Ana Sayfa Blog Sayfa 167

Savaş çığırtkanlığına geçit verme!

Bu paylaşım ve yağma savaşında, bu ülkenin yönetenleri, emperyalist efendileri ile birlikte birinci dereceden sorumludur.

Osmanlı’ya öykünen “Yeni Osmanlıcılar”, Cumhurbaşkanın’nın ağzından bir süredir, “tarih dersleri” eşliğinde, Lozan Anlaşmasını tartışmaya açarak, ‘Musul bizimdi, Halep bizimdi’ gibi açıklamalarla savaş çığırtkanlığına yeni bir boyut katmış, bölgedeki gerginliği daha da arttırmışlardır.

Evet, Musul, Halep, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde idi. Ama, siyonist varlığın işgali altındaki Filistin toprakları da, Mısır da, Yemen de öyle idi. Hatta, Viyana kapılarından dönüldüğüne göre zamanında, Balkanlar ya da tüm Doğu Avrupa da Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklardı.

Kendini “Yeni Osmanlı” sultanı sanan cumhurbaşkanı, Osmanlı’yı yeniden diriltmeye karar vermişse, niyetlerini parça parça açıklamak yerine tüm hedefini bir kerede “yedi düvele” açıklamalıdır.

Tüm bunlarla birlikte, emperyalizmin askeri ve siyasi gücü NATO’nun bir parçası olan, tüm silahlarını emperyalistlerden alan, subayları NATO karargahlarında eğitilen ordusu ile bunu nasıl yapacağını da izah etmelidir.

Aslında bu söylemlerin arkasındaki amaç, emperyalizme tetikçilik yapmaktır!

Tüm bu “tarih dersleri” ile yapılmaya çalışılan, Ortadoğu’da yoğunlaşan paylaşım savaşında, ABD planları doğrultusunda tetikçilik yapmak; bölgemizde başta Kürt halkı olmak üzere, bölge halklarının kendi kaderlerini ellerine almasının önüne geçmektir.

Kendi elleri ile teslim ettikleri Musul’u, IŞİD’den geri almak adına başlatılan savaşta, ABD’nin asıl hedefi; IŞİD’i, yenilgi yaşadığı Suriye’ye sürerek dengeleri lehine çevirmek, Suriye’de daha güçlü söz hakkı elde etmektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, Erdoğan’ın ağzından, mezhepçi, ırkçı, Osmanlıcı söylemlerle, bu savaşa, besledikleri çetelerin yetmediği yerde bizzat dahil olmaya çalışmaktadır.

Kürt halkının kazanımlarını hedefe koyarak sürdürülen bu politika, yanlarına Suudi gericiliği ve siyonist İsrail’i de alarak, İran, Lübnan, Irak, Suriye ve Rusya ile bir bölgesel savaşın patlama ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır. Adeta, yangına körükle gidilmekte, bir bölgesel savaşın fitili ateşlenmektedir.

Bu savaşta, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da en büyük zararı, bölgede yaşayan halklar ve çocukları görecektir. Egemenler ve çocukları saraylarında, villalarında zenginlik çinde yaşasın diye, onlar adına, bölgenin yoksul emekçi halkları birbirini boğazlıyacak ve halklar arasında geri dönülmez düşmanlık tohumları ekilecektir.

Bu savaş çığırtkanlığı; bu topraklarda, işçilerin tüm haklarının gasp edilmesiyle birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığ; elde kalan son devlet kurumlarının, mal varlıklarının sermayeye peşkeş çekilmesi ile birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığı; ormanlarımızın, derelerimizin, kentlerimizin yağmalanması ile birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığı; eğitimin, bilimden tamamen arındırılıp gericileştirilmesi, çocuklarımızın karanlığa mahkum edilmesi çabaları ile birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığı; bombalamalarla, katliamlarla, OHAL’le baskı ve şiddetin dozunun her geçen gün arttırılması ile birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığı; gerçeklerin açığa çıkmasını önlemek için tüm muhalif seslerin susturulması, televizyon, radyo ve gazetelerin kapatılması ile birlikte yürütülmektedir.

Bu savaş çığırtkanlığı; sömürü ve zulüm düzenini sağlamlaştıracak başkanlık tartışmaları ile birlikte yürütülmektedir.

İçerde ve dışarda azgınca sürdürülen bu savaşa karşı mücadele etmek dışında bir kurtuluşumuz yoktur.

Ya onların savaşında, onlar için öleceğiz ya da kendi kaderimizi elimize alıp bu kan emicilerin saltanatına dur demek için, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir ülke/dünya için mücadele edeceğiz.

Savaşı durduracak güç sensin!

Susma, sinme, boyun eğme. Saf tut diren!

KALDIRAÇ

27 Ekim 2016

Musul Operasyonu: Bölge devletleri arasındaki gerilim büyüyor

IŞİD, Musul’u 2014 yılının Ağustos ayında 2.000 kişilik kuvvetle teslim almış, Irak Ordusu savaşmadan 40 bin kişilik gücünü çekerek şehri IŞİD’e terk etmişti.

ABD ve müttefiklerinin kendi elleriyle yarattığı IŞİD’i , Musul’dan temizleme gerekçesiyle başlattıkları operasyon, Suriye’de Rusya ve Suriye devleti lehine oluşan dengelerin ABD lehine çevrilmesi ve IŞİD’in Musul’dan Suriye’ye doğru sevk edilmesi hedeflerini taşıyor.

Operasyona, Kürdistan özel güçleri olan Peşmerge ve ABD topçu birliklerinin yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başika Kampı’nda eğittiği Haşd el Vatani’nin de çatısı altında olacağı Ninova Muhafızları katılıyor. Türkiye’nin ısrarla operasyona katılımına karşı çıktığı Haşd el Şaabi gibi milis örgütlenmeler ve Şengal’deki Ezidi Kürtlerin savunma güçleri olan YBŞ’nin de operasyonda yer aldığı ifade ediliyor.

Operasyon planı ve hazırlıklar

Operasyona 50 bini Irak ordusundan, 20 bini peşmerge güçlerinden, 10 bini Sünni aşiretler ve Türkmen gruplardan olmak üzere toplam 80 bin kişinin katılması bekleniyor. Ekim 2016’da başlaması planlanan operasyonun aşamalı şekilde 3 ay ile 6 ay arasında sürmesi ve operasyon sırasında kentten göç edecek siviller için Mahmur kasabasının çevresinde bir kamp kurulması planlanıyor.

TC ve Irak Devleti arasında gerginlik

Irak hükümeti, 2015 yılında yaşanan Başika krizi nedeniyle Türk ordusunun operasyona katılmasını istemiyor ve Türk hükümetinin mezhepçilik yaptığını savunuyordu. Buna karşın Türk hükümeti operasyona katılmak istiyor, şart olarak da Iraklı Şii milislerin kente girmemelerini istiyordu.

TC ve Irak hükümetleri arasındaki tartışma operasyondan önce giderek alevlendi. Irak başbakanı Haydar El-İbadi 5 Ekim günü “Türk tarafından pek çok kez Irak’ın işlerine karışmamalarını istedik. Türk liderlerinin tutumları kabul edilemez” ve “Türklerin macerasının bölgesel bir savaşa dönüşmesinden korkuyorum” şeklinde açıklama yaptı. Irak parlamentosu ise Türk ordusunun Başika’daki varlığını “işgalci amaç” olarak tanımlayan bir karar aldı. Hükümet sözcüsü Numan Kurtuluş Türkiye’nin Irak’ta işgalci bir amaçla bulunmadığını, Musul halkını korumak için bulunduğunu belirtti. Erdoğan ise 11 Ekim tarihinde Irak başbakanı El-İbadi’ye hitaben “Irak’tan senin bağırman çağırman bizim için hiç de önemli değil, biz bildiğimizi okuyacağız, bunu böyle bilesin. Kim bu? Irak’ın Başbakanı. Önce haddini bil” şeklinde ifadeler kullandı ve Türk ordusunun Başika’dan çekilmeyeceğini tekrarladı. El-İbadi ise operasyondan bir gün önce, 16 Ekim 2016 günü “Irak hükümetinin Türk güçlerinin Musul’u kurtarma operasyonuna katılmasına izin vermeyeceğini” söyledi.

Türk Devleti’nin açıklamaları bölgede etnik bir çatışmayı körüklemeye yönelik oldu. Musul’da ve operasyonda ‘Şii unsurları’ istemeyen TC, bunu %35-40’ı Şii olan bir ülkeden talep ediyor.

Irak’taki en önemli Şii örgütlenmelerinden olan Sadr hareketinin lideri de Türkiye’nin Irak’taki askerî varlığına yönelik sert söylemlerde bulundu. Mukteda es Sadr, Başika’daki askeri varlığından dolayı Türkiye’yi protesto etme çağrısında bulundu, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde gösteri çağrısında bulundu.

Başkent Bağdat’ın Veziriyye semtindeki Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği binası önünde toplanan Iraklılar Türkiye karşıtı sloganlar attı. Irak devleti çevrede üst düzey güvenlik önlemleri alırken Büyükelçilik binasına giden tüm yollar da trafiğe kapatıldı.

ABD’nin açıklamaları

ABD’nin operasyona yönelik ilk açıklamaları ‘operasyonun uzun süreli olacağına’ ve ‘Irak yönetiminin operasyonu yönettiğine’ ilişkin oldu. Bu açıklamaları hem Obama’dan hem de Pentagon ve ABD Askerî Kuvvet sözcülerinden duyduk.

TC’nin operasyona dâhil olma arzusuna da net bir cevap vermeyen ABD, topu Irak Devleti’ne atıyor.

“Operasyon”

Musul operasyonu, 17 Ekim 2016 günü saat 01.40’da başladı. Operasyonla ilgili ilk açıklamayı Irak Başbakanı Haydar El-İbadi yaptı. Operasyona Irak ordusu, çeşitli milis güçleri ve peşmerge güçlerinden yaklaşık 30.000 asker katıldı. 36 ülkeden 3.500 kişilik NATO askeri de bölgede konuşlandı. Musul merkezinde ise IŞİD’in 8.000 civarında savaşçısının olduğu tahmin ediliyor.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Peşmerge Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre üç cephede operasyon başlatıldı. Kuzeydeki Hazır cephesinde Peşmerge güçleri, güneydeki Güver ve Geyyara cephelerinde ise Irak ordusu ve milis güçleri yer aldı. Buna karşılık IŞİD, Musul’un çevresinde üç aşamalı hendek kazdı. İlk halka hendek; ağır araçların geçmesini engellemek için, ikinci halka hendek; petrol borularını bağlayıp yanıcı maddeyle doldurmak için. Operasyonun başlaması ile bu hendekteki maddeler ateşe verildi. Üçüncü halka hendek ise siper savaşı için kazıldı.

Operasyon öncesi ve sonrasında IŞİD’in intihar saldırıları yoluyla peşmerge güçlerini yıpratmaya çalıştığı gözlendi. Saldırılarda onlarca peşmergenin hayatını kaybettiği açıklandı.

Sahi Musul’u neden kurtarıyorlar?

Musul IŞİD’in Rakka’dan sonra en büyük kenti olabilir, ancak yine de bu kadar büyük bir ittifakın, yapılan tahkimatın karşısında IŞİD’in çok büyük bir direnç göstermesi söz konusu değil.

Irak’ta devlet güçlerinden daha iyi işler çıkaran Haşd el Şaabi gibi milis örgütlenmeler IŞİD’den pek çok şehri etkili operasyonlarla geri almayı zaten başarmıştı.

Musul’un geri alınmasının ‘uzun süreceği’ şeklindeki ABD açıklamaları, operasyona TC’nin katılma isteği ve Irak hükümeti ile peşmerge arasındaki pazarlıklar aslında Musul’un çoktan alındığını, ancak kimin Musul’dan ne kadar pay alacağının pazarlığının yapıldığını gösteriyor.

Gazeteci Fehim Taştekin’e göre Türkiye’de devlet aklı Sünni-Şii çatışmasını ön plana çıkarmaya çalışsa da herkesin derdi başka:

“Basit bir ifadeyle Peşmerge, Musul’u kurtarma macerası sırasında Kürt nüfusun bulunduğu bölgeleri Kürdistan’a katmak için gidebildiği yere kadar gitmek niyetinde.

Türkmenlerin derdi ise 2014’te etnik ve mezhebi temizliğe uğradıkları evlerine geri dönmek. Erdoğan “IŞİD’den sonra Musul’da sadece Sünni Araplar, Sünni Türkmenler ve Sünni Kürtler kalmalı, Haşd el Şaab’ın girmesine izin verilmemeli” diyor ya, Neyneva vilayetinin yani Musul’un yüzde 30’u Şii.

Sünni Araplar ise eski statünün korunmasından yana. Bağdat yönetimine ve Irak ordusuna karşı IŞİD ile oyun oynayanlar artık kaybettiklerinin farkında. O yüzden en fazla bu kesim “Şiiler kente girmesin” diye tutturuyor.

IŞİD karşıtı Sünni kesimler ise operasyon konusunda farklı kamplara ayrılmış durumda; Irak hükümetiyle birlikte hareket eden Sünni gruplar var. Bunların bir kısmı Erdoğan’ın Şii dediği Haşd el Şaabi içinde yer alıyor.”

Yine Taştekin’e göre TC içerisinde burjuva medya tarafından sürekli pompalanan “Türkiye’ye karşı Irak-ABD-İran ittifakı” tam bir uydurma. “Bu komplo, TV’lerde insanı mest-u hayran eyleyen tumturaklı analizler eşliğinde dallandıra dallandıra anlatılıyor. Türkçe bilmeyen dünyayı ne denli kıskandığımı bilemezsiniz. Sanki Türkiye operasyona dahil edilseydi farklı bir harekat planı çıkacaktı!”

İran’dan uyarı: İzinsiz müdahale çok tehlikeli

Operasyona Türkiye’nin katılımına ilişkin tartışma sürerken, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, yabancı ülkelerin Irak ve Suriye’ye izinsiz müdahalesinin ‘çok tehlikeli’ olduğunu söyledi.

Müdahale konusunun uluslararası prensiplerle düzenlendiğini hatırlatan Ruhani, bunu ihlal edecek herhangi bir hamlenin güvensizliği artıracağını belirterek, “Yabancı ülkelerin ev sahibi ülkeyle herhangi bir işbirliğine gitmeden müdahalede bulunmasının çok tehlikeli olduğunu düşünüyoruz. Suriye ve Irak hükümetlerinin herhangi bir yabancı müdahale için, kendi topraklarındaki terörle mücadele etmesi için başka ülkeden yardım istemesi gerektiğine inanıyoruz” diye konuştu.

Rusya ne diyor?

Rusya ve Suriye tarafında Musul’a yönelik saldırının IŞİD’i yok etmeye yönelik olmaktan çok IŞİD’in Irak’taki güçlerini Suriye’ye kaydırmaya yönelik bir hamle olduğu analizi hâkim. Nitekim Lavrov’un operasyonun ilk günlerinde yaptığı açıklama buna karşı nasıl hareket edeceklerinin sinyallerini veriyor:

“Musul’un çevresinin tamamen sarılmamasından ötürü oluşan koridor, IŞİD unsurlarının Irak’tan ve Musul’dan Suriye’ye çekilmesi riskini oluşturuyor. Biz tabii ki durumu değerlendireceğiz ve eğer böyle bir şey gerçekleşirse, askeri ve siyasi anlamda kararlar alacağız.”

Rusya-Türkiye İlişkileri ve Ortadoğu

Öte yandan Erdoğan’ın Rusya’ya yönelik söylemleri ilgi çekici. Erdoğan Rusya’da katıldığı bir televizyon programında “Bu bölgede teröre karşı ortak mücadelede, saygıdeğer, kıymetli dostum Putin’in desteğine ihtiyacım var. Bu alanda Rusya ile işbirliğimiz için biz gereken her adımı atmaya hazırız” ifadelerini kullandı.

TC’nin beslediği çetelerin Halep’te gerilemesi ve Suriye politikasında verilen kayıpların ardından ise Erdoğan’ın ağzından şu cümleleri duyduk: “Putin’le bir telefon görüşmemiz oldu. Görüşmede Halep’i konuştuk… El Nusra’nın orayı terk etmesi noktasında kendilerinin ricaları oldu. Arkadaşlarımıza bu konuda gerekli talimatı verdik. Onlar da bu çalışmayı yapmak suretiyle ‘El Nusra’yı Halep’ten çıkarmak ve Halep halkının huzurunu sağlamak için bir çalışmanın içerisinde olalım’ diye aramızda böyle bir mutabakatı görüştük.”

İçeride dışarıda sürekli kriz ve savaşla beslenen TC devleti Suriye’de bulamadığını Irak’ta arıyor, her yerde etnik ve mezhepsel çatışmaları körüklüyor.

28 Ekim 2016

Özgecan, Ayşegül, Filiz Aslan… Organize şiddete karşı örgütlen!

Kadına yönelik şiddet, devlet ve sistem tarafından giderek daha fazla meşrulaştırılmaya çalışılıp teşvik edilirken bugün bu şiddet bizzat devlet eliyle organize edilen saldırılara dönüşmüştür.

Toplumsal yaşama her alanda müdahale edecek ve toplumsal yaşamı buna göre yeniden biçimlendirecek bir şiddet örgütlenmesi yaratılmaktadır. IŞİD zihniyeti topluma empoze edilmekte, bu şiddet örgütlenmesinin ilk hedefi ise yine kadınlar olmaktadır.

Bu nedenledir ki, ne Aslan Çamoğlu’nun dövülmesi ne Zonguldak’da öğrenci yurdundu kalan kadınların kaçırılması ne de Ayşegül Terzi’ye atılan tekme münferittir. “Yeni Türkiye” dedikleri budur.

Osmanlı Ocakları 1453 Genel Başkanı’nın silahlanın çağrısı da bu şiddet örgütlenmesinden ayrı değildir.

15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında ölen 15 kadın için “adam gibi öldüklerini” söyleyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın açıklaması da kadınların ölümleriyle gururlanılacağını açıkça göstermektedir.

Biz ölmek değil, yeni bir yaşamı isteyenleriz.

Ayşegül Terzi’ye atılan tekmeye kadınların ve kurumların gösterdiği tepkiler, öncesinde serbest bırakılan saldırganın tekrar yakalanmasını sağladı. Zonguldak’ta bir öğrenciyi yurttan kaçıran adam tepkiler üzerine tutuklandı. Kadınları katleden erkeklerden bazıları, kadınların mücadeleleri, ısrarla davayı takip etmeleri sayesinde indirim almaksızın ömür boyu hapse mahkum edildiler.

Çünkü tüm bu saldırı, tecavüz ve cinayet şebekelerini organize edenlerin korktuğu bir şey var: Ya Özgecan Aslan için toplanan on binler yeniden bir araya gelirse?

Evet, onların korkuları budur. Saldırdıkları nokta da budur. Bizim yapmamız gereken de budur.

Göz göre göre sahaya sürülen bu şebekelerin saldırılarının artmasını beklemeyeceğiz.

Cevabımız adım adım, sokakta ve tüm yaşam alanlarımızda örgütlenmek ve direnişi büyütmek olacak.

25 Kasım Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Gününde sokakları, alanları doldurarak savaşa, katliamlara, şiddete, tacize, tecavüze, yasaklara boyun eğmeyeceğimizi haykıralım.

DİRENMEK YAŞAMAKTIR!

AKA-DER

20.10.2016

 

Tekelci polis devleti ve devletin çeteleşmesi

Ortadoğu’dan pay almak için, Kerkük ve Musul’u almak için, Halep bizimdir demek için, daha başka paylar elde edebilmek için mangalda kül bırakmayacak şekilde esip gürlüyorlar, bir anda ovaları aşıyor, bir anda çağları devitiyorlar. Ve aynı hızla içeride de, bu yağıp gürleme, tüm devlet mekanizmalarının ve bürokrasinin “yavaşlığını” aşarak, tam bir çete örgütlenmesine, mafya reisliği sistemine dönüşüyor.

Bir kere, efendileri, burada paylaşım savaşı var diye buyurdu mu? Evet. Bir kere Rockefeller ve Rothschild aileleri kararlar verdi mi? Evet. Demek ki, bizim topraklarımızda onlar adına kâhyalık yapanları hiçbir şey tutamaz. Bu nedenle, devletin ağır işleyişi, artık gereksiz olmuştur.

IŞİD’e bakın. Ne kural var ne hukuk, ne hak var ne vicdan, ne insanlık var ne insan. Kafa kesiyorlar, çocukları katlediyorlar, kadınları satıyorlar, ırzına geçiyorlar. Ve tüm bunları, bir tek kurala dayandırıyorlar, din böyle emrediyor. Dinin ne emrettiğine kim karar veriyor, elbette ilgili kişi. İşte bu nedenle son derece hızlılar.

TC devleti, artık, uluslararası hukuk, insan hakları, masumiyet karinesi, hak ve adalet vb. gibi kavramlardan kurtulmak istiyor. Ne istersek onu yaparız, dönemine uygun olarak, bir yeni yapı organize ediyorlar.

İşte bu çeteleşmedir.

Tekellerin çıkarlarına, büyük sermayenin yararına, ülke içte yağmalanmaktadır. Doğa, doğal kaynaklar, insanlık yok edilmektedir ve bu konuda sınır tanımaz bir hukuksuzluk egemendir.

Burjuvalar, emperyalist efendilerinin, tüm bölgeyi bölüşme, paylaşma planlarını gördüler ve öncelikle, bizim ülkemizden, kendi ülkelerinden işe başladılar. Yağmalanmadık hiçbir şey bırakmak istemiyorlar.

Bunu yapabilmek için, hukuku askıya aldılar. Parlamento, artık varlığı tartışılan bir kurumdur, yetkilerini çoktan devretmiştir. Aydınların, halkların üzerine şiddetle ve hukuk tanımaz bir biçimde gidilmektedir. İşçi ve emekçiler, öğrenciler, öğrenci aileleri, en sıradan bir haklarını aradıklarında hapis ve copla, işkence ile tehdit edilmektedir. Tüm toplum, muhbir ağları ile polis teşkilâtına bağlanmaya çalışılmaktadır.

Burjuva anlamda dahi hukuk kalmamıştır.

Basın, tamamen AK Parti’nin ve o yolla Saray’ın ya da devletin denetimi altındadır. Tek bir aykırı sese tahammülleri kalmamıştır. RedHack sayesinde öğrendik ki, Mehmet Ali Yalçındağ, Alo Fatih karakterini çok geride bırakmış, Doğan medya için harikalar yaratmaktadır.

Basında her gün, Saray’a yağcılık yarışması yapılmakta, bu yarışmayı kazanmak için, her biri akıl almaz hokkabazlıklar gösteren kadın ve erkekler yarışmaktadır. Gülen, kendini dinleyenler içinden birilerine portakal kabukları atıyormuş, Saray’ın sakini, bu basın hokkabazlarına acaba muz kabuğu mu atmaktadır?

Basın, tam anlamı ile bir mafya örgütlenmesine dönmüştür.

İnşaat sektörü, bir mafya örgütlenmesidir.

Belediyeler, baştan aşağıya birer mafya örgütlenmesidir.

Ve devlet içinde de çeteler, mafyalar örgütlenmektedir.

Bugünlerde Saray, en çok, Mehmet Ağar, Veli Küçük, Sedat Peker gibi ekiplerle yakındır. SADAT AŞ, başlıbaşına, bu çete örgütlenmesini göstermektedir. Genelkurmay başkanı ne derse desin, artık bir “ordu”ya ne kadar ihtiyaçları olduğu tartışmalıdır. Asker dediğin, ölmek için maaş alan kişidir. Bu söz, bir gerçeği ortaya çıkarır. IŞİD, El Kaide, El Nusra, çeşitli başka çeteler ve mafya grupları, gerçekten de bunun için maaş almaktadırlar.

Bir ganimet savaşı olarak ele alındığında bu savaş süreci, bu sözler anlaşılmaz değildir. Ganimetin büyüğü, elbette şeyhülislama aittir. Bunun kim olduğu ise, eskisi gibi belirlenmiyor, Pentagon tarafından belirleniyor. Ganimetin büyük payı, aslında efendilere, emperyalist güçlere aittir. Ama, burada sahaya konan tatışmalarda, bu bölüm ele alınmaz. Geriye kalan sahadan çıkan ganimettir. Bundan, her çete reisi pay alacaktır. İşte savaşın kutsal tarafı da budur.

Bu nedenle din, acımasızca, insafsızca kullanılmaktadır. TC devleti, tıpkı Suudi krallığı gibi, dinin kullanımını had safhaya çıkarmıştır. Musul, Başika ve Halep tartışmalarında, Sünni unsurun üzerine bu denli durmaları ile, içeride devletin tarikatlar arasında bölüşülmesi paralel gidiyor. Sağlık bakanlığının Menzir tarikatına ait olduğunu, artık söylediler ve duyduk. Ama Süleymancıların nereyi, Nakşilerin nereyi, Kadirilerin nereyi aldıklarını henüz tam olarak bilemiyoruz. Demek ki, Fethullahçıların %90 ağırlıkla “sızmaları” aykırı bir durum, istisnai bir hâl değilmiş.

İşte devletin çeteleşmesi burada da görünüyor.

Halklara, işçi ve emekçilere, özgürlük ve adalet isteyenlere karşı polis örgütlenmesi ile yanıt veriliyor. Ve aynı anda devlet, çeteleşiyor; dinî çeteler, mafya çeteleri, finansal çeteler, rantiye çeteler, şimdilik bizim tespit edebildiklerimizdir.

Demokrasi, burjuva anlamda bile anlamsızdır. Sadece meclise bakın demeyeceğiz. Evet meclise bakın. Siyasal partilere bakın, AK Parti diye bir parti var mıdır? Parti olarak AK Parti bitmiştir. Parti olarak MHP bitmiştir. Parti olarak CHP ruhunu en son Yenikapı’da teslim ederek bitmiştir. Bunların tümü birer çete örgütlenmesidir. Ama dahası var, yerel seçimlerle seçilen belediyelere dönük saldırılar, kayyum atanması vb. gerçek anlamı ile, devletin çözülüşünü de göstermektedir.

Onlara göre bu çeteleşme, burjuva egemenleri kurtaracak. SADAT AŞ, Mehmet Ağar, Sedat

Peker, basını tutmuş çeteler, inşaat çeteleri vb. Saray’ı mı kurtaracak? Beklenti budur. Koruma ordusu, basındaki hokkabazlar, dinî çeteler, mafya çeteleri, milliyetçi çeteler, tüm bunlar Saray’ı kurtaracak.

Ama yine de yetmiyor.

AK Parti, OHAL ile elde ettikleri güç ve olanakları değerlendirerek, daha ileri adımlar atmaya çalışıyor. AK Parti içinden açıkça silâhlanma çağrıları yapılıyor. Bu, sıradan bir süreç de değildir. İç savaş hazırlıkları olarak da ele alınamaz. Bu, aynı zamanda, devletin çöküş sürecidir de.

Peki, bu silâhlanma yeterli olacak mı?

Soruyu şöyle sormak gerekir: Bunca korkunun nedeni nedir? Bunca şiddete rağmen, bunca baskıya rağmen, neden bu korku azalmıyor da, sürekli büyüyor?

Devam edelim, Erdoğan, ordu, FETÖ arasındaki kavgayı nasıl açıklayabilirsiniz? Erdoğan ve AK Parti, bir Amerikan projesidir. Bunu en iyi Erbakan hocadan dinlemek mümkündür. Artık, herkesin ortak kabulüdür. AK Parti öyledir de, FETÖ nedir? Gülen hareketinin CIA ile bağı, bugün değil, yıllardır bilinen bir gerçekliktir. Kusura bakmasın Erdoğan ve çevresi, bunu 17 25 Aralık’tan sonra da öğrenmedi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden Türkiye’ye bu konuda bilgi verildiği kayıtlıdır, gazete arşivlerinde vardır. Erdoğan ve çevresi de bunu çok ama çok yakinen biliyordu. Gelelim orduya. Ordu, NATO ordusudur. Ordunun NATO’dan bağımsız yaptığı hiçbir iş yoktur. Özetle şöyle diyebiliriz, bugün, iktidar içi çatışmada karşımıza çıkan tarafların tümü, doğrudan ABD’ye bağlı odaklardır.

Eğer bu durumu aklımızda tutarsak, unutmazsak, gelişmeleri anlamamız daha da kolaylaşacaktır.

Devletin çeteleşmesi süreci, sadece bir tek adam diktatörlüğü demek değildir. İşin içinde elbette bu vardır. Elbette, Türkiye, ne dün demokratik bir ülke oldu, ne de bugün. Bugün, parlamentoyu devre dışına iterek, belediyelere kayyum atayarak, işçi ve emekçilere saldırarak, her türden şiddeti tırmandırarak, basını bir Saray borazanına çevirerek demokratikleşmedikleri elbette açıktır. Ama bu, işin sadece bir yönüdür. İşin diğer yönünde, TC devletinin çözülüş süreci vardır.

Suriye ve Irak’ta çetelerle yatıp kalkmak, Suriye’yi Afganistanlaştırmak için uğraşmak, elbette içeride de çetelerle iş tutmak, Türkiye’yi de Pakistanlaştırmak demektir. Yağma sadece Suriye’de, sadece Musul’da yok. Yağma savaşına başladınız mı, içeride de bu yağma sürecek demektir.

Sonrası daha “otomatik”tir. Her ikisi birbirini besleyecektir, dışarıda yaptığınızın içeride, içeride yaptıklarınızın dışarıda yansımaları olacaktır. Sonra bir gün, yumurta- tavuk sarmalına gelmiş olursunuz.

İçeride baskı ve şiddet arttıkça, dışarıya doğru kükreme artmaktadır. Dışarıda çetelerle iş tutuldukça, içeride çetelerle iş tutulmaktadır. İçeride halklara saldırdıkça, dışarıda katliamlara destek verme eğilimi gelişecektir. Bu böylece birbirini besleyecektir.

İçeride zorlandıkça, dışarıda saldırgan bir politika devreye konulacaktır. Din ve milliyetçilik bu yolla sürekli, hem birlikte kullanılmakta, hem de her seferinde daha aşırı dozlarda kullanılmaktadır.

Başka da çareleri yoktur. Bu baskı ve karanlığı artırmak dışında çözümleri yoktur. Ama öyle görünüyor ki, bunun da sonuna yaklaşılıyor. Her karanlığın bir sonu vardır. Ve baskı ve şiddet, halkların özgürlük arayışını yok edemeyecektir. 12 Eylül’den bu yana süreklilik kazanan baskı ve şiddet, artık olağanlaşmıştır. OHAL uygulamaları, bu topraklarda yaşayanlar için olağan hâle gelmiştir.

İhaleye fesat, öldürmeye azmettirmek değil, epilasyon dinine aykırı

Peki Şeniz Dervişoğlu kimdir?

Dervişoğlu, 2006’da düzenlenen ‘Nakavt Operasyonu’ kapsamında tutuklanmış ve geçen yıl serbest kalmıştı. Ayrıca Hrant Dink Cinayeti sanığı Ogün Samast ifadesinde Dervişoğlu’nun adını vermişti.

Eski bir boksör olan Şeniz Dervişoğlu 2006’da düzenlenen ‘Nakavt Operasyonu’ kapsamında ‘ihaleye fesat karıştırmak’, ‘adam öldürmeye azmettirmek’, ‘çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve lideri olmak’ suçlarından tutuklanmıştı. Özel Yetkili Mahkeme’de yargılanan Dervişoğlu, bu tip mahkemelerin kapatılmasının ardından Trabzon’da yargılanmaya başlamıştı. ‘İhaleye fesat karıştırmak’ iddiasıyla Trabzon’da devam eden davada suç vasfının değişmesi ve ihale suçlarındaki hapis cezalarının düşmesinin ardından Şeniz Dervişoğlu’nun tahliyesine karar verilmişti. Daha önce  ‘Adam öldürmeye azmettirmekten’ beraat eden Dervişoğlu, Aralık 2015’te hapisten çıkmıştı.

Öte yandan Şeniz Dervişoğlu’nun adı, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleri soruşturmalarında da geçmişti. Şeniz Dervişoğlu’nun liderliğini yaptığı iddia edilen çete ile bağlantılı ‘Sarı Osman’ lakaplı kişinin, Trabzon’da silahlı bir çatışmada kullandığı Glock marka tabanca 5 Şubat 2006’da Rahip Santoro cinayetinde kullanılmıştı.

19 Ocak 2007’de işlenen Hrant Dink Cinayeti’nin faili Ogün Samast ise soruşturma kapsamında verdiği bir ifadede Şeniz Dervişoğlu için “Onun adamları beni Samsun’dan almaya geliyorlar. Fakat polis beni Samsun’da daha önce yakaladığı için geri dönüyorlar. Ben bunları duydum ve bunları da yargılandığım sırada duydum. Ben yargılanmadan önce başkaları tarafından Samsun’dan alınacağım bilgisine sahibim. Ama bunun polis tarafından yapılacağını biliyorum yoksa bu adamlar tarafından değil”demişti.

Kaynak: Cumhuriyet, direnişteyiz, 26 Ekim 2016

Fiilî kürtaj yasağı

Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye’deki 431 devlet hastanesi ile Nisan-Ekim 2015 tarihleri arasında gizli müşteri telefon anketi metoduyla yaptığı “Yasal, Ancak Ulaşılabilir Değil: Türkiye’deki Devlet Hastanelerinde Kürtaj Hizmetleri” adlı çalışmasında, 431 hastaneden 6’sı (%1.4) kürtaj hizmetleri ile ilgili telefonda bilgi vermek istemedi. “Hastanede kürtaj hizmeti sağlanıyor mu?”, “Kürtaj hizmeti isteğe bağlı olarak veriliyor mu?”, “Tıbbi zorunluluk halinde kürtaj mevcut mu?” sorularının tümüne olumsuz yanıt verildiği halde “Kürtaj hizmetleri hiçbir koşul altında mevcut değil” teyit sorusu soruldu.

Araştırmanın sonucu, kadın doğum bölümleri olan 431 devlet hastanesinden %7.8’inin isteğe bağlı kürtaj hizmeti verdiğini gösterdi.

* %78’i tıbbi zorunluluklarda bu hizmeti veriyor.

* %11.8’i kadın doğum bölümleri olmasına rağmen kürtaj hizmeti vermiyor.

* %1.4’ü bilgi vermedi.

Kadın doğum bölümleri bulunan 58 eğitim ve araştırma hastanesinden %17,3’ü isteğe bağlı kürtaj hizmeti verirken; %71,1’i tıbbi zorunluluklarda bu hizmeti veriyor. Yine eğitim ve araştırma hastanelerinden %11,4’ü kadın doğum bölümleri bulunmasına rağmen kürtaj hizmeti vermiyor. Araştırmaya göre Batı Marmara ve Doğu Karadeniz’de isteğe bağlı kürtaj hizmeti veren devlet hastanesi yok.

Sağlık Bakanlığı açıklama yapmıştı: Engelleme yok

2015’te Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, İstanbul’daki 37 kamu hastanesine, telefon ile  “Kürtaj yapıyor musunuz?” diye sormuş ve İstanbul’da sadece üç kamu hastanesi isteğe bağlı kürtaj yapıldığını açıklamıştı. Bunun ardından Sağlık Bakanlığı da yazılı bir açıklama yaparak, Bakanlığa bağlı hastanelerde kürtaj yapılmasına ilişkin bir kısıtlama bulunmadığını söylemişti.

Kaynak: direnişteyiz, 19 Ekim 2016

Polonya’da kadınların direnişi kazandı: Kürtaj yasağında devletten geri adım

Kürtajın tamamen yasaklanmasını öngören yasa tasarısını değerlendiren Polonya Parlamentosu’ndaki Adalet ve İnsan Hakları Komitesi, ülke genelinde düzenlenen, 6 milyona yakın kadının katıldığı protestoların ardından milletvekillerine tasarıya destek vermemeleri çağrısında bulunmuştu.

Hastalık ve tecavüz de dahil olmak üzere herhangi bir istisnai durumda bile kürtaj hakkını ortadan kaldıran yasa tasarısına karşı milyonlarca kadının katıldığı eylemler gerçekleştirilmişti. Yasa tasarısına karşı çıkan kadınlar ülke genelinde sendikaların da desteğiyle genel greve giderken, Varşova’da düzenlenen eyleme katılan yaklaşık 30 bin protestocu tamamen siyah giyinmiş ve karar aleyhine pankartlar açarak “Misyonerleri değil doktorları istiyoruz” sloganları atmıştı.

Polonya Başbakan Yardımcısı Jaroslaw Gowin, devlet radyosu Radio Koszalin’e yaptığı açıklamada, ülkede kürtajın tamamen yasaklanmasını öngören ve parlamentoya gönderilen yasa tasarısının uygulanmayacağını açıkladı ve kadınların ülke çapında yaptığı protesto ve grevin hükümeti “yeniden düşündürdüğünü” belirtti. Liberal Parti Milletvekili ve eski Başbakan Ewa Kopacz da “Protesto için sokaklara çıkan kadınlardan korktukları için geri çekildiler” şeklinde yorumda bulundu.

Gowin, kürtaj yasasının ve istisnaların mevcut şeklinde devam edeceğini belirterek, “Polonya’da kürtajın tamamen yasaklanacağından endişe duyanları temin ederim ki bu olmayacak. Kadın, tecavüz mağduruysa ya da sağlığı tehlike altındaysa kürtaj olabilecek” dedi.

Kaynak: İşçi Gazetesi, 6 Ekim 2016

 

Eylem Ataş, 101 gün sonra doğduğu topraklarda!

Adana Şakirpaşa’daki Mehmet Demir Cemevi’nde Eylem Ataş için yoldaşları, dostları ve yakınları taziyeleri kabul etti. Ataş, farklı şehirlerden gelen kadınlar tarafından kırmızı ve mor bayraklarla karşılandı ve naaşı kadınlar tarafından, “Eylem yoldaş ölümsüzdür, şehid namirin” sloganlarıyla Cemevi’ne taşındı.

HDP Milletvekili Mahmut Toğrul, Devrimci Parti Genel Başkanı Ufuk Göllü’nün de katıldığı cenaze töreni sonrası Eylem Ataş, Küçük Oba Mezarlığı’nda, yine IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden yoldaşı Bedrettin Akdeniz’in yanında toprağa verildi.

Eylem Ataş’ın Ailesinden Kamuoyuna Teşekkür Mektubu

Eylem Ataş’ın ailesi 101 günün sonunda toprağına kavuşan Eylem Ataş’ın, doğup büyüdüğü topraklarda defnedilmesi için çalışmalar yapan sol kamuoyuna ve basına dönük yayınladığı teşekkür mektubunda; “Ona olan son görevimizi siz değerli dostlarımızın destekleri ve yardımlarıyla yerine getirmiş olduk. Eylem bizim olduğu kadar sizlerin de kardeşi, evladı, yoldaşıdır. O yaşamıyla ve bu hayattan ayrılışıyla “Bütün kardeşler aynı anneden doğmaz” sözünün somut karşılığı oldu. Yaşarken Ortadoğu topraklarında Kürt, Arap, Êzidi kardeşleriyle yan yana enternasyonalizm bayrağını taşıdı, yaşama vedasıyla her ulustan Anadolu halklarını topraklarına gömülmek vasiyeti için bir kıldı. ‘Ve vakur bir damla olmak dalga için. Katılmak okyanusa aşk için, isyan için…’ dedi, 27.06.2016 tarihinde Membic Faysal Ebu Leyla hamlesinde bir damla olarak katıldı kardeşlik denizine. Ve o gün zalimin zulmüne karşı yeni bir bayrak dalgalandırdı. Onun istediği Çukurova’ya gelmekti. Sizler yani bizler omuz omuza verdik insanlık için, insanlık düşmanlarına karşı mücadeleyi bu zorlu süreçte. Ve zalimin zulmü varsa bizim de yüreğimiz var dedik ve koydu tüm kardeşler yüreğini orta yere. OHAL dinlemeden verdi tüm kardeşler mücadeleyi. Bu süreçte kafasını toprağa gömenlere inat mor, kızıl, sarı-kırmızı-yeşil rengi alan koştu zalimin üzerine. Ve sonunda getirdiler topraklarına Cemremizi. Ve yıldızlara giderken yine gösterdi birlikte mücadele etmenin, kararlılığını ve inadın gücünü.” dedi.

Kaynak: direnişteyiz, Sendika.org, 14 Ekim 2016

Demokrasi İçin Birlik Buluşmasının Sonuç Bildirgesi açıklandı

Savaş karşıtlığının vurgulandığı Demokrasi için birlik buluşmasının sonuç bildirgesi yayımlandı. Bildirgede ‘Dünya deneyimleri Kürt sorununun çözümünün barışçı ve demokratik yollarla olması gerektiğini göstermektedir. Türkiye’nin savaş kışkırtıcılığı yapmak yerine komşularıyla ve tüm dünyayla barışçıl ilişkiler içinde yaşayacağı bir politikanın hâkim kılınması için mücadele edilecektir’ denildi.

Demokrasi İçin Birlik Buluşması’nın Sonuç Bildirgesinden parçalar

“Tek adam rejimine sokulmaya çalışılan Türkiye, son dönemde yoğun bir hukuksuzlaştırma zorlaması altında. Bu kapsamda siyasal iktidar, 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek Türkiye’yi OHAL baskı rejimine soktu; ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle, denetimsiz, meclissiz, anayasasız, hukuksuz yönetmek, bütün yetkileri tek elde toplayacak başkanlık rejimini getirmek için fırsata dönüştürdü. Demokratik hak ve özgürlüklere yapılan saldırılar, baskı, şiddet ve hukuksuzluk olağanüstü boyutlara erişti.

On binlerce insan hukuksuz şekilde işinden oluyor. Basın ve yayın organları kapatılıyor. Sanatçılar, yazarlar, gazeteciler tutuklanıyor. Muhalif belediyelere kayyum atanıyor.”

“Tarihi ve doğal varlıklar, kentler, yaşam alanları talan edilmiştir. İnsanca yaşama ve çalışma koşulları ortadan kaldırılmış, köleleştirme ve taşeronlaştırma yasaları çıkarılmış, yoksullaşma ve işsizlik korkunç boyutlara ulaşmıştır. Kadınlara ve farklı cinsel kimliklere yönelik şiddet, cinsiyetçi ayrımcılık ve çocuk istismarı yükselmiştir. Ülke içinde savaş, bütün yıkıcılığıyla insanlarımızın canını alırken, Suriye ve Irak’ta sonu felaket olacak bir maceraya sürüklenmekteyiz.”

“Bu koşullarda demokrasiden yana olan bütün güçleri bir araya getirerek ortak ve yeni bir güç odağı yaratmak ihtiyacı yakıcı hale gelmiştir. Ortak hedef doğrultusunda birlikte hareket edebilmek için sürekliliği sağlayacak bir yapıya gereksinim bulunmaktadır.”

“Bu yapı çoğulcu, resmi temsil ilişkisine ya da hiyerarşiye yer vermeyen, lideri olmayan, bağlayıcı kararlar almaktan çok uzlaşı arayan, demokratik bir organ olacaktır. Demokrasi için birlik hareketine katılan her kuruluş, her birey kendi ideolojik kimliğini saklı tutarak ortak bir mücadeleyi hedeflemektedir.

DİB bir siyasal süreci başlatan ve bu süreç içinde uzlaşılarla yürüyen somut hedeflere yönelik bir harekettir. DİB farklılıkların birlikte hareket etmesidir.”

OHAL ve KHK’lerle ülkeyi yönetmek, ‘tek adam yönetimi’ni kalıcı hale getirmek için atılan adımlar karşısında, OHAL’in sona erdirilmesi ve KHK’lerle yaratılan toplumsal mağduriyetlerin giderilmesi konularındaki mücadele birincil önemdedir.

Önümüzdeki günlerde ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ adı altındaki ‘tek adam yönetimi’ne geçiş için anayasa değişikliği, ardından referandum gündemdedir. Yasaları, uluslararası anlaşmaları, hukuku yok sayanların ‘tek adam yönetimi’ne geçiş referandumuna tüm toplumsal muhalefetle kapsamlı şekilde karşı çıkılacaktır.

Dünya deneyimleri Kürt sorununun çözümünün barışçı ve demokratik yollarla olması gerektiğini göstermektedir. Türkiye’nin savaş kışkırtıcılığı yapmak yerine komşularıyla ve tüm dünyayla barışçıl ilişkiler içinde yaşayacağı bir politikanın hâkim kılınması için mücadele edilecektir.

Ezilen inanç topluluklarının eşit yurttaşlık hakkı yanında demokrasinin temeli olan laiklik için mücadele edilecektir.

“Gücümüz yalnız birlikteliğimizden değil, yeni bir siyaset anlayışıyla demokratik mücadeleleri birleştirici bir güç odağı yaratma hedefimizden kaynaklanmaktadır.”

 Kaynak: Yarın, direnişteyiz, 27 Ekim 2016

İstanbul ve Ankara baro seçimleri yapıldı

İstanbul’da Haliç Kongre Merkezi’nde 22-23 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilen İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda, ilk gün, İstanbul Baro Başkanı Ümit Kocasakal’ın kürsüye çıktığı sırada, katledilen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin fotoğraflarını taşıyan avukatlar sloganlarla kürsüyü işgal etti. ÖHD üyesi avukatlar, Tahir Elçi fotoğrafları ile sahneye çıkarak “Tahir Elçi Onurumuzdur” sloganları attı. Baro’nun Tahir Elçi’nin katledilmesinin ardından sessiz kalmasına ve Kocasakal’ın ırkçı yaklaşımlarına tepki gösteren avukatlara salonda bulunanlar da sloganlara katılarak ve alkışlarla destek verdi.

Yeni başkan Mehmet Durakoğlu

İstanbul Barosu Başkanlık seçiminde, 36 bin 483 üye seçmenden 23 bin 921’i oy kullandı. Seçimde, 13 bin 19 oy alan Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu adayı avukat Mehmet Durakoğlu birinci oldu. Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu adayı Several Ballıkaya Çelik 3 bin 423 oy ile ikinci, Hukukun Üstünlüğü Platformu adayı Mehmet Sarı 3 bin 40 oy ile üçüncü, Avukat Hakları Grubu adayı Ömer Kavili 2 bin 740 oy ile dördüncü ve İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu adayı Ali Rıza Kaplan da bin 699 oy ile beşinci oldu.

Avukatlardan İsmail Kahraman’a protesto

Oy kullanmak için Genel Kurul’a katılan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar grubu üyesi bir grup avukat tarafından, daha önce Che Guevera hakkında yaptığı açıklama nedeniyle ‘Hepimiz Che’nin yoldaşlarıyız’ sloganı atılarak protesto edildi. Oy sayımı sırasında ise Hukukun Üstünlüğü Platformu üyesi avukatların “Hak yol İslam yazacağız” sloganları atması üzerine, Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu ile Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu birleşerek, “AKP Baro’dan defol” şeklinde slogan atarak karşılık verdi. Bunun üzerine iki grup arasında arbede çıktı. Gruplar arasındaki gerginlik diğer avukatların araya girmesi ile son buldu.

Ankara Barosu’nda yeniden Demokratik Sol dönemi

Ankara Barosu’nun 64. Genel Kurulu, genel seçim havasında tamamlandı. 15-16 Ekim tarihlerinde yapılan Genel Kurul’da seçimleri ‘Demokratik Sol’ listesi ile oyların yarısına yakınını alarak mevcut başkan Hakan Canduran kazandı.

Baroya kayıtlı 14 bine yakın avukattan 10 bininin oy kullandığı seçimde, Demokratik Sol grubundan Canduran 5 bin 19, Baroda Birlik Grubu adına AKP’li Mehmet Ali Şahin’in oğlu Cem Şahin bin 313, Milliyetçi Avukatlar adına Fazıl Çağrı Kuş bin 40, Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar grubundan Nuray Özdoğan 939, Savunma Hareketi’nden Gökçe Bolat 552, Baroda Reform Hareketi’nden Ali Selek 390, Önce İlke DSA Grubu’ndan Erol Aras 229 ve Bülent Turhan Gündüz 18 oy aldı.

Yüksel’e ‘işkenceci’ tepkisi

Önceki genel kurullarda tepki gösterilen eski DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’in yeniden seçim alanına gelmesi avukatların tepkisine neden oldu. Avukatların protestoları ile karşılaşan Yüksel, “Avukat değil işkencecisin” sloganlarıyla protesto edilerek genel kurulun yapıldığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden çıkarıldı.

AKP’li Cem Şahin’den binlerce liralık seçim harcaması

Seçim alanı olarak kullanılan Ankara Üniversitesi içi ve çevresinde ise eski TBMM Başkanı, eski Adalet bakanı ve AKP milletvekili olan Mehmet Ali Şahin’in Baroda Birlik Grubu adayı olan oğlu Cem Şahin’in seçim kampanyası damga vurdu. Ankara Büyükşehir Belediyesi adına katıldığı davalar ile bilinen Şahin’in, üniversite çevresinde bulunan billboardlar, binalar ve yüzlerce bayraklarla yaptığı seçim yatırımı diğer adayların çalışmaları yanında dikkat çekti. Seçimler için binlerce liralık yatırım yapan Şahin’in bu çalışmalarına Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar grubunun başkan adayı Nuray Özdoğan, “Bizler reklam şirketi değiliz. Kimilerinin babasının siyasi iktidardaki gücünü kullanarak belediyenin billboardlarını kiralamak suretiyle, avukatlık kanununda yer alan reklam yasağına aykırı bir şekilde reklam yapılmasını eleştiriyoruz. Seçim alanı dışında billboardların kiralanarak reklamın yapılması yasalara aykırı. Bu konuda disiplin soruşturması başlatılması gerektiğini savunuyoruz. Önce biz hukuka uymak zorundayız.” diyerek tepki gösterdi.

Kaynak: direnişteyiz, 28 Ekim 2016