Ana Sayfa Blog Sayfa 122

Cem Küçük doğru söylüyor!

İktidarın (AK Parti’nin, Erdoğan’ın değil, ‘iktidarın’ diyorum, yarın ‘Başkan Erdoğan’ olmayabilir), medya ve ‘sanat dünyası’ndaki tetikçisi olarak görevli olduğu anlaşılan Cem Küçük, 6 Mayıs’taki YSK’nin İBB seçimleri iptal kararından sonra, İmamoğlu’nun, “herkes konuşacak ve her şey çok güzel olacak” sözünü yayan sanatçılara ateş püsküren, açlıkla tehdit eden bir yazı kaleme aldı.

Yazının girişinde şöyle diyor Cem Küçük; “Daha önce de bu köşede ifade etmiştim. Türkiye’nin kesinlikle bedel ödeme kültürüne ihtiyacı vardır. Çünkü ne yaparsan yap bedel ödemediğin bir ülkede ahlâksızlık hâkim olur. Cezasızlık kültürü aslında her ülkeyi uçuruma sürükleyen korkunç bir olaydır. Bedel ödeme kültürü demek illa ki hapis ve sürgün demek değildir. İlla mahkemelerin devreye girmesi değildir. Sivil mekanizmalarla da bedel ödenir.”

Ne kadar da doğru söylemiş… Evet insan yaptıklarının ya da yapamadıklarının sorumluluğunu taşımalıdır. Önce kendi vicdanında sonra topluma karşı başı dik gezebilmelidir. Evet, sözün bir ağırlığı vardır. İnsan bir laf etti mi onun nereye gideceğini bilmeli, sonrasında o sözün arkasında durup gereğini yapmalı, bedelini de ödemelidir. Göze alamıyorsa bir bedel ödemeyi, söylememelidir.

Evet, sözün ağırlığını yitirmesi ahlâksızlığı büyütür. Sözün ağırlığı ise çok bağırıyor olmaktan, arkasına yaslandığı iktidara güvenerek sağa sola tehdit yağdırmaktan gelmez. Bu hâli ile, daha çok ahlâksızlıktan gelir. Sözün ağırlığı, belirtiğimiz gibi, ‘özün ve sözün bir olması’ndan gelir.

İlk defa olmamak üzere, sanatçıları, medya dünyasını her fırsatta tehdit etmeyi görev bellemiş Cem Küçük’ten örneğin, Ensar Vakfı’nda tecavüze uğrayan çocuklarla ilgili bir şey duyamadık. Mavi Marmara gemisi ile Gazze ablukasını kırmak için yola çıkanları, Erdoğan’ın “giderken bize mi sordunuz” diyerek satmasından sonra ‘manyak’ olarak tanımladığını gördük. Şuna emin olmak gerekir ki, Ensar tecavüzcüsüne Erdoğan bir laf etmiş olsa idi, Cem Küçük urganı mürekkebe batırıp bir yazı yazardı.

Örneğin Cem Küçük’ten ayyuka çıkan yolsuzluklara ilişkin, örneğin İBB’de geçmişi bir yana son günlerde açığa çıkan yolsuzluklara ilişkin yazdığını, konuştuğunu göremedik. Zamanında AK Parti içinde küçük, amatör, salakça yapanlar olarak geçiştirmeyi yeğlediği yolsuzluk tespitleri dışında, örneğin TÜRGEV’e aktarılan milyonları, arsaların, binaların vb. eleştirisini hiç göremedik.

O sadece, AK Parti’yi eleştiren köşe yazarlarına, sanatçılara verilen paralarla ilgili.

Daha sonra yazdığı bir yazıda da aslında bu sanatçılar kimi desteklerse halkımızın tersini yaptığını söyleyerek, “her şey çok güzel olacak” sözünü yazan söyleyen sanatçıların Saray’a getirilmesi için uğraşılmasını da ‘Başkan’a komplo olarak değerlendiriyor. Elbette bir önceki yazısında, bu sanatçıları niye eleştirdiği konusu ise boşlukta sallanan bir çelişki olarak duruyor. Ne demeli; sözün ağırlığı olsa gerek!

Cem Küçük aynı paragrafta cezasızlığın bir ülkeyi uçuruma sürükleyebileceğinden söz ediyor. Ne kadar doğru! Ama onun için suç olan tek şey, bugün için ‘Başkan Erdoğan’ yarın bir başkası fark etmez, meşruiyet krizi yaşayan iktidarı eleştirmekten ibaret.

Örneğin 740 haftadır Cumartesi Annelerinin çocuklarının mezarını ve katillerini aramalarına sessiz kalmak, katillerini cezasız bırakmak; örneğin, Soma’da hayatını kaybeden 400’e yakın madencinin katili olan patrona her can başına 5 gün gibi bir ceza vererek cezasız bırakmak, üstüne bir de maden işletme ruhsatını yenilemek ülkeyi uçuruma götürmüyor Cem Küçük için… Ama ‘Başkan Erdoğan’ı değil de İmamoğlu’nu desteklemenin cezasız bırakılması ülkeyi uçuruma sürükleyebiliyor!

Mutlaka hapsetmek gerekmeyebilir diyor örneğin, barış akademisyenleri, gazeteciler, parti başkanları, belediye başkanları, milletvekilleri, öğrenciler, devrimciler gibi… Ama en azından açlıkla terbiye edilmeliler diyor Cem Küçük…

Ama işte öyle olmuyor, olamıyor maalesef Cem Küçük… Onlarca kanalda her gün, her saat yayılan o karanlığı halkımızın izlemesi için, o sanatçılara milyonlar vererek o basmakalıp dizileri izletmek zorunda olduğunu biliyor sahiplerin… O yüzden de havuç-sopa politikasını eksik etmiyorlar.

Bir taraftan ‘küçük tetikçi’leri ile sopayı gösterirken, diğer yandan milyonlar ödeyerek birbirinin aynısı dizilerde oynatarak havuç sunuyorlar. Sonra da Saray’da iftara davet edip fotoğraf vermeye çalışıyorlar.

Tamamen keyfiyete dayanan, kendi koyduğu hukuku dahi hiçe sayan, aynı konuşma içerisinde birbirine zıt şeyleri fütursuzca söyleyebilen, YSK’nin gerekçe koyamayan ‘gerekçeli kararı’ sonrası, “çaldı dedik ama, halkımız anlasın diye öyle dedik, yoksa hukukî bir terim değil” diyebilecek kadar bedel ödemeyeceğine güvenen, insanlığın bugüne kadar yarattığı tüm değerleri kendi soysuz çıkarları için ağızlarına alıp iğdiş eden bir avuç asalağın cenneti için kurulmuş bir organizasyondur bu.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulmuş bu Saray Rejimi’nde Cem Küçük de bir tetikçi olarak görev alıyor. Bu görevi karşılığında milyonlar mı, yüzbinler mi aldığını bilmiyoruz ama, gönüllü bir ‘dava neferi’ olarak yapmadığını biliyoruz.

Hayatında bedel ödememiş, zamanında cemaatı överken, sonrasında ‘Cehennem Köpekleri’ diye kitap yazacak kadar dönüş yapma kabiliyetine sahip, bugünün ‘Başkan Erdoğan’cısı Cem Küçük’e vakti geldiğinde, en şanlı elbisesi, işçi tulumuyla dolaşmaya başladığında bu memlekette hürriyet, sözün ağırlığını da, bedel ödeme kültürünü de hatırlatanlar çıkacaktır…

1 Mayıs 2019 ve saf tutma zamanıdır

Bizim, 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin, artık bir gelenek hâline gelmiş değerlendirme yaklaşımımız var. Bize göre 1 Mayıs, bir yandan, bir önceki yıldan alanlara yansıyan bir özettir, bir yandan da, gelecek yıla ışık tutan bir ön göstergeler bütünüdür. Önümüzdeki dönemin sınıf mücadelesine ilişkin ipuçları verir.

Bunun bir nedeni, ülkemizde, 12 Eylül sonrasında, birçok alanda eylemsiz kalınsa da, konu 1 Mayıs olduğu zaman, kararlı, anlamlı bir ısrar sergilenmiş olmasıdır. Bu durum, burjuva devlet için de öyledir. 1 Mayıs gösterilerini ve özellikle Taksim’i yasaklamak, burjuva devlet içinde bir ısrar konusudur. Taksim herkese açılır ama, işçi sınıfına açılmaz. Başka alanlarda işçiler 1 Mayıs’ı kutlasa olur ama Taksim’de olmaz. Bu “anlamsız” gibi duran tutum, aslında, katliamcı zihniyetin, TC devletinin hücrelerine işlemiş katliamcı tutumun açık göstergesidir.

Tersinden de işçi sınıfı ve devrimciler için Taksim, gerçekten 1 Mayıs alanıdır. Ankara Gar Meydanı’nın adının da değişmesi gereklidir. İmamoğlu, olur da “efendilerinin” izni ile Büyükşehir Belediye Başkanı olursa, önerimizdir, Taksim alanının adını, “Taksim 1 Mayıs Alanı” olarak değiştirmelidir. Katliamlarla dolu tarihimize bir ışık tutmak açısından çok kıymetlidir.

İşte bu nedenlerle, devrimci işçiler ve işçi sınıfı, 1 Mayıs kutlamalarını özellikle sahiplenmişlerdir. 12 Eylül sonrası uzun yıllar, sadece 1 Mayıs’larda kendini ortaya koyan bir enerji birikmiştir ve bu durum sınıf mücadelesinin genel gidişini analiz etmek için oldukça önemli olmuştur. Yoksa, yarın, mücadele daha da geliştiğinde, bir yılda birkaç kere 1 Mayıs ebatında eylemler gerçekleştirildiğinde, işçi sınıfının durumunu analiz etmek için 1 Mayıs bu kadar önemli olmayabilir.

Biz, bu 2019 1 Mayısı’na da bu gözle bakacağız, hem durumu hem de gelecek eğilimleri barındırması açısından.

1- Yukarıdaki nedenlerle biz, 1 Mayıs kutlamalarının, İstanbul’da Taksim’de yapılmasından yanayız, hep öyle olacağız. Bu konuda da yalnız değiliz, hiçbir zaman da olmayacağız. Taksim, 1 Mayıs alanıdır ve öyle anılacaktır. Ve eninde sonunda, o meydana kurşun sıkan katillerden, onların arkasındaki NATO yönetimindeki derin devletten hesap sorulacaktır. O meydanda şehit düşenler, silkinip kalkacaklar kabirlerinden ve bir güneş gibi taşıyacaklar göğüslerindeki yaralarını, işte o zaman biz, yıkacağız şahmeranın mağarasını.

İşte bu nedenle, bu yıl da 1 Mayıs’ın Taksim’de olmasını istedik.

Bir yandan, sınıf savaşımının içinde bulunduğu koşullar nedeni ile, kitlesel bir 1 Mayıs kutlamasının gerekliliği, diğer yandan ise Taksim’de bunu yapabilmenin zorluğu, işin kilitlendiği nokta idi. Bir kere daha gördük ki, gerçekte, kararlılıkla Taksim istenemiyorsa, gerçekte bunun için bir hazırlık yapılamıyorsa, Saray Rejimi ne kadar zayıf olursa olsun, biz, ancak gösterilen alanlardan birini alabiliyoruz.

Bunu vurguluyoruz, çünkü, 2020 1 Mayısı’nı, Taksim’de kutlamak istiyoruz; kitlesel ve görkemli şekilde. Bunu başarabilecek güç vardır. Mesele bunun iradesini göstermektedir. Sendikalar, odalar, meslek kuruluşları, örgütlü tüm güçler, siyasal parti ve hareketler, bugünden bu iradeyi koyarlarsa, bugünden bunun adımları atılırsa, bu mümkündür.

İşçi sınıfı, kitleler, 1 Mayıs’ta Bakırköy Halkpazarı’na sığmamıştır. Bu durum, 1 Mayıs’ın kutlanması etkinliklerini aksatmaktadır. Düzgün bir yürüyüş kolu oluşmamakta, dahası, kitleler alana sığmadığından, istense de bir miting yapılamamaktadır.

2- 2019 1 Mayısı’nda, düzenleme komitesinin birçok hatası olmuştur. Bu hataları eleştirmek, bunların yapılmamasını sağlamak amaçlıdır. Yoksa kimseyi tu kaka ilan etme isteğimiz değildir.

En başta, yürüyüş kolları oldukça kısa tutulmuştur. 400’er metrelik yürüyüş kolları, 1 Mayıs’ı “sıkıştırmak” için devletin bulduğu yöntemlerdir ve doğrusu bunlara razı olmamak gerekir.

İkincisi, yürüyüş kolları boyunca konulan polis bariyerleri, sokakları daha da daraltma amaçlıdır. Güvenlik amaçlı değildir. Bariyerler, belki sokak başlarında kurulabilir. Caddeler, yürüyüş koluna açık tutulmalıdır. Bu, “güvenlik” önlemi değildir, bu tersine, korkutma amaçlıdır ve olası bir durumda insanların birbirini ezmesine yol açacaktır. Bu bariyerler, kitlelerdeki özgüveni kırma amaçlıdır, psikolojik baskı amaçlıdır. Bunları kesinlikle kabul etmiyoruz, etmemeliyiz.

Üçüncüsü, pankartlar, sloganlar, posterler, semboller üzerindeki hiçbir denetimi kabul etmiyoruz. Tertip komitesinin de bunu kabul etmemesi gerekir. Diyarbakır 1 Mayıs alanına beyaz eşarpların sokulmamasını ele alırsak ne denmek istendiği anlaşılacaktır. Sloganlar, pankartlar, ifade özgürlüğüne girer ve anayasal haktır. Saray Rejimi’nin sansür uygulamalarına 1 Mayıs meydanında olanak tanımamak gerekir. Bu uygulamaları reddetmeliyiz. Saray Rejimi, kendine bağlı kitabevlerinde, içinde “aykırı fikirler” yer alan kitapları sattırmayabilir. Ama 1 Mayıs alanında işçilerin, kitlenin taşıyacağı dövizlere karışamazlar. Tertip komiteleri bu konuda açık tutum almalıdır.

3- 2019 1 Mayıs kutlamaları, ülkenin her alanında, daha kitlesel olmuştur. İşçiler, işsizler, toplumun her alanından sorunlarını alanlara taşımak isteyenler, kadınlar ve gençler, alanları doldurmuştur.

Daha çok ekonomik talepler öne çıkmıştır. Bir yandan kriz, diğer yandan ise, Saray Rejimi’nin işçilere daha da fazla saldırma isteğini beyan etmiş olması, kıdem tazminatlarını gasp etme girişimleri, artan işsizlik vb. bu ekonomik sloganları, ekonomik istekleri öne çıkarmıştır. Bu bir yandan, bir dinamizmdir, bir duyarlılık göstergesidir, ama diğer yandan ise, siyasal alanda bir geriliğin, işçi sınıfının ve kitlelerin siyasal arayışındaki eksikliğin göstergesidir.

İçinden geçtiğimiz koşullarda, işçi sınıfı ve halklar ağır baskı ve şiddet altındadır. Saray Rejimi, devlet, en küçük bir ekonomik hak karşısına coplarla, TOMA’larla, baskı ve şiddet ile dikilmektedir. Polis gücü, ordu birlikleri, yargı sistemi, medyası ile Saray Rejimi, en küçük bir talebin karşısına şiddeti ve karanlığı ile dikilmekte, en sıradan bir hak arayışını boğmaya çalışmaktadır. Bu koşullarda, talep edenlerin niyetlerinden bağımsız olarak en küçük bir hak arayışı, siyasallaşmaktadır. Ekonomik bir talep, birdenbire siyasallaşmaktadır. Soma iş cinayeti davası siyasal bir davaya dönüşmektedir, bir Rabia Naz cinayeti siyasallaşmaktadır. İşte bu nedenle, işçi sınıfının talepleri arasında siyasal taleplerin artık öne çıkması gereklidir.

Sendikalar, işçi örgütleri olmalıdır.

Bir işçi örgütü olmayı başarmış ise, bir sendika, işçilere gerçeği, gerçek durumu tüm çıplaklığı ile anlatmak zorundadır. İşçiler, AK Parti’den kopup, MHP’den kopup, CHP kuyruğuna katılarak özgürleşemezler. İşçiler, ancak kendi örgütleri ile, kendi çıkarlarını her durumda savunacak devrimci sosyalist örgütlerle siyasallaşabilirler.

4- İşçilerin devrimcileşmekten başka çıkar yolu, başka bir kurtuluş yolu yoktur.

İşçi sınıfı, tüm ana gövdesi ile, tüm kesimleri ile, tüm varlığı ile, sahaya çıkmak, toplumu kurtaracak gücün kendinde olduğunu anlamak zorundadır. Açık ve bellidir ki, devrimden başka bir çıkış yolu yoktur. Özgürleşmek, örgütlenmek, siyasal olarak devrimcileşmek olmadan, işçi sınıfı kendini kurtaramaz. Ancak devrimcileşmiş bir işçi sınıfı, kendi siyasal örgütü aracılığı ile, hem kendini hem de toplumu kurtarabilir.

İşçi sınıfı, liberal solcuların, devletçi partilerin “demokrasi” yalanları ile ancak kendini avutabilir, kendini oyalar, yıllarını kaybeder, her seferinde yeniden aldatılmış olur. İşçiler, fabrikalardan başlayarak kendi örgütlerini geliştirmek zorundadırlar.

Bunun yolu açıktır. Bu bilinç, Gezi’den bu yana mayalanmaktadır. Bu bilinç, alttan alta gelişmektedir. Bu bilinç, kararlı adımlarla ilerlemektedir. Alanda bunun yansımaları vardır. İşçiler, meydana, yürüyüş kollarına bir disiplin ve kararlılık taşımışlardır. Bu durum, 2019 1 Mayısı’na yansımıştır. Bu durum, önümüzdeki dönemde, sertleşeceği kesin olan sınıf savaşımına hazırlıklı olmak açısından bir nesnel olanak sunmaktadır. Şimdi, bunu bir enerjik örgütlenme faaliyetine çevirmek gerekir. İşçiler, nerede örgütlenmişlerse, bu örgütlenme ne kadar zayıf olsa da, sonuç almaktadırlar.

5- Meydanlarda her devrimci ve sol hareket, kendi sloganları ile yerini almıştır. Elbette Türkiye solunun belli kanalları vardır ve bunlar kendi yollarında yürüyecektir. Ancak, devrimci hareketin içinde yer arayan insanların, artık daha net saf tutmaları gereklidir. Gelişmekte olan sınıf savaşımı, devrimci hareketin öncülüğüne ihtiyaç duymaktadır. Bunu alanlarda görmek mümkündür. Sadece kitlelerin kalabalıklığına değil, aynı zamanda devrimci kararlılığa bakmak da gereklidir.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, devrimcileri saflarımıza çağırıyoruz. Artık seyrederek “anlamak” ve “analiz etmek” mümkün değildir. Bunun dönemi geçmiştir. 1 Mayıs meydanlarına daha kararlı gelebilmenin yolu, devrimci olarak saf tutmaktan geçmektedir. Mesafe koyarak seyretme dönemi bitmiştir, bitmektedir.

Bu, aydınlar için de geçerlidir.

Aydınlar, daha militanca mücadeleyi savunmak, daha militanca mücadeleyi desteklemek, onun içinde yer almak, birikimlerini bu alanda esirgemeden ortaya koymak zorundadır.

Egemen güçler, Saray Rejimi, açık olarak bir iç savaş yürütmektedir. Bu iç savaş, bugün tüm çıplaklığı ile açığa çıkmıyorsa, bu, onların saldırılarının azlığından değildir. Bunun ana nedeni, işçi sınıfı ve devrimci hareketin, karşı cephede net olarak bir güç olarak yer alamıyor olmasıdır.

İşçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin, daha çok bilime, daha çok bilgiye, daha çok deneyime ihtiyacı olduğu bir dönemden geçiyoruz.

6- 1 Mayıs kutlamalarında, hemen hemen her ilde, her alanda, ortaya çıkan bir durum da, kürsülerin alanlara akan kitleleri yönetmekten uzak durumda olması gerçeğidir. Bu durum, devrimci hareketin daha fazla ağırlık koyması gereğini göstermektedir. 1 Mayıs alanlarında eksikliği görülen, bu iradedir. Bu, aslında tüm sınıf savaşımında bugün var olan bir gerçekliktir. Kitleler, devrimci öncüsünü aramaktadır.

7- Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde de 1 Mayıs 2019, daha kitlesel bir tarzda kutlanmıştır. Sınıf savaşımının daha hareketli olduğu, hareketliliğin daha fazla dışa vurduğu yerlerde, Fransa gibi, mücadele daha da keskin hâller almıştır, almaktadır. Fransa’da “sarı yelekliler”, bir nebze olsun “kızıl” tonlarını ortaya koyma eğilimine girmişlerdir.

Dünyanın her yerinde işçiler, ömrünü tamamlamış ve insanlık için büyük tehdit olan kapitalizme karşı mücadelenin yükselmekte olduğunu haber vermişlerdir. 1 Mayıs 2019, dünya işçi sınıfının arayışının da önemli bir kanıtı olmuştur.

1 Mayıs meydanları, 2019 yılında, “işçi sınıfı bitti” masallarını yerle bir etmiştir. İlave kanıta ihtiyaç yoktur.

Mesele devrimci sosyalizmin, dünyanın her yerinde, daha çok bilimle, daha çok akıl ile, daha büyük bir enerji ve kararlılık ile devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütlemesinde, yükseltmesindedir.

8- Devrimci hareket ile işçi hareketinin daha sıkı bağlarla birbirine bağlanması, aradaki güvensizliklerin aşılması gerekir. Bu, önümüzdeki dönemin ana görevidir. Zor olduğu kesindir, güzellik bu zorluğun içindedir.

Önümüzde sınıf savaşımının oldukça özgün, oldukça yaratıcı ama bir o kadar da zorlu bir dönemi vardır. Bu koşullarda, seyretmek, kimseyi “temiz” ve “haklı” kılmayacaktır. Saf tutmanın, iradeyi ortak iradeye katmanın zamanıdır.

Biz yaşamız, onlar ölüm.

Biz yeniyiz, onlar köhnemiş.

Biz Gezici’yiz, onlar gidici.

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga. Zafere kadar…

Direniş aydınlatıyor

Bir yanda karanlık var. Saray Rejimi’nin pompaladığı, güneşi kesmeyi hedefleyen bir karanlık.

Diğer yanda direniş var. Tecride karşı Kürt halkının ve tutsakların geliştirdiği, Leyla Güven ile başlayan direniş. Fabrikalarda gelişen, henüz ülke çapında merkezîleşmemiş olsa da, işçilerin gaspedilen haklarını almak için direniş. Toplumun tüm kesimlerini saran, ekonomik krize ve hak gasplarına karşı direniş.

Bir yanda, Saray Rejimi ve devletin geliştirdiği baskı ve şiddet politikası, hukuksuzluk, yalan, rant ve yağma ekonomisi var.

Diğer yanda ise, adım adım gelişen, küçük adımlarla ve birbirinden bağımsız olarak gelişmekte olan direniş.

Bir yanda ölümü dayatan Saray Rejimi, diğer yandan yaşamı savunan işçiler, emekçiler ve halklar.

Bir yanda esareti savunan, tüm toplumu esir tutmak için çırpınan Saray Rejimi, diğer yanda, özgürlük ve adalet istemini savunan kitleler

Bir yanda örgütlü, çetelere dayanan, medyayı ele geçirmiş olan Saray Rejimi, diğer yandan Kürt halkı bir yana bırakılırsa nispeten örgütsüz ve dağınık işçi ve emekçiler, halklar.

İşte 23 Haziran seçimlerine giderken tablo aşağı yukarı böyledir.

Saray Rejimi, 31 Mart seçim sonuçlarını kabul etmedi. İstanbul seçimlerini iptal etti. Kürt il ve ilçelerinde hukuksuzca, seçim sonuçlarını gaspetti, halkın iradesini gaspetti. Ve bugün, 23 Haziran’a giderken, her türlü hile, her türlü şantaj, her türlü baskı politikaları ile tüm toplumu tehdit etmektedir.

Ama halkların, işçi ve emekçilerin akılları açılıyor. Direniş, işçi ve emekçilerde bir yeni aydınlanmaya olanak veriyor. Elbette çok ileri bir aydınlanma, çok gelişmiş bir direniş değildir bu. Ama giderek kararlılık kazanmaktadır.

Seçimlerin, 23 Haziran’ın, sonucu ne olursa olsun, isterse AK Parti kazansın, isterse kaybetsin, sonuçta AK Parti ve Saray Rejimi’nin politikalarının iflas ettiği gerçeği değişmeyecektir. Hile ve yalan, eskisi gibi kâr etmeyecektir.

AK Parti adayı kazanırsa, “oy kullanmaya gelen seçmenleri gözlerinden anlayan” anlayış kazanmış olmayacaktır. Tersine, sandıkların gasp edilmesi gerçeği daha fazla su üstüne çıkacaktır. Yok eğer Saray Rejimi, İstanbul seçimlerini bir kere daha kaybederse, bir günde yok olup gitmeyecektir. Ama direniş, her iki durumda da daha kararlı hâle gelecektir.

Açlık grevlerine, tecride karşı gelişen direnişe, annelerin eylemlerine acımasızca, vahşice saldıran Saray Rejimi, daha da deşifre olacaktır. Hile ve yalan politikası daha fazla deşifre olacaktır.

Saray Rejimi’ni götürecek, tarihe gömecek şey, gelişmekte olan direniştir. Bu direniş, bu yeni seçim döneminde daha da gelişme eğilimine sahiptir.

Rejimin ırkçı ve daha fazla şiddete dayalı politikaları, bir kere daha iflas etmektedir. Artık, olup biteni kavramak, işçi ve emekçiler için daha olanaklı olacaktır. Farklı dozlarda da olsa direniş yayılacaktır. Toplumun farklı kesimlerinde direniş, elbette farklı yoğunlukta yaşanmaktadır. Kimisi, en başta da ünlüler, seslerini çıkarmanın denemelerini yapmaktadır. Ama işçiler, daha büyük bir kararlılıkla kendi haklarını ve yaşamlarını savunmaya yönelmektedirler. Kürt halkının geliştirdiği direniş kadar kararlı, o kadar cesur olmasa da, bu direniş de gelişecektir. Kadınların, gençlerin direnişi daha da boyutlanacaktır.

Elbette burada önemli olan, direniş ve örgütlenme çizgisidir. Daha ileri, daha gelişmiş örgütlenmeler olmadan, Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, 23 Haziran sürecinin ana halkası, örgütlenmek ve direniş hattının genişletilmesidir. İşçi sınıfı bu örgütlenmede en temel alandır. İşçiler, yaşam koşullarına, geleceklerine dönük saldırının farkına varmaktadırlar. Bu elbette henüz bilinçte, işçi sınıfının bilincinde bir sıçrama noktasına gelmiş değildir. Ama gelişen direnişin, yaygınlaşan direnişin bulaşıcı olduğu da kesindir.

Saray Rejimi çürümektedir. Tüm toplumu çürütmektedir. Bu çürüme geliştikçe, iç savaş dayatmaları daha da artmaktadır. Saray Rejimi, her gün daha saldırgan, her gün şiddete daha fazla yaslanan bir yola girmiştir.

Bu şiddetin hedefi, halkların, işçi ve emekçilerin, toplumun her kesiminin direnişini kırmak, esaret koşullarını halka zorla kabul ettirmektir.

Elbette, seçimin sonuçları kendi aleyhlerinde çıkarsa, tıpkı 31 Mart’taki gibi, “vermeyiz” tarzında, sonuçları kabul etmeme tarzında müdahaleleri olacaktır. Ama bu, sonucu değiştirmeyecektir. Saray Rejimi kaybetmektedir. Toplumda artık bir karşılığı kalmamaktadır. Ne ırkçı politikaları, ne şiddetleri, ne hukuksuzlukları, artık eskisi gibi kabul edilmeyecektir.

Tüm bu koşullarda, direnişi geliştirmek, örgütlenmek ve direnişi örgütlemek önem kazanmaktadır.

Seçim sürecine bu gözle bakmak gerekir.

Direniş aydınlatıcıdır.

Direniş güzelleştirir.

Direniş örgütlendikçe kalıcı bir karakter kazanacaktır.

Seçimin sonuçlarından daha önemlisi, örgütlenmenin ve direnişin geliştirilmesidir.

Saray Rejimi’nin rant, yağma, savaş ekonomisi, sınırlarına dayanmaktadır.

İşçi sınıfı, sadece ekonomik hakları için mücadele etmekle yetinmemelidir. Aynı zamanda siyasal taleplerini de öne çıkarmak zorundadır.

İşçi sınıfının sahneye çıkması, bir sınıf olarak kendi kaderine sahip çıkması, tüm toplumsal direnişe ve mücadeleye önderlik edecek bir yapıya sahip olması gereklidir. En küçük bir ekonomik eyleme saldıran, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına şiddet ve baskı ile dikilen Saray Rejimi’ne karşı mücadele, sadece ekonomik bir mücadele olarak ele alınamaz.

Saray Rejimi’nin yağma, rant ve savaş ekonomisi, siyasal alanda baskı, şiddet, yalan, hile, ırkçılık politikalarından ayrılamaz. Saray Rejimi, yargıyı doğrudan bir baskı aracı hâline getirmiştir. Bu boşuna değildir.

Tüm buna karşı mücadele sadece ekonomik bir mücadele olamaz.

Direniş, kendi yolunu bulacaktır.

Devrimci görev, direnişi daha da örgütlemek ve geliştirmek üzere, kitleleri örgütlemektir.

Örgüt, güç demektir.

Örgüt özgürleştirir.

23 Haziran seçim süreci, bunun için önemli bir alandır.

Hayatın her alanında, her düzeyde, her yolla direniş ve örgütlenme dönemidir.

Gezi biziz, biz gerçeğiz!

Bu topraklarda mayalanan özgürlük istemine güven.

Gezi ‘nin derslerinden birincisidir bu.

Gezi 6. yılında bize öğretmeye devam ediyor. Kendi gücünü bildiğin kadar, özgürlüğü istersin ve özgürlüğü istedikçe, kendi gücünün farkına varırsın.

İstedik, istiyoruz. Gezi’de özgürlük istedik ve tattık özgürlüğü. Bu ülkenin egemenleri, o tattığımız özgürlüğü bize unutturmak için 6 yılda ellerinden geleni artlarına koymadılar. Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da bombalar patlattılar. Dostlarımızın, yoldaşlarımızın yaşamlarını çaldılar. Aydınları, akademisyenleri, öğrencileri tutukladılar. Topluma topyekûn bir saldırı dalgası başlattılar. Gezi’de “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demiştik. Bu egemenler açısından da böyle oldu. Gezi onların kimyasını bozdu. Kendi hukuklarını dahi tanımaz ve bununla yönetemez hale geldiler. Ellerinde kalan tüm baskı aygıtlarıyla var güçleriyle saldırdılar.

Onlar saldırdıkça çözülmeye devam ettiler. Bir yandan fazla zamanlarının kalmadığını hissetmişçesine yağma ve talana hız verdiler. Bir yandan da bizlerin; işçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların, gençlerin özgürlüğü soluduğu Gezi’nin sonuçlarını ortadan kaldırmak için bizleri saldırılarla yalnızlaştırmaya, Gezi’de yıkılan korku duvarını yeniden örmeye çalıştılar. Her seferinde de hileyle altını oydukları sandığı tekrar tekrar önümüze koyup, aklımızı, isteklerimizi, taleplerimizi bununla sınırlamaya çalıştılar. Bizi bir oy toplamı olarak gördüklerinde, işleri daha kolay. Çünkü hilenin sınırı yok. Bunun medyası var, YSK’sı var, kayyumu var… Ama sokaklara çıktık mı, işte o zaman korkuyorlar. Çünkü biz her bir araya geldiğimizde Gezi’yi hatırlıyorlar. Ya bu kalabalıklar birlikte hareket etmeye devam ederse, ya meclisler kurar, ortak karar alırlarsa, ya şalterleri indirirlerse, ya işçiler greve çıkarsa, ya kadınlar sokaklardan evlerine dönmezse diye korkuyla izliyorlar.

Haklılar: Biz bir oy toplamı değiliz. Etiyle, kemiğiyle milyonlarız. Emeğiyle tüm sektörlerde tüm yaşamı üreten, fikirleriyle yeniyi yaratacak olan, kendi kararlarını alabilecek iradeye sahip olan milyonlarız. İşçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençleriz biz. Gezi’cileriz biz.

Eminiz ki, kâbusları olan Gezi’yi sadece bize unutturmayı değil, kendileri de unutmayı çok isterlerdi. Ama çare yok onlar için. Çünkü biz gerçeğiz. Evet, isyan ettik Gezi’yle, isyan insanlaştırdı hepimizi. Evet, kurduk o barikatları elden ele. Evet, direndik. Direndikçe güzelleştik. Bizim dedik bu ağaç, bu park, bu şehir, bu topraklar… Parklara komünler kurduk. Forumlar oluşturduk. Hiçbir kurtarıcı beklemedik. Kendi kararlarımızı aldık. Adaleti getirecek olanın, yanı başımızdakilerin elleriyle bizim ellerimiz olduğunun farkına vardık.

Biz aradan geçen 6 yılda her bir araya geldiğimizde, Gezi hafızası yeniden canlandı. 7 Haziran’da, referandum sürecinde kurduğumuz Hayır Meclis’lerinde, sokaklarda kalabalık olduğumuz her anda Gezi’den öğrendiklerimiz de vardı.

Gezi’de soluduğumuz o özgürlüğü unutmuyoruz. Ellerimizin yaratan gücünü unutmuyoruz. Yüzlerimize yayılan kocaman gülümsemeyi… Yanı başımızda mutluluktan ağlayan o gözleri… Saldırılara karşı beraber göğüs germenin ciddileştirdiği yüzlerdeki onuru… Yıllarca korkarak yaşamışların gösterdiği cesareti… Tozun, dumanın, gazın ve betonun arasından fışkıran hayatı…

Unutmuyoruz. Tıpkı Tekel Direnişi’nde, şehrin başkentinde kurduğumuz direniş çadırlarından öğrendiklerimizi unutmadığımız gibi… Tıpkı 15-16 Haziran 1970’te şalterleri indirip şehrin caddelerinden akan işçilerin şanlı direnişini unutmadığımız gibi. Unutmuyoruz ki, bugün gelişen büyük-küçük demeden tüm direnişlerin içindeki özgürlük arayışını görelim. Unutmuyoruz ki, kurtarıcı beklemeden kendi gücümüze güvenerek direnişi örgütlemeye devam edelim. Kendi kararlarımızı verelim. Unutmuyoruz ki, direnişlerden öğrenip, örgütlenip geleceğimizi kuralım.

Bugün Gezi’yi yeniden anlamanın zamanıdır. Yılgın olanlara, gerçeklerin farkında olmayanlara anlatalım. Yok sayıldığımız, aşağılandığımız, işçi cinayetlerinde katledildiğimiz, kadın cinayetlerinde katledildiğimiz, memleketi açık hava hapishanesine dönüştüren bu çürümüş düzene karşı bizden olan herkesi; işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri direnişi örmeye çağıralım. Emeğimiz için, özgürlüğümüz için bir araya gelelim, bunun için çalışalım.

Biz direnişi büyüttüğümüzde, biz kendi kararlarımızı verdiğimizde, biz örgütlü hareket ettiğimizde, biliyoruz ki her şey çok güzel olacak. Çünkü bizim yaşamımıza, emeğimize, geleceğimize ancak biz sahip çıkabiliriz. Özgürlüğümüzü ancak biz, tırnaklarımızla sökerek kazanabiliriz. Gezi’de Taksim’de göz kırpan devrimi hatırlayarak… Omuz omuza yürüyerek…

BU DAHA BAŞLANGIÇ, MÜCADELEYE DEVAM!

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

“Ben susmayacağım, sen utanacaksın!”

İstanbul’da bir toplu taşımada, bir “erkek” tarafından tacize uğrayan kadın, bekleneni yapmadı, birdenbire, kendine sarkıntılık yapan, fermuarını açan “erkek”e dönerek bağırmaya başladı. Söyledikleri, çok değerlidir.

Tacize uğrayan kadın, sadece bağırmakla kalmadı. Her kadının ya da büyük bir çoğunluğun her gün, her an yaşadığı bu taciz durumunu, bu durumda kalabalıklar içinde yaşadığı “utanma” duygusunu, yaşadıklarını, son derece vurucu sözlerle ifade etti.

Tacizci, çoğunlukla “erkek”tir. Ve “erkek” olarak kendini üstün, kadını ise zayıf, dokunulabilir, ezilebilir, tokatlanabilir vb. görmektedir.

Tacizci, çoğunlukla, kadının, tacize uğrayanın, kalabalık içinde bu durumdan utanç duyacağı için, sessiz kalacağını hesaplamaktadır. Muhtemeldir tacizci, bu sessizliği “kabullenme” olmaya dahi yormaktadır. O kadar ileri bir durumdur ki bu, tacize uğrayan, utanç içinde, toplumsal baskı ve kabullerin baskısı altında ezilirken, tacizci, sanki kendini “şeyi ile dokunduğunda kutsal bir iş yapan” varlık olarak görmektedir. Camide imamın, aile içinde büyüklerin, yan köydeki “cinci hocanın”, Ensar Vakfı’ndaki yöneticilerin, yurtlardaki yöneticilerin, kuran kurslarındaki ve tarikatlardaki abilerin-ablaların sürekli yaptıkları şey budur. Ve toplumsal ortalama bilinç, kadını ikinci sınıf varlık olarak kabul eden erkek egemen ideolojinin ta kendisidir. Bu nedenle, tüm bu taciz ve cinsel suçlar, “iyi hâl” indirimine layık görülürler. Tüm devlet yönetimi, Saray Rejimi’nin hemen her kademesi, bu çağdışı saldırganlığı hoş görmekte, bunda bir “kutsallık” aramaktadır.

Kendisi de “kadın” olan bir bakan, “bir kereden bir şey olmaz” diyerek, çocukların uğradığı cinsel saldırıyı kutsamıştır.

Acaba hangisi daha ağır bir suçtur; bizzat çocukların tacize uğraması mı, 21 yüzyılın ilk çeyreğinde bir kadın bakanın “bir kereden bir şey olmaz” sözleri mi? Hangisi daha ağırdır?

Din bayrağı altına saklanarak, çoluk-çocuk demeden, kadın-erkek demeden, her yerde cinsel saldırıyı, tacizi kutsamaya başlayan, her türlü saldırganlığı örtmek için din şalını kullanan Saray Rejimi, cinsel saldırılarda yeni merhaleler kaydediyor. Çocukların cinsel tacize uğraması yetmiyor, bir de bunun üzerine, acaba “3 yaşında tacize uğrayan çocuğu tacizcisi ile evlendirmek dinen caiz midir” tartışmaları yükseliyor. Henüz, tacize uğrayan erkek çocukları için, Saray Rejimi ve onun emrinde dini öteye beriye çeken “uzmanlar”, henüz bir öneri geliştirmediler. Bu konuda da yeni merhaleler kat edeceklerine inancımız tamdır.

Tacize uğrayan çocuğun kaç yaşında olduğuna bağlı olarak tacizcisi ile, yani tecavüzcüsü ile evlendirilmesi isteği, bir insan toplumunda yaşayan, bu nedenle annesi, kızkardeşi, kız arkadaşı, sevgilisi vb. olmuş bir insanın tartışabileceği bir konu değildir. Bunu tartışabilen kafalar, ihtimal odur ki, toplum dışı, hasta ruhlu insanlardır ve bunlara insan demeye bin şahit lazımdır. İster misiniz, tacizcisi ile evlendirme meselesini tartıştıran yöneticilerin, kendi çocuklarına bu tacizci takımı dadansın? Elbette istemezsiniz. Ama tacizci değil mi bu, bir bakmışsın, kendine yüksek kademelerden bir “kayınbaba” bulmaya karar vermiş ve işini bu doğrultuda yapmaya başlamış. O zaman bu tacizcisi ile evlendirme tartışmasını yürütenler, kalkıp, bizden ya da toplumdan değil, kendilerinden utanacaklar mı?

Biraz uzattık mı? Belki ama cinsel saldırı suçlarında durum, bizim burada anlattıklarımızdan çok daha kötüdür. Evinde ailesi tarafından tacize uğrayanlar, okulda, işyerinde, hele ki dinî kurumlarda tacize uğrayanlar sayılabilir durumda değildir. Öyle anlaşılıyor ki, ülkemizde “erkek egemen ideoloji”, baskının her alanında olduğu gibi bu alanda da yepyeni saldırganlıklar sergilemektedir.

İşte durum bu kadar ağırdır.

Toplu taşıma araçlarında cinsel tacize uğrayanlar, bu genel durum içinde seslerini çıkartamaz durumdadır. Bilmem nasıl giyindi diye saldırıya uğrayanlar, öldürülenler, uğradıkları saldırı ile kalıyorlar. Saldırganlar, eğer öldürme noktasına gelmemiş ise, “kahraman”vari açıklamalarla serbest bırakılıyorlar. Bu, korkunun daha da artmasına neden olmaktadır.

İşte, adını bilmediğimiz kadının toplu taşıma aracında, fermuarını indiren “erkek”e dönüp, ben susmayacağım, diye haykırması, bu nedenle çok önemlidir. Kendisini sarılıp öpmek, tebrik etmek isterim. Sadece tepkisini ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda, ne yapılması gerektiğini çok güzel ifade etti.

Bilinç işte budur.

“Ben susmayacağım, sen utanacaksın.”

Tam da bunu yapmak gerekiyor.

Kadın sustukça, tacize uğrayan utandıkça, tacize uğrayan uğradığı durumu anlatamaz hâle geldikçe, yaşadıklarını anlattığı en yakınlarının bile kendisine “şüphe” ile baktığını gördükçe, tacizci utanmıyor.

Tacize uğrayan, en çok da kadın sustukça, kendisi utanıyor.

Kadın sustukça, saldırgan, suçlu, “kahraman” oluyor. Mahkemesi, polisi, seyreden kalabalıkları hepsi, hepsi ona dokunmamak için hareket ediyor. Hepsi anlaşmış gibi, saldırıya uğrayan kadına “suçlar” gibi bakıyorlar.

Hem tacize uğrayan, hem de utanan, kadının kendisi oluyor.

Bu nedenle, yerindedir.

Susmayacağız ve onlar utanacak.

Utanması gereken saldırıya uğrayan kadın, çocuk, kurban değildir. Utanması gereken, saldırgandır ve utancında boğulacak kadar büyük bir suç işlemektedir. Yasalar, erkek egemen ideolojinin ürünü olarak, saldırganın açıkça yanındadır. Açıkça, “dişi köpek kuyruğunu sallamasa” diye propaganda yapmaktadırlar. Köpek olmayı onlar bu kadar kolay kabul edebilirler, ama hiçbir kadın, hiçbir tacize uğrayan kişi, hiçbir tacize uğrayan hayvan, bir canlı olarak kuyruğunu sallayan cümlesindeki anlamda köpek değildir.

Polisi, kolluk kuvvetleri, ortalama toplumsal kabulleri, mahkemeleri, hepsi bu cinsel suçlarda saldırganın yanındadır.

Bu durumda, kadının kendini savunması için her önlemi alması zorunlu hâle gelmiştir. Toplu taşıma araçlarında dahi bu saldırganlıktan utanmayan “erkek” varlığı, sadece kadınları değil, bir insan cinsi olarak erkekleri de rahatsız etmelidir. Bundan rahatsız olmayan erkek, sevgilisinin, eşinin, kızının, kızkardeşinin, komşusunun, herhangi bir kadının ve hatta ve hatta aynada kendisinin yüzüne bakamaz durumda demektir.

Utanma duygusu işte buradadır.

İstanbul’da bir toplu taşıma aracında saldırıya uğrayan kadının, “ben susmayacağım, sen utanacaksın” cümlesi, tam da yerine oturmaktadır.

Bu, yeni bir bilincin de işaretidir.

Gelişmekte olan devrim, Gezi’de Taksim’i bir süreliğine özgürleştiren dalga, dünyanın her alanında, en başta yanıbaşımızda Kürdistan’da gelişen devrimler, kadının büyük rol oynadığı, oynayacağı süreçlerdir. Toplumun özgürleşmesi, burjuva egemenliğin yıkılması mücadelesinde, sosyalizm mücadelesinde kadının oynayacağı rolün en açık göstergesidir bu.

O toplu taşıma aracında ifade edilen söz, gerçekten de her türlü cinsel ayrımcılığa karşı, her türlü cinsel saldırıya karşı alınması gereken tutumun ifadesidir.

Susmayacağız, onlar utanacak.

Aile içinde, işyerinde, sokakta, okulda, dinî eğitim verilen kurumlarda, toplu taşıma alanlarında, mahallede, hayatın her alanında cinsel saldırıyı duyuracağız, sesimizi yükselteceğiz, saldırganı deşifre edeceğiz.

Biz susmayacağız, onlar utanacak.

Korkunun “kahramanı” ve tetikçi

Büyük suçları işleyen ve bunlara göz yuman bir sistem, bir egemenlik, kendine gerekli “kahramanları” da ancak bu suçlular, bu katiller, bu tetikçiler arasından seçer.

Bu gerçek bir hikâyedir, uzun ve karanlık bir hikâyedir. Bugün ülkemizdeki karanlığın gelişim tarihinin de özetidir.

TC devleti, uzun yıllardır bu karanlıktan beslenmekte, bu karanlık içinde yaşamaktadır. Bu sadece bugüne ait değildir. Sadece Saray Rejimi, bunu biraz daha ileri taşıma hevesindedir.

Ankara, Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na, bir asker cenazesinde saldıran Osman “kahraman”, Hulusi Akar’ı şöyle konuşturmuştur: “Değerli arkadaşlarım, şu ana kadar mesajınızı verdiniz.” Erdoğan’ın deyimi ile Bay Kemal, Bahçeli’nin ağzından tatile davet edilmiştir. İçişleri Bakanı, elbette Osman “kahraman”ı alkışlamıştır ve serbest bırakılan Osman, elleri öpülerek karşılanmıştır.

31 Mart seçimleri “mahkemelik” olmuştur ve İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi ve çetelerin işine gelmemiştir. Son derece normal olması gereken bir sonuç, sistemin içinde bulunduğu durum, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” koşullarında, “normal” olmaktan çıkmıştır. Saray Rejimi, kendi bildiği ve uyguladığı hile metotlarını açıklamaya başlamıştır. Kürt il ve ilçelerinde tüm yasaları çiğneyen bir uygulama devreye konulmuş, “kayyum sistemi”, daha da ilerletilerek, istemediklerine “sen kaybettin” denilmeye başlamışlardır. İşte Osman’ın “kahraman”lığı böyle sahneye çıkmıştır.

Kılıçdaroğlu ve Erdoğan arasında süren pazarlıklar, “Türkiye ittifakı” vb. tartışmaları, bizim burada konumuz değil. Ama bu vesile ile biz, “kahramanlık” meselesini hatırlamak durumundayız.

1915 katliamı ile yüzleşmeyen bir ülke, elbette bunu gerçekleştirenlere “kahraman” demek zorunda kalır. Ve bu “kahraman”lar, elbette ki yenilerini çağırır ve sistem bugüne böyle yol alır.

1921 yılının Ocak ayında, Mustafa Suphi ve yoldaşları, Kâhya Yahya, Topal Osman ve devletin zirvesine ulaşan bir silsile zinciri ile, Karadeniz’de vahşice boğulurlar. Yahya “kahraman” olur. Onun kadın ve para vererek tuttuğu tetikçiler, Yahya’nın kahramanlığının temeli olmakla kalmaz, Topal Osman’ın kahramanlığına da ulaşır.

Tan Matbaası’nı basanlar, öylesine “kahraman” olurlar ki, daha sonra, hepsi birden devletin en üst noktalarına yerleşirler. Karanlıktan beslenen sistemin çarkları böyle işler.

Demirel’e “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünü söyleten de budur. Aslında o dönem de bu bir itiraftı. Tıpkı Akar, Soylu ve Bahçeli’nin itirafları gibi. Ama sistem, bunları “itiraf” olarak görmez. Karanlıkta bunlar itiraf olarak kaydedilmez. Karanlık, tetikçileri “kahraman” yapar.

Madımak Oteli yakıldığında, Sivas’ta, dönemin önemli ismi Çiller, “çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir” demiştir. İtiraftır. Ama karanlıkta itiraflar görünmez. Madımak katilleri, “kahraman” ilan edilmiştir.

Hrant’ın katili, daha doğrusu tetikçisi, bir polis karakolunda, beraberinde resim çektirmek için polislerin sıraya girdiği bir “kahraman” olmamış mıydı?

Sistem, suçludan “kahraman” üretmeyi seviyor.

Kadına saldıran saldırgan, o gün serbest bırakılıyor ve elini öpenler yoksa dahi, “kadınların da uygun giyinmesi lazım” sözü tüm basında yankı bulabiliyor.

İsmail’i arka sokakta döverek öldüren polis, döverek öldüren fırıncı ve diğerleri, birer “kahraman” olabiliyor.

Kabataş yalanlarını uyduranlar, sonra bunları itiraf etmek zorunda kalsalar da, kahraman muamelesi görüyor, ödüllendiriliyor.

İzmir’de genç kızların saçlarını çeken, onlara saldıran polisler, birer kahraman olarak öne çıkartılabiliyor.

Taksim’de Gezi eylemlerine katılanlara balta ile saldıran, “evde tutulmakta güçlük çekilen %50’nin” bir parçası olarak kahramanlaşıyor.

Berkin’i ekmek almaya giderken alnından nişan alarak vuran polis, sistemin alkışladığı bir kahraman olarak öne çıkıyor.

Ethem’i Ankara’da vuran polis, herkes tarafından korunuyor, bir “kahraman” olarak tek eksiği kameralara yakalanmak oluyor.

1 Mayıs katliamını gerçekleştiren, NATO’dan emir alıp hiç tanımadığı insanların, kalabalığın üzerine ateş açanlar, kahraman olarak devletin her kademesince korunuyor.

Bir kadın gerillanın cansız bedenini arabanın arkasına takıp, sokaklarda dolaştıranlar kahraman, bunu yapmak da kahramanlık oluyor.

Liste uzundur. Ve hikâye de uzundur. Bu hikâye boyunca, devletin tetikçi olarak kullandığı herkes, kahraman olarak pompalanıyor. Devlet tarafından alkışlanıyor ama ne yazık ki, bu “kahramanlar” halk tarafından anılmıyor, zamanı gelince birer birer geriye bırakılıyor.

Gerçekte kimdir kahraman?

İsmail mi kahramandır, yoksa onu, döverek öldüren, karanlık sokaklarda onu avlayan, ona çelme takan, polis denetiminde linç edenler mi kahramandır?

Biri halkın kahramanıdır. İsmail, genç aklı ve vücudu ile, karanlığa karşı aydınlık için, baskıya ve esarete karşı direndiği için, bir sokak başında, yalnız ve karanlık içinde öldürülmüştür.

Kimdir kahraman? Toplu taşıma aracında tacize uğrayan ve bu tacizi “ben susmayacağım, sen utanacaksın” diyerek deşifre eden kadın mı, yoksa ona tacizde bulunan mı?

Kimdir kahraman, elinde flaması ile, protesto gösterisine katılan, Gezi Direnişi’ne katılıp, özgürlük isteyen mi, yoksa ona kurşun sıkan mı?

Kimdir kahraman, Soma’da ölen arkadaşlarının cenazesine sahip çıkan mı, yoksa polisin kontrolünde onun yere düşen bedenini tekmeleyen “yağmacı, rantçı” zihniyetin para için insanlığını satan bürokrat mı?

Kimdir kahraman, karanlık ve sis arasında devlete tetikçilik yapıp, bunu “vatan aşkı” diye sunan mı, yoksa ülkenin tüm kaynaklarının parababalarına satılmasına, emperyalist sermayece yağmalanmasına karşı direnen, birkaç ağacı savunmak için gaz yeme pahasına protesto eden mi?

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, onun yarattığı karanlık içinde; hakkını arayan, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için eylem yapan, parasız ve özgür eğitim için mücadele eden herkes hain ilan edilmektedir. Nerede bir hak arama eylemi varsa o eyleme polis copları, gazlar, TOMA’lar, plastik mermiler, gerçek mermilerle saldıran karanlık cephe, ortaya sürdüğü çetelerine, tetikçilerine, palalılarına vb. kahraman sıfatını uygun görüyor. İşkencede ölen, gözaltında kaybolan çocuklarını, yakınlarını arayan annelere saldırmak “kahraman”lık ve “vatanseverlik” olarak sunuluyor.

Bunlar, karanlığın derinliğini gösteriyor.

Bu saldırganlık, korkunun derinliğini gösteriyor.

Saray Rejimi, baştan aşağıya korku içindedir. Bu korku, daha fazla karanlıkla gizlenmeye çalışılıyor. Bu karanlık, daha fazla saldırganlık olarak organize ediliyor. Karanlık ve şiddet içinde, yağma ve ranttan beslenen çeteler, her alanda boy veriyor. Korku arttıkça, karanlık ve şiddet artıyor.

Kendileri korkuyorlar, korktukça saldırıyorlar.

Halk, sıradan bir işçi, hakkını arayan bir kadın, susmayı reddeden bir genç, geleceğini isteyen bir üniversiteli, soru soran herkes, onlar için birer tehdit olarak ortaya çıkıyor.

Barış diyen, insanlar ölmesin diyen herkes, onlar için büyük bir tehdit hâline geliyor.

Korktukları için korkutmaya çalışıyorlar. Saldırganlıkları, korkularının büyüklüğü ölçüsünde artıyor. Korkuları artıkça, nerede bir suçlu varsa onu tetikçi hâline getiriyorlar. Kendi sonlarını görüyorlar. Kendi düzenlerini, cennetlerini, halkın, işçi sınıfının esareti ve cehennemi üzerine kurdular. İşçi ve emekçilerin uyanmasından, bilinçlenmesinden, örgütlenmesinden korkuyorlar. Aydınlıktan ve gelecekten korkuyorlar.

Ve ne yaparlarsa yapsınlar, bu direniş büyüyecektir, bu karanlık parçalanacaktır. İşçi sınıfı, nasırlı ellerini toprağa bastırıp, başını kaldıracak, gözünü özgür ve sömürüsüz bir geleceğe dikecektir. İşçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin binlerce isimsiz kahramanı, aydınlığın ebeleri olacaktır.

İşçi Gazetesi’nin 172’nci sayısı çıktı

Gazetemizin bu sayısında; 1 Mayıs 2019 değerlendirmesi, İBB seçim gaspı, kriz ve işçi sınıfı, işçi eylem ve direnişleri, kıdem tazminatı dosyası, devletin çay politikası ve üreticilerin durumu konulu makale, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi, işçi hakları, köşe yazıları, okur mektupları ve çok sayıda güncel konu işleniyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

GAZETEMİZİN OKURLARINA, DOSTLARINA ÇAĞRIMIZDIR;

İşçi Gazetesi, birçok şehirde onlarca emekçi mahallesinde kapı-kapı tanıtarak, semt pazarlarında, işçi duraklarında, eylem ve etkinliklerde işçi-emekçilere ulaştırılıyor.

“Aslolan işçi sınıfının gündemidir” ilkesiyle hazırlanan İşçi Gazetesi’ni daha etkili hale getirmek, daha fazla emekçiye ulaştırmak mümkündür. Çağrımız, bu iki konuda duyarlılık ve dayanışma gösterilmesi amaçlıdır.

BİRİNCİSİ: Çalışma koşullarımız giderek işkence haline geliyor, işsizlik kılıcı başımızda sallanıyor, kriz canımızı yakıyor ve dahası birçok sorun… Bu sorunlar, sıkıntılar ve ne yapılabileceğine dair önerilerin [email protected] ya da facebook.com/iscigazetesi adreslerine yazılıp gönderilmesini istiyoruz.

İKİNCİSİ: Okurlarımızı, İşçi Gazetesi’ni daha fazla emekçiye ulaştırmak için yürütülen dağıtım faaliyetlerine destek olmaya, hiç değilse bir tane fazla alıp kendisi gibi bir emekçiye ulaştırmaya davet ediyoruz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

Sudan, El Beşir, darbe ve Erdoğan

Başlığa bakınca, sakın, “ne alâkası var” demeyin. Henüz, bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Ama belki sadece biz, halk olarak biz, bilmiyoruz. Belki bilenler vardır.

Cumhurbaşkanı yardımcısı, ismini yanlış hatırlamıyorsak, Oktay olmalıdır, Sayın Oktay, bir süre önce, Sudan’da, Türkiye’nin askerî üs kurma tartışmaları-söylentileri sürecinde, ilginç bir “şaka” yapmış olmalı. Şöyle buyurmuştu; Sevakin adasında turizmi artırmak için askerî üs kurulması… Bunun gibi bir şeyler söyledi. Yani, Sevakin adası, Türkiye tarafından satın alındı veya kiralandı. Bu ada, Sudan topraklarında ve Türkiye, Erdoğan ve El Beşir arasındaki “sıcak” Müslüman Kardeşler ilişkileri nedeni ile, burada üs kuracağını dile getirmeye başladı. Böyle bir anlaşma yok ama “söylenti” işe yarar diye düşünmüş olmalılar. Sudan bunu reddedince, bu sefer Oktay, işte yukarıdaki sözleri söylüyor. Askerî üs ve turizm bağlantısını bu denli ciddi kurmasının mümkün olmadığını düşündüğümüzden, buna “şaka” dedik.

İşte darbe olan, ordunun yönetime el koyduğu, göstericilerin sokaklarda istifasını istediği El Beşir’in ülkesi Sudan ile böylesi bir ilgimiz var.

Halk, Sudan’da 30 yıllık Müslüman Kardeşler örgütünün kollarından El Beşir iktidarını devirmeye yöneldi. Sokaklarda gösteriler, El Beşir’in sonunu getiriyordu ki, ABD destekli darbeciler, Mısır’daki gibi bir yola başvurdular: El Beşir gidiyorsa bari orduyu devreye sokalım. İşte böyle yaptılar.

Ama bu satırlar yazılıyorken, halk hâlâ sokaklardadır ve komünistlerin de içinde bulunduğu göstericilerin liderleri, giden El Beşir ile gelen ordunun aynı soydan geldiğini, birbirlerinden farklarının olmadığını söylüyorlar.

Yani, sokakta, hayatın her alanında direniş hâlâ sürüyor.

El Beşir, ABD destekli bir rejimin temsilcisidir. Tıpkı Tunus’taki Bin Ali gibi (bizdeki Binali ile bir alâkası yok. İstanbul seçimlerinde gördük ki, Binali, aslında 999 Ali imiş ve bir oyla seçimleri kaybetmiş). Tıpkı, Mısır’daki Mübarek gibi, tıpkı Irak’taki Saddam gibi. Bunlar ABD destekli iktidarlardı. Her biri, birer despot, her biri “astığı astık kestiği kestik” liderlerdi. Saddam, Müslüman Kardeşler teşkilâtından değil idi. Kaddafi de değil idi.

Ama paylaşım masasında olan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, tüm doğal kaynakları yağmalamak için emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşımı var. ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere emperyalist ülkeler, bölgenin paylaşımı için masaya oturmuştur. Bu durum, eğer halkın direnişi yok ise, eğer sosyalizmin zaferi olmuyorsa, mutlaka ve mutlaka, daha ağır sömürgeleştirme süreci demektir. Yani, daha büyük sömürü, daha büyük yağma için harekete geçtikleri açıktır.

Elbette, bu ülkelerde halkın, onlarca yıldır süren baskı rejimlerine karşı öfkesi fırsatını bulduğunda, ortaya çıkıyor. Ve Mısır örneğinde olduğu gibi, “efendiler”, süreci durdurmak için, ellerindeki diğer kozları devreye sokuyorlar. Mısır’da ordu devreye sokuldu. Şimdi de Sudan’da. Sudan’da halkın durdurulması için, El Beşir’in 30 yıllık iktidarı geri çekilmiştir. Ordu yönetime el koymuştur ama halk geri çekilmiyor ve ordunun iktidarını, en azından bugüne kadar tanımıyor.

Ve işte bu noktada ilginç gelişmeler ortaya çıkmaya başladı.

Saray Basını, yani karanlık üretim merkezi, etrafındakilerle birlikte, aslında Sudan darbesinin Erdoğan’a karşı yapıldığını ilan etmeye başladılar. Bunların dediklerine bakarsak, El Beşir’in ordu tarafından devrilmesi, “dünya lideri” Erdoğan’ın önünü kesmek içindir. Peki bu hız nedendir, neden bu kadar hızla bu sonuca gidiyorlar?

Sorudur ve yanıtını bilenler olduğu kesindir.

Bizim tahminlerimiz olabilir.

İlkin, her ikisi de Müslüman Kardeşler örgütüne bağlıdır. Bu örgüt, ABD tarafından organize edilmiş, desteklenmiş bir örgüttür. Suriye’de Esad ile Erdoğan’ın kardeşliğini bozan emir, ABD’den geldi. Ama bu o kadar etkili nasıl olabildi? Esad’a Müslüman Kardeşlere yol vermesi önerilmiştir ve reddedilince, durum değişmiştir. Erdoğan ve Müslüman Kardeşler ilişkisi, Rabia meselesi ile değil, bu yönü ile de biliniyor. Erdoğan’ın dünya liderliğini bilemiyoruz ama El Beşir ile ilişkisini biliyoruz.

El Beşir, katliamlardan sorumludur ve dünya çapında aranmaktadır. Ziyaret edebildiği nadir ülkelerden biri Türkiye’dir ve Erdoğan’ın misafiri olabilmiştir. Üstelik bu ziyaretler, öyle derin bir gizlilik içinde de yapılmıyor, sözümona sessiz sedasız yapılıyor.

El Beşir ile bir diğer ilişkisi, El Beşir’in Sevakin adasını Erdoğan’a vermesidir. Yukarıda açıkladık, aslında bu adanın gerçekte ne olduğu da belirsizdir. Bu adada bir Türk askerî üssünün kurulması söylentileri, en azından bilindiği kadarı ile gerçekleşmemiştir.

Acaba, El Beşir ve Erdoğan arasında, Müslüman Kardeşliğe dayalı parasal ilişkiler var mıdır? Varsa bu ilişkilerin gerçek içeriği nedir? Bunu da bilmiyoruz.

Adadaki durumu da bilmiyoruz.

İşte belki de bunlar ve daha başka bizim bilmediğimiz, atladığımız nedenlerle, Saray Basını, birden bire Sudan darbesini Erdoğan’a karşı darbe olarak nitelemiştir. Belki de nedeni budur.

Acaba, Saray Basını, peş peşe gelen bu değişikliklere bakarak, başka hiçbir nedene dayanmaksızın, sıranın Erdoğan’a geleceği düşüncesi ile mi böyle yazmaktadır? Bin Ali Tunus’ta düşmüştür, Mübarek 30 yıllık iktidarını kaybetmiştir, Salih Yemen’de düşmüştür, Saddam Irak’ta Batı ile o kadar yakın iken düşmüştür, şimdi de El Beşir düşmüştür. Bu süreç mi endişe yaratıyor? Yoksa Sevakin adasının ne olacağı meselesi mi bu kadar endişe yaratıyor?

Biz ise biraz daha farklı bakma eğilimindeyiz.

ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, bu beşli emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımının giderek taşları yerinden oynattığı, eski “dengelerin” artık sonuna geldiği, yeni durumların ortaya çıkmaya başladığı düşüncesindeyiz.

Dün, emperyalist güçler arasında, SSCB’nin varlığına dayalı bir denge, bu dengeye bağlı olarak başında ABD’nin bulunduğu bir “hiyerarşik örgütlenme” vardı. Bu örgütlenme, SSCB çözüldükten sonra çözülmeye başladı. ABD, dünya liderliği için paylaşım savaşımını öne almaya çalıştı.

İşte bugünlere gelene kadar, böylesi bir süreç başladı. Bu sürecin, her ülkenin özgülüne yansıması farklı farklıdır.

Emperyalist paylaşım savaşımı, bölgemizde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde daha şiddetli savaşlar şeklinde yansımaktadır. Bölgemizde, Irak savaşının, Libya savaşının ardından, Suriye savaşı başlamıştır. Suriye savaşı, masadaki karanlık ABD planlarını değiştirmiş, sahada bozmuştur.

Yemen, Filistin ve Suriye savaşları hâlâ devam etmektedir.

Bölgemizde, emperyalist güçlerin maşası durumundaki, tetikçisi durumundaki ülkeler, bu paylaşım savaşında, paylaşılacak yer, paylaşılacak pasta oldukları hâlde, “pastadan pay” almak için çırpınır duruma geldiler. Türkiye, ABD’nin tetikçisi olarak iş gördü, görüyor. Bu tetikçilik, en net Suriye savaşında ortaya çıkmıştır.

Benzer biçimde Suudi Arabistan, aynı tetikçiliğe soyunmuştur ve hem Suriye’de hem de Yemen’de ortaya koydukları pratik, bunun en açık kanıtıdır.

Bugün ABD, Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İsrail arasında daha yoğun bir bağ kurmaya çalışmaktadır. Ortadoğu NATO’su gibi sözler, içine Türkiye’yi de alacak tarzda organize edilmek istenmektedir. Ve açık olarak, İran karşıtı bir cephe oluşturmak hevesindedirler.

Tüm bu süreç, çetelerle, özellikle de IŞİD çetesi ile, oldukça vahşi bir katliam politikasına çevrilmiştir. Bölgede kan akmayan yer kalmamıştır, milyonlarca insan yerinden edilmiş, çocuk ve kadınlar katledilmiştir.

Ve tüm bu süreç, onlarca yıldır bölgede “efendileri” adına hüküm süren diktatörlükleri de sallamaya başlamıştır.

Henüz, halkların net bir anti-emperyalist örgütlenme ve direnişinin yükselişinden söz edecek durumda değiliz. Ama böylesi bir eğilimin var olduğunu da görebiliriz.

Sudan resmini bu çerçevede, bu genel çerçeve içinde okumak gerekir. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımını anlamadan, sonuca varmak mümkün değildir.

Tüm bu süreçte, Müslüman Kardeşler örgütü, IŞİD çetelerinden daha farklı bir tarzda etkili kullanılmış, kullanılmaya çalışılmıştır. El Beşir, katliamlardan sorumlu, uluslararası mahkemelerce aranan bir konuma sahip idi. El Beşir, halkın sokağa dökülmesi ile devrilince ya da devrilmeye yakın hâle gelince, “efendiler”, kendilerine bağlı başka güçleri devreye sokmuşlardır. Mısır’da olduğu gibi ordu devreye sokulmuştur. Mısır’da ordunun darbesi tutmuştur. Sudan’da da tutması için uğraşılmaktadır. Ordu, henüz kabul görmüş, duruma hakim olmuş değildir. Halk hâlâ direnmektedir.

Görüldüğü gibi, ABD’nin has adamı olmak, sürekli olarak iktidarda kalmanın garantisi değildir. Dengeler oynadıktan sonra, “efendiler” kendilerine bağlı güçleri değiştirmekte tereddüt etmezler. Bunu Irak’ta da gördük.

Halkların ortak, anti-emperyalist mücadelesi geliştikçe, gerçek anlamda bu paylaşım savaşımının dışında bir yol ortaya çıkabilir. Halkların kurtuluşu, halkların ortak anti-emperyalist direnişine bağlıdır. Bu direniş, tüm bölgeden emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi rejimlerin sökülüp atılması ile sonuçlanacaktır. Gerçek anlamda çözüm de buradadır. Bu temel üzerinde, Sudan halkının direnişini selâmlıyoruz.

Kurnazlık! Hem ABD’yi, hem Rusya’yı idare etmek

Türkiye, ilginç bir dış politika mı uyguluyor? Yıllar önce, “komşularla sıfır sorun” diye öne çıkartılan dış politika, kendi rayından mı çıktı da, sorunlar boynu aştı ve komşu kalmadı?

Suriye’ye dalıp, birkaç saatte Emevi Camii’nde namaz kılacakken, acaba ne oldu da, bugün, Suriye devleti ile, her yoldan ilişki kurulması durumuna gelindi?

Rus uçağını düşürürken, bir daha olsa bir daha yaparım, emri ben verdim, diyenler, kısa bir süre sonra, acaba neden, uçağın düşürülmesi işinin aslında FETÖ’nün işi olduğu anlatılarak, özürler dilendi ve Rusya ile farklı bir perdenin açılması için uğraşıldı?

Bir anda, Suriye’de IŞİD ile iş tutan Türkiye, bir süre sonra IŞİD tarafından, IŞİD’i satmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Tüm bunları uzatmak mümkün elbette. Ama gerekli mi, emin değiliz.

Bunlar, Türkiye’nin bir dış politika başarısı olarak mı görünüyor?

Bunlar, acaba, Türkiye’nin, çok ustalıklı, çok gelişmiş, belki anlaşılması da zor bir hamleler bütünü hâline gelmiş dış politika uyguladığını mi gösteriyor? Acaba, bu politikaların “sahibi” gibi görünenler, gerçekten bu durumu nasıl adlandırıyordur. Bu denli “başarılı” bir dış politika için, öyle kolayca bir tanımlama yapılabilir mi?

Dış politika, gerçekte iç politikanın bir devamıdır. Ama bu daha çok, bağımsız ülkeler için geçerlidir. Türkiye gibi bir sömürge ülkenin, bağımlı bir ülkenin dış politikası, ancak bir noktaya kadar iç politika ile bağlantılı olabilir. Türkiye, siyasal olarak (yani, parlamentosu, ordusu, polisi, yargısı vb. açısından) ABD’ye bağlıdır, NATO bunun garantisidir. Türkiye, ekonomik olarak ise daha çok AB’ye bağlıdır. Bir anlamda “ortaklaşa sömürge”dir.

Sömürenler açısından, efendiler açısından bu ortaklaşalık, SSCB çözüldükten sonra, bozulmaya başlamıştır. Ülkenin ekonomisini elinde tutan AB (daha çok Almanya, Fransa) ile ülkenin siyasal gücünü denetleyen ABD arasında başlayan paylaşım savaşımı, giderek Türkiye’ye daha yakından yansımaya başlamıştır. Acaba, Türkiye, ekonomisini elinde tutan AB’nin mi, yoksa siyasal alanı (ordusu, polisi, yargısı, parlamentosu vb.) elinde tutan ABD’nin mi sömürgesi olacaktır? İşte soru, bu biçimde ortaya çıkmıştır.

Böylesi bir “ortaklaşa sömürge”de, dış politika elbette, iç politikadan bağını koparmadan, ama onun uzantısı da olmayabilir. TC devletinin dış politikası, WikiLeaks belgelerinde açıkça ortaya konduğu üzere, ABD’nin dış politikasının gereklerine göre ayarlanmıştır. Erdoğan, Damat ve daha başkaları, açıkça IŞİD projesi içinde görevlendirilmiştir ve görevlendirmeyi, dönemin ABD dışişleri bakanı olan Bayan Clinton yapmıştır.

Türkiye’nin kendine ait bir dış politikası yoktur ve olamaz. NATO, bunun önünde en büyük engellerden biridir.

Ama yine de, içeride “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne dayanan bir ekonomi politika uygulayan TC devleti, elbette savaş, rant ve yağma politikalarını dış politikaya da yansıtacaktır. ABD, “kırıntıları” vererek, Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmıştır, kullanmaktadır. Doğrusu, AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’nin, rant ve yağma karşılığında yapmayacağı tetikçilik yoktur. Bunu da hep birlikte gördük, görüyoruz.

Demek oluyor ki, sömürge ülkelerin dış politikaları öyle kendilerine ait politikalar değildir, olamıyor.

Bugüne gelelim.

Konumuz, açık olarak, Rusya ve ABD arasında “denge”lere “oynayan” Türkiye dış politikasıdır. Bu en açık olarak kendini, S-400 ve F-35’ler arasında seçim yapma meselesinde ortaya çıkmaktadır.

Yerel seçimlerin hemen ardından Erdoğan, Rusya’yı ziyaret etti ve Putin ile görüştü. Erdoğan, açık olarak “Ruslara söz verdim” söylemi ile gitmektedir. Böylece, Rusya’ya, S-400’leri alma kararlılığı göstermektedir.

NATO ise, açıkça, bu kararın, S-400 alımının, NATO’nun güvenliğine tehdit oluşturduğunu söylemektedir. ABD, açık olarak, S-400’ler alınacaksa, F-35’lerin teslim edilmeyeceği, Türkiye’nin bu projeden çıkarılacağı vurgusunu yapmaktadır.

Bu tehditli ilişki içinde ABD, Türkiye ile çeşitli pazarlıklar da yürütmektedir.

Saray Rejimi, başında Erdoğan olmak üzere, hem ABD ile, hem de Rusya ile, her ikisini de idare edecek, her ikisini de kandıracak bir “kurnaz” dış politika kurma peşindedir.

Bu “kurnazlık”, daha çok bir köylü kurnazlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Kurnaz, her iki tarafı kandırdığını sanmaktadır. Türkiye, kurnaz Saray Rejimi ile, Rusya’ya karşı ABD’yi ve ABD’ye karşı da Rusya’yı kullandığını düşünmektedir. Bu, daha çok Saray Rejimi ve onun basının düşüncesi gibidir. Gerçekte, hem Rusya, hem ABD, bu durumun farkındadır.

Dahası, Rusya, NATO bağlarının niteliğini bilmez değildir.

Dahası, Erdoğan’ın ABD ve İsrail bağlantıları oldukça açıktır. Elbette Erdoğan, bir projedir ve bu proje çerçevesinde iş görmesi beklenir. Ve elbette buna sadık kalacağı da söylenebilir. Bugüne kadar Erdoğan, ne İsrail ve ne de ABD çıkarlarına ters tutum almamıştır. Konuşmaların bir önemi yoktur, yapılan işe bakmak gerekir.

Elbette, her projenin bir sonu vardır. Bu AK Parti ve Erdoğan projesi için de geçerlidir.

Türk usulü başkanlık sistemini “ilan etmek”, aslında projenin sonuna geldiğinin de kanıtıdır. Başkanlık sistemi, hem AB ve hem de ABD tarafından arzulanan bir sistemdir. Bir sömürgeyi yönetecek olan efendiler, bunun kolay yollarını ararlar, bu da doğaldır. 24 Haziran’da, başkanlık sistemini geçiren ve bu süreci oturtmak üzere hareket eden NATO olmuştur. Hepsi birlikte bu kararı vermişlerdir. Bu nedenle de “sandıkları” saymamışlardır.

Erdoğan’ın bu “zaferi” aslında işin sonuna yaklaştığının da kanıtıdır. Projenin sonlarına yaklaşıldığının.

ABD, elbette henüz Suriye’de işi bitmemiş iken, Saray Rejimi’nin yaşama olanağı olacaktır. Ama “kurnazlık” artık herkesin bildiği bir şeydir.

Türkiye, Rusya’yı S-400 konusunda “ciddiyet” göstererek oyalamaktadır. Bu arada ise, açık olarak ABD ile pazarlık yapmaktadır. Bu durumu herkes bilmektedir. Mesele Suriye meselesidir. ABD, Suriye’de Rusya’yı oyalama peşindedir. Bu arada ise dünyanın başka yerlerinden yeni saldırı cepheleri açma peşindedir. ABD bunu yapabilmek için, Suriye’de Türkiye’nin tetikçiliğine, Osmanlı heveskârlığına ihtiyaç duymaktadır.

ABD, bir yandan Türkiye’yi sıkıştırmaktadır.

Türkiye ise, Akar’ın ifadelerindeki gibi, köylü kurnazlığı sergilemektedir. Akar, “Rusya ile dostluğumuz üçüncü bir ülkeyi hedeflemiyor” diyor. Zaten bir dostluk varsa, bu üçüncü tarafı hedeflemez. Daha temizce, bu dostluğa bağlılık bildirmek gerekirdi.

Akar diyor ki, “Türkiye ABD ile stratejik ortaklığına değer veriyor.”

Akar diyor ki, “Patriot teklifi” dikkatlice inceleniyor.

Türkiye el altından ABD’ye diyor ki, Patriot’ları doğuya, S400’leri ise batıya kurarız.

Akar diyor ki, eğer NATO, Türkiye’ye karşı kararlar alırsa, “Trump’ın muafiyet sağlama yetkisini” Türkiye lehine kullanacağını umuyor.

Böylece Türkiye-ABD arasında oldukça ilginç bir pazarlık yürüyor.

Saray Rejimi, Kürtlere karşı savaş niyetlerini sürekli dile getiriyor. Bu, TC devletinin her yerinde yer alan farklı çetelerin bir arada durması için işe yarıyor. Hepsi, Kürtlere karşı savaş heveslisidir.

Bu yolla, Suriye’ye daha da fazla girmek istiyorlar. Suriye’ye saldırı için, ABD ile pazarlık yürütüyorlar. S-400’lerden vazgeçme karşılığında, Türkiye, ABD’den, Suriye’ye girme olanağı istemektedir. Bu elbette, savaş demektir ve “yağma, rant, savaş ekonomisine” son derece uygundur. Ekonomik kriz yaşayan bir ülke için uygundur.

İyi ama bu durumda, Suriye ve Rusya ne olacak?

Türkiye, S-400’lerin parasını verip, S-400 almadan Rusları ikna edeceğini mi düşünüyor?

İşte kurnaz politika budur.

ABD ile anlaşıp, Suriye’ye girme karşılığında S400’lerden vazgeçerse, Türkiye, bu kez başka sorunlarla karşılaşmayacak mı?

Saray Rejimi, giderek limitli zaman diliminde, kritik bir yol ayrımına gelmektedir. Bu “kurnazlık”, farklı tarafları idare etme kurnazlığı olmaktan çoktan çıkmıştır. Türkiye, arkadan ABD ile tam uyum içinde çalışırken, önde farklı davranışlar sergilemektedir. Ama bunu artık bilmeyen, görmeyen, anlamayan yoktur. Davutoğlu ile başlayan derinlikli politikanın, gerçek bir yüzeyselleşme, gerçek bir şapa oturma politikası olduğunu artık herkes görebilmektedir.

Elbette, ABD, bölgede İran’a karşı bir cephe oluşturma isteğindedir. Bir yandan bunu yapmak için, Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler ile ilişkileri derinleştiriyor. Ama buna rağmen, işler istediği gibi gitmiyor. ABD, açık olarak İran’a karşı cephe ilan etmiştir. İran ordusunun bir bölümü demek olan “devrim muhafızları”nı “terör örgütü” ilan etmek, gerçek anlamında bu cepheyi ilan etmek demektir.

Ve yine aynı ABD, gelişmeler kontrolünden kaçarsa, Suriye sahasındaki tüm suçları Türkiye’ye yıkma eğilimindedir.

ABD, Saray Rejimi’nin, tetikçilikteki heveslerini kullanmak istemektedir. Sorun, bölgede ve dünyadaki dengelerdir.

İdlib ve Suriye’nin işgal edilmiş toprakları, Suriye tarafından geri alınırsa, elbette ABD oyunu farklı kurmak zorunda kalacaktır. Erdoğan, Suriye’de temiz bir çözüm isteyemez. Bunun bir nedeni ABD ne isterse onu yapmak zorunda olmasındadır. Ama ikincisi de, eğer Suriye kendi topraklarını alır, İdlib’i alır ve barış sağlarsa ABD’nin Erdoğan’a olan ihtiyacı da azalacaktır. Bu nedenle Erdoğan, savaştan, tetikçilikten yana olmak zorundadır.

Bu “kurnaz” dış politika, gerçekte “savaş, yağma ve rant ekonomisi” ile de uyumludur.

Ve hepsi birlikte tam bir sıkışmışlığı, tam bir krizi işaret etmektedir.

Mayıs kızıllığında ‘71 kopuşu ve Kaypakkaya¹

“Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali.”²

Mayıs ayı, devrimci hareket tarihimizin kızıl şafağıdır. Ona dair ne söylesek, daima eksik kalacaktır.

Kolay mı? Radikal bir kopuştan söz ediyoruz.

Sömürü sistemine karşı verilen mücadeleyi siyasal iktidarın fethedilmesine bağlayan tarihsel cürettir ifade ettiğimiz.

Ya da düzen içi siyaset anlayış(sızlığ)ından kopan Mahir Çayan’lar, Deniz Gezmiş’ler, İbrahim Kaypakkaya’lar nezdinde gerçekleşen ‘71 Devrimci Kopuşu, “Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin” praksisidir.

Mayıs’ın kızıllığı hepimize, XI. Tez’deki üzere dünyanın nasıl değiştirileceğini öğretirken; Karl Marx’ın, “Biz dünyaya şunu söylemiyoruz: ‘Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir; gerçek mücadele sloganını biz size vereceğiz.’ Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini ve bilincin, o istese de istemese de, kazanılmasın zorunlu olan bir şey olduğunu gösteriyoruz,” uyarısını da unutmuyoruz.

Söz konusu kopuş hemen her şeyi yeniden biçimlendirirken;3 tarihsel bir mücadelenin de güzergâhını belirlemişti!

Örneğin 18 Mayıs 1973’te İbrahim Kaypakkaya’nın teslim alınamayan iradesi yine 1982’nin 18 Mayıs’ında Diyarbakır Zindanı’nda işkenceye protesto için kendini yakan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık’ın başkaldırısına yol açmıştı.4

Yani gerçek bir bütünün parçalarından oluşan Mayıs’ın kızıllığı çok ama pek çok şeyi değiştirdi; onun gücü de buradaydı zaten.

“Nasıl” mı?

Mesela Ruhi Su’nun ‘Mahsus Mahal’ını dilinden düşürmeyen İbrahim Kaypakka’nın mezarının yapılmasına anıt mezar olmaması koşuluyla izin verilip, mezarın olduğu köye bir de karakol kurulmuş ve bu kadarla da yetinilmeyip mezarı ziyaret eden, ağıt yakan İbo’nun anasına bile dava açılmıştı. 

Mayıs’ın kızıllığı asla gölgelenemedi; tiranların buna gücü yetmedi…

Alın size bir örnek: 2003 yılının yaz aylarında bir grup yolcu, Malatya’nın köylerinden arabayla geçerken, yol kenarında bulunan kayısılardan bir miktar almak isterler. Kendilerine yetecek kadar kayısı toplar ve tarla sahibi köylüye ücretini vermek isterler. Bu sırada yolculardan birisi köylüye: “Amca sen İbrahim Kaypakkaya diye birisini tanır mısın?” diye sorar.

Böyle bir soru karşısında afallayan, bir o kadar da kaygılanan köylü duraksarken; yolcu sözüne devam eder: “Biz onun yoldaşlarıyız!”

Bunu duyan köylünün yüzünde, içten içe duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak bir tebessüm belirir ve sözünü sakınmaz: “Koyun o paranızı cebinize, ben Kaypakkaya’nın yoldaşlarından para almam!”

 ‘71 DEVRİMCİ KOPUŞU

Derinlikli kökleriyle halkı kucaklayan bu gerçekliğin ardında ‘71 Devrimci Kopuşu gerçeği yatar.

Coğrafyamızda ‘71 Devrimci Kopuşu ya da ‘68’den söz edildi mi; ilk akla gelen Deniz Gezmiş’tir, Mahir Çayan’dır, İbrahim Kaypakkaya’dır, onların yoldaşlarıdır.

Radikal sosyalistler için Onlar önderlerimiz ve halk kahramanlarıyken; geniş halk kitleleri için ise, sözünün ardında duran, dürüst, davasına sonuna kadar bağlı, halktan yana yiğitlerdi.

“Sosyalist hareketin devrimci virajı olarak” da anılan ‘71 Kopuşu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist (TKP-ML) tarafından gerçekleştirilmiş tarihsel atılımdı.

Bu kopuşun seyri ve yönü bellidir ve söz konusu kopuşun yönünü en iyi 70’lerin başındaki kopuşun en son düşeni ve zincirin son halkası olan İbrahim Kaypakkaya’nın vardığı nokta anlatır.

Dönemdaşlarının, “Deniz’in ve Mahir’in ve Kaypakkaya’nın samimiyetinden kimsenin kuşkusu yok. Ölümüne samimiydiler,”5 notunu düştüğü Onlar; çok önceleri coğrafyamızın bugünüyle cebelleşip, hesaplaşmışlardı.

Örneğin Deniz Gezmiş sonradan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ile yıllar önce karşı karşıya gelmişti. 

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer’in makam aracını yakanlardan 68 kuşağı temsilcilerinden Tuncay Çelen hepimize şunları aktarıyor:

“Abdullah Gül üniversite yıllarında fikri mücadelesini babası ve yakın çevresinden etkilendiği için, doğal olarak MTTB ve Akıncılar çatısı altında sürdürür. O dönemde sağ, sol kutuplaşmaları içinde yaşanan gerilimler ve tartışmalar herkesi etkiliyor ve olayların içine çekiyordu. Nitekim Abdullah Gül gibi yakın çevresinde sessiz ve uyumlu olduğu bilinen birisi bile bu ortamda aktif hareket içine girmiş ve İstanbul Üniversitesini kontrol altına alan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Abdullah Gül ve arkadaşlarının fotoğraflarını duvarlara asmıştı. Abdullah Gül bu gergin dönemde 6 ay üniversiteye giremeyecekti.”6

Militanlığı yanında enternasyonalist özellikleriyle ‘71 Devrimci Kopuşu Filistinliydi de…

Yeri geldi hatırlatalım: “Filistinlinin yanında olmak, kıskançlıktan daha soylu bir tutumdur. Ama bu dayanışmanın bir tarihi var ki, atlanmamalı, unutmamalı, unutturulmamalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin en genç neferleri, Filistin direnişinin yanında olageldiler hep. Hatırlamak, hatırlatmak zorundayız bunu. Gerçeğe bağlılık duygumuz en erdemli yanımızdır çünkü. Deniz Gezmiş, meseleye, örneğin, İslâmcı gibi bakmadığı için, gencecik yaşında yoldaşlarıyla Filistin’e gidip, El Fetih örgütü içinde, İsrail Siyonizmi’ne karşı savaştı.”7

Toparlarsak: 1970’ler sosyalist solun kitleselleşerek toplumsal meşruiyet kazandığı ve siyasal hayatın etkili aktörlerinden biri olduğu tarihsel momenti imler. 1971 ise “kopuş” olarak nitelenmiştir.

‘71 kopuşunun en radikal aktörleri, burjuva uygarlığının şu ya da bu kanadının ilerleticisi değil yıkıcısı olduğumuzu, burjuva devrimciliğinin değil, ezilenlerin devrimci mücadelesinin mirasçısı olduğumuzu anımsatır bize her daim.

Eski ve devlete yakın aydın tipinden de kopuştur ‘71 hareketi. Alt sınıflardan gelen gençlerin 60’lardaki sosyalist aydınlanma sürecinin yani yeni ve halka yakın bir aydın tipi olarak sosyalist sahnede ön plana fırlayışının da simgesidir.

İşçi sınıfı öncelliği ve önderliğine net vurgu yapan kopuş açısından aslolan ideolojik bir önderlik değil; bizatihi fiili/fiziksel bir önderliktir.

Özetle ‘71 kopuşu bir ayağını eskiye, öteki ayağınıda proletarya sosyalizmine yerleştirdiği bir kopuş inşa etmeye çalışmıştı. Alınan darbelerle köprünün ikinci ayağı tamamlanmadan kalmıştı.

Ancak ne pahasına olursa olsun, ‘71 devrimcileri ihtilalci bir kopuş yarattı. Bu kopuş kendini somut olarak sistem dışılıkla ve devlet karşıtlığıyla ifade etti.

‘71 pratiği ihtilalci bir yolu gösterirken; devrimci hareketinin radikal kanadının literatüründe, odağında TKP (M-L), THKP-C ve THKO’nun durduğu 1971 devrimci çıkışı, revizyonizmden ve reformizmden kopuştur.

1971 devrimci çıkışı, 1920’lerin ikinci yarısından başlayarak Kemalizmin bir çeşit sol kanadı hâline gelmiş olan ve devrimci iktidar perspektifinden yoksunlukla malûl olan bir “sol” anlayıştan kopuşken; bunun son halkası da İbrahim Kaypakkaya’nın vardığı noktadır.

 İBRAHİM KAYPAKKAYA

 “Hamza” kod adını kullanan İbrahim Kaypakkaya, Türkiyeli devrimciler açısından genellikle birbirine zıtmış gibi görünen iki farklı başlık altında değerlendirilir. Bir kısmı İbrahim’i “ser verip sır vermeyen” bir devrimci olarak tanımlarken, diğer bir kısmı onu Mao Zedung’un düşüncelerini kopya eden bir köylü devrimcisi olarak görür. Bu iki farklı bakış açısının kesiştiği ortak nokta, her ikisinin de İbrahim’i anlamaktan son derece uzak olmalarıdır.

İbrahim’i ser verip sır vermeyen yönü ile öne çıkaran bakış açısının temel sorunu, İbrahim’i yalnızca işkencedeki tutumu ve direnişi ile yücelterek, onu bu yönü ile kahramanlaştırmasıdır. İbrahim’in yalnızca bu yönü ile öne çıkarılması, ister istemez onun bütünü ile anlaşılmasını güçleştirdiği gibi uğruna serinden geçtiği sırrın da üzerini örter.

Diğer bakış açısı ise Mao Zedung’a dair olumsuz değerlendirmelerden yola çıkıp, İbrahim’in fikirlerini ve eylemlerini küçümseyerek gözardı eder. Böylece İbrahim’in komünist niteliği hem olumsuzlanan Mao dolayımıyla, hem de uvriyerist (işçici) bir yaklaşımla değersizleştirilir.

Dolayısıyla İbrahim’i kendi gerçekliği içinde değerlendirebilmek adına öncelikle bu iki bakış açısı ile hesaplaşılması gerekiyor. Çünkü her ikisi de İbrahim’i egemenler açısından tehdit edici olmaktan çıkartıyor. İbrahim’i kahramanlaştırıp bir ikona dönüştürmek ya da küçümseyip görmezden gelmek arasında sistem açısından tehlikeli bir fark bulunmuyor.

Oysa, “Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak, ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında’ bulunmaktadır. Kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayin özel ürünü ve asil ürünüdür… Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, bilimsel olarak yanlıştır,” diyen İbrahim Kaypakkaya coğrafyamızda, kapitalist sistem açısından dönemin en tehlikeli komünisti olarak görülüyordu. Böyle görülmesinin temel sebebi ise Lenin’in “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” sözünü, kendi özgünlüğünde gerçekleştirmeye başlamış olmasıdır. Bu özgünlük İbrahim’in komünist niteliğini Kemalizm ile barışık olarak değil, onun dışında ve karşısında inşa etmesine dayanır. Kemalizmin sınıfsal niteliğinin analizine yönelik çalışmaları, İbrahim’in teorik açıdan pek konuşulmayıp, üzerinin örtülmesinin de temel bir nedenidir. Özellikle İbrahim’i yukarıda bahsedilen iki bakış açısından herhangi biriyle değerlendirmekte ısrar edenler, bu nedenle onun fikir ve eylemlerinin görmezden gelinip, hasır altı edilmesine de ister istemez katkıda bulunurlar…

İbrahim’in Mao’yu taklit eden, basit bir köylü devrimcisi olarak ele almak, onun bulunduğu her bölgeyi analiz etmesinin ve oradaki yerel halkla devrimci mücadelenin kuvvetlenmesine yönelik ilişki geliştirmesinin sebeplerini anlamaktan da uzaktır. Gerçeklik şudur ki, İbrahim’in teorisi gibi pratiği de devrimcidir ve komünist bir içeriğe sahiptir.8

Elbette “İbrahim Kaypakkaya da bir mesih ya da bir ikona değildi.”9

O, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin (BPKD) ve onun idelojik ve siyasal önderi Mao’nun safında yer almıştı.

Katledildiğinde 24 yaşında olan İbrahim Kaypakkaya, Çorum’a bağlı Karakaya köyünde doğuyor. İlkokulu bitirince Hasanoğlan İlköğretim Okulu’na, oradan da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na giriyor.

İstanbul’da aktif bir öğrenci ve devrimci oluyor. Aslında devrimci fikirlerle Hasanoğlan’da tanışıyor ancak birçok şey İstanbul’da yerli yerine oturuyor. Mücadelenin yükseldiği 1967-68 yıllarında, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)’nun Çapa’da şubesini kuruyor. Okul yönetimi, derneğin 10 kurucu üyesini okuldan bir ay uzaklaştırıyor. Ancak bununla yetinmeyip savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Daha sonra bu 10 kişiyi okuldan atıyorlar. Onlar da, Danıştay’a dava açıyorlar. Kazanıyorlar. Ancak 10 kişiden sadece İbrahim okula alınmıyor. İbrahim ise bu sürede hiç boş durmuyor ve bütün etkinliklerde yer alıyor.

Forum, Ant Türk Solu, Aydınlık Sosyalist Dergi gibi yayınlarda yazılar yazıyor. 6. Filo ve Kanlı Pazar eylemlerinde de yer alıyor. Okul işgallerine ve boykotlara katılıyor. Trakya’da köy mitinglerinin örgütlenmesine, Demir Döküm Sungurlar, Horoz Çivi, Petriks Ege Sanayi, EAS Akü, Gamak Singer, Derby gibi fabrikalarda işçilerle mücadele örgütlüyor.

Okuldan atılınca Çorum’a dönüyor ve Çorum köylerinde çalışmaya başlıyor. Bu bölgedeki çalışmalarını, ‘Çorum içinde sınıfların tarihi’ konulu inceleme ile yazıya dönüştürüyor. Arkasından Malatya, Antep yörelerinde, Silvan, Nazimiye, Kürecik ilçelerinde, Haydaran’da, Nurhak ve Düzgün dağlarının köylerinde çalışmalar yapıyor. Bu sürelerde de İstanbul ve Ankara’ya gidip geliyor. Yine Malatya’daki çalışmalarını, ‘Malatya’da sınıfların tahlili’ konulu bir incelemeye dönüştürüyor.

12 Mayıs 1972’de Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özüdoğan’ları ihbar edip öldürülmelerine yol açan Kürecik bucağı Kahyalı köyü muhtarı Mustafa Mordeniz’i öldürüyor. Bunu aynı zamanda, dönemin “devrimci dayanışma” özelliğine uygun olarak, Deniz’lerin idamı üzerine de yaptığı biliniyor.

Modern zamanın devrimcisi Kaypakkaya, FKF örgütlenmesinden sonra Milli Demokratik Devrim (MDD) tezlerini savunuyor. Ayrışma döneminde TİİKP’te yer alıyor. Daha sonra ise TİİKP’e ağır eleştireler getirerek TKP-ML ve TİKKO’yu kuruyor. TKP-ML’nin programını ‘Şafak Revizyonizmi Tezleri’nin Eleştirisi’, ‘Milli Mesele’, ‘Kemalist İktidar Dönemi’, ‘İkinci Dünya Savaşı Yılları’ ve ‘27 Mayıs Hareketi’, ‘Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım’ başlıklı tezlerinde kaleme alıyor ve düşünsel duruşunu ortaya koyuyor.

İbrahim Kaypakkaya, yaşadığı dönemde tartışma konusu olan Milli Mesele’de, çok net tavır ortaya koymasıyla biliniyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını açık olarak savunuyor ve Kürt sorununa ilişkin tespitlerinde devletin asimilasyon politikasını çok net olarak anlatıyor. Türk ve Kürt halkının birlikte mücadele etmesinin, hatta aynı partide mücadele etmesinin gerekliliğini vurguluyordu.

Toparlarsak: İbrahim Kaypakkaya’yı ‘71 kopuşunda öne çıkaran özelliği, Kemalizm ve aydınlanmacılığa karşı fırlattığı oktur; kopuşun içindeki kopuştur.

Bu yolda “Kaypakkaya’nın tespiti keskin, uzlaşmaz ve yıkıcıydı: Komünist olmanın ilk ve temel adımı Kemalizm’in reddedilmesiydi. Kemalizm ve ulusal sorun TC’nin iki ana kolonu olagelmişti ve Kaypakkaya bu iki ana kolona vurarak, devrimci bir çıkışın olanaklarını, devrimin imkânını aramıştı.”10

 “Farklılık iddiaları”na rağmen her şeyi aynılaştıran Kemalizme11 karşı tavrıyla O; halkların kardeşliğine inan, geçici değil kalıcı çözümler peşinde olan devrimcidir.

Tarihi haksızlıklara ve soykırımlara uğramış Ermeni ve Kürt halklarını savunduğu için kendilerini “solcu” olarak maskeleyen tescilli ırkçılar ve devletçi sefiller tarafından ölüsüne de dirisine de en çok saldırı yapılan komünisttir.

Varolan düzenin hiç bir yanını kabul etmezken; işkence sürecinde de sürekli yazan, hatta onu hücrede görenlerin dediğine göre elleri sargılı ayakları kesilmişken bile bulduğu ufacık kağıtlara teoriler yazan biriydi.

İbrahim Kaypakkaya’nın son halkasını oluşturduğu ‘71 pratiği, devrimci tarihimizde bir momenti işaretlerken; O, yıkıcı bir teori ve yıkıcı bir pratiktir.

Özetle ezilenleri aydınlatacak ateşi çalarken, ateş olup, büyük bir yangını çıkaran(lardan)dır ve devrimin güncelliği fikri İbrahim Kaypakkaya’yı betimleyen asli unsurdur.12

Onun en temel özelliklerinden birisi de V. İ. Lenin benzeri uzlaşmazlığıyken; Kemalizm ve Ulusal Sorun analizleri bu tutumun ilkeselliğine örnektir.

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır…

Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkânına karşı’ gelişmiştir…

Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır,”13 diyen İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm’e eleştirisi çok önemlidir.

Ayrıca bununla bağıntılı olarak da “Kürtler de bir ulustur ve kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir,” vurgusuyla “Türkiye’de Kürtlerin bir ulus oluşturduğu, gözü azgın Türk şovenizmiyle karartılmamış olan herkesin kabul edeceği, tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir…”

“Ulusal baskı sadece Kürt Halkı’na değil, Türk egemen sınıflarıyla her bakımdan kaynaşmış bir avuç büyük feodal bey ve üç-beş büyük burjuva dışında, bütün Kürt ulusuna uygulanmaktadır…”

“Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt Ulusu’nun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkını, her dönemde ve kayıtsız koşulsuz tanır ve savunur…”

“Ulusal sorundaki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım: Bütün uluslar için tam hak eşitliğidir,” diyerek bugünkü Kürt hareketinin de teorik olarak tohumlarını ortaya atmıştı.

“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderi tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik, yerel, kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yönetim bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun bileşimi vb temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir,” diyerek…

Özetin özeti; “Esasen biz Komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçta asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım,” tutumuyla İbrahim Kaypakkaya, boyun eğmedi, hiç tereddüt etmedi. Ölümünü manifestolaştırdı.

DEVLET VE ZIRVA(LAR)

 Kolay mı? Orta yerde kendini saklamaya bile hacet duymayan devlet tavrı söz konusuydu:

“İbo ve dava ile ilgili dosyalar İstanbul ve Dersim’den Diyarbakır’a geliyor. Dosyada, İbo’nun Meral Yakar’a yazdırdığı Kemalizm, Milli Mesele, Genel Eleştiri ve diğer yazıları ile orijinal el yazmaları bulunuyor. Dosyaya ayrıca MİT’in İbo ve TKP (M-L) hakkında bir kısa raporu konuluyor. Dosyayı dikkatle okuyan Yaşar Değerli, devlet güvenliği açısından kendi konumunun ciddiyetini daha iyi kavrıyor.

Savcı Değerli ikinci kere yazıcısını yanına alıp hastaneye geliyor ve ifade alamayınca İbo ile bağırtılı, sert tartışmalara giriyor. İbo’yu, yazdığı yazılarla tarihi çarpıtmak, Cumhuriyetin kurucusuna çamur atmak, devleti yıkmaya ve ülkeyi bölmeye kalkışmakla itham ediyor. İbo, bilinen inadıyla kendini savunmakla kalmıyor, Değerli’yi halka karşı suç işlemekle itham ediyor. Savcı odayı terk ederken, öfkesini, “Hem bunları yazacaksın, hem de ifade vermeyeceksin öyle mi, ifade vermezsen seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak,” diye bağırıyor.

Mayıs ayının ortalarında Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan geliyor. 17 Mayısı günü İbo hücresinden alınıyor ve götürülürken demir parmaklıkların ötesindeki tutuklu arkadaşlarını görüyor, gülümsüyor, el sallıyor. Götürülüp bekletildiği yerde, 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece kurşunlanarak öldürülüyor. Daha sonra ceset, kurşun izlerinin yok edilmesi amacıyla kurşun deliklerinin bulunduğu yerlerden kesilerek, askeri hastanenin morguna konuluyor.”14

Şimdi; oncasının ardından “İbrahim Kaypakkaya’yı 1960’ların Sol Sübjektivizmi”15 veya “Dönemin genel atmosferinin gençlik algısı yorumlarıyla malûl ol”makla16 nitelemek abesle iştigal değilse nedir ki?

Komünizm davası için savaşırken katledilen İbrahim Kaypakkaya ve ‘71 Devrimci Kopuşunu bilgisayar başından ahkâm keserek, eleştirmeye kalkışmak yozlaşmanın bir göstergesidir.

Tıpkı 2013’de Âkil İnsanlar Heyeti’nin Çorum gezi durağında, Oral Çalışlar’ın İbrahim Kaypakkaya’nın mezarını ziyaret etmesi gibi…

Bilmiyor olamazsınız; bir süredir Kaypakkaya anmalarında Murat Belge, Oral Çalışlar ve “Yakın zamana kadar biri bana gelip, ne geçmişte ne de bugün, fikriyatı, söylemi ve eylemiyle mutabık olmadığım İbrahim Kaypakkaya hakkında düzenlenecek sempozyuma katılacağımı, dinlemekle yetinmeyip konuşma yapacağımı söylese herhâlde ‘Uyurken sırtın açık kalmış senin’ derdim,”17 diyen Avni Özgürel gibi isimleri görür olduk. Hangi akıldır onları çağıran, nasıl bir arsızlıktır onları boy göstermeye iten?

Hayır, Onu ve ‘71 Devrimci Kopuşunu reformizme, kuyrukçu beklentilere ve uzlaşmacılığa alet edemezsiniz!18

Mesela İbrahim Kaypakkaya’nın, “Hizipçi ve bölücü olanlar, revizyonist çizgide ısrar edenlerdir. Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler, düzeltmemekte ısrar edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, samimiyetle öz eleştiri yapmak yerine, sadece çok sıkıştıkları zaman, revizyonist özü kamufle edenlerdir. Hizipçi olanlar, kendilerine eleştiri yöneten kadrolardan örgütün imkânlarını esirgeyenler, kendilerine yağcılık ve dalkavukluk yapanlara bütün imkânları sergileyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içinde körü körüne itaati, dalkavukluğu, sırt sıvazlamayı teşvik edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şey iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içi eleştiriyi bastırmaya çalışanlardır. Kendilerine yönelen eleştirileri kadrolardan gizleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerini eleştiren kadroları iğrenç bir iftira ve dedikodu kampanyası ile yıpratmaya, diğer kadroların gözünden düşürmeye, tecrit etmeye çalışanlardır. Hizipçi ve bölücü olanlar, eleştiri mekanizmasını işleten kadrolar aleyhine sinsi planlar hazırlayanlardır. Bu gibi kadrolara silahlı komplolar düzenleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, hem demokrasi hem de merkeziyetçilik ilkesini çiğneyerek kendilerine en aşırı demokrasiyi, Marksist-Leninistlere de en aşırı merkeziyetçiliği uygulamak isteyenlerdir. Burjuva önderlik, bütün bu özellikleriyle hizipçiliğin ve bölücülüğün en tipik örneklerini vermişlerdir,”19 diye mahkûm ettiği Şafak Revizyonizmi ya da Doğu Perinçek’e karşı tutumu nettir.

Yeri gelmişken vurgulayayım:  ‘Yeni Akit’ yazarı Mehmet Koçak, “Son zamanlarda buluşup görüştüğüm kişilerden biri Doğu Perinçek’tir. Doğrusu ben, onunla buluşmadan, tartışmadan ve onu ondan dinlemeden önce çok farklı bir Perinçek tanıyormuşum” vurgusuyla, “Ben inançlar üzerinden siyaset yapılmasını ve o yüce değerlerin istismarına ısrarla karşıyım. Ancak, merakınızı gidermek için ifade edeyim ki ben ateist değil Müslümanım. Bayram namazlarını kaçırmam, Cuma namazlarına vakit nispetinde gitmeye çalışıyorum,” dediğini aktarıyor Doğu Perinçek’in!20 İnsan bir kez yoldan çıkmayagörsün!

Yine özetin özeti: “Bugünden İbrahim Kaypakkaya’ya baktığımızda, tarihsel süreç ve bilinç açısından çok kısa bir zaman aralığında yürüttüğü ideolojik çalışmalar sonucu, Doğu Perinçek hareketinden isabetle koptuğunu görürüz. Buradan doğru Kemalist kadronun devleti kurarken, sol’un bir kesiminin onun ‘aydınlanmacılık’ örtüsü altına nasıl girdiğini, Kemalist devleti meşrulaştırmaya ‘sol’dan yüklenen bu tür bir takviyenin, ‘sol’cuyu devlet derinliğine nasıl sürüklediğine varmak kolaylaşır.”21

NİHAYET

Yine ve herkesin bildiği üzere Nâzım Hikmet’ce, “ölenler dövüşerek öldüler;/ güneşe gömüldüler/ vaktimiz yok onların matemini tutmaya!/ akın var/ güneşe akın/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!”

Ya da Murathan Mungan’ca, “Bak işte yaklaşıyor fırtına/ Bak yine yükseliyor dalgalar/ Yollardan sonra yıllardan sonra/ Şarkılar söylüyor çocuklar/ Yollardan sonra yıllardan sonra/ Yeniden yan yana onlar/ Ne geçmiş tükendi ne yarınlar/ Hayat yeniler bizleri/ Geçse de yolumuz bozkırlardan/ Denizlere çıkar sokaklar…”

Veya Arkadaş Z. Özger’ce, “Alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin uyurken dudağında/ gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/ şimdi dingin gövdende/ uğultuyla büyüyen sessizlik/ birgün benim elimde/ patlamaya sabırsız mavzer olsun,” diye haykırmayı sürdüreceğiz…

Aleksandr Puşkin’in ‘Boris Godunov’ oyunundaki, “Halk gizlice ayaklanmaya eğilimlidir” sözünü unutmadan…

Dünya halkları gibi coğrafyamızda da adaletsizliğe karşı isyan duygularıyla doluyor… Bizim halkımız da kendisine zorla giydirilmek istenen deli gömleğini, tutsaklık giysilerini ‘71 Devrimci Kopuşu geleneğiyle yırtıp atacaktır.

Tıpkı İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinden birkaç saat önce, tiranların sorularına verdiği yanıtlardaki komünist kararlılıkla:

“- Sen Kürt değilsin, Alevî ve Türk’sün; Kürtlerden sana ne, onları sen mi kurtaracaksın?

– Hayır, partimiz önderliğindeki halk ordusu ve halk savaşı kurtaracaktır.

– Emin misin? İnanıyor musun, gerçekten?

– İnanmasam Dersim dağlarında işim ne? Bu yola baş koyduk, geriye dönüşümüz yoktur.

– Bana Haymanalı22 derler; sen o yolun sonunu göremeyeceksin.

– Size ben de Çorumluyum diyesim geliyor. Bütün samimiyetimle bir daha söylüyorum. Bu yola baş koydum. Başımı alabilirsiniz. Fakat partim ve yoldaşlarım, iktidarınızı yerle bir edecektir. Sizden ve sizleri buraya gönderenlerden korkmuyorum.”23

 18 Mayıs 2019, İstanbul.


  1. İstanbul’da 25 Mayıs 2019 tarihinde düzenlenen “… ‘71 Devrimci Kopuşu Işığında Devrimci Gençlik Mücadelesi ve Güncel Görevler” başlıklı panelde yapılan konuşma…
  2. Cemal Süreya.
  3. “6 Mayıs’ta Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler. Bu üç devrimci önderin katledilmesi Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlatmıştır… 12 Mart faşizmi sonrası Türkiye ve Kürdistan’da devrimci mücadelenin gelişiminde bu üç fidanın, Mahir Çayan’ın ve İbrahim Kaypakkaya’nın rolü çok büyük olmuştur…” (Hüseyin Ali, “Unutulmayacaklar”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s. 5).
  4. 18 Mayıs 1982’de kendilerini yakan ‘Dörtler’in artlarında bıraktıkları not şöyleydi: “Bu eylem mutlaka halka ulaştırılmalı. Eylem, Mazlum arkadaşın eyleminin devamıdır. Eylem doğru anlaşılmalı. İhanet, teslimiyet ve baskılara karşı konulan bir eylemdir.” (“Bugün ‘Dörtler’ ve İbrahim Kaypakkaya’nın Ölümlerinin Yıldönümü”, 18 Mayıs 2018… http://gazetekarinca.com/2018/05/dortler-ve-İbrahim-Kaypakkayanin-olumlerinin-yildonumu/).
  5. Mustafa Yalçıner, “Kapitalist Düzen ve Denizler…”, Gündem, 7 Mayıs 2016, s. 7.
  6. “Deniz Gezmiş Abdullah Gül’ü 6 Ay Okula Sokmadı”, 6 Mayıs 2014… http://www.insanhaber.com/guncel/deniz-gezmis-abdullah-gulu-6-ay-okula-sokmadi-36483
  7. “İslâmcının, ‘İslâm Enternasyonalizmi’nden anladığı ile Gezmiş’in anladığı bambaşka şeylerdir tabii. Gezmiş, Filistinlinin, İsrail Siyonizmi’nin yanısıra, ABD güdümündeki İslâmi yapılar ile de boğuştuğunu gördü, yaşadı. Bugünün Cihad’cıları, o dönemin Amerikan dostuydular, darılmaca yok. İslâmi hareketler, El Fetih’e, -ki Filistin mücadelesinin önderi, en geniş tabanlı örgütüydü- laik-komünist cephede gördükleri için, Siyonist barbarlık karşısında destek vermediler. Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, George Habbaş önderliğinde İsrail’e kan kustururken, her milletten, Deniz Gezmiş, Bora Gözen, Faik Bulut da dahil onlarca Türkiyelinin aralarında olduğu binlerce gönüllü vardı yanında, İslâmcılar hariç. Enternasyonalizm budur. Enternasyonalizm acıları kompartımanlara bölüştürmez. Zulmün kurbanı kimse, enternasyonalist ordadır.” (Mustafa K. Erdemol, “Bizim Deniz’den Mavi Marmara’ya”, Birgün, 16 Mayıs 2018, s. 4).
  8. Ümit Ağgül, “Kızıl Bir Put Kırıcı: İbrahim”, 18 Mayıs 2016… http://direnisteyiz3.org/kizil-bir-put-kirici-ibrahim-umit-aggul/
  9. Derviş Cemal, “Emrah Cilasun: Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit!”, Birgün, 18 Mayıs 2016, s. 11.
  10. Mustafa Kemal Ersöz, “Yoldaş Seni Anacağız!”, 18 Mayıs 2019… http://siyasihaber4.org/yoldas-seni-anacagiz/84415
  11. “Farklı oldukları iddiası”ndaki Kemalizm’in 19 Mayıs’ı konusunda işte iki (benzer) tavır:
    i) 19 Mayıs resepsiyonuna davet edilmeyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, “Samsun’da olmak isterdik,” dedi. (“HDP, Tarih Bilinci Bu Kadar Eksik Bir Kadroyu Hak Etmiyor”, 20 Mayıs 2019… https://www.gazeteemek.com/gundem/ayse-hur-den-samsunda-olmak-isterdik-diyen-pervin-buldan-a-h9706.html).
    ii) “Türkiye Komünist Partisi, kurtuluşa ilk adımın 100. yılında bir açıklama yaparak, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına selam gönderdi. ‘Mustafa Kemal devrimci olarak hareket etmiştir,’ dedi.” (“TKP: Mustafa Kemal Devrimci Olarak Hareket Etmiştir”, 19 Mayıs 2019… http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/tkp-mustafa-kemal-devrimci-olarak-hareket-etmistir-h128672.html).
  12. Georg Lukács, V. İ. Lenin’i Karl Marx’a bağlayan en önemli özelliğinin “Devrimin Güncelliği” fikri olduğunu söyler. Yani emperyalizm çağında, her şart altında devrimin ihtimalini, olanağını, aktüelliğini arama. Bunun pratik, örgütsel, teorik adımlarını ısrarla atma. Yıkıcı teoriyi, yıkıcı güçle ısrarla birleştirme iradesidir.
  13. “Kaypakkaya’nın Kemalizm Eleştirisi”, 22 Ocak 2019… https://Kaypakkayamanifestosu.wordpress.com/2019/01/22/Kaypakkayanin-Kemalizm-elestirisi/#more-636
  14. Muzaffer Oruçoğlu, “İBO’nun Katledilmesine Giden Yol”, Gazete Patika. 15 Mayıs 2019… https://www.gazetepatika10.com/ibonun-katledilmesine-giden-yol-muzaffer-orucoglu-37524.html
  15. “İbrahim Kaypakkaya’yı, 1960’ların dünya ve Türkiye’sindeki genel sola kayışın zirve noktalarından biri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu sola kayışın, 1968’e kadar görece sağlıklı bir gelişme izlediği söylenebilirse de, bu tarihten sonraki, 1970’lere ilerleyen süreçte, gerek kitle hareketlerinin geri çekilmesi, gerek solun egemen sistem tarafından yenilgiye uğratılması sonucu, tedricen bir sol sübjektivizme dönüşmüş, önce sisteme sert ve umutsuz saldırılarla ‘ileriye kaçmış’, sonra da yer yer yozlaşarak dağılmıştır.” (Gün Zileli, “1960’ların Sol Sübjektivizmi: İbrahim Kaypakkaya”, 16 Kasım 2016… www.gunzileli.com/2018/05/20/1960larin-sol-subjektivizmi-İbrahim-Kaypakkaya/).
  16. Asaf Güven Aksel, “Çekin Pis Ellerinizi İbo’dan”, 18 Mayıs 2013…  http://haber.sol.org.tr/soldakiler/asaf-guven-aksel-yazdi-cekin-pis-ellerinizi-ibodan-haberi-73227
  17. Avni Özgürel, “İbrahim Kaypakkaya”, 6 Mayıs 2009… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/avni-ozgurel/İbrahim-Kaypakkaya-934515/
  18. Bkz: Teslim Töre, “Strateji: 23 Haziran’da İstanbul, Devamında Türkiye’nin Kurtuluşu Olmalı!”, 18 Mayıs 2019… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2685058115053912
  19. İbrahim Kaypakkaya, “… ‘Hizipçi’ ve ‘Bölücü’ Olan Kimdir?”, 12 Aralık 2018… https://Kaypakkayamanifestosu.wordpress.com/2018/12/12/hizipci-ve-bolucu-olan-kimdir-İbrahim-Kaypakkaya/#more-613
  20. “Ben ateist değil Müslümanım… Bayram namazlarını kaçırmam, Cuma namazlarına vakit nispetinde gitmeye çalışıyorum… Hz. Peygamberimiz müstesna bir insandır. Zulme karşı birleştirici olan ümmet anlayışıyla kabileleri İslâm’ın temel prensiplerinde birleştirmeyi başaran büyük bir devrimcidir… Ümmetin birleştirici ruhundan uygarlıkla bütünleşen medeniyetler doğmuştur… İslâmiyet ile Türkler, ticaret ve medeniyet ile ahlâki değerleri yüceltmişlerdir. Ümmet anlayışı ile de çeşitli etnik kökenden gelen toplulukları bir arada tutmuşlardır… Bugün İslâm dünyasındaki dağınıklık ancak ümmet anlayışıyla aşılabilir.” (“Doğu Perinçek’ten Çok Konuşulacak Buluşma: ‘Ateist Değil Müslümanım Bayram Namazlarını Kaçırmam’…”, 20 Ekim 2018… https://odatv.com/dogu-perincekten-cok-konusulacak-bulusma-ateist-degil-muslumanim-bayram-namazlarini-kacirmam–20101859.html).
  21. Celalettin Can, “Mayıs’ta Toprağa Düşen Devrimcileri Unutmayalım!”, Gündem, 20 Mayıs 2016, s. 14.
  22. Haymanalı: Orgeneral Şükrü Olcay’dan başka biri değildir. İkinci Ordu Komutanlığından emekli olmuştur.
  23. Hasan Zengin, “Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevinde Kaypakkaya ile Son 48 Saat”, (13 Mayıs 2011) 17 Mayıs 2019… https://www.gazetepatika10.com/diyarbakir-sikiyonetim-tutukevinde-kaypakkaya-ile-son-48-saat-37646.html