Ana Sayfa Blog Sayfa 121

Ya bu düzenle çürümek ya da insanca bir yaşamı örmek

Geçtiğimiz günlerde yine bir taciz haberini internet sayfalarında okuduk. Habere konu olan görüntülere göre tutuklu avukatlar için eylem yapanlara saldıran polis bir kadını gözaltına alınırken fiziki tacizde bulunuyor. Bunun üzerine emniyetten tutun saray medyasına, yargısından Soylu’ya herkes taciz edilen kadın üzerinden bir karalama kampanyasına girişiyor. Dikkat ederseniz tacizciyi aklama değil taciz edileni karalama kampanyasıdır söz konusu olan. Gördüğümüz üzere de olanları gizlemeye yahut üzerini kapatmaya çalışmamaktadır aksine savunmaktadır. Saray rejimi tam da budur; ne kadar rezillik, kepazelik ve ahlaksızlık varsa hepsi onun kendini var etme biçimidir, başka bir şey beklenemezdi.

Bugün tacizci polise “evladımız” diyenler daha dün tecavüz edilip camdan atılan Şule Çet için düzmece adli tıp raporları vermedi mi? 45 çocuğa tecavüz edilmesiyle kendini duyuran Ensar Vakfı bugün belki de yüzlerce okulda ders vermiyor mu? Daha bunlar gibi birçok örneğe günlük hayatımızda rastlıyoruz. Bütün olup bitene, her gün izlediğimiz, okuduğumuz cinsel saldırılara cinayetlere ve savunucularına karşı sessiz kalmak aynı şekilde suça ortak olmak demektir.

Daha kaç tacizin, tecavüzün yaşanması daha kaç insanın ölmesi gerekmekte bunun anlaşılması için? Bizler çözümü ellerimizle yaratmadıkça bütün bu rezilliğe onay veriyor değil miyiz bir yönüyle de? “Bu kadarı da fazla” dediğimiz olaylar gün geçtikçe daha çirkin bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor, “bu kadarı” fazla değilmiş, hatta yeterli bile değilmiş demek ki bu rezilliğin sonu gelmiyor. Demek ki bizlerde daha kirlisini, daha çürümüşünü de görmeye razı, olan biteni kanıksayan bir taraf var. O taraf sayesinde bu kepazeliğe rağmen uykularımız kaçmıyor. İşte o tarafımız bizi bütün bu çürümüş sisteme karşı sesimizi yükseltmemize, bütün bu sistemi reddetmemize engel oluyor. İşte o tarafımız, sistemle çürüyen tarafımızdır.

Her şey apaçık: Bu düzenin içinde kendini tarifleyip insan olmak mümkün değil. İki seçenek var, ya bu düzenin içinde o çürüyen tarafı büyütecek, nihayetinde insan dışı, çürük bir varlık haline geleceksin. Ya da bütün bu düzeni reddedip, ona karşı duracak, bu sistemi ellerinle alaşağı etmenin yolunu bulacaksın.

Devrimci öğrenciler olarak çağrımızdır:

Yaşananların hepsi mevcut düzenin çürümüşlüğünün sonucu olduğu gibi çözümü de sisteme karşı olanlardadır. Bu sistemin kirlettiği insanlığı ancak ona karşı durarak temizlemek mümkündür ve bu pisliği de temizleyecek olan devrimdir, devrimcilerdir. Gelin; insan kalmak, insan olmak, insanca yaşamak için devrimcilerin safında örgütlenin!

Öldüren sermayenin kâr hırsıdır, İş cinayetlerini örgütlenerek durduracağız!

3 Mart 1992’de Kozlu maden katliamında yaşamını yitiren 263 işçinin, 3 Mart 2016’da Diyarbakır’da iş cinayetinde yitirdiğimiz inşaat işçisi yoldaşımız Duran Baysal’ın ve iş cinayetlerinde hayatını kaybeden tüm işçi kardeşlerimizin anısına; ‘İş Cinayetleriyle Mücadele Günü’ olarak anılan 3 Mart’ta, İstanbul’da bir etkinlik düzenliyoruz.

Ülkemizde yaşanan işçi cinayetleri ve gündem olarak öne çıkmamasına karşın daha fazla işçi ölümlerine sebep olan meslek hastalıklarının kapitalist sömürü düzeniyle ilişkisini ve iş cinayetlerini durdurmanın işçi sınıfının örgütlenmesiyle bağını ele alacağımız etkinliğe tüm işçi, emekçi kardeşlerimizi davet ediyoruz.

Program:

– Örgütsüz İşçinin Kaderi İş Cinayetleri
İşçi Gazetesi Temsilcisi

– İş Cinayetleri ve İşçi Hakları
Dr. Murat Özveri

– İşçi Sağlığı ve Güvenliği Alanında Mücadele Deneyimleri
Dev Yapı-İş Temsilcisi
Kanber Saygılı (Limter-İş)
Tezcan Acu (İnşaat-İş)
Süleyman Keskin (Enerji-Sen)

3 Mart 2016 Pazar Saat: 16.00

Kozyatağı Kültür Merkezi Toplantı A Salonu

İletişim: 0530 949 39 03

İşçi Gazetesi

“Saray Rejimi”nin meşrebi, “Bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkün olur”

Sizin de aklınıza takılmıyor mu? Bu kadar pespayelik, bu kadar kibir, bu denli zorbalık, bu kadar korkaklık, bu denli açgözlülük, bu kadar sinsilik, bu denli yozlaşma, bu denli dini kullanma, bu denli yalan, bu kadar karanlık, bu kadar köhnemişlik, bu denli pis koku, nasıl oluyor da, bugünlerde, zirve yapıyor?

Bu sorunun yanıtını belki bulamayız.

Ama, ortaya konan saray soytarılığını, peş peşe izleyebiliriz. Eğer birkaç olayı peş peşe, alt alta yazıp üzerine düşünürsek, belki de başka bir şey görme olanağımız ortaya çıkar. Gelin bunu deneyelim.

Bu saray soytarılığı mıdır, kibir midir, korku mudur anlamaya çalışırız.

Bu, halkı koyun yerine koymak mıdır, halktan korkmak mıdır, yoksa her ikisi birden bir arada mıdır, öğrenmeye çalışalım.

Bir seçme yapacağız.

Elbette, bu seçmeler içinde daha absürtleri, daha fazla cahillik korkanları, daha tuhafları, daha kibirlileri vardır. Eksik kalacağı kesin. Öyle ise, belki de siz de, yaşınız, işiniz ne olursa olsun, benzer bir kayıt tutar ve bize de yansıtabilirsiniz.

1- ABD, Kürtlere saldırmayın, diye uyarıda bulunuyor. Her timsahın yemeği sindirirken gözyaşı akıttığını biliriz. Eğer her gözyaşı akıtanın üzüldüğünü ezberlemiş olursak, timsah konusunda yanılmış oluruz. Hisli hayvan baksana, diye düşünürüz.

ABD, Kürtleri mi düşünüyor? Bin kere hayır.

Erdoğan ve Trump, ABD ve Türkiye, aralarındaki bakış açısı farklılığına rağmen, aynı takımın oyuncularıdır. ABD, Türkiye’yi Kürtlerin üzerine bir tehdit olarak sürüyor ve Kürtlere de gelin bana sığının, sizi ben korurum diyor.

Oysa biz, Barzani’yi biliriz. Barzani ve onun efendileri, Kürt halkının ağalık, feodalite, esaret, sömürge olarak kalma dönemini, geçmişini yansıtır. Kürt zenginlerinin Barzanici olması boşuna değildir. Barzani işbirlikçidir, her zaman öyle olmuştur.

Bir de Kürtlerin özgürlük ve sosyalizm için savaşan ana kitlesi vardır. Bugün, tüm Ortadoğu halklarının cephesinde olan, geniş Kürt emekçileri var.

ABD’nin neler yaptığını çok iyi biliyoruz.

Cumhurbaşkanlığından Altun, ABD’ye yanıt olarak, “Türkiye Kürtlerin düşmanı değil, hamisidir” demiş. Hami, koruyucu demektir.

Sizce bu kişi dalga mı geçiyor? Kürtleri salak mı sanıyor?

Sizin korumanız, kentleri yerle bir etmek, soykırım, çocukların öldürülmesi, ninelerin kurşunlanması, ölü bedenlerin sokaklarda sürüklenmesidir.

Kendine hami diyen, gerçekte ABD’nin emir eridir.

Sen kendini “hami” ilan etmeden, bir de Kürtlere sor.

Olay bu kadarla bitmedi.

Trump, tweetledi. İnsanoğlunun böyle bir kuş görmüşlüğü yoktur, ama doğrusu iyi tweetliyor. Şöye dedi: “Kürtlere saldırırsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz.”

Ve Erdoğan, ertesi gün Trump’la telefonda görüştü: “Trump’la anlayış birliğine vardığımıza inanıyorum” diye açıklama yaptı.

  • Trump ve Erdoğan, iyi rol yapabiliyorlar. Çünkü, her yaptıkları hata olduğundan, hata yaptıklarında seyirci bunu umursamıyor. Trump, “ekonomik olarak mahvetmek”ten söz ettiğinde, ağır konuşuyor gibidir. Ama bu efendinin uşağı, sahibin tetikçiyi azarlamasından başka bir şey değildir. Yoksa ortak işlerini yürütürler.

Trump’ın açıklaması planlara uygun olmalıdır. ABD yeni bir saldırı için geri çekiliyor, hepsi budur. Bu arada Türkiye’ye bazı görevler veriyor ve doğrusu Kürtleri de “sizin koruyucunuz benim” ile oyalamaya çalışıyor. Trump, Türkiye ile, bölgede korku salmaya çalışıyor. Ve emin olun, Türkiye’nin başını bir yere sokacaktır.

  • Erdoğan, acaba Trump’la anlaştı mı, yoksa anlaşmadı mı? Erdoğan anlayış birliğine vardığına inanıyor.
  • Tampon bölge konuşulmuş: Kürtlere karşı mı, yoksa Kürtleri korumak için mi? Öyle ya, IŞİD artık orada yok, kime karşı tampon bölge kurulacak. Acaba Erdoğan ne dediğini biliyor mu?
  • Tampon bölgeden çok söz edince, acaba Hatay bir tampon bölge haline gelir mi?

2- Bu birincisi çok ciddi oldu. Gelin ikincisine bakalım.

“Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir.”

Bu sözler, Cumhurbaşkanı’na aittir.

Bu kadar cehalet, ancak eğitimle sağlanabilir. Bu söz, tam da yerini buluyor.

Kaçıranlar için olay şöyledir. 1- Yılmaz Özdil, Cumhurbaşkanı bira içse iyi olurdu tarzında bir şeyler söylemiş. Cumhurbaşkanına bira içmeyi önermiş mi bilemiyoruz, ama zorladığına şahit olan yok. 2- 5 Ocak 2019’da gazeteci Alev Gürsoy Cimin, Rutkay Aziz ile röportaj yapmış. Sormuş: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fazıl Say’ın konserine gidecek. Fazıl Bey’in daveti bir adım değil mi sizce?” Ve yanıt almış: “Tabii canım bir adımdır. Atılsın yeter ki, gitsin Cumhurbaşkanı bir Mozart bir Beethoven dinlesin. Belki iyi gelir.” Burda da bir zorlama yok gibi, öyle değil mi?

Erdoğan, hemen kürsüde mikrofonu kapmış ve “Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir” diye buyurmuş.

  • Demek ki, Erdoğan, bira ve Mozart konusunda çok hassas, birisi önerdiğinde, bunu doğrudan zorlama olarak algılıyor. Bir tip, baştan çıkarıcı teklif gibi olmalı.
  • Bira içmek anlaşıldığına göre, meşrebine uymamaktadır.
  • Mozart dinlemek meşrebine uymamaktadır.
  • Ama Beethoven konusunda bir şey söylemediğine göre, Rutkay Aziz, bir cesaretle, Beethoven dinlemeye “zorlamalı”dır.
  • Bira, zorlamak, Beethoven, Mozart, müzik, faşistlik konusundaki bilgileri yanlıştır, eksiktir. En önemlisi, bunun farkında bile değildir.

3- Ulukışla ilçesinde, seçmen sayısı birden bire 5900’e çıkmıştır. Her yerde hile yapıldığı için, bunun da anlaşılması zor diye düşünmüş olmalılar. Ama o da ne, ilçenin nüfusu 5800. Yani ilçede hiç çocuk yok, herkes 18 yaşından büyük, demek ki ilkokul vb. de yok. Tamam ama yine de 100 kişi fazla.

Yakalandılar.

Ertesi gün, ilçe nüfus tabelası değiştirildi: 7300. Sayım mı yapıldı? Hayır. Ama tabela değiştirildi ve nüfus yükseldi. Konu milli gelir hesapları ve kişi başına düşen milli gelir olursa, o zaman da düşürecekler.

Öyle anlaşılıyor, TC devletinin nüfus müdürlükleri artık seçim öncesi seçmen işlerine özel olarak “bakıyor”lar. Soylu da buna uygundur. Soykırım planları için de nüfus kayıtları önemlidir.

Bu kadar da değil.

Bir evde en çok kaç seçmen bulunabilir. Her gün bu rakam yükseliyor, 18 ile başladık. Yetmedi, 30’a çıktı olmadı, 108’e çıktı olmadı. 300’ü geçti olmadı. En son 2 bin kişiyi aştı. Bir evde 2000 kişiden fazla olunca, o evin bir ilçe olması gerekir. Evin kaymakamı, evin belediye başkanı, evin karakol komutanı, evin jandarma bölüğü, evin müftüsü, evin milli eğitim müdürü vb. olması gerekir. Bu 2000’i aşkın kişiye hizmet verecek hastahane, eczane lazımdır. Bu 2000’den fazla kişi, 3 odalı bir evde, tüm yıl tuvalet sırasına girse, alt katta yaşayanların hâli nice olur?

4- Binali Yıldırım, öteden beri biraz komiktir. Komedi demeyelim de, traji-komik daha uygun düşer. Eminim, hiç kimse Samsun’da, eşinin lokantanın bir köşesinde yalnız ve kader mahkûmu gibi oturtulmasını unutamaz. Başörtülü hanımlara hakaret diye söze girenlere, bunun bir hakaret olup olmadığını sormak gerekir. Bu olaya gülen olmuşsa bile, sonra içi burkulmuştur.

Ama bu bir yana, Binali Yıldırım, AK Parti, İstanbul adayıdır. İstanbul için anketler yapılmış, Bilal Oğlan’ın seçilemeyeceğine karar verilmiş ve Binali Yıldırım seçilmiştir. Aday olmuştur.

Kendisi meclis başkanıdır ve meclis başkanının siyasi parti faaliyetlerine katılması yasaktır. Böyle olunca, normalen istifa etmesi gerekirdi. Oysa istifa etmemektedir.

  • İlk açıklaması, bu sorunun muhatabı ben değilim şeklindedir. Yani, bu soruyu Erdoğan’a sorun diyor. Erdoğan da, istifa etmesi gerekmez, diyor.
  • Binali, istemeyerek aday olmuştur. Erdoğan bunu farketmiş ve Binali’yi İzmir’de kendisine biatının sürdüğüne dair konuşturmuştur.

Binali aday olduktan sonra sorular gelmiştir, yanıt, “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”

İşte size altın söz “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”

  • Peki eğer seçim bir siyasi faaliyet değilse nedir? Mesela bir spor olabilir mi? Acaba seçim bir sanat dalı mıdır? Yoksa seçim, bir hile oyunu mudur? Binali’nin bildiği nedir de bunu söylüyor?
  • Binali, neden bu denli saçma bir yanıt veriyor? Acaba, istifa etmemek için sıkışmıştır da, tuvalete gitmeden önce mi bu yanıtı alelacele vermiştir? Yoksa Binali, “ben zaten aday olmak istemiyordum, durumu Kılıçdaroğlu’na bile anlattım. 3 saat görüştük. Beni başkan seçtirip, sonra Bilal’i benim yerime geçirecekler. Ben bu arada niye meclis başkanlığından istifa edeyim. Tüm bunları Kılıçdaroğlu’na anlattım. O da gitti Erdoğan’a anlattı. Ben oynamak istemiyorum” diyerek ne zaman ağlayacaktır.
  • Sahi, Kılıçdaroğlu, 3 saat boyunca Binali ile ne görüşmüştür? Özgür Özel, bunu neden açıklamamaktadır?
  • Acaba, Orhan Gencebay, “sanatta siyaset olmaz” derken, Binali’ye mi yanıt vermiştir, yoksa Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Deniz Çakır, Fazıl Say, Rutkay Aziz’e mi laf atmıştır? Orhan Baba, “sanatta siyaset olmaz” ise Saray’da işiniz ne, sizi kullanıyor olmasınlar, aldığınız paralar neyin karşılığı?

5- Binali Yıldırım’dan devam edelim.

Demiş ki, “herkes istifa etsin, biz de edelim.”

Binali, yine anlamamış ya da öyle yapıyor. Cehalet midir bu?

Yasaya göre meclis başkanı bağımsız olmalı imiş ve dahası açıkça yazılmış ki, meclis içinde ve dışında siyasi faaliyetlere, parti toplantılarına vb. de katılamazmış. Zaten öyle olduğu için Binali, mecliste oylama olursa oy kullanamamaktadır.

Yani, meclis başkanı, biraz “özel” gibidir.

Gerçekte hiçbir rolü kalmamış bir meclisin başkanının “tarafsız” olması da tuhaf. Hatta bir başkanı olması da tuhaf. Ama durum bu.

Binali Yıldırım, meclis başkanlığının kendisine sağladığı zırha, pek yakında ihtiyaç duyacağını düşünüyor olmalı ki, istifa etmek istemiyor.

Bizce yerden göğe haklıdır.

6- Erdoğan, ilginç sözler ediyor. Acaba, Merve Kavakçı ailesinden birisi mi sözlerini yazmaya başladı?

“Bu kapitalizm nelere kadir” demiş Erdoğan. Doğayı, ormanı, mormanı her şeyi yok ediyor diye buyurmuş. Biraz hata varsa kusura bakmayın, bir Gezici olarak, bu sözlere fazlası ile dikkat kesildim.

  • Kapitalizm nelere kadirmiş. İşte veciz söz budur. Erdoğan, cebindeki, evindeki, kasalardaki, İsviçre’deki vb. paralara bakıyor ve kapitalizmin nelere kadir olduğunu anlıyor.
  • Erdoğan, doğaya zarar verenin, ormanları kesenin, kapitalizm olduğunu söylüyor. Demek Erdoğan, kitleleri, sokağa, isyana çağıracak, işçileri greve çağıracak, halkları mahalle mahalle doğayı korumaya çağıracak, mesela sadece Karadeniz’de yapılmakta olan yüzlerce HES’i engelleyecek. Öyle mi acaba?

7- Ethem Sancak, namı değer “Şems”. Erdoğan’ı Mevlana’ya benzetirken, kendini de Şems olarak ilan eden âşık.

Hızla yükseldi.

Nihayet BMC’yi aldı. BMC’yi alınca, Erdoğan, Türkçe BMC demek yerine, ‘bi em si’ demeye başladı. Mevlana-Şems ilişkisinde Türkçe yerine İngilizce kısaltma okumak yok ama, bu kadarı “kadı kızında” da var.

Şems Ethem, Sakarya’daki tank palet fabrikasını da aldı. Üstelik tuhaf bir özelleştirme ile. Ne ihale var, ne teklif. Şems, Savunma Sanayi Zirvesi’nde, Ocak ayı ortasında, şunları anlatmış:

“Liderimiz bana dedi ki ‘Sen o otomotiv şirketinin altından kalkabilir misin?’ Valla ne emrederseniz onu yaparım. Ama buna gücüm yetmeyebilir. Elimdeki varidatım bu. Savunma sanayiine girmek o gün için bir macera. Ben de eski sosyalist yeni bir Müslüman olarak kardeşlerim arasında adil bölüşmüştüm serveti. 16’da bir parçası kalmıştı. Dedim, bu para var. Bununla alınabiliyorsa ihaleye gireyim. Ama diyelim ki aldım. Bunu emrettiğiniz gibi güçlü bir sanayi şirketi haline getirebilmem için güçlü bir fon olması lazım arkamda. ‘Ne yaparız” dedi. Sizin büyük ferasetinizle Arapların onurlu bir bölümünü kendine getirttiniz. Katar’la neredeyse tek millet iki devlet hâline geldik. Allah da gani gani para vermiş Katar’a. Emir de sizi kırmaz. Katar devletini ve silâhlı kuvvetlerini bana ortak ederseniz bu işin altından kalkarız. Sağolsun Sayın Emir’i aradı, o da kırmadı. BMC’nin yüzde 50 eksi birini Katar ordusuna sattım. Tek başına yapmak istemiyordum. Benim gibi deli bir Laz ortak da önerdi bana Sayın Cumhurbaşkanım. Onu da yanıma aldım; Talip Öztürk, eşit bölüştük.”

İşte size Şems olma hâli.

Demek ihale sistemi budur.

Demek, Katar bağlantılarını Şems emrediyor da Cumhurbaşkanı kuruyor.

Demek, Katar ile bir millet iki devlet hâline geldik, ama Katar’ın haberi yok.

Demek eski sosyalist, yeni Müslüman olununca, BMC ‘bi em si’ oluyor ve bütün yollar Katar’a çıkıyor.

İyi ama, tüm bunlar, Mevlana-Şems ilişkisini tekzip ediyor.

Eski sosyalist, yeni Müslüman, erkenden itirafname yazmaya başlamış gibidir.

Sizce, tüm bunlar, absürt güldürü olarak mı önümüze konmaktadır?

Sizce Saray Rejimi, lime lime dökülmekte midir?

Sizce, Saray’ın her yanını, devletin her katını saran çeteler, derin bir korku içinde midir?

Sizce tüm bunlar cehalet midir?

Cahil, önüne öğrenme fırsatı geldiğinde öğrenebiliyorsa, bunun için istek ve irade geliştiriyorsa, kabul edilebilir bir cahildir. Bu cehalet giderilebilirdir.

Eğer cahil, her şeyi bildiğini sanacak derece cahil ise, bu noktada iş zordur.

Eğer, cahil, eğitilerek cahilleştirilmiş ise, işte o bir felakettir.

Bunca cehalet, bu boyutta cehalet, boylarını aşan kibirle birleşmiş bu cehalet, ancak eğitimle verilmiş olan cinsindendir. Eğitimle verilmiş cehalet, halk için tehdittir. Eğitimle verilmiş cesaret, yıkıcıdır, kıyamcıdır. Eğitimle verilmiş cehalet, rant ve yağma üzerine bir düzen kurmak isteyenler için büyük bir olanak demektir.

“Yönetme krizi” ve “Saray Rejimi”nin korkuları

Erdoğan, “portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir” diye bağırıyordu. TV kanalları, hepsi birden, bu “muhteşem” konuşmayı yayınlıyor. Erdoğan, Fox TV haber sunucusu Fatih Portakal’ı hedef almıştı. Ve devamla, “enseni patlatırlar” diye tehdit ediyor. Fatih Portakal, artan zamlara karşı protesto yapmaktan korktuğumuzu, toplum olarak korktuğumuzu vurgulamış. Normalde, bir insanın, “protesto gösterisine çıkmaktan, polis copundan, biber gazından korkuyorum” demesi, hem normal karşılanır, hem de Erdoğan için iyi bir şey olarak algılanmalıdır. Öyle ya, Erdoğan, protestoculardan, Gezicilerden çok korkuyor. Portakal da, zaten korktuğumuz gerçeğinin altını çiziyor.

Ya Fatih Portakal, kalkıp, “arkadaşlar, bu zamlara karşı sessiz mi kalacaksınız, elbette sokağa çıkmalıyız, ben varım, artık korkumuzu yenelim, polis copu, biber gazi vb. vız gelir tırıs gider, artık sokaklarda olacağız” dese idi, daha mi iyi olurdu? Bu ikinci durumda, Fatih Portakal, halkı gösteriye çağırmış olurdu.

Peki bu suç mudur? Değildir. Anayasayı değiştirmeleri gerekir. Normal olarak, her vatandaşın protesto etme, gösteri yapma, izinsiz toplanma hakkı vardır. Portakal da bunu yapabilirdi.

Ama Fatih Portakal bu ikinci şekilde davranmadı. Keşke davransa idi, çünkü bu durumda, en azından, bizim desteğimizi alırdı, işçilerin desteğini alırdı.

Oysa o, korkuyoruz, dedi. Sokağa çıkmaktan korkma durumunu anlattı. Ve elbette, “korku”, “sokak”, “protesto” konusunda son derece gelişmiş bir algıya sahip olan Saray, hemen Fatih Portakal’ın mesajlarını tercüme etti, anladı, yorumladı. Acaba, bu hisleri güçlü Erdoğan danışmanları kimlerdir?

Ve elbette bu durumda, Portakal, mandalina, narenciye vb. oldu. Portakal’a narenciye, mandalina demek, belki de bir aşağılama şeklidir. Bilmiyoruz. Ama enseni patlatırlar, çok açık olarak bir saldırı mesajıdır, tehdittir.

Erdoğan, başkan, cumhurbaşkanı, AK Parti başkanı, yargı başkanı, yürütme başkanı, Varlık Fonu başkanı, futbol federasyonu başkanı, İslam alimleri başkanı, ihale kurulu başkanı, inşaat işleri başkanı vb. unvanları ile, “ensenin patlatılması” işinden söz etti mi, bu ilgili yerlerce hemen kaale alınır.

Ve elbette Genelkurmay Başkanı veya Savunma Bakanı veya İçişleri Bakanı veya Mehmet Ağar veya Perinçek veya Bahçeli, “efendim, bu işlere siz karışmayın, bu da çok uygun olmadı” şeklinde bir sözü yüzüne diyemezler.

Böyle olunca, ense patlatıcılar ile Portakal, karşı karşıya kalır.

Ama bu olay bize, “bu aşırı hassaslığın nedeni nedir” sorusunu sordurmalıdır. Gerçekten de, neden Erdoğan, bu kadar tehditkâr konuşuyor? Bu acaba, Erdoğan’ın özel korkusu mudur? Acaba, Gezi korkusunun bununla bir alâkası var mı?

Tam yerine geldik ve Gezi dosyalarının açılmasına bakalım. Erdoğan ve Saray’ı, ısrarla, Gezi Direnişi’nin dosyalarını yeniden açmak istiyor. O kadar ki, Saray medyası bile, bu kadarına gerek yok diye düşünüyor. “Şimdi Gezi nereden çıktı” diyenler var. Ama tabii, bunlar Erdoğan’ın arkasından, Saray’ın duvarlarına konuşuyorlar. Bu nedenle olmalı, Saray’ın içinde bir korku, adeta hayalet gibi, geceleri ortalığa çıkıp dolaşmakta imiş. Ve bu korku, Erdoğan’a da nüksetmiş ve her durumda bir Gezi Direnişi tekrarını bekliyorlar.

Oysa biz söz verebiliriz: Bir sonrakisi, ilk Gezi gibi olmayacak, tekrarı olmayacak, çok daha gelişmiş olacak, çok daha geniş kitleleri saracak ve emin olun, çok daha görkemli olacak. Yer yerinden oynaması denilen şeyin ne olduğunu, ayak takımının baş olmasının gerçekte ne olduğunu göreceksiniz.

Ocak ayı, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Karadeniz’de boğdurulmasının yıldönümüdür. 1921’in Ocak ayının 28’inde, burjuvazi, Karadeniz’de 15 komünisti öldürdü. “burjuva kemal’in omuzuna binmiş/ kemal kumandanın kordonuna/ kumandan kâhyanın cebine inmiş/ kâhya adamlarının donuna/ uluyorlar// hav… hav… hak… tü”

Ocak ayı, Hrant’ın ölümünün yıldönümüdür. Tüm devlet çarkı birlikte Hrant’ı katletmiştir.

Şimdi, Ocak ayında, 2019’da, bir avukat, Ermenilerin avukatlığını yapıyorsun diye tehdit ediliyor. Açıktan, işyerinin bulunduğu bina kontrol ediliyor. Kameralara yansıyan görüntülerde, “görevli” iki kişi açıkça görülüyor. Saray, tehditlerini daha da artırıyor.

Bir tane daha hatırlayalım: Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, gözaltına alınıyorlar. Özeti şudur: Saray Rejimi’ni övücü konuşmamışlardır. Aslında, Fatih Portakal gibi, açıktan, daha açık, daha net bir cephe almış değildirler. Ne Metin Akpınar, ne Müjdat Gezen, kitleleri isyana, direnişe davet etmiş değildir. Ki etmiş olsalar da bu bir anayasal suç değildir. Ama bari, açıktan kitleleri eyleme davet etselerdi, açıktan işçilere direniş çağrıları yapsalardı.

Ne derseniz deyin, eğer siz Erdoğan’ı alkışlamıyorsanız, eğer siz Saray Rejimi’nin çalışanı değil iseniz, bir anda kendinizi hapisle tehdit altında bulabilirsiniz. Madem öyle, öyle ise, mertçe, açıkça, halkı eyleme, direnişe, sokağa çağırın. Mesela polise ve orduya, halkına karşı güç kullanma çağrısı yapın vb.

Hiç değilse, “şunu demek istememiştim” diye bir açıklamanız olmaz. Açıktan, evet öyle dedim, diye bir açıklamanız olur.

Erdoğan, “sanatçı müsveddeleri” diye buyurdu.

Erdoğan, elbette sanat uzmanıdır ve gerçekten de kimin sanatçı, kimin müsvedde olduğunu bilebilecek, en üst makamdır. Zaten en üst makamdır, Ondan daha büyük var mıdır? Elbette ki yoktur. Bu sadece “devletin başı”, sadece Saray’ın başı, sadece İslam’ın başı anlamına gelmez. Elbette, sanat ile ilgili her konunun, yargının da başı anlamına gelir. Zaten yargı kendisine bağlı değil midir? Elbette ki öyledir. Bu nedenle söyledi, bunları gözaltına alın ve elbette Müjdat Gezen ve Metin Akpınar gözaltına alındılar. Demek ki, yargı kendisine bağlıdır. Başka birisine bağlı olması da düşünülemez. Adamın hakkıdır. Ondan daha büyük birisi mi var?

Sanatın da başı olmalıdır.

Tez elden, bir fetva gerekir, sanat ve sanatla ilgili, “içine tükürülecek” ne varsa, hepsinin de başı olmalıdır.

Böylece, sanatın da başı sıfatına sahip olur ve işte o zaman, “sanatçı müsveddeleri” dediğinde, kimsenin bir kuşkusu kalmaz. Kaldı ki, şimdi de ne diyorsa doğrudur, ama yine de küçük bir kuşku kalmaktadır. Bu küçük kuşkuyu yok edecek şey, sanatın başı sıfatını almasıdır. Öyle Orhan Gencebay ile, öyle Mahsun Kırmızıgül ile bu işler olmuyor. Bunlar, belki Saray’a bağlı, ama para ile bağlı, gönülden bağlı olmaları lazım. İşte bu nedenle, sanatın bir başı olması gerekiyorsa, bu mutlaka lazımsa, bunun da kim olması gerektiği bellidir.

Baskıları, sonu gelmez “yasa tanımama” durumu, başka birçok örnekle artırmak mümkün. Hemen her gün bir başkası gerçekleşiyor. Saymakla bitmez.

Bu aslında, bir “korku” hâlidir.

Saray’ın içine sinmiş, tüm odalarını sarmış bir korku hâlidir bu.

Bu bir “yönetme krizi”dir.

Belediye başkanlıkları da dahil tüm yerel yönetimlerin seçilmesi süreci de böyledir. En doğru olanı, mesela İstanbul, Ankara ve İzmir de dahil tüm büyük şehir yönetimlerinin, tek başkanı olmasıdır ve bu da elbette ki Erdoğan’dır. Ve uygun düşer, tüm büyük şehirlerde bir Saray yapılmalıdır. Çünkü güvenlik sorunu vardır. Güvenlik ancak, Saray mantığı ile sağlanabilir. Yakında, Ortaçağ’ın kale inşaatlarını da görürsek şaşmamak gerekir. Hem her kale inşaatı büyük rant demek de olacaktır.

Tüm bunlar, bir yönetememe durumudur.

Bu korku, tam da bunun ifadesidir. Egemen sınıflar, egemen güçler, cennetlerini kaybetme korkusu ile, rant ve yağma ekonomisinden elde ettikleri vurgunları devam ettirememe korkusu ile, kendi çetelerini oluşturmaktadırlar. Tüm sistem, akıl almaz bir hızla ve akıl almaz bir çeşitlilikle çeteler üretmektedir. Bu çeteleşme, gerçekte korkuyu azaltmıyor. Tersine artırıyor. Artık, siyasal partiler birer kadavradır, MHP, CHP ve AK Parti birer kadavradır, bitmiştir. Onların yerine, her burjuva çevre, her iktidar odağı, kendi çetelerini örgütlemektedir.

Korku, onları daha büyük çapta baskıya, daha fazla şiddete yönlendiriyor. Saray’ın başından tehditler, günlük yaşamın bir parçası olmuştur.

Bu baskının, bu devlet terörünün ardında, korkuları vardır. Bu nedenle, aykırı tek sese bile tahammül edemiyorlar. Hem korktukları için bunu yapıyorlar, hem de, zaten bizden daha büyük güç mü var kibri, tüm Saray’ı ve devlet yönetimini sarmıştır.

Korku ve kibrin bu denli iç içe geçip harmanladığı örnek, tarihte de azdır. İstediğimi yaparım, istediğime kimse engel olamaz, her şeyin sahibi benim ve bunun dışında da bir gerçeklik yoktur. Vatan sevgisi denilen şey, benim istediklerime boyun eğmekle ölçülür. Ve bu konuda benim yanımda olanlar, elbette dünyalıklarını yapabilecek olanaklara sahip olurlar. Yağma ve ranttan pay alırlar. İşte size gerçek anlamı ile yönetim sistemi.

Korkuları ise, Gezi ile direnişle özdeşleşmiştir.

Bu nedenle tek bir aykırı sesin, zaten direnen Kürt devriminin yanında, Batı’da yeni bir direnişin kıvılcımı olmasından korkmaktadırlar. Kürt halkının direnişine benzer bir direnişin, Batı’dan yükselmesi, cennetlerini kaybetmeleri demek olacaktır. İşte bu nedenle, her aydın, her işçi, her muhalif, her kadın, her genç onların yanında değil ise açık düşmanlarıdır. Halka potansiyel düşman olarak bakmaktadırlar.

Asgarî ücret “kaldırılsın”!

Kaldırılsın kelimesi tırnak içindedir. Evet, ama gerçeği yansıtıyor.

Acaba, asgarî ücret tespit komisyonu feshedilse, acaba asgarî ücret olmasa ve kaldırılsa ne olur? Tartışmaya değerdir.

2018 yılının başında, 1 ABD Doları, 3,70 TL idi.

2018 yılında, asgarî ücret net 1604 TL idi.

Dolar cinsinden asgarî ücret 433,51 idi.

433 dolar asgarî ücret ile yıla başlayan işçiler, kısa sürede, doların TL karşısında yükselmesi ve gelen zamlar ile, hayat pahalılığı ile ne kaybettiklerini anlamadan, zorlanmaya başlamıştı. Aylardan Ağustos geldiğinde ise, işler zıvanadan çıktı. Dolar 7.00 TL oldu ve işçilerin kayıpları sadece aldıkları ücretin erimesi ile kalmadı. Patates, soğan padişah yemeği gibi fırladı, fiyatları arttı. Ama hemen her şey %50 zamlandı.

2019 yılının başında, asgarî ücret ne olacaktı?

Asgarî ücret tespit komisyonu toplandı. Sonuçta, 2.020 TL asgarî ücrette karar kılındı, ki buna eskiden toplanan fatura-fişlerden gelen asgarî geçim indirimi de dahildir. 2020 TL ne demektir?

Dolar cinsinden 374 dolardır. Dolar kuru her gün değişmektedir. Ve Nisan ayında 1 ABD Doları’nın nerelere çıkacağı konusunda, epeyce senaryo vardır. Bildiğimiz, bugünkü değerlerinin üzerine çıkacağıdır.

Bir de elbette Nisan ayına sağ ve salimen çıkıp çıkamayacağımız sorusu da var.

Dolar cinsinden asgarî ücret, 59,5 dolar düşmüştür, azalmıştır.

Zamlar geliyor, hayat pahalanıyor, ama asgarî ücret, Dolar cinsinden düşüyor!

2018 yılının başında simit 1 TL idi ve 2019 yılına girdiğimizde simit 1,50 TL’dir. Demek ki, 1604 simit yerine, 2019’da, en çok 1347 simit alabileceğiz.

Bunu lütfen, aklınızın bir yerine yazın.

Gelelim ikinci konuya.

Acaba, ülkemizde asgarî ücretin altında ücret alanlar var mı?

Elbette ki var.

9 milyon asgarî ücretle çalışana karşılık, 6 milyon, sigortasız, sosyal güvencesiz çalışan var. Bu sosyal güvencesiz çalışanların önemli bir bölümü, asgarî ücretin de altında ücret almaktadır.

Bir bölüm işçi, oldukça uzun çalışma koşulları altında çalışmaktadır. Eğer 1604 TL 2018 asgarî ücreti, 8 saat x 5,5 gün (hafta) üzerinden hesaplanırsa, aylık 192 saat çalışmak demektir. Bu da, 8,35 TL saat ücreti, 2018 yılı başını temel alırsak 2,25 dolar saat ücreti demektir.

2019 yılının başını alalım. 2020 bölü 192 eşittir 10,5 TL (1,94 dolar) saat başına ücret eder.

Ama bir soru var. Türkiye’de, 9 milyon asgarî ücretli acaba, ayda kaç saat çalışıyor? Haftalık çalışma saatinin, mesai ücreti almadan 60 saat olduğu yazılıp çizilmektedir. Bu da, saat başı ücreti 8,40 TL (1,55 USD) olarak hesaplamamızı gerektirir.

Şimdi, fazladan çalışan, ama bir miktar mesai alan, aldığı mesaiye rağmen, saat başı ücreti 1,94 ABD Doları’nın altında olan acaba kaç işçi vardır?

İşte size sendikalara hesaplamaları için bir bilmece.

Acaba Türkiye’de asgarî ücretin altında ne kadar insan çalışmaktadır?

Bunu da aklınıza kazıyın lütfen.

Şimdi, acaba, çocuk işçilerin durumu nedir? Çocuk işçiler, asgarî ücretin kat be kat altında ücret almaktadır ve sayıları 5,5 milyondur. 5.5 milyon çocuk, asgarî ücretin altında ücret almaktadır.

Bu üç noktayı iyice alt alta yazıp, önünüze koyun. Göreceksiniz ki, asgarî ücret, en düşük ücret demek değildir. Asgarî ücretin altında ücret alan, kâğıt üstünde belki 10 milyon, gerçekte çalışma saatleri ve saat başı ücreti hesaba katılırsa, 15 milyon kişi vardır. 15 milyon kişi asgarî ücretin altında ücret alıyorsa, “asgarî ücret komisyonu” ne işe yarar?

Asgarî ücret komisyonunu, işçi sınıfı, işçiler dağıtmalıdır.

İçinde, işverenin, devletin olduğu, sendika diye “sarı sendikaların” yer aldığı bir “asgarî ücret komisyonu”nun canı cehenneme.

İşçiler, bu komisyonu dağıtmalıdır.

Asgarî ücret komisyonu, maaşların, ücretlerin erimesini kabul ettirmek için iş gören, entrika komisyonudur.

Asgarî ücret komisyonu, işçileri aldatmak için, onları uyutmak için iş gören bir komisyondur.

Asgarî ücret komisyonu, derhal dağıtılmalıdır.

Diyelim ki, asgarî ücret diye bir şey yok, ne olacak?

Ya işçiler, mesela 1000 TL aylık ile çalışacak ya da mücadele etmesini öğrenecekler. Mücadele etmesini öğrenmemiz demek, birleşmemiz demektir. İşçi sınıfının birliğinin sağlanması demektir.

İşte o zaman biz işçi birliğini sağlamış olarak, kendi kurullarımızda, tüm işçi sınıfına çağrı yaparız ve deriz ki, 3.000 TL altında ücret kabul etmiyoruz. Eğer bu gerçekleşmezse, tüm işçiler genel greve gideceğiz. İşte size asgarî ücret tespit komisyonu.

Her sendika, kendi iş kolunda tüm işçilerin birliğini sağlar ve her sendika, kendi iş kolunda en az ücretin ne olacağını belirler. Bunun için toplu sözleşmeler gibi pazarlığını yürütür.

Asgarî ücret tespiti, sadece alınacak aylık ücretin tespiti demek değildir. Bir ülkede açlık sınırını gösteren rakamlar ortaya çıkmış iken, asgarî ücretin açlık sınırının altında olması açıklanabilir midir?

Asgarî ücretin vergiden, gelir vergisinden muaf tutulması da bir “asgarî ücret tespit komisyonu” işidir. Sendikalar, asgarî ücretin vergilerden muaf olmasını talep etmelidir. Madem asgarî, en düşük ücrettir, öyle ise, onun üzerinden vergi alınması saçmadır, adaletsizdir. Asgarî ücretten söz ediyorsak, bu verginin de ortadan kaldırılması gerekir.

Görüldüğü gibi, bu iş sendikaların işidir.

Dahası var.

Kriz koşullarında olduğumuzu söylüyorlar.

Peki, öyle ise, işsizlik sigortasının tüm denetimi, doğrudan işçi birliklerine verilmelidir. Her fabrikadan gerçekleşen kesinti, o fabrikada kurulu bir işçi komitesi tarafından denetlenmeli, sendikalar işsizlik fonunun yönetimini doğrudan devralmalıdır. Devlet, işsizlik sigortasından elini çekmelidir.

Devlet, işsizlik sigortası kesintilerini almakta, bunları, keyfince harcamaktadır, inşaat, yol yapıyorum diye yandaş şirketlerine fon olarak vermekte, seçim çalışmaları için kullanmakta, savaş sanayiinin desteklenmesi için devreye sokmaktadır. Oysa işsizlik fonu, o fonu ödeyenlerin bizzat kendi kararları ile yönetilmelidir.

Kriz var.

Evet, var.

Zamlar aracılığı ile krizin faturasını biz ödüyoruz, işçiler ödüyor.

İşsiz kalarak krizin faturasını işçiler ödüyor.

Vergiler, harçlar vb. yolu ile krizin faturasını biz işçiler ödüyoruz.

Azalan, alım gücü düşen ücretler nedeni ile krizin faturasını biz ödüyoruz.

Ve bize, “kriz var” diyerek, her türlü yolla, “fedakârlık isteklerini” dayatıyorlar. BES kesintileri, işsizlik sigortası kesintileri, deprem kesintileri vb. Akıl almaz bir biçimde her şeyimizi alıyorlar, her fırsatta birkaç liramızı daha çalıyorlar.

Ve şimdi, başa dönelim.

Asgarî ücret kaldırılsa ne olur?

Hiçbir şey olmaz.

Zaten asgarî ücretin altında işçi çalıştırmak yaygındır ve devletin de onayı ve bilgisi dahilindedir. Sigortasız işçi çalıştırmak, doğrudan devletin teşviki ile gerçekleşmektedir.

Ve tüm bunlardan sonra, “asgarî ücret tespit” komisyonunu toplantıları yapıyorlar. Utanmaları yoktur. Yüzlerindeki maskeyi işçiler yırtıp atmadıkça, utanmaları da olmayacaktır.

Asgarî ücret ilan etmezlerse, buyursun, tüm işverenler, istediği ücrete adam çalıştırsın, bakalım sürdürebilirler mi? Bakalım, işçilerin mücadelesi nasıl gelişir? Asgarî ücretleri kendilerinin olsun, bize gerekli olan, işçilerin örgütlü birliğidir. Biz işçiler eğer örgütlü isek, asgarî ücreti belirleme olanağını bizzat kendimiz yaratırız.

Bir ülkede ABD doları %40 artmış iken, siz utanmadan asgarî ücreti %26 artırdığınızda, gerçekte işçileri daha da fakirleştirmiş, sömürüyü daha da artırmış olursunuz. Yaptıkları da budur.

Sokaklar Bizimdir!

5 Şubat’da Milli eğitim bakanlığı ve Ensar vakfı arasında imzalanan protokolü reddettiğimizi, okullarımızda 45 çocuğa cinsel istismarda bulunan Ensar vakfına geçit vermeyeceğimizi haykırmak için liseli gençlik örgütleri olarak Kadıköy’de eylem düzenlemiş 7 liseli devrimci işkence ile gözaltına alınmıştı. Kadıköy’de polis Haziran ayından beridir liseli devrimcilere saldırmakta, gözaltına almakta, işkence etmektedir. Açıkça bilinmelidir ki devletin hiçbir baskı mekanizması bizleri özgürlüğü savunmaktan; onu elde etmek için mücadeleden ve dayanışmadan alıkoyamayacaktır. Biz liseli devrimciler yarış halindeki sınavlardan, staj sömürülerine, geleceğimizi onların belirlemesine izin vermeyeceğimizi onların düzenine uygun kafalar olamayacağımızı haykırmak için sokakta olmaya devam edeceğiz. Buradan bir kez daha haykırıyoruz. Hiçbir güç sokakları bizlere engelleyemez. Hiçbir önlem, baskı onları kaçınılmaz akıbetinden kurtaramaz. Tüm bu saldırılar devrimcileri yıldıramamıştır, bundan sonra da yıldıramayacaktır.

Tüm liselilere çağrımızdır:

Gelin sokağın hakkını beraber verelim. Sokakları, barikatları dolduralım. Sesimiz çıkabildiği kadar gür çıksın. Bizler mücadele etmezsek kimse bize haklarımızı vermeyecektir. Katledilen yıllarımızın, mahvedilen geleceğimizin öfkesiyle kuşatalım sokakları. Liseli devrimciler olarak düşüncelerimizi eyleme geçirmeye devam edeceğiz. Haksızlıklara, baskılara karşı ses çıkaracak, ezilenlerin sömürülenlerin yanında olacağız. Örgütleneceğiz. Düşlerimiz için dövüşeceğiz. Sokakta olmaya devam edeceğiz!

Liseler Bizimdir Bizimle Özgürleşecek!

-Dev-Lis
-Liseli Genç Umut
-Özgür Lise
-Liseli Öğrenci Birliği

Erdoğan’ın ODTÜ ziyareti için açıklamamız

Geçtiğimiz günlerde Erdoğan, atanmış rektör Verşan Kök’ün davetiyle ODTÜ’ye bir ziyaret gerçekleşirdi. Bu ziyaret öyle bir ziyaret ki akademik takvim değiştirildi, kantinler polis ile durduruldu, pankart açmak isteyen 4 SGDF’li öğrenci darp edilerek gözaltına alındı, konuşmanın yapılacağı Kongre ve Kültür Merkezi’nin yakınında durmak bile yasaklandı. Anımsayacaksınız ki aynı Kongre ve Kültür Merkezi, 13. Aykut Kence Evrim Konferansı için tadilat gerekçe gösterilerek öğrencilere verilmemişti.

Evet, bütün karaları, polisleri hatta tadilatları hepsi bizlere karşıdır. Hepsi korkularının dışa vurumunu ifade etmektedir. Verşan Kök korkmaktadır çünkü ODTÜ’nün rektörü değildir ve ODTÜ tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır. Erdoğan ise bizzat bu tarihin kendisinden korkmaktadır.

Konuşmasında ODTÜ’nün kuruluş amacıyla kendi politikalarının amacının aynı olduğundan bahsetmiştir. Doğrudur, ikisinin amacı da emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ancak ODTÜ’nün bir de tarihi vardır. Bu tarih devrimci öğrencilerin tarihidir, korkularının yegane sebebidir. Komer’in yanan arabası, “Kötüler direnişe çağırıyor”, “ODTÜ ayakta”, orantısız zeka eylemleri hala akıllarındadır. Erdoğan’ın 2012’deki ziyareti ve karşılaştığı direniş hala aklındadır. Nitekim biz de bunları unutmuş değiliz.

Bekleyin, fırtına yine yakındır ve bu fırtınayı biz ilmek ilmek örmekteyiz. Tüm öğrencilere çağrımızdır: Gelin atanmış rektörlere, saray rejimine karşı üniversiteler bizimdir bizimle özgürleşecek şiarıyla devrimcilerin saflarında örgütlenin.

Selam olsun direnen ODTÜ öğrencilerine!

Selam olsun fırtınayı ören tüm devrimci öğrencilere!

Çeteleşme, Saray Rejimi ve işçi sınıfı

Saray Rejimi diyoruz ve demekte ısrarlıyız. Saray Rejimi, bizim günümüz burjuva demokrasisi ya da burjuva devleti dediğimiz, faşizmin tüm dişlilerini içermiş olan Tekelci Polis Devleti’nin (daha geniş bir okuma için, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi), özgün hâlidir. Saray Rejimi “ayrı bir devlet” değildir. Burjuva devletin, Tekelci Polis Devleti’nin, bugünkü Türkiye koşullarında aldığı şekildir.

İzninizle biraz çerçeveyi genişletelim ve sonra bu noktaya yeniden dönelim.

Bugün, bölgemizde odaklanan, ama gerçekte tüm dünyada süren bir emperyalist paylaşım savaşımı vardır. Bu paylaşım savaşımının 5 ana aktörü, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’dır. Bu beş büyük emperyalist güç dışında İtalya, Kanada vb. gibi güçlerin de yer aldığı daha geniş bir halka vardır. Ama bunlar, bu beş ana emperyalist güçten biri veya ötekisi ile birlikte hareket etmektedir.

Demek ki diyoruz ki, Rusya ve Çin, bu emperyalist güçlerden birileri değildir. Rusya ve Çin büyük güçlerdir ama emperyalist olarak tanımlanmaktan uzaktırlar.

ABD, bu dünya savaşımının ana itici gücüdür.

Konumu, Soğuk Savaş döneminden geliyor. II. Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçlerinden Japonya ve Almanya başta olmak üzere, diğer emperyalist güçler üzerinde de, “komünizme karşı ortak mücadele” bayrağı altında “kontrol” mekanizmaları elde etmişti. ABD, bu gücünü kullanmakta heveslidir.

  • SSCB dağıldığında, ABD hemen dünya imparatorluğunu ilan etti. Kissinger, hiç utanmadan, pervasızca ve meydan okur tarzda “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye sormakta idi. Bu vurgu, ABD’nin dünyanın tek egemen gücü olarak, dünyanın diğer tüm ülkelerini kendi müdahale alanı olarak, içişleri olarak görmek istediğinin göstergesiydi. Hiç utanmadan, Negri, bu politikaya “tek egemen güç gerçek barışı garanti eder” diye destek çıkmakta idi.

Hemen not etmeliyiz. Önceden de Negri üzerine yazdık. Ama not daha geniş; ihanetçi solcular, SSCB yıkıldıktan sonra “liberal demokrat”, “savaşçı barışsever” oldular. İşçi sınıfı bu tipleri Türkiye topraklarında da tanıdı, savaş sıcaklaştıkça daha da tanıyacak.

  • ABD’nin tek egemen imparator devlet hayali çabuk son buldu. Ve ardından ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’yı kendine karşı hareket edemez kılmak için, NATO’nun varlığının devamını istedi.

İlk aşamada bu, tüm “Batı değerlerini” tehdit eden bir düşman yaratmaya vardı. El Kaide, bunun için sahne aldı. Komünizme karşı beslenen, yeşil kuşak projesinin ürünü olan İslamî hareketler, CIA denetiminde sahne aldı. İslam adı altında, bir yandan İslam’ı paralize ettiler, diğer yandan ise Batı için bir yeni tehdit sahnelediler. Ama bu durum da uzun sürmedi.

Afganistan, Irak işgalleri, istenilen sonuçları vermeyince, bir adım geri atma dönemi geldi. Bu süre zarfında ise, Japonya ve Almanya, “özgürlüklerini satın alacak” hamleler yaptılar. ABD dışındaki emperyalist güçler, kendi konumlarını güçlendirecek adımlar attılar. Yine de güçleri, askerî açıdan henüz ABD’ye yetecek durumda değildi.

2008 krizi, ABD’yi biraz daha düşünmeye itmiş olmalıdır. Hem daha saldırgan olmalı, hem de içeriyi sağlama almalıydılar.

ABD, bazı emperyalist “ortak”larına Libya örneğindeki gibi bazı ayrıcalıklar, pastadan paylar vererek, bir “ortak”lık sürdürme yolu aradı. Ama bu da yeterli olmadı.

Ve sonrasında ABD, Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etti. Böylece, hem eski anti-komünist ittifakın alışkanlıkları ve geleneklerini devreye sokmaya başladı, hem de esas olarak bu beş emperyalist güç arasındaki savaşı, kendisi ve Rusya-Çin ittifakına karşı bir savaş hâline getirmeye çalıştı. Hâlâ da bunu yapmaya çalışmaktadır.

Suriye savaşı, bu yolda ilerlemek için, Rusya’nın tehditlere boyun eğip eğmeyeceğinin testi olmuştur. Ve Rusya, Çin, bu tehditlere boyun eğmeyeceklerini ilan etmiştir.

ABD, Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak ve diğer Batılı eski ittifaklarını yanına çekmek için, birçok operasyon sahneye koydu. Kore krizi ısıtıldı, Ukrayna krizi yaratıldı, Japonya ile Çin arasında gerginlik beslendi, Japonya ve Rusya arasında gerginlik için son aylarda düğmeye basıldı.

Tüm bunlar, bazı sonuçlar da verdi. Mesela Ukrayna krizi, Rusya ve Almanya arasında, hatta Fransa arasında gerilimi artırdı. Aynı biçimde Suriye savaşında Fransa’nın daha aktif rol alması için özel alanlar açıldı. Çin ile çatışma süreci, Japonya ile ABD arasında daha sıcak ilişkiler oluşturdu vb.

Böylece bugün, savaş, Rusya ve Çin ile tüm diğer beş büyük güç arasında imiş gibi bir izlenim ortaya konulmaktadır. Oysa bu doğru bir algı değildir.

Evet ABD, Rusya ve Çin’e karşı açık bir saldırganlık içindedir. Ama aynı zamanda Almanya, Fransa ve Japonya ile keskin bir paylaşım savaşımının da içindedir.

Bu paylaşım savaşımı, ülkemizde de yansımasını bulmaktadır.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’ya bağlı bir üs olarak kullanıldı. Türkiye, siyasal olarak ABD’nin uzantısı, onun sömürgesi, ekonomik olarak ise AB’ye bağlı, onların sömürgesi durumunda idi. Bu açıdan biz, bu dönemi, “ortaklaşa sömürge” olma durumu olarak ifade ediyoruz.

Bu paylaşım savaşımı, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı ya da nasıl paylaşılacağı sorusunu da masaya getirmiştir. Soru en genel hâli ile şöyledir: Siyasal alana sahip olan güç ABD, NATO’yu vb. de kullanarak, sermaye transferi gerçekleştirerek, AB’nin ekonomik gücünü kırıp, Türkiye’yi tam olarak kendine bağlayabilecek mi? Çünkü, eğer iş zamana ve kendiliğindenliğe kalırsa ekonomik alanı elinde tutan AB, daha çok da Almanya, siyasal gücü kendine tabi kılacaktır.

Şimdi, bu ana çatışma, belki de Türkiye’nin daha farklı tarzda paylaşımını da gündeme getirebilir. Mesela kimsenin kimseye gücü yetmezse, bir anlaşma olarak, mesela İstanbul nasıl paylaşılabilir gibi. Bunu anlamak için, Kanal İstanbul projesinin ortaya atıldığı tarihe bakmak gerekir. Bu bakış açısına sahip iseniz, belki, neden bu denli inşaat ve enerji yatırımının yapıldığını, belki neden dünyada en büyük ihaleleri alan 10 şirketten 5’inin Türkiye’de olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, sermaye transferidir. ABD’nin saldırgan tutumunu burada daha net görebilirsiniz. Ve yine bunu anlarsak, Almanya’nın neden Türkiye’de döviz kurunun yükselmesine karşı çıktığını anlayabilirsiniz. Ve yine bu durumu anlarsanız, 24 Haziran seçimlerinin sandıktan çıkmadığını, NATO operasyonu olarak “uzlaşma” ile gerçekleştirildiğini anlayabiliriz.

Uzattık ama, konumuza bağlıyız, işte bu durum, Saray Rejimi dediğimiz yapılanmanın arka planından biridir.

TC devleti, bu paylaşım savaşına bağlı olarak, ABD tarafından açık ve net olarak bir tetikçi olarak kullanılmaktadır. Suriye’de yapılan budur. Buna ikinci neden diyelim. Arka plandaki ikinci etken, Türkiye’nin Ortadoğu’da kullanılması isteğidir. Bir tetikçi olarak Türkiye, ABD tarafından kullanılmak istenmektedir ve buna uygun bir rejim gereklidir. Öyle parlamentosu, yargısı vb. ayrı ayrı işleyen bir sistem uygun değildir. Tezkere krizlerine takılmak istemeyen ABD, “bir çeşit başkanlık” sistemi devreye sokmuştur. Saray Rejimi’nin arka planındaki gerçeklerden biri de budur.

Ve üçüncüsü, Kürt meselesidir. TC devleti, tüm bunları, normal şartlarda yapmıyor. Bir yandan emperyalist güçler arasında çekişme sürerken, diğer yandan da Kürtlere karşı bir savaş içindedir. Bu konuda TC devleti, ABD ile birlikte hareket etmektedir. En son Suriye süreci, çekilme vb. tartışmaları, PKK yöneticilerine ilişkin tutumlar, Barzanici güçlerin organizasyonu vb. bunun kanıtıdır.

Dördüncüsü, içeride Gezi ile ortaya çıkan direniştir. Gezi Direnişi, 12 Eylül duvarlarının dağılması demektir ve bu durum egemen sınıfların tümünü çok ama çok korkutmuştur. Erdoğan’ın kimyasını değiştirmiştir. Bu durum, Kürt direnişi ile birleşirse olabilecek olanlardan korktukları için, açık olarak Kürt halkına dönük katliam politikalarını, Türkiye’nin diğer bölümlerinde, Anadolu’nun genelinde devlet terörünü egemen kılarak taşıdılar.

İşte Saray Rejimi’nin oluşum sürecini belirleyen etkenler bunlardır.

Bu sürecin tümü, devlet içinde parçalı yönetim ortaya çıkarmıştır.

Bu parçalı yönetim, bugün, tam bir çeteleşmeye dönüşmüştür. Hem de ne çeteler. Her çete, bir yandan ticaretle uğraşmakta, büyük ölçüde rantın paylaşımından pay almakta, hem bir parça mafyalaşmakta, hem de devlet içinde çöreklenmektedir. Erdoğan çetesi de var, Soylu çetesi de. Ağar çetesi mi istersiniz, Bahçeli çetesi mi, Perinçek çetesi mi istersiniz, askerî çeteler mi istersiniz, hepsi bir aradadır. İslamî hareket içindeki her tarikat, hem bu çetelerin uzantısıdır, hem de kendileri birer çetedir. İslamî çeteler-tarikatlar, birbirine karışmıştır. Hem ranttan, yağmadan pay almaktadırlar, hem de silâhlı birlikleri oluşmaktadır.

Saymaya gerek var mı bilemiyoruz. Bu çeteler artık açıktadır. Sağlık bakanlığında bir çete, hazinede başka bir çete. Hemen her bakanlıkta çetelerin de savaşı vardır. Her inşaat şirketi birer çetedir. Limak bir çetedir, Cengiz bir çetedir, Kolin bir çetedir, MNG bir çetedir, IC holding bir çetedir, Astaldi bir çetedir, Kalyon bir çetedir, Özaltın bir çetedir. Bu en çok ihale alan çete-şirketler, aynı zamanda silâhlı çetelerdir, aynı zamanda devletin silâhlı birimlerinde de uzantıları vardır

İslamî gruplar içinde de bu geçerlidir. Hemen her tarikat, belki birkaçı hariç, tıpkı Gülen gibi, birer çetedir. Menzil tarikatı bir çetedir, Cüppeli tarikatı bir çetedir, İsmailağa tarikatı bir çetedir vb. Ve bu çeteler, her birinin silâhlı grupları olduğu gibi, devlet içinde, ordu ve poliste uzantılara sahiptir.

AK Parti, birden fazla çeteden oluşmaktadır. MHP, BBP, Perinçek Partisi vb. içlerinde farklı çeteleri de barındıran çetelerdir.

Ve elbette, paylaşım savaşımının ana aktörleri, doğrudan veya dolaylı yollarla, bu çetelerin içindedir.

Böylece tüm devlet çarkı, bu çeteler tarafından paylaşılmaktadır. Bu çetelerin kendi aralarında kavgalar, daha çok rant ve güç paylaşımına bağlı olarak çıkmakta, belli dönemlerde ise koalisyon yapmaktadırlar. Mesela Kürt meselesi denildi mi hepsi birleşmektedir, mesela Gezi denildi mi hepsi birleşmektedir. Bu çeteler, 24 Haziran seçimlerinde de arkada NATO emri ile birleşmişlerdir.

Şimdi, bu çeteler, camilerde, 8500 camide, 10’ar kişilik silâhlı gruplar oluşturulması emri ile yeniden yapılanmaktadır. Bu emir, diyanet içinde egemen olan çetelerin işine gelmektedir. Zira diyanet içindeki çetelerin gücü artacaktır.

SADAT tarzı daha profesyonel çeteler, doğrudan bu diyanete bağlı camiler aracılığı ile daha detaylı bir örgütlenme yaratma peşinde olacaktır.

Peki ordu ve polis, yargı vb. ne olacak, diye sorarsanız, elbette onlar da birden fazla çetenin denetimi altındadır.

Yerel seçim sürecinde mesela Soylu çetelerinin seçmen değiştirme, silme, kaydırma operasyonlarını, yarın katliam politikalarının temeli olarak düşünmek gerekir. Konu seçim olunca Erdoğan ve Soylu çeteleri bir arada davranmaktadır ama mesele sadece seçim değildir.

Bu çeteler basında da vardır. Saray medyası denilmesi bu nedenle önemlidir, çünkü bu, Saray Rejimi’dir.

Saray medyası, tek bir bütün gibi görünmektedir, ama bu yanıltıcıdır. Gerçekte orada da birçok çete vardır. Nasıl ki, İslamî hareket içindeki çeteleşme ortaya çıkmaya başlamıştır, rant ve güç kavgası herkesi öne çıkmaya itmekte ise, basında da bu gerçekleşecektir. Çok uzun sürmeyeceği açıktır.

İşte bu noktada CHP milletvekili Özgür Özel’in açıklamalarına bakmalıyız. Özgür Özel, Gazete Duvar’a verdiği röportajda, devleti gerçekte ne Bahçeli’nin, ne Erdoğan’ın yönetmediğini, arkada başka güçler olduğunu söylemektedir. Tıpkı Ecevit gibi, 1974 yılında kontr-gerillayı öğrendiğinde Gladio’yu öğrendiğinde verdiği tepkilere benzer tepkiler veriyor. Önce öğrendiği isimleri deklere etmesi gerekir. Özgür Bey, ne biliyorsa açıklaması gerekir.

Zaten ortaya çıkmış olan bir gerçeği, bir CHP milletvekilinin de görmüş olması iyiye işarettir. Demek görme yetenekleri körelmemiş.

Özgür Özel anlamalıdır ki, AK Parti nasıl bitti ise, artık bir parti değil ise, MHP nasıl artık bir parti değil ise, CHP de bir parti olmaktan çıkmıştır. Artık öyle bir parti yoktur. CHP’nin İnce-Erdoğan seçiminde Erdoğan yararına kitlelere attığı kazık, unutulacak cinsten değildir. İnce Erdoğan’ın adamı olmaya hak kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor, “devleti yönetenler” şimdi de İmamoğlu’na, Erdoğan’a git demişlerdir.

CHP bu politikaları ile tüm emirleri yerine getirdikten sonra, bir varlığı da kalmayacak. Bu durumda CHP tabanı sola yönelecektir. Özgür Özel, o günlerde CHP tabanını tutabilmek için devreye sokulmak için hazırlanmaktadır. Oysa biz Özgür Bey’e gerçek bir çözüm sunabiliriz, buyurun bildiklerinizi açıkça ortaya koyun. Kılıçdaroğlu, İnce acaba bu “devleti yönetenlerden” nasıl emirler almışlardır? CHP içinde bunların uzantıları kimdir? Bunları açıklayın ve belki o zaman gelecek sol dalga sizi de sürüp götürmez. Samimi hiçbir insanın, CHP’de duracağı bir dakika kalmamıştır.

Tam da burası yeridir.

Çetelere dayalı bu sistem, Saray Rejimi, korku ile ayakta durmaktadır. Korkusunu halka bulaştırmak istemektedir. Ne kadar korkuyorlarsa, halka karşı o kadar saldırgan davranıyorlar. Tüm Saray, korkunun gölgeleri ile dolmuştur. Saray’ın her odasında korku egemendir. Erdoğan hangi odada toplanırsa toplansın, korkusunu azaltacak bir iksir bulamamaktadır. Her geçen gün bu korku büyümektedir. Bu nedenle, hem büyük bir karanlık örmektedirler, hem de büyük bir kinle saldırmaktadırlar. Karanlık ve devlet terörü, Saray Rejimi’nin ana dayanaklarıdır.

Biz, tüm Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’yu kurtaracak, tüm bu savaş, baskı, karanlık, rant ve yağma dönemini kapatacak, güneşli günleri müjdeleyecek şeyin bir sosyalist devrim olduğunu görüyoruz. Kürt halkının mücadelesi, direnişi, bir örnektir. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, ayaklarının üzerine doğrulacaktır, karanlığı yırtacak, korku duvarlarını parçalayacak ve güneşe uzanmak üzere yürüyecektir.

Ülkenin, tüm toplumun, tüm bölgenin tek ve gerçek kurtarıcısı işçi sınıfı ve emekçilerin ellerinde yükselecek olan bir sosyalist devrimdir.

Ülkenin tüm namuslu insanları bu devrim mücadelesine destek vermeli, devrimci saflarda kendilerini örgütlemelidir. Dışarıdan, başka yerden bir kurtarıcı gelmeyecektir. Devrim, devrimcilerin öncülüğünde, işçi sınıfının öncülüğünde hayata geçecektir.

İşte o zaman, halklar arasında kardeşlik başlayacaktır. İşte o zaman bölgemizden tüm emperyalist güçlerin sökülüp atılması sağlanacak ve gerçekten barış dönemi açılacaktır. İşte o zaman insanın insana kulluğu, sömürü ve aşağılanma, ırk ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığı, dinin azgınca kullanımı son bulacaktır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için, Anadolu’da, güneş ülkesinde yeni bir hayat kurulacaktır.

Bunu yapacak güç, işçi sınıfı ve emekçi halkta vardır.

Bölgemizin tüm direnen halklarına, direnen işçilere, gelişen özgürlük ve sosyalizm arayışına selâm olsun!

Kriz, çürüme ve direniş!

Çürümek, canlılara dair bir şey. Yaşamın son bulması, organizmanın tekrar doğaya karışıp, yeni bir başlangıç yapması için de zorunlu. Bazen de daha canlı hayat sürerken çürüme başlar, ki bu en kötüsü olsa gerek. Çürüyen organizma, kokuşur, dayanılmaz. İnsanoğlu, mezar kazmayı buradan öğreniyor. Bulaşıcıdır çürüme. Bir çürük patates, bir depo dolusu patatesi çürütebilir örneğin.

Toplumlar da çürüyor. Dinî kitaplar, çürüyen toplumlara ‘tanrı katından’ gönderilen felaketlerle dolu. En meşhuru Nuh Tufanı olsa gerek. Tanrı bile, çürümeye karşı sil baştan yapmayı deniyor.

İnsanı insan yapan şey, toplumsal niteliğidir. Bundan soyutlayınca ortaya bugünkü gibi ucube bir varlık çıkıyor. Bizim bir tufana falan ihtiyacımız yok, zaten içinde yaşadığımız dönem ve sistem, insanoğlunun en büyük cezası. Buradan çıkış insanın kurtuluşu olacaktır.

Emperyalist merkezlerin, sistemin devamı için kurduğu mekanizmaları, sızdığı kadarıyla biliyoruz. Mesela, Baykuş İmparatorluğu en bilineni. Seks köleleri, üç kuruş için her haltı yiyebilecek insanların yaratılmış olması vb. Uzağa gitmeye gerek var mı? IŞİD nedir ki?

Ama yine de en vahimi, tek tek bireyler yoluyla tüm toplumun kirletilmesi. Son günlerde yaşanan birkaç olay çok tartışıldı, daha da sürer. Palu ailesi, kendine özgü, münferit bir olay olarak ele alınacak gibi değil. Herkes şaşırıp dehşete düşmüş gibi yapıyor. Ensar Vakfı’nda ayyuka çıkan çocuk tacizi vakaları benzer vakıflarda, her türlü yurtta, okullarda, işyerlerinde sürekli olarak yaşanıyor. Bu olayı izlenir kılan, canlı yayında bir ailenin bu biçimde ortaya saçılması. Yoksa; diyanetin, din adamı kılıklı bezirgânların fetvaları ne kadar farklı bir şey öneriyor ki?

Özel mülkiyet, en büyük hırsızlıktır. Bu hırsızlığın koruyucusu olan devletler, tüm kurumlarıyla çürümenin merkezidir. İtibar aracı Saray mesela. Biat etmenin merkezidir. Saray’a çıkan iflah olmuş değil, muhtarından sanatçısına. Her gün oradan pompalanan, medyadan yayılan, din adamlarınca tütsülenen onlarca şeye maruz kalıyor toplum. İş cinayetine karşı tedbir almayı Allah’a karşı gelmek sayıyor, ama kendi zırhlı araç kullanıyor. ‘Kul’a şükür vaaz ediyor ama dünyanın en zengin adamları arasına giriyor. Müslüman gibi gözüküyor, ama bütün büyük günahları işliyor. Katliam, hırsızlık, iftira, yalan, dedikodu, her şey var. Fazlasıyla var. Ama başı secdeye değince her şey bitiyor. Biraz şekil yetiyor. Tövbe ediyorsun açılıyor bembeyaz bir sayfa. Yeni gün hayırlı olsun. İşte, çürüme böyle pompalanıyor tüm topluma. Sonunda toplum, ‘o saatte dışarda ne işi var’, ‘anne çocuğunu nasıl bırakır’, gitsin çalışsın’, ‘bal tutan parmağını yalar’, ‘çalıyor ama çalışıyor’ diyen, tuhaf bir mahluk hâline geliyor.

İşçi sınıfı, üreten, varlığı başka bir sınıfın sömürülmesine dayanmayan yegâne sınıftır. Bugün işçi üretici karakterinden koparılıp tüketici hâline getiriliyor. Bahsettiğimiz çürüme, toplumun yüzde 80’ini oluşturan işçi sınıfını da içine alıyor. Kolektif üretim yaptığının farkında olmayan, her koyun kendi bacağından asılır misali, gemisini kurtaran kaptan misali bireysel kurtuluş çare olmuyor, tersine, çürümeyi derinleştiriyor. Her fırsatta ‘direniş güzelleştirir’ diyoruz. Flormar’da, Cargill’de, market işçilerinde, Taş Yapı, TOKİ işçilerinde ve daha birçok yerde bunu görüyoruz. Düne kadar birbirine yabancı olan işçiler örgütlülük ve direnişle birbirinin ve kendinin farkına varıyor. Direnen arkadaşlarını yalnız bırakan, ‘aman işten atılmayayım’ diye daha çok işe sarılan, arkadaşlarına selâm vermekten çekinen, ‘dur bakalım ne olacak bekleyelim’ diyen işçi, yaşam karşısında çürümeyi tercih ediyor. İZBAN grevi yasaklanana kadar, işçilerin direnişine, rahatı bozulduğu için düşmanca yaklaşan işçiler gördük. Ama İZBAN işçisi de artık eski işçi değildir. Kendi kardeşinin direnişine patron, devlet ağzıyla yaklaşan işçi, çürümenin işçi sınıfı içinde aldığı yolu gösteriyor.

Biliyoruz ki, seyreden çürür. Örgüt, bu yüzden özgürlük, bu yüzden kurtuluşun kapısıdır.

Bu yüzden bu pisliği devrim temizler, bu devrimi sadece ve sadece işçi sınıfı yapar. Üreten ve yaratan olduğu için.

Yardım kuruluşu Oxfam’ın yaptığı çalışmaya göre, 26 zengin, yeryüzünde 3,8 milyar kişinin gelirine denk bir gelire sahip. Bu, çürümenin bizatihi kendisidir.

Ekonomik kriz; onlar ve biz

Geçtiğimiz yazın sonlarına doğru patlayan kriz derinleşerek sürüyor. Erdoğan ve damadı gördükleri her kameraya, çıktıkları her kürsüye ekonominin ne kadar iyiye gittiğini anlatıyorlar. Avuçları patlarcasına alkışlayanların bile inandığı şüpheli. Hiçbir şey bilmesek bile rakamların yalan söylemediğini biliyoruz.

Aralık ayında yapılan asgarî ücret görüşmeleri, yüzde 26 zam ile sonuçlandı. AGİ içinde asgarî ücret 2.020 TL oldu. Birleşik Metal İş Sendikası’nın araştırmasına göre, Aralık 2018 itibariyle 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.950, yoksulluk sınırı ise 6.745 TL’ye yükseldi. Bu hâliyle asgarî ücret daha işçinin eline geçmeden açlık sınırının altına düşmüş oluyor. Yüzde 26, psikolojik bir rakam gibi gözüküyor. Erdoğan kendi maaşını bu oranda artırmıştı. Son dönemde gerçekleşen TİS’lerin önemli bir bölümü bu civarda zamlarla bitti. Saray tarafından yasaklanan İZBAN grevi de Yüksek Hakem Kurulu’nda yüzde 26 ile bağlandı. Yine İzmir Metrosunda ‘psikolojik’ olarak yasaklanan grevde yüzde 26 ile bağlandı.

2018 sonunda açıklanan enflasyon yüzde 20,3 oldu. Yıllık enflasyon, memur ve emeklilerin maaş farklarının açıklamasında önem arz ediyor. Yılın son iki ayında, usta işi dokunuşlarla bir ‘düşüş’ sağlandı. Enflasyon sıralamasında dünyada 10. olan Türkiye, gıda enflasyonunda ise 5. oldu. İşçileri en çok ilgilendiren üç kalemde enflasyon, açıklananın üzerinde seyretti: Gıdada yüzde 25, konutta yüzde 24 ve ev eşyasında yüzde 32.

Açıklanan asgarî ücret, 2019’un dokuzuncu ayından itibaren bir üst vergi dilimine girecek ve işçinin eline geçen miktar düşecek.

Bu arada 2018’de çalışanlardan kesilen vergi 83,3 milyar TL olurken, şirketlerin ödediği vergi ise 78,6 milyar TL oldu.

Ekonomik krize çare olarak açıklanan YEP, kamu harcamalarında tasarruf öngörüyordu. Basında çıkan haberlere göre, bazı büyük hastaneler ödenek yokluğundan acil durumlar dışında ameliyat yapmıyor. Hasta yakınları, sarf malzemelerini sağlamak zorunda kalıyor. Buna karşılık, 2019 bütçesinde Cumhurbaşkanlığı bütçesi önceki yıla göre yüzde 233, diyanetin bütçesi ise yüzde 34 artırıldı. Cumhurbaşkanlığı’na 350 yeni araç alındı. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar adı altında dağıtılacak miktar 12,5 milyon TL oldu. 31 Mart seçimlerine kadar kullanılmak üzere kiralanacak hizmet araçları için Cumhurbaşkanlığı tarafından açılan ihale, yüksek teklif nedeniyle iptal edildi. Ardından aciliyet gerekçesiyle yenilenen ihale kapalı usulle düzenlendi ve Saray’a yakınlığıyla bilinen Akmercanlar Grubu ihaleyi aldı.

Maaşını alamayan, işsizlikten bunalan işçiler canına kıyarken, ülkede bir gelecek göremeyen ciddi sayıda nitelikli genç yurtdışına çıkarken, patronların Malta vatandaşlığı gündem oldu. Sabancı ailesinin birçok ferdi, vergi rekortmeni avukat ve eşi, Kurukahvecilerin sahipleri, Abdi İbrahim’in patronu, Reha Tekstil’in sahibi… Dış basında, bu tip gelişmelerin, çöküş yaşanan ülkelerde ilk belirtiler olduğuna dair yorumlar yer alırken, binlerce dolar milyarderinin de servetleriyle beraber ülkeden çıktığı biliniyor.

Patronlara kıyak ekonomisi

Hiçbir patron, memleketin şuna ihtiyacı var diye ‘üretim’ yapmaz. Onun için önemli olan, kâr etmek, sonra da daha fazla kâr etmektir. Bu yüzden sermaye sürekli daha kârlı alanlara kayar. Yine hiçbir patron, kâr etmeyen bir işletmeyi sürdürmeye devam etmez. Kâr oranları düşebilir, kazançları azalabilir o kadar. İflas eden, konkordato ilan eden patronları duyuyoruz. Hiçbiri, lüks yaşamından bir dirhem taviz vermeden yaşar. Devlet erkanı, emniyeti, savcısı önlerinde el pençe divan durur. Onlara vergi afları, borçlarına erteleme getirilir. İşçi maaşlarını ödemeleri için İşsizlik Fonu önlerine serilir. Yetmezmiş gibi, sigorta prim desteği yüzde 3’ten 5’e yükseltildi. İşsizlik sigortası patron payı yüzde ikiden bire indirildi. Kıdem tazminatı fonu için patronları üzmeyecek çözüm arayışı sürüyor. Birer şirket olan futbol kulüplerinin borçları, Ziraat Bankası bünyesinde yapılandırılıyor. Memura, işçiye, esnafa, çiftçiye bulunamayan kaynak, Varlık Fonu aracılığıyla sağlanıyor. Bu kapsamda olsa gerek, PTT’nin devlet hisseleri Varlık Fonu’na devrediliyor.

İşçiler için müjde olarak sunulan kredi kartı borcu yapılandırması da Ziraat Bankası’na ihale edildi. Böylece, bankalara kaynak aktarılırken, işçilerin önümüzdeki beş yıllık gelirine ipotek konulmuş oluyor.

İşçilerin ekonomisi

Açıklanan asgarî ücreti patronlar neredeyse sevinçle karşıladılar. Krizi her türlü mala yüzde yüze varan zamlarla, işçi çıkarmayla, teşvik ve aflarla fırsata çevirip kârlı çıkmışlardı zaten. Bazı işyerlerinde, işçilerin maaş kartlarını elinde tutan patronların, işçiye asgarî ücretin altında maaş verdiğini biliyoruz. Hatta, maaşını çekip, bir miktarını geri veren işçileri. Önümüzdeki dönem bunların daha fazla yaşandığını göreceğiz. Zira işsizlik tırmanıyor. TÜİK’in verileriyle hem de. 2018 Ekim ayı işgücü istatistiklerine göre, geçen yılın aynı dönemine göre işsiz sayısı 501 bin kişi artarak 3 milyon 788 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise yüzde 1,3 artarak yüzde 11,6 oldu. Yine aynı istatistiklere göre kayıt dışı çalışma oranı yüzde 33,7 oldu.

En büyük sorun ekonomi diyenlerin oranı yüzde 55’e çıkarken, icra dosyalarının sayısı 20 milyona ulaştı. En düşük emekli maaşı bin TL oldu. Tam 105 bin kişi önümüzdeki 3 yıl boyunca zam almadan bin TL maaş almaya devam edecek. Elektrik faturalarında indirim numarası çekilerek, dağıtım şirketlerinin payları artırılarak, şirketlere kaynak aktarıldı. Bizim cebimizden çıkan para en iyi ihtimalle aynı kalacak ama şirketlerin kasasına giren miktar artmış olacak.

‘Yasakçı zihniyet’ iliklerine işlemiş

AK Parti hükümetleri döneminde, İZBAN greviyle birlikte yasaklanan grev sayısı 16 oldu. Erdoğan’ın grev yasaklaması vaka-ı adiye. Sıradan yani. İZBAN grevi; CHP’nin ve eski DİSK Başkanı, daha eski DİSK Ege Bölge Temsilcisi, şimdiki CHP Milletvekili Kani Beko’nun grevci işçileri ve grevi karalayan, grev yasağına çanak tutan tavırlarıyla anılacak. Tüm sermaye partileri söz konusu işçiler ve haklar olunca aynı cephede buluşuyor. Bu işçi düşmanlığı, İZBAN işçilerinden sonra, İzmir Metro işçilerini de istemedikleri bir sözleşmeyi imzalamak zorunda bıraktı. DİSK’in konu hakkındaki sessiz tutumunu da not edelim.

Son günlerde basına yansıyan iki haber sendikal alanda yaşanan çürümeyi gösteren nitelikte. Türk-İş’e bağlı Tarım İş Sendikası’nın son dört yılda 47 yurtdışı gezisine 550 bin TL harcadığı haber oldu. Gezilerin 16’sı kumarhaneleriyle bilinen Kıbrıs’a yapıldı. Bir haber de yine Türk İş’e bağlı Dok Gemi İş Sendikası’ndan. Sendikanın 16 yıllık başkanı, sadece bir yıllık çalışma yaşamı olan oğlunu sendikanın genel merkezine yerleştirdi. Saray’ın danışman atamalarına benziyor.

İşçi cinayetleri

Patronların aşırı kâr hırsına devletin göz yummasıyla işyerleri işçiler için can pazarı olmaya devam ediyor. İSİG Meclisi’nin yaptığı çalışmaya göre 2018 yılında 1.923 işçi tamamen önlenebilir sebeplerle hayatını kaybetti. Bu rakamın en az diye altını çizmek gerekiyor. 3. Havaalanı inşaatında rögarda bulunan ceset, bir başka inşaatta molozların içine atılan ceset, patronların rüşvetle, korkutarak üstünü örttüğü vakalarla sıkça karşılaşıyoruz. İş cinayetlerinin bir de görünmeyen yüzü var. İş hastalıkları. İşçiler, hayatta kalabilecek ücreti almak için son derece kötü şartlarda, sağlık problemleri yaratacak tarzda çalıştırılıyor. Gözünün yaşına bakılmaksızın bu işçiler bir kenara atılıyor, silikozis hastalarında olduğu gibi ölümü bekliyor. İşçi cinayetlerinde sendikalı işçi oranı yüzde iki buçuk gibi düşük bir düzeyde. Bu da iş cinayetlerini önlemek için örgütlülük hakkında fikir veriyor.

İşçi sınıfı sermaye saldırılarına direniyor

Krizin giderek derinleşmesiyle birlikte devlet ve patronların işçi sınıfına yönelik saldırıları da arttı. İşçiler, bu saldırılara farklı biçimlerde eylemleriyle karşılık vermeye devam ediyor.

Son dönemde en çok karşılaşılan eylemler; işçilerin maaşlarını alamamaktan kaynaklı eylemleri. İflas-konkordato ilan edip kayıplara karışan patronlara, taşeron şirketlere karşı işçiler haklarına sahip çıkarak mücadele ediyor.

Bunun yanında, sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerin işe geri dönüş mücadeleleri var. Bazıları uzun süredir devam ediyor. Biten ve başlayan grevler var. KHK’larla işten atılan işçilerin mücadelesi başka bir alan. Tüm bunlarla beraber; ‘krizin bedelini krizi çıkaranlar ödesin’ faaliyetleri de devam ediyor. 

Tamamına vakıf olmak mümkün değil, her gün mutlaka bir yerlerde bir eylem, gelişme yaşanıyor. Toparlayabildiğimiz kadarıyla belli başlıklar altında özetlemeye çalışalım…

Grev

● İzocam Grevi: Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu arasında yer alan İzocam Ticaret ve Sanayi’nin Kocaeli’nin Dilovası ve Mersin’in Tarsus ilçelerindeki fabrikalarında çalışan işçiler, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine greve başladı. İşçiler, zam taleplerinin karşılanması yanında sendikal örgütlenme sürecinde baskılara karşı sendikadan istifa etmedikleri için işten atılan arkadaşlarının işe geri alınmasını istiyor. (18 Ocak 2019)

● İzban Grevi: İzmir’de, şehir içi banliyö hizmeti veren Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZBAN’daki grev, 32’nci gününde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararnameyle yasaklandı. ‘Altmış gün süre ile ertelenmesine’ demeleri yasağın örtüsüdür. AKP/Saray, İZBAN grevine getirilen yasaklamayla beraber 16’ncı işçi grevini yasaklamış oldu. Grev, İZBAN ile Türk-İş’e bağlı Demiryol-İş Sendikası arasındaki toplu sözleşme sürecinde sonuç alınamaması üzerine 10 Aralık 2018’de başlamıştı. Grevin yasaklanması sonrasında sendika ile şirket bürokratları arasında sözleşme imzalandı. İşletmenin daha önce verdikleri, 2 yıllık toplamda yüzde 26 olan zam teklifi sendika tarafından kabul edildi. (21 Ocak 2019)

● Metro ve Tramvay A.Ş. Grevi: İzmir Metro ve Tramvay işletmesinde alınan grev kararı son anda anlaşmaya varılması üzerine başlamadan sona erdi. Bu işletme İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait ve Demiryol-İş Sendikası yetkili… Şirket ile sendika yetkilileri arasında yapılan görüşmede, yüzde 25 zam, seyyanen 700’er TL ve 106 gün ikramiye konusunda uzlaşmaya varılarak toplu iş sözleşmesi imzaladı. (11 Ocak 2019)

İzmir’deki bu gelişmeleri değerlendiren DİSK’in bir önceki genel başkanı Kani Beko’nun grevi yerel seçimlerle ilişkilendirerek grev kararını ve işçileri suçlayan ifadeleri tepkiyle karşılandı. Beko, aynı zamanda CHP kanalıyla DİSK başkanlığına, oradan bu dönem milletvekilliğine taşınan bir isim… 

● Kartal Belediyesi’nde grev kararı: DİSK Genel İş Sendikası ile İstanbul Kartal Belediyesi’nin yürüttüğü toplu sözleşme görüşmeleri ara bulucu sürecinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine grev aşamasına geldi. İşçiler, komşu belediye Maltepe’de kazanılan hakları emsal gösteriyor. Genel-İş Sendikası, yine CHP’li Maltepe Belediyesi ile imzaladığı toplu sözleşmede haftalık 45 saat çalışma süresinin 40 saate düşürülmesi, her kıdem yılına 3 TL kıdem zammı, 1 Mayıs’ta ücretli izin ve ikramiye gibi ek kazanımlar sağlamıştı. Kartal Belediye yönetimi ise, tıpkı İzmir’de olduğu gibi işçileri AK Parti’ye hizmet etmekle suçluyor. (02 Ocak 2019)

Hakları için eylem yapan işçiler

● Real Market işçileri: Real Marketlerin hileli iflas ilanına karşı işçilerin Nakliyat İş Sendikası öncülüğündeki hak arama mücadelesi sürüyor. İşçiler, alacaklı oldukları şirketin yan kuruluşları olan Metro Marketler ve Media Markt mağazalarında kasa kilitleme eylemleri ve mağazaların önünde basın açıklaması eylemleri yapıyor. (20 Ocak 2019)

● Makro Market işçileri: Yine Nakliyat İş Sendikası öncülüğünde, konkordato ilanıyla işsiz kalan ve tazminatları gasp edilen Makro Market işçilerinin mücadelesi de devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde, çeşitli illerden gelen işçilerin Ankara’da yapmak istedikleri basın açıklamasına müdahale eden polis, işçilerin toplanmasına fırsat vermedi. Bu arada işçiler, direnişin ilk kazanımını elde etti. İşçilerden bir kısmının izin paraları konkordato komiseri kararıyla işçilerin hesaplarına yatırıldı. İşçilerin eylemleri yerellerde sürüyor. (20 Ocak 2019)

● Ankara Gülveren TOKİ işçileri: İki yılı bulan süredir maaşlarını alamayan işçilerin direnişi sürüyor. İnşaat alanına gitmeleri engellenen ve her seferinde gözaltına alınıp para cezası kesilen işçilerin 7 Ocak günü, bir AVM önünde yapmak istedikleri açıklamaya da saldıran polis 5 işçiyle beraber, açıklamaya destek veren 5 vatandaşı ve bir gazeteciyi gözaltına alıp para cezası kesti. Ertesi gün, Meclis önünde kendilerini zincirleyen 4 işçi de polis saldırısı ile gözaltına alındı. (21 Ocak 2019)

● Okmeydanı Hastanesi işçileri: Hastanenin ek bina inşaatında çalışan İnşaat-İş Sendikası üyesi taşeron işçilerin ödenmeyen maaşları ve gasp edilen hakları için başlattıkları eylem sonuç getirdi. Defalarca verdiği sözü tutmayarak işçileri oyalayan ana firma Taş Yapı, işçilerin şirketi teşhir eden sürekli eylemleri nedeniyle haklarını ödemek zorunda kaldı. (21 Ocak 2019)

● Başakşehir Şehir Hastanesi işçileri: İstanbul İkitelli’de yapımı devam eden Başakşehir Şehir Hastanesi inşaatında çalışan 4 bin işçi, “yönetim istifa” sloganlarıyla yetersiz ve kötü yemek verilmesini protesto etti. Üyelerinden aldığı bilgiyi paylaşan Dev Yapı İş Sendikası Başkanı Özgür Karabulut; “Öğle yemeği yemeyip, eylem yapan bazı işçilere, firma yetkilileri tarafından pide alındığı söyleniyor” dedi. Şirketin, eylemin ardından talepleri karşılama sözü verdiğini belirten Karabulut, seçilmiş işçi temsilcileri ile firmanın toplantı yapılacağını belirtti. İlerleyen günlerde işçilerin taleplerinin kabul edilmesiyle eylemler sonlandırıldı. (23 Ocak 2019)

● Uzel Traktör işçileri: Son dönemde hakları için mücadele eden işçilerin artmasından etkilenen Uzel işçileri de hakları için harekete geçti. Tam 10 yıl önce, İstanbul Topçular’da bulunan Uzel traktör fabrikasının kapanması üzerine tazminatsız olarak işten atılan 1.500 işçi, haklarını aramak için eylem başlattı. (13 Ocak 2019)

● Tank-Palet işçileri: Sakarya’da bulunan Tank-Palet fabrikasının özelleştirilme kararına işçilerin tepkisi sürüyor. İşçilerin üyesi olduğu Harb-İş Sendikası imza kampanyasını sürdürürken 19 Ocak’ta Türk-İş’in de destek verdiği kitlesel bir miting düzenlendi. Fabrikanın, bizzat Erdoğan’ın isteğiyle Ethem Sancak ve Katarlı ortağına ait BMC’ye satıldığı netleşmiş gibi… (20 Ocak 2019)

● Eti Gümüş işçileri: Kütahya Gümüşköy’de bulunan Eti Gümüş maden işleme fabrikasında işten çıkartılan yaklaşık 900 işçi, 3 aylık maaşlarını alamadıklarını belirterek eylem yaptı. Kent merkezinde gerçekleştirilen eylemde mağduriyetlerinin bir an önce giderilmesini isteyen işçiler, fabrikada sadece 30 işçinin kaldığını, işyerinin kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti. (13 Ocak 2019)

● Nursan metalürji işçileri: 9 Aralık 2015 tarihinde üretimi durdurduktan sonra bir daha açılmayan Hatay Payas Organize Sanayi Sitesi’nde bulunan Nursan isimli metalürji fabrikasında çalışan yaklaşık 900 işçi, maaş ve tazminat hakları ödenmeden işsiz kaldı. Fabrika önünde toplanan 100 işçi, sorunlarının çözümü için yardım istedi. (05 Ocak 2019)

● Bozöyük Vitra işçileri: Bozüyük OSB’de bulunan Vitra’da çalışan işçilerin bir bölümü, istedikleri zammı alamadıklarını söyleyerek fabrika yönetimi ve sendikayı protesto etti. Eylem üzerine 5 işçinin işine son verilince işçiler bu kez arkadaşları için eylem yaparak, patron yanlısı dedikleri sendikacıları protesto ettiler. (09 Ocak 2019)

● Çates işçileri: Kadro hakları için 3 yıl önce 53 gün direniş yapan ve bu nedenle işten atılan Çates işçilerinin hukuk mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Yargıtay, işçilerin kadrolu olarak işe iadelerine hükmetti. (27 Aralık 2018) 

Sendika hakkı için süren direnişler 

● Flormar Direnişi: Petrol-İş Sendikası’nın örgütlendiği Flormar fabrikasında, sendika üyeliği nedeniyle işten atılan işçilerin direnişi 8’inci ayını geride bırakıyor. Karakışa rağmen geri adım atmayan işçiler, kaymakamlığın keyfî çadır ve soba yasakları nedeniyle zor günler yaşasa da ilk günkü gibi kararlılıklarını koruyorlar. Fabrika patron tarafından adeta cezaevine dönüştürülmüş. İşçilerse moral ve neşelerinden bir şey kaybetmiş değil. Sendika hakkı için sürdürülen direnişlerin en büyüğü konumundaki Flormar’da, işçiler, kendileri kazanırsa işçi sınıfının kazanacağını bilerek direniyorlar. Direnişe destek ziyaretleri devam ederken, çeşitli yerlerde Flormar mağazaları önünde boykot çağrıları da sürüyor. (20 Ocak 2019)

● Cargill Direnişi: Bursa Orhangazi’de bulunan Cargill fabrikasında 14 işçinin, Tek-Gıda iş Sendikası’na üye oldukları için işten atılmaları üzerine başlayan direnişleri sürüyor. 300 güne yaklaşan direnişte, Eylül ayında İstanbul’a yapılan yürüyüş önemli bir köşe taşı olmuştu. Cargill işçileri, son dönemde sosyal medya üzerinden yaptıkları çağrılarla direnişe desteği büyütmeye çalışıyor. 

● Babacanlar Kargo Direnişi: Dokuz işçinin işten çıkarıldığı Gaziantep Babacanlar Kargo’da işe geri dönme mücadelesi ve sendikal direniş sürüyor. Direniş, 500 günü geride bıraktı. (19 Ocak 2019)

● Aydın Efeler Direnişi: Aydın Büyükşehir Belediyesi’nde otobüs şoförü olarak çalışırken, Sosyal-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesi ile işten çıkartılan işçiler açtıkları işe iade davalarını kazanıyor. Davası kazanımla sonuçlanan Şeref Şahin’in ardından Okan Aslan, Metin Ayen ve Ümit Gündar’ın da çalıştıkları Aydın İmar Sanayi ve Ticaret A.Ş.’deki işlerine iadesine ve kendilerine 4 aylık maaşı kadar tazminat ödenmesine karar verildi. Ayrıca, yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde de 4 aylık ücretin tazminat olarak işçiye verilmesi kararı alındı. (20 Ocak 2019)

● Muayene İstasyonu Direnişleri: Nakliyat İş Sendikası’nın örgütlenme çalışması yaptığı üç ayrı araç muayene istasyonu işyerinde, işten atılan işçilerin işe geri dönüş mücadelesi sürüyor. Muğla’da 18, Eskişehir’de 15, Urla’da 11 işçinin işyeri önündeki direnişleri devam ediyor. 

● TNT/FEDEX: Yine Nakliyat İş Sendikası’nın çoğunluğu sağlayarak toplu sözleşme yapma hakkı kazandığı TNT/FEDEX lojistik firmasında yetki itirazı yaparak TİS sürecini tıkayan patron, 12 Aralık tarihinde, genel müdürlük önünde yapılan basın açıklaması ile protesto edilmişti. Sorunun çözülmediği için işçiler ve sendika yeni eylem kararları alıyor.

● Sibaş Direnişi: Aydın’ın Söke ilçesinde bulunan Sibaş Gıda fabrikasında işçi ve sendika düşmanlığı devam ediyor. Daha önce Tek Gıda-İş Sendikası’nda üye olan 54 işçiyi işten atan Sibaş patronu sendika üyesi 14 işçiyi daha işten attı. İşten atılan işçiler fabrikanın karşısına çadır kurarak direnişe başladı. Çadırları, evde oldukları saatte jandarma tarafından sökülen işçiler, atılan işçiler geri alınıp sendikayla toplu sözleşme masasına oturulana kadar direnişlerini sürdüreceklerini belirttiler. (29 Aralık 2018) 

Yukarıda sıralamaya çalışılan direnişlerin dışında da direnişlerin yaşanıp bittiğini biliyoruz. Yetişmesi zor. Her işyerinde, her evde “bu böyle gitmez” diye konuşuluyor. Bütün sorun, ne yapacağını bilememek. İşçi sınıfı, uzun zamandır örgütten, devrimcilerden öcü gibi korktu. Neredeyse işçi sınıfının denemediği tek şey kendi gücüne güvenmek kaldı. Özellikle, son dönemde, kararlı direnişlerin sonuç alıcı olması, işçileri cesaretlendiriyor. İşçi hareketinin önümüzdeki dönemde, sanılandan daha büyük ve radikal bir biçimde sahnede olacağını söylemek mümkün. İki yönlü bir çabaya ihtiyaç var. Birincisi; her biri bir işçi olan çevremize İşçi Gazetesi’ni okutmak, içeriğine katkı sunmasını sağlamak. İşyerinde, sendikasında bir gelişme olduğunda, mutlaka gazeteden faydalanacaktır. Bir sorusu varsa bize gelecektir. Sırf bunun için bile, her işçi, ayda hiç olmazsa bir kere ziyaret edilmeyi hak ediyor. İkinci çabamız ise; işçi hareketinin, birleşik bir potada, geniş bir işçi örgütünde buluşmasını sağlamak üzere olmalı. Dünyanın ve bölgemizin üzerinde dolaşan hayalet, ete kemiğe bürünmek için emeğimize bakıyor.

Emperyalist paylaşım savaşı, bir koyup üç almayı bekleyenler ve halkların direnişi

Evet, biz Suriye savaşını, tam da böyle görüyoruz.

Emperyalist güçler, SSCB sonrasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımına hız verdiler. Başlarında ABD var. ABD, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca, Batı kampının, bizim adlandırmamızla kapitalist-emperyalist kampın lideri idi. Savaştan yenilgi ile çıkmış Japonya ve Almanya, ABD kontrolünde hareket etmek zorundaydı ve Fransa ve İngiltere, biraz daha fazla bağımsız hareket edebilme olanaklarına sahipti. Fransa, NATO’nun askerî kanadından çıkabilmişti ve sonra tekrar dahil olmuştu. Bu tip manevralar ne Japonya, ne de Almanya için olanaklı değildi. Her ikisi de açıktan bazı silâhları, mesela tank, üretemiyordu.

Bu beşli emperyalist ülkeler, SSCB çözülür çözülmez, kendi alanlarını büyütmek, sömürgelerini tahkim etmek için harekete geçtiler. Ama elbette Almanya ve Japonya daha temkinli hareket ediyordu. 1. Irak savaşına ciddi ekonomik destek verdiler ve bazı ABD üslerini sökebilmeyi başardılar. Deyim uygun düşerse siyasal bağımsızlıklarının bedellerini ödeyerek ilerlemek istiyorlardı.

ABD ise, hemen, askerî güç açısından üstünlüğünü kullanıp, tek kutuplu dünya, “dünya imparatorluğu”, “üçüncü Roma” gibi sloganlarla dünya egemenliğini ilan etti. Açık ve net olarak etti. Ünlü Dışişleri Bakanı Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye kitaplar yazdı. Dünya ABD’nin ve her “ülke” de gerçekte ABD’nin içi sayılmalı idi.

Bugün, bu durumun çok ötesindeyiz.

Dünya, artık tek kutuplu değil.

Ve bu paylaşım savaşımı da, bir süre uzadı. Uzadıkça, krizler ardı ardına gelmeye başladı. 2008 krizi bunun en somut kanıtıdır ve kapitalizmin insanlık için hiçbir olumluluk taşımadığının, çürüdüğünün ve ömrünü uzatmak için insanı da yok ettiğinin en somut kanıtıdır. 2008 krizi, finansal alandaki çöküşün ne denli tahrip edici olabileceğini de gösterdi. Doğrusu, hâlâ bu krizin etkileri sürmektedir. Ve bugünlerde, bu kriz, daha da derinleşmiş durumdadır.

ABD, dünya egemenliği, tek kutuplu dünya, üçüncü Roma hayallerini kaybettikçe, geri çekilmedi. Tersine, süreç içinde sürekli güç kaybetmekte olduğunu gördüğü için, farklı yollarla saldırganlığını, savaş dayatmasını öne çıkardı. Önce, tüm eski Batı’yı bir araya getirmek için bir düşman buldu. SSCB’yi kuşatma politikasının içinde kullanageldiği İslamî siyasal hareketleri, yeni düşman olarak sahneye sürdü. Bu hareketler, ABD’nin açtığı yoldan, onun istediği tarzda gitmek için hiç tereddüt etmediler. Son derece sığ, son derece yavan bir siyasal anlayışla, ABD’nin istediği her şeyi yaptılar. Böylece, radikal İslam ve cihatçı saldırılar, Batı dünyasını, özellikle de Avrupa’yı tehdit etmeye başladı ve ABD, Avrupa’nın korunmaya ihtiyacı olduğunu öne sürmeye başladı. Bu yeni “ortak düşman”, Batı’yı birbirine tutturmaya yetmedi.

ABD, hemen ardından, Afganistan ve Irak savaşı ile denediği ama tutturamadığı “egemenlik” onaylatma politikasına biraz ara verdi. Libya örneği ile, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere gibi ülkelere birer pay verdi. Bu teşvik edici paya rağmen, bunun etkisi de uzun sürmedi.

Ve ardından, Suriye savaşına girişti.

Suriye savaşı ile, karşısında Rusya ve Çin’i buldu. ABD’nin, Rusya ve Çin’i paylaşmadan önce, bazı alanları halletme, üstünlüğü sağlama politikası, duvara tosladı.

Irak’ta ve Afganistan’da kazanamayan ABD, bu kez Suriye’de, ardındaki tüm müttefiklerine rağmen kaybetmeye başladı.

İşte bu andan itibaren, ortak düşman radikal islamın yanında, ABD, Rusya ve Çin’i de düşman ilan etti.

Bu aşamadan sonra birçok süreç, bu beş emperyalist güç için daha farklı netleşmeye başladı.

İngiltere, daha çok ABD politikalarının ardına sığınarak, ama kendi etki alanını artırmak için ince ve sinsi yöntemler devreye sokuyor. Ekonomik olarak güç kaybettiği halde, siyasal olarak manevra sahasını geliştirmeye çalışıyor. Uygun zamanlarda, özellikle Rusya’ya karşı, Soğuk Savaş dönemi politikalarını alevlendirip, ABD’yi adım attırmaya çalışıyor. Suriye’de, en ateşli ABD taraftarı, en ateşli işgal yanlısı, ama aynı zamanda mümkün olduğunca geride duran “lord” rolünü oynuyor. İsrail’i de yanına alarak, Ortadoğu’daki yılların birikimi deneyimleri ile, ABD’nin gücünü kullanmak istiyor.

Fransa, fırsat kollar pozisyondadır. Ani bir atakla, etten parça, avdan parça koparmaya çalışan kurt misali davranıyor. Bu arada, kendini çok zeki sandığından olmalı, herkesi kandıracağını sanıyor. Bu nedenledir, ABD denetimli IŞİD, en kanlı ataklarını Fransa’da, Fransa’yı ABD çizgisine çekmek için tezgâhlamıştır

Almanya ve Japonya daha sessiz gidiyor. Ekonomik güçlerini artırarak, adım adım ve güvenli gitmek istiyorlar. ABD ile açıktan karşı karşıya gelmekten kaçınıyorlar. ABD politikalarına parasal destek sağlayıp, ABD üslerinden kurtulmaya çalışıyorlar.

Ama ABD elbette tezgâhçıdır ve yapacağı şeyler vardır. ABD, Almanya ve Japonya’yı, istediği tarzda hareket ettirmek için, çok sayıda olanağa sahiptir. Her ne kadar, Almanya dinleme olaylarını deşifre ederek ABD denetimini aşmaya çalışsa da, iş o kadar kolay yürümüyor.

Ukrayna örneğinde olduğu gibi, bir hamle ile ABD, Almanya’yı Rusya’ya karşı harekete geçirebilmektedir. Zaten Alman ve SCCB savaşı, Almanlar için hâlâ canlıdır ve bu nedenle saldırmak için heveskârdırlar. Ukrayna’da pazar kaybettme ihtimali, ABD’nin provokasyonlarına balıklama atlamalarına olanak vermektedir.

Japonya ise biraz gecikmeli olarak, Rusya ve Çin’e karşı harekete geçmiştir. Mançurya sorunu yeniden ısıtılmaktadır. Bu yolla Çin’e karşı tehditler gelmekte, ABD, hemen savaş gemileri ile Çin’i tehdit etmektedir. Aynı biçimde Japonya, ABD’den alacağına emin olduğu destekle, Ruslarda bulunan adaların mülkiyetini istemektedir.

Almanya ve Japonya, sanki ABD politikalarını daha çok kabul ediyor görünümündedir. İngiltere ve ABD, Rusya Today kanalına karşı kampanya başlattığında, Almanların buna uyması zor olmamaktadır.

ABD bir ambargo başlattığında, Rusya’ya karşı, AB ülkeleri ve Japonya buna hemen ayak uydurmaktadır. Bu yolla da ABD, tüm bu ülkeleri hâlâ kendi arkasında bir yere yerleştirme peşindedir.

Rusya ve Çin’i karşıya koyduğunda ABD, diğer 4 emperyalist kardeşine, paylaşımın önündeki engeli göstermektedir. Böylece savaş, NATO+Japonya+Kanada ile, Rusya-Çin eksenine karşı gelişmektedir. Bu karşı kamp, Rusya ve Çin ise, savaşta istekli değildir. Rusya’nın Suriye’de dişini göstermesi, savaşı önlemek için taviz verme politikasının artık sonuç vermeyeceğine inanmalarındandır. Hâlâ Rusya ve Çin ekseni, Hindistan vb. dahil, bu savaşı istememektedir.

Ama savaş da kapıya yaklaşmaktadır.

Suriye savaşı, bu açıdan önemli bir göstergedir.

Suriye savaşı, asla ve asla bölge ile sınırlı bir savaş değildir. Bu savaş, aynı zamanda, dünya savaşının bir uvertürüdür.

Bugün bu savaş, yeni bir aşamaya gelmiştir.

ABD, çekilme kararını açıklamıştır.

Trump’lı ABD, artık ne derse şüphelidir. Artık gün be gün değişen, yalpalayan bir ABD politikası vardır. Trump, Twitter üzerinden, Suriye’den çekiliyoruz, dedikten sonra, birkaç bürokratı istifa etmiştir. Bu da ABD politikalarının belirsiz olduğunu göstermektedir. Trump, daha önce de, Suriye’den çekiliyorum, demişti.

Bu sefer üzerinden günler geçti ve henüz politikada bir değişiklik yok. Bir yandan açık ve net bir çekilme yok, diğer yandan “şaka yaptık çekilmiyoruz” açıklaması da yok. Bu, çekilme eğilimine bir işaret sayılmalıdır.

ABD, kendine bağlı tetikçiler, tetikçi ülke ve çeteler ile iş yürütüyor. IŞİD böylesi bir çetedir. Türkiye, IŞİD ile içli-dışlı, tetikçi bir devlet olarak davranmaktadır. Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır da öyledir. Bu ülkeler servisçi diye anılacaksa, İsrail servis şefi gibidir.

Ve ABD geri çekiliyoruz dediğinde, yenilgiyi açıktan kabul etmediği sürece, bu tetikçi güçleri, bu servis sağlayıcıları devreye sokacak demektir. Elbette onların da ruh hâli hızla dalgalanıyor.

Ama bu durum, ABD ve uşakları için, amatörce de olsa bir tiyatro sahneleme olanağı da demektir.

Türkiye ve ABD arasında var olan “çatışma” hâli, büyük ölçüde bu tiyatroya örnek olarak ele alınmalıdır. Elbette, duruş noktalarından gelen bakış açısı farklılığı da vardır. TC, Osmanlıcılık hayalleri ile hemen havalanmaktadır. Oysa ABD olaya daha geniş açıdan bakabilmektedir. Ama bunlar, önemli sorunlar değildir.

ABD’nin Kürt politikası bu konuda iyi bir örnektir. Kürt hareketi, bölgede önemli bir güçtür. ABD, bu gücü kendi denetimine almak istiyor ve bunun için PKK’yi sıkıştırarak, ikna etmeye çalışıyordu. TC devletinin masayı atıp, Kürt katliamı politikasını devreye sokması, tam olarak ABD ile koordineli yapılmıştır, yapılmaktadır. TC devleti saldıracak ve ABD kucak açacak. Oyun bu idi.

TC devleti, kuyruğunu Rusya’nın eline kaptırdıktan sonra, benzer bir oyunu ABD-TC, Rusya’ya karşı oynamaya başlamıştır. TC, Rusya’ya açıktan karşı koyamamaktadır. Bu durumda ABD de destek verecek durumda değildir. Öyle ise, durumu idare edip, iki karta da oynamak ilkesi geliştirilmiş, ama elbette ABD ile danışıklı olarak. Ne zaman ABD saldırıya geçmeye başlamıştır, birden bire Astana vb. süreçleri hemen terk edilmiştir. Ne zaman ABD saldırılarının etkisiz olduğu ortaya çıkmıştır, bir miktar daha taviz vererek tekrar Rusya’ya koşulmuştur.

Şimdi, ABD, açıktan TC devletini Suriye’ye davet etmektedir. Aynı ABD, TC devletine, Kürtlere saldırma, demektedir. İyi ama Kürtlere saldırmadan, nasıl Suriye’ye girecekler? Bu soru ortadadır. Böylece, sanki ABD ile TC arasında büyük bir yol ayrımı varmış gibi davranmaktadırlar. Oysa her ikisi de, Kürt hareketi içinde Barzani güçlerini desteklemektedir. Mesele açık olarak, Kürt devrimini gömmek, Barzanici bir Kürt hareketini öne çıkartmaktır. Bunun için, herkesi kandıracaklarını sandıkları bir tiyatro ortaya koyuyorlar.

ABD, eninde sonunda çekilecektir.

Çünkü, ABD ve onunla birlikte olan güçler, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri vb. yenilmişlerdir.

Bu yenilginin bir maliyeti vardır.

Tettikçi Türkiye ve Suudi Arabistan bu maliyeti ödeyecektir. Bunu biz demiyoruz, Trump politikası diyor. Suudi Arabistan mali olarak ödeyecek, Türkiye, savaş suçlusu olarak ödeyecektir. Topraklarını IŞİD’e açmış, kimyasal silâhların sevkiyatına göz yummuş, eğitip-donatmış, hastahanelerinde tedavi etmiş vb. bir Türkiye, ABD çekilmeden önce, Suriye ile açık net, düzeyli ve ilkeli ilişkiler kurup, Kürtlerle açık bir barışa doğru rota kırmazsa, bu maliyeti ödeyecektir. Eğer Türkiye ödemezse, ABD ve İngiltere ödemek zorunda kalacaktır. İşte kendini akıllı sanan Saray Rejimi, bu maliyeti ABD adına ödemeye hazırlandığının bir dirhem bile farkında değildir.

ABD, yenilmiş ise, bölgeden çıkacaktır.

ABD baştır, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan vb. kuyruklardır. Canavar yaralandığında, kuyruğunu yerden yere savurur. Olmakta olan, olacak olan da budur.

Bir koyup üç alacağız, bir günde yola çıkıp, öğlen Emevi Camii’nde namaz kılacağız, yerle bir edeceğiz, Osmanlıcılık oynayacağız, Kürtleri yok edeceğiz, diye yola çıkınca, önüne ne konursa onu yersin. Olmakta olan da budur.

Şimdi ABD, daha büyük bir hamleye hazırlanmaktadır.

Suriye’den çekilme girişimi, saldırganlığın bitmesi değildir.

Dünyada bugün, Çin Denizi, Latin Amerika özellikle Venezuela, Ukrayna ve Ortadoğu son derece hareketlidir. ABD, bu noktalardan bir yeni atak yapmak için hazırlanıyor olmalıdır. Yoksa ABD, kuyruğunu kısıp, yenildik, diyerek geri çekilmeyecektir.

ABD’nin bu yeni saldırısı, çok da uzun sürmeden gündeme gelecek gibidir.

Isıtılan iki nokta vardır.

Biri İran’dır, diğeri Çin Denizi.

İran’a karşı operasyon için, Türkiye’yi kullanmak istedikleri öteden beri bilinmektedir. Erdoğan, Saray Rejimi, tüm çeteleri ile devlet, 24 Haziran’da Erdoğan’ı seçtiren NATO’cular, İran’a karşı bir savaşa bilerek veya bilmeyerek dalacak durumdadırlar.

Dün, 24 Haziran seçimleri öncesinde Erdoğan’ı alkışlayan generaller, bugün acaba neden istifa etmektedir, neden Genelkurmay Başkanı (artık adını bilmiyoruz) çağırdığında gitmemektedir? Neden Hava Kuvvetlerinde üst düzey general istifa etmektedir? Acaba, bunlar yeni, günümüzün General Torumtay örnekleri midir? Torumtay, Özal’ın Irak’a dalma planına karşı çıkmış ve istifa etmişti. Bugün de acaba, İran-Suriye hattına ilişkin yeni bir durum mu söz konusudur?

Çeteleşmiş bir devlet çarkının içinde, savaş dışında bir aklın gelişmesi mümkün müdür?

Acaba, ünlü işadamları neden uçaklarını satmaktadır? Ülker ile başlayan jet satma süreci, Zapsu ile devam ediyor, Zorlu arkasında, toplam 30 işadamının jeti neden satılıktır? Yoksa bu jetlere savaş döneminde Saray el koyma hakkına mı sahiptir?

TC devleti, ABD eli ile geliştirilmekte, kundaklanmakta olan bu yeni saldırıya payanda olmak için dört gözle beklemektedir. ABD’den gelen açıklamalar, TC devleti içindeki grupları savaşa ikna etmek için oynanan bir tiyatrodur. Evet gerçekçi yönleri de vardır. Olmazsa inandırıcı olamaz.

ABD çok kısa sürede yeni saldırılar sahneleyecektir. Saray Rejimi, seçimler öncesinde bu açıdan sıkıştırmaya son derece müsaittir. Korkuları dağları aşmış Saray Rejimi, ABD’nın sıkıştırmaları karşısında, istenilen her şeyi yapmaya eğilimli olacaktır. Ki, zaten tüm devlet çarkının çok önemli bir bölümü, ABD’nin istediklerini ikiletmeyecektir. Tehditlere bakılırsa, süreç son derece yakındır.

Rant ve yağma üzerine kurulu ekonomi, ciddi bir zayıflık oluşturmaktadır. Rant ve yağmaya alışık yeni sermaye, ABD uzantılıdır ve bu konuda elinden geleni yapacaktır. Bunlar, diğer ve eski sermaye gruplarına göre çok daha fazla savaş yanlısı olacaktır. Bunlar, IŞİD petrollerinden, kan ile birleşmiş karlılıktan tat almışlardır.

İşte işçi ve emekçilerin, bu durumu görmeleri gerekir.

Biz devrimciler açıkça ilan etmeliyiz ki, tüm devlet çarkı, tüm yağmacılar, rantçılar, burjuvalar, ABD’nin, efendilerinin istekleri doğrultusunda halkların kanını dökmekte, gençlerimizi kurban vermekte bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.

Bu savaş, bizlerin savaşı değildir.

Bu savaş, işçilerin, emekçilerin savaşı değildir.

Bu savaş, halkların savaşı değildir.

İşçiler ve emekçiler, burjuvalara, rantçılara, yağmacılara, egemen güçlere, devlete, onun ardındaki emperyalist güçlere karşı özgürlük, ekmek ve yaşam mücadelesi vermektedirler. Durum budur.

İşçi ve emekçiler, kendi kardeşlerine karşı, emperyalist efendilerinin kârları, ülkemizdeki para babalarının kârları için silâh sıkmayacaklardır, sıkmamalıdırlar.

İşçiler ve emekçiler savaşı reddetmelidirler.

İşçiler ve emekçiler, kendilerini örgütlemeli, her fabrikayı kendi denetimlerine alacak kadar, derin ve kalıcı örgütlenmeler yaratmalıdırlar.

İşçiler ve emekçiler, her mahalleyi, her okulu kendi alanları hâline getirmelidirler.

İşçi ve emekçiler, her yol ve araçla mücadele etmeli, her olanağı kullanarak örgütlenmeli, her yolla örgütlenmelidirler.

Biz, her işçiye, her öğrenciye, her gence, her işsize, her emekliye, kısacası yaşamı üreten herkese, açık gerçeği söylemekten geri durmamalıyız.

Emperyalist savaşı, ancak ve ancak, işçi sınıfı ve halkların direnişi durdurabilir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...