Ana Sayfa Blog Sayfa 156

Küba ‘Comandante’sini uğurluyor

Guantanamo Jose Marti Parkı’ndaki anmaya katılan emekli nakliyat işçisi Leonardo Aguilar şöyle diyor: “Ölümü bizim için inanılmaz bir hadise oldu; fakat burada hiçbir şey değişmeyecek. Raul hâlâ burada ve daha sonra bir başkası gelecek, sonra bir başkası, bir başkası daha, devrim daima sürecek.”

23 yaşındaki Lisandra Martínez Acea “Onlar için çok şey yaptığı Küba gençliği, ‘Comandante’sini kaybetti, sadece fizikî bağlamda. Ancak onun bıraktığı etik, ahlakî ve daha birçok yönüyle uçsuz bucaksız mirası koruyarak onu sürekli olarak tekrardan keşfedeceğiz” sözleriyle Fidel’in ölümsüzlüğüne vurgu yapıyor.

Castro’ya saygı ve mücadeleye devam mesajları

Venezuela Devlet Başkanı Maduro, twitter hesabından yaptığı açıklamada “Granma’nın Meksika’dan ayrılmasından 60 yıl sonra, Fidel yaşam için mücadele eden ölümsüzlerin arasına katıldı. Daima zafere doğru” dedi. Maduro mesajında Fidel ile Chavez’in ALBA’yı kurduklarını hatırlatarak, emperyalistler tarafından saldırıya uğramasına rağmen iki devrimin de büyüdüğünü söyledi. “Devrimi büyütmeye devam etmeliyiz. Bu çok büyük bir onurdur” diyerek “Fidel Castro’nun özgürleştirici mirasını koruma” çağrısı yaptı.

Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales TeleSur TV’ye telefon ile bağlanarak Bolivya halkı adına başsağlığı dileklerini ifade ederken, dayanışma içinde olduklarının da altını çizdi. “Fidel bizlere kurtuluş mücadelesinin yolunu göstermiş, kararlılığı ve mücadelesi ile dünya halklarına öğretmen olmuştur” ifadelerini kullanan Morales, mücadelesinin takipçisi olacaklarını vurguladı.

Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa da twitter mesajında “O harikaydı. Fidel öldü. Çok yaşa Küba! Çok yaşa Latin Amerika!” dedi.

Uruguay’ın eski Devlet Başkanı Jose Mujica, Fidel’e hitaben bir mektup yazdı:

“…Efsaneleri yaratmak mümkün değildir, sen onlardan birisin; şarapnelin kendi darbesiyle ve dağdaki kampta dalgalanan bayrakla işlenmiş bir efsane. Orman ya da kır olması fark etmez; mücadele vatanımız dediğimiz, üzerinden geçip gidebildiğimiz, ama aslında bizim üzerimizden geçip giden o toprak parçasının bağrını yakar (…) Gölgeler bizi sinsice izliyor ve bugün, sevgili dostum, sen de göçüp gittin. Artık, en azından bu devirde, senin o aşk ve zafer aşılayan, bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalarından mahrum kalacağız; benim içinden gençleşerek çıktığım ve kendimi en korkunç yaratıklara bile meydan okuyabilecek ya da tek bir hamleyle cehennem çukurunu aşabilecek gibi hissettiğim konuşmalar. Keder kaçınılmaz. (…) Peki, sen ne derdin acaba? ‘Hadi ordan deli! Üzülecek bir şey yok bunda! Hem ne fark eder ki, et ve deri değil mi yani sadece? Sen de ölmüşsün gibi yapma, mücadele devam ediyor ve yalnız ileri doğru!’ Bense kendi kendime saçmalayarak ‘O öyle konuşmazdı, saygısızlık etme’ diyorum. En iyisi daha dâhice bir şey söylemiş olacağını düşünmek; kalabalıklara alkış tutturan, ama halkını senin yaptığın gibi harekete geçirmeyi başaramamış bu deli ihtiyarın hikâyelerini değil. Ya Doğu’dan bir nihai savaş yükselirse? Zor, ama imkânsız değil… Bu savaşı beklerken Karayipler’in o yıldızındaki sana göz kırpıyor ve ‘Hasta la victoria… Siempre!’ diyorum.

Pepe.”

Kaynak: Telesur, Granma, direnişteyiz, Diken, 27 Kasım 2016

 

 

Kar hırsı uğruna yeni bir işçi katliamı

Siirt’in Şirvan ilçesi Maden Köyü’nde bulunan bakır madeni sahasında aşırı yağış nedeniyle 17 Kasım akşamı, saat 20.30 sıralarında heyelan meydana geldi. Maden sahasında çalışan 16 işçi toprak altında kaldı.

Devam eden çalışmalarda 10 işçinin cansız bedeni toprak altından çıkarıldı.

Yaşamlarından umut kesilen 6 işçiye ise hala ulaşılamadı.

Mimar, mühendis ve plancılardan oluşan Politeknik, Siirt Şirvan’da gerçekleşen maden kazasının ardından yaşanan işçi katliamı, göçüğün olası teknik nedenleri ve sahanın durumunu hakkında bir rapor hazırladı.

Rapor özetle şöyle:

  • Ocakta 25 Temmuz tarihinde de şev (eğimli yüzey) kayması meydana gelmesine rağmen, ocak güvenliği sağlanmadan üretime devam edilmesi adım adım katliamı getirdi.
  • Katliamın yaşandığı bu maden ocağı daha önce yeraltı tipinde faaliyet gösterirken daha sonra açık maden ocağına dönüştürülmüş durumda.
  • Açık tip derin kazı yapılan maden ocaklarında saha güvenliğinin en önemli parametrelerini kazı yüzeyinin şev eğimi ve şev/basamak yüksekliği oluşturuyor.
  • Kazıyla birlikte oluşan şevin açısı ve yüksekliği madendeki malzemenin jeolojik özelliklerine göre belirleniyor. Belirlenen bu açı güvenli eğim açısı anlamına geliyor. Kazdıkça eğim artacağından, eğimin artmaması için basamaklar oluşturuluyor. Üretim planlaması, proje ve uygulama buna göre yapılıyor. Üretim faaliyetlerinin bu jeolojik özelliklere göre hayata geçirilmemesi güvensizliklere neden oluyor ve şev kayması, heyelan, toprak kayması diye tanımlayabileceğimiz facialar meydana getiriyor.
  • Şev açısının ve/veya basamak yüksekliğinin yüksek tutulması, örtü kazı maliyetlerini düşürüyor. Bu nedenle şirketler üretim maliyetini düşürmek için şev açısı ve basamak yüksekliğinde standartların dışına çıkıyor. Şev açısı arttıkça şev stabilitesi (durağanlığı) bozuluyor, şev kayması tetikleniyor.

Katliamın sorumlusu değişmiyor: AKP-Saray iktidarı ve yandaşları

Ciner Holding’e ait Park A.Ş’nin Elbistan Çöllolar Kömür sahasında 10 Şubat 2011 tarihinde yaşanan şev kaymasında ikisi mühendis, toplamda 11 işçi katledilmişti.

Şirketlerin kar hırsı, saha güvenliğini ve işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini yok sayıyor. AKP-Saray iktidarı ve çalışma yaşamını kontrol etmekle yükümlü Bakanlıkları kamusal denetim ve yaptırım uygulamalarını sermaye lehine düzenleyerek; iş cinayetlerine, Soma’ya, Ermenek’e, son olarak Siirt’teki maden ocağında olduğu gibi katliamlara davetiye çıkarıyor.

Katliamın sorumluları Ciner Holding ve kamusal denetimle yükümlü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Maden İşleri Genel Müdürlüğü, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’dır.

Maden ocağının ‘patron’u Korkut Eken’in oğlu çıktı

Maden ocağının yönetim kurulu üyesinin işçiler tarafından “patron” olarak bilinen Güray Eken olduğu öğrenildi. Eken, adı faili meçhul cinayetlerle ve 80’li yıllarda Siirt bölgesinde çok sayıda kişinin kaçırılıp öldürülmesiyle bilinen Özel Harp Dairesi, MİT ve emniyette kritik görevlerde bulunan Korkut Eken’in oğlu. Güray Eken’in göçükten sonra ocağa geldiği ve ailelerin kendisine tepki gösterip darp ettiği öğrenildi. Madendeki katliamın ardından Şirvan’a gelen ve daha önce de Somalı ailelerin avukatlığını üstlenen Sosyal Haklar Derneği üyesi avukatlar, Soma’yı takip ettikleri gibi Maden’de de sorumluların yargılanması için mücadele edeceklerini vurguladı. Avukat Can Atalay, “Eken ailesinin bu coğrafyada yaptıklarını biliyoruz ve hatırlıyoruz” dedi.

Damat Berat’ı protesto eden madenci yakınlarına gözaltı

Ciner Şirketler Grubu tarafından görevlendirilen bir yetkilinin, aileleri sakinleştirmek için sarf ettiği “Göçük, doğa şartlarından dolayı meydana geldi. Bizim yapacağımız bir şey yok. Allah’ın takdiridir” sözleri büyük tepki topladı.

Tayyip Erdoğan’ın damadı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak inceleme yapmak için geldiği maden sahasında protesto edildi. Olağanüstü güvenlik önlemleri altında köye gelen Albayrak’ı protesto eden 2 köylü özel hareket polisleri tarafından hakaret edilerek gözaltına alındı.

Maden işçisi can, burjuva medya iş makinesi derdinde!

Siirt Şirvan’daki bakır madeni göçüğünün üzerinden saatler geçmeden burjuva medyanın çürümüşlüğü kendisini hızla gösterdi.

Yeni Şafak, “Bazı işçiler ile 8 kamyon ve 3 iş makinesi toprak altında” diyerek öncelikli derdinin iş makineleri olduğunu gösterdi. DHA, haberinin spotuna “Bazı iş makinelerinin çalışanlarla birlikte enkaz altında kaldığı belirtildi” ifadesini çıkardı. Haberinde egemen medyadan ve onun dilinden beslenen T24 de DHA’nın haberindeki cümleyi tweet attı.

Kaynak: İşçi Gazetesi, DİHA, Sendika.org, 26 Kasım 2016

OHAL’in karanlığında vampir sermaye işçi kanıyla semiriyor

İHD İstanbul Şubesi’nin, OHAL’in çalışma yaşamına etkilerini açıklamak üzere düzenlediği basın toplantısında konuşan İHD Çalışma Hayatı Komisyonu Üyesi Osman Özkan, “OHAL’in zifiri karanlığında kiralık işçilik dahil, kayıt dışı düşük ücretle, kölelik koşullarında, güvencesiz, kadrosuz çalıştırmanın yanı sıra, ücretlerin zamanında ödenmemesi, işyerinde mobbing, taciz, işten atma ve iş cinayetleri şeklinde çalışma hayatında insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır” dedi.

Hükümetin OHAL döneminde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği önlemlerini içeren yasaların yürürlük tarihini ertelemesini eleştiren Özkan, işçi ölümlerinin artarak devam ettiğini, OHAL’in 1. dönemi olarak ifade edilen 21 Temmuz-21 Ekim tarihleri arasında 513 işçinin yaşamını yitirdiğini belirtti.

Ekim ayında en az 165 işçi yaşamını yitirdi

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin hazırladığı rapora göre, Ekim ayında en az 165 işçi, bu yılın ilk 10 ayında ise en az 1596 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Ekim ayı iş cinayetlerinde, ilk sırada inşaat işkolu yer alıyor. Ekim ayı iş cinayetlerinin nedenlerinin başında ezilme, göçük ve düşme yer alıyor.

Sermaye sınıfına işçi kanıyla sulanan dikensiz gül bahçesi düzeni

İSİG’in giderek artan işçi cinayetleri yanında bu kanlı sömürü düzeninin son dönem uygulamalarına dair değerlendirmelerinin bir kısmı şöyle:

“… İşçi sağlığı ve güvenliğinin dayandığı önemli ayaklardan biri de güvenceli çalışma. Son KHK’larla birlikte, siyasi bir hedefle birleşik olarak sayıları on bini aşan kadrolu eğitim emekçisi ve akademisyenin kamudan hukuksuz şekilde ihraç edilmesiyle birlikte, kamuda kadrolu çalışmadan bir bütün olarak sözleşmeli ve güvencesiz çalışmaya geçiş için büyük bir tasfiye harekâtı yapıldığı görülmektedir. Hedeflenen kamuda güvenceli çalışmanın tümden kaldırılması ve bunun önünde engel oluşturan tüm ilerici sendika ve örgütlenmelerin tasfiyesi, eğitim ve sağlıktaki mutlak özelleştirme ve piyasalaştırma süreçlerinin sermayenin hedefleri doğrultusunda son ve büyük bir darbeyle tamamlanması, tüm devlet kurumlarında sermaye için “dikensiz bir gül bahçesi” yaratılmasıdır.

Diğer yandan son iki haftadır mahkemelerden çıkan kararlar ve sarf edilen sözler İSİG mücadelesine karşı hukuksal alanda da bir saldırının habercisi… Bazıları şöyle:

1- İstanbul Esenyurt’taki Fi Side projesi inşaatında 3 işçinin hayatını kaybetmesiyle ilgili davanın 19 Ekim’de Bakırköy 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ikinci duruşmasında, müşteki avukatlarının ‘asıl sorumlularının yargılanmadığı’na dair beyanlarını tutanaklara bile geçirmeyen mahkeme başkanı, “Ne yani, Sabancı’nın bir çalışanı hata yapsa bundan Sabancı’yı mı sorumlu tutacağız?” ifadelerini kullandı.

2- 27 Ekim’de basına yansıyan habere göre, Mecidiyeköy’deki Torun Center inşaatında 6 Eylül 2014’te 10 işçinin hayatını kaybettiği katliama ilişkin davada, bilirkişi raporu mahkemeye ulaştı. Raporda, olayın ‘öngörülebilir nitelikte bir iş kazası’ olduğu belirtilirken, kazanın meydana gelmesindeki asıl nedene sebebiyet veren kişi veya kişilerin tespit edilemediği ifade edildi.

3- Bağdat Caddesi’nde kaldırımda çiçek satan Mehmet Emin Kaya’yı otomobiliyle ezerek ölümüne sebep olan ve 87 gün sonra teslim olan sürücü Murathan Öztürk, darbe girişiminin ardından çıkarılan KHK’larla kapsamı genişletilen koşullu salıverilmeyle 28 Ekim’de tahliye oldu.

Sıralanan örnekler kamuoyunda bilinen iş cinayeti davalarıdır ve böyle niceleri var; asıl karar verenin sorumlu tutulmaması, ölen işçiye ve ailesine hakaret, pişkinlik ve keyfiyet, sorumluların verilen cezaların çok büyük bir kısmının affedilerek serbest bırakılması…”

Kaynak: İşçi Gazetesi, evrensel, İSİG, 17 Kasım 2016

İktidar, eğitim, üniversiteler ve gençlik*

Eğitim ve üniversiteler iktidar(ın) aygıtlarıdır.

Bu saptama(m) kimilerine çok toptancı ve vulger gibi gelebilse de; bu böyle…

Onların eğitim(sizliğ)i, egemen(lik)lerinin iktidarını pekiştirirken; başka bir eğitimin (ve üniversitenin) de mümkün olduğunu bir an dahi görmezden gelmiyorum…

Evet, “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak,” diye haykıran Antonio Gramsci’den mülhem (yeni bir dünya için) başka bir eğitim mümkündür/ kaçınılmazdır; Epictetus’un, “Tenê yên perwerde bûyî azadin/ Sadece eğitilmiş olanlar özgürdür,” deyişindeki üzere…

  1. AYRIM: SOYUT YA DA TEORİK ÇERÇEVE

Arapça bir kelimedir iktidar; kökü Arapça “Kadir” kelimesinden; “kudret sahibi olmak”tan, “gücü yeten olmak”tan anlamına gelir.

Muktedir olma hâlidir iktidar; iktidar ilişkisi de, emretme ve itaate dayanırken; her iktidar bir gasp ve dolayısıyla da iktidarsızlaştırmadır.

Pierre-Joseph Proudhon’un ifadesiyle, “İktidar; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. İktidar; her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. İktidar; kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direnişte, ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, azarlanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkûm edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. İktidar budur, onun adaleti budur, onun ahlâkı budur…”

İktidar; bir ilişkiler ağıdır. Tek bir iktidar yoktur. İktidarların toplamı olan bir makro iktidar vardır.[2]

Yani Proudhon’un da dediği gibi, “İktidar yasaklama gücüdür”; gücü elinde bulundurana (kişi veya kurum) verilebilecek isimdir.

Nihayetinde iktidar, bir şeylere hâkim olma, söz sahibi olma hâlidir. Topluluğu biçimlendirme, yön verme durumudur.

Edward Said’in, “Tekdüzeleştirme sürecinin meşruiyet kazanması ve ötekinin görünür görünmez türlü biçimlerde ortadan kaldırılması” olarak tanımladığı iktidar, ötekile(ştirilenle)rin davranışlarını etkileme, kontrol etme, yönlendirme gücüdür. İktidarın iki öğesi söz konusudur: İlki güç ve zorlama, ikincisi de benimsetmedir.

Karar verebilme ve bunu uygulayabilme yeteneği olarak iktidarın ilk amacı varlığını sürdürmektir.

Varlığını sürdürmek için yine kendini ve otoriteyi kullanır. Böylece kendini kapsamını genişletmiş olur. Bu genişletilmiş yeni durumunu koruyabilmek için daha fazla iktidara, otoriteye ihtiyaç duyar. Sonra yine genişler ve kendini büyütür…

Büyürken de saf dışı bıraktıklarıyla, geniş bir alana yayar ve kurbanlarına özgürlük yanılsamaları sunup kendine gönüllü sağlar.

Hannah Arendt’e göre, iktidar (power), uyum içinde eylem kabiliyetine tekabül eder. İktidar tek bir kişiye değil gruba aittir ve grup bir arada olduğu sürece var olabilir. Bir kişi için “iktidarda” derken aslında onun ait olduğu grup-topluluk adına eyleme kudretine sahip olduğundan bahsederiz. Grup ortadan kalktığında kişinin iktidarı da sona erer.[3]

İktidar, hâkim söylemdir/dildir; insan(lık)ın en büyük sorunudur ve en önemlisi iktidar bir dayatma olması yanında, aynı zamanda da “tanınma”dır.

Yönetme gücünü elinde bulunduran iktidar, birbirinden güç alan korkakların üstünde yükse(lti)lirken; Lev Nikolayeviç Tolstoy’a göre de, “İktidar, kitlelerin bir araya toplanan, yoğunlaşan iradelerinin açıklanan ya da açıklanmayan sessiz bir kabul edişle, seçilen idarecilerin üzerinde toplanmasıdır.”

Koşulsuz olarak itaat edilmesi zorunlu otoritedir; siyasal olarak toplumda gücü elinde bulundurmadır; yapabilme becerisine sahip olmak, kudretli olmaktır.[4]

Gücü elinde bulundurma yetkisi olduğu kadar, bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıfları yönetme becerisidir iktidar.[5]

Ancak sadece güç ile karıştırılmaması, sadece güce eşitlenmemesi gereken iktidar ve güç terimleri eş anlamlı olarak kullanılsa da birbirinden farklı anlamları taşırlar. Güç bir ilişkiyi anlatır.

Güç, nesneler üzerinde etki eder. Bizim bir eşeğe karşı bir iktidarımız olmaz, gücümüz olur. İktidar olması için o eşeğin iradeye sahip olması gerekir. İktidarın sahibi olduğunu düşündüğümüz bir kişi, yaptırım uyguladığı “şey” de bir kişi ise iktidardan söz edebiliriz.

İktidar olması için her iki tarafın da “hayır” diyebilecek durumda olması gerekir.

Her iktidar karşısındakini kuşkusuz nesneleştirir.

Bir öznenin başka bir özneye kendi iradesini sanki onun iradesiymiş gibi kabul ettirme sanatına iktidar denir. (ya da iradeye rağmen somut sonuçlar alabilecek şekilde)

İki insan ilişki içindeyse mutlaka bir iktidar söz konusudur. İktidarın toplumsal bir boyutu vardır. Toplumun insan üzerinde bir yaptırım gücü bulunur. Örneğin doktor hastasını iyileştirebilmek oranında iktidar sahibidir. Buna da görevsel iktidar denir.

İktidar ilişkisi sadece onay ilişkisi değil aynı zamanda direniş ilişkisidir. İktidar şiddetle değil, sözle başlarken; Michel Foucault’ya göre iktidarın olduğu yerde direniş de olmak zorundadır ve iktidar sizi nerenizden yaralıyorsa, orası kimliğiniz olur.

I.1) İKTİDAR VE EĞİTİM

Eğitim ve iktidar, bilgi ve yönetim birbirlerine bağlıdır. Bilgi iktidarı üretir, korur, yeniden üretir- iktidar da bilgiyi… Bu ilişki, egemen sınıfın ekonomik siyasi iktidarının, üyelerinin, personelinin korunmasını, egemenlik altında olanın olduğu yerde kalmasını sağlayan koşulların üretilmesine, sürdürülmesine, yeniden üretilmesine bağımlıdır.

Bu hatırlatmalarımı, eğitimle, bilginin üretilmesi, transfer edilmesi, yeniden üretilmesi arasındaki ilişkiden hareketle, “Hakikât rejimi”, “Biyopolitik” (Foucault) ve “Siyaset rejimi” (Jacques Ranciere) kavramlarından yararlanarak derinleştirebiliriz.

Foucault’ya göre “her toplumun bir hakikât rejimi vardır”. Bu rejim toplumun yaşamında, doğru ve yanlış önermeleri ayırt eden söylemleri, mekanizmaları, örnekleri, ayırt etmenin onaylanma biçimlerini, gerçeğe ulaşmanın kabul edilebilir tekniklerini, işlemlerini, neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü olanların statüsünü kapsar. “Biyopolitik”, bireylerin yaşamı, bedenleri üzerine bilimsel hesaplamaların, değerlendirmelerin siyasi olanla kesiştiği noktada şekillenir: Nüfus, bedenler yönetilir, yeniden üretilir.

Jacques Ranciere’in işaret ettiği gibi, siyasi olanın sınırlarını, “siyaset rejimini”, (devlet biçimi, rejim, hükümet kavramlarından farklı olarak) toplumda adalete ilişkin kaygıları dile getirme, uygun kavramlarla konuşma ayrıcalığına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım çizgisi belirler. Bu çizginin içinde olanlar konuşabilir, siyasi etkinliğe katılabilirler. Dışında kalanlar ise konuşsalar bile, çıkardıkları sesler anlamlı kabul edilmediği için siyasi olanın dışında kalırlar.

Öyleyse eğitim sistemi, “hakikât rejiminin”, “siyaset rejiminin” benimsetilmesi, adaleti konuşmaya uygun (kabul edilebilir) dilinin üretilmesi, “biyopolitiğin” uygulanması; dolayısıyla egemen sınıfların egemenliklerini kurması, koruması açısından yaşamsal bir işleve sahiptir.[6]

Türkçe’de eğitim kelimesi, kökü anlamıyla “eğilmeyi, bükülmeyi” çağrıştırır.

“Ağaç yaşken eğilir,” diyen egemen (iktidarcı) eğitim, birbirinden farklı yetişen ağaçları aynı ebatlarda suntalara dönüştürme sürecinden başka anlam taşımaz.

Genellikle beyin yıkamak için kullanılır. İstenilen insan profilini oluşturabilmeyi hedefler.

Albert Einstein’ın, “Yaratıcılığımın önündeki en büyük engel eğitimimdir,” notunu düştüğü egemen eğitimin amacı biçimlendirmek, düzene uygun kafalar yaratmaktır.

Eğitim kurumları devletin sosyal fabrikalarıdır; düzene, sisteme karşı çıkmayacak, sorgulamayacak, düşünmeyecek, ezberci, tek tip bireyler yetiştirilir okullarda. Devletin elindeki en büyük silah eğitimdir. Bu yüzden sadece kendisine bağlı kurumlardan alınan eğitimi meşru kabul eder. Eğer aldığın eğitim devlet eliyle verilmemişse, resmî olarak hiçbir geçerliliği yoktur.

Karşımıza bir sürü saçma sapan sınav, bir sürü engel, bir sürü sorun çıkarırlar ki; insanlar kendi dertlerine düşsünler; toplumun sorunları, insan hakları ve özgürlükleri gibi konularda kafa yoracak, devletin icraatlarını sorgulayacak, eleştirecek, tepki gösterecek enerjileri kalmasın geriye. Akşam işten evlerine döndüklerinde o sığ Türk(iye) dizilerini seyredip kendi küçük dünyalarında mutlu mesut yaşayıp gitsinler.

Eğitim insanda, dönüştürücü bir işlev içerirken; Friedrich Nietzsche’ye göre, “Kamu yararı adına bireylerin yok edilmesi”dir.

Konuya ilişkin olarak Oscar Wilde şöyle der: “Eğitim takdire şayan bir şey. Fakat unutulmamalıdır ki, bilmeye değer hiçbir şey öğretilemez”!

Bireyin davranış değişikliği geçirme süreci olan egemen eğitim(sizlik), modern zamanlarda insanı eğen, biçimlendirendir.

Bu nedenle 1930’da Walther Borgius, “Okul rafine bir iktidar aracıdır. Çocuktan başlayarak bütün devlet uyruklarını itaate alıştırmak, devletin ne kadar gerekli olduğunu etinde ve kemiğinde hissettirmek, her özgürlük fikrini daha filizlenmeden bastırmak, düşünceleri çitlerle çevrili güzergâhlara yönlendirmek ve onları rahatça yönetilebilir, minnettar tebaa olarak terbiye etmek üzere kurulmuştur,” derken; modern tedrisat, bir ahmaklaştırma harekâtıdır; okullar kitlesel kontrol araçları; eğitim ise boyun eğdirme manivelası… Yani Mark Twain’in, “Okul hayatımın eğitimime karışmasına izin vermedim,” diyerek eleştirdiği süreçtir.

Okullarda verilen eğitimin amacı, vatandaşı kapitalist devletin istediği şekliyle sorgulamayan, korkan, sadece kendi çıkarını düşünen, günü kurtarmaya çalışan aşırı faydacı birey hâline getirmektir. Böyle bireylerden oluşan toplum kolayca yönetilebilir. Korku sayesinde kitlesel gücü kullanması engellenir. Bu birey borçlandırılarak hiç istemediği işlerde çalışarak patronlarını ve patronlarının seçtiklerini tatmin ederler. Bu tatmin orgazm noktasına varır. Onları patronları seçmiştir farkında değildirler. Kapitalist eğitim, insanları bir ev bir araba almaları ve ev kurmaları için bir ömür geçirmeye ve bu süreçte etliye sütlüye karışmamaya hazırlar.

Okul politik, toplumsal ve ekonomik güce sahip olanları (kodamanları) korumaktadır. Diğer insanları ise uzman, uzman değil, uyumlu, uyumsuz şeklinde sınıflandırmakta ve topluma tanıtmaktadır. Uzmanların görüşünün her şeyin üstünde olduğunu empoze eder. Tanıdığımız ilk uzman öğretmendir. Mutlak bilgiye sahiptir. Eleştirilemez! Hatası yüzüne vurulamaz. Bu formasyondan çıkan birey kendisine söylenene değil söyleyenin titrine bakmaya koşullandırılmıştır.

Yoksunların (eğitimden yeteri kadar nasiplenememişlerin), okulda daha fazla okul eğitimi görmüş olanlara, bunların oluşturduğu tuzu kuru tabakanın önderliğine boyun eğmeleri gerektiğini öğrenirler.

Kuşkusuz mevcut eğitim sisteminin amaçlarından biri, inançların içselleştirilmesi ve var olan toplumsal yapıyı sorgusuzca destekleyecek bir vicdanın geliştirilmesidir. İçselleştirme bu anlamıyla pozitif bir kavram değildir. İçselleştirme insanın sorgulamadığı inanç sistemlerini sanki kendi duygu ve düşünceleriymiş gibi kabul etmesidir.

Bunun yanında Bertrand Russell’ın, “İnsanlar aptal doğmaz, cahil doğarlar. Eğitim onları aptallaştırır,” notunu düştüğü egemen eğitimin işlevi: i) Özgür düşünceye ket vurulmasıdır; ii) İnsanları kalıplara sokmaktır; iii) Beyin yıkama yöntemi olmasındadır.

Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde eğitim politikalarını tespit edip uygulayan iktidarlar, tamamen kendi ideolojileri doğrultusunda sistemi yönetirler. İktidarın ideolojik aygıtlarından biri olan eğitim sistemi asla ve asla bireyin ve toplumun özgürleşmesi için değil, sinsice kısıtlanması için kullanılır.

Kapitalizme hizmet edecek, üretim ve tüketim alanlarında söyleneni yapacak kadar eğitim almış ama aydınlanmamış, kendinden memnun gibi davranan bireylerin çokluğu sistemin işleyişini gösterir. Diğer taraftan tüketici adayı bireyler eğitilir, meslek sahibi olur, sistemin çarkları içinde bir vida veya cıvata olarak hayatına devam eder. Devlet ve eğitim sistemi asla ve asla özgür ve mutlu bireyler istemez. Yapay bir farkındalık yaratarak, sosyal ve ekonomik farklara vurgu yaparak tüketimi körükleyecek her türlü aracı kullanır ve bulunduğu konumdan mutsuz olan ama tüketerek mutlu olduğunu sanan bireyler yaratır.

Bunu yaparken de her mal ve hizmet değişiminde esas olan belli standartları yakalaması için yeterince eğitim verilir. Mesela, interneti kullanabilecek kadar, ya da akıllı telefonu kullanabilecek kadar eğitim verilir. Üniversite ise mesleki eğitim veren kurumlara dönüştürülür ki üretimde işe yarar mühendisler, hukukçular, bankacılar vs yetişsin. Felsefe, edebiyat, tarih gibi akademik alanlar sınai üretime katkısı olmayan alanlar olarak boş ve gereksiz görülür.

Firdevsi’nin, “Yê zane, hêzdar dibe/ Bilgili olan, güçlü olur”; Socrates’in, “Bütün bildiğim, bir şey bilmediğimdir”; Auguste Comte’un, “Bilim ayrı, inanç ayrıdır”; Herbert Spencer’in, “Bilim, örgütlenmiş bilgidir,” saptamalarının altını çizerek ekleyelim: Bilim gerçeklerden kuruludur. Tıpkı evin tuğlalardan kurulu olması gibi. Ancak gerçeklerin toplanması bilim değildir. Tıpkı bir küme tuğlanın ev anlamına gelmediği gibi…

Bilimin şaşırtıcı ve umulmadık buluşlarını ortaya çıkaran, yaratıcılık ile kuşkuculuk arasındaki gerilimken; bilimin büyülü olan bir tarafı yoktur. O, doğayı dikkatlice ve tüm detaylarıyla gözlemenin sistematik bir yoludur ve bu sırada edindiğimiz sonuçları değerlendirirken tutarlı bir mantığı takip etmektir.

İnsanlar sürekli “Bilim her şeyi bilmiyor!” deyip duruyor. Elbette, bilim her şeyi bilmediğini biliyor. Eğer her şeyi bilseydi, artık dururdu değil mi?

Özetle cehaleti alıp, eşekliği baki kılan sistem(sizlik) ile okul bir egemen kültürlemedir; davranış değiştirme, biçimlendirme sürecidir.

Günümüzde bilgi, insanlar tarafından kullanılmaktan çok insanları kullanan bir şeye dönüş(türül)müşken; egemen eğitim, insanlık tarihinde, giderek büyüyen insan topluluklarını efendilere tabi kılmak için kullanılan sosyal-teknolojik bir araçtır.

Bireyleri yönetilebilecek şekilde zihin ve algı dünyasını tektipleştirmeye yarayan bilgi ve değerler sistemiyle; sorgulamayan nesiller yetiştirmek üzere dizayn edilmiştir.

İnsanın zekâsını çürüten eğitim sistemi yetenekleri köreltirken; devlete itaat etmek ve kapitalizme köle üretmek için vardır.

Bu işin egemen yanıdır; ötekine yani alternatife gelince…

Öncelikle alternatif eğitim, dünyayı değiştirmenin güçlü silahlarındandır. Çünkü insanın doğuşundan ölümüne kadar algılama yeteneğiyle alâkâlı olması yanında; amacı -zihinsel- özgürlüktür.

Eğitimi, “Kovayı doldurmak değil, ateşi yakmak” olarak algılayan alternatif eğitimin iki temel işlevi vardır: Birincisi toplumsallaştırma (toplum için insan), ikincisi de bireyselleştirme yani kendine yeterli insan…

Duydunuz mu bil(e)mem? Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim yılı başında öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş: “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini çok iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden istediğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma, yazma, matematik çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”[7]

Evet, hepimize/ herkese insan olmayı öğreten, insanı insanlaştırıp, hayatı yaşanabilir kılan alternatif eğitim koğuşlarda/ sınıflarda değil, sürekli devinen doğa, mücadele içerisinde verilmelidir.

Bu güzergâhta yaratıcılığı destekleyen eğitim: Hata yapma korkusu olmayan, soru soran, farklılığın değerli olduğunu bilen, resmin tamamını görebilen, hayal kurabilen, yeni kavramlar yaratabilen insanı yetiştirmeyi hedefler.

O insanlar ki: Baktıklarında berrak görmeyi; dinlediklerinde, iyi duymayı; görünüşleri bakımından sıcak, davranışlarında saygılı, konuşmalarında doğru, işlerinde ciddi olmayı; kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürlerken; başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bu uğurda mücadeleyi onur ve vicdan sorunu ederler…

Özetlersek: Alvin Tofler’in, “XXI. yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, okumayanlar, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştirmeyenler ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır,” uyarısını “es” geçmeden; öğrenmenin, akıntıya (iktidara) karşı yüzmek gibi bir şey olduğunu; ilerlenemediği takdirde gerileneceği unutulmadan; insan(lar)ın bilgisiz doğup; egemenlerce eğitilerek aptallaştırıldığı görülmelidir.

  1. AYRIM: SOMUT VEYA TOPLUMSAL PRATİK

Tekelci sermayenin Marmara baronlarından Ali Koç’un bile, “Eğitim sistemi değişmeli… Eğitim sistemini topyekûn gözden geçirmeliyiz,”[8] saptamasına muhatap olan Türk(iye) eğitim(sizliğ)i coğrafyamızdaki somut gerçeğin bir parçasıdır.

Şöyle ki Türkiye gündemini işgal eden ana konu daima, “Mahşerin 4 Atlısı” olarak da tanımlanabilecek: Eşitsizlik, işsizlik, eğitimsizlik ve borçluluk…

İşte bunlara ilişkin veriler:

  • Eşitsizlik: En yüksek gelire sahip yüzde 20’nin gelir pastasından aldığı, 0.6 puan artarak yüzde 46.5’e yükseldi. Toplumun en yoksul yüzde 20’sinin aldığı pay ise 0.1 puan azalarak yüzde 6.1 oldu. Nüfusun yüzde 14.7’si yani 12 milyon insan yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürüyor.
  • Borçluluk: Türkiye’deki hane halkının yüzde 68’i borçlu ya da taksit ödüyor.
  • İşsizlik: İşsiz sayısı her yıl 250 bin kişi artıyor. Haziran ayı verileri yeni açıklandı. Resmi rakam 10.2. Geniş tanımlı işsizlik ise, yani iş bulamayacağı için aramaktan vazgeçenlerin de eklenmesi ile belirlenen oran yüzde 19. Parantez arası, ülkede çalışabilir durumdaki her 3 kadından 2’sinin evde oturmayı ya tercih ettiğini ya da mecbur kaldığını belirtmekte yarar var.
  • Eğitimsizlik: Türkiye’nin en büyük sosyo-ekonomik sorunu. Her ne kadar hükümet eğitim harcamalarını artırdığını söylese de OECD içinde hem harcama hem de eğitimin kalitesi konusunda daima en sonlarda.[9]

Yani büyük resim böyleyken; devamla:

Dünyanın XVIII. büyük ekonomisi olup da bir partinin (AKP) tek başına iktidar olmasına karşın insani gelişme endeksinde sürekli gerileyen bir ülkedir Türkiye…

OECD ülkeleri arasında da toplumda eşitsizliğin en kötü olduğu üçüncü ülke konumundadır…

Kolay mı? Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu’nun Prof. Ayşe Buğra liderliğinde hazırladığı 50 sayfalık rapor dehşet verici bir Türkiye tablosu ortaya koyuyor.

Türkiye’deki çalışma koşulları, ölümlü iş kazaları, sendikal haklar ve tabii eğitim… Eşitsizliklerin en yoğun olduğu Türkiye’de eğitim kalitesinde çıtayı üstte eşitlemek yerine altta eşitlemek de bir fikir tabii.

Ancak göz ardı edilen bir husus var. İçinde bulunduğumuz dijital çağ, bilgi ve nitelikli insan odaklı. Sanayi 4.0 kapıda. Standart işçiliğin yerini uzman mühendislere bırakacağı bir dönemdeyiz. Artık üretimin süreçlerini insanlar değil makinelerin denetleyeceği, birbirini anlayan makinelerin sürece hâkim olacağı bu dönemde iş çevrelerinin istihdam kriterleri de değişiyor ve çıta gitgide yükseliyor. Eğitim süreçlerinden istenen insan profili; nitelikli, disiplinler arası etkileşimle düşünebilen, yetenekli, eğitim hayatında iken iş tecrübesi kazanmış, iletişimi güçlü, dil bilen ve diğer birçok meziyeti üzerinde taşıyan insan profili. Ezberci eğitim değil yani… Bireysel yeteneklerin geliştirilebileceği, iş hayatına da entegre olabilmiş okul yapılanmaları.

Hayvanat bahçesi müdürünün TÜBİTAK’a müdür yardımcısı olması ile mi gerçekleşecek bu? Ya da televizyonda bir tartışma programında bir akademisyene yöneltilen “sen çağdaş mısın” sorusuna “Hayır ben çağdaş değilim. Müslümanım” yanıtı verenler ile mi?[10]

II.1) TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ

Melis Alphan’ın, “Başa gelen düdüğü çalmış: ‘Devlete sadık olacaksın, milliyetçi olacaksın, dini bileceksin. Öyle çok fazla sorgulamaya gerek yok; Rum’u, Yunan’ı, Ermeni’si düşman…’ demiş! Bu tipik, bizim okuduğumuz müfredat. Tarihi daha objektif öğretme çabası dün de yoktu, bugün de yok. Öncekiler daha Kemalist nesiller yetiştirirken şimdikiler daha dinci nesiller yetiştirmeye çalışıyor,”[11] diye betimlediği resmi ideolojinin Türk(iye) eğitimsizliği şahsında AKP Hükümeti, eskiyeni eleştirirken yeniye değil “en eski”ye dönüyor ve az çok ileri olan, halktan yana olan ne varsa onu tasfiye ediyor.

Özellikle de eğitimin neredeyse bütün halk kesimlerinin sorunu olması ve geniş halk kesimlerinin bu sorunla her gün yüz yüze gelmesi, iktidarın eğitim politikası ve bu alandaki girişimlerinin; parasız, laik, bilimsel, kaliteli, anadilinde ve ulaşılabilir bir eğitim talebi arasındaki çelişki daha anlaşılır hâle gelmiştir. Bu nedenle de eğitimdeki “gericileştirme” ve “AKP’lileştirme” girişimlerine karşı uzunca bir zamandan beri “laik ve bilimsel eğitim mücadelesi” başlığı altında toplayabileceğimiz bir mücadele sürmektedir.

Bugün bu mücadelenin başlıca dayanakları şöyledir:

  • Müfredat: Hükümet uzun yıllardan beri müfredatı değiştirmek, eğitimdeki, modern, laik, bilimsel birikimin bütün unsurlarını temizlemek, bunun yerine idealist, dini bir içerik kazandırmak, sermayeye ve düzenine biat eden ucuz işçiler ordusu olacak kuşaklar yetiştiren bir eğitim için girişimlerini kesintisiz sürdürmektedir. Bugün laik, bilimsel, demokratik, anadilinde eğitim talebini, mücadelenin genelleşmesi ve demokrasi mücadelesinin bir paçası hâline getiren de Hükümetin bu alandaki girişimleridir.
  • Proje okullar: Ülkenin eğitimdeki olumlu birikiminin en öndeki temsilcileri olan okulların “proje okulları” ilan edilip, tasfiyesine karşı mücadele, geçtiğimiz eğitim yılı sonundan beri, laik, bilimsel, kaliteli eğitim mücadelesinin ön saflarından birisidir. Özellikle son günlerde bu okullardaki “kaliteli” eğitimin taşıyıcısı olan öğretmen kadrosunun toptan sürgün edilmesi, ülke eğitiminin yüzakı okulların tasfiye edilmesi kadar laik bilimsel eğitime vurulan en ağır darbelerden birisi olarak iktidarın “koçbaşı” bir hamlesidir. Velilerin, öğrencilerin ve mezunların okullarına ve eğitimcilerine sahip çıkma tutumu, elbette eğitim mücadelesinin sürdüğü ve sürmesi gereken tüm alanlar için örnek alınması gereken bir tutumdur.
  • Yaygın AKP kadrolaşması: Okullardaki müfredat değişimi, “ileri” okullardaki birikim, bu birikimin temsilcisi kadroların tasfiyesiyle eğitimi “en kötüde eşitleme” girişimleri, on binlerce öğretmenin açığa alınması, meslekten ihracı, fişleme, toplu sürgünler yoluyla eğitimcilerin sindirilerek eğitimdeki kadrolaşma tüm okulların zapturapt altına alınmasıyla tamamlanmak istenmektedir. Pek çok okulda derslerin boş geçmesi, bölge illerindeki pek çok okulda hiç eğitime başlanamamış olmasını umursamayan MEB büyük kentlerde de Eğitim Sen üyeleri başta olmak üzere “hoşa gitmeyen” eğitimcileri uzak ilçelere sürmekte bir sakınca görmemektedir. Böylece müfredattaki “İmam Hatipleştirme”, “kadrolaşma”da da geriye doğru “ilerletilmek” istemektedir.[12]

Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı 4+4+4 modeli ile birçok mahalledeki okulları İmam Hatip liselerine çevirmişti.

Devlet okulları çatır çatır imam hatip lisesine dönüştürülmüştü. Bunların dışında kalan okulların da bir kısmını yarı yarıya imam hatip okuluna çevirmişti.

Bunları yeni adımlar izlemişti; Anadolu ve Fen liselerini, köklü başarılı kolejleri darmadağın edecek uygulamaları hayata geçirmek gibi.

İyi denen okulların deneyimli yönetici ve eğitimcileri dağıtılıp… Yerlerine nitelik kriteri aranmasızın hükümet yandaşlığı öne çıkanlar atanmıştı.

Bunca müdahaleden sonra şimdi de on binlerce eğitimci kapı dışarı edildi… Sonuç yolsuzluklarla koca bir niteliksizlik oldu…

Eğitimin kalitesini ölçen PISA testi var. OECD yapıyor her ülkenin Milli Eğitim Bakanlığı Kendisi organize ediyor. 9. ve 10. sınıf öğrencileri katılıyor. Matematik ve fen testlerinde Türkiyeli öğrencilerin durumu şu: 65 ülke içinde 40 ile 45’inci sıra arasında… Tescilli kalitesizlik ur gibi sarıyor dört bir yanı![13]

Bunun yanında MEB istatistikleri ile MEB-UNICEF ortaklığında hazırlanan rapordan elde edilen bulgulara göre, “Sınıf tekrarı ve okulu terk” büyük bir sorun olarak çözüm bekliyor. Öğrencilerin neredeyse yarısı ortaöğretimi tamamlayamıyor. Güneydoğu illerinde, mezun olamayan öğrenci oranları yüzde 60’lara yaklaşıyor.

İlkokula kayıt yaptıran, her 100 öğrenciden 68’i üniversite, 84’ü ise 4 yıllık lisans programında okuyamıyor. İlköğretim sonrası, ortaöğretime kayıt yaptıran öğrenci sayısında ciddi bir artış gözlense de, bu artışın büyük çoğunluğunu, Açık Lise’ye kayıt yaptıran öğrenciler oluşturuyor.

Bu öğretim yılında, Açık Lise’ye kayıt yaptıran öğrenci oranı, tüm ortaöğretim öğrencileri içinde yüzde 25’e ulaşmış durumda. Genel Lise’de okuyan öğrenci oranı, bu sene itibariyle yüzde 28, İmam Hatip Okulu’na gidenlerin oranı ise yüzde 9 civarında.

2002-2003 öğretim yılında, ilkokula kayıt yaptıran ve 2013-2014 yılı sonunda 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlamış olması gereken öğrencilerden yüzde 42’si ise ya mezun olamamış ya da ilköğretim sonunda Açık Lise’ye kayıt yaptırarak, örgün eğitimin dışına çıkmış.

Eğitimci Alaattin Dinçer’in hazırladığı çalışmaya göre, ortaöğretimi bitiremeyen öğrenci oranlarında, iller arasında çarpıcı farklılıklar gözleniyor. 2006-2014 yılları arasında İstanbul ve İzmir’de mezun olamayan ortaöğretim öğrencilerinin oranı yüzde 53. Ankara’da bu oran yüzde 46’ya düşerken, Konya’da yüzde 50 seviyesinde. Trabzon’da da öğrencilerin yüzde 50’si ortaöğretimden mezun olmayı başaramazken, Eskişehir’de bu rakam yüzde 38’e kadar iniyor. İstatistikteki en vahim rakamlar ise Güneydoğu illerinde. Van’da öğrencilerin yüzde 65’i, Hakkâri’de yüzde 60’ı Batman ve Diyarbakır’da ise yüzde 61’i 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlamamış…[14]

Ve işte “Eğitim sistemi yazboz tahtası”na[15] dön(üştürül)en Türk(iye) eğitim(sizliğ)ine ilişkin ibret verici somuttan kesitler:

  • 2012-2013’te 1099 olan imam hatip ortaokulu sayısı 2015 yılında 1597’ye, 2016 yılında ise 1961’e; 708 olan imam hatip lisesi ise 2015 yılında 1017’ye, 2016 yılında 1149’a çıktı. İmam hatip lisesi öğrencisi 677 bin 205, imam hatip ortaokulu öğrencisi 524 bin 295 oldu. 2015 yılına göre, imam hatipli sayısı yaklaşık 932 binden 1 milyon 201 bin 500’e yükseldi. Bu sayı, AKP’nin iktidara geldiği 2002’de 71 bin 100’dü. Böylece, Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan’ın 5 yılda 1 milyon imam hatipli hedefine bir yılda ulaşıldı.[16]
  • 4+4+4 eğitim sisteminin ilk çeyreğinin sonunda, açık öğretimli öğrenci sayısı 1 milyon 995 bin 545’e çıktı. İmam hatiplerde okuyan öğrenci sayısı ise 1 milyon 201 bin 500’e ulaştı. Açık öğretim kapsamında 958 bin kız öğrencinin evde okuduğu ortaya çıkarken, imam hatip okullarındaki kız öğrenci sayısı 653 bin olduğu görüldü. Ortaokul 8. sınıftan mezun olan 415 bin 970 öğrenci ise açık öğretim dahil hiçbir liseye kayıt olmadı. Bu öğrenciler, sistem gereği, ilkokul ve ortaokul diploması almaya hak kazanamadı. Kayıp öğrencilerin 220 bininin erkek, 194 bininin ise kız öğrenci olması dikkat çekti.[17]
  • Erdoğan “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek” demişti; “İlkokula da Arapça” sokuldu. 7-8 yaşındaki çocuklar 2016 yılında Arapça dersi de alacak ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 21 Ekim 2015’te yayımladığı kararına göre, 2016-2017 öğretim yılında ilkokul 2. sınıf öğretim programına Arapça dersi konuldu.[18]
  • Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), yeni “ortaöğretim kurumları yönetmeliği”ne göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan hafızlık belgesi almış ancak TEOG’a girmemiş ya da herhangi bir kuruma yerleşememiş 8. sınıf mezunu öğrenciler, “hafızlık programı uygulayan” imam hatip liselerine (İHL) yerleştirilecek.[19]
  • MEB, 810 bin 885 ilköğretim, 375 bin 560 lise, 46 bin 669 özel eğitim öğrencisi olmak üzere toplamda 1 milyon 233 bin 114 öğrenciyi taşımalı eğitim kapsamında okula götürüyor. Yaklaşık 7.5 milyon ilköğretim öğrencisinden 810 bininin taşımalı eğitim kapsamında olması, her 10 ilköğretim öğrencisinden birinin yaşadığı yerde okul olmadığını gösteriyor.[20]
  • Artvin Fen Lisesi’nde 15 Temmuz Darbe Girişimi ve FETÖ ders konusu olarak belirlendi ve sınav sorusu olarak öğrencilere yöneltildi. Din Kültürü Öğretmeni Ahmet Yaran tarafından 9, 10, 11 ve 12. sınıf öğrencilerine “yazılı hazırlık soruları” olarak dağıtılan kağıtlarda, “FETÖ terör örgütünün hedefi nedir? FETÖ denen hain bugün nerede besleniyor, nerede sefa sürüyor? Ve FETÖ’nün akıl hocaları kimdir?” gibi sorulara yer verildi.[21]
  • Yetiştirme yurdundan; “adapte olamadı”, “kaçtı”, “haylaz”, “solcu”, “sağcı” gibi gerekçelerle haksız yere yurttan atılarak mağdur olan 15 bin kişi olduğu ortaya çıktı. YURTAYDER Başkan Yardımcısı Mahmut Bursa, “Bu insanlar çaresiz. Kimi tehditle, kimi baskıyla bu işi yapıyor. Yüzde 10’u intihar ediyor, yüzde 20’si suça sürükleniyor, yüzde 15’i de fuhuş yapıyor.”[22]
  • Ümraniye Nevzat Ayaz Anadolu Lisesi’nin tüm idari kadrosu, “evrakta sahtecilik yaptıkları” gerekçesiyle görevlerinden alındı… Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerinin yaptıkları inceleme sonucunda, Ümraniye Nevzat Ayaz Anadolu Lisesi’nde, 2011-2012 öğretim yılının 2. döneminde neredeyse tüm lise son sınıf öğrencilerinin okula devam etmediğini ancak okul kayıtlarında “var” gösterildiğini tespit etti. Bunun üzerine okulun müdür ve müdür yardımcıları görevden alındı.[23]
  • Türkiye ortalamasında her öğretmene yaklaşık 35-40 öğrenci düşüyor.[24]
  • Eğitim-İş Sendikası’nın yaptığı araştırmanın sonuçları vahim. Araştırmaya göre öğretmenlerin yüzde 82’si çocuklarının gıda, yüzde 84’ü kıyafet, yüzde 88’i eğitim ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Yüzde 62’si psikolojik sorun yaşıyor.[25]
  • Eğitim Sen’in anketine katılan öğretmenlerin yüzde 90.6’sının ülkenin ve eğitimin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında geleceğe güvenle bakamadığı görüldü. Ankete göre öğretmenlerin yüzde 42’si de mutsuz ve huzursuz.[26]
  • Türk Eğitim-Sen tarafından Öğretmenler Günü dolayısıyla yapılan ankete göre öğretmenlerin yüzde 90.5’i maaşıyla geçinemiyor, kredi kartı borcunu kapatmak için kredi çekiyor. Ankete katılan 14 bin öğretmenin yüzde 5.6’sının evine de haciz gelmiş.[27]

II.2) PARALI EĞİTİM NOTU

Türk(iye) eğitim(sizliğ)ine damgasını vuran sınıfsal gerçek, her geçen gün daha da bariz özellikler kazanırken; Birleşik Kamu-İş’in, eğitim harcamalarında zenginle fakirin arasındaki uçurumu ortaya koyduğu rapora göre, en zengin 2 milyon 182 bin aile eğitim için 8 milyar 990 milyon lira harcarken; en yoksul 2 milyon 182 bin aile ise sadece 115 milyon liralık eğitim harcaması yapabiliyor. Eğitim için yapılan harcamada iki kesim arasında 78 katlık bir uçurum oluşuyor.[28]

Kolay mı? Dünya[29] ve Türkiye’de kamusal eğitimin yeniden yapılanmasında sermayenin 1970’lerde girdiği krize bir çözüm olarak sunulan neo-liberal politikaların belirgin rolü bulunuyor. Bu doğrultuda, Türkiye’de 1980’deki ‘24 Ocak Yapısal Uyum Kararları’ ve onu izleyen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, devletin kamusal yönü hedef alarak, piyasaların ve temelde devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanmasında belirleyici olmuştur. Neo-liberal politikalarının kamusal eğitim üzerindeki etkisi 1990’larda belirgin biçimde görülmeye başlansa da, bunlar için gerekli olan siyasi alt yapının 1980’lerde atıldığının belirtilmesi gerekir.[30]

Ve geçerken bir not: Üniversite sınavlarında, özel okulların başarı oranının sadece yüzde 50 civarında kaldı. Eğitimciler, bu oranın en az yüzde seksen olması gerektiğini söylerken, “paralı eğitim eşittir akademik başarı garantisi” anlayışının da doğru olmadığının altını çizdi. Yabancı dilde, 4+1 yıllık eğitim veren özel liseden mezun olup, LYS’ye katılan 47 bin 978 öğrenciden, sadece 24 bin 548’i dört yıllık lisans programını kazandı.

Bu okullardan mezun olan öğrencilerin neredeyse yarısı, dört yıllık üniversite programlarına yerleşememiş oldu. Bu okullardan, 2 bin 986 aday meslek yüksek okullarına, bin 141 aday ise açık öğretim fakültesine yerleşti. 4 yıllık eğitimi veren özel okullardan mezun olan 8 bin 228 öğrenci ise sadece 2 bin 286’sı dört yıllık lisans programlarına yerleşti. Bu okullardan 971 öğrenci meslek yüksek okulu, 491’i ise açık öğretime yerleşti.[31]

II.3) PROJE OKULLAR PARANTEZİ

Siyasal İslâmın iktidarını kurmakta olan AKP yönetiminin eğitim sistemini, üniversiteye açılan “proje okulları” üzerinden hedef almasının, böylece, “eski rejimin” seçkin okullarını, öğretmenlerini tasfiye etmesinin mantığı da bu işlevde yatıyor: Dini hakikât rejimini benimsetmek; bilimsel olanın yerini dini olanın aldığı bir biyopolitik uygulamak. Böylece siyaset rejimini belirleyen sınırları, Sünnî İslâmın hakikât rejimine ve siyasal İslâmın yönetici sınıfının (Müslüman entelijensiyanın) iktidarda kalma, toplumda üretilen ekonomik artığı mülkiyetine geçirme işlemleriyle uyumlu olacak biçimde daraltmaktır. Bu radikal bir toplum mühendisliği projesidir. Toplumda, siyasal İslâmın dışında kalan, yakın zamana kadar devleti yöneten personelin kaynağı Laik-cumhuriyetçi kesimin eğitim kurumlarından çıkarılması, susturulması, kültürel olarak yok edilmesi amaçlanıyor.[32]

Bu girişim ile 2014’de başlayan proje okul uygulamasında proje okul seçilen liselerin yönetici ve öğretmen atama yetkileri MEB’de toplandı. Aralarında İstanbul’daki çok sayıda köklü lisenin de olduğu proje okullarda görev yapan ve görev süresi 8 yılı aşan çok sayıda öğretmen 15 Temmuz darbe girişiminin ardından çıkarılan KHK ile norm fazlası ilan edildi. Bakanlık norm fazlası ilan edilen öğretmenlerin öğretmen açığı bulunan okullara tayin edileceğini açıkladı.[33]

Sonrasında da bu meseleye 10 Ekim 2016 günü Kabataş Lisesi’nin çiçeği burnunda müdür yardımcısı Şakir Voyvot’un sözleri damgasını vurdu. Voyvot’un, proje okullarda arzulananın ne olduğunu açıkça ifade ettiği bir konuşması yayımlandı. Şöyle diyor yeni projenin lise müdür yardımcısı: “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi.” Yetmiyor “Elhamdülillah dağı taşı imam hatip lisesi dolduracağız” diyor. Bütün liselerin kapısında Anadolu Gençlik teşkilâtının olması gerektiğini söylüyor. Bundan 25 sene sonra İslâmi hükümlere geçmiş ülkelerinin haberlerini kutlayacaklarını da ekliyor.

Proje belli. Öğrencilerinin ve velilerinin iradeleri çiğnenerek okulları imam hatip lisesi hâline getiriliyor. İslâmi dergilerde “Modern hayata muhalefet etmenin yolları” başlıklı makaleler yayımlayan bir şahıs ise Kabataş Lisesi’ne gökten zembille müdür yardımcısı olarak atanabiliyor.

Hürriyet’in haberine göre, Kabataş Lisesi’nde 67 öğretmenden 30’u, Pertevniyal Lisesi’nde 60 öğretmenden 28’i, Vefa Lisesi’nde 40 öğretmenden 20’si, Avni Akyol Lisesi’nde 39 öğretmenden 28’si norm fazlası diye görevden alındı. Diğer liselerde de oranlar benzer. Toplamda 155 proje lisede 8 yılını doldurduğu gerekçesiyle 1187 öğretmen başka okullara gönderildi.

Amaç ne? Yerlerine dağı taşı imam hatip liseleriyle donatmak isteyen Voyvot gibilerini atamak.[34]

II.4) HÂL VE GİDİŞAT

Buraya kadar değindiğimiz çerçevede Gözde Bedeloğlu’nun, “Kuşatılmış eğitim”[35] notunu düştüğü hâl ve gidişata ilişkin birkaç veriyi daha anımsatmak yararlı olur…

  • 2016-2017 eğitim yılı, imam hatiplere çevrilmek üzere el konulmuş son kalan düz liseler, öğretmenleri uzaklaştırılan ‘proje’ okullar, sendikal ve muhalif kimliklerinden dolayı on binlerce öğretmenin açığa alınması ve meslekten ihraç haberleriyle başladı. ‘Yerli-Milli’ eğitim yani piyasacı düzen temelinde yükselen İslâmcı müfredat; anaokullarında Arapça dil ve Kur’an dersi uygulamasıyla 3-6 yaşındaki fizik dünyayı algılayamayan, öz bakım yapamayan çocuklara kadar ulaşırken; Çocuk Esirgeme Kurumu, devlet koruması altındaki çocuklara da Aile Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak ‘Değerler Eğitimi’ verileceğini duyurdu.[36]
  • İstanbul Ümraniye İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde görevli Şube Müdürü Fehmi Ergen, ilçedeki tüm okulların hatim indirmesi talimatını verdi. WhatsApp’tan okul müdürlerine gönderilen mesajda imam hatip ortaokulların en az 5, Anadolu imam hatip liselerin en az 10’ar ilçedeki diğer okulların en az bir hatim indirmesi istendi.[37]
  • Yetkiye doymayan Diyanet, şimdi de siyasi parti gibi gençlik örgütü kurmaya soyunuyor. AKP hükümetinin, Diyanet eliyle camilerde kurmayı düşündüğü ”Cami Gençlik Kolu (CGK)” projesi, aslında kamusal alana ve toplum yapısına yönelik süregelen dinselleştirme ve mezhepleştirme siyasetinin bir parçasıdır.[38]
  • Her cephede emekçilere savaş açan Sarayın önderliğindeki AKP iktidarı bir başka “cephede açtığı savaş”ta da çok ciddi girişimler yapıyor. Camilerde Diyanet eliyle, gençlik örgütlenmesi dindar ve kindar gençlik yetiştirmeyi hedefliyor![39]

Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarı bile neyin ne olduğunu anlatmaya yeter de artar bile…

Kolay mı? Totaliter rejimler total disiplin ister. AKP, gençliği, toplumun seküler çoğunluğunu disiplin altına almayı hâlâ başaramadı. AKP bu başarısızlığını, günlük yaşamın mikro dinamiklerinden, grevlerden, Gezi olayına, liselilerin protestolarına, LGBTİ eylemlerine kadar birçok direniş örneğiyle yaşıyor.

Bu durum, AKP ile iktidara gelen Müslüman entelijansiyanın bir sınıf olarak kendini yeniden üretme süreçlerini, değerlerini (hakikât rejimini) toplumda egemen kılamadığını, iktidarını açık şiddete başvurmadan, “rıza”ya dayanarak sürdürmenin koşullarını oluşturamadığını gösteriyor.

Bir egemen sınıf adayı devleti ele geçirirken, kendi ahlâki otokontrol tekniklerini, devletin düzeni sağlama çabalarıyla birleştirerek toplumun geri kalanına dayatmaya, toplumu yeniden şekillendirmeye başlar. Bu bağlamda eğitim rejimi önemlidir.

Eğitim, ilköğretimden başlayarak bireylerin öznelliklerini şekillendirir, otoriteyi tanımalarını, kabullenmelerini sağlar. Eğitim yalnızca çocukları şekillendirmez aynı zamanda, yatay ilişkilerle aileleri üzerinde de dolaylı denetim ilişkileri kurar, çocuklarla ilgili bilgiler (karneler, raporlar) üretir, biriktirir.

Eğitim sistemi, eğittiği bireylere belli bir cinsiyet rejimini benimsetir; zamanın, mekânın kullanım biçimlerini, toplumda egemen “iletişim ilişkilerini” (ne, nasıl söylenebilir), iktidar ilişkilerini (kimler söyleyebilir/ konuşabilir) benimsetir. Eğitim sistemi iktidar ilişkilerini yeniden üretir.

Buraya kadar değindiklerimizin tarihsel örneklerini kapitalist sınıfın iktidara yerleşmeye başladığı XVII. yüzyıldan başlayarak gelişen kapitalizmin piyasa, üretim ilişkilerine uygun bireyleri yetiştirmek üzere şekillenen rasyonalist, bilimsel, düşünceye önem veren eğitim teknolojilerinin evriminde görebiliyoruz.

Müslüman entelijansiyanın siyasi iktidarını korumasının, toplumsal artığa ulaşmasının aracı olarak dini bilgiyle çok özel ilişkisi konusunda ise vurgulayalım: Bu iktidarın yeniden üretilebilmesi hem bu bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, hem de bu bilgiyi tekelinde tutacak bu “araca” sahip olacak bireylerin üretiminin güvence altına alınmasına bağlıdır.

Gerçekten de iktidara geldiğinden bu yana, Müslüman entelijansiya için, “dindar ve kindar” (bu sınıfın iki özelliği) nesillerin üretilmesi, kendi sınıfsal bekasının sağlanması açısından eğitim sisteminin, seküler özellikleri sökülerek yeniden yapılandırılması yaşamsal bir öneme sahip oldu.

AKP hükümetleri, hem seküler eğitim rejimini hibridleştirme (din dersleri, 4+4+4, imam hatipleştirme) yoluyla dönüştürmeye, hem de özelleştirmelerle, dönüşümden toplumsal artıktan pay almak için yararlanmaya çalıştı. Bu süreç var olanı yıkmaya, yeni kuşakların eğitilerek kapitalist ekonomiye girme süreçlerini, dolayısıyla geleceklerini dejenere etmeye başladı ama yeni bir sistemi oturtamadı.

Maarif Vakfı projesi, bu sorunu toplumsal artığa çok daha etkin biçimde ulaşmaya da olanak verecek biçimde çözmeye karar verildiğini gösteriyor. Bu, seküler kaynaklı eğitim sisteminin yanında ona paralel, eğitim sistemi dinci entelijansyanın “total” denetimi altında işleyecek hem de devlet kaynaklarıyla, vakıf kaynaklarıyla beslenerek ekonomik artığa ulaşmak açısından yeni ve geniş (ülke içinde ve dışında) bir alan inşa edecek.

Belki MEVAK Müslüman entelijansiyanın daha da zenginleşmesine, yeni nesillerinin yetişmesine hizmet edecek ama eski eğitim rejimini yıkarken kapitalist ekonominin, teknolojinin gerektirdiği nesilleri üretemeyecek. Müslüman entelijansiya kendi servetini, geleceğini güvenceye almaya çalışırken içinde var olduğu toplumu yıkıma sürüklüyor![40]

İşte yıkımın verileri!

  • 15 Temmuz darbe girişimi sonrası okul panolarına ve duvarlarına yansıyan şiddet görüntüleri ve dinsel içerikli afişler bir kez daha eğitim tartışmalarını gündeme getirdi. İstanbul’da gezdiğimiz dört okul bu açıdan oldukça çarpıcı veriler sundu. Bombalanan siviller, tank ve silahlar, teslim alınan askerlerin yarı çıplak ve işkenceye uğramış fotoğraflarının yanı sıra panolarda yer alan hadisler, dualar ve İHH’ye ayrılan panolar…[41]
  • Etiler Anadolu Lisesi’nde, okuldaki “Değerler Eğitimi” panosuna, “Nasuh Tövbesi” başlığıyla asılan metinde taciz, tövbe yoluyla meşrulaştırıldı. Metinde, kadın kılığına girerek hamamda tellaklık yapan Nasuh adındaki kişinin, kadınları taciz ettiği ve tövbe ederek taciz yüzünden cezalandırılmaktan nasıl kurtulduğu anlatıldı.[42]
  • Okul müdürünün, teneffüslerde erkek arkadaşlarıyla yan yana oturan kız öğrencilere, “Siz kâfir misiniz? Hayat kadını mı olacaksınız?” dediği Bursa İnönü Ortaokulu’nda skandallar bitmiyor. Olayın sorumlusu yöneticilerin istifasının ardından atanan Memet Çakmak yönetimindeki okul içinde imam hatip ortaokulu açıldı. İmam hatip sınıfları kız ve erkek öğrenciler için ayrı ayrı düzenlendi, harem – selamlık düzenleme içinde ayrıca puan üstünlüğüne göre seviye sınıfları oluşturuldu. Ücretsiz ders kitapları sadece imam hatip öğrencilerine dağıtıldı. Okul müdür yardımcısının soru sormak isteyen bir kız öğrenciye “Önce başını ört sonra soru sor” demesi üzerine Bursa Milli Eğitim Müdürlüğü’ne suç duyurusunda bulunuldu.[43]
  • Mersin’nin Merkez Akdeniz İlçesi’nde 23 derslikli, bin 90 öğrencinin eğitim gördüğü İleri Ortaokulu’nun Müdürü Hasan Hüseyin Aygül, “Kız ve erkek öğrenciler kesinlikle yan yana oturtulmayacak. Hangi veli ve öğrenci itiraz ederse, ‘Müdür beyin talimatıdır’ denilecek. Bu karara herkes uymak zorundadır,” dedi.[44]
  • Muğla Marmaris’te Halıcı Ahmet Urkay Anadolu Lisesi’ne 2016 yılında başlayan 9’uncu sınıf öğrencilerine etek satılmaması için esnafa uyarı yapıldı. ‘Etek uyarısı’ okulda yasak duyurusu olmamasına rağmen velilerin alışverişte etek talep ettiğinde, “Sıkıntılı durum var, satamayız” yanıtıyla karşılaşmaları ile ortaya çıktı.[45]

II.5) TERÖRİST BASKILAR

Egemen (iktidarcı) eğitim(sizlik)in “yeniden yapılanmacı” konsolidasyonu, elbette terörist baskılarından soyut ele alınamazken; bunun da bir yere kadar olduğu yani “Zorlama düzenin despotik ritimleri, yaşamın kaotik, bozuk ritimlerine ayak uyduramaz. Yaşam, sürekli dengeleri bozarak ilerleyen bir yürüyüştür,”[46] gerçeği de unutulmamalıdır…

  • Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, FETÖ/PDY soruşturması kapsamında Milli Eğitim bünyesindeki 28 bin 163 personelin ihraç edildiğini, ‘uzaklaştırma’ tedbiri devam eden personel sayısının 20 bin 88 olduğunu açıkladı. Bakan Yılmaz, Milli Eğitim bünyesindeki 300 kitaptan 57’sinde FETÖ ile ilgili atıflar tespit ettiklerini söyledi.[47]
  • Eğitim Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) Muğla Şubesi üyesi 259 öğretmen 29 Aralık 2015 tarihinde greve katıldıkları gerekçesiyle il dışına “tayin” yani sürgün edildi.[48]
  • İsmail Aytemiz Spor Salonu’nda 18-19 Nisan 2015 günleri arasında yapılan yarışmaya İstanbul, Ankara, İzmir, Iğdır, Erzurum, Kars, Bayburt, Ağrı, Kocaeli, Gümüşhane’den halk oyunları ekipleri katıldı. Yarışmaların yapıldığı salonun giriş kısmında “yıldızlar geleneksel düzenlemesiz” dalında mücadele eden Erzurum Palandöken Halk Eğitim Merkezi Spor Kulübünün eğitmeni Mustafa Burak Çağlar’ın, öğrencileri sözde “motive etmek” için yüzlerine ve bacaklarına eliyle vurması dikkat çekti. Gösteri kıyafetli çocukların eğitmenden dayak yediklerini gören yerel Serhat TV kameramanı Adem Alp, bu anları görüntülerken saldırıya uğradı.[49]
  • Saime-Salih Konca Anadolu Lisesi’nde öğrenim gören Deniz A., cinsel yönelimi sebebiyle Borsa Kız Meslek Lisesi’ne zorla naklinin istendiği gerekçesiyle şikâyette bulundu. Antalya’da Saime-Salih Konca Anadolu Lisesi’nde öğrenim gören Deniz A., cinsel yönelimi sebebiyle okul yönetiminin baskısına maruz kaldığını, dayak yediğini, hakarete uğradığını ve sonunda başka okula sürgün edilmek istendiğini iddia ederek şikâyetçi oldu.[50]
  • Antalya’daki Nebi Güney İmam Hatip Ortaokulu Müdür Yardımcısı Serkan Çakal’ın, kağıttan uçak yapıp aralarında oynayan 7 öğrenciyi diğer öğrencilerin önüne çıkartarak, “Haydi çocuklar bunun cezası ne olsun, siz belirleyin” diyerek yuhalattığı iddia edildi. Yuhlayan öğrenciler ‘Tembeller, terbiyesizler’ diye tempo da tuttu.[51]

III. AYRIM: ÜNİVERSİTE(LER) VE YÖK

Fransız yazar Jean Genet’nin, (1910-1986) 1-3 Mayıs 1970’de Yale Üniversitesi’nde yaptığı -‘Mayıs Konuşması/ May day Speech’ diye ünlenen- konuşmasından, “Üniversiteyi unutmuyorum. Üniversiteler… Size sahte bir kültür öğretiyorlar. Kabul edilen tek değerin nicel mahiyette olduğu bir kültür… Üniversite, sizi bir sayıdaki bir rakam hâline getirmekle yetinmeyip, mesela beş yüz bin mühendis yetiştirdiğinde, sizdeki güvenlik, rahatlık ihtiyacını geliştiriyor ve doğal olarak sizi patronlara ve onların da ötesinde zihinsel vasatlığını bildiğiniz siyasetçilere hizmet edecek şekilde eğitiyor. Öyle ki, bilgin olmak isteyen sizler, sonunda vasat bir siyasetçinin masasındaki -ama masasının ucundaki- oturacaksınız ve bundan gurur duyacaksınız,” dediği üzere bilgi öğretmekten ve bunu işlemekten çok, günümüzün piyasa koşullarını öğreten ve buna göre insan(cık) yetiştiren yapıdır.

Kölelik belgesi veren; insanı yabancılaştıran kurumdur.

Üniversite, sadece gençlerin liseden sonra güdümlendikleri mekân olmakla kalmaz; aynı zamanda Türkiye de temel işlevi okumuş koyun yetiştirmekten başka bir işlevi olmayan eğitim kurumudur.

Üniversitenin Türkiye örneğinde, para ve itibar kazanmak için kapısı çalınan ruhsuz ve işlevsiz bir bina yığını mahiyetindedir.

Sanıldığı gibi ilim irfan yuvası olmayan yerdir üniversite. Sebebine gelince, üniversite dediğin yer öğrenciye temel olarak düşünmeyi öğretir. Kişi nasıl düşünmesi gerektiğini, herhangi bir sorunun derinine inmeyi, sorunun göründüğünden farklı yönlerini bulup, çözümünü bunların ışığında bulmayı öğrenir. Ama üniversitelerinde öğrenciler doğru düzgün bir sorunla yüzleşmez/ yüzleştirilmez.

Aslı sorulursa üniversite dediğimiz kurum, kurulduğu ilk dönemlerden itibaren (ki bu yaklaşık olarak XI., XII. yüzyıllara tekabül eder) mülhidlerle (sapkın) mücadele etme vazifesini üstlenmiştir. Yani üniversite dediğiniz, toplumun genel işleyişine uygun bilginin üretildiği ve dahi aksi fikirlerin gayrı meşru ilan edildiği yahut tümüyle görmezden gelindiği bir kamusal alandır.

Üniversite kelimesinin eski Türkçedeki karşılığı bilim ve fen yuvası anlamında ‘Dar-ül Fünun’dur. Ancak bugün üniversitelere baktığımızda anlamına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir yüksek öğretim kurumunu anlamlı kılan onun özerk bir niteliğe sahip olmasıdır. Özerklik, yüksek eğitim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işleyişlerine ve yönetimlerine ilişkin karar almada ve eğitim araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve başka faaliyetlerde kendine özgü politikalarını oluşturma yetisine sahip ve devlet kurumları karşısında bağımsızlığı anlamına gelir. Üniversiteleri toplumsal konulardan soyutlayamayız. Toplum için bilgi üretme, fikir üretme, muhalefet yapma gibi sorumlulukları olmalıdır. Bu ise üniversitelerin akademik açıdan özgür olmalarını gerekli kılar.

Ancak bugün üniversiteler bir ortaöğretim kurumunun devamı düzeyine indirgenmiştir. Üniversiteye adım atan bir genç, kendi öznelliğini, düşüncelerini ifade edebilmelidir. Artık bir birey olduğunun farkına varabilmelidir. Bugünkü tabloda görüyoruz ki öğrencinin düşünmesi ve sorgulamasına yasaklar konulmuştur. Üniversiteler eğitim olarak ezberci düşünmeyi teşvik etmeyen, öğrenciyi baskı altına alan kurumlar hâline gelmiştir. Bugün üniversitelerin bu durumda olmasının en büyük sebebi 12 Eylül darbesinden sonra kurulan YÖK’tü.

Fikret Başkaya’nın ifadesiyle, “12 Eylül cuntası üniversiteyi kendine benzetmek üzere harekete geçtiğinde gerçek bir üniversite olsaydı, YÖK’ü dayatmak mümkün olamazdı. Hiç değilse bu kadar kolay olmazdı. Zira, üniversiteyi üniversite yapan olmazsa olmazlardan birincisi özerklikse, ikincisi de üniversitenin kendini koruyabilme kapasitesidir. Üçüncüsü de üniversitede yapılanın toplumdaki özgürlük mücadelesiyle örtüşmesidir. Elbette bunu kendine uygun yöntem ve araçlarla yapacaktır… Eğer, üniversite öğretim üyeleri, öğrenciler, çalışınlar saldırı karşısında direnme cesaretini ve basiretini ortaya koyabilselerdi, cunta üniversiteleri kapatmakla geri adım atma arasında tercih yapmaya zorlanabilirdi. Bunu yapmadılar ama ne yaptıkları biliniyor… Bir rektörlük, dekanlık, müdürlük, vb. Kapabilmek için meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Cunta şefi karşısında esas duruşa geçtiler, daha da ileri gidip, cunta şefine fahri hukuk doktorası (docteur honoris cuasa) bile verdiler… Fakat üniversitenin üniversite sayılması için nasıl özerklik olmazsa olmaz koşulsa, özerklik için de ona sahip çıkacak ve kıskançlıkla koruyacak gerçek üniversite insanları (erkek ve kadın) gereklidir. Bu da demektir ki, bilim haysiyetine ve entelektüel dürüstlüğe sahip insanlar olmadan özerklik mümkün değildir, özerklik yokluğunda da üniversite mümkün değildir.”

Üniversitelerin özgürleşebilmesi, demokratikleşebilmesi için üniversitelerin YÖK ve siyasi iktidarların baskısı altından kurtulması gerekmektedir. 12 Eylül’den önce gerçek bir üniversiteye yakışan, özgür ve bilimsel kaygılar taşıyan odaklar oluşmaya başlamıştı. 12 Eylül’den sonra üniversiteler bir mücadele alanı görüldü. Üniversitelerin bu aydınlık yönleri yok edildi. Eşi benzeri görülmemiş uygulamalar yaşandı. YÖK ilk kurulduğunda 468 öğretim üyesine, 800 öğretim görevlisine ve binlerce öğrenciye uzaklaştırma cezası vererek işe başladı. YÖK öğrencilerin en ufak demokratik talebine, hareketine soruşturmalarla, cezalarla, uzaklaştırmalarla cevap verdi. Öğrencilerin eğitim hakkını elinden alabildi. Öğrenciler hak arama mücadelesinde baskı altına altındayken diğer yandan eğitimin piyasalaştırılması, eğitimin niteliksizleştirilmesi arttı. Üniversiteler ticarethane oldu.

Oysa üniversitelerin kamu elinde olması gerekiyordu. Ve kâr amaçlı faaliyet gözetmemeleri onların ahlâki göreviydi. Üniversite her gencin eğitim temel hakkıyken; bu hak parayla alınıp satılamazdı. Ama “Parası olan okusun parası olmayan okumasın” anlayışına doğru yol alındı.

Oysa ne öğrenciler müşteridir ne de öğretim görevlileri satıcıdır. Üniversiteler gün geçtikçe piyasa temelli büyürken; üniversitelerin icraatı bilimsel faaliyetler yerine konserlerle, bahar şenlikleri olmaktadır.

Ve Fikret Başkaya’nın deyişiyle de, “Bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için olmazsa olmaz koşullar vardır: bir kere üniversite özerk olacak, kendi kendini yönetecek -zira kendi kendini yönetemeyen bir üniversite mümkün değildir- kendine özgü bir tarzı, üslubu, geleneği olacak, kendini [kendine uygun yöntem ve araçlarla] savunabilecek, üniversitede yapılanlar toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşecek/çakışacak, üniversite üyeleri de bilim namusu ve entelektüel dürüstlüğe sahip olacak, açıkça gerçeğin safında yer alacak, aslî misyonunun gerçeğin peşine düşmek, gerçeğin üstünü örten perdeyi kaldırmak olduğunun bilincinde olacak, memur bilinci, kapıkulu kafası taşımayacak, her türlü egemen odaktan uzak duracak, vb.

Elbette gerçek dünya’da durum yukarda sözünü ettiğimizden çok farklıdır. Gerçek dünya’da ekseri ileri sürüldüğü gibi üniversite denilen kurumlar her türlü sorunun özgürce tartışılabildiği, ‘evrensel bilim’ üretilen kurumlar değildir. Bunun tam tersi doğrudur: üniversite denilen kurumlar her şeyin sınırsız tartışılabildiği değil, her türlü özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır. Peki neden? Eğitim kurumları isterse üniversite olsunlar, devletin, egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirme misyonuna koşulmuşlardır. [fakat, bilimsel bilginin niteliğinden ötürü, bilim adamının/ kadının bilimsel çabasını bütünüyle engellemek hiçbir zaman mümkün değildir.] Bunların özerklik katsayısı da, bilim üretme yetenekleri de ‘genel toplumsal durumdan’ bağımsız değildir. Toplumun demokratiklik düzeyiyle üniversitelerin özerkliği arasında bire bir ilişki vardır. Bu gün dünya’da geçerli durum [dün de olduğu gibi] idealize edilen, tevatür edilen üniversitenin çok uzağındadır.

Kaldı ki, giderek, geçerli/ bilinen anlamdaki her türlü üniversite kavramı da artık ortadan kalkıyor. Üniversiteler tam bir şirkete dönüşüyor. Başka türlü söylersek, üniversiteler sadece devlet aygıtına ve sermayeye ‘yetişkin işgücü’ sağlayan, egemen/ resmi ideoloji üreten kurumlar olmaktan öte, özelleştirme çılgınlığıyla tipik birer kapitalist işletmeye dönüşüyorlar… Bu tür bir gelişme sadece üniversite kavramı bakımından değil, bilimsel faaliyetle ilgili de ciddi sorunlar yaratma istidadı taşıyor. Yegâne amacı sömürü, kâr, daha fazla zenginleşme olan, hiçbir insanî-etik kaygı taşımayan bir kapitalist işletmenin, üniversite sayılması artık mümkün değildir. Bu yüzden, doğası ve misyonu gereği üniversite ancak kamusal bir faaliyet alanı olarak var olabilir.”

Aslında “Bilimin üretildiği yer”dir tanımı normal koşullar üniversitenin… Oraya resmi ideoloji, din ve sermaye giremez… Çünkü düşünme, sorgulama, itiraz ve özgürleşmedir üniversite…

Bir üniversitenin olmazsa olmaz üç bileşeni “bilim üretme”, “eğitim-öğretim” ve “topluma sorumluluk”tur; bir de özgürlük ortamı.

Herhangi bir iradenin etkisi ve baskısı altında olmayan, bilim yapan özgür ve özerk, hayatın pratik, mesleğin teorik olarak öğretildiği kurum.

Amacı ufuk açmak, sorgulayıp düşünmeyi öğretmektir. Evrensel bakış ile yerel bakışı anlayabilmeyi, mantığıyla seçim yapabilmeyi de kavramaktır.

Ancak bunlar kapitalizm koşullarında mümkün değildir…

III.1) ÜNİVERSİTE(LERİ)

Ahmet Cemal’in, “Vurdumduymaz üniversitelerimiz,”[52] diye betimlediği gerçeğe ilişkin somut verilerden birkaçını aktarırsak…

  • Cumhurbaşkanı Erdoğan ve YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç’ın üniversitelerde seçim sisteminin kaldırılmasına ilişkin olarak ODTÜ eski rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut, “Zaten müdahale yapılıyor. Daha ne kadar olacak? 300 oy alan varken 4-5 oy alan kişiler rektör olabiliyor. Kimsenin oy vermediği bir adayın rektör olması üniversiteyi ne kadar kalkındırır? Sıfır oy alan mı rektör olacak,”[53] diye sorguluyor.
  • ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine imza attığı için doktorasını yapmakta olduğu Ankara Üniversitesi’ndeki görevlendirmesi iptal edilip, Niğde Üniversitesi’ne gönderilen Sosyoloji Bölümü Arş. Gör. Yasin Durak hakkında fezleke hazırlayan üniversite yönetimi yargı mercii gibi davranarak kendi personeli için “1 yıldan 4 yıla kadar” hapis cezası önerdi.[54]
  • Gümüşhane Üniversitesi’nin internet sitesinde yer alan üniversitenin yönetim kurulunu ‘Yönetim Kurulu’ sayfasındaki görev dağılımına göre Rektör, Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Dekanlığı, İİBF Dekanlığı, Turizm Fakültesi Dekanlığı, İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanlığı ve İletişim Fakültesi Dekanlığı koltuklarında Prof. Dr. İhsan Günaydın var.[55]
  • G. Antep Üniversitesi (GAÜN) İslahiye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) Dekanı Prof. Dr. Hakan Altıntaş’ın, yayımlanan 58 çalışmasının 45’inde intihal yaptı. AKP’den Samsun Milletvekili aday adayı olan Altıntaş, sıralamaya giremeyince dekanlık görevine geri dönmüş. Altıntaş’ın sosyal medya hesaplarında AKP etkinliklerinde çektirdiği fotoğraflar dikkat çekiyor.[56]
  • Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü, Umuttepe Kampüsü’nde bildiri dağıtımı yapan üniversite öğrencilerine faşist grubun saldırması sonrası “provokatif eylem yapılacağı” iddiasıyla her türlü eylem ve etkiliği yasakladı.[57]
  • Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde (SDÜ) 2015 yılında Roboskî Katliamı’nda yaşamını yitirenler için basın açıklaması yapan ve bu nedenle haklarında açılan dava sürerken “mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmak kaydıyla suç işlemek” gerekçesiyle üniversiteden atılan öğrencilerin yaptıkları itiraz 1 Kasım’da reddedildi. Üniversiteden öğrencilere gönderilen cevap yazısında, SDÜ Disiplin Kurulu’nun itirazı reddettiği yine hukuksuz olarak “gerekçe bildirilmeden” duyuruldu.[58]
  • Nur Cemaati’nin Kurucu Lideri Said Nursi’nin, Osmanlı’nın son dönemlerinde “Eğitim öğretimi Doğu’ya medrese kapısı ile sokmak” için kurmayı planladığı ancak Birinci Dünya Savaşı nedeniyle gerçekleşemeyen “Medresetüzzehra (Zehra Üniversitesi)” hayalini AKP gerçekleştiriyor.[59]
  • Yrd. Doç. Dr. Sezai Temelli, “İlk KHK’den bugüne kadar on binlerce insanın mağduriyeti devam ediyor. Mağdurlara mağdur ekleniyor. Bu lütuftan yararlanmaya saray-AKP iktidarı devam ediyor. Bütün muhalif sesleri susturmak, mağdur etmek istiyor. Onların direncini kırmak istiyor. Genel anlamıyla bu faşizmin kurumsallaşmasından başka bir şey değil” diye konuştu.

Temelli, KHK ile kendilerine hukuk yolunun da kapandığını ifade ederek, “Hukuken şuanda bizim yapacak bir şeyimiz yok. Mağduruz, haklı olduğumuzun farkındayız ama bununla ilgili yargıya başvurma yolları kapatılmış. Bu 12 Eylül’den daha kötü bir tablo karşımıza çıkarıyor,” dedi.[60]

  • ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisinin imzacılarından Prof. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu’nun sözleşmesi Doğuş Üniversitesi tarafından feshedilmesi ardından, yaşananların “YÖK ile başlayan bir yok etme sürecinin son aşaması” olduğunu söyledi.[61]
  • Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) aralarında çok sayıda muhalif öğretim üyesi ve öğretmenin de bulunduğu 10 bin 995 kişi kamudan ihraç edildi. İhraç edilen İstanbul Üniversitesi akademisyenlerden Hukuk Fakültesi asistanlarından Dr. Mehmet Cemil Ozansü karar için “OHAL standartlarının ötesinde bir yetki aşımı” tanımlaması yapıyor ve şöyle diyor: “Bir kanun devletinden tedbirler devletine geçiş söz konusudur. Bu, totalitarizmin, otoriterleşmenin hukuk sahasındaki bir görüşünüdür aslında. Bu uygulamalar, üniversiteler üzerindeki genel dönüşümün bir ifadesidir. Burada yapılan tasfiye, doğrudan bir sınıf mücadelesinin sorununu barındırıyor. Bu tasfiyeler, sol tandanslı kimselere, Eğitim Sen’lilere yöneliktir.”[62]
  1. AYRIM: GENÇLİK GERÇEĞİ

Genç kelimesi Farsça’dır ve mânâsı “hazine” demektir.

“Toplumsal kuşak”, Karl Mannheim’ın deyimiyle “ortak sorunlar, değerler ve deneyimlerle oluşur”ken; aynı yaşta olanlarla, aynı deneyimi paylaşanları kapsarken; gençlik “Gökyüzü” ya da “Fişek” gibidir…

İnsanların çok büyük bir kısmının özlemle andığı zaman dilimine verilen ad. Bittikten sonra ölene kadar özlenen süreçtir. O dönem yaşananlar ki, “o gençlik günlerimiz dönmez asla geriye,” diye anılır.

Albert Camus’nün, “Anısı insanı umutsuzluğa düşüren gençlik!”[63] notunu düştüğü hâle ilişkin olarak insan(lar) gençken olası hayatların hepsini yaşayabilir.

William Ewart Gladstone’un işaret ettiği üzere: “Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl hâlidir.

Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.

İnsan kendine olan güveni kadar genç, kuşkusu kadar yaşlı, cesareti kadar genç, korkuları kadar yaşlı, umudu kadar genç, bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”

O hâlde -genel bir söylemle- gençlik umudun öznesidir. Her nasıl sunulursa sunulsun, sosyolojik açıdan gençlik heyecan, risk alma ve yüreğinde dünyayı değiştirme cesaretini taşıma dönemidir.

Genç insanların düşleri vardır, topluma ve düzene kafa tutma cesaretine sahiptirler.

Dünyanın değiştirilmesi gereğine ya da değiştirilebileceğine inanırlar. Onlar için her şey hayalle başlar.

Kolay mı? “Gelecektir” diye nitelendirilen insan ömrünün en verimli çağıdır; kesinlikle aşık olunması gereken dönemdir…

  1. AYRIM: AKLI ÖZGÜRLEŞTİREN (LAİK) EĞİTİM

Dediklerimizi toparlarsak bugün ihtiyacımız olan aklı özgürleştiren alternatif (laik) eğitimdir.

Laiklik demokrasinin ve özgürlüğün vazgeçilmezi, olmazsa olmazıdır. Bir rejim laik değilse, orada demokrasiden, özgürlükten söz etmek abestir.[64]

Çünkü laiklik; insanların yaşam biçimine müdahale edilerek, dini-mezhepsel farklar kaşınarak iktidar tarafından geliştirilen ötekileştirmenin panzehiridir; halklar arası kardeşliğin gereğidir. Marksizm, dini bir yabancılaşma biçimi olarak tanımlar. Bu, laiklik mücadelesinin aynı zamanda neden bir özgürleşme mücadelesi olduğunun yanıtıdır.[65]

Aydınlanma’nın eserlerinden olan laikliğe anlamını kazandıran, 1871 yılında Paris’i yetmiş küsur gün boyunca insanlığa muhteşem bir “doğrudan demokrasi” deneyimi armağan eden Paris Komünü oldu.

O zamanlar henüz hiçbir ülkede tam olarak tesis edilmiş olmayan genel oy hakkı tüm halka tanındı. Yasamaya gönderilen isimler ya işçi ya da işçi temsilcisiydiler ve yine işçiler tarafından her an geri çağrılabilirler, yani görevden alınabilirlerdi.

Komün, tüm kamu görevlilerinin de benzer bir şekilde görevden alınabileceği esası üzerine kurulmuştu ve memur maaşları ile işçi maaşları eşitlenmişti. İşçi sınıfı iktidarı, süreklileşmiş polis ve ordu aygıtlarını dağıttı ve yerine silahlanmış halkı koydu. Yargıç ve hâkimlerin tüm kamu görevlileri gibi seçimle gelmesi ve halk tarafından görevden alınabilmesi ilkelerini benimsedi.

İşçi sınıfı iktidarı, siyasallaşmış ve kurumsallaşmış dine, yani Kilise’ye karşı büyük bir savaş başlattı ve Karl Marx’ın dediği gibi “Rahiplerin iktidarını kırma” işine girişti. Kilise lağvedildi ve mal varlığı kamulaştırıldı. Eğitim kurumları parasız olarak tüm halka açıldı ve hem devletten hem de kiliseden kurtarıldı, yani laikleştirildi.

Ancak mesele sadece Kilise’ye ve rahiplere karşı mücadele ile kalmadı; Komün, yıktığının yerine hızla yenisini inşa etmeye, yeni bir toplum ve insan yaratma faaliyetine girişti ve bunun için de eldeki en iyi araç eğitimdi…

Komün bunun için Kilise’nin eğitimle bağını kesti, bütün çocuklar için zorunlu, kamusal ve laik eğitim kuralını getirdi. Kilise okulları kapatıldı ve okullardan bütün haçlar, dini heykeller ve ikonlar kaldırıldı. Tüm bu düzenlemelerde Enternasyonal’in üyeleri büyük rol oynadı, zaten Enternasyonal daha 1867’deki Lozan Kongresi’nde laik eğitim çağrısında bulunmuştu.[66]

Karl Marx’ın, “Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırdı. Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamadan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi dininin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırır,”[67] uyarısına sırt dönen kimileri büyük bir aymazlıkla “Marksizm’de laiklik ilkesi yoktur,” deseler de; laiklik konusunda akla gelebilecek ilk öğretici pratiklerden birisi Paris Komünü’dür. Friedrich Engels, Komün’ün bu konudaki kararını, “Kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı… Bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısaca ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleşti,” biçiminde aktarır.

Benzer şekilde, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte kurulan sosyalist devletin de ilk kararnamelerinden biri, “kilise ile devletin ayrılması” olmuş, kilisenin elindeki bütün sermaye kamulaştırılmıştır. Böylece din, her Sovyet vatandaşının “özel meselesi” hâline getirilir, “okulların kiliseden ayrılması” kararı alınır ve “seçmeli” bile olsa dinsel konuları içeren derslerin okutulmasına izin verilmez.

Marksizm’de din ve laiklik, sanıldığının veya kimilerince yakıştırıldığının aksine, döneme uygun örnek ve değerlendirmeler eşliğinde kapsamlı biçimde ele alınmıştır. Örneğin, Paris Komünü’nün, dini, kararnamelerle yasaklamayı öneren anarşist üyelerini eleştirirken Friedrich Engels, “Kesinlikle söylenebilir ki bugün Tanrı’ya yapılacak en büyük yardım, tanrısızlığı bir inanç maddesi hâline sokmak ve dini genel olarak yasaklamaktır,” demişti.

Laikliği, “Kilisenin devletten tamamen ayrılması. Hiçbir ayrım olmaksızın tüm dinsel toplulukların devlet tarafından özel kurumlar olarak görülmesi. Kamu fonlarından hiçbir şekilde yararlanmamaları ve kamu okullarındaki tüm etkilerinin silinmesi,” biçiminde tanımlayan Friedrich Engels, işçi partisinin aynı zamanda dinin etkisini ortadan kaldırmak için ideolojik olarak da mücadele etmesi gerektiğine dikkat çeker.

“Din Üzerine” adlı eserinde kapsamlı bir çalışma ortaya koyan V. İ. Lenin ise, Friedrich Engels’in “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur” ifadesini yorumlar ve “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır” değerlendirmesini yapar.[68]

Özetle devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesi ve tüm inanç kesimlerine eşit mesafede durması ile proletarya partisinin duruşu özdeş/paralel değildir. Parti, inanca saygılı davranır ancak dinin propaganda edilmesine ve hurafelerin yaygınlaştırılmasına karşı çıkar. Bu bağlamda laiklik nasıl din düşmanlığı değilse, inanç özgürlüğü de batıl inançları yayma özgürlüğü değildir.

V.1) “SONUÇ YERİNE”

Zor günlerden geçerken; Prometheus’un hatırlamalı/ hatırlatmalıyız…

Prometheus titan soyundan ölümsüz bir tanrıdır. Sonsuz, akıl gücüne sahiptir. Bu yüzden Zeus onu pek sevmez, çünkü akıl gücü tanrıların başı Zeus’un tekelindedir. Adı önceden gören anlamına gelen Prometheus kahindir ve Gaia, Kronos’a nasıl devrileceğini haber verdiyse, Prometheus da Zeus’un bir gün devrileceğini bilir. Prometheus, Zeus’u sürekli bir kuşkunun boyundurluğu altında tutar. Prometheus başından beri insanlardan yana taraf olmuştur. Olymposluların egemenliğini devirmek ve insanların egemenliğini getirmek ister. Zeus’u aldatmakla onu insanlara karşı kışkırtır ve Zeus ateşi insanların elinden alır. Zeus’un insanlardan aldığı ateşi geri kazanmak için Prometheus, Olympos’a çıkar ve ateşi çalar. Evet, Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara verdiği ve tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuş yaman bir ceza çekmektedir. Hesiodos’un pek üzerinde durmadığı bu mitolojik olaya Aiskhylos’un tragedyasından bakacağız şimdi. Bu tragedyada Prometheus bir mahkemededir ve kendisini savunur. Savunmasında değer olarak benimsediği iki kavram üzerine direnir: Bilinç ve özgürlük.

Koronun “Sözünü sakınmıyorsun. Başına gelen boyun eğdirmiyor sana” sözüne karşılık Prometheus “Ne yaptımsa” diyor: “Bile bile yaptım”…

Zeus’un etrafı buyruklarını isteyerek ya da istemeyerek yerine getiren tanrılar ve dalkavuklarla doludur. Ona tek başkaldıran Prometheus’tur. Evreni yöneten tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür. Prangaya vurulmuş sonsuza dek işkencelere mahkûm ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden de yoksun Prometheus köledir. Ama bakalım gerçekten öyle mi? Evren Zeus’un kurbanları ve dalkavuklarıyla dolmuştur. Zeus bugünü ve yarını da yasalarının tekeline geçirmişe benzer. Oysa gerçekte tam tersidir; Zeus köle Prometheus özgürdür. Zeus’un devrileceğini öngören Prometheus özgürdür çünkü Zeus bütün kurbanları, uşakları ve dalkavukları karşısında çaresizdir. Prometheus ateşi Zeus’tan çalıp insanlara vermiştir ve tanrıların babası, bulutları devşiren Zeus ona engel olamamıştır. Savaş Zeus ve Promehteus arasındadır. Bir özgürlük ve kölelik savaşıdır.

Köle olmak istemeyenler başlarını kaldırıp, ayaklanmalıdırlar…

Vazgeçmişliğin, teslimiyetin, sinikliğin insan(lık)a katacağı hiçbir şey yoktur…

Siniklik; uyumluluk, kabullenme, pasiflik, boyun eğme, teslim olma, dikkate almama, kendine yönelme, hatta kendine yönelememe kısaca insanı, örneğin, şaşırmaktan ya da öfkelenmekten feragat ettirir ve sonunda kayıtsızlığa teslim eder. Kayıtsızlık hayatın anlamını yitirmesi, insanın psikolojik ölümüdür. Şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık, sevgiye kayıtsızlık… “Hiçbir şeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Yabancılaşma ve sonrası duygulanımsızlık… Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.

“Kayıtsızlık dili geçersiz kılıyor, işaretleri anlaşılmaz hâle getiriyor. Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi dayatmıyorsun. Hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görüyorsun…”[69]

Nihayetinde “Filozoflar gerçek âlimlerin her şeye kayıtsız olduğunu söylerler. Yalan; kayıtsızlık bir ruh felci, zamansız ölümdür,” der Anton Çehov.[70]

Bu durumda Immanuel Kant, ‘Aydınlanma Nedir?’ başlıklı makalesinde yıllar önce, “İnsan ne çekiyorsa aklını kullanma cesaretini göstermemekten çekiyor; bu düşkünlüğünden dolayı da hiç kimseyi suçlamasın, sorumlusu kendisidir, artık aklınızı kullanma cesareti gösterin,” diyordu.

Erdemin üç asgari özelliği; i) Bilgi, ii) Adalet, ölçü, eşitlik ve 3) Cesaret’ten oluşurken; düşünme için bilgi, yeni bilgi üretimi için de düşünme cesareti temel bir şartı oluşturur.

Unutulmasın: Bilgi ve akıl, düşünme cesareti ile mümkün oluyor (Görmeden düşünmeden bilgi üretmek imkânsız)…

Gözünüzü aklınızı kuma da gömmeyin, kimseye de teslim etmeyin. Özgürlük emek ve cesarettir, birileri tarafından bahşedilmez. Hayat denileni, dayatılanı sorgulayıp tartışmıyorsak, haklarımıza sahip çıkmıyorsak özgürlüğü hak etmiyoruz demektir. Bakiyesi cehalet, zorbalık ve köleliktir.

Evet Derviş Zaim’in deyişiyle, “Ütopya yoksa felaket var”ken;[71] özgürlük ve değişimin dinamosu bilgi üretim, adalet ve cesaretten (irade) geçmektedir.[72]

İşte tam da bunun için Karl Marx’ın, Eleştiri silahı hiç kuşku yok ki silahların eleştirisinin yerini alamaz; maddi bir güç, ancak başka bir maddi güçle alt edilebilir. Ama bir kuram da kitleleri kavradığında… radikalleştiğinde maddi bir güce dönüşür. Radikal olmak şeyleri kökünden kavrayabilmektir. Ama insan için kök, insanın kendisidir,”[73] uyarısını kulağımıza küpe edip, hayata geçirmekten başka açarımız kalmamıştır; Friedrich Engels’in, “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır,” uyarısı eşliğinde…

 11 Kasım 2016 14:43:35, Ankara.

 

[1]*  19 Kasım 2016 tarihinde Mersin Cafe Rail’deki kültürel etkinlikte yapılan konuşma…

Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[2]    Geçerken “iktidar” kavramını iktisadi-siyasal bağlamın dışına taşıyan post-yapısalcı bir zırvayı da aktarmalı: “İktidar bir töz değildir. İktidar, kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz bir şey de değildir. İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir. Bu tür ilişkiler spesifik ilişkilerdir; yani mübadeleyle, üretimle, iletişimle hiçbir ilgileri yoktur; ama onlarla birleştirilebilirler. İktidarın karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışını az çok bütünüyle (ama asla tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmeleridir. Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakla ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. Yönetime boyun eğmiştir. Eğer birey özgür kalabilecek hâldeyse, bu özgürlük ne kadar dar kapsamlı olursa olsun, iktidar onu yönetime tabi kılmayı başarabilir. Potansiyel bir reddetme ve başkaldırı olmadan iktidardan söz edilemez.” (Michel Foucault, Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 5. baskı, 2016.)

[3]    Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, Çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 8. baskı, 2016, s.57.

[4]    “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar? Neden kederli tutkular gereksiniyorlar? Evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur… Eyleme geçme gücünüzü azaltan kederde hiçbir şey üzüntünüz içinde sizi kederle etkileyen bedenlerle sizin aranızda ortak olan herhangi bir şeyin ortak mefhumunu oluşturmanıza el vermeyecektir. Çok basit bir nedenle, çünkü sizi kederle duygulandıran beden sizinkine uygun olmayan bir ilişki çerçevesinde duygulandırdığı ölçüde kederle duygulandırmaktadır. Spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. Kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. İşte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. Endişe hiçbir zaman zekânın ya da bir hayatın kültürel oyunu hâline gelememiştir. Ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üzerinde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. O andan itibaren kederde hiçbir şey sizi ortak bir mefhuma götürmeyecektir. Yani, iki beden ve ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız.” (Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, Çev: Ulus Baker, Kabalcı Yay., 2008.)

[5]    “İşçi sınıfı, kendi gelişim hareketi içinde, eski uygar toplumun yerine, sınıfları ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını dıştalayacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla, siyasi iktidar diye bir şey artık kalmayacaktır, çünkü siyasi iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi dışa vurumundan başka bir şey değildir.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.)

[6]    Ergin Yıldızoğlu, “Artık Sizin Çocuklarınız Yönetmeyecek”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.9.

[7]    Cumhuriyet, 31 Temmuz 2012.

[8]    “Ali Koç: Eğitim Sistemi Değişmeli”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2015, s.9.

[9]    Özlem Yüzak, “Eşitsiz, İşsiz, Eğitimsiz, Borçlu…”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2016, s.9.

[10]  Özlem Yüzak, “Proje Okulları… 10 yıl Sonrası…”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s.9.

[11]  Melis Alphan, “Toplum Dinci Eğitimle Dindarlaşmayacak”, Hürriyet, 16 Kasım 2015, s.5.

[12]  İhsan Çaralan, “Müfredattan ‘Proje Okullar’a Laik-Bilimsel Eğitim Mücadelesi”, Evrensel, 24 Ekim 2016, s.3.

[13]  Bülent Falakaoğlu, “Eğitim Cenderesi: Para, Kalitesizlik, Göç”, Evrensel, 19 Eylül 2016, s.5.

[14]  Deniz Ülkütekin, “Yoksula Üniversite Yolu Kapalı”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2015, s.20.

[15]  “Eğitim Sistemi Yazboz Tahtası”, Özgürlükçü Demokrasi, 3 Kasım 2016, s.2.

[16]  Işık Kansu, “1 Milyon İmam Hatipli Eğitim”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2016, s.12.

[17]  Sinan Tartanoğlu, “194 Bin Kız Öğrenci Eve Hapsoldu”, Cumhuriyet, 23 Mart 2016, s.16.

[18]  Figen Atalay, “İlkokul 2’ye Arapça”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.7.

[19]  Sinan Tartanoğlu, “Hafızlara TEOG’suz İHL Yolu”, Cumhuriyet, 29 Ekim 2016, s.2.

[20]  Mahmut Lıcalı, “10 Öğrenciden Biri Taşınıyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2013, s.10.

[21]  Rabia Yılmaz, “Din Kültürü Öğretmeni Sordu: FETÖ’nün Akıl Hocaları Kimdir?”, Birgün, 6 Kasım 2016, s.3.

[22]  İklim Öngel, “Çocuklar Kimsesiz”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2014, s.3.

[23]  Figen Atalay, “Cismi Yok, İsmi Var”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2013, s.8.

[24]  Fehim Işık, “… ‘Dindar ve Kindar Nesil’ Geliyor”, Evrensel, 21 Eylül 2016, s.8.

[25]  Gamze Kolcu, “Öğretmen Mutsuz ve Umutsuz”, Hürriyet, 20 Kasım 2015, s.8.

[26]  Burcu Cansu, “Yüzde 90.6’sı Umutsuz”, Birgün, 24 Kasım 2015, s.6.

[27]  Ayşe Sorucu, “Yüzde 5’inin Evine Haciz Geldi”, Milliyet, 25 Kasım 2012, s.25.

[28]  Sinan Tartanoğlu, “Eğitimde Uçurum”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2016, s.8.

[29]  UNESCO’nun 8 Eylül Dünya Okuma-Yazma Günü öncesi yaptığı açıklamaya göre, küresel çapta 15 yaş üzeri 758 milyon kişi okuma-yazma bilmiyor. Türkiye’de ise bu sayı 7 milyonun üzerinde. Çoğu da kız çocukları. (Esra Ülkar, “7 Milyon Türk ‘Okuyamıyor’…”, Hürriyet, 8 Eylül 2016, s.8.)

BM, dünya çapında temel eğitimi sağlama konusunda, pek çok hükümetin sınıfta kaldığını açıkladı. “2000 yılında, 164 ülke, Dünya Ekonomi Forumu’nda 2015’te ‘herkes için temel eğitim’ ilkesinde uzlaşmıştı. Ancak bu bunu gerçekleştirmeyi, çok az ülke başardı. 58 milyon çocuk eğitimden yoksun, 100 milyon çocuk da ilkokulu bitiremiyor. Türkiye ise 207 ülke arasında eğitim hedeflerini gerçekleştirmede 65. sırada yer aldı. (“Dünya İlkokulu Geçemedi”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2015, s.10.)

[30]  Hüseyin Yolcu, “Öğretmenliğin Dönüşümü ve Sınava Hazırlayıcı Öğretmen”, Birgün, 5 Ekim 2016, s.2.

[31]  Deniz Ülkütekin, “Özel Okulların Yarısı Üniversiteye Giremedi”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2015, s.7.

[32]  Ergin Yıldızoğlu, “Artık Sizin Çocuklarınız Yönetmeyecek”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.9.

[33]  Figen Atalay, “… ‘Proje Okul’ İhanet Projesi”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.3.

[34]  Özgür Mumcu, “Proje Okullar”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2016, s.3.

[35]  Gözde Bedeloğlu, “Kuşatılmış Eğitim”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.2.

[36]  Nihal Kemaloğlu, “… ‘Ortak’ Değerimiz, Paralı Sınıf!”, Birgün, 5 Ekim 2016, s.9.

[37]  “Milli Eğitim Şube Müdüründen Talimat: Her Okul En Az Bir Hatim İndirsin!”, 29 Ekim 2016… http://haber.sol.org.tr/toplum/milli-egitim-sube-mudurunden-talimat-her-okul-en-az-bir-hatim-indirsin-173965

[38]  Turan Eser, “Diyanet, Cami Gençlik Kolu (CGK) Kurarsa…”, Birgün, 25 Ekim 2016… http://www.birgun.net/ haber-detay/diyanet-cami- genclik-kolu-cgk-kurarsa- 132834.html

[39]  “AKP’den Diyanet Eliyle Gençliğe Din Tuzağı”… http://www.halkinbirligi.net/akpden-diyanet-eliyle-genclige-din-tuzagi/

[40]  Ergin Yıldızoğlu, “Disiplin Gerekiyor. Eğitim Şart!”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2016, s.9.

[41]  Eylem Nazlıer, “Okul Panoları Şiddet Sarmalında”, Evrensel, 7 Kasım 2016, s.3.

[42]  Deniz Ülkütekin, “Lisede Taciz ve Tövbe Eğitimi”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.4.

[43]  Sinan Tartanoğlu, “İmam Hatipte Ayrımcılık Üzerine Ayrımcılık: Önce Başını Ört”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2016, s.2.

[44]  Uğur Şahin, “Kız ve Erkek Öğrencilerin Yan Yana Oturması Yasak!”, Birgün, 31 Ekim 2016, s.3.

[45]  Serbay Mansuroğlu, “Esnafa, ‘Öğrenciye Etek Satmayın’ Uyarısı”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.3.

[46]  Rahmi Öğdül, “Yüreklerin Vuruşu Ölçüye Sığar mı?”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.15.

[47]  “Milli Eğitim Bakanı Yılmaz: 28 Bin 163 Personel İhraç Edildi”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.14.

[48]  Serbay Mansuroğlu, “Muğla’da 259 Öğretmen İl Dışına Sürgün Edildi!”, Birgün, 6 Kasım 2016, s.3.

[49]  “Eğitmenden Folklor Ekibine ‘Tokatlı’ Motivasyon”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.6.

[50]  “Müdür Gay Öğrenciyi Kız Lisesine Sürdü İddiası”, Birgün, 14 Ekim 2016, s.3.

[51]  Mehmet Çınar, “Okulda Böyle Ceza Olur mu? Tembeller, Terbiyesizler, Yuh…”, Hürriyet, 21 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/okulda-boyle-ceza-olur-mu-tembeller-terbiyesizler-yuh-40254841

[52]  Ahmet Cemal, “… ‘Üniversite’yi Savunan Akademisyenler Kaldı mı?”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2016, s.14.

[53]  Figen Atalay, “Sıfır Oy Alan mı Rektör Olsun?”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2016, s.14.

[54]  Zehra Özdilek, “Rektörlük Akademisyen İçin Hapis Cezası Önerdi”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2016, s.4.

[55]  Uğur Şahin, “Ülke Yönetiminin Bir Örneği; Gümüşhane Üniversitesi”, Birgün, 13 Ekim 2016, s.3.

[56]  İnanç Yıldız, “AKP’li Dekandan İntihal Rekoru: 58 Yayında 45 İntihal”, Evrensel, 16 Nisan 2016… https://www.evrensel.net/haber/277695/akpli-dekandan-intihal-rekoru-58-yayinda-45-intihal

[57]  Dilara Kan, “Kocaeli Üniversitesi’nde OHAL İlan Edildi!”, Birgün, 16 Ekim 2016, s.4.

[58]  Hüseyin Şimşek, “SDÜ’de Katmerli Hukuksuzluk”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.3.

[59]  Nurcan Gökdemir, “Said Nursi’nin Hayalini AKP Gerçekleştiriyor”, Birgün, 2 Haziran 2016, s.3.

[60]  “Akademide 12 Eylül’e Dönüş”, Evrensel, 31 Ekim 2016, s.8.

[61]  Cansu Pişkin, “Yaşananlar YÖK ile Başlayan Yok Etme Sürecinin Son Aşaması”, Evrensel, 6 Mayıs 2016, s.3.

[62]  Dilek Şen, “Yoldaşlarımızla Birlikte Atıldık”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.10.

[63]  Albert Camus, Düşüş, Çev: Hüseyin Demirhan, Can Yay, 2000.

[64]  Fikret Başkaya, “Laikliği Nasıl Bilirsiniz?”, Birgün Pazar, 30 Ekim 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/laikligi-nasil-bilirsiniz-133499.html

[65]  Mehmet Yeşiltepe, “Marksizmde Laiklik”, Birgün Kitap, Yıl:13, No:501, 16 Ekim 2016, s.8-9.

[66]  Fatih Yaşlı, “Paris Komünü, Laiklik, Cumhuriyet”, Birgün, 25 Mayıs 2016, s.3.

[67]  Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., Ekim 1997, s.192.

[68]  V. İ. Lenin, Din Üzerine, Çev: İsmail Yarkın-Süheyla Kaya, İnter Yay., 1998.

[69]  Georges Perec, Uyuyan Adam, Çev: Sosi Dolanoğlu, Metis Yay., 2016.

[70]  Murat Yaykın, “Şaka ve Kayıtsızlık”, Birgün, 27 Ekim 2016, s.15.

[71]  Canan Aydın, “Derviş Zaim: Ütopya Yoksa Felaket Var”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.15.

[72]  Adnan Gümüş, “Üniversite Gençliğine Çağrı: Aklın Gücü ve Uzgörüsü Özgürlüğündedir, Cesur Olmayan Erişemez”, Evrensel, 4 Kasım 2016, s.2.

[73]  Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., Ekim 1997, s.201.

 

İşsizlik fonunda biriken 101 milyar liradan sadece 13 milyarıyla işçilere ödeme yapıldı!

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 21 Kasım’da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi ele alındı. Bütçeden dikkat çeken ayrıntılar:

– Çalışma çağında 58 milyon 756 bin kişi var. İşgücü sayısı 30 milyon 961 bin kişi. İstihdam sayısı 27 milyon 636 bin kişi. İşsiz sayısı 3 milyon 324 bin kişi.

– İşçilerin, işsiz kaldıklarında yararlandıkları işsizlik sigortası fonunda 101 milyar 37 milyon lira birikti. Fonun yıl sonunda 102 milyar 931 milyon lira olması bekleniyor. Fonda biriken bu kaynağa karşın işsizlik sigortası ödemelerinin başladığı 2002 Mart ayından 2016 Ekim sonuna kadar yaklaşık 5 milyon kişiye 13.6 milyar lira ödeme yapıldı.

– 2008 Ekim-2016 Eylül döneminde toplam 2 milyon 205 bin 630 çalışan ile 174 bin 39 işyerinin “kayıt dışı” olduğu tespit edildi.

– Denetim faaliyetleri kapsamında 56 bin 672 işyeri denetlendi. 5 bin 96 işyerinin “kaçak” olduğu belirlendi. 2 milyon 77 bin 445 sigortalı denetlendi. 1498 işyerinin “sahte” olduğu ortaya çıktı. 28 bin 646 sigortalının “kayıt dışı” olduğu belirlendi. 62 bin 709 “sahte sigortalı” tespit edildi. Kaçak, sahte işyerleri, kayıt dışı çalışanlar nedeniyle SGK’nin 119 milyon 572 bin 363 lira kurum zararı tespit edildi.

– Sigorta prim borçlarının yapılandırılması kapsamında bugüne kadar 26 milyar lira SGK alacağı yapılandırıldı.

Kaynak: Cumhuriyet, 22 Kasım 2016

 

Fidel için sancağı yarıya indirmeyin, daha da yükseltin!

Kolay mı? “Köstebeği beklemeyen devrimci”ydi[2] Fidel…

Çünkü “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna verdiği yanıtta, “1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin” diye ekler Nâzım Hikmet: “yalansız hürriyetin eli/ Fidel’in sıktığı el”dir…

O el ki, Camilo Cienfuegos’lu, Che’li Küba Devrimi’dir.

“Şeref ya da onur için değil adil olduğuna inandığımız fikirler için mücadele ediyoruz…

Yurdumuzun tarihi uzak geçmişlere dayanmaz, ama yiğitlik dolu devrim savaşımlarıyla zengin bir tarihtir bu…

Ben bir Marksist Leninistim ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım…

Devrim için savaşmayana komünist denmez…

Beni suçlayabilirsiniz, sorun değil: Tarih beni aklayacaktır…

Biz yenilirsek kalkar yine deneriz, diktatörler yenilirlerse sonları olur…

Devrim hareketine 82 kişiyle başladım. Eğer bunu tekrar yapmak zorunda kalsaydım yanıma 10 ya da 15 sadık insan alırdım. Eğer sadıksanız ve hareket planınız varsa ne kadar küçük olduğunuzun hiçbir önemi yoktur…

Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar…

Bir katilin, bir hırsızın başbakan olduğu bir cumhuriyette, dürüst kişilerin yerinin ya mezar, ya cezaevi olduğunu anlayabilmek zor bir şey olmasa gerek…

Gelmiş geçmiş en büyük ahlâksızlık, emperyalizm ve kapitalizmdir…

Yukarı yarım kürenin, aşağı yarım küreyi ezmesine küreselleşme denir…

Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda kalsın?

İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede maddi refahın gerektirdiği her şeyi üretir, iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece, işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin, haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına izin verdikçe, silahlar işçi sınıfının değil de, çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça, bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine göz yumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun, işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır,” diye haykıran vazgeçmeyen -dim dik- duruştur!

Küba Devrimi, başkaldıran insan(lık) tarihinin en has ürünlerindenken; – Gabriel García Márquez’in deyişiyle- “Bizim Fidel” de onun mimarıdır.

Yedi iklim dört bucakta “bizim” diye sahiplenilen; her yerde adıyla seslenilen O; Nâzım Hikmet’in ‘Havana Röportajı’ndaki destandı:

“Fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı/ Fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56’nın kasımında/ Fidel de içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56’nın/ Fidel de içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57’nin/ Fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular/ Fidel de içlerinde/ Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular”

* * * * *

Emil Michel Cioran’ın, “Yaşamı tutkuyla sevenler dışındakilere ölüm hiçbir anlam ifade etmez. Ayrılacağı bir şeyi olmayan biri nasıl ölebilir ki?”[3] saptaması ortadayken; Onun için sakın bayrakları yarıya indirmeyin, ölenler için yapılır bu; oysa Fidel yaşıyor; bayrakları yükseltin; O hâlâ bizimle; yerkürenin tüm Sierra Maestra’larındadır; her daim orada olacaktır…

“Hastalığımın kesinleştiğini anladığım anda, başkanlık görevlerime son vermeye tereddüt etmedim,” diyen Fidel, 87. yaş günü vesilesiyle kaleme aldığı makalede, “Hâlâ yaşadığına şaşırdığını” belirtip;[4] Goldberg’in “Hastalığınız Tanrı’nın varlığı konusunda fikrinizi değiştirdi mi” sorusunu “Üzgünüm hâlâ bir diyalektik materyalistim,”[5] diye yanıtlarken; Ursula K. Le Guin’in, “İzlenen yolda yol yitirilir,”[6] sözlerini anımsatıyordu…

Hâl böyleyken; yani Vassilis Vassilikos’un ifadesiyle, “Ölüm, tamamlanmayan her şey”ken; 25 Kasım 2016 günü saat 22.29’da bizi -dönmek üzere- bırakıp giden Fidel Castro Ruz, “Zafere kadar, daima!” haykırışının devrimci praksisidir…

Kolay mı? Yakın zaman önce, “Yakında 90 yaşında olacağım. Yakında ben de diğer önderler gibi gideceğim. Elbette hepimizin zamanı gelecek. Ancak Kübalı komünistlerin idealleri, inançları bu dünya için, insanlık için fayda sağlamaya devam edecek. Bu idealler için savaşmaya devam etmeliyiz,” diyen Fidel için “Marksist Leninist olmak bir sorumluluktur”…[7]

* * * * *

Siz bakmayın ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın, “Zalim bir diktatör”;[8] Nagehan Alçı’nın, “Halkını sömüren diktatör”;[9] -Küba Devrimi’nde Castro ve Che’nin yanında mücadele edip, ardından da Miami’de yaşayan rejim karşıtına dönüşen- Huber Matos Benitez’in, “Castro düzenbazdı, gücünü kullanmaktan zevk alıyordu. O kadar akıllı biriydi ki Hollywood aktörlerinin kabiliyeti onun aktörlüğünün yanında sıfır kalırdı. Dünya tarihinde onun kadar maskara biri henüz çıkmadı. Hayatımda karşılaştığım en kötü huylu ve sapık kişiydi. Ama şunu size söyleyebilirim; Castro hem Küba’dan hem de Kübalılardan nefret ediyor. Ama kendisini öyle pazarladı ki kendini Küba halkına ‘Her şeyi Küba için yapan kral’ olarak gösterdi,”[10] türünden zırvalarına!

“Fidel, geceleri aç yatılmayan eşit bir dünya umududur”;[11] “Fidel’in Küba’sı dünyanın her yerinden 80 bin doktor yetiştirendir”![12]

Kolay mı? Küba en yoksul dönemlerde bile bilim ve araştırmadan vazgeçmedi. En büyük mucize de sağlık alanında oldu. Tahmini ömür süresi 80 yıl, ABD’den fazla. Bebek ölümleri bazı yerlerde sıfır! Hastaneler herkese bedava. Ama esas bomba, kanser aşısı Cimavax. Japonya ve Avrupa’dan sonra Amerika da klinik testlere başladı![13]

* * * * *

Hem nasıl unutabilirsiniz, unutturabilirsiniz?

Küba, 1958 Devrimi öncesi gayriresmî bir Amerikan sömürgesiydi.

Amerika’nın kumar merkezi hatta “genelevi” denirdi.

Al Capone, Lucky Luciano, Meyer Lansky gibi mafya liderleri diktatör Batista’yı maaşa bağlamıştı.

Devrim bu çürük düzeni hedef aldı. Küba Devrimi haklı bir devrimdi.

Amerikan mafyası, CIA ile ortak çalışarak Fidel Castro’ya defalarca suikast girişiminde bulundu.

Kübalı göçmenler Amerika’nın desteğiyle adayı işgal etmeye çalıştı…

Çok zor koşullarda, Kübalıları gururlu, başı dik bir toplum yaptı;[14] “Latin kanıyla sosyalizm birleşirse ne olur? Cevap: Kübalı olur,”[15] saptamasındaki üzere…

* * * * *

Hikâyeyi bilmeyen var mı hâlâ? Varsa ne yazık!

26 Temmuz 1953: Yaklaşık 100 kişilik bir gerilla grubu Moncada Kışlası’na saldırdı. Çoğu hayatını kaybetti. Fidel Castro ve Raúl Castro’nun da içlerinde olduğu sağ kalanlar yakalandı. Fidel 15 yıl ceza aldı.

1955: Batista, yurtiçi ve yurtdışından gelen baskılar üzerine, tüm siyasi mahkûmları serbest bıraktı. Castro kardeşler Meksika’ya sürgün edildiler. Orada Che Guevara ile tanıştılar. Meksika’da, İspanya İç Savaşı’na katılmış olan eski askeri lider, devrimci Alberto Bayo tarafından eğitildiler. “26 Temmuz Hareketi” burada kuruldu.

Kasım 1956: Meksika’da eğitim gören 82 kişi Küba’ya gitmek üzere, Fidel Castro önderliğinde Granma yatına bindiler.

Aralık 1956: Karaya çıktıktan sonra düştükleri pusuda pek çok gerilla hayatını kaybetti. Sağ kalan 12 kişi Sierra Maestra’ya varıp buluşmayı başardılar. Fidel Castro, Che Guevara, Raúl Castro ve Camilo Cienfuegos da aralarındaydı.

1957-Haziran 1958: Dağlarda Batista garnizonlarına küçük çaplı saldırılar. Kentlerde Batista’nın misilleme olarak uyguladığı baskı.

Temmuz 1958: Küba ordusunun Verano operasyonu. Castro kuvvetlerinin direnişi.

1 Ağustos 1958: Geçici ateşkes görüşmeleri.

Ağustos 1958: Castro güçleri karşı saldırıya geçer.

Kasım 1958: Che Guevera, Camilo Cienfuegos ve Jaime Vega komutasındaki üç kol Santa Clara’ya doğru ilerledi. Jaime Vega kolu yok edildi.

30 Aralık 1958: Camilo Cienfuegos, Yaguajay’ı aldı.

31 Aralık 1958: Cienfuegos ve Guevara’nın kuvvetleri Santa Clara’ya girdi.

1 Ocak 1959: Bu haberleri alan ABD destekli diktatör Fulgencio Batista uçakla Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı.

l2 Ocak 1959: Castro kuvvetleri Santiago de Cuba’ya, Che Guevara ve Cienfuegos da Havana’ya girdiler.

l6 Ocak 1959: Fidel Castro, Havana’ya geldi.

1961: CIA’in organize ettiği ABD’deki Kübalılar silahlanarak, Küba’daki Domuzlar Körfezi’ne çıkarma yaptı. Ancak plan başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı yıl ABD Küba’ya yönelik yaptırımlara başladı.

1962: Sovyetler Birliği’nin Küba’ya füze yerleştirdiğinin ortaya çıkmasıyla, üçüncü dünya savaşının eşiğine gelindi. Kriz, Küba’daki füzelerin kaldırılmasıyla sona erdi.

1977: Küba-ABD ilişkileri normalleşmeye başladı. İki ülke karşılıklı olarak ‘çıkar ofisleri’ açtı.

1996: ABD’nin yürürlüğe soktuğu Helms-Burton Yasası’yla ambargo daha da ağırlaştırıldı.

1999: ABD’ye götürülen Kübalı Elian Gonzalez adlı çocuk, iki ülke arasında diplomatik kriz yarattı. Baba Gonzalez’in baskısıyla ABD altı aylık krizi sonlandırarak Elian’ı Küba’ya iade etti.

2002: Eski ABD Başkanı Jimmy Carter Küba’yı ziyaret etti.

2013: ABD Başkanı Obama ve Kübalı mevkidaşı Castro, Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’nın cenazesinde el sıkıştı.

2014: ABD Başkanı Obama ve Küba Devlet Başkanı Castro, iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirmek için görüşmelere başladılar.

* * * * *

Nihayet, siz bakmayın “Fidel Castro sonrasında Küba’da nelerin değişebileceği konusu pek çok Kübalının kafasındaki gizli soru… ‘Küba rüyasının sonunu Obama mı getirecek’ sorusu yankılanıyor kafamda,”[16] türünden ucuzluklara!

“ABD’yle normalleşme” mi dediniz?

Eski ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’yi, George Bush döneminde terör şüphelileri üzerinde uygulanan şiddet içerikli sorgulama tekniklerini savunmakla suçlayarak, “İşkenceyi, bir bilgi alma yöntemi olarak görüyorlar… Terörizm gökten inmedi; yöntemleri 1959’daki Küba Devrimi ile mücadele edebilmek için ABD tarafından oluşturuldu,”[17] diyen Fidel Castro, ABD-Küba görüşmeleri için ABD’ye güvenmediğini belirtip, bunun çatışmaların barışçıl bir biçimde çözülmesini reddettiği anlamına gelmediğini söylerken;[18] ABD ve İsrail, 28 Ekim 2016 tarihinde BM Genel Kurulu’nda gerçekleştirilen abluka oylamasında çekimser oy kullandı.

BM Genel Kurulu’nda konuşan Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez Parrillo ise ablukanın etkilerine değindiği uzun konuşmanın sonlarında şu ifadelere yer verdi: “Kültürümüze ve tarihimize yabancı rüyalara ihtiyacımız yok. Küba Devrimi her gün gençler tarafından bir kez daha inşa ediliyor. Kübalı gençler tıpkı anne babaları, tıpkı nine ve dedeleri gibi yurtsever ve antiemperyalistler. Bizim kendi değerlerimiz ve sembollerimiz var, bunları savunmaya ve zenginleştirmeye devam edeceğiz, ama bu değer ve semboller daima Kübalı olmaya devam edecekler. Bunları başka değer ve sembollerle değiştirmeyeceğiz, egemen ve sosyalist bir ulus olmak için mücadele etmeye devam edeceğiz. Kapitalizme geri dönmeyeceğiz.”[19]

* * * * *

Manuel Cabieses Donoso’nun, “Küba Devrimi’nin en önemli özellikleri, onuru, acılar karşısında gösterdiği bitmez tükenmez dayanışması ve diğer halkların ihtiyaçlarına duyduğu ilgidir,”[20] biçiminde formüle ettiği Fidel’in özgürlük rüyası mutlaka tamamlanacakken; ve bizler sınıfların ve sömürünün tümüyle ortadan kalkacağı bir dünya kurulana kadar yolumuzu aydınlatanlardan Fidel’e borçlu kalacağız; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ Hiçbir yere gitmiyor,” dizeleri eşliğinde Edip Cansever’in…

* * * * *

Son bir şey daha: Küba Destanı’nın “Virtus omnia subter se habet/ Kahramanlık her şeyi arkasında bırakır,” diyen ve Arthur Schopenhauer’ın, “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır,” saptamasını doğrulayan(lardan)dı Simón Bolívar’ın torunu, José Martí’nin oğlu, Che’nin yoldaşı “Bizim Fidel”…

 27 Kasım 2016 22:31:58, Ankara

 

[1]    Can Yücel, “Fidel’in Gelişi Gidişi”, 1996.

[2]    Soner Torlak, “Fidel Castro Ruz: Köstebeği Beklemeyen Devrimci”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:237, 22 Temmuz 2015, s.22.

[3]    Emil Michel Cioran, Gözyaşları ve Azizler, Çev: İsmail Yerguz, Jaguar Kitap, 2015.

[4]    “Hâlâ Yaşadığıma Şaşırıyorum”, Milliyet, 15 Ağustos 2013… http://dunya.milliyet.com.tr/-hala-yasadigima-sasiriyorum-/dunya/detay/1750317/

[5]    “Castro’dan İran’a Acı Tavsiyeler”, Radikal, 9 Eylül 2010, s.13.

[6]    Ursula K. Le Guin, Yanılsamalar Kenti, Çev: Meltem Tayga, İmge Yay., 3 Baskı, 2016, s.104

[7]    “Fidel: Marksist Leninist Olmak Bir Sorumluluktur”, 26 Kasım 2016… http://haber.sol.org.tr/dunya/fidel-marksist-leninist-olmak-bir-sorumluluktur-177022

[8]    “Trump Tek Cümlelik Açıklamasının Devamını Getirdi: ‘Castro Zalim Bir Diktatördü’…”, 26 Kasım 2016… http://ilerihaber.org/icerik/trump-tek-cumlelik-aciklamasinin-devamini-getirdi-castro-zalim-bir-diktatordu-63726.html

[9]    Nagehan Alçı, “Halkını Sömüren Diktatörün Ülkesi Küba”, Akşam, 26 Temmuz 2012, s.13.

[10]  “Che Guevara iyi, cesur bir savaşçıydı ama maceraperestti. En kötü yanı vahşeti sevmesiydi. Binlerce idamın nedenidir. Yazılarını okuduğunuzda onun bir devrimci ruha sahip olmadığını görürsünüz.” (Nevsal Elevli, “Huber Matos Benitez: Castro Düzenbazdı Che Vahşeti Severdi”, Milliyet, 13 Mayıs 2012, s.24.)

[11]  Barış İnce, “Fidel, Geceleri Aç Yatılmayan Eşit Bir Dünya Umududur”, Birgün, 26 Kasım 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/fidel-geceleri-ac-yatilmayan-esit-bir-dunya-umududur-137113.html

[12]  “Fidel’in Küba’sı Dünyanın Her Yerinden 80 Bin Doktor Yetiştirdi”, Birgün, 26 Kasım 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/fidel-in-kuba-si-dunyanin-her-yerinden-80-bin-doktor-yetistirdi-137114.html

[13]  Çınar Oskay – Sebati Karakurt, “İnsanlığa En Büyük Hediye Küba’dan mı Geliyor?”, Hürriyet, 13 Eylül 2016, s.2.

[14]  Çınar Oskay – Sebati Karakurt, “Geleceğin Lideri Canel Devrimin Mirasını Taşıyabilecek mi?”, Hürriyet, 14 Eylül 2016, s.2.

[15]  Melek Aldemir, “Küba: Ortaya Karışık Liberalizm”, Radikal, 22 Nisan 2011, s.30-31.

[16]  Elçin Poyrazlar, “Gerçek Havana Sokaklarda”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2009, s.10.

[17]  “Castro, Cheney’yi Suçladı”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2009, s.11.

[18]  “Fidel Castro’dan Küba-ABD Görüşmeleri Yorumu: ABD’ye Güvenmiyorum”, Gündem, 28 Ocak 2015, s.12.

[19]  “ABD Küba Ablukası’nın Kaldırılmasına Çekimser Oy Kullandı”, 28 Ekim 2016… http://direnisteyiz3.org/abd-kuba-ablukasinin-kaldirilmasina-cekimser-oy-kullandi/

[20]  Manuel Cabieses Donoso, “Küba, Seni Seviyoruz….. ”, Sendika.Org, 15 Aralık 2009… http://sendika12.org/2009/12/kuba-seni-seviyoruz-manuel-cabieses-donoso/

 

Çoban (başkan)lık sistemi

15 Temmuz ile başlayan “başarısızlığa planlanmış” darbe, OHAL uygulamaları ile yoluna devam ediyor ve gerçek bir darbe olarak tarihte yerini alıyor. Bu hali ile bu darbe, aslında 7 Haziran seçimleri sonrasında başlamış bir darbeye benzemektedir.

Darbe, esas olarak bir Saray darbesidir.

Saray, ilk önce, Kürtlere karşı açık, şiddetli, ölçüsüz bir savaş planını devreye koymuştur. Bu plan ile birlikte Erdoğan, Saray, egemen güçlerin, çatışan devlet güçlerinin “birliğini” sağlamaya yönelmiştir. Devlet güçlerinin birliği, en fazla, Kürtlere karşı ölçüsüz saldırı politikalarına dayandırılmıştır. Devlet içinde, uluslararası güçlere de bağlı olarak yer kapmaya, bölgemizde süren emperyalist paylaşım savaşımının izdüşümü olarak devleti ele geçirmeye yönelik çatışma, alttan alta sürmektedir. Ama Kürt halkına dönük saldırı ne kadar şiddetli ise, o denli “birlik” mesajı verilmektedir.

Bu birlik mesejı, sadece halka karşı bir tek ses görünme ihtiyacına hizmet etmez. Dahası var. Saray, bu yolla, devletin içinde çatıştığı güçleri, Kürtleri boğma planı çerçevesinde, geçici de olsa kendine onay verir hale getirmektedir. Bu arada ise, Başkanlık, ya da Çobanlık sisteminin geçmesi için uğraşmaktadır.

İkincisi var. Saray, devlet içindeki güçleri kendi yedeğine alıp, Çobanlık sistemine kadar, Kürt halkı başta olmak üzere, tüm muhaliflere saldırırken, aynı zamanda, OHAL uygulamaları ile, “sınırları” aşmaktadır.  Belediyelere kayyum atanması bir “sınırları aşma” girişimidir. Burjuva devlet, Tekelci polis devletidir ve hiç bir zaman demokrasinin egemen olduğu bir devlet değildir. Bunu biliyoruz. Ama yine de, devlet, arkada bulunan devlet dişlilerinin yer aldığı baskı aygıtını, genel oy ve parlamentoda ifade edilebilecek bir sistem ile, bir örtü ile örter. Kayyum atanması, aslında bu örtünün açıkça yırtıldığının kanıtıdır. Bu anlamda bir “sınırları” aşma girişimidir. Tüm ülkenin OHAL ile yönetilmesi, KHK kararları ile açıkça, anayasaya aykırı yasalar ortaya konulması, FETÖ avcılığı adı altında açıkça, Çobanlık sistemini garantiye alacak uygulamaların bir bir devreye sokulması, aslında nasıl bir başkanlık sistemi düşünüldüğünün de kanıtlarıdır.

Ve üçüncü olarak bu darbe sürecinde, başkanlık sistemine giden bu darbe sürecinde, Saray, tüm medyayı denetim altına alma peşindedir. Cumhuriyet gazetesine dönük saldırı, bu açıdan ilgiye değerdir. Cumhuriyet gazetesine dönük saldırı, devlet güçlerinin Kürtlere karşı saldırı başlığı altında sağladığı birlik ile de uyumludur. Bu nedenle bu saldırıda, Mustafa Balbay’da yer almaktadır. Devlet güçleri, kendine “ulusalcı diyen”,  Erdoğan’la, işbirliği yapan, Ergenekon davalarında yargılanmış bir kesimi de içermektedir. Ve bunlar, bugün, Erdoğanla ittifakı savunmaktadır. Ama bu arada, Erdoğan’ın, Çobanlık sistemini hayata geçirme planlarına gözlerini kapamaktadırlar. Oysa fiili olarak gerçekleşen budur.

Aslında bu durum, yeni de değildir. Erdoğan, her tür yarayı kaşıyarak, her dönem kendine uygun ittifaklar bulmakta güçlük çekmemiştir. Dün, bir çok liberal, Erdoğan’ın yanında yer almıştı, dün, tüm Gülen hareketi, bugün kendisinin FETÖ dedikleri , neredeyse herşeyini borçlu olduğu kadrolardır. Bugün ise, aynı Erdoğan, Kürtlere karşı savaş bayrağı altında, Ergenekoncuları, “ulusalcı” ırkçıları kendi bayrağı altına toplayabilmektedir. Cumhuriyet’e dönük operasyon, tam da bu ortama dayanmaktadır. Ve bu operasyon, elbette basının tam tekmil hızaya çekilmesi açısından, Başkanlık sistemi açısından önem taşımaktadır. Yani Erdoğan, Mustafa Balbay’ın da ulusalcıların desteği ile, stratejik bir tepe ele geçirmiştir. Bu yeni tepe, başkanlık sistemi için tepe tepe kullanılacaktır.

Bu üçlü üzerine kurulu Başkanlık planları, Saray darbesinin temelidir. Ve bu darbe, bugün, belli sonuçlar vermiştir. Bu nedenle de Erdoğan artık, Başkanlık sisteminin “teori”si üzerine çalışmaya başlamıştır.

“Teori”, tıpkı Saray’ın kendisi gibi fakirdir ve bu nedenle şaşalı sunulmak istenmektedir. “Teori” tıpkı Saray yönetimi kadar “derin”likten yoksundur, yüzeyseldir, bu nedenle  danışmanlar ordusu “dolar karşılığı” savunmasını yapmaktadır.

“Teori”nin ilk halinde ulaştığı isim “Türk tipi Başkanlık Sistemi” idi. Aslında, geleneksel olarak, bir sistem uygulanır ve sonuçta, türleri içinde bir yer edinerek bir isim alır. Mesela Kanada tipi başkanlık sistemi demeniz için, bunun uygulanmış olması gerekir, yetmez, diğer türlerinden olumlu ya da olumsuz bariz farklılıkları olması gerekir. Bu durumda, başkanlık sistemleri üzerine çalışanlar buna bir isim koyma gereğini duyarlar.

Ama Burhan Kuzu, böylesi bir “teori” düşkünlüğüne sahip değildir. O tıpkı, bir imamhatip okuluna adı verilmiş devlet büyükleri gibi olmak istemektedir ve daha en başından kendi adı ile anılması “ağanın b.kunun üzerine b.k” olacağından, buna “Türk tipi başkanlık sistemi” demiştir. Ve eğer buna birisi itiraz ederse, zaten daha çerçevesi belli olmayan bu şeye bu isim verilemez, başkanlık sisteminin Türk tipi olmaz vb derse, o da basitçe “neden olmasın, siz Türk milletini hor mu görüyorsunuz” der.

İşte bu derinlik nedeni ile biz “teori” sözcüğünü tırnak içine alıyoruz.

Zaten, sonuçta, bugünlerde bizim ülkemizde gerçekleşecek, gerçekleşmekte olan vb herhangi bir şeye isim verilecekse, hele ki bu da “teori”ye geçecekse, bunu zaten Erdoğan’dan başkası yapamaz. Ne buna yeltenen çıkabilir, ne de herhangi birisi daha doğru ismi bulabilir. Yönetme meselesinde belediyeyi saymazsak 15 yıllık bir deneyime sahip olan Erdoğan, bu işin teorisini de pratiğini de hem Yiğit Bulut’tan, hem de Burhan Kuzu’dan daha iyi bilir. Ne de olsa bu durum şöyledir: siz Erdoğan’ın neye ihtiyaç duyduğunu ondan daha iyi nasıl bilebilirsiniz?

Bir doktor, hastasının neye ihtiyacı olduğunu hastadan iyi bilebilir mi? Bu olmadı galiba. O zaman bu örnek yanlıştır.  Zaten burada hasta olan, sistemdir, doktor olan Erdoğan’dır. Diğerleri, ancak O’nu destekledikleri oranda varlıkları anlamlı olan zatlardır. Hepsi budur.

İşte yine hayat, bu yönde ilerledi ve Erdoğan, başkanlık sistemi için “teorik” açılımını yaptı: Çobanlık sistemi dedi.

Erdoğan, bir hadisten yola çıktı ve Çobanlığa vurgu yaptı. Ve şöyle dedi:  “Çobanlığın felsefesini anlamayan,  insan yönetemez. Ben bir çobanım. Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden mesulsünüz”

Görüldüğü gibi, burada Başkanlık ve Çobanlık arasında sıradan bir benzetme yapılmamaktadır. Bu öyle akşam akla gelmiş, ya da bir danışmanın bir anda Erdoğan’ı rezil etmek için uydurduğu bir benzetme değildir. Zira, Erdoğan, çobanlığın felsefesinden söz etmektedir. Bu durumun Burhan Kuzu için anlamı çok büyüktür. Muhtemelen kendini evine kapatmıştır, ve artık “benim bu dünyada yerim yok, beni ölüm paklar” anlamına gelmekte olan bir şarkı sözü yazmaktadır. Tarihi bir trajedidir bu, adamın soy adı Kuzu’dur ve “gütmek” işi sonuçta “kuzu” soyuna yön vermek içindir. Burhan Kuzu, bu işin felsefesi üzerine acilen kafa yormalıdır ve felsefecilerden oluşmuş bir kurul kurulmalıdır. İşte o zaman Erdoğan’ın söyledikleri açılabilir ve derinliğine ulaşılabilir.

Çobanlık, sadece koyunların, sürünün arkasında beklemek demek değildir. Büyük sürülerde, ki mutlaka büyük sürüden söz etmemiz gerekir, çobanın en sadık yardımcıları köpeklerdir. Köpekler esas olarak iki sınıfa ayrılırlar. İlki, çoban köpeği adını alan köpeklerdir. Bunlar sürüye kurt dalmaması için vardırlar. Aslında, çoban köpekleri, insanoğlunun evcilleştirdiği Kurtlar olarak da ele alınabilir. Buradan hareketle, en iyi köpeklerin, dönmelerden çıktığı sonucuna gelebilirsiniz. Osmanlı’daki kapıkulu sistemi de iyi bir örnek olur. Ama iş bununla sınırlı değil. Her 100 koyuna bir çoban köpeği lazım diye bir de oran lazımdır. Bunu Yiğit Bulut ve Cemil Ertem daha iyi hesaplarlar. Bu konu biraz felsefesinin dışına çıkar. Teknik bir meseledir. Ve bu köpeklerin her türlü rahatlaması için  sürüde başka köpekler de vardır. Bu köpek türü, aslında Çoban’ın da iğrendiği bir türdür ama ne yaparsın, insanlık işte, köpeklerin de rahatlamaya ihtiyacı vardır. Bunlar boyları küçük türlerdir ve işleri, köpeklerin her tür organını yalamakla başlar.

İşte çobanlık felsefesi biraz burada yatıyor.

Gelin görün ki, Erdoğan’ın işi dayandırdığı hadis, aslında üzerinde çok tartışma olan bir hadistir ve İhsan Eliaçık da, bu hadisin Emevilerin uydurması olduğunu söylemiştir.  Zira, duruma da uygundur. Arap çöllerinde çobanlık mesleğine çok fazla atıf yapılması, tarihi olarak da çok mümkün değil. Olsa olsa çobanlığın çok önemli  olduğu tarım ve hayvancılık ayrımı döneminde, hayvancılık yapan kabilelerden gelen bir sözdür ve Emevilerin bunu kullanması çok da akla yatkındır. Zira, işin özünde, halkı bir sürü gibi görme “felsefe”si yatmaktadır. Bu durumda, ortadan hadis meselesi kalkar, ama  işin “felsefesi” devam eder.

Böylece, Çobanlık sistemi diye bir tartışma başlamıştır. Parlamenter sistemin arızalarına karşı, güçlü olduğu söylenen ve 2030 yılna kadar Erdoğan’ın başçobanlığına dayanan bir çobanlık sistemi önerisi ortaya konmuştur.

Burada çoban, tüm yönetenleri de kapsamaz. Çoban, doğrudan bir kişiyi temel alır. Elbette, çoban da insan soyundandır ve bu durumda, kesinlikle aynı soydan olmadığı köpek ve sürüdeki hayvanlar dışında bir çevreye de ihtiyaç duyar. İşte bu da, yönetici sınıftır. Yönetici sınıf, aslında çoban’nın ihtiyaçlarını giderir. Çoban gülmelidir, çoban yemelidir, çoban eğlenmelidir, çoban başka bazı ihtiyaçlarını gidermelidir vb. İşte tüm bunlar, Saray’da toplanır. Harem de bunun bir parçasıdır, sarayın soytarısı da. Gelki bu Çobanlık sisteminde Saray da bir çadırdır. Ama çadırda da buna benzer işler olur. Ve bir de sürü üzerine ekonomik ve teknik hesaplar yapacak bir “teknisyenler” grubu lazım. Bunlar da Kuzu gibi, Joleli gibi tiplerdir ve yerleri saraydadır.

Köpek, burada soyundan geldiği Kurtlara karşı sürüyü koruyandır ve daha çok kolluk kuvvetine denk gelir. Çobanlık felsefesinde, yargıçlar ve hakimler grubu yoktur. Çoban zaten ilgili durumlarda kararı verir. Ama eğer “çobanlık felsefesi” üzerinde çalışacak olanlar, köpeklerin yanında, bu yargı kesimi için bir yer bulursa, bu da sorun olmaz. Bunların ihtiyaçlarını gören, boyları , başlarını kaldırınca yaklaşık köpeklerin kıçlarına denk gelen ikinci köpek grubu ise, aslında köpeklerin dahi saygı duymadığı bir kesimdir.

Ama FETÖ örneğinde görüldüğü gibi, hem Saray’da, hem de bu köpekler grubunda bir sızma, yani kurtlarla işbirliği durumu gelişebilir. Bu durumda çoban’ın kime güveneceği çok önemli bir sorun olur ki, işte Kuzu ve Joleli, tam burada devreye girerler.

Tüm bu sistemde, Çoban, anlamlı yalnızlık içinde, kadr-i mutlaka yakın bir yerdedir, dağlar kadar yalnızdır ve doğrusu köpekler dışında hiç bir şeye güvenemez.

Sistemin tümü ise, aslında sürüyü, kuzuları gütmek içindir. Etinden, sütünden, yününden faydalanmak içindir.  Etinden, sütünden, yününden nasıl yararlanılacağını planlamak için, elbette, sarayda yer bulmuş, çoban’ın ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü ekibe katılmış, bir teknik ekip görevlidir. Bu ekibi, Çoban’ın kendi sülalesinden birine bağlaması en doğru olanıdır. Zira, bu eti, sütü, yünü, herkese emenat etmek mümkün değildir. Kendisi, yalnızlık içinde, kadr-i mutlak’ı arkadaş  edinmiş çobanın, eti, sütü, yünü, kadr-i mutlaka emanet etmesi asla “felsefi” bir konu bile değildir, tartışılamaz.

Peki sürü, ya da kuzular, onların felsefesi üzerine ne söyleyeceğiz? Yerinde bir sorudur. Bugün, Kuzu ve diğerleri, Ergenekoncular ve Saray gladioları, hep birlikte, korkut, sindir, gerekirse yok et diye bağırmaktadırlar. Korkutmak, sütü kesiyor, sindirmek, et yönünden hafiflemeye neden oluyor, öldürmek tamamen murdar etmek anlamına geliyor.

Böylece, felsefi olarak çobanlık isteminin bir açmazı oluşuyor, sürüyü gütmek için kurulan sistem, sürüyü çoğaltmıyor, semiz hale getirmiyor, verimli hale getirmiyor, tersine onu yok ediyor.

Hele ki, çoban, bir de otlağın sahibine, kira ödüyorsa.

Kahyalık sistemi, burada işin felsefesinden tam bir kopuşu ifade ediyor. Efendi, çobanlık yapmıyor artık. Efendi, çiftlik sahibidir. Kendisine kahya bulmuştur. Kahya, bir çobana, elbette tarım işleri için de başkalarına, ihtiyaç duyar. Bu durumda çoban, köpeklerin başı haline geliverir ki, bu da garanti değildir.

Kaldı ki, kahya, hele hele efendi çobandan da çok hoşlanmaz. Onu biraz da yabani görür ki, bu durumda Erdoğan’ın kendisine çoban felsefesi fikrini vermiş, ya da subliminal yollarla aklına sokmuş herkesin kellesini vurması gerekir. Çünkü, hiç de iyi bir yer elde etmek demek olmuyor, dahası, pratik olarak Saray’daki yerini kaybettiği anlamına geliyor. Bizden uyarması.

Bir süre önce, bir sanatçı mı idi, hatırlayamıyorum, ama bir kişi, benim oyum ile çobanın oyu bir olur mu demişti. Yine bu kişinin AK partiye oy vermediği anlaşılıyordu ve üzerine, islami salvolarla gidilmişti. (aslında sadece felsefi olarak üzerine gidilebilirdi, ama bu durumda, kul anlayışı yara alabilirdi.) Neyse, buradan Erdoğan ve Saray yara almamıştı. Ama şimdi, bu çobanlık tartışması, bu eski “elit” kesimi hedef alan bir açık meydan okuma olarak ele alınabilir ama, işin “felsefesi” öyle değil. Bu nedenle, özellikle subliminal yollarla “çobanlık felsefesini” Erdoğan’ın aklına kimin soktuğu tartışılmalıdır.

Necip Fazıl, Erdoğan’ın kalbinde bir yer tutmuş mudur bilemeyiz, zira kendisinin her söylediğinin tersini de söylediği bir an’ı vardır. Ama yine de kendisi Necip Fazıl’ı çok sevmektedir. Platon’un devleti ele alışına göre, Necip Fazıl’ınki farklıdır. Platon’dan örnekler arayıp da, çoban ve sürü için feyz alabilirsiniz. Hele ki, hiristiyanlığı incelerseniz, epeyce bir çoban övgüsü bulabilirsiniz, çünkü, yerleşik tarımsal düzene karşı, çobanlar yoksulların da temsilcisi haline gelmişti.  (yine felsefi olarak dağlardaki çobanlar ile, yerleşik tarımsal hayatın içinde kahyaya bağlı çobanları birbirine karıştırmamak lazım. ) Ama Necip Fazıl Kısakürek, bu konuda farklı düşünür.  Şöyle der “Bir İmam-i Gazali ile çobanı kemiyet hesabı ile bir tutan bir rejim ‘Batıl’dır” der. Yani, İmam-i Gazali ile çoban, sayı hesabı ile, çokluk hesabı ile, oy hesabı ile bir tutulmamalıdır demek ister. Burada, tesadüfe bakın ki, İmam-i Gazali’nin karşısına Necip Fazıl’ın koyduğu örnek, felsefesi üzerine tartıştığımız çoban’dır.

Erdoğan, bu denli muktedir değil iken, bu denli çoban değil iken, “yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum” demeyi severdi. Uysal koyun olmayı, kuzu gibi güdülmeyi, pek de  hoş karşılamadığı anlamına gelen sözler idi bunlar. Ve o zamanlar bu sözler, islamın ABD tarafından güdülmesi durumuna karşı olanlar için, çok alkış alan sözler idi. Böylece, islam ve anti-emperyalist mücadele arasında bağ olduğu fikrini de kullanan sözler idi. Güdülmeye karşı, uysal koyun olmamak övülmekte idi. Bu durumu da sayın Kuzu’ya not alması için hatırlatmak faydalı olur kanısındayım.

Oysa şimdi, Edoğan muktedirdir. Ve durum değişmiştir.

Acaba hangisi gerçektir?

İşte güç zehirlenmesi denilen şey burada anlam bulur. Güç zehirlenmesi öyle bir şeydir ki, doğru ile yanlışı ayırt etme yeteneğini yok eder.  Güçten midir, yoksa güçsüzlükden ve korkudan mıdır?

Sizce nedendir? Mesela HDP operasyonlarına bakalım, mesela tutuklanan milletvekillerinin durumuna bakalım. Mesela mecliste, HDP grup toplantısına katılmak için, dinleyici olarak gelmek isteyenlerin Meclis’e sokulmamasına bakalım. Sizce bu güç müdür, yoksa korku mudur? Sayın Kuzu, “Türk tipi başkanlıktan Çobanlık sistemine” geçişimizi felsefi olarak ele alıp, hukuk felsefesi tarihi içinde yorumlarken, acaba, korku ve güç arasındaki ince çizgiyi nasıl yorumlar?

TBMM, daha bir süre önce, İncirlik üssünden kalkan uçaklarca bombalanmış ve Muktedir, bu “allahın lütfü” dediği darbenin bir parçası olan bombalamayı, ziyarete gelen Batılı efendilerine göstermek için tamir bile ettirmemişti. Ve şimdi, bu parlamento fiili olarak da felsefi olarak da ortadan kaldırılmıştır. Halkın izleyici olarak TBMM’ye girmesi yasaklanmıştır. Bunu Ergenekon ekibi, Saray gladiosu, Perinçek takımı, Kürtlere karşı bir zafer olarak kutlayabilir. Gerçekte bu çözülmedir, korkudur.

Çobanlık sisteminin felsefi olarak, Erdoğan konuşmalarında açık olduğu da tartışılırdır.  Erdoğan, Çobanlık sistemi ile şeyhülislamlığı birleştirmeyi de düşünüyora benzer. Bu durumda çobanlık felsefesi sınıfta kalır.

Çobanlık sistemi, Saray konuşmalarına, muhtarların partiler halinde sarayda konuşulacak kişiler muamelesi görmesine açık değildir. Felsefi olarak açık değildir. Çoban, evet, hem yalnızlığı nedeni ile zaman zaman kavala asılır , hem de bu kaval sesinin kurtlar üzerinde bir etkisi olduğu söylenmektedir. Ama Saray konuşmaları, karşıya konuşulacak nesneler olarak konulan canlıların yanısıra, sürünün de korkutulmasını amaçlamaktadır ki, burada Çobanlık felsefesi yine aşılır. Çünkü, Çoban güttüğü sürüye göre ayrı bir canlı türüdür ve konuşma yolu  ile sürü ile bir iletişim kurmayı denediği de doğru değildir. Ama Erdoğan, aslında korkutmak amacı ile, kendinden yana koyunları, kendine karşı koyunlara karşı bilemek amacı ile bu konuşmaları yapmaktadır. Elbette, muhteşem yalnızlığının da bu konuşma- gösterilerinde bir payı vardır.

Son dönemlerde, Erdoğan, AB ile kapışmaktadır. Ve burada da, büyük bir korku vardır. Bu korku ile, Çobanlık sistemine geçişi hızlandırmak istemektedir. Anlaşılan budur ve acelesi vardır.

Tam bu noktada, Erdoğan’ın etrafında toplanmış devlet güçleri içinde çatlamaların baş gösterdiğini de görmek mümkündür. Pek yakında Ergenekon grubunun, dişleri sökülmüş halde aldatıldık dediklerini duymaya başlayacağımız kesindir.

Çobanlık sistemi felsefesi üzerinde tartışma sürerken, devlet, orduya 30 bin asker alacağını açıklamıştır. Bu da devlet güçleri içinde Erdoğan bayrağı altında birleşenlere iyi bir haber değildir. 30 bin askerin bir bölümü erattır, bir bölümü subaydır. Şimdi bu subayların, KHK’larla, imamhatip okulu mevzunlarından alınmayacağını kim söyleyebilir? Bu aslında daha çok Mustafa Balbay’ın problemi olsun. Belki, Erdoğan’ı ikna edebilirler. Ama gerçekte, bu çözülmenin kendisidir.

AK partinin, MHP’nın, CHP’nın parti olmaktan çıktığını yazmıştık. Şimdi, MHP ve CHP’ye düşen görev, yeni ordunun içinde, kendi adamlarının AK partililerden fazla olmasını sağlamak olmalıdır.  Başka ne işe yararlar?  Erdoğan, açık ve net olarak, kendi taraftarlarından bir ordu yaratmak istiyor. Bunun tarihte örnekleri de yok değildir. Saddam en yakın uygulamadır. Ama daha fazlası da vardır.

Bu açıdan Saray, zamanla yarışmaktadır. Devlet güçleri arasındaki, Kürtlere ve devrimcilere karşı ittifakın çatırdama dönemi gelmiştir. Bu durumda, hazır OHAL bu hal iken, hızla işlerin bitirilmesi gerekmektedir. Orduya asker alma metodu, Çobanlık sistemini çoktan aşmıştır. Bu açıdan artık bir felsefe tartışmasına da ihtiyaç yoktur.

Siz bu uygulamalara, meclisten geçen yeni “tecavüzcünle evlen” yasasını ekleyin. Siz bu uygulamalara, Amerikaya giden Adalet bakanının, Gülen’i istemeyip, Zarrab’ı istemesini ekleyin. Siz bunlara Boğaziçindeki rektör atanması sürecini ekleyin. Ya da daha başkalarını.

En son, kelebek gazetesinin verdiği ödüller nedeni Okan Bayülken için Erdoğan’ın söylediklerine bakın, çürümeyi, korkuyu, tükenişi göreceksiniz.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok, Sarayın acelesi vardır.

Sistem çatırdamaktadır.

Ve ne Kürtlere karşı bu savaş, ne halka, devrimcilere karşı bu savaş, bu OHAL sürdürülebilir değildir.

Erdoğan, hızla Başkanlık sistemini geçirip, hızla, kendini sağlama alma peşindedir. Bir kere Başçoban ünvanını alınca, Batı’nın kendisini tanıyacağını, muhatab olarak almak zorunda kalacağını düşünmektedir.  Zaten Batı’nın olurunu aldı mı, gerisi “allah kerim”dir. Bir kere efendilerin karşısında bu çitfliğin kahyası olarak çıktı mı, alim allah onu kimse ile değiştiremezler diye düşünmektedir.

Bu nedenle, çobanlık meselesini devreye sokmuştur. Halkta gördüğü durumu bir tür koyunluk olarak ele almış olmalıdır. Kendisi de şaşkındır, bunca uygulamaya karşın, bunca saldırıya karşın, halkın sokaklara taşmamasını, koyunluk olarak ele almış olmalıdır. Bu nedenle bu denli rahat konuşmaktadır.  Muktedir, koyunların kendi koyunluklarından memnun oldukları fikrine kapılmıştır. Koyunlar, tüm bu baskı ve yıldırmadan, tüm bu tehtidten memnun ise, Çoban’da keyfine bakabilir. İşte durumdan çıkardığı sonuç budur.

Elbette, O’nun efendileri de bu durumu biliyor. Onlar için, emperyalist güçler için mesele, sonuna kadar kullan meselesidir, süpürmeden önce kullan meselesidir. Hele ki, bölgemizde, her türden emperyalist gücün içine girdiği paylaşım savaşımı kızışmış iken, efendiler, bir taşla bir kuş vurmaya asla razı olmazlar. Erdoğan, kahyalıktan çobanlığa doğru yolculuğa çıkınca, bu, büyük oynamaya yetenekli güçlerin olsa olsa hoşuna gidecektir.

Şimdi, tüm bunlardan sonra soru şudur; halklar, gerçekten koyun mudur, kuzu mudur? Sayın Burhan Kuzu, başçobanlık sisteminin baş hukuçusu olarak, bu soruya yanıt vermek zorundadır. Cemil Ertem ile Joleli için de ev ödevimiz var, acaba esaret ile koyunluk arasında bir fark var mı (lütfen işin ekonomisini de incelemeyi ihmal etmeyin)?  Bizim için değil, Saray için.

Tekstil ve turizm alarm veriyor: 2017 hiç kolay bir yıl olmayacak

İşsizlik

Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Hazır Giyim ve Konfeksiyon Meclisi Başkanı Şeref Fayat, Cumhuriyet’e verdiği röportajda; giyim sektörünün özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve artan çatışmalar nedeniyle yabancı alıcıları getirmekte zorlanıldığını belirterek, “Müşteri getirmekte zorlanıyoruz. 2017 hiç kolay bir yıl olmayacak. Maliyetler düşürülmezse en vahimi de işçi çıkarmalar başlayacak” dedi.

2016 sonunda 18 milyar dolar olarak hedeflenen tekstil ve hazır giyim ihracatının bu yıl 17,5 milyar dolarda kalması bekleniyor. İthalatın dolarla, ihracatın euroyla yapılması nedeniyle doların yükselişi de sektörü olumsuz etkiliyor.

Fayat, 500 bin kayıtlı, bir o kadar da kayıtsız çalışanıyla 1 milyon kişinin istihdam edildiği tekstil sektöründe işten çıkarmaların gündeme gelmesiyle tarım dışı işsizliğin en az iki puan artacağını belirtti.

Turizm 2017’de, 2016’dan kötü olabilir

Borsatek’in haberine göre Turizm Yatırımcıları Derneği (TYD) Başkanı Murat Ersoy, Avrupa’daki olumsuz Türkiye algısı nedeniyle turizmde 2017 yılının, 2016’nın da altında olmasını beklediklerini söyledi.

Turist sayısı Ocak-Eylül döneminde yüzde 32 düşüşle 20,3 milyona gerilemişti. Turizm gelirleri de çatışma atmosferinin yarattığı güvenlik endişeleri ve Rus ziyaretçi sayısındaki düşüşün etkisiyle üçüncü çeyrekte, bir önceki yıl aynı döneme göre yüzde 32,7 azalarak 8,28 milyar dolar oldu.

Reuters’ın sorusunu yanıtlayan Ersoy, “2017’de 2016’dan farklı olarak sadece Rusya pazarında artış bekliyoruz. Avrupa pazarında ise artan anti-propaganda nedeniyle bu yıla göre daha da düşüş bekliyoruz” dedi.

Özellikle Batılı turistleri hedef alan IŞİD saldırıları bazı Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye gelen turist sayısında da ciddi düşüşe neden oldu.

Seyahat gelirlerine yansıyan bu düşüş 2015 yılındaki 27 milyar dolarlık gelirin bu yıl güncel OVP’de 18,6 milyar dolara revize edilmesine neden oldu.

Rusya pazarındaki artışın Avrupa’daki düşüşü karşılamama ihtimalinin yüksek olduğunu vurgulayan Ersoy,”Veriler, 2017 yılının 2016’dan daha parlak olmayacağını gösteriyor” diye konuştu.

Kaynak: Sendika.org, 14 Kasım 2016

 

Hasta la victoria siempre, comandante Fidel!

Son konuşmasında Küba’yı kurarken amacının “sömürgecilik ve onun ayrılmaz parçası olan emperyalizme karşı mücadeleye damgasını vuran muhteşem bir toplumsal devrimin bir başka örneğini yaratmak” olduğunu söyleyen Fidel, bu amacını daha da ileriye taşıyarak gerçekleştirmiş ve yeni insanı yaratmak yolunda bize paha biçilemez bir miras bırakmıştır. Kendisinin de ifade ettiği gibi hayatının son anına kadar bir Marksist-Leninist olarak yaşamıştır. Fidel’den öğrendiğimiz ve öğrenmeye devam edeceğimiz çok şey var! Ve bize verdiği ufukla “Zafere kadar daima!” demek için bir sebebimiz…

“Sesi titremeyen bir ses / Umudun sesi”

13 Ağustos 1926’da Küba’da şeker kamışı yetiştiricisi bir toprak sahibinin oğlu olarak dünyaya gelen Fidel, “Ben tabii ki bir devrimci olarak değil, dediğim gibi, asi olarak doğdum. Çok erken yaşlarda, okulda, evde adil olmayan şeyler gördüm ve yaşadım sanırım. Ben büyük bir varlığın içinde doğmuştum ve bunun nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Kırsal alanda kapitalizmin nasıl bir şey olduğuna dair asla silinemeyecek görüntüler var kafamda. Birán ve yakın çevresindeki o yoksul, aç, ayağı çıplak onca insanın görüntüsü gözümden asla silinemez” sözleriyle anlatıyor çocukluk yıllarını ve bu yılların kendi devrimci mücadelesi üzerindeki kalıcı etkisini.

Ve devam ediyor: “Bazı durumlarda da kurban ben oldum. Hak ve onur kavramlarının, birtakım değerlerin bilincine varmaya başladım. Kişiliğimi de böyle oluşturdum. Yaptığım işlerden, aşmak zorunda kaldığım zorluklardan, karşı karşıya kaldığım çatışmalardan, aldığım kararlardan, isyanlardan… Ben tek başıma tüm toplumu sorgulamaya başlamıştım. Bu normal bir şeydi; belli bir mantıkla düşünme, olayları çözümleme alışkanlığıydı. Kimsenin yardımı olmadı. Tüm bu deneyimler, çok erken yaşlarda başka bir insanı istismar etmenin, haksızlığa uğratmanın ya da onu aşağılamanın kabul edilemez bir şey olduğunu öğretti bana. Bilincim açılmaya başladı. İstismar karşısında asla baş eğmedim. Derin bir adalet, ahlak ve eşitlik bilinci edindim. Tüm bunlar ve hiç kuşku yok ki asi bir tabiat benim siyasi ve devrimci eğilimlerimi belirlemede çok etkili olmuş olmalı.”1

1945’te Havana Üniversitesi’nde hukuk eğitimine başlayan Fidel, o yılları “Marksist olmadan uzun yıllar önce, üniversitede öğrenciyken, ekonomik ve sosyal alandaki sorunlar ilgilendirirdi beni. O sıralarda politik ve özellikle kapitalist ekonomi üzerinde çalışıyordum. İlgimi çeken bu sorunları ilk defa düşünmeye başladım. İnsanların teknik olanakları ile mutlulukları için gerekli ihtiyaçları arasındaki bir çekişme nasıl olabilirdi? Aşırı üretim, işsizliği ve açlığı nasıl yaratabilirdi? İnsanların çıkarı ile makinelerin arasında bu çelişki neden meydana geliyordu? Makine insanı yoksulluktan sefaletten kurtaracak bir yardımcı olmalıydı. Böylelikle mal, mülk ve üretimin başka türlü organizasyonunu düşünmeye başladım (…) O sıralarda Komünist Manifesto’yu okumamıştım. Hukuk fakültesinin üçüncü yahut ikinci sınıfına devam ediyordum. Manifestoyu daha sonra okudum. Bende derin bir etki yarattı. İlk kez sorunun tarihi, sistematik açıklanmasını görüyordum. Mücadeleci anlatım biçimi beni tamamıyla etkilemişti (…) Sonraki yıllarda Marx, Engels ve Lenin’in çeşitli yazılarını okudum, bunlar teorik görüşler kazandırdılar bana. Ama teorik bilgiye sahip olmakla kendimi Marksist bir devrimci sanmak arasında büyük bir ayrım vardır. Şüphesiz isyancı bir tabiatım olduğundan bu sorunlar ussal merakımı uyandırmıştı. Bu anlayış beni gittikçe politik uğraşıya götürüyordu. Buna rağmen gerçek bir Marksist sayılamazdım hala”2  diyerek anlatıyor.

Bunun etkisiyle 1947’de Dominik Cumhuriyeti’nde Rafael Trujillo’nun sağcı askerî cuntasına karşı gelişen devrimci mücadeleye katıldı. 1948’de Kolombiya Bogotá’daki kent ayaklanmalarında yer aldı. Bogotazo’ya katılması ve bu halk ayaklanmasına şahit olması, onun devrimci mücadeleye bakışında çok belirleyici izler bıraktı.

25 Temmuz 1953’te Batista diktatörlüğünü yıkmak amacıyla yaklaşık 100 kişilik bir grupla, adaletsizlik varsa direniş en meşru haktır, diyerek, ileride devrimci hareketin “26 Temmuz Hareketi” adını almasına sebep olacak olan Moncada Kışlası saldırısını gerçekleştirdi. Bu saldırı sebebiyle yakalanıp tutuklanan Fidel, mahkemede “Dante, cehennemi dokuz kata ayırmış, canileri yediye, hırsızlan sekize, hainleri de dokuza koymuş. Batista’nın eğer bir ruhu varsa, ruhuna uygun bir kat bulmakta zebaniler zorlu bir çıkmazla karşılaşacaklar” dediği ve akıllardan çıkmayan “Tarih beni aklayacaktır” sözleriyle sonlandırdığı tarihî savunmasını yaptı. Bu savunmaya ilişkin Fidel yıllar sonra “Tarih beni aklayacak dediğimde, bu cümleyi, özünde en onurlu davayı ve en adil düşünceyi savunduğuma dair o güvenimle dile getiriyordum. Bu sözü ederken, esasında geleceğin o davayı ve düşünceyi bir biçimde kabul edeceğini de söylemiş oluyordum. Çünkü gelecekte o fikirler gerçeğe dönüşeceklerdi. Gelecekte insanlar olan biteni öğreneceklerdi. Bizim ve düşmanlarımızın yaptıklarını, bizim ne uğruna dövüştüğümüzü, düşmanlarımızın hedeflerini ve kimin haklı olduğunu göreceklerdi” diyerek insanlığın meşru davasının mevziler kazanacağını ve er ya da geç zaferle sonuçlanacağını vurgulamıştı.

Fidel, yaklaşık iki yıllık tutsaklığının ardından Batista’nın, yurtiçi ve yurtdışından gelen baskılar üzerine ilan etmek zorunda kaldığı afla dışarı çıktı. Sürgün edildiği ve “26 Temmuz Hareketi”ni kurdukları Meksika’da Che’yle tanıştı. Meksika’da devrimci Alberto Bayo tarafından askerî eğitim gören 82 kişi Granma yatına binerek Küba’ya doğru yola çıktı.

“956’nın kasımında

fidel de içlerinde

82 kişi granma gemisinden denize indi

956’nın kasımında küba kıyılarına sokulan granma

gemisinden denize inip yarı bellerine

kadar suya gömülü

ve silâhlarını başlarının üstüne tutarak

ve ansızın

ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp

ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan

araştıran ışıldaklardan sakınarak

ve sarıldınız teslim olun seslerini

ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara

ve şekerkamışı tarlalarına dalarak

ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri

tırmananlar

sierra dağında buluştu

fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı

fidel de içlerinde 12 kişiydiler 56’nın kasımında

fidel de içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56’nın

fidel de içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57’nin

fidel de içlerinde 1000 oldular 5000 oldular

fidel de içlerinde

fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular

yıktılar batista’yı 959’un ocağında”3

Fidel, Moncada Kışla Saldırısı’ndan tam 7 yıl 7 ay 7 gün sonrasına denk gelen, 1959’un 1 Ocak gününü, iktidarın alınma sürecini ve bu süreçte Che ve Camillo’nun rolünü şöyle anlatıyor: “Havana’nın ilk kalesi Columbia’ydı. Camillo oraya gitti. Ordu merkez karargâhı oradaydı. Diğer büyük kaleye La Cabana’ya da Che gitti. Çok iyi bir zamanlamaydı. İki iyi komutan ve iki güçlü birlik. Camilo daha çok temaslarla ilgilendi; çünkü orada Amerikalı danışmanlar vardı, fazla sorun çıkarmadılar. Che ise hemen köylülere ders vermeye, okullar kurup insanları eğitmeye başladı. Bir komutan olarak ilk yapmak istediği, insanlara okuma yazma öğretip hepsini eğitmekti.”

Granma’da düşürüldükleri pusuda sağ kalan Fidel Castro, Che Guevara, Raúl Castro ve Camilo Cienfuegos’un da aralarında bulunduğu 12 kişi, Sierra Maestra’da büyüttükleri gerilla mücadelesiyle 1959’da Batista’yı devirerek, Sierra Dağları’ndan Havana’ya ve tüm dünyaya başka bir yaşam umudunu taşıdı.

Havana’ya girişinin hemen ardından 9 Ocak 1959 gününün şafağında yaptığı ilk büyük konuşmasıyla ve bu konuşma sırasında, kutlamalarda gökyüzüne salınan beyaz güvercinlerden birinin gelip omzuna konmasıyla, kendisini dinleyen onbinlerce Kübalının gözünde barışın simgesi hâline geldi Fidel. Konuşmasında:

“Bu gece burada konuşurken, 30 Kasım 1956’da Santiago’da başlayan mücadelemizin, en zorlu görevlerinden biriyle karşı karşıyayım. Halk beni dinliyor, devrimciler beni dinliyor, hatta kaderi başkalarının elinde olan askerler de beni dinliyor. Bu tarihimiz için çok belirleyici bir an. Tiranlık devrildi ama daha yapılması gereken çok şey var. Kendimizi geleceğin daha kolay olacağıyla kandırmayalım. Aksine belki de gelecekte her şey daha da zor olacak.

“Gerçeği anlatmak tüm devrimcilerin ilk görevidir; halkı kandırmak her zaman daha kötü sonuçlar getirir. İsyan ordusu, savaşı, gerçekleri anlatarak kazanmıştır (…) Düşmanla karşı karşıya değilken, savaş bittiğinde, devrimin tek düşmanı ancak biz isyan askerleri olabiliriz. İsyan askerlerine karşı diğer herkese göre daha katı, daha beklenti içinde olduğumuzu söylememizin sebebi budur, çünkü devrimin zaferi veya yenilgisi onlara bağlı olacaktır (…) Eğer bana nasıl askerlere liderlik etmeyi tercih ettiğim sorulsaydı, halka liderlik etmeyi tercih ederdim, çünkü halk yenilmezdir. Savaşı kazanan halktı çünkü bizim ordumuz, savaş gemimiz, tankımız, uçağımız, silahımız, profesyonel askerimiz veya askerî teşkilatımız yoktu. Savaşı, halk kazandı…

“…Bundan sonra kutlamalarımız sona erdi. Artık işe dönme zamanı. Yarın pek çok şeye ihtiyaç duyacağız; yemek almak için paraya, elektriğe ve pek çok başka şeye. Bu devrimci hükümetin karşı karşıya olduğu sorunun aynısıdır. Hepimizin ülke lehine daha çok çalışması gerekli. Buraya iki yıl sonra dönen bir kimse, cumhuriyetimizi tanıyamayacak. Her yerde sıradışı bir dayanışma ruhu görüyorum. Basının ve gazetecilerin yardım etmek istediğini görüyorum. Bu 11 yıl içerisinde, bütün Küba çok şey öğrendi…”4

“Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında

çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla,

orada, yanı başında, olgun savaşçılar olarak,

bulacaksın bizi.

Saçıldığında sesin dört rüzgara doğru

adalet, ekmek, özgürlük, tarım reformu,

orada yanı başında, aynı vurgularla,

bulacaksın bizi.

Ve yerini bulduğunda bunca emeğin sonunda

zalime karşı doğruluğun uğraşı,

orada, yanı başında,

bekçilik ederken mücadelenin sonuçlarına,

bulacaksın bizi.”5

Ya Sosyalizm Ya Ölüm!

1961’de, devrimden sonra ABD’ye kaçan ve ABD yönetiminin desteğiyle silâh ve mali kaynak sağlayan Kübalı karşı-devrimcilerin giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkarması (Playa Giron) başarısızlıkla sonuçlandı. Fidel, çıkarmanın ardından yayımladığı Havana Bildirisi ile ilk kez Küba’nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya duyurdu. Fidel ve arkadaşları 1961 yılı sonlarında Küba’nın sosyalist bir cumhuriyet olduğunu ilan ettiler.

Küba Devrimi’nin ardından sosyalizm ‘tehdidinin’ yayılmasından korkan emperyalist güçler, halkına vaad ettiği bedava sağlık, eğitim fırsatları ve eşitlik düşleriyle sadece Küba değil, dünya halkları üzerinde müthiş bir etki yaratan Fidel’i öldürme girişimlerine başladı. Küba istihbaratının başında olan Escalante, Fidel’e karşı, detaylarıyla bilinen 638 suikast girişimi olduğunu söylüyor.6 Ve hepsi de başarısızlıkla sonuçlandı. Yıllarca Küba’ya uygulanan ekonomik ambargolar bir yana 638 suikast girişimine karşı da tıpkı bir karşılaşmalarında Fidel’in “At bakalım şuraya bir yumruk!” diyerek yanağını uzattığında Muhammed Ali’nin “Seni Amerika yıkamadı, ben nasıl yıkayım?” dediği gibi, Fidel emperyalistler karşısında asla yıkılmadı.

Sadece ABD’ye karşı değil, tüm emperyalist güçlere karşı “Emperyalizme teslim olmaktansa bu adayı batırırım” diyerek direnen Fidel, Küba’nın sosyalizmden kapitalizme geçmek zorunda kalacağını iddia edenlere karşı bir konuşmasında şöyle diyor:

“Sosyalizmden kapitalizme geçiş diye tutturanlar, ham hayal peşindeler. Küba devrimi sarsılmaz ilkelere dayanmaktadır ve dayanmaya da devam edecektir. Küba, ‘Ya sosyalizm, ya ölüm’ sloganıyla yönetilecektir. Bazıları akılları sıra ticaret yaparak bizi değiştireceklerini sanıyorlar. Hay hay, buyurup gelsinler. Gelenlerin başımızın üstünde yeri var. Biz böyle meydan okumalardan korkmayız. Bu devrim, kafa tutuyorlar diye korkmaz.”

Sovyetler’in yıkılmasının ardından sosyalizme saldırı amaçlı yapılan eleştirilere yönelik “Kapitalizm, onun piyasa ekonomisi, değerleri, kategorileri ve yöntemleri, sosyalizmin bugünkü zorluklarını çözemez ya da yapılmış hatalar varsa onları düzeltemez. Bu zorlukların birçoğu sadece yapılmış hataların sonucu değildir, aynı zamanda sömürgeleri talan ederek, işçi sınıfını sömürerek ve gelişmekte olan ülkelerden büyük çaplı beyin göçlerini kışkırtarak dünya nimetlerinin ve ileri teknolojilerin çoğunu tekeline almış olan ve belli başlı kapitalist güçlerin uyguladıkları katı abluka ve tecridin de sonucudur.

“İlk sosyalist devlete karşı, milyonlarca yaşama mal olan ve üretim araçlarının çoğunu tahrip eden, yıkıcı savaşlar düzenlenmiştir. Mitolojideki kuş misali ilk sosyalist ülke birden daha çok kez kendi külleri içinden yeniden doğmuştur. Faşizmi yenerek ve sömürge yönetimi altındaki ülkelerin özgürlük hareketlerini kararlı bir biçimde destekleyerek insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. Şimdi tüm bunlar unutuluyor.

“SSCB’de bile ne kadar çok insanın o destansı halkın tarih yapan başarılarını ve olağanüstü özelliklerini inkâr ve tahrip etmekte oluşları iğrençtir. Çarlık baskısından ve büyük fakat fakir bir ülkeden çıkmış bir devrimin inkâr edilemez hatalarını düzeltmek ve yazmak böyle olmaz. Bugün Lenin’i tarihin en büyük devrimi için Rusya’yı seçmiş olmasından dolayı suçlayamayız7diyor.

Ve geçtiğimiz Nisan ayında, Komünist Parti’ye hitaben yaptığı son konuşmasında mücadelenin ‘Zafere Kadar Daima’ süreceğini, “Bu belki de benim bu salondaki son konuşmam olabilir. Ancak Kübalı komünistlerin fikirleri, bu gezegen üzerinde, insanoğlunun ihtiyacı olan maddi ve kültürel ürünlerin

onurlu bir biçimde ve çok çalışarak yaratılabileceğinin kanıtı olarak kalacaktır”8 sözleriyle tekrar vurguluyor ve devam ediyor sözlerine:

“Belki de bugün dünya üzerindeki en büyük tehlike, gezegenin barışını baltalayabilecek ve yeryüzündeki insan hayatını imkânsız hale getirebilecek olan modern silahların yıkıcı gücünden kaynaklanmaktadır (…) Kullanabilecekleri teknolojileri, yağmuru, barajları yeraltı kaynakları olmayan Afrika’nın susamış insanlarını kim doyuracak? Hemen hemen hepsinin iklim yükümlülüklerine imza attığı devletlerin ne söyleyeceğini göreceğiz (…) İlerleyişimizi sürdüreceğiz ve en yüksek sadakat ve birleşik gücümüzle, durdurulamaz bir yürüyüşle mükemmelleştirmemiz gereken şeyi mükemmelleştireceğiz”

70’lerin başından beri sıkı dost olduğu Gabriel Garcia Marquez’in samimiyetle “Tanıdığıma inandığım Fidel Castro budur: Davranışları yalın ama hayalleri iflah olmayan, modası geçmiş sakalları olan, sözcük seçimlerinde tedbirli, görgülü, düşünceleri harikulade olmaktan daha hafif bir deyimle nitelendirilemeyecek bir adam”9 şeklinde tanımladığı Fidel, dünyanın dört bir yanındaki devrimcilere her hâliyle örnek olmuştur.

Tıpkı Che’nin Camillo’nun ölümüne dair dediği gibi: “Onun gibi insanların hayatı, halkın içinde sürer gider, ancak halkın kararıyla sona erer.”10

27 Kasım 2016

1 Fidel İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap

2 Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood & F. R. Alleman, Yar Yayınları

3 Nâzım Hikmet’in “Havana Röportajı” şiirinden

4 Lanic.utexas.edu’dan (Latin American Network Information Center) alınmıştır.

5 Che’nin “Fidel’e Şarkı” adlı şiirinden

6 “Fidel’i Öldürmenin 638 Yolu” adlı belgeselden yararlanılmıştır.

7 Sosyalizmi Kuracağız, Fidel Castro, Belge Yayınları

8 Telesurtv.net sitesinden alınmıştır.

9 Gabriel Garcia Marquez’in “Bizim Fidel” başlıklı yazısından alınmıştır.

10 Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları

İşsiz sayısında yeni rekor

Açıklamaya göre; Türkiye geneli 15 ve daha yukarı yaşta olan işsiz sayısı 2016 senesi Ağustos dönemi içinde geçen yılın aynı dönemlerine göre 435 bin kişi artarak 3 milyon 493 bin kişiye çıktı.

İşsizlik oranı da 1,2 puanlık artış ile yüzde 10,1’den yüzde 11,3 düzeyine tırmandı.

Aynı dönemde; tüm gelişmiş ülkelerde temel işsizlik verisi olarak kabul edilen tarım dışı işsizlik oranı 1,3 puanlık artış ile yüzde 13,7 düzeyine çıktı.

Bu dönemde 15-24 yaş grubunda yer alan genç nüfus işsizlik oranı 1,6 puan gibi yüksek oranlı artış ile yüzde 19,9 düzeyine çıkarak yüzde 20,0’ye dayandı.

İşsizlik oranı, 15-64 yaş grubunda ise 1,2 puanlık artış ile yüzde 11,5 olarak gerçekleşti.

İstihdam edilenlerin sayısı 2016 yılı Ağustos döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 323 bin kişi artarak 27 milyon 473 bin kişi, istihdam oranı ise 0,1 puanlık azalış ile yüzde 46,7 oldu.

Hizmet sektörünün payı arttı

Bu dönemde, tarım sektöründe çalışan sayısı 257 bin kişi azalırken, tarım dışı sektörlerde çalışan sayısı 579 bin kişi arttı. İstihdam edilenlerin yüzde 21’i tarım, yüzde 19’u sanayi, yüzde 7,4’ü inşaat, yüzde 52,6’sı ise hizmetler sektöründe yer aldı.

Önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında tarım sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 1,2 puan, sanayi sektörünün payı 0,3 puan, inşaat sektörünün payı 0,1 puan azalırken, hizmet sektörünün payı ise 1,6 puan arttı.

İşgücü 30 milyon 967 bin, istihdam oranı yüzde 52,6

İşgücü 2016 yılı Ağustos döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 759 bin kişi artarak 30 milyon  967 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,5 puan artarak yüzde 52,6 olarak gerçekleşti.

Aynı dönemler için yapılan kıyaslamalara göre; erkeklerde işgücüne katılma oranı değişim göstermeyerek yüzde 72,6, kadınlarda ise 1 puanlık artışla yüzde 33,1’e çıktı.

TÜİK geniş tanımlı gerçek işsizlik verilerini saklıyor

TÜİK tarafından açıklanan dar tanımlı genel işsizlik oranı işsizliğin gerçek boyutunu ifade etmiyor. Açıklanan verilere; iş bulmaktan ümidini kestiği için iş aramayanlar, çalışmaya hazır olup çeşitli nedenlerle iş aramayanlar, belli aylarda çalışıp yılın büyük bölümünde işsiz kalan mevsimlik işçiler ve diğer eksik istihdam dahil edildiğinde geniş, yani gerçek işsizlik oranına ulaşılıyor.

TÜİK’in bir önceki Temmuz ayı dönemi verileriyle hesaplandığında gerçek işsiz sayısı 6 milyon 342 bin, geniş tanımlı işsizlik oranı ise 18,9 olarak gerçekleşmişti.

Kaynak: İşçi Gazetesi, 15 Kasım 2016

 

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...