok güzel olacak” sözünün yasaklandığı duyuruluyor. Bunun üzerine Soylu, “bir kelime bütününe, bir cümle bütününe yönelik yasaklama söz konusu değil” diye düzeltiyor. Demek ki, bir kelime bütününe yasak koymak, bir cümleye yasak koymak da mümkün imiş.

Tüm bunlar, bir, Saray Rejimi’nin içinde bulunduğu kaybetme ruh hâlinin göstergesidir, korkularının göstergesidir. Ama bir o kadar da itiraftırlar.

Erdoğan, kapalı bir toplantıda, “karınlarını doyuruyoruz ama yine de oy vermiyorlar” diyor. Midelerini doyuruyoruz dediği seçmenler midir? Yoksa, daha çok AK Parti’nin kadrolarının eksik çalışmasından mı yakınıyor?

Bu bir itiraftır.

Rüşvet ile oy almanın itirafıdır.

Seçimleri kaybettiğini bildiğinin itirafıdır.

Seçimlerde yaptıkları hilelere rağmen kazanamadıklarının itirafıdır.

Erdoğan’ın, Saray Rejimi’nin karınlarını doyurduğu kimlerdir? Gerçekte, ortada büyük bir açlık, büyük bir işsizlik, büyük bir yoksulluk vardır. Bu açlık, işsizlik, yoksulluğun karşısında, bir saatte trilyonlar götüren, hortumcular, yağmacılar vardır. Bu yağmacıların, bu hortumcuların karınlarını doyurdukları açıktır.

Cem Küçük, karnı doyurulduğu hâlde oy vermeyenlere de bir ceza kesmeli, onlara da bir ödetilecek bedel çıkarmalıdır. Bu, karnı doyurulduğu hâlde oy vermeyenleri, Cem Küçük’ün saygı değer okurları, her gördükleri fırsatta kendisine ihbar etmelidirler. Hatta bununla tek tek uğraşmayıp, İstanbul’un tümünü cezalandırmayı önermesi daha yerinde olur. Zira, o kadar da çok zamanları yok.

Saray Rejimi’nde korku ve telâş vardır.

Saray Rejimi ve AK Parti’de çözülme süreci yaşanmaktadır.

Ve bunu önlemek için, medya aracılığı ile şantaj, medya aracılığı ile daha fazla yalan ve karanlık pompalama, direnen herkese karşı, hakkını arayan herkese karşı daha fazla şiddet, çeteleri sahaya daha fazla sürmek dışında yolları da kalmamış gibidir.

Peki, İstanbul seçimlerini “kazanırlarsa”, bu çözülme, bu telâş bitecek midir? Bir moral bulacakları kesin, ama gerçekte bu seçimleri çoktan kaybetmişlerdir. 31 Mart’ta bu ortaya çıkmıştır. “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” diyorlar. Demek ki, kaybettik ama vermiyoruz, diyorlar. Tekrar bunu yapacaklardır. Peki ne değişecek? Bu süreç durdurulabilir mi?

Baskı, şiddet, adaletsizlik karşısında gelişmeye başlayan direniş sona mı erecektir? Bu mümkün değildir. Bunu onlar da biliyorlar.

İstanbul seçimlerini ikinci kere kaybederlerse, bu kez, telâşları, çözülüşleri duracak mı?

Bu kanın, bu baskının, bu yalanların, bu şiddetin üzerinde oturmak ne zamana kadar mümkündür?

Bu seçim sürecinde, hem baskının, şiddetin, yalanın, karartmanın farklı biçimlerini göreceğiz, hem de tuhaf itiraflar duyacağız. Böyle görünüyor.

Ama Saray Rejimi, halkın direnişi, işçi sınıfının örgütlülüğünün gelişmesine bağlı olarak yıkılacaktır. Ana halka burasıdır. Biz devrimciler, bu noktaya gözümüzü dikmeliyiz.

Güzellik direnişle gelir.

Güç, örgütlülükle sağlanır.

Özgürlük, örgütlü direnişle elde edilir.

İran’a karşı saldırı histerisi

ABD yönetimi, Trump ile birlikte, önce, İran ile yapılmış nükleer anlaşmayı tek taraflı olarak iptal ettiğini duyurdu. Sanırım, bunun üzerinden iki yıl geçmiştir. İki yıl boyunca Trump, bir yandan Suriye’den çekileceğini açıkladı, diğer yandan ise başka alanlarda saldırı planları devreye soktu.

Biz bu süre içinde, eğer doğru anladıksa, ABD içinde iki ayrı politikanın var olduğunu gördük. En azından iki ayrı. Biri şahin ve saldırgan politikadır, diğeri ise daha ağırdan alan bir politikadır. Doğru anladıksa diyoruz, çünkü, belki de bu durum, bir rol gereğidir. Yani biri şahin, diğeri güvercin olan iki kanat gösterilerek, ABD’nin kaybettiği hegemonyayı kazanmaya çalışıyorlar. En azından biz, bunu net olarak bilemiyoruz. Bilenler olduğu ise kesindir.

Trump, her gün ne dedi ise, tıpkı Erdoğan gibi, ertesi gün de tersini söylemiş ya da yapmıştır. Bu nedenle, ne kadar ağırlığı olduğu da tartışılır. Tıpkı Erdoğan gibi. 31 Mart gecesi Erdoğan, seçimi kaybettiğini, büyükşehir belediyesini kaybettiğini açıklıyordu. Ama sonra, seçimin açık olarak iptalini emretti. Demek, “küçük Amerika olmak”, biraz da böyle gerçekleşiyor.

Trump, son aylarda, hızla İran’ın üzerine saldırı planları yaptığını açıklamaya başladı. Trump, ABD, öncelikle, Arap ülkelerini, başta Suudi Arabistan olmak üzere, İran karşıtı bir cephede, İsrail yanında toplamaya başladı.

ABD’nin Suriye savaşındaki planı ile uyumludur. Clinton ekibi, eğer başarabilse idi, Suriye’yi hallettikten sonra, İran’a saldıracaktı. Suriye, İran’a giriş için bir anahtar idi. Ama öyle olmadı. Suriye’de ABD ve müttefikleri açıkça yenildiler.

Ama bu “lokal” yenilgi, ABD’yi durdurmaya yetmedi. Önce Ukrayna ile başladılar. Ukrayna, Rusya’yı sıkıştırmanın yolu olarak görüldü. Başarılı olamadılar. Elbette Ukrayna’dan, orada savaşı kışkırtmadan vazgeçmeyecekleri açıktır.

Ardından, Çin’e karşı harekete geçtiler. Sadece anlamsız bir ekonomik savaş başlatmadılar. Aynı zamanda Çin’e karşı, Hindistan’a karşı Keşmir’den denemeler başlattılar. Biraz hazırlıksız oldukları anlaşılıyor. Ama bundan da vazgeçmeyecekleri kesindir.

Ardından ise, Venezuela’ya karşı saldırıya geçtiler. Maduro yönetimine karşı tehditler, komplolar hiç bitmedi ve nihayet darbe denemesi ile 30 Nisan’da sahaya çıktılar. Orada da kaybettiler. Yine vazgeçmeyecekleri kesindir.

Ve bu dört “sıcak” noktaya yenilerini eklemek istiyorlar.

Kendilerine tetikçilik edecek ülkeleri de devreye sokuyorlar. Bölgemizde Erdoğan, tam bir ABD tetikçisidir, sadece “kuyruğunu” Rusya’ya kaptırmıştır. Yoksa Erdoğan’ın eline meşaleyi verip istedikleri yeri yangın yerine çevirmekte tereddüt etmezler. Bölgemizde Suudi Rejimi tam bir tetikçidir, hem de parası da var. İran’a karşı cephe oluşturmak için her türlü rezilliği yapmakta beis görmemektedir.

Ve ABD, Venezuela sonrasında, hızla okun ucuna, hedef tahtasına İran’ı koydu.

Aynı anda, Çin denizinde Çin’e karşı hamleler yapmaya başladı.

Demek ki, bu dört sıcak noktaya yenilerini ekleyecektir. Büyük ve dünya çapında süren bu savaştan kesin bir yenilgi alıncaya kadar, bu süreci süreceği anlaşılıyor. Ya da bu süreci, ancak yeni bir sosyalist devrim dalgası durdurabilir. Bu dalga, ABD halklarının isyanı ile birleşebilirse…

Elbette İran, ne bir Afganistan’dır, ne bir Irak. ABD’nin politikalarına diplomatik olarak da son derece akıllıca hamlelerle yanıt verebilecek geleneğe sahiptir. Ama ABD, saldırı niyetlerini açıktan ortaya koymaktan çekinmemektedir. Uçak gemileri ve beraberindekiler, bölgeye yığılmıştır.

120 bin asker gönderme planı, bir açıklanıp, bir yalanlanmaktadır.

Muhtemelen ABD, sahaya sürmek üzere, İran’a karşı Türk ordusunu düşünmektedir. Bunun o kadar kolay olmadığı da açıktır. Sonuçta ABD açısından fark etmez, İran ve Türkiye savaşırsa, buradan her ikisi de zararla çıkar ve bu ABD için bir kazançtır.

Suriye’den çekileceğini 6 ay önce ilan eden Trump idi. ABD, yıllar önce Afganistan ve Irak’tan çekileceğini ilan etmişti. Ama ortada hiçbir emare yoktur. Tersine, saldırı için hazırlık yapar görünmektedirler.

İran’a karşı savaş, savaşı dünya çapına yayma eğilimi demektir.

İran, bu savaşı, sadece İran topraklarında kabul etmeyecektir dersek, kâhin olarak görülmemiş oluruz.

Öte yandan ABD, bu saldırı ile, esas olarak Rusya ve Çin’i sınırlandırıp, dünyanın paylaşımı için, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa ile karşı karşıya gelme isteğindedir. Rusya ve Çin, anlaşılan o ki, bir savaş istememektedirler ve bunu ertelemek için uğraşmaktadırlar. Her ikisi de, kendilerine karşı tehdidi durdurma isteğindedirler.

Hegemonyasını kaybetmeye başlamış ABD, durma niyetinde değil gibi görünmektedir. Bu nedenle, yeni savaş noktaları açmakta tereddüt etmemektedir.

İran savaşı, kuşku yok ki, bölgemizi kana boyayacaktır. Suudi krallığı başta olmak üzere, birçok Arap ülkesi, böylesi bir savaş için çok heveslidir. İsrail, elbette heveslidir. Türkiye’nin de fırsat kolladığı açıktır.

Türkiye, Rusya ile S-400 anlaşmalarını bozmak için de fırsat kollamaktadır.

Dahası böylesi bir savaş, bölge halklarına karşı katliam politikalarının devreye girmesi de demektir. Savaş bahane edilerek, tıpkı 1915’te olduğu gibi, bölgede direnen halklara karşı katliamlar gündeme getirilmesi mümkündür. Kürt halkı ve Filistin halkları ile sınırlı olmayacağı da açıktır.

Öte yandan, bu savaş, İran tarafından “olmayacak bir savaş” olarak da görülmektedir. Bu durumda bile, ABD, bölgede gerilimi artıracak, tüm bölgeyi etkileyecek sonuçlar elde edecektir. Bu durum sadece İsrail’in ABD tarafından korunması isteği ile sınırlı bir durum değildir.

ABD, bölgede, yeniden yerleşmektedir.

Suudi Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki üslerini takviye etmekte, yeni üsler oluşturmaktadır. Buna Suriye de dahildir.

Suriye ordusunun İdlib’den gelen saldırılara karşı, artık saldırıya geçmesi de bu durumun bir parçasıdır. Tüm bölgeyi saran bir yeni gerilim gelişmektedir. Bu yolla ABD, bölgede kalıcı olduğunu beyan etmek istemektedir.

Suriye savaşının bitirilmesi bu kadar yakın iken, ABD yeni hamlelerle süreci uzatmaktadır.

Türkiye, en başından beri, buna Soçi mutabakatı da dahil, Suriye savaşında Rusya’yı oyalamak için rol almıştır. Evet bir yandan Rusya ile zorunlu bir işbirliği içine girmiştir. Rusya ve İran ile bu zorunlu işbirliği, aslında ABD hamlelerine de bir engel değildir.

ABD, bugünlerde İran’a karşı bir savaş senaryosunu devreye sokamasa dahi, bunun için hazırlıklar yapacak ve savaş naralarını yükseltecektir. Bu durumda, biraz daha uzak bir dönemde, bu aynı savaş, yeniden gündeme gelecektir.

ABD, ne Ukrayna’dan, ne Venezuela’dan, ne Çin denizindeki hamlelerinden, ne Suriye’den çekilme niyetinde değildir. İran hamleleri, açıkça bu durumu göstermektedir. ABD sadece ve sadece, AB ülkeleri ve Japonya’dan destek arama peşindedir. Bir adım ileri atıp, iki adım geri çekilmesi, aslında ABD’nin iki farklı politikasının ürünü müdür, yoksa durumun gereği midir? Önemli soru budur. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, ipi gerip gevşeterek, daha büyük çaplı bir savaş için hazırlıklar yapmaktadır.

İran sürecinin ardından, başka noktalardan, yeni gerilim yaratan provokasyon hamleleri devreye sokacağı kesindir.

İran’a karşı savaş, tüm bölge halklarının kaybı demektir. Elbette, bölge ülkelerinde ABD kuklası iktidarlardan söz etmiyoruz. Doğrudan halklardan söz ediyoruz. Bu ne Arap halklarının, ne diğer halkların yararına bir durum yaratmaz.

Bu nedenle de, ancak ve ancak bu savaş, bölge halklarının kararlı anti-emperyalist mücadelesi ve tutumu ile önlenebilir. Suriye halklarının, Kürt halkının, Filistinlilerin gösterdiği direniş daha da genişleyebilirse, diğer bölge halklarına etki ederse, Mısır, Irak ve Türkiye gibi bölge ülkelerinin halklarını içine alırsa, işte o zaman savaş önlenebilir. Demek ki, ülkemiz halklarının direnişi, burada büyük önem taşımaktadır.

Saray Rejimi’nin baskıcı, IŞİD terörünü destekleyen, çeteleri besleyen, katliamcı, provokatif eylemlerine karşı gelişmekte olan direniş, işte tam da bu nedenle çok kıymetlidir. Barış ve özgürlük, büyük güçlere bel bağlamaktan geçmiyor, kendi gücünü, direnişi geliştirmekten, örgütlemekten geçiyor. ABD ve AB emperyalist güçlerinin halkları kullanmaktan, onları savaşlarının araçları hâline getirmekten başka bir amacı yoktur, olamaz.

Bu uzak gibi görünen bir çıkıştır. Ama bunun temeli vardır. Bölgemizde direniş gelişmektedir. Zor olduğu kesindir. Ama “imkânsızı istemek” denilen şey tam da budur. Kürt halkının ve diğer halkların gösterdiği direniş, bunun en somut kanıtıdır. Halklar, kendi geleceğini, kendi kaderini kendi ellerine alma olanağına, en zor durumda bile, sahiptir.

Emperyalist paylaşım savaşı ve ABD’nin saldırı histerisi, ancak bu yolla önlenebilir.

Venezuela’da darbe girişimi, ABD hegemonyasının sonu mu?

ABD, Venezuela’da, hiç de şaşırtıcı olmayan bir deneme daha yaptı, Maduro hükümetine karşı darbe girişimini sahneye koydu. Kendini “başkan” ilan eden, bunu ABD eli ile yapan, arkadaki faşist güçlerin öne sürdüğü bir “lider”, bir askerî üsteki “askerlerle” birlikte görüntü vererek, ülke yönetimine el koymak üzere, darbe yaptıklarını ilan ettiler.

“Başkan” ilan edilen ABD kuklası, bu açıklamayı yapar yapmaz, gladio artıkları harekete geçti. Ama çok kısa bir süre içinde halk, Maduro tarafından yapılan açıklamalara uygun olarak sokaklarda darbecilere karşı harekete geçti. Aynı anda, ordu, ana kadrosu ile hükümete bağlılığını ilan etti ve darbeci askerler, kısa sürede bastırıldı.

Gladiocu faşist liderler İspanya konsolosluğuna sığındı. Ama ABD’nin emri ile kendini “başkan” ilan eden, henüz tutuklu değil. Darbeye katılan askerlerin %80’i ise, aslında kendilerinin kandırıldığını, bir darbe yapılacağından bilgilerinin olmadığını söylediler.

Demek oluyor ki, ABD, Saddam rejiminin generallerini satın aldığı gibi, Venezuela’da bazı generalleri satın almaya çalışmış, bunun belki bir bölümünü satın almış, ama oldukça etkisiz bir darbe gerçekleştirmiştir.

ABD Doları, acaba cazibesini mi kaybediyor nedir, bazı durumlarda insanları satın almaya yetmiyormuş.

Bu, belki bizim ülkemizde, kendini, kalemini, kafasını, ülkesini 100 dolara satan politikacı, yargıç, general ve bürokratlar için ilgi çekici olabilir. Ortadoğu’da, kendini 100 dolara satan çok adam bulmak mümkündür. Hatta bir bölümü, ABD adına, ABD’den daha Amerikancı kesilmektedir ve gönüllü olarak bu işi yaptıkları şüphesi bile vardır.

Latin Amerika’da, belki direniş geleneğinin, belki yüzlerce yıllık direniş geçmişinin bir sonucu olarak, 100 dolar ve daha fazlası işe yaramayabiliyor.

Venezuela halkı, Bolivarcı geleneğine bir kere daha sahip çıktı.

Chávez’in ardından, Maduro’nun, hem halk desteğinin yeterli olmadığı, hem de liderliğinin Chávez kadar güçlü olmadığı inancı vardır. Bu hâlâ geçerlidir. Chávez’in daha atak politikalar izlediği, oysa Maduro’nun daha “ılımlı” politikalar izlediği fikri yaygındır. En azından, bu darbe sürecinde, Maduro’nun kolay lokma olmadığı ve halkın Bolivarcı geleneğe sahip çıkma potansiyelinin fiilî bir güç olduğu anlaşılmıştır.

Venezuela, ciddi ölçüde ambargo ve içeride tahrip edici burjuva-faşist muhalefet ile uğraşmaktadır. Dışarıdan ambargo, içeriden ise zenginlerin sistemi tıkama girişimleri, ekonomik anlamda ciddi sorunların oluşmasına neden olmuştur. Bu ciddi ekonomik sorunlar, aslında bir savaşın parçasıdır. Petrol şirketlerinin kamulaştırılması süreci ile başlayan Bolivarcı değişim, karşısında ciddi bir burjuva direniş bulmaktadır. Bu direniş, ABD tarafından ciddi tarzda desteklenmektedir. Bu gerici faşist çeteler, her yolla saldırılarını sürdürmektedir.

Ve Venezuela, tüm bunları baskı ve yasaklarla yok etme yolunu etkin bir tarzda izlemiyor. Hâlâ, ülkede basın, iktidarın denetimi altında değil ve bunu biraz da Maduro yönetiminin yapmak istemediği söyleniyor.

Bizim ülkemizdeki Saray Rejimi ve basını düşünürsek, Venezuela’ya diktatörlük demek, ancak bizim sol-liberallerimizin işi olabiliyor. Kendi ülkelerindeki baskıya, şiddete, zulme, işkenceye, basının durumuna kısacası Saray Rejimi’nin tüm hukuksuzluklarına sesini çıkaramayanlar, konu Venezuela olunca, “diktatör” sözünü kullanmakta duraksamıyorlar.

Venezuela’da bir ikili iktidar durumu fiilî olarak vardır. Bir yandan, parlamentoda çoğunluğu elinde tutanlar, diğer tarafta ise seçilmiş ülke yönetimi ve onun Bolivarcı örgütlenmeleri.

Darbe, durumu, Bolivarcı komiteler, örgütlenmeler ve Maduro taraftarları aleyhinde değiştirme girişimi idi. Ama başaramadı ve şimdi durum, bu faşist çetelerin aleyhinde ilerlemektedir.

Çılgına dönen ABD yönetimi, Venezuela’ya askerî müdahale tehditlerini savurmakta, bu konuda Rusya ve Çin’i suçlamakta, onların Maduro’ya destek verdiklerini ilan etmektedir. O kadar ki, konu Venezuela değil, konu Rusya ve Çin’in etkisinin sınırlandırılmasıdır diye açıktan beyanat veren ABD yetkililerine bile rastlanmaktadır.

ABD, Kolombiya sınırında, Blackwater isimli şirkete bağlı kontr-gerilla timlerini bekletmektedir. 5 bin Blackwater paralı askeri, Kolombiya sınırında beklemektedir.

Blackwater paralı askerlerini Irak savaşından biliyoruz. Bunlar, sadece Irak’ta öldürülen milyonlarca insanın katili değil, aynı zamanda Irak’ın yağmalanmasının da aktörleridir. ABD, Amerikan sermayesi, bu güçleri sahaya sürerek, kontr-gerilla savaş taktiklerini uygulamaktadır.

ABD, Venezuela’da, Suriye’dekine benzer bir uygulama devreye sokmak istiyor. Suriye’de Türkiye üzerinden çeteler, IŞİD grupları devreye sokulmuştu. Şimdi aynı uygulamayı, bazı farklılıklarla Kolombiya üzerinden Venezuela’ya karşı devreye sokmak istiyorlar.

ABD, Venezuela’da Rus askerî ve gıda desteğinin önünü almak, Venezuela’yı yalnızlaştırmak istiyor. Bu nedenle, Küba ve Bolivya’ya karşı tehditler savuruyorlar. Küba ve Bolivya’nın varlığı, savaşın tüm Latin Amerika’yı, aynı anlama gelmek üzere tüm Amerika’yı sarması anlamına da geliyor. Her ne kadar Brezilya’da bir darbe ile seçilmiş sol yönetimi alaşağı etmeyi başarmış olsalar da, Meksika dahil tüm Latin Amerika halkları, bu darbenin açık olarak karşısında, ABD’ye karşı savaşma cesaretindedir.

Venezuela’da askerî darbe girişimi, ABD’nin tüm planlarını bir kere daha deşifre etmiş, ABD’nin ne kadar saldırgan bir politika izlediğini bir kere daha ortaya koymuştur. Muhtemeldir ki, darbe girişimi, vaktinden önce öğrenilmiş ve erkene alınmıştır.

Ama bu darbe girişiminin bastırılması, ABD’nin hegemonyasına bel bağlayan, ABD adına hareket etmekten çekinmeyen sömürge ülkelerdeki yönetimleri de düşündürmeye başlayacaktır. Ve belirtmek gerekir ki, nedeni ne olursa olsun, Erdoğan’ın darbeyi kınaması önemlidir.

ABD hegemonyası açısından ise, bakıldığında ilgi çekici bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kaldıraç okurları, bizim bu süreci, çok zamandır, Üçüncü Paylaşım Savaşı olarak adlandırdığımızı bilirler. Bu dünya savaşı, farklı bir seyir izlemektedir.

Suriye savaşı ile ABD, karşısında bir direniş cephesi buldu. Rusya ve Çin liderliğindeki bu direniş cephesi, Suriye’de, bugüne kadar ABD planlarının başarısını önlemeyi başarmıştır. ABD ve onunla birlikte Suudi Arabistan, İngiltere, İsrail ve Türkiye, yanlarına bazı küçük destekçi ülkeleri de siz koyun, net bir kayıp yaşamışlardır.

ABD, Suriye savaşındaki gerilemesine karşılık, bir anda Ukrayna üzerinde bir cephe açmıştır. Bu cephe ile Almanya başta olmak üzere, Avrupa’yı Rusya’ya karşı harekete geçirmiştir. Ama görünen o ki, Ukrayna’da da işler istediği gibi gitmemektedir. Elbette bir karışıklık ortaya çıkmış, uzun yıllara dayalı Rusya ve Ukrayna kardeşliği ciddi yaralar almıştır.

ABD, Suriye ve Ukrayna’dan sonra, iki cephe daha açmaya başlamıştır. Biri, Suriye’den IŞİD çetelerini taşıdıkları Pakistan ve Afganistan üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı bir cephedir. İkincisi ise Venezuela’dır.

Suriye cephesi, gerçekte içine İran’ı da alacak tarzda büyütülmektedir. İran’a karşı son dönemde ortaya konan saldırganlık ve ambargolar, Suriye cephesinin devamı niteliğindedir. Bu nedenle açıkça söylemek gerekir ki, Suriye’nin tümünde ABD ve diğer ülkelere ait askerler geri çekilmedikçe, Suriye topraklarının işgali sona ermedikçe, İran’a karşı saldırı politikası daha da artırılacaktır.

Suriye’de savaşı kaybettikleri hâlde, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye’nin geri çekilmemesi, dahası Türkiye’nin özellikle işgal ettiği topraklar üzerinden savaşı uzun süreye yayması ABD’nin İran saldırganlığının bir parçasıdır. ABD, açık olarak Türkiye’ye, Moskova’yı oyalama görevini vermiştir. Sonuçta, Astana sürecinin ülkeleri olan Rusya ve İran’dan farklı olarak Türkiye, Suriye’de işgalcidir. İşgal ettiği topraklardan kolaylıkla çekilmeyeceğini de beyan etmektedir. Türkiye, açık olarak Rusya’yı İdlib’de oyalamaktadır. Rusların, siyasal çözüm arayışı, Suriye ve Türkiye’nin karşılıklı savaşa girmesini istememesi, bu oyalama sürecini işler hâle getirmektedir. Fırsattan yararlanan Türkiye, Şırnak üzerinden Suriye ve Irak topraklarına sarkmaya çalışmaktadır. İdlib’deki durum, Türkiye’nin, bir ABD projesi olarak devreye soktuğu oyalama manevralarına olanak sağlamaktadır.

Muhtemeldir ki ABD, Erdoğan’a olan desteğini İdlib ve Suriye politikalarına bağlamıştır.

ABD, bu süreçte, savaşı dünyanın farklı noktalarına yayma isteğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu dört noktaya bir yenisini ekleyeceklerinden şüphe duymamak gerekir. Zira ABD’nin saldırganlık dışında başka yolu yoktur. ABD’nin, durum değerlendirmesi yapıp, bu koşullarda dünya hegemonyası iddialarından çekiliyoruz demesini beklemek, oldukça hayalci olacaktır. Ekonomisi savaş sanayiine dayalıdır ve gerginliklerden para kazanmaktadır. Ama bu, sadece bununla sınırlı değildir. AB ile ekonomik anlamda kıyaslandığında birçok dezavantajı vardır ve bu koşullarda, paylaşım savaşımından kayıpları çok büyük olacaktır. Öte yandan askerî üstünlüğü de birçok ülkeye göre açıktır ve bu avantajını kullanmaktan çekinmediği de açıktır. Tarih de bunun kanıtları ile doludur. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, hiçbir neden yok iken, Japonya’ya attıkları atom bombaları, bunun kanıtıdır. Bunu durduracak şey, ABD halklarının içeride geliştireceği direniştir. Böylesi bir direniş, kapitalizme karşı savaşan tüm dünya halklarının, dünya işçi sınıfının mücadelesi açısından çok büyük bir değere sahip olacaktır.

Dikkat edilirse ABD, savaşa giriştiği hiçbir yerden, aldığı yenilgiler nedeni ile çekilme eğilimi taşımamaktadır. Afganistan ve Irak’tan çekileceklerini açıklamışlardı. Bu Obama döneminde söylenen, açıkta ilan edilen bir şey idi. Ama buna rağmen, ortalıkta çekilme işaretleri yoktur. Sadece ABD, her yeni durumda kendine ittifaklar kuracak ve NATO’yu ayakta tutacak adımlar atmakta, yeni manevralar devreye sokmaktadır.

NATO, ABD denetimindedir ve ABD’nin en başta AB ülkelerini, bazı rakiplerini denetim altında tutma aracı durumundadır. NATO yeri geldiğinde bir tehdit aracıdır. Ve emperyalist güçler arasındaki rekabet ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, NATO’yu dağıtma eğilimi ortaya çıkmaktan uzaktır.

Emperyalist güçlerin özellikle beşini saymak gerekir. Bunlar ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bu beşli güç, kendi aralarında dünyayı paylaşmak için sadece ticari bir savaş yürütmüyorlar. Söz konusu olan Çin oldu mu, hemen ortaklaşa hareket edebilme olanakları yaratıyorlar. Söz konusu olan Rusya oldu mu, hepsi birlikte ortaklaşa ambargolar uygulamaktadırlar. Bugün, Rusya ve İran’a karşı ambargolara AB ve diğer emperyalist güçlerin açık destek vermediğini hayal edin, bu durumda bu ambargolar, tümden işlevsiz kalırdı.

Venezuela meselesine bir de bu açıdan bakmak gerekir. Konu Venezuela oldu mu, bu güçler hemen bir araya gelmektedir.

Evet, ABD, hegemonyasını kaybetmeye başlamıştır. SSCB çözüldüğünde, “dünya imparatorluğu” planlarını ilan etmişlerdi. Bugün, başka güçlerin de var olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Ama buna rağmen, ABD saldırganlığını artırarak sürdürmektedir. Bu saldırganlık, dünyanın kaynaklarının savaşa ve silâh sanayiine kayması demektir ve bu oldukça artarak sürmektedir.

Dünya halklarının, insanlığın, bu savaşa, bu emperyalist politikalara, emperyalist yağmaya karşı tek umudu, kendi gücü ile, her türlü zorbalığı, her türlü sömürüyü yeryüzünden silecek bir direniş geliştirmesinden geçmektedir.

Dünyada eksik olan şey, işçi sınıfının dünya çapındaki örgütlenmesidir.

Ancak yeni bir sosyalist devrim dalgası savaşlara ve emperyalist hegemonyaya son verebilir, yeryüzünü bir cennet hâline getirebilir ve dünyayı kurtarabilir. Dünya ve onun üzerinde varlığını sürdüren insanlık, ancak proletarya enternasyonalizmi ile varlığını koruyabilir.

Bu, sadece emperyalist hegemonyaya, sadece sömürüye son verme savaşı değildir. İnsanlığın varlık ve yokluk mücadelesidir. Sosyalizm dışında hiçbir şey, her türlü ayrımcılığa, her türlü sömürüye ve nihayet sınıfların varlığına son veremez.

Dünyanın tüm işçileri, dünyanın tüm ezilenleri birleşiniz!