Ana Sayfa Blog Sayfa 152

Bahar(lar)ın halkı: Romanlar

Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da ata binmesine izin verilmeyen tek etnik grup; “buçuk” ilan edilen; Ahırkapı’daki Hıdırellez Şenlikleri’ni izlerken akla gelen onlar yani Çingene>Çigan>Çigani>Zigeuner>Zingar>Çangar ve Kopti>Kıpti>Egyptus ve de Rom>Romanlar. Ve bir etnik grup olarak beş bin sene evvel, Hindistan’ın uğradığı büyük Aryan istilasından hemen sonra, yeni düzeni (Kutsal Brahma’nın kasti sistemini) kabul etmedikleri için Çudraların da Çudrası, hizmetkârların kölesi bile sayılamayacaklarına karar verilerek “dokunulmazlar” (cüzzamlılar) anlamına gelen “athinganoi” adı verilmiştir onlara…
Kastın dışına atılarak Hint ilinden sonsuza kadar sürüldüler. Beş bin yıldır kefareti bir türlü ödenemeyen günah işte bu. O gün bugün beş kıtada amansızca gezdiriliyorlar. Göçmüyor göçertiliyorlar.
Onlar ne gezgin ne göçebe ne de özgür ruhlu. Solun Çingenelere ilişkin “özgür ruh” tanımı bir edebiyat nesnesi olarak kurduğu oryantalizmdir.
“Cellat” nitelemesi tarihî bir haksızlıktan başka bir şey değilken; Sabahattin Ali’nin satırlarında, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler? Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz? Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene’ler!” diye tanımlananlardır.
* * * * *
Onlar; “Tanrının lanetlediği” iddia edilen halk olarak anılırlar.
Hz. İsa çarmığa gerildiğinde eline çakılan çivileri Çingenelerin yaptığına inanılır.
Yani… En sonunda parmak kalınlığında olan çiviler getirildi. Mesih’i el ayak bileklerinden tahtalara çaktılar. Acı, kurtuluş olmuştu. Yol göstericinin çilesi bitmişti.
Büyük çivileri, bir Çingene ustası kalıba dökmüştü. Herkes, her şey sona erdikten sonra kenara çekiliverdi. Çingene ise ortada öylece kalakaldı. Tüm günah, yüzü tunç rengindeki bu adamın vebaline yazılmıştı. Sadece çivileri yapan Çingene ustası değil, tüm kavmi de lanetlendi. Suç, tümüyle Çingenelerin üzerine kalmıştı.
Kavmin reisi, “Çalın oynayın ve eğlenin!” diye buyurdu ve ekledi: “Günahtan ancak böyle arınabilirsiniz!” O günden sonra Çingene, hem çaldı hem oynadı. Kederlerinden bu sayede arındı, ruhu bu sayede temizlendi ve bu sayede lanetini gizlemeye çalıştı. İşte 1500 yıllık hikâye buydu…
Bir şey daha var; bir diğer hurafe de şöyle:
Bakara Suresi’nin 258. ayetinde bildirildiğine göre: Hz. İbrahim putları devirip Allah’ın tekliğini dillendirdiğinde, “putperestler” onu cezalandırmak için tutsak ederler. Hükümdar Nemrut, Hz. İbrahim’i huzuruna alarak neden kendisine secde etmediğini sorar.
Hz. İbrahim, “Ben, beni yaratan Allah’tan başkasına secde etmem. Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır” yanıtını verir.
Kur’an-ı Kerim’de “Onun için (Hz. İbrahim) bir bina yapın ve derhâl ateşe atın dediler.”
Bunun üzerine, Nemrut’un halkı dev bir mancınık yapar ve İbrahim ateşe atılır.
Enbiya Suresi’nde: “Ey Ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol dedik; böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”
Efsaneye göre, Hz. İbrahim’in mancınıkla fırlatılması sırasında, meleklerin bu duruma engel olduğu ve melekleri kovalamak için de şeytanın telkini ile kız ve erkek olan iki kardeşin mancınığın yanında “ensest” ilişkide bulunarak, ateşe atılmanın gerçekleşmesini sağladıklarıdır. “Çin-Gen” adındaki kardeşlerin cinsel birleşmesinden “Çingene” olarak bilinen bu halkın türediği söylencesi yani…
Yüzlerce yıldır Arap ülkelerinde, Anadolu’da, Orta Asya ve Balkanlar’da anlatılan bu ve benzeri hurafelerin hedefi Çingenelerdir.
Çingenelerin “Tanrı” tarafından lanetlenmiş düşük bir soy olarak gösterildiği bu efsanelerden ötürü milyonlarca insan büyük acılar çekti. İş bulamadı, sevdiğine kavuşamadı. Horlandı, küçük görüldü.
Oysa onlar Hindistan kökenli bir topluluktur. Ataları Hindistan’ın en alt sınıfı olan, hatta sınıf bile sayılmayan paryalardır.
Hindistan kökenli olan toplumsal göçlerle dünyaya dağılmışlardır.
Romanlar veya halk arasındaki tabirle Çingeneler Hindistan’ın Pencap-Sind (Pakistan, Karaçi) nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan’ın da içinde bulunduğu bölgelerden 1050 civarında İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır.
Eski kayıtlarda “Kıpti” olarak anılan bu etnisitenin, Çingenelerin Balkanlar’da, Orta Avrupa ve İtalya’da adları      Türkçe’deki ‘Çingene’ kelimesinin muhtelif şekilleridir: ‘Ciganin’ (Bulgaristan) (‘Ciganu’ Rumen ve buradan Macar. ‘Cigany’ ve daha sonra Çekce’den ‘Çinkan’), ‘Zigeuner’ (Almanya), ‘Zingari’ (İtalya), ‘Cingano’ (Venedik) ve ‘Tsigane’ (Fransa).
Öte yandan, Çingenelerin Mısır’dan ortaya çıktığı farz ve kabul edilerek, bunlara ‘Kıpti’ de denilmiştir ki, ‘Gipsy’ (İngilizce), ‘Agypciano’ (eski İspanyolca), ‘Gitano’ (bugünkü İspanyolca), ‘Gitane’ (Fransızca) kelimeleri buradan gelmektedir.
Bunlardan başka halk arasında, Türkiye’de ‘kara-oğlan’, Finlandiya’da ‘Mustalöinen’ (“kara”), Macaristan’da    ‘Faraonepe’ (“firavun kavmi ve firavun oğulları”), Yunanistan’da ‘Zapari’, Doğu Ermenileri arasında ‘Boşa’ denilir. Fakat Çingeneler kendilerine Rom (“insan”) bazan da Kalo (“kara”) derler.
Yeri geldi anımsatayım: Roman sözcüğünün kelime kökü olan “rom”un insan demek olduğunu; “Roman” demenin Romanların dilinde “insanım” anlamına geldiğini biliyor muydunuz?
* * * * *
Yaşadıkları değişik ülkelerde kendilerine ‘Roman’, ‘Sinti’ gibi adlar verilen ancak, hakaret ve dışlama anlamına gelmek üzere yaygın olarak kullanılan deyimle Çingenelerin kökenlerinin, Hindistan’ın muhteşem bölgelerinden Sind bölgesi olduğu kabul edilir. Bu bölgenin yabancılar tarafından işgal edilmesi üzerine Çingenelerin bütün tarih boyunca ve tüm dünyayı kapsayan göçleri başlar. Yerinden yurdundan edilen Çingeneler artık göçebe bir halka dönüşür ve hem neşeleri hem çileleri eksik olmaz.
Asırlar geçse de, görüldükleri her yerde “doğal bir felaket” gibi kovalanıp dışlanan Çingenelerin bu çilesi ne yazık ki günümüzde de devam ediyor. Uygarlık ve demokrasinin beşiği olmakla övünen Avrupa’nın göbeğinde olsa da durum değişmiyor. İtalya ve ardından Fransa’da yaşanan baskı ve sürgünler ise bunun en pervasız örnekleri.
Romanlar hakkında geçtiğimiz yüzyılda yapılan dil araştırmaları onların geçmişine ışık tutan bilgilere ulaşılmasını sağladı. Dil üzerinden yapılan bu araştırmalarda da Romanların Hindistan kökenli oldukları; ancak göçebelikten kaynaklı olarak dolaştıkları yerlerin dillerinden de etkilendikleri ortaya çıktı.
Romanlarla ilgili ilk adlandırmaya eski Yunanistan’da rastlıyoruz. O dönem Phrygia’dan gelen ve farklı bir dine mensup bu insanlara “Athinganoi” denirmiş.
Athinganoilar, sürekli dolaşır, müzik ve sihirbazlık yapar, çaldıkları müziklerle yılanları dans ettirir, geleceği gören fallar açarlarmış… Bu ismin kelime anlamı ‘dokunulmaz’ olsa da yerleşik devletler yüzyıllar boyu Çingenelere hep dokunmuşlar!
Romanlarla ilgili bir başka kaynak hikâye de onların Mısır kökenli oldukları yolunda. İngilizcede Romanlara ‘Cipsi’ (yazılışı ‘Gypsy’) denmesinin nedeni de buna dayanıyor. İspanyollar da Romanları Mısır’ın İspanyolca karşılığı olan ‘Gitano’ kelimesiyle adlandırmışlar.
Mısır’dan geldiklerini anlatan ‘Çingenelerin’ İngilizce isimlerinin ya da tanıtımlarının temeli de işte bu hikâyeye dayanıyor: İngilizce Egypt (Mısır) kelimesinden İngilizler Gypsy (okunuş: cipsi) kelimesini türeterek Romanlara bu ismi takarlar. Aynı olay İspanya’da da yaşanır: İspanya’da Çingene anlamına gelen Gitano kelimesi yine Mısır sözcüğünün kökenine dayanır.
En son olarak 1971 yılında İngiltere’de değişik ülkelerden gelen delegelerin katıldığı ‘Uluslararası Çingeneler Konferansı’nda, ‘Zigeuner’ (Tr: Çingene) kelimesinin ‘ Zieh-Gauner’dan geldiği (Türkçesi: Çek, çal, çırp; düzenbaz, haydut, dalkavuk) belirtilerek kendilerine Roma (insan) denmesi karar altına alınır.
Sind, doğusunda Hindistan, batısında Bülicistan güneyinde Umman Denizi ile çevrili yaklaşık 5 milyon nüfuslu 100 bin kilometrekarelik bir alan olup Haydarabat, Sind gibi şehirleri kapsayan bir bölgedir. İndus medeniyeti adı verilen ilgi çekici bir eski medeniyetin kalıntılarının bulunduğu bu bölge MÖ 500 yıllarında Persler tarafından ele geçirilir. Daha sonra İskender tarafından istila edilir. Ardından Mauri İmparatorluğu, Baktria Grekleri daha sonra da Kuşanlar ve Guptala İmparatorluğu, VIII. yüzyıl sonunda da Arap orduları tarafından ele geçirilir. Bölge XI. yüzyıl başlarında Gazneli Mahmut tarafından alınır ve bu dönem 500 bin Romanın esir alınarak Anadolu’ya götürüldüğü ileri sürülür.
İranlı Şair Firdevs’in V. yüzyılda yazdığı bir öyküye göre, Pers Kralı, Luri diye adlandırılan halktan on binlerce insanı eğlenmek için Hindistan’dan İran’a getirtir.
Bu öyküye göre buraya gelen grup ve kabileler oradan Mısır’a, başkaları da Girit ve Balkanlara doğru yola çıkar. Göç olayının değişik tarihlerde yaşandığı ama toplu yola çıkışların XI. yüzyılda İran’a, XIII. yüzyıl sonlarına doğru Yunanistan ve Doğu Avrupa’ya, 1417 yılında ilk kez de Batı Avrupa’ya geldikleri tahmin ediliyor.
Sarkozy yönetiminde milliyetçi politikalarla dikkat çeken Fransa’ya ilk gelişleri de bu yıllarda olur. XX. yüzyılda da Güney ve Kuzey Amerika ile Avustralya’ya gitmişlerdir.
1389 tarihinde Kosova’yı ele geçirip bu topraklara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu döneminde, vergilendirmek için yapılan nüfus sayımlarında Romanların sayılarının giderek arttığı görülür. 1475 tarihli bir sayımda Avrupa yakasında, kayıtlara 3 bin 187 Roman hanesi geçirilir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise bu rakam 16 bin 591’e ulaşır.
Göçer Romanlar genellikle elişleri, demircilik, sepetçilik, bakırcılık, kalaycılık, kumaş satıcılığı (bohçacılık) sirkçilik, ayı oynatıcılığı, falcılık yaparak geçimlerini sağlarken yerleşik Romanlar ise, müzisyenlik, çiçekçilik, at eğitimciliği ve taşımacılık işleri yaparlar.
Önceleri soylu gezginler olarak nitelendirilen ve haklarında ‘Gölgede herkesin yeri var’ denen bu insanlar, giderek yaşam tarzları nedeniyle vebalı gibi kovulan şüpheliler olarak görülür. Diğer göçebe kabilelerden farklı olarak dışardan idarî zorlamalar ve baskılar altında yaşamlarını sürdürürler. Bu dönem her türlü kötü muameleyle karşılaşır. XV. yüzyıla kadar altın çağını yaşayan bu neşeli insanlar, uçsuz bucaksız topraklar üzerinde gezinirken geçtikleri her ülkenin dillerini öğreniyorlardı. At bakıcılığında usta olan bu nedenle o dönem uzun süren savaşlar nedeniyle her ülkede hem yararlanılmak isteniyor hem de korkuluyordu. Gittikleri ülkenin yönetimleriyle iyi geçinmeye çalışan Romanlar zaman zaman başka ülkelerin ajanları olarak suçlanmış ve yerleşik düzene geçmeleri için baskılara maruz kalmışlardır.
“Çingene” kelimesi Almanya’da ilk olarak “Hildesheim” kentinin evraklarında kullanılmıştır. 1407 tarihli bir belgede “Çingeneler”den (Zigeuner) bahsedilir. O yıllarda bu halk üzerinde bir baskı ya da saldırı olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmuyor. 1424 yılında Regensburglu Din Adamı Andreas, ilk olarak “Çıngarı” adlı bir halk üzerine yazar ve onları “Hırsız” ve “Kırlarda gizlenenler” olarak tanımlar. Yazılı belgelere göre 10 Eylül 1498’de Çingeneler            “Avlanabilen kuş” olarak yasal suçlu gösterilirler. Freiburg’da bulunan “Reich parlamentosu” uygulamaya koyduğu yasayla, suçüstü yakalanan ‘Çingenelerin’ “yakalandığı yerde” cezalandırılmasına imkân verir.
Sonraki yıllarda da ‘Çingenelerin’ öldürülmesi veya kovulması için onlarca yasa ve kural yürürlüğe konur. 1540 yılında Brandenburg Kralı, “Çingeneler, dilenciler ve serseriler kent sınırlarına ulaşırsa onlara saldırma, varlıklarına ve eşyalarına el koyma ve onları sürgün etme izni”ni içeren bir yasa çıkarır.
XIV. ve XV. yüzyıllarda özellikle Güney Almanya ve Ren kıyılarında hatırı sayılır bir servet birikimi oluşmaya başlar.      Bunun arkasında ise köylüler üzerinde artan baskılar, yükümlülükler ve angaryalar vardır. 1525 yılında büyük Köylüler Savaşı ve birçok başkaldırı yaşanır. Özellikle savaşın çok zorlu geçtiği bölgelerde, isyanlar kanlı bir biçimde bastırılır ve köylülerin bütün hakları ayaklar altına alınır.
Romanların Almanya’ya göç ederek geldikleri dönemde feodal otoritelerin ayrıcalıkları hüküm sürüyordu. Toprak beylerinin mutlak egemenliği söz konusuydu. Dokuma vb. gibi el sanayiini kontrol eden güçler elişlerinde usta olan    Çingenelerle rekabette zorlandıkları için bunlara karşı yasalar hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır.
Almanya ve tüm Avrupa’da bu dönem, aralarında Romanların da bulunduğu ve küçük çaplı üretimle uğraşan topluluklara karşı ceza ve yaptırımların sertleşmesine sahne olur. Sorgusuz sualsiz kürek mahkûmluğu, dayak, el ve ayak kesme gibi cezalar bu dönemin yaygın örnekleridir.
Almanya’da “Çingene katliamlarının” yoğunlaştığı yıllar ise 1700-1750 yılları arasıdır. Bu yıllarda kaç ‘Çingenenin’ öldürüldüğü bilinmiyor. Bu yıllarda kadın ve çocuklar hapishanelere atılıyor ya da toplu hâlde ülke dışına sürülüyorlardı. Ancak kesin olan bir şey var ki bu dönem, herhangi bir başkaldırı olduğunda ‘Çingenelerin’ öldürülmeleri yasaldı, bir anlamda dönemin ‘günah keçileri’ydiler.
Yine bu dönemde Romanları zorunlu olarak belirli yerlerde toplayıp “medenileştirme” politikaları uygulandığı görülür. Bir türlü “Yola getirilemedikleri” için “Eğitilemeyen halk” olarak tanımlanırlar. Göttingen’de yaşayan Tarihçi Heinrich Moritz Gottlieb Grellmann’ın 1783’te ilk baskısı ve 1787’de ikinci baskısı yayınlanan “Çingeneler- bu halkın yaşam biçimi, durumu, töre ve kaderi üzerine tarihi bir araştırma” adlı kitap bütün Almanya’da yaygın olarak kabul görür. Grellmann’a göre Çingeneler “Yarı insan” ve “Çocukça düşünen bilinçsiz insanlar”dı. “Her insanın gücü ve beraberinde getirdiği bir bilinci vardır, Çingenelerinki ise kesinlikle bulunmamaktadır. Bundan dolayı devletin görevi, Çingenelere bunları öğretmektir.” diye yazan Grellmann, “Çingenelerin hırsız, tembel ve pasaklı insan”lar olduklarını “bilimsel” olarak kanıtladığını iddia eder!
Yine Göttingenli olan Christoph Meiners adlı bir başka meslektaşı da “Irk teorileri” üretir ve derileri koyu renkli olan halkları aşağılar. Romanlara ilişkin bu değerlendirmeler sadece kitaplarda kalmaz, imparatorluk bünyesinde onlara karşı özel birimler de kurulur.
* * * * *
Özeti özeti: Onlar, nerede olurlarsa olsun, çoğunlukla “Nefret Suçu”nun nesnelerindendirler.
Sürüldükleri her coğrafyada dışlanmış, ötekileştirilmiş, ezilmiş, ön yargıyla bakılıp; dünyanın her yerinde ırkçılığın, ikinci sınıf insan muamelesinin hedefi olmuş halktırlar…
“Aşağılanan, itilen, hor görülen, ilk fırsatta hırsızlıkla, arsızlıkla suçlanan topluluk”turlar.
Dünya üzerinde yaklaşık 6-11 milyon arasında Çingene yaşar ve çoğunlukla, haksızlığa uğrayanlardır. Kolay mı? İnsanlar, “Çingene” sözcüğünü birbirlerine hakaret ederken kullanıyorlar…
Kimse onlara güvenmez, mahalleleri ayrıdır; Avrupa’nın en kalabalık azınlığıdır.
Avrupa’da istenmeyen bir topluluk olarak bastırılmış, köleleştirilmiş, sürgünlere uğratılmışlardır. Nazi işgal döneminde ise 1.5 milyon, belki daha fazlası öldürülüp, cinsel tacize, işkenceye tabi tutuldu…
Nazilerin toplama kamplarına kapatıp biyolojik deneylerde kullandıkları; Adolf Hitler’in yaklaşık 1 milyonunu katlettiği mekânsız halktır onlar…
2 Ağustos 1944 günü SS lideri Heinrich Himmler, nihayet kararını vermişti. Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki “küçük” sorun çözülecek, “aşağı ırkın en dipteki temsilcileri” olan “başbelası” Romanlar, tümüyle yok edilecekti.
Öyle de yapıldı…
Doğrusu Nazilerin Romanları sevmesi zaten pek beklenemezdi. Daha Führer’in ilk yıllarından beri Alman ırkını korumak için yok edilmesi gereken topluluklar sıralamasında, Yahudiler, akıl hastaları, eşcinsellerle birlikte onlar da yer alıyorlardı.
Avrupalılar, zaten yüzyıllar boyunca onları dışlamıştı. Almanya’da Sinti (Göçebe Çingeneler) ve Romanlara yönelik  zulüm, Nazi rejiminden önce de vardı. 1926’da Bavyera’da çıkarılan “Çingenelerle, Serserilerle ve Tembellerle    Mücadele” yasası Sinti ve Çingenelerin fişlenmelerini öngörüyordu. Hitler de iktidara geldiğinde hemen işe girişti.   Temmuz 1933’te çıkarılan, “Çocukların Kalıtsal Bozukluklardan Korunması” kanunuyla doktorlar, belirsiz sayıda Çingeneyi kısırlaştırdı. Kasım 1933’te “Tehlikeli Daimi Suçlulara Karşı Kanun” ile polis, “asosyal” olarak görülen -fahişeler, dilenciler, alkolikler, evsizler- ile birlikte çok sayıda Çingeneyi tutukladı ve toplama kamplarında hapsetti.
1935’te çıkarılan “Alman Kanı ve Onurunun Korunması Kanunu” ve “Nazi Almanyası Yurttaşlığı Kanunu”na tabii ki Romanlar da dahildi. Haziran 1936’da “Çingene Belasıyla Mücadele Merkez Ofisi” açıldığında ise artık toplama kampları dönemi başlamıştı. Romanlar kamplarda, “asosyaller” için olan siyah parçaları, profesyonel suçlular için olan yeşil parçaları veya kimi zaman da “Z” harfini giysilerinde taşıyordu. 1940 ve 1941 yıllarında Romanların Polonya’ya gönderilmesi başladı. 1940 yılının Mayıs ayında SS ve polis yetkilileri, çoğunlukla Hamburg ve Bremen’de yaşayan yaklaşık 2 bin 500 Roman ve Sinti’yi Lublin bölgesine sürdü. Çalışma kamplarından çoğu hastalıklardan ölürken, SS’ler sağ kalanları da Belzec, Sobibor ya da Treblinka’daki gaz odalarında katletti. 1941’de 5 bin kadar çingenes Lodz’da bir gettoya sürüldü. Orada da hastalıklardan sağ kalanlar 1942’nin ilk aylarında Chelmno ölüm merkezindeki gaz odalarında can verdi.
Ama bunlar yetmiyordu. Himmler, 1942 yılının Aralık ayında tüm Romanların yok edilmesi emrini verdi. Romanlar, genelde Auschwitz-Birkenau’ya gönderildi. Auschwitz’e yaklaşık 23 bin Roman, Sinti ve Lalleri sürüldü ve çoğu burada Dr. Joséf Mengele gibi kasapların sözde bilimsel tıp deneylerinin kurbanı oldu. Bu arada, kamp nüfusu zaten hastalıklar nedeniyle büyük oranda azalmıştı. SS yetkilileri, mart sonunda bin 700 Roman’ı da gaz odalarında öldürdü.
Nihayet, 1944 Mayısı’nda kamp yetkilileri, tüm Romanları öldürme kararı aldı. SS muhafızları, Çingene kampının etrafını sardı ve dışarı çıkmalarını emretti. Ancak Romanlar direnişe geçerek, demir sopa ve küreklerle içeride beklediler. SS liderleri, önce geri çekildi. Ancak daha sonra, 2 Ağustos’ta kamptaki tüm Romanları ele geçirmeye karar verdi. Kurbanların çoğu zaten hastaydı, aralarında kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler de vardı. Tümü de Birkenau gaz odalarında öldürüldü. Hatta saklanmış olan birkaç çocuk bile sonraki günlerde yakalanarak öldürüldü. Auschwitz’e gönderilen 23 bin Romandan en az 19 bini orada hayatını kaybetmişti.
Almanya dışında da durum farklı değildi. Alman ordusu ve SS birlikleri, Baltık Devletleri ve işgal altındaki Sovyetler Birliği’nde yaşayan en az 30 bin Romanı vurarak öldürdü. Yine Sırbistan’da 1941’de ve 1942 başlarında erkek Romanlar vurularak, kadın ve çocuklar ise mobilize gaz odası işlevi gören kamyonlarda öldürüldü.
Romanya’daki işbirlikçiler ise 1941 ve 1942’de başta Bukovina ve Besarabyalı olmak üzere Moldovyalı ve başkent Bükreşli yaklaşık 26 bin Romanı, Güneybatı Ukrayna’da bulunan Transnistria’ya gönderdi. Sürülenlerden binlercesi hastalık, açlık ve işkence nedeniyle hayatını kaybetti.
Hırvatistan’da Alman işbirlikçisi Ustaşa örgütünün ise yaklaşık 25 bin kişilik tüm Roman nüfusunu katlettiği biliniyor.
Büyük soykırım sırasında ne kadar Roman’ın öldürüldüğü tam olarak bilinmiyor. Yine de tarihçiler, Avrupalı Romanların yaklaşık yüzde 25’inin öldürüldüğünü düşünüyor; yani savaştan önce Avrupa’da yaşadığı düşünülen yaklaşık bir milyon Roman’dan 220 bin kadarını!
Bunlara rağmen, Yahudiler ile beraber katledildikleri hâlde, adları Yahudiler kadar anılmayanlardır da!
Yeri geldi anımsatalım: Nazilerin Yahudiler dışında soykırım yapmayı planladığı tek etnik grup Çingeneler. Yalnız Auschwitz’de yirmi bin Çingene öldürülmüştü ve toplam ölü sayısı 500.000’i buluyordu. Peki, neden Yahudiler gündemdeyken ve onlardan özür dilenirken, Çingenelerden hiç söz edilmiyordu? Çiftçi Yahudiler Filistin’e yerleşip tarıma başladılar ve din unsurunu başat hâle getirerek İsrail devletini kurdular. Devlet olmaktan gelen güçleriyle Nazi zulmünü hatırlatmaya devam ettiler. Ama onlar da devlet olmakla şiddet kullanmaya başladılar. Peki, ya Çingeneler? “Çingenelerde ise devlet kurma isteği yoktu, zaten onlar unutmayı seçtiler. Acılarını müziğe gizlediler. Başka çareleri de yoktu. Bu yüzden tarih onları görmezden gelmeyi seçti.”
İşbu nedenle de Romanlar, dünyanın her yerinde azınlıktırlar ve her yerde dışlanırlar. Türkiye’de Roman nüfusu 2 milyona yakındır ve dünyanın her yerinde olduğu gibi bu coğrafyada da ırkçılıktan nasibini almaktadır. Yasal düzenlemelerde ve genelgelerde tehlike arz eden bir topluluk oldukları her fırsatta belirtilir.
Mesela 14 Haziran 1934’te çıkarılan 2510 sayılı “iskan kanunu”nun 4. maddesi şöyledir:
“madde-4) Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye’ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilmezler.”
Bu kanun 1986’da tekrardan onaylanmıştır.
Ayrıca Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan ‘Türkiye Çingeneleri’ başlıklı kitapta bariz bir şekilde aşağılanmışlardır. Yapıtta “Alınları dar, kafatasları küçük, saçları kıvırcık, siyah uzun ve kalındır. Orta yaşlı Çingene kadınlar geniş kalçalı ve şişmandır. Romanlar, yankesicilik, hırsızlık ve fuhuştan geçinir,” biçimindeki tanımlamalar mevcuttur!
* * * * *
Bursa Valiliği yaptığı açıklamada, Bursa’daki Roman vatandaşlara yönelik olarak, “Roman vatandaşların genelinin yasal gelir getirici herhangi bir mesleklerinin olmadığı, bu sebeple gerek uyuşturucu ticareti ve gerekse hırsızlık, yankesicilik, kapkaç, gasp gibi suçları işleyerek hayatlarını sürdürdükleri gözlemlenmektedir,” denilen Türkiye’ye gelince: Onlar 66 ilde yaşıyorlar: Türkiye’de Avrupa Konseyi’nin tahminlerine göre 2 milyon 750 bin, STK’lara göre 5 milyona yakın Roman yaşamaktadır. 81 ilde yapılan araştırma sonrası 66 ilde Romanların yoğun olarak yaşadığı tespit edilmiştir. Türkiye’deki Romanlar; eğitim, istihdam, sağlık ve barınma gibi temel ekonomik-sosyal haklara erişimde zorluk çekmektedirler. Romanları hem risk altındaki gruplar bütünlüğünde hem de dezavantajlı gruplar özelinde değerlendirmek gerekmektedir.
Romanlar yüzde 96’lık işsizlik oranıyla en tepedeki gruptur.
Roman ailelerin yoksulluğu ve işgücüne duydukları gereksinim çocukların özellikle kız çocuklarının ilköğretimden sonra eğitim almasını zorlaştırmaktadır. Roman kadınların neredeyse yüzde 80’inden fazlası okuma yazma bilmemektedir. Kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi Roman kadınları açısından en can alıcı sorun olarak durmaktadır. Romanlarda topluluk içinde yapılan evlilik ortalaması 13-18 yaştır.
Bu kadar da değil elbet!
Türkiye’de Çingenelere yönelik ayırımcılık dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir.
Pek çoğumuzun aklına, Çingene denince köşe başında fal bakan kadın gelir. Kâğıt toplayıcısıdır, bohçacıdır; Taksim Meydanı’ndaki çiçekçidir.
Keman çalan Çingene’nin müziği karşısında mest olmuş, şarkılarına eşlik etmişizdir. Ancak onunla arkadaş, dost olmayı aklımızdan bile geçirmemişizdir. Onların hayatımızda yerleri yoktur.
Ama vardırlar; bizimle aynı havayı teneffüs ediyorlar.
En ufak bir hırsızlık olayının önde gelen “olağan şüphelileridir” onlar…
Türkiye’de Çingene olmak, her gün haksızlığa uğramak ama hakkını arayamamak demektir.
Son yıllarda ise bir başka karabulut dolaşıyor üzerlerinde; kentsel dönüşüm adı altında evleri yıkılıyor, sokağa terk ediliyorlar.
Onlara, içinde “rahat yaşayabilecekleri” konutlar vaat edilmişti. Böyle olmadı.
Derme çatma evlerden kurtulacak, sağlıklı konutlarda yaşamlarını sürdüreceklerdi. Böyle umut ediyorlardı. Umduklarının tam tersi bir uygulamayla karşılaştılar.
Kentsel dönüşümün başlatıldığı semtlerden biri ise Gaziosmanpaşa İlçesi’ne bağlı Sarıgöl Mahallesi oldu.
Başta ilçe belediye başkanı olmak üzere yetkili kişiler mahallelilere kimseyi mağdur etmeyeceklerine dair sözler verirler.
Yıkılan gecekonduların yerine çok katlı apartmanlar dikilir. Yüzme havuzlu ama balkonu olmayan lüks apartmanlardı bunlar. Zamanlarının çoğunu küçücük bahçelerinde veya evlerinin önünde oturarak geçiren bu insanlar balkonu olmayan dairelere yerleştirileceklerdi.
Bir büyük problem daha vardı: Gecekondu sakinleri bu pahalı konutları hangi parayla satın alacaklardı? Sarıgöl sakinlerinin bir ay içinde eline geçen toplam para bile bu taksitleri ödemeye yetmiyordu. Var olan gecekondularını bile kaybedebilirlerdi.
Sokakta kalmamak ve daha çok mağdur olacakları günleri yaşamamak için güçlerini birleştirmeye karar verirler.       Doğma büyüme Gaziosmanpaşalı olan Şadi Çatı, arkadaşlarına öncülük eder ve bir dernek kurulmasına önayak olur. Başkan seçilir. Derneğin açılışına Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı da davet edilir. Başkan, burada da bir kez daha kimsenin mağdur edilmeyeceğine dair söz verir. Sözler yerine getirilmez. Bir yandan da gecekondu yıkımı devam eder. Buna direnenlere gözdağı verirler. Zorla imza attırılmaya çalışılır.
Kabul etmeyenlere ise başka ikna yöntemleri uygulanır.
Susuz ve elektriksiz bırakılırlar. Yaşam onlar için daha da çekilmez olur.
Oysa gidecek başka bir yerleri yoktur. Şadi Çatı şunu söylüyor “Burada yaşayan pek çok insanın yiyecek ekmeği bile yoktur. 700 aile belediyeden aldığı yemekle yaşama tutunmaya çalışıyor. Bırakın taksit ödemelerini, 250 TL olan apartman aidatını bile ödememiz mümkün değildir.”
Şadi Çatı’nın belirttiğine göre kentsel dönüşüm sonucu 50 bin insanın buralardan göç etmesi söz konusudur.
Peki, nereye? Çingeneler, yaşadıkları yerlerden uzaklara, kentin dışına doğru itilmektedirler.
Canan Kızılaltun’un deyişiyle, “Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini yık, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘bunlar hırsız, yankesici yavv’!
7 yılda 10 bin roman vatandaş, kentsel dönüşüm adı altında çıkılan rant avları nedeniyle yerlerinden edildi. 2006’da Sulukule’de 650, Küçükbakkalköy’de 140, Kâğıthane’de 60, Bursa’da 200, İzmir’de 20 roman ailenin; 2013’te Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de 600’ü aşkın ailenin, Sakarya’da 400’ü aşkın roman ailenin evi çok cüzi paralarla kamulaştırıldı. Samsun’da TOKİ’ye yaptırılan 200 evler mahallesi’ndeki konutlarda oturan 314 roman aile icralık oldu.
Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini yık, bilinmeyene yolla, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘Bunlar hırsız, yankesici auuvv…’
Hakikâten be devlet-yurttaş işbirliği; faşizminizi, ikiyüzlülüğünüzü yazsam roman olur!”
Yüzlerce yıl dışlanan Çingenelerin, kendi mahallelerinde özgürce yaşama hakkını, sadece rant uğruna ellerinden almak insan hakkı gaspıdır, ırkçılıktır.
Kendilerini ifade edebilecek örgütlenmelerden yoksun olan Çingeneleri, sonuçta beş bin yıllık kaderlerinin tekrarı beklemektedir. Uygulamaya konulan “Kentsel Dönüşüm Projeleri’nde” asıl amacın Roman mahallelerinin dağıtılması olduğu görüldü. İstanbul’un Anadolu yakasının Küçükbakkalköy semtinde bulunan Çingene Mahallesi yıkıldığında, burada yaşayanlar Dudullu, Ümraniye, Çamlıca, Alemdağ, Sancaktepe gibi farklı yerlerde yalnızlığa mahkûm edilip yoksunluğa bırakıldılar. Avrupa yakasında, Yahya Kemal Mahallesi yıkımından sonra, Çorlu ve Yalova gibi yerler göç almıştır ve Sulukule dramında ise mülkiyetin nasıl el değiştirildiği açıkça görüldü.
Teoride Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi bir imparatorluk değildir. Cumhuriyetin yurttaşları etnik ve dini yapıya göre kümelendirilip gettolarda yaşamaya zorlanamazlar.
Her yurttaş istediği yerde yaşama hakkına sahiptir. Fakat yüzlerce yıl dışlanan Çingenelerin, kendi mahallelerinde  özgürce yaşamak hakkını, sadece rant uğruna ellerinden almak da insan hakkı gaspıdır. Çingene mahallelerinin dağıtılması bu halkın katliama uğraması ile eşdeğerdedir.
Ancak bunlara aldıran yok!
Örneğin Romanların yaşadığı sorunların temelinde ayrımcılık ve sosyal dışlanma olduğunu vurgulayan ilk Roman CHP milletvekili Özcan Purçu hazırladığı raporda, “Yetenekli Roman çocukları teşvik edilmeli, Roman kadınlarının okuma yazma öğrenmesi için kampanya başlatılmalı” önerileri yer alsa da; Türkiye ile Avrupa Birliği arasında, 10 milyon Euro’luk bütçeye sahip, ‘Romanların Yoğun Olarak Yaşadığı Yerlerde Sosyal İçermenin Desteklenmesi’ (SİROMA) projesi kapsamında Roman çocukları okul bahçesinde konteynırda eğitim görüyor hâlâ!
Konuya ilişkin olarak ‘Gazete Duvar’a konuşan CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu, “Düşünün ki bir okul bahçesine konteynırlar konuluyor. Burada Roman çocuklarına eğitim veriyorsunuz. Bu tam bir ayrımcılıktır. Okul bahçelerine konteynırlar kuruldu. Roman çocuklarını toplayıp içine koyacaklar. Roman çocukları başı eğik gezecek. Bu projenin kendisi saçma sapan bir proje. Roman çocuklara yapılan bir ayrımcılıktır. Bunu nefret söylemi olarak görüyorum,” dedi…
* * * * *
Diyeceklerimi Gönül İlhan’ın öğretici uyarısıyla noktalıyorum:
“Darı taneleri gibi saçıldık Hindistan’dan yeryüzünün dört bir köşesine.
Göç yollarında geçti atalarımızın nenelerimizin ömrü.
Yokluğun yoksulluğun ince kederini, müziğin ve dansın kıvrak ritmini taşıdık her zaman genlerimizde.
Gökyüzünün altında uzanan bütün topraklar vatanımız oldu.
Nereye yerleşsek, oralı olmak istedik. Dilimizi unuttuk, dinimizi değiştirdik bu yüzden.
‘İncindiğin yerdir gurbet’ diyor ya şair, yerleştiğimiz memleketlerde çok incindik biz de.
Nazilerin gaz odalarında yakılıp, ‘tıbbi deneylerinde’ kobay olarak kullanıldığımızda kılı kıpırdamadı kimsenin.
Yine de küsmedik; doğan güneşe, açan çiçeğe, uçan kuşa. Ve insana.
Kağıtlara yazmadığımızdan belki, geçmişi çabucak unuttuk.
Ölümü değil, hayatı güzelledik hep.
Yakıp yıkmadık, kendi yüreklerimizden başka hiçbir ülkeyi.
Şarkı söyleyerek uzak tuttuk kendimizi kötü düşüncelerden. ‘dans ederek açlığı unuttuk.’
Falına baktık, kaplarını kalayladık, ayakkabılarını boyadık, çiçeklerini sattık, faytonlarını sürdük, yüklerini taşıdık, sirklerinde cambazlık yaptık, evlerinin kirini pasını temizledik, sepetlerini ördük, demirlerini dövdük,çöplerini karıştırıp hurdalarını topladık, bohçayla kapısına götürdük çeyizlerini, söyleyip oynayarak düğünlerini neşeledik dünyanın bütün gacolarının.
Yeryüzünü dolaşan nehirler içeri akan su damlaları kadar duru kaldık, hayatın dokusunda.
Bataklıkta açıp da yaprağına kir bulaştırmayan lotus çiçekleri kadar heveskar olduk, yaşamaya.
Dokunulmaz anlamına gelen Çingene sözcüğüyle anıldık bütün dillerde.
Gün geldi, yüklenen anlamlarla öylesine kirlendi ki bu güzelim sözcük, çaresiz kalıp Roman’laştık.
Esmer tenli ve yoksuluz. Esmer tenli ve işsiz. Esmer tenli ve unutulmuş. Esmer tenli ve itilmiş. Esmer tenli ve öteki…
Ayrımcılığı, ayrımcılığa uğrayanlar duyar yüreğinde en çok.
Kentlerin dokusunda biz, sonradan işlenen renkli nakışlar gibi eğreti duruyoruz. Bu yüzden.
Yerlisiyiz oysa bu güzelim yeryüzünün.
Herkes kadar payımız var; gün ışığında, bulutların beyazında, sesinde rüzgârın, dağların morunda, çiçeklerin kokusunda, yıldızların ışıltısında, gölgelerinde ağaçların.
Cümle kalabalıklar şarkılarımızla eğleniyor, alıp şıkır şıkırlığını sesimizin.
Kıpır kıpır gövdelerimizin ritminde siliyor gövdelerinin pasını.
Yine de; yaşadığımız mahalleler rant getirdiği anda, ‘kenti dönüştürmek’ gerekçesiyle evimizi barkımızı başımıza yıkıp, uzaklara sürüyorsunuz bizi.
Bilmezden geliyorsunuz yokluğumuzu, yoksulluğumuzu.
İnsana yaraşmayan yaşam koşullarımızı görmezden geliyorsunuz.
Uzak duruyorsunuz hayatlarımızın acı gerçeklerinden.
Önyargıları yıkmak daha zor, demiş atomu parçalayan adam.
Yine de. Tanışalım artık. Ne dersiniz?”

21 Ekim 2016 15:37:38, Ankara.

Dipnotlar:

1- “Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir… İnsan şekline girmiş bir takım neşeli ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır.” (Ahmet Haşim)

2- Etnik guruplar kendi kültür, âdet, norm, inanç ve geleneklerine sahiptirler. Farklı bir tarihî kolektif şuurdan kaynaklanan kimliğin oluşturduğu bir tür sosyal guruptur. Her ne kadar fiziksel özellikler bu tür gurupların önemli bir özelliği olsa da, gurup üyelikleri evlenme veya sosyal olarak kabul edilmiş diğer yollarla değişebildiğinden, “etnik gurup” kavramı “ırk gurubu” kavramıyla eş anlama gelmemektedir (Öte yandan, “ırk” kavramı ve “ırklar” arasındaki farklılıkların muğlaklığı, bu kavrama başvurmaktan sakınmamızı da gerektiriyor).Etniklik kavram olarak “ırk grubu”ndan farklı bir anlam ifade eder. Etniklik belli fiziksel özelliklere dayanabileceği gibi kültürel veya siyasî faktörlerden de oluşabilir (D. Jary ve J. Jary, ‘Ethnic Group’ maddesi, The Harper Collins Dictionary of Sociology.E. Ehrlich (ed.), Harper Perennial, New York, 1991, s150-151).
Çoğunlukla fiziksel özellikler belirleyici veya güçlü bir faktör değildir. Meselâ, Amerikan siyahileri beyaz “ırk”tan olmamalarına rağmen toplumda, bu kültürden ayrı kendilerine has farklı bir sosyal hayatları yoktur. Bu bakımdan, sosyoloji açısından kullanılabilir genel bir ölçü ancak, gurubun kültürel faktörlerle yansıttığı görünümü, başka bir deyişle kültürel uygulamalarıdır.

3- Birçok celladın Çingenelerden çıktığı doğrudur ama bu işi de gönüllü yapmamışlardır. Cellatlık ancak Çingenelere reva görülen bir iş olduğu için bu onlara yaptırılmıştır. Osmanlılar da cellatların birçoğu Çingene devşirmelerinden seçilip küçük yaşlardan itibaren yetiştirilmiştir. Bir çocuğu ölüm makinesine çevirecek eğitimin yükünü tahmin edebilirsiniz sanırım. Bu işin sebebi de Çingenelerin en alt tabaka ve fiziki olarak kusurlu görülmeleriydi.

4- Sabahattin Ali, Dağ, Değirmen, Rüzgârlar, Varlık Yay., 1965.

5- Orhan Demirel, “Bıçak Sırtında Yaşayan Bir Halk”, Evrensel Hayat, 19 Eylül 2010, s. 10.

6- M. Ender Öndeş, “Onların Kanı Hiç ‘Saf’ Değildi ki…”, Gündem, 8 Ağustos 2016, s. 16.

7- M. Utku Şentürk, “Unutturulan Tarih: Çingene Soykırımı”, Güney, No: 75, Ocak Şubat Mart 2016, s. 33-35.

8- Ömer Faruk, Çingenelerle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, anıtları yok. Ekolojik kriz ve küresel ısınmada hiçbir payları yok. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumluluğunu taşımıyorlar. Nükleer santral deliliğine düşmemiş, atom bombası patlatmamışlar. Heykel dikmiyor, mezarlık kurmuyor, ölülerin öldükten sonra da hüküm sürmesine, kendilerine hükmetmesine izin vermiyorlar. Gökdelenleri, uçak gemileri, barajları yok. Çokuluslu şirketleri, bankaları, borsaları yok. Seri katilleri yok. İstihbarat teşkilâtları kurup, faili meçhullere bulaşmamışlar.”, “İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler. Üstelik Göbekçibaba Türbesi gibi başka halklarda kolay kolay rastlanmayacak biriciklikleri de var.”
Faruk şu önemli soruyu soruyor: “Yerleşikliğe dayanan tüm eski medeniyetler kapitalizme teslim oldu, Haçlı orduları değil AVM İslâm’ı yendi. Büyük fotoğrafı görerek, medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneleri dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmemiz gerekmez mi?” (Ümit Kardaş, “Çingene Medeniyeti”, Taraf, 13 Aralık 2014… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/cingene-medeniyeti/).

9- Tarık Işık, “O İfadeler Emniyete Ait!”, Radikal, 26 Eylül 2013, s. 12.

10- Meriç Tafolar, “Purçu’dan Roman Açılımı”, Milliyet, 11 Nisan 2016, s. 15.

11- Enver Sezgin, “Çingene Olmak”, Taraf, 17 Şubat 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/cingene-olmak/

12-  Canan Kızılaltun, “Faşizmi Yazsam Roman Olur!”, Radikal İki, 29 Eylül 2013, s. 14.

13- Bayram Sarı, “Roman Bildirgesi Düştü mü?”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s. 18.

14- Meriç Tafolar, “Purçu’dan Roman Açılımı”, Milliyet, 11 Nisan 2016, s. 15.

15- “Haydi Romanlar Konteynıra!”, Özgürlükçü Demokrasi, 30 Eylül 2016, s. 2.

16- Gönül İlhan, Bizim Mahalle Tenekeli Mahalle, Heyamola Yay., 2011.

Başkan (çoban)lık sistemi ve 2017

 

Türkiye, bir yandan dünyada süren paylaşım savaşımından “pay” almak için heveslidir, ama öte yandan kendisi paylaşılacak yerlerin içinde yer almaktadır. Türkiye, Osmanlıcı, İslamcı-mezhepçi, yağmacı politikalarla Ortadoğu’da, ABD tetikçisi olarak pay almaya çalışıyor. Biz ABD tetikçisi diyoruz, ama AK Parti sözcüleri, “keşke olabilsek” diyorlar. Bunun nedenlerinden biri, işte bu yağmacılıktır.

2017 yılına girerken, bu politikaların tümü, bir çıkmaz sokağa çıkmıştır.

Türkiye, dışarıda Suriye’nin başkenti Şam’da, savaş başladıktan iki saat sonra namaz kılma hayallerinin ne kadar çapsız olduğunu görmüştür. Şimdi, bunun suçunu yıkacak adam arıyorlar.

Efendileri ABD, bu savaşın faturasını, doğrudan Türkiye’ye yıkacaktır, bundan kuşkuları olmasın. İşte o zaman keşke olabilsek dedikleri ABD jandarmalığının anlamını bir kere daha kavrayacaklar.
Türkiye, içine girdiği savaş çıkmazının farkında bile değildir. Kürtlere karşı olmak, tüm düşünme sistemlerini yok etmektedir. Görünen budur.

Dışarıda bu savaş, Erdoğan’a yardımcıdır.

Nasıl ‘darbe allahın lütfu’ idiyse ve ardından kendi darbesini devreye koydu ise, savaş sürecinden de böyle yararlanmak istiyor. Dışarıda savaş, içeride savaş, onun kendi çobanlık sistemini hayata geçirmek için yeterince toz duman sağlama görevini görüyor.

Bu savaşların ağır yükü altında 2017 yılına giriliyor.

Ama bombaların, toz dumanın arasında, 2017 yılına girerken ana gündem çobanlık sisteminin geçmesidir.

Öyle görünüyor, MHP, Bahçeli eli ile AK Parti ilçe başkanlıklarından biri hâline gelmiştir. Bahçeli, muhtemelen çobanlık sisteminde, bir mevki elde edecektir. Ve elbette bu yetmez, MHP milletvekillerinin oylarını olumlu yönde kullanmalarını sağlamak için, mecliste 330 rakamını yakalamak için, yeni bir kabine oluşturacaklardır ve bu yeni kabinede MHP milletvekillerine bakanlıklar verilecektir. Böylece, MHP milletvekillerinin yarısından fazlasını, mesela 25’i “evet” demeye ikna edeceklerdir.

Yine de bir soru var: Acaba AK Parti içindeki Gülenciler, yeni adı ile FETÖ’cüler, çobanlık sistemi anayasa değişikliğine evet diyecekler mi? Anlaşılan Erdoğan, bu milletvekillerini bilmektedir. Sır olduğunu sanmıyoruz, paralel yürüdüler bu yollarda, paralel ıslandılar yağan yağmurda. Öyle ise birbirini bilirler. 40 kişi midirler, yoksa 60 mı, bunu biz bilmiyoruz. Ama anlaşılan, Erdoğan, bu milletvekillerinin oylarını savaş hileleri ile, şiddet ve şantaj ile almayı deneyecektir. Oy vermeyene, ertesi gün tutuklama gelir, tüm mal varlığına el konulur vb. Peki ama FETÖ’cü bu vekiller, nasıl olacak da Erdoğan’a güvenecekler? Diyelim ki, parlamentodan 330 alındı, bundan sonra FETÖ’cülere ne ihtiyacı kalacak, hepsi hemen hapiste olacaktır. Zira, darbenin siyasi ayağı diye bir baskı vardır ve Erdoğan’ın müttefikleri için de bu bir sorundur. Erdoğan, Ergenekon ile arasını ömür boyu düzeltmiş değildir. Bu durumda bunlara vereceği en uygun taviz,FETÖ’cü vekilleri teslim etmektir. Yani, her iki hâlde de yolları hapishaneden geçecek bu vekillerin ne yapacağını kestirmek zordur.

Biz bugüne kadarki FETÖ’cülerin davranışlarına baktığımızda, Erdoğan’a biat eğiliminin pek de dirençle karşılanmadığını görebiliyoruz.

AK Parti ve MHP toplamı, eğer ciddi fireler vermezlerse, referandum yolunu açacaktır.

Gelelim referanduma.

2017 yılının en önemli konusu olmadığı hâlde, hatta ve hatta, TC devleti için oldukça saçma bir tartışma olduğu hâlde, ileri derecede kişiselleşmiş bir konu olduğu hâlde, en öne çıkacak konusu çobanlık sistemi olacaktır.

Öyle anlaşılıyor, Erdoğan bu konuda acelecidir.

Öyle anlaşılıyor, Nisan ayına referandum planlamaktadırlar. Öyle ise, önümüzdeki dönemin çok gerilimli olacağı açıktır. 2016 yılında bu ülkede, Kürt ya da diğer halklardan, ölenlerin sayısı acaba kaç kişidir? Devlet denilen makina öyle büyük bir “gurur” içindedir ki, ölü sayılarını bile öğrenemezsiniz. Binlerce ölü vardır, mesela 10 bin desek abartılı mı olur?

Ve şimdi, 2017’ye, bu savaşın daha da tırmanacağının işaretleri ile giriyoruz. Demek ki, önümüzdeki dönemde gerilim daha da artacak, savaş daha acı sonuçlarını ortaya koyacaktır. Erdoğan’ın acelesi, bu süreci daha da kötü hâle getirecektir.

Öte yandan bizzat AK Parti’nin yaptırdığı söylenen anketlerde çobanlık sisteminin hâlâ geçmediği de görülmektedir. Böylesi bir değişikliği, normal şartlarda bir devletin %70-80 arası bir halk desteği ile yerine getirmesi beklenir. Oysa burada, durum tersinedir ve zorla halkın ikna edilmesi çabası vardır. Devlet terörü ile çobanlık sistemi devreye sokulmak istenmektedir.

2017, çok şeye gebedir.

2017, işçi sınıfı ve emekçi halklar için de çok şeye gebedir.

Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, bugünlerde bölgemizde yoğunlaşıyor. Ortadoğu halkları, kıyımdan geçirilmek isteniyor. Bölgemizde, 2017 yılını, emperyalist güçlere karşı direnişi ilerletme, genişletme yılı hâline getirmek mümkündür. Bunun yolu, halkların anti-emperyalist mücadele temelinde kardeşliğidir.

Ülkemizde de işçi sınıfının ayağa kalkışı için 2017 önemli bir potansiyele sahiptir. İşçi sınıfı, örgütsüzlüğü yenecek, yeniden sınıf kardeşliğini geliştirecek, ortak mücadele olanaklarını örgütleyebilecek bir potansiyele sahiptir. İşçi sınıfı, devrimci harekete uzaklığını kırdıkça, bu yolu da açacaktır. 2017, işçi sınıfının devrimci dirilişinin yılı olmaya gebedir.
Halkların ortak direnişi, ülkemizde savaştan beslenen çetelerin sonunu getirme gücüne sahiptir.
2017, elbette çok çetin bir yıl olacaktır.

Ama 2017, direniş yılı olacaktır.

Başka türlü ne bu çobanlık sistemine dur demek mümkün olur, ne savaşı durdurmak, ne içeride ve dışarıda katliamları durdurmak mümkün olur.de, hatta ve hatta, TC devleti için oldukça saçma bir tartışma olduğu hâlde, ileri derecede kişiselleşmiş bir konu olduğu hâlde, en öne çıkacak konusu çobanlık sistemi olacaktır.

Öyle anlaşılıyor, Erdoğan bu konuda acelecidir.

Öyle anlaşılıyor, Nisan ayına referandum planlamaktadırlar. Öyle ise, önümüzdeki dönemin çok gerilimli olacağı açıktır. 2016 yılında bu ülkede, Kürt ya da diğer halklardan, ölenlerin sayısı acaba kaç kişidir? Devlet denilen makina öyle büyük bir “gurur” içindedir ki, ölü sayılarını bile öğrenemezsiniz. Binlerce ölü vardır, mesela 10 bin desek abartılı mı olur?
Ve şimdi, 2017’ye, bu savaşın daha da tırmanacağının işaretleri ile giriyoruz. Demek ki, önümüzdeki dönemde gerilim daha da artacak, savaş daha acı sonuçlarını ortaya koyacaktır. Erdoğan’ın acelesi, bu süreci daha da kötü hâle getirecektir.

Öte yandan bizzat AK Parti’nin yaptırdığı söylenen anketlerde çobanlık sisteminin hâlâ geçmediği de görülmektedir. Böylesi bir değişikliği, normal şartlarda bir devletin %70-80 arası bir halk desteği ile yerine getirmesi beklenir. Oysa burada, durum tersinedir ve zorla halkın ikna edilmesi çabası vardır. Devlet terörü ile çobanlık sistemi devreye sokulmak istenmektedir.

2017, çok şeye gebedir.

2017, işçi sınıfı ve emekçi halklar için de çok şeye gebedir.

Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, bugünlerde bölgemizde yoğunlaşıyor. Ortadoğu halkları, kıyımdan geçirilmek isteniyor. Bölgemizde, 2017 yılını, emperyalist güçlere karşı direnişi ilerletme, genişletme yılı hâline getirmek mümkündür. Bunun yolu, halkların anti-emperyalist mücadele temelinde kardeşliğidir.

Ülkemizde de işçi sınıfının ayağa kalkışı için 2017 önemli bir potansiyele sahiptir. İşçi sınıfı, örgütsüzlüğü yenecek, yeniden sınıf kardeşliğini geliştirecek, ortak mücadele olanaklarını örgütleyebilecek bir potansiyele sahiptir. İşçi sınıfı, devrimci harekete uzaklığını kırdıkça, bu yolu da açacaktır. 2017, işçi sınıfının devrimci dirilişinin yılı olmaya gebedir.

Halkların ortak direnişi, ülkemizde savaştan beslenen çetelerin sonunu getirme gücüne sahiptir.
2017, elbette çok çetin bir yıl olacaktır.

Ama 2017, direniş yılı olacaktır.

Başka türlü ne bu çobanlık sistemine dur demek mümkün olur, ne savaşı durdurmak, ne içeride ve dışarıda katliamları durdurmak mümkün olur.

Koç Üniversitesi’nde masa açan öğrencilere soruşturma

Eylem sırasında Toplum ve Düşünce Kulübü, eKUal, kuir., Koç Üniversiteliler Dayanışması ve Koç Üniversitesi Kadın Dayanışması imzalı şu açıklama okundu:
Koç Üniversitesi Kadın Dayanışması tarafından 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü için açılan stant nedeniyle dört öğrenci arkadaşımıza disiplin soruşturması açılmıştır. Soruşturma gerekçesi olarak “izinsiz afiş ve pankart asmak” gösterilmiştir.
Devlet destekli erkek şiddetinin tırmandığı ve özellikle kadınların, LGBTİ+’lerin yaşam alanlarını daha da fazla işgal ettiği bu günlerde 25 Kasım’a çağrı yapmanın asla suç olmadığını, arkadaşlarımızın sonuna kadar arkasında olduğumuzu bildiririz.
OHAL ve KHK’ların gölgesinde kamusal alanda etkileri giderek artan denetleme ve sansür mekanizmalarının Koç Üniversitesi’nde de giderek daha fazla işlerlik kazandığının farkındayız. Üniversitelerin asıl sahipleri olan biz öğrenciler, bu sansür mekanizmasının karşısında özgürlük ve demokrasi taleplerimizi yükseltmeye ve dayanışma zeminini büyütmeye devam edeceğiz.
İfade özgürlüğümüzün kısıtlanmasına, dünyada olup bitenlerden uzak camdan fanuslara hapsedilmeye çalışılmamıza sessiz kalmayacağız. Özgürlük mücadelesini her yerde olduğu gibi burada da çoğaltarak direnmeye devam edeceğiz.
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!

Kaldıraç: ‘ İçerde Dışarda Savaşı Tırmandıranlar Beşiktaş’taki bombalamanın da Sorumlusudur’

Kaldıraç tarafından Dolmabahçe’de yaşanan bombalı saldırıya ilişkin yapılan açıklama şöyle:

‘Verin 400 milletvekilini, huzur içinde çözülsün’ diyenler İstanbul Beşiktaş’taki bombalı saldırının sorumlusudur…

10 Aralık 2016 tarihinde, Dolmabahçe’de yeni bir bombalı saldırı gerçekleşti.

Saldırının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan; ‘Türkiye ne zaman geleceğe dönük olumlu adım atsa, cevabı hemen terör örgütleri eliyle kan, can, vahşet, kaos olarak önümüze gelmektedir’ açıklaması yaptı.

AKP ile savaş, katliam ve başkanlık konusunda anlaşan MHP ise, ‘ülkenin sosyal-siyasal uzlaşma kulvarına girmeye başladığı bir zamanda saldırının yaşandığından’ söz etti.

‘Geleceğe dönük atılan olumlu adım’, Erdoğan’ı savaş suçlarından kurtaracak başkanlık sisteminin meclise getirilmesidir.

7 Haziran seçimleri öncesi, başkanlık için 400 miletvekili isteyen Erdoğan, böylece konunun huzur içinde çözüleceğini söyleyerek oy istemiştir.

Seçimde 400 milletvekili çıkmayınca, danışmanı Burhan Kuzu, ‘halk kaosu seçti, hayırlı olsun’ açıklaması yapmıştır.

‘Millet kaosu seçti’ diyenler, kaosu topluma dayatanlar, içerde dışarda savaşı tırmandıranlar Beşiktaş’taki bombalamanın da sorumlusudur.

İçerde-dışarda savaş politikalarına tek söz dahi edemeyen, üstü açık ya da kapalı bu politikaları destekleyen Kılıçdaroğlu; ‘akıllı, bilimsel, sürdürülebilir ve milli bir terörle mücadele politikasına ihtiyaçtan’ söz etmektedir. Sanırsınız, ülkenin tarım ya da sanayi politikasından söz etmektedir.

Ortadoğu’da, Suriye’de emperyalizmin tetikçiliğini yaparak savaş batağına saplananlar, 7 Haziran seçimleri sonrası içerde savaş ve katliam politikalarını hayata geçirenler ve bu politikalara açıktan ya da örtülü destek verenler tüm yaşananların sorumlusudur.

Biz emekçiler, halklar için bu savaş politikalarına karşı mücadele etmek, ‘millet kaosu seçti’ diyenlerden hesap sormak dışında bir kurtuluş yolu yoktur.

Ya kendimizin ve çocuklarımızın geleceği için, insanca, onurumuzla yaşayacağımız bir dünya için mücadele edeceğiz ya da kendi çıkarları için kaosu dayatanların planlarının kurbanı olacağız.

Kamuda 2 bin 54 mühendis ve mimar tasfiye edildi

KESK eylemlerine OHAL engeli

23 Kasım’da ilan ettiği eylem takvimi doğrultusunda; KESK’in 10-11 Aralık tarihlerinde “Haklar, OHAL ve KHK’lardan önce gelir! İhraçlarınıza, Açığa Almalarınıza, Sürgün Ve Cezalarınıza Teslim Olmayacağız!” şiarıyla 5 bölgede yapmayı planladığı mitingler OHAL bahane edilerek yasaklandı.

Emekçi Yürüyüşü Ankara’ya ulaştı

‘İşimi Emeğimi Geri İstiyorum’ şiarıyla yapılacak olan Ankara yürüyüşünün başlangıcı için 21 Aralık’ta Kadıköy Rıhtım’da toplanan KESK üyelerine polis biber gazı ve plastik mermilerle saldırdı. Polis saldırısında bir KESK üyesi yaralandı. Aynı günün akşamı bu saldırıyı protesto etmek amacıyla Kadıköy Rıhtım’da basın açıklaması yapıldı.
Ankara yürüyüşünü gerçekleştirecek KESK’liler 22 Aralık’ta Kartal’da düzenlenen basın açıklaması ile uğurlandı.
23 Aralık günü İzmit’e ulaşan emekçiler yoğun polis baskısı ve ablukasına rağmen kararlı duruşları ile ablukayı aştı ve yürüyüşlerine devam ettiler.

Yürüyüşün son günü olan 24 Aralık’ta emekçiler Ankara’ya ulaşırken, Sakarya Meydanı’nda gerçekleştirilen basın açıklamasında KESK Genel Başkanı Lami Özgen, 4 gündür polisin her türlü baskısına, copuna, gazına karşı direndiklerini, soğuk ve ayaz havaya, yağmura rağmen bütün engelleri aşarak “Emekçi Yürüyüşü”nün Ankara’ya ulaştığını kaydederek, örgütlü mücadelenin engellenemeyeceğini vurguladı.

Lami Özgen, OHAL kapsamında çıkarılan KHK’ler ile onbinlerce kamu emekçisinin ihraç edildiğini ifade ederek, “İhraç edilen 86 bin kamu emekçisi içerisinde 2 bin 77 KESK üyesi de var. Biz sadece kendi üyelerimiz için değil, haksız ve hukuksuz bir biçimde işine son verilen tüm kamu emekçilerinin haklarının iade edilmesi için mücadele ediyoruz. Kurulduğumuz günden beri emek ve demokrasi mücadelesini bir arada yürüten 3 milyon kamu emekçisinin sesiyiz. Açığa alınan arkadaşlarımızı nasıl geri döndürdükse, ihraç edilen arkadaşlarımızı da işine geri döndüreceğiz” dedi.

OHAL’in derhal kaldırılması, KHK’lerin iptal edilmesi, ihraç edilen/açığa alınan kamu emekçilerinin göreve iadesi, soruşturmaların son bulması için başlayan Emekçi Yürüyüşü’nün bir son değil, başlangıç olduğunu ifade eden Lami Özgen, emek ve demokrasi mücadelesinde bu ülkenin muhalif bütün kesimlerine, akademisyenlerine, kadınlarına, aydınlarına, gazetecilerine, belediye başkanlarına, milletvekillerine, Alevilerine, Kürtlere yönelik baskı politikalarını kınayarak, 38 yıl önce Maraş’ta yaşanan katliamı hatırlattı ve aynı zihniyetin bugün de var olduğunu, buna karşı emek ve demokrasi mücadelesinde KESK’in asla susmadığını, biat etmediğini, her zeminde mücadeleyi büyüttüğünü, diz çökmediğini, hak verilmez alınır ilkesinin bir kez daha KESK’in eylemleriyle karşılık bulduğunu dile getirdi.

Yapılan açıklamalardan sonra halaylarla Emekçi Yürüyüşü son buldu.

Şehir hastaneleriyle sermayeye kıyak

17 şehir hastanesi için şirketlerin cebinden 9 milyar dolar çıkarken, devletin şirketlere yaklaşık 27 milyar dolar ödeyeceğini, ayrıca yıllık 3 milyar kira bedeli ödeneceğini belirten Biçer, “Türkiye Sağlık Bakanlığı satışa çıkarılmıştır, geçmiş olsun” dedi.

CHP’li Biçer, kamu özel ortaklığının özelleştirmeden farklı bir şey olmadığına dikkat çekerek, “Özü itibariyle yap-işlet-devret modeline benziyor. Ama onun bir adım ötesi; yap, hem kirala hem işlet hem devret modelinde; devlet hem bu hastanenin kiracısı hem de hizmetin satın alıcısı oluyor. Yani binasında kiracı, hizmetinde taşeron Sağlık Bakanlığı’nın ‘devlet hastanesini’ şirket yönetiyor” diye konuştu.

Biçer, “Şirket, hastane içinde; odasından morguna kadar her alanı ve hastane dışında taksi durağından kreşe kadar tüm ticari alanları da işleterek gelir elde ediyor. Yeter mi? Yetmez tabi, daha yeni başlıyoruz! Bu şirketler; KDV’den, damga vergisinden ve harçlardan da muaf tutuluyor. Aldıkları uluslararası kredilere tam hazine garantisi sağlanıyor. ÇED raporu almadan orman alanına inşaat yapabiliyorlar. Devlet, hastanelerin yüzde 70 doluluk oranıyla çalışacağını, yani vatandaşı hastalandıracağını da garanti ediyor. Yani şirket en iyisini bekliyor, devlet vatandaşının sağlığını yandaşına peşkeş çekiyor” ifadelerini kullandı.

  ‘Daha fazla hasta, daha fazla para’

Biçer, şunları söyledi: “Hepsi bu kadar da değil! Hastanelerin yıllık kira bedelleri 3 milyar lirayı aşıyor. Peki, Sağlık Bakanlığının döner sermaye gelirlerinde böyle bir tutar var mı? Yok. O halde bu hastanelerin yedi gün yirmi dört saat esasına göre, hastaları doldur boşalt yöntemiyle, sağlık çalışanlarının da 2-3 vardiya çalışarak ‘para kazanması’ dışında bir seçenek yok. Yani daha çok hasta gelmesi, çalışanların daha az kazanıp daha çok çalışması lazım ki kiralar denkleştirilsin. Sonuçta ne olacak; hastaneleri işleten şirketler, doktorların daha uzun çalışmasını, daha fazla hasta bakmasını, daha fazla tetkik yapmasını, ‘para getirmeyecek’ hastaları başka yerlere sevk etmesini ve tabii giderek daha az ücret almalarını isteyecekler. Türkiye Sağlık Bakanlığı satışa çıkarılmıştır. Geçmiş olsun.”

        Kaynak: Evrensel.net, 16 Aralık 2016

Aladağ’ın hesabı sorulacak!

Adana Aladağ’da 12 kız çocuğu yangın merdivenleri kilitli, ahşap bir binada yanarak can verdi.  Öğrenci yurdu dedikleri tarikat yuvasında kız çocuklarını diri diri yaktılar. Bizler katledilen tüm çocuklar için susma demek için sokaklardaydık. AKA-DER Gazi Şube olarak “Kader değil katliam! Sor bunların hesabını” diyerek pankart astık. Bileşeni olduğumuz Sultangazi Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’nin çağrısıyla 2 Aralıkta Gazi Dörtyol’da toplanarak basın açıklaması gerçekleştirdik. “Pozantı, Ensar, Adana. Kirli ellerinizi çocuklarımızdan çekin! Hesap vereceksiniz!” diyerek gerçekleştirdiğimiz basın açıklaması sloganlarla sona erdi.

Yaşam için ölenler ölümsüzdür!

Kaldıraç, AKA-DER, İşçi Gazetesi ve Özgür Lise tarafından düzenlenen anma etkinliklerinin yanı sıra yapılan afişlemeler, yazılamalar ve 13-24 Aralık tarihlerinde asılan pankartlarla Komutan Bekir ve insan olmanın çığlığı Ali Serkan gündemleştirildi.

    Burhanettin Akdoğdu  (Bekir Kilerci) Bandırma’da mezarı başında anıldı

Burhanettin Akdoğdu’nun (Bekir Kilerci) Bandırma’da bulunan mezarı başında 13 Aralık’ta gerçekleştirilen anma töreni, tüm devrim şehitleri için saygı duruşu ile başladı.

Saygı duruşunun ardından yapılan konuşmalar ile birlikte Burhanettin Akdoğdu’nun Bekir Kilerci adıyla Kaldıraç’ta yazdığı şiirler okundu.

Mezar ziyaretinin ardından, çeşitli illerden gelen Kaldıraç okurları Burhanettin Akdoğdu’nun ailesini evinde ziyaret etti.

 

      Ali Serkan Eroğlu Tire’de mezarı başında anıldı

24 Aralık’ta Ali Serkan Eroğlu’nun Tire’de bulunan mezarı başında yapılan anma devrim şehitleri için yapılan saygı duruşunun ardından başladı.

Kaldıraç İzmir temsilcisinin yaptığı konuşmanın ardından şiirlerin okunduğu anma sloganlarla bitirildi.

     Safları sıklaştırın yoldaşlar, mücadeleyi büyütelim!

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu İstanbul’da yerel anma etkinlikleri ve Kadıköy’de yapılan merkezi anma etkinliğiyle anıldı.

Kaldıraç okurları tarafından 18 Aralık’ta AKA-DER Kadıköy Şube’de düzenlenen anma etkinliğine, devrim yolunda şehit düşen tüm yoldaşlarımız adına saygı duruşu ile başlanıldı. Saygı duruşu esnasında Şafak Yıldız’ın ‘Savaşçının Türküsü’ şiirinden bir bölüm okundu ve ‘Devrim Şehitleri Ölümsüzdür’ sloganı atıldı.

Kaldıraç adına yapılan konuşmada:

Devrimciler sadece kavgada ölümsüzleşenlerin önünde eğilirler ve onları kavgasında büyütürler. Bekir ve Serkan nezdinde, duvarlarımızda gördüğünüz önderler nezdinde kavgaya adını katan, kahramanlaşan ve ölümsüzleşenlerimiz önünde saygıyla eğiliyoruz. Onları bayraklarımızda taşıyacağız, yaşatacağız.
Peki dostlar, peki ortaklar yaşamak mı ölmektir, ölmek mi yaşamak?

Yaşadığımız sömürü ve savaş düzeninin içinde bu gün insanlarımız ölmemeye çalışıyor. Belki bir gün daha yağmurdan gelecek toprak kokusunu almaya, bir gün daha yemek yiyebilmeye, işe gidebilmeye, insanlarımız bir beden olarak bir gün daha yaşamaya çalışarak sürdürüyor bu lanetli kutsallığı.
Buna ölmemek denebilir mi? İnsan kendisine ve yaşama bu kadar haksızlık edebilir mi? İnsan kalmak ve insanlıktan çıkmak; onur ve onursuzluk; yaşam ve ölüm arasında bir seçimle karşı karşıyayız.
Peki hangisi yaşamaktır? Sosyalist önder Ernesto Che Guevara, Bolivya dağlarında ve tüm yer yüzünde ölümsüzleşmemişken; ‘Bazen düşünüyorum da yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?’ diye sormuştu.

     Küba sokaklarında çocuklar, yaşlılar, gençler, koyu tenlisi, açık tenlisiyle; ‘Yo Soy Fidel’, ‘Ben Fidel’im’ diye bağırıyor.

     Bir ada toprağı ve insanıyla Fidel olmuşken, Fidel çok insan bir devken, Fidel öldü de çağımızın bir sonraki gün açlıktan ölmemeye çalışan, robot gibi hareket eden insanları yaşıyor mu?” ifadeleri kullanıldı.

İşçi cinayetlerine, süren savaşa da değinilen konuşma şöyle devam etti:

Sadece 1 yılda, sadece Türkiye’de, sadece işçi cinayetlerinde kaç işçi evine cenaze geliyor. Açıklanmayanlarıyla birlikte yüzlerce, binlerce…
Bir soru daha, kan emici burjuvaziye karşı kıran kırana sınıf olarak savaşsak bu kadar can verir miyiz saflarımızda?
     Bundan 600 yıl önce egemenlere karşı coğrafyamızda Bedreddinler savaştı, bundan 44 yıl, 43 yıl, 34 yıl önce Mahirler, Denizler, Kaypakkayalar, Mazlumlar bir daha doğdu bu topraklardan. Hala sloganlarımızda, eylemlerde saflarımızdalar. 19 yıl önce ortağımız Ali Serkan insanı ararken insanlığın çığlığı oldu. Bekir bir daha hiç unutmayacağımız komutu verdi. Biz onları kavgamızda yaşatacağız ölümsüz kılacağız.
   Serkan ne yazmıştı; ‘Siz siz olun doğru dürüst ölün!’ Doğru dürüst ölmek için doğru dürüst yaşayacağız. Bu yüz kızartıcı çağda yaşamdan taraf olacağız. Sosyalizm için savaşacağız. Başka yolumuz mu var? Bir yurt yangınında küçücük çocukların öldüğü, iş cinayetinde ölen bir işçinin bedeninde kanıt kalmasın diye yakıldığı bir çağda başka yolumuz var mı?
Bekir’i ölümsüzleştirmek onu kavganın her anına katmaksa, onu anlamak sınıf kinini bilince çıkarmaktır. Eli kanlı burjuvaziden intikamı ortağın ahıyla alacağız.”
Konuşmanın devamı örgütlülüğü büyütme ve devrimi geliştirme çağrısıyla bitirildi:
“Safları sıklaştırın yoldaşlar. Mücadeleyi büyütelim, yarın için bugün küreklere daha fazla asılalım. Ha gayret! biz kazanacağız ve biz kazandığımızda bu ülkede geceleri aç yatılmayacak, gündüzleri sömürülmeyecek. Biz kazandığımızda çocuklar sokaklarda şen kahkahalar atacak, insanlar özgürce nefes alacaklar. Biz kazandığımızda topraklarımızda bombalar patlamayacak, nihai barış yaşanacak.
Bunun için daha fazla örgütlenin! Derneklerimizde, bürolarımızda, komitelerimizde görev alın, görev verin! Komitelerimize insan katalım! Sesimizi toplumun bütün hücrelerine hiç geri durmadan taşıyalım! Devrim savaşını büyütelim!
Bütün kıyılara barış, bir deniz savaşı sonrası gelecek, gelin bu geminin tayfasına katılın! Katın! Kaldıraç saflarına katılın, katın! Savaşı büyütelim kazanalım!

  Ya sosyalizm ya ölüm!”

  AKA-DER adına yapılan konuşmada ise:

“Tüm çocuklarımızın süt içebildiği, herkesin eğitim görebildiği, her gün bir avuç asalağa emeğimizi satmadığımız, yaşam alanlarımızı güzelleştirmek için emek verdiğimiz, kanserden insanlarımızın ölmediği, bombalarla insanlarımızın katledilmediği, insan olabildiğimiz, duvarsız, sınırsız bir dünya hayal edin.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Bu dünyada bir adada. Küba’da bu şekilde yaşıyor insanlarımız. Ancak burada büsbütün tersine. Bu güzelim, yaşanılası dünyada fazladan ömür süren kapitalizm ölüm ve karanlık saçıyor, nefes alamadığımız günlerden geçiyoruz
…Karanlığa sırtını, güneşe yüzünü dönen liseliler, veliler var. Çocuklarımıza kadar uzanan bu çürümüş düzen karşısında çelik yürekler olup baş kaldıran kadınlar. Ankara’da, Suruç’ta, Cizre’de bombalara karşı dimdik duran, vazgeçmeyen, boyun eğmeyen halklar. Savaş suçuna ortak olmayacağız diyen akademisyenler, gazeteciler, milletvekilleri, dünyayı her gün emeğiyle kuran, bu toprakların gerçek sahipleri, işçiler var, devrimciler var!
Selam olsun her gün bu karanlığa karşı mücadele eden, teslim olmayacağız diyen, devrimci iradeyi kuşanan dünyanın tüm devrimcilerine…
Evet bu topraklarda, dünyanın dört bir köşesinde insan olarak yaşamayı seçen, onurlu bir yaşam için direnen, direnişi hayatın her alanına yayan çelik yürekler var.
Tıpkı idam sehpasına tekmeyi atıp ölümün üstüne yürüyen Deniz gibi, ser verip sır vermeyen İbo gibi, tereddüt etmeden bu çürümüş düzenin üstünde yürüyen Mahir gibi, tıpkı insan olmanın çığlığı Ali Serkan gibi, tıpkı şiiri eylem olan, sınıf kinini eylemiyle gösteren, ölüme giderken bile gülüşünü yüzünden bir an olsun eksiltmeyen Komutan Bekir gibi.
Şimdi biz, kalabalığa seslenen, gülüşüyle, sesiyle kitleyi şaha kaldıran, ufuktan gülümseyerek bakan Komutan Bekir’i, ölümü onurluca yenen insan olmanın çığlığı Ali Serkan’ı gözlerimizin en derinlerinde taşıyoruz. Şimdi tüm ortaklarınız daha büyük inançla, daha büyük bağlılıkla, daha inatçı ve daha büyük bir bilinçle dalıyoruz kavgaya.
Öfkemizi tüm vücudumuza yayarak, teslim aldığımız bayrağı kentin en yüksek kulesine asacağız.
Devrim kahramanlarına sözümüz; bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğuracağız!

Bu gemi zafere ulaşacak!”

Anmada 18 Aralık’ta ölümsüzleşen Şeyh Bedreddin üzerine Nazım Hikmet’in kaleme aldığı Şeyh Bedreddin Destanı ile Bekir Kilerci’nin şiirleri Kadıköy AKA-DER şiir grubu tarafından sergilendi. Hep bir ağızdan okunan marşlarla anma etkinliği bitirildi.

Kahramanlar ölmez!

Sarıyer’de bir ses yankılanıyor

Sarıyer Büyükdere’de 16 Aralık akşamı düzenlenen etkinlik, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşu ile başladı. AKA-DER adına yapılan konuşmada; “Bir ses yankılanıyor, işkencehanelerden. Bir ses yankılanıyor Ankara’dan, ser verip sır vermeyen Komutan Bekir’in sesi. Bir ses yankılanıyor inançla, 17’sinde bir ses yankılanıyor, Erdal Eren’in sesi. Bir çığlık dolduruyor şimdi sokaklarımızı. Bir çığlık, Ege Üniversitesi’nden yanı başımıza. İnsanlık yükseliyor bu çığlıkla, ateşten yürekler cesaretle doluyor. Ali Serkan yıldız olup parlıyor. Söyleyin şimdi nasıl öldü denilebilir onlara bu kadar yaşarlarken.” denildi.
Direniş şarkılarının söylendiği müzik dinletisinin ardından Bekir Kilerci’nin şiirleri okundu. Bekir Kilerci’nin hayatını ve mücadelesini anlatan belgesel gösterimiyle devam eden anma etkinliği, mücadeleyi büyütme çağrısı yapılarak sonlandırıldı.

Sarıyer Dağevleri’nde, AKA-DER Gençlik Komisyonu tarafından her hafta yapılan futbol maçlarından biri Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anısına oynandı. Maç başlangıcında “Kahramanlar ölmez, yolunuz yolumuzdur!” pankartı açılarak Bekir Kilerci’nin Uyarı adlı şiiri eşliğinde saygı duruşunda bulunuldu.

    Kadıköy: Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak!

17 Aralık’ta gerçekleştirilen anma etkinliğinin açılış konuşmasında Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nun mücadelesinin bugün yolumuzu aydınlattığı, Anadolu topraklarında direnişin büyütüldüğü ifade edildi. Gezi Direnişinin yankılarının hala duyulduğu ve Barış akademisyenlerinden direnen liselilere ve öğretmenlere, grevdeki işçilerden yasaları protesto etmek için sokaklara dökülen kadınlara, mücadelenin her alana yayıldığı vurgulandı.

Açılış konuşmasının ardından Temel Demirer sözü aldı. “Şeyh Bedreddin: Sözü, bakışı ve soluğu aramızdan çıkıp gelecektir” diyen Temel Demirer, Anadolu’nun tarihindeki direnişlere vurgu yaptı ve devrimci mücadelede güneşe uğurladığımız her devrimcinin fikirleri ve idealleriyle mücadelemizde yaşadığını ifade etti.

Sarıgazi’de devrimciler düşleri, şiirleri ve öğrettikleriyle anıldı

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu Sarıgazi’de 17 Aralık akşamı, kendi şiirleriyle, düşleriyle, öğrettikleriyle anıldı. Anma, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşu ile başladı. Devamında yaşanan süreç ve onlardan öğrendiklerimizle bu saldırgan, çürümüş düzeni nasıl alaşağı edeceğimiz tartışıldı. Ortakların şiirleri ve marşlarla anma sonlandırıldı.

Gazi Mahallesi’nde polis ablukası altında Bekir ve Serkan anıldı

Gazi mahallesinde Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu 24 Aralık günü anıldı. Anma etkinliği açılış konuşması ve saygı duruşu ile başladı. Ardından sinevizyon gösterimiyle devam etti. Abluka altındaki mahallede etkinliğin gerçekleştirildiği esnada polis kafeleri, kahveleri bastı. Üç kişiden fazla yanyana gördüğü herkese saldıran polis, keyfi gözaltı yaparak insanların bir araya gelmesini dahi engellemeye çalıştı. Tüm bu koşullar altında etkinlik gerçekleştirildi. Etkinlik AKA-DER adına yapılan konuşmanın ardından şiirlerin okunmasıyla sona erdi.
Aydos ve Zeytinburnu AKA-DER Şubeleri, Taksim Kaldıraç büro, Maltepe Sokak Kültür Merkezi ve üniversite kampüslerinde Kaldıraç okurlarının gerçekleştirdiği anma etkinliklerinde tüm devrim şehitleri anıldı, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nun şiirleri okunarak ve müzik dinletileri yapılarak yaşamları, mücadeleleri anlatıldı.

Ankara’da anma eylemine polis saldırısı

 Sakarya Caddesi’nde 13 Aralık akşamı Kaldıraç, AKA-DER ve Özgür Lise tarafından gerçekleştirilecek anma eylemi OHAL gerekçesi ile polis tarafından engellendi. Sakarya caddesinden AKA-DER Kızılay Şube önüne çekilen anmaya polisi saldırısı yaşandı. Polisin tüm müdahalesine rağmen Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nun anmasını yapan Kaldıraç okurları, onların nasıl katledildiğini halka anlatarak anmayı engellemek isteyen devlete ‘bütün katliamların, katlettiğiniz devrimcilerin hesabını tek tek soracağız’ diyerek ‘Bekir Kilerci’ ve ‘Ali Serkan Eroğlu yaşıyor’ sloganları attı.

Kanla sınandık, bir an tereddüt etmedi Bekir

Dernek önünde yapılan anmanın ardından dernekte de bir anma gerçekleştirildi. Anma Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri adına saygı duruşu ile başladı. ‘Kanla sınandık, bir an tereddüt etmedi Bekir. Kanla sınandık, ‘satmam yoldaşlarımı’ dedi Ali Serkan. Kanla sınadığınız bizlerin gözlerine bakın, iyi bakın, göreceksiniz, hesabımız var.’ diyen AKA-DER, Kaldıraç ve Özgür Lise üyeleri anmada Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nun şiirlerini okudu.
Tarihin akışını değiştiremeyeceksiniz, yenileceksiniz!

   Tuzluçayır’da 24 Aralık saat 19.30’da saygı duruşu ile başlayan anma Kaldıraç ve AKA-DER adına yapılan konuşmalar ile devam etti.
Açıklamada ‘Spartaküs’lerden Bedreddin’lere direniş tarihimizin mirasçısı olan Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci’nin yaşamları ve yıldızlara uğurlanışları yolumuzu aydınlatıyor’ denildi.
‘Yoldaşlara verdiğimiz devrim ve sosyalizm sözünü inatla, sabır, bilinç ve kararlılıkla gerçekleştireceğiz’ denilen açıklama, ‘Tarihin akışını değiştiremeyeceksiniz, yenileceksiniz!’ denilerek bitirildi.

Bekir Kilerci’nin öyküleri oyunlaştırıldı

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu katledilişlerinin 19. Yılında Ankara’da AKA-DER Mamak Şube tarafından, Bekir Kilerci’nin öykülerinden uyarlanan tiyatro oyunu ile anıldı.
Mamak AKA-DER’in ‘Zafer Şafakta Dövüşenlerin Olacak’ şiarı ile Bekir Kilerci’nin ‘Toplantı ya da küçük bir zafer’, ‘Aşkta kuşkuya yer yok’ ve ‘Mustafayı ısıtmak’ öykülerinden uyarladığı tek perdelik tiyatro gösterimi ile anma etkinliği düzenledi.

AKA-DER Mamak Şube’de Ali Serkan Eroğlu anısına satranç turnuvası

25 Aralık’ta AKA-DER Mamak Şube’de Ali Serkan Eroğlu anısına gerçekleştirilen 7’den 70’e satranç turnuvası Ali Serkan Eroğlu’nun devrimci kişiliği ve mücadelesinin anlatıldığı konuşmalarla başladı. El yapımı satranç takımlarının yapım aşamasının anlatıldığı belgesel gösteriminin izlenmesinden sonra turnuvaya geçildi. Birinciliği iki kişinin paylaştığı turnuva sonunda satranç kurs ve etkinliklerinin devam etmesine karar verildi.

Antakya’da yoldaşların bayrağını yükselteceğiz

     18 Aralık’ta gerçekleştirilen anma etkinliği devrim şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.
Antakya Kaldıraç temsilcisinin, ana teması “Örgütlenerek büyüyoruz, direnerek kazanacağız” olan konuşmasında; devletin katliamlarına, baskılarına karşı tarihimizde olduğu gibi şimdi de mücadelenin her alanda sürdürülmesi gerektiği, var olan inancı ve umudumuzu daha da arttırarak, yoldaşlarımızın bize bıraktığı bayrağın yükseltileceği vurgulandı.

      Etkinlik, temsili olarak katılım gösteren Mücadele Birliği’nden devrimcilerin konuşmasıyla devam etti. Mücadele Birliği konuşmasında, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitlerini anmaktan onur duyduklarını ve devrim şehitlerinin mücadeleye ışık tuttuğunu belirtti.

      Etkinlikte Bekir Kilerci’nin yaşamını konu alan bir belgesel gösterimi ve ardından AKA-DER şiir atölyesinin hazırlamış olduğu şiir dinletisinde Bekir Kilerci’nin şiirleri okundu. Kaldırım Müzik Topluluğu’nun müzik dinletisi ile etkinlik sonlandırıldı.

En iyi anma, onların varlığını yeni yüzlerle var etmektir

Kocaeli’de 23 Aralık Cuma gerçekleştirilen anma etkinliği açılış konuşmasının ardından devrim yolundan ölümsüzleşenler için bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.
Etkinliğin açılış konuşmasında, ‘Onların tarihi katliamsa, bizlerin tarihi de direniştir. Biz milim rüzgarların esmediği günleri de biliriz, demişti bir şiirinde Komutan. Ve sessiz günlere; baskı, şiddet, patlamalara işaret etmişti.Yani şu an yaşadığımız zamanlara. Halkların, emekçilerin, kadınların, devrimcilerin üzerine korku salmaya ve bu şekilde egemenliğini devam ettirmeye çalışıyor. Lakin çok açıktır, bu korku, iktidarı kaybetme korkusudur’ denildi.
Açılış konuşmasının ardından Kaldıraç adına yapılan konuşmada:
‘Komutan Bekir, rüzgarın karşıdan estiği, devimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonların olduğu ve sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya. Ali Serkan ise tertemiz yüreğiyle omuz verdi ortağına. Tıpkı kendi geleceğini emekçi halkların geleceğine bağlayan toprağa düşen binlerce devrimci gibi. Bugün onların yaşamlarına bakarak kendimizi, yaşamımızı sorgulamamız, direnişi büyütmek için daha fazla sorumluluk almamız devrimci bir zorunluktur. Ortaklarımız nezdinde ve devrim yolundan ölümsüzleşenlere yaraşan en iyi anma, onların varlığını yeni bedenler, yeni yüzlerle var etmektir. Tarihimizden , bugünümüzden öğrenerek, örgütlenerek yürüyeceğiz’ denildi.

İstanbul Üniversitesi’nde Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anması

      İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kantininde 22 Aralık’ta Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anıldı, şiirler okundu. Özel güvenlik ve polis etkinliği engellemeye çalışsa da öğrencilerin kararlılığı üzerine geri adım atmak zorunda kaldı.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu Mersin’de Anıldı

     18 Aralık’ta devrim şehitleri için saygı duruşu ile başlayan anma etkinliği Bekir Kilerci’nin hayatını anlatan belgesel gösterimi ve ardından ‘Savaşçının Türküsü’ isimli oyun ile devam etti. Son olarak Grup Mukavemet’in marşları ve şiirler ile anma etkinliği sonlandırıldı.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nu anmak isteyenlere gözaltı

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nun ölüm yıl dönümlerinde İzmir Konak’ta ve Antakya Serinyol’da afiş asan 6 Kaldıraç okuru gözaltına alındı.

Burhanettin Akdoğdu ve Ali Serkan Eroğlu İzmir’de Anıldı

   19. yılında ölümsüzlüğe uğurladığımız ortaklarımızı İzmir’in çeşitli yerlerinde gerçekleştirdiğimiz çalışmalar ve etkinliklerle andık. Anma çalışmalarımız boyunca İzmir’in çeşitli bölgelerinde pankart, afiş, stant ve bülten dağıtım çalışmaları gerçekleşti.

    Menemen: 18 Aralık Menemen Eğitim-Sen’de gerçekleştirilecek anma etkinliği için bölge geneline afiş ve yazılama çalışması gerçekleştirildi. Anma etkinliği günü Kayseri saldırısında hayatını kaybeden askerlerden birinin cenaze töreni olması bahanesi ile etkinliğimiz İzmir emniyeti tarafından linç ederler diyerek tehdit edildi. Eğitim-Sen binasında yapacağımız etkinliğimizin öncesinde, Eğitim-Sen temsilcileri defalarca aranarak tehdit edilmiş ve Menemen’den kalkan asker cenazesi bahane edilerek, polis tarafından “güvenliğinizi alamayız” denilerek açıkça faşist saldırıyla tehdit edilmişlerdir. Devlet eliyle yükseltilen milliyetçiliğin yanı sıra HDP başta olmak üzere birçok kuruma yapılan faşist saldırılardan etkilenen ve tehdit karşısında anmadan yaklaşık 1 saat önce bizlere ulaşarak “kurumun güvenliği” konusuna endişe yaşadıklarını belirten Eğitim-Sen Menemen temsilcileri, anmayı ertelememizi veya iptal etmemizi istemişlerdir. Tüm ısrarlarımıza rağmen kurumun güvenliğinin olmayacağı gerekçesiyle etkinlik için binayı kullanamayacağımızı belirtmişlerdir. Görüşmeler sonucunda anmamız iptal edilmiştir.

Güzeltepe: 20 Aralık günü Güzeltepe Alevi Yol derneğinde gerçekleştireceğimiz anma için mahalle genelinde ev ziyaretleri, ozalit çalışmaları ve yazılama çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Anma etkinliğimiz 20 Aralık Salı günü saat: 22.00’da saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşu sırasında Şafak Yıldız’ın Komutan Bekir’e yazdığı “Yoldaş’a” şiirini okuduk. Ardından gerçekleştirdiğimiz konuşmalarda, ortakların yaşamları, katledilişleri, bize öğrettiklerini anlatıp, sürece dair, devletin katliam tarihine karşılık direniş tarihimiz vurgulandı. İçinden geçtiğimiz sürecin karamsarlığa yol açmamasını, örgütlü gücümüze güvenerek bu ablukayı dağıtacağımızı, insalık tarihini direnenlerin yazacağını anlattık. Serkan ortağın “zifiri” şiiri ve bağlama dinletisi ile Komutan Bekir’in “Ana kayıp oğlundan mektup var” şiirlerini okuduk.
Sürece ve ortaklara dair hazırladğımız kısa belgesel gösterimi gerçekleştirdik. Etkinlik boyunca bizlere destek veren Güzeltepe halkı, Halkevi, DGB, Mücadele Birliği ve HDP’nin katılımı ile anma etkinliğimiz güç bulmuş oldu. Saat 21:30’ da son bulan etkinliğimiz Kaldıraç dergisi adına yapılan konuşma ile son buldu.

Merkezi anma: Yoldaşlarımızın ölüm yıldönümünde İzmir Merkezinde başta, Konak, Alsancak olmak üzere pankart çalışması, afiş çalışması gerçekleştirildi. 23 Aralık Cuma günü İzmir Kaldıraç büroda gerçekleşen anmada Ali Serkan Eroğlu’nun Duvara Karşı Tiyatro Topluluğundan arkadaşlarının da katıldığı etkinlik saygı duruşu ile başladı.
Duvara Karşı Tiyatro Topluluğundan Vedat Kuşku, Ali Serkan ve Burhanettin Akdoğdu yoldaşlarımızın yaşamlarını ve bizlere bıraktığı mirası ile ilgili söyleşi gerçekleştirildi. Ortaklarımızın şiirlerinin okunduğu anma yapılan açıklamalarla son buldu.

Ali Fuat Eroğlu’na özgürlük

   Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’nu anma etkinlikleri kapsamında İzmir’de 15 Aralık günü afişleme yaparken, afişlerde bulunan İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Çayan fotoğrafları gerekçe gösterilerek gözaltına alınan ve ‘Terör örgütü propagandası’ yaptığı iddia edilerek tutuklanan Aydın Adnan Menderes Üniversitesi öğrencisi Ali Fuat Eroğlu için İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi’nde 20 Aralık’ta basın açıklaması düzenlendi.

    İHD İzmir Şubesi’nde yapılan basın toplantısına Kaldıraç dergisi temsilcilerinin yanı sıra çeşitli siyasi parti, kitle örgütü temsilcileri ile Ali Fuat Eroğlu’nun ailesi katıldı.

     Kaldıraç dergisi adına basına açıklama yapan Begüm Ateş, ‘Hazırlanan iddianame ile Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Burhanettin Akdoğdu ve Ali Serkan Eroğlu fotoğrafları çeşitli örgütlere bağlanmış ve savcı tarafından tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edilmiştir. Çıkarıldıkları mahkemede ise okurumuz Sibel Yaşar serbest bırakılırken Ali Fuat Eroğlu tutuklanarak Kırıklar F tipi hapishanesine gönderilmiştir’ dedi.

     Ateş, ‘İzmir Emniyeti 30 Mart 2015’te Mahir Çayan ve yoldaşlarını anan Kaldıraç okurlarına aynı fezlekeleri hazırlamış ve örgüt propagandasından soruşturma açmıştır. İnsanlığa dair tüm tarihi yok etmeye ve üstünü örtmeye çalışanlar bu sefer de başaramayacak. Ne baskılarınız, ne gözaltılarınız ne de tutuklamalarınız bizleri durduramayacaktır’ dedi.

     Açıklamada, ‘Bugün Ankara’nın göbeğinden tüm dünyanın gözü önünde Ethem Sarısülük’ü öldüren katil Ahmet Şahbaz 10.000 lira kefaletle serbest bırakılırken başka bir dünya mümkün diyenlerin tutuklanması şaşırtıcı değildir’ denildi.

     Ali Fuat Eroğlu’nun babası Cafer Eroğlu da oğlunun kötü bir şey yapmadığını ve halk için mücadele ettiğini vurgulayarak, devrimci bir çocuk yetiştirdiği için oğlu ile gurur duyduğunu söyledi.

Ali Fuat Eroğlu’nun ailesi ziyaret edildi

    Anma çalışmalarında tutuklanan okurumuz Ali Fuat Eroğlu’nun İzmir’deki ailesini 24 Aralık’ta Ali Serkan Eroğlu’nun mezarı başında yapılan anmanın ardından İstanbul, Ankara ve İzmir’den gelen okurlarımız ziyaret etti.

                                                                                                                                            Kaynak: Direnişteyiz.org, 25 Aralık 2016

Maraş’tan bugüne Aleviler

  Devletin katliam geleneğinin bir parçası olarak değerlendirilen Maraş katliamında hedef alınan Alevilerin bugün de benzer saldırılarla karşı karşıya olduklarının altı çizildi. Yaşlı kadınların gözlerinin oyularak, çocuklara dahi işkence edilerek gerçekleştirilen katliamlarla bugün yaşanan bombalamaların,  saldırıların, yeni katliam tehditlerinin benzerliğine dikkat çekildi. Saldırılara karşı Alevi halkının bulunduğu her yerde öz savunmasını sağlamak, direnişi ve örgütlülüğü büyütmek gibi sorumlulukları olduğuna değinilen söyleşi, sonraki haftalarda yapılacak etkinlik duyuruları ile son buldu.

Yaz saati sermayeyi besliyor! -Yusuf Gürsucu

Enerjinin piyasalaşması!

Enerji, bir kamu hizmeti olması gerekirken üretimden dağıtıma neredeyse tamamı özelleştirildi. Özelleştirilmesiyle birlikte enerji fiyatları hızla yükseldi ve kayıp kaçak ile bakım hizmetlerindeki harcamaların tamamı yasal olarak tüketicinin yani halkın sırtına yıkıldı. Piyasa sözcüğü kapitalist ekonomiyi anlatır. Bu bağlamda Türkiye’de birçok kez enerji piyasası kanunları ve yönetmelikleri yayınlandı. Bu kanun ve yönetmeliklerin tamamı kapitalizmin yani sermayenin birikim sürecini destekleyen ve büyüten özelliğe sahiptir.

Enerji depolanamaz, bu nedenle nakil ve dağıtım hatlarına ihtiyaç duyulur. Kamu olanaklarıyla enerji nakil hatları yıllardır yenilenmektedir. Özelleşen dağıtım ağlarında şirketlerin hiçbir yatırım yapmadığı ve kamuya ait olan hatlar üzerinden elektrik ticareti yapmaktadırlar. İlk kez 2006 yılında sermaye baş kaldırmış ve tüm Türkiye’nin enerjisini kesmişti. Bu kesintilerin nedeni her ne kadar arıza gibi gerekçelerle sunulsa da gerçeğin böyle olmadığını biliyoruz. Enerji şirketleri fiyat artışları ve kayıp kaçak bedellerinin halkın sırtına yıkılması gibi taleplerinin hızla yerine getirilmemesi sonucu tüm Türkiye’de 2 kez enerjiyi kesmişlerdir. Bu kesintiler sonrası yapılan düzenlemelerde enerji şirketlerinin talepleri yerine getirilmiştir.

Enerji yatırımları Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kapasiteyi ikiye katlamasına rağmen bu yatırımlar sürmektedir. Kamu elinde bulunan büyük barajlar ile bazı termik santrallerin henüz özelleştirilebilmiş değil. Bu süreçte ortaya çıkan arz fazlası kamu santrallerinin devreden çıkarılması ya da çok düşük üretim seviyelerine çekilmesiyle özel sektörün üretimini devam ettirebilmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yetmediği yerde ise şirketler, enerji taleplerinin düşmesi sonucunda ortaya çıkan ‘zararı’ zam vb. yollarla devlet eliyle karşılanması sağlanıyor.
Çıkarılan enerji piyasası kanunlarıyla üretilen enerjinin ihraç edilebilme koşulları yaratılmıştır. Çevre ülkelerle ve AB ile gerçekleştirilen enerji nakil hatları entegrasyonu ile kurulan enterkonnekte sistemlerin kamu tarafından yapılmasıyla birlikte büyük bir enerji pazarı için sermaye ellerini avuşturmaktadır. Ancak çevre ülkelerle ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle bu ticaret sadece Irak, Gürcistan ve kısıtlı olarak Bulgaristan ile yapılmaktadır. Fakat hayal edilenin yanına bile yaklaşamayan bu ticari alan nedeniyle enerji yatırımları duraklama dönemine girerken bu durumu aşmak amacıyla doğal yaşam alanları dahil her yer tabiri caizse şirketlere hamuduyla verilmektedir. Örneğin kömür madenlerinin açılmasının önünde engel olan tüm koruma yasaları ortadan kaldırılırken bu madenlerin alt yapıları devlet yani kamu eliyle yapılmaktadır. Vergisizlik vb. avantajlar ve kamuya ait santrallerdeki enerji üretimlerinin kısıtlanmasıyla süreci şimdilik idare etmektedirler.

  Halk soyulurken sermaye yine mutlu!

Çocuklarımızın sabahın karanlığında okula gidip akşamın karanlığında eve dönmelerine neden olan yaz saati uygulamasının gerekçesi her ne kadar açıklanmasa da yandaş yazarlar eliyle enerji tasarrufu sağlanacağı vurguları çokça yapıldı. Türkiye Elektrik İletim A.Ş (TEİAŞ) verilerine göre kasım ayındaki elektrik tüketimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 6.5 arttı. Yani şirketin kârı da en az bu oranda artmış oldu. Tabii yine halkın cebinden çalarak! Bu artışı yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız ‘piyasa’ meselesiyle birlikte okuduğumuzda yaz saatine devam edilmesinin nedeni ortaya çıkmaktadır. Yaz saati üzerine yaşanan tartışmalarda yandaş hale getirilen halkı ikna etmek içinse saat dilimini İslam dünyasının kullandığı saate uygun hale getirdik türünden yalanları yaymaktadırlar.
Son olarak Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) yaptığı bir açıklamayı paylaşalım; “Piyasalaştırılan elektrik sektöründe üretici ve dağıtıcıların kapasite fazlalığı ve buna bağlı olarak fiyat düşmelerinden yakındıkları bilinen bir gerçektir. Bu koşullarda alınan kararla Türkiye’nin elektrik tüketimini artırmaya yönelik manipülatif bir şekilde şirketlerin çıkarına müdahale mi yapılmak istenmektedir?” diye soruyor EMO. Bu sorunun cevabı ise bize göre, koskocaman bir evet!

(Özgürlükçü Demokrasi gazetesinde yayımlanmıştır)