Ana Sayfa Blog Sayfa 121

Ya sosyalizm ya ölüm

Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Mademki hâlâ sınıflar var; kadınların yaşadığı her şey; çifte emek sömürüsü, taciz, tecavüz, aşağılanma ve bunlara karşı kadınların yarattığı her şey de; kadın mücadelesi, geliştirilen sloganlar, kurulan örgütlenmeler; sınıfların ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlardaki savaşımı içinde şekilleniyor.

Bu savaşımın dışında kalan hiçbir alan, hiçbir konu yoktur. Bu nedenle, kadın mücadelesi sınıf mücadelesinin bir parçası olarak, hedefine tüm aygıtlarıyla bu sistemi ve egemen sınıfı koymalıdır.

Kapitalist-emperyalizmin tüm dünyada işçi ve emekçilere, kadınlara, öğrencilere ve hatta yeryüzündeki ve yeraltındaki tüm canlılığa ölümden veya yaşayan ölüler olmaktan başka vaat ettiği bir şey yoktur. Sermaye sınıfı, onların devleti, onların hukuku, polisi, ailesi, erkekliği; kendi egemenliğini sürdürmek için yapması gerekeni yapmaktadır. Soma’dan 10 Ekim’e, Sur-Cizre’den Suruç’a, Emine Bulut’a, Şule Çet’e, Rabia Naz’a, Ensar yurtlarında tecavüze uğrayan çocuklara, göz diktiği derelerden, nehirlerden Kazdağları’na, Hasankeyf’e; bize ve tüm canlılığa sistematik olarak tüm aygıtlarıyla saldırmaktadır. Bu saldırılara karşı Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya, Asya’ya bu dünyanın lanetlilerinin, isyanları, başkaldırışları, kurtuluş arayışları büyüyerek sürmektedir. Bu nedenle sosyalizm, yaşamını sürdürmek için başka bir sınıfı ezmeye ihtiyaç duymayan yegâne sınıfın; işçi sınıfının önünde, insanlığın önünde, özgürce yaşamak için tek seçenektir.

Bugüne kadar devlete geri adım attıran ne var ise mücadele ile olmuştur. Fakat görünen odur ki siyasal, ekonomik ve örgütsel bir kriz içinde olan kapitalizmde bu kazanımların kalıcı olması mümkün değildir. Yönetebilmek adına her gün sömürü, baskı ve şiddeti arttırmak zorundadırlar. Amacımız sadece onların yasaları tarafından korunmak değil, “hayatta kalmak” da değil; emekçi kadınların özne olduğu, yaşamın her alanında diğer üretenlerle beraber kararlarını hayata geçirdiği ve hayatını kendi ellerine aldığı bir yaşamla ilgiliyiz.

Bu yaşamı kurmak için kadınların örgütlenmesi elzemdir. Devrimci örgütlerde, sendikalarda, kitle örgütlerinde kadınlar örgütlenmeli ve özne olmalıdır.

Özgürlüğü için mücadele eden kadınların doğrudan eyleme geçmesi gerekir. 8 Mart’larda, 25 Kasım’larda sokakları dolduran kadınlar olarak, yaşamın her alanında üreten kadınlar olarak, tacizcilerin, tecavüzcülerin, kadınları ölümle tehdit edenlerin karşısında birlikte durmalıyız.

Bununla beraber, eylemlere yönelik yürüyen tartışmalar, kadınların özgürleşmesini isteyenlerin tartışmasıdır. Karşı cephenin; yani devletin, kadın düşmanlarının, bu tartışmaları kullanarak kadın mücadelesine saldırmalarına izin verilmemelidir.

Mücadeleye katkı sunabilecek tartışmalar ise, bu yolda hareket etmekle, emek vermekle anlamlı hâle gelecektir. Özgür bir yaşam isteyen herkesi, Rosa’nın “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganıyla, Nâzım’ın “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz/ Ya dünyamıza inecek ölüm” dizeleriyle, Fidel’in “Ya sosyalizm ya ölüm” iradesiyle, örgütlü mücadeleye çağırıyoruz.

Nehir Akar

“Kızıl’ı mor’a boyamak” mı? Hayır, teşekkürler!

Bu yıl ‘25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü’ gösterilerine iki olay damgasını vurdu. İlki, bir grup sosyalistin üzerinde “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” yazılı dövizlerle İstanbul’da gösterilerin yapıldığı alana girmesi; ikincisi ise, polisin gösterinin sonlandırılması için göstericilere saldırması…

İlginçtir, olaylardan ilki, sosyal medyada daha fazla tepki konusu oldu, daha fazla tartışma konusu edildi. Feminist cenahtan yükselen itirazlara göre, feministlerin “uhdesinde”ki(?) bir yürüyüşe “alâkâsız” bir sloganla “eril” ve “dışarıdan” bir müdahalede bulunmuştu Kaldıraç’çılar…

Feministlerin sesini bastırmaya, meydana “kızıl” rengin damgasını vurmaya kalkışmışlardı. Oysa “25 Kasım (tıpkı 8 Mart gibi) feministlerin damgasını taşıması gereken bir gündü”, “Alana mor renk hâkim olmalı” ve “Sadece feminist grupların benimsediği, uygun gördüğü sloganlar atılmalı”ydı! Bunun dışındaki her türlü girişim, erkeklerin kadınların sesini bastırma çabasından ibaretti…

Hemen her 25 Kasım ve 8 Mart’ta tekrar edilegelen bu savlar, sosyalist saflarda da -sanırım feminist iddialar bu saflarda artık bir “işba” hâli yarattığı için- bir tepkiyi tetikledi. Tartışma -sosyal medya üzerinden- uzayıp gidiyor…

Sosyal medya, verimli bir tartışma ortamı değil. 140 harf kullanarak “tribünlere oynama”, “taşı gediğine oturtma” ve izleyicilerden azami “beğeni” ve “mention” alma mantığına dayanan hiçbir tartışma, kanımca verimli olmaz. Ve ne yazık ki, görebildiğim kadarıyla muhalif çevrelerin büyük bölümü indinde tek geçerli “tartışma aracı” da bu.

“Dinozor” damgası yemeye alışkınım nasıl olsa. Bu tartışmaya bu nedenle “twitter”dan değil de, matbaadan çıkmış dergi sayfalarından katılmayı yeğliyorum.

Feminist argümanları birkaç açıdan zaaflı buluyorum.

İlki 25 Kasım’ı (ve 8 Mart’ı) “temellük etme” gayretkeşliği.

8 Mart’ın 1910’da Clara Zetkin’in önerisiyle İkinci Enternasyonal’e bağlı ‘Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kabul edildiğini; ilk yıllarda farklı günlerde kutlanmakla birlikte, 1917 8 Martı’nda Rusya’nın kadın emekçilerinin Şubat Devrimi’ni başlatan ayaklanmasının ardından, 8 Mart tarihine sabitlendiğini duymayan, bilmeyen kalmadı. Sonradan BM tarafından “emekçi” sözcüğü çıkartılarak “Uluslararası Kadınlar Günü”ne dönüştürülse de, 8 Mart’ın tarihi, kızıldır.

Gelelim 25 Kasım’a. Bu günün BM tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesinin gerisinde yatan olay, Dominik’te diktatör Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin Trujillo’nun özel servis elemanları tarafından dövülerek öldürülmesidir. Dikkat; Mirabel kardeşler, kocaları, babaları ya da herhangi bir “erkek” tarafından değil, ABD uşağı Trujillo rejimi tarafından, diktatörlüğe karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri için katledilmişlerdi… Daha da çarpıcısı, ve kız kardeşlerden en büyüğü Minerva, Fidel Castro’ya olan hayranlığını gizlemeyen bir komünist sempatizandı. Hani şu “Ya Sosyalizm ya Ölüm!” sloganını ilişkinsiz, kaba ve “erkeksi” bulduğunuz Fidel Castro’ya…

Şu hâlde, bu iki günü feministlere mal etme girişimindeki manipülasyon ne olursa olsun, her ikisinde de devrimcilerin, sosyalistlerin emeği ve hakkı ağırlıklıdır.

İkinci zaaf ise, işi salt “temellük” çabasında bırakmayıp, bu günler üzerinde “inhisar kurma” girişimleridir.

Oysa protestolar hiç kimsenin tekelinde olmayan “kamusal alanlar”da gerçekleştirilir. Belirli bir konuyu sorun edinen herkes insanları gösteriye çağırabilir; ancak çağrı konuyu sorun edinen herkesedir. Protesto gösterisi “özel mülkiyet” olarak değerlendirilebilecek bir alanda (örneğin çağrıcının evinin bahçesinde!) gerçekleşmediği sürece, çağrıcı katılımcıların soruna hangi açıdan yaklaştıkları, hangi talep ve gerekçelerle protestoya katıldıkları, protesto boyunca nasıl davranmaları, hangi sloganları atıp hangilerini atmamaları, hangi renklerde giyinmeleri… vb.ni dikte etme hakkına sahip değildir.

Protesto edilen görüngüyle sorunu olan herkes, organizasyon komitesinin güvenlik önlemlerini ihlâl etmemek koşuluyla gösteriye katılma, kendi gerekçelerini slogan ya da pankart ve dövizlerle ifade etme hakkına sahiptir. En fazla, görüşlerinizle bağdaşmadığınızı düşündüğünüz kişi ya da grupların sizin kortejinize katılmasını sağlayabilirsiniz. Aksi tutum, feministlerin hoşlanmadıklarını sıkça ifade ettikleri ve erkeklere mal etmekten hoşlandıkları “dayatmacılık”tır…

Bu açıdan bence örnek alınması gereken tutum, 1 Mayıs organizasyonlarıdır: 1970’li yılların acılı deneyimlerinin ardından, 1987’den itibaren yeniden alanlarda toplandığımız 1 Mayıs’lara sömürü düzeniyle sorunu olan herkes, kendi renk ve sözleriyle katılabilmektedir: işçiler, kamu çalışanları, Alevîler, devrimci gruplar, CHP’liler, kadın örgütleri, LGBTİ topluluklar, sanatçılar, anarşistler, antikapitalist Müslümanlar… Sistemle sorunu olan herkes…

Feministlerin bir üçüncü zaaflı tutumu ise, “kadınlığı inhisar altına alışları”ndaki tuhaflıktır. Sanki kadınlar adına konuşmaya yetkili kılınmış tek hareket, kendileridir; kendini başka terimlerle tanımlayan hiç kimse kadınlar için mücadele edemezmiş, etmemeliymiş gibi, kendileri dışındaki herkesi, özellikle de sosyalist kadınları “erkek sözü” söylemekle suçlayan ilginç bir ego şişkinliği…

Oysa feminist eğilim(ler) kadın hareketi içindeki unsurlardan bir tanesi (ya da feminist heterojenlik göz önünde bulundurulduğunda birkaç tanesi)dir sadece. Aslına bakılırsa her siyasal ideolojinin, her felsefi akımın kadınların nasıl yaşamaları gerektiğine dair fikirleri, görüşleri vardır (Ve feminist heterojenliğin en önemli kaynaklarından biri de budur: Liberal feminizm, radikal feminizm, İslâmcı feminizm, sosyalist feminizm, liberter feminizm…).

Soru(n) şu ki, sosyalistler, devrimciler kadın sorunuyla, kadınların kurtuluşu perspektifiyle ilgili olan herkesin kendini “feminist” olarak tanımlamak zorunda olmadığını -feminizme karşı en sert eleştirileri dile getirmelerine rağmen sık sık “feminist” olarak damgalanan- Clara Zetkin’lerden, Alexandra Kollontai’lardan bu yana biliyorlar.

Sosyalistlerin kadın kurtuluşu perspektifi, tarih-ötesi, tahlili üzerinde anlaşmaya varılmamış, muğlak bir “patriyarka” kavramına karşı mücadeleden değil, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisine karşı emek eksenli bir başkaldırıdan geçmektedir. Bu mücadelenin yüz yılı aşkın bir süredir aktif öznesi olan sosyalist kadınların bunu dile getirmek için “erkek yoldaşları”nın delaletine ihtiyacı yoktur.

2 Aralık 2019, İstanbul.

Direniş büyüyecek

Bir sınıf, kendi iradesini nasıl ortaya koyabilir? Sorudur ve yanıtı bilinir: Bir sınıf kendi iradesini, siyasal örgütü ile, siyasal eylemleri ile ortaya koyabilir.

Bugün buna ihtiyaç var.

Bugün, ülkemizde de, dünyada da, direniş gelişiyor, büyüyor. Bu direnişin daha da gelişmesi, daha da büyümesi için eğilimler olduğu da açık. Dünya halkları, işçi ve emekçiler, kapitalist dünyanın insanlık için oluşturduğu tehdidi artık daha açık olarak görebiliyorlar. Bu tehdide, bu kapitalist hoyratlığa, bu kölece yaşam tarzına, bu açlığa, bu sömürüye, bu yağmalamaya, savaşa ve talana karşı mücadele etmenin gereğini kavramaya başlıyor.

Ama bu savaş, tek tek işçiler, tek tek insanlar tarafından organize edilemez.

Karşımızda, burjuva sınıf, yeryüzünde kendisi için yarattığı cenneti, işçi ve emekçilerin cehennemi üzerine kurulu olan cennetlerini kaybetmemek için, milyarlarca insanı yönetebilmek için, yılların deneyimine sahip örgütleri, burjuva devletleri ile durmaktadır. Burjuvazinin, sömürenlerin, egemenlik aracı olarak oluşturdukları örgüt devlettir. Onlar, işçi ve emekçilerin mücadelesinin karşısına, tek tek kapitalistler olarak çıkmıyorlar, devletleri ile, tüm donanımları ile, polis gücü, ordusu, basını, hapishaneleri, yargıçları, silâhları vb. ile çıkıyorlar.

Bu nedenle, tek tek, her işçinin, her insanın verdiği mücadele ne kadar değerli olursa olsun, sonuç vermekten uzaktır.

Biz işçiler, kendi irademizi, kendi siyasal örgütlenmemizle ortaya koyabiliriz.

İşçi sınıfının devrimcileşmesi budur, devrimci partisi içinde, siyasal örgütlüğünü sağlamasıdır.

Burjuva egemenlik, hayatın her alanını kontrol etmek üzerine kuruludur. Ona karşı mücadele de, hayatın her alanından, örgütlü, planlı bir mücadele şeklinde yürürse zafere ulaşır.

Bugün, hem ülkemizde, hem de dünyada, kapitalist sisteme karşı direniş gelişmektedir. Sadece bölgemizde değil, dünyanın her yanında işçiler, emekçiler, sokaklarda direnmektedir. Ülkemizde de tüm baskılara rağmen, tüm hukuksuz uygulamalara, Saray Rejimi’nin tüm saldırganlığına, katliam politikalarına rağmen, direniş gelişiyor, büyüyor.

Saray Rejimi, kan üzerine oturuyor. Gezi Direnişi’nde öldürdükleri gençlerin kanları ellerinden çıkmaz. Katlettikleri Kürtlerin kanları ellerinden çıkmaz. Kan üzerine oturuyorlar ve bu baskı ve şiddet ile ayakta durmaya çalışıyorlar.

Artık, halk için, kitleler için Saray Rejimi’nin ne olduğu açıktır. Her gün açlıkla, işsizlikle boğuşan kitleler, Saray’ın yağma ve rant politikalarının sonuçlarını bizzat günlük hayatlarında görüyorlar. Artık, yağma, rant ve savaş ekonomisinin ne demek olduğu gün be gün daha da açık hâle geliyor.

Artık, mızrak çuvala sığmıyor. Saray medyası, Saray Rejimi’nin pisliklerini örtmeye yetmiyor. Rabia Naz olayını örtemiyorlar, tren kazasında yakınlarını kaybedenleri coplayarak susturmaya çalışıyorlar, Haydarpaşa Garı ihalesini Suriye savaşının “kahramanlık” naraları ile gizlemek istiyorlar. Ama tutmuyor.

Suriye’de işgal politikalarını “kahramanlık” diye sunuyorlar, ama artık, etkili oldukları kitle sürekli azalıyor.

İşsizlik, açlık, yoğunlaşan sömürü, sosyal güvenlikten yoksun çalışma vb. işçi ve emekçiler için hayatı dayanılmaz hâle getirmektedir.

Bu koşullarda direniş fikri, tüm işçi ve emekçilerin aklına düşmüştür, düşmektedir. Her gün, onlarca, yüzlerce yerde işçi ve emekçiler eylemdedir. Burjuva basını bunu gizlemek için, direnişleri karanlığa bırakmak için elinden geleni yapıyor, yapacak. Ama işçi ve emekçi eylemleri, Saray Rejimi’ne karşı protestolar sürekli gelişiyor, büyüyor.

Şimdi, bu direnişi daha da büyük çaplı bir direniş olarak örgütlemenin zamanıdır.

İşte bu nedenle Genel Grev diyoruz.

İşçi sınıfı kendi iradesini, kendi gücünü açıkça ortaya koymalıdır. Bunun temeli vardır.

Tüm sendikalar, tüm işçi örgütleri, tüm direniş güçleri, bu genel grevi örgütlemenin olanaklarına bakmalıdır.

İşçi ve emekçilere, sendikalara, tüm direnen güçlere düşen görev, “genel grev” istemini konuşmak değil, hepimize düşen görev, genel grevi, gerçekten örgütlemek üzere harekete geçmektir. Tüm toplum, Saray Rejimi’nden, onun politikalarından, rant-yağma ve savaş ekonomisi politikalarından, katliamlardan, devlet şiddetinden rahatsızdır. Tüm toplum, açlık, işsizlik tehdidi ile karşı karşıyadır. Tüm toplum esir alınmak, susturulmak istenmektedir.

Ve bu saldırganlığa karşı, geniş bir tepki örgütlemek, bunu an be an, gün be gün örgütlemek gereklidir, mümkündür. İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnen herkes, böylesi bir genel direnişin, büyük çaplı bir genel grevin nasıl örgütleneceği konusunda düşünmelidir.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, bunun mümkün olduğunu, mümkün olduğu kadar zorunlu olduğunu da düşünüyoruz.

Elbette, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü zayıftır. Birkaç istisna dışında sendikalar, daha çok sendika mafyasının, devletin denetimi altındadır. Bunu hesaba katmamak yanlış olur. Ama işçi sınıfı üzerinde, sendika mafyasının denetimi gün be gün kaybolmaktadır. İşçiler, Türk-İş’in, Hak-İş’in, özellikle de bazı sendikaların kendilerini nasıl sattığını yakından izlemektedir. Artık, sendika mafyası, eski günlerdeki gibi rahat değildir, olmayacaktır. Eğer sendika mafyasına kalsa, hiçbir işyerinde, hiçbir fabrikada direniş olmayacaktı.

Öte yandan, gelişen ve yerel olarak ortaya çıkan direnişler, karşısında, tüm güçleri ile, ordusu, polisi, yargısı, basını, TOMA’sı vb. ile devleti bulmaktadır. Saray Rejimi, her eylemi bastırmak için saldırgan tutumunu daha da artırmaktadır. Bu durum, bir genel grev örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır.

Direniş büyüyor, büyüyecek.

İşçi sınıfı saflarında bir temizlik yaşanacak, “balta sapları” yolun sonuna gelmektedir.

Ve genel grev, eğer örgütlenebilirse, işçi sınıfının dirilişinin bir adımı olacaktır.

İşçi Gazetesi’nin 177’nci sayısı çıktı

Genel grev, genel direniş çağrısı gazetemizin bu sayısının ana gündemi. “İşçi sınıfı, kendi kaderini kendi ellerine almalıdır artık” diyoruz.

Pervasızca saldırılarla yaşamımızı karartan sömürü-yağma-rant-savaş düzenine hep birlikte ‘artık yeter’ diyebilmeliyiz. Bu mümkündür. Bir hamlede değilse de, inançla, kararlılıkla yürütülecek bir örgütlenme süreciyle bizi hiçe sayanlara esaslı bir ders vermek mümkündür.

Ayırdığımız sayfalara sığmayacak kadar çok sayıda işçi eylemi, grev-direniş var. Dünyadaki gelişmeler daha fazla. Çok sayıda ülkede işçi sınıfı ve halklar sokakta. Büyük eylemler, çatışmalar yaşanıyor. Mümkün olduğunca sayfalarımıza yansıtmaya çalıştık.

Oldukça bilgilendirici iki röportajımız bu sayıda yer alıyor.

Metal işkolunda 130 bin işçiyi kapsayan MESS grup toplu sözleşmesi üzerine Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk.

Diğer röportaj Maltepe Belediyesi işçilerinin 8 gün süren direnişiyle ilgili. Direnişin sona ermesinin ardından işyeri baştemsilcisi Ali Sönmez ile konuştuk.

Asgari Ücret konusu geçen sayımızda detaylı ele alınmıştı. Yürütülen faaliyetlele birlikte bu sayıda kısmen yer alıyor. Bu gündemi dair gelişmeleri gazetemizin facebook.com/iscigazetesi sayfasından takip edebilirsiniz.

Yine bu sayımızda; İşçi hakları, emekçi kadın, doğa, kültür-sanat, okur mektupları ve farklı konuları ele alan makale-köşe yazıları yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

A Salute From Anatolia To Revolters All Over The World

Capitalism hasn’t been wiped off the face of the earth yet. Even though it is unfortunately early to say ‘It is over’, Capitalist-Imperialism has been declining because of the failure of neoliberal politics as well as the deepening of the system’s crisis.

The more this crisis transforms to a bigger uncontrollable and unmanageable one, the more we are witnessing riots all over the world and mass revolts.

A social-politic power, struggle and process is necessary to organize these social explosions.

We need to empower the revolutionary internationalist organization of the world working class, while extending the struggle for revolution.

Salute to revolters who are resisting in Chile, Lebanon, Catalonia, Bolivia, Iraq, İran, Algeria, Sudan, Ecuador, Azerbaijan, Tunisia, France, Portugal and all parts of the world!

Salute to people who are raising the revolts, to revolutionaries and the communists!

Long live the revolutionary internationalist struggle!

Forward to the revolution, either socialism or death!

Anadolu’dan yeryüzünün isyancılarına selam olsun

Kapitalizm yeryüzünden henüz silinemedi. Ve bitti demek için maalesef daha erken.

Ancak neoliberal politikaların iflas etmesi, sistemin içine girdiği krizin derinleşmesiyle kapitalist emperyalizm gittikçe zayıflıyor.

Bu kriz yönetememe krizine dönüştükçe; yeryüzünün her yerinde isyanlarla karşılaşılıyor. Bu isyanları örgütleyecek bir sosyal-politik güç, süreç, mücadele gereklidir.

Devrim mücadelemizi büyütürken; dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist örgütlülüğünü geliştirmeliyiz.

Selam olsun Şili, Lübnan, Katalonya, Bolivya, Irak, İran, Cezayir, Sudan, Ekvador, Azerbaycan, Tunus, Fransa, Portekiz ve yeryüzünün her köşesinde direnenlere!

Selam olsun isyanı büyütenlere, devrimcilere, komünistlere!

Yaşasın devrimci enternasyonalist mücadele!

Devrim için ileri; ya sosyalizm, ya ölüm!

Yaşayan ölüler olmayacağız!

“Güleriz acınacak halimize” mi?

Gülüyor musun haline, halimize? Biz gülmüyoruz. Acıyor musun kendine ve senin bizim gibi emeğiyle çalışarak geçinenlerin haline. Biz acımıyoruz.

Acınacak bir şey yok çünkü, gülünecek de… Sadece kaskatı gerçekler var: Milyonlarca işsiz, gelecekleri çalınan milyonlarca insan. Bir tarafta lüks içinde yaşayan saraylılar, bir tarafta elektrik, su, doğalgaz faturasını nasıl ödeyeceğini kara kara düşünen biz emekçiler. Bir tarafta sırtımızdan geçinen ve bizi yöneten bir avuç asalak, diğer tarafta emeğiyle günü yaratan işçiler-emekçiler… Yani biz.

Biz bu devranı döndüren emekçilere, kendimize neden acıyalım? Hayatı durduracak güce sahip olan milyonlarca emekçinin, örgütlenmek ve kazanmak yerine işçi cinayetlerinde ölmesine, intihar etmesine neden acıyalım?

Borçlarını ödeyemediği için çocuklarını ve eşini öldürerek intihar eden babaya örneğin, acıyor musun? Biz acımıyoruz.

Patronun sırtını doyurmaya verdiği emeğin onda birini kendi kurtuluşu için vermeyen, üretimden gelen gücünü kullanmayan, adeta kurban edilmeyi bekleyen işçi kardeşim; yoksa patronu, ya da onlar adına yöneten, her gün sana, bize küfreden egemenleri; kendinden, çocuklarından daha mı çok seviyorsun?

Seyretmeye, seyrettikçe kirlenmeye, yakınmaya, acımaya, hep kaybetmeye daha ne kadar dayanabilirsin? Yaşayan ölü olmaya, bu yılgınlığa, bu tembelliğe daha ne kadar devam edebilirsin?

Evet, tembellik bu. Günde 12 saat çalışan işçi tembel olur mu? Olur. Kendi geleceği için mücadele etmeye eli varmıyorsa, patron için kaç saat çalıştığının bir önemi yok. O yalnızca ne kadar sömürüldüğünün göstergesidir.

Eğer yok diyorsan, bir şeylerin değişmesini istiyorum diyorsan; artık seyretmeye ve yakınmaya son. Bir adım atmak zorundasın. Gerçekçi ol, durumunu gör, gücünü de gör ve bir adım at.

Biz ne kendimize, ne sınıf kardeşlerimize acımayız. Çünkü işçi sınıfının gücünün ne demek olduğunu biliyoruz. İşçiler- emekçiler beraber harekete geçtiğinde, şalterleri indirip üretimi durdurduğunda, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinde patronların “devrim oluyor” diye özel uçaklarına atlayıp kaçmalarından biliyoruz. Ankara’nın göbeğinde direniş çadırlarını kuran Tekel işçilerinin deneyiminden biliyoruz. On binlerce metal işçisinin 2015 Mayıs’ında yarattığı ‘metal fırtınadan’ biliyoruz. Hayatın akışını değiştiren, özgürlüğü ciğerlerimize çektiğimiz Gezi direnişinden biliyoruz.

Bizi arada sırada sandık başına toplayıp kaderimizi değiştireceklerini iddia edenler, bizim yerimize nasıl yönetileceğimize karar verenler, nasıl sömürüleceğimize karar verenler, yani devletliler, yani sermaye sınıfının adamları mı siyasetten anlar ancak? Siyaseti onlar mı yapabilir ancak? Hayır. İşçilerin, emekçilerin üretimiyle siyasetin bir ilgisi yokmuş gibi tiyatro oynayan yönetenler aslında çok iyi bilir ki, siyaset sokakta, fabrikada, üretim başında yapılır esas. Kendileri bunu iyi bilir ve bizim de öğrenmemizden çok korkarlar.

Çok iyi bilirler ki, biz genel greve çıktığımızda, üretimi durdurduğumuzda, onların o süslü laflarının, o kürsülerinin, o meclis salonlarının, o saraylarının, savaş naralarının, böbürlenmelerinin esamesi okunmaz. Ne zamları kalır, ne yasakları… Çaresiz kalırlar, koltuklarından olurlar.

Biz üretmezsek, biz yaratmazsak onların devranı dönmez. Ama biz örgütlendiğimizde, mücadele ettiğimizde, patronlar için çalıştığımız kadar kendi kurtuluşumuz için de çalıştığımızda, geleceğimizi kazanırız. Özgürlüğü kazanırız. Ağız dolusu gülmeyi, ve çocuklarımızın başını kaygılanmadan okşayabilmeyi kazanırız. Onurumuzu kazanırız.

Kazanmak istiyorsan, adım atmanın zamanı. Diğer işçi kardeşlerimizle meydanlarda buluşmanın, beraber yapacaklarımızı konuşmanın, harekete geçmenin zamanı. 8 Aralık’ta “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitingine katılmak, iş arkadaşlarını, komşunu, arkadaşını çağırmak bunun için bir adımdır.

Kendi kendine söylenmek, fısıltıyla konuşmak yerine beraber haykıralım. Ödeyemediğimiz faturanın, çocuğumuza yediremediğimiz yemeğin hesabını soralım. Bu bir adım. Sonrasında da kazanana kadar daha fazla işçi kardeşimizi mücadeleye nasıl katacağımızı konuşalım. Harekete geçelim, kazanmak için gücümüzü kullanalım.

8 Aralık’ta Bakırköy’de “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitinginde buluşuyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

EKMEK, BARIŞ VE ADALET İÇİN GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Ya sosyalizm ya ölüm.

Hayır, kaç kadının öldürüldüğünü anlatmayacağız. Kaç kadının tacize, tecavüze uğradığını söylemeyeceğiz. Hatta kaç kadının sömürüldüğünü de, bunların kapitalizmin yasası gereği olduğunu da, adaletin olmadığını da anlatmayacağız. Devletin ne menem birşey olduğundan da, kadınları korumadığından da korumayacağından da bahsetmeyeceğiz. Bu sayılara, teşhirlere ihtiyacın kalmadığı bir noktada yaşıyorsak eğer biraz bizden söz etmenin zamanıdır.

Dünya isyanda!

Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya ezilenler, bu dünyanın lanetlileri isyanda. Dünyanın her yerinde emekçiler, işçiler, kadınlar, gençler sokakta. Başka seçenekleri olsaydı eğer belki lazerle drone düşürmeye çalışmazlardı, belki sokağa çıkma yasağını marşlar söyleyerek kırmazlardı, hatta belki eylemlerde yüzlerce arkadaşları ölürken bir daha eyleme çıkmaya çekinirlerdi. Başka bir seçenekleri olsaydı eğer…

Ama yok! Bu yeryüzünün hiç bir noktasında itiraz edilmeden yaşanılacak bir toprak parçası mevcut değildir. Peki ya biz? Bizim başka bir seçeceğimiz var mıdır? Mesela siyanürle intihar etmek mi, öldürülmeyi beklemek mi? Mesela işten atılmamak için mobbinge, hakarete, aşağılanmaya yani her şeye boyun eğmek ama yine de geçinememek mi? Mesela tacize uğrayınca susmak mı tecavüzcüyle evlendirilmek mi? Bir ihtimal daha var o da ölmek mi diyelim?

Her şeye rağmen ve her şey ile birlikte direnişi büyütenler de var. Ya sosyalizm ya ölüm diyerek yaşayanlar da var hala. Ve doğrudan söylemek gerekir ki biz yaşamak için buna mecburuz.

Artık yaşanan binlerce kadın cinayetinin sebebini, çocuklara tecavüz eden aklın kökenini, bunları yargılama kisvesi altında kurulan adalet sistemini biliyoruz. Bunları duyan, gören herkes zaman zaman aklından geçiyor neden insanlar çıldırmıyor diye, neden daha fazlasını yapmıyor diye. Öncelikle kendileri cevaplamalıdırlar.

Ama kabul etmek gerekir ki belki bu metin bir çıldırma halidir. Örgütlenmeye çağırdığı insanlara neden yapmıyoruz daha da fazlasını yapalım diye kızma, bağırma halidir hatta sen olmayınca olmuyor işte gel tut bir işin ucundan bitirelim artık yeter deme halidir.

Değişik bir önerimiz yok. Herkesi örgütlenmeye, bu çürümüşlüğe karşı mücadele etmeye, gücünü yanındakinden almaya, başkaldırmaya çağırıyoruz.

Biliyoruz yılların alışkanlıkları var. Evde yapılması gereken bir yemek, temizlik, bakılması gereken bir çocuk var, ‘şanslıysan’ gidilmesi gereken veya ‘şanssızsan’ milyonlarla birlikte aranması gereken bir iş var. Bunlar yoksa eğer devrimci sosyalistler kadın hareketine kaba bakıyor, ya sosyalizm ya ölüm diyerek bunu erteliyorlar dediğin bir yer var. Devrimden bakıyoruz, çünkü kadını sömüren, zincirleyen, erkeği yaratan sistemi biliyoruz. Fakat kadınları özgürleştirecek başka bir öneri varsa eğer gerçekten duymak, bilmek, özgürleşmek isteriz. Biz bu zincirleri seninle beraber yürüyerek kırmak isteriz.

Emine Bulut için, Rabia Naz için, Şule Çet için, Nadira Kadirova için ve direnen işçiler, emekçiler ve kadınlar için ve mücadele etmek için bir gücü görmeyi bekleyenler için çağırıyoruz seni. Tüm sorularınla birlikte ama mücadele etmek dışında bir seçeceğinin olmadığını bilerek. Ya sosyalizm ya sosyalizm diyerek.

Kriz ve işçi sınıfı | Soma işçilerinin yürüyüşünün düşündürdükleri

Soma madeninde resmî rakamlara göre 301 işçi öldü. Biz, bunun bir cinayet olduğunu biliyoruz. İnsan olan herkes, işçi ve emekçileri insan sayan herkes bunun bir cinayet olduğu konusunda bizimle hem fikirdir.

Saray Rejimi, Erdoğan ve çevresi, burjuva devletin tüm karar organları, sermaye, devletin gerçek sahipleri olan tekelci sermaye grupları, elbette bizimle aynı fikirde değildir. Onların hepsi adına Erdoğan, Soma cinayetleri daha taze iken, “işin fıtratında var” diye buyurmuştu. Bu doğru ise, kapitalist olmanın fıtratında devrimle mülkünü kaybetme var, Erdoğan’ın fıtratında ise, belki birçok saldırıya uğrama ihtimali olmalı. Oysa kapitalistler, egemenlikleri sonsuza dek sürsün diye, işçi ve emekçileri bastırmak için her yola başvuruyorlar ve Erdoğan, işin fıtratında var diye olayları akışına bırakmak yerine, 3 bin kişilik koruma ordusu ile dolaşıyor.

Sıra işçilere gelince işin fıtratı devreye giriyor. Camilerde bu yönde hutbeler okutuluyor. Ve nasıl oluyorsa Allah, hep bunların çıkarları için davet ediliyor, hiç işçiler ve emekçiler için bir cuma hutbesi okutulduğunu görmüyoruz.

Demek, Allah’ın kullarının bir bölümü için fıtrat geçerli, bir bölüm “özel yaratılmış” olanlar için ise, en hasından koruma ordusu ve her türlü zevk-ü sefa için zemin hazırlama geçerli.

İşte bu Soma işçileri o ocaklarda ölünce, bir dava açıldı. O ocaklarda gerçekte kaç kişi öldüğünü bile tam olarak bilemiyoruz.

Dava açılınca, maden şirketinin sahibi, doğrudan Erdoğan ailesine bağlı olduğundan ve verilen emirlere uygun iş yaptığından, bilgiler ortalığa yayılmasın diye, uygun bir biçimde en hafif yoldan kurtarıldı.

O dönem başbakan olan Erdoğan, Soma’ya geldiğinde, işçiler, acı ve öfke içinde ne yapacaklarını daha belirlememiş iken, insanların protestoları yükselmeye başlayacakken, Erdoğan ekibinden birisi, devlet görevlisi, işçileri yerlerde tekmeleme görüntüleri veriyordu.

Ve işte o Soma işçilerinin madenleri kapatıldı.

İşçilere tazminatlarının verileceği sözü, bizzat devlet tarafından verildi.

Ve bugün, Ekim ayının başında, bu işçiler, Manisa’dan yola çıkarak Ankara’ya bir yürüyüş gerçekleştirme kararı aldılar. Amaç açık; işçiler tazminatlarını istiyor.

Saray Rejimi için bu, küçük bir ihaledir. Ayrıca maden şirketinin vermesi gereken tazminatlardır bunlar. Ama devlet, Saray, maden şirketine tazminatları ver diyemiyor, çünkü adam ne yaptı ise “reisin emri ile yaptı” modundadır ve bu yönde davranma kararlılığındadır. Bu durumda şirkete bir devlet kaynağından, örtülü ödenekten mi, yoksa Damat’ın bulacağı bir başka kaynaktan mı bilemeyiz, para aktarılması ve bunun da tazminat olarak işçilere ödenmesi gerekir.

İyi ama bunlar işçi.

Yani, fıtratın geçerli olduğu kullar cinsinden bu işçiler. Öyle ise onlar, kadere razı olacaklar. Zaten biz onları aslında sevmeyiz, “yaratandan ötürü” bir şey demiyoruz. Yoksa bu işçilerin hepsinin canına okumak gerekir.

İşçileri Manisa çıkışında durdurun talimatı var.

İşçiler, maden işçileri, Soma işçileri, Manisa çıkışında duruyorlar. Geri dönmüyorlar, çünkü tazminatlarını almış değiller. İleri gidemiyorlar, çünkü jandarma ile çatışacak, barikatları aşacak gücü kendilerinde görmüyorlar. 3500 işçinin tümü, hep birlikte orada değil.

İşte işçi sınıfı ve karşısında yer alan güçler.

Karşı cephe, buna burjuva cephe, devlet cephesi, karşı-devrim cephesi diyebilirsiniz, patronlardan, burjuvalardan, onların da en kodamanlarından ve onların emrindeki Saray, hükümet, yargı, polis gücü, jandarması vb.den oluşuyor. Ellerinde basın var. Haber yaparlarsa her eylem büyür, ama haber yapmazlarsa, her haklı eylem karanlıkta kaybolabilir. Buna özgür basın diyorlar, “özgür”ler çünkü, hiçbir şey yazmak, haber vermek zorunda hissetmiyorlar, ama köleler, çünkü, burjuva paşababalarının atadığı bir memurun karaya ak demesini yazmak zorundalar, asla ve asla onların iradesini aşan bir şey yazamıyorlar.

Trump, Erdoğan’a bir mektup göndermiş. Evlere şenlik bir mektuptur ve hakaret içermektedir. Bu mektubun içeriğini haber yapmak, Trump bunları söyledi demek, Cumhurbaşkanı’na hakaret olarak ele alınıyor. Oysa hakaret ise, onu yapan Trump’tır ve onunla hesaplaşmaları gerekir. Bu durumda bir cinayetin haberini yapan, acaba katil mi olacak? İşte size burjuva basın. İşçiler Manisa çıkışında bekliyor, ama burjuva basın bunu görmüyor. Oysa işçiler sadece tazminatlarını istiyorlar, hepsi budur. Bir akşam Saray’ın ışıkları yanmazsa, “itibardan tasarruf edilse” işler çözülmüş olacak.

Tüm devlet mekanizması, işçilerin karşısındadır.

İşte işçi sınıfının karşısındaki cephe, kutsal ittifak budur.

İşçiler, örgütsüzdür. Sendikaları dahi güçlü değildir. İşçi sınıfının çok büyük bir bölümü sendikasızdır. İşsizlik diz boyudur. Ve bu koşullarda işçiler, genel ve birleşik bir örgütlü mücadele geliştirememektedir.

İşte bu sorun bize, tam da işçi sınıfının cephesini tarif etme görevini vermektedir. İşçi sınıfının cephesi, sosyalist devrim cephesidir. Yani işçiler, üretim araçlarına el koyarak, onları zaten özü gereği oldukları şekle sokup, toplumun mülkiyetine geçirerek sömürü sistemine son verebilirler. İşçiler, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vererek bunu yapabilirler. Fabrikalar işçilerindir, toprak köylünündür, işleyenindir.

İşçi sınıfı, bu devrimin ana gücü, öncüsüdür. Zira onun zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçilerin nasılsa özel mülk edinilmiş üretim araçları yoksa, hiçbir sınıfın da olmaması gerekir. İnsanın insan üzerindeki kulluğunu sonlandırmak, özel mülkiyete son vermekle mümkündür.

Her emekçi, kendi emeği ile hayatını kazanan bu devrimin müttefikidir. Her kadın, her genç bu devrimin savaşçısıdır. Her ezilen, bu kavganın neferi ve işçi sınıfının saflarının doğal üyesidir. Bu devrim, her türlü aşağılanmaya, ayrımcılığa vb. de son verecektir.

Ama işçi sınıfının bunu yapması için, bir devrimci örgüte ihtiyacı vardır.

Burjuvazinin örgütü, devlettir.

İşçi sınıfının örgütü ise devrimci partisidir.

Bu devrimci örgüt, işçiler arasında ne kadar örgütlü ise, işçi sınıfı o kadar devrimcileşmiştir ve önderlik görevini o ölçüde oynayabilir, tüm cephelerde işçilerin direnişini yönetebilir demektir.

İşçi sınıfı devrimci değil ise, Soma’daki gibi işçiler yalnız kalmaya mahkûm olur.

Bugün, ülkeyi baştan ayağa sarmış bir ekonomik kriz var.

Burjuvazi, Saray Rejimi, bu krizin faturasını işçilere yıkmak istiyor.

İşçilerin “bunu kabul etmiyoruz” demesi, eğer laf ile oluyorsa, açıklamalarla gerçekleşiyor ve orada sınırlı kalıyorsa, çok cılız bir tepkidir.

Elektriğe gelen zam, doğalgaza gelen zam, aslında krizi işçilere fatura etmenin yollarından birkaçıdır. Her yol ve araçla işçiler omuzlarında krizin ağır yükünü hissetmektedir.

Damat Bakan, kıdem tazminatlarına göz dikti. Neden? Krizin faturasını ödetmek işte budur. Neden Saray eşrafının mal ve mülküne el koymuyorlar, neden Erdoğan’ın ve ailesinin servetini sahneye sürmüyorlar? Trump, “servetine el koyarım” tehdidinde bulunduğunda, Suriye işgali sürecinde ateşkes ilan edebiliyorlar. Trump’ın bildiği serveti, işçi ve emekçiler neden bilmiyor? Ama krizi çözmek için kıdem tazminatlarına el koyma yollarını arıyorlar.

Her sigortalı işçinin maaşından %3 işsizlik sigortası primi kesiliyor.

İşsiz kalan her 100 kişiden ancak 17’si işsizlik maaşı alabiliyor.

Peki işsizlik fonunda biriken para nerededir? Bakan açıklıyor: Onu kamu bankalarına aktardık, o para ile duble yollar yaptık vb.

Neden kamu bankalarına işçilerin paraları aktarılıyor?

Neden işsizlik fonu için ödenen %3’ler işçilere verilmiyor? Çünkü, işin fıtratında var. Sen işçisin ve sömürülmek, soyulmak, itilip kalkılmak, aşağılanmak, yerde tekmelenmek, binanın asansöründe gebermek, madenin derinliklerinde mezar sahibi olmak senin kaderinde yazılı. İşte bunu söylüyorlar.

Bugün ülkede çalışanların %36’sının sosyal güvencesi yok.

Bugün, işsiz işçi sayısı 15 milyona yaklaşıyor. Resmî rakamlar dahi işsiz sayısını 8 milyon veriyor. Bu rakamlar, gerçeği gizlemek için veriliyor. Devletin istatistik kurumu dahi, yalan makinası olarak çalışıyor.

Enflasyon %10’un altında diyorlar. Oysa her işçi biliyor ki, üzerine %50 zam gelmemiş hiçbir şey yok. İster elektriği alın, ister çocuklarınızın okul malzemelerini, ister benzini alın, ister doğalgaz faturalarını, ister peyniri alın, ister birayı, ister patatesi alın, ister zeytini. Hangi ürünü alırsanız alın, her şeye, bir yıl öncesine göre en az %50 zam gelmiştir. Enflasyon ise %9 olarak açıklanıyor.

İşçi ücretleri, memur ücretleri %4+4 gibi rakamlarla telaffuz ediliyor. En yüksek zamla toplu sözleşme yapabilmiş işçilerin bile ücretleri, geçen yıla göre %30 azalmıştır. İşçilerin maaşlarının 3’te biri ile yarısı arasındaki bir kısmı yok olmuş, buharlaşmıştır. İşsizleri buna eklemelisiniz.

Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, işçilere savaş ve milliyetçilik edebiyatı yapılıyor. Madem karnınız doymuyor, bari aklınızı milliyetçilikle, vatan ve millet masalları ile dolduralım diyorlar. Burjuva medya, savaş naraları atıyor. Ölen askerlerden söz eden yok. Damat bakan, şehadet şerbetini içmekten söz ediyor. Buyursun, kendisini en önde görmek isteriz, cephenin önünde yer alsın.

İşte Soma işçilerinin yürüyüşü, bu nedenle kesilebiliyor.

Soma işçileri, tüm güçleri ile, aileleri ile o yürüyüşte yer almalı, haklarını almak için direnmelidir. Ve bu direniş, giderek tüm topluma yayılmalı, tüm işçilerin desteğini almalıdır.

Sendikalara açık olarak direnişleri engelleme talimatı verilmektedir.

Sendikalar, işçi sendikası olmaya devam edenler, tersine, bir genel grev ile sürece karşılık vermelidir. Böylesi bir genel grev, tüm işçilerin desteğini alacaktır. Sendikalar, eğer işçi sendikası iseler, devrimci hareketten uzak durarak bu mücadeleyi götüremezler. Açık olmak gerekir. İşçilerin bıçak boğazlarına dayanmıştır. Ya işçiler, kendi yollarını çizecek ve sendikaları da aşıp geçecektir ya da sendikalar, eğer işçi sendikası olmaya hâlâ devam ediyorlarsa, işçilere yol gösterecek ve genel grevi örgütleyeceklerdir.

Burada iki sınıfın çarpışması vardır. Bu sınıflardan burjuvazi, devlet şeklinde örgütlüdür ve Saray Rejimi, tüm olanakları ile, işçileri ve tüm toplumu susturmak için mücadele etmektedir. Her eylemin karşısına, tüm güçleri ile dikilmektedirler, basını ile, polisi ile, jandarması ile, yargısı ile, copu ile, TOMA’sı ile işçilerin ve hak arayan herkesin önüne dikilmektedirler. İşçi sınıfı buna karşı, kendi örgütlülüğünü geliştirmek, devrimcileşmek zorundadır.

Genel grev, bugün, birçok sözün anlamlı hâle gelmesini sağlayacak bir yoldur. Krizin faturasını ödememenin etkili yollarından biridir.

Şimdi temizlik zamanı mı? Bağdadi operasyonu

ABD, 26 Ekim 2019’da, Bağdadi’nin öldürüldüğünü ilan etti. Trump, büyük müjdeyi verdi. ABD, Kuzey Irak’taki üslerinden, Reyhanlı’nın yakınındaki bir köyde, Bağdadi’ye karşı operasyon düzenledi.

Trump, açıklamasında, bölgede etkinliği olan güçlere, Rusya, Türkiye, Suriye, Irak ve SDG’ye teşekkür etti. Zaten bölgede başka da bir güç yok. Yani tüm güçlere teşekkür etmiş oldu.

Aradan birkaç gün geçtiğinde, artık operasyon ayrıntıları ortaya çıkmaya başladı. Bu operasyonun istihbaratı ile ilgili değişik versiyonlar var. Ama sonuçta, Bağdadi’nin nerede olduğu bilgisi, yakın çevresinden geliyor ve anlaşılan yerini değiştirme kararı almıştı.

İşin bu yönü üzerine daha çok bilgi gelecek, videolar gösterilecek vb.

Ama biz, daha genel olarak Bağdadi’nin öldürülmesi üzerinde durmak istiyoruz. Bunun anlamı nedir ve neden şimdi?

1- Biz henüz, gerçekten Bağdadi’nin öldürülüp öldürülmediğini bilmiyoruz. Zira Bağdadi, daha önceleri de öldüğü açıklanan bir kişidir.

Bunu anlamak için şunu hatırda tutmak gerekir: IŞİD ve Bağdadi, ABD güçleri içindedir.

Bağdadi ve IŞİD, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar grubunun içindedir ve Bağdadi, burada bir güçtür.

Öyle ise, ABD, kendi adamını imha ettiğini açıklamaktadır.

Kendi adamını imha ettiği için, Rusya, Türkiye, Suriye, Irak ve bölgedeki Kürtlere teşekkür etmektedir.

Bu teşekkürün tek anlamı vardır, Bağdadi’yi, kendinden ABD’den bağımsız bir güç, “ortak tehdit” olarak ilan etmektir. Buna da doğrusu kimse itiraz etmeyecektir. Daha çok, “kendi yarattığı güç olsa da, Bağdadi’nin tasfiyesi işe yarar” diye düşüneceklerdir. Böylece, ABD, Bağdadi’yi yaratan güç olduğu kadar, yok eden güç olarak da kendini temizlemiş olacaktır.

Bağdadi öldürüldü mü, bilmiyoruz.

ABD, ya Bağdadi’yi, konuşmasın ve Rusların eline düşmesin diye öldürmüştür. Bu durumda, Suriye sahasındaki son gelişmelerin ardından, sıra İdlib’e geldiği için, Bağdadi, Türkiye ve ABD arasında pazarlıklar yürümüş olmalıdır. Muhtemelen Bağdadi, elindeki bilgilerle ABD ve Türkiye için bir tehdit olmaya başlamıştır.

Bu durumda da, ABD Bağdadi’nin yerine bir yenisini bulup, bizzat onun aracılığı ile operasyona başlamış olmalıdır.

Yani, eğer ABD Bağdadi’yi öldürmüşse, elindeki bilgilerin ABD için tehdit oluşturması nedeniyledir. Tıpkı Saddam’ı mahkemeye çıkarmamaları gibi. Bağdadi’nin yargılanması, büyük ölçüde ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye planlarının deşifre olması demektir. Bu ülkelerin savaş suçluları mahkemesine çıkarılması demektir.

ABD, bu nedenle bir “temizlik” yapmıştır.

2- Belki de Bağdadi öldürülmemiş, ama öldü gösterilmiştir. Bu durum da, Bağdadi’nin ne kadar kapsamlı plan hazırladığına bağlıdır. Belki de Bağdadi, elindeki bilgileri öylesine kullandı ki, ABD onu öldü göstererek ona yeni bir temiz sayfa açmak zorunda kaldı. Belki de yarın İran’da ya da Libya’da karşımıza başka bir isimle çıkacaktır.

3- Her iki hâlde de, ABD temizlik yapıyor. Kendi kirli işlerinin, kirli organizasyon ve emirlerinin ortalığa saçılmasını istemiyor.

İşte teşekkürün bir anlamı da buradadır. ABD savaş suçları mahkemesine çıkarılacaksa, en başta Trump ağzından teşekkür edilen güçler tarafından ya da onların içinden bazıları tarafından çıkarılabilir. ABD, buna önlem almaktadır. Sonuç, herkes için makul ve sevindiricidir.

4- Şimdi sorun, IŞİD’in yeni liderinin kim olacağı sorunudur. ABD, muhtemelen daha derin bir planlama yapmıştır ve kendine bağlı IŞİD organizasyonunu, başka bir tarzda elinde tutacaktır. Bağdadi’nin yok olması, aslında bu olanağı artırmaktadır. Şimdi ABD, IŞİD’e yeniden biçim vermeye yönelecektir.

5- Ancak, bilmek gerekir ki, Suriye savaşı yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni dönemde, savaşın sonuna gelinmektedir.

Bu durum ABD’nin kabul etmek istemediği bir durumdur.

ABD, her zaman savaşı büyütmek için bir yol bulacaktır.

Açık olarak “petrol kuyularını garantiye aldık” demeleri, aslında ABD’nin yaklaşımını tam olarak ortaya koymaktadır. ABD için, savaşı büyütme tehdidi, savaşı tüm bölgeye, İran’a ve diğer alanlara yayma tehdidi her zaman bir koz olarak durmaktadır. Savaş, Üçüncü Dünya Savaşının açık hâl alması ve sonuçlanmasına kadar, ABD bu tehdidi sürdürecektir.

Bu tehdidi ortadan kaldırmanın kesin bir yolu daha var, o da bölgede gelişecek bir sosyalist devrim ve anti-emperyalist mücadele ile halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almasıdır. Bir devrim, tüm bölgeyi sarma potansiyeline sahiptir. Bir devrim, tüm emperyalist güçleri bölgeden kovmanın olanaklarına sahiptir.

Bugüne dönersek, ABD, kendini “savaş mahkemesine” çıkarmaktan korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle, “geçici yenilgi”nin delillerini temizlemektedir. Bu delillerden biri de, IŞİD kadar ortağı olan Türkiye’deki Saray Rejimi’dir. Türkiye, Erdoğan, Saray Rejimi, ABD’nin suç ortağı, daha ilerisi tetikçisidir. Şimdi, Türkiye’nin bu suçlarının üzerine ABD kendi suçlarını da ekleyecektir.

Bağdadi, ABD’nin kendi adamı idi. Onu tehdit oluşturmaktan çıkardı.

Türkiye, ABD’nin suç ortağıdır ve şimdi tüm suçları üstlenmek zorunda kalacaktır. ABD, kendisi yerine Türkiye’nin savaş suçları mahkemesine yalnız çıkmasını istemektedir. Muhtemelen verecekleri tazminat da, Erdoğan ve ailesinin mal varlığına el koyarak ödenecektir.

Fırat’ın doğusuna, ABD teşviki ve onayı ile dalan Türkiye, IŞİD’in o sahadaki sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunu kabul etmek, aslında ABD suçlarını da kabul etmek, kendi kabarık suç hanesine yenilerini eklemektir.

Bağdadi, İdlib denilen alan içinde, Türkiye sınırına 5 km uzaklıkta yakalanıp imha edildi. Resmî açıklama budur. Türkiye tarafından denetlendiği söylenen bir bölgedir burası ve Türkiye-Bağdadi ilişkilerine ilişkin yarın ABD’nin kayıtlar açıklayacağından kimsenin şüphesi olmasın.

Türkiye, gerçekten barıştan yana olsa, gerçekten çeteleşmemiş bir devlet olsa, gerçekten tetikçi olmamış olsa, gerçekten bir ABD sömürgesi olmamış olsa, azıcık onuru olsa, kalkar, tüm bu ilişkileri, tüm ABD-IŞİD bağlantılarını, kendi rolünü de gizlemeden açıklar. Ama bunu yapacak olanı ABD’nin tehditleri bekler. İşte mesele de buradadır.

Bağdadi operasyonu, Saray Rejimi’ne, ABD planlarının bizzat ortağı olmuş Erdoğan ve çevresine açık bir tehdittir.

Biz yine de biraz daha uzağa, önümüze bakalım.

Önümüzde, tüm dünyayı, bölgemizi sarmakta olan, yeni yeni ayakları üzerine dikilmekte olan devrim süreci var.

İşte bu sosyalist devrim, tüm bölgede barışın ve özgürlüklerin, kardeşliğin gelmesinin, sömürünün ve aşağılanmanın ortadan kalkmasının, binlerce yıllık tarihle yüzleşmenin tek yoludur. Bölgeyi tüm emperyalist güçlerden temizlemenin tek gerçek yoludur.

Derler ki, “kendileri konuşsalar, bütün halklar dost olur.”

İşte şimdi, halklar, kendi iradeleri, kendi iradelerinin temsilcisi devrimci örgütleri aracılığı ile konuşmaya başlayacaktır.

Emperyalist boyunduruğun, yüzyıllardır bölgemizde kurduğu tüm tuzaklar, tüm hakimiyet ilişkileri, tüm düşmanlıklar, tüm kurnazlıklar, devrimin gelişen dalgası tarafından parçalanacak, yok edilecektir.

İşte gerçek barışın, özgürlüğün, kardeşliğin yolu.