Ana Sayfa Blog Sayfa 123

Direniş güzelleştirir

Flormar işçileri, uzun süredir direniyor. Kozmetik sektörünün önemli firmalarından biri olan Flormar, işçilerin haklarını vermiyor. OHAL’den de beter Saray Rejimi’ni arkasına alan her patron gibi Flormar patronu da, işçilerin taleplerine kulaklarını tıkıyor.

Flormar’da direnen işçiler ise, “Flormar değil, direniş güzelleştirir” diyorlar.

Doğrudur, yerindedir.

Bilimsel anlamda doğrudur. Hayatın gerçeğidir. Direniş dışında insan kalmanın, insan onurunu korumanın, haklarına sahip çıkmanın yolu yoktur. Direnmek, hakkına sahip çıkmak, en temel insan olma göstergesi hâline gelmiştir. Ve kim direniyorsa, insanlaşıyor, insana ait her şeyi hücrelerinde yeniden yaşamaya başlıyor.

Boyun eğen, hakları gasp edilince susan, korkudan kendi haklarına sahip çıkmayan işçi, giderek, kendini ezen Saray Rejimi karşısında insan olmaktan çıkıyor. Bu, çirkinliğin, çirkinleşmenin, onurunu yitirmenin ta kendisidir.

Sadece Flormar işçisi direnmiyor.

TüvTürk işçileri de direniyor.

3. Havalimanı işçilerine bakın, yıllardır orada, insanlıkdışı işkence koşullarında, “milletin anasını” sözlerinin sahiplerinin şantiyelerinde, Rönesans şantiyelerinde, Özdemir İnşaat şantiyelerinde, Saray’ın müteahhiti Cengiz İnşaat’ın şantiyelerinde köle gibi çalıştırılan, yüzlerce kardeşleri inşaat alanında ölen ve betona gömülen işçiler, birdenbire, direnişle güzelleştiler.

İzmir’de İZBAN işçileri direniştedir.

Cargill işçileri direniştedir. Türkiye’de tarım politikalarını belirleyen, özel tohumlarla tüm toprağı zehirleyen, GDO’lu üretimin motoru, Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretlerinde koltuğunun altına dosyaları sıkıştırılan Cargill işçileri, direniştedir. Çiftçinin kendi tohumunu sertifika gerekli diyerek ektirmeyen TC devletinin politikalarını oluşturan bu Cargill firmasıdır. Cargill, AK Parti döneminde 4 kere yasa değiştirmiş ve bunu bizzat “eyy Amerika” diye konuşan Erdoğan yaptırmıştır.

Şimdi, acaba Cargill işçisi sadece kendi adına mı direniyor?

Süperpak işçileri direniyor.

Tariş işçileri direniyor.

Bunlar sadece birkaçı. İşçiler direniyor, işçi sınıfı direniyor. Direndikçe, düşünmeye başlıyor, direndikçe özgürleşiyor, direndikçe insanlaşıyor, direndikçe, işçi kardeşliğinin ne demek olduğunu anlıyor, direndikçe sınıf bilinci gelişiyor.

Direndikçe, işçiler, bir sınıf olduklarını anlıyor, kavramaya başlıyor.

Direniş güzelleştiriyor, eğitiyor, öğretiyor, daha büyük mücadele günlerine hazırlıyor.

Saray Rejimi’nin saldırgan, karanlık, yalanlarla beslenen baskı politikalarına rağmen, işçilerin direnişi her alanda gelişiyor.

Bu saydıklarımız sadece ilk akla gelenler, sadece öne çıkanlar, sadece uzun süredir süren direnişlerdir. Oysa bunlar, gerçekleşen direnişlerin yüzde biri bile değildir. İşçi sınıfı, yokluk, horlanma, açlık, işsizlik, aşağılanma koşullarına karşı direnme seçeneğine sarılıyor.

İşte bu nedenle, Saray’ın koridorlarını korku salmıştır. Saray’da çalışan temizlik işçileri, Saray’da çalışan elektrikçiler, Saray mutfağında çalışanlar, kısacası Saray’da biraz fazla maaşla tutulan işçiler, Erdoğan’ın en büyük korkusudur. Acaba, Saray mutfağından mı zehirlenecek, yoksa Saray’da çalışan bir temizlik işçisi önüne mi atlayacak? Erdoğan’ın Saray’ında korku hakimdir. Bunun için işçilere, özellikle hakkını arayan, direnen işçilere saldırıyor.

Baskı ve şiddet, sadece ve sadece, kendi korkularını bastırıyor. İşçi ve halk hareketi, bir süre suskun kalabilir, ama sürekli sessiz kalması mümkün değildir.

Saray’ı saran korku, elektrik masrafları ile giderilecek korku değildir. Her ışığı yaksanız da, bu korku alttan geliyor.

Bu nedenle Saray, akıl almaz bir saldırganlık sergiliyor.

Bu nedenle, Gezi Direnişi’ne saldırmak için, yıllar sonra dahi, uyduruk iddianameler hazırlıyorlar.

Bu nedenle, Kürt halkına dönük saldırıların ardı arkası kesilmiyor.

Bu nedenle, seçime giderken Saray, “istemediğim belediye başkanı seçilirse kayyum atarım” diye tehditler savuruyor.

Bu nedenle Saray, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen örneğinde olduğu gibi, kendisine karşı çıkan herkesi cezalandırmak için yargıya emirler yağdırıyor.

Açık ve net olarak Saray Rejimi gösteriyor ki;

Basın, karanlık üretmekle, yalan üretmekle görevli, tamamen devlet kontrolünde bir araçtır.

Yargı, tamamen, ordu ve polisten oluşan baskı aygıtının açık bir uzantısıdır. Yargı, tamamen baskı aygıtına monte edilmiştir.

Ordu, polis, yargıdan oluşan baskı aygıtı, çetelerle takviye edilmiştir. Çeteleşme, tüm devlet yönetiminin her alanında egemendir.

İşte Saray Rejimi budur.

Baskı ve devlet terörü ile, işçileri, halkları sindirmeye, susturmaya çalışıyorlar. Biraz dik duran aydınlara saldırıyorlar.

Aydınların suskunluğu ne kadar utanılasıdır.

İşte işçi direnişlerinin yayılması da o kadar aydınlatıcı olacaktır.

Uzun ve utanılası, insanı kirleten sessizlik dönemi boyunca işçiler, pek çok haklarını kaybetmişlerdir. Devlet, çeteleri ve patronlar, işçilerin haklarını gaspetmişlerdir. Erdoğan açık olarak, işçi düşmanı tutumunu her fırsatta dile getirmiştir. Grev ertelemeleri, iş cinayetleri karşısında bu denli aşağılayıcı, bu denli kibirli, bu denli zalim tutum alan Erdoğan, şimdi işçilerin 2020 TL’lik asgarî ücretinin büyük bir ödül olduğunu açıklıyor.

Ve şimdi, bıçak kemiğe dayanmıştır.

İşsizlik, açlık, yoksulluk, sokakta kol gezmektedir.

Ve işçiler, direnme yoluna girmişlerdir.

Direniş özgürleştiriyor.

Direniş birleştiriyor.

Direniş karanlığı deliyor ve aydınlatıyor.

İşçi sınıfının gerçek gücünü anlamasının tek yolu direniştir.

Direniş, örgütlülükle gelişir, örgütlülük ne kadar sağlam ise o kadar zafere ulaşmayı garantiler.

Yaşasın örgütlü direniş!

Selâm olsun, direnerek güzelleşene!

Yaşasın işçi sınıfının birliği ve kardeşliği!

Çete devletin nihai mağduru: Ceren Damar

Çete devletin yarattığı kültür hızla karşılığını buluyor. Dizileriyle, egemenlerin söylemleriyle, her gün yeniden ürettiği bu kültürün toplumun birçok kesiminde yarattığı algı kadına yönelik şiddette, değersizleştirilen akademide ve üniversitelerdeki özel güvenlik-polis-paramiliter üçgeninde kendini göstermekte. Bu algının en basitinden karşılığını dizilere özenerek çetecilik oynayan çocuklardan tutun ismi türlü yolsuzluklarla, iş cinayetleriyle anılan Cengiz-Kolin-Limak inşaat çetesine kadar görmekteyiz.

Akademisyenlerin hukuksuzca ihraç edilmeleri, Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsünde devletin okullarını bırakmak istemeyen akademisyenlerin karşısına polisi dikmesi, açlığa mahkum edilen ihraç akademisyenlerin her türlü direnişine gerek desteklediği paramiliter çeteleriyle gerek polisiyle saldırması akademiyi değersizleştirmekte, çete devlet örgütlenmesinin açığa vurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Üniversitelerde son yıllarda çıkan kimlik sorma, çanta arama vb. güvenlik uygulamaları ise öğrenci hareketine ket vurmak için yapılan naylon güvenlik önlemleridir. Özel güvenliğin pek yakın olduğu kampüs içi paramiliter oluşumlar elini kolunu sallayarak kampüse girebilirken, bizim öğrenciler olarak bahçede üç kişi otururken etrafımızda güvenlik görevlilerinin belirmesi, ailelerimizin dahi kampüs sınırlarına birkaç güvenlik onayından geçmeden girememesi, geçen seneye kadar İstanbul Üniversitesi’ne enstrümanla dahi giremememiz; bu güvenlik önlemlerinin öğrencilerin güvenliği için değil, egemen güçler ve onların çeteleri için olduğu gerçeğinin en somut karşılığıdır. Bir kadın akademisyenin, kendi odasında vurularak öldürüldüğü gerçeği de çete devletin ayrımcı dilinin körüklediği kadına yönelik şiddetin aldığı boyutu göstermekte.

Bütün bu olaylara baktığımızda, birbirinden bağımsız olmadıklarını görüyoruz. Bu çete devletin işine gelmeyen, kendisine katamadığı her unsurun ezilmesi, yok edilmeye çalışılması işleyişinin doğal bir sonucudur. Çete devletin yansımalarının sonucu olarak 24 yaşında genç bir kadın akademisyen, Ceren Damar öldürülmüştür. Bizler bu düzene karşı birlik olmadıkça, sesimiz teker teker çıktıkça maalesef ki düzenin son kurbanı Ceren hocamız olmayacaktır. Bu düzene karşı olan öfkemizi, itirazımızı, başka bir dünya hayalimizi somutlaştırmanın tek yolu örgütlü bir mücadeledir.

Umut sende, umut birbirimizde, umut örgütlü direnişte!

Özgür Lise Dergisi 45. sayı çıktı

İçindekiler;

-Merhaba

-Özgür Liseli Olmak

-Bir Devrimcinin İlk Engeli Aile Hapishanesi

-Çobanına Aşık Koyunlar

-Aramızdalar Şimdi ve Daima

-Bir Liseliden Toplumun Düşünce Yapısı

-Aptal Mı Bu Çocuklar Yoksa Aga?

-Açlıktan Verem Olana Bal Ye Diyorlar

-Haberler

-Okur Mektupları

Dergi temin noktaları için sosyal medya hesaplarımıza mesaj atabilirsiniz.

https://www.facebook.com/ozgurlise

İşçi Gazetesi’nin 168. sayısı çıktı

Gazetemizi, Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği (AKA-DER) şubeleri, Kaldıraç yayınevi büroları ve yayınlarının satışını yapan kitapevlerinden temin edebilirsiniz.

Okurlarımızı, İşçi gazetesini daha fazla emekçilere ulaştırmak için yürütülen dağıtım satış faaliyetlerine destek olmaya davet ediyoruz.

Dünyayı istiyoruz kırıntıları değil!

İşçi Gazetesi / 26 Kasım 2018

Bu gemi zafere ulaşacak!

İstanbul, Ankara, Antakya ve İzmir’de Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu ve Erdal Eren nezdinde devrimci mücadelede hayatını kaybeden yoldaşlarımız anıldı.

Yoldaşımız, ortağımız Komutan Bekir Kilerci (Burhanettin Akdoğdu), 13 Aralık 1997 yılında Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildiğinde, yoldaşlarına ve sınıfına, şiirleri, öyküleri ve kavgasıyla bir yaşam bıraktı.

Yoldaşımız, ortağımız Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için okulunun tuvaletinde asılarak katledildiğinde, gençti, onurluydu. İnsanların yaşamına bilgiyle, sevgiyle, umutla sızan biriydi. İnsan olmanın çığlığı oldu.

Ortaklarımız için İstanbul, İzmir, Ankara, Antakya’da anma etkinlikleri düzenlendi. Bekir Kilerci için 13 Aralık’ta Bandırma’da, Ali Serkan Eroğlu için 24 Aralık’ta Tire’de mezar başı anmaları yapıldı.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu kavgamızda yaşıyor!

Kaldıraç dergisi İstanbul bürosunda yapılan anma öncesinde, Ekim Devrimi’nin 101. yılına ithafen Abbasağa Parkı’na Ekim Devrimi konulu görseller yapıştırıldı. Anma, tüm devrimciler nezdinde yapılan saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Bekir Kilerci’yi anlatan belgesel gösterimi izlendi. Propaganda video-eylem grubunun Bekir Kilerci’nin “Kibrit Meselesi” öyküsünden hazırladığı video seyredildi. Video, salonda okunan şiirlerle tamamlandı. Kaldıraç temsilcisinin; bu sisteme, baskıya, aşağılanmaya karşı insan olarak kalabilmenin tek yolunun direnmekten, devrimci olarak yaşamaktan geçtiğini vurgulayan konuşmasından sonra Bekir Kilerci’nin öykülerinden ‘Mustafa’yı Isıtmak İçin’den düzenlenmiş tiyatro oyunu ilgiyle izlendi.

AKA-DER Sarıgazi, Gazi, Kadıköy, Maltepe Şubelerinde anma etkinlikleri düzenlendi. Alibeyköy’de ‘Komutan Bekir Yaşıyor Anadolu Savaşıyor’ pankartı ile meşaleli yürüyüş yapıldı. Aydos’ta yapılmak istenen sokak anmasına polis saldırısı oldu, 6 okurumuz gözaltına alındı.

“Dünyayı değiştirmek, gerçeği değiştirmek irade işidir”

Ankara Düşkapanı Sahnesi’nde yapılan anma, Bekir Kilerci’nin Savaşçının Türküsü kitabındaki “Resim” adlı öykünün tiyatro temsiliyle başladı. Oyunun ardından Nâzım Hikmet’in “Kan Ter İçinde” şiiri okundu.

“Devrettikleri isyan bayrağı aydınlık yarınlara bir adım daha yaklaştırıyor” denilerek Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşu ile devam eden anmada Kaldıraç dergisi adına Yusuf Bahtiyar Özkan tarafından konuşma yapıldı. Özkan, 101. yılını yaşadığımız Ekim Devrimi’ni yaratanlara selâm göndererek başladığı konuşmasında, bugün yaşadığımız koşullarda örgütün ve örgütlü mücadelenin gereklerine vurgu yaptı. Özkan; “Örgütlü olmak demek cesur olmak demektir. Gerçeği anlayabilmek, kabullenmek ve onunla yüzleşebilmektir cesaret. Bu yüzleşmeyi yapmadan, alışkanlıklarımızdan kurtulmadan mücadelemizi sürekli bir atılganlıkla yürütmek mümkün değildir. Biz bir an için hevesi kabarıp, bu insanlık tarihi kadar eski özgürlük ve komünizm mücadelesini sonuna kadar sürdüremeyiz. Biz daha derinden gelen, daha oturmuş bir enerji ile sürekli mücadeleyi sürdürür ve yükseltebiliriz. Elbette ‘gerçeği’ değiştirmek için buradayız. Dünyayı değiştirmek, gerçeği değiştirmek irade işidir. İrade, aynı zamanda bu yolun dikenli ve uzun olmasına da dayanıklılık demektir. Yoldaşlardan aldığımız ve her gün yeniden öğrenmeye çalıştığımız bu iradeyi, morali, iddiayı içinden geçtiğimiz şu günlerde ve önümüzdeki dönemlerde gelişecek hareketlilikleri öngörerek yeni 15-16 Haziran’lar, Gezi’ler için daha da çelikleştirmeliyiz. Çelikleştirmeliyiz ki bu irademizi, örgütlülüğümüzü, örgütümüzü yeni Ekim’leri ve Küba’ları yaratabilelim” dedi. Katılan dost kurumların selâmlanmasının ardından Grup Liberte’nin söylediği marşlarla anma etkinliği sonlandırıldı.

Tuzluçayır’da ise önce mahalle içinde ajitasyon ve sloganlara yürüyüş yapıldı, daha sonra Tuzluçayır Meydanı’nda anma programı gerçekleştirildi. Örgütleme çağrısı yapılan anmada; “İnsanlık tarihini, örgütlenerek kaderini ellerine almaya karar veren işçiler, emekçiler, halklar yazacaktır” denildi.

Şimdi ve daima

İzmir TÜMTİS Şubesi’nde yapılan anma programı saygı duruşu ile başladı. Ardından sinevizyon izlendi ve Bekir Kilerci’nin “Kibrit Meselesi” öyküsünden hazırlanan kısa film seyredildi. Bekir’in ve Ali Serkan’ın şiirleri okundu. Serkan’ın mücadelesini bugün de fakültelerde, kampüslerde sürdüren yoldaşlarımız adına Kaldıraç’tan öğrenciler konuşma yaptı.

Kaldıraç adına yapılan konuşmada; “Kapitalizm kendi varlığı için gerekli olanı bize ihtiyacımız olanmış gibi sunmaya çalışır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, insana dair olanı yok etmeye güçleri yetmemektedir. Kurtuluşumuzun tek yolu örgütlenmektir. Mesele inandığımız şey uğruna ne yapmak istediğimiz ve adım atmaktan imtina etmemek meselesidir. Gezi, yılların verdiği birikimin sonucudur ve bugün de bu birikim mevcuttur. Nihaî zafere ancak hep birlikte adım atarak ulaşabiliriz” denildi. Son olarak; “Kurtuluşumuz devrimci sosyalizm mücadelesindedir. Bu çağ sırtımızdan geçinen asalakların son çağıdır. Onlar da biliyor ki; bu baskı ve zulüm onları ayakta tutmaya yetmeyecek. Örgütleneceğiz, örgütleyeceğiz ve korkularını gerçeğe çevireceğiz” sözleriyle anma sonlandırıldı. Anmada, Grup Yorum Korosu ezgileriyle, Partizan ve İHD konuşmalarıyla “Devrimci Dayanışmayı Yükselteceğiz!” vurgusu yaptılar.

Yolunuz yolumuzdur!

Antakya AKA-DER Şube ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen anma; Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu ve Erdal Eren şahsında tüm devrim şehitleri adına gerçekleştirildi. Kaldıraç temsilcisinin konuşmasının ardından etkinlik sinevizyon gösterimi ve şiirlerle devam etti. Anma etkinliği, Kaldırım Müzik Topluluğu’nun müzik dinletisi ile sona erdi.

[vcv_widgets tag=”wpWidgetsCustom” key=”” instance=”%7B%22key%22%3A%22%22%2C%22value%22%3A%22%22%7D” args=”%7B%22before_title%22%3A%22%22%2C%22after_title%22%3A%22%22%2C%22before_widget%22%3A%22%22%2C%22after_widget%22%3A%22%22%7D”]

Gelen Gün Bizimdir!

İnsanın insana kulluğunun sonuna geliyoruz. Bu kulluk, kapitalist-emperyalizmdir. Dünyanın her yerinde ölen, öldürülen, tecavüz edilen, gelecekleri karartılan çocuklar demektir kapitalizm. Emperyalistlerin paylaşım savaşıyla yarattığı açlık ordusudur. Hayatta kalmak için botlarla ölüm denizlerine açılan milyonlarca insan demektir. Kapitalizm, ilaç şirketleri, hastane sahibi patronlar, hükümetler sırtımızdan biraz daha kazansın diye hasta edilmektir, önlenebilir hastalıklar yüzünden milyonlarca insanın ölmesidir.

Kapitalizm, her gün ölebileceğini bilerek, çocuğunun karnı doysun diye inşaatlara çalışmaya giden işçilerin hafriyatlara atılan bedenleridir. Düştü… Al, götür, kepçeyle kum taşır gibi, at. Üstüne de kum at.

Havaalanının harcına karışsın işçi kanı, terinin karıştığı kadar…

Patronlar, burjuvalar ve onlar adına yöneten devletleri, hep ister. İşçiler çalışsın, daha çok çalışsın, güçleri tükeninceye, başka bir şey düşünemeyecek hale gelinceye kadar çalışsın. İşleri bitince de ölsün işçiler. Sessizce ölsün. Anaları sessizce ağlasın, çocukları sessizce ağlasın. Bir tek ağıt duyulmasın ki binler, on binler işçi cinayetlerinde ölürken, yüz binler kâr savaşlarında ölürken, kalanlara kölelik koşulları dayatılırken, onların saltanatı sürsün… Ama işte, sonuna geliyoruz.

Bugün fazladan ömür süren kapitalizm, televizyonlarda her gün kravatlarla yağlı enselerini gördüğünüz kodamanlardır. Çocuklarımızın geleceğini karartmak için planları vardır. İliğimizi sömürmek için her gün yeni planlar peşindedirler. Bolluk içinde yüzerler. Gırtlaklarına kadar dolarlara ve boka batmışlardır. Tatlı uykularını bölen bir tek kâbusları vardır: Ya bir gün ayaklar baş olursa? Ya fabrikaları, yönetimleri ele geçirirlerse? Ya bir gün bu böcek diye ezdiklerimiz, bu kalabalık örgütlenir de bizi çizmelerinin altında çiğnerlerse…

Çiğneyeceğiz, sözümüz olsun. Alıp götürüp betona gömdüğünüz işçiler adına çiğneyeceğiz. Çocuklarımızın gözleri korkuyla açılmasın diye çiğneyeceğiz.
Aşağıladığınız emek adına, insan aklı adına çiğneyeceğiz. Sevmenin sadeliği ve güzelliği adına çiğneyeceğiz.

Burada bizden bahsetmenin tam sırası. Biz kim miyiz? Devrimcileriz. Devrimcilik katılaşmış yürekler demek değildir. Devrimcilik yaşamın tam göbeğinde olmak demektir. Yüzyılların katliamları, aşağılanmaları, sömürüsü bizde kıpkızıl bir sınıf kini yaratırken, biz bir yandan ipekli bir kumaş dokur gibi yaşarız. Çünkü biz bu yeni çağın çocuklarıyız. Biz, işçi sınıfının elleriyle özgür bir yaşamın filizlenmesi için elinden geleni ardına koymayanlarız.

Yoldaşımız, ortağımız Komutan Bekir Kilerci (Burhanettin Akdoğdu), 13 Aralık 1997 yılında Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildiğinde, yoldaşlarına ve sınıfına, şiirleri, öyküleri ve kavgasıyla böyle bir yaşam bıraktı.

Yoldaşımız, ortağımız Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için okulunun tuvaletinde asılarak katledildiğinde, gençti, onurluydu. İnsanların yaşamına bilgiyle, sevgiyle, umutla sızan biriydi. İnsan olmanın çığlığı oldu.

Onlar devrimciydi. Onlar bu çürümüş sistemin sonunu getirmek için savaşan tüm insanlar gibi insandılar.

Ve işte sonuna geliyoruz. Çünkü bu sistemin egemenleri, insan aklını ve yüreğini paramparça edecek, üreterek insan olan insanın onurunu ve sevgisini yok edecek bir formül bulamamıştır. Öyleyse tarihin çöplüğüne gömülecektir bu sistem. Tıpkı insanın insana kulluğuna dayanan sınıf egemenliklerinin tümü gibi…

Ve insanlık tarihi başlayacaktır. Üretmenin ve sevmenin ne demek olduğunu bilen sıradan insanların tarihi; bizim tarihimiz… Onu, örgütlenerek kaderini ellerine almaya karar veren işçiler, emekçiler, halklar yazacaktır. Bu uzak bir gelecek değil; bugünümüz, gerçeğimizdir. İşyerlerinden, fabrikalardan bugün gelen direniş sesleri çoğalacak, birleşecek ve örgütlenecektir. Başka yolu da yoktur yaşamanın. İnşaatlarda kum torbası olmadan, göç yollarında telef olmadan, aşağılanmadan, korkmadan, özgürce yaşamanın tek yolu direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kaderini ellerine almaktır. Bu çağ, sırtımızdan geçinen asalakların son çağıdır. En zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Bundandır azgınca saldırmaları. Çünkü gelen gün bizimdir.

Örgütleneceğiz. Yarını beklemeden, bugün adım adım örgütlenecek, yapmamız gerekeni bugün yapacağız. Ve emeğin yüce toplumunu, kardeşliğin ve doymanın, sevmenin ve yaşamanın toplumu sosyalizmi kuracağız.

Komutan Bekir kavgamızda yaşıyor!

Ali Serkan Eroğlu kavgamızda yaşıyor!

Devrim için ileri! Ya sosyalizm ya ölüm!

Kriz ve işçi sınıfının örgütlenmesi

Evet, biz biliyoruz ki, her kriz gibi bu kriz de, parababalarını daha zengin hâle getirecek, yoksulları da daha yoksul.

Evet biz, tüm işçi ve emekçiler, geniş halk kitleleri, milyonlar, buna razı olmak istemiyoruz. Ama biliyoruz ki, devleti elinde tutan egemenlerin, bunun için çok sayıda aracı, olanağı vardır. Ordusu, polisi, çeteleri ile işçi ve emekçilerin her talebinin karşısına çıkıyorlar. Baskı ve şiddet ile, her türlü hak arama eylemini bastırmaya yöneliyorlar. Hukuk da bunun, bu baskı aygıtının açık bir parçası hâline gelmiştir.

Hukuk, her zaman, egemen olan kim ise, hangi sınıf ise, onun hukukudur. Burada egemen olan, burjuvalardır.

Ülkemizde burjuva egemenlik, sömürgesi olduğu emperyalist güçlerin, NATO içinde yer alan güçlerin doğrudan desteği ve kontrolü ile sağlanmaktadır. Bu devlet, elbette onların devletidir ve krizi, işçi ve emekçilere yıkacaklardır.

Vergilerle, zamlarla, doğrudan veya dolaylı her yolla, halkın cebine ellerini sokacaklar, sofralarındaki ekmeğe göz koyacaklardır.

Bu, her zaman yaptıkları şeydir, sadece bugün değil.

Bugün de, zamları devreye sokacaklar. İşsizlik arttıkça, işçi ücretlerini baskı altına alacaklar. Gazete köşeleri, TV ekranlarından, işçi ve emekçilerden, halktan fedakârlıklar isteyecekler, din adamları aracılığı ile “sabır” telkin edecekler. Her yolla, işçi ve emekçilerin krizin faturasını kabul etmesini isteyecekler. Buna karşı çıkanlar oldu mu, ki var ve olacak, onlara karşı da cop, TOMA, silah, hapishane vb. devreye girecek. Baskı ve şiddetle, halkı sindirmeye çalışacaklardır.

Zaten bunu yapıyorlar.

Denemedikleri baskı türü, şiddet biçimi kalmamıştır ama yine de buna devam edecekler.

Tüm bunlar, işçi ve emekçilerin susturulması içindir.

Fransa’da benzine yapılan vergi artışını protesto etmek için “sarı yelek” giyerek başlayan protestoya 300 bin kişinin katıldığını duyuyoruz. Sendikalar, işçi örgütleri, tüm sivil toplum örgütleri harekete geçti ve karşı durmaya başladılar.

Ülkemizde, biz, bu krizin faturasını ödemek istemediğimizi açık olarak beyan ediyoruz. İşçi ve emekçiler, açıkça bu krizin faturasını ödemek istemiyor. Ama, nihayetinde bu bir mücadeledir.

İşçi sınıfı ve emekçiler bu mücadelede yeterince örgütlü değildir.

Örgütlü olmak güçlü olmanın ilk adımıdır.

Örgütsüz olmak da güçsüz olmak anlamına gelmektedir.

Açıktır ki, bu kriz, yansıtıldığından çok daha derindir.
Sürdürülen yağma ve rant ekonomisinin iflası, tıkanması anlamına gelen bu kriz, çok kısa sürmeyecektir. Krizin daha başında olduğumuz anlaşılmaktadır. Daha krizin şiddetinin artmaya başladığı Ağustos ve Eylül aylarından bugüne kadar, binlerce işçi işini kaybetmiştir, binlerce insan açlıkla karşı karşıyadır. Binlerce kişi, borçlanarak aldıkları evlerinin taksitlerini ödeyemez durumdadır. Yüz binlerce insan kredi kartları üzerinden yaptıkları borçları idame ettirme sürecinin sonuna gelmiş, artık kredi kartlarını ödeyemez duruma düşmüşlerdir. Ve daha yolun başındayız.

Bu katlanarak sürecektir.

Hem işsizlik artacak, hem de artan hayat pahalılığı işçilerin bellerini bükecektir. Daha şimdiden yaşamı devam ettirmek için başvurulan çareler tükenmeye başlamıştır.

Şimdi, krizin faturasını ödememekte gerçekten samimi isek, gerçekten böyle bir bilincimiz varsa, bunun yolunun bireysel arayışlardan değil, toplu, örgütsel anlayışlardan geçtiğini aklımıza kazımamız gereklidir. Her işçi, her emekçi, kendine açıkça sormalıdır, yalnız mıdır? Eğer işçi ve emekçiler, milyonlarca üyesi olan işçi sınıfının, toplumun büyük ağırlığını oluşturan sınıfın bir parçası olduğunu ve bunun gereği olarak, topluca direnmenin gereğini anlayabilirse, işte o zaman krizin faturasını ödememek için gerekli olan örgütlü mücadeleyi yükseltebiliriz.

Nasıl örgütleneceğimiz sorusu da bu bilinçte yatar.

Gerçekten örgütlenmek gerektiğine inanabiliyorsak, bunu gerçekten bir çare olarak görebiliyorsak, işte o zaman örgütlenmenin yollarını da geliştirebiliriz.

Hayatı üreten biziz, işçi ve emekçilerdir. Hayatı üretenler, mutlaka ve mutlaka ellerindeki gücü örgütleyecek yolları da bulabilirler.

Birçok sendika, işçi sendikası olmaktan çıkmış, patronların sendikası, devletin uzantısı hâline gelmiş durumdadır.

Bunu biliyoruz. Ama bu sendikaları geri almak mümkündür. Bunun için geliştirilecek örgütlenmenin her tür yolla hayata geçirilmesi acil bir görevdir.

Her yol ve araçla örgütlü mücadeleyi geliştirmek, bugünden, hemen şimdi atılacak adımlarla başlayacaktır.

Her mahalle, her işyeri, her fabrika, her okul, her fakülte, hayatın her alanı, bu örgütlenmenin vücut bulacağı alanlardır.

Bunun küçük veya büyüğü yoktur. Bir hamlede, fersah fersah ilerleme yapmayı beklemek yerine, mucize denilen şeyin en küçük, en sıradan örgütlenme ve mücadele adımlarından geçtiğini bilmek gerekir.

Örgütlenme ve direniş denildiği zaman kavranması gereken doğru ilke, her yerde, her zamanda, her yol ve araçla, küçük adımları küçümsemeden ilerlemektir. İşçi sınıfının bunu yapacak hem sabrı, hem de enerjisi vardır.

Krizin faturasını işçi ve emekçiler ödemesin istiyorsak, bunun yolu, örgütlenme ve direniştir.

Milyonların küçük adımları, mucizeler yaratacak güçtür.

Bugün, bu örgütlenme her zamandakinden çok daha acildir.

Bu sadece krizin faturasını ödememekle sınırlı değildir. Yaşamı savunmak, sömürüye ve aşağılanmaya son vermek, sınıfsız ve sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmanın da yolu, biricik yolu budur.

Geleceği kazanmanın tek yolu bu örgütlü direniştir.

Bugün Anadolu’nun, Türkiye’nin her bölgesinde geniş halk kitlelerinin ihtiyaç duyduğu güç, bu örgütlenmeden geçmektedir. İşçi sınıfı, kendi gücünün, kendi olanaklarının farkına ancak bu yolla, direnerek ve örgütlenerek varabilir.

Sınıf savaşımı; görünen ve gerçek olan

Bugün, sınıf savaşımı, toplumsal mücadelenin “gündem”ini doldurmuyor gibidir. On yıllardır, sanki, sınıflar arasındaki savaşım önemini kaybetmiş gibi, gölgede kalmış gibidir. Sanki, gündemi dolduran çatışmalar, gündemi dolduran olaylar, sınıf savaşımının yerine başka çelişkilerin geçtiğini gösterir gibidir.

“Gibi”dir, çünkü gerçekte öyle değildir. Görünen ile gerçek arasında her zaman bir farklılık vardır. Bu nedenle Marx der ki; eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı. Bilim, görünenin yanıltıcılığını aşmak, gerçeği, gerçek olanı bulabilmek için gereklidir. Eğer her gerçek kendini dolaysız, çıplak olarak ortaya koymuş olsa idi, yani her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek olmazdı.
Kuşku yok ki, dış görünüş ile onun altında yatan gerçek arasında bir ilişki de vardır. Görüntü, birçok durumda, gerçeği gizlemenin yolu olsa da, aslında, bilimsel bir bakış ile ikisinin bağı da ortaya çıkarılabilir.

Toplumsal yaşamı dolduran birçok gelişme, olay ve süreç, sanki birbirinden tamamen kopuk, sanki her biri kendi içinde hareket eden, ortaya çıkan, gelişen ve evrimleşen bağımsız şeyler olarak görünür. Oysa toplumsal yaşamın, toplumun, toplumsal gerçekliğin, kendi kuralları vardır ve bunları bilirsek, olup biteni anlamak kolay olur.

Metafizik metot, olayların her birini birbirinden bağımsız, ayrık olaylar olarak ele alır. Oysa diyalektik yöntemde, olaylar, hem birbirine bağlıdır ve hem de olup-biten şeyler değil, başlayan, evrilen, değişen süreçler olarak ele alınır. Diyalektik metodun başarısı da buradan gelir.
İdealist düşünce, nasıl ki, insanı ve evreni yaratan bir tanrı fikrinden hareket ederse, bu düşüncenin toplumsal hayatta ifadesini devam ettirir, yazgı, kader, kısmet vb. bu anlayışın ürünüdür. İktidarlar, tanrının bir kararı olur, yoksulluk ise en iyi ihtimalle öbür dünya için iyi kullarına karşı bu dünyada bir sınav olur.

Oysa materyalist düşünce, insanın yazgısını kendi eline verir. Ve bu materyalist düşünce, diyalektik yöntemle birleşti mi, toplumsal gerçeklik de dahil, insanı çevreleyen gerçekliği ortaya çıkarma, bilebilme olanağı ortaya çıkar.
Bilmek, elbette insanı rahat bırakmaz.
Bilmek, gerçeği görebilme gücü elde etmenin başlangıcıdır.

Bilmek, gerçeği değiştirmeye doğru adım atmanın yolunu açar.

Yani bilgi, bilimsel bilgi, “bardakta durduğu gibi durmayan”dır. Bileni, bilgiye ulaşanı değiştirmeye başlar.
İşte topluma böyle bakarsak, bazı sonuçlara ulaşabiliyoruz. İnsanlık bu bazı sonuçlara çoktandır ulaşmıştır.

Biliyoruz ki, toplum, doğanın devamıdır. Doğanın bir parçası olarak insan toplumu, aslında hem onun içindedir, hem de onu belli ölçülerde aşmanın kendisidir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Eğer yeni doğan bir çocuğu, hırsızların arasına koyarsanız, hırsızlık dışında bir şey bilmezse, ormana koyarsanız, konuşacak insan olmazsa, diyelim 20 yaşında nasıl bir insan ortaya çıkacağını bilmek, aşağı yukarı mümkündür. En azından belli açılardan. İnsan toplum içinde şekilleniyor. Elbette bu toplumun, binlerce yıllık tarihi var ve bu tarih boyunca oluşan bilginin bir bölümü, genetik olarak da aktarılıyordur. Ama toplumsal yaşam dedik mi, sadece bugünü kastetmiyoruz.

Şimdi, bir çocuğun baklava çalması, bunun hırsızlık olarak ilan edilmesi ve bu nedenle kendisine 36 yıl ceza verilmesi, aslında, yıllardır süren sömürü düzeninin, sınıflı toplum yapısının sonucudur. O çocuğun aç kalması, o çocuğun baklava çalmak zorunda olması, en başta aç olması ile, sonra, üretilmiş yiyeceğin eşit olarak bölüşülmemesi ile, kısacası mülkiyet ilişkileri ile bağlıdır. Cezanın kaynağı da budur. Nitekim, bir bankayı soyan, devlet kasasından trilyonlar götüren bir kişiyi karşısında bulan savcının hemen “vicdanı” harekete geçer ve bu trilyonlardan pay alabilir miyim diye düşünür, alır ve o kişi 36 yıl hapse mahkûm olmaz. Oysa çocuk, topluma karşı suç işlememişti. Baklava çalarak, baklavanın sahibi olduğunu ilan etmiş ve hukuken öyle tanınmış kişinin diyelim ki 100 TL’lik malını çalmıştı. O baklava, “sahibi” için, yiyecek değil, satılacak bir metadır. Çocuğun karşısına çıkarıldığı hakim için ise, alınacak pay olmayan bir baklava hırsızıdır. Hakim, en iyisinden baklavayı, “baklavanın sahibi” olan dükkânın sahibinden bir işaretle, bedava olarak alabilir. Öyle ise o çocuktan alabileceği bir şey yoktur. ‘Vicdanı’nın sesini dinleyip, 36 yıl cezayı verir. Örnek olsun, bir başkası yapmasın diye de gerinerek yürümektedir. Oysa bir devlet soyucusu karşısında yapacağı en akıllıca şey, bir komisyonla görmezden gelmektir. Adalet, bir anda kör olmuştur. Baklava çalan çocuk, mahkemenin görkemli salonunda, adaletin ürkütücü yönünü görmüştür. Savunma bile yapamaz. Oysa trilyonlar götürmüş olan bay işadamı, mahkemeye geldiğinde, salondaki kürsünün acınası hâline, hakimin bir başka yerden komisyon olarak alınmış olan giysilerine bakarak, bunda bir sefillik bulur. Savunmasını ise, el altından vicdan satın alarak yapmıştır zaten.

İdealist düşünceye göre, bu durum, çocuğun kaderi, kör olası adaletin kör gözünün işaretidir. Zenginin yırtması ise, bu dünyaya ait bir kazançtır, o zengin, öbür dünyada allahın huzurunda borcunu ödeyecektir. Oysa baklava çalan çocuğun borcunu ödemesinin yeri, mutlaka bu dünya olmalıdır.

Diyalektik materyalist bir kişi için bu durum, sınıflı toplumların, mülkiyet ilişkilerinin ve bunun belirlediği hukuk sisteminin, devletin kimin devleti olduğu gerçeğinin somut ifadesidir. Hakim hukuk sistemi, tümü ile varlıklıların, sömürenlerin, egemen sınıfın hukuk sistemidir. Hakim, çocuğu cezalandırmakla, zengin soyguncuyu hukuka uygun tarzda aklamakla görevlidir. İşi budur. Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.

Demek ki, biliyoruz ki, insan toplumu, doğal yaşamın bir devamıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumsal sistem, kendisi bir maddedir, doğar, büyür, gelişir, yok olur ve yerini bir başkasına bırakır.

Belli bir toplumdaki düşünce, egemen düşüncedir. Hukuk sistemi, egemenlerin hukuk sistemidir.

Biliyoruz ki, bu toplumsal devinimin bir aşamasında, sınıflı toplumlar ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplum, toplumun çıkarları birbirine zıt iki temel sınıfa ayrılması demektir. Bunlardan biri, üretim araçlarının sahibidir. Üretim araçlarının sahipleri, diğerlerini sömürme olanağı elde ederler. Köleci toplum, bu toplumların ilkidir. Devlet, bu sınıfların ortaya çıkmasının sonucudur ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için geliştirdiği aygıttır, örgüttür. Elbette egemen sınıflar, yönetmek için, sadece silâhlı adamlar ve baskı aygıtını kullanmazlar. Aynı zamanda toplumsal inanışları vb. de kullanırlar ve kendi egemenliklerini geniş üretici yığınlara kabul ettirirler, onların “rıza”sını alırlar.

Kapitalizm, bu sınıflı toplumların en sonuncusudur, aynı anlama gelmek üzere en gelişmişi, en iğrenci, insanın kendine en çok yabancılaştığı sınıflı toplumdur.

Ve tüm sınıflı toplumların tarihi, nihayetinde sınıf savaşımları tarihidir.

Demek oluyor ki, sınıflı toplumlarda belirleyici çelişki sınıflar arasındaki çelişkidir.

İşte, tüm diğer çelişkiler, buna uygun olarak rol oynarlar. Çelişkiler, birbirinden bağımsız, ayrı ayrı yol almazlar. Tersine, toplumsal çelişkilerin tümü, bir arada, iç içe geçerek varlıklarını devam ettirirler. Sınıf savaşımı, bu çelişkiler içinde belirleyici olanıdır. Zaman zaman, diğer çelişkiler öne çıkar, sınıf çelişkilerinin üstünü bile örterler. Ama alttan alta bu gerçek, sınıf çelişkilerinin belirleyiciliği işleyip durur.

Diyelim ki, bir savaş durumu, önce sınıf çelişkilerini arkaya atar. Ama gerçekte, sınıf çelişkilerini daha da keskinleştirir. Bu pek çok örnekte böyledir.

Onlarca yıldır, içinde yer aldığımız toplumda, sanki sınıf çelişkileri arka plana düşüyor. SSCB’nin çözülmesi ile “ruhuna fatiha okunan sosyalizm”in bittiği iddiaları, bu arka plana düşen sınıf çelişkilerinin yarattığı tablo ile birleşti ve sanki, sınıf savaşımı bitti görüşünü besleyecek bir toplumsal veri oldu.

Dünyanın yeniden paylaşılması savaşı, sanki, sınıfların varlığından uzakmış gibi ele alındı. Sanki, dünyayı paylaşanlar, daha büyük sömürü, daha gelişmiş bir egemenlik peşinde değilmiş gibi. Birbiri ile büyük savaşlara tutuşan uluslararası tekeller, aynı zamanda ortaklaşa, sınıf savaşımın gereklerine uygun adımlar attılar. Özelleştirmeler, sanki kapitalizmin kutsanması olarak sunulurken, aslında sınıf savaşımının tam da içinde bir karşı-devrim saldırısı idi. Oysa sınıf savaşımının bittiğinin işareti olarak sunuldu.

Çünkü sınıf savaşımı, sadece barikatta çatışmak, sadece siyasal bir savaşım değildir. Sınıf savaşı, ideolojik, ekonomik ve siyasal yönleri olan bir savaşımdır. Ve egemen sınıf, devleti elinde tutan sömürücü sınıf, ideolojik savaşımı da etkili yürütmeyi başardı.

Bugün SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 29 yıl geçti. 30 yıl, bir insan yaşamı için uzun ve önemli bir süre olsa da, toplumsal hayat için o kadar da uzun bir süre değildir. Ve bu 30 yıl boyunca da sınıf savaşımı tüm gerçekliği ile sürdü, sürüyor. Ama her zaman, gündemi oluşturan şeylerin, çatışma ve süreçlerin arkasında kalarak, gölgede kalarak ve gölgede bırakılarak.

Oysa bugün, bu açıdan bir yeni dönem başlamıştır. Başlamıştır, diyoruz, başlayacaktır demiyoruz. Zira, SSCB çözüldüğünde sevinç çığlıklarına simge olmuş olan “tarihin sonu”nun yazarı bile, “sosyalizm gereklidir” demeye başlamıştır. O diyorsa, süreç çoktan ilerlemiş demektir.
2011 yılında, Suriye savaşı başladığında, birdenbire, IŞİD çeteleri kafalar kesmeye, ortalığı kana bulamaya başladığında, sanki bu durum sınıf savaşımının dışında, sanki bambaşka bir çelişki imiş gibi sunulmaya başlandı.

Oysa bugün, IŞİD çetelerinin arkasındaki güçlerin başındaki ABD, IŞİD’e karşı en etkili mücadeleyi yürüten Kürt halkının siyasal örgütü PKK yöneticilerinin başına ödül koyduğunu açıklamaktadır.

Bugün, dünyada bir yeni paylaşım savaşımı sürmektedir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya beşlisi, diğer güçleri de çeşitli ittifaklarla yanlarına alarak, bir paylaşım savaşına girişmişlerdir. Libya bunun en açık örneğidir. Batı’nın demokrasi kurma “çabası”, bugün Libya’da tüm gerçeği ile ortadadır. Latin Amerika’da, ABD’nin, seçilmiş sol yönetimlere karşı azgın saldırıları, Yemen’de olup bitenler, dünyanın çoktan bir savaş alanına döndüğünü göstermektedir. Bu beşli, dünyayı paylaşım savaşımını, egemenlik savaşımını, değişik biçimlerde yürütmektedir.

Tüm yeryüzünde filizlenen gericilik, karşı-devrim hattı, çeteleşme, bu savaşımın sonucudur.

Ve tüm bunların, bu savaş ve kargaşanın içinden, sınıf savaşımı, yeniden yükselmektedir. Bu sınıf savaşımı, emperyalist metropolleri de içine alacak şekilde yeniden yükselişe geçmiştir. Almanya, Fransa, ABD, İngiltere ve daha az olmak üzere Japonya, sınıf savaşımının yükselişine sahne olmaya başlamıştır ve bu giderek daha da artacaktır. 30 yıla yakın süre boyunca zaferlerinin tadını çıkartan dünya tekelleri, artık, birbirini boğazlamak için dayanılmaz bir istek duymaktadırlar. Rekabet yasasının yeni çağdaki işleyişi böyle değil midir?

Kapitalizm çoktandır sınırlarına dayanmıştır. Bugün kapitalist-emperyalist sistem, fazladan ömür sürmüş bir kocamış canavardır. Değişik bir varlığa dönüşmüştür. Fazladan ömür sürmüş bir laboratuvar hayvanı gibidir. Her şeyi yıkıp yok ederek varlığını uzatmak için uğraşmaktadır. İnsanı insan olmaktan çıkartmak dışında varlığını devam ettirme olanağını kaybetmiştir. Çoktan, tarihe karışması gereken bu sistemin, tarihe karşı direnişidir bu. Bu nedenle, “tarihin sonu”nu arıyorlar.

Onların “tarihin sonu” dedikleri yer, tarihin insanlaşarak yoluna devam edeceği yer olacaktır.

Dünyanın hemen her ülkesinde, işçi sınıfı, çaresizlik içinde, örgütsüz olarak yeniden kendine gelmektedir. Bu bir diriliş dönemidir. Aşağılanan, hiç yerine konulan, ezilen, sömürülen, mezara konulan, kölece bir yaşama mahkûm kılınan üretenler, işçiler, emekçiler, zincirlerini kırmak için hazırlanmaktadırlar. Elbette vücutları güçlenmeye, akılları berraklaşmaya ihtiyaç duymaktadır.

Tüm toplumsal yaşamı, gökyüzünü kaplamış olan karanlık, artık delinmeye başlamıştır. Bu karanlığı, bu kara gökyüzünü dağıtacak fırtınalar, toplumun en altında, en dipte güç toplamaktadır.

Biz, devrimciler, bu tarihin, bu dipten gelen dalganın sesiyiz. Bu nedenle, hiç ama hiç ara vermeden, büyük bir enerji ile, sakin ama büyük bir inançla örgütlenmeyi, dünyanın her yerinde geliştirmekle yükümlüyüz. Dünyanın her yerinde işçi eylemleri yükselecektir. Bu işçi eylemleri, bu anti-kapitalist eylemler, düz bir çizgi ile yükselmeyecektir. Elbette, bir yükselecek bir geri düşecektir. Ne yükseldiğinde, şaha kalkma zamanıdır, ne geri düştüğünde yasa bürünme zamanıdır. Tersine, uzun bir diriliş sürecidir bu ve çoktan başlamıştır. Bugünü yıkacak, yarını kuracak bu mücadelenin zor bir mücadele olacağı, tüm tarihsel deneyimlerle sabittir. Bilinmez değildir. Mücadele, bugün bizden, bu çetin savaşıma hazırlıklı olmamızı istemektedir.

Umutlarımızı besleyecek, kemiklerimizi ısıtacak, karanlığı dağıtacak aydınlık ve güneşli günler, kendiliğinden gelmezler. Bu karanlık, bu gericilik, bu emperyalist egemenlik, kendini ömrünü uzatmak için, daha başka saldırılara da girişecektir. Bu, devrim ve karşı-devrim hatlarının büyük çarpışmasına kadar böyle sürecektir. Zafer, altın tepside gelmeyecektir, tersine tırnaklarımızla sökülüp koparılacaktır.

Suriye savaşı, İran ve Türkiye

Tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, Soçi’de imzalanan Türkiye-Rusya anlaşması ile birlikte, İdlib sorunu zamana yatırıldı. Tansiyon düştü. Suriye sahasında, savaş, daha düşük bir seyir izlemeye başladı. 15 Ekim’e kadar, Türkiye, operasyonların olmaması karşılığında, çetelerin ağır silâhlarını teslim edecekleri ve silâhsızlandırılmış bir bölge oluşturacağı sözünü verdi.

Tahran’da gerçekleşen üçlü toplantı, bu sürecin ilk adımı oldu. Türkiye, devlet olarak IŞİD, Nusra vb. çetelerle bağını itiraf etti. Onların adına “ateşkes” talep etti. Böyle olunca, Türkiye’nin ilişkilerini kullanarak, bu çeteleri bölgeden çıkarma planı için Rusya ile bir anlaşmaya varmasının yolu açıldı.

TC devleti için açık sorudur: Suriye’den çıkartılan bu çeteler, Türkiye’ye getirildikten sonra, ne oldular? Bunlar, içeride devletin çıkarları için kullanılmak üzere mi organize ediliyor, yoksa başka ülkelere, ABD tarafından verilen adreslere mi teslim ediliyor?

Tahran toplantısı ve İdlib süreci, sadece Türkiye’nin çeteler ile olan ilişkilerini itiraf etmesi ile sınırlı kalmadı. Bu itirafla Türkiye, çetelerin gerçek sahibi olan ABD, İngiltere ve İsrail’i yükten de kurtarmış oldu.

Ama ikinci bir gelişme daha ortaya çıktı. TC devletinin tüm dış politikası, her ne kadar Rusya-İran hattı ile ilişkileri olsa da, her ne kadar S-400 sistemlerini almak gibi işlere girişilse de, tüm dış politikası, Washington’un açık talimatlarına bağlı olmaya devam etmektedir. İdlib süreci bunun en açık kanıtıdır.

Muhtemelen Ruslar, kendilerini tekrar kandırılmış hissetmektedir. McKinsey’e ekonominin teslim edilmiş olması, zaten bunun gereği idi. Rusların bunu görmemiş olması mümkün değil. McKinsey anlaşmasının tazelenmesi 2017’de olduğuna göre, bunu olsa olsa sadece Türkiye halkları bilmiyordu. Öyle ise, Türkiye bir kere daha Rusları kazıklamışa benzemektedir.

Ve buna rağmen, Suriye sahası anlamsız bir sakinlik içindedir. Elbette sahada çok şey oluyor, ama tansiyon düşük seyretmektedir. Ve dahası, İdlib meselesi olduğu gibi durmaktadır. Suriye için, öncelik İdlib meselesi olmak üzere, Kürt meselesinin de ana noktasını tuttuğu, yeni anayasa sürecinin başlatılması sorunu var. İdlib ne kadar uzarsa, tüm bunlar da o kadar uzamaktadır.

Suriye’nin, tüm yabancı güçler çekilsin açıklamalarının aksine, ABD, arkasında NATO desteği ile, bölgede daha da yerleşik bir hâl almaya, Kürtlerin alanları başta olmak üzere, Rakka çevresine yerleşmeye çalışmaktadır.
Tam bu süre içinde 6 Kasım’da ABD seçimleri vardı. Ve 5 Kasım’da ABD, yeni İran ambargosunu uygulamaya koydu.

Yeni İran ambargosunun açık bir haydutluk olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Zaten bir ABD tutumu olarak bu durum biliniyor. Türkiye, HalkBank davasında, “senin ambargondan bana ne” diye nutuklar atıyordu. Oysa yeni ambargo sürecinde, ABD’den, muafiyet talep etti. Öyle anlaşılıyor ki, bazı limitli muafiyetler de aldı.

Bu hâli ile İran ambargosu, hiçbir sonuç vermeyecek, etkisiz kalmaya mahkûm, ABD’nin haydutluğunun göstergesi olarak kalacaktır. İran’ın bu yolla diz çökmeyeceği açık olsa gerek. Ama yine de bölgede, nükleer anlaşma sonrası oluşan rahatlama, tamamen ortadan kalkacaktır.

İsrail, İran karşıtı cepheyi oluşturmak için, epey bir çaba sarfetmişti. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün vb. bu cephenin içinde yer aldıklarını açıklamıştı. İşte İsrail, bu ambargonun gelmesi sürecinde, Arap ülkeleri ile açıktan, Filistin karşıtı ve İran karşıtı ilişkiler kurduğunu ilan etti. İsrail, peş peşe, Ekim sonu, Kasım başında, Umman, BAE, Dubai, Çad gibi ülkeleri açıktan, gizlice değil, duyurularak, fotoğraflanarak ziyaret etti.

Ambargo, belki en çok bu işe yaramıştır. İsrail, Araplar nezdinde açık bir tanınma, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi süreci tamamlama, Filistin meselesini “yüzyılın anlaşması” adını taktıkları anlaşma ile tamamlama sürecini hızlandırmıştır.

Tüm bunlar İran’ın etki alanını kırma girişimleridir. Ve elbette Türkiye, bundan çok ama çok hoşlanmaktadır.

İşte tam bu noktada, Türkiye, Rusya-İran ile oluşturdukları ittifakın dışına çıkıp, ABD emirleri çerçevesinde hareket edeceğini ortaya koymaktadır. ABD, bu durumu Kürt kartı ve ekonomik krizi kullanarak mı yaptı? Kanımızca, böyle düşünmek, Türkiye’deki ABD varlığını eksik anlamaktır. TC devleti, doğrudan ABD emirleri ile davranmaktadır, bu yeni değildir. Bu, on yıllardır böyledir. NATO, bunun ana mekanizmasıdır. Sadece, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kontrolü konusunda bir çatışma vardır ve SSCB dağıldıktan sonra bu “ortaklık” çatlamıştır. Bunun etkileri dışında bir başka süreç görünmemektedir. Türkiye’nin bağımsız davrandığı ya da davranacağı düşüncesi doğru değildir.

Evet Türkiye’nin bir şark kurnazlığı vardır. Bu durum, ABD’nin Türkiye’ye bölge için verdiği roller nedeni ile “fırsatlar” gören TC yönetiminin, en başta da Erdoğan ve Genelkurmay’ın, “bağımsız” bir ülke süsü ile davranıp, pay kapma kurnazlığıdır. Bu “kurnazlık” da ABD denetiminden uzak değildir. Suriye savaşında, Suriye’nin ve Suriye’deki halkların, en başta da Kürtlerin IŞİD çetelerine karşı direnişi, Suriye savaşının ABD ve müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanması, Türkiye’nin Rusya ve İran’a yakınlaşmasını doğurmuştur. Bu bir tercih değildir. Ve ABD açısından, sınırları belli bir davranış modudur. Bu kadar.

Elbette, ekonomik kriz ve Kürt meselesi, ABD tarafından kullanılmıştır. Zaten Türkiye, bu pazarlığa çoktan razıdır.
Tam bu noktada, ve bu çerçeve içinde, ABD, Suriye’deki Kürt hareketini kontrol edebilmek için, Türkiye ile işbirliğine razı olacağı izlenimini vererek, Türkiye-İran-Rusya ilişkilerini bir anda kesebilir konumdadır. Türkiye de buna çoktan hazırdır. Erdoğan, sahibi tarafından affedilmiş olmanın heyecanını yaşamaktadır. Durum böyle gelişirse, olacak olan da budur.

İşte ABD’nin, PKK yöneticileri için para ödülünü koyması, tam da bu anlamda bir mesajdır. ABD, PKK olmaksızın, Suriye’de bir tarz Barzani yönetimi oluşturmak istemektedir. TC devleti ile ABD arasında var olan sorunları çözmek adına, şimdi, İran’a karşı cepheyi daha da büyütmek istiyorlar.

Türkiye, İran’a karşı savaşta açıktan roller almayı kabul etmiştir. Bunun karşılığında ne kadar para alacağını bilmiyoruz. Ne kadar ileri gidebileceklerini de. Ama İdlib meselesinin uzatılmasının ana nedeni böylece ortaya çıkmaktadır. İdlib meselesi, İran’a karşı operasyonlarda zaman kazanmak için uzatılmak istenmektedir.

Erdoğan, bu sürece uygun olarak, artık ne Şangay Beşlisi’nden söz ediyor, ne de S-400’lerden. Artık, gündemde Ukrayna ziyareti ve Ukrayna ile askerî işbirliği projeleri, Kırım meselesi vb. var. Bu durum, Rusları “kazıklamak” denilen sürecin bir tekrarıdır. Görünen budur.

Öte yandan, bu sürecin, önceden, Ruslar tarafından, İran tarafından görülmeme ihtimali yoktur. Ne İran, ne Rusya, Türkiye’ye derin bir güven duymamıştır. Türkiye’nin, herkesi memnun etme, herkesi uyutma, herkesi idare etme, herkese kazık atma politikası olarak tarif edilen şark kurnazlığı ile elde edeceği sonuçları hep birlikte göreceğiz.

Tüm bunlar, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesi sürecidir. Kaşıkçı cinayetini Suudilere karşı halifelik alanında önalmak için kullan, diye öneriler dinleyen Erdoğan’ın İran ile çatışmaya aynı tarzda girmesinin sonuçları acaba ne olur? Acaba, bunca yıldır hiçbir sınır savaşına girmemiş bu iki gücün savaşı, kime kazandırır? İsrail ve ABD planlarının bu tarzda Türkiye içinde etkili olması, sadece bağımsız bir ülke olmama durumunu göstermez, aynı zamanda, tetikçiliğin ileri boyutlarına delalettir. Türkiye, emperyalist planlar çerçevesinde, kendisine dahi kurşun sıkan bir boyuta getirilmiştir.

Bu durum, “ulus devletler” önemini kaybediyor tezini, emperyalist versiyon açısından doğrular. Elbette, söz konusu olan bir sömürgeleşmiş devlet ise, önemini kaybetmiştir. Ama söz konusu olan bir ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olunca, “ulus devlet” tüm ağırlığı ile yükselmektedir. İşte bu tezin gereği olarak, Türkiye, bu bölgedeki emperyalist paylaşım savaşımında tetikçi olmayı kabul ederek, kendini “önemsiz” hâle getirmiştir. Türkiye’nin yönetenleri, kendilerini, kendi devletlerini, ancak emperyalist efendileri onlara “siz önemlisiniz” dediklerinde ve o ölçüde önemli görebilmektedir. Artık, tetikçilik, “ben gerekliyim” mesajını vermenin aracı hâline gelmiştir. Efendileri adına, neler yapabileceklerini göstererek, onaylanmak istemektedirler.

Bu nedenle, tüm komşularına karşı saldırgan bir dış politika sürdürüyorlar. Bu dış politikanın sahipleri, tıpkı McKinsey gibi “yerli”dirler. Türkiye’nin dış politikası, NATO üyeliğinden bu yana, asla ve asla kendisi tarafından oluşturulmamıştır. Hele 1980 sonrasında bu politikalar, daha çok ABD’ye bağlanmıştır ve AK Partili dönemde, doğrudan, bir ABD memuru tarafından organize edildiklerine şüphe yoktur.

ABD’nin planı açıktır.

Suriye yenilgisini kabul edip, alıp evine dönmeyecektir.
ABD, savaşı büyütmekten yanadır. Evet ABD içinde de farklı gruplar vardır. Ama bugün görünen, İran’a karşı cepheyi genişletme politikasıdır. Bunun için, Türkiye’yi yönlendirmeleri de zor değildir. Elbette, İran, Suriye kadar kolay bir “lokma” görünmemektedir. Hele ki, Suriye’nin ne kadar kolay bir lokma olduğu, yenilgi ile anlaşıldıktan sonra. Ama bu ABD’nin sorunu değildir. Yeni ABD Dışişleri Bakanı’nın, “Ankara’nın NATO’dan çıkmamasını ümit ettiğini” söylemesi, aslında yol ayrımının yaklaştığını göstermektedir.

Türkiye, içinde Astana süreci de dahil, Rusya ve İran ile ilişkilerini değiştirme noktasındadır.

Bu noktada yeniden İdlib meselesi önem kazanmaktadır.
Öyle görünüyor ki, taraflar, özellikle Rusya-İran-Çin tarafı, süreci hızlandırma peşinde değildir. Bu nedenle tansiyonu düşürdüklerini görebiliyoruz. Ama aynı şey, ABD, İngiltere, İsrail cephesi için söz konusu değildir. Tersine onlar, daha atak davranma peşindedirler.

Önümüzdeki aylar, cephelerin netleşeceği bir süreçtir.

PKK yöneticilerine karşı ABD ödülü

Suriye savaşı, çevresindeki ülkeleri de içine çekmiştir. Aslında yerel alanda, Suriye sahasında, bir uluslararası savaş yaşanmaktadır. Bu savaşın büyük güçleri de savaşa dahil olmuş, ama savaşı, belli bir sahada yoğunlaştırmakla sınırlı kalmışlardır.

Suriye savaşı, öyle kolay bir savaş olmadığını çoktan ortaya koymuştur. Ve bugün bu savaşın bir yönü emperyalistlerin müdahalesi ise, diğer yönü de Suriye halklarının ve Esad güçlerinin ciddi direnişidir. Özellikle Kürt halkının, diğer halklarla birlikte, neredeyse tüm Suriye halklarının direnişi, bölgede IŞİD çetelerini yenmiştir. Emperyalistlerin kullandığı bu çeteler sahadan temizlendikçe, savaş değişik biçimler almaya yüz tutmuştur.

ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan vb. bu savaşın genişlemesinden, İran’a karşı savaşa dönüştürülmesinden yanadırlar. Ve bugün, Suriye savaşı, Türkiye’de bir iç savaşa dönüşmüştür, Suudi Arabistan’da, Ürdün’de, hatta İsrail’de de bunun izleri vardır.

Bu, sadece bölge devletleri açısından öyle değildir.

Bu durum, savaş sürecinde önemli bir direniş gösteren Kürtler açısından da böyledir.

Kürt hareketi, 1970’lerin sonunda, 1980’lerde, Türkiye’de, önemli bir çıkış yapmıştır. Kürt Devrimi adını verdiğimiz bu süreç, diğer üç Kürdistan bölgesini de şu ya da bu ölçüde etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir.

Yakın döneme kadar, PKK önderliğindeki Kürt hareketine karşı, gerici, uzlaşmacı, emperyalistlerin uzantısı haline gelmiş Barzani hareketi öne çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu yolla, Kürt halkının devrimci yönelimleri yok edilmeye, Kürt sorunu, emperyalist paylaşım savaşımının bir aracı hâline getirilmeye çalışılmıştır. Kürt devrimcileri, en başından bu yana, kendi içlerindeki Barzanici, gerici, feodal kalıntılara bağlı, aşiretçi yapılara karşı birçok yolla mücadele etmişlerdir.

Bizce 1992 yılından başlayarak, Kürt uyanışı, “ulusal uyanma” noktasını aşmıştır. Kürt devrimcileri, bu noktanın üzerine yatarak, Barzanici bir tarza yol vermemiş, uyanışı, sosyalizm ve toplumsal kurtuluş yönüne yönlendirmeye çalışmışlardır. Devrimin geldiği o günkü aşamada, devrimi ileri taşımak isteyenlerle, devrimi yeni bir tarzda emperyalizme bağlanmak için son nokta olarak görenler arasında bir mücadele içten içe yürümüştür.

Suriye savaşı ve Rojava devrimi, devrimci cephenin gücünü artırmış, ama aynı zamanda, yeni olanaklarla birlikte, yeni zorlukları da devreye sokmuştur. Sağlıklı bir devrimci çizgiyi sürekli kılmak, elbette oldukça zordur. Emperyalist güçlerin bölgeye yığıldığı bir süreçte, farklı Kürt unsurların farklı ilişkileri kullanma isteği, pratik bir gereksinim olmanın ötesinde yapılanmalara yol açmaya başlamıştır. Suriye Kürdistanı’nda, Barzanici güçler, açıktan IŞİD çetelerinin direnişin üzerine sürülmesine, Rojava devriminin bu yolla boğulmasına olanak tanımıştır. Başaramadılar. Ama, bugün, Kürt hareketi içinde, Suriye’de ABD ile ilişkileri gelişkin bazı yapılanmaların oluşumu da engellenememiştir.

Türkiye’de barış sürecinin sonlandırılması süreci, tam bu noktada, ABD emri ile, Kürt hareketinin üzerine Türkiye’nin büyük çaplı saldırılar ve katliamlarla gitmesi, aslında, ABD’nin kendine bağlı bir Kürt hareketini Suriye’de etkili kılma isteğinin bir parçasıdır. ABD, PKK’yi sıkıştırarak, işbirliğine zorlamıştır.

Bugün, PKK yöneticileri için dolar bazında ABD tarafından para ödülleri konulması, bu aynı sürecin parçasıdır. ABD, hem bu yolla, PKK’ye karşı Türkiye ile birlikte olduğunu Türkiye’ye bildirmekte, böylece, Suriye sahasında ABD denetiminde bir Kürt varlığına yardımcı olmasını istemektedir, hem de Suriye’deki Kürtlere, “PKK çizgisinden uzaklaşın” mesajı vermektedir.

Böylece ABD, Suriye sahasında ortaya çıkan, IŞİD çetelerinin yenilmesinde önemli başarılar elde eden direniş çizgisini yok etmek istemektedir. Bu “direniş hattı”na karşı, açık bir emperyalist savaş ilanıdır.

Bu nedenle “ödül” konulmasına, etkisiz ve göstermelik diye bakmak, hatalı olur. Bu durum, direniş hattına karşı, karşı-devrim hattının müdahalesidir.

Biz devrimci sosyalistler, örgütlü mücadeleye inanırız. Örgüt; özgürlük, özgürleşme demektir. ABD’nin, bölgenin direniş hattının, en gelişmiş örgütüne karşı bu hamlesi, bu nedenle son derece anlaşılırdır. Ama aslında bu sadece PKK’ye karşı bir hamle değildir. Böyle düşünmek, olup biteni anlamamak olur.

Suriye savaşı, bir emperyalist müdahale olarak başlamıştır. Suriye devletinin, bu müdahale öncesinde, ülkenin halklarına karşı davranışlarını “makul görmek” endişesi ile, Suriye’nin direnişini küçümsemek hatalı olacaktır. Ama öte yandan, Suriye direnişi, en çok da, halkların direnişidir. Bunu da bilmek gerekir. Suriye sahasında emperyalist işgalciler ve onların çeteleri bir yenilgi yaşadı ise, bu en başta direnen halkların ortak eseridir.

Biz, direniş hattından söz ettiğimiz zaman, bunu sadece Suriye ile sınırlı olarak da söylemiyoruz. Ama savaşın en çok, bugün, yoğunlaştığı yerdeki direnişin, bu direniş hattının gelişimine katkısı da küçümsenemez.

Bu çerçevede, emperyalist güçlerin, en başta da ABD-İngiltere-İsrail cephesinin, yenilgiyi kabul edip geri çekilmeyeceklerini de bilmek gerekir. ABD’nin, PKK yöneticilerini hedef olarak ilan eden, aşağılayıcı “ödül” saldırısı, aslında tüm direniş hattını, bu hattaki herkesi hedef alan bir eylemdir.

Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir. Biz Marksistler, böyle bakarız. Bugün, ABD’nin bu hamleleri, sınıf savaşlarının tarihinden bakanlar için gayet anlaşılırdır. ABD, bu açıklama ile, IŞİD çetelerinin sahibi olduğunu da beyan etmiştir. Dün, Tahran’da, Türkiye, İdlib’deki çetelerin hamisi olduğunu beyan etmek zorunda kalmıştı. Bu bir itiraftır. Bugün, ABD, tüm Suriye ve Irak sahasındaki IŞİD çetelerinin veya benzeri çetelerin gerçek sahibinin kendisi olduğunu itiraf etmektedir.

Yakın geçmişimizde, bölgede ve dünyada, sınıf savaşımlarının altan alta tüm hızı ile devam eden sınıf savaşımlarının üstü örtülmekte idi. Sistem, bunu başarabilmekte idi. Sanki, sınıfların savaşımı dışında bambaşka çelişkiler, sınıf savaşımının önüne geçmekte, onun üzerini örtmekte idi. Bugün, bu kısmen vardır. Ama önümüzdeki dönem, sınıf savaşımları, yeniden öne çıkacak, üzerindeki örtüyü parçalayacaktır. Bu açıdan tüm dünyada yeni bir dönemin başladığını söylemek abartılı olmaz. Er ya da ger gerçekleşecek olan şey, şimdi gerçekleşmektedir.

Elbette, dünya gericiliği, onun başını çeken ABD ve NATO güçleri, buna uygun adımlar atmaktan çekinmeyecektir. ABD’nin bu adımı, bununla da sınırlı kalmayacaktır.

Emperyalist güçler, Suriye savaşı ile, bir halk direnişi ile karşılaştılar. Bu direniş, Irak’ta, Irak savaşında olmadı. Bu direniş, Libya savaşında olmadı. Ama Suriye savaşında, halkların gösterdiği direniş, emperyalist efendilere, bundan sonrası için işaretleri vermiş olmalıdır.

Emperyalist güçler kendi aralarında paylaşım savaşını yürütürken, halkları birbirine kırdırmayı severler. Ve eğer karşılarında bir direniş bulurlarsa, işte bu direnişi, baş düşman olarak hedef tahtasına almaktan çekinmezler. Olmakta olan da budur.

Gerçekte, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımını da ortadan kaldıracak, bölgemiz ya da dünyamız için gerçek anlamı ile bir barış kapısını aralayacak şey, halkların anti-emperyalist direnişidir. Barış ve özgürlük, ancak ve ancak, emperyalistlerin bölgemizden kovulması ile mümkündür. Dahası, yeryüzünden kapitalizmle birlikte tüm sınıflı toplumları silmeden, devirmeden, gerçek anlamı ile bir barış kapısını da aralayamayız. İnsanlık, özlediği, susadığı barışı elde etmek için, sosyalizm ve devrime ihtiyaç duymaktadır. Bu, bir emperyalist güce karşı diğerini desteklemek gibi ucuz uyanıklıklarla sağlanamaz. Tam tesine, tüm emperyalist güçlere, onların yerli uşaklarına, işbirlikçilerine karşı, devrimin zaferi dışında barışın garantisi yoktur.

Bu nedenle, gelişmekte olan, boy atmaya başlayan “direniş hattı”nın çok büyük bir değeri vardır.

Suriye savaşı ile kazanılan bu direniş ruhu, tarihte görüldüğü gibi, özgürlüğün, özgürleşmenin, barışın ve kurtuluşun tek yoludur.

Hangi halkın ne derece örgütlü olduğu, çok önemli ama ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, işçi ve emekçilerin, halkların açık olarak bu direniş cephesine katılması, bu doğrultuda örgütlenmesidir.

Bölgemiz özelinde, yüzlerce yılın şekillendirdiği kölelik, emperyalizme bağımlılık ilişkileri, kökten sökülüp atılmalıdır. Yaşanan acılar, yaşanan katliamlar, ödenen büyük bedeller, direnişin daha da büyümesinin gerekliliğini göstermektedir. Hiçbir zaman özgürlük, onurlu yaşam, barış, emperyalist güçlerin halklara sunacağı bir şey olamaz. Tarih bunu defalarca ispatlamıştır.

Bugün de durum bu derece de açıktır: Ya emperyalist zincirler altında köleler olarak yaşayacağız ya da kendi kaderimizi kendi elimize almak demek olan direniş çizgisine katılacağız ve defalarca yenilsek de, zafere kadar bu mücadeleyi sürdüreceğiz.

Bugün, biz Türkiye’de, işçi sınıfının, emekçilerin örgütlenmesinin yollarını açmak zorundayız. Görevimiz budur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...