Ana Sayfa Blog Sayfa 155

Durak Öyküleri – 2

Hazırlıksız Randevu

Ben de gülümsedim. Hayatın kritik anlarında nasıl davranılması gerektiğini hiç öğrenemedim. Bunun yerineyse böyle anlarda zihnimi kilitleyip mesele bittiğinde neler olup bittiğini hatırlamamayı öğrendim. Birisi yanımda hapşurup burnunda bir şeyler kaldığında, hasta ziyaretindeki bir patavatsız “bizim amca da bu hastalıktan gitti” dediğinde, yanımda bir Kürt arkadaşım varken başka birisi şuursuzca Kürtlere sövdüğünde, işte böylesi lanet durumlarda içimdeki aya duygusu başkaları adına patlamalar yaşar, bilincim kendini korumak üzere içine kapanan kaplumbağalar gibi kapanır. Tehlike geçtiğinde yavaş yavaş geri çıkar, hayatına devam eder. Bu huyumu iki üç sene içinde terk etmek istiyorum.

Ne kadar zaman sonra olduğunu bilmiyorum, otobüs geldi. Bizim duraktan binince yer sıkıntısı yaşamadığımız için ben genelde en son binerim, (iş dönüşü duraklarının çılgın koltuk savaşları hakkında daha sonra konuşacağız) Pikaçu’nun kaçıncı sırada bindiğiniyse hatırlamıyorum. Yılmaz sigarası bitmediği için herkes binene kadar bekledi, son fırtı çekip izmariti yere attıktan sonra ayak ucuyla güzelce ezdi. Ben parmaklarımın arasında hala yanan bir finstın olduğunu onun bu hareketleri bittiğinde fark ettim. Onun hareketlerinin aynısından yapıp sigaradan kurtuldum. Birlikte kapıya yöneldik. Sanki restoran kapısından giriyormuşuz gibi zaten açık olan otobüs kapısının boşluğuna doğru hayali bir hareket yapıp ona öncelik verdim. O da omzuma vurup. – Geç hadi. Dedi. Ben – Yok abi bin sen. Dedim. – Geç hadi geç. Dedi. Tövbe esrağfurullah. İçimde fokurdayan garip bir ilk randevu heyecanıyla, Yılmaz’ı önden bindirdim. Böylesi bir heyecana hiç hazır değildim. İyi ki önden ben binmedim. Muhtemelen onun yerine kart basıp müthiş gereksiz bir nezakette bulunacak ve olaydan sonraki birkaç gün bunun utancıyla yaşayacaktım. Ey güzel allahım! Aylardır Daphne’yle yaşamak istediğim bu en güzel heyecan türünü Pikaçu’yla yaşamayı nasip ettin bana. Hikmetinden çeşitli suallerim var amma şimdi sırası değil. Arka koltuklara doğru ilerlerdik.

Yüzlerce kez bindiğim bu otobüste hiç yaşamadığım hisler içinde, herkes bizi görsün ve arkadaş olduğumuzu fark etsin diye Yılmaz’a olabildiğince yakın yürümeye çalışıyordum. Ben yalnız değildim ama diğerleri öyleydi. Biz artık, kankaydık, kardoyduk, broyduk… Lisenin imrenilesi arkadaş grubuna katılmış gibiydim. Özellikle malum şahıs bunu derhal bilmeliydi. Sağlı sollu, ikili koltukların ve herhangi bir günde hep gözlerimi kaçırarak süzdüğüm insanların arasından ilk kez onlarla göz göze gelmeye çalışarak yavaş yavaş ilerledim. Durak sakinlerini tek tek geçiyorduk; Lefter, Şirine, Yaşlılar serisi, Leblebi… Fakat nafile! Cam kenarındakiler dışarıda akan görüntülere, koridor tarafıysa telefonlarına çoktan dalmıştı bile.  Olmadı. Neyse.

Tekerlek üstüne denk gelen koltuklara oturduk. İlk buluşma için fazla zıplamalı bir yolculuk olacak ama ziyanı yok. Şimdi Yılmaz’la ne konuşacaktım? Alelade bir günde, alelade kişilerle yanyana geldiğimde konuşkan olmayışıma aldırış etmem. Gelgelelim hayatımın kıymetli buluşmalarında konuşacak bir şey bulamayıp o kıymetli şahış tarafından sıkıcı addedilmek korkusu ömrümden ömür götürmüştür hep. Yine aynı korkuya kapılmak üzereyken birkaç dakika önceki gafımı hatırladım. Ne diye konuşacak konu arıyordum ki. Zaten söyleyebileceğim tek şey vardı. “Başın sağolsun.” Yarebbim çok zor. Ağır ağır Yılmaz’a döndüm ve söyledim. –Abi başın sağolsun. – Ben bilmiyordum, fark edememişim baban olduğunu. Yılmaz şaşkınca yüzüme baktı. Gerçekten şaşırmış ve sanki bir deliye bakar gibi bakıyordu bana. Bir süre bekledim. Sanırım konuşmak istemediği bir konuydu. Üstelik de daha demin tanıştığı bir yabancıyla. Derin bir nefes çekip verdi. Sonra,

–Başım mı sağolsun? Babam ölmedi ki benim Efe!? Nereden çıktı bu laf şimdi?

–Ölmedi mi?

–Yo ölmedi?

–Ama bizim muhtar öldü dediydi.

–Yok kardeş karıştırmıştır o, ölmedi babam.

–Allah allah, ölmedi demek.

–Ölmedi yahu.

-Abi çok afedersin. Ben bir süredir durakta göremeyince, bir de muhtardan öyle duyunca.

-Önemli değil.

Allah belanı versin muhtar, bir boka yaradığın yok zaten, koca gün kahvede dedikodu peşindesin, verdiğim oy da haram zıkkım olsun sana. Bu vesileyle neden yazıldığını bir türlü çözemediğim o şiirin manasını anlamıştım sonunda. “Dünya meşin bir toparlaktır. Allah da gol.”  Neredeyse santradan yediğim bu golden sonra üstadın bu şiiri geldi aklıma. Sanırım kısa olduğu için ezbere bildiğim birkaç şiirdendir. Üstad neden bu derece abzürt bir şiir yazdı diye merak etmişimdir hep. Muhtemelen buna benzer bir anıdan sonraydı. N’apılıyordu böyle zamanlarda? Tekrar özür.

-Vallahi çok afedersin Yılmaz. Allah da gecinden versin zaten. E niye gelmiyor peki kaç gün oldu?

Bu hesap sorar tavrım Yılmaz’ı güldürdü.

-Demek sen epey takipçisiydin babamın ha Efe?

-Babanın değil sadece abi, duraktaki herkese bakıyorum her gün.

– Garip. Ama takdire şayan bir hareket Efe. Bir gün fırsat olduğunda bunu neden yaptığını da anlat bana.

Tabi dostum, tabi kardom benim, anlatırım tabi sana bunu neden yaptığımı. Bağıra, çağıra anlatmak istiyorum zaten. Avazım çıktığı kadar, nefesim yettiği kadar anlatırım. Anlatırım tabi ama neden şimdi anlatmıyordum acaba Yılmazcığım. Neden fırsat olduğu bir zamana ertelendi bu mutşinaz*[1] konuşma. Zıplaya zıplaya işe gitmek dışında ne işimiz var allasen Pikaçu? Şu an gayet fırsatımız yok mu ki? Var. Neden Pikaçu neden? Neden döndün camdan tarafa böyle? Neden o uzun, kara kirpiklerinle çizikliyorsun soğuk camın buğusunu. Sıkıldın mı benden, hayır sıkılmadın. Yorgun musun, hayır domuz gibisin maşallah.

Canın mı sıkkın, canın mı sıkkın, canın mı sıkkın? Evet, canın sıkkın ve konuşmak istemedin. Ama aynı zamanda beni de kırmak istemedin. Nasıl da yumuşak bir geçişle yapmıştı bunu Yılmaz. Ben olsam o an istemediğim bir sohbete nasıl kurtulacağımı bilemediğim için çaresizce maruz kalır ya da pislikçe reddederdim. Yılmazsa ne bana kabalık etti ne kendine haksızlık. Başarılı bir hareket.

Bu vicdanlı gücü, bu nezaketli zekayı not ediyor, repertuvarıma alıyorum. Sağol bro. Peki neden şimdi değil hakkaten? Yılmaz yumdu gözlerini. Uyumuyordu. İnsan uyumuyorken, göz kapağından süzen ışık göz bebeğini oynatır durur. Gerçi Yılmaz da uyuduğunu iddia etmedi. Bu benim kendi can sıkıntım her zamanki. Bir süre yol aldık. Bir kaç durak ilerledik. Sonra onu biraz daha yakından incelemek istedim. Ağzına, burnuna, elmacık kemiklerine bakacaktım. Tam onu dikkatli dikkatli izlemeye başlamıştım ki Yılmaz birden gözlerini açıp bana döndü. Kümesten tavuk yürüten tilki gibi bakakaldım suratına. Yakalandım ama suçum neydi ben dahil kimse bilmiyor. Ama muhtara sorsan o kesin bir suç uydurur bana. Dedikoducu, pis, ihtiyar.

– Efe sen nerede iniyorsun?

– Senden dört durak sonra.

Onun indiği durağı bilmeme pek şaşırmadı. Ben etkilenir diye düşünmüştüm.

–  Eğer uyursam beni köprü durağında uyandırsana.

– Tamam abi sen rahatına bak. Hasta filan mısın bu arada?

– Yok yok değilim.

– Yorgun musun abi?

– Değilim.

– E ne bokuma uyuyorsun o zaman, sohbet edecektik.

Bu son cümleyi içime akıttım, dışıma taşırmadım. Neyse, uyusun bakalım. Nasılsa arkadaşız artık. Yılmaz’dan ilk görevimi almıştım. Ona karşı ilk sorumluluğum. Ben de uyuyakalırsam, köprü durağını kaçırırsak, muhtemelen bu muhteşem bir ilk tanışma anısı olurdu. Yıllar sonra bile gülerek anlatırdık bunu. O zamana dek edindiğimiz yeni arkadaşlarımızla birlikte gülüşürdük. Bilerek uyuya mı kalsam acaba? Hayır! Çok riskli.

Yılmaz uyuyor ben de ilk kez gördüğüm yerlerde tatile çıkmış gibi etrafı seyrediyordum. Otobüs ışıkta, durakta, trafikte durduğunda canavar motor yüzünden koltuklar, tutunma direkleri, dikiz aynası, camlar zangırdıyor, Yılmaz’ın kafası saniyede üç dört kez cama çarpıyordu. Hücre israfı! Yılmaz uyanır gibi oluyor ama tekrar gözlerini yumuyordu. Ben onun her irkilişinde “daha gelmedik” der gibi dizine, omzuna filan dokunup onu sakinleştiriyordum. Çarpmaların şiddeti arttığında Yılmaz gözlerini açtı. Gözlerini kısarak nereye geldiğimize baktı.

-Daha bir durak var abi burası değil.

-Ha iyi, erken ineyim de bir çorba içeyim. Ayılamadım bu gün bir türlü.

Haydaa, oldu mu şimdi tek kelime laf etmeden? Kırgınlığımı hususi belli etmeye çalışarak, geçmesi için ona yol verdim. Tabi o anlamadı. Koridor tarafına geçip ayakta bana doğru eğildi.

– Abi akşam n’apıyorsun? Benim 9’dan sonra boş. Hiç konuşamadık, takılalım mı biraz?

İnanamıyorum. Akşam ne mi yapıyorum? 9’dan sonra boş mu muyum? Çıkma teklifi almış gibi heyecanlandım. Boşuuuum diye bağırasım geldi. -Olur abi, dedim. – O zaman 9.30 gibi durakta buluşuruz, senin eve de yakın nasılsa. dedi, direklere tutunup biraz gerindi, artık tam olarak uyanmıştı ve atik bir çita gibi üç dört adımda otobüsten indi.  Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmindeki küçük kahverengi adamlar gibi koştur koştur gitti sonra.

Benim gözlerim en açık haliyle kaldı, aklımdaki sorular cevaplanmak için birbirinin üstünden atlıyor, adeta yarışıyorlardı. Hizaya dizip sırayla girişmezsem cevaplamam mümkün değil. Bir. Yılmaz benim evimi nereden biliyor? İki. Yol boyu bu kadar soğuk davranıp akşam buluşmayı istemek neden? Üç. Neden bana telefonunu vermek yerine buluşacağımız yeri söyleyip gitti. Dört. Ben bu ayki telefon faturamı ödememiş miydim? Beş. Yılmaz’dan etkilenmiş olmamın gerçek sebebi; ona yaptığım gaf nedeniyle hissettiğim suçluluk mu, sadece yeni bir arkadaş edinmiş olmak mı, Yılmaz’ın bana kısacık sürede iki kez değerliymişim gibi hissettirmesi mi? Altı. Ben hangi durakta inecektim? Yedi. Yılmaz söz verdiği gibi akşam 9.30’da orada olacak mı? Sekiz. Akşam ne konuşacağız?

Tüm bu soruları cevaplamak en az sekiz saatimi alır benim. Fatura ve hangi durak sorularını kendime alıp geri kalanları Yılmaz’a bıraksam olmaz mı? Olur tabi.

Beynimde birbirini çifteleyen bu sorularla yola devam ettim. Yılmaz inince otobüs yolculuğu bütün anlamını ve gizemini yitirdi. İneceğim durağı hayatımdaki zorunlu bir rutin gibi bekledim. Bekledim, bekledim. Kendime söz verdiğim için telefonu çıkartıp ona buna, sağa sola bakmadım. Bir haftadır sosyal medya diyetindeydim. Bir iki durak daha bakmadım. Bakmadım. Sonra baktım. Yılmaz sanki kafa hapı gibiydi. Müthiş bir yükselişten sonra hayatımı karartan bir çöküş yaşıyordum. Aslında hayatımda tatminkar şeylerin de olduğu bir dönemdeydim. İşyerinde geçen hafta aldığım ama bugün yürürlüğe girecek ve diğer çalışanlara açıklanacak olan terfi/zam heyacanı ile Yılmaz’ın yarattığı coşku birleştiğinde ortaya epey mutlu bir ben çıkar diye düşünmüştüm. Şimdiyse ne zam ne terfi. Şuncağız bir heyecan yok içimde. Bu zammı düşünüp krediyi çekmiştim bile, bir ev taksidine başlayacak, mümkünse semt değiştirecektim. Dengem, ayarı bozulmuş bir terazi gibiydi. İbre sabit, göstergeler bir o yana bir bu yana. Yılmaz’ın kafamın içine ektiği sorular, sabahki ayıbım, uzun zaman sonra yeni bir insanla kısa da olsa samimi bir sohbet? Nedir şirazeyi bu kadar zorlayan? Nasıl kaçılır bu kavrayıştan? Neden bu kadar zor mutlu kalmak? İşte o zalim o durak. İniyorum.

Kafamı toplamam gerek. Ofise o muhteşem güleryüzüm ve gelecek vaadeden genç yetenek görüntümle girmeliydim. Bugün toplamda 5 kişinin dengi, 3 kişinin altı ve 1 kişinin iki altı olan pozisyondan, 6 kişinin üstü, 2 kişinin dengi ve sadece 1 kişinin altı pozisyonuna geçiş yapıyorum. Çalışanlar olarak pozisyonlarımız patronlar tarafından belirlenir. Patronlar bizi hangi pozisyonda seviyorsa öyle yaparlar. İyi bir çalışanın en önemli özelliklerinden bir tanesi de bir pozisyondan bir başka pozisyona hızlı şekilde geçiş yapabilmesidir. Zorlandığım noktalar olmakla birlikte bu işte de fena değilimdir. Yılmaz’ın bunu mahvetmesine izin veremem. Kendimi kariyerimin gül dökülmüş, mis kokulu yollarına bırakmak, toplamda 8 kişi tarafından ancak kapısı çalınarak girilebilen odamda pozisyonumun tadını çıkarmak istiyorum şimdi. Daha doğrusu istemeliyim. İstemeye çalışıyorum. Çalışıyorum. Evet. İstedim. Şu an ister haldeyim.

Ofise girdim. Her zamanki gibi yarım bardak kahvemi aldım ve masaya yöneldim. Bu hareketim geçen yıl patronun gözüne çarpmış ve beni israfa açtığım kutsal savaş sebebiyle tebrik etmişti. O günden beri canım tam kahve içmek istese bile özellikle yarım kahve almaya devam ettim.  Emektar ofis sandalyesine yerleşecekken camekanlı odasından bana iki parmağının nazik hareketleriyle “gel, gel” diyen patronu gördüm. Patronun yanına gitmeden önce üç yıldır her sabah gelip oturduğum bu tekli masaya veda edercesine baktım. Sanki bu masa hiç benim olmamış, hiç orada çalışmamışım gibi geldi birden. Bir anda nasıl küçülmüş, nasıl alçalmıştı gözümde. Hem bu masa, hem diğer tekli masalar, şu an o masalarda oturan ve birkaç saat sonra bir alt pozisyonumda olacak diğer çalışanlar. Normalde akşam ilan edilecekti yeni pozisyonum ama patron seramoniyi biraz erkene almıştı sanırım. Açık kapıyı çalarak girdim Halit Bey’in odasına.

Halit Cevher. Halit Bey. Halit Efendi. Mr. Cevher. İşte bu önemli şahıs babasının verdiği yüklü miktar parayla kurmuş bu firmayı. Babası ünlü müteahhit Muhsin Cevher. Muhsin Bey’in servetinin ve ihtişamlı yaşamının yanında oldukça mütevazi sayılacak bir firma Halit Bey’inki. Genç ve özgür ruhlu bu mimar iş yaşantısına babasının şirketinde devam etmek istememiş, işleri Muhsin Bey’in pasları sayesinde zaten hazır olan bu mimarlık ofisini açmıştı. Dul, iki çocuk babası, kibar, her zaman şık, Amerika’daki eğitim dönemi hariç doğma büyüme bir İstanbullu, tabiki bir İstanbul beyefendisi ve tabiki bir Newyorker, başarılı bir mimar, aynı zamanda da fotoğrafçı. Sergileri bile var. Çalışmalarımdan hoşnutluğunun bir göstergesi ve bana verilen ezici bir hediye olarak bir seferinde beni de davet etmişti bu sergilerden birine. Bok gibi fotoğraflar çekmiş. Neredeyse bir şişe şampanya içmiş, çıkarken de filmlerden öğrendiğim bir kaç cümleyle Halit Bey’i sanatından ötürü tebrik etmiştim.

“Modern mimarinin her pikselde kendisini gösterdiği bu sergi, iki sanat dalının izdivacı olarak kalacak aklımda. Tebrik ederim efendim.”

Efendisinin odasına girip madalyasını bekleyen bir asker gibi karşısında dikildim. -Otur Efecim otur. deyip, paralel telefonla ikimize de türk kahvesi söyledi. Anın büyüsü biraz bozulmuş gibiydi. Havada dolaşan ihanet kokusu odanın her yerini sarmıştı. Kimin kime ihaneti olduğunuysa sezemiyordum. İçimi tırmalayan kemirgenlere sorsam? Yok bunu bilse bilse bizim muhtar bilir. Bunu da o bilir. İt muhtar. Neyse. Bana ilk defa türk kahvesi söylüyordu ama kahveyi nasıl içtiğimi bile sormadı. Demek kahveyi de onun istediği pozisyonda içecektim. –Otur Efecim deyip türk kahvesi söylemek yerine –Ayakta kalmayın Efe bey demesi ve filtre kahve söylemesi gerekirdi. Hep böyle yapardı. Kötüye alamet. İnsan birine karşısındaki için zor ve belki biraz haksızlık içeren bir şeyi söyleyemeden önce kendisinden kaynaklanan sebepleri haklı gerekçeler olarak göstermenin bir yolu olarak bilinen düzeyinden daha düşük davranışlar sergiler. Bu, insanın kendisinin de zorlu bir döneminde olduğunu anlatmanın sinsice bir yolu, acınmanın korunması altına girmek için sergilenen çirkin bir tiyatrodur. Bu örnekteki göstergelerse –otur efecim ve türk kahvesi. Terfiyi ve zammı alamadığımı hemen anlamıştım. Asıl merak ettiğimse Halit Bey’in anlatacağı sebeplerdi. Tam bunu merak ederken aklıma çektiğim kredi geldi. Gözümde üç başlı bir ejder gibi canlandı kredi. Kahveler önümüze konunca Halit Bey anlatmaya başladı. Mümkün değil dinleyemiyordum onu. Kredi, kredi, kredi. Azaltamıyordum bir türlü. Nasıl ödeyeceğim lan ben şimdi bunu? Ek işe girsem, dışardan iş alsam, imkanı yok çünkü böyle bir vaktim yok. Başka kredi çeksem, babamdan borç alsam? Onları nasıl kapatacağım? Arabayı satsam? İyi fikir ama arabam da yok! Halit Bey anlatmaya devam ediyordu. Sonlarına yetiştim.

–Tabi bu erteleme hiç olmayacak demek değil Efecim. Ama en azından bir yıl daha sık dişini. O oda yine senin. Sen merak etme.

-Sağolun Halit Bey.

Boynum bükük dışarı çıktım. Neden terfi alamadığımı da öğrenemedim. Denklerimin arasındaki, tekli masama doğru ağır ağır yürüdüm. Herkes işiyle gücüyle uğraşırken, kimseye bakmamaya çalışarak kendimce şirkete zarar vermek dürtüsüyle yarısı çöpe gidecek tamamı dolu bir bardak kahve aldım. Oturup bilgisayarı açtım. İhanet kokusu benden geliyormuş, hem de öyle geliyormuş ki tamamı dolu kahvenin kokusu bile bastıramıyordu. Neyse ki kimsenin durumdan haberi yoktu. Terfi alacak olduğumu, terfiye güvenip bir sürü kredi çektiğimi kimseye söylememiştim. Patron öyle istedi diye söylememiştim. Buysa işyerinde hiç arkadaşım olmadığını yeniden hatırlattı bana.

Yılmaz! Umarım bu akşam gelirsin.

Üçüncü Bölüm Fragmanı – Efe terfi edilmeme bunalımını atlatabilecek mi? Yılmaz 9.30’da durağa gelecek mi? Yılmaz Efe’nin evini nereden biliyor? Hayati Uzun Yılmaz’ı nereden tanıyor? Hayati Uzun kim? Efe krediyi ödemek için neler yapacak?

[1]*  Tam mutlu eden değil ama ortama mutlu bir hava katan şey.

Efe İnce

 

Kriz, Trump ve savaş

Genişleme eğilimi

Kapitalizmin krizi kâr oranlarının düşme (gereken hızda artı değer üretememe) eğiliminden kaynaklanır. Kriz kendini piyasa düzeyinde aşırı birikim/kapasite fazlası ve eksik tüketim/talep yetersizliği, günlük yaşamda işsizlik, yoksullaşma, giderek artan borçlanma olarak gösterir.

Talepten fazla üretim yapan kısmını yok ederek, kapasiteyi talebin düzeyine indirmek de, bu uygulama işsizliği yoksulluğu arttırarak talebi daha da daraltarak, borçlanmayı hızlandırarak, depresyona doğru bir kısırdöngü yarattığından kalıcı bir çözüm getirmez. Aksine gittikçe büyüyen bir kredi balonu mali krizleri hazırlar. Daha da önemlisi toplumsal huzursuzluğu, yöneticilere, düzene karşı toplumsal muhalefeti, çoğu zaman bir mali krizin ardından patlamak üzere yükseltir.

Kapitalist devlet açısından en güvenlikli yol, ülkede kapasiteyi, istihdamı korumak, bu amaçla, birikim fazlasını mal, sermaye olarak başka ekonomilere ihraç etmektir. Kapitalizmin kriz eğilimleri, aynı zamanda, onun genişleme eğilimlerini besler,emperyalizmin kapitalizme içkin olduğunu gösterir.

Genişleme eğilimi, başka ekonomilerin, gelen malları, sermayeyi güvenli biçimde emebilmesi için yeniden düzenleneceği, direnişin mali, siyasi-askeri araçlarla kırılmaya çalışılacağı anlamına gelir. Geçerken, bir zamanların askeri darbelerinin, IMF politikalarının, Kopenhag kriterlerinin, azgelişmiş ülkelerin pazarlarının merkez ülkelerin sermayesinin kullanımına açılması anlamına geldiğini vurgulamak isterim.

Ve savaş eğilimi 
Aşırı birikimin/kapasite fazlasının başka ekonomilere gönderilmesi (kriz eğilimlerin dışlaştırılması) pratikte, son yıllarda Çin için kullanılan bir kavramı ödünç alırsak,“depresyonun ihraç edilmesi” olarak kendini gösterir.

Tüm “güçlü” ülkeler “zayıf”ülkelerin ekonomilerini açar kendi depresyon eğilimlerini oraya aktarırken, gittikleri yerlerde de kurulu kapasiteyi, istihdamı hızla yok ederler, açığı doldurmak için kendi mallarını, tüketimi desteklemek için kendi mali sermayelerini gönderirler. Sonuç hep, Meksika’da, Arjantin’de, Türkiye’de, kimi Asya ülkelerinde olduğu gibi şiddetli bir borç ödeme krizi olarak ortaya çıkar.

Gelişmiş ekonomilerin sermayeleri azgelişmiş ülkelerin ekonomilerini açıp paylaşıp tükettikten sonra, mecburen gelişmiş ekonomilere geri dönmeye başlarlar. Bu aşamada, özellikle bu geri dönüşün şişirdiği spekülasyon balonları patladıktan sonra, “yıkılacaksa bendeki değil sendeki kapasite fazlası yıkılsın”, “bendeki değil sendeki sermaye devalüe olsun” politikası ister istemez öne çıkar.

Artık gündemi, kendi ekonomisini korumaya, karşısındakinin pazarlarını açmaya yönelik politikalar, buradan da ister istemez, gelişmiş ülkeler arasında siyasi askeri gerginlikler doldurmaya başlayacaktır. Bu resmi şöyle tamamlayabiliriz: Bu ortammilliyetçi-militarist, emperyalist politikacıların yönetim içinde ağırlığını arttırarak, silahlanma yarışını, “bir büyük savaş” beklentisini hatta arzusunu da körükler. Trump sayesinde, “reaksiyoner” dalganın öfkesini bu beklentiye, arzuya doğru yönlendirecek bir lider aramaya da artık gerek kalmamıştır. Korkutucu olan budur!

Kaynak: Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016

Hasta la victoria siempre! Zafere kadar şimdi ve daima

Yaşamını Küba halkının ve dünya halklarının bağımsızlığına, özgürlüğüne adamış, bu uğurda sonuna kadar savaşmış yoldaş Fidel’in mücadelesi önünde saygıyla eğiliyoruz.

Küba halkının ve dünya halklarının başı sağ olsun.

Selam söyle yoldaş Fidel; Chavez’e, Che’ye, Marx’a, Engels’e, Lenin’e…

Kararlı bir avuç devrimcinin yola çıkmasıyla başlayan Küba Devrimi, devrimci önder Fidel’in ve yoldaşlarının emperyalizme ve onun uşağı Batista’ya karşı vermiş olduğu bağımsızlık savaşıyla zafere ulaştı ve Küba’da sosyalizmin zaferini ilan etti.

O, dünyanın değiştirilebilir olduğunu; ufkuyla ve pratiğiyle Küba’da gösterdi. Onun bize bıraktığı ufka ve pratiğe sahip çıkacağız.

O, “Ben bir Marksist-Leninist’im ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım.” dedi ve öyle öldü.

Hep bizimle olacak…

Selam olsun sosyalizmin güzel adası Küba’ya!

Selam olsun onu yaratan Che’ye, Fidel’e!

Selam olsun Küba devrimcilerine!

Yaşam için ölenler ölümsüzdür!

Devrim için ileri! Ya sosyalizm ya ölüm!

KALDIRAÇ

26.11.2016

ABD’nin yeni başkanı Donald Trump oldu

ABD Başkanlık seçimlerinde kazanan Donald Trump oldu. Pensilvanya’dan kazandığı 20 delege sonrası 274 delegeye ulaşan Donald Trump ABD’nin yeni başkanı seçildi.

Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton ise başkanlık seçimlerinin bitmesini beklemeden Twitter hesabından “Teşekkür” açıklamasında bulundu.

“Kısmen duvar, kısmen de çit”

Trump, seçim sonrası açıklamalarında, ABD’de belgesiz olarak yaşayan 2-3 milyon göçmenin derhal sınır dışı edileceğini söyledi.

Trump, göçmenleri “suçlu” olarak tanımladı, aralarında “sabıka kaydı olanlar, uyuşturucu satıcıları, çete üyelerinin bulunduğu bu kişilerin sayılarının 2 hatta 3 milyonu bulduğunu” söyledi.

Trump, seçim kampanyasının kilit noktalarından birini oluşturan “Meksika sınırına duvar da ördürecek misiniz?” sorusuna ise “Evet” yanıtını verdi ve bunun kısmen duvar, kısmen de çit olacağını sözlerine ekledi.

“ABD’yi tehdit eden teröre karşı en iyi yöntem Esad’ı desteklemek”

Suriyeli “muhalif” gruplara desteğin kesilebileceğinin sinyalini veren Trump, “ABD’yi tehdit eden teröre karşı en iyi yöntem Esad yönetimini desteklemek” dedi.

Wall Street Journal’a konuşan Donald Trump, “Suriye’ye ilişkin bir çok insandan farklı görüşlere sahibim. Benim yaklaşımım açık. Biz Suriye’yle savaşıyoruz. Suriye, IŞİD’le savaşıyor. Ve bizim IŞİD’den kurtulmamız lazım.” ifadelerini kullandı.

Trump karşıtı eylemler: Benim başkanım değil

Irkçı, cinsiyetçi, göçmen karşıtı tutumuyla bilinen Trump’ın kazanmasının ardından başta üniversiteler olmak üzere ABD genelinde protestolar düzenlendi.

Başkanlık seçimlerinin sonuçlandığı gece ABD’nin birçok eyaletinde, üniversitelerde, liselerde, sosyal medyada Trump karşıtları ayaktaydı. ABD’nin çeşitli kentlerinde “Not My President” (Benim başkanım değil) sloganıyla düzenlenen eylemlere binlerce kişi katıldı. Trump’ın göçmenler, müslümanlar, Afro Amerikalılar, Amerikan yerlileri ve LGBTİ’lere yönelik nefret söylemlerine tepki gösterdi.

New York, Chicago, Austin, Berkeley, Seattle, Phoenix, Los Angeles, Richmond gibi kentlerde eylemler düzenlendi. New York’ta Birlik Meydanı’ndan Trump Binası’na yüründü.

Başkent Washington’da da kış soğuğuna karşın yüzlerce kişi Beyaz Saray’ın önünde bir araya gelerek bir nöbet başlattı. Time Magazine ülkenin doğusundaki Pittsburgh ve Pensilvanya’da da protestolar düzenlendiğini bildirdi.

Manhattan’da sokakları dolduran yaklaşık 10 bin Trump karşıtı “Not My President”, “Love Trumps Hate” (Aşk nefreti yenecek), “Dumb Trump” (Aptal Trump) ve “Still With Hillary” (Hala Hillary’nin yanındayım) yazılı pankartlar taşıdı. Kadınların “Benim bedenim, benim kararım” sloganlarını, eyleme katılan erkekler de “Onun bedeni, onun kararı” diyerek yanıtladı.

Washington’da Trump International Hotel önünde bir araya gelenler otele mavi renkte boyalar attı. Bu arada San Francisco, Los Angeles, Oakland ve Kaliforniya’da gösterilerin devam edeceği açıklandı.

Kaliforniya’da lise öğrencileri sokakta

Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’den ayrılmak için sosyal medyada kampanya başlatan Kaliforniya’daki eylemlere ise 6 bin kişi katıldı. Eyleme katılan liseliler ellerinde Meksika bayrakları taşıdı, ABD Başkanı Barack Obama’nın seçim sloganı olan ‘Yes We Can’in (Evet yapabiliriz) İspanyolcası olan ‘Si se puede!’ sloganları atıldı.

Chicago’da “Trump’a hayır” sesleri

Chicago’da ise yaklaşık iki bin kişi “Trump International Hotel and Tower” önünde toplanarak “Trump’a hayır! Ku Klux Klan’a Hayır!”, “Amerika ırkçı olmayacak” sloganları attılar. Chicago polisi eylemcileri durdurmak için çevrede yolları kesti.

Sosyal medyada tepkiler

Öte yandan sosyal medyada da Trump karşıtları #notmypresident etiketiyle seçim sonucunu protesto etti.

Kaynak: Sendika.org, 11 Kasım 2016

 

Sosyalizm Eğitimdir[1]

Marx, kapitalizmin metalaştırdığı insan emeğinin özgürleşebilmesi için eğitimin çok yönlü uygulanması gerektiğini vurguluyordu. İnsanın aklını eğitirken aynı zamanda bedensel gelişiminin de sağlanması ve asıl, toplumsal gelişim sürecinde alacağı rolün ona öğretilmesi gereğine işaret ediyordu. Marx’ın bu vurgusu komünist toplumsal ekonomik ilişkilere geçiş sürecinde sosyalist devletin vatandaşlarına ne şekilde üretime katılacağını öğreten mesleki ya da bilimsel eğitimi verirken, aynı zamanda da ona kendi akli yeteneklerini ve bedensel sağlığını kollayacak, geliştirecek yolları açmakla yükümlü olduğu konusuna da ışık tutmakta, vurgu yapmaktaydı.

Marx Kapital’de de, eğitim ve çalışmanın birlikte yürümesi gereği üzerinde duruyor. Aslında çıkış noktası olarak oldukça ters görünen bir konudan, kapitalist üretimde insafsızca sömürülen çocuk emeği kullanımının “düzenlenmesi”nden yola çıkıyor. İngiltere’de 1864’te çıkarılan fabrika yasasını eleştirirken, bu yasanın “ironik bir biçimde çocuğu koruması”nı tahlil etmiş. Tabii bu korumayı kısaca “saçma” olarak niteliyor. Çünkü yasa, her ne kadar çalışma yaşını 14 yaş üstü olarak şart koşuyor ve ilköğretim eğitimi almamış çocukların aileleri tarafından çalışmaya gönderilmesini yasaklıyor olsa da sonuçta, Marx’ın da dikkat çektiği gibi, tüm Avrupa’da yoksul emekçi çocuklarının çok küçük yaştan itibaren çalışmak zorunda oldukları ve hiçbir şekilde okula gitme şanslarının olmadığı gerçeğini örtemiyordu. Ancak yasada değinilen, “çocukların verimliliği için eğitilmeleri gereği” konusu Marx açısından önemliydi. “Hiç değilse, ilköğrenimin çocukların çalıştırılması için zorunlu koşul olduğunu ilan ediyordu”, diyor Marx ve yoksul çocuklara eğitim ve jimnastik olanağının doğduğuna dikkati çekiyor[3].

Burada Marx’ın altını çizdiği bir diğer nokta da, hem çalışıp hem okumak zorunda olan çocuklarla, çalışmak zorunda olmayıp yalnızca okula giden çocuklar arasındaki öğrenme hızı ya da yeteneği farklılaşması. Fabrikaları denetleyenler ve okul müdürlerinin vardıkları ortak sonuç, çalışan çocukların öğrenmek için diğerlerinin ancak yarısı kadar zamana sahip olmalarına karşın onlar kadar, hatta bazen onlardan daha fazla şey öğrenebildikleridir. Çalışmak zorunda olmayan çocuklar, elleriyle somut bir şeyler üretebilmenin kişisel gelişmeye sağladığı özgüven, yaratıcılık vd. yararlardan mahrum kalmalarının yanısıra, uzun ve sıkıcı ders saatlerinde boşu boşuna enerji tüketerek sağlıklarını yitirmektedirler. Marx, bu konuda aynı zamanda bir fabrikatör olan Robert Owen’ın yazdıklarını örnek gösteriyordu.

Gelecekteki toplumda eğitimin nasıl bir işlev üstleneceği o günkü fabrika sistemi içerisinde filizlenmeye başlamıştır: Çalışmayla birlikte, öğrenim ve jimnastik! Bu tür bir eğitimle belli bir yaşın üstündeki her çocuk üretici işi öğrenim ve jimnastik ile bir arada yürütecek ve bu yalnızca üretimdeki etkinliğin artırılmasında bir yöntem olarak değil, tam anlamıyla gelişmiş bir insan yetiştirilmesinde tek yöntem olarak uygulanacaktır[4].

Marx, varlığını dünya üzerinde koruyabilmek, sonsuzlaştırabilmek için insanlığın kurmak zorunda olduğu komünist toplumsal ilişkilerin yaratılabilmesini, tek tek bireylerin üstün akli yeteneklere kavuşturulmasında görüyor. Bunun tek yolu, eğitimdir. Okullar insanların kendi durumlarını, toplumsal konumlarını birlikte yaşadıkları diğer bireylerin hak ve özgürlüklerini kısıtlamadan, emeklerini, yaratıcılıklarını, zaaf ve hatalarını sömürmeden nasıl kavramaları gerektiğinin yollarını öğretmelidir.

Okulun işlevi

Okullar aynı zamanda, insanların bedensel sağlıklarını ne şekilde korumaları ve geliştirmeleri gerektiğini onlara öğreten, bu doğrultudaki bilim ve teknolojileri geliştiren kurumlar olmalıdır. İnsanın beden sağlığı, akıl melekelerinin verimli çalışabilmesinin önemli bir dayanağıdır. Fiziksel dinamik, düşünme ve yargılama mekanizmalarını derinden etkiler. Bilginin yorumu, insan beynindeki gelişimi, bir ileri aşamaya geçişi, vücut kimyasının düzenli işleyişiyle yakından ilgilidir. Bedenin bu desteği eğitimin ihmal edemeyeceği prensibidir.

İnsanın akıl ve beden yeteneklerinin eğitilmesinin, geliştirilmesinin tek bir hedefi vardır. O da, toplumsal üretimin artırılması yani, insanlığın bir bütün olarak daha iyi yaşam koşullarına taşınması, refahın herkes için eşit ve düzenli olarak yükseltilmesidir. Vahşet durumunun ortadan kalkması insanlığın onbinlerce yıl öncesinde birlikte yaşama, toplumsallaşma gereğini keşfiyle hayata geçebilmektedir. Bu geçişin en zor, en karanlık bölümü ilkel topluluklardaki ilk iş bölümünün ardından süreç içerisinde sosyal sınıfların ortaya çıkmasıyla insanlar arasında giderek derinleşen aykırılıkların oluşmasıdır. Bununla birlikte insanlık aynı zamanda da bu aykırılıkları törpülemeye, önce en aza indirmeye sonra da tümüyle ortadan kaldırarak ilkel komünal topluluklardaki “basit eşitlik”in daha kapsamlı ve derinlikli olarak yeniden kurulmasına kafa yormaya başlar.

Birlikte yaşama zorunluluğu, sosyal yaşam, tarihsel süreç içerisinde doğa ve evrenle belirgin bir denge içerisinde genel hayatın sürdürülmesi gereği gerçeği karşısında bundan böyle insanlık için kaçınılmaz hale geldiğinde, sosyal birliğin insanlar arasındaki çok yönlü eşitlik ve fedakarlık anlamına geldiği de toplumlarca kabul görmeye başlar. Ne var ki sosyal sınıfların varlığı bu kabulün hayata geçmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu engelin aşılması toplumu oluşturan bireylerin tek tek, eşit ve özgür olarak birlikte yaşama zorunluluğunu kavrayabilmelerini sağlayacak eğitimi alabilmeleriyle ilgilidir. Bunun zemini ancak sosyalizm sürecinde, merkezi bir biçimde kurulabilir, yürütülebilir.

Sosyalizmde eğitimin ne anlama geleceğini bu şekilde özetlemek mümkün. Elbette ki bu yükümlülüklerin kamu tarafından, yani devlet/hükümetçe, yerine getirilmesi çok kesin koşulların oluşmasıyla doğrudan ilgili. Bu koşulların başında toplumdaki üretim ilişkilerinin kesin bir alt-üst sürecini tamamlamış olması geliyor. Yani, kişilerin eğitiminde yukarıda özetlenen üç kuraldan herhangi birinin diğerlerinin önüne geçmemesi, toplumu kontrol eden sistemin, ideolojinin buna izin vermeyecek koşulları, mekanizmaları bir daha geriye dönüşü olmayacak bir şekilde topluma yerleştirmiş olması, bunu garantilemiş olması gerekiyor.

Burada elbette ki sosyalizmin ne olduğu, nasıl olacağı, komünizme nasıl yol alınacağının farklı

ülkeler bazındaki tartışması yapılmıyor. Dolayısıyla komünizme uzanan süreçlerde devletin, hükümetin, “zor”un rolünün ne olacağı, nasıl işlemesi gerektiği de konumuz değil. Burada göz önüne alınan yalnızca, insanlık tarihi açısından “dar” sayılabilecek bir süreç ve insanın özgürce dönüşümüne zemin sağlayacak koşulların, metodların ne şekilde düzenlenebileceğidir.

Yeniden Marx’a dönecek olursak: Öncelik, insanın akli, bedeni yeteneklerinin toplumsal üretimi artıracak istikrara kavuşturulmasıdır. Eğer marksizmi insanlığın kendi, her yönüyle gelişime engel koymayacak, daha somut bir hedefle, insanın insan tarafından sömürülmesi koşullarına artık bir daha geriye dönülmesi mümkün olunmayacak şekilde son verecek bir toplumsal örgütlenmeye geçeceği sürecin tanımı olarak anlıyorsak; eğitimi de, işte bu sürecin olmazsa olmaz birleşiklerinden biri olarak görmeliyiz.

Böylelikle bu sürece bakıp kısaca, “sosyalizm, eğitimdir” denilmesinde herhalde bir sakınca yoktur.

1917 Devrimi ve Eğitim

Genelde, “Reel Sosyalizm” diye anılmakta olan Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalist sistemindeki eğitim deneyimini yukarıdaki ilkeler açısından, “başarısız” şeklinde değerlendirmek mümkündür. İlk bakışta, Avrupa’nın göbeğinde her türlü kültürel, ideolojik mirastan beslenerek ve üstelik de yaşanan iki büyük savaş tahribatına karşın süre ortalamasına bakarak pek de ekonomik sıkıntı yaşanmadığı söylenebilecek olan yetmiş yıllık süreçte insanlığın, kendi geleceğini bir tür garanti altına almayı hedefleyen bu değişime direndiği öne sürülebilir. Dolayısıyla eğitim, her ne denli sosyalist prensiplerin koruması altında görece bir özgürlük alanı kazanmış olsa da, bu ülkelerde kendi yetiştirdiği insan eliyle geriye itilmiş, cehalete yenik düşmüş bir konuma yerleştirilebilir. İçerisinde dört, hatta beş kuşağın yetiştiği eğitim sisteminin ürünü olan toplumsal yapıya kendi insanınca sahip çıkılmamış olma görüntüsü, sosyalizmin değerlerini savunan diğer ülke devrimcileri için iç karartıcıdır.

Yalnız burada atlanmaması gereken önemli bir konuyu anımsatmakta yarar var. Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği çok yönlü yıkımın ardından, hemen hemen tüm emperyalist güçlerin fiziken desteklediği karşı devrimci -beyaz- ordulara karşı sürdürülen oldukça uzun ve kanlı bir iç savaşın ardından inşa edildi. Ağır iklim koşulları, tarımsal üretimin dibe vurması, açlık ve sağlık sorunlarının geriye kalan sınırlı işgücü üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmasına karşın 1920’lerin sonlarına doğru hızla toparlandı, 1930’larda da olağanüstü başarılı bir ekonomik dönüşüm gerçekleştirdi. Hemen ardından gelen İkinci Dünya Savaşı’nın en ağır bedel ödeyen ülkesi olmasına karşın 1940’ların sonunda savaş öncesi gücünü tekrar yarattı, 1960’lara gelindiğinde uzay çalışmalarındaki üstünlüğünü de ekonomik mucizesinin üzerine ekledi. Ki 1917 öncesinde halkının ezici bir çoğunluğu kara cahil olan bir ülkenin 50 yılda ulaştığı bu nokta, çarpıcıdır. Bu gelişme yalnızca Sovyetler Birliği sınırları içerisinde değil, sosyalist sisteme katılan tüm ülkelerde, farklı düzeylerde de olsa, aynı şekilde yaşandı. Afrika’da, Uzak Doğu’da ulusal kurtuluş savaşları desteklendi ve emperyalizmin dünyada ciddi bir biçimde geriletilmesi sağlandı.

Tüm bu gelişmeler, sosyalist devrime damgasını vuran kuşaklarla başlamak üzere yüzyıl boyunca bu kuşakların yetiştirdiği insan gücü, aklı sayesinde oldu. Ki burada, eğitimin üstlendiği görevin ne denli önemli olduğunu belirtmeye herhalde gerek yoktur. Üstelik de bu başarıların maliyeti ülke halklarına hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde, adil bir biçimde yansıdı. Sosyalist sisteme katılan ülkelerin hiç birinde ne açlık, ne sağlık sorunu, ne kişinin kendini akli ve bedeni geliştirme olanaklarına erişim engeli, ne işsizlik, ne de sistematik bir emek sömürüsü yaşandı; türlü çeşitli bürokratik kurumlaşmalara, yolsuzluklara rağmen. Bugün, bu 25 yıl öncesinin sosyalist toplumsal nimetlerini, örgütlenmelerini yaşamış olanlar kendi çocuklarının kapitalizme teslim oluşa neden yeterince direnilmediği sorusuna tatminkâr bir cevap bulamıyorlar.

Ancak konu bu denli basite indirgendiğinde, toplumsal ilişkilerin eğitimin etki alanı dışında kalan diğer yönlerinin gözden kaçması ya da kaçırılması tehlikesi ortaya çıkar. Bu yönler ne olabilir?

Eğitimin işlevi politiktir

Öncelikle Marx’ın altını çizmiş olduğu temel prensipleri yeniden gözden geçirmekte yarar var. Marx eğitimin, belirli bir sosyal ekonomik ilişkiler ağı için yeniden tanımlanmasını değil, insanlık için genel anlamda nasıl ele alınması gerektiğini vurguluyor. Küba Pedagoji Bilimleri Enstitüsü başkanı Dr. Lisardo Ramis, “Genel anlamda sosyalist eğitim prensiplerini sosyalizm öncesi prensiplerden ayırmanın pek bir anlamı olmadığını söyleyebilir miyiz?” sorusunu, “Aslında bu oldukça zor bir soru. Nedeni arada bir fark olduğunun gösterilmesi gereği” şeklinde açıklıyor olması Marx’ın bu vurgusuyla örtüşüyor[5]. Eğitimin üstlendiği görev evrensel bir nitelik taşır, işlevi sosyal yapıların değişimiyle değil, sosyal yapılardaki uygulamayla ilgilidir. Dolayısıyla da, oldukça politiktir diyebiliriz.

Bir diğer önemli nokta da sosyal tarihin nesnel akışı içerisinde temel prensiplerin dönemlere birebir uyum sağlayamayacağı gerçeğidir. Dünyada Sosyalist Enternasyonal’in hayata geçirilmesi öncesi, farklı sosyal ekonomik ilişkileri sürdürmekte olan toplumların birbirleriyle ilişkileri ve üstlendikleri ideolojilerin çeşitliliği uyguladıkları sosyal politikaları, dolayısıyla eğitimden yararlanma biçimlerini de haliyle etkilemektedir. Bunu fizik yasalarının işleyişine de benzetebiliriz: İşleyişi ve sonucu her yerde aynı fakat kullanımı, yarattığı beklenti değişken! Fidel Castro’nun, Ignazio Ramonet’in “Havana’daki Sao Paulo Forumu’na katılan Latin Amerikalı sol gruplara neden sosyalizm sözcüğünden kaçınmaları gerektiğini salık verdiniz?” sorusuna, “Çünkü bizler, kapitalist kategoriler kullanarak sosyalizmi inşa etmeye kalktığımızda ortaya birbirleriyle rekabet eden hırsız ve korsan kurumlar çıkartırız; bu sosyalizm değildir.” şeklinde cevap vermesi[6] bu yönü çok güzel açıklıyor.

Lenin, burjuva anlayışında iki ayrı eğitim hakkı tarzının geliştiğinden söz eder[7]. Bunlardan yalnızca kendi ait olduğu sosyal sınıfın yaratılan her türlü değerin doğal sahibi olduğu inancını taşıyanlar yani, burjuva elitin tüm olanakları kullanma hakkını elinde bulundurduğu inancında olanlar ve değerlerin bedeli karşılığında herkesçe kullanılabileceğini düşünenler. Lenin şöyle devam ediyor: “Birinci inançta olanlar tabii ki, zümre eğitimini savunmaktadırlar. Kendilerine halkçı diyen ancak toplumun sınıflı karakterini de baştan kabul etmiş olan diğerleriyse, doğal olarak devlet karşısında herkesin eşitliğini ancak bu eşitliğin bedeli karşılığı bir eşitlik olabileceğini dolayısıyla, öğrencilerin paraları kadar okuyabileceklerini savunur”.

Ki burada, aynı sosyal ekonomik ilişkilerin içerisinde de farklı beklentilerin olabileceği ve bunların pekâlâ birbirleriyle çatışabileceğini, Lenin oldukça açık bir biçimde gösteriyor. Lenin’in bu farklı anlayış ve beklentilere getirdiği açıklığın yanısıra bizzat verdiği örneklere de göz atmakta yarar var.

Hiç kuşkusuz bu örneklerden en çarpıcı olanı devrim öncesi Rusya’sındaki “kara cehalet” oranıdır. Lenin, 1913’te kaleme aldığı bir yazısında[8] bu oranı, devletin kendi yazılı kaynaklarından %73 olarak aktarır. Yukarıda da belirtilmişti, devrim sonrasında köklü bir şekilde değiştirilen politikalar 50 yıl içerisinde bu durumu da etkiledi ve Rusya, Sovyetler Birliği yalnızca halkının cehaletini ortadan kaldırmakla yetinmedi, eğitimindeki uygulamalarıyla kapital zengini ülkelerin teknolojik ve bilimsel düzeylerini de yakaladı.

Lenin yine, “Proleterskaya Pravda”nın 18 Aralık 1913 tarihli 10. sayısında yayımlanan bir başka yazısında[9], kiliselerin eğitim üzerindeki egemenliğinden söz eder ve buradaki eğitim kadrolarının, öğretmenlerin ancak %18’inin pedagoji eğitimi aldıklarını, kırsal kesimlerdeyse bu oranın %2,5’lara kadar düştüğünü bakanlığın bizzat yapmış olduğu bir araştırmadan aktarır. Bu araştırmadan çıkan bir diğer gerçekse, din dersi vermekte olan öğretmenlerin pedagojik açıdan eğitilmelerine hiç gerek duyulmadığıdır. Yani, devrim öncesi dönemde eğitim prensiplerinin niteliği değil, ne şekilde uygulanmakta olduğuna dikkati çekmektedir Lenin.

Buraya küçük bir not eklemekte yarar var: Çarlık Rusyası döneminde, temel eğitim büyük ölçüde özelleştirilmişti ve özel okullar genellikle kiliselere doğrudan bağlı vakıflarca işletilmekteydi.

Lenin, daha sonra Komünist Parti adını alacak olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Rusya’da sosyalist devrime yönelik programında bir dizi düzeltmeyi öneren, “Parti Programının Gözden Geçirilmesi Üzerine Materyal” adlı, Nisan-Mayıs 1917’de kaleme aldığı ve Haziran 1917’de yayımlanan broşüründe sosyalistlerin eğitimden ne anlamaları gerektiğini sade ve öz bir şekilde özetleyen maddeleri şu şekilde önermektedir [10]:

“…

Rusya Demokratik Cumhuriyeti Anayasası şunları sağlamak zorundadır: …

Madde 14- 16 yaşına kadar bütün kız ve erkek çocuklar için parasız ve zorunlu, genel ve politeknik (bütün başlıca üretim dallarının temellerini teorik ve pratik olarak veren) eğitim, öğretim ile çocukların toplumsal-üretici çalışmasının sıkı bir şekilde birleştirilmesi.

Madde 15- Bütün öğrencilere devlet hesabına yiyecek, giyecek ve ders araçları sağlanması.

Madde 16- Halk eğitim sisteminin, demokratik özyönetim organlarının eline verilmesi; merkezi gücün, ders programlarının tespitine ve eğitim kadrosunun seçimine her türlü müdahalesinin engellenmesi; öğretmenlerin bizzat doğrudan halk tarafından seçilmesi ve halkın istenmeyen öğretmenleri görevden alma hakkı.

İşçi sınıfını bedensel ve ahlaki yozlaşmadan korumak ve onu özgürlük savaşımını daha iyi yürütme durumuna getirmek için Parti şunları ister:

Madde 5- İşverenlerin okul çağındaki (16 yaşına kadar) çocukları çalıştırmasının yasaklanması; genç işçilerin (16-20 yaş) çalışma sürelerinin günde dört saatle sınırlandırılması ve bunların, sağlığa zararlı üretim dallarında ve madenlerde geceleri çalıştırılmasının yasaklanması.

…”

Halk kütüphaneleri

Nitekim Ekim Devrimi sonrasında oldukça geniş, içerisinde “yetişkin eğitimi”ne de yer verilen bir okuma yazma kampanyası başlatılır. En ücra köylerde kütüphane kurulması teşvik edilir. Eğitim, sosyalist devrimin öncelikleri arasında yerini alır. Daha önce sürekli ve bilinçli olarak ihmal edilmiş halk eğitiminin yaygınlaştırılması doğrultusunda geniş halk kitlelerinde büyük bir talep yükselmeye başlar. Yaygın eğitim, işçi ve köylülerde kendini geliştirme doğrultusunda muazzam bir ilerleme yaratmış, aynı zamanda da onlarda emperyalist savaşa katılmaya karşı önemli bir direnç oluşmasını sağlamıştır[11].

Bu sayede burjuva kurumlarının kalıntılarına ve burjuva toplumundan kalan ideolojilerin özgün proleterya kültürü adı altında soyut, saçma hedeflerle örgütlenmesine de genel bilinç düzeyinin yükseltilmesiyle engel oluşturulmaktadır. Ayrıca bunu desteklemek üzere, bilgiye ulaşımı kolaylaştıracak olan halk kütüphanelerinin de her yerleşim bölgesinde oluşturulması bilgiye aç yığınların yetişkin eğitimine destektir.

1917 Ekim Devrimi’nin eğitim seferberliğiyle ortaya koymuş olduğu uygulamaların bir diğer getirisiyse Marx’ın Birinci Enternasyonal’de altını çizmiş olduğu üç temel prensipten, toplumsal üretimin artırılmasında ilgilidir. Çiftçilerin ürettikleri ürünlerin karşılığını alamadıkları doğrultusundaki rahatsızlıklarının sanayi proleteryasıyla aralarında derinleştirmeye başladığı çelişkilerin ortadan kaldırılması konusunda yetişkin eğitimi önemli bir rol üstlenmiştir. Savaş Komünizmi yıllarının en can alıcı sorunlarından olan bu rahatsızlığa, 25 Şubat 1920 tarihinde, “Gubernia Eğitim Bölümü’nün Yetişkin-Eğitimi Şubesi Yöneticilerince Gerçekleştirilen 3. Büyük-Rusya Konferansı”nda yaptığı konuşmada değinen Lenin[12], yetişkin eğitiminin sanayi ve tarım kesimlerinde ortaya çıkan farklı üretim-sonuç ilişkilerinin her iki tarafın da birbirlerinin gereksinimlerine yönelik üretim programlarını doğru bir biçimde kavramalarını sağlayarak, ortaklaşa bir plan/programla süreç içerisinde ortadan kaldırabileceklerini öğrendiklerine vurgu yapmaktadır.

Lenin, devrim sonrasında devletin, dolayısıyla da komünist partisinin önemli görevlerinden biri olarak işçi ve köylü yığınlarını ileriye götürecek teknolojik atılımların tasarımlarını sağlayacak yetişkin eğitimine ağırlık verilmesini göstermektedir. Her iki kesimde de insanların nesnel olarak ortaya çıkan çelişkileri kavraması ve bunların çözümüne ilişkin ortak/eşgüdümlü yöntemler geliştirmesi, bunun herkesin yararına olduğunu kabul etmeleri eğitimin hedefi olmalıdır.

Küba’da da 1959 devrimi sonrasında eğitim ve kültürel projelerin merkezi bir disipline bağlı olarak ele alınmış olmaları[13] bu ilkenin bir uzantısıdır. Lenin, bu kapsama giren çalışmaların merkezi disiplin dışında ele alınma girişimlerine şiddetle karşı çıkmıştı. Lenin ayrıca, 1920 Ekim’inde, Lunaçarski’nin Izvestia’da çıkmış olan uyarılarına istinaden aynı ay içerisinde yapılacak olan Proletkült Kongresi’ni hedef alarak, tüm kültürel etkinliklerin Halkın Eğitim Komiserliği bünyesinde yapılanması gereği[14] üzerinde durmuştu. Eğitim ve kültürle ilgili hiçbir girişim, amacı proleterya diktatörlüğünü kurmak olan komünist partisinin denetimi dışında kalmamalıydı.

Günümüzde de örneğin, Küba’nın eğitim sisteminde, kültürel politikasında ve bunlarla ilgili uygulamalarda da alınacak kararlar, politika değişiklikleri veya “güncellemeler” yalnızca Eğitim Bakanlığı tarafından kararlaştırılır ki, bakanlık ve hükümet anayasasında açıkça “sosyalist bir işçi devleti” olduğu hükmü[15] bulunan Küba’nın yegâne politik örgütü olan komünist partinin kontrol ve sorumluluğu altındadır.

Lenin, Proletkült Kongresi’ne uyarı şeklinde ele aldığı -yarım kalan- eleştiri notlarında açıkça, işçi devletinde, a) hiçbir kültür girişiminin marksizm dışındaki düşünceleri temel alamayacağını, bunlara yönelemeyeceğini, b) proleter kültürü adı altında birtakım yeni, olmadık şeyler yerine, mevcut kültürel yapının marksist dünya görüşü ışığında ve proleterya diktatörlüğü sürecindeki mücadele ve yaşam koşulları temel alınarak, en iyi yan ve geleneklerinin geliştirilmesi gerektiğini, c) bu girişimlerin Halkın Eğitim Komiserliği’nin bünyesi dışında olmayacağı çünkü, Proletkült = Rusya Komünist Partisi + Eğitim Komiserliği olduğunu, ve, d) zaten Proletkült’ün Eğitim Komiserliği’yle iç içe ve birlikte olması gereği vurgulamaktadır[16].

Kapitalizmin “Apolitizm” dayanağı

Lenin ve Ekim Devrimi’nin öncü kadroları sosyalist cumhuriyetin eğitim politikalarını belirlerken büyük ölçüde burjuva uygulamalarının çelişkilerinden, emekçi sınıfların kültürel gelişimini engelleyen politikalarından hareket ettiler. Lenin, yeni devrimci hükümetin Halkın Eğitim Komiserliği’nin, insanların öğrenmesine ve diğerlerini eğitmesine yardımcı olmak görevini yerine getirmekle yükümlü olduğunun altını ısrarla çiziyordu [17]. Bu, komünistlerin proleteryanın öncülüğü ilkesi dahilindeki acil görevlerinden biriydi. Burjuva toplumunda eğitim, halka “apolitik” ya da “hiç-politik” olma hallerini empoze eden, ve aynı zamanda da halkı kilise ve özel mülk edinme baskısı ve haylice aşağılık kompleksi altında tutan bir “kafa bulandırma aracı”ydı. Bu sayede de burjuva kendince, halkın sırtından hiç inmemeyi garanti altına almış oluyordu.

Şöyle devam ediyordu Lenin: “Burjuva devletinde, her ne denli burjuva toplumunca inkâr edilse de politik işleyişle eğitim çok sıkı bir işbirliği içerisindedir. Bizse bu durumu kendi açımızdan inkar etmiyoruz, farkımız budur[18]. Biz, öyle ütopik düşüncenin sandığı gibi işçi yığınlarının sosyalist toplum düzenine dünden hazır olduğuna inanmıyoruz. Emekçi sınıfların tarihi de bunu zaten açıkça kanıtlamakta. Sosyalizme hazır olma durumu ancak ve ancak çok kapsamlı bir endüstrileşmenin ardından gelecek grev mücadeleleri ve politik örgütlenmeyle ortaya çıkar. Sosyalist devrimin başarılı olabilmesi ancak proleteryanın kendisini sömürenleri alt edebilecek yeterliliğe, donanıma ulaşabilmesiyle mümkün olabilir”[19].

Yani, siyasi iktidarın ele geçirilmesiyle iş bitmiyor; tersine, asıl görev o zaman başlıyordu. Kültürel boyutlarda da burjuvaziye, burjuvazinin sınıf ideolojisine karşı koyabilecek, insan yaşamından bunu silecek kapasitenin ortaya çıkartılması gerekiyordu. Bu, zaten burjuva düşünce yapısına karşı sosyalistlerin devrimi beklemeden açacakları, açmaları gereken savaşla da iç içedir.

Lenin, iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte kendilerinden kıyas kabul edilemeyecek denli güçlü bir durumda olan “bütün dünya burjuvazisi”ni karşılarına aldıklarını, dolayısıyla askeri mücadelenin yanısıra ve daha güçlü bir biçimde, işçi sınıfının ideolojik donanımını sağlayacak olan eğitime önem verilmesi gereğini vurgulamaktadır. Ekim Devrimi, dönemsel olarak kritik bir süreç yaşamaktadır. Dünya kapitalizmi daha önce hiç karşılaşmadığı, karşılaşmayı hiç ummadığı bir durumla karşı karşıyadır: Gözlerinin önünde bir işçi devleti kurulmaktadır. Bunun engellenmesi için her türlü yola, zora başvurulmalıdır.

Yepyeni bir alışkanlıklar silsilesinin ortaya konulması, bunların hayata geçirilmesi ve bu değerlere sahip çıkılması süreci hiç kuşkusuz onlarca yılı alacaktır ve bu ancak, politik özgürlüğün işçi sınıfı tarafından sürdürülmesi koşuluna bağlıdır. Böylelikle tüm emekçilerin bu doğrultuda eğitilmeleri olanağı doğar. Proleter değerlerin hangi düzeyde, nereye kadar eğitimle verileceğine yine proleterya karar verecektir. Bu konuda da partinin eğitimci, örgütleyici ve öncü rolünü yerine getirmesi gerekir. Partinin bu doğrultudaki işlevi tek bir prensipten güç alır: Komünist kadroların proleteryanın ruhunu özümseyerek onların yaşamına katılıp, onların burjuva aldatmacalarına karşı gözlerinin açılmasını sağlamaları[20]!

Burada Lenin’in özellikle proleteryanın kendi eğitim araçlarını yaratması gereği doğrultusunda yaptığı vurgu, dönemin eğitim kurumlarına hâkim olan burjuva ideolojisiyle ilgiliydi. Lenin, aynı konuşmada öğretmenlerin sosyalist devrime örgütlü bir biçimde direndiklerinden söz ediyor. Burjuva ideolojisi öğretmenler arasında köklü bir yere sahip ve bu durum işçi sınıfının tam iktidar olabilme yolundaki ciddi engellerden biridir. Dolayısıyla partinin öğretmenler içinde de ciddi bir politik çalışma yapması gerekmektedir. Komünist ruhun öğretmenlere anlatılması, bunun için de partili öğretmen kadrolarının yetiştirilmesi, eski alışkanlıkların, geleneklerin ve düşünüş biçimlerinin bir an önce tasviye edilmeleri gerekmektedir: “Devrim yaptığınızda her şey kendiliğinden sıfırlanmış olmuyor. Yani sizin elinizde şekil verilmeyi bekleyen yumuşak bir oyun hamuru yok. Tam tersine size direnen, her an elinizden kayıp gidecek ve hatta elinizi kullanılmaz hale getirecek, yılların kemikleştirdiği bir “şekil” var. İşte mesele, mücadele, bu şeklin kırılıp parçalanmadan gevşetilmesi, formunun değiştirilmesi. Eğitim de bunu yapmakla yükümlü. Eğitimde ağırlık, ekonominin geliştirilmesine verilmelidir. İnsan yaşamının iyileştirilmesi, güvenceler edinilmesi üretimin artırılmasına bağlıdır. Özellikle temel gereksinimlerin sağlanması ve dağıtımının düzene girmesi -herkese ulaşabilmesi-, endüstrileşmenin, kapitalist mantığın etkisinden kurtarılması gerekir. Komünizmin anlamı bunların yerleşmesini sağlayacak ajitasyon ve propagandanın emekçi sınıflar arasında yaygınlaşmasını sağlayacak eğitimin hayata geçmesiyle ortaya çıkacaktır [21]”.

Halk kesimlerine sınıf bilincinin ulaştırılması

Lenin, 30 Ocak 1919’daki bakanlar kurulu toplantısında ülkedeki kütüphanelerin ne şekilde hizmet verdiklerini sorgulayan bir dizi karar önerisi gündeme getirdi. Bu öneriler tüm kütüphanelerin ve okuma odalarının bakanlar kuruluna aylık olarak gelişmeleri rapor edecek bir işleyişin oturtulması şeklinde bakanlar kurulunca karara bağlandı. Bu karar uyarınca kütüphane ve okuma odalarının sayılarının ve bunlara sağlanacak kitap dolaşımının hızla artırılması, bu artışın bu birimlerce düzenli olarak rapor edilmesi, ayrıca, okur sayısının artırılması için birimlerin yaptıkları çalışmalar, okurun ilgilendiği konularda kaynaklara/kitap ve dökümanlara rahatça ulaşmasını sağlamak üzere yapılan çalışmalar, hükümetin aldığı kararların ve kanunların, hükümet politikalarının herkese ulaştırılması doğrultusunda birimlerin yaptığı çalışma, okuma birimlerinin açılış/çalışma düzeni ve saatleri, ulaştıkları kesimler ve tüm bunlarla birlikte, birim çalışanlarının okur sayısını, hizmet kalitesini ve kitap döküman sayısını çeşitlendirmeleri/artırmaları karşılığında alacakları ödüller belirli kurallara bağlanmaktaydı. Lenin’in bu hassasiyeti marksizmin eğitime ama yalnızca okullarla sınırlı değil, genel olarak halk, insan eğitimine, kültürün ve siyasi bilincin yükseltilmesine verdiği önem açısından çarpıcıdır[22].

Lenin, eğitimin yalnızca okuma yazma öğretmekle sınırlı kalamayacağına vurgu yaparak, özgün bir Sovyet ekonomisinin ortaya çıkartılmasında bunun yeterli olamayacağını söylüyordu. Kültürün geliştirilmesi, -burjuvazinin getirdiğinden- daha üst aşamaya taşınması gerekiyordu. Ancak insanların okuma yazma yeteneklerini kullanabilecekleri, geliştirebilecekleri bir yayın kampanyası, yayınların sağlıklı dağıtımı ve en önemlisi de bu yayınların gerçekten okunması ve anlaşılması şarttı. Ancak bu şekilde okuma yazma öğrenmenin bir yararı olabilirdi. Lenin, bunun yeterince sağlanamamasından, bu amaçla dağıtılan materyalin yalnızca dörtte birinin bu hedefe ulaştığından yakınıyordu. Çok zor koşullar altında yaratılan kaynakların verimli ve tam bir şekilde kullanılması gerekiyordu. Kültürel seviye her ne pahasına olursa olsun yükselmeliydi. Köylü, öğrendiği okuma yazmayı, üretimin artırılması için yeni tarım tekniklerinin geliştirilmesi ve kullanımı için, toplumsal üretimin artırılması doğrultusunda kullanmayı öğrenmeliydi[23].

Harun Karadeniz ve Eğitim Üretim İçindir

Burada, Türk devrimcisi Harun Karadeniz’in genç yaşta üzerinde çalışmaya başladığı ve ancak ölümünden sonra, Eğitim Üretim İçindir[24] başlığıyla basılabilmiş olan broşürü anmak gerekiyor. Hazırlandığı yıllarda sosyalizmi ya da komünizmi övmek suç sayıldığından Karadeniz, broşüründe adını anmadan sosyalizmin bir üretim toplumu olduğunu, kapitalist eğitim sistemininse düşünmeden yaşayan, yalnızca tüketen bencil bireyler yetiştirmeye yönelik örgütlendiğini Türkiye’deki eğitim yanlışlarını ele alarak başarılı bir şekilde gösteriyor. Bu çalışma, Türkiye’deki eğitim sistemine yöneltilen derli toplu bir eleştiri olmasının yanında tarihsel süreç içerisinde eğitimin kendi prensiplerini nasıl geliştirdiğini özetleyen o yılların sosyalist devrimcilerinin pek de üzerinde durmadıkları önemli bir açığı kapatmaktadır.

Üretimin artırılması yalnızca Savaş Komünizmi döneminin olağanüstü koşullarının zorlamasıyla değil, işçi devletindeki genel refah düzeyinin istikrarlı bir şekilde ve herkese eşit yükseltilmesi için gerekiyordu. Kişilerin inisiyatif alma kapasitelerinin geliştirilmesi ve diğerlerinin eğitimine aktif olarak katılmalarının sağlanması, istikrarlı üretim artışının dinamosunu oluşturacaktı. Bu nedenle de Lenin ısrarla, bedeli ne olursa olsun üretimin artırılması gerektiğini savunuyor, bunun için de işçi ve köylüleri tartışma zeminine çekecek meşru olanakların yaratılmasını öneriyordu. Devrim devam ederken insanların haklarını öğrenerek toplumsal meşruiyet çerçevesinde ne şekilde mücadele etmeleri gerektiğini öğrenmeleri yaşamsal bir önem taşımaktaydı. Meşruiyet dışı yöntemlere kapı açılması devrimin sürdürülebilirliğini tehlikeye atacaktı ve bunun eğitim yoluyla önüne geçilmeliydi. İnsanlar çekinmeden düşüncelerini öne sürebilmeli, bunun için de yeterli bilinç düzeyine erişecek olanaklardan rahatça yararlanmalarının bir hak olduğunu kavramalarına destek olunmalıydı. Bu doğrultuda eğitimi yürütecek kadroların dolambaçlı yollara, süslü laflara başvurmadan, yeri geldiğinde de kendi bilgisizliklerini hiç saklamaya gerek duymadan çalışmaları, yaptıkları işleri sürekli gözden geçirmeleri, ekonomik gelişmeleri hiçbir yanlış bilgilendiremeye sapmadan açıkça herkesle paylaşmalıydılar[25].

Militan Materyalizm

Sosyalizmde eğitimin nasıl olması gerektiğinin büyük ölçüde insan emeğinin sömürüsüne dayalı sınıflı toplumlardaki, kapitalizmdeki uygulamalarından yola çıkılarak bu toplumsal yapıların temel prensiplerde meydana getirdiği bozulmanın, çarpıklığın giderilmesi olduğundan yola çıkıldı. Tıpkı günümüz Küba pedagoji anlayışında olduğu gibi, eğitimin temel prensiplerinin sosyalist prensipler şeklinde bir alt basamağa ayrılmasından çok, sosyalizmin genel politikalarındaki eğitim anlayışının aslında bu prensipleri içerdiğini ortaya çıkarmak önemlidir.

Sosyalist uygulamada eğitimin temel prensipleri insanın tam eşitliğine, zihin ve beden gücünün gelişimine ulaşım olanaklarının tam yaratılmasına ve toplumsal üretimin, maddi refahın sürekli artışının geriye dönüşü olmayan bir istikrar kazanmasına hizmet eder. Bu yukarıda alıntıları yapılan tartışmalardan özetlenecek olursa, sosyalist devrim öncelikle kara cehaletin ortadan kaldırılması için kolları sıvamalıdır. Özellikle burjuva toplumsal ilişkilerinde bilinçli olarak ihmal edilen okuma yazma ve okumayla kültürel gelişimin yaygınlaştırılması acil bir programa bağlanmalıdır. Eğitim, herkes için aynı şekilde, kademeli ve yaygın olarak gerçekleştirilmeli, ileri eğitimin önü tümüyle ve yine herkes için açılmalıdır. Marx’ın işaret ettiği şekilde, eğitim temel prensiplerinden belki de en önemli olanı, toplumsal refahın yükseltilmesini sağlayacak programların yürürlüğe konulmasıdır. Bu yapılırken, ahlaki değerlerin yükseltilmesinin de gözetilmesi aynı derecede önemlidir. Lenin’in üzerinde sıklıkla durmuş olduğu, yukarıda da çeşitli alıntıları yapılan bu görev, “ben” ve “biz”in toplumsal yaşamda iç içeliğini sağlar, bireyin çeşitli örgütlenmeler altında toplumla dayanışma içerisine girmesini teşvik eder.

Kişinin kendi kendisini yönetebilecek yeterliliğe erişmesi ancak bu dayanışma sayesinde olur. Kişi, toplumun ve bir bütün olarak insanlığın ilerleyebilmesi için nelere uyması, neleri önceliğine alması doğrultusunda bir “bilinç disiplini” geliştirir. Bu sayede de yeni toplumsal ilişkilerin, yeni ahlaki değerlerini hayata geçirecek ve süreklileştirecek düzeni teminat altına almış olur. Eğitim her aşamada kişilerin bu aşamaları sağlıklı bir biçimde özümseyecekleri akıl ve cesareti öğretebilmeli, bu süreçlerde oluşacak farklı düşüncelerin özgür ve sınırsızca tartışılabilmesinin zeminini yaratmalıdır.

Tüm bu değişimlerin hayata geçirilmesi kararlı, hızlı, “militanca” bir uygulama anlayışını zorunlu kılmaktaydı. 1917 Ekim Devrimi kurucuları bunu gördüler, tartıştılar ve tereddüt etmeden harekete geçtiler.

Halkın Sosyal Güvenliği Komiserliği

Alexandra Kollontai, bu önemi kavramış devrim önderlerinden biridir. Ekim Devrimi sürecinde özellikle bebek ve anne sağlığının insani gereklerin yanısıra devrimi sürdürecek olan yeni kuşaklar açısından ne denli can alıcı olduğu tartışmasını sürekli gündemde tuttu ve Ekim’in hemen ardından sorumluluğunu üstlendiği, Halkın Sosyal Güvenliği Komiserliği’ni doğrudan bu çalışmaların merkezi haline getirdi. İşe öncelikle bu amaçla kurulmuş fakat işlev görmeyen ya da işlevi amacı dışına sapmış kurumları sosyalist devletin sorumluluğu altına alarak dönüştürmekle başladı. İlk elde görevi anne sağlığını korumak olan ülke düzeyindeki tüm kurumların yerel hükümetlerin bünyesinde, merkezi hükümetin kontrolüne girmesini sağladı. Kurumların çalışmaları işçi sınıfının doğrudan temsilcilerinden oluşacak bir komisyonun denetiminde olacaktı. Kollontai, tüm işçi, asker, köylü sovyetlerine bu komisyonu yürütecek olan temsilcilerini seçip merkeze göndermelerini istedi. Çok kısa bir zamanda da merkezi komisyonun çalışma kriterlerini yasalaştıracak bir tasarıyı hazırlayarak merkezi hükümetin önüne getirdi. Buna göre, 31 Ocak 1918’de yayımlanan bir kararnameyle komisyonun sorumlulukları şu üç başlık altında toplanmaktaydı: 1) çocukların tam korunma altına alınması, özellikle bebek ölümlerinin önüne geçilmesi; 2) çocuğun, en köklü anlamıyla sosyalist aile olarak tanımlanacak bir ortam içerisinde yetiştirilmesi (bu doğrultuda, bebeğin doğumuyla birlikte toplumsal bakımının ortak bir biçimde üstlenileceği anne ve bebek evlerinin kurulması); 3) çocuğun akli ve fiziki gelişimini sağlıklı bir biçimde tamamlayacağı  ortamın hayata geçirilmesi[26].

Eğitimin temel prensiplerinin uygulanabilmesinin ancak eğitimin sosyalist devrimin sürekliliğini sağlayacak bir uygulamayı yüklenmesiyle mümkün olabileceği açıktır. Lenin bu doğrultuda, eğitimin prensiplerini iyi kavramış parti kadrolarının dini yobazlıkla mücadelesine özel bir önem atfeder. Lenin’e göre, din yobazlığına ve burjuvazinin dini etkili bir sömürü aracı olarak kullanmasına karşı ateizmin yaygın bir şekilde kitlelere anlatılması gerekir[27]. Lenin, zamanında Engels tarafından da önemle üzerinde durulmuş olan, 18. yüzyıl militan ateist edebiyatın tercüme edilerek yaygın bir şekilde okunmasını, kitlelere okutulmasını önermektedir. Lenin, yine o yıllarda Rusça’da çıkan, R. Y. Wipper’in, Hristiyanlığın Kökenleri ve Arthur Drews’ın, İsa’nın Yüceltilmesi adlı kitapları örnek göstermektedir [28].

Ekim devriminin insanlığa getirdiği kazanımların korunması önceliği, ilk devrim yıllarının başlıca hedefi olmuştur. Eğitimin Sovyetler Birliği genelinde yeniden örgütlenmesi de bu hedefin en önemli bir parçası olarak ele alındı. Devrimin “ilk yılları”nı on, onbeş yıllık bir süreç olarak düşünmek yerinde olur. Faşist tehdidin Avrupa’da önce iktidarları kontrol altına alıp daha sonra da bizzat iktidarları, hem de demokratik(!) seçimlerle ele geçirmesinin ardından sosyalizmin politikalarında, eğitimdeki uygulamaları da ister istemez etkileyecek olan değişiklikler meydana geldi. Giderek artan dünya savaşı tehdidi insani gelişme kaygısının önüne askeri rekabeti koyarak toplumsal değişimin dinamosu olan militan materyalizmi, “anavatanın korunması” önceliğinin arkasına itmiş oldu.

Ancak burada bizleri ilgilendiren, herhangi bir dönemsel politika değişikliğinin etkisine girmeksizin prensiplerini bu dönemde hayata geçirmeyi başaran eğitimin, sosyalizmle birlikte aldığı mesafenin ortaya konulması. Ekim Devrimi’nin pedagoji alanına açtığı olanakların önde gelen temsilcilerinden olan ve devrimin merkez kadrolarında görev alan Nadezhda Krupskaya’nın 1924-1936 dönemi çalışmalarını derleyen, Komünist Ahlak başlıklı kitapta burjuva kalıntılarını tümüyle yok etme konusundaki tavizsiz çabalar, nedenleriyle birlikte anlatılıyor[29].

Komünizm bir mezhep değildir!

Gençlere, “Kişisel yaşamımızı, mücadele nedenimiz olan komünizmin inşasıyla bağdaştırmak zorundayız”, diye hitap ediyor Krupskaya, 12 Temmuz 1924’teki, Rusya Genç Komünistler Birliği’nin 6. Kongresi’nde yaptığı konuşmada. “Ama”, diye devam ediyor, “bu zorunluluk hiçbir şekilde kişisel yaşamımızın reddi anlamına gelmez. Komünizm bir mezhep değildir ve bu tür sofulukların komünizmde yeri olamaz[30].”

Krupskaya, Ekim Devrimi’nin iktidarı ele almasıyla birlikte insanlığın kendi gelişiminin önüne set çeken engelleri ortadan kaldırma fırsatı yakaladığını vurgulamaktaydı. Sosyalizm, hayatı bireyler için geliştirme, zenginleştirmenin önünü açmaktaydı ve buna sahip çıkmak için birey olmanın unutulması değil, bireyin mücadele gücünün diğerleriyle birlikte ortaya konması gerekiyordu. Birey inandığı şey için mücadele etmeyi çevresindekilerle birlikte gerçekleştirilmeliydi. Kendisi gibi düşünmüyor diye diğerlerini dışlamak, yalnızca kendisi gibi düşünenlerle birlikte olmayı aramak komünist bir tavır olamazdı; tersine komünizmin içselleştirilmesine, yani komünizmin tüm insanlık için gerekliliğini kavramasına engel çıkartacaktı. Krupskaya bundan yola çıkarak konuşmasında, sosyalizmin inşası bahanesiyle kocasını, çocuklarını, yakın çevresini boşlayan kadın parti militanlarını da örnek vererek eleştiriyordu. Militanlık ailenin yok sayılması için bir sığınak olamazdı.

Sınıflı toplumların eğitimi kullanarak insanlığa binlerce yıldır telkin ettiği ve emekçileri teslim alan bencilliğin kararlı ve ısrarlı bir biçimde tersine çevrilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla eğitimin yaygın bir biçimde uygulanması, yetişkinlerin de bu kapsama alınması doğrultusunda ciddi çalışmalara girişildi. Yüksek verimliliğe ulaşan dev fabrikalar veya saatte şu kadar buğdayı işleyen modern değirmenler kurmakla, işletmekle bitmiyordu iş. Bu ekonomik ilerlemenin, refahın topluma eşit ve adil bir şekilde yansıması için de sürekli çalışılması, eğitimin güncellenmesi, sosyalist devrimin sürekliliğinin sağlanması gerekiyordu.

Krupskaya yaşamını adadığı devrimci pedagoji alanındaki çalışmaları üzerine aldığı notlarda, yeni kuşakların akıllı, özgür ve cesur bireyler olarak yetiştirilmelerinin kendi koşullarını geliştirme taleplerinde, uzun dönemli bir sosyalist kolektifi kurmalarında en önemli unsur olduğunun altını çizmekteydi. “Ben” ve “biz”in ayrılmaz bir bütünlüğe dönüşmesi, bu ortaklaşmacı (kolektif) bünyesinde gerçekleşecekti. Bu birliktelik güçlü bir ideolojik uzlaşma ve dayanışma temelinde yükseltilecekti.

Krupskaya, Maksim Gorki’ye yazmış olduğu 20 Eylül 1932 tarihli mektubunda, sosyalist ortaklaşmacılığın kurulmasında edebiyat ve sanatın oldukça belirleyici bir rol oynayabileceğine dikkati çekiyor ve Marx’a atıfta bulunarak, önemli olanın insanların fiziksel birliği değil üretim potansiyellerini bir araya getirmeleri olduğunu yazıyor, yalnızca birlikte olmak için bir araya gelmenin sömürülmeye hazır bir “sürü” oluşturmaktan başka bir işe yaramayacağını ancak emek gücünün birlikte harekete geçirilmesi doğrultusunda bir araya gelişlerin insanlık açısından muazzam değişimleri harekete geçirebileceğinin altını çiziyordu. Marx’ın da vurgulamış olduğu gibi, bu tür girişimler birer yenilmez güç olmaya adaydır[31].

Krupskaya’nın notları yalnızca eğitimin devrimci dönemde üstlenmesi gereken işlevi irdelemesiyle sınırlı değildir. Bu dönemde ortaya çıkan temel bazı aksaklıklara da dikkati çeker ve uyarır. Yeni yaşam biçiminin kurulmasında eğitimin temel prensiplerinden olan iş ve çalışmanın temel eğitimin içerisinde yer alarak çocuklara öğretilmesi hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Çalışan insanlar, emekçiler, okullardan uzak kalmamalıdırlar. Bu, yalnızca anne ve babalar için değil tüm proleterya için kaçınılmaz bir görevdir. Emekçiler okullara müdahil olmalı, eğitimin işlevini kendi üretim güçlerinin dışında bırakmamalıdırlar. Emekçilerin katılımı komünist eğitimin önemli prensibi, çalışmayı öğrenmeye, üretkenliği anlamaya yapılan en değerli katkı olacaktır Krupskaya’ya göre.

Yine buna bağlı olarak çocukluğun büyükçe bir bölümünü okul dışı zamanların oluşturduğuna dikkati çekerek, bu geniş zaman diliminde çocukları sokaklardaki aylaklığa ve serseriliğe iten duruma müdahale edilmesi gerektiği, bunun da en gerçekçi yolunun çocuklardaki ilgi alanlarının keşfi ve bunları geliştirecekleri mekânların onlara sağlanması olduğunun altını çiziyor. Krupskaya, parti organlarından, Genç Öncü hareketinin bu konuda gereken gayreti gösterdiğini fakat emekçilerin de kendi bölgelerinde değişik alanlarda sosyal çalışma birimleri, atölyeler ve kitaplıklar oluşturarak son derece yapıcı katkılarda bulunabileceklerini yazmaktadır[32].

Komünizmin yıkıcı(!) görevi

Sosyalizmde eğitime ayrı bir bölüm ayıran, Bukharin ve Preobrazensky’nin birlikte kaleme aldıkları 1920 tarihli, Komünizmin Alfabesi broşüründe[33], yukarıda ele alınan konulara aykırı gelebilecek bir alt bölüm dikkati çekiyor. Sosyalizme olumlu anlamlar yükleyen geliştirici, ilerletici yanlarıyla çelişiyor gibi görünen, “Komünizmin Yıkıcı Görevi”!

Burjuva ideolojisinin toplumun genelini eğitmek gibi bir sorunu olmadığını söyleyen Bukharin ve Preobrazhensky, kapitalist toplumlarda okulların sisteme birer köle yetiştirme işlevini üstlendiklerini, gerçek anlamda kültürel gelişmeninse yalnızca burjuva sınıfı çocuklarının devam edebildiği okullarla sınırlı kaldığının altını çiziyorlar. Emekçi sınıf çocuklarının devam edebildiği okullarsa zaten tümüyle kilisenin denetimi altındadır ve çocuklar cahil öğretmenlerin ellerine terkedilmiştir. Bu okullarda halk çocuklarının kültürel bir donanıma sahip olabilme olanağı hiç yoktur. Amaç egemen sınıfların taleplerine itirazsız uyacak kişiliksiz köle sürüleri yaratmaktan başka bir şey değildir.

Sosyalizmin görevi bu durumu tümüyle ortadan kaldırmaktır. İşte bu nedenle de insan yaşamına getireceği tüm olumlu şeylerin yanısıra devraldığı tüm bu gerici mirası yok etmek durumundadır. Bu görüş, eğitimde burjuva değerlerine karşı militanca yapılacak bir mücadelenin de ana hedefini oluşturur. Bukharin ve Preobrazensky broşürlerinde, burjuva ideolojisini çocuklara aşılamakla görevli ve aslında herhangi bir pedagojik birikimi de olmayan öğretmenlerin derhal -gözlerinin yaşına bakılmaksızın- proleterya okullarından uzaklaştırılmalarını önerirler.

Din, Çarlık Rusyası okullarında tümüyle zenginlerin baskı aracı haline gelmiştir. Kilise de bu baskıya canıgönülden katılarak emekçi çocuklarının önünü tıkamak, geleceklerini karartmak için çalışmıştır. Dolayısıyla yeni dönemde okullar kiliselerin elinden alınmalı, din kesinlikle okul duvarlarının dışına atılmalı, din dersinde ya da din adamlarının okullara girmesinde ısrar eden öğretmenlere, gruplara ya da ana babalara okulun kapısı kapatılmalıdır.

Bukharin ve Preobrazensky, çocuğu ana babanın malı olarak gören burjuva anlayışının yıkılması gerektiğine inanıyorlardı. Ebeveynlerin kendi komplekslerini, başarısızlıklarını çocukları üzerinde tatmin etmeye kalkışmasının önüne geçilmeliydi. Bireyin varlığını ve geleceğini teminat altına almak toplumun göreviydi ve bu sosyalist devrimin tepeden tırnağa yeniden düzenleyeceği yeni eğitim uygulamalarıyla gerçekleştirilecekti. İşte bunun için komünizmin eski anlayışı, yapılanmayı yıkması, ortadan kaldırması gerekiyordu.

Öte yanda, eğitimin aile ve anne sorumluluğundan devlete verilmesi kadınları da özgürleştirecektir. Anne/ kadın, çocuğuna bakma zorunluluğundan kaynaklanan ev işleri, çocuk bakımı gibi kendisini geliştirme özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtlayan, onu toplumsal faaliyetlere fiilen katılma hakkından uzaklaştıran, cinsiyet eşitliğini ortadan kaldıran durumdan kurtulacaktır. Bu, komünist toplumun eğitimi sosyalleştirmesi gereği nedenlerinden biridir.

Sosyalist eğitimin ancak, mesleğinde yetişmiş, pedagojik yeterliliğini kanıtlamış öğretim elemanlarınca sağlanabilirliği emekçilerin başlıca hedeflerinden olmalıydı. Emekçiler arasındaki etnik ve dil farklılıkları eğitimin herkese ulaşması açısından herhangi bir engel teşkil etmemeliydi. Sosyalist toplum anadilde temel eğitim hakkını güvence altına almakla yükümlüydü. Bu arada eski burjuvazinin çocukları da devlet okullarında, proleteryanın çocuklarıyla eşit koşullarda eğitimlerine devam edecekler, onlara emekçiler gibi düşünmeleri öğretilecekti. Herkesin, herhangi bir ayrım yapılmaksızın yeni sosyal ilişkilerin kurulması konusundaki bilinci burada gelişecekti.

Komünist Parti’nin önündeki bir diğer önemli görev de özellikle endüstrileşmiş bölgelerde okul öncesi eğitimin hızlı bir şekilde yeniden programlanarak ele alınmasıydı. Sosyalizm, toplumun geneline bu olanağı yaymakla yükümlüydü ancak hem annenin hem de babanın çalışmak durumunda olduğu yerlerde bu gereksinim daha da acildi. Okul öncesi eğitim programları, anne ve babaların eğitilmelerini de kapsamak zorundaydı. Sorun yalnızca ilk eğitim öncesi çocukları okula hazırlamak değil, temel eğitimin işlevi konusunda anne babaların da gerçekçi bir bakışa sahip olmalarını sağlamaktı. Bu amaçla oluşturulacak kurumların sorumlulukları, yürüttükleri işler anne babalarca da paylaşılmalı, denetlenmeliydi. Böylelikle evde özel eğitimin daha nitelikli olacağı doğrultusundaki ideolojik burjuva inancının etkisi ortadan kaldırılacaktı. Bu sürecin en tutarlı güvencesi eğitimin bilinç düzeyleri yüksek anne ve babalarca da izleniyor olması olacaktı. Bu doğrultuda, anne ve babaların çeşitli dernekler altında örgütlenmeleri komünist parti tarafından teşvik edilmeliydi.

İşçi Akademileri

Çocukların okula başlama yaşı 7’yi geçmemeliydi. Bu yaştan sonra artık her birey merkezi kurumsal bir yapılanmanın bünyesinde kapsamlı bir eğitime geçmiş olmalıydı ve herkes için bu zorunlu tutulmalıydı. Evrensel, eşit ve zorunlu eğitim 7’yle 17 yaş arası tüm çocuklar için erişilebilir hale getirilecekti. Sosyalist devletin okulu, bir “işçi akademisi” olmalıydı. Buralarda eğitim, iş ve çalışmayla birlikte, iç içe yürütülmeliydi, hatta bu okullar iş/emek temeli üzerinde kurumlaşmalıydı. Çünkü iş ve çalışma çocukların yalnızca bedeni sağlığının gelişmesine değil aynı zamanda da tüm diğer melekelerinin olgunlaşmasına katkıda bulunacaktı.

Gerçekte, zaten komünist toplumun inşası için, “işçi akademileri” kaçınılmazdır. Komünist toplumda her bireyin üretkenlikle ilgili araçlar konusunda -en azından- bir fikir sahibi olması gerekir. Her birey, hangi aracın ne işe yaradığını az çok bilecek düzeyde bir eğitim donanımı edinme şansına sahip olmalıdır. Çünkü komünist toplumda, gizli kapaklı işlerin çevrilmesine, basmakalıp konuların ha bire insanlara dayatılmasına, kemikleşmiş kadroların belirli yerlere, koltuklara yapışıp kalmasına izin verilmez. En değerli bilim adamının bile kol emeğinin toplumsal işlevi konusunda bir deneyimi, bir fikri olmalıdır. Komünist toplum, birleşik “işçi akademileri”nde yetiştirdiği öğrencilerinden, bilimsel çalışmalara devam edip profesörlüğe kadar yükselme başarısını gösterseler dahi onlardan toplum için maddi bir değer üretmelerini, ortaya koymalarını bekler. İş ve çalışma, yemek içmek gibi hayatın doğal akışı içerisinde insan yaşamında yer alması gereken ortak gerekliliklerdendir. Bu da ancak komünist okulların bünyesinde eğitimle sağlanabilir.

Bireyin 17 yaşına kadar alacağı eğitim, bu yeni yaşam düzeninin pratik ve teorik öğreniminin tamamlanmasıyla ilgili olacaktır. Ancak eğitim bununla da sınırlı kalmamalıdır. Temel, genel bilinçlenmenin üzerine ayrıca “özgün eğitim”in de eklenmesi gerekir. Doğal olarak yaşamsal kabul edilen bilim dallarının kapsadıkları konular o denli geniş ve çeşitlidir ki hiçbir kişi bunların tümünü birden öğrenme kapasitesine, zamanına sahip olamaz. Bu nedenle de, temel eğitimin son yıllarında öğrencilerin en çok ilgi duydukları, yetenekli oldukları alanlar tespit edilerek onları bu alanlara yöneltmeye çalışılmalıdır. Gerçi temel eğitimin verildiği birleşik işçi okullarında özgün eğitim alanlarına da yer verilmelidir ama buradaki süreler ve olanaklar, öğrencilerin yaşı, bu tür bir eğitimin hakkıyla verilebilmesi açısından yeterli olmayacaktır.

Bir diğer önemli gerçek de 17 yaş öncesinin halen çocukluk olarak kabul edilmesi ve çocukların reşit sayılmalarına temel teşkil eden “cezai ehliyet”e sahip olmamalarıdır. Bu nedenle de meslek eğitimi ancak toplumsal üretime katılarak devletin bütçesine maddi katkıda bulunmaya hazır bireylerin, yani 17 yaş sonrasının yükümlülüğüdür.

Bukharin ve Preobrazensky, temel eğitim sonrasında politeknik okulların ve üniversitelerin ne şekilde örgütleneceklerine, öğrencilerin 17 yaş sonrasında bu eğitime nasıl devam edeceklerine dair net bir görüş ortaya koymuyorlar. Onlara göre o anda bunun öngörülmesi pek de gerçekçi olmayabilir[34]. Kitabın hazırlandığı, “Savaş Komünizmi” dönemi pek çok konunun ileriye, beslenme sorununun çözümü ve üretimin artırılmasına yönelik politikaların ertesine atılma zorunluluğunu gerektiriyordu. Eğitimle ilgili sosyalist uygulamalar henüz pratiğe konulmuştu ve okul müfredatları üzerinde tartışmalar sürüyordu. Çarlık kurumlarının eğitim alanındaki etkisi devam ediyordu ve özellikle de öğretim kadroları içerisindeki burjuva ideolojisinin güçlü kalıntılarıyla mücadele etmek gerekiyordu. Yukarıda da alıntısı yapıldığı gibi Lenin ve devrimin diğer önderleri bu çok yönlü mücadeleye özellikle dikkati çekmekteydiler.

Devrimin korunması, rayına oturtulması ve özellikle de politik iktidarın güçlendirilmesi sürecinde eğitim alanında öncelikle okul öncesi eğitimin ve temel eğitimin düzene sokulmasına ağırlık verilmesi yoluna gidildi. Yakın gelecek için ilk etapta kara cehaletin ortadan kaldırılması, tüm emekçilerin temel öğretim olanaklarına ulaşabilmesinin sağlanması, insanların küçük çocukluktan başlayarak toplumsal üretimin birlikte artırılması prensibiyle tanışmaları, toplum refahının ayrımsız herkesin fiilen katılımıyla yükseltilmesi, bireyin kendi özel geleceğini bu ilişkiler içerisinde yeniden yaratabilmesi hedefleri öncelik kazandı. İnsanın zihinsel ve fiziksel gelişimindeki en kritik yıllar olarak kabul edilen ilk 17 yılın temelden sosyalist ilkelere göre düzenlenmesi, teknolojik ve bilimsel eğitimin sosyalizmde nasıl bir uygulamaya dönüşeceği konusu da haliyle bir sonraki aşamaya ertelenmiş oluyordu. Ancak gerek Bukharin ve Preobrazensky’nin çalışmaları olsun gerekse Krupskaya, Lunaçarsky, Makarenko, Kalinin gibi sosyalist pedagoji anlayışının, uygulamalarının tartışılmasına katkıda bulunmuş devrimcilerin gayretleri olsun, tarihteki ilk işçi devletinin yarattığı ve bugüne ışık tutmaya devam eden bilgi birikimi insanlığın hak ettiği biçimde refah ve barış içerisinde yaşayabilmesi doğrultusunda oldukça önemli bir adımdır, teknoloji ve bilim alanındaki katkıları da bu gelişmenin yolunu aydınlatan değeri tartışılmaz mirasıdır.

 

[1]    1         K. Marx, “Instructions for the Delegates of the Provisional General Council, The Different Questions, 4-Juvenile and children’s labor (both sexes)”, The International Workingmen’s Association (Birinci Enternasyonal), 1866, Instructions for the Delegates of the Provisional General Council (Marx tarafından İngilizce olarak Ağustos 1866 sonunda kaleme alınmıştır. İlk kez, Der Vorbote dergisinin Ekim-Kasım 1866 tarihli 18 ve 11 sayılarında, daha sonra da, The International Courier’ın, 20 Şubat tarih ve 6/7 numaralı ve, 13 Mart 1867 tarih ve 8/10 numaralı sayıları’nda yayımlanmıştır); marxists.org, erişim: Haziran 2015.

[2]    Marx notlarında, “education” sözcüğünü kullanıyor. Bu sözcüğün Türkçe karşılığının “eğitim” olduğu açık. Ancak eski kullanımı, “terbiye” belki de daha açıklayıcı olacaktır. “Politeknik”iyse Marx, “Technological training” olarak not etmektedir. Ancak Almanca’ya, “polytechnical training” olarak çevrilmiştir (Bkz. aynı kaynakta, editörün notu).

Ki, sanat/zenaat, bir konuda uzmanlık eğitimi, meslek eğitimi, teknik eğitim olarak anlamak gerekir. Bu nedenle de tüm bu tanımları içerdiğini düşündüğümüz, “politeknik” sözcüğünü tercih ediyoruz.

[3]    Karl Marx, Kapital: Kapitalist üretimin eleştirel bir tahlili, Birinci Cilt, çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, ikinci baskı, Mart 1978, Ankara, sf. 492-509 (Kapitalist Üretim başlıklı Dördüncü Kısım, Onbeşinci bölümün, Fabrika yasaları, Bu yasanın sağlık ve eğitim ile ilgili maddeleri, Bunların İngiltere’de yaygınlaştırılması başlıklı Dokuzuncu kesimi içerisinde).

[4]    Kapital, aynı çeviri, sf. 494.

[5]    Küba Pedagoji Enstitüsü, Küba’daki üniversite öncesi eğitimin planlandığı ve ulusal çapta müfredatlarının belirlendiği, Eğitim Bakanlığı bünyesinde çalışan merkezdir. “Küba’da eğitimin temel prensipleri değişmez”, Sol internet haber portalı (sol.org.tr), Blog Yazıları: Sosyalizm, 7 Temmuz 2015.

[6]    Ignazio Ramonet, “In Conversation With Fidel”, Cuban Council of State Publications, Havana 2008, sf.433.

[7]    V. I. Lenin, Eğitim Politikası ve Pedagoji Üzerine, Konuk yayınları, İstanbul, birinci baskı: Ocak 1977, sf. 121-122.

[8]    V. I. Lenin, a.g.e., sf.162.

[9]    V. I. Lenin, a.g.e., sf. 297

[10]  V. I. Lenin, a.g.e., sf.320 ve 321

[11]  V. I. Lenin, “Speech of Greeting At The First All-Russia Congress on Adult Education, May 6, 1919”, Pravda sayı: 96, 7 Mayıs 1919; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 78-82.

[12]  V. I. Lenin, “from Speech At The Third All-Russia Conference of Directors of Adult Education Divisions of Gubernia Education Departments, February 25, 1920”, özet rapor 2 Mart 1920 tarihli Vecherniye Izvestia Moskovskogo Soveta Rabochikh I Krasnoarmeiskikh Deputatov No.481’de, tamamıysa Pravda’nın 25 Nisan 1930 tarihli 114. sayısında yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, sf. 116-119.

[13]  Küba’da eğitimin temel prensipleri değişmez”, age.

[14]  V. I. Lenin, “On Proletarian Culture”, 8 Ekim 1920’de yazılmış ve Krasnaya dergisinin Ekim 1926 tarihli 3. sayısında yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 146-148.

[15]  Küba Cumhuriyeti Anayasası, Birinci Bölüm Madde 1, çeviren: José Marti Küba Dostluk Derneği üyeleri, José Marti Küba Dostluk Derneği Yayını, Ocak 2008, İstanbul, sf. 17.

[16]  V. I. Lenin, “Rough Draft of A Resolution On Proletarian Culture”, 9 Ekim 1920’de yazılmış ve 1945’te Lenin Miscellany XXXV’de yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 149.

[17]  V. I. Lenin, “Speech Delivered At The All-Russia Conference of Political Education Workers of Gubernia and Uyezd Education Departments”, 3 Kasım 1920 tarihli konuşma, konferans bülteninde (Bulletin of the All-Russia Conference of Political Education Workers, 1-8 Kasım 1920) yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 150-164.

[18]  Dr Lisardo’nun, “Arada bir fark olduğunun gösterilmesi gereği”ne dikkat çekmiş olmasını burada yeniden anımsayalım.CD.

[19]  Aynı metin, sf. 152.

[20]  Aynı metin, sf. 153-156

[21]  Aynı metin, sf. 157-164.

[22]  V. I. Lenin, “To The People’s Commissariat of Education”, Şubat 1919’da yazılmıştır, marxists.org, erişim: Haziran 2015.

[23]  V. I. Lenin, “The New Economic Policy and The Tasks of The Political Education Departments” adlı 17 Ekim 1921 tarihli konuşmasından alıntı (Tüm Mucizelerin En Büyüğü), konferans bülteninde (Second All-Russia Congress of Political Education Departments. Bulletin of the Congress No. 2, 19 Ekim 1921) yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 178-179.

[24]  Harun Karadeniz, “Eğitim Üretim İçindir”, Gözlem Yayınları, Eylül 1975, İstanbul. Harun Karadeniz’in ölümünden sonra kitap şeklinde yayımlanan bu çalışma muhtemelen 1969-70 yıllarında, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) içerisinde Harun Karadeniz’in öncülüğünde, devrimcilerin yapmış oldukları bir dizi çalışmanın derlenmiş ve broşür şekline dönüştürülmüş halidir. Ne yazık ki Harun Karadeniz, oldukça önemli olan bu konu üzerinde derinleşecek zamanı bulamadı.

[25] V. I. Lenin, “Notes For A Report At The Second All-Russia Congress of Political Education Workers” – “The New Economic Policy and The Tasks of Political Education Workers”, 17 Ekim 1921 tarihinden önce notlar şeklinde yazılmış ve ilk kez 1924’te, Molodaya Gvardia dergisinin 2-3. sayısında yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 180-182.

[26]  Alexandra Kollontai, “The First Steps Towards the Protection of Motherhood”, https ://www marxists.org/ archive/ kollonta/1918/steps-motherhood.htm, erişim: Temmuz 2015.

[27]  V. I. Lenin, “On The Significance of Militant Materialism”, 12 Mart 1921 tarihli; Pod Znamenem Marksizma dergisinin Mart 1922, 3. sayısında yayımlanmıştır; V. I. Lenin, “On Culture and Cultural Revolution”, Progress Publishers, Moscow, Third Printing 1978, sf. 183-196.

[28]  Aynı metin, sf. 188 (R. Y. Wipper, The Origins of Christianity) ve sf.189 (Arthur Drews, The Christ Myth).

[29]  Nadezhda K. Krupskaya, Komünist Töre Üzerine; (kaynak kitap: N. K. Krupskaya, Communist Morality, compiled by N. Bychkova, R. Lavrov and V. Lubisheva, Progress Publishers, 1962), www. marxists.org /archive/ krupskaya/ works/ ethics.htm, erişim: Temmuz 2015.

[30]  Age.

[31]  Aynı metinde, “From a Letter to A. M. Gorky” bölümü.

[32]  Aynı metinde, “Letter to Working Men and Women at the Trekhgornaya Manufaktura Mills”, bölümü.

[33]  Nikolai Bukharin, Evgenii Preobrazensky, “The ABC of Communism ”, https :// www. marxists.org /archive/ bukharin/works/1920/abc/index.htm (Broşürün içerisindeki, “Chapter 10: Communism and Education”, adlı metin.

[34]  Aynı metinde, “Üniversiteler (82. The universities)” bölümü.

Celil Denktaş

 

Sosyalizmi kuracağız, Fidel Castro aramızda, şimdi ve daima!

26 Kasım akşamı İstanbul’da Kadıköy Khalkedon meydanında yoldaşları Fidel’i andı. Şiirler ve şarkılarla yapılan anmada halkların ortak mücadelesine Küba Devrimi ve Fidel’in ışık tuttuğu belirtildi, “Anadolu devrimcileri olarak Fidel’in mücadelesinin takipçisi olacağız” denildi.

Ankara’da gün boyunca sokakları Fidel Castro’nun resimleri ile donatan Kaldıraç okurları 28 Kasım günü Yüksel Caddesi’nde bulunan İnsanlık Anıtı önünde bir araya gelerek ”Yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganları ile Fidel Castro’yu uğurladı.

“Sosyalizmi Kuracağız, Fidel Castro Aramızda, Şimdi ve Daima” pankartı arkasında toplanan Kaldıraç okurları adına yapılan konuşmada “O, dünyanın değiştirilebilir olduğunu; ufkuyla ve pratiğiyle Küba’da gösterdi. Onun bize bıraktığı ufka ve pratiğe sahip çıkacağız” denildi. “Fidel Castro ölümsüzdür” sloganlarının haykırıldığı anma Enternasyonal marşının okunması ile son buldu.

Topbaş da eş, dost, akrabaya parsel parsel arsa dağıtmış

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş’ın Gülen Cemaati soruşturması kapsamında tutuklanan damadı Ömer Faruk Kavurmacı’ya ait Florya Koru Evleri’nin yanındaki 15 bin metrekarelik araziyi Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi Vakfı’na bedelsiz olarak verdiği ortaya çıktı.Vakfın kurucu üyeleri arasında Kadir Topbaş’ın yeğeninin eşi Burcu Topbaş’ın da olduğu öğrenildi.

Vakfın yönetiminde AKP’nin kurucu üyeleri arasında; eski milletvekili Mustafa Ünal, Kadir Topbaş’ın yeğeni Turhan Topbaş’ın eşi Burcu Topbaş, yine Kadir Topbaş’ın özel danışmanı Kortan Çelikbilek, Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, İBB İmar Komisyonu Başkanı Hadi Diler, Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mevlüt Bulut, AKP Erzurum Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu bulunuyor.

Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi Vakfı, 5 Ekim’de İBB’ye tahsis başvurusu yaptı. Vakıf, İBB’ye ait Bakırköy’deki toplam 15 bin metrekarelik 7 ayrı parselin okul öncesi eğitimi, ana okulu, orta öğretim ve üniversiteye kadar her türlü eğitim kurumu için kendilerine tahsis edilmesini istedi. Talep jet hızıyla İBB meclis gündemine alınarak 14 Ekim günü oya sunuldu. CHP’lilerin ret oyu verdiği meclis oturumunda tahsis kararı, AKP’lilerin oyları ile kabul edildi. Bakırköy Şenlik Mahallesi’ndeki 7 ayrı parsel 25 yıllığına hiçbir bedel talep edilmeden Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi Vakfı’na verildi.

Kaynak: direnişteyiz, Cumhuriyet, 5 Kasım 2016

‘Tozkoparan, istediğiniz gibi değil, istediğimiz gibi olacak’

TOKİ’nin Güngören Belediyesi ile imzaladığı protokol ile Güngören Tozkoparan’da gerçekleştireceği 5 bin 560 konutluk rant projesine karşı Tozkoparan halkı direnmeye devam ediyor. Son olarak 13 Kasım’da bir panel/forum ile önümüzdeki sürecin değerlendirildiği toplantıya 500 kişi katıldı.

Panele, Yük. Mühendis Burak Kaan Yılmazsoy, Prof.Dr. Erol Köktürk, İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı Cemal Gökçe, TOZDER Yöneticisi Ömer Kiriş ve Avukat Ali Güvenç Kiraz konuşmacı olarak katıldı.

Tozkoparan halkı, ‘kentsel dönüşüme değil, hakların gasp edilmesine karşıyız, mahallemize, komşularımıza, yeşilimize dokunamazlar’ dedi.

Panelden ortak sonuç olarak, dayanışmayı büyüterek rant elde etmek isteyenlere karşı ortak mücadele etme kararı alındı.

13 Kasım pazar günü yapılan panel öncesinde mahallede geniş katılım için etkinlikler ve çağrı çalışmaları örgütlendi.

Kaynak: direnişteyiz, 25 Kasım 2016

Asıl terör devlet terörüdür

Kelimelerin, kavramların ne anlama gelmesi ‘gerektiğine’ devletin adamları  karar verir ama bu dünyada, bu sınıflı toplumlarda herkes için aynı anlama gelen bir kelime, bir kavram mümkün değildir. Devlet neyin terör, kimin terörist olduğuna karar verir ve gereğini yapar… Sözde suçla, suç örgütleriyle mücadele ettiği söylenir ama asıl suçu ve suçluyu üreten-yaratan  devletin kendisidir. Toplumun geniş kesimlerini yoksullaştırarak, mülküzleştirerek yol alır. Mülk sahibi sınıfların bir iktidar aracıdır ve onların hizmetindedir. Büyük hırsızlar (mülk sahibi sınıflar) daha çok çalsınlar diye, küçük hırsızları etkisizleştirmek esastır. Hapishanelerde yatanlar bilir: Orada büyük hırsızlara rastlanmaz.

Saint Augustine’nin  naklettiği bir anekdot durumu netleştirmeyi kolaylaştırabilir: Bir korsanı yakalayıp Büyük İskender’in huzuruna çıkarıyorlar. İskender, korsana “sen nasıl denizlerin huzurunu bozarsın, dünyayı rahatsız edersin” dediğinde, korsan kendinden emin şöyle diyor: “Aslında ikimiz de aynı şeyi yapıyoruz ama bir farkla, ben bu işi küçük bir gemiyle yapıyorum, sen koskoca bir donanmayla yapıyorsun ve bana haydut, sana da imparator diyorlar”.[1]

Sömürüye, baskıya, şiddete, teröre maruz kalan bir halk, bir topluluk, ezilen-sömürülen-aşağılanan bir sosyal sınıf, bir etnik zatiyet, bir inanç grubu, bir birey için yegane mücadele yolu direnmektir. Saldırıya uğrayanın vazgeçilmez direnme hakkı vardır. Zira insan direndiği zaman özgür, direnmediği zaman köledir. Ve fakat direnmeye kalktığında karşısında siyasi otoriteyi (devletin işkencecisini, polisini, jandarmasını, duruma göre savcısını hakimini, hapishanesini, celladını,) bulur ve devlet tarafından katli vacip terörist ilan edilir.  Güney Afrika’da siyahlar ANC’yi kurarak Mandela önderliğinde ırkçı rejimle mücadeleye giriştiklerinde, sadece Güney Afrika rejimi değil, ABD tarafından da terörist ilan edilmişlerdi. Fransızlar 1830 yılında Cezayir’i işgal ve kolonize ettiler. Cezayir halkı 1962 yılında bağımsızlığını kazanıncaya kadar, tam 132 yıl kolonyalist Fransa’ya karşı direndi, işkence gördü, öldürüldü, aç bırakıldı ve tüm bu zaman zarfında kolonyalist Fransızlar direnişçilere terörist dediler. İyi de uyguladıkları sürekli terörü nasıl “meşrulaştırıyorlardı? Onlara “uygarlık” götürdüklerini, onları “uygarlığa dahil ettiklerini” söyleyerek… Aslında “garp cephesinde yeni bir şey yok”! Şimdilerde de “demokrasi”, “özgürlük” ve “barış” götürdüklerini söylemiyorlar mı?..

1987 yılında Birleşmiş Milletlerde terörle ilgili bir karar tasarısı oylanmıştı. İki ülke karşı oy kullandı: ABD ve İsrail. Sebebini merak mı ediyorsunuz? Karar tasarısında bir madde vardı ve orada şu ifade yer alıyordu: Halkların sömürgeci (kolonyalist) ve askeri işgale karşı mücadelesine karşı çıkılamaz”.

Siyonist İsrail 1948 yılında Filistin toprağı üzerinde kuruldu, nüfusun önemli bir bölümü tehcir edildi, geri kalanı kolonize edildi (sömürgeleştirildi), daha doğrusu rehin alındı ve 68 yıldır Filistin halkına terör uygulanıyor ve tüm dünya seyrediyor. Türkiye Siyonist rejimi ilk tanıyan müslüman ülkeydi. Oysa, Türkiye’nin mazlum halklara örnek olduğu, onlara ‘kurtuluşun yolunu gösterdiği” söylenir. T.C. 1962 yılında Birleşmiş Miletlerde Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda kolonyalist Fransa tarafında oy kullanmıştı. 1955 yılında  bağımsızlığını yeni kazanmış ve halen bağımsızlık mücadelesi veren sömürge halkları ünlü Bandung Konferansı’nı (Endonezya’da) toplamışlardı. O konferansta Türk delegasyonu Sömürgeciler lehine kulis yapmıştı. Ne zaman ezilen halklar sömürgeci-emperyalist devletlerle karşı karşıya gelse, T.C. hep sömürgeci-emperyalist kamp tarafında saf tuttu. Zira, kendi de Kürtleri kolonize etmişti ve kimin tarafında saf tutacağını gayet iyi bilirdi. T.C. Devleti de yaklaşık yüz yıldır Kürtlere terör uyguluyor. Terör kavramı kullanılmazdan önce direnen Kürtlere şaki, eşkiya, haydut, “dağ Türkleri” vb. diyorlardı. Şimdilerde terörist diyorlar… Öyle ya, kim bir hak talebinde bulunursa suçludur ve katli vacip teröristtir. Lâkin ideolojik kölelik ekseri terörün ne olduğunu, asıl teröristin kim olduğunu görmeye engel… Acaba geride kalan son beş yüz yılda dünyada devlet terörüyle öldürülen insan sayısıyla, devletin terörist dediği direnişçilerin öldürdüğü insan sayısı hakkında bir fikri olan var mıdır? Öyle bir karşılaştırma zahmetine giren olmuş mudur? Uygar Batılıların sadece İkinci Dünya Savaşı sonrasında (1945) “yeryüzünün lânetlilerinin” yaşadığı ülkelerde 50-55 milyon insanı öldürdükleri hiç sorun ediliyor mu? Bundan büyük terör olur mu? Amerikaların ve bir bütün olarak NATO’cu kampın, Afganistan’da, Irak’da, Libya’da, Suriye’de vb. yaptığına neden terör ve yapanlara terörist denmiyor? Terörü yaratanlar bir de “terörle mücadele ettiklerini” söylüyorlar ve insanların çoğunluğu o yalana inanıyor!  (Buraya kadar söylenenlerden terörün mahkum edilmediği gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Elbette bir insanlık suçu olan teröre karşı çıkmamak mümkün değildir. Buradaki amaç, egemenin söyleminden kurtulmak için terör ve terörist konusuna açıklık getirmektir. Aslında terörizmin zayıfın değil, güçlünün silahı olduğunu hatırlatmaktır…)

Yazık ki, insanlar devlet gibi, devletin istediği gibi düşünme-davranma aymazlığından bir türlü yakayı kurtaramıyor. İdeolojik kölelik şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi engelliyor. Siyaset erbabı, medya ve akademi (bir bütün olarak eğitim sistemi densin) insanların düşünce dünyasını şekillendiriyor, daha doğrusu dumura uğratıyor… Mesela, Amerikalıların %49,2’si, Filistinlilerin İsrail toprağını işgal ettiğine inanıyor!  Filistinlilerin İsrail’i işgal ettiğine inanan insanların, başkanlık seçimlerinde, Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde, yerel seçimlerde kullandıkları oyun bir karşılığı olabilir mi? Dünyanın başka yerlerinde katliamlar yapan, masum insanlara hunharca terör uygulayan ABD yöneticilerini seçenlerin hiç sorumluluğu yok mu? Onun için “masum vatandaş” söyleminin de sorun edilmesi gerekiyor. Bu dünyanın insanları onca zulüm ve vahşete neden maruz kalıyor? “Masum” denilenlerin pasif onayıyla değil mi? Öyleyse masumiyetin sınırı da tartışma konusu yapılmalıdır.

Son dönemde Türkiye tam bir şiddet sarmalına hapsoldu. Artık yönetemiyorlar. Yönetme, aldatma, oyalama yetenekleri iyiden iyiye aşınmış durumda. Zaten Politik İslamcılar dünyayı anlamaktan aciz oldukları için, yönetme özürlüdürler. Durum böyleyken ellerinde şiddete ve teröre daha çok yaslanmaktan başka seçenek yok. Her seferinde şiddeti ve terörü tırmandırmak zorundalar ama sonları yakındır ve başka türlü olması mümkün değildir. Nitekim, basına, son olarak Cumhuriyet gazetesine, bir bütün olarak medyaya, muhalefete, özel olarak da Kürtlere yönelik şiddetin dozunun artırılması tam da bu yüzdendir. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın, milletvekillerinin, parti yönetici ve üyelerinin tutuklanması, parti binalarına saldırılar, devlet terörünün yeni bir eşiği aştığını gösteriyor. Tabii bu baskı, şiddet ve devlet terörünün karşılıksız kalması mümkün değildir.  Bu dünya var oldukça insanlar haysiyet mücadelesinden asla vazgeçmezler. Şu ünlü saldırı-direnme/karşı saldırı diyalektiği… Ve hakları, özgürlükleri, haysiyetleri için mücadele edenler için de kaybetmek diye bir şey yoktur. Zira adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve öylece sürüp gider. Doğru hatırlıyorsam, 2001 yılıydı,  yine  Filistin halkı üzerine Siyonistlerin bombaları yağıyordu, Ramallah’lı bir kadın, “ Bu insanlığın bir parçası olmaktan utanıyorum” demişti. Doğrusu ben de Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Türkiye’de, vb. olup-bitenlerden tiksiniyorum.

[1]    Saint Augustine, La Cité de Dieu, Livre, IV, s. 4

 

Esir değil işçiyiz, yarının sahibiyiz!

Ferrero Çikolata grevi anlaşmayla sonuçlandı

Tek Gıda-İş Sendikası Ferrero’nun Manisa’daki fabrikasında çalışan 150 mavi yakalı adına TİS’te anlaşma sağlanamaması dolayısıyla 10 Ekim 2016 tarihinde grev kararı almıştı. Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan ve Nutella, Kinder gibi çikolata markalarının üreticisi Ferrero ile Tek Gıda-İş Sendikası arasında yaklaşık 6 aydır süren toplu iş sözleşmesi görüşmeleri 17 Kasım günü, grevin 38’nci gününde anlaşmayla sonuçlandı.  Anlaşma ile geriye dönük olarak her işçiye 4000 TL verildi. Ayrıca 01.01.2017 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere ücretlere % 20 zam, 2’nci yıl ise enflasyon oranına bağlı olarak 3 puan zam yapıldı.

İZBAN grevi sona erdi

340 işçinin çalıştığı İzmir banliyö tren sisteminde, İZBAN yönetimi ile işçilerin üyesi olduğu Demiryol-İş Sendikası arasındaki toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine 8 Kasım’da grev başlamıştı. Kentteki toplu taşımacılıkta kritik önemi olan İZBAN’daki grev şehir içi ulaşımını ciddi oranda etkilemişti. Grev anlaşma sağlanması üzerine 8. gününde sona erdi.  Anlaşmaya ilişkin İZBAN’dan yapılan açıklamada, işçi ücretlerine ilk yıl % 15 zam yapıldığı belirtilirken, sendika yöneticileri ortalama % 16,5 oranında zam alındığını bildirdi.

Samandağ’lı öğretmenlerin eylemi sürüyor

Antakya’da açığa alınan eğitim emekçilerinin, Samandağ Abdullah Cömert alanında öğrenciler ve velilerle birlikte başlattığı oturma eylemi sürüyor. 15 Kasım’da, eylemin 68’nci gününde bir açıklama yapan eğitim emekçileri; “Bu hukuksuzluk yüzlerce gün sürse de, yine de burada oturmaya devam edeceğiz. Bu keyfilik bir tek kişinin iki dudağı arasında… Bir gün kalkıyor ve şunları açığa aldım, ihraç ettim diyor. Biz bu hukuksuzluğun sebebini soruyoruz, cevap yok. Bu kadar zaman geçti, hala delilleriyle birlikte bir suçlama ortada yok” diyerek mücadelelerini sürdüreceklerini vurguladılar.

Günsan Elektrik’te sendikasızlaştırmaya karşı direniş

Schneider Electric’in satın aldığı Günsan Elektrik’te patronun, işçileri Birleşik Metal-İş’ten istifa ettirme baskısı ve 7 işçinin işten atılması üzerine iş bırakan işçilerin 14 Kasım’da başlattığı işyerini terk etmeme eylemi, üçüncü gününde patrona geri adım attırdı. Patron, sendikanın varlığını kabul edeceğini, yetkiye itiraz etmeyeceğini, yetki geldikten sonra işten atılan 6 işçinin durumunun müzakere edileceğini açıkladı. Bunun üzerine işyerinde üretim yeniden başlarken, işten atılan işçilerin fabrika önündeki direnişi ise sürüyor.

Patronun sendikasızlaştırma baskısına karşı fabrikada çalışan 304 işçiden 192’si, Birleşik Metal-İş’in işyerinde yetkili sendika olması için imza vermişti. Günsan direnişiyle dayanışma amaçlı Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu Schneider ve diğer fabrikalardaki sendika üyesi işçilerin başlattığı eylemler de sürüyor.

TPAO işçilerinden iş bırakma eylemi

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) Adıyaman, Batman ve Trakya Bölge Müdürlükleri ve Ankara Genel Müdürlüğü’nde çalışan 3 bin 200 işçi, şirketin küçültülerek özelleştirmeye hazır hale getirilmek istenmesine karşı 14 Kasım günü 24 saatliğine iş bıraktı. Ekim ayında da uyarı amacıyla yarım gün iş bıraktıklarını hatırlatan Petrol-İş Sendikası üyesi işçiler, uyarılarının yine dikkate alınmaması durumunda eylemlerinin artarak devam edeceğini duyurdu.

Petrol-İş Mali Sekreteri Turgut Düşova, yaptığı açıklamada, OHAL koşullarına da dikkat çekerek, “Tam da böyle bir dönemde sesimizi duyurmakta zorlanıyoruz. Mücadele edenler kazanabilir de, kaybedebilir de. Ancak mücadele etmeyenler zaten kaybetmiştir. O yüzden Petrol-İş Sendikası kararlıdır. 6 aydır mücadelemizi sürdürüyoruz. Bugün de, tam gün iş bırakarak bu uygulamayı reddettiğimizi ilan ediyoruz” dedi.

ABB ve General Elektrik işçileri EMİS’i uyardı

DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş ile MEES’ten ayrılan metal patronlarının kurduğu Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası (EMİS) arasında 2.200 işçiyi kapsayan sözleşme görüşmelerinin tıkanması üzerine başlayan eylemler devam ediyor.

Dudullu’daki ABB Elektrik işçileri, sloganlarla fabrika içerisinde yürüyerek EMİS’i taleplerini kabul etmeye çağırdı. Kocaeli Gebze’de bulunan General Elektrik işçileri de fabrika önünde eylem yaptı. Eylemde açıklama yapan Birleşik Metal-İş Gebze Şube Başkanı Necmettin Aydın, ülkede uygulanan OHAL rüzgârını arkasına alan patronların 3 yıllık sözleşme dayatmalarına ve oyalamalarına karşı kararlılıkla mücadele etmeye devam edeceklerini vurguladı. Birleşik Metal-İş Genel Sekreteri Özkan Atar ise, “Resmi arabuluculuk süresi sona erdiği zaman, General Elektrik’ten Schneider’a kadar bütün işçiler suratınıza bakarak grev kararını asacak” ifadelerini kullandı.

Yüksel Endüstri’de sendikalı işçi kıyımı

Kocaeli’nin Kandıra ilçesinde bulunan Yüksel Endüstri fabrikasında, Ekim ayında, Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) üyesi Erkan Endur isimli bir işçi işten atılmış, bunun üzerine fabrikadaki diğer işçiler direnişe geçmişti. Polis saldırısı ve gözaltına alınmaya da maruz kalan işçiler, Endur’u işe geri alacağını söyleyen patron sözünü tutmayınca direnişe devam etmişti. Direniş yaklaşık bir hafta sürerken, fabrika yönetimi 31 Ekim’de sendika üyesi tüm işçileri işten çıkardı. Direniş alanında fabrika patronuna seslenen BMİS Kocaeli Şube Başkanı Telat Çelik, işçi sınıfı tarihindeki KAVEL Kablo direnişine gönderme yaparak, ‘’Yasal ve anayasal hakları tanımayan işveren, bütün işçileri geri alana kadar direniş sürecektir. Çoban ateşi yandı. Ya hep beraber ya hiç birimiz. Kazanana kadar geri adım atmayacağız” dedi.

Avcılar Belediyesi’nde işçiler işe çağrıldı

Belediye-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten çıkarılan Avcılar Belediyesi temizlik işçileri 6 aydır direnişlerini sürdürüyorlar. Temizlik işçilerinin direnişi sonuç verdi; işçiler 31 Ekim itibariyle belediye tarafından görüşmeye çağrıldıklarını, evraklarını hazırlamalarının ve telefon gelmesini beklemelerinin istendiğini ifade ettiler. İşçiler aynı gün evraklarını vermeye başladılar ve telefonla vardiyalarına çağrılmayı bekliyorlar. İşçiler sendikalı olarak işbaşı yapacaklar.

İşe başlıyor olmaları işçilerde sevinç yaratırken, tamamının Fen İşleri Müdürlüğü bünyesinde işe başlayacak olması, işçilerde “yine bir oyun mu dönüyor” düşüncesi yaratıyor. Bazı işçiler bu sürecin bir oyalama olduğunu, bu nedenle sendikal davalarını geri çekmediklerini ve Ocak ayında yapılacak ihaleyi beklediklerini ifade ettiler.

MSC/Medlog Lojistik işçilerinin direnişi sürüyor

MSC/Medlog işçileri bir yandan İzmir, Mersin, Gebze, Gemlik ve Samsun’da iş yerlerinin önünde direnirken, diğer taraftan işverenlerin haksız ve hukuksuz bir şekilde sendika üyesi işçileri işten atmalarına yönelik açılan davaların duruşmaları sürüyor. Nakliyat-İş Sendikası işçilerinin Bakırköy Adliyesi’nde açtıkları davanın ilk duruşması 18 Kasım günü yapıldı. Duruşmadan önce adliye önünde toplanan işçiler, bir kez daha MSC/Medlog patronlarının anayasa tanımaz tutumunu protesto ettiler.

Yapılan basın açıklamasında, gelinen süreç özetlenerek işçilerin ekmeklerine, sendikalarına ve anayasal haklarına sahip çıkmak için 78 gündür direndikleri, bu direnişlerini mahkemelerde davalarına sonuna kadar sahip çıkarak devam ettirecekleri belirtilerek “Bütün baskılara, OHAL’e rağmen kararlılıkla, mücadelemizi başarıya ulaştırıncaya kadar direnişimiz devam edecek” denildi.

Açıklamanın ardından duruşma salonuna gidildi; ancak polisin, sendika üyelerinin duruşma salonuna girmesini engellemek için duruşma salonunun önüne barikat kurduğu gözlendi. Bir iş mahkemesinin duruşmasında ilk kez yaşanan bu duruma tepki gösteren işçiler, polis barikatının kaldırılması için direndiler. Avukatların da müdahalesiyle polis barikatı kaldırdı ve işçiler salona girdi.

Ücretleri ödenmeyen işçiler inşaatı söktü

Aydın’ın Efeler ilçesindeki Güzelhisar Mahallesi’nde, Aydın Vakıflar Bölge Müdürlüğü yeni binasında çalışan 27 işçi, 22 Kasım günü, paralarını alamadıkları ve haksız yere işten çıkarıldıklarını belirterek eylem başlatmıştı. 2 aydır ücretlerini almadıklarını dile getiren ve yüklenici firma yetkililerine ulaşamadıklarını ifade eden işçiler, inşaata “Bu iş yerinde grev vardır” pankartı astılar.

Ücretlerinin ödenmemesi üzerine işçiler 23 Kasım sabahı beton kolonlarına tırmandı. Polis ve valinin “ikna edemediği” işçiler, inşaatı sökmeye başladılar. Parasını almayan işçilerden ustabaşı Ali Karakuş haklarının gasp edildiğine dikkat çekerek şöyle konuştu: “Yaklaşık 2 aydır maaşımızı alamıyoruz. 19 Kasım’da, sigortamızı durdurup bizi işten çıkardılar. 27 işçinin yaklaşık 70-80 bin lira alacağı var. Mağduruz, açız. Biz buraya toplanıp televizyonlara çıkmanın meraklısı değiliz. Hakkımızı istiyoruz.” Eylem başladıktan iki saat sonra Aydın Valisi Ömer Faruk Koçak işçi temsilcileri ile görüştü. İşçiler Koçak’la görüşmenin ardından da geri adım atmayarak maaşlarını alana kadar eylemi sürdürmeye karar verdi.

Kaynak: İşçi Gazetesi, direnişteyiz, BİRgün, 23 Kasım 2016

 

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...