Ana Sayfa Blog Sayfa 123

Toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütlenmesi

Son dönemde, burjuva medya, liberal yazarlar, dönek solcular, hep birlikte dillerine Sivil Toplum Örgütlenmesi kavramını doladılar. STK diye kısaltılıyor. O kadar ki, STK, giderek bizim eski bir kavramımızın “Demokratik Kitle Örgütü” kavramımızın pabucunu neredeyse dama atıyor.

Bu yeni de değil.

Burjuvazi, sadece copla, sadece şiddetle, sadece hapishaneleri, yargısı, silâhlı adamları ile işçi sınıfının toplumsal kurtuluş, sosyalizm, özgürlük mücadelesini bastırmıyor. Hayır sadece bu baskı aygıtları ile yetinmiyor. Aynı biçimde, ciddi ve yoğun bir ideolojik mücadele de sürdürüyor. Bu ideolojik mücadele, en başta, işçi sınıfının öncü kesimlerinin aklını bulandırmak, onları hareketsiz, ufuksuz bırakmak içindir.

Bilinen bir örnektir: SSCB çözüldüğünde, burjuva cephede sevinç nidaları biraz dindiğinde, “tarihin sonu” çığlıkları yerini biraz olsun gerçekliğe bıraktığında, tüm burjuva kalemşörler, yanlarına dönek solcu aydınları da alarak, “elveda proletarya” güzellemelerine başladılar.

“Elveda proletarya”, bugün dahi etkisini sürdüren bir saldırıdır.

Burjuvazi, elbette, sadece ve sadece “ekonomik bir varlık” olarak, işçi sınıfını tanımayı kabul eder. Ne de olsa, üretecek olanlar, üretim bantlarında ömrünü tüketecek olanlar gereklidir. Ve bu, hiçbir zaman bir robot ile gerçekleştirilecek bir süreç değildir. Her ne kadar makinalaşma gelişirse gelişsin, canlı emek ve canlı emek deposu olarak işçi, kapitalizmin her zaman ihtiyaç duyacağı bir sınıfın üyesidir. Bu nedenle, “ekonomik” bir sınıf olarak, canlı emek deposu olarak proletaryaya “elveda” denilmiyordu.

Onlar, 1848’de başlayan, kapitalist dünyanın üzerinde yer aldığı yeryüzünü sarsan, proletaryanın devrimci dirilişinden söz ediyorlardı. Onların elveda demek istedikleri şey, bu idi. Yani devrimci proletarya, yani burjuvazinin egemenliğini yıkan, Ekim Devrimi ile dünyanın önemli bir bölümünde sosyalizmin zaferini ilan eden, kapitalist pazar ilişkileri ağını darma duman eden muzaffer proletaryaya elveda demek istiyorlardı.

Yoksa onlara, her zaman, kendi emirlerinde çalışacak, kanlarını emecekleri geniş işçi yığınları lazımdır. Bugün, dünya proletaryasının sayısı, 4 milyarı geçmiş durumdadır. Bu 4 milyar ve fazlası olmadan, dünyanın çok küçük bir azınlığı, yaklaşık binde 5’i, nasıl böylesi bir zenginlik içinde var olabilir, yaşayabilir? 10’dan az ailenin servetleri, dünyanın yarısınınkinden nasıl daha fazla olabilir?

Elveda proletarya diye haykıran kalemşörleri bilmeyiz ama, kapitalist tekeller, bu bir avuç azınlık, “proletaryasız” bir hayatın kendileri için cehennem olduğunu biliyorlar. Onlar, kendi cennetlerinin, bu 4 milyarı aşkın insanın cehennemlerinin üzerinde durduğunu çok ama çok iyi biliyorlar.

Burjuvazi, işçi sınıfı var olmadan var olamaz.

İşçi sınıfı, elbette burjuvazi var olmadan var olabilir, ama artık burjuvaziyi alaşağı etmiş ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son veren bir sistemi kurmuş ise, bu sistem tüm yeryüzünü ortak bir cennete çevirmiş ise, kendisi de artık bir “sınıf” olarak değişmiş, ortadan kalkmış demektir. Artık, tüm toplum emekçilerden oluşur ve artık, iki karşıt sınıf yok demektir. Oysa burjuvazi, işçi sınıfı olmadan var olamaz. Karşılığı ödenmemiş emeklerine el koydukları emekçiler yoksa, sömürenler de yok demektir.

Kapitalist toplum, sınıflı toplumların sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, sınıflı toplumların en “gelişmişi”dir. Demek oluyor ki, sınıf savaşımının da en gelişmiş olduğu toplumdur.

Kapitalist toplum, kendinden önceki “kardeş” sınıflı toplumlarda, kölecilik ve feodalizmde var olan sınıf savaşımı deneyimlerini de içererek gelişmiştir. Sadece kendi dönemindeki sınıf savaşlarından öğrenmiyor.

Bu nedenle, tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, tarihin en sert sınıf savaşları kapitalist topluma aittir. Bunun sarsılmaz kanıtı ise, burjuvazinin geliştirdiği örgüt olan devletin, kendinden önceki devletlerin sınıf savaşımı deneylerini de içerecek biçimde eriştiği “yetkin”liktir. Burjuva devlet, bir savaş makinası olarak işçi sınıfının karşısına çıkar.

Burjuva devlet, sadece faşist bir devlet olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı öncesinde değil, sonrasında da bu biçimdedir. Burjuva demokrasisi, ancak hamkafalı liberal-solcuların akıllarında vardır. Burjuva demokrasisi, elbette burjuvazi için bir demokrasi anlamında kastediliyorsa vardır. Dün Hitler Faşizmi de öyle idi. Bugün, dünyanın her kapitalist ülkesinde devlet, Hitler Faşizmini aratmayacak şekilde yetkinleşmiş, onu aratmayacak ölçüde baskıcı, onu aratmayacak ölçüde kontrol mekanizmalarına sahip, onu aratmayacak şekilde yalancı vb.dir. Bugün ABD’deki devlet, gerçekten bir demokrasi olarak tanımlanabilir mi? Ya da Fransa’daki ya da Almanya veya İngiltere’deki? Batılı Demokrasi diye sayılan ülkeler, savaşın, vahşetin, katliamların planlandığı ülkelerdir.

Ama elbette bu ülkelerde burjuvazi için bir “demokrasi” vardır ve ilke ve kurallar vardır.

Günümüz burjuva devleti, tekelci polis devletidir. Faşizmin tüm dişlilerini içeren bir devlettir bu. Ve değil sadece bizim ülkemizde olduğu gibi baskı ve şiddetin öne çıktığı koşullarda, her koşulda devlet, tekelci polis devletidir (Tekrar olmaması açısından, “Tekelci Polis Devleti” çalışmamızı bir kere daha önermek isteriz. Kaldıraç Yayınevi’nden 4. baskısı bulunabilir). Yeri gelmiş iken, vurgulamak isteriz ki, Tekelci Polis Devleti ya da günümüz burjuva devleti anlaşılmadan, bizim neden ısrarla “Saray Rejimi” dediğimiz de anlaşılamaz. Biz bir süredir AK Parti ile kurulmuş bu yapıya, “Saray Rejimi” diyoruz. Bu özel bir vurgudur. Devletin, dün yine AK Partili yıllardaki “niteliğinde” köklü bir değişim olmamıştır. Dün, AK Partili devlet, demokrasi idi de, şimdi diktatörlük vb. değildir. Saray Rejimi, değişiklikleri, somut durumu ifade etmek içindir. Her durumda bu devlet, sömürge bir ülkede, emperyalizme bağımlı bir ülkede burjuva diktatörlüktür ya da Tekelci Polis Devletidir.

Biraz konumuzdan sapıyoruz. Evet farkındayım.

Bizim konumuz daha çok, toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütlenmesidir. Unutmuş değiliz. Ama, devleti ele almadan, demokratik kitle örgütleri ya da örgütlenmesi kavramına dönük saldırıyı anlatmamız da zor olacaktır.

Demek ki, devlet, egemen sınıfın ortak örgütüdür ve onlar adına, sınıf savaşımı deneyimlerini içselleştirerek kendini yetkinleştirir. Günümüz burjuva devleti, bu anlamda, faşizmin dişlilerini içeren bir devlettir.

Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele, yani, kapitalist toplumdaki sınıf savaşımı, her iki sınıfın, sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte yürüttüğü savaşımın deneyimlerine dayanarak gelişmektedir. Burjuvazi, bu deneyimleri, en başta devlet denilen mekanizma ile, kendi örgütü ile içselleştiriyor. İşçi sınıfı ise, bu sınıf savaşımı deneyimlerini, ancak, devrimci partisi, öncü partisi aracılığı ile içselleştirebilir. Bu deneyimlerden öğrenmesinin başkaca yolu yoktur.

Biz, burada “toplumsal mücadele” dediğimiz zaman, aslında sınıf savaşımının tüm biçimlerini, en geniş anlamda sınıf savaşımını kastediyoruz. Toplumsal mücadele, sınıf savaşımından ayrı değildir, olamaz. Şöyle de diyebiliriz, iki karşıt sınıfın, proletarya ve burjuvazinin varolduğu bir toplumda, toplumsal hareketin itici gücü, bu sınıf mücadelesidir, bu iki sınıf arasındaki mücadeledir. Ama bu iki sınıf toplumda yalıtık olarak var olmazlar. Bu iki sınıfın arasında, önceki toplumlardan gelen, belli bir tarih içinde şekillenmiş katmanlar vardır. Küçük burjuvazi, köylülük vb. gibi. Ama sınıf mücadelesi bunları da içine alır. Mesele bugün içinde yaşadığımız gibi, ekonomik kriz dönemlerinde, birdenbire durumu bozulan orta sınıflar yaygarayı basarlar. İşçiler, bu orta sınıfların durumuna bakıp, kendi sessizliklerinin derinliğini acaba daha iyi anlayabilirler mi? Bazan evet, bazan hayır.

Toplumsal mücadele, sınıf savaşımının üzerinde yükselen, farklı sorunların, farklı çelişkilerin iç içe geçmiş hâlini de anlatmak için uygundur. Elbette sınıf savaşımının reddedilmemesi koşulu ile. Sınıf savaşımına bağlı, onun içinde ama yıllarca farklı sınıflı toplumlardan da gelen çelişkiler, sınıf savaşımını daha renkli ve kapsamlı hâle getirir. İşte bu durumlarda da toplumsal mücadele demek yerinde olur. Mesela kimlik sorunu. Bizim topraklarımızda var olan halklar meselesi; dilini konuşamayan, asimilasyona ve katliamlara uğrayan, kendi kimliğini gizlemek zorunda kalan, kendi kimliği kendisine karşı küfür olarak kullanılan vb. hâli ile halklar meselesi, böyledir. Elbette bu sınıf savaşımının içindedir. İşte toplumsal mücadele dedik mi, iki de bir bu “sınıf savaşımının içindedir” sözünü kullanmaktan da kurtuluruz. Yoksa, sınıf savaşımının farklı çelişkilerin yumaklaşması ile aldığı biçimleri sınıf savaşımından bağımsız ele almak yanlış olur. Kadın mücadelesi de böyledir, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi boyunca birikmiş bir sorun, bugün kapitalist toplumda işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı dinamiği içinde yeniden üretilmektedir. Kadın mücadelesi de sınıf savaşımının içindedir elbette. Buna gençlik sorunlarını, ekolojik sorunları ve hayatın her alanındaki mücadeleleri eklemek mümkündür. İşte bu sorunların tümü, sınıf savaşımı ile yumaklaşarak, birleşerek, iç içe geçerek gelişmektedir. Bu açıdan, sınıf savaşımından ayrı bir şey kastetmemek üzere, toplumsal mücadele demek mümkündür. Tersinden de, sınıf savaşımını, daha geniş, toplumsal hayatın her alanını saran bir savaşım olarak görmek daha geliştiricidir.

Bu iki sınıf arasındaki mücadele, sadece ekonomik bir mücadele değildir. Hem ekonomik, hem siyasal, hem de ideolojik mücadeledir.

Bu mücadelenin ideolojik ve siyasal olanı, ancak ve ancak, devrimci işçi sınıfı partileri eli ile yürütülebilir. Ekonomik mücadele ise, elbette demokratik kitle örgütlerince yürütülür.

Burjuvazi, ideolojik mücadelede daha etkindir. Elindeki tüm kitle iletişim araçlarını (dikkat edelim, kitle iletişim araçları yerine, henüz Sivil Toplum iletişim araçlarını koymaya yeltenmediler), bunun için kullanmaktadır. Ve bu ideolojik mücadele oldukça etkilidir. Sınıf savaşımında bu ideolojik mücadeleyi kaybettiği an burjuvazi, iktidarını kaybetmiş demektir. Bu nedenle, ideolojik mücadele üzerinde titizlikle durmak gereklidir.

İşte “elveda proletarya” tarzı ideolojik mücadele tam da bunun içindir. Bugün, dünya proletaryası, “elveda” diye başlayan yazıların kendisine “elveda” demektedir. Başka örneklerini boşverin, bugünlerde ABD’de, “Amerika için komünizm tehlikesi” tartışılmaya başlanmış ise, bunun nedeni, yükselmekte olan sınıf mücadelesidir. Ve açık konuşmak gerekirse, dünya proletaryasının bir enternasyonal partisi var olmuş olsa idi, muhtemelen, “bu ne korku beyler, daha başlamadık ki” diyecekti.

Daha sınıf savaşımının yüzeye vuran dalgaları dışında, büyük bir ivme ile ileri çıktığını görmüyoruz. Buna rağmen, tüm kapitalist dünyayı “komünizm” korkusu sarmaya başlamıştır. “Tarihin sonu” diye çığlık atıp, paralar kazanan yazarlar, daha şimdiden, “aslında ben komünizm öldü demek istememiştim” demeye başlamışlardır.

Ama bu ideolojik mücadele, hâlâ, bazı aydınlarda, “eski solcu” ünvanını çok seven, bir türlü bırakmak bilmeyen çevrelerde, derin etkilere sahiptir. Hâlâ, bu çevreler, aslında proletaryanın olmadığı, canlı emek kullanılmayan, tamamen robotik üretim modelleri üzerine kafa yorarken, “acaba proletarya bitti mi” sorusunu “haklı” ve “yerinde” bir soru olarak adlandırıyorlar. Ağdalı dillerini “bilimsellik” olarak satmaya çalışıyorlar.

Sınıf kavramını bile anlamış olduklarından şüpheliyiz. İşçi sınıfı bitti ise, diyelim ki robotik üretim yapılıyor ve toplumda artık hiç çalışan yok, bu durumda üretim araçlarının sahipliği meselesi diye bir şey kalır mı? Üretim araçları, bu noktada “özel mülkiyette” nasıl kalabilir? Yoksa, insanların köle olduğu, robotların ise çalıştığı ama buna rağmen köle sahibi burjuvaların varolduğu bir dünya mı düşünüyorsunuz?

İşte size “elveda proletarya” saldırısının etkileri. Gelin de siz bu beylere, tersini anlatın. Bize işçi sınıfının sayısının göreli azalacağını anlatırlar. Teknoloji geliştikçe, 1 birim sermayeyi harekete geçiren canlı emek miktarı azalır. Bu durumda sömürü oranı yükselir ama, bu beylerin derdi bu değil. Bunlara göre, bir gün, robotlar işi devralır, o hâlde, o günden önce, bugünden, elveda proletarya diyebiliriz. Beyler, gerçekten de biz, birçok işi robotlara yaptırmak isteriz, birçok iş dalını ortadan kaldırırız, ama önce işçi sınıfının önderliğinde bir devrim ile, tüm üretim araçlarını kamulaştırıp, sömürüye son verdikten sonra. İşte o zaman, üretimde robot kullanmanın ne kadar kârlı olduğu gibi bir hesaplama metodumuz kalmaz. Kâr diye bir derdimiz kalmaz. İnsanın ihtiyaçları, toplumun ihtiyaçları diye bir derdimiz olur. Belki o gün, insanların enerjiye bakışı da değişebilir, belki birbirine karşı davranışı da, belki doğa ile ilişkilerimiz değişebilir vb.

İşte burjuva ideolojik saldırılar bu denli etkilidir.

12 Eylül’de darbe ile iktidarı alanlar, yani bugünkü rejimin oluşumunu başlatanlar, TV kanallarına çıkıp her gün, “sizi kandırdılar”, “örgüt demek tuzak demektir”, “örgüt demek emir komuta zinciridir”, “örgüt demek sizi kandırmak üzere, beyninizin yıkanmasıdır” vaazlarını verdiler. Ve bu vaazların etkisiz olduğunu söylemek doğru değildir. Bu vaazların tutmadığı tek alan Kürt hareketidir. Bugün birçok kişi, Kürt hareketinin gücünü kabul etmek zorundadır. Ama bu gücün nedeni, dayanağı, örgüt konusunda burjuva yalanları dinlemeyen kadroların varlığıdır.

Bunu sadece 12 Eylül’ün darbecileri yapmadı. Sadece dini “komünizme karşı zehir” olarak öne çıkartanlar yapmadı. Onlarla birlikte, Murat Belge gibi “solcu” ünvanından para kazananlar da yaptılar. Onlarınki daha etkili olmuştur. Belge, her forumunda, devrimcilere karşı saldırılardan geri durmadı. Ahmet Altan ve Latife Tekin, hemen yenilmiş solun “zaafları”nı romanlaştırdılar, ki çoğu kendi hayallerinin ürünüdür. Sudaki İz, Çöp Masalları vb, aslında devrimci harekete karşı yürütülen ideolojik karalama kampanyasının bir parçası oldular.

Özelleştirmeyi ele alın. Burjuvazi dünya çapında, “özelleştirme”, “serbest piyasa” vurguları ile, işçi sınıfına karşı ideolojik bir savaşa girdi. Toplumun önde gelenleri bu ideolojik saldırının etkisi altında, kamu mülkiyetine ait işletmelerin yağmalanmasına alkış tuttular. Ülkede tarımdan söz eden, bugünkü politikaları eleştiren herkesin, o günlerde hangi kampta yer aldıklarına bakmakta yarar vardır. Bu bir yağma ekonomisidir ve öyle de uygulanmıştır. Ülkemizi örnek alırsak, artık alüminyum fabrikası yok, artık kâğıt fabrikaları, tekel, şeker fabrikaları ve daha başkaları yok. Ve şimdi, TC devleti, Çin’den ithal edilecek ürünlere karşı %25 ilave vergiler koymaktadır. Amerikalıların emirleri, kendi ülkelerinden önce bizde uygulanmaktadır. Hani serbest piyasa, ne oldu?

İdeolojik mücadelenin etkili alanlarından biri örgütlenmedir.

12 Eylül’den bu yana, tüm toplumsal alanda, örgütlenmek, sadece devlete ait bir hak olarak var edildi. Devlet, her gün yeni “özel timler”, yeni “özel kuvvetler”, yeni “Ergenekonlar” vb. örgütledi. Ama, tüm topluma, örgütlenmek suçtur, örgüt başkasına tabi olmaktır, örgütlenmek kandırılmaktır, örgütlenmek “kafanın yıkanmasıdır” vb. verildi. Tüm burjuva medya bunun için devrede oldu.

Tek çete örgütlenmelerine olanak verildi.

Yağma ekonomisi, rant ekonomisi ve savaş ekonomisi ile birleştikçe, her yerde çeteler ortaya çıktı. Pelikan çetesinden mi söz edelim, yoksa Bilal çetelerinden mi, Soylu çetelerinden mi söz edelim, yoksa Cengiz inşaat çetelerinden mi, mafya çetelerinden mi söz edelim, yoksa cemaat çetelerinden mi? Her alanda çeteleri örgütleyenler, halka, örgütlenmek suçtur, kandırılmaktır, terör faaliyetidir vb. öğütlerini verdiler.

Bu, örgüt ve örgütlenme düşmanlığı, bir sınıra geldi.

Ve işte bu noktada, burjuva aydınlar, çeşitli faaliyetler için geliştirdikleri organizasyonlara uygun bir ad buldular: STK. Böylece kendilerini halk örgütlenmelerinden ayırma olanağı da elde ettiler. Diyelim ki, çocuk gelinler için bir şeyler yapacak bir zengin kadın kulübü, kendini STK olarak adlandırdı. Böylece, onun faaliyetinin “terör örgütüne yataklık” olarak algılanmamasını da garantiye almış oldular. Sanat severler (keşke sanatı bunlar sevmemiş olsa) dernekleri, kuş severler dernekleri, çeşitli çıkar gruplarının faaliyetlerini örtme organizasyonları, mason dernekleri vb. bu STK adını kolayca ve hızla kabul ettiler.

Sonra devreye Murat Belge türünden olanların girmesi zamanı geldi ve STK kavramı, kendileri zaten büyük ölçüde yok edilmiş olan “Demokratik Kitle Örgütleri” kavramının yerine geçmeye başladı.

İşçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için, onun bir devrimci partisi olması gerekir. İşçi sınıfının devrimci partisi, elbette bir kitle örgütü değildir. Bu parti, gönüllüler birliğidir ve amacı, sosyalist devrim yolu ile, ülkede ve dünyada devrimi zafere ulaştırmak üzere, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemektir. Bu parti, disiplinli, hatta çelik disiplinli bir gönüllüler birliğidir. Profesyonelce savaşmayı görev edinmiş, kendini işçi sınıfının ve devrimin zaferine adamış bir gönüllüler birliği.

Oysa işçi sınıfının bu siyasal mücadelesi dışında, günlük hakları için, ekonomik hakları için mücadele edeceği, geniş işçi yığınlarını bir araya getiren, demokratik kitle örgütlerine ihtiyacı vardır. Sendikalar, işçi sınıfının demokratik kitle örgütleridir. Sendika, en başta bir işçi örgütüdür. Amacı, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak, patronun karşısında bir toplu sözleşme tarafı olarak yer almak, işçilerin eğitilmesini sağlamaktır. Sendika bir işçi örgütüdür. Sendika, bir kitle örgütüdür. İçinde farklı siyasal eğilimlere sahip, farklı inançlara sahip işçiler doğal olarak var olurlar. Bu nedenle bir kitle örgütüdür. Ve elbette demokratik bir kitle örgütüdür. Aşağıdan yukarıya örgütlenir. fabrikalarda işyeri temsilcilikleri kurulur ve bunlar fabrikalardaki işçiler tarafından seçilir, öyle de görevinden alınır. Sendikaların işyeri temsilcilikleri çok önemli görünmektedir. Çünkü, bugün, birçok sendika işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmemektedir. Elbette birçok sendika zaten işçi sendikası da değildir, artık patronun, devletin sendikaları hâline gelmiştir. Ama işçi sendikası olmaya devam eden sendikaların işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmeleri hayatî önemdedir. Sendikanın gücü, tabana dayanır. Bu ise işyeri örgütlenmesinden geçer.

İşte sendikaya STK dediniz mi, ne işyeri örgütlenmesi kalır, ne demokratik kitle örgütlenmesi. Demokratik kitle örgütü dediğiniz zaman, sendikanın hem işleyişini, hem de kapsamını ortaya koydunuz demektir. Sendika bir geniş işçi örgütüdür, örgütlenme alanı fabrikalar, işyerleridir. Bunu es geçtiniz mi, sendikanın ayakta kalma olanağı kalmaz.

Benzer bir biçimde, öğrenci gençlik örgütlenmesinden de söz ettiğimiz zaman, demokratik kitle örgütlenmesinden söz ediyoruz demektir. Yoksa, biz, devrimci öğrenciler olarak örgütleneceksek, bunun geniş kitlesel bir örgütlenme olmayacağı açıktır.

Demokratik kitle örgütü, kitlenin günlük sorunları etrafında örgütlenir. Bilimsel ve özgür bir üniversite mücadelesi, elbette öğrencilerin günlük olarak bulundukları alanda, geniş bir öğrenci örgütlenmesini gerektirir. Bu öğrenci örgütlenmesi, en başta, mesela paralı eğitime son vermek, mesela öğrencinin bir müşteri ve nesne olmasını reddetmek, eğitimle ilgili karar süreçlerine öğrenci temsilcileri aracılığı ile aktif olarak katılmak vb. üzerinden örgütlenmelidir. Çeşitli seçimlerde, hemen her burjuva parti, öğrencilere burs verilmesi vb. üzerinden vaatler sıralamaktadır. Bunun nedeni oy talebidir. Oy alabilmek için, en canlı soruna dokunmak istiyorlar. Biri ayda 500 TL veririm diyor, diğeri 600 TL veririm diyor. Aslında, öğrencilerin talebi farklıdır: Eğitim tamamen ücretsiz olmalıdır. Ne harç, ne haraç, ne kitap parası vb. Hatta, öğrenciler, okula verilen bütçenin yönetiminde söz sahibi olmalıdır. Belki o zaman laboratuarları olur, belki o zaman sosyal tesisleri olur, belki o zaman üniversiteler holdinglere iş yapanların arka bahçesi olmaktan çıkar. Elbette öğrencilerin bir başka talebi, öğrencinin nesne olmaktan çıkarılması ve eğitimin bilimsel temeller üzerine dayandırılmasıdır. Öğrenciler, üniversite yönetimine, sözde değil, açık ve net bir biçimde katılmalıdır.

İşte demokratik kitle örgütü dediğimiz zaman anlamamız gerekenler bunlardır. Elbette bir dernek, demokratik bir kitle örgütü olarak organize edilebilir, edilmelidir.

Devletin, her kurumun içine girdiği, her derneği kendine bağlamanın yollarını aradığı, kendi denetimi dışındaki dernekleri kapattığı bir ortamda, STK diye bir şey kalır mı? Sivil Toplum Kuruluşları diyorlar, mesela “insan hakları derneği” mi? Hayır. İnsan hakları derneği; ya devletin gizli açık devreye girdiği bir kurumdur ya da işçi ve emekçilerin mücadelesinden yana bir kurumdur. Başkası da olmuyor.

Toplumsal mücadelenin her alanında, toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak demokratik kitle örgütlerinin gelişmesi, tüm toplumun nefes almasını da sağlayacaktır.

Devrim, elbette toplumsal mücadelenin zirvesidir, ama demokratik kitle örgütleri, bu devrimci dönüşümde, hem devrimden önce, hem de devrimden sonra önemli roller üstlenirler. Örgütlü toplum, kuşku yok ki, daha bilinçli bir toplum demektir.

Gelişen demokratik kitle örgütleri, kitlelerin mücadeleyi öğrendikleri, kendilerini, bulundukları sınıfı ve karşısındakileri yakından tanımaya başladıkları yerlerdir. Sınıf mücadelesinde oldukça büyük öneme sahiptirler. Birçok örgütlenme biçimi, devrim öncesinde de, ama devrim sonrasında da etkili olmaya adaydır.

Biz öncelikle, STK sözünü bir yana bırakmalı, dostlarımıza da bunu önermeliyiz. Örgüt ve örgütlü mücadeleye karşı girişilen, yıllardır etkili olan burjuva ideolojik kampanyayı tersine çevirmeliyiz. “Demokratik Kitle Örgütü” kavramını kullanmakla işe başlayabiliriz.

Kitlesel bir hareketi hedefleyen, kitlelerin en geniş çıkarları etrafında örgütlenmeyi hedefleyen bir örgütlenmenin, kendini açık ifade etmesi gereklidir.

Bir sendika, kendini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık olarak işçi örgütü olarak ilan etmelidir. Devletin karşısında “biz STK’yız” demek, kendini iki arada bir derede ifade etmektir. Açık ve net olarak, sınıf mücadelesinde, her örgütün kendini net olarak ifade etmesi gereklidir. Örgütlenmenin yolu da buradan geçmektedir.

Kuşku yok ki, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını her şart ve koşul altında savunacak bir devrimci partisi olmalıdır. Bu, işçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için olmazsa olmazdır. Başka türlü, işçi sınıfı burjuvazinin egemenliğine son veremez, iktidarı alamaz. Burjuvazinin devleti ne ise, işçi sınıfının siyasal örgütü, devrimci partisi de işçi sınıfı için odur. Ama devrim, sadece ve sadece, burjuva devletle, işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki mücadele ile gelişmez. Kitleler, kendi günlük istemleri doğrultusunda mücadele ederek öğrenir, öylece kendini tanır, öylece olup biteni anlamaya başlarlar.

Kitle örgütlenmeleri, sosyalizmi öğrenmenin okuludurlar.

“İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” ya da Erdoğan “kazanamayacağı seçimi tekrar ettirmez” mi?

Başlıktakiler, bizim sözlerimiz değil.

İlki, “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” sözü, önce benzeri olacak şekilde Erdoğan’a aittir ve ardından bugünlerde Erdoğan’a “izindeyim” mesajını vermeye çok ihtiyacı olan İçişleri Bakanı Soylu tarafından tekrarlanmıştır.

İkincisi, “Erdoğan, kazanamayacağı seçimi tekrar ettirmez” sözü, çok yaygın olarak sokakta insanların şüphe ve korkularının karışımı bir “anonim” söz gibidir.

23 Haziran’da, İstanbul seçimleri tekrar edilecek.

Neden?

Çünkü, Saray Rejimi, eğer İstanbul’u kaybederse, büyük rant ve yağma kanallarını kaybedecektir. Binlerce trol, belediye kasasından beslenmektedir, Kolin İnşaat ve onun finanse ettiği Pelikan grubu belediyeden beslenmektedir. Saymakta zorlanacağımız birçok inşaat firması, birçok yağmacı, birçok hortumcu, birçok vakıf, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni hortumlamaktadır.

Erdoğan, seçim akşamı, açık olarak yenilgiyi kabul etmiştir. Açık olarak, “39 ilçenin 25’ini aldık, il meclisinde çoğunluk bizde, ama büyükşehiri neden kaybettiğimizin hesabını yapacağız” dedi. Açık ve net olarak, yalnız adam modunda, eşi ile birlikte balkona çıktı. Yanına kimseleri almadı. Ama, bir anda çeteler, hepsi birden, Erdoğan’ı ikna yollarını aramaya başladı. Bir yandan Soylu çetesi, bir yandan Bahçeli çetesi, bir yandan Damat çetesi, bir yandan kendisinden daha önemli olduğu hâlde kocasını arkada tutan Kaplanlı Pelikan çetesi vb. hepsi birden yüklenmeye başladılar. İstanbul Belediyesi’nin ne demek olduğu, 25 yılın ardından, ilk kez açığa çıktı. İstanbul, büyük hortum ve yağma alanı, büyük rant alanıdır. Bunu bir kere daha ortaya koymuşlardır. Bizzat Saray Rejimi, İslamcısı, tarikatı, Ergenekon’u vb. ile topyekûn, İstanbul’un ne kadar önemli olduğunun altını çizdiler.

Tüm çeteleri ile, tüm bileşenleri ile Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere açıkça, İstanbul’un önemini ifade etmeye başladı.

Bir itiraftır ve kesinlikle kayıt altına alınmıştır.

Yağma ve rantın merkezi İstanbul’dur.

Ama bu kadarla sınırlı değildir. İstanbul, esas olarak işçi sınıfının kentidir. İşçi sınıfı, İstanbul’u almayı aklına koymalıdır. Hayır, 23 Haziran’da böyle bir şey olmayacak. 23 Haziran’dan söz etmiyoruz. Devrimci yürüyüşümüz için, ülkede işçi sınıfının iktidarı için, İstanbul’un alınmasının öneminden söz ediyoruz. Bu vesile ile bunun altını bir kere daha çizmek istiyoruz. Yoksa 23 Haziran seçimlerinde İmamoğlu’nun kazanması, İstanbul’un işçi sınıfı tarafından alınmış olması demek olmayacaktır.

Ama bu vesile ile, İstanbul’un AK Parti’den, Erdoğan’dan çıkmasının ne demek olduğunu, Saray Rejimi bizzat itiraf etmektedir.

İmamoğlu’nun seçilmesi, bu açıdan, önemli bir adım olacaktır.

Ama “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” sözünün üzerinde iyice durmalıyız. Soylu ve Erdoğan, Saray çeteleri, Ergenekon çeteleri, aslında “İstanbul’u kaybetmek”ten söz etmiyorlar. Onu zaten kaybettiler. İstanbul’u zaten 31 Mart’ta kaybettiler. Söyledikleri şudur; vermemek. Kaybettiler ama bugün İstanbul seçimleri yenileniyor. Kaybettiler ama vermediler. Kaybettiler ama bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunda seçilmiş birisi değil, bir kayyum oturuyor. Kaybettiler, ama vermediler.

İşin sırrı buradadır.

Soylu çetesi, Ağar çetesi, Bahçeli çetesi, Damat çetesi, Pelikan çetesi ve daha adını bilmediğimiz birçok çete, İstanbul’u “vermemek” üzerine bir strateji kurmuşlardır. Yoksa İstanbul’u kaybettiklerini onlar da biliyorlar.

Dertleri açıkça İstanbul’u vermemektir.

Bu açıdan, 23 Haziran seçimlerinin İmamoğlu lehine sonuçlanması, İmamoğlu’nun tekrar kazanması durumunda, “vermeme” taktiğinin tekrar gündeme gelme ihtimalini düşünmek gerekir.

CHP, devlet partisi olmamış olsaydı, CHP, biraz parti olabilseydi, biraz cesaret gösterebilseydi, seçimleri boykot çağrısı yapsaydı ne olurdu? Eğer seçimleri boykot edip yerine otursa idi, hiçbir şey olmazdı. Ama eğer seçimleri boykot edip, parlamentodan çekilse idi, halkı, İstanbul Belediyesi’nin önüne, belediyeyi savunmak üzere çağırsa idi, işte o zaman farklı olurdu.

Biliyoruz, CHP bunu asla yapmaz. Yapmaz çünkü oyunun bir parçasıdır.

Burada bir an durmalı ve 31 Mart seçimlerinde İmamoğlu’nun kazanmasına dönmeliyiz. İmamoğlu kazanmıştır. Hem de 13 bin oyla değil. 13 bin oy + AK Parti ve Saray çetelerinin yaptığı hileler kadar farkla kazanmıştır. Bizim tahminimizce bu en az %60 ile kazanmıştır demektir. AK Parti, Saray çeteleri, bu sefer planladıkları hileleri yaptıkları hâlde, istedikleri sonuca ulaşamamıştır.

Neden?

Çünkü, 24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın arkasına yerleşen ABD ve AB birlikteliği, NATO mekanizması, bu kez bir bütün olarak hareket etmemiştir. Ülkeye borç vermiş ve bugün alacaklı durumdaki sermaye, kendi alacağını garanti altına almak isteği ile Erdoğan’ı hizaya getirmek istemmiş ve “hile”lerine bir sınır koymuştur. AB, bu yönde davranmıştır. ABD’nin Erdoğan’a desteği yeterli olmamıştır.

İşte Damat, bu nedenle ABD’ye gitmiştir, Trump ile pazarlıklar başlamıştır. Bir ucunda S-400, bir ucunda Suriye’de işgalci olarak kalma isteği, diğer ucunda ise, İstanbul’u geri alma planı olan bir pazarlıktır bu.

İçeride çetelerin Erdoğan’a baskısının üstüne ABD’den gelen olumlu hava eğilimleri vardır.

Acaba, Erdoğan, her zaman olduğu gibi, bir kere daha kandırılmak üzere midir?

Erdoğan, “kaybedeceği seçimi tekrarlattırmaz” sözü, acaba, Erdoğan’ın yeniden kandırılması için bir zemin midir?

Erdoğan, acaba Batı tarafından gözden çıkarılmıştır da, hızlı gitmesi için, 23 Haziran seçim tekrarlama işine mi sokulmuştur? Bu soruların doğru yanıtı için 31 Mart seçimlerinin AK Parti ve Erdoğan’ın Saray Rejimi için bir yenilgi olduğunun iyi anlaşılması gerekir.

Tüm yasaların çiğnendiği bir seçim sürecidir 31 Mart. Kürt il ve ilçelerinde, yasalar ayaklar altına alınarak seçim sonuçları yok sayılmıştır. Belediye binalarının önüne barikatlar kurularak, Suriye’deki işgalci zihniyet Kürt kentlerinde dışa vurulmuştur.

Neden Erdoğan ve Saray Rejimi, açıkça İstanbul Belediyesi’ni İmamoğlu’na teslim edip, belediyenin önüne barikatlar kurmadılar? Neden, İstanbul için bir kayyum atama yoluna gitmediler? Yasalara bağlı olduklarından mı? Elbette hayır.

31 Mart seçimleri, Saray Rejimi için tam bir yenilgidir. Erdoğan’ın 31 Mart akşamı tutumu ve konuşmaları açıktır. Yolun sonunun açık işaretidir. Açık olarak, kendisine verilen metinleri okumuştur. Bir demiştir, serbest piyasa ekonomisine bağlı kalınacak. İki demiştir, ekonomik ve hukukî reformlar yapılacak, Böylece uluslararası sermayenin istedikleri yerine getirilecek. Üç demiştir “beka” politikası tutmuştur. Kürtlere ve işçilere, devrimcilere saldırılara devam. Dört demiştir, Suriye’ye gireceğiz.

Erdoğan, uluslararası sermaye ile yaptığı bu anlaşmayı bozmaya yönelmiştir. Bunun için YSK, akıl almaz, mantıksız ve yasalara uymayan bir iptal işlemi yapmıştır. Gerekçesi sonra yazılacak iptal kararı olur mu? Seçimlerin yenilenmesinde sadece büyükşehir belediye başkanlığının yenilenmesi olabilir mi? Ama görüldüğü gibi olmuştur.

Soruyu şöyle soralım: Neden seçim yeniliyorlar da, “biz kazandık” diye ilan etmiyorlar? Bu soruyu saçma mı buldunuz, bakınız Kürt il ve ilçelerinde kaybettikleri seçimleri “kazanma”dılar mı? %70 ile seçilen HDP’li başkanının yerine %20 oy alanı belediye başkanı ilan etmediler mi? 13 bin oy fazla almış olsa da İmamoğlu yerine, ikinci gelen aday Binali Yıldırım’ı neden başkan ilan etmediler?

Hukuksuzluk Kürtlere daha mı kolay yapılıyor?

Saray Rejimi, tüm hilelerine rağmen, seçimi kaybetmiştir. Bir yenilgi almıştır. Bu yenilgi stratejik anlamda önemlidir. Elbette, bu Saray Rejimi’nin yıkılması, özgürleşme vb. anlamlara gelmemektedir. Ama halkın gelişen direnişinin açık ilanıdır. Bu açıdan büyük değerdedir. Stratejiktir, çünkü, direniş çizgisinin gelişimi için büyük olanaklar demektir.

23 Haziran’da İstanbul seçimleri yenilenecek.

CHP, İmamoğlu ile “her şey çok güzel olacak” sloganı ile yola devam etmektedir. Hemen, HDP’nin tavrının ne olacağı tartışılmaya başlanmıştır.

Yanlıştır.

İlk tartışılması gereken, CHP’nin boykot ve parlamentodan çekilme tutumunu almamış olmasıdır.

HDP’nin tavrı kuşku yok ki, Saray Rejimi’ne karşı olacaktır. Kürt illerinde kazandıkları seçimler gaspedilirken başkasını yapmaları mümkün değildir. Her ne kadar CHP, Kürt ilçelerinde seçim sonuçları gasp edilirken sesini çıkarmamış olsa da, HDP 31 Mart’taki stratejisine devam edecektir.

31 Mart seçimleri, Saray Rejimi’nin politikalarının çöküşüdür. Bahçeli, bu seçimleri, başkanlık sisteminin tamamlanması olarak görmüştür ve ittifak, istediği sonuçları elde edememiştir. Her ne kadar Bahçeli kazançlı çıktı ise de, sona erdiğinin bilincindedir. CHP liderine saldırı, bunu açık olarak göstermektedir.

Saray Rejimi, gerilemektedir. Erdoğan için düşüş süreci başlamıştır. Arka planda bulunan güçler, Saray Rejimi’nin çöküşünün, devrimci bir dalgaya yol açmaması için, yumuşak güçlerini devreye sokmak isteğindedirler. CHP, devleti, sistemi kurtarmak için devrededir. İmamoğlu, tam da bu amaçla gerilimi azaltmak, Saray Rejimi’nin kontrollü düşüşünü sağlamak için bulunmuş çözümdür.

“Erdoğan kaybedeceği seçimi tekrarlatmaz” deniliyor. Peki ne yapabilirdi? Zaten düşüş süreci başlamıştır. Bu durumda tekrarlatması bir çözüm olarak görünmüştür.

Seçmen matematiği ortadadır. Bu durumda Erdoğan ve Bahçeli grubunun seçimi kazanması, ancak ve ancak, hile, baskı, yalan, şantaj, devlet terörü ile sağlanabilir. Ama bunun yeterli olacağı da tartışmalıdır.

İmamoğlu, seçimleri daha büyük bir farkla kazanırsa, hele ki mesela %60’la alırsa, bu kez, Bahçeli “bu ittifak zarar veriyor, bitmiştir” derse ne olacak? Bu soruyu Erdoğan’ın düşündüğü söylenmektedir. Mutlaka buna bir yanıtı vardır denilmektedir. Yanıtı ne olabilir; ABD’ye daha fazla taviz vererek, seçim desteğini artırmasını talep etmektir. Taviz, Suriye meselesi, İran meselesi ve S-400’lerden başka bir şey olamaz. Ama zaten ABD yardımı 31 Mart’ta da vardı.

Diyelim ki, Erdoğan, seçimleri kazansın ve Binali başkan olsun. Bu durum, acaba Erdoğan’ın düşüşünü önleyecek mi?

31 Mart’ın sonuçları ortadan kaldırılamaz.

Kürt il ve ilçelerinde kazanan HDP’li adayların yerine, AK Partili yenilmiş olanlara başkanlık verilirse ne olur? Elbette kayyum sisteminin bir başka versiyonu olmuş olur. Soylu açıkça itiraf etmiştir. Bir beş yıl daha belediyeler bizde olsa, seçimleri kazanırız, demektedir. Bu açık bir tutumdur. Peki bu durum, Kürt seçmeninin 31 Mart’ta HDP’li adayları seçmiş olduğu gerçeğini değiştirecek mi? Bu baskı, bu yasaları hiçe sayan anlayış, bu yalan, bu zulüm sürdürülebilir mi?

İstanbul’da da AK Parti kaybetmiştir.

Şimdi, Erdoğan, kendi eli ile İmamoğlu’nu kendine başkan adayı yapmıştır.

Şimdi Erdoğan, kendi eli ile İstanbul seçimlerini “Türkiye’yi vermek” noktasına taşımaktadır. Bu, kendi iddialarıdır. İstanbul’u “vermemek” sadece seçim sonuçlarına bağlı değildir. Ama 23 Haziran’da seçimi bir kere daha, daha fazla fark ile kaybetmeleri, bu açıdan oldukça önemlidir. Tam da bu, HDP’nin stratejisine uygundur.

23 Haziran seçimlerine giderken, toplumun farklı kesimlerinden yükselmekte olan ses, gerçekte bu nedenle önemlidir. “Her şey çok güzel olacak” sözü, aslında yeterli değildir. Ama toplumun geniş kesimlerinden ses çıkması, çok küçük bir tonda da olsa ses çıkması önem kazanmıştır. Bu, 31 Mart seçimlerinin sonucudur. Bu sesi çoğaltmak önemlidir, ve mümkündür. 23 Haziran seçimleri, sonucu ne olursa olsun, bunun olanağı demektir.

İşçi ve emekçiler için mesele, örgütlenmek, direnişi genişletmek, örgütlü gücü büyütmektir. Egemenler, devlet, Saray Rejimi çözülürken, elbette kendileri için yumuşak iniş yapacak önlemler alacaklardır, almak isteyeceklerdir. Ama biz devrimciler, iktidara giden yolun, özgürlük ve sosyalizme giden yolun, devrimi örgütlemekten geçtiğini biliyoruz. Bunu anlamı, bugün, direnişi büyütmek, örgütlenmek, işçi sınıfının devrimci birliğini sağlamaktır. Sandıktan çıkan sonuçların, hileleri yenmenin, yalan makinaları ile başa çıkmak ve zulmü ortadan kaldırmak anlamına gelmediğini, artık herkes, gözü olmayanlar da dahil, görmeye başlamıştır. Halkın kendi gücüne, işçi sınıfın kendi örgütlülüğüne güvenmek dışında yolu yoktur.

“Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim,
İstanbul’um,
seni düşünüyorum.
Oturmuşsun deniz kıyısına,
bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına.
Hastasın, açsın, öfkelisin.
O da bakıyor sana,
hem de nasıl,
efendinmiş,
patronunmuş,
sahibinmiş gibi it oğlu it.”

İstanbul, Anadolu devriminin, sosyalist devrimin merkezidir.

İstanbul, mücadele edenlerin, onlarca kere yenildikten sonra ayağa kalkanların, binlerce yıldır katledilenlerin, zindanlarına atılanların, fabrikalarında esir alınıp kanı emilenlerin, meydanlarında TOMA’larla üzerlerine gaz sıkılanların, sokaklarında tacize uğrayan kadınların, üniversitelerinde kurşuna dizilen, tutuklanan gençlerin, özgürlük ve sosyalizm için savaşanları şehridir.

Gerçekten, onların, gerçek sahiplerinin elinde olduğu zaman, gerçek güzellik başlayacaktır.

Bunun yolu örgütlenmekten geçmektedir.

Örgüt özgürleştirir.

Direniş güzelleştirir.

Biz Gezi’ciyiz; Umut Bizde!

Hepimiz biliyoruz; bu ülkede yasalar yönetenlerin çıkarlarına göre yazılıyor, bozuluyor, yenisi yazılıyor.

YSK’nın 6 Mayıs’ta ilan ettiği kararı uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Milyonların gözü önünde, bütün halkı aptal yerine koyarak, inandırıcı bir kılıf uydurmanın dahi söz konusu olmadığı bir biçimde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini tekrarlama kararı aldılar. Halkın iradesini gasp ettiler.

Evet, halkın iradesini gasp ettiler. Peki, bu ilk kez mi oluyor? 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra topyekün saldırı dalgası başlattıklarında, Suruç’ta, Amed’de, Ankara garında bombalar patlattıklarında halkın iradesini gasp etmenin ötesinde yüzlerce insanın yaşamını çalmadılar mı? 1 Kasım seçimlerine böyle gitmediler mi?

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak milyonların oyuyla seçilmiş siyasetçileri hapsetmediler mi?

Devam eden süreçte yapılan her seçimde ve 16 Nisan referandumunda da milyonların gözü önünde hile yaparak, Anadolu Ajansı’na sonuçları önceden servis ederek halkın iradesini gasp etmediler mi?

Adalet yok. Bu bir gerçek. Ama sadece YSK’da mı yok? Hangi mahkemelerinden adalet çıkıyor? Yönetenlerin hangi kurumundan adalet çıkıyor? Soma’da 400’e yakın maden işçisi işçi cinayetinde katledildiğinde, yakınlarını tekmeleyen onlar değil miydi? Madenin sahibini geçtiğimiz haftalarda aklayıp serbest bırakan onların mahkemeleri değil mi?

İstismarcı Ensar gibi vakıfları “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek destekleyen onların bakanları değil miydi? Binlercemizi işçi cinayetlerinde öldüren, binlercemizi kadın cinayetlerinde öldüren onların çürümüş sistemi değil mi? Failleri her seferinde aklayan onların yargısı değil mi?

Çocuğuna tecavüz eden şahıs serbest bırakılınca adliye kapısında “Ne yapayım ben şimdi, asayım mı kendimi” diye haykıran annenin feryadını duymadık mı?

Duyduk, çünkü o anne biziz. O çocuklar bizim çocuklarımız. O işçiler bizim kardeşlerimiz. Sömürdükleri, saldırdıkları, krize karşı sesimiz yükselince “çay içer simit yersiniz” diye akıl verdikleri biziz.

Sadece verdiğimiz oyları mı; bütün yaşamımızı ve geleceğimizi çalmanın hesabını yapıyorlar.

Bizi bir oy toplamı olarak gördüklerinde, işleri daha kolay. Çünkü hilenin sınırı yok. Bunun medyası var, YSK’sı var, kayyumu var… Ama sokaklara çıktık mı, işte o zaman korkuyorlar. Çünkü biz her bir araya geldiğimizde Gezi’yi hatırlıyorlar. Ya bu kalabalıklar birlikte hareket etmeye devam ederse, ya meclisler kurar, ortak karar alırlarsa, ya şalterleri indirirlerse, ya işçiler greve çıkarsa, ya kadınlar sokaklardan evlerine dönmezse diye korkuyla izliyorlar.

Haklılar: Biz bir oy toplamı değiliz. Etiyle, kemiğiyle milyonlarız. Emeğiyle tüm sektörlerde tüm yaşamı üreten, fikirleriyle yeniyi yaratacak olan, kendi kararlarını alabilecek iradeye sahip olan milyonlarız. İşçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençleriz biz. Gezi’cileriz biz.

Tüm hesapları bizimle. Bu yüzden emeğimize, yaşamımıza, geleceğimize saldırmaya devam edecekler. Kendi gücümüzün farkına varalım. Direnişi örgütleyelim. Yılgın olanlara, gerçeklerin farkında olmayanlara anlatalım. Bizden olan herkesi; işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri direnişi örmeye çağıralım. Bunun için bir araya gelelim, bunun için çalışalım.

İsimlere oy vermenin ötesine geçelim, taleplerimizi belirleyelim. Bize karşı yapılan tüm saldırıların, hak gasplarının, tüm bu adaletsizliğin karşısında bir arada ve diri duralım.

Sonunda her şey çok güzel olacak. Ama biz direnişi büyüttüğümüzde, biz kendi kararlarımızı verdiğimizde, biz örgütlü hareket ettiğimizde olacak. Çünkü bizim yaşamımıza, emeğimize, geleceğimize ancak biz sahip çıkabiliriz. Özgürlüğümüzü ancak biz, tırnaklarımızla sökerek kazanabiliriz. Gezi’de Taksim’de göz kırpan devrimi hatırlayarak… Omuz omuza yürüyerek…

Mücadeleyi büyütmenin, direnişi örmenin şimdi tam zamanı.

Kendi kararlarımızı vermenin şimdi tam zamanı.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, Saray Rejimi, “iç savaş”

Bu kavramı, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” vurgusunu özellikle vurguluyoruz. Tıpkı, “Saray Rejimi” kavramını özellikle kullandığımız gibi. Ve dahası bu ikisi, yani ekonominin savaş, yağma ve rant’a dayanması ile, Saray Rejimi diye tarif ettiğimiz rejimin ortaya çıkması, birbiri ile bağlantılıdır.

“Rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile “Saray Rejimi” bağını daha iyi anlamak için, yeryüzünü sarmış olan emperyalist paylaşım savaşımına bakmak gerekiyor. Bu emperyalist paylaşım savaşı ve bunun bölgemizdeki, ülkemizdeki etkileri, resmin daha iyi anlaşılması için önemli görünmektedir.

Türkiye’de “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, başından beri bir ABD projesi olan Erdoğanlı AK Parti iktidarlarına bağlıdır. Ekonomik ve siyasal açıdan öncesi vardır; 1- 12 Eylül darbesidir, 2- Özal’lı ekonomik politikalardır. Ama mesele bu kadar da doğrudan değil.

Arada SSCB’nin çözülmesi süreci var.

SSCB’nin çözülmesi ile emperyalist kampın “uyumu” bozulmaya başladı. Komünizme ve SSCB’ye karşı ABD hegemonyasında oluşmuş olan anti-komünist kamp, kendi aralarındaki sorunları daha ikinci plana atabilme “yeteneğini” geliştirmişti. Elbette, alttan alta tekeller, uluslararası şirketler, emperyalist güçler arasında rekabet sürmekte idi.

SSCB’nin çözülmesi, elbette dünya işçi sınıfının savaşsız sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinde büyük bir gerileme, büyük bir kayıp oldu. Dünya işçi sınıfının büyük kaybının yanında, SSCB’nin çözülüşü, aynı zamanda emperyalist kamp içindeki çelişkilerin yeniden su üstüne çıkmasına neden oldu.

ABD, hegemonyasına dayanarak, dünya imparatorluğunu ilan etme hevesi ile öne çıktı. Afganistan ve Irak işgalleri aslında bunun için birer hamle idi. Doğu Avrupa’da sosyalist ülkelerin birer birer çökmesi, Almanya başta olmak üzere AB ülkelerindeki sermaye için büyük olanaklar yarattı. Almanya, belki 2. Dünya Savaşı’nda, askerî işgalle almaya çalıştığı ülkelerin çoğunu, ekonomik olarak denetimine almayı “başardı” diyebiliriz. İşte ABD, bu durum karşısında hızla harekete geçip, hazır askerî gücü ve diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü vaki iken, “tek kutuplu dünya”, “3. Roma”, “Amerikan imparatorluğu” gibi vurgularla saldırmaya başladı.

Paylaşım savaşımının önemli bir alanı, Ortadoğu oldu. ABD, kuzey Afrika ülkelerini, Balkanları, Kafkasları da içine katarak, Büyük Ortadoğu Projesi’ni bu nedenle geliştirdi.

Bu, dünya çapında süren bir paylaşım savaşımıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, bu paylaşım savaşımında en önde bulunan güçlerdir. Bir yandan, eski “işbirlikleri” sürerken, diğer yandan, dünyanın yeniden bölüşülmesi süreci ağırlık kazanıyor.

Türkiye, burada özgün bir duruma sahiptir. Siyasal olarak ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağlıdır. Dün, bu sorun yaratmıyordu. NATO şemsiyesi altında siyasal olarak ABD denetiminde ve ekonomik olarak AB’ye bağlı olması, “ortaklaşa sömürge” olma durumudur. Bu, dün sorun değildi ama bugün, artık bu bir sorundur.

Siyasal alana egemen olan ABD ile ekonomik alana egemen olan AB ikilisinden hangisi Türkiye’nin efendisi olacak? Bu paylaşım savaşımının ülkemizdeki yansımaları, sadece Ortadoğu bölgesindeki yansımalarla sınırlı değildir, aynı zamanda kendi durumu ile de ilgilidir.

Paylaşım savaşımı kızıştıkça, durum daha da açığa çıkmaktadır.

Dünya çapında işçi sınıfına karşı başlatılan neo-liberal saldırının, “özelleştirme” politikaları, Özal döneminde başlamıştı. Ama AK Parti döneminde, bu politikalar, içine emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının etkilerini de alarak, hızla sürdürüldü.

Şöyle de ifade edilebilir: Tüm emperyalist güçler açısından ortak bir politika olan “özelleştirme”, ki daha büyük bir saldırının bir parçasıdır, tam da bu emperyalist paylaşım savaşının etkileri ile şekillenmeye başladı.

Şöyle düşünelim, Cargill ve Türkiye’nin tarım politikalarını ele alalım; bu politikalar, tam da ABD’nin Türkiye’de sermaye olarak güçlenmesi hedefleri ile uyumludur. Öte yandan, “yağma” politikalarının da tam içindedir.

İnşaat yatırımları da bu işin bir parçasıdır. İnşaat yatırımları, elbette, ranta dayalı bir ekonomi demektir. Özelleştirme ve inşaat yatırımları, hangi alan ele alınırsa alınsın, yağma ve rant ekonomisini göstermektedir.

Bu rant politikaları, AK Parti ve Saray çevresi için bir zenginleşme aracıdır. Ama emperyalist güçler için bu, aynı zamanda paylaşım savaşımının bir bileşenidir. Elbette, Batı, NATO, burada süren tüm “hırsızlıklara”, “yeni zenginler”in yaratılmasına olanak tanımışlardır. Zira yağmanın kabul edilebilir bir yan sürecidir bu.

Bu çerçevede belediyelere bakılırsa yerinde olacaktır. AK Partili belediyelerin ne yaptığı, önümüzdeki dönem çok daha net ortaya çıkacaktır. İstanbul ve Ankara belediyeleri üzerinde süren “savaş” bu çerçevede anlaşılabilir ve tersinden AK Partili yıllarda İzmir bölgesindeki ekonomik “gerileme”, yine aynı çerçevede anlaşılabilir.

Yakında, İstanbul ve Ankara belediyelerindeki rant ve yağma, daha net ortaya çıkacaktır. Ama bu yağma ve rantın, merkezden, Saray’dan yönetildiği unutulmamalıdır. Belki birkaç ortalığa saçılmış rakam bilgi verebilir: 2019 yılının ilk üç ayında, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı ve diğer vakıflara, 2,5 milyar TL’nin üzerinde para aktarılmıştır. Bu sadece, olayın bir parçasıdır, sadece bir parçası.

Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının içeride yansıması, çeteleşmedir. Devlet çarkının her alanında çeteleşme yaşanmaktadır.

Ve yine, Suriye savaşı, bu paylaşım savaşımının sonucudur ve TC devletinin Suriye savaşındaki rolü, tam olarak ABD emirleri ile gerçekleşmiş açık bir tetikçiliktir. Bu bizim iddiamız olmaktan çoktan çıkmıştır. WikiLeaks belgeleri, açık olarak Hillary Clinton’un mektuplarını deşifre etmiştir ve burada bu süreç için yapılan görevlendirmeler açıktır. Erdoğan ve Damat dahil birçok kişinin isimleri açık olarak belgelerde vardır.

Suriye savaşı, devletteki çözülmeyi iler boyutlara taşıdı. Rus uçağının düşürülmesi ve sonrasında Rusya ile gelişen ilişkiler, Türkiye’nin durumunu daha da sıkışık hâle getirmiştir.

Devlet içindeki çeteleşme, konu savaş ve konu Kürtlere karşı saldırı olduğunda çetelerin “ortak” hareket etmesine olanak vermektedir. Bu hâlâ böyledir. Çeteler, savaş ve Kürtlere karşı savaş ve nihayet Gezi sonrasında devrimcilere karşı savaş söz konusu olduğunda, hemen birleşebilmektedir. Ama bu arada, çeteleşme yine derinleşmektedir.

Saray Rejimi’nin oluşumu, dışarıda ve içeride süren bu savaşla bağlıdır.

Saray Rejimi’nin şekillenmesi, bu rant ve yağma ekonomisi ile bağlıdır.

Ve son yıllarda bu duruma, savaş ekonomisi eklenmiştir. Uzun yıllardır, Kürtlere karşı yürütülen savaşın üzerine, dışa dönük, özellikle Suriye’ye dönük savaş eklenmiştir. Bunun yarattığı ekonomik durum, yağma ve rant ekonomisi ile birleştirilmiştir. Silâh ihaleleri, rant ve yağma tarzına uygun olarak organize edilmiştir.

Ve tüm bu sürecin içinde, çeteler, din-milliyetçilik ve para ile harmanlanarak yer edinmeyi sürdürmüştür, sürdürmektedir.

Din ve milliyetçilik, dün, “Türk-İslam sentezi” üzerinden, dışa da dönük olarak şekillenirken, çeteleşme ve Saray Rejimi ile birlikte, din ve milliyetçiliğin yeni kalıbı “yerli ve milli”ye döndü. Bu, aslında bir daralmayı da ifade eder, ki sömürge bir ülkeden, bağımsız olmayan bir kapitalist ülkeden başka bir gelişim beklenemez.

Kendisi paylaşım masasında olan Türkiye, emperyalist güçlerin tetikçisi olarak davranırken, onlardan artacak kırıntılara razı olmayı “büyük güç” olma olarak ifade ederek, aslında kendi durumunu en çok da kendisinden gizleme yolunu tutmuş oluyordu. Herkes, kendi durumuna uygun bir “mantıklı” açıklamaya sığınmak zorundadır. İşte Türkiye’nin yaptığı da budur.

Bu ise, akıl almaz bir “çırpınma” ile gerçekleşmektedir. Hem ekonomik alanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” açısından bu böyledir, hem de Saray Rejimi’nin güç gösterileri açısından bu böyledir.

7 Haziran 2015’ten bu yana, Türkiye, Saray eli ile, açık olarak sandıkları, seçimleri gömme sürecine girmiştir. Son yerel seçimler, “yerel seçim” oldukları hâlde, hiçbir hukukun, hiçbir yasanın dikkate alınmadığı bir seçim sürecine, işte bu nedenle dönmüştür, döndürülmüştür.

İstanbul seçimleri üzerinde tartışma, oldukça öndedir.

Ama aslında Kürt illerinde, ilçelerinde ortaya çıkan durum, akıl almaz derecede vahimdir. Sadece yapılan hileler, sadece sayım konusundaki numaralar, sadece asker ve polis yığarak sandıkları değiştirme eğilimleri değildir söz konusu olan.

Devlet, açıkça, KHK ile uzaklaştırılan kişilerin seçilme hakkını ellerinden almaktadır. %70 ile seçimi kazanan HDP’li adayın yerine, %20’lerde oy alan AK Partili adayın belediye başkanı ilan edilmesi, burjuva hukukun ve anayasanın son bulduğunun kanıtıdır. YSK, devletin tüm güçleri, Saray Rejimi, açıkça, bu eylemi gerçekleştirmektedir. YSK, mesela “hata yaptık, KHK’li seçilemez, biz bunu atladık, bu durumda seçimi yenileyelim” bile demiyor. Hem KHK ile uzaklaştırılmış kişilerin seçilme hakkı yoktur demektedirler, hem de seçimi kazanamayan bir kişinin kazanmış gibi iş görmesini garantiye alıyorlar. Bu, “kayyum” politikasının aslında başka araçlarla devam ettirilmesi de demektir. Bu açık olarak iç savaştır. İç savaşta devlet, kendi değerlerine, kendi çıkarlarına göre hukuk keşfetmektedir.

Dahası da var, yaşlı olduğu için bir adayın mazbata almaması gerektiği iddiası devreye sokulmaktadır.

Dahası var, seçimlerde KHK ile uzaklaştırılmış olanların “oy kullanamaz” olduğu iddiası vardır. Bu iddia, seçilme hakkından ileri, seçme hakkının da gasp edilmesi düşüncesidir. Yani Saray Rejimi, seçimleri ortadan kaldırmaktadır. Üstelik bu yeni değildir. Bu süreç, 7 Haziran 2015’te başlamıştır ve o günden bu yana devam etmektedir. Bunun devamının geleceği de açıktır.

Saray Rejimi, tüm bu sürece uygun olarak şekillenmiştir. Çeteler, bunun bir parçasıdır. Tarikatlar, dinin yanında daha çok yağma ve rantla bağlanmıştır. Ve bu çetelerin şekillenmesinde, net olarak dünyayı paylaşım savaşımını yürüten emperyalist odakların, her birinin doğrudan katkısı vardır.

Artık, emperyalist paylaşım savaşımından söz ettik mi, ve konu Türkiye ise, demek ki, doğrudan doğruya, Saray Rejiminden ve “Rant, yağma ve savaş ekonomisinden” söz ediyoruz demektir. Bu paylaşım savaşımı ve çeteler, hem ekonominin ve hem de Saray Rejimi’nin içindedir. Tüm bunlar, NATO ile doğrudan bağlantılıdır.

Ve buradan tek bir çıkış vardır. İşçi sınıfı ve devrimci güçlerin, tüm halkların ortak direniş ve mücadelesi dışında bir çıkış yolu yoktur. Ülkenin geleceği, halkların ortak direnişine, işçi sınıfının dirilmesine, devrimci hareketin direnişine ve tüm bu cephelerde direnişin gelişimine bağlıdır.

Fabrikalardan alanlara… 1 Mayıs 2019

1 Mayıs 2019, tüm ülke genelinde, işçi sınıfının fabrikalardan, işyerlerinden alanlara aktığı, kitlesel bir biçimde kutlandı.

1 Mayıs 2019’un gerisinde, oldukça gerilimli bir seçim süreci var. Seçim sürecine damgasını vuran şey, tüm kurnazlık ve hilelerine rağmen, tüm baskı ve yıldırma politikalarına rağmen, tüm şiddet ve yalanlarına rağmen iktidarın Ankara ve İstanbul’u kaybetmiş olmasıdır.

Elbette bu “demokratikleşme”, “olumluya gidiş” vb. olarak adlandırılacak bir sonuç değildir. Zaten bunu bekleyen de olmamıştır. Ama seçim sürecinde Saray Rejimi’nin planlarının tutmamış olması, kendi içinde önemli bir sonuçtur. İşçi sınıfı ve halklar için bir kalıcı sonuç değildir. Ama yine de önemli bir durumdur.

Seçim sürecini bir “beka” sorunu olarak işleyen ve baskı, yalan ve şiddetin her türlüsünü devreye koyan Saray Rejimi, tüm çeteleri ile “istedikleri sonucu” elde etmek için bir alan olarak ele aldılar. Onlara göre, buradan elde edilecek sonuç, Saray Rejimi’nin “onaylanması” olarak sunulacaktı. İşte bu plan tutmamıştır. Tüm baskılara, tüm hilelere rağmen, bu sonucu elde edemediler.

Seçim sonuçları, öncesinde var olan ve gelişen direnişi kırmanın bir aracına dönüştürülecekti. Saray Rejimi’nin istediği buydu.

Tersine oldu. Bu sonuçlar, Saray Rejimi’nin istediğinin tersine, direniş cephesinin, işçi sınıfı ve halkların örgütlenmesinin olanaklarını bir dirhem olsun artırıcı bir etki yarattı. Bu, daha çok moral bir etkidir, henüz, sahada işçi sınıfının örgütlenmesinde net bir nitelik değişimini göstermemektedir. Bunun için daha erkendir.

Durumu Saray Rejimi’nin de gördüğünün kanıtları var. Saray Rejimi, bir yandan çeteler eli ile baskı ve şiddeti daha da artırmaya çalışırken, diğer yandan, işçi ve emekçilerin, halkların gelişen direnişini kırmanın yollarını aramaktadır. Kürt halkının direnişi ile, işçi sınıfının gelişen direnişinin birleşmesinden korkuyorlar. Bu nedenle, seçimler sonrasında, her türlü tehdidi devreye soktular.

1 Mayıs işte bu koşullar altında kutlandı.

Bir yandan, ekonomik kriz ile mücadele eden, yaşam ve çalışma koşulları kötüleşen işçiler, tüm örgütsüzlüklerine rağmen direniş geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu direnişin bir yön ve rota alması için, kitlesel ve görkemli bir 1 Mayıs gerçekten de çok işe yarayacaktı.

Bunu kırmak için, devletin çeşitli katları, çeteler ve onların uzantısı basın, Bahçeli ve hempaları 1 Mayıs üzerinden dolaylı tehditlere yönelmişlerdi. 1 Mayıs’a saldırı olması korkusu, alttan alta yayılan bir eğilim durumunda idi. Seçim sonuçlarını kabul etmeme üzerinden gerilim tırmandırılırken, 1 Mayıs’ta işçilerin alanlara akmasının da önü kesilmek isteniyordu.

1 Mayıs 2019’da Taksim Meydanı’nın alınmamış olmasında bunun dolaylı etkisi vardır. Kitlelerdeki tedirginlik, kitle örgütlerinde ve onların yöneticilerinde de yansımasını bulmuştu. TC devletinin tarihsel gelenekleri iyi bilindiğinden, bu tedirginlik, çok da anlaşılmaz değildir.

Bir yandan Saray Rejimi’nin her türlü saldırganlığı, aymazlığı diğer yandan ise, ağırlaşan ekonomik krizin işçiler üzerinde yarattığı arayış ihtiyacı 1 Mayıs 2019’u şekillendiren nesnel etkenler olmuştur.

İşçiler, ağırlaşan yaşam şartları, işini kaybedenlerin hızla artması, artan yoksullaşma karşısında bir direniş geliştirmek zorundadırlar. Krizin faturasını ödemeyi reddetmek demek, direnmek demektir, örgütlenmek demektir. İşçi sınıfının içinde bu ruh hâli gelişmektedir.

Bu durum, işçileri alanlara akmaya yönlendiren bir etkendir.

Kürt halkının direnişi, tecride karşı 6 ayı bulan açlık grevlerinin geldiği aşama, devletin işçilerin kıdem tazminatlarına dönük yeni saldırı planları, savaş, yağma ve rant ekonomisinin işçiler ve halklar üzerindeki ağırlaşan yükü, alanların ana gündem maddesi hâline gelmiştir.

İşte bu koşullar altında, kitleselleşen bir 1 Mayıs yaşanmıştır.

İhtiyaç olan kitlesel ve görkemli bir 1 Mayıs idi. Bunun “yarısı” gerçekleşmiştir. Kitleselleşmiş olsa da, görkemli bir 1 Mayıs olmamıştır. Bu da oldukça gerçekçi bir durumdur, işçi sınıfı ve devrimci direnişin gerçek durumu ile uyumludur.

– Alanlara damgasını vuran şey, fabrikalardan alanlara akan işçilerin, bu 1 Mayıs’ta gözle görülür varlığıdır.

– Alanlara damgasını vuran şey, Saray Rejimi’nin daha çok ekonomik saldırılarına karşı taleplerdir. Daha çok ekonomik taleplerin önde olması, bir açıdan bir eksiklik olsa da, bir açıdan, işçilerin kendilerini ifade etmeleri anlamında oldukça anlamlıdır. Eksikliktir, çünkü, Saray Rejimi, devlet, her ekonomik hak arama eyleminin karşısına dikilmekte, en küçük bir hak arama eylemi siyasallaşmaktadır. Bu şartlarda, işçi sınıfının, siyasal olarak kendi devrimci örgütleri ile sahneye çıkması gereklidir. Ama daha o günlerde değiliz.

– 1 Mayıs 2019, devletin artık her renkten ve her şeyden korkmaya başladığının da kanıtı olmuştur. Renklere takılı bir Saray Rejimi var karşımızda. Yakın döneme kadar korktuğu renklerin arasında “beyaz” yoktu. Diyarbakır alanına beyaz tülbentleri ile gelen analara alana girme yasağı koymaya çalışan iktidarın, korkularının ne kadar genişlediğini bir kere daha görme olanağı elde edilmiştir.

– CHP, muhtemelen yürüttüğü pazarlık sürecinin de etkisi ile, mümkün olduğunda alanlara “temsilî” ve “denetimli” olarak var olmaya çalışmıştır. Mümkün olduğunca kortej dahi kurmamak için uğraşmıştır. CHP, kendisine oy veren emekçileri tutamayacağı fikrine kapılmış olmalıdır. Anlaşılırdır, sakıncası yoktur.

– Alanların işçiler açısından en önemli sloganı, “işçiyiz ama köle değiliz” vurgusudur. Bu, kötüleşen yaşam ve kötüleşen çalışma koşullarına karşı işçilerin “siyasal” istemidir. Evet işçiyiz, ama köle değiliz, yerindedir.

– Köle olmamanın tek yolu; işçi sınıfının iktidarı almak, burjuva devleti yerle bir etmek üzere devrimci sosyalizm çizgisine yönelmesi, devrimci sosyalizm bayrağı altında birleşmesidir. Direniş okulu, işçilere bunu göstermektedir. Direnişin küçük veya büyük olmasının önemi yoktur. Her direniş, örgütlenmenin ve devrimci sosyalizm bayrağı altında toplanmanın bir adımı olacaktır.

– Bakırköy’deki alan, işçi sınıfına küçük gelmiştir. Gerilim politikalarına, şiddet ve tehditlere rağmen Bakırköy alanına sığmayan bir 1 Mayıs kitlesi vardı. Bu kitle, bugün olduğu gibi 200 binleri aşar ve 500 binlere, milyonlara yönelirse, Bakırköy alanının daha da küçük bir alan hâline geleceği açıktır. Bu nedenle, bugünden, 1 Mayıs alanının Taksim olduğunun bilince çıkarılması, işçilerin, sendikaların, tüm demokratik kitle örgütlerinin gündemi olmalıdır. Hiçbir sendika, hiçbir demokratik kitle örgütü, bu görevden kaçamaz.

– Ülkenin birçok yerinde 1 Mayıs, giderek daha da kitlesel bir nitelik alırken, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin, devrimci örgütlenmesinin de eksik olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bir kere daha bilince çıkmıştır. İşçi sınıfının devrimci birliği olmadan, ülkenin gerçek anlamı ile gündemine kalıcı bir müdahalede bulunması çok olanaklı değildir.

– 1 Mayıs kutlamaları göstermektedir ki, alanlarda kurulan kürsüler, alanı yönetmekten uzaktır. Mitingler, alana giren kortejler için neredeyse “dağılma” anı anlamına gelmektedir. Oysa alana giren kortejler, alanda, istemlerini dile getirecek, seslerini daha gür duyuracak şekilde bir kürsüye ihtiyaç duymaktadırlar. Kürsülerin ne fizikî konumlanışı, ne de içeriği bu çerçeveye uygun değildir. Alanların şehrin dışına itilmesi işçi sınıfının 1 Mayıs’ta ortaya koyacağı talepleri boğmak, görünmez kılmak için büyük bir operasyonun parçasıdır. Kürsüler, bunu aşacak tarzda organize edilmelidir.

Taksim, tam da bu anlamda oldukça önemlidir. Uzun bir yürüyüş kolu olması ve alanın büyüklüğü, bu açıdan çok önemlidir.

1 Mayıs’lar, hem işçi sınıfının ve halkların mücadelesinin içinde bulunduğu durumun bir fotoğrafını verir, hem de önümüzdeki mücadele dönemine ilişkin ipuçları ortaya koyar.

Ülkemizde, toplumun her alanında gelişen direniş, daha da gelişecektir. İşçi ve emekçiler, örgütlenmenin önemini, yakıcılığını anlamaya bir adım daha yakındır. Direnişlerin öğreticiliği, kendini açıkça göstermektedir.

Direniş aydınlatır.

Direniş öğretir.

Örgüt özgürlüktür.

“Tanzim satış” mı, yoksa hayatın cilvesi mi?

Saray’ın başı, ülkenin cumhurbaşkanı, aslında bu sözü sevmiyor olmalıdır, Trump karşısında kompleks yaratıyor olabilir, ülkenin başkanı, AK Parti’nin başkanı, Varlık Fonu’nun başkanı vb. domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açtı.

Aslında kendisi futbol federasyonunun da gizli başkanıdır. Ve aslında kendisi, tarım bakanıdır da. Zaten her şeyin başı o değil mi? Öyle ise, diğerlerine ne gerek var?

Erdoğan, bu bir espri değil, gerçekten de TV kameralarının karşında, miting alanlarında, hal esnafını terörist ilan etti. Bunların terör malzemeleri olarak da domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açtı. Nasıl ki, diye buyurdu, Cudi’de, Tendürek’te, Kandil’de onları yerle bir ettikse, bunları da yerle bir edeceğiz.

Az kalsın, “Domates, sivri biber, patlıcan ve patatesin inlerine gireceğiz” diyecekti ama demedi.

Domates, sivri biber, patlıcan ve patates, o günlerden sonra, muhalefet cephesini genişletti. Domates, sivri biber, patlıcan ve patates, yanlarına dolmalık biberi, hıyarı da aldılar. Soğan, eski hükümlü olduğu için işe kolayca katılmışa benzer. Yakında, elma, armut, ıspanak vb. de onlara katılacaktır.

Ve elbette, muhalefetin sesini kısmak kadar kolay değil, domatesin sofralara etkisini manipüle etmek. Ne polis copu işe yarar, ne sansür yasası. Soylu’ya da, Kurtulmuş’a da devredilecek konu değil bu. Damat ve Bilal daha tecrübe kazanmalıdırlar. Yani domates, sivri biber, patlıcan ve patates sorunu Erdoğan’ın elinde kaldı.

Çare bulundu.

Tanzim satış.

2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, Özal ile başlamış olan özelleştirme programının, TOKİ vb. hamlelerin kesintiye uğradığı beyan ediliyordu. Erdoğan’ın efendileri, kendi projelerinin Özal’ın ölümü ile kesintiye uğramasının ardından, Derviş ile süreci “elverişli” hâle getirdiler ve “bel kemiği yok” diye övdükleri Erdoğan’a, yeni süreci emanet ettiler.

Erdoğan ve AK Parti, liberal bir rüzgâr olarak esen, neo-con destekli özelleştirme programının açık memurları oldular. Ne dedilerse yaptılar.

2002’den bu yana özelleştirmeleri savunarak, devlet kumaş mı üretir, devletin ayakkabı ile ilgisi nedir, devlet benzin mi satar, devlet kâğıt mı üretir, devlet tütün mü üretir, devlet içki mi üretir, devlet şeker mi üretir sorularını sürekli gündemde tuttular. Ve bu özelleştirmeci mantık, bugün ABD’de, gümrük duvarlarını yükseltiyor. Serbest ticaret amentüsü yerle bir olmuş durumdadır. Onların emireri olarak çalışan Türkiye yönetenleri, hâlâ aynı nakaratları tekrar ediyorlar. Onu özelleştirelim, bunu özelleştirelim. Devlet deniz yolu ile İstanbul’da yolcu mu taşır, Turyol’u kurup, bu işi Yıldırım’a, hani Binali olan Yıldırım’a vakfedelim. İşte özelleştirme dedikleri de budur.

Bu aslında RANT ve YAĞMA ekonomisidir.

Ama iş döndü, 31 Mart seçimleri öncesinde Erdoğan, domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açmak için, devlet eli ile, kamyonlarda “tanzim satış” başlattı.

Tanzim satış mağazalarını kim özelleştirdi? Et ve Balık Kurumu’nu kim özelleştirmişti? Tekel’i kim özelleştirmişti? Ve şimdi, hiç utanmadan, devlet eli ile domates, sivri biber, patlıcan ve patates satışına başladılar. Ve domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi terörist ilan ederek.

Hayatın cilvesi midir bu; özelleştirmeleri ile övünen, özelleştirme dalgası ile rant ve yağma ekonomisini yaratan Saray Rejimi ve onun başkanı Erdoğan, “kamulaştırmayı” savunur konuma gelmektedir.

Evet, tanzim satışlar, bir adımdır. Utanmayın, kamulaştırmaları savunmaya başlayın. Özelleştirmeye karşı çıkan biz devrimcilere karşı, işçilere karşı copla savaşan sizler, tehditlerle savaşan sizler, buyurun ve şimdi özelleştirmeye karşı, kamulaştırma dalgasını savunmaya başlayın.

Tanzim satış, piyasa ekonomisine ters bir adımdır. Efendim, polis zoru ile fiyat istikrarı sağlanır mı? Bu soruların tümü, saçma ve bilim dışıdır.

Evet, piyasa ekonomisine terstir ve zaten piyasa ekonomisi insana, hak ve hukuka, adalet ve özgürlüğe terstir. Bu nedenle bir şeyin piyasa ekonomisine ters olması, zaten başlı başına bir olumluluk işareti olabilir. Biz, piyasa ekonomisinin köküne karşıyız.

Ama gerçekten, Saray Rejimi’nin başlattığı tanzim satış kamyonları uygulaması, bir karikatür bile denemeyecek kadar korkakça, acemice ve ikiyüzlü uygulamadır.

Sorunun çözümü vardır ve bilinmez bir sır, keşfedilmemiş bir olay değildir.

Ama önce, domates, sivri biber, patlıcan ve patatesin ya da daha başkalarının da fiyatlarının nasıl arttığı üzerine durmamız gerekir.

1- Üreticinin maliyetleri, hızlı bir biçimde artmıştır. Bu maliyetlerin başında, tohum fiyatları, gübre maliyetleri ve benzin-mazot maliyetleri gelmektedir. TC devletinin, bir tohum, gübre, ilaçlama vb. politikası yoktur.

TC devleti, en çok da AK Parti ve Erdoğan döneminde, tüm tarımı ABD emirlerine göre, uluslararası sermayenin açık talimatlarına göre düzenlemiştir. Elinde çay paketi taşımak zorunda kalman, Sayın Erdoğan, gerçekte tarihin sana oynadığı bir oyundur. Sen, tarımı böyle yok edersen, bir gün o tarım ürünleri, senin karşına, senin deyiminle “terörist” olarak çıkar.

Cargill diye bir firma, Türkiye’de şeker fabrikalarının kapatılmasını sağlamıştır. Cargill dosyası Erdoğan’a ABD ziyaretinde verilmiştir.

Erdoğan, her ABD ziyaretinde bir tarım dosyası ile geri dönmüştür. Ve tarımı bitirme politikası bu dosyalardadır. Sadece Cargill için özel yasalar çıkarmışlardır. Tarımın eğer bir katili varsa, bu uluslararası tekeller ise, tetiği çeken eller Saray Rejimi’nin kendisidir, en başta da Erdoğan’dır.

Üretici değil ucuz tohum bulmak, mevcut sistemde bir “İsrail” tohumu olarak adlandırılan tohumu kullandı mı, kendi üretiminden doğal yolla tohum elde edememektedir.

Buğdayda, “sertifikalı tohum” dışında tohum kullanımının yasaklanması ne demektir? Sertifikalı tohum, sadece uluslararası şirketlerin, Cargill gibilerinin elindedir. Normal bir üretici, kendi toprağındaki buğdaydan elde ettiği tohuma “sertifika” nasıl alacak, hangi kriterlere göre alacak? Ve eğer sertifikalı buğday ekmezse, ceza ödeyecektir.

Erdoğan, hazır domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi terör aleti gibi göstermeye başlamış iken, buyursun, buğdayla ilgili çıkan bu yasayı hemen iptal etsin. Böylece biz de öğrenelim; bu domates, sivri biber, patlıcan ve patates terör araçlarını hangi eller kullanıyor, kim kiminle işbirliği içinde bunu yapıyor.

Gübre, ilaçlama, tarıma verilen kredilerin yüksek maliyeti, motorin maliyetleri vb. üzerinde durmaya gerek var mı? Bir kere işin en başını, tohum işini, İsrail-ABD firmalarına, uluslararası sermayeye terk ettin. Bir kere sen, en son şeker fabrikalarını Cargill emri ile satmadın mı? Yarın bu terör araçlarına şeker de eklenince, sen bizzat kendini suçlu ilan edecek misin?

2- Saray Rejimi, iddia ediyor ki, aslında fiyat artışları, üretici ile alâkalı değil. Peki ne ile alâkalı? Sadece marketlerle alâkalı.

– Bu doğru değil. Elbette üreticiden doğrudan tüketiciye ulaşacak bir sistem gerekli. Buna geleceğiz. Ama önce, zamların nedeninin sadece marketler olmadığını bilelim.

Ülkenin TÜİK diye bir kurumu var. TÜİK istatistik kurumudur ve enflasyonu vb. ondan öğreniriz. TÜİK’in enflasyon rakamları yalandır, işsizlik rakamları yalandır. Birçok şirket, holding, TÜİK’in enflasyon rakamını hesaba katmaz. Onlar daha çok dolar bazında değişime bakarlar. Eğer TÜİK’in rakamlarını anlamak isterlerse, bu rakamları 2,5 ile çarparlar. Yani enflasyon %20 diyorlarsa, onlar bunu 20×2,5= %50 olarak hesaplarlar.

Demek ki, devlet, bizzat istatistiklerle yalan söylemekte, istatistikleri manipüle etmektedir. Mesela, Erdoğan, bu birkaç seçilmiş ürünün fiyatını “tanzim satış kamyonları” ile düşürecek ve sonra da, enflasyon düştü diyecektir. Ama bunu bir yana bırakın, her türlü hile ile rakamları değiştirmektedirler.

Yine de TUİK’in rakamları, üreticiden fiyat artışı gelmiyor sözünü yalanlıyor.

Ocak ayı gıda fiyatları, tüketici fiyatları açısından %6,43 artmış olarak gösterilmektedir. Aynı Ocak 2019’da, tarımda üretim fiyatları artışı (ÜFE) ise %8,29’dur. Bu ne demektir? Buna göre, üretim fiyatları daha çok artmıştır. Biz buradan şunu anlayabiliriz ki, konu marketlerin, konu birkaç üçkâğıtçının işi değil.

Eğer bu işte üçkâğıtçıların katkısı varsa, bu üçkâğıtçılar, tarımı bitiren politikaları uygulayan, Cargill anlaşmalarını yapan, Cargill için özel yasalar çıkartan, ziraat fakültelerini olduğu gibi Cargill araştırma alanlarına çevirenlerdir.

Devam edelim. Ocak 2019’da, üretici fiyatları cephesinde, mr. patlıcan %64 artmıştır. Dolmalık biber %48, domates %48, hıyar %44 ve terörist sivri biber %39 artmıştır.

Demek ki, biliyoruz ki, üretici fiyatları artmıştır.

Çünkü, Ziraat Bankası’nı hortumlayanlar (mesela Demirören’e gazete satmak için krediyi Ziraat Bankası’ndan ayarlayanlar), çiftçinin kredi maliyetlerini yükseltmişlerdir.

Çünkü, tohum politikası olmayan bir ülkede, tohum tedarik eden uluslararası şirketlerin fiyatları artmıştır.

Çünkü, gübre ve ilaçlama fiyatları artmıştır. Dünyada ilaçsız tarım yapılması konusunda birçok birikim varken, Türkiye yönetenleri, Saray Rejimi, tarım ilaçları kullanımı ile büyük bir pazar hâline gelmiştir.

Çünkü, mazot fiyatları artmaktadır. Mazot fiyatları, hem tarım yapılmasını, hem de ürünün saklanması, depolanması ve sevkiyatını etkilemektedir.

Zaten internet üzerinden satışa başlamış olan tanzim satış sistemi, PTT kargo aracılığı ile, kilo başına 3,5 TL almaktadır. Yani, 1 kg patates markette 5,5 TL, siz tanzim kuyruğundan aldığınızda 3,5 TL, eğer internetten sipariş verirsen 3,5 TL + 3,5TL kargo. İşte size gülünç, aceleye getirilmiş, seçim yatırımı olarak devreye sokulmuş, palyatif bir uygulama. Neresini tutsan dökülüyor.

3- Evet, tanzim satış sistemini, kamulaştırmaya doğru bir adım olarak ele alamasak bile, özelleştirmeye karşı bir eğilim olarak, Saray Rejimi’nin, suçlarını itiraf etmesinin bir aracı olarak görebiliriz.

Ama gerçekte, çözüm, Erdoğan ve danışmanlarının bağlı oldukları efendileri tarafından asla onay görmeyecek, kamulaştırma ve kooperatifleşmededir.

a- Birinci olarak üretici kooperatifleri gereklidir. Zeytin yağı üretici kooperatifi, domates üreticileri kooperatifi vb. gibi. Bu tarımsal maddelerin işleyeceği fabrikaların, kesinlikle kamu malı olması gereklidir. Yoksa, mesela domatesi işleyen TAT, son anda, almaktan vazgeçtim der ve üreticiyi yok eder. Zaten bugün, örneğin domates üreticilerinin önemli bir bölümü, holdingler için, tekeller için ek kâr kaynağıdır. Domates üreticisi Bursa ve yöresinde TAT için veya bir başkası için çalışır. TAT, malı tarlada ekilirken alır, çiftçiye ne tohumu kullanacağını vb. dayatır. Hatta bazı durumlarda gübreyi, tohumu, ilacı çiftçiye kendisi satar. Demek ki, tarımsal üretimi işleyen fabrikalar, sigarasından rakı üretimine, konserve üreticisinden meyve suyu üreticisine kadar hepsi, özel mülkiyetten çıkmalıdır. Bu durumda, hem ne yiyip ne içtiğimizi biliriz, hem de üreticiyi koruyacak önlemler, gerçekten bir anlam ifade eder.

Demek ki, üretici kooperatifleri kurulacak.

Mesela Erdoğan’ın elinde dolaştırdığı çay üretimini ele alalım. Üretici bazan çayı denize dökmektedir. Özellikle özel sektör işin içine girdiği ölçüde ve girdiği yerlerde.

Mesela Karadeniz’in önemli ürünü fındık üretiminde Türkiye, 10 yıl öncesine kadar dünya pazarının %85’ini karşılamaktaydı. AK Parti iktidarı ve Erdoğan dönemi, fındığın dallarına kar yağan dönem olmuştur. Zapsu, hani Amerikalı yöneticilere “bu adamı süpürmeyin kullanın” diyen kişi, sadece Erdoğan’ı pazarlamadı. Aynı zamanda fındık borsasının başına geldi. Ve bugün fındık üretimi hızla düşmektedir. Oysa bir maddenin dünya üretiminin büyük ölçüde hakimi olmak bir avantaj olarak değerlendirilir. Ama emir Amerika’dandır. Erdoğan, her zaman bir ABD emireridir. Sadece İsrail nişanına sahip değildir, aynı zamanda ABD emireridir. Ne derlerse yapar. Tarım bunun en açık ispatıdır.

b- Üretici kooperatifleri yetmez. Aynı zamanda, tüketici kooperatifleri gereklidir. Yani, bir mahallede, halk, bizzat bir kooperatif kurarak, bu kooperatifin market açmasını sağlamalıdır. Halkın hepsinin ortağı olduğu bu market, tüketim fiyatlarının şişmesinin önlenmesinin temel araçlarından biridir.

Tüketici kooperatifleri, ülkemizde 12 Eylül öncesinde oldukça yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Hatta birçok tüketici kooperatifinin açtığı market, bizzat MHP kadroları tarafından, gladio operasyonları içinde bombalanmıştır.

Bugün, tüketici derneklerinin yapması gereken şey budur.

Ama bu daha çok, mahalle mahalle yapılabilecek bir şeydir ve bunun yolu da mahalle örgütlenmesinden geçmektedir.

Görüldüğü gibi, domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi ele alınca, Erdoğan’ın tanzim mağaza-kamyonları gibi karikatür uygulamalar ortaya çıkınca, işin nasıl kamulaştırma gerektirdiği bir kere daha açıklık kazanmaktadır.

Gıda fiyatlarının artması ve seçim süreci olmamış olsa idi, bu tanzim satış kamyonlarını görmeyecektik. Seçim süreci, Erdoğan’ın yeni düşman olarak domates, sivri biber, patlıcan ve patates dörtlüsünü öne sürmesi, tanzim satış işini gündeme getirdi.

Biz anlaşılacağı üzere, tanzim satış işine karşı değiliz. Sadece bunu ciddi bulmuyoruz. Ciddi yapılabilmesi için, kamulaştırma dalgasının gelmesi gerekir.

Buyursun Erdoğan, Saray’ın bahçelerinde kendisi için neden özel ürünler ektirdiğini açıklasın. Buyursun Erdoğan, kamulaştırma dalgasını hemen başlatsın.

Gıda “terörü” diye tarif edilecek bir şey gerçekten vardır. Bu uluslararası şirketlerin, Monsanto, Cargill gibi şirketlerin tekelci hakimiyetinin bir parçasıdır. Tekelci hakimiyet, mutlaka, daha büyük kâr oranlarını hedefler ve bu durum, şiddetle birlikte yürür. İlaç şirketleri nasıl ki virüs üretip sokaklara salarak ilaç satabiliyorsa, gıda şirketleri de tüm gıda alanını kendileri şekillendirmek istiyorlar.

Bu açıdan tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, ne yediğimizi bilmiyoruz.

Ve bir ülkede gıda ve tarım alanı, kamulaştırılmamış ise, hiçbir zaman o ülkede ne yendiğini bilmek mümkün değildir.

Bu nedenle, sosyalizm, insanlık için tek çıkış yoludur, acil bir ihtiyaçtır.

1 Mayıs 2019 öncesinde işçi sınıfının durumu

İşçi sınıfının durumu üzerine tartışacaksak işin sadece bir yönüne takılıp kalma tehlikesine karşı, bir çerçeve, bir tartışma çerçevesi de geliştirmemiz gerekir. Öyle ya, sadece işsizlik ya da sadece ücretler üzerinden bir tartışma da yürütsek, gerçekte işçi sınıfının durumu üzerine tartışmış oluruz.

1 Mayıs 2019 yaklaşıyor. Ve 1 Mayıs öncesinde, işçi sınıfı içinde hareketlilik gelişiyor. Pek çok işçi için, sadece 1 Mayıs için değil, ama ne yapması gerektiği bir sorudur. Günlük yaşamını idame ettirebilmek, sağ kalabilmek, açlıkla boğuşmak ciddi bir biçimde işçi ve emekçilerin gündemindedir. Ve elbette sadece günü kurtarmak, sadece bugün de aç kalmamak, bugün de ölmemiş olmak, tek tek işçileri de, bir bütün olarak işçi sınıfını da kurtarmıyor, kurtarmayacak. İşçi sınıfının, uzun soluklu bir mücadeleye hazırlıklı olması zorunluluktur. Başka türlü bu kısır döngüden kurtulmak mümkün değildir.

Kısır döngü şudur: Ailesini ve kendisini geçindirmek için yok pahasına ücretlerle, ağırlaşan koşullarda çalışmaya devam etmek ya da işini kaybetme riskini göze alarak mücadele etmek. Bu çelişki, kişisel düşünce ile aşılamaz. Bu çelişki, işçinin, kendisini bir sınıfın, tüm işçi sınıfının bir üyesi olarak görmesi ile mümkündür. Tek başına bir işçiyi işten atabilirler. Sadece hakkını aradı diye bir işçiyi kapı dışarı koymaları kolaydır. Ama birlikte hareket eden, haklarını arayan tüm işçileri kapı dışarı etmek mümkün değildir. Zira, her işyeri, her fabrika, işçilerin canlı emeği olmazsa, patron için para kazanan bir yer olmaz, olamaz.

Öyle ise, biz konuya birçok açıdan bakmaya, işçi sınıfının Nisan 2019’da durumunun ne olduğunu saptamaya çalışalım.

1- İlk bakmamız gereken şey, işçi sınıfının siyasal- ideolojik gelişmişliğidir. Burjuva ideologları, bize özellikle 12 Eylül’den bu yana, işçi sınıfının siyasetten uzak durması gerektiğini, sendikaların siyasetten uzak durması gerektiğini anlatıyorlar. Anlatmakla kalmıyorlar, bir komünist, sendika içinde öne çıkarsa onu tutukluyorlar. Onun görüşleri siyaset oluyor. Ama bir MHP’li, bir dinci, bir AK Partili sendika içinde öne çıkarsa, bunun adı siyaset olmuyor.

Demek ki, “sendikanın siyasetten uzak durması” dileği, komünist ve sosyalistlerin, devrimcilerin sendikalara sokulmaması isteğidir.

Devlet, işçilere “komünistlerden, sosyalistlerden, devrimcilerden uzak durun” mesajını, birkaç yoldan vermiştir. İlkin, tutuklamalar, baskı ve şiddet ile. İkincisi, kendi emrindeki sendikacıları yarı mafya tarzında örgütleyip, kendi paralı köpekleri hâline getirerek. Sendikalar, bu yolla, işçi sendikası olmaktan çıkmaya başlamıştır. Normal şartlarda, bir sendika, hiçbir siyasal müdahale olmamış olsa da, sadece işçi haklarını savunmak için çalışmış olsa, ister istemez, o sendika içinde devrimci düşünceler boy atacaktır. Çalışma koşullarının ağırlaşmasına, fazla mesaiye, işyeri cinayetlerine, çocuk işçiliğe, sigortasız çalışmaya vb. karşı çıkan bir sendika, ister istemez, işçilere bununla mücadele etme gereğini anlatacaktır. İşçiler, kendi haklarını korumak için harekete geçtiğinde, zaten siyasal talepler gelmeye başlayacaktır.

Hiçbir zaman ekonomik talepler, hak arayışları, siyasal mücadeleden ayrılamaz.

Sendika yasası çıkartan TC devleti, neden işçileri, sendikaları cendere altına alıyor? İthalat ve ihracat için yasa çıkardıklarında ihracatçıya soran devlet, sendika yasası çıkaracaksa, neden işçiler bu yasayı etkilemesin? Bu yasayı etkilemeye çalışmak, en azından siyasal bir davranıştır.

12 Eylül rejimi ve onun devamı olan Erdoğan’ın Saray Rejimi, açık işçi düşmanıdır. Ve böyle olduğu için, işçilerin sadece baskı ve şiddetle susturulması için çalışmakla yetinmiyorlar. Aynı zamanda sendikaların, işçileri denetlemesi, kontrol etmesi ve susturması için iş görmesini istiyorlar. Bunun için, birçok sendikanın yöneticisini kendi kadrolarından atıyorlar. Sendika mafyası dediğimiz bir çete sistemi kurmuşlardır. Böylece, sendikalar işçi haklarını savunan örgütler olmaktan çıkıyor.

Bir sendika düşünün, enflasyonun %50 olduğu bugünkü koşullarda, enflasyon rakamlarını bile doğru açıklayacak bir çalışma yapmamaktadır.

Bir sendika düşünün, işçilerin %10 zam alması karşısında grev silâhını kullanmak yerine, işçileri susturmak, direnenleri ihbar etmekle uğraşmaktadır.

Bir sendika düşünün, işyerinde işçi ölümleri ayyuka çıktığı hâlde, tek bir eylem dahi yapmamaktadır. İşçiler için ölüm mekânları hâline gelmiş işyerlerinde güvenlik önlemi almak “allahın işine karışmak” olarak iktidar tarafından yorumlanırken, sesini bile çıkarmayan bir sendika, işçi sendikası olabilir mi?

Bunca özelleştirme, bunca işçi kıyımı karşısında, hiçbir biçimde sesini çıkarmayan bir sendika, işçi sendikası olabilir mi?

Uzatmak mümkün.

Bu durum, sendikaların işçi sendikası olamaktan çıkarılıp, devlet-patron-sendika bürokrasisi arasında bir tarz mafya örgütlenmesine dönmüş çetelerce yönetilmesi, işte bu acı durum, işçi sınıfının devrimcilerden, komünistlerden, sosyalistlerden uzak durmasının sonucudur.

İşçi sınıfı, bugün, ülke gündeminde, sokaklarında, siyasal bir varlık olarak yer almamaktadır.

İşçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin olmaması, tek başına büyük bir kayıptır, büyük bir geri durum göstergesidir.

2- Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının sınıf bilincinden uzak olması anlamına da gelmektedir. Ve işçi sınıfı kendisini bir sınıf olarak görmediği sürece, haksızlığa uğramış bireyler olarak “mücadele” verir konuma düşmektedir. Bu da, hemen hemen her işçinin düşman için, devlet güçleri- patronlar vb. için kolay lokma olması demektir.

İşçi sınıfı, sınıf bilincine sahip değil ise, bireysel mücadele etme yollarını, hakkını korumak için bireysel adımlar atmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Bu elbette, bir çıkış yolu oluşturmaz. Bu nedenle haykırıyoruz, “kurtuluş yok tek başına” diye. Bu, gerçeğin kendisidir.

3- Sendikalar konusuna değinmiş olduk. Ama bu aslında başlı başına bir konudur. Sendikal mücadele, siyasal mücadelenin yanısıra mutlaka ele alınması gereken bir maddedir. Özellikle, ülkemizde sendikaların çok büyük çoğunluğunun sendika mafyasının denetiminde olması nedeni ile, hem işçilerin sendikalara bakışı olumsuz olmuştur, hem de bu durumun kırılamayacağı düşüncesi yaygındır.

İşçiler, kendileri için hiçbir şey yapmayan, toplu sözleşme dönemlerinde adım adım geçmişten gelen işçi haklarının tırpanlanması için patronlarla işbirliği yapan, işçileri devlete ve patrona ispiyonlayan bir sendikaya neden güvensinler? Bu nedenle sendikalaşma oranı sürekli düşmektedir.

2019 yılına girerken, sendikalı işçi sayısının artması önemlidir.

Sendikalı işçi sayısı, 2018 yılının Ocak ayında 1 milyon 714 bin iken, 2019 Ocak ayında 1 milyon 859 bine çıkmıştır. Bu 145 bin kişilik yeni sendikalı demektir. Bu 145 bin yeni sendikalının 50 bini Turk-İş’e, 69 bini Hak-İş’e, 22 bini DİSK’e ve 4 bini de diğer sendikalara aittir. Bu yeni sendikalaşmanın önemli bir bölümü, taşeron işçilerin kadroya geçmesinden kaynaklıdır. Özellikle Hak-İş’tekilerin hemen hepsi, Türk-İş’teki artışın çok büyük bölümü bu nedenledir.

Kadroya geçen taşeron işçi sayısı bile net değildir. DİSK, 744 bin kişinin kadroya geçirildiğini açıklamıştır. Oysa Bakanlık bu rakamın 900 bini bulduğunu söylemektedir. Öte yandan, basına yansıyan rakamlara bakılırsa 80 bin işçinin kadro beklediği anlaşılmaktadır.

2018 yılının ikinci yarısında artan işçi eylemleri, işçilerin yeniden sendikal mücadeleye önem vermelerine neden olmaktadır. Ama yukarıdaki rakamlar bunu göstermez. Yukarıdaki rakamlar, her ne pahasına olursa olsun, sendikaların erimesinin ve sendikalara güvensizliğin, hâlâ sürdüğünü, ama işçilerin de artık, sendikalarını kendi ellerine almak için hareketlenecek duruma gelmeye başladığının göstergesidir. Artık, en dibe vurulmuştur. İşçiler, kendi sendikalarını geri almak ya da alternatif örgütlenmeler geliştirmek zorundadır.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, işçilerin en geri sendikaları dahi işletmesini, bu sendikaları geri almalarını savunuyoruz. Elbette bunun öncesinde birçok örgütlenme metodu geliştirilmek zorundadır. Ama bu sendikaları, sendika mafyası dediğimiz çetelere bırakmamak gerektiği açıktır.

Kurulmakta olan yeni, küçük, az üyeli sendikaların da önemli olduğu kanısındayız.

Ayrıca, hareket olarak bizim inancımız, işçi kurultaylarının da içinde olduğu örgütlenme metotlarının, yarın sendikaları geri almamızda çok önemli işlevler göreceğidir.

Demek ki, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi de geridir. İşçi sayısı 13 milyon 411 bin olarak açıklanmaktadır. Bu rakam 2018 sonu itibarı iledir. Bu rakam doğru değildir. Bu rakamın içine sigortasız, kayıtsız çalışanlar, çocuk işçiler, göçmen işçiler dahil değildir.

Ama rakam eğer 13 milyon 411 bin olarak alınsa bile, sendikalı işçi oranı çok düşüktür.

Dahası, bu sendikalı işçilerin çok daha azı toplu sözleşmelerden yararlanmaktadır.

4- İşçi sınıfının çalışma koşulları kötüleşmektedir.

İşçilerin çalışma koşulları her geçen gün daha da kötüleşmektedir. Özelleştirme dalgası ile işçilerin birçok sosyal hakkı tırpanlanmıştır. Sendikalar, bu konuda devlet ve patron ile birlikte hareket etmiştir.

Bugün, yerel seçimler öncesinde tanzim satışlardan söz eden Saray Rejimi, dün, ‘et ve sütü, şekeri ve ayakkabıyı devlet üretir mi’ şeklinde kampanyalar açmıştı ve bu konuda en büyük destekçileri sendika mafyası idi.

Bu özelleştirme dalgası işçi sınıfına bütünsel bir saldırının parçası idi. Bugün bunu daha net görebiliyoruz.

İşçiler sadece sosyal haklarını kaybetmediler, aynı zamanda taşeron sistemi ile, ekonomik örgütlülüklerini kaybettiler, daha zor koşullarda çalışmaya başladılar. Mesailer uzadı. Ortalama çalışma zamanı Türkiye’de 10,5 saat/gün noktasına gelmiştir. Haftalık çalışma zamanı 65 saati geçmektedir.

Üzerine, işçilerin çalışma ortamları da kötüleşmektedir. Temizlik, işçi sağlığı önlemlerinin alınmaması vb. gibi şartlar sürekli kötüleşmektedir. İş cinayetleri bunun en açık kanıtıdır. AK Parti iktidarları döneminde, iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 22 bini geçmiştir. Bu rakam, 22 bin, sadece kayıtlı olanlardır. Sigortasız çalışırken ölen işçiler, ölen göçmen işçiler vb. hasıraltı edilmektedir. Bunlar da hesaba katılırsa, her yıl ortalama 2 binden fazla işçinin, iş güvenliği önlemleri alınmaması, aşırı çalışma, sağlıksız koşullarda çalıştırma nedeni ile öldürüldüğü söylenebilir.

5- İşçi sınıfının yaşam koşulları kötüleşmekte, işçiler daha da yoksullaşmaktadır.

İşçilerin, artan fiyatlar nedeni ile reel ücretleri düşmektedir. Sadece 2018 yıl sonu itibarı ile işçilerin kaybı, ortalama %30 civarındadır. İşçiler 2018 yılında %30 fakirleşmişlerdir. Çocuklarının eğitim masrafları, kira, artan elektrik ve gaz faturaları vb. giderek yaşam koşullarını kötüleştirmektedir.

İşsizlik, bu kötüleşen koşulların başındadır. Seçimler nedeni ile CHP yöneticileri ağızlarından bazı rakamlar kaçırmaktadır. Resmî rakamlar 3,5-4 milyon işsiz rakamı açıklarken, bu rakamın 7,5 milyon olduğu açıklanmaktadır. Bizim hesaplarımıza göre bu rakam 11 milyonun üzerindedir.

İşçi sınıfı bu kuşatılmışlığı, bu aşağılanmayı, bu yok yerine konulmayı nasıl kıracaktır?

1- İşçi sınıfı, siyasal olarak sisteme karşı mücadeleyi öğrenmek, geliştirmek, siyasal olarak kendisinin bilincine varmak, devrimcileşmek zorundadır. Devrimci ve örgütlü değil ise, milyonlarca işçi hiçbir şeydir. İşçi sınıfı, devrimci harekete uzaklığını kırmalıdır. Bu nedenle biz, hareket olarak, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin kritik rolde olduğunu düşünüyoruz.

İşçi sınıfının en ileri unsurları, durumu anlayan, gören unsurları, devrimci hareketle birleşmek ve işçi sınıfını toplumsal mücadelenin öncüsü olarak örgütlemek zorundadır.

2- Her işyerinde, sendikal örgütlenmenin durumundan bağımsız olarak, işçi örgütlenmeleri geliştirmek zorunludur.

3- Sendikaları geri almak ve bu doğrultuda güçlü bir ekonomik mücadele geliştirmek, işçi sınıfının kendini tanımasının okuludur.

4- İşçi semtlerinde, fabrikalarda, işçiler arasında dayanışmanın geliştirilmesi, her yolla bunun geliştirilmesi gerekir. Bu bir yandan, işten atılan işçilere ortak bir fondan destek olunması anlamına da gelmeli, diğer yandan, mahallelerde, işçi semtlerinde ortaklaşa yemek pişirmek de dahil, her türlü dayanışmayı geliştirmek anlamına da gelmelidir.

5- İşçiler, sendikal örgütlenme dışında birçok yolla örgütlenmeli, kendi güçlerini bir araya getirmelidirler. Bu açıdan sadece bir metoda, sadece bir örgütlenme biçimine takılıp kalmak da doğru değildir. Her örgütlenme çabası önemlidir.

6- İşçiler, gelişen direnişlere destek vermek üzere hareket etmelidir. Bu destek bir direnişi, bir grevi ziyaret ile başlar ve daha geniş biçimlerde sürebilir. Olanaklı her türlü destek, sadece direniştekilere moral demek değildir, aynı zamanda destek verenlerin de harekete geçmesi, düşünmesi, kavrayışının gelişmesi demektir. Direnişteki işçi nasıl güzelleşiyor ve öğreniyor ise, onu ziyaret edip ona çay götüren, direniştekinin çocuklarına okul malzemesi taşıyan da güzelleşmektedir, öğrenmektedir.

Yağma, rant, savaş ekonomisi | “Satılık ülke var” görüntüleri

31 Mart seçimleri süreci, ilginç göstergeler ortaya koydu. Gören, görebilen gözler için, Saray Rejimi’nin tüm gerçek yüzü ortaya çıktı. Yalanlar bir bir devriliyor, balonlar bir bir patlıyor. Elbette görebilen gözler için. Kör gözlerin bile görebilme olanağı olduğunu söylersek, abartmış olmayız. Ama sağır yüreklerin, aklı bulanıklaşmış olanların görme şansı yok.

Bu yazı, 31 Mart seçimlerinden önce kaleme alınıyor. Sizlere, seçimlerden sonra ulaşacaktır. Bu nedenle, 31 Mart seçim sonuçlarından tamamen bağımsız olarak okumanızı öneririz.

Ekonomik kriz, hayatın gerçeği olarak sahaya inince, tüm pembe tablolar, “büyüdük”, “ihracatı patlattık”, “en büyük güç biziz” vb. balonları yerini gerçeğe bırakmaya başladı.

***

Önemli bir hamle, bizzat Muktedir’den geldi. Krize karşı tanzim satış noktaları, çadırları vb. organize ettiler. Neo-liberalizmin savunucuları, efendileri izin verse, Londra, NewYork’taki parababaları izin verse, özelleştirmelere karşı kampanya başlatacaklar.

Tanzim satış hamlesi, başlangıçta Saray Rejimi’ne hoş göründü. Ama zaman ilerledi ve kuyrukta bekleyenler, soğuk ve yorgunlukla birleşmiş hâlde, düşünmeye başladılar.

Halife Efendimiz, Sultanımız, kısacası Muktedir, adına “varlık kuyruğu” dedi.

Ama adına varlık kuyruğu dendi diye, tanzim satışlara gidenlere altın dağıtılmadı, kredi verilmedi. Adına varlık kuyruğu dendi diye, kuyruktakiler sevinç naraları atmadı. Adına varlık kuyruğu dendi diye, Saray eşrafı, kuyruğa girmedi, Saray’ın gözdesi rantçı inşaat firmaları sülale boyu tanzim kuyruğuna dizilmedi. Rantçılar, yağmacılar, savaş tutuşturucuları, çeteler vb. varlık kuyruğunda boy göstermedi.

Adına varlık kuyruğu denilen yerde, işçi ve emekçiler, emekliler, kadınlar, fakirler beklediler. Ellerine çürümüş domatesleri, atılacak patatesleri alıp evlerine koyuldular.

Ve tanzim kuyrukları, ekonomik kriz denilen şeyin ne kadar gerçek olduğunu bu kuyrukta olan olmayan herkese hissettirdi.

***

İkinci hamle, bu birinci hamle ile bağlantılı olarak geldi. Erdoğan, kudretinden sual olunmaz bir eda ile, soğan, sivri biber, domates ve patlıcanı terörist ilan etti.

Böylece, organik sebze kavramından sonra, günlük hayatımıza terörist sebzeler de girdi.

Ve bu da, “terörist” sözünü kime söylerlerse söylesinler, artık bir anlam ifade etmediğini ortaya koymaya başladı.

Ankara Garı’nı bombalayan, insanların Suriye ve Irak’ta boğazını kesen IŞİD çeteleri “kızgın çocuklar” olurken, sivri biber, terörist ilan edildi. Siz hangisine yakın olmak istersiniz; sivri bibere elbette.

HDP terör örgütü, HDP’ye oy verenler vatan haini vb. ilan edildi. Demek, sivri biber yiyorlar, demek domates seviyorlar, demek patlıcan bulunca seviniyorlar, demek patatesten yana gönülleri var. İşte size “terörist”in yeni tarifi.

***

“Ekonomik kriz yok”, “doların başını çekiçle ezdik”, “dolar alanlar çok beklersiniz” diyen, ağzı ile vücut hareketleri arasında eşgüdümü sağlayamayan Hazine Bakanımız Damat, bizzat kendi ağzından krizi itiraf eder duruma düştü. Sadece o mu? Binali, İstanbul’a zorla başkan adayı olmuş olduğundan olacak, “seçimleri kazanırsam krizi bitireceğim” dedi. Sanki Erdoğan’ın yerine o geçecek, sanki, kendi partisi iktidar değilmiş gibi, sanki Saray Rejimi diye bir şey yokmuş gibi.

31 Mart seçimleri süreci nasıl sonuçlanacak bilmiyoruz, ama kesin olan Muktedir ile Damat ve Binali arasında, seçimden sonra epeyce bir gerilim olacak. Erdoğan, “tamam ama bu kadar da demedik” diyecektir. Hele Binali seçimleri kaybederse, troller, onu Erdoğan’a bile bırakmayacak. Zaten kazanırsa, emaneti Bilal’e devrecek deniliyor. Yani Binali’nin işi zor. Bir de “uluslararası sermaye” var. Yani Erdoğan’ın efendileri, bu kez başka tarzda konuşmaya başlayacaklar, bu kadar zamana oynamak yeter diyecekler.

***

AK Parti için canla başla çalışanlar, bazı illerde işçi alımı yaparak, AK Parti’ye oy toplamak istediler. Başvuranlar fazla olunca, salonları dolduran kalabalığın içinden “kura” çektiler. Sandıkların nasıl sayıldığını bilenler, “kura”nın nasıl olduğunu da anladılar. Böylece iki şey birden ortaya çıktı, hem çok sayıda işsiz olduğunu bizzat sokakta gösterdiler, hem de “kura” taktiklerinin Fethullahçı taktiklerinden kopyalandığını göstermiş oldular.

İşte görmek isteyen göz için değil, kör olan göz için de birkaç gerçek.

***

Kriz yok diyen Saray Rejimi, Merkez Bankası’nın yıllık toplantısını 18 Nisan’dan, Ocak ayına taşıdı. Böylece elde edilen para, “yağma-rant-savaş ekonomisi”ni beslemek, ayakta tutmak için kullanıldı.

Ve nihayet, 15 Mart’ta, bazı memurlarının maaşlarını ödemeyen bir devlet ortaya çıkmaya başladı. Nasılsa 31 Mart’a kadar bu durum çok açık hâle gelmez diye düşünüyorlar.

Dahası var, acaba kaç şirket battı ama 31 Mart öncesi ilan edilsin istemiyorlar? Önemli firmaların isimleri piyasada dolaşıyor.

Belli ki, THY’nin özelleştirilmesi yetmemiştir. THY, özelleştirme yok diye açıklama yapıyor. Demek oluyor ki var. 31 Mart sonrasına bırakılıyor.

***

Saray Rejimi, varlık işine pek takmıştır. Aslında İslam dininde en büyük varlığın mülk olmadığı biliniyor. Varlık sahibi olmak pek de muteber değildir. Zenginlik ve dinî anlamda “ilim”, çok da birbiri ile bağdaşmaz. Ama ne var ki, Saray Rejimi, “itibardan tasarruf olmaz” felsefesi ile çalışmaktadır.

Saraylar, yeni sarayları beraberinde getirmekte, odaların içlerine sonradan görmelik misali varak kaplı eşyalar doldurulmakta, zenginlik ve ihtişam sergilenmektedir.

Ama bu kadar da değil.

Varlık yok iken, varlık fonu kurma başarısı da bu “cinali” grubuna aittir.

TC Varlık Fonu kurulmuş, başında önceleri Jöleli’ye, kendisi bir çeşit varlık olduğundan olsa gerek ve ardından ise doğrudan Erdoğan’a bağlanmıştır.

Normalde, ekonomik dengeleri cari fazla veren, çok parası biriken ve bunları öylesine tutmaktansa, değerlendirmek isteyen ülkelerin varlık fonları oluyor. Mesela Japonya, mesela Katar vb. gibi. Bu varlık fonları, para kazanacakları yatırımlara yöneliyor vb. Türkiye’de ise, ortada bir fazla değil, açık var, borç var ama varlık fonu var. Bu nedenle bu bir “cinali” fikridir, eğer Binali fikri değil ise. Binali fikirleri daha çok gemi işlerine çalışmaktadır. Ama bu tam bir “cinali” fikridir.

Varlık fonu, aslında borç para bulabilmek, hazine garantileri ile kredibilitesi son noktaya gelmiş olan devletin borçlanması sürecini yeniden açabilmek için organize edildi. Ama borç para veren, kredi veren uluslararası sermaye şirketleri, Hazine garantisinin bu varlık fonu şirketlerinin yeni konumlandırılması ile anlamsız olduğunu görmekte gecikmezler. Bu durumda, alacaklarını almak için McKinsey gibi kuruluşları devreye sokarlar.

Saray Rejimi de hemen, 9 Mart 2019 tarihinde, bir yasa çıkartarak, “varlık fonu”ndaki şirketlerin satılabilmesinin yolunu açarlar.

İşte size yeni özelleştirme mantığı: Rehin ver.

Sakarya tank fabrikasını Katar’a sattıkları ortaya çıkınca, dediler ki, hayır satmadık, 25 yıllığına kiraladık. İyi ama siz bu hikâyeyi bir de, Erdoğan yerine, Ethem Sancak’tan dinleyin. Kendisini Şems, Erdoğan’ı Mevlana ilan eden Ethem Sancak, Erdoğan’la olan konuşmalarını tek tek açıklamıştır.

Varlık fonu diyor ki, satış diye bir planımız yok.

Ne zamana kadar?

Madem yok, bu yasa neden çıktı?

İster misiniz, çay fabrikalarını mesela satmış olsunlar?

***

Ya Boğazlar ile ilgili yeni yasal düzenlemeleri duydunuz mu? Yerli ve milli anlayış, tank fabrikasını özelleştirirken, Katar ile olan ilişkileri açığa vurmuş oluyor. Anlayana elbette.

Ama Boğazlar ile ilgili, özelleştirme düzenlemesi oldukça ilgi çekicidir.

Boğazlardan geçen gemilere, çekme ve kılavuzluk hizmetleri satılır. Bunu devletin sahil koruma birimi ya da onun içinde bir birim yapar. Yani, bu bir devlet işidir.

Şimdi, yeni bir yasa çıkmıştır. 31 Mart seçimlerinden önce çıkan yasa, bu hizmetlerin, tüm çalışanları TC vatandaşı olması koşulu ile, yabancı şirketlerce de sağlanabileceği, bu anlamda özelleştirmeye yabancı şirketlerin de girebileceği yolundadır.

İşte size yerli ve milli.

Boğazların bu yeni yasal düzenlemesi, gerçekte “Kanal İstanbul” projesi ile de bağlıdır. Acaba, Saray Rejimi’nin yağmacı-rantçı müteahhitleri, bu işten nasıl faydalanacaktır? Onları kurtarmanın yolu bu mudur?

Neden bu yasa, seçim çalışmaları bu denli savaş havasında sürerken çıkarılmaktadır, yoksa, bu yabancı şirketler ABD, İsrail ve İngiltere menşeli mi olacaktır?

Acaba, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra Binali, Hollanda’da bir şirket kurup, bu işi almak koşulu ile, Başkanlığı Bilal oğlana mı devredecektir? Soru işte, insanın aklına geliyor.

Tüm bu “elma şekeri”nden Bahçeli ne alacaktır?

***

Saray Rejimi, ilginç “kontr-gerilla” uygulamalarını da devreye sokmuştur.

Soylu, “seçilmek yetmez, seçilseniz de görev yapamazsınız” diyor.

Erdoğan, istemediğimiz bir adam seçilirse “kayyum” atarız diyor.

Ülkenin başında zaten gasp edilmiş bir iktidarı elinde tutanlar var. Kendilerini kayyum olarak acaba kim atadı?

Yetmiyor: Antalya’da, altında HDP, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi imzası bulunan bildiriler dağıtıyorlar. Yani, sözümonu bu dört parti birlikte bildiri basmış ve ayaklanma çağrısı yapıyorlar. Bildiriyi AK Parti kadroları, çeteler vb. basıyor ve dağıtıyor.

Karartma, kontr-gerilla metotlarının açık ifadesidir.

Ne güzel, siz muhalif misiniz, bildirinizi de biz basarız, diyorlar.

Tüm bunlar, yağma ekonomisini, rant ekonomisini, savaş ekonomisini çıplak olarak göstermektedir. Krizin nedeni bu rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Rant, yağma ve savaş ekonomisi ile kârlarına kâr katanlardır. Ülkeyi lokma lokma yutmaya çalışanlardır.

Bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, kendini ancak Saray Rejimi ile ayakta tutabilir. Saray Rejimi’nin ana dayanağı budur.

Saray Rejimi’nin, milliyetçiliği, ırkçılığı, dini azgınca kullanması, bu rant, yağma ve savaş ekonomisini ayakta tutmanın zorunlu koşuludur. Yalan makinaları, bunun uzantısıdır.

Seçim süreci, tüm bunları göstermiştir.

Korkuyorlar, cennetlerini kaybetmekten korkuyorlar. Rant, yağma ve savaş ekonomisinin sürmemesi durumundan korkuyorlar. Halktan, işçi ve emekçilerden, işsizlerden, kadınlardan, gençlerden korkuyorlar. Halkı, halkları kendilerine düşman görüyorlar. Bu nedenle bu kadar azgınca saldırıyorlar. Bu nedenle seçim meydanlarında “insaf be” diyenleri tutuklatıyor, “işim yok” diyen kadınlara hakaret ediyor, kendi düşündüklerini söylemeyen sanatçıları tehdit ediyorlar.

Korkuyorlar.

31 Mart seçim süreci bunu göstermiştir.

Din adamı olsak, “inşallah korktukları başlarına gelir” derdik.

Devrimciyiz ve “korkularınızı gerçeğe çevireceğiz” diyoruz.

Direniş Kazandırır, Örgüt Özgürleştirir!

Yerel seçimler, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir genel seçim havasında gerçekleşti. Saray rejimi, tüm gücü ve olanaklarıyla her türlü hileyi devreye soktu. Ama buna rağmen, sandığa yansıyan sonuçların bir bölümünü manipüle edebildi. Tüm hilelerine rağmen, istedikleri sonuçları elde edemediler. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bir çok büyükşehiri kaybettiler. Baskının, şiddetin ve hilenin olmadığı bir seçimde kaybettiklerinin çok daha net bir şekilde açığa çıkacağı ortadadır.

Bugün ABD, AB ve uluslararası finans kuruluşları Gezi’den, 7 Haziran’dan bugüne artarak devam eden öfkenin sandığa yansımasına bu kadar izin vermiştir. Gerçek oy oranları açıklananın da altındadır.

Büyükşehirleri kaybeden AK Parti, şimdi bir pazarlık sürecindedir. Pazarlık rantın yeni düzenlemede nasıl paylaşılacağı ile ilgilidir. Pazarlık Cumhur ittifakı ve Millet ittifakı ile birlikte Saray Rejimini oluşturan çetelerin yeni düzenlemede keselerini nasıl dolduracakları ile ilgilidir. Pazarlık Suriye’de ABD emriyle hangi operasyonlara dahil olunacağı ile ilgilidir; pazarlık emekçilerin vergilerinin S-400’lere mi Patriot’lara mı aktarılacağı ile ilgilidir. Pazarlık 450 miyar doları bulan dış borcun hızla geri ödenmesi için nasıl yöntemlerle işçilerin kazanılmış haklarına saldırılacağı, IMF gibi kurumlara ülkenin nasıl satılacağı ile ilgilidir.

Erdoğan’ın balkon konuşması bu pazarlığın teminatıdır. Ekonomide yapısal reformlar dediği kıdem tazminatların yok edilmesi, zorunlu BES uygulaması, işçi ve emekçileri daha büyük bir yoksullağa mahkum edecek IMF politikalarının uygulanmasıdır. Balkondaki diğer konu ise Suriye savaşıdır. Ortadoğu’da ABD’nin emireri olacağının mesajını vermiştir. Beka meselesi anlaşılmıştır diyerek Kürt halkına karşı savaşın derinleşerek devam edeceğini ilan etmiştir.

Onların anlaştıkları halkara zulüm, işçilere daha fazla açlık, aşağılanma, sefalet, kadınları her türlü saldırı ile sindirmek, yok saymak, öğrencilere jop, akdademisyene, aydına cezaevidir.

Tüm bunlara rağmen, Saray Rejimi, AK Parti geriletilmiştir. Bu sonuçların gerisinde, işçi-emekçilerin, halkların, öğrencilerin, kadınların, yıllara yayılan direnişinin etkisi de vardır.

Çünkü biz varız! Geziciler var ve umut biziz!

Biz bu ülkenin işçileri, gençleri, kadınları, akademisyenleri, aydınları, halkları bu ülkenin gerçek sahipleri burdayız ve direnmeye devam ediyoruz.

Biz binlerce işçiyiz, Flormarız, Cargilliz, fabrika önlerinde, iş yerlerindeyiz, sokaklardayız. Direniyoruz!

Biz onbinlerce kadınız, yasaları, polisleri, erkek egemen zihniyetleri her saldırdığında yaşam hakkımız için özgürlüğümüz için sokaklardayız. Direniyoruz!

Biz üniversitelerimizi, liselerimizi karakollara, akademik içeriği çöplüğe çevirseler de kampüs kampüs isyanı örmeye devam ediyoruz. Direniyoruz!

Biz halklarız, dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi yaşatmak için sokaklardayız, yüzbinlerle Newroz’lardayız. Direniyoruz!

Biz “Bu suça ortak olmayacağız!” diyen binlerce akademisyeniz, KHK’lerle ihraç etseniz de boyun eğmedik. Direniyoruz!

Biliyoruz direniş kazandırıyor, ancak kalıcı kazanımlar için örgütlülüklerimizin geliştirilmesi gerekiyor.

Açıktır, düşmanlarımız saf tutmuştur. Biz de, işçileri, öğrencileri, kadınları, halkları örgütlü mücadelede saf tutmaya, saflarımıza çağırıyoruz.

1 Mayıs 2019 direnişlerin birleştiği, özgürlük umudunun büyüdüğü bir gün olmalıdır.

1 Mayıs tüm bu aşağılanmaya, sefalete, yoksulluğa karşı işçiler olarak, kendi geleceğimiz için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs susmayan, korkmayan, itaat etmeyen kadınların özgürlükleri için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs kuşatılmış , içi boşaltılmış okullarını geri almak isteyen öğrencilerin hayalleri için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs emperyalist savaş, yağma ve ranta karşı adalet, özgürlük ve halkların kardeşliği için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs özgür bir Anadolu’da, adil ve onurlu bir yaşama sahip çıkmak ve onu yaratmak için sahneye çıkma günüdür!

Direniş kazandırır, Örgüt Özgürleştirir!

Kaldıraç’la 1 Mayıs’a!

ABD’nin saldırgan politikası ancak dünya işçi sınıfının direnişi ile durdurulabilir

Trump dönemi, ABD’nin ilginç bir dönemi anlamına geliyor. Birçokları için Trump, gerçekte problemli bir başkan. Bunu, onun kişiliği ile de bağlantılı olarak ele alanlar var. Ve elbette bir yandan da Trump’ın seçilmesini, Rusya’nın müdahalelerle sağladığı teorileri de. “Teori” deyip geçmeyin, bu konuda bir mahkeme süreci bile var.

Ama öte yandan, biz biliyoruz ki, Trump, yumurtadan çıkıp birdenbire başkan olmadı. Kuşku yok ki, ABD devletinin gerçek sahipleri, Trump’ın seçilmesini belli nedenlerle “uygun” buldular.

Trump, aslında, ABD’nin istediği “ekonomik savaşı”, kazasız geçirmek için uygun bir geçiş dönemi “adam”ına benziyor. Öyle ya, normal şartlarda neo-liberal politikalarla dünya çapında özelleştirmeler, devletin küçülmesi, gümrük duvarlarının yok edilmesi gibi konularda var olan Batı dünyasının “ortak kabulleri”ni, ABD’nin kendini toplaması adına, geçici bir süre rafa kaldıralım teklifi, “normal” kabul edilecek bir başkan ile gündeme sokulabilir miydi?

Yani, Trump, aslında bu politikanın, ABD çıkarlarına hizmet edecek tarzda uygulanması için özel bir iş görmektedir.

Diğer emperyalist güçler, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, ABD’nin bu yeni politikasını “Trump’ın gelgitleri”, “Trump’ın saçmalıkları” olarak ele alabilmektedirler. Böylece, ABD, bir milim olsun yol almak istiyor.

Burada önemli olan ABD’nin ne kadar planlı bir yol aldığı, alabildiği değildir, önemli olan ABD’nin çöküş ya da dünya kapitalist sisteminin liderliğinden düşüş sürecini frenlemek, az zararla idare etmektir. Ölçü budur. Ve bu açıdan, Trump işe yaramaktadır, diyebiliriz.

Trump’ın “tweet”lerle idare ettiği devlet çarkı, gerçekte, hem sistemin tüm dünyadaki çürümesini gösteriyor, hem de aynı hızla politikaların bir başka tweet ile değişmesine olanak tanıyor. Böylece Trump bir yandan dediğini demiş oluyor, diğer yandan da bunun hemen değişmesi olası duruyor.

Bir bakıyorsunuz Trump, Suriye’den çekiliyoruz, diyor, bir bakıyorsunuz ki, bunun tam tersi yapılıyor. Elbette buna inananlar ile inanmayanlar arasında, oyunu doğru anlama konusunda epeyce farklılık oluşuyor.

Trump kimin adamı, acaba Rusların adamı mı, gibi tuhaf sorulara gerek bile yok. Elbette Trump, tıpkı Obama gibi Amerikan sermayesinin adamıdır. Obama, “dünya imparatorluğu” hayallerine ulaşamayan ABD’nin bir geri çekiliş planı idi. Ve Obama dönemi, aynı zamanda IŞİD denilen örgütlenmenin ve elbette bunun gibi örgütlenmelerin ortaya çıktığı dönemdir de. Nobel Barış Ödülünü almış olan Obama, Clinton ile birlikte kanlı IŞİD organizasyonunun bizzat kurucularıdır.

Trump, bu geri çekilme ve güçleri yeniden organize etme dönemi diye adlandırılacak olan Obama döneminin, ekonomik alanda devamıdır. ABD, ekonomik olarak toparlanıp, bir noktaya geldiğinde, bu politika bitecek ve kolaylıkla Trump bir “deli” adam olarak tüm olayların sorumlusu ilan edilebilecektir.

Trump döneminde ABD’nin saldırganlığı artmıştır.

Ticaret savaşları, çok açık bir hâle gelmiş ve şiddetle sürmektedir. Çin başta olmak üzere Rusya da bu ticaret savaşının hedefindedir. Bu ticaret savaşı, AB ile ABD arasında da vardır. O kadar ileri boyutlara gelmiştir ki, şirketlerin CEO’ları tutuklanmaktadır. Huawei adlı Çin iletişim şirketinin CEO’su Kanada tarafından ABD isteği ile alıkonulmuştur. ABD sadece gümrük duvarlarını yükseltmiyor, aynı zamanda, şirketlere karşı devlet gücü ile açık operasyonlara yöneliyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberalizmini geliştirirken ABD, birdenbire durdurunuz sloganlarını atmaya başladı.

Aynı Trump dönemi, Meksika sınırına duvar yapılması dönemidir de. Bu duvar, Meksika’dan gelecek göçmenleri önlemek için yapılmıyor. Bu duvar, Teksas’ın ayrılıp kopmasını, ABD’nin dağılmasını önlemek için yapılıyor.

ABD ekonomisi, daha çok militaristleşmiş bir ekonomidir. Savaş sanayii, bu açıdan çok önemlidir ve dünyanın herhangi bir yerinde gerginlik üretip silâh satmak bu ekonomi için her zaman en uygun çalışma tarzıdır. Biz, Yunanistan ve Türkiye gerilimi nedeni ile bunu, geçmişte de çok yakından biliriz. İkisi de NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan, akıl almaz bir silâh rekabeti ile silâhlanmışlardır. Büyük bir tiyatrodur bu ve aslında pazarlama faaliyetidir. Silâh tekellerinin pazarlama faaliyeti, “dış politika”, “strateji”, “taktik” vb. adlarla ülkelerin kendi kamuoylarına yutturulmaktadır.

Ama bugün, işin başka bir boyutu daha var.

ABD, dünya liderliği, “tek kutuplu dünya”, “dünya imparatorluğu” gibi sloganlarla, SSCB çözüldükten sonra, dünyanın tek hakimi olmayı aklına koydu ve bunu da ilan etti. Ama işler öyle gitmedi.

Diğer emperyalist güçler, dünyanın yeniden paylaşılması için ekonomik güçlerini sahaya soktukça, ABD avantajlı olduğu askerî gücünü öne çıkardı. Özellikle Japonya ve Almanya karşısında askerî üstünlüğünü kullanarak, ekonomik risklerini durdurmaya yöneldi.

Evet ama, ekonomik avantaja sahip ülkeler, adım adım bu süreci zorlamaya başladılar. ABD, bu durumda değişen “düşman” bulma taktikleri ile gücünü tutmaya çalıştı. Önceleri, El Kaide ile, İslamî terör ile vb. Batı medeniyet ve yaşam tarzını korumak adına, Batı üzerindeki kontrolü için bahaneler yarattı. Etkili olmadığı söylenemez. Ama bu etkinin sınırlı olduğu ve dünya liderliğini garanti altına almadığı da açık.

ABD, Afganistan, Irak, Libya saldırılarından sonra, Ortadoğu’ya daha açık bir tarzda yönelmek üzere Suriye savaşını tezgâhladı. Bu kez ise, Çin ve Rusya devreye girdi.

ABD, tereddüt etmeden, Trump döneminde, Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan eden politika metinleri sundu.

Bununla kalmadı. Ukrayna operasyonu ile Batı Avrupa’yı, en çok da Almanya’yı kendi politik çizgisine çekmeye çalıştı. Belki Volkswagen ve Deutsche Bank gibi devlere karşı cezalar uygulamaya koyan ekonomik savaş devreye sokulmamış olsa idi, Ukrayna daha da etkili olabilirdi.

Böylece, ABD, Suriye savaşı sürerken, Rusya’yı durdurmak için bir Ukrayna sorununu Batı ile birlikte devreye soktu. İki alanda birden gerginlik politikası, savaş devreye sokulmuş oldu.

Ve 2019 yılının daha ilk günlerinde, üç alanda daha etkin olacağını göstermeye başladı.

Venezuela’ya karşı açık bir darbe organizasyonunu ilan etti.

Yetmedi, Çin’in açıklarına savaş gemilerini dayadı.

Çin ile ticari savaşı tırmandırırken, savaş gemileri ile de devreye girmeye çalışıyor. Çin ile ekonomik savaşı, şirket yöneticilerinin tutuklanması taktikleri ile bir üst aşamaya taşıdı.

Ekonomik ambargolarla, İran, Rusya, Çin, Venezuela, Hindistan’a karşı uygulamalar yapmaya başladı. Bu ambargolar, Batılı dev şirketlerin de katılımı için büyük baskıları devreye soktu. Fransız veya Alman veya İtalyan şirketleri, bu ambargo politikalarına uymaya zorlandı, zorlanıyor.

Ve savaşı tırmandırma politikasına, şimdi de Hindistan’a karşı Pakistan güçlerinin provokasyonlarını tertipleyerek, yeni alanlar ekliyor.

Suriye’den IŞİD çetelerinin bir bölümü, bu bölgelere taşınıyor. Bir yandan Venezuela’ya karşı Kolombiya topraklarını “Pakistanlaştırırken”, diğer yandan Hindistan ve Çin’e karşı Keşmir’e IŞİD çetelerini taşıyor.

Böylece yerkürenin hemen her bölgesinde savaş ve gerginlik tırmandırılıyor.

Kendi topraklarında hiç savaş görmemiş olan ABD, savaşı dünyanın her yerinde tutuşturarak, çok cepheli bir saldırganlık organize ediyor.

Tüm bunları yaparken ise, ABD’de, “saçmalıkları ile ünlü” bir Başkan var. Bu Başkan, olası her türlü aksiliğin günah keçisi olmaya hazır tutulmaktadır. “Amerika first” politikası, büyük oranda Trump’ın “kendisini ABD çıkarları için feda etmesi” anlamına gelmeye açık bir slogandır, hem de bizzat kendi ağzından.

Pakistan’ın Hindistan’a saldırısı, ABD’nin Çin ve Rusya’ya dönük bir yeni saldırısı olarak görülmelidir. Zira, Rusya ve Çin hattına yakın durma iradesi koyan Hindistan, bu üçlü içinde en zayıfı olarak görülmektedir.

Böylece, fiilî olarak dört alanda, saldırgan bir politika, “ticaret savaşları”na eşlik etmektedir: Suriye savaşı, Venezuela, Ukrayna, Pakistan-Hindistan. Bu dört alana ek olarak, Çin açıklarında deniz gücü yığılmakta, bu yolla bu bölgede daha kapsamlı bir çatışma için hazırlıklar yapılmaktadır.

Dünya savaşı ya da dünyanın yeniden bölüşümü için üçüncü dünya savaşı tehdit olarak öne çıkmaktadır.

Dünyanın her alanında, gerginlikle birlikte gericileşme, dinin öne çıkarılması, yeni çatışma alanlarının organizasyonu ve tüm bunlara uygun çeteleşmiş devlet yapıları oluşmaktadır. Sanki, tüm kapitalist-emperyalist sistem, içinde debelendiği krizini, bu yolla aşmak için her yandan bir savaşı beslemektedir.

Suriye savaşının uzatılması taktiği de bunun bir parçasıdır. ABD, çekileceğim dediği Suriye sahasına, başka güçleri de çekmeye çalışmaktadır. TC devleti, en başından beri, açık bir ABD tetikçisi olarak görev aldığı bu savaşı, bitirmemek için, elinden geleni yapmaktadır. İdlib sürecinin bu denli uzaması başka türlü açıklanamaz. Türkiye, işgalci olarak yer aldığı Suriye topraklarında, iş tuttuğu çetelerle daha da fazla iç içe geçen bir yol izler durumdadır. Bu yolla, ABD’nin dünyanın diğer bölgelerinde geliştirdiği çatışma politikalarına açık destek vermektedir.

Suriye’de bir yandan ABD adına davranırken, diğer yandan zorunlu olarak Rusya ve İran ile geliştirmek zorunda kaldığı ilişkileri de bu amaçla kullanmaktadır.

Bu çatışma politikası, ABD’nin daha ileri adımlar atmasını, başka yerlerde yeni çatışmalar devreye sokmasını, var olan çatışmaları derinleştirmesini işaret etmektedir. Bu sürecin ABD’nin gerileyişini ne kadar etkileyeceğini bilmek mümkün değildir. Ama ABD bu yola girmiş durumdadır ve bundan da kolaylıkla vazgeçmeyeceği açıktır.

Tüm bu saldırganlığın, dünyanın emperyalist metropoller de dahil her ülkesinde, halkların, işçi sınıfının sahneye çıkması ile önlenebileceğini görmek gerekiyor. Yoksa bunu bir başka güç önleyemeyecektir.

Dünyanın her ülkesinde işçiler ve emekçiler, bu paylaşım savaşımında kendi hükümetlerini destelemek gibi bir yanlışa düşerlerse, bunun yol açacağı yıkım, tarihten ders alabilen herkes için açıktır. Dünyanın her yerinde halkların, bu savaşa, bu paylaşım savaşımına karşı, en başta kendi hükümetlerinin politikalarının karşısına dikilmesi gerekir.

Bunun olanakları da gelişmektedir. Dünyanın her yerinde, bu savaş ve saldırganlık politikalarından duyulan endişe artmaktadır. Elbette, bu emperyalist savaşa karşı, dünya işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlenmesi yoktur. Bunun şu an oldukça uzağında gibiyiz. Böylesi bir örgütlenme, her ülkedeki direnişin gelişimine bağlı olarak gelişebilir. Bunun potansiyeli vardır. Uzak, doğru bir yol bulunduğunda hızla yakın hâle gelebilir.