Ana Sayfa Blog Sayfa 155

Şeyh Bedreddin kendi toprağında, Edirne’de anıldı

Anma etkinliği, araştırmacı-yazar Temel Demirer, Edirne HDP İl Başkanı Beşir Belke, Kaldıraç dergisi ve Edirne halkının katılımıyla Tabipler Odası Lokali’nde gerçekleştirildi.
Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başlayan anma etkinliği OkumaGrubu adına yapılan konuşmayla devam etti.

OkumaGrubu adına yapılan konuşmada;

‘‘7 Haziran’dan bugüne ülkenin sürüklendiği kaosun içerisinde, burada bir arada olmanın ne kadar değerli olduğunun bilincindeyiz.

Şeyh Bedreddin isyanına konu olan dönem de, iktidar savaşlarının yaratmış olduğu yönetimsel krizleri içerir, günümüz koşulları ile birçok benzerlik barındırmaktadır. Dönemin iktidar mekanizmasına özenilen bir iktidara karşı, Ortaçağ kalkışmalarının da öğreticilik barındırdığını düşünüyoruz. Ortaçağ koşulları tekrardan yaşatılmakta iken, Bedreddin’i hep beraber incelemeyi değerli bulmaktayız.

Bedreddin, Modern tarihin Ortaçağında, eşitliğin gökyüzünde değil, yeryüzünde olduğunu göstermek için yola çıktı, eşitliğin, toprağın tüm zenginliklerinin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini de görüyordu. 15.yy‘da Şeyh Bedreddin ve savaş arkadaşları tüm halkların eşitliğini haykırdılar sağır ortaçağ halkına.
Şeyh Bedreddin’i unutmamamız sınıfımızdan, unutturulmaya çalışılması da Ortaçağdan bugüne taşınan sınıf korkusundandır. İnsanca yaşamak amaçtır ya, bu yüzden korkarlar fikirlerinden.

Tarih tarafsız değildir, Şeyh Bedreddin, sınıfları yıkmak için 10 binleri harekete geçiren bir alimdir. Şeyh Bedreddin, Ortaçağın ezilen sınıflarının önderidir, inatla ve inancı ile ezilenleri temsil etmiştir. Şeyh Bedreddin’in başlattığı sınıfsal kini nesillerimize aktararak, geleceğimizi kuruyoruz.

Ortaçağın karanlık bulutları üzerimizden pek de dağılmış durumda değil iken, OkumaGrubu olarak Şeyh Bedreddin’in mücadelesini günümüze aktarabilmek bizler için büyük onurdur” denildi.

“Trakya denince aklıma Spartaküs, Zelotlar ve Bedreddin geliyor”

OkumaGrubu’nun konuşmasının ardından araştırmacı-yazar Temel Demirer sunumunu yaptı. Demirer, “Öncelikle Edirne’de, Trakya’nın Edirne’sinde olmak bizim için büyük bir mutluluk. Trakya denince aklıma hep Spartaküs’ün coğrafyası gelir. Trakya denince aklıma Zelot toprakları gelir. Zelotları bilirsiniz, sizin hemşerilerinizdir, zenginlerden nefret eden, zenginlerin yoksulların ellerinden aldıkları ekmekleri tekrar yoksullara iade eden Zelotlar gelir aklıma”dedi.

  “Şeyh Bedreddin, unutturulmak istenen bir tarihtir”

“Ve yine Trakya denince aklımıza Şeyh Bedreddin gelir” diyen Demirer, “Şeyh Bedreddin’in ülkülerinden, Şeyh Bedreddin’in devrimci praksisinden söz etmek hepimizin görevidir. Şeyh Bedreddin, kelimenin tam anlamıyla bir eşitlikçidir, bir ortaklaştırıcıdır, bir isyancıdır. Şeyh Bedreddin, bir tarihdir. Şeyh Bedreddin, unutturulmak istenen bir tarihdir. Çünkü tarihi lanetli egemenlerin yazdığı bu dünyada, eşitlik, adalet isteyen herkes unutulmaya mahkum edilmek istenilmektedir” dedi.

Sunumuna tarihin sınıfsal karakterini vurgulayarak devam eden Demirer, “Her sınıfın tarihi kendisinedir. Geçmişi algılama, kabullenme, yönlendirme niyetleri sınıfsaldır ve değişir. Her bir sınıf kendi ilgi ve kaygısı doğrultusunda, yetenek ve gücünün elverdiği kadarıyla geçmişi tarif eder. Tarih sınıfsal oluşum/ve yorumlanma sürecinden kaçamaz. Bu nedenle her zaman sınıflar için yeniden yazılır. O hâlde Şeyh Bedreddin (ile Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal) İsyanı’ndan söz ederken çelişkili değerlendirme ve karşıtlıkları asla yadırgamamız gerekiyor” dedi.

Bedreddin’i ve başkaldırısını şekillendiren tarihsel etmenleri ele alan Temel Demirer, Bedreddin’i ve ortakçı yaşam düşünü bugüne ve geleceğe taşımak için ise şunları vurguladı; “Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak ‘geleceğe’ katkıları ortaya çıktığında tam olarak anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla ‘gelecek zaman’da sayılırız; bilmek için ‘yeterli zaman’ geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran ‘hayaletler’ gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse ‘hayalet’ olmaktan çıkıp aramıza katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması ‘geçmişimizle çiftleşmek’ anlamına gelir ki ‘doğum’ kaçınılmazdır.

Bizler Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedreddin Destanı’ndan öğrendik. Nâzım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin ‘ruhu’ ile yolculuk etmişti. Biz ise, Bedreddin’in kavga ve düşünce dünyasına, ‘yaşamın sonuncu kaynağı olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen’, ondan bize ulaşan tek ‘kanıt’ durumunda bulunan ‘kemikleri’ ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan ‘iskelet’, geriye taşındığında ‘bin bir can edinir, bin bir dona bürünür’; geçmişin orasında-burasında ‘bedensiz dolaşan ve beden beden’ diye çığrışan Bedreddin müridlerini ‘uçurup’ aramıza taşıyıverir. Bu aslında ‘söze gelmek, sözle gelmek’, yeni bedenlerde ‘yorumlanmak’, yani ‘davranışa dönüşmek’, bu yolla geleceğe taşınıp ‘ölümsüzleşmek, ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek’ demektir.”

Araştırmacı-yazar Temel Demirer’in konuşmasının ardından Emekli-Sen üyesi Hamza Güven, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiirinden bir bölümü seslendirdi.

Şiir dinletisinin ardından etkinlik OkumaGrubu korosunun Şeyh Bedreddin deyişlerinden oluşan dinletisi ile sonlandırıldı.

Edirne’de ‘Şeyh Bedreddin’ heykeli tartışması

Edirne Baro Başkanı Özgür Yıldırım’ın sosyal medya hesabından, ‘Şeyh Bedreddin dönemin FETÖ’südür. İdam edilen bir isyankar sembolleştirilmemelidir’ paylaşımları yapması ve Bedreddin’in heykelinin Edirne’ye dikilmesine karşı çıkması kentte büyük tepki topladı.

Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan, Baro Başkanı Yıldırım’ı kendisine iftira attığı ve hakaret ettiği gerekçesiyle savcılığa şikayet etti.

Baro başkanı safını belli etti

Edirne halkının tepkisini çeken açıklamalarını devam ettiren Baro Başkanı Yıldırım, “Terör örgütleri ile iltisakı olan çevreler tarafından kutsanmakta olan ve 600 yıl önce devlete isyan ettiği için idam edilen ‘Şeyh Bedreddin’ isimli bir kişinin Edirne’ye heykelinin dikilmesine karşı çıkıp, terör örgütleri ile iltisakı olan marjinal grupların Edirne’de ‘üs’ oluşturmasına engel olmaya çalışmak, benim asli görevlerimdendir” diyerek safını, görevini belli etmiş oldu.

“Ne yiyorsak oyuz; gıda politik bir meseledir”

 1. Yakın zamanda “yerli ve milli” bir tarım politikası uygulanacağı ilan edildi. Yönetenler ne zaman “yerli ve milli” vurgusu yapıyorsa, arkasında mutlaka uluslararası tekellerin, emperyalist devletlerin bir politikasının hayata geçirileceği şüphesi oluşuyor. Bu yeni ilan edilen tarım politikasının kapsamı ve amacı hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığıyla birlikte açıklanan Milli Tarım Projesi’nin iki nedeni var kanımca. Birincisi herkesin malumu olan 15 yıldır sürdürülen tarım politikalarının çökmesi.

Peki, uygulanan tarım politikaları neydi?

Tarımın serbest piyasa çarkının dişlilerinin arasına bırakılmasıydı. Ülke insanın gıdasını güvence altına alma, dışarıya muhtaç etmeden kendi üretim potansiyelimizle karşılamak yerine tarımda ihracata dayalı politikayı esas aldık. İhracat rekabeti zorunlu kılar. Rekabette kendi çiftçisini destekleyen, az gelişmiş ülkelerin çiftçilerinin desteklenmesini IMF ve Dünya Bankası yaptırımlarıyla/marifetiyle engelleyen gelişmiş ülkelerle rekabete kalkıştık.
Sonuç; hemen tüm ürünlerde ithalatçı olduk. Ülkemizi başka ülkelerin ürünleri istila etti. 15 yılda ülke olarak tarımsal ithalata yaklaşık 400 milyar dolar civarında bir ödeme yapmak durumunda kaldık. Kendi çiftçimize bu sürede verdiğimiz destek 80 milyon TL civarında kaldı. Tarımda böyle çöktük. Bu çökme hali üstü örtülemeyecek düzeye gelince de üzerine milli söylemiyle ipek bir şal gerilerek; Yerli/ Milli Tarım Projesi safsatasıyla kapatılmaya çalışılıyor.

İkincisi; tarımı çökerten yanlış politikalara devam edilecek. Fakat devamlıkta yeni hamleler yapılabilmesi için konjonktüre uygun iki sihirli kelime olan yerli ve milli kelimeleri hükümet yanlışlarına yaldız olarak kullanmayı seçti diye düşünüyorum.

2. Açıklanan politikanın içinde, özellikle sertifikalı tohum kısmı basında öne çıkıyor. Bu konuda ne yapılmak isteniyor?

Tarım tohum ile başlar. Toprağa tohum atar, fakat gübre ve ilaç atmazsanız da yine az veya çok ürün elde edebilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız istediğiniz kadar gübre ve ilaç atın bir dirhem bile ürün alamazsınız. O nedenle tohum önemli. Ayrıca ürettiği ürününden tohumluğunu ayırana çiftçi, ayıramayıp dışarıdan mütemadiyen tohum satın alana tarla bekçisi denir. Sertifikalı tohum şirketlerin ürettiği, üreticilerin her yıl satın almak zorunda kaldığı tohumluktur. Milli Tarım Projesi’nin açıklanmasının hemen ardından Bakanlar Kurulu toplandı. Tohum ile ilgili bir karar aldılar. Alınan karar; 2018 yılından itibaren sertifikalı tohum dışında üreticilerin ürettiği ürünlerin satışının yasaklanacağı kararıdır. Çiftçilere 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile önce tohum üretip satamaz yasağı getirildi. Şimdi de Bakanlar Kurulu Kararı’yla sertifikasız tohum kullananların desteklenmeyeceği yasağı getirildi. Peki, tohum üretme yetkisine sahip kılınanlar kimler? Tohum şirketleri. Tohum şirketleri yerli mi? Hayır, hepsi değil, çoğunluğu acentacı şirketler durumunda! Dünyadaki tohumun tamamını üreten ise 10 büyük çokuluslu şirket. Milli Tarım Projesi’nin üzerine neden milli yaftasının geçirildiği sanırım tohum uygulamasıyla daha bir açıklığa kavuştu.

  3. “Yerli ve milli” tarım politikası ile çiftçilerin ve halkın başına neler gelecek?
Milli Tarım Projesiyle çiftçiler ürettiği ürününden tohumluğunu ayıramayacak. Ayırır ve ondan üretirse devlet desteği kesecek. Tohumluğunu her yıl şirketlerden satın almak zorunda bırakılıyor. Yani çiftçi şirkete sömürtülecek!
Şöyle ki; şirketlerin ürettiği tohumlar ekseriyetle hibrittir. Hibrit tohumlar yüksek verim vermesi için çok su ve gübre kullanmayı zorunlu kılar. Aksi durumda yüksek verim vermez. Fakat su ve gübre toprakla buluşunca tarlada yabancı ot artar. Yabancı ot asıl bitkinin gıdasına ortak olacağı için yok edilmesi gerekir. Bunun için yabancı ot ilacı kullanmak gerekir. Ayrıca yabancı otların yapraklarının alt kısmına bitkiye zarar verecek olan böcekler yumurtalarını bırakır ve orada ürerler genellikle. Bu kez böcek ilacı (zehiri) kullanmak gerekir. Yani bir tohumla başlayan serüvende su, gübre, yabancı ot ve böcek ilacı kullanımı zorunlu. Yoksa üretici için ürün elde etmek hayal olur. Tohumun dışında gübre ve ilaç parası ödemek mecburiyetinde kalacak.

Halka gelince, ilaç ve gübre kullanımı toprağı ve suyu kirletir. Küreyi ısıtır. İlaçlar ve gübreler üründe kalıntı olarak kaldığı için insan beslendiği gıdadan ötürü sağlık sorunu yaşayacak. Ekolojik denge altüst olacak. Her yıl aynı tohum kullanılacağı için biyoçeşitlilik azalacak. Halk olarak, çeşitliliğin azalması nedeniyle farklı çeşitlerden alacağımız vitamin ve mineralardan mahrum kalacağız. Yani karnımız doyacak ama beslenemeyeceğiz. Bu yüzden de sağlık sorunları yaşayacağız. Gıda sadece çiftçiyi değil, hepimizi ilgilendiriyor. Üretici çiftçiler ile tüketici halk birlikte mücadele ederek kaybettiğimiz (elimizden alınan) gıda egemenliğini/bağımsızlığını yeni baştan ele geçirmemiz gerekmektedir. Çünkü ne yiyorsak oyuz! Gıda politik bir meseledir.
Tohum üreten firmaların aynı zamanda ilaç şirketleri olduğunu düşündüğümüzde nasıl bir sömürü sarmalının içine sokulduğumuz daha net anlaşılır diye düşünüyorum.

Soma Davası: Şirket yöneticileri talimatla ifade verdi

Basına kapalı olarak Soma 2’nci Asliye Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada sanıklardan Haluk Evinç ve Murat Bodur ile mağdur ailelerin avukatları hazır bulunurken, madenci yakınları da ifadelerin alındığı sürede adliye önündeki bekleyişini sürdürdü.

Sanık İfadelerin ceza davasının görüldüğü Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi tarafından incelemesinin ardından dosyaların birleştirip birleştirilmeyeceği konusunda karar verileceği belirtildi.

 ‘Peşini bırakmayacağız’

Duruşma çıkışı açıklama yapan mağdur ailelerin avukatlarından Sercan Aran, sanıkların ifadelerinde yalan söylediklerini vurgulayarak, “Haluk Evinç ifadesini verdi ve Akhisar’da görülen ana davada olduğu gibi bizlerin ailelerin gözlerinin içerisine baka baka yalan söyledi. Evet, yalan söylemek onların hakkı kanunen ama biz gerçekleri biliyoruz. Bu gerçekleri ortaya çıkaracağız. Bu gerçekler ortaya çıkana kadar da bu davanın peşini bırakmayacağız. 301 insanımızı katledenlerin hesabını soracağız” diye konuştu.

   15 yıl hapis cezası isteniyor

Yaklaşık iki yıldır devam eden Soma Davası’nda bilirkişi raporu doğrultusunda yeni delillerin ortaya çıkmasıyla, Alp Gürkan ile yönetim kurulu üyeleri Hayri Kebapçılar, Mustafa Yiğit, Murat Bodur ve Haluk Evinç hakkında “bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme” suçundan dava açılırken, iddialar doğrultusunda şirket yöneticisi 5 kişinin 15 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması isteniyor.

Kaynak: İşçi Gazetesi, 5 Aralık 2016

Beşiktaş patlamasında hayatını kaybeden Görkem Yazıcı arkadaşları tarafından anıldı

Koç Üniversiteliler Dayanışması, eKUal, kuir., Toplum ve Düşünce, Kadın Dayanışması imzasıyla yayınlanan metinle cenazeye çağrı yapıldı:

“Alışmayacağız, Bombalara Teslim Olmayacağız!

10 Aralık Cumartesi akşamı savaşı bir kez daha şehrimizde, yanı başımızda hissettik. Ve bu sefer aramızdan birini, sıra arkadaşımızı, dostumuzu, Görkem’i bizden aldı.

İçeride ve dışarıda yürütülen savaş politikaları, bu kez hergün gördüğümüz gülüşlerden birini çaldı bizden. Ortadoğu’ya tırlarla silah taşıyanlar, ‘Ya istikrar ya kaos dedik, millet kaosu seçti’ diyerek ülkeyi kan gölüne çevirenler, iktidarlarını koruyabilmek uğruna insanlara her türlü bedeli ödetmeyi göze alarak, baskı, şiddet ve katliam politikalarını hayata geçirenler yaşadığımız acının sorumlularıdır. Ölüm, korku ve acı bu politikalarla şehirlerimize sürüklenmekte, evlerimizin içine kadar girmekte, yanı başımızdaki canları tehdit etmektedir.

Eğer bu topraklarda yaşayan bizlersek, kendi hayatlarımız için, sevdiklerimizin hayatları için, Görkem için kendi kaderlerimizi ellerimize almalıyız. Sevdiklerimizin yaşamlarının, anların ve tesadüflerin incecik ipliklerine bağlanmasına daha fazla sessiz kalamayız. Tüm bunlara dur diyecek güce sahibiz. İhtiyacımız olan, savaş çığırtkanlarının aksine, ölümlerden kar edenlere inat bir araya gelmek, barışın sesini yükseltmek, insanca ve onurlu bir yaşam için mücadele etmektir.

Görkem’i hep birlikte uğurlamak adına bugün 12.00-12.30 arası okul tarafından kaldırılacak shuttlelar ile Sarıyer Demirciköy Camii’nde olalım.”

Cumartesi Annesi Asiye Karakoç sonsuzluğa uğurlandı

Gaziosmanpaşa Karadeniz Mahallesi Paşaçayırı Camisi’nden Beşyüzevler Mezarlığı’na getirildikten sonra defnedilen Asiye Karakoç’un mezarını karanfillerle donatan Cumartesi Anneleri burada birer konuşma yaptı.

‘Mücadelen bizimle sürecek, hakikati ve adaleti aramaya devam edeceğiz’

Asiye Karakoç’un oğlu Hasan Karakoç, “Bir ana daha katillerden hesap soramadan, katillerin cezasını çektiğini göremeden bu dünyadan çekip gitti. Kaybedilenlerin katledilenlerin hepsinin hesabını sorana kadar, katiller hak etiği cezayı çekene kadar mücadele etmeye devam edeceğiz. Gözün arkada kalmasın, bugüne kadar verdiğimiz mücadeleyi bundan sonra da sensiz devam edeceğiz. Sen rahat uyu anacağım, yolun açık olsun, bıraktığın mücadeleyi sürdüreceğiz” dedi. Ardından söz kullanan Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maside Ocak, Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, Murat Yıldız’ın annesi Hanife Yıldız, İHD Kayıplar Komisyonu adına Sebla Arcan, Cemil Kırbayır’ın ağabeyi Mikail Kırbayır, Hayrettin Eren’in kız kardeşi İkbal Eren, Cumartesi Anneleri’nden Hanım Tosun ve Hasan Ocak’ın ağabeyi Ali Ocak da konuşmalarında Asiye Ana’nın dik ve kararlı duruşunu hatırlatarak, mücadelesini sürdüreceklerini, hakikati ve adaleti aramaya devam edeceklerini vurguladılar.

Ocak ve Karakoç ailelerinin oğullarını arayışı Cumartesi Anneleri eylemini doğurdu

Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önündeki ilk oturma eylemi, 21 yıl önce Rıdvan Karakoç ve Hasan Ocak’ın bedenlerinin bulunması sonrası gerçekleşmişti.

Karakoç ailesi gibi gözaltında kaybedilen oğulları Hasan’ı arayan Ocak ailesi, 1995’in Mayıs ayında Beykoz Savcılığı’ndaki dosyalar arasında tesadüfen Rıdvan’ın işkence görmüş cansız bedeninin fotoğrafını gördü. Rıdvan Karakoç’un işkence ile öldürülmüş bedeninin Beykoz’da ormanlık alana atıldığı, 26 Mart 1995 tarihinde Adli Tıp’a teslim edildiği ve emniyette parmak izi olduğu halde ‘kimliği meçhul kişi’ olarak gizlice Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildiği böylece ortaya çıktı. 3 Haziran 1995 tarihinde Rıdvan’ın mezarına ulaşan Karakoç ailesi onu bulunduğu yerden alarak Gazi Mahallesi Mezarlığı’na tekrar defnetti.

Rıdvan’ın işkence edilmiş bedeni bulundu ama ona işkence yapanlar, işkence emrini verenler, onun gözaltına alındığını inkâr edenler, soruşturmayanlar, gözaltında kaybedenler yargılanmadı. Rıdvan Karakoç’un öldürülmesine dair dosya zamanaşımı tehlikesi altında.

Kaynak: Dihaber, Evrensel, 10 Aralık 2016

Üniversitelerden eylemler

İstanbul Üniversitesi öğrencileri tecavüz yasasına karşı yürüdü

Amfi konuşmaları ve bildiri dağıtımları ile örgütlenen süreç sonucunda 22.11.2016 Salı günü saat 14.00’da havuzlu bahçede toplanan kadınlar ve LGBTİ’ler ana kapıya yürüdü.

Yapılan açıklamada “Bugün üniversitelerde tacizci akademisyenler görevlerine devam ediyorken, tacizi protesto eden kadın öğrenciler soruşturma ve uzaklaştırmalarla karşı karşıya kalıyor. Devletin geleneği olan taciz ve tecavüz AKP’nin artan muhafazakâr politikalarıyla beraber üniversitelerde de sürüyor.” denildi.

Tacizi, tecavüzü aklayanların nefret suçlarının önünü açtığı vurgulanırken “Biz kadınlar ve LGBTİ+ler biliyoruz ki; erkek devlet yasalarıyla, yasaklarıyla kadının ve LGBTİ+ bireylerin karşısında durmaya devam edecek… Biz kadınların cevabı, bugün olduğu gibi, kadın dayanışmasıyla, kadınların örgütlü mücadelesiyle direnmek olacaktır. Kampüslerde, sokaklarda, bulunduğumuz her alanda mücadeleyi yükseltmeye devam edeceğiz.” denildi.

Koç Üniversitesi öğrencileri tecavüz yasasını ses çıkararak protesto etti

22.11.2016 Salı günü yemekhanede ajitasyonlarla ses çıkaran öğrenciler gündemdeki tecavüz yasasını ve devletin kadına bakışını teşhir etti. Ardından okulun çeşitli yerlerine konuyla ilgili resimler asıldı.

Yıldız Teknik’te ses çıkarma eylemi

22.11.2016 Salı günü kampüsün çeşitli yerlerinde kadınlar tecavüz yasasını ses çıkararak protesto etti.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin direnişini selamladı

17.11.2016 günü İstanbul Üniversitesinde OHAL’e ve KHK’lere karşı ses çıkarma eylemi yapılıp baskılara, hukuksuzluklara ve kayyum rektörlüğe karşı direnen Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine selam gönderildi. Gençlik teslim olamayacak geleceğine sahip çıkacak dendi.

Kaldıraç’tan Öğrenciler şiirleriyle Cumhuriyet gazetesi önündeydi

Tutuklamalara, baskılara karşı direnen Cumhuriyet Gazetesi’ne 8 Kasım’da Kaldıraç’tan Öğrenciler dayanışma ziyaretindi bulundu. Alanda şiirler okunurken dayanışmanın  büyütülmesi çağrısı yapıldı.

İstanbul Üniversitesi’nde akademisyenlerin ihraç edilmesi protesto edildi

OHAL KHK’sı ile akademisyenlerin hukuksuzca ihraç edilmesi 1 Kasım’da protesto edildi. Amfi konuşmaları yapan İstanbul Üniversitesi öğrencileri herkesi hocalarıyla dayanışmayı büyütmeye çağırdı.

İzmir’de gençlik örgütlerinin düzenlediği YÖK protestosuna polis saldırdı

6 Kasım Pazar günü YÖK’ü protesto etmek için saat 15.00’da Karşıyaka İZBAN önünde toplanan gençlik örgütlerinin eylemine polis saldırdı.

Valiliğin bir hafta boyunca basın açıklaması, toplantı, gösteri ve yürüyüş eylemlerine getirmiş olduğu yasağı öne süren polisin tehditlerine karşı öğrenciler kararlı tutumundan geri adım atmadı.

Saat 15.15’de öğrencilerin pankart açıp slogan atmaya başladığı sırada çevik kuvvet ve sivil polislerin sert saldırısı sonucu 12 kişi darp edilerek, yerde sürüklenerek ve zor kullanılarak gözaltına alındı. Gözaltılar aynı günün gecesi  serbest bırakıldı.

 

OHAL ilan edilen Kocaeli Üniversitesi’nde YÖK protestosu!

YÖK çalışmamızın sonuçları:

35. yılında YÖK eylemi neden önemli?

Sorduğumuz soruya bir cevap üretmeye başlamadan önce YÖK neden kuruldu ve bu zamana kadar neler yaptıya küçük bir göz atalım:

YÖK 12 Eylül darbesi ile beraber üniversitelerin kapitalist-emperyalist sisteme uygun bir şekilde revize edilmesinin diğer adıdır. YÖK ile üniversitelerin ufku kapitalist sömürüye daha açık, kar ve rantı en ön planda tutan bir ufuk haline gelmiştir. Her türlü bilimsel-teknik gelişme, sermaye düzeninin çıkarını-ihtiyacını karşıladığı sürece geçerli ve yararlı sayılmış; toplumsal projelere, yani toplum çıkarına uygun hiçbir proje oluşturulmasına izin verilmemiş, yahut finanse edilmeyerek ya da baskı altına alınarak engellenmeye çalışılmıştır. Burjuvazinin çıkarlarına ters düşen her bilimsel çalışma mahkemelik olmuş ve yok sayılmıştır.

Türkiye üniversitelerinde sermayenin üniversite ile kurduğu ilişkinin özü, egemen sınıfların tarih boyunca bilim ve üniversiteyle kurduğu ilişki ve ona yüklediği anlamla farklı olmamıştır. Sermaye ile “bilimin” arasında köprü olup ikisini bağlamaktadır. Kimi zaman ise bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet eden, kimi zamanda devletin üniversitedeki militarist baskı aygıtı olarak işlev görmüştür. Ki unutulmamalıdır YÖK’ün kurulmasındaki bir diğer amaçta 68 devrimci kuşağı ile yükselen gençlik hareketinin önüne geçebilmek ve buna cevap olabilecek karşı devrimci hareketleri örgutleyebilmektir. Bu yüzden çıkardığı yönetmelikler ve genelgelerle öğrenci, öğretim üyesi, araştırma görevlisi ve üniversite çalışanlarının üzerinde bir ‘Demokles kılıcı’ gibi durmuştur ve halen durmaktadır.

Eğitim, bir yatırım alanı olarak para-piyasa ilişkilerinin parçası değil; toplumsal ve halka dönük bir hizmet olarak kişinin kendini geliştirmesi, yeteneklerini, becerilerini artırması, dünyayı kavrayışını derinleştirmesi için çok önemli bir araçtır. Eğitimin maliyetinin bireyselleşmesi yoluyla zaten var olan eşitsizlikler, toplumsal adaletsizlikler, uçurumlar derinleşmekte, parası olanın okuyacağı bir düzen kurulmaktadır. Kapitalist üniversite sistemi içerisinde ‘kaynağı olmayana katkı’ anlayışı ile ‘kredi uygulaması’ yerleştirilmekte, bu da sosyal bir hizmet olarak sunulmaktadır. Oysa kredi uygulaması, üniversite sonrasında hayatı işsizlik-geleceksizlik kapısında geçecek olan gençlerin yüksek faizlerle borçlanarak hayatlarının ipotek alınmasından başka bir şey değildir. Öğrenci kartı çıkmadan, banka kartlarının çıkması bu durumun ispatıdır.

YÖK’ü nedeni ve tarihselliği açısından kısaca değerlendirdikten sonra bizler diyoruz ki:
35. kuruluş yıldönümünde YÖK ‘ü kaldırmaktan bahsedenler bizlere revize edilmiş bir YÖK tariflemektedirler. TC Devleti-Saray-AKP, YÖK’ü yeniden yapılandırma tartışmaları ile de asıl olarak, 12 Eylül darbesiyle kurulan YÖK’ü kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Hedeflenen de her üniversitenin ‘mali özerklik’ adı altında sermaye çevreleri ile doğrudan ilişkiye girmesi, YÖK’ün bir koordinasyon merkezi olmanın yanında, her üniversitenin kendi YÖK’ünün oluşturulmasıdır. Tayyip Erdoğan’ın ‘YÖK’ü kaldıracağız’ söylemi altında yatan gerçek budur. YÖK kurumu sadece modernize olmuş bir Koordinasyon Merkezi olarak, o hantal ağır işleyen bürokratik işler, yüklerden kurtulmuş ve cezai işlemleri hızlıca kendi içinde ‘danışma kuruluyla’ (Danışma kurulu, burjuvazinin sözcülerinden oluşmaktadır.) çözebilecek kapasiteye ulaşmış olacaktır. ‘Mali açıdan özerk’, daha doğrusu tam anlamıyla şirket durumuna dönüşecek üniversiteler projesini kurmak istiyorlar. Bu yüzdendir ki, 35.yılında YÖK’e bu bilinç ile yaklaşmak ve eylemlilik geliştirmek gereklidir. Elimizden geldiğince bu bilinci öğrencilere ulaştırmalı ve sürekli eylemlilik geliştirmeliyiz. 6 Kasım’ın önemi bizlerce budur.

7 Kasım 2016

İzmir Dayanışma Akademisi: Dayanışma bizi güçlendirdi

Meslekten ihraç edilen, haklarında idari ve adli soruşturma açılan İzmir üniversitelerinde görevli akademisyenler, Eğitim-Sen İzmir Üniversiteler Şubesi ve SES İzmir Şubesi ile birlikte Dayanışma Akademesi’ni kurdu.

İzmir Dayanışma Akademisi’nin Mimarlık Merkezi’nde gerçekleştirdiği ilk dersin açılış konuşmasını Prof. Dr. İzzettin Önder yaparken, Dr. Yasin Durak, Doç. Dr. Yasemin Özgün, Doç. Dr. Özlem Özkan ve Doç. Dr. Anıl Duman gibi “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnine imza attıkları için üniversitelerden ihraç edilen akademisyenler ilk dersin konuşmacıları arasındaydı.

Akademik özgürlüğe ve üniversiteyi üniversite yapan evrensel değerlere sahip çıkmayı, bilimsel araştırmayı toplumsal yaşamla buluşturmayı ve haksız bir şekilde üniversitelerinden ihraç edilen akademisyenlerle dayanışmayı amaçlayan Dayanışma Akademisi ayda bir dersler gerçekleştirecek.

Toplum İçin Akademisyenler’den “Kapitalizmin Toplumsal Tarihi” konulu derslik

Derslikte, çeşitli üniversitelerde halen görev yapan akademisyenler; Berke Özenç, Alper Açık, Nedim Süalp, Reyda Ergün, Emek Durmuşoğlu ile barış imzacısı oldukları için üniversitelerinden ihraç edilen Tül Akbal Süalp ve Latife Akyüz konuşmacı olarak yer aldı.

Açılış konuşmasını yapan Tül Akbal, Kampüssüz Ders Ortaklıkları’nın amaçları ve hedefleri doğrultusunda yaptığı çalışmalardan ve bu amaçla kurulan Toplum İçin Akademisyenler’in hedeflerinden (TAKA) bahsetti. Dersliğin genel anlamda bir kapitalizm eleştirisi olarak planlandığını belirterek klasik ders yöntemlerinin ve konuşmacı-dinleyici arasındaki hiyerarşik yapının aşılmasının hedeflendiğine de değindi.

Nedim Süalp, derslikte ilk konuşmacı olarak yer aldı. Süalp, Kapitalizmin genel karakteri ve üretim ilişkileri üzerine konuşmasını yaptı. Süalp’in ardından Reyda Ergün, 16. ve 17. yüzyıllarda kapitalizmin ortaya çıkışı ile birlikte şekillenen toplumsal yapıları ele alarak konuyu özellikle hukuk açısından değerlendirdi. Latife Akyüz ise konuşmasında konuyu ulus-devletler bağlamında ele alarak ulus-devlet kavramının kapitalizme nasıl hizmet ettiği ve buna bağlı olarak ortaya çıkan milliyetçilik ideolojisinin toplumu nasıl yönlendirdiği üzerine tartışma yürüttü.

Ardından söz alan Berke Özenç, 19. yüzyılda kapitalizmi hukuksal bağlamda değerlendirerek hedeflenen toplumsal düzen içerisinde eşitlik kavramının soyut olduğunu ve fiili olarak bir eşitsizliğin hüküm sürdüğünü belirtti. Özenç’in ardından Alper Açık sözü alarak 19. Yüzyılda doğa bilimleri ve bu bilimlerin kapitalizmle ilişkisi üzerinde durdu.

Tül Akbal ise konuşmasına “şimdi, ana aktör olmayan insanlara bakalım” diyerek başladı ve kapitalizmde kent yaşamındaki insanların içinde bulunduğu koşullar, krizler ve açmazlar üzerine konuştu. Ayrıca konuşmasında kapitalizmin her şeyi araçsallaştırarak dönüştüren dinamizme sahip olduğunu belirterek işçi sınıfının bilgilerini dönüştürüp bir yaşam pratiği haline getirmekte neden kapitalizme göre daha sınırlı kaldığı üzerine tartışma yürüttü.

Son konuşmacı Emek Durmuşoğlu ise, kapitalizmin doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin bağlantısını kopararak insanları bütünlüklü bir bilim anlayışından nasıl uzaklaştırmaya çalıştığı üzerine konuştu. Günümüz dünyasından örnekler veren Durmuşoğlu, bilimin iktidara hizmet ettiğini ve bilim insanının da kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılayan bir araç haline getirildiğini anlattı. Konuşmada, diğer akademisyenlerin de katkısıyla, mevcut koşullarda bilimde neyin sorulması gerektiğini değil neyin sorulmaması gerektiğini belirleyen bir düzen olduğunu ifade etti.

Etkinlik, konuşmacıların ardından soru – cevap ve katkılarla devam etti. Kampüssüzler Ders Ortaklıkları’nın yaygınlaştırılması hedeflenerek ve 6 Kasım’da Hrant Dink Vakfı’nda gerçekleştirilecek Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları konulu dersliğin duyurusu yapılarak etkinlik sonlandırıldı.

Çocuklarımızın ölmediği bir dünya mümkün!

Geçtiğimiz Eylül ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yayınladığı bir araştırmaya göre, 5 yaş altında 5,9 milyon çocuk hayatını kaybetti. Bu, günde yaklaşık 16 bin çocuğun ölmesi anlamına geliyor. Ölümlerin başlıca sebepleri arasında; erken doğum komplikasyonları, zatürree, doğum asfiksisi, ishal ve sıtma geliyor. Ölümlerin üçte ikisinin önlenebilir olduğu belirtilirken, %45’i de gıda yetersizliğinden kaynaklanıyor.

Ölümlerin %45’i doğduktan sonraki ilk dört haftada gerçekleşiyor. Bu oran 2,7 milyon yeni doğana denk gelirken, bu süre içerisinde aynı sayıda bebek dünyaya geliyor. Yeni Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında ise binde 13,5’le bebek ölümleri sıralamasında birinci sırada. Türkiye’yi, 13,2’yle Meksika ve 8,1’le Şili takip ediyor.

2,5 yaşında bebek açlıktan öldü

16 Kasım günü Samsun’da 2,5 yaşında bir bebeğin besin yetersizliğinden yaşamını yitirmesi, bu tablonun vahametini bir kez daha ortaya koydu. Yaşamını yitiren bebeğin 26 yaşındaki babası Murat B., 2008 yılında vinç düşmesi sonucu sağ ayağının bilekten aşağısının koptuğunu ve geçirdiği iş kazası nedeniyle çalışamadığını vurgudı. Anne Necla B. ise dilenerek yaşamaya çalıştıklarını belirterek, “Ekmek parası bulmakta bile zorlanıyoruz. İki buçuk yıl önce, beş buçuk yaşındaki kızım Kumru’yu kaybettim. Şimdi Kübra açlıktan öldü. Bebeğim açlıktan, parasızlıktan öldü. İki çocuğum daha var. Onlar da aç.” dedi. Komşularının verdiği yemeklerle karınlarını doyurmaya çalıştıklarını söyleyen Necla B. “Sütüm yok. İki günden beri tenceremde yemek yok. Komşularım bir tabak yemek getirecek de çocuklarım yiyecek” dedi.

50 milyon çocuk mülteci

Geçtiğimiz ay UNICEF’in sunduğu bir raporda, şu anda dünya üzerinde köklerinden koparılmış 50 milyon çocuk olduğu açıklanmış ve çocuk mülteci sayısında son 10 yılda 2 kat artış olduğu belirtilmişti. Rapora göre toplam mülteci sayısının yarısını çocuklar oluşturuyor. Çatışmaların ve şiddetin travmasını yaşayan çocuklar, göç yollarından geçişleri sırasında denizde boğulma, kötü beslenme, aşırı su kaybı, insan tacirlerinin eline düşme, kaçırılma, tecavüz ve cinayet gibi tehlikelerle yüz yüze kalıyor.

Sosyalizm çocuklara can veriyor

Dünya genelindeki rakamlar trajedinin boyutunu ortaya koyarken, sosyalist Küba’da tıbbi alanda yaşanan gelişmeler hem yurttaşlarına, hem de bütün dünyaya umut oluyor. Küba’da bebek ölüm oranı 2015’te binde 6’yla, Türkiye’deki oranın yarısından azına karşılık geliyor. Halk sağlığı konusunda umut dolu bir örnek olan Küba’nın Villa Clara şehrindeyse bu yılın ilk yarısında toplam 7 belediyede, anne-bebek ölüm hızı sıfıra düştü.

Kaynak: Sol, evrensel, 11 Kasım 2016