Ana Sayfa Blog Sayfa 122

Tetikçinin “kahramanlığı” serüveni | Savaş trajedisi, ateşkes komedisi

Önce, savaş boruları çaldı.

İçeride sıkışmış, çözülmekte olan Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, derinleşen krizi örtmek için Erdoğan ve Saray, savaş naraları atmaya başladı.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, esas olandır. Saray Rejimi’nin ana dayanağının bu olduğu unutulmamalıdır.

Kahramanlık naraları içinde Suriye’de “güvenlikli bölge” için çarpıştıklarını ilan edenler, içeride Haydarpaşa ve Sirkeci garlarını iç etmeye çalışıyor, ihaleleri var güçleri ile götürmeye çabalıyorlar. Savaşta ölen için “şehadet şerbetini içti” diye övgü düzenler, bir kere de kendileri şehadet şerbetini içmek için aceleci ve hevesli olmadılar. Askerler “şehadet şerbeti” içedursun, onlar Haydarpaşa ve Sirkeci rantlarını, savaş ekonomisinin kaymağını götürmeye çalışıyorlar, tüm hızları ile.

Saray Rejimi, kendi varlığını sürdürmek için savaş baltalarını çıkarmak üzere, ABD’den, efendilerinden izin istedi. Karşılığında hangi öpücükleri verdiler bilinmez ama Trump, buyurun, biz askerlerimizi çekiyoruz, dedi. Saray Rejimi’nin çapsız erkanı, büyük bir hevesle, “ABD Kürtler yerine bizi seçti” propagandaları eşliğinde, aslında kendine güvensizliğini ortaya koydu. Fırsat bu fırsattır dediler. Biraz milliyetçilik havasını körükleyecek “zafer”e ihtiyaçları var. Hem bu yolla, CHP’yi HDP’den koparmış olacaklardı. Ve elbette, hafife almamak lazım, tarihlerinde sabittir, katliam politikaları ve fetih histerileri için büyük bir fırsat yakalamış oldular.

ABD izin verdi, onlar da yola koyuldu.

Acaba tetikçi, hiç düşünmeyen saldırgan mıdır? Böyle tarif edilebilir mi? Acaba tetikçi, patronun ne istediğini hiç mi merak etmez? Hiç mi düşünmez?

TC devleti, işgalci, katliamcı politikalarını sergileme fırsatını bulduğunda, aklî melekelerini hemen bir yana bırakıyor. Suriye’ye dalıyor, ama ABD’nin planlarından habersiz midir? Tamamen mi habersizdir?

ABD yolu açtı, çünkü, hiçbir zaman bir halkla işbirliği yapmak ABD tutumu değildir. Emperyalistler, kendilerine ihtiyaç duyanları korumazlar, kullanırlar ve bir kenara atmaya çalışırlar. Bunun sayısız örneği vardır. ABD, esas olarak Trump’ın ifade ettiği gibi, petrolü garantiye alma peşindedir. Bu arada IŞİD işini TC devletine bırakmıştır. Suriye savaşının tüm faturasını Türkiye’ye ödetme hevesindedir. Elbette Türkiye’nin bu günahta büyük payı var; tetikçidir, saldırgandır, işgalcidir, katliamcıdır. Ama ABD emirleri ile bunları yapmıştır. Yani ABD’nin günahlarını görmezden gelmek doğru değildir ve elbette, yenilgi tüm çıplaklığı ile ortaya çıktığında, ABD kaçma olanaklarına daha fazla sahiptir. Türkiye tetikçi olarak olup biteni bile anlayacak durumda değildir. Kaldı ki, fizikî olarak Suriye’nin komşusu olmaktan kurtulma, ülkesini mesela Amerika kıtasına taşıma olanağı da yoktur. Kaldı ki, ABD için Türkiye’ye istediğini yaptırtmak, özellikle bu coğrafyada zor değildir, Kürd’e saldırmanın dayanılmaz bir hafifliği, her zaman TC yöneticilerinin ortak noktası olmuştur.

İşte ABD, TC devletine saldır emrini, “askerlerimizi çekiyoruz” duyurusu eşliğinde vermiştir. Kürd’e saldırmak, fetih histerisi, katliam olanakları ve içeride iktidarı uzatabilmek için gereken “kahramanlık havası” için fırsat bulmuş olan Saray Rejimi, hemen harekete geçmiştir. Daha derinlikli düşünmelerine de gerek yoktur.

Öyle anlaşılıyor, ABD, Kürtlerin Suriye devleti ile bu kadar hızla anlaşabileceğini görememiştir. ABD, Türkiye’nin tarif edilen bölgeyi alacağını, kendisinin de petrol alanlarını tutacağını düşünmüştür. Kürt güçlerinin Suriye devleti ile anlaşıp, Münbiç ve Kobanȇ’ye girmesi, ABD’nin planlarını değiştirdi.

Kürtler ile Suriye devleti arasında anlaşma ortaya çıkar çıkmaz, ABD, teşvik ettiği Türkiye’ye, dönüp, “dur” demeye başladı. Ama fetih ruhu ve saldırganlık, katliam politikaları ve açgözlülük, Türkiye’nin durmasına engel idi. Erdoğan durmak ister miydi bilinmez ama Saray Rejimi sadece Erdoğan demek değildir. Ve ABD, kartlarını masaya koydu. Erdoğan ve ailesinin mal varlığına el koyma tehdidi işe yaradı, ateşkes anlaşması imzalandı.

TC devletinin yapısı ile katliam politikaları arasında ne kadar sıkı bağ var ise, tıpkı onun gibi, Saray Rejimi ile “Erdoğan ailesinin mal varlığı” arasında o denli sıkı bir bağ vardır. Ve mal varlığı tehdidi, işe yaramıştır. Belki de ABD, Suriye savaşının yenileni olarak savaş tazminatlarını ödemek için, elinde kalan petrol sahaları ve Erdoğan ailesinin mal varlığını önerecektir. Bilemiyoruz.

Erdoğan, daha önce kararlaştırılmış Putin görüşmesi tarihini temel almış olmalı. 120 saatlik ateşkes, her nasıl oldu ise Putin görüşmesinin sonrası anlamına geldi. Mal varlığına el konulması tehdidi, ABD isteklerine evet anlamına geldi.

Yoksa, ABD, hem Kürtleri arkadan vurdu, hem de Türkiye’yi engelledi mi diyeceğiz? Bu doğru değildir. ABD, “güvenlikli bölgeyi” Türkiye’ye bırakıp, Suriye sorununu içinden çıkılmaz hâle sokup, petrol sahalarına kendi askerini konumlandırıp, savaşın maliyetini Türkiye’nin üzerine yıkmak istedi. Ama TC ordusu ve ÖSO, bölgeyi tutmakta yeterince atak olamadı ve Kürtler, Suriye devleti ile hızla anlaştı. Planın bir parçası çökünce, ABD, TC devletine dur deme yoluna girdi.

Tetikçinin kahramanlık serüveni böyle oluyormuş

Mal varlığı tehdidi, ateşkes anlaşması olarak ortaya çıktı.

Ama ne anlaşma!

Savaş bir trajedi ise, bu anlaşma tam bir komedidir.

Türkiye ve ABD arasında bir anlaşma imzalanıyor. 13 maddesi var. Türkiye bu anlaşmaya “ateşkes” demek istemiyor. Çünkü, diyor, karşımızdaki güç PYD’dir ve terör örgütüdür. TC’nin kendisi IŞİD’in hamisidir ve IŞİD’i koruyan bir güç, başka birine “terör örgütü” demektedir. Ama komiklik bu kadar da değildir. Barış Pınarı adı verilen saldırı ve işgal girişiminin anlaşması kendisine izin vermiş olan ABD ile yapılıyor. Ama Türkiye ile ABD arasında bir savaş yok, ateş yok. ABD buna “ateşkes” diyor, Türk tarafı ise “ateşkes” demeyin diye kükrüyor.

Tek komik olan bu değil.

Trump’tan bir mektup alıyor Erdoğan. Mektubu saklamak istiyorlar ama ABD mektubu deşifre ediyor. Mektup tam bir skandaldır.

Erdoğan, dünya çapında en çok hakarete uğrayan lider olma unvanını tescillemek istiyor. Sürekli hakaret davaları açması bu anlama gelir. Herkese hakaret davası açıyor. Onbinlerce hakaret davası açmış bir başka lider var mı? Belki daha fazla hakarete uğramış olan vardır, olmuştur, ama hiçbiri bunu tescillemek için bu kadar dava açmamıştır.

Bu hakaret davaları nedeni ile, gazeteciler, mektubun içeriğini yayınlayamıyor. Yayınlasalar, “hakaret” etmiş olacaklar, çünkü mektup hakaretler içeriyor. Bunun Trump için ne büyük bir rezillik olduğu bir yana, Türk tarafı, mektubu görmezlikten geliyor. Mektubun ekinde, Trump’ın adlandırması ile “general” Mazlum Kobani’ye yazılmış bir başka mektup bulunduğu söyleniyor (Bu yazı kaleme alındığında, söyleniyordu, ama Erdoğan, birkaç gün sonra, bunu bizzat açıklamıştır ve doğrulamıştır).

Ateşkes anlaşması, muğlaktır. Tek açık olan bölümü Türkiye’nin ateş keseceği ve PYD güçlerinin geri çekileceğidir.

Ama PYD güçleri, birçok yerde Suriye ordusunun bir parçası olmaya başlamıştır ve PYD bayrakları ile Suriye bayrakları birlikte dalgalanmaktadır.

Saray Rejimi, görüşmem dediği Suriye devleti ile karşı karşıya gelmeye başlamıştır. Dün, Emevi Camii’nde namaz kılmak için saldıranlar, bugün, Suriye ile nasıl ilişki kuracaklarını şaşırmış durumdalar.

Efendi ABD, saldırı iznini vermiştir ama plan ona aittir. Sahada durum değişince, hemen Türkiye’ye maliyeti yıkma eğilimini ortaya koymakta tereddüt etmez.

Kahramanlık naraları, masada “mal varlığı” sorunu ortaya atılınca, bir anda biter.

Anlaşma, gariptir, ilk maddesinde, Türkiye’nin NATO üyeliğini tanımaktan söz ediyor. Bir yanlışlık değilse, bu, Türkiye ile NATO ilişkilerindeki kırılmaya işaret etmektedir. Ama nedense, bu Kürtlere ve Suriye’ye karşı başlayan katliam ve işgal savaşında bir madde olarak ortaya çıkmaktadır. Bu maddeye bakılınca, anlaşma, gerçekten de Türkiye ile ABD arasındadır. Ama Türkiye’nin NATO üyeliği yeni değildir, yeni olsa, birkaç devlet de belki “hayırlı olsun” mesajları gönderirdi.

CHP, acaba nasıl bir partidir? Diyelim ki Saray Rejimi çözülüyor, CHP de onun kadar çözülmektedir. Durmadan Suriye’de ne işimiz var, Ortadoğu bataklığında ne işimiz var, diye “çırpınan” CHP, mecliste tezkereye “evet” diyor. Bunun adına politika denirse eğer, bu olsa olsa politikanın komik cinsi olur.

Saray Rejimi, tam bir çözülüş içindedir ve çıkışı daha fazla baskı, daha fazla saldırganlık, katliam politikalarına devam kararında bulmaktadır.

120 saat, Salı akşamı sona eriyordu ve Salı günü, Soçi’de Putin ile görüşme vardı. Dün uçağını düşürdükleri, dün düşmanı oldukları Rusya’dan umutlu haberler beklemekte olduklarını tüm Saray basını yazmıştır.

Oradan da bir “deklarasyon” çıkmıştır. Rusya, buna anlaşma denmesini istememektedir.

10 maddelik bir “anlaşma” metni ortaya çıkar.

Türkiye, bu 10 maddede, Suriye’nin toprak bütünlüğünü resmî olarak kabul eder. Fetih seferlerinin sonudur bu. Bundan böyle TC devletinin Suriye topraklarında fetihe kalkmayacağını varsayabiliriz. Demek ki, Irak topraklarında bunu yapmaya devam edecekler.

Türkiye ve Rusya mutabakat metninde PYD kendi adı ile anılmaktadır, adının yanında “terör örgütü” vb. gibi bir şey yoktur.

Türkiye IŞİD ile ilişkilerini değiştirmek zorunda kalacaktır, çünkü “her türlü terör” denildi mi, işin içine ÖSO da girecektir, yeni adı ile Milli Suriye Ordusu da girecektir. Bundan böyle İdlib daha hızlı çözülecektir. Şimdi, ABD-Türkiye cephesi, İdlib’deki suç belgelerini yok etme hevesinde olacaktır. Bunun içinde bazı liderler de dahildir. Özellikle ABD, savaş sonrasında Suriye savaşında işlenen suçlarla ilgili belgeleri yok etme hevesini ortaya koyacaktır.

Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerine önceden de nutuklar atan Türkiye, ne hikmetse, Suriye adına milli ordu kurmaya yönelmiştir. Çocukluk değilse bu, sıkışmışlık ve çaresizlik değilse bu, Saray Rejimi tarzına uygun bir komedi olmalıdır. Milli Suriye ordusu kuranlar, sonunda Rusya ile mutabakat metninde Suriye’nin toprak bütünlüğünü imzalamışlardır.

Şimdi mesele, Afrin, İdlib, Tel Abyad gibi alanlardan Türkiye’nin çekilme meselesine gelecektir, hem de umulandan daha kısa bir süre içinde.

Soçi anlaşması metninde, Türkiye’nin başlattığı ve yarıda kesilen işgal harekâtının sahada yarattığı yeni durum, statüko olarak kabul edilmiştir. Bu, Kobanȇ ve Münbiç’teki değişikliğin de kabul edilmesi anlamına geliyor. Sınırda Suriye güçlerinin kontrolü almasının kabul edilmesi anlamına da geliyor. Ama aynı zamanda TC ordusunun girmiş olduğu Tel Abyad ve Resulayn’daki durumunu da statüko olarak kabul ediyor demektir.

Emevi Camii’nde namaz kılma hevesi, artık bir başka boyut almıştır.

Savaşın yenilen tarafı olan ABD ve Türkiye’nin bu yenilgiyi kabul etmesi, bu yenilginin resmîleşmesi süreci başlayacaktır.

Kuşku yok ki, ne ABD, ne de Türkiye amaçlarından vazgeçmeyecek, yeniden saldırgan hamlelerini devreye sokacaklardır. Türkiye’nin katliam politikaları, Kürt halkına dönük saldırganlığı, hem içeride hem de dışarıda sürecektir. Bunda şüphe yoktur. Ama bu saldırganlık da durumu değiştirmeyecektir.

Saray basını, Saray medyası ne kadar yaygara yaparsa yapsın, her adımı bir zafer olarak sunmaya ne kadar devam ederse etsin, gerçekler kendini eninde sonunda dayatacaktır. Hem ekonomik kriz daha da ağırlaşacaktır, hem de bu yenilginin yol açtığı yeni durum AK Parti’de ve dahası Saray Rejimi’ndeki çözülmeyi hızlandıracaktır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, daha ağır sonuçları ile, halkın yaşamını çekilmez kılacaktır.

Savaş trajedisi, daha büyük sonuçlarını ortaya koyacaktır.

Halkın gözünde devlet çarkı, daha çıplak olarak ortaya çıkmıştır. Demokrasi vb. yalanlar, artık eskisi gibi etkili olma şansına sahip olmayacaktır. Sahte barış nutukları artık anlamını kaybetmiştir ve daha da kaybedecektir. Halkların gerçek düşmanları tek tek ortaya çıkmıştır. Halkların buna ne denli tepki geliştirecekleri ayrı bir konu olsa da, artık bu yalanlara karınlarının tok olacağı açık olmalıdır.

Ama tüm bunlar, direniş ile anlam kazanabilir. Anlamlı ve kalıcı sonuçlar, işçi sınıfı ve emekçilerin direnişi ve örgütlülüğüne bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Tüm bölgede, halkların anti-emperyalist direnişi, nesnel olarak daha da güçlenme olanağını elde etmiştir. Tüm bölgede örgütlülük, direnişin gelişiminin ana belirleyici etkeni olacaktır. Ve Gezi Direnişi ile başlamış olan direniş süreci, daha da kök salma olanaklarına sahiptir. Kürt halkının istikrarlı direnişi, Batı’da da gelişecek direniş ile daha da güç kazanacaktır.

Bu trajediye, bu komediye son vermenin tek gerçek yolu devrim ve sosyalizm mücadelesidir. İşçi sınıfı, sahne almak zorundadır.

İşçi sınıfı ekonomik krize, savaşa, katliamlara, baskılara karşı kendi direnişini geliştirmek zorundadır. Genel direniş ve genel grev, işçi sınıfının gündemi hâline gelmiştir. Sendikaların bundan kaçınması mümkün değildir. Hayatın her alanında gelişen direniş, küçük veya büyük fark etmez, birleşik bir direnişe dönüşmek zorundadır. Devrimci görev, bu direnişi örgütlemek ve yaymaktır.

Kapitalizmin krizi ve gelişen direniş

Kapitalizm “bitti” demek hem erkendir, hem de işin özünü gölgede bırakan bir niyet göstergesinin ötesine geçmez. Çünkü, kapitalizm ya da başka bir dünya ekonomik sistemi, “bitti” şeklinde nitelendirildiğinde bitmez. Onu yıkacak bir sosyal güç, süreç, mücadele gereklidir. Yani, bir özne gerekir. Mezarını kazacak, onu defnedecek bir özne gereklidir. Yoksa, sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu unutmuş, atlamış oluruz.

Kapitalizm derin bir krizdedir. Bu kesin ve açık.

Bu kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Burası önemli. En detaylı tartışmalar, kapitalizmin ekonomik krizi üzerine yapılmaktadır ve böyle olması yanlış da değildir. Ekonomik kriz, gerçekte, kapitalist sistemin tükenişinin en açık ifadelerindendir. Zira bir ekonomik kriz aşılmış olsa da, eğer kapsamlı bir inceleme yapılırsa, görülüyor ki, daha derin bir krizin temelleri atılıyor. Neden mi? Çünkü, bir yandan üretimin toplumsal karakteri sürekli gelişir ve genişlerken, diğer yandan mülk edinmenin özel karakteri daha da artar, yani özel mülkiyet nedeni ile servet ve üretim araçları giderek daha az sayıda elde toplanır. Bir kriz aşılsa bile bu eğilim devam eder.

Üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının gelişimini gerektirirken, mülk edinmenin özel karakteri, üretici güçlerin gelişimini engelleme eğilimi taşır.

Üretimin giderek artan ve ortaya çıkan toplumsal karakteri, özel mülkiyetin aşılmasını, ortadan kaldırılmasını gerektirir.

İnsan emeğinin daha önceki üretim süreçlerinden gelen maddeleşmiş hâli olarak üretim araçları, özel mülkiyet kabuğunu yıkmak, parçalamak ister.

İşte bu nedenle, kapitalist sistemin bir krizi aşması için geliştirilen önlemler, anlık, geçici olurlar. Çaresi de yoktur. Bu nedenle, emperyalist sistem ya da dünya kapitalist ekonomisi, sık sık krizlere girer ve bir sonraki daha da sarsıcı olur.

Ama hiçbir ekonomik kriz, kapitalizmin ruhuna fatiha okuma işini “otomatiğe” bindirmez. Mutlaka ve mutlaka, bu fatihayı okuyacak, dahası cenaze törenini organize edecek, kapitalizmi mezara gömecek olan işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü ve eylemi gereklidir.

Bugün, kapitalist sistemin içine girdiği kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Elbette bir ekonomik kriz vardır. Ama aynı zamanda, ciddi bir siyasal kriz de vardır.

Ekonomik krizin ne olduğunu ve var olup olmadığını, yani kanıtlarını bütün dünya tartışıyor ve biliyor. Siyasal kriz ise üzerinde daha az durduğumuz bir konudur.

Trump tarzı siyaset, başlı başına bu siyasal krizin göstergesidir.

Trump tek de değildir.

Bizim çizgi film karakterlerine benzeyen Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu, Trump’ın Erdoğan’a derin bir edebî ve diplomatik üslupla yazdığı mektubun hemen ardından, Türkiye ve ABD arasında Suriye’de bir ateşkes ilan edildiği bir sırada, şöyle buyurdu: “Trump, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı seviyor. Onun zorlu bir lider olduğunu kabul ediyor. Trump, Erdoğan’ı örnek alıyor.”

Sizce bu övgü dolu bir cümle midir? Eğer övgü dolu ise kimi övmektedir, Erdoğan’ı mı? Trump, dünyanın en sevilen, en saygı duyulan lideri imiş gibi konuşuyor. Eğer sizi örnek alan bu ise, siz kim bilir ne kadar saygı değer, ne kadar sevilensinizdir!

İşte size kapitalist dünyayı yöneten liderlerden örnekler. İşte size Dışişleri Bakanı’nın övgü dolu sözleri. Allah, kimseyi Dışişleri Bakanı’nın övgüsüne layık etmesin!

Twitter üzerinden “çık çık” atılan tweetler, dünya siyasal arenasındaki siyasal krize bir örnek olabilir mi bilmiyorum. Ama Trump, kesinlikle bir siyasal krizin ürünüdür, o koltuğa öyle oturmuştur. Çözülmekte olan ABD hegemonyasının bir kanıtı ve sonucudur.

Büyük kişiler, büyük olaylar yaratmazlar, tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişiler yaratırlar. Bu doğru ise, bazı süreçlerin de Trump tarzı kişiler yarattığını varsayabiliriz.

Ki Trump, türünün tek örneği değildir.

Çavuşoğlu’nun dediğine göre, Erdoğan’ı örnek alıyorsa, Erdoğan, o türün daha ilerlemiş, burada, daha sorunlu bir örneği demektir. Hele ki, bir Dışişleri Bakanı, o garip mektubu almış, bir hükümetin Dışişleri Bakanı, Trump’ı övmek için bunları söylüyorsa, bu da bir örnek olarak ele alınabilir.

Trump’ın en belirgin özelliği, sözlerinin bir “ciddiyeti”nin olmaması ise, Erdoğan’ı da örnek alıyorsa, yerinde bir benzetme olabilir, değil mi?

Ya Janson? İngiliz Başbakanı. Ona ne demeli? İngiltere’nin yüzyıllardır sahneyi dolduran parlamentosunu feshetme isteği, neyin ifadesidir? Siyasal kriz değil ise nedir?

Ya Fransa, yani Macron? Bunlardan geri kalır durumda mıdır? Trump kendisine bugünlerde Napolyon Bonapart diyor. O kadar olur, benzetme hatalıdır. Trump’ın tarih bilgisinin eksikliğini gösterir. İtalyan Başbakanı’na “mozerella” demesi daha yerinde sayılır. Macron, eğer mutlaka Bonapart’a benzetilecekse, eklenmesi gerekir, tarihte bütün büyük kişilikler iki kere sahne alır, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi rolünde. Macron olsa olsa, Bonapart’ın komiği olabilir. Ama çek karneleri ve paralar dışında bir tarihî belge okumamış olan Trump, bu kadarını başarıyorsa, ona da şükür denmelidir.

Birçok kişi, bu süreç içinde “radikal sağın”, bizim literatürümüzle karşı-devrimin yükselişini görür. Ve birçok açıdan doğrudur. Sadece, tarihsel olarak değil ama an olarak, devrimden önce gelişen bir karşı-devrim yükselişi dersek. Biz bunu, daha çok, siyasal krizin, kapitalist sistemin tüm yeryüzündeki siyasal krizinin bir göstergesi olarak ele almaktan yanayız.

Bu siyasal krizin egemenler arasındaki, yönetenler arasındaki yansıması olabilir.

Ekonomik krizin bu son dalgasını 2008 olarak ele almak yanlış olmaz.

Ve 2008 baz alınırsa, birçok ülkede, farklı tarzlarda gelişen, daha çok “işgal et” eylemlerinin prototipi olduğu kitle hareketlerini de gördük. Ve bunu da yönetilen kitlelerdeki yansıması olarak ele almamız doğru olur.

Bu kadarla kalsa idi, bunu “siyasal krizin” yansıması olarak isimlendirmek o kadar kolay olmazdı. Gelişmiş ülkelerde, emperyalist metropollerde gelişen bu eylemlilik, kendiliğinden eylemler olarak ortaya çıktı. Hâlâ bu karakteri egemen olandır. Ama bu eylemlilik, bugün dünyanın çok farklı yerlerinde, “beklenmedik” anda patlayan eylemliliklere dönüşmeye başladı. Yine kendiliğinden karakteri açık olarak görülüyor, ama bu sefer daha ciddidir.

Mısır’da, ikinci dalga olarak başlayan eylemlilikler, birincisine benzese de, daha örgütlüdür ve arkasının geleceği kesindir. Elbette inişli çıkışlı, elbette “ateşkes” ve yeniden sokağa çıkma tarzında ilerleyecektir.

Irak’ı eklemeliyiz. Bir anda, Irak’ta ekonomik krizin yansıması olarak binlerce insan, onlarca ölü vererek sokaklara çıktı. Ve bu kez, daha şiddetli bir çarpışma ortaya çıkmaya başladı. Ölüm korkusu daha azdır. Savaş sonrası tarumar olan ve ABD tarafından işgal edilen Irak’ın halkı, sadece ekonomik kriz ile sokağa çıkmıyor, ardında, yaşama isteği, aşağılanmaya son verme isteği de vardır.

Lübnan’da gösteriler, WhatsApp uygulamalarından vergi alınması kararının ardından geliyor ve Harriri’nin istifasını isteyenler, ellerinde orak-çekiçli bayraklar taşıyorlar. Vergiler geri alınacak açıklamasına rağmen, kitleler Harriri’ye karşı sokaklardan çekilmiyor. WhatsApp eylemi, bir anda Harriri’nin sevgilisine aldığı 16 milyonluk hediyeleri konu ediniyor. Harriri ailesi, bizim yakından tanıdığımız bir ailedir. Türk Telekom’u satın alan Harririler, Erdoğan ailesi ve Suudi Kralı ile bağlantılıdır.

Bir yıl önce Ermenistan’da kitleler, siyasal iktidarın istifası ve düşmesi ile sonuçlanan eylemlere başlamıştı.

Bugün, komşusu Azerbaycan’da, kitleler, “yolsuzluk, rüşvet ve düşük maaşlar” nedeni ile protestolara başlamıştır.

Şili’de, Latin Amerika’nın önemli ülkelerinden biri olan Şili’de, toplu taşıma ücretlerine gelen zam nedeni ile başlayan gösteriler sokakları sarıyor ve 8 ölü olduğu hâlde eylemciler, eylemlerine devam ediyorlar.

İspanya, bir türlü durulmuyor. Ve doğrudan siyasal eylemler ortaya çıkıyor. Daha örgütlüdürler ve Katalanlar, mahkemenin verdiği kararı protesto etmek için sokaklara çıkıyorlar. İradelerini sandıkta gösteren Katalanlar, iradelerinin gasp edilmesi karşısında pes etmiyorlar. Daha ilk günlerde 182 yaralı olmasına rağmen, eylemler devam ediyor.

Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ama bunlar son dönemde öne çıkanlardır.

Kürt devrimci hareketinde görüldüğü gibi, örgütlü direnişler, daha sürekli, daha istikrarlıdır.

Gezi Direnişi ve Yunanistan’da olduğu gibi, farklı düzeyde örgütlülük içerse de, esas olarak örgütsüzlüğün egemen olduğu hareketler, daha fazla iniş ve çıkış dalgaları içermektedir.

Fransa’da ortaya çıkan eylemler, diğer metropollere de yansıyacaktır. Portekiz’de ortaya çıkan eylemler, Fransa’nın bulaşması olarak, Fransa’daki eylemliğin yansıması olarak ele alınabilir. Belki bu, bir noktaya kadar doğrudur da. Ama kendine has bir dinamik, Portekiz’de de vardır. Eylemler, gelişmiş ülkelerde de gelişecek demek, erken bir tahmin olmayacaktır.

Tüm bu eylemlilikler, devrim ve sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı eylemler olmasa da ya da bu eylemlerde devrim ve sosyalizm istemi ana etken olmamış olsa da, alttan alta kızıl renk seçilmeye başlanmıştır.

Bu eylemlilikler, bir bütün olarak, dünya ölçeğinde kapitalist sistemin, tarihsel olarak sonunun geldiği inancının, algısının, değişik düzeylerde kitlelerde yansıma bulmaya başladığının kanıtıdır. Her yeni eylem, bu duyguyu güçlendirecektir.

Mesele, dünya işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist örgütlülüğünün eksikliğindedir.

Ömrünü doldurmuş kapitalist sistemi yıkacak, dünyayı, insanlığı kurtaracak olan komünizmin tarihsel yeni yükselişi, ancak devrimci örgütlülükle zafere ulaşabilir. Dünya barışı, gerçek anlamı ile, insanın insan tarafından sömürülmesi ve sınıfların ortadan kaldırılması ile sağlanacaktır. İşte o zaman gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır; özgür, kardeşçe ve doğa ile barışık bir insan tarihi.

Nâzım’ın dediği gibi,

“Toprak bakır
gök bakır
haykır güneşi içenlerin türküsünü
haykıralım”

Ekmek, adalet ve barış için; GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

“Bir öyle şaşılası dünya ki burası,
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi insanlar dolaşıyor,
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu…
Tezgâhlar
ipekli kumaşla dokuyabilir topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak, insanlar çıplak…
Bir öyle şaşılası dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle…”

Biz işçiler biliyoruz. Grev işçi sınıfının en önemli silahıdır. Bir işyerinde haklarımızı almak, işten atılan arkadaşlarımızın haklarını savunmak ya da patronun bizi hiçe saymasına dur demek için üretimden gelen gücümüzü, grev silahımızı kullanırız.

Genel grev ise, bir bütün olarak işçi sınıfının ülke çapında üretimden gelen gücünü kullanarak talepleri için hayatı durdurması demektir, kendini hiçe sayanlara karşı topyekün “biz de varız” demesidir.

Yazık ki, biz işçiler, emekçiler, henüz sokaklara, meydanlara taşan kavgamızla değil, iş cinayetlerinde beşer-onar ölerek, ailece canımıza kıyarak gündem olmaktayız.

6 Kasım’da İstanbul Fatih’te dört kardeş, geçinemedikleri ve birikmiş borçlarının ağırlığına dayanamadıkları için siyanürle intihar etti. 9 Kasım’da Antalya’da, aylardır işsiz olduğu anlaşılan bir baba, “Herkesten özür diliyorum ama artık yapacak bir şeyim yok. Hayatımıza son veriyoruz” yazılı bir not bırakarak eşi ve iki çocuğu ile birlikte yaşamına son verdi. Eylül ayında Ankara’da bir emekli, “beni bu adalet sistemi bu hale getirdi” diyerek üzerine benzin döküp bedenini ateşe verdi.

TÜİK verilerine göre, 2002-2018 yılları arasında 50 bin 378 kişi, 2018 yılında ise her gün en az 8 emekçi sefalet, yoksulluk karşısında tüm umutlarını yitirerek yaşamına son verdi.

KRİZİN FATURASI İŞÇİ SINIFINA KESİLİYOR

Arkası kesilmeyen zamlar, artan vergiler, işsizlik, biriken borçlar, açlık, yoksulluk ve örgütsüzlük emekçileri yaşamlarından vazgeçmeye itmektedir.

Artık zaruri ihtiyaçları alırken bile iki-üç kez düşünmek zorundayız. Elektrik kesik olmasa bile karanlıkta oturmak, doğalgaz olsa bile soğuk bir kış geçirmek durumundayız. Meyveyi, sebzeyi taneyle, nohudu, bulguru gramla alıyoruz.

Maaşlarımız her geçen gün daha da eriyor, yapılan göstermelik zamlar daha ikinci ayda hükmünü yitiriyor. İşsizlik tehdidi sürekli ensemizde. Yaşayabilmek için ya zorunlu ihtiyaçlarımızdan peyderpey vazgeçiyoruz, ya da borç batağına daha fazla batıyoruz.

Biz milyonlarca işçi-emekçi, günde 12 saat, sendikasız, güvencesiz, toplu sözleşmesiz çalışırken, çalışmak için yaşayan kölelere dönüştürülürken; bir avuç sömürücü-yağmacı-savaş çığırtkanı kanımızla beslenmeye, servetlerine servet katmaya devam ediyor.

BDDK verilerine göre, geçen yılın sonunda 180 bin 126 olan milyoner sayısı, 2019’un ilk 9 ayında 26 bin 763 kişi artarak 206 bin 889 kişiye ulaştı.

BİZE AÇLIK, SEFALET; PATRONLARA KÂR, TEŞVİK, KIYAK

DİSK-AR’ın Ekim ayı raporuna göre ülkede geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon 364 kişiye ulaştı.

Ücretli çalışanların yüzde 40’ı, yani en az 10 milyon insan asgari ücret ve altında ücretle, açlık sınırında yaşam sürüyor.

Toplam vergilerin yüzde 65’i, yani ülkedeki vergilerin dörtte üçü zenginlerden değil de, biz emekçilerden toplanıyor. Nüfusun yüzde 70’inden fazlası borçlu durumda.

Son bir yılda elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, gıda fiyatlarına yüzde 50, tekel ürünlerine yüzde 60, süte yüzde 50 zam yapıldı.

Buna karşın Ekim ayında açıklanan yıllık resmi enflasyon oranı yüzde 16,81… TÜİK, başka bir âlemde yaşıyormuşcasına, ülke gerçeklerinden uzak, Saray’dan gelen talimatlarla enflasyon rakamı açıklıyor.

Bu dönem, tüm toplu iş sözleşmelerinde işçilere 3 yıllık sözleşmeler dayatıldı ve işçiye, memura toplamda yüzde 10’u geçmeyecek zamlar yapıldı. Dikiş tutmayan ekonomiye bir ‘Yeni Ekonomik Program’ (YEP) daha hazırlandı. Müjde verirmişçesine ilan edilen YEP’in özeti; sermaye sınıfına daha fazla teşvik ve imtiyaz, işçi emekçilere daha fazla vergi, daha düşük ücret, daha fazla güvencesiz çalışmadır. Yıllardır ‘iç’ edemedikleri kıdem tazminatı hakkımızın fona devredilerek gasp edilmesi de bu program kapsamında gündemdedir.

İŞÇİYE HAK ARAMAK, NEFES ALMAK YASAK!

Adalet dün de bizim için yoktu, bugün ise ayaklar altında sürünmektedir.

Patronlar yasadışı uygulamalarla, işçilerin sendikalara üye olmalarını engellemekte, hakkını savunan, sendikalaşan işçileri işten atarak cezalandırmaktadır. Patronları ise cezalandıran tek bir kanun dahi yoktur.

Patronlar kârlarından zarar etmemek için güvenlik önlemi almamakta, her gün ortalama 5-6 işçi iş cinayetlerinde ölmektedir. Ceza alan, hapis yatan patron ise yoktur.

Ülkede kadın cinayetleri, çocuk istismarları adeta teşvik edilmekte, cezasızlıkla ödüllendirilmektedir.

Öte yandan HDP eş başkanları, binlerce siyasi tutsak, halka gerçekleri taşıyan gazeteciler, ÇHD’li avukatlar uydurma iddianamelerle hapishanelerde rehin tutulmaktadır.

İşçilerin hak araması, sendikalı olması, yürümesi, eylem yapması anayasaya göre yasal; fiili uygulamada ise yasaktır.

En az 301 işçinin katledildiği Soma katliamının ardından maden patronları işten çıkarttıkları 3500 maden işçisinin kıdem tazminatını dahi gasp etmek istemişlerdir. Somalı madenciler 5 yıldır ödenmeyen tazminatları için Ankara’ya yürümeye kalkınca saldırıya uğrayarak durdurulmuştur. Eskişehir’de TMSF’ye devredilmiş üç fabrikada işten atılan metal işçileri haklarını savunmak için Ankara’ya yürümek isteyince aynı şekilde saldırıya uğramıştır. Çorlu’da tren kazasında hayatlarını kaybedenlerin davası ve ailelerine reva görülenler ortadadır. İşçiler, hemen hemen tüm işkollarında, onlarca işyerinde sendikal hakları için, kanunsuzca işten atıldıkları için, ödenmeyen ücretleri için eylem halindedir.

Biz işçiler, emekçiler için adalet yoktur. Ne zaman hakkımız hukukumuz için harekete geçsek, devlet tomasıyla, gazıyla, polisiyle, karanlık yayan medyasıyla hızla karşımıza dikilmektedir.

Pervasızca her alanda saldırı vardır. Nefes alınacak bir dirhem yer dahi bırakmamaktadırlar.

Tüm bu saldırılar, biz işçileri sindirmek, toplumu sessizliğe gömmek, halkın direnişinin yayılmasını önlemek içindir.

SAVAŞ, DAHA FAZLA AÇLIK, YOKSULLUK, YIKIM DEMEKTİR

Ekonomisi, yağma, rant ve savaşa dayalı Saray Rejimi, krizi örtmek ve ömrünü uzatmak için savaş politikalarını devreye sokmuştur. Krizin faturasını biz emekçilerin sırtına yükleyenler, hayatımızı cehenneme çevirenler, biz emekçilere “şehadet şerbeti” içme çağrıları yapmaktadır.

Savaş, yıkım ve ölüm demektir. Savaş, bölge halkları arasında sonu gelmez düşmanlıklar yaratılması demektir. Savaş, halkın çocuklarının cepheye sürülmesi, silah şirketlerinin daha fazla para kazanması için kanımızın akıtılması demektir. Savaş, ekonomik krizin daha da derinleşmesi, sırtımıza yeni vergiler yüklenmesidir. Savaş, işçi sınıfının yaşadığı esareti, sefaleti görmemesi için ırkçı-milliyetçiliğin yükseltilmesi demektir.

KAPİTALİZME İSYAN YAYILIYOR

Kapitalist sömürüyü derinleştiren, işsizliği büyüten, dünyayı savaş alanına çeviren, emekçilerin yaşamını çekilmez hale getiren tüm bu saldırı politikalarına öfke büyümektedir. Dünyanın ezilen halkları, emekçiler Şili’den, Irak’a, Lübnan’dan Ürdün’e, Mısır’dan Fransa’ya, Yunanistan’dan Ekvator’a 40’a yakın ülkede talepleriyle sokakları doldurmakta, açlığa, sefalete, sömürüye ve yok sayılmaya “artık yeter” demektedirler.

Emekçiler, “işçiler için ekmek yoksa zenginler için de huzur olmayacak” diyerek genel grevler ilan etmekte, saldırılara, can kayıplarına rağmen meydanları, sokakları terk etmemektedirler.

Bu isyan dalgası birçok ülkede hükümetleri alt-üst etmiş, başbakan, bakan, milletvekillerini istifa etmek zorunda bırakmıştır. Devletler, emekçi halkın taleplerini kabul etmek zorunda kalmış, yoksul halkı yok sayan egemenlere sokakta güçlü yanıtlar verilmiştir.

Bugün bizim yapmamız gereken de budur. Başımıza çöreklenmiş, bizi yok sayan bir avuç kan emiciye, bir avuç asalağa güçlü bir yanıt vermemiz gerekiyor. Bu mümkündür, artık bıçak kemiğe dayanmıştır.

EKMEK, ADALET VE BARIŞ İÇİN GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

Şimdi, işten çıkarmalara, sefalet ücretlerine, kölece çalışmaya karşı gücümüzü harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Şimdi, insanca, yaşanabilir bir ücret için, aşağılanmaya son vermek için, intihar edip kendimize zarar vermek yerine başka bir yol daha var demek için, kazanılmış haklarımızı korumak için ve en önemlisi işçi sınıfı olarak “biz de varız” demek için gücümüzü topyekün harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Şimdi, birbirinden kopuk gelişen tepkimizi ve eylemlerimizi birleştirme, bir bütün olarak harekete geçirme, genel grev örgütleme zamanıdır.

Öncü işçiler, duyarlı sendikacılar ve işçi örgütleri başta olmak üzere bir bütün olarak biz işçiler genel grevi örgütlemeliyiz. Bunun için bir araya gelmeli ve hepimiz taşın altına elimizi koymalıyız.

Duyarlı sendikacılar, sendikaların sessizliğine müdahale etmelidir. Duyarlı sendikacılar ve işçi örgütleri hızlıca toplanmalı, genel grevin örgütlenmesi için karar almalı, koordinasyonlar ve komiteler kurmalıdır.

Öncü işçiler bu sürecin her aşamasında yer almalıdır. Her işyerinde, her işçi semtinde genel grev örgütleme komiteleri kurulmalı ve bu komitelerin temsilcileri süreci organize edecek koordinasyonun içinde yer almalıdır.

Bir bütün olarak işçi sınıfı gücüne güvenmeli, harekete geçmelidir. Her öncü işçi işyerini, sanayi sitesini, mahallesini genel grevin örgütlenme sahasına dönüştürme görevini üstlenmelidir.

TOPYEKÜN SALDIRILARA KARŞI GENEL GREV, GENEL DİRENİŞ!

kim mi kurtaracak seni köle
görecekler seni kardeş
yuvarlananlar uçuruma
duyacaklar çığlıklarını

seni köleler kurtaracak kurtaracaksa
ya hep beraber ya da hiç birimiz
kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
ya hep beraber ya da hiç birimiz

BİRLEŞİK İŞÇİ KURULTAYI
[email protected]
facebook.com/birlesikiscikurultayi

Yağmacı, Katliamcı, İşgalci

TC devleti, silâhlı birlikleri ile, 9 Ekim 2019 Çarşamba günü, kuzey Suriye sınırından, Suriye’ye girdi. Trump ile Erdoğan arasındaki telefon konuşmasının ardından, ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin Suriye’ye gireceğini duyurdu. Bunun ardından ABD, kendisinin bölgede bulunan askerlerini çekmeye başladığını ilan etti. Böylece, ABD tarafından, belli anlaşmalar doğrultusunda, TSK’nin Suriye’ye girişine ve PYD güçlerinin elinde tuttuğu alanları işgal etmesine ışık yakılmış oldu.

TC devletinin Suriye’ye karşı bu işgalci tutumu yeni değildir. 2011’de savaş başladığından bu yana, TC devleti, Şam’da öğlen namazı kılmaktan söz etmektedir. Eline geçen her fırsatta, TC devleti, Suriye topraklarına dalmak için büyük bir dürtüye sahiptir.

2011 yılından bu yana, Osmanlıcılık, işgalcilik, savaş naraları, katliamlara eşlik etmektedir. Afrin’e saldırıyı ve Afrin’in işgalini, bugünkü Fırat’ın doğusuna dönük saldırıyı, ÖSO organizasyonlarının gerçekleştirilmesini, IŞİD güçlerinin açıkça desteklenmesi ve başka işlerde kullanılmasını, hep bu politikanın parçaları olarak görmek gerekir.

Yani, TC devletinin, Suriye’ye dönük bu işgalci politikası yeni değildir. Sadece bir yenisi daha devreye sokulmuştur.

1-

2011’den bu yana süren Suriye savaşının, bugün TC devletinin yeni bir bölgeye dönük işgal hareketi ile yeni bir evreye girdiğini tespit edebiliriz. Bu yeni evre, yağma, katliam ve işgal politikalarının daha açık devreye sokulduğu, sokulacağı bir evre olacaktır.

Gerçekte, Suriye savaşı, büyük ölçüde “bitmiş” görünmekteydi. Bir açıdan da öyledir. Ama, ABD ve ABD ile birlikte bu savaşı organize edenler (yani ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ve diğerleri), yenilgiyi kabul etmek ve sahadan çekilmek istemiyor. Bu nedenle savaş, bir sona doğru yaklaştığında, yeni hamlelerle savaş uzatılıyor.

ABD ve TC, bu savaşta yenilmiş olan cepheyi temsil etmektedir.

Ancak, ABD, bölgede kalabilmek için, savaşı dünya çapında bir savaşa dönüştürme tehditlerini, TC eli ile bir kere daha devreye sokmuştur.

2-

ABD, Suriye savaşında yenilmiştir. Bu nettir. Ama bu savaş, ABD içinde süren açık bir savaş değildir. Elbette ABD’de de bu savaşın etkileri vardır ve az ya da çok, derin ya da yüzeysel bir iç savaşa neden olmaktadır. Ama, ABD, “ben yenildim” diyerek teslim olmayacaktır. Bu nedenle, kendine bölgede kalıcılık yolları aramaktadır.

ABD’nin Kürtlerle ilişkisinin temelinde bu vardır.

Öcalan’ın teslim edilişi sürecinin bir “uluslararası komplo” olduğu açıktır. Bu komploda ABD başrolü oynamıştır. Belli şartlarla Öcalan’ı TC devletine teslim eden ABD’nin, Kürt halkına “dost” olabilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki, ABD, dünya tarihi boyunca, hiçbir halka “dost” olmamıştır, olmaz da. Emperyalist bir güç olmanın, halklara dostluk ile bir bağı olabilir mi? Elbette olamaz.

Bugün, ABD, bölgede kalabilmek için, Kürt güçleri içinde kendine “yakın” bir örgütlenme gerçekleştirmek istemiştir. Bu konuda epeyce de yol almıştır.

Suriye’deki Kürtler ile, PKK arasındaki ideolojik, politik ve pratik bağları kesmek için birçok yol denemiştir.

TC devletinin, Irak Kürdistanı’nda sürdürdüğü Pençe harekâtı, aslında bu amaca dönük bir harekâttır. ABD, bu harekâtın bizzat içindedir. ABD, bu yolla, Suriye Kürtleri üzerindeki “etkisini” daha da artırmayı hedeflemiştir. Kürtlerin güvenini kazanmak için, onları TC devletinin katliam politikalarından “koruma” sözü vermesi epeyce işe yarayacak bir argümandır. Öyle olmuştur. “ABD bölgeden çıkarsa, TC devleti saldırır” düşüncesi ve kabulü, aslında kendi gücüne daha fazla güven temelinde bir Kürt örgütlenmesini şart koşar. Ama bunun yerine, ABD’ye sırtını dayama eğilimi, bazı Kürt gruplar içinde oldukça yaygındır. Biz buna, kabaca Barzani çizgisi diyoruz. Barzani çizgisi, PKK çizgisinin tam karşıtıdır ve Kürtlerin kendilerine güven temelinde özgürlük mücadelesini satmaya dönük pratikleri çoktur.

Pençe harekâtını iki açıdan NATO operasyonu olarak görmek gerekir: 1- PKK’nin Suriye Kürtleri üzerindeki günlük etkisini sağlayan bağları kesmek, 2- İran’a karşı saldırı için, bölgede üsler oluşturmak. ABD ve NATO bu işin içindedir.

Bu doğru ise, şimdi, ABD’nin TC devletinin saldırısını teşvik etmesi bin kat daha anlaşılır hâle gelmektedir.

3-

“Güvenlikli bölge” anlaşması, gerçekte bu saldırının ön hazırlığıdır. Öyle anlaşılmaktadır. Güvenlikli bölge, TC devletinin Suriye sınırında 30 km’lik bir alanı temel alıyordu. Bu harita, BM oturumlarında Erdoğan’ın elinde, elbette ABD bilgisi ve teşviki dahilinde dolaşmıştır. Bunu anlamamak çok büyük saflık olur.

ABD, “güvenlikli bölge” tartışmaları temelinde, TC devleti ile PYD güçlerini pazarlığa oturtmuştur. Bu pazarlıkta PYD, bazı yerlerde 15 km’ye uzanan ama aslında 5 km derinlikte bir alanı kabul etmiştir. Bu hatadır.

“Güvenlikli Bölge” denilen yer, gerçekte, cihatçı, IŞİD’ci çetelerin, Suriyeli bazı sığınmacılarla birlikte yerleşeceği bir alan demektir.

TC devleti, bu planı hayata geçirirse, zaten uygulamakta olduğu Kürt katliamları politikasını daha da ileri taşıyacaktır. Bölgeye yerleştirilecek IŞİD çeteleri, gerçekte, iki ülkedeki Türkiye ve Suriye’deki Kürtlere karşı katliam politikalarının hazırlığı, büyük çaplı bir katliamın hazırlığı olarak okunmalıdır.

Bu plan ABD planı olmayabilir. Ama ABD’nin haberdar olduğu bir plandır ve ABD, bu sayede, TC devletini destekleyerek, bölgede uzun bir süre kalabilme olanağının peşindedir. Geniş bir alanda, IŞİD’ci çetelerin istenilen herhangi bir yere karşı kullanılabilmesi için büyük bir olanak örgütlenmektedir.

TC devleti ile IŞİD çetelerinin bağı biliniyor.

ABD devleti ile IŞİD çetelerinin bağı biliniyor.

Bu nedenle, “güvenlikli bölge”, kulaklara hoş görünse de, öyle değildir, Kürt halkı başta olmak üzere bölge halklarına karşı katliam politikaları için yeni bir olanak demektir.

ABD ve TC arasında yapılan anlaşma, PYD onayını almış iken, neden böyle bir saldırı devreye sokulmuştur? Aslında bu soru fazladır. Çünkü zaten bu amaçla bu saldırı için, bu ön anlaşma yapılmıştır. ABD, bir anda, “çekiliyorum” diyerek yolu açtığını ilan etmiştir. Dahası, kesinlikle istihbarat bilgisi verilmektedir. NATO sekreterinin saldırı başlar başlamaz gerçekleşen ziyareti bunun içindir.

4-

“ABD Kürtleri satmıştır” sözü bizce doğru değildir. ABD herkesi satar. Bu bilinmez değildir. Ama Kürtler, satılık değildir, olmamalıdır.

Doğru söz şöyle olabilir: ABD, Kürtlerin bir bölümünün desteğini alarak, Kürt hareketinin devrimci çizgisine karşı savaş örgütlemektedir. Barzani çizgisini daha da yaymak, Kürt halkı içinde ana eğilim hâline getirmek istemektedir.

Bazı Kürt grupların, ABD politikalarını anlayamaması, aslında tam da bu Barzani çizgisi nedeniyledir.

5-

TC devleti, Afrin’de işgalcidir.

TC devleti, İdlib’de IŞİD unsurlarının baş destekçisidir.

TC devleti, bugün, Fırat’ın doğusunda yeni alanlar işgal etme hevesindedir.

Bu, bir yandan, Erdoğan ve Saray Rejimi’nin varlığını sürdürme girişimi olarak iç politika ile ilgilidir. Zaten Saray Rejimi, Suriye savaşı sonrasında şekillenmiştir. Saray Rejimi’nin oluşumu, yağma, rant ve savaş ekonomisine bağlıdır ve bu nedenle savaşçı politikaların yükselmesi rejimin ve Erdoğan iktidarının devamı için elzem görünmektedir.

Şimdiden söyleyelim, bu savaş da Saray Rejimi’ni ve Erdoğan’ı kurtaramayacaktır. Kriz daha da derinleşecek, işçi ve emekçiler üzerindeki yük daha da artacak ve eninde sonunda Saray Rejimi yenilecektir.

Ama bu saldırganlığın bir yönü iç politika ile, Saray Rejimi ve Erdoğan iktidarının devam ettirilmesi isteği ile ilgilidir. Ama hepsi bundan ibaret değildir.

İşin ikinci yönü, katliam politikaları için daha geniş bir zemin oluşturma girişimidir. TC devleti, Kürt halkına karşı daha geniş çaplı bir katliam politikasını devreye sokmak için, “güvenlikli bölge” planlarını geliştirmektedir. Bu saldırının hedeflerinden biri de budur.

Üçüncüsü de var. ABD’nin bölgede sürekli kalabilmesinin yolu açılmaktadır. TC devletinin denetiminde, petrol hatlarının İskenderun limanına inebilmesi için yollar aranmaktadır.

Dördüncüsü, bu üçüncü nokta ile bağlantılı olarak İdlib’in Suriye ordusunca geri alınmasının önü tıkatılmak istenmektedir.

Beşincisi, tüm bunlarla birlikte Suriye savaşının sonu gelmeden, Suriye’den önemli bir parça koparılmak istenmektedir. Bu nedenle TC devletinin Suriye’ye saldırganlığı geçici değildir. ÖSO organizasyonu, başlı başına Suriye devletinin egemenliğine karşı bir savaştır. Şimdi TC devleti, Suriye Milli Ordusu diye bir ordu oluşturmaktadır. Bu ABD ve CIA politikasıdır. Suriye devletinin kendi ordusu “milli” değil ama TC eli ile, IŞİD çetelerinden oluşturulan ordu “milli” olarak ilan edilmektedir.

6-

Tüm bunlar, Suriye savaşının, bölgede genişleyerek daha da uzayacağını, yıllarca süreceği anlamına gelmektedir.

Ve bu savaşın her alanında Kürt halkı vardır. Afrin’de de, Fırat’ın doğusu diye tanımlanan alanda da Kürtler yaşamaktadır. Elbette sadece Kürtler değil, ama en başta Kürtler, katliamla karşı karşıya bırakılmaktadır ve bu NATO-ABD politikalarının devamıdır.

Uzun bir Suriye savaşı daha önümüzde durmaktadır.

ABD ve destekçileri, TC savaş yenilgisini kabul etmedikleri sürece, bölgeden çıkmayacaklardır.

İstedikleri budur.

Elbette, savaş birçok gelişmeye açıktır. Kürtlerin direnişi, bu planları kökünden değiştirebilme olanağına sahiptir.

7-

Rusya’nın sık sık dile getirdiği, bölgeden tüm yabancı güçler çıkmalıdır tezi, elbette doğru ve mantıklıdır. Suriye savaşının sonrasında, yeni bir sistemin kurulmasının koşulu da budur. Ama ABD varlığından rahatsız olunurken, TC devletinin bölgeye yerleşmesine razı olmak, “yabancı güçlerin bölgeden çıkması” görüşüne katkı mı sağlayacaktır? Bu doğru değildir.

Savaşın sonu geldi derken, savaşın daha da kapsamlı hâle gelmesi süreci işlemektedir. Kürtler ve bölge halkları katliam politikalarının içine atılmaktadır.

TC devleti, sık sık, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” demektedir. Şam’da öğlen namazı kılma hevesleri, bu “saygı” ile zerre kadar bağlı olmadıklarının göstergesidir. TC devleti, bugün Suriye Milli Ordusu oluşturmaktadır. Bunun ne denli “ordu” ve ne denli kaale alınır bir güç olduğu ayrı bir konudur. Ama bu tutum, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” nakaratının samimiyetsizliğini göstermektedir. Kürt hareketinin bölgedeki varlığını bir tehdit unsuru olarak ilan etmek de o kadar abestir. TC devleti, tüm bunları kullanarak, kendi sınırları içindeki Kürt hareketine karşı uyguladığı katliam politikalarını daha da genişletmek istemektedir.

TC devleti, IŞİD unsurlarının hamiliğini tamamen almak konusunda ABD ile anlaşmış gibidir. Peki bu unsurları ne yapacaktır? Kürtlere karşı katliamlar organize etmeyecekse, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı ise, bu unsurları ne yapacaktır?

Bugün, IŞİD unsurlarından rahatsız olduğunu söyleyen ABD, Türkiye, İsrail vb. gibi ülkeler, bizzat bu unsurların örgütleyicileri ve destekçileri değil midir?

8-

TC devleti, tarihinden gelen saldırganlığını bir kere daha ateşlemiş, Osmanlı hayallerini körüklemiş, kabartmış durumdadır.

Saray Rejimi, hem içeride kendi varlığını sürdürebilmek için, yağma, rant ve savaş ekonomisini devam ettirebilmek için bu savaşa ihtiyaç duymaktadır, hem de ABD adına tetikçiliğe devam etmek istemektedir.

Trump’ın, “ekonominizi mahvederim” tehdidi, aslında anlaşmanın itirafıdır. Trump, açıkça, konulan anlaşma kurallarına uyulması için bunu söylemektedir. Ortada Trump ve Erdoğan karşıtlığı yoktur. Mesele, TC ordusunun, sahada bu sınırlara ne kadar uyacağı meselesidir.

TC devletinin sınırı geçmesinin hemen ardından, IŞİD güçlerinin bölgede saldırılara başlaması, TC devletinin nasıl bir yol izleyeceğinin kanıtıdır. Ankara’da Gar katliamında IŞİD güçlerini kullanan bu aynı devlettir ve şimdi Suriye topraklarında Kürt illerinde bu saldırıları yapması şaşırtıcı değildir.

Bu, bir yağma harekâtıdır.

Bu, bir katliam politikasını genişletme girişimidir.

Bu, işgalciliği genişletme girişimidir.

Biz işçiler, biz emekçiler, biz Anadolu’nun kadınları ve erkekleri bu işgal, yağma ve katliam harekâtının destekçisi olmayacağız.

Saray Rejimi sallanmaktadır.

İşçiler ve emekçiler, bu savaşa karşı durmaz ve tereddüt ederlerse, daha büyük baskılara, daha ağır sömürüye, genişletilmiş bir esarete yol açmış olacaktır.

Türkiye halklarının Kürtlerle, Türkiye halklarının Suriye halkı ile hiçbir sorunu, çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Bu savaş, emperyalist paylaşım savaşımının bir parçasıdır. Bu savaş, emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi devletlerin halklarımıza, bölgemize dayattığı bir savaştır.

Susmak, yağmaya, katliamlara ve işgale evet demektir.

Biz, bu savaşta, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi etrafında, tüm halkların anti-emperyalist mücadelesinin destekçileriyiz. Bizim yerimiz devletlerin yanı değildir. İşçi ve emekçiler, kendi iktidarları için mücadele etmelidir. Gerçek anlamda barış ve özgürlük, devrim ve sosyalizm ile gelecektir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler Saray Rejimi’nin ve emperyalist efendilerin savaşçıları olmayı reddedecektir.

TC devleti, hiçbir uluslararası baskıyı vb. beklemeksizin, derhal Suriye topraklarından çıkmalıdır. Kürt halkına dönük katliam politikalarına son vermelidir. Bölgemizde ve ülkemizde süren yağmaya son vermelidir.

Saray Rejimi kendi gelecek korkusunu, halka bulaştırmak istemektedir. Saray Rejimi, halkları milliyetçilik, savaş ve saldırganlık propagandaları ile kör ve ruhsuz hâle getirmek istemektedir.

Buna dur demek, Saray Rejimi’ni alaşağı etmek mümkündür.

Yaşasın halkların kardeşliği!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın devrimci sosyalizm!

“Her savaş, bir iç savaştır”

Bilinen ve eski bir saptamadır bu; her savaş, bir iç savaştır. Bugün, geçerli olmaması için hiçbir neden yok. Ama sadece Suriye savaşından söz etmiyoruz. Biraz resmi büyütelim.

İngiliz parlamentosu, geçen ay feshedildi. 1200’lerin ikinci yarısından başlatılan “İngiliz demokrasi tarihi”, gerçekte eli kanlı bir tarihtir. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk, kan ve zalimlikle, yağma ve savaşlarla, ünlü “İngiliz kurnazlıkları” ile ayakta durmuştur. Ama yine de 1200’lerin ikinci yarısından başlayan Magna Carta soslu “demokrasi” tarihi, İngiliz parlamentosunun feshedilmesi ile peçelerini indirmeye başladı.

Artık “demokrasicilik” oyunu, kapitalist dünyanın “egemen” devletlerine fazla lüks, zaman alıcı, yavaşlatıcı geliyor. Artık, o demokrasicilik oyunundaki “zarafeti”, silâh sanayiinde, saldırı ve bombalamalarda, IŞİD tarzı çete örgütleri, çete devletleri yaratmakta kullanmak istiyorlar. İngiliz devletinin damarlarına, daha fazla kan ve şiddet, daha fazla kaybetme korkusu ve daha fazla saldırganlık pompalamak istiyorlar. Henüz yeterince açığa çıkmamış olsa da Saray’da dolaşan korku, “parlamentonun feshini” beraberinde getiriyor.

Boris Janson, politik iflasını yaşayan May’in yerine, “seçilmemiş başbakan” olarak seçiliyor. Bu yetmiyor. Janson, parlamentonun feshedilmesi için Kraliçe’yi “ikna” ediyor. İngiliz bürokrasisi, savaş hazırlıkları yapıyor.

Bu, savaş hazırlığıdır.

Demek oluyor ki, Brexit, yani İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB)’nden ayrılması, sanılandan daha da sancılı olacağa benziyor. İngiltere, ekonomik ve diğer sorumluluklarını yerine getirmemek için, “olağan hâl”den, “olağanüstü hâl”e doğru meylediyor, parlamentoyu feshediyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu durum dahi bir çözüm getirmekten, İngiliz burjuvazisini rahatlatmaktan uzak görünüyor.

İşte resmi büyütmek derken bunun gibi gelişmelerden söz ediyoruz.

1-

Kapitalist dünya sistemi, ömrünü doldurmuş bir sistemdir. Ömrünü doldurmuş organizmalar, bir yol bulup, zorla varlıklarını devam ettirdiklerinde, giderek daha ucube, daha biçimsiz, daha tuhaf yaratıklara dönüşüyorlar. Kapitalist dünya sistemi için de bunlar geçerlidir.

Kapitalist sistem, 1917 yılında, Ekim Devrimi ile miadını doldurmuş bir sistem olarak insanlığın tarihine geçmiştir. Ama Ekim Devrimi, dünyaya yayılamamış ve emperyalist güçlerce kuşatılmıştır. Bu kuşatma İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin yok edilmesi planlarına dönüşmüş ama külleri içinden doğan SSCB, kapitalist dünya sistemindeki gediği daha da büyütmüştür.

Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca emperyalist güçler, anti-komünist mücadeleyi daha da geliştirmişlerdir. Başında ABD’nin oturduğu bir örgütlenme ile, dünyanın her yerinde komünizme karşı mücadeleyi, kapitalist sistemi ayakta tutmak için, kapitalizmin ömrünü uzatmak için kullanmışlardır.

Bugün, SSCB yok ve dünyanın hiçbir aklı başında insanı için kapitalizm yaşanır bir sistem değildir. Kapitalizmin, çoktan tarihin çöplüğündeki yerini alması gerekirken, şiddet ve zorla, insansızlaştırma politikaları ile ömrü uzatılmıştır. Aslında bu durum, kapitalizmi “zafer” kazanmış bir varlığa dönüştürmüyor, her şeyi yok eden, yutan bir canavara dönüştürüyor.

Bu nedenle de kapitalizme karşı mücadele, insan olma mücadelesi hâline dönüşmüştür.

2-

SSCB çözüldükten sonra, komünizme karşı savaş için örgütlenmiş “emperyalist cephe”, çatırdamaya başlamıştır. En başta beş emperyalist güç, dünyanın yeniden paylaşımı için, kendi konumlarını yeniden ayarlamaya başlamıştır. Bu beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’dir. Elbette başkaları da var, ama esas olan bu beş emperyalist güçtür.

Bunlardan Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, silâh üretmeleri ve orduları üzerinde çeşitli kontroller olan ülkelerdir. Toyota fabrikasının bir anda tank üretebilir hâle gelmesinin önkoşullarından biri, fabrikada otomobil stoğunun bulunmaması gereğidir. Bu “sıfır stoklu üretim” modeli, aslında İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına dayanmaktadır. Almanya’da üretilen ama Avusturya’da tanka çevrilen Leoparların hikâyesi de İkinci Dünya Savaşı sonuçlarına dayanır. Almanya ve Japonya, askerî sanayiye dayalı olmayan bir gelişme yolu bulmuş olmanın avantajına rağmen, askerî açıdan geri olmalarının dezavantajını yaşamaktadır. Bu iki ülke de, SSCB’nin çözülmesinden başlayarak, çeşitli olaylarda ABD’ye destek vererek, kendi ülkelerindeki ABD üslerinin kapatılmasının yollarını aradılar, arıyorlar. Her iki ülkede de birçok ABD üssü kapatılmıştır. Her iki ülke de, ABD tarafından izlenmek, dinlenmek ile uğraşmaktadır.

Almanya, yıkılan duvardan sonra, Demokratik Almanya ile birleşmekle kalmadı, Doğu Avrupa’da önemli bir ekonomik yayılma gerçekleştirdi. Japonya’nın böyle bir şansı henüz olmadı. Güney Kore’deki Japon yatırımları, Güney Kore’yi ABD-Japonya arasında bir ortak alan hâline getirmiştir. Japonya’nın Vietnam’a dönük yatırımları ise, Almanya’nın Doğu Avrupa’ya yayılması ile karşılaştırılamaz bile.

Fransa ve İngiltere ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya gibi “yenilmiş” ülkeler statüsünde yer almadılar. İngiltere daha çok olmak üzere Fransa’nın da siyasal manevralarına tanık olmuşuzdur. Soğuk Savaş döneminde bu iki ülke, ABD karşısında siyasal manevra yapmakta daha “özgür” oldular.

Bugün, Almanya ve Japonya, daha çok da Almanya, ekonomik olarak ABD’nin “ticaret savaşlarına” konu olmaktadır. Askerî gücünün yeterli olmamasına rağmen durum budur.

ABD, hâlâ askerî açıdan üstün iken, 1990’lı yıllarda, “dünya imparatorluğu” planlarını dillendirmeye başladı. Üçüncü Roma olma hevesindeydiler ve bunu yüksek sesle söylerken, eylem planlarını da ortaya koydular. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın öngünlerinde Kautsky’nin emperyalist savaşı desteklemesine benzer şekilde, sol cepheden, ABD’nin imparatorluk planlarına destekler geldi: “İmparatorluk barışı sağlar” masallarını epeyce dinledik. Bir yanda teneke trampetlerle çalınan “elveda proletarya” nakaratlı zafer şarkıları yükselirken, diğer yandan tütsülü papaz duaları gibi “imparatorluk barışın garantisidir” masalları anlatılıyordu.

Ama öyle olmadı. İmparatorluk masalları hızlı başladı. Afganistan ve Irak savaşının ardından hız kesti. Tek merkezli dünya hayali son buldu.

Bu süreç, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımını daha da yoğunlaştırdı. Tüm emperyalist güçler, var güçleri ile bir savaş hazırlık dönemi başlattılar. Öncelikle birbirlerinin yüzlerine cilalı dişlerini gösteren gülümsemeler sürerken, arkadan savaş hazırlıklarına başladılar. Ardından, bir sonraki aşamaya geçildi, her biri, kendine bağlı güçler üzerinden belli sahalarda savaşlar geliştirmeye, kendini ortaya koymaya başladı.

3-

Birinci Dünya Savaşı, tam bir paylaşım savaşımıdır. İkincisi öyle değildir. İkincisi birincisinden epeyce farklıdır.

Birinci Dünya Savaşı, en son noktasına kadar gitmedi. Belki de Ekim Devrimi ile yolu kesilip, savaş sonlandırılmak zorunda kalınmasa idi, Ortadoğu’da haritalar İngiliz cetvelleri ile çizilmeyecekti. Belki de Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı.

Daha fazlasını tartışmaya gerek yok. Bizim yaşadığımız bu coğrafyada, bu ikisini söyleyebiliriz. Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurmuştur.

Avı paylaşmak için birbiri ile boğuşan, pastayı bölüşmek için birbiri ile savaşan güçler, bir anda, büyük bir parçanın, hepsine meydan okur tarzda ayağa kalktığını gördüler. Hem pasta küçüldü, hem de kendileri için bilinmedik bir tehdit yeryüzünü kaplamaya başladı. Çar, eninde sonunda paylaşımda anlaşacakları bir güçtü. Ama Bolşeviklerin önderliğindeki işçi Sovyetleri, bambaşka bir şey demekti.

İkinci Dünya Savaşı, emperyalist sistemin, ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya’nın, Sovyetler’i yok etme planıdır. Bu konuda başarılı olsalardı, işte o zaman kendi aralarında bir paylaşım savaşı devrede olacaktı. Eğer öyle olsa idi, muhtemeldir ki, SSCB yenildikten sonra, Almanya, ABD, İngiltere, İtalya, Japonya epeyce pay alacaktı, Fransa ise daha da az. Ve eğer öyle olsa idi, dünya, daha çok Almanya, ABD ve Japonya arasında paylaşılmış olacaktı.

Ama SSCB, külleri içinden doğdu ve Berlin’e doğru Nazileri sürmeye başlayınca, savaşın kaybedildiğini gören ABD, Almanya’ya savaş açmak durumunda kaldı. Açıktır ki, ABD, İngiliz belgeleri gösteriyor ki, onlar, Nazilerin yenilgiye uğratılması gibi şeylerle değil, Batı Avrupa’nın Kızılordu’dan korunması ile ilgili oldular.

Bugün, üçüncü dünya savaşının arifesindeyiz. Bu, mutlaka bu savaş gerçekleşecek anlamına gelmez. Ama bugün, biz, fiilî olarak bu savaşı yaşıyoruz. Tüm açıklığı ile olmasa da, bu, yeni paylaşım savaşımıdır. Burada “açıklık”, tüm cephelerin esas aktörlerince yürütülen bir savaş anlamında açıklıktır. Yoksa bunun bir paylaşım savaşı olduğu açıktır.

İşte bu savaş, Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme doğru tarihin yayını adeta çekmiş, germiştir. Birçok açıdan, Birinci Dünya Savaşı sonuçları gündem edilmektedir. Elbette farklılık vardır. Ama tıpkı o dönemdeki gibi, bir günde yeni anlaşmalar yapılmakta, ertesi gün o anlaşmaları ortadan kaldıran yeni anlaşmalar yapılmaktadır.

Savaş, belli bölgelerde odaklanmaktadır.

4-

Suriye savaşı, yeni aşamadır. Suriye savaşı ile birlikte, dünyanın iki büyük, geçmişi sosyalist olan gücü sahne almaya başlamıştır: Rusya ve Çin.

Bu durum, ABD’nin, Batı cephesini, NATO ve Soğuk Savaş dönemi müttefiklerini denetimde, ABD denetiminde tutma girişimlerinin de bir sonucudur.

Afganistan ve Irak savaşlarından istediğini bulamayan ABD, Batı ittifakı için yollar aramak zorunda kaldı. Zira dünya imparatorluğu hayalleri artık anlamını yitirmişti. Bu durumda hâlâ askerî üstünlük ABD’de iken, belli alanlarda gücünü takviye etmek ve savaş için diğerlerine şans bırakmayacak tutum almak istiyordu. Obama dönemi, bir “mola” dönemidir. Bu molada ABD, güçlerini yeniden yerleştirirken, elbette diğer emperyalist güçler de, kendi hazırlıklarına hız verdiler. ABD, Fransa ve İngiltere’yi daha yakınına almak için Libya operasyonlarını devreye soktu. Bir anlamı olmuş olmalıdır. Ama istenilen sonucu elde edemedi.

Sıra Suriye’ye geldi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gücü toplamak için harekete geçmenin ilk adımı Suriye oldu. Ve Suriye savaşı, Rusya ve Çin’i harekete geçirdi.

ABD, gördü ki, askerî açıdan kendisine karşı koyabilecek güçler ortaya çıktı. Buna karşı, Ukrayna üzerinden harekete geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kanada’ya yerleştirilmiş Nazi artıklarını devreye sokarak, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı. Gerçekten de etkili olmuş gibi idi. İlk olarak yakınlaşmakta olan Almanya-Rusya arasına kamayı sokmuş oldu. İkincisi, kardeş olarak anılan Ukrayna ve Rusya arasında kan dökülmeye başlamıştı. Ama anlaşıldı ki, Rusya bu hamlelere sert yanıtlar vermekten çekinmiyordu.

Bu kez Çin denizinde Çin’i sıkıştırarak, Japonya ve Güney Kore ile ittifak politikalarını güçlendirme arayışına girişti. ABD’nin Çin’e karşı savaş naraları yükselmeye başladı.

Aynı anda, Venezuela’ya karşı harekete geçti.

Bugün hâlâ, Suriye, Ortadoğu, İran bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Ukrayna bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Venezuela bir çatışma noktasıdır ve bugün hâlâ Çin denizi bir çatışma noktasıdır. ABD, bu dört noktada da, çatışmanın tansiyonunu yükseltip alçaltarak hamleler yapıyor.

Rusya ve Çin’in sahneye çıkması ile, ABD’nin askerî alandaki rakipsiz olma iddiası, algısı çürümeye başladı.

Ama aynı zamanda, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa ve ABD güçleri arasındaki savaşları biraz daha geriye attı. Bu güçler hâlâ bu savaşta kendilerine bağlı çeteleri, kendilerine bağlı güçleri devreye sokmaktadırlar.

5-

Suriye savaşı ve diğer alanlardaki gelişmeler, sadece bu etkilerle kalmadı. Aynı zamanda ABD hegemonyasının bitmekte olduğunu göstermeye başladı. Venezuela’daki ABD müdahalesi, başarısız oldu ve ABD, burada da istediği sonucu tam olarak elde edemedi.

Aslında tüm bu savaşlarda, ABD’nin bir şeyler elde ettiği de söylenebilir. Mesela Suriye savaşında, Suriye’yi yerle bir etmek bir kazanç olarak ele alınabilir ya da Fırat’ın doğusunda ABD üsleri bir kazanç olarak ele alınabilir. Ama ABD, daha fazlasını istemekteydi. Bunu görebiliyoruz ve tereddütsüz söyleyebiliriz ki, ABD, Suriye’de kaybetmiştir.

ABD hegemonyasının çözülmesi, 21. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuracak olaylardan olacaktır.

6-

Okuyucu dikkat ediyorsa, biz, Rusya ve Çin söz konusu oldu mu, bunlara büyük güçler derken, emperyalist güçlerin içinde saymıyoruz. Bunu bilerek yapıyoruz.

Emperyalizm, kapitalist dünya sistemi içinde, sömürgeciliğe dayanır. Tekeller çağının ürünüdür ve feodal dönemin emperyalizminden farklıdır. Bu nedenle, kapitalist-emperyalizm terimini kullanma gereğini hissettiğimiz anlar olmuştur.

Rusya ve Çin, bugün hâlâ o kapitalist dönüşümü yapmış, tamamlanmış ülkeler değildir. Rusya biraz daha ilerde olsa da, Çin, dünya kapitalist sisteminin fabrikası hâline gelmiş olsa da, bu durumun farklılığını görmek gereklidir. Sosyalizm ile kapitalizm karışımının “iyi” ve savunulur bir şey olduğu sonucu çıkarmak isteyenler varsa, biz bu fikri savunmadığımızı da açıkça ortaya koyalım. Hayır, biz sosyalizmden, dünya çapında sosyalizmin zaferinden, daha ileri bir sosyalist sistem örgütlenmesinden yanayız. Dünya işçi sınıfının Ekim Devrimi de içinde, Küba Devrimi de, Çin Devrimi de ve diğerleri de içinde olmak üzere var olan sosyalizm deneyiminin 100 yılı geçtiğini biliyorsak, bunun deneyimlerinin üzerinde daha ileri bir sosyalizm kurulabileceğini, bugün bir bölgede başlayan sosyalist kalkışmanın daha hızla dünyaya yayılma olasılığının olduğunu ve komünizme geçiş sürecinin daha da kısalmakta olduğunu, nesnel olarak böyle olduğunu söylüyoruz. Bu görüşlerimiz de yeni değildir. Tüm bunların ışığında Çin ve Rusya’nın emperyalist olarak nitelendirilemeyeceği görüşündeyiz. Emperyalist dünya için, paylaşılacak dünya pastasının, dünya pazarının içinde bu ülkeler de vardır.

7-

Suriye savaşı, dünyanın paylaşımı için yürüyen emperyalist savaşı, daha açık hâle getirmiştir. Dün, yani Suriye savaşından önce, biz Kaldıraç sayfalarında “dünya savaşından” söz ettiğimizde, bize garip bir şeyden söz ediyormuşuz gibi bakanlar, bugün, bu gerçeği daha net görmeye başlamışlardır.

Biliniyor, her savaş, bir iç savaştır.

Suriye savaşında daha aktif olan güçler şunlardır: ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve diğer Arap ülkeleri. Bu ilk 6 ülke, IŞİD denilen organizasyonu kuran, bu konuda bir görev dağılımı yapmış olan ülkelerdir. Suudi Arabistan ve Katar, bu işin finansörü olmuşlardır. Zaman zaman diğer körfez ülkeleri de buna katılmıştır. Türkiye ve İsrail, çetelerin eğitimi ve pratikte yönlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Türkiye, aynı zamanda bu çetelerin geçiş noktası olmuştur. İsrail ve Türkiye bu çetelere lojistik destek vermiş, hastahanelerini devreye sokmuş, silâh sevk etmiştir. Türkiye, bu savaşta açık bir tetikçi olarak devrede olmuştur. Suriye savaşının başladığı 2011 yılında, Türkiye yetkilileri, birkaç saat içinde Şam’da öğlen namazı kılmaktan söz etmişlerdir. İsrail ve Türkiye, hâlen, Suriye’de toprak işgal eder durumdadır, işgalcidir.

İşte bu savaş, bugün, savaşın içinde ne ölçüde yer aldığına bağlı olarak, savaşın içinde yer alan ülkelerde de bir iç savaş olarak yansımaktadır.

Kiminde daha büyük bir iç savaş, kiminde daha küçük bir iç savaş olarak.

Türkiye’de bu savaşın yansımalarını her açıdan görmek mümkündür.

Suriye sahasında ne kadar çete varsa, bir o kadar da üstüne koyarak, tümünü Türkiye’nin içinde, devletin koruyucu desteği ile birlikte görmek mümkündür. TC devleti, bu çeteleri, kendi iç politikalarında, kitlelerin eylemlerine karşı açık olarak kullanmıştır ve kullanmaktadır. Bu, en üst düzey tarafından itiraf edilmiştir. Bugünlerde Davutoğlu, “teröre karşı savaş için yapılanları” açıklamakla tehdit ettiğinde, aslında bunları söylemektedir.

Suriye savaşı, sadece mülteci krizi olarak bize yansımakla kalmamaktadır. Ondan çok daha önce, doğrudan çete organizasyonları şeklinde de yansımasını bulmaktadır.

Bugün Saray Rejimi, kendi ömrünü uzatmak, Suriye savaşının sonucunda savaş suçlusu sandalyesine oturmamak için, sürekli olarak Suriye içlerine saldırı politikalarını devreye sokmaya çalışmaktadır. Açık olarak Saray Rejimi, ABD’den izin isteyerek, Fırat’ın doğusuna bir yeni işgal harekâtı başlatmak istemektedir. Irak topraklarında ve Suriye topraklarında, ABD ile anlaşmalı olarak varlığını sürdürmektedir. Ve hâlâ Şam’da öğlen namazını kılma felsefesi geçerliliğini korumaktadır.

Bu saldırgan tetikçi tutum, içeride, katliam politikaları olarak kendini dışa vurmaktadır. Dahası, iç politikada nefes almak için dahi Saray Rejimi, saldırgan politikalara yönelmekten geri durmamaktadır.

ABD’de de bir iç savaş vardır. Bu elbette sadece Suriye savaşının yansıması olarak kalmıyor. ABD’nin dünyada yürüttüğü birçok alandaki savaşın yansımasıdır bu. Uzun süredir, ABD denilince, hangi ABD diye sorulması bundandır ve yabana atılır değildir. Elbette ABD’nin gücü, bu savaşın günlük yaşama daha yoğun yansımasını biraz olsun engellemektedir. Ama daha fazla yansıdığını göreceğimiz günler gelecektir.

Savaş, eğer kazanılıyorsa, emperyalist güçler için, krizleri hafifletici bir olgu olabilmektedir. Ama eğer savaş kaybediliyorsa, durum aynı olmaz. Elbette her durumda silâh sanayii için büyük olanaklar demektir savaş. Ama savaş kayıpları arttığında, durum aynı olmaz. Kayıplar ile kazançlar muhasebesi, o kadar kolaylıkla yapılamaz.

İşte bu nedenle, ABD, Suriye savaşını bitirmek istemiyor ya da bitirmek istemeyenlerin dediği oluyor. Bugün ABD, İran’a karşı savaş naraları atmaktadır. Bu elbette Suriye’de kalma isteği ile de örtüşmektedir. ABD, savaşı büyütmek istemektedir. Ki, zaten bu eğilim vardır.

Suudi Arabistan’da da bir iç savaş vardır.

İngiltere’de, Brexit’i de içine koyarsak, savaşın içte yansımalarını görmeye başlıyoruz. Parlamentonun feshedilmesi, Janson’ın seçilmemiş bir başbakan olarak atanmasından daha ilgiye değerdir. Trump, Macron, Janson gibi liderlerin varlığı, savaş aklının nasıl hükümetlere yol açtığının kanıtıdır.

Müthiş “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi”, tüm çekiciliğini kaybetmektedir. Cilası dökülmüş kraliyet mobilyalarını andırmaktadır. Artık, “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi” eskici pazarlarında antika niyetine ucuza satışa çıkarılmıştır.

8-

Dünya burjuvazisinde bir panik havası başlamaktadır. Bugün bunu bazı ülkelerde görüyoruz. Dahasını göreceğimizin kanıtıdır bu. Yolun başındayız.

Dünya kapitalist sistemi içinde “demokrasi” görünümlü burjuva diktatörlükler, bizim deyişimizle tekelci polis devleti, kendi üzerindeki şalı kaldırmakta, devlet makinasının dişlilerini ortaya çıkarmaktan çekinmemektedir. Hemen her ileri kapitalist ülkede, “terörle mücadele yasaları” adı altında devlet terörü, günlük hayatı sarmış durumdadır. Demokrasi nutukları, artık, BM toplantılarında Erdoğan’a havale edilmiştir. Bu komik midir, yoksa traji-komik midir? İngiliz parlamentosunun feshedilmesi, bu açıdan ele alınırsa, bu süreçle birleştirilirse daha doğru anlaşılabilir.

Ve elbette, bu gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfına dönük saldırılar daha da şiddetlenmektedir ve daha da şiddetlenecektir.

Buna karşılık, bu ileri kapitalist ülkelerde kitle eylemleri, işçi eylemleri her alanda, yaşamın tüm alanlarında gelişmeye başlayacaktır.

Kapitalizm ömrünü doldurmuştur.

Mesele, bu şekilsiz canavarı insanlık tarihinden çıkarıp mezarına göndermeye yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının ayağa kalkmasındadır.

Mesele, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin gelişmesindedir.

Gelişmelere bakılırsa, dünya devrimci hareketinin önünde, oldukça zorlu, oldukça hareketli, oldukça yaratıcılığa açık bir mücadele dönemi vardır.

Bu kez, nesnel şartlar daha uygun, daha elverişlidir. Devrimin zaferinin önünde çetin bir sınıf savaşımları olduğu ne kadar kesin ise, zaferin yayılma hızının daha fazla olacağı da o kadar kesindir. Ekonomik gelişmişlik düzeyi, komünizme geçiş sürecini kısaltmıştır.

Üretim araçları, kendi gelişimlerinin önünde bir engel olarak dikilen tüm kapitalist mülkiyet ilişkilerini parçalamayı ve bunu hızla yapmayı olanaklı kılacak durumdadır. Kapitalizm, insanın her türlü gelişimi, insanlaşması, tüm insanlık özlemlerinin önünde büyük bir engeldir. Özgürlük ve sosyalizm savaşımı, sadece zaferi olanaklı bir savaş değildir. Aynı zamanda, insanlığı kurtarabilecek biricik yoldur. Savaşları önleyecek, yıkımları durduracak, yağmayı ve insanlığın yok oluşunu önleyecek, kadının aşağılanmasını ve her türlü aşağılanmayı ve sömürüyü yok edecek, özgürlük ve kardeşliği sağlayacak tek yoldur.

Ya sosyalizm ya ölüm!

Ekmek, adalet ve barış için; Genel grev! Genel direniş!

Evet zamanıdır.

Genel grevin, genel direnişin şimdi tam da zamanıdır.

Saray Rejimi, Suriye sınırını geçip, işgal politikalarına yeni sahalar eklemek istiyor.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda katliam politikalarını daha da tırmandırarak sürdürmek için saldırıyor.

Bu yolla, içeride, “milliyetçi” bir destek peşindedirler. Krizi örtmek, içinde bulundukları oy kaybetme ve itibarsızlaşma sürecini gizlemek için, savaş naraları atıyorlar.

Savaş, ekonomik krizi çözmez. Tersine daha da artırır. Savaş, halkın çocuklarının cepheye sürülmesidir. Savaş, ölüm ve gözyaşı demektir. Hele bu savaş, Suriye halklarına, Kürtlere karşı katliam politikalarının, içeride ve dışarıda artırılması demektir.

Savaş silâh şirketleri için daha çok kâr demektir. En büyük silâh şirketleri, ikinci damat Bayraktar ile, kendini Şems olarak tanıtıp Erdoğan’a Mevlana benzetmesi yapan Sancak aileleridir. Savaş, onların daha da zenginleşmesi demek iken, halkın, işçilerin daha da yoksullaşması, ilave vergiler, ilave zamlar demektir.

Saray Rejimi bu politika ile, hem Suriye’de işgalci konumunu daha da perçinlemek istiyor, hem katliamcı karakterini daha da öne çıkarmak istiyor, hem fetihçi “ruhları” kendi etrafında toplamak istiyor, hem de içeride ekonomik krizi, yağmayı ve rantı örtmek istiyor.

Tam savaş sırasında Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının ihalesi Bilal oğlanın paravan şirketine verilmiştir.

Savaşta kan dökmekte yarışanlar, halk çocuklarına “şehadet şerbeti” içme edebiyatı yapıyorlar. Öyle ise, önden buyursunlar, “şehadet şerbetini” ilk içen olmak için cepheye koşsunlar.

Ama onlar, tersine, Somalı işçilere saldırıyorlar. Soma katliamında ölen 301 kişinin davalarını süründürenler, adaleti mezara gömenler, şimdi, tazminatını alamayan Somalı işçilerin yürüyüşünü engelliyor, ona saldırıyorlar.

Tren kazasında ölenlerin ailelerinin mahkemeye koşmalarını önlemek için, bu ailelere saldırıyorlar.

Hakkını aramak için eylem yapmaya başlayan Cargill işçilerine karşı polis gücünü devreye sokuyorlar.

Aliağa’da işçilere saldırıyorlar.

Metal işçilerinin hak arama girişimlerini önlemek için, polis coplarını, TOMA’ları devreye sokuyor, işçileri copluyorlar.

Her hak arama eyleminin karşısına, tüm devlet güçleri, yargısı, polisi, jandarması, TOMA’sı, coplu süngüsü ile dikiliyorlar.

Krizin faturasını işçilere ödetmek için, en küçük bir gerçeği söyleme girişiminde bulunan basın mensuplarını hapse atıyorlar, sosyal medya kullanıcılarını tutukluyorlar.

Erdoğan, bizzat kendi emri ile, kendi davaları ile, tehditleri ile, “en çok hakarete uğrayan lider” unvanının sahibi olmuştur bile. Ondan çok hakarete uğrayanı mutlaka vardır, ama bunu bizzat kendi açtığı davalarla tescil eden ilk liderdir.

Tüm bunlar, işçileri susturmak içindir, toplumu sessizliğe gömmek içindir, halkın başlamış olan direnişinin yayılmasını ve gelişmesini bastırmak içindir.

Gezi Direnişi’nden bu yana, bu topraklarda direniş, yerel olsa da, sürekli gelişmekte, hiç aralıksız devam etmektedir.

İşçiler, artık, Saray Rejimi’nin, devletin ne olduğunu anlamaya başlamış, bunun karşısında susmama, direnme yolunu aramaya başlamışlardır.

Kendini yakan bir emekli, “beni bu adalet bu hâle getirdi” diyordu. Yerindedir. Doğrudur. Adalet sistemi, işçi ve emekçiyi yok etmek, sesini kısmak, köleleştirmek için, polis gücünün yanına eklenmiştir. Artık bu ülkenin mahkemelerine güven yoktur.

Ülkede ekonomik kriz var.

Milyonlarca işçi işini kaybetmektedir.

Gıda fiyatları son bir yıl içinde en az, en az, en az %50 artmış iken, elektriğe, doğalgaza gelen zam %50’yi çoktan geçmiş iken, devlet, %9 enflasyon açıklamaktadır.

İşçilerin çoğu işini kaybetmemek için daha uzun süre çalışmaya evet demek zorunda kalmaktadır. Çalışma koşulları sürekli kötüleşmektedir. İş yerleri cinayet mahalli hâline gelmiştir. Birçok sektörde işçiler evden çıkarken, iş cinayetine kurban gitme düşüncesi içinde ailesi ile vedalaşmaktadır.

Bu koşullarda devlet, memura %4+6 zam önermektedir.

Sendikaların önemli bir çoğunluğu, devlet sendikası hâline gelmiş, sarı sendikadır. Hatta dahası sendikalar, sendika mafyasının denetiminde işçilere karşı kullanılmaktadır.

Evet, şimdi zamanıdır.

Şimdi, işçilerin kendilerini frenlemeye çalışan sendika mafyasının denetimine hayır demelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi zamanıdır.

İşçi sınıfının her yerde gelişen işyeri eylemlerini bir bütün ve ortaklaşa harekete geçirmelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi, işçi sınıfının Birleşik İşçi Kurultayı etrafında birleşmesinin zamanıdır.

Evet, işçi sınıfının başını kaldırmasının, ellerini toprağa bastırıp ayakları üzerine doğrulmasının zamanıdır.

Evet, şimdi, korkmuş sendikacıların kendileri ile hesaplaşarak, ya işçi sınıfının önüne geçme ve öyle yürüme ya da yoldan çekilmelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi, genel grev örgütlemenin zamanıdır.

Tüm işçileri, bunun için örgütlenmeye, ortak bir gün belirlemeye ve genel grev için harekete geçmeye çağırıyoruz.

Tüm duyarlı sendikacıları, bu örgütlenmeye yardımcı olmaya, bu genel grev örgütlenmesine katkı vermeye, gerekirse buna önderlik etmeye çağırıyoruz. Elini taşın altına koyma zamanı gelmiştir de geçmektedir.

Tüm devrimci işçileri Birleşik İşçi Kurultayı örgütlenmesi içinde birleşmeye, bu örgütlenmeye destek vermeye, işçi sınıfının genel hareketinin yolunu açmaya çağırıyoruz.

Saray Rejimi’nin baskı ve zorbalıklarına karşı,

Savaş, rant ve yağma ekonomisine karşı,

Devletin yaratmaya çalıştığı korku duvarlarını delmek için,

İşçi sınıfının krizin bedelini ödemesini önlemek için,

Biz de varız demek için,

Barış ve özgürlük için,

Adalet ve emek için,

Genel greve!

Şimdi örgütlenme ve direnişi büyütme zamanıdır.

Kayyumlara karşı ‘halk belediyeciliği’

Selim Gencer

“Binaya kayyum atadınız ama biz halkımızın arasındayız”1

31 Mart’ta halk, yağmacı, talancı kayyumları kovarak, belediyeleri tekrar gerçek sahiplerine, kendi temsilcilerine vererek iradesini net bir şekilde ortaya koymuştu.

Seçimlerin öncesinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ‘bir beş yıl daha’ yönetebilirlerse, sonrasında Kürt halkının, ‘seve seve’ kayyum politikalarına, onların icraatlarına ikna olacağını söylemekteydi. Herhâlde bu kanıya kendi kişisel tarihinde yaptığı büyük dönemeçlere bakarak varmıştı. Yoksa Kürt halkının direniş tarihi başka bir şey anlatmaktaydı.

Nitekim 31 Mart seçimleri, İçişleri Bakanının fikirlerinin karşılığı olup olmadığını kendisine göstermiş oldu.

19 Ağustos’ta, hazmedemedikleri seçim sonuçlarına karşı harekete geçerek, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye binalarına, ‘burma kadayıfçı’, ‘gümüşçü’, ‘saray özentili’ kayyumlarını atadılar. Evet beton binaları zor yoluyla yeniden ‘fethettiler’. Kayyumlarla beraber aynı gün 500’e yakın HDP üye ve yöneticisini gözaltına alarak oluşacak tepkileri önlemenin adımlarını attılar.

Tıpkı Afrin işgali sırasında olduğu gibi, sokağa çıkan halkı yıldırmak için polisi ve jandarması ile vahşice saldırarak protestoların önüne geçmeye çalıştılar. Her şeye rağmen, protestoları bitiremediler. Kayyuma karşı eylemler, sadece kayyum atanan illerle de sınırlı olmadı, birçok yerde eylemler gerçekleştirildi. Kayyumlar, ‘Batı’da yaşayanlar tarafından da kendi iradelerine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılandı ve tepki açığa çıkarttı.

Saray Rejimi bu sefer, mesele Kürtler olunca arkasına dizdiği burjuva muhalefeti de sorgusuz sualsiz yanında göremedi. ‘Terör’ demagojisi bu sefer bir karşılık bulmadı.

Böyle bir sıkışmışlığın içinde, Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde patlatılan bir bomba ile 7 kişinin hayatını kaybetmesi, bunun üzerinden Kulp Belediyesi eşbaşkanlarının gözaltına alınıp tutuklanması ile, ‘terör’ demagojisini güçlendirmeye çalıştılar. Kulp’ta patlayan bombanın olduğu bölgede belediye kepçelerinin çalıştığı yalanı ile kurdukları tezgâh üzerinden belediye eşbaşkanlarını tutuklayıp, yerine kayyum atadılar.

Ama bizler de bu arada, para aktarılıyor denilen belediyelerde 7/24 içişleri bakanlığı müfettişlerinin denetim yaptığını, iş araçlarının hizmet için gidecekleri her yeri, önceden emniyet ya da jandarmaya bildirdiğini, GPS sistemi ile sürekli takip edildiklerini öğrendik. Bu sayede, Kulp’taki patlama yerinde olduğu söylenen iş makinasının, tam tersi istikamette, emniyet ve jandarmanın bilgisi dahilinde çalıştığını da öğrendik.

Bir taraftan belediyelere tekrar kayyumlar atanırken, hemen hemen eşzamanlı olarak HDP Diyarbakır il örgütü önüne ‘anneler’ polis nezaretinde getirilerek, yeni bir hamle yaptılar. Bu sayede ‘terör’ demagojisini bir üst aşamaya sıçratmaya çalıştılar. Havuz ve yandaş medyada her gün bunun propagandasını yaparak, 7 Haziran’dan bu yana gelişen Kürt halkının mücadelesi ile batıdaki mücadelenin birleşme eğilimine HDP üzerinden bir darbe vurmaya çalıştılar. Sonuç, AK Parti önünde kamu emekçilerinin, 15 Temmuz darbe girişimi nedeni ile ömür boyu hapis cezası almış askerî okul öğrencilerinin annelerinin eyleme başlaması oldu. Son olarak, çocukları polis tarafından öldürülen aileler de AK Parti önünde eylem yapma kararı aldılar.

Tüm bu yaşananların Suriye’deki gelişmelerle de yakından bağı olmakla birlikte, bu yazının konusu, binalara atanan kayyumlara karşı halkın ve halkın seçtiği temsilcilerin binasız da kendi kendini yönetebileceğini tartışmak.

Bir taraftan, kayyumlara karşı eylemleri geliştirmek, kayyumlar gidene, halkın iradesine saygı duyulana kadar mücadeleyi sürdürmek, direnişi geliştirmek önemli ve bu konuda sürekli bir arayışın olduğunu, eylemli bir arayışın olduğunu söylemek mümkün. Direnişin bir diğer boyutu olarak, belediye binalarına, güçlü mali olanaklara sahip olmadan da, halkın kendi kendini yönetmesine dair adımlar atmak, buna uygun örgütlülüğü geliştirmeye çalışmak da en az diğeri kadar önemli. Sanıyorlar ki, halkın temsilcileri beton binalar olmadan, büyük paralar olmadan hiçbir şey yapamazlar.

Öncesi bir yana, bu topraklarda, Gezi Direnişi’nden bu yana, halkın kendi sözünü söylemek, iradesini örgütlemek için örgütlenmelere giriştiğini biliyoruz. Gezi Direnişi sonrası park forumları ile başlayan süreç, halkın yaşadığı sokağa, mahallesine, ilçesine sahip çıkmaya, bir özne olarak sözünü söylemeye doğru evrilmişti. Sürekliliğini sağlamak noktasında tekil örnekler dışında bir yaygınlık kazanamasa da, özellikle seçim süreçlerinde hızla aktifleşen meclis örgütlenmeleri açığa çıkmıştı.

Kürt illerinde ise benzer bakışla, belediyelerin olanaklarını da değerlendirerek adımlar atılmış, eleştiriler, eksikler olsa da toplumun örgütlülüğünü geliştirmek adına çalışmalar yapılmaktaydı.

Yaşanan bu süreç, özellikle 31 Mart seçimlerinde adayların, halkın yönetime katılmasını öne çıkaran, mahalle meclisleri fikrinin yaygınca tartışılıp, propaganda edilmesine neden oldu. Bu aslında, toplumdaki bilincin farklı bir boyuta geldiğinin de göstergesidir. Özellikle Kürt halkının, onun öncülerinin uzun yıllardır geliştirmeye çalıştığı, azımsanmayacak bir yol aldığı meseledir.

Belediye olanakları toplumun örgütlenmesi ve kendi kendini yönetmesi için kullanılmaya çalışılmıştı. Bu noktada yetersiz olsa da bir yol alındığını söylemek yanlış olmaz. Çocuklar, gençler için eğitime destek, kültürel-sanatsal faaliyetler, kadınların toplumsal yaşama katılımının önünü açacak örnek örgütlenme ve organizasyonlar gerçekleştirilmişti. Kayyumların ilk geldiğinde bu alanlarda yapılan çalışmaları dağıtmaları önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Çocuklar, gençler ve kadınlar kayyum saldırısında öncelikli hedef olmuştur.

Diğer yandan, belediyelerin mali olanakları ve genel olarak burjuva düzenin “ver oyu al hizmeti” anlayışı köklü olduğundan, halkın yönetime bizzat katılmasının araçlarını yaratmak o kadar kolay olmamıştır. ‘Hizmet’ anlayışı tam olarak kırılamamış, bürokratik işleyiş tam anlamıyla kaldırılamamıştır. Buna bir de ‘kentsel dönüşüm’ adı altında, inşaat sektörü üzerine şekillenmiş ekonomik yapı, ülkenin her yanında olduğu gibi TOKİ zihniyeti olarak buralarda da hükmünü yürütmüştür.

İkinci kayyum saldırısı ile yok sayılan halk iradesi, büyük bir öfke ortaya çıkartmıştır. Kayyumların tanınmadığı, asla kabul edilmeyeceğine dair yapılan açıklamalar boş bir slogandan ibaret değildir. Halkın iliklerinde hissettiği duyguların özlü ifadesidir.

Evet, binalara el koymuşlar, büyük mali olanaklara tabiri caizse çökmüşlerdir. Ama moral üstünlük, iradesini 31 Mart seçimlerinde gösteren halktadır. 31 Mart seçimleri süresinde hedeflerden biri, belediyeleri kayyumların elinden geri almak ise, diğeri daha önceki deneyimlerde eksik bırakılan, yeterince gerçekleştirilemeyen hedeflere ulaşmak noktasında daha fazla çalışmaktı.

Halkın kendi kendisini yönetmesi için binalara, büyük mali olanaklara sahip olmanın zorunlu olmadığını göstermek mümkün değil midir? Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi meclisinin direniş alanında yaptığı meclis toplantısı simgeseldir ama önemlidir. Simgesel kalmak zorunda mıdır? Çocukların eğitimine, gelişimine destek olmak için belediyenin yaptığı binalara, maaşını verdiği eğitmenlere mi ihtiyaç vardır? Kültürel sanatsal faaliyetler için belediyelerin kültür merkezleri şart mıdır? Hep böyle mi olmuştu?

Halkın kendi yaşadığı sokağını, mahallesini daha yaşanılır hâle getirmek için kolektif bir emek harcaması, bunun için örgütlenmesi imkânsız mıdır? Yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal sorunları tartışması, karar alması, ortak hareket etmesi, bunun mekanizmalarını kurması imkânsız mıdır? Bu yönde atılacak en ufak bir adım, belediyenin vereceği hizmetten daha değerli, daha kazandırıcı değil midir?

Belki büyük altyapı projelerini hayata geçiremeyebiliriz, ama halkın örgütlülüğünü geliştirmek için atılacak her adım, en büyük ‘altyapı projesi’ değil midir?

Bu hedef, sadece kayyum atanan yerler için değil, ülkenin her yeri geçerli en acil hedeftir…


1 HDP Şırnak milletvekili Leyla İmir’in, 25 Eylül’de Van’daki kayyum protestosunda yaptığı konuşmadan

“Olağan hâli” kalmayan ülke!

Aslında TC tarihinde “olağanüstü hâl” uygulamaları, oldukça yaygındır. Adına çok farklı şeyler söylenmiş olsa da (sıkıyönetim, olağanüstü hâl, darbe dönemi vb.), hepsinin ortak özelliği, “olağan olmayan hâl” olarak görülmeleridir. Ama bu bir yıl değil, beş yıl değil, onlarca yıldır böyledir ve artık bu hâl “olağan”dır.

Olağanüstü hâl, olağan hâle gelmiş ise, sistem hâlâ ayakta duramıyorsa, daha ileri uygulamalara başvurmak zorundadır. Bu daha ileri uygulamalar, bu kez “olağan hâl” hâline gelmiş olan “olağanüstü hâl” uygulamalarının sıradanlaşması ile bağlantılıdır.

Şöyle düşünelim: Bir devlet, yönetebilmek için zorlandığı zaman, “olağanüstü” uygulamalara başvurur. Bu olağanüstü uygulamalar, aslında verili sisteme yeniden döneceğiz imasını da içerir. Yani, derler ki, biz şu ya da bu nedenden ötürü, “olağan” işleyişi bir kenara bırakıyoruz ve olağanüstü hâl ilan ediyoruz, en kısa sürede de olağan hâle geri döneceğiz. Böyle demek isterler. Ama bizim ülkemizdeki örnekte bu “olağanüstü hâl” gerekçeleri hiç bitmiyor. Böylece, devlet, kendi yönetememe durumunu, daha fazla devlet terörü ile, daha fazla kendi hukuk sistemini askıya alarak, daha fazla şiddetle, daha fazla çete uygulamaları ile kapatmaya çalışıyor.

Bu durum, bir yandan baskının, hukuk ihlallerinin, devlet terörünün (ki gerçekte terör, tüm insanlık tarihi boyunca devlet terörü olarak gelişmiştir, öyle evrimleşmiştir) “normalleşmesi” olarak kendini ortaya koyarken, bunun geniş kitlelerde korku yaratması beklenir, ama bu, aynı zamanda egemen sınıf içinde de, devlet çarkının her kademesinde de büyük bir korkunun egemen olduğunun itirafıdır. Korktukça saldırıyorlar, saldırdıkça daha da fazla korkuyorlar.

Hangisini saymalı bilemiyoruz, suçlarının haddi hesabı yoktur. Adam kaçırma mı dersiniz, işkence mi? İçerideki gazetecilerden mi bahsedeceksiniz, basının dışarıda abluka altına alınmasından mı? Hapishanelerin doldurulmasından mı söz etmeliyiz, yoksa dışarısının, tüm ülkenin açık bir hapishaneye çevrilmesinden mi? Kadına şiddeti, iş cinayetlerini, doğa katliamlarını ödüllendiren ve bunun için dahi hukuklarını ayaklar altına alan bir çete iktidarından söz ediyoruz. Mafya ile, İslamî görüntülü çeteleri ile, devlet çarkının içine yerleşmiş tarikatları ile “dehşet saçmaya çalışan” bir Saray Rejimi’dir bu. Telefon dinlemeleri, kendi içindekilerin her adımının kontrolünü sağlama girişimleri almış başını yürümüş.

Acaba kayyumlardan mı söz etmek gerekir, yoksa yıkılmış, katliamlar sahnelenmiş Sur gibi ilçelerden mi? Ali İsmail gibi sokakta linç edilenlerden mi söz etmeli, her gün öldürülen kadınlardan mı? İşçilerin işyerlerinde öldürülmesinden mi söz edelim, her işçi eyleminin karşısına dikilen TOMA’lı, zırhlı birliklerden mi? Üniversite ve lise öğrencilerini açıkça düşman ilan etmiş bir sistemdir bu.

Soylu, 23 Haziran seçimlerinde İstanbul’u kazanabilmek için, sahipleri tarafından geri çekilmişti. Daha az görünüyordu. Daha az konuşuyordu. Ama Diyarbakır, Van ve Mardin’e yeniden kayyum atanmasının ardından, yeniden ortalığa çıktı ve demeçler birbirini izliyor. İstanbul Belediye Başkanı’nı tehdit ediyor. İçişleri Bakanı, belediye başkanlarını açıkça tehdit ediyor. Amacı, İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı olarak görmek değildir herhâlde. Amacı, muhtemelen tehdit etmektir. Ama, bu o kadar büyük bir korkunun ürünüdür ki, artık, dışarıdan anlaşılıyor.

Soylu, “acaba İstanbul’a da kayyum atanır mı” diye soran gazetecilere, izleyici rekorları kırsın diye bir TV kanalında pazar günü katılacağı bir programı referans veriyor: “Pazar günü açıklayacağım” diyor. Toplumun bir kesimi, “İstanbul’a da kayyum geliyor” diye okuyor mesajı. Oysa tehdit ediyor. TV programında ise, “İstanbul ve Ankara’ya kayyum atanmayacak, çünkü terörle bir bağlantıları yok” diyor. Gördünüz mü ne kadar adil, ne kadar hukuka bağlı ve ne kadar komik bir Bakanımız var! Kayyum atanmayacakmış. İşte size müjde! Gazeteci Hakan Çelik ise, hemen bunu manşet yapalım diyor, sevindirik oluyor, demek bir oh çekebiliriz, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size “olağanüstü hâl”in, olağanlaşmış biçimi.

Bu, korku değilse nedir?

Bu, halkı cahil yerine koymak değilse nedir?

Bu, dalga geçmek değilse nedir?

Saray’ın Sultanı, kendine bir başvezir bulmuş, başvezir, milletle kafa buluyor, müjde, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size demokrasi!

Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması için başvuru, 1 Nisan 2019’da yapılmış. Seçimler 31 Mart 2019’da idi. Yani seçim sonuçları belli olur olmaz, daha belediyeler, yeni seçilmiş başkanlarınca devralınmadan önce, eski kayyum daha gitmeden önce, seçilmiş başkanlar mazbatalarını almadan önce, yeni kayyum için harekete geçilmiş bile.

Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimleri kampanyasında, kendisi bizzat kampanyayı yürütmüş kişi olarak, “merak etmeyin, kaybedersek kayyum atarız” demişti.

Demek oluyor ki, Diyarbakır, Van ve Mardin için kayyum atanmasının hiçbir hukukî temeli yoktur. Zaten, Saray Rejimi, böyle bir hukukî dayanak peşinde de değildir.

Bu TV show programında Hakan Çelik’in konuğu olmadan önce, iki olay daha yaşanıyor.

Biri, Soylu’nun aktivitesidir. İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nu “pejmürde” etmekten söz ediyor. Değişik bir Türkçe olduğunu da kabul etmek gerekir. İçişleri Bakanı “pejmürde” etmek sözünü kullanıyor. Muhtemelen, “perişan etmek” hafif geliyor, daha kötüsünü kastettiğini anlatmak istiyor. Tehdit eden mafya üyeleri, etkili sözler söylemek isterler. “Seni öldürürüz” demek yetersiz gelir, “senin leşini köpeklere atarız” derler ve böylece daha korkunç görünmek isterler. Bu “pejmürde” sözü böyle bir söze benziyor. Perişandan da daha kötü demek istiyor. Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkçe Sözlük”ü, pejmürde maddesinde şöyle yazıyor. “1- (kılık için) eski püskü, yırtık pırtık. 2- (kişi için) eski püskü kılıklı, üstü başı dağınık, perişan. 3- rengi atmış, solmuş.” Bu üç maddeden ilki kılık için olduğundan onu geçelim. Demek ki, Soylu, İmamoğlu’nun “iyi giyindiğini” düşünüyor ve ona senin kılık kıyafetini bozar sana eski püsküleri giydirir, seni perişan ederim demek istiyor. Bu durumda, senin mal varlığına el koyarım mı demek istiyor? Yoksa ona senin rengini soldururum mu demek istiyor. Yukarıda söyledik, mafya ağzı ile, daha tehditkâr konuşmak için, konuşmasına ilginçlik katıyor olmalı.

İkinci olay, TV showundan önce olmalı, Kaftancıoğlu, bir tweet nedeni ile 9 yılı aşkın bir ceza alıyor. Ve cezaya dayanak olarak, pişman olmayıp, mahkemede şiir okuması da ekleniyor.

Demek ki, Soylu ve Erdoğan, Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’nu, daha büyük makamlar için, yeni liderler olarak hazırlıyor diyebilir miyiz? Hani, Erdoğan’ın şiir hikâyesini hatırlayalım. Şiir nedeni ile hapis yatmış bir Cumhurbaşkanı, Saray sahibi, Sultan, Reis, şimdi benzer bir saldırı organize ediyor.

Yargı, hukuk sistemi, kolluk kuvvetinin, devlet terörünün, baskı aygıtlarının bir uzantısı olarak, doğrudan iş görüyor.

Olağanüstü hâller olağanlaştıkça, ülkede her şey, biraz komik, biraz trajik ve biraz da korku filmi karşımına dönüşüyor. Türkiye’de, yeni bir edebiyat akımı doğuyor, komedi değil, trajedi değil, traji-komik türünden de değil, korku soslu traji-komik bir tür ortaya çıkıyor. Bu yeni türün, edebiyat bilimi açısından büyük bir fakirlik, büyük bir bayağılaşma olduğunu, büyük bir yavanlaşma olduğunu söylemeye gerek yok.

Çok korkan egemenler, elitler, devlet çarkının içindekiler, Saray Rejimi, korkusunu gizlemek için her gün, bir olağanüstü şey yapıyor. Bu olağanüstü şeylerin toplamı, olağan hâle geliyor. Artık hiçbir şey “şaşırtıcı” gelmiyor. İktidar, kendi korkusunu halka, işçi ve emekçilere, kadınlara, gençlere bulaştırmak istiyor. Bu yolla, “hey bu ülkenin sahibi biziz” demeye çalışıyorlar. Bu ruh hâli, onları daha da fazla korkutuyor. Ve böylece hem olağanüstü hâl olağanlaşıyor, hem korkuları kartopu misali yuvarlandıkça büyüyor.

İşçi ve emekçiler, bir yandan bu tatsız tuzsuz yeni tür şovu seyrediyor, diğer yandan ise hayatın içinde kendi direnişlerini ve örgütlenmelerini geliştirmeye çalışıyorlar.

İşte bu işi, direniş ve örgütlenme işini, olabildiğince sakin, kararlı ve var gücümüzle çalışarak geliştirmeliyiz. Biz bunu yapabildiğimiz oranda, onların korkularının ne kadar da büyük olduğunu da görme olanağını elde edeceğiz.

Madem şiirlerden söz açılıyor, biz de sözü Enver Gökçe’ye bırakalım:

“Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!

Bizsiz Ilgaz’ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dağları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Adana’nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım uryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik’in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigârı kardeş
Söyle ağrılar yadigârı kardeş
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana!

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Sana selâm olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Çalışan halklarıyla ümmi
Çalışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam haberleri satanlarıyla memleketim!

Sana selâm olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selâm olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selâm olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selâm olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,
Sana selâm olsun
Zincirin zulmün kâr etmediği,
Kırbacın kâr etmediği
Büyük tahammül!

Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!”

Saray “oyunları” ve Muktedir

Türkiye’deki devlet çarkının, daha net söyleyelim çağımız kapitalizminin devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin özel olarak “Saray Rejimi”ne dönüşmesi, daha çok üç etkene bağlıdır. Birincisi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılması için yürütülen savaştır. Bu savaşın Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına kadar inen bir derinliği var. Başlıca beş büyük güç öndedir. Diğer aktörler de var elbette. Ama bu beş güç, yeni paylaşım savaşımının ardındaki güçlerdir: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa. Tekrar olsun, elbette paylaşım savaşımından pay alma heveslisi herkes bu savaşın içindedir. Kanada, İspanya, hatta Türkiye vb. Ama burada kampları oluşturacak olan, bu beş güçtür. Rusya ve Çin’i, biz bu büyük savaşımın içinde ama paylaşım savaşımının dışında ele alıyoruz. Rusya ve Çin, büyük güçler olsalar da, birer emperyalist güç değildirler. Elbette kendi çıkarlarını korurlar ama bu apayrı bir durumdur. Paylaşım savaşımını, belki daha detaylı ele almak gerekir. Ama biz burada, esas olarak TC devletinin son yıllarda Saray Rejimi organizasyonunu, bu paylaşım savaşımının nasıl etkilediğini açıklamak istiyoruz. Bu emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için devreye girdiklerinde, Türkiye, AB’ye mi, yoksa ABD’ye mi bağlı kalacak tartışması da gündeme oturdu. TC devleti kuruluşunda, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlendi. Bu durum, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca pekişti. Bu durum, TC devletini, ekonomik olarak bir AB sömürgesi, siyasal olarak ise bir ABD sömürgesi hâline getirmiştir. Bu ikili yapı, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, SSCB var iken sorun değildi. Ama 1990’lardan başlayarak, artık bir yol ayrımı, paylaşım savaşımının gelişimine paralel olarak şekillenmeye başladı. Bugün, hâlâ bu süreç devam ediyor. Siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanı da kendi isteklerine uygun organize etmek istiyor. AK Parti, tam bunun projesidir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, bunun temel dayanaklarından biridir. Ve bugün, ülkede her kurumun içinde, en az beş istihbarat örgütünün örgütlediği çeteler vardır. Bu çeteleşme, gerçekte, paylaşım savaşımının içe yansımaları ile birleşmiştir.

İkincisi, Suriye savaşıdır. Suriye savaşı, ABD adına TC devletinin tetikçiliğe soyunmasının açık hâlidir. ABD-İngiltere-İsrail-Katar-Suudi Arabistan ve Türkiye işbirliği ile IŞİD çetelerinin organizasyonu gerçekleştirildi. Her savaş nihayetinde bir iç savaştır. Ve Suriye savaşına göbekleme dalan Türkiye, bu çeteleri içeride de kullanmaya başladı. İçerideki çeteleşme ile bu “özel” çeteleşme iç içe geçmeye başladı. Saray Rejiminin oluşum sürecinde Suriye savaşı özel bir yer tutar.

Üçüncüsü, Kürt halkının direnişinin ve Gezi Direnişi’nin bastırılması süreci vardır. Elbette burada Kürt halkının direnişinin daha büyük bir ağırlığı olduğu açık. Bizim, bu iki alandaki direnişi birlikte ele almamızın nedeni, ikisini eşitlemek değil, ikisinin karşısında devlet organizasyonunun aldığı tutumu ortaya koymaktır. Kürt halkına karşı savaş, şu ya da bu düzeyde sürekli vardı. Ama Dolmabahçe fotoğrafındaki görüşme masasının devrilmesi, devlet çarkının daha farklı organizasyonunun, Saray Rejiminin oluşumunun önemli etkenlerinden biri olmuştur.

Mesela SADAT, mesela basın organizasyonu, mesela polis organizasyonu vb. bunlar içerideki savaş, Kürt halkına ve Gezi Direnişi’ne karşı savaş olmadan, yerine oturtulamaz.

Saray Rejimi, birçok ardarda hamle ile oturtulmaya çalışıldı. Anayasa referandumu, Kürtlere karşı yoğun saldırı, Gezi’nin bastırılması savaşımı, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının ortadan kaldırılması süreci, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının CHP’nin de desteği ile kaldırılması, 1 Kasım seçim süreci, 15 Temmuz tiyatrosu, Türk tipi başkanlık sistemi referandumu, kayyum uygulamaları vb.

Tüm bu sürecin, bizim cephemizden, bir direniş dönemi olduğu da açıktır. Birçok direniş ortaya kondu, hâlâ konmaktadır.

Şimdi, 31 Mart seçimleri sonrasında Saray Rejimi şunları gördü:

1- Direniş hiçbir biçimde durdurulamıyor.

2- Rant, yağma ve savaş ekonomisi iflas etmiştir.

3- Kürt halkının iradesi hiçbir biçimde kırılamamıştır.

4- Başkanlık sistemi ya da cumhurbaşkanlığı sistemi, Saray Rejimi, oturtulamıyor. Bahçeli’nin desteğine rağmen, ABD ve AB’nin desteğine rağmen başkanlık sistemi bir yere oturmuyor.

Saray, aynı zamanda “oyunlar”ın yeridir. Osmanlı tarihi, başka ülkelerin saray tarihleri olduğu gibi, bunun kanıtıdır.

Devlet yapılanması, Saray, Muktedir iç içe geçmiştir. Ve bu yapılar iç içe geçerken, aynı zamanda çeteler de bunların her alanında yerleşmiştir. Acaba, Erdoğan, muktedir olarak kararlar verirken, Pelikan Çetesine mi daha fazla kulak veriyor, yoksa mesela Damat Çetesine mi? Bu konuda bir bilgimiz olmadığını hemen söyleyelim. Öyle bir dönemdeyiz ki, kim bir şey söyleyecekse, hemen “yer yerinden oynar” demektedir. Bizde böyle bir bilgi yok, olsa hemen açıklardık. Çünkü bizim için yer yerinden oynaması denilen şey, “işçi sınıfının ve emekçilerin ayağa kalkması”dır. Bizim için Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki ilişkiler, Babacan’ın eşinin konuşurum ha tehditleri, “yer yerinden oynar” sözlerinin kanıtı değil. Sadece devlet içindeki, iktidardaki çetelerin çatışmalarının dışavurmasıdır.

Şimdilerde biliyoruz ki, Erdoğan, çözülmekte olan “muktedir”lik çarkını sağlam tutmak istiyor. Erdoğan, Saray Rejimi organizasyonu sırasında, a- parlamentoyu, b- siyasal partileri, c- sandık sistemini yok etti. Başkanlık sisteminde arkasında olan AB ve ABD, yani tüm NATO güçleri, bugün, bazı konularda Erdoğan’ın arkasında değildir. Başkanlık sistemi, hem Almanya için, hem ABD için uygundur, sadece başında kendi adamları olması koşulu ile. Ama sıra yerel seçimlere gelince, sıra kriz sürecine gelince, sıra Suriye meselesine gelince vb. tutumlar değişiklik gösteriyor. Paylaşım savaşı böyledir. Her gün bir anlaşma yaparlar, her gün yenisi ile eskisini bozarlar.

Acaba Davutoğlu partiyi ne zaman kurar? Acaba Babacan partiyi neden geciktiriyor vb. gibi sorular, günlük sorulardır ve aslında resmin tümünü görmemizi engellemektedir.

1- Suriye savaşı TC için bir yenilgidir ve ABD, bu yenilginin tüm faturasını Türkiye’ye yıkmak isteyecektir. Bu yenilginin etkileri, tam anlamı ile henüz ortaya çıkmamıştır ve daha fazla kendini hissetirecektir.

2- Kürt hareketini baskı ve şiddetle yok etmek, mümkün görünmemektedir ve bunun da bir sonu vardır.

3- Batı’da direniş gelişmektedir ve sürekli baskı ve yalan politikası artık bir para etmez hâle gelecektir. Direniş, kendi yolunu bulmaktadır.

İşte bu şartlarda, Saray Rejimi, Erdoğan, Bahçeli-Erdoğan ittifakı vb. gibi konuların yeniden şekillendirilmesi tartışması, egemen çevrelerde yapılmaktadır. Erdoğan’ın “başkanlık” sisteminin bazı tadilatlara ihtiyacı olduğu açıklamaları, Metiner’in kalkıp da AK Parti’yi kapatalım, Reis’in önderliğinde yeni bir parti kuralım, demesi, Baro Başkanı’nın “devletin bekası söz konusu olunca gerisi teferruattır” açıklaması, Erdoğan’ın belediye başkanları toplantısı, Akşener’in Erdoğan’ın oğlu ile muhabbeti vb. tam da bu sorunun boyutlarını göstermektedir.

Bu arada Kılıçdaroğlu, dün parlamenter sisteme dönelim derken, şimdi, bağımsız yargı+başkanlık sistemine yatkın gibi görünmektedir.

Ortaya çıkan tabloya göre, bir grubun planı şudur: Erdoğan cumhurbaşkanı olarak kalsın, ama AK Parti başkanlığını bıraksın. Bu öneri, öyle anlaşılıyor ki, Babacan önerisidir. Babacan ekibi, Gül ekibi, İngiltere diye okunmaktadır. Bu ekip, muhtemelen İyi Parti ile de CHP ile de temastadır. Ama hâlâ AK Parti içindedirler. Bir türlü parti kurmak için harekete geçmiyorlar. İşte Metiner’in, Reis’e bağlı bir kişiyim diyerek, başka bir parti kuralım demesi bu durumun itirafı gibidir. Başında Erdoğan’ın olmadığı bir AK Parti işe yaramaz. Öte yandan ise, tümü ile cumhurbaşkanlığı alanına çekilmiş bir Erdoğan da o kadar etkili olmaz. İşte Metiner, “bu parti zaten bizim değil, biz bunu verelim, yenisini kuralım” demek istiyor. Davutoğlu’nun ihraç süreci, Babacan ekibinin şansını artırıyor gibidir. Görünen o ki, Babacan AK Parti’nin başına gelme ihtimalini de dışlamamıştır. Babacan’ın ailesinden “konuşursam yer yerinden oynar” açıklamasının gelmesi, Davutoğlu’nun konuşursam kimse kimsenin yüzüne bakamaz açıklaması, tam da bu tartışma ve pazarlıkların şiddetini göstermektedir.

İkinci senaryo, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından ve partiden istifa etmesi, yeni bir seçim sürecinin başlamasıdır. Bu durumda Erdoğan, muktedir olamayacağı için, saray oyunlarının ilk kurbanı olmak istemeyecektir. Ama bu istifanın dile getirildiği de artık çok sık konuşuluyor. “Mesele devlet olunca gerisi teferruattır” diye konuşan bir Baro Başkanı, başka türlü sahne alır mıydı? Eğer Erdoğan istifa ederse, bu durumda, anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin masaya yatırılması durumu gündeme gelecektir. Erdoğan’ın, sistemde rötuşlar yapılacağını açıklaması bunun sonucu olsagerek. Bahçeli çetesinin buna karşı çıktığı anlaşılmaktadır.

Büyükşehir beleyi başkanları toplantısında yaşanan “sandalye parodisi”, bu saray oyunlarının düzeyi hakkında da bilgi vermektedir. Soylu’nun İstanbul’a kayyum atanacak mı sorusuna “pazar günü açıklayacağım” demesi de bu parodinin bir başka türüdür. Soylu, kendi kararlarını kendisi verir pozisyonundadır. Bu çetelerin her biri, söze sıra gelince Erdoğan’a bağlıdır ama Erdoğan’ın böyle hissetmediği de açıktır. Muktedir, Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli’ye çok ihtiyaç duymaktadır.

Peki bu saray oyunları, gerçek sorunlara bir çözüm müdür? Mesela Suriye savaşına, mesela Kürt sorununa, mesela savaş politikalarına, mesela iflas eden “rant, yağma ve savaş ekonomisine”, mesela Batı’da gelişen direnişe vb. bir çözüm müdür?

Öyle anlaşılıyor ki, devletin içindekiler, daha çok günlük, daha çok saatlik adımlar atarak varlıklarını korumak, sürdürmek yolları aramaktadır. Yani, mesela, Baro Başkanı’nın, “devlet söz konusu olunca gerisi teferruattır” sözünü yiyeceği ve “konuşursam” diye başlayacak cümleler kuracağı günler yakındır. Baro Başkanı’nın “teferruat” dediği şeylere, büyük önem atfedeceği günler gelmektedir. Yani, Davutoğlu’nun daha fazla açıklama yapmak zorunda kalacağı günler yakındır. Yani Babacan’ın eteğindeki taşları dökmeye başlacağı günler yakındır. Peki, ya Bahçeli ve Perinçek, onlar ne zaman “konuşursam yer yerinden oynar” diyecekler. Belki de onlardan önce Erdoğan “konuşursam yer yerinden oynar” diyecektir.

İşçi ve emekçilerin, yeri yerinden oynatacak güçleri olduğu açıktır. Onların neler diyeceğini aşağı yukarı biliyoruz. Zira hepsini yaşadık ve yaşıyoruz. Mesele onların neler söyleyeceği değildir. Mesele, işçi sınıfının ayağa dikilmesi, direnişini geliştirmesi ve örgütlenmesidir. İşte o zaman biri değil, hepsi bir anda ifadelerini açıkça verecektir, halkın önünde.

İşçi sınıfı ve emekçiler için mesele, sadece Erdoğan’ın gidişi değildir. Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, bu yolla devlet çarkının parçalanarak, işçi ve emekçilerin devletinin kurulması meselesidir. Ancak o zaman bu topraklarda özgürlük havası esecektir. Ancak o zaman insanın insana kulluğu son bulacaktır, kadına dönük şiddet, aşağılanma, gençlerin uyuşturulması son bulacaktır. Ancak o zaman badeci şeyhler ülkesi, yerini, özgürlüğe bırakacaktır. Yok edilmeye çalışılan insanlık, o zaman yeniden ayağa kalkacaktır. Yağma ve rant, savaş ekonomisi o zaman bitecektir. Güzel şeyler, o zaman olmaya başlayacaktır.

Şimdi direniş ve örgütlenme zamanıdır.

Devrimlere, kadınlara ve Narodniklere dair…¹

“Olayları oldukları biçimde
ele almalıyız;
yani devrimci duyguları,
değişen koşullara
uygun olarak kullanmalıyız.”
2

Devrimler altüst oluş momentleridir. Altüst eder ve dönüştürürler.

Yalnızca bünyesinde gerçekleştikleri toplumsal/sınıfsal bağlamı ya da üretim ilişkilerini, iktidar yapılarını vb. değil. “Eski” toplumda hüküm süren tüm değerleri, tüm hiyerarşileri de. En alttakilere soluk alabilecekleri yeni menfezler açar, onları yukarı-öne doğru çeker, bastırılmışlara güç, susturulmuşlara ses katar.

Üstelik “en alttakiler”, zorunlu olarak devrimin birincil özneleri değildir. Örneğin feodal soylulara karşı ayaklanan kentli orta sınıflar, toprak ağalarına karşı ayaklanan köylüler, burjuvalara karşı ayaklanan işçiler, efendilere karşı ayaklanan köleler gibi… Devrimler, sömürülen sınıfların yanı sıra, tüm ezilenlere bir özgürlük alanı açar: dinsel-etnik-cinsel azınlıklar, kadınlar…

Elbette, devrimler, nihayetinde sınıflar arasında gerçekleşir. Sınıfları karşı karşıya getirir. Ve alt sınıflara, yönetilenlere, alan açar. Hatta onları ya da içlerinden bir kesimi iktidara da getirir. Mevcut iktisadî ilişkileri dönüştürür, üretim tarzı ve ilişkilerinde köklü değişimlere yol açarlar.

Ama devrimler salt ekonomi-politik ya da salt siyasal hadiseler değildir. Toplumsal-kültürel yaşamın derinliklerine nüfuz ederek tüm toplumsal dokuyu da başkalaştırırlar. Alışılagelmiş, geleneksel olan, saygıdeğer sayılan ne varsa bir anda tarihin çöplüğünde buluverir kendini. Hiyerarşiler tepetaklak, deyim yerindeyse “ayaklar, baş olur.” Tüm bir yaşam biçimi dönüşür, başkalaşır…

Ve bu dönüşüm önce ekonomi politikte değil, hayatın ince dokularında hissettirir kendini çoğunlukla. İnsanlar politize olur, otorite daha çok sorgulanır hâle gelir, itaatsizliğin çeşitli biçimleri açığa çıkar, çocuklar ebeveynlerine, işçiler patronlarına, sivil halk polise, askerler komutanlarına, azınlık mensupları düzenin muhafızlarına, kadınlar babalarına, kocalarına daha çok itiraz ederler. Etiketler geçersizleşir… “Yeni Hayat”ın emareleri çıkmıştır ortaya; yasaklar, baskılar çoğaldıkça etkinliklerini yitirir…

“Kadınlar” dedim… Binlerce yılın ezilmişliğiyle büyük değişimi mafsallarında ilk hissedenler onlardır. Devrim, onları alışageldiklerini, sorgusuzca kabullendiklerini, boyun eğdiklerini sorgulamaya yöneltir. Nasıl yaşamaları, nasıl düşünmeleri, nasıl davranmaları, nasıl giyinmelerini belleten gelenekler, örfler, adetler apansız birer karikatüre dönüşür. Ve daha ufukta görünmeyen devrimin çağrısı, sızlayan dizleri üzerinde doğrulmaya, arkalardan ön saflara doğru atılmaya zorlar onları.

1917 Sovyet devrimi, buna çok iyi bir örnek. Alexandra Kollontai, Inessa Armand, Nadezda Krupskaia, Rosalia Zemlyachka… Devrimin ön saflara ittiği, ateşle, kanla sınanmış kadınlar. Adları belleklerimizde, suretleri 8 Mart’larda taşıdığımız pankartlarda.

Ama öncelleri de var. Adları pek duyulmamış. Yalnızca Rusya’yı değil, tüm yeryüzünü dönüştürecek olan 1917 Ekim’ini onlarca yıl önce kemiklerinde hissederek o büyük çağrıya ayak uyduran…

Vera Figner onlardan biri. Taşralı bir aristokrat ailenin kızı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, tipik Rus taşralı aristokrat bir aile kızını nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirilmiş: otoriter, sert bir baba, suskun, silik, ürkek bir anne ve kardeşleri Rus köylülüğünün dünyasına erginleyen sevecen, ilgili, sevimli bir dadı gölgesinde geçen gamsız kırsal çocukluk yılları… Mutlaka en düzgün giysilerle katılınan ritüalistik aile sofraları ile dağlarda, bayırlarda, ağaç tepelerinde, dere yataklarında arasında salınan bir ilk gençlik.

Aykırılık, önceleri yoğun bir okuma arzusuyla açığa vuracaktır. Dönem Rusyası, özellikle de kırsal Rusya’da kadınlar için pek alışılmadık bir istek. Ancak olanaksız da değil: Soylu genç kızlara mahsus, manastırvari birkaç enstitü, bu “moda”nın çekiciliğine kapılan genç kızların ve “açık fikirli” ailelerinin taleplerini karşılamak için faaliyete geçmiş bile. Ne de olsa “çağa ayak uydurmak gerek”…

Peki enstitüden sonra? Normali, aynı sınıfsal kökenden, kendini Çarlığın hizmetine adamış, geleceği parlak genç bir subay, doktor, müfettiş vb. ile evlendirilip yaşamın geri kalanını zaman zaman St. Petersburg’daki davetlerde boy gösteren bir taşra “hanımefendisi” olarak geçirmek.

Vera buna yanaşmadı… Ne olduğunu, nasıl olacağını tam olarak kestiremediği bir geleceğin tutkusu kavuruyordu yüreğini. Okumak ve sınıfının kendine sağladığı avantajları yoksul, ezilmiş, halkına faydalı bir insan olmak için kullanmak… Oysa Rusya’da yükseköğrenim kapıları, sağlıkçı, mühendis, öğretmen olarak halkına hizmet tutkusuyla tutuşan bu genç kadınlar kuşağına kapalıydı. Çarnaçar, Avrupa’nın, amfilerini, laboratuvarlarını kadın öğrencilere açan tek üniversitesine ev sahipliği yapan Zürih’te alacaktı soluğu: yürekleri Rus Aydınlanması ve bilim tutkusuyla tutuşmuş, yüzü aşkın genç Rus kadın gibi…

Zürih, Vera ve çok sayıda genç Rus kadın öğrencinin halka hizmet tutkusuyla tutuşan genç idealistler olarak girip birer radikal devrimci olarak çıktıkları koza oldu. Orada deneyimledikleri özgürlükler ülkelerindeki otokratik Çarlık rejiminin baskıcı atmosferinden o kadar farklıydı ki… Dönüşmüşlerdi. Narodnizm’in fikir babaları Çernişevski, Plekhanov, Nekrasov gibi yazarların kitapları elden ele dolaşıyor, genç devrimciler, Nekrasov’un Saşa’sını, Çernişevski’nin Kirsanov’unu, Vera’sını idealleştirerek hayatlarını devletin ya da ailelerinin istekleri üzere değil de, kendi seçtikleri yüce idealler doğrultusunda biçimlendirme kararlılığını pekiştiriyorlardı. Kısmen Aydınlanma’dan, kısmen serflikten yeni kurtulan Rus köylülüğünün yaşadığı derin sefaletin etkilerinden, kısmen de Kutsal Kitap’taki özgecilik ve feda kıssalarından beslenen yüce idealler…

Çarlık rejiminin bu idealizmi kendine yönelik bir “tehdit” olarak algılaması, bu yeni ve sınıfından kopmuş genç intelligentsia’nın hızla politize olmasına yol açacaktı. Kadınlı-erkekli… Çarlık yönetiminin, 1873’te Zürih Üniversitesi’nden alınan diplomaları geçersiz sayacağını ilan ederek kadın öğrencileri geri çağırması, genç zihinlerde, otokrasi koşullarında halka doktor-hemşire-öğretmen olarak hizmet etmektense, halkı sosyalizme açılan bir rejim değişikliğine ikna için çalışmanın daha verimli olacağı düşüncesini kökleştirdi… Yüzlerce, binlerce genç aydını birer devrimci propagandist olarak köylere, ücra köşelere, yoksul mahallelere yönelten Halka Doğru hareketi başlamıştı. Ve kadınlar bu hareketin yüreğindeydi: çoğunlukla erkek yoldaşlarıyla yaptıkları anlaşmalı evliliklerle aile baskısından kurtulan genç ve eğitimli kadınlar, sağlık memuru, öğretmen, ebe olarak gittikleri köylerde sıkı bir propaganda ve örgütlenme çalışmasına koyuluyorlardı. 1872-82 yıllarına ait polis kayıtları, tespit edilebilen 1611 devrimci propagandistin yüzde 15’ini kadınların oluşturduğunu, faaliyetteki 22 propaganda merkezinden beşinin kadınların yönetiminde olduğunu gösteriyordu. Çar II. Alexander’in Adalet Bakanı Kont Pahlen, 1874’te Çar’a sunduğu raporda devrimci propagandanın başarısını kadınların mevcudiyetine bağlıyordu.3

Baskılar, kovuşturmalar, hapisler, sürgünler onları yıldırmıyor, aksine radikalleştiriyor, tek seçenek olarak devrimci şiddete yöneltiyordu.

Çekirdeğini kadınların oluşturduğu Narodnaia Volya (Halkın İradesi) böyle şekillendi: Vera Figner, Anna Korba, Olga Liubatovich, Sophia Perovskaya, Gesia Gelfman, Anna Yakimova, Tatiana Lebedeva: İşçi-köylüler arasında sosyalizm propagandası stratejisini benimseyen ve Rusya topraklarının köylülere dağıtılmasını savunan Bakunin’ci Toprak ve Özgürlük Hareketinden ayrılarak Rusya halklarında devrimci bir dönüşümün ancak Çarlık rejimine yönelik radikal devrimci şiddet eylemleriyle mümkün olabileceğini savunan örgütün kurucu kadrosunda yer alan kadınlardı. Narodnaya Volya’nın 18 kişilik yürütme kurulunun 10’u kadınlardı ve rol modelleri, 1877’de Saint Petersburg valisi General Trepov’u kurşunlayan Toprak ve Özgürlük üyesi Vera Zasulich’di…

Ancak 1881’de (birkaç başarısız denemenin ardından) gerçekleştirdikleri, radikallikte Zasulich’in suikast girişimini fersah fersah geride bırakan bir eylem olacaktı: Çar II. Alexander’ın bedeni, Narodnaya Volya üyelerinin bombalarıyla parça parça oldu… Suikastı izleyen apansız ve acımasız devlet terörü, devrimci Rus kadınlarına ilk idamları yaşatacaktı; Çarlık güvenlik göçlerinin tereddütsüz misillemesinde meydanlarda idam edilen dört Narodnik’ten ikisi kadındı: Sofia Perevskaya ile Gesia Gelfman.

***

Denilebilir ki “Kadınların Özgürlüğü” fikri, Rusya’ya -Çariçe Katerina ve ardından da onun kurucusu olduğu Smolnyi Enstitüsü’nün yönetimini devralan gelini İmparatoriçe Maria’nın kız çocukların eğitimi konusundaki girişimlerini saymazsak- 19. yüzyılın ikinci yarısında Narodniklerle birlikte giriş yaptı. Bu bağlamda Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sının genç devrimciler üzerindeki devasa etkisi es geçilmemeli…

Ne ki, “Kadınların Özgürlüğü” söylemi, erkeklerin politik özneler sayıldığı, buna karşılık kadınların her türlü siyasal haktan yoksun olduğu Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi özgül (siyasal ya da toplumsal) hak talepleri, dolayısıyla da özgül bir kadın mücadelesi (feminizm) biçimini almayacaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısı Rusyası’nda “Kadın özgürlüğü”, tüm yurttaşların Çarlık otokrasisinden özgürleşme talebinin bir bileşeniydi ve “Kurtuluş” kadınların siyasal-toplumsal haklarını kazanması değil, ezilen-emekçi sınıfların genel özgürleşmesi bağlamında kavranılmaktaydı. Kendileri gibi idealist genç Narodnik erkeklerle düzmece evlilikler gerçekleştirerek aile baskısından kurtulan Narodnik kadınlar, her türlü bireysel haz ve lüksten vaz geçerek kendilerini kavganın yüreğine atıyorlar, bu uğurda en ağır bedelleri ödemekten kaçınmıyorlardı. Söz ve eylemin tutarlılığı ethos’unda birleşen genç kadın ve erkekler gülerek koşuyordu Çarlık polisinin en ağır işkencelerine, dayanılması zor zindanlara, Sibirya sürgünlerine, hatta ölüme. Bu özgürlüğün bedeli, kayıtsız ve koşulsuz bir özgecilikti; (hak) kazanımlar(ı) değil…

***

Ütopyacı ve köylücü Narodnik miras, bir kuşak sonrasında, 1917 devrimini gerçekleştiren Bolşevikler tarafından kıyasıya -ve haklı gerekçelerle- eleştirilecektir. Ancak Narodnik kadınların kendilerini izleyen devrimci kuşaklara bıraktığı tutarlılık, sahicilik ve gözükaralık ethosu Bolşevik kadınlar için paha biçilmez bir bağlam oluşturmuştur.

Evet, Devrim, gölgesi henüz tarih sahnesine düşmemişken, kendini genç, duyarlı kadınların iliklerinde, kemiklerinde hissettirerek onları dönüştürdü. Okuyacağınız, böylesi bir dönüşüm öyküsü. Avare ve kendinden hoşnut taşra bir taşra aristokrasisinin, “süslü, ama içi boş” bebeği Vera Figner’in Rus Çarı’nı katleden gözükara bir eylemciye dönüşmesinin öyküsü…

Ama tarihe mal olmuş bir kişinin olup-bitmiş öyküsünden ibaret değil. İçinde dünyayı daha yaşanılası, daha özgür, daha eşitlikçi bir yere dönüştürmeye kararlı kadın ve erkekler, ve yaşamlarına ataerkinin kendilerini yazgılı kıldığı kafesten çok daha fazlasını layık gören kadınlar için önemli ipuçları içeriyor.

Nihayetinde rotamızı çizerken hem bizden öncekilerden, hem de birbirimizden öğrenecek çok şey var, öyle değil mi?

 28 Eylül 2018, Dragos.

1- Lynne Ann Hartnett’e ait ‘Vera Figner-Bir Muhalifin Hayatı’ (Çev. Ertuğrul Uzun, Eskişehir: Verba, 2019) başlıklı eserde “Türkçe Baskıya Önsöz” üst başlığıyla yayımlandı.
2- Karl Marx.
3- Alena Heitlinger, Women and Social Change in Socialist Societies, with Special Reference to the Soviet Union and Czechoslavakia, Leicester Üniversitesi, Doktora Tezi, 1977, s. 80.