Ana Sayfa Blog Sayfa 169

Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim Destanı

Farsça “daistan” sözcüğünden türetilen; kadim Yunan’da “epos”, batı edebiyatında “epope” adı verilen destan, “gerçeküstü” denilenin gerçeğe, “ütopya” denilenin tarihe tahvil edildiği insan (lık)ı yeniden yaratan devrimci praksisin kaldıraçlarındandır…

Destan(lar), cüretkâr insan(lar)ın “olağan”a başkaldırıp, “Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem” diye haykırdığı olağanüstü yaratıcılıktır.

Gereklidir; vazgeçilemezdir…

Franz Kafka’nın, “Umut var ama bizim için değil,” saptamasında betimlenen vazgeçişlerin, teslimiyetlerin ve “Umbram suat timet/ Kendi gölgesinden korkan” kaçışların bataklığında üretilen liberal dilin yarattığı karanlıkların ortasında Gilles Deleuze ile Felix Guattari’nin, “Dil inandırmak için değil, boyun eğdirmek için üretilir; ve boyun eğmeye zorlamak için,” uyarısını “es” geçmeden asla unutmayalım/ unutturmayalım: Kimilerinin “Deli Cesareti” olarak sunduğu cüret, mücadele eden insanların silahıdır.

Kolay mı? Yüreklilik, ataklık, cesaretle betimlenen cüretkârlık, -yapılması büyük cesaret isteyen!- yüzünü geleceğe dönmüş yaratıcı bir aşkınlıktır.

Gereklidir; vazgeçilemezdir…

Çünkü hâlâ ne yazıktır ki Nâzım Hikmet’in, “Ekmek hepimize yetmiyor,// Hürriyet hepimize yetmiyor./ Hürriyet hepimize yetebilir/ ve sevda kederi,/ hastalık kederi,/ ayrılık kederi,/ kocalmak kederinden/ gayrısı aşmayabilir eşiğimizi.

Kitap hepimize yetebilir/ Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz./ Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların/ avuçlarıyla birlikte,/ boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,/ yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.//

İnsanlar sizi çağırıyorum:/ kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,/ buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,/ üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için,” dizeleriyle betimlenen bir yerkürede yaşa(tılma)maya mahkûmiyetimiz gündemdeyken; “Ultima ratio/ Nihaî çare”, “Unica ratio/ Yegâne çare” Ekim’in Lenin’inin, Lenin’in Ekim’ine mündemiçtir!

“Yetmez Ama Evet”çilerden, “Sivil Toplum”culara (ve elbette benzerlerine) uzanan malum yelpazenin elemanları (!), dediklerime şiddetle itiraz edecek olsa da; Ahmed Arif’in, “gerçi gece uzun/ gece karanlık/ ama bütün korkulardan uzak/ bir sevdadır böylesine yaşamak,” dizelerini hâlâ terennüm eden bizim ol hikâyemizde, François Noël Babeuf’ün, “Halkın temsilcisiyseniz, halkın kendisi olmalısınız. Halkın iradesini ifade edebilmek için göğsünüzde halkın yüreği çarpmalıdır,” uyarısı kayıtlıdır…

SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİST ZORBALIK

Karl Marx’ın ifadesiyle, “Kapitalizm insanın kirinden terinden kanından beslenir”ken; Ahmed Arif’in, “bunlar,/ engerekler ve çıyanlardır,/ bunlar,/ aşımıza, ekmeğimize/ göz koyanlardır,” saptaması her gün yeniden doğrulanırken; savaşsız-sömürüsüz-sınırsız-sınıfsız bir dünya için Spartaküs’ten Paris Komünü’ne uzanan birikimin özeti olan Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim destanının (yani devrimin) güncelliğini anımsayıp/ anımsatmaktan başka bir yol var mıdır?

Elbette yoktur!

‘Walk Free’nin dünya genelindeki araştırmasına göre, 45,8 milyon insanın çeşitli biçimlerde modern kölelik koşullarında yaşa(tıl)dığı yerkürede;2 Dünyada her altı çocuktan birinin karnı doymuyor;3 Savaşlar nedeniyle 50 milyon çocuk4 evinden ediliyor;5 BM verilerine göre 250 milyon göçmen doğdukları ülkelerden farklı yerlerde yaşıyor, 6 çalışıyor; göç hızının aynı sürmesi hâlinde 2050 yılında bu sayı 450 milyona ulaşacak!7

Abbas Güçlü’nün, “Silah satışına sınır yok ama mülteciye var!”8 notunu düştüğü tabloda küreselleşmeyi oluşturan eğilimler, özellikle 2008’den beri hızla tersine dönerken, küreselleşmeyi savunmuş olan sağ ve sol merkez partilerin zayıfladığını, ABD ve İngiltere’de olduğu gibi kendi içinde bölünmeye başladığını, küreselleşme karşıtı, sağ ve sol popülist akımların yükseldiğini, kapitalizmin tarihinin, korumacılık, milliyetçilik, ırkçılık, militarizm, terörizm gibi karanlık oyuncularının yeniden sahne almaya başladığını görüyoruz.9

Kolay mı?

Mali sermaye 2008’de şiddetle sarsıldı, ama devletin kaynaklarını halkı yoksullaştırmak pahasına kendini kurtarmakta kullanabildi. Bugün mali piyasaların çapına bakınca, gücünün kırılmadığına hükmedebiliriz. Ancak küreselleşmeden geri dönüş, ulusal ekonomi politikaları, korumacılık, yükselen popülizm tartışmaları, zayıflama sürecinin hızlandığını gösteriyor. Bir mali kriz daha… Sonrası karanlık…

Mali krizle başlayan dönemde Çin’in yükselişi hızlanırken, yerel savaşlar çoğaldı. Libya’da kaos var. Yemen, Suriye, Afganistan’da İran ve Suudi Arabistan arasında vekâlet savaşları sürüyor. Bu vekâlet savaşlarının içinde, onlara paralel olarak Avrupa/NATO ve Rusya, Ukrayna’da, ABD ve Rusya, Suriye’de karşı karşıya…

Rusya, Ortadoğu’ya, bir yıl gibi kısa bir sürede, Suriye iç savaşı üzerinden girdi, yeni üsler inşa ederek ayak izini, İran’la askeri ilişkilerini derinleştirdi. İsrail ile ilişkilerini verimli bir biçimde yönetiyor; Suudilerle OPEC’de petrol fiyatlarını artırma konusunda anlaşıyor.

Çin, Afrika ve Latin Amerika’da ABD’nin etki alanlarına giriyor, kendine alan açıyordu. Ortadoğu’daki ekonomik varlığı, Jibuti’de açtığı üs, Suriye devletine vermeye başladığı yardımla askeri bir boyut kazandırdı.

Rusya, NATO üyesi Türkiye’yi,10 ticaret, boru hatları, enerji tedariki, nükleer santral projesi üzerinden, savunma kontratlarına katılmaya hazırlanarak kendi yörüngesine çekiyor; Suriye politikasını değiştirmeye, “iki koltuğa birden oturmaya” zorluyor.

Çin, ABD’nin bölgedeki güvenlik mimarisi içinde stratejik bir noktada olan Filipinleri, ikili ilişkiler üzerinden ABD’den koparmaya başlıyor. Bu sırada Keşmir’deki çatışmalar Pakistan ve Hindistan arasında, nükleer düzeye tırmanabilecek bir savaşı gündeme getiriyor.

Şimdi üç saptama yapabiliriz. 1) ABD liderliğinde Batı’nın kurduğu düzen (küreselleşme, Avrupa Birliği, Ortadoğu-etnik-dini çelişkilerin statükosu) dağılıyor. Almanya’nın NATO’dan bağımsız Avrupa ordusu konusunda ısrar etmesini, Kürt hareketlerinin bölgelerinde önem kazanmasını bu bağlama oturtabiliriz. 2) Hegemonyacı güç, Batı bloku, küresel jeopolitikte, “gücün yeniden dağılımı” sürecinin hızlanmasından tedirgin. 3) Yükselen güçler, düzeni kendi gereksinimlerine göre dönüştürmek istiyor. Bir hegemonya savaşının ilk koşulu oluşuyor.

İkinci koşul, hızla değişme, kontrolden çıkma, vekâlet savaşlarına karışma potansiyeli taşıyan, girift ittifakların varlığı. Türkiye, Filipinler, Suudi Arabistan, Tayvan, Güney Kore bu bağlamda ilk akla gelen örneklerken;11 bu tabloda yeni bir mali krizin, finans kapitalin gücünü kıracağını, verili düzenin çözülmesini hızlandırarak bir “büyük savaşı” çabuklaştıracağını düşünebiliriz.12

Özetle silahlanma (ve savaş) ile açlığın eş zamanlı kesitte büyü(tül)düğü verili hâlde, örneğin Almanya’da çocuk yoksulluğunun yüzde 14,7 ve 55 yaş üstü yoksulluk oranının da yüzde 20 olduğu13 tabloda yerkürede 71 milyona ulaşan genç işsizin varlığını görüyoruz. ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) ‘Dünya İstihdam ve Sosyal Görünümü: Gençlik İçin Eğilimler, 2016’ başlıklı raporuna14 göre, 71 milyon genç işsizin 53,5 milyonunu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” ait olduğunu vurguluyor. Yükselen piyasa ekonomilerinde işsizlik oranı yüzde 13,6 olarak tahmin edilmekte. Aynı oran gelişmiş ekonomilerde yüzde 14,5; dünya ortalaması ise yüzde 13,1. ILO raporu 2017’de genç nüfus arasında işsizliğin söz konusu oranlarda korunarak süreceğini öngörüyor.

Genç emekçilerin sorunları sadece işsiz kalma tehdidiyle sınırlı değil. ILO’nun değerlendirmelerine göre, çalışma olanağı bulan gençler arasında “yoksulluk” çok önemli bir diğer sosyal sorun olarak izleniyor. ILO’nun bulgularına göre günümüzde dünya ölçeğinde 156 milyon genç emekçi “mutlak yoksulluk” sınırının altında yaşıyor. Mutlak yoksulluk sınırını günde 3.10 dolar olarak belirleyen ILO uzmanlarına göre, yoksul genç işçiler toplam genç istihdamın yüzde 37,7’si; yani her üç genç çalışandan birisi mutlak yoksulluk sınırının altında gelir elde edebiliyor.

Söz konusu 156 milyon yoksul genç emekçinin 102,7 milyonu yükselen piyasa ekonomilerinde, geri kalanı ise diğer kalkınmakta olan ülkelerde yaşıyor. Genç çalışanlar arasında yoksulluk oranı yükselen piyasa ekonomilerinde yüzde 30’a;

kalkınmakta olan ülkelerde ise yüzde 70’e ulaşmış durumda.

ILO uzmanları küresel kapitalizmin “gelişme umudu” olarak gösterilen yükselen piyasa ekonomileri’nde toplam işsizlik oranının 2015’te yüzde 13,3 iken, 2017’de yüzde 13,7’ye çıkacağını; bu oranın Latin Amerika ülkelerinde 2015’te yüzde 15,7’den, 2017’de yüzde 17,1’e; Güneydoğu Asya ve Pasifik ekonomilerinde ise yüzde 12,4’ten, yüzde 13,6’ya yükseleceğini öngörüyor.15

Halkının yüzde 35’inin açlık sınırının altında yaşadığı, 10 binlerce insanının suya, elektriğe ulaşamadığı, gençlerinin yüzde 42’sinin işsiz ve yarınsız olduğu Avrupa’da16 da içler acısı…

Ve nihayet ABD’de satılan ve oldukça yaygın kullanılan EpiPen isimli alerji ilacına yüzde 400 zam yapılırken; bu zammında ardından ilacı piyasa süren Mylan isimli şirketin CEO’sunun maaşına da yüzde 671 zam yapıldığını haberleştiren ‘The Guardian’a göre, alerjik şok sırasında kullanılarak hayat kurtaran EpiPen’in fiyatı 2007’den beri yana 56,64 dolardan 317,82 dolara yükseltilirken; 17 ‘Peterson Institute for International Economics’in rapora göre de, milyarderlerin en fazla olduğu ülke ABD ve ülkedeki milyarder sayısı dünyadaki milyarderlerin yüzde 30,2’sini oluşturuyor. Listede Türkiye milyarderleriyle dünyadan yüzde 1,4 pay alıyor.18

“Türkiye” dedik!

Dış borçları milli gelirin yüzde 50’sini aştığı;19 Nüfusun yüzde 32’sinin bankalara borçlu olduğu;20 Mayıs 2016 itibariyle batık kredilerin 59 milyar TL’yi aştığı;21 Eylül 2015 itibariyle açlık sınırının 1399 TL, yoksulluk sınırının ise 3732 TL’ye denk düştüğü;22 “Türkiye gıdaya ulaşımda sınıfta kaldı” 23 notu düşülen bir coğrafyadır sözü edilen…

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2016’nın Eylül ayında açıkladığı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları 2015’ verilerine göre, nüfusunun yüzde 15’inden fazlası yoksulluk sınırının altındaki bu coğrafyada, milyonlarca hane yaşamını yardım alarak sürdürmek zorundayken; resmi verilere göre 2012’de 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç insan sayısı 2014’te 30 milyon 500 bine ulaştı. 79 milyon nüfusluk ülkede her 5 kişiden 2’si yardımsız yaşayamıyor. 2015’te toplam sosyal yardım harcaması tutarı 28,5 milyar lira olarak gerçekleşti. Söz konusu miktarın, GSYİH içindeki payı yüzde 1,46’dır!

Rapordaki tespitler; i) Yaklaşık 12 milyon kişi yıllık 8 bin liranın altındaki gelirle yaşadığını; ii) En yüksek gelir grubu gelirin yüzde 46,5’ine sahip olduğunu; iii) Yurttaşların yüzde 15,8’i sürekli yoksulluk duçar düştüğünü ortaya koyuyor!24

Verilere göre, gelir dağılımındaki eşitsizlik derinleşirken; en zengin yüzde 20’lik kesim ile en fakir yüzde 20’lik kesim arasındaki uçurum da büyümeye devam etti. Araştırmanın önemli sonuçlarından birisi de yoksulluk sınırının altındakilerin yüzde 21,9’luk oranı oldu.25

Özetle 16,7 milyon 900 bin kişi sefilleri oynadığı coğrafyamızda da “açlık”, yoksullukla eşdeğerdir.

Yoksulluk nedir? Ülkenin yaşam ortalamasının çok altında yaşamaktır. İnsani beslenme, barınma, temel ihtiyaçları için gerekli maddi koşulların sağlanmasıdır.

21 Eylül 2016’da TÜİK verileri açıklandı. TÜİK’e göre, aylık geliri 520 TL’den az olanlar yoksul (toplam sayıları 11,2 milyon); 624 TL’den az olanlar göreli yoksul (16,7 milyon yurttaş) yani tekrarlarsak: 16,7 milyon 900 bin kişi sefilleri oynuyorken; eşitsizlik derinleşmiş ve yaygınlaşmıştır!26

Bu kadar da değil elbette!

Coğrafyamızda derinleşip, yaygınlaşan eşitsizlik lüks tüketime yaradı. Yani Türkiye’de gelir uçurumu hızla yükselirken, lüks tüketim alanındaki harcamalar dünyadaki lüks tüketim artışını ikiye katladı.

Kişi başı gelir dağılımda makasın iyice açıldığı Türkiye, kazandıkça lükse koşuyor. Dünyada yüzde 6’lık büyüme kaydeden lüks tüketim harcamaları, Türkiye’de ise 4 yılda yüzde 10 büyüdü. 2014-2018 kesitinde bu alandaki büyümenin dünyada yüzde 6 olarak devam etmesi bekleniyorken;27 Koç Holding’in net kârı 2015 yılında, 2014 yılına göre yüzde 32 artışla 3,57 milyar liraya yükseldi!28

Vahşet kareleri sıralamayı durdurup; Maksim Gorki’nin, “Kapitalistleri seviniz; çünkü sizin kuvvetinizi yiyip yutuyorlar; kapitalistleri seviniz; çünkü dünyanızın bütün hazinelerini boşu boşuna mahvediyorlar; demirinizi sizi öldüren silahlar yapmak için harcayanları seviniz; çocuklarınızı bile bile açlıktan geberten hergele tohumlarını seviniz; kendi rahat ve huzurları uğruna sizi topyekûn öldürenleri seviniz; kapitalisti seviniz; çünkü kapitalistin kilisesi, düşünceleri sizi kara cahilliğin karanlıkları içinde tutmaktadır,”29 ironisinin altını çizip ekleyelim: Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim destanının (yani devrimin) güncelliği, sürdürülemez kapitalist zorbalık karşısında insan(lık)ın tek güvencesi ve “olmazsa olmaz” gereksinimidir… Hayır abartmıyorum.

ELBETTE İSYAN

İnsan(lık)ın ulaştığı koordinatlar, Ekim’in Lenin, Lenin’in Ekim isyanına muhtaçken; “Ben bir Marksist-Leninistim ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım,” diyen Fidel Castro’nun, “Bizi yalanla evlendirip onunla yaşamaya mecbur kıldılar. O yüzden gerçekleri duyduğumuzda dünya başımıza yıkılıyor sanıyoruz,” uyarısını altını ısrarla çizerek ekleyelim: İsyan, ezilen insan(lık)ın var oluşuna mündemiçtir; itirazın ahlâkıdır; yeniden yaratma/ yaratılmadır; asilerin başkaldırmasıdır; köle-efendi, ezen-ezilen diyalektiğinin bozulduğu andır; insan olmanın en güzel anıdır.

“Allah isyan edenleri sevmez”! “Ana babaya isyan edilmez”! “İsyan suçtur”! derlerse de; isyan, “kutsal” ilan edilen ve “kutsallaştırılmış” yalanların panzehiridir!

Sömürücü zorbalığa karşı en doğal haktır; “kader” denilene mahkûm olmayı reddetmektir!

Rengi kızılken sabrın sonudur isyan; öfkedir; cesarettir ve bu nedenle de “suç” ilan edilmiştir çok yerde; hak olduğu hâlde!

İsyan basit bir ayaklanma olsa bile gereksiz değildir. Bu isyanların her birinde halk kendi gücünün biraz daha bilincine varır, halkı yöneticilerden ayıran uçurum biraz daha derinleşir.

Genele uymamak, teslim olmamaktır; düzenin değişimine önayak olan boyun eğmezlik, başkaldırı, itaatsizliktir; gelişmenin başlangıcıdır. Ve unutulmamalıdır ki isyancı, kendisinin ezilen olduğu ilişkiyi bozan kişidir; yerine yeni bir ezme ilişkisi koyan kişi değildir.

İçten içe biriken acıların taşan son damlasıdır. Bedeni buruşuk, saçı sakalı ağarmış acıyla karışık demlenmiş hüznün insan suretidir. Delik deşik bir binanın önünde eli havada zafer işareti yapan Filistinli ya da Kürt çocuğun, siyah/beyaz bir fotoğraf karesinin içine sığdırılmış haklı mücadelesinin resmidir.

En doğal haktır; insan(lık)ın son noktasıdır;30 nihayet insan(lık)ın en güzel eşitlik özgürlük çığlığıdır Ekim İsyanı…

EKİM’İN LENİN’İ

XX. yüzyılı şekillendiren, XXI. yüzyılı da şekillendirecek olan Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, “Ezilenlerin Şöleni”dir…

73. gününde, V. İ. Lenin’in “Paris Komününü geçtik” diye dans ettiğinden söz edilen Ekim Devrimi ile insanlık eşitlik ve özgürlük yolunda dev bir adım atarken; kralın yetkisini gökten yere indirip, hukuksal eşitlik kavramını getiren Fransız Devrimi ardından; sosyal eşitlik, toplumsal özgürlük, emeğin kurtuluşunu tarihe kazıdı.

Çarlık Rusyası’nda Jülyen takvimine göre 24 Ekim 1917’de, (miladi takvime göre 7 Kasım 1917) Petrograd’daki kışlık saray’ın V. İ. Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin eline geçmesiyle başlayan Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği’nin kurulmasına yol açtı.

Ekim Devrimi, 1917 Şubat Devrimi ile başlayan devrimci sürecin ikinci sosyalist evresi olarak değerlendirilir. Ekim Devrimi ile temmuz günleri ile iktidarı ele geçiren, ancak Kornilov olayı ile güç ve destek kaybeden geçici hükümetten iktidar alınarak Bolşeviklerin ve müttefikleri olan sol Sosyalist Devrimci’lerin çoğunlukta olduğu Sovyetlere verilmiştir. Bu gelişmelerin üzerine Bolşevik karşıtı monarşi yanlısı beyaz ordu, Rus iç savaşını başlatmıştır. 1922 yılında iç savaştan galip çıkan Bolşevikler Sovyetler Birliği’ni kurdular.

Nâzım Hikmet’in dizeleriyle, “Bin dokuz yüz on yedi/ ikinciteşrin yedi…/ Yumuşak ve derin/ sesiyle Lenin:

‘Dün erkendi, yarın geç/ zaman tamam bugün,’ dedi..

Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:/ ‘Bugün!’ dedi.

Ölümü açlıktan öldüren siper:/ ‘Bugün!’ dedi.

Ağır/ çelik/ kara/ toplarıyla AVRORA:/ ‘BUGÜN!’ dedi,/ ‘BUGÜN!’ dedi.

‘BUGÜN!’ dedi,/ ‘BUGÜN!’ dedi.

……………/ ……./ ………./……………..

Artık/ ne kışlık sarayda/ sarhoş eteklerin ipekli sesi,/ ne paskalya çanlarında deli duası çarın,/ ne Sibirya yollarında zincir iniltisi…

Artık/ votka kadehlerinde ıslanmıyacak/ sarı sarkık bıyıkları pameşçiklerin./ Kara toprağın üstünde bir avuç kan gibi/ yanmıyacak,/ bakır sakalları/ açlıktan ölen mujiklerin.

Artık/ kararmıyacaktır karlı sokaklar/ kara bir rüzgâr gibi geçen/ Çarın kazaklarından./ Sarkmıyacaktır işçi kadınların/ kanlı saçları:/ kara kalpaklı kazakların mızraklarından.

Yandı kanatları iki başlı kara kartalın,/ düştü yere,/ öldü.

Buzlu Baltık denizinin kıyısında/ bir pencere örtüldü./ Açıldı bir pencere…./ Bin dokuz yüz on yedi/ ikinciteşrin yedi…” yani yeryüzünün çehresini değiştiren, emekçilerin ilk iktidarının; sömürüsüz, özgür bir toplumun kuruluşunun; insanlığın sınıfların, sınırların olmadığı bir dünyaya doğru ilerleyişinin ilk adımlarının; sosyalizmin ilk somut örneğinin; ezilenlerin ayağa kalkarak kaderini eline alışının örneği 1917 Ekim Devrimi tarihin dönüm noktalarındandır; “Dünyayı Sarsan On Gün”dür; Paris Komünü bir yana koyarsak tarihin ilk sosyalist devrimidir…

Siz bakmayın Murray Bookchin’in, “Ekim Devrimi’nde büyük kitleler ‘sokaklara dökülmedi’. Büyük kitlesel yürüyüşler yapılmadı; çok sayıda işçi, asker, hatta sıradan vatandaş sokakları doldurmadı. Petrograd halkı, bunun yerine günlük normal işleriyle ilgilendi. Bir yere kadar, ayaklanma neredeyse kansız oldu; Lenin’in kendisi de ayaklanmanın çok kolay olmasına hayret etti. Kışlık saray’ın ele geçirilmesi sırasında elbette ara sıra ateş edildi, ama saraya ‘saldırı’, Sergey Ayzenştayn’ın yarı belgesel Ekim filminde gösterdiği gibi, çarpışmalarla, açılan yoğun ateşler altında gerçekleşmedi. Bazıları kazara, sadece dokuz denizci ve altı saray muhafızı öldürüldü. (en etkileyici olay, asker ve seyirci kalabalığının sarayın devasa şarap mahzenini ele geçirip, kızıl muhafızlar ve birlikler onları dışarı çıkarana kadar çarın kaliteli şaraplarını alırken yaşandı.) Hükümet ayaklanmacı birliklere büyük bir uysallıkla teslim olmuştu. Çok zayıf bir direniş gösterdiler -hükümetin emrinde çok az askerî güç vardı- ve ADK’nin [Askerî Devrim Komitesi] ayaklanmayı tamamlaması için 30.000 kızıl muhafız, denizci ve asker yetmişti,”31 zırvasına… Ekonomik, siyasal, ideolojik ve kişisel nedenlerini E. H. Carr’ın, i) Rusya’nın birbiri ardınca gelen askerî yenilgileri; ii) Savaşın baskısıyla çöken Rus ekonomisi; iii) Bolşeviklerin etkin propagandası; iv) Çarlık hükümetinin tarım sorununu çözemeyişi; v) Petrograd fabrikalarında yoksullaşmış ve sömürülen proletaryanın birikmesi; vi) Lenin’in ne yapmak istediğini bilmesi, oysa karşı taraftan hiç kimsenin ne yapmak istediğini bilmemesi olgusuyla32 sıraladığı Ekim Devrimi XX. yüzyılın en önemli olayıdır. Tıpkı 1789 Fransız Devrimi’nin XIX. Yüzyılın en önemli olayı olması gibi…

Toplumsal devrim için olgunlaşan, savaşta yıpranan ve yenilginin eşiğine gelen Rusya, I. Dünya Savaşı’nın gerilimleri altında çöken orta ve doğu Avrupa rejimlerinin ilki oldu. Militanlıklarıyla ün kazanmış Putilov metal işçilerine karşı ilan edilen bir lokavtla aynı zamana rastlayan işçi kadınların yaptığı bir gösteri başkentin merkezinin esas olarak ekmek talebiyle işgal edilmesine yol açtı. Çarın hükümranlığı aslında bu olay sırasında çöktü. Çarın birlikleri, kalabalığa saldırmayı reddedip onlarla birleşti, bu da rejimin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya çıkardı. Çar tahttan çekildi ve yerini geçici bir hükümet aldı. Çarın devrilmesini büyük kitleler, özgürlük, eşitlik ve demokrasinin ilanı olarak yorumladılar. Lenin’in olağanüstü başarısı, bu denetim dışı halk akınını Bolşevik iktidarına dönüştürmekti.

Böylece bir yanda güçsüz bir “geçici hükümet” ve öte yanda her yere yayılan çok sayıda halk konseylerinin (Sovyetler) oluşmasıyla Rusya’da devrimci bir boşluk oluştu. Çeşitli devrimci partiler ve örgütler, Bolşevik ve Menşevik sosyal demokratlar bu meclislerde bu oluşumları kendi siyasetlerine uygun hâle getirmeye çalıştılar. Ancak bunları ilk kez V. İ. Lenin hükümete alternatif olarak gördü.

Özetle, Fransız Devrimi’nden çok daha derin ve küresel yankılar uyandıran Ekim Devrimi, onun doğrudan ve dolaylı etkileri olmaksızın XX. yüzyıl tarihi anlaşılamaz.

Merkezinde insan özgürlüğünün, eşitliğinin ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin ulaştığı en yüksek nokta olan Ekim Devrimi; V. İ. Lenin’in önderliğindeki Rus proletaryasının çarlığı yıkıp iktidarı ele geçirmesidir; insan(lık)ın sınıfsız, sömürüsüz bir toplum yaratma idealinin eseridir.

Milyonlarca emeğin, canın kanın ürünü olarak yolumuzu aydınlatan Ekim Devrimi; dünya devrim tarihine altın harflerle yazılmış ve tarihsel açıdan muhteşem dersler veren bir meşaledir.

V. İ. Lenin’in Ekim Devrimi’nin IV. Yıldönümü için kaleme aldığı yazıdaki ifadesiyle, “Bu ilk zafer, nihai zafer değil henüz, Ekim Devrimimiz bu zaferi emsalsiz cefalar ve güçlükler, işitilmemiş acılar içinde ve kendi payımıza büyük başarısızlıklar ve hatalarla gerçekleştirdi. Sanki başarısızlıklar olmaksızın, hatalar yapılmaksızın, tek başına geri bir halk, dünyanın en güçlü ve ileri ülkelerinin emperyalist savaşlarının üstesinden gelebilirmiş gibi! Hatalarımızı kabul etmekten korkmuyoruz ve biz bunları, bu hataları düzeltmesini öğrenmek için soğukkanlılıkla değerlendireceğiz. Fakat olgu şudur ki: yüzlerce, binlerce yıldır ilk kez köle sahipleri arasındaki savaşa, kölelerin bütün köle sahiplerine karşı bir devrimle ‘cevap vermek’ için verilen söz tamı tamına yerine getirildi ve tüm güçlüklere rağmen yerine getirilecek.

‘Anavatanı koruyoruz’ diye ikiyüzlülüğe devam edin bütün ülkelerin kapitalist efendileri Japon’un anavatanını Amerikan’ınkine, Amerikan’ınkini Japon’unkine karşı, Fransız’ınkini İngiliz’inkine karşı vs. vs.! İkinci ve ikibuçukuncu enternasyonal’in şövalye efendileri, bütün dünyanın pasifist ve küçük-burjuvaları ve ikiyüzlüleri ile birlikte, yeni ‘Basel Manifestoları’ ile emperyalist savaşa karşı mücadele sorunundan sıyrılmaya devam edin! İlk Bolşevik Devrim dünyadaki ilk yüz milyon insanı emperyalist savaştan, emperyalist dünyanın elinden kurtardı. Bundan sonraki devrimler bütün insanlığı bu savaşlardan ve bu dünyanın elinden çekip kurtaracaktır.”

Ekim Devrimi ile alınan ilk -ve en acil- kararlar şunlardı: i) Ezilen sınıfları öldüren, yoksul bırakan, farklı ulusların emekçileriyle karşı karşıya getiren emperyalist savaştan derhâl çekilme yani barış; ii) Toprak sahibi olmayan köylülere toprak dağıtma; iii) Uluslar hapishanesi olarak bilinen Çarlık bünyesindeki tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını koşulsuz olarak tanıma; iv) Tüm cinsiyetçi baskıları kaldırma (mesela, babası belli olmayan çocuklara “piç” demeyi kanunla yasaklama), eşcinsellerin, kadınların bütün haklarını tanıma; v) işçilere sınırsız düşünce ve örgütlenme özgürlüğü sağlama vd’leri…

Kim ne derse desin, 1917 ile 1919 arasında dünyada, gelmiş geçmiş en demokratik toplumun kurulmasına vesile olmuş devrimdir. İşçi sınıfının kazanımlarına bakacak olursak, işçiler rüyalarında bile göremeyeceği haklara kavuşmuş, çalışma saatleri 14 saatten 8 saate inmiş, bütün işçilere sendika hakkı verilmiş, fabrikalarda işçi Sovyetleri kurulmuş, mavi ve beyaz yakalı işçilere ücretsiz sağlık ve işsizlik sigortası hakkı verilmiştir. Fabrikalarda işçiler tarafından seçilerek Duma’ya gönderilen temsilcileri (bir nevi vekil) geri çağrılabilme (görevden alma) hakkı da vardı artık işçilerin.

Bununla yetinmeyen Sovyetler neredeyse bir işçi kadar evlerinde çalışıp, hiçbir hakkı olmayan ev kadınları için (onları hapis oldukları evden çıkarabilmek için) yemek evleri, çamaşırhaneler, kreşler kurup, kadınları bu sarmaldan çıkarmaya çalışmış, o dönenim dünyasında hayal olan kürtaj yasallaştırılmıştır. Ek olarak kadın işçilere pozitif ayrımcılık yapılarak maden ve ağır saniyedeki görevlerine sınırlama getirilmiştir. (Mesela hamile kadınların maden ocaklarına girmesi, kaldırabilecekleri maksimum ağırlık vs gibi sınırlamalar)

İktidar fabrikalarda, sokakta, Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerinde ve de cephe gerisinde kazanıldı. Yoksul halk kitleleri büyük kaynaklara sahip değildi. Başka ülkelerden yardım da almıyorlardı. Ama iktidara el koyacak kadar güçlüydüler. Güçleri, yaptıkları işin tarihsel meşruiyetine ve örgütlü olmalarına dayanıyordu. Onlara öncülük eden komünistler kendilerine, verdikleri mücadeleye, devrime ve sosyalizme inanıyordu.

İşçiler iktidarı fethettikleri daha ilk gün toplumsal bir dönüşümün ateşini yaktılar. Bu ateş daha sonra Sovyet toprakları olarak anılacak çok geniş bir coğrafyaya yayıldı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruldu.

Büyük Ekim Devrimi ile kurulan devlet bir işçi devletiydi ve çoğu insana imkânsız görünen olanakları tüm yurttaşlarına sağlamayı başardı.

Sovyetler Birliği’nde sağlık hizmetleri herkes için her yerde ücretsizdi.

Sovyet yurttaşları için eğitim her kademede bir haktı.

Sovyet toprakları, on yıllar önce işsizlik sorununu çözmüştü. Bir işte çalışmak vatandaşlık hakkıydı.

Talebi “Bütün İktidar Sovyetlere”yle özetlenmesi mümkün olan 1917 ile devrim ve sosyalizm bir ütopya olmaktan çıkmış, gerçek dünyayla buluşmuştur.

Yine V. İ. Lenin deyişiyle, “Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter tip bir devlet yaratılmıştır. Yeryüzünde hiçbir güç Sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini yok edemez. Bu tarihsel bir zaferdir. Yüzlerce yıldır devletler burjuva modele göre yaratıldı ve ilk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi. Yönetim aygıtımız bozuk olabilir; ama icat edilen ilk buharlı makinenin de bozuk olduğu söyleniyor. Hatta hiç kimse bu buharlı makinenin çalışıp çalışmadığını bilmiyor; ama önemli olan bu değil; önemli olan buharlı makinenin bulunmuş olmasıdır. İlk buharlı makinenin hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile, somut gerçek, bugün artık buharlı makinelere sahip olduğumuz gerçeğidir. Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile, onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez”ken; “Kapitalistlerin kapı dışarı edildiği ya da en azından gerçek işçi denetimi tarafından disiplin altına alınan her fabrika, sömürücü toprak ağalarının kovulup topraklarına el konulan her köy, şimdi ve sadece şimdi, çalışan insanların yeteneklerini ortaya koyabilecekleri ve bir insan olduklarını hissedebilecekleri yerler hâline gelmiştir.”

Bu çerçevede Ekim Devrimi’ne ilişkin şu notları öne çıkarabiliriz: i) Bolşevikler işçilerin, yoksul köylülerin ve askerlerin ağırlıklı kesiminin desteğiyle merkezi iktidarı ele geçirdiler; ii) Öncü parti’nin önderliğinde Rus emekçileri dört yıl boyunca emperyalistlere ve büyük burjuvazinin ve gericiliğin güçlerine karşı devrimci vatan savunması savaşı verdiler; iii) Rusya’yı savundukları strateji ve siyasal programla ancak Bolşevikler birleştirebilirdi ve onlar birleştirdi; iv) Devrim, kapitalist gelişmişlik bakımından batının en geri, doğunun en ileri ülkesinde meydana geldi; v) Böylelikle de Marksizm’in dogmalaştırılmasına karşı yeni bir teorik atılımın öncülüğünü V. İ. Lenin önderliğindeki Bolşevikler gerçekleştirdi.

Tekrar pahasına özetlersek; V. İ. Lenin, “Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter tip bir devlet yaratılmıştır,” der Ekim Devrimi ertesinde… Ekim Devrimi ile “İlk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi”!

Burjuvalara göre onlar, “baldırı çıplak”tılar. Yönetmeyi ne bilirdi onlar, yönetmek burjuvaların işiydi. Onlar burjuvazinin için çalışıp, burjuvalar için üretmeliydiler.

7 Kasım 1917’de bunun böyle olmadığına tanık oldu tüm dünya. Üreten ve yaratan baldırı çıplaklar devrimle iktidarı alaşağı edip “biz yöneteceğiz” diyerek burjuvaların, kulakların saltanatına son verdiler.

Öyle ya baktığında şu yeryüzünde sonradan yapılan neyi görüyorsan, o emekçi ellerin ürünü değil miydi? Kim yapıyor devasa yapıları, yolları, köprüleri, sarayları? Kim çalışıyor tarlada, kim sürüyor toprağı? Makineleri kim yapıyor? Kim dokuyor o kumaşları? Madenleri kim çıkartıyor yüzlerce metre yerin altından? Üreten ve yaratan onlardır! Neden yönetemeyeceklerdi ki?

Ekim Devrimi bu soruların ve daha yüzlerce sorunun tek devrimci yanıtıydı…

Bir ilkti, Ekim Devrimi.

Buz kırılmış, yol açılmıştı V. İ. Lenin’in deyimiyle…

Ve ayrıca Ekim Devrimi için Rosa Luxemburg da, “Lenin ve Troçki’yle arkadaşları bir ilkti, onlar dünya proletaryasına örnek oluşturarak herkesten önce öne atıldılar. Rusya’da sorun sadece ortaya konulabilirdi; fakat çözülemezdi. Bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir,” diyordu…

Jancari Campi’nin, “Umudum var/ Göreceksiniz…//Sadece, umudunuzu asla kaybetmeyin!/ Sadece, hayal kurmaktan vazgeçmeyin!/ ve asla eksik etmeyin yaşamınızdan sevgiyi!” dizelerini anımsatan Ekim Devrimi, yeni Ekim’ler için ileri diyenlerin ışığıdır. Olamayacak denilenin olduğunun, olabildiğinin göstergesidir.

Eşitlikçi bir toplumun yaratılması adına atılmış büyük bir adım olan, emekçilerin siyasal iktidarı ilk kez ele aldığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın yolunda atılmış olan büyük sosyalist devrim. Dünyayı sarsan ve çehresini değiştiren bu devrim, bugün insanlığın bu hülyalarına ışık tutmakta ve insan(lık)a “Bitmedi daha sürüyor o kavga sürecek” dedirtmektedir.

Kolay mı? Beşeriyetin şafağı Ekim Devrimi geleceğimizdir!

LENİN’İN EKİM’İ

Sosyalizmi -Marx ile Engels sonrasındaete- kemiğe büründüren ve geliştirendir V. İ. Lenin…

Onun en büyük amacı: Kapitalizmin uzlaşmaz sınıf çelişkileri zemininde devrimi örgütleyerek, sınıf karşıtlıklarının olmadığı enternasyonalist dünyayı, kardeşliği, eşitliği hayata geçirmekti.

Marksist temelde yükselen -politik ve ekonomik bir teori olan- Leninizm’in de kurucusu olan O; Marksizm’i çağın gereklerine göre, -hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak- yeniden uyarladı.

Leninizm kavramı, yeni olgular ve yeni bilimsel gelişmeler ekseninde Marksizm’in devrimci ve bilimsel özüne uygun olarak yeniden üretilmesi ve geliştirilmesidir.

“Dün çok erkendi, yarın geç şimdi tam zamanı” haykırışıyla; emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasına meydan okuyan Ekim Devrimi fikirleri ve faaliyetleri ile ölümsüzdür.

Kolay mı? O, 24 Ekim 1917’de yazısını “harekete geçmek için beklemek, ölüm demektir,” cümlesiyle bitirir. Ertesi gün Ekim Devrimi başlar…

Perry Anderson, ‘Batı Marksizm’i Üzerine’ başlıklı yapıtında, V. İ. Lenin’i Marksizm tarihinde hayli olumlu bir bakış açısıyla konumlandırır ama iddialarını temellendirmek için devrin maddi şartlarına vurgu yapmayı ve Lenin’in eserindeki zaaf ve eksiklikleri gerekçelendirmeyi de ihmal etmez:

Marksist siyasi sınıf mücadelesi teorisinin örgüt ve taktik düzeyinde sistemli bir biçimde kurulması Lenin’in eseridir. Onun bu alanda gösterdiği başarının çapı tarihî maddeciliğin bütün mimarisini kalıcı bir biçimde değiştirdi. Marksist teoride, siyasi mücadelenin verileceği alan Lenin’den önce hemen hemen hiç araştırılmamıştı. Lenin, yirmi yıl gibi bir süre içinde ustalaşıp, kendini devrime adamış bir işçi partisinin önderliğinde Rus proletaryasının başarılı bir iktidar mücadelesi yürütmesi için gereken kavramlarla yöntemleri yarattı. Propaganda ile ajitasyonu birleştirmenin özel yollarını aramak, grevleri, gösterileri yönetmek, sınıf ittifaklarını biçimlendirmek, parti örgütünü sağlamlaştırmak, ulusların kendi kaderini belirlemesine yardımcı olmak, iç ve dış konjonktürü yorumlamak, sapma çeşitlerini saptamak, parlamenter çalışmayı kullanmak, ayaklanmayı başlatacak saldırıyı hazırlamak… Bütün bu yenilikler çok kere doğrudan doğruya “pratik” ölçüler olarak görülmüştür; oysa bunlar, aslında, o zamana kadar ele alınamayan alanlara entelektüel düzeyde belirleyici nitelikte ilerlemelerle el atıldığı gerçeğini de gösteriyordu. ‘Ne Yapmalı?’, ‘Bir Adım İleri İki Adım Geri’, ‘Sosyal Demokrasinin İki Taktiği’, ‘The Lessons of The Moscow Uprising/ Moskova Ayaklanmasının Verdiği Dersler’, ‘The Agrarian Programme of Russian Social Democracy/ Rus Sosyal Demokrasisinin Tarım Programı’, ‘Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’, ‘Devlet ve Devrim’ gibi eserleri ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce “güncel” konular üzerine yazdığı daha yüzlerce makalesi ya da denemesiyle, daha önce hiçbir titiz teori ustasının değinmediği geniş kapsamlı sorunları ele alabilecek bir Marksist siyaset bilimi kurdu. Bu yıllarda Lenin verdiği eserin gücünü şüphesiz ki Çarlık’ın alacakaranlığı altında yaşayan Rus halkının büyük devrimci gücünden alıyordu. Lenin’in Marksist teoriyi büyük ölçüde genişletmesi, Rus mutlakiyetçiliğini yıkmak için rejimi her zaman olduğundan daha çok zorlayan Rus kitlelerinin karşı konulamayacak, kendiliğinden gelişen eylemiyle mümkün olabilmişti.33

“Dünyayı yeniden kurmak istiyoruz,” diyen V. İ. Lenin, dünden bugüne liberallerin boy hedefiyken; Bolşevik Parti, “komplocu”, “darbeci” falan değil, Marksist’ti…

Tekrarlıyorum: Liberallerin zırvalarındaki üzere Ekim Devrimi “darbe” değil; aksine tarihin tanık olduğu devasa bir yığın atılımı ve XX. yüzyıl devrimlerinin tetikleyicisidir. (1918 AlmanDevrimi… 1919 Macar Devrimi… 1936 İspanya Devrimi ve diğerleri…)

Ekim Devrimi’nin mimarı, kızıl kahramanı insanlığa başka bir dünya’nın mümkün olduğunu kanıtlayandır…

Marksizm’e eşitsiz gelişim, emperyalizm, öncülük ve parti teorisi gibi muazzam katkılar yapan O; insanlık tarihinde teoriyi uygulayan en büyük isimdir; entelektüel ve cesur bir devrimci önderdir…

1917 Sovyet Devrimi’nin esin kaynağı ve önderi olan Marksist düşün, siyaset ve eylem insanıdır…

Rusya’da Komünist Partisi’nin kurucusu. 1917 Ekim Devrimi’nin mimarı. Sovyetlerin ilk başkanıdır…

Bolşevik Partisi’nin lideri, ömrünü devrime ve Marksizm’e adayan, ezilenlerin sesidir…

Dünya işçi hareketinin öncü örgütü III. Enternasyonal’i (Komintern) kurandır…

Yeni Sovyet devletinin temellerini atandır; buzu kırıp, yolu açan V. İ. Lenin mühim bir entelektüeldir; dünya tarihini değiştirendir…

Devrimin gerçekleşmesi için i) Toplumda genel ve derin bir krizin varlığı; ii) İşçi sınıfının her şeyin eskisi gibi devam etmesine artık katlanamayacağını açıkça ortaya koyması; iii) Egemen sınıfın her şeyin eskisi gibi sürdürebileceğine dair olan güvenini kaybetmesi ve kendi içinde kavga ve bölünmeler yaşanması; iv) Devrimci bir partinin varlığına ilişkin gerekliliği hepimize öğreten…

Sosyalist kuruluşta i) Tüm kamu görevlilerinin özgür ve demokratik seçimlerle belirlenmesi ve görevden alınabilmesi. ii) Hiçbir kamu görevlisinin vasıflı bir işçiden daha yüksek bir ücret almaması. iii) Sürekli ordunun yerini silahlı halkın alması. iv) Tedrici olarak tüm rutin devlet görevlerinin sırayla herkes tarafından yerine getirilmesi gerekliliğinin altını özenle çizen O; 17 Ekim Ayaklanması’ndan bir gün önce başkaldırıyı gazetelere ihbar eden parti önde gelenleri Zinovyev ve Kamenev’i cezalandırmayan, partiden kovmayan ve üstelik gene de önemli mevkilerde kalmalarına izin veren liderdi…

İşaretiyle Partizanları ayaklandıran büyük proleter V. İ. Lenin, insanlığın gördüğü engin ufuklardan biridir ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde insanlığa yol göstermektedir hâlâ…

Asla unutulmayacaktır; çünkü O, komünist önder, yürekli insan V. İ. Lenin’dir; dünya halklarının eşitliği-kardeşliği-barışı için yaşamı boyunca savaşandır/ savaştırandır.

Tüm bu özellikleriyle O bir insandı. Yoldaşlarının çocuklarıyla boğuşarak “çocuklaşacak” kadar insandı; mütevazi, içten ve sımsıcaktı…34

Edebiyata çok ilgi duyan bir devrimciydi. Sovyetler Birliği döneminde V. İ. Lenin’in bütün eserlerini tarayan bilim insanları, onun, Rus yazarlarının edebi eserlerinden toplam 925 parça alıntıladığını saptamışlardı.

Satrancı ve Beethoven’in ‘A Passionata’sını severdi. Evet, en çok sevdiği müzik eseri Beethoven’in Appassionata olarak bilinen 23. sonatıydı.

V. İ. Lenin bu eser için bir keresinde Gorki’ye şöyle der: “Appassionata’dan daha iyi bir şey bilmiyorum, verseler her gün dinlerim. Ne baş döndürücü, insanüstü bir müzik! İnsanlığın bu tür mucizeler yaratabildiğini düşünmek, belki safdillik gibi gelebilir; ama bana her zaman gurur vermiştir!”

Uyumamak ve daha çok kitap okuyabilmek için geceleri sürekli ayakta kitap okurdu.

İşçileri, köylüleri zorla savaşa gönderen dönemin çarını öldürmek için suikast girişimde bulunup, başarısız olması ardından; “İnsanın vatanı uğruna ölmesinden daha güzel bir ölüm olamaz. İnanan ve samimi bir insan için, böylesi bir ölüm korkunç bile değildir. Benim bir amacım vardı. Talihsiz Rus halkına bir hizmette bulunmak,” diyerek asılan Narodnik ağabeyi Alexander’ın, infaz edildiği haberini aldığında “Başka bir yol bulacağız,” demişti…

Ayrıca Clara Zetkin’in, bunalıma giren Rosa Luxemburg’a, “Bak şu inatçı, kararlı, kalın kafalı Rus köylüsüne, hiç bunalıma giriyor mu?” diye örnek verdiğiydi…

1916 yılında 46 yaşındayken, sürgünde olduğu İsviçre’de katıldığı toplantıda, “Sanırım benim kuşağım Rusya’da devrimi göremeyecek,” deyip, sadece üç ay sonra gerçekleşen 1917 Şubat Devrimi ardından ülkesine dönüp, yılsonu gelmeden devrimi hayata geçirmişti.

Hayatını Karl Marx’ın yolundan şaşmadan; Marksist öğretiyi yayıp, Marksistleri birleştirerek sınıfsız sömürüsüz bir dünya yolunda meta fetişizmini, yabancılaşmayı aşmaya adayan O; emper yalist savaşı iç savaşa dönüştürerek, ikili iktidarı proleter iktidarına tahvil eden stratejisiyle, Marksist teoriyi geliştirmiş, Marksizm’i kuvveden fiile çıkarmıştı.

Bir toplantıda, devrimden sonra normal düzenin kurulması gerektiğinden söz eden yoldaşına, “Devrimci olmaya özenenlerin, tarihteki en normal düzenin devrim düzeni olduğunu unutmaları gerçekten acınacak bir durum,” diyen; “Teori gridir dostum, hayatın sonsuz ağacı yeşil” vurgusunu “es” geçmeyen; devrimci teorisyen V. İ. Lenin, yıllar öncesinden hepimize şöyle haykırırdı:

  • “Tarih bazen azıcık ittirilmeye ihtiyaç duyar”…
  • “Bizim öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur”…
  • “İnsan zihni, maddi dünyayı yansıtmakla kalmaz, onu değiştirir de”…
  • “Niceliğin de kendine göre bir niteliği vardır”…
  • “Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır”…
  • “Bütün dünyada, nerede kapitalist varsa orada basın özgürlüğü; gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet, halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü anlamına gelir”…
  • “Paranın egemen olduğu bir toplumda, emekçilerin yoksulluk içinde kıvrandığı, bir avuç zenginin de onların sırtından asalaklık ettiği bir toplumda gerçek özgürlük olamaz”…
  • “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır”…
  • “Bütün burjuva devrimlerin sonucu şudur: Önce proletaryayı silahlandır, sonra da daha fazla ileri gitmesini önlemek için onu silahsızlandır”…35
  • “Çok öğretici ve çok gülünç bir görünüm ile karşı karşıyayız. Burjuva liberal fahişeler devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar”…
  • “Marksist teorinin gösterdiği -ve Avrupa’daki bütün devrimlerin ve devrimci hareketlerin deneyimiyle tamamen doğrulandığı- üzere, kapitalizmde her zaman ezilen ve hayat koşullarında sık sık hızla ve önemli ölçüde kötüleşme, hatta yıkım görülen bir toplumsal katman olarak küçük mülk sahibi, namı diğer küçük üretici, devrimci aşırılıklara kolay çekilir, ama sabırlı, sebatkâr, örgütlü ve disiplinli bir mücadeleye gelemez”…36
  • “Eğer en derin ekonomik ve sosyal sebepler proletaryayı harekete geçirmemiş olsaydı, hiçbir Bolşevik’in -üç hareket şöyle dursun- bir tane bile ‘halk hareketi’ yaratamayacağını anlamak gerçekten bu kadar zor mu?”…37
  • “Devrim patlak verip tüm hızıyla ilerlerken, herkes devrimin dalgasına kapıldığı için, devrim bir moda hâline geldiği için, hattâ bazen sırf kariyer yapmak için devrim saflarına katılırken, devrimci olmak zor değildir. Koşulların doğrudan açık, gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci bir mücadele için henüz uygun olmadığı bir dönemde devrimci olmak, devrimin çıkarlarını (propagandayla, ajitasyonla ve örgütlülükle) devrimci dalganın dipte seyrettiği koşullarda devrimci olmayan kurumlarda ve çoğu zaman düpedüz gerici olan kurumlarda, devrimci mücadele yöntemlerinin gereğini henüz anlayamamış kitleler arasında savunmak çok daha zor, ama çok daha değerlidir. Kitleleri gerçek, kesin ve nihai devrimci mücadeleye götürecek olan somut yolu ya da olayların özel seyrini arayıp, bulup, doğru bir şekilde saptayabilmek, işte komünizmin görevi budur”…
  • “Her keskin dönemeç gibi bu dönemeç de taktiklerin gözden geçirilmesini ve değiştirilmesini gerektiriyor. Her devrim geniş halk kitlelerinin hayatında keskin bir viraj demektir. Bu virajı almak için koşullar olgunlaşmamışsa asla gerçek bir devrim yaşanamaz. Devrim sırasında milyonlarca, on milyonlarca insan hayatının olağan, ayakta uyuyarak geçirdiği dönemlerinde bir yılda öğrendiğinden daha fazlasını bir haftada öğrenir”…38
  • “Kısacası, emperyalist Büyük Devletler (yani bütün öteki devletleri ezen ve onları mali-sermayenin ağına düşüren, vb. devletler) arasında ya da Büyük Devletlerle ittifak hâlinde verilen savaş, emperyalist savaştır. 1914-1916 savaşı böyledir. Bu savaşta ‘ata topraklarının savunulması’ bir aldatmacadır; savaşı haklı gösterme çabasıdır. Emperyalist, yani zulmeden devletlere karşı ezilen (örneğin sömürge) ulusların savaşı, gerçekten ulusal bir savaştır. Böyle bir savaş bugün de olasıdır. Zulüm gören bir ulusun yabancı bir zalime karşı verdiği savaşta ‘ata topraklarının savunulması’ bir aldatmaca değildir. Sosyalistler böyle bir savaşta ‘ata topraklarının savunulması’na karşı değildirler. Ulusal kaderi tayin hakkı, ilhaka karşı tam ulusal bağımsızlık savaşımıyla, tam bağımsızlıkla aynı şeydir; sosyalistler -sosyalist olmaktan vazgeçmedikçe- hangi biçimde olursa olsun, başkaldırı olsun, savaş olsun, böyle bir savaşımı reddedemezler”…39
  • “Ulusal sorunun tek bir çözümü vardır, o çözüm de tutarlı demokrasidir”…40
  • “Daha işin en başında, kaderimizin dünya devrimine bağlı olduğunu söyledik”…41
  • “Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var oldukça barış içinde yaşayamazlar; ya biri ya öteki kesin zafer kazanacak, ya Sovyet cumhuriyeti ya da dünya kapitalizmi için cenaze töreni yapılacaktır”…42
  • “Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomov’lar kaldı; çünkü Oblomov’lar yalnız derebeyleri, köylüler, aydınlar arasında değil; işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir”…
  • “Yeni sistemimizin bozuk olduğunu iddia ediyorlar. Fakat hatırlarsanız ilk yapılan buhar makinesinin de bozuk olduğu iddia edilmişti. Ama şimdi buharla çalışan makineler var. Ne olursa olsun, dünya üzerinde sosyalist bir toplumun kurulabileceğini ispatladık”…
  • “Bir aşçıya bile devleti yönetmesini öğreteceğiz”…43
  • “Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir”…
  • “Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz”…
  • “İnsan gerçek dostlarını felaket anında tanır. Yenilgi yılları, iyi bir okuldur”…
  • “Bir gazete yalnızca bir kolektif propagandacı ve kolektif ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir. Bu bakımdan, gazete, inşa hâlindeki bir binanın etrafına kurulan iskeleye benzetilebilir; ayda en az dört defa basılan ülke çapında bir gazete ağının kurulup, sırf bu gazetenin dağıtılması faaliyeti bile gerçek bağların kurulmasına katkıda bulunur”…44
  • “Parti içinde ideolojik mücadele karşılıklı olarak dışlayıp aforoz etme değil, karşılıklı etkileme demektir”…45
  • “Mahkeme bir iktidar organıdır. Liberaller bazen bunu unutuyorlar, ama bir Marksistin bunu unutması büyük suçtur”…
  • “Ancak oy sandıklarını yakacak güçteyseniz boykotun bir anlamı olabilir”…
  • “Cinayete tanıklık edince tarafsız olamazsın. Durdurmak istemezsen taraf tutmuş olursun”…

Nihayet Nâzım Hikmet’in, “komünistler, birçift sözüm var size:/ ister devlet başında olsun, ister zindanda/ ister sıra neferi, ister parti kâtibi,/ Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda/ işinize, evinize, bütün ömrünüze/ kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi,” dizelerindeki V. İ. Lenin, politik durumu çok iyi okuyabilen soğukkanlı, yaptığı şeye hayatını bağlamış entelektüel bir devrimcidir.

Gerçek bir liderin ne olması gerektiğini hepimize öğreten V. İ. Lenin’in saptamaları, XX. Yüzyılda olduğu gibi XXI. yüzyılda da geçerliliğini korumaktadır.

İNSAN(LIK), İSYAN(LAR), SOSYALİZM

Evet, kapitalizmi aşmaya dönük, itirazlar, isyanlar, başkaldırılar, ödenen onca bedele rağmen bu güne kadar başarılı olamadı. Kapitalist sömürü, yağma ve talan, kaldığı yerden devam etti. Ve fakat insana, doğaya, canlı yaşama düşman kapitalist sistem, artık tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor. Doğanın dengesi hızla bozuluyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor, yaşam anlamsızlaşıyor, tehlikeye giriyor ve hâlâ insanlara, sabrederlerse işlerin ilerde “düzeleceği”, daha iyi olacağı söyleniyor… Velhasıl ilerleme ve kalkınma adına insanlığın ve uygarlığın geleceği tehlikeye atılmış bulunuyor. O hâlde iki şey: Ya vakitlice kapitalizm belası defedilecek, insana saygılı, doğayla uyumlu yeni bir uygarlık tercihi yapılacak ya da insanlığın bir geleceği olmayacak. Zira insan toplumlarının eylemi, artık jeolojik dönüşümler (anthropocène) yaratacak düzeye ulaşmış bulunuyor.46

Tam da bu nedenle içinden geçtiğimiz dönemde Alain Badiou’nun, “Komünist Hipotez insanlığın geleceğinin evrensel bir kapitalizm egemenliğine ve ona eşlik eden korkunç eşitsizliğe, iş bölümüne ve iktidarı çok dar bir oligarşi ile paylaşan devlet odaklı ‘demokrasi’ye mahkûm olmaması demektir,”47 vurgusuyla birlikte Karl Marks’ın, “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.”48 “İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar,”49 uyarısı üzerine düşünmek gerek.

Gerek… Çünkü ulaşılan koordinatlarda Jen Hedler Phillis’in, “Kapitalist siyasal bir parti içerisinde bir başkaldırı kampanyası için umut var mıdır? Occupy benzeri yatay bir örgütlenme, bankacıları geçici olarak rahatsız etmekten daha fazlasını yapabilir mi?”50 sorusuna (SYRIZA, PODEMOS gibi “radikal demokrasi”(!) örneklerinden hareketle) “Hayır” yanıtının (pratikte) verildiği tabloda insan(lık) için tek çözüm yeni(den) Ekim(ler)dir…51

Şimdi önümüzde Karl Marks’ın, “Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva ilişkilerin izin verdiği çerçevede bereketli biçimde geliştikleri bir genel refah durumunda, gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak bu iki etkenin, yani modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleriyle çatışma hâlinde oldukları dönemlerde olanaklıdır… Yeni bir devrim, ancak yeni bir krizin sonucu olarak olanaklıdır. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir,” notunu düştüğü devasa bir mücadele dönemi vardır.

Çok sert geçecek olan52 söz konusu mücadelenin sonucuna (yani imkân ve tehditlerine!53) dair şimdiden hiçbir “garanti” verilemezken; söylenebilecek tek şey ABD,54 Avrupa ve özellikle de Fransa’daki örneklerden hareketle isyanın başkaldıran insan ile önünü açacağıdır!

Evet, şimdi yeni(den) Ekim(ler) için karşımızda, “İnsan çürüyor… Geleneksel insan yok olmuştur… Yeni insanın kendisiyle olan ilişkisi bile çıkar üzerinedir… Ve yeni insan her türlü etik duyarlılıktan azadedir. Ölür ve öldürür,”55 diye betimlenen tabloda devasa bir insan(lık) sorunu vardır.

Gerçekten de Thomas Stearns Eliot’un, “İnsanların ikiyüzlü olması sizi hâlâ şaşırtabiliyorsa, iyi bir insansınız demektir”; Louis Aragon’un, “Sakın görünüşe aldanma, görünüşte herkes insandır,” saptamasıyla karakterize olan hâle ilişkin olarak şu uyarıları anımsamak (ve tedbirlerini almak!) kaçınılmaz oluyor:

Örneğin Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, “İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor,”56 diyor.

“Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar. Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler. Şimdi biz onlar için çalışıyoruz. Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar. Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar. Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hâle getiriyorlar. Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar. İletişim kurmak için icat ettiğimiz büyük iletişim araçları, ne bizi dinliyorlar ne de bizi görüyorlar. Biz makinelerimizin makineleriyiz. Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar. Ve bunda haklılar,” vurgusuyla Eduardo Galeano da uyarıyor: “Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan değil.”57

Evet tam da Muhittin-i Arabi’nin, “Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar” ya da Jiddu Krishnamurti’nin, “Çoğumuz ikinci el insanlar hâline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Orijinal hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz. Ve biri bize, “düşünce nedir, düşünmek nedir?” diye sorduğunda yanıt veremiyoruz,” saptamasındaki üzere herşey…

Görülmesi gerek: Sürdürülemez kapitalizmin tüketim kültür(süzlüğ)ü, yabancılaş(tırıl)mış insanın istek ve arzularını da iradesi dışında biçimlendirirken, sürüleştirmektedir.

Bu durum, Karl Marks’ın ‘Kapital’de dile getirdiği “meta fetişizmi”ne yol açarken; yabancılaşma gerçeği devreye giriyor. Bu da insan(lık)ı gör(e) mez-duy(a)maz-yap(a)maz yapıyor; felç ediyor.

Bu sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)da yol açtığı devasa bir yıkımdır.

Artık “Gösteri Toplumu”nun (yani egemen ideolojinin) saptadığı her yerde veya kendimiz için hiçbir yerdeyiz.

Tam da burada “Sorun kendinize: Evcilleşenlerden mi, kapitalizmle mücadelenin çelikleştirdiklerinden mi olacaksınız?”58

Yanıtınız “çelikleştirdiklerinden” ise, elbette insan(lık)ın yapacakları ve yaptıklarının itiraz ve hayal ettikleri ile mümkün olduğunu biliyorsunuzdur…

İnsan neyi umut edeceğini iyi bilmeli ve bunun gerçekleşmesi için mücadele etmeli. Mücadeleden yoksun bir umut boştur ve bir hayalden öteye uzanmaz.

Ayrıca seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir kapitalist yabancılaşma dünyasında, insan olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek olduğunun ve bu savaş bir başladı mı artık hiç bitmeyeceğinin farkındansındır…

Evet sürdürülemez kapitalizm karşısında, yeni bir yaşama için değişmek; insan(lık) için bir ölüm kalım meselesiyken; Ekim’in Lenin’i, Lenin’in Ekim’i hepimize bunun yolunu göstermektedir…

Ve nihayet unutulmamalıdır ki, Mahatma Gandhi, “Hêz, ne ji kapasîteya fîzîkî, ji vîna ku naditewe tê/ Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen iradeden gelir,” derken; “Yolda öncelikle laf değil, adım atmak lazımdır,” Sadi Şirazi’nin ifadesiyle…

26 Ekim 2016, Ankara.

 

1 “Hep ileriye.”

2 “Dünyada 45 Milyon Köle Var”, Evrensel, 15 Ağustos 2016, s. 11.

3 “Dünyada Her 6 Çocuktan Birinin Karnı Doymuyor”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s. 13.

4 Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF), dünya çapında yaklaşık 50 milyon çocuğun savaş ve yoksulluk nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldığını açıkladı. UNICEF’in evlerinden ayrılan, sığınmacı konumuna düşen çocuklarla ilgili raporunda, 5 yılda evlerini terk eden çocuk sayısında yüzde 75 artış yaşandığı ve 8 milyon çocuğun yerlerinden edildiği belirtildi. Rapora göre bu çocukların yarısına yakını yani 28 milyon çocuk, savaş veya çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldı. 10 milyonunun sığınmacı statüsünde olduğuna işaret edilen raporda, 1 milyon çocuğun sığınma talebinde bulunduğu ancak durumlarının henüz kesinleşmediği kaydedildi. 17 milyon çocuk da ülkelerindeki çatışmalar nedeniyle ülke içinde başka bölgelere göç etmek zorunda kaldı. Çocukların 20 milyondan fazlası ise çete şiddeti ve yoksulluktan kaçıyor. Raporda, çocukların belgelerinin bulunmadığına, yasal statülerinin belirsiz olması nedeniyle sistematik bir şekilde takip yapılmasının zorluğuna vurgu yapılarak taciz ya da gözaltı tehlikesi ile karşı karşıya olduklarının altı çizildi (“50 Milyon Çocuk Yersiz Yurtsuz”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2016, s. 7).

5 “50 Milyon Çocuk Evinden Edildi”, Özgürlükçü Demokrasi, 8 Eylül 2016, s. 2.

6 ‘ECPAT International ve Uluslararası Çocuk Merkezi’nin, ‘Çocuğa Karşı Ticari Cinsel Sömürü ile Mücadele Türkiye’ raporunda, AKP’nin cinsel sömürü amaçlı çocuk ticaretine karşı mücadeledeki eksikliklerine dikkat çekilirken; Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı çocukların yüzde 4.5’unun evli olduğu ve sığınma kamplarında cinsel taciz ve istismar riskinden korkan ailelerin, çocuklarını para karşılığında evlendirmeyi daha güvenli bir yol olarak gördüğü tespit edildi. (Hüseyin Şimşek, “Sığınaklar Kapandı Suriyeli Çocuklar Fuhuşa Zorlanıyor”, Birgün, 10 Mart 2016, s. 3).

7 Özlem Yüzak, “Mahşerin 4 Atlısı”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2015, s. 9.

8 Abbas Güçlü, “Silah Satışına Sınır Yok Ama Mülteciye Var!”, Milliyet, 4 Eylül 2015, s. 20.

9 Ergin Yıldızoğlu, “Temmuzun Diğer Önemli Konusu”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2016, s. 9.

10 “Silah üretiminin üçte birini ihraç eden Türkiye, 2016 yılı sonunda ihracatını 2 milyar dolara çıkarmayı hedefliyor.” (Fırat Cem Karatağ, “Dünya Silahlanıyor”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2016, s. 8).

11 Evet, kapitalizmin en büyük birikim sektörü olan militarizm (savaş), tam istim çalış(tırıl)ırken anımsayalım/ anımsatalım: “Ağustos 2011’de Associated Press araştırması, ‘Savunma sanayisi şirketlerinin hisselerinin 10 yıllık altın dönemi bitiyor’ diyordu. 11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. O on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış. AP’nin araştırması (2011), altı ayda, ABD Afganistan ve Irak’tan çekilirken savunma şirketlerinin hisselerinin yüzde 20 gerilediğini, bir altın dönemin kapanmakta olduğunu savunuyordu.” (Ergin Yıldızoğlu, “GWOT Bitti ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2016, s. 9).

12 Ergin Yıldızoğlu, “Sakın Başlamış Olmasın?”, Cumhuriyet,

13 Ekim 2016, s. 9.

13 Yücel Özdemir, “Çocuk ve Yaşlı Yoksulluğunda Rekor Almanya’nın Utancı”, Evrensel, 29 Eylül 2016, s. 10.

14 “World Employment and Social Outlook: Trends for Youth, 2016, ILO. http://www.ilo.org/global/research/ global- reports/youth/2016/

15 Erinç Yeldan, “Küresel Ekonomide Genç İşsizlik ve Yoksulluk”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2016, s. 9.

16 Aslı Aydın, “Ya Basta”, Birgün, 4 Haziran 2015, s. 5.

17 “İlaç Fiyatına Yüzde 461, Şirket Müdürüne Yüzde 671 Zam!”, Evrensel, 29 Ağustos 2016, s. 11.

18 Pelin Ünker, “Amerikalı Şirket Araştırdı… Milyarderlerin Parası Nereden Geliyor?”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2016, s. 8.

19 İbrahim Öztürk, “10 Maddede Saray’ın İtibarı”, Millet, 14 Temmuz 2015… http://www.millet.com.tr/10 maddede-sarayin- itibari-yazisi-1270598

20 Davut Şahin, “Nüfusun Yüzde 32’si Bankalara Borçlu”, Politika, Yıl: 2, No: 29, 17 Mart 2016, s. 10-11.

21 “Mayıs 2016 İtibariyle Batık Kredi 59 Milyar TL’yi Aştı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2016, s. 8.

22 “Açlık Sınırı 1399 TL, Yoksulluk 3732 TL”, Milliyet, 7 Eylül 2015, s. 7.

23 “Türkiye Gıdaya Ulaşımda Sınıfta Kaldı”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2016, s. 7.

24 Olcay Büyüktaş, “30 Milyonu Muhtaç Hâle Getirdiler”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s. 9.

25 “AKP İktidarı Zengini Daha Zengin Yaparken Yoksulluğu Sefalete İtti!”… http://www.halkinbirligi.net/akp-iktidari- zengini-daha-zengin-yaparken-yoksullugu-sefalete-itti/

26 Orhan Bursalı, “Anayasamızın İlk Maddesi Olmalı: Kimse Aç Bırakılamaz!”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2016, s. 6.

27 Şehriban Kıraç, “Lüks Tüketim Patladı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2016, s. 9.

28 “2015 Rakamları Açıklandı… İşte Koç Holding’in Net Kârı”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2016, s. 9.

29 Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Çev: Öner Yağcı, Say Yay., 2016.

30 “İlk isyan, teolojinin, tanrı’nın hayaletinin o muazzam zorbalığına karşı olmalı. Cennette bir efendimiz olduğu sürece, yeryüzünde köle olacağız.” (Mikhail Bakunin, 1871).

31 Murray Bookchin, 1905’ten 1917’ye Rus Devrimleri, Çev: Ali İhsan Başgül, Dipnot Yay., 2013, s. 293.

32 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yay., 2009, s. 147-148.

33 Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Çev: Bülent Aksoy, 5. baskı, Birikim Yay., 2016, s. 34-36.

34 Varlık Özmenek aktarıyor: “1968 yılıydı. O zamanlar TRT televizyonunda prodüktör olarak çalışıyordum. Daire başkanımız Mahmut Tali Öngören beni cumhuriyet tarihiyle ilgili bir çalışmayla görevlendirmişti. Bu uzun ve geniş bir çalışmayı kapsıyordu. Filmler çekiyor, röportajlar yapıyor, belgeler topluyorduk…

Ve bu arada Mustafa Kemal’in hayatta kalan çalışma arkadaşlarıyla röportaj yapmamız öncelikle gerekiyordu.(…)

Bu röportajlardan birini de Yusuf Kemal Tengirşenk ile yapmıştım. (…)

Yusuf Kemal Tengirşenk 16 Mayıs 1921 yılında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan ‘dostluk ve kardeşlik antlaşması’nı imzalayan devlet adamıydı. Görüşmelerde Türkiye heyetine başkanlık eden o’ydu.

Bir kamera ve ses ekibiyle İstanbul’un Çamlıca’daki köşküne gittiğimizde o 94 yaşlarında anılarıyla yaşayan babacan bir ihtiyardı.

Kendisinden istediğimiz şey elbette bu tarihi antlaşmayı anlatmasıydı.

Bir hayli yaşlı olmasına karşın en ince ayrıntılar belleğindeki diriliğini koruyordu. Antlaşmanın imzalanmasından önceki görüşmeleri anlatmakla başlamıştı. Ve bu arada Lenin’i ilk gördüğü günden de söz ediyordu. Kameramız çalışıyor, ses aygıtımız dönüyordu…

Kremlin’deki görüşme salonunda Lenin kendilerini bekliyordu. Binaya geçtikten sonra merdivenlerden çıkıp görüşme salonunun kapısına gelmişlerdi. Kendilerine eşlik eden bir görevli kapıyı açmış heyet başkanı Yusuf Kemal Tengirşenk’i içeri buyur etmişti. Tengirşenk içeriye şöyle bir bakmış Lenin’i görememişti. İçeride sadece bir kişi vardı ve o kişi salonun ortasında duran masanın çevresindeki sandalyeleri düzeltiyor, bir yandan da elindeki bezle masanın üzerini siliyordu. O kadar meşguldü ki, kapının açıldığını dahi duymamıştı…

Tengirşenk kapının eşiğinde yanındaki görevliye sormuştu: ‘- İçeride ortalığı düzelten bir adam var. Lenin görünmüyor.’

O sırada ‘ortalığı düzelten adam’ kapıdaki konuşmaları duymuş, gülerek onlara doğru gelmeye başlamıştı. Görevli, Yusuf Kemal Tengirşenk’e şöyle demişti: ‘- İşte o Lenin!..’

Ve röportajın burasında Tengirşenk ağlamaya başlamıştı. Kameraman ve sesçi arkadaşlar ‘ne yapalım?’ gibisinden bana bakıyorlardı. Ben de, şaşırmama karşın ‘devam’ işareti yapmıştım. Yusuf Kemal Tengirşenk devam ediyordu:

‘- O Lenin’miş. Lenin o adammış. Yanımıza geldi. Gülerek sarıldı bize. Hoşgeldiniz dedi’…” (Varlık Özmenek, İşte Sovyetler Birliği, Bilim Yay., 1980).

35 V. İ. Lenin, “Gösterinin İptali Hakkında Konuşma”, Toplu Yapıtlar, C: 24.

36 V. İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2010.

37 V. İ. Lenin, Bolşevikler Devrime Gidiyor, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 431, Nisan 2013.

38 V. İ. Lenin, Bolşevikler Devrime Gidiyor, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 431, 2013.

39 V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm ve Marksizmin Bir Karikatürü, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 444, 2014.

40 V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yay., 1998, s. 5.

41 V. İ. Lenin, Aralık 1919.

42 V. İ. Lenin, Barış İçinde Bir Arada Yaşama, Çev: Tahir Balkan, Ser Yay., 1975.

43 V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, 2009.

44 V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?-Hareketimizin Can Alıcı Sorunları, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 274, 2010.

45 V. İ. Lenin, Kronstadt’tan Parti İçi Muhalefete, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 299, 2010.

46 Fikret Başkaya, “Köle İsyanlarından İşçi Sınıfı Başkaldırılarına Batı Dünyasında İsyan Geleneğine Dair Kısa Not”, 11 Temmuz 2014… http://soldiyalog.com/?p=2472

47 Alain Badiou, Komünist Hipotez, Çev: Oylum Bülbül, Encore Yayınevi, 2011.

48 Karl Marx- Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

49 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

50 Jen Hedler Phillis, “Mr. Robot: Merhaba, Arkadaş”, 10 Ekim 2016… http://sendika10.org/2016/10/mr-robot merhaba- arkadas-jen-hedler-phillis/51 “75 yıl yaşayan Ekim Devrimi insan özgürlüğünün, onurun, kardeşliğin, eşitliğin, birleştiriciliğin, dizginsiz gelişimin sayısız dersleriyle doludur. SSCB’nin dağılışı ise sosyalizmin yenilgisi değil, sosyalizm adına uygulanan yanlış politikaların iflasıdır.” (Hatice Eroğlu Akdoğan, “Ekim Devrimi 100 Yaşında”, 25 Ekim 2016… http://gezite.org/ ekim-devrimi-100-yasinda/).

52 “Burjuva düzeninin uygarlık ve adaleti, bu düzenin köleleri ne zaman efendilerine karşı başkaldırırsa, kendi korkunç yüzlerini açıkça gösterirler. O zaman bu uygarlık ve bu adalet, maskesiz yabanıllık ve yasasız öç alma olarak, ereklerini açığa vurur. Sahiplenici ve üretici arasındaki sınıf savaşımındaki her yeni bunalım, bu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkarır.” (Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977).

53 “Dişe diş mücadele sonucu alınan yenilgi, kolay kazanılmış bir zafer kadar büyük bir devrimci öneme sahiptir.” (Friedrich Engels).

54 ABD’de polisin siyahlara uyguladığı şiddet tartışılıyor. “Yeni Kara Panterler Partisi” Genel Başkanı Hashim Nzing artık protestolara, “kendilerini polis şiddetinden korumak için” silahla katılacaklarını açıklayıp, Ohio eyaleti yasalarının silah taşımaya izin vermesi nedeniyle siyahların sürekli ‘dezavantajlı’ konuma düştüklerini fakat bu kez Ohio yasalarından kendilerini korumak için faydalanacaklarını söyledi.

10 maddede Kara Panterlerin Manifestosu da şöyle: 1) Siyahların kaderini belirleyecek iktidara sahip olmalı; 2) Bütün Halk için tam iş imkânı; 3) Kapitalistlerin siyahlara yönelik giriştikleri soyguna son verilsin; 4) Barınma hakkına uygun nitelikte konutlar; 5) Halkımız için, yozlaşmış Amerikan toplumunun gerçeklerini ortaya çıkaran bir eğitim sistemi Siyahların gerçek tarihi ve günümüz toplumundaki rolümüzü anlatan bir eğitim sistemi; 6) Bedava sağlık hizmeti; 7) Polis vahşetine son; 8) ABD’nin dünyayı yönetmek için uyguladığı savaş agresifliğine son; 9) Politik tutuklulara özgürlük; 10) Toprak, ekmek, eğitim, barınma, yiyecek, giyecek, adalet ve barış! (“Yeni Kara Panterler Gösterilere Silahla Katılacak”, Evrensel, 14 Temmuz 2016, s. 11).

55 Ali Murat İrat, “Geleneksel İnsan Yok Olmuştur”, Birgün, 29 Ağustos 2016, s. 8.

56 Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, Çev: Nihal Yalaza Taluy, Can Yay., 6. Baskı, 2015.

57 Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, Çev: Bülent Kale, Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen, Can Yay., 2008.

Zengin çocuğu ve iktidar beslemesi olan öldürüyor, hapis yatmıyor

Üsküdar Kısıklı’da Musa Akan’ın ölümüyle sonuçlanan kazayla ilgili 15 yıla kadar hapsi istenen Cengiz Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Cengiz’in oğlu Ahmet Cengiz’in (32) kazada kusuru bulunmadığı gerekçesiyle beraatine karar verildi.

Anadolu Adalet Sarayı Cumhuriyet Savcılığınca hazırlanan iddianamede, 1 Temmuz 2015’de meydana gelen kazada motokurye Ayhan Mutlu’nun dikkatsizlik sonucu yolcu indirip bindiren minibüse çarptığı, Ahmet Cengiz’in de onu çok yakından takip ettiği ve hızını da ayarlamadığı için devrilen motosikletten düşen Musa Akan ve Ayhan Mutlu’ya çarptığı, kusurlu olduğu belirtildi. Cengiz için 2 – 15 yıl, Mutlu için 2 – 6 yıl hapis cezası istendi.

Savcılık, Ahmet Cengiz’i cipi ile motokuryeye fazla yakından ve hızlı gitmekle suçlasa da, mahkeme heyeti ölümlü kazada kusuru olmadığı gerekçesiyle ünlü işadamının oğlu için beraat verdi.

Cengiz’in beraatına karar veren mahkeme, Mutlu’yu 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırdı, bu cezayı da 15 bin 200 lira para cezasına çevirdi.

İlhan Çomak’a ise 22 yıl sonra yine müebbet

İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nde öğrenciyken “bölücülük” suçlaması ile 22 yıl önce tutuklanan, ancak hakkında kesinleşmiş bir hüküm olmamasına rağmen ömrünün yarısını cezaevinde geçiren şair İlhan Çomak’ın 2013 yılında yeniden yapılan yargılanmasının 5 Ekim’deki karar duruşmasında ise yine müebbet cezası verildi. Verilen karara baba İbrahim Çomak “Böyle adalet batsın” diyerek tepkisini gösterdi.

Adliye koridorları bir yanda zengin çocuklarını kollayan, sermayenin kölesi olmuş adalet sistemine, bir yandaysa bu çürümüş adalet anlayışı içinde ömrünün yarısını cezaevlerinde geçiren oğlunun acısını taşıyan İbrahim Çomak’ın feryatlarına tanıklık etti.

Kaynak: İşçi Gazetesi, direnişteyiz, 13 Ekim 2016

Durak Öyküleri – 1

Bir gün köylüler Nasreddin Hoca’yı yine küskün ve asabi bir halde gölün kenarında görmüşler. Hepsi de pek şaşırmış. İçlerinden bir hınzır, Hoca’ya doğru yaklaşmış ve sırıta sırıta sormuş,

– Yahu Hocam, göl maya tutar mı?

E tabi hoca bu, durur mu? Hemen nakşetmiş cevabı.

– Oğlum sen gerizekalı mısın?

Oğlan da köylü de bu cevaba pek şaşırmış. Çünkü gerizekalı kendi aralarında kullanmayı çok tercih ettikleri bir kelime değilmiş. Hoca devam etmiş.

– Oğlum sen mal mısın bıraksana benim peşimi!

Mal mı? Ahalide yine aynı şaşkınlık.

– Hocam niye öyle diyorsun? Köylünün önünde ayıp oluyor ama.

Hoca devam etmiş.

– Ne köylüsü ulan, ne köylüsü, kimse yok yanında. Gelmişsin beni dikizliyorsun ordan yine. Kimse de yok yanında. Hem maya mı çalıyorum oğlum sence  ben göle? Maya mı acaba bu?  Çamaşır yıkıyorum ben çamaşır. Maya mı bu, bak bakalım maya mı?

– Maya işte maya.

– Ne mayası lan! Sabun bu be, sabun! Kör müsün, sabun işte. Evladım bak mabadından uydurup, gidip abuk sabuk hikayeler anlatıyorsun millete, ondan sonra da benim adım çıkıyor. Yok hoca eşeğe ters binmiş, yok hoca göle maya çalmış… Yapma artık şunu. Bak kaç kez rica ettim, kaç kez sövdüm, kaç kez dövdüm, kaç kez komaya soktum seni, hala vazgeçmiyorsun.

– Hocam sinirlenme tamam, her seferinde aynı şeyi konuşuyoruz, uzatmayalım köylünün önünde.

– Bak hala köylü diyor. Oğlum yalnızsın sen kimse yok yanında. -kim –se –yoook -yok. Aklını mı kaybettin sen çocuğum, delirdin mi, tırlattın mı sen?

– Tamam hocam yalnızım. Tamam yalnızım. Uzatmayalım lütfen.

– Ne demek uzatmayalım! Bırak o zaman artık peşimi, bırak köylüye yalan yanlış hikayeler anlatmayı. Peşime çocuk takıyorsun bir de, gece gündüz beni takip ettiriyorsun. Para veriyorsun di mi o çocuklara da?

– Hocam ben de bu işten geçiniyorum sen de biliyorsun ki. N’apayım? Çocuklar da kazanıyor. Herkese faydalı bir iş yani bu!

– Yahu sen geçineceksin diye benim adımı hocaya çıkarttın, herkese madara ettin, beni güldürttün, benim ne çıkarım var bu işten, bana faydası neymiş acaba bunun?

– Nasıl faydası neymiş hocam, bak ne güzel meşhur bir adam oldun. Bırak köyü, vilayet sınırlarını bile aştı ismin.

– Yahu iyi de benim ismim hoca değil ki, sadece Nasreddin. Hem meşhur olmak benim neyime yarayacak! Karnımızı mı doyuruyor meşhurluk?

– Oo, hocam sen açık açık payını mı istiyorsun benden? O zaman şöyle yapalım, ben senin menajerin olayım birlikte çalışalım. Sen bu günlük hayatına devam et ben senin yanında dolaşayım, ara sıra da köylüye hikayeler anlatıp paramı kazanayım. Sana da payını veririm tabi.

-Ben para da, ün şan şöhret de istemiyorum. Beni rahat bırak yeter. Hem bu saf köylüler meteliğe kurşun atarken seni nasıl zengin ediyorlar yahu?

– Onların verdiğiyle karın mı doyar hocam!

– Bak hala hocam diyor yahu! Vallahi vurucam leğeni kafana.

-Tamam tamam, kızma! Nasreddin Abi… Köylülerin verdiği neye yetecek. Ben asıl parayı bizim vilayet de çalışan bir adamdan alıyorum.

-Allah allah, devlet ne diye para veriyor sana bu zırvalar için?

-Vallahi ben de bilmiyorum hocam. Afedersin… Nasreddin abi… Ama vilayet adamının dediğine göre bu köylüye böyle hikayeler lazımmış konuşacak. Öyle kahvede bir araya gelip yok mazot fiyatlarıymış, yok pamuğu tütünü elinde kalmışmış, yok bilmemne konuşulmasınmış. Bir de senin namın kötü yürümüş onu düzeltmemiz gerekmiş…

– Sağolsun devletimiz. Tamam kardeş ben anladım seni. Ama istemiyorum ben hiç birşey. Bu da seni son uyarışım. Hadi var git yoluna.

– Benim dışımda da hikayeciler var. Hem buralarda değil her yerde varmış bunlardan. Mesela cinli hikayeler anlatan bir adam var köy köy gezip. O da fena kazanmıyor. Bir diğeri hiç yaşanmamış savaşların destanlarını, hiç doğmamış bebelerin kahramanlıklarını anlatıyor. En iyi de o kazanıyor vallahi. Ee ne diyorsun hocam, birlikte miyiz bu işte?

Hoca bu son lafı da duyunca iyicene sinirlenmiş, artık dayanamamış, leğeni eline almış tam oğlanın kafasına geçirecekmiş ki…”

– Yahu baba gene ne anlatıyorsun çocuğa. Çocuk da inanıyor sana. Nasreddin Hoca anlatıyorsun bari hikayenin doğrusunu anlat.

Babam tam zamanında gelip hem benim hem dedemin keyfini kaçırmıştı yine. Tabi dedem bu, durur mu, hemen  nakşetmiş cevabı.

– Ya doğrusu buysa…

Cevabı dedem nakşetti ama babam çok güldüm diye yine bana kızdı. Sonra da hiç bir şey söylemeden kapıyı sertçe çekip çıktı. Saygısız. Babaya yapılacak hareket mi bu? “Neyse ufaklık, unutma, itibar insanın bugüne dek biriktirdikleriyle hayallerinin toplamıdır ve hep korunması gereken bir şeydir.”  Dedi ve sustu dedem. Dedem bildiği ne kadar öykü, hikaye, masal varsa mutlaka değiştirerek anlatırdı. Sebebini sorduğumdaysa hep “intikam” diye cevaplardı.  “İntikam oğlum intikam. Bak, etrafında gördüğün ne kadar insan varsa hepsinin hikayesi değiştirilmiş oğulcağzım, çarpıtılmış, çarpıklaştırılmış, kendi hikayesini yaşayan bir allahın kulu yok bu memlekette. Ben de öyleyim, baban da. Haa kendi hikayemizi yazmak istemedik mi, istedik. Ama beceremedik, izin vermedi felek.” Çok derin içerikli olduğunu, dedemin konuşurkenki bakışlarından tahmin ettiğim bu açıklamayı 9 yaşımda anlamam pek de mümkün değildi.

Bunu anlamam içinse aradan yirmi yıl geçmesi, hem çok tanıdığım bir yandan da hiç tanımadığım birinin ölmesi gerekecekti. İkisi de oldu. Aradan yirmi yıl geçti. Bir Pazartesi sabahı, sevimsiz bir kasım soğuğunda, rahatsız edici bir ıslaklığın içinde, sanki kimsenin kimseyi sevmediği, 12 kişilik sabit nüfuslu bir otobüs durağında çok daha iyi anlayabiliyorum artık dedemin ne demek istediğini. Bu durakta etrafımdaki insanlara baktıkça “dedemin intikamı” daha da anlamlı bir eyleme dönüşüyor gözümde. 12 kişiyiz şimdi. Her sabah hep aynı durakta, hep aynı saatte birbirini fark etmeden buluşan aynı semtin birbirini tanımayan sakinleriyiz biz. O kadar sakiniz ki, dışarıdan bakanların ayakta ölmediğimizi anlayabilmesi için gelip bizi sarsması gerekir. 2 tanemiz cumartesileri gelmiyor. Şanslılar. Diğerleri 6 gün çakılı. Ben kendimi gizli sınıf başkanı ilan etmişim. Her sabah yoklama alıyorum. Bu işi kolaylaştırmak için de bazılarına isim verdim. Pikaçu, Lefter, Kaptan Mağara Adamı, Kırk Sakallı Madonna (sayabildiğim 40 tane sakalı olan bir teyzeydi), Magirus, Şirine, Herkül, Leblebi, Daphne, Balya, Yaşlı-1, Yaşlı-2, Yaşlı-3. Bazı insanlar yaşlandıkça birbirine benzediği için yaşlıları numaralandırmıştım. Değer vermediğimden değil yani. En çok da onlara özen gösteriyorum aslında. Yaşlılardan biri bir sabah gelmediğinde huzursuzlanıyorum.  Kötü kötü şeyler geliyor aklıma, telaşlanıyorum. Ertesi günü zor ediyorum. Yersiz bir telaş gibi gelebilir size ama inanın değil. Daha geçen haftaya kadar 13 kişiydik. Bir kişi eksildik. Yaşlı-2 gelmiyor artık. Artık  55-60 yaşlarındaki sakallı, kahve deri ceketli ve hala 216 içen amca aramızda değil. Öldüğünü durağa yaptığı devamsızlığının 3. Gününde muhtarımızdan duydum. Geri kalanlarımızın kaçı bunun farkındaydı bilmiyorum ama benim bir kişi eksik yoklama almaya alışmam zor olacaktı. Bir haftadır başka bir şey getiremiyordum aklıma. Bu eksilmeyi farklı boyutlarıyla düşünmek zihnimi öyle açıyor ve beni o kadar hırpalıyordu ki bazen kendi ailemden biri ölmüşcesine acı verebiliyordu.

Kulaklıklar, akıllı telefonlar, sigaralar, bulmacalar, buğulu gözlük camları, dalgın bakışlar, derin iç çekişler, hiç anlatılmamış dertler, çelişkili hayaller… Sanki bu duraktaki her şey insanlar birbirleriyle konuşmasın, birbirini fark etmesin diye vardı. 10-15 dakikalık vasıta bekleyişi ve 40-45 dakikalık yolculuk (otobüsten sonra bir de metro faslı vardı ama o kısımda ayrılıyordu ekip) birlikte düşünüldüğünde hergünün neredeyse 1 saati birlikteydik. Yılda 365, iki yılda 730 saat. Kayda değer bir zaman. Ne var ki biz 13 kişilik nüfusumuzla semtimizin güzide duraklarından birinde bu 730 saati aval aval üşüyerek, terleyerek ya da hiçbir şey hissetmeyerek geçirmiştik. Ve artık kahve deri ceketli abimiz, 216 paketini de alıp aramızdan ayrılmıştı. Belki de mizah kabiliyeti en yüksek kişiydi bu şehirde. Her sabah fıkralar, bire bin katılmış iş yeri dedikoduları anlatır tüm durağı neşelendirirdi, kim bilir. Ben de dedemi hatırlar mutlu olurdum. Hatta dedemin modifiye edilmiş “Nasreddin Abi” hikayelerinden anlatırdım ben de. Hakikaten kim bilir?

İşte bir hikaye daha biz hiç bilemeden, biz hiç öğrenemeden, ezberlediğimiz rutin, sıkıcı tahminlerimizle kaybolup gitti aramızdan. Kahve deri ceketli abinin kendi hikayesi neydi? Var mıydı? Kim değiştirmişti? Neden değiştirmişti? Neden onun da tüm bakışları sigara dumanının arkasında kayboluyordu her sabah?

Bu sorular beni kahrediyordu. Onun hakkında hiç bir şey öğrenemeden, onu azıcık da olsa dinleyemeden toprağa karıştığını düşünmek, şimdi bu durakta yanımızda olabilecekken etlerinin kemikten ayrılmaya başladığını düşünmek… Sapasağlam bir beden nasıl olur da şimdi tonlarca toprağın altında ayrışmayı bekler?  Nasıl olur da kahve deri ceketli abi önümüzdeki bayram sabahı kalkıp bir sigara daha yakamaz?

Hayır hayır! Bu son söylediklerim apaçık ölüm korkusu. Anlatmak istediğim bu değil. “Nasreddin Abi”lerin hikayesiyle ilgiliyim ben. Madem ki sınıf başkanıyım, madem ki ben alıyorum yoklamayı. Bu duraktan kimse ama hiç kimse benimle konuşmadan ayrılamaz artık.

Sevgili dede,

Şimdi senin intikamını yeniden alacağım. Çalınmış, değiştirilmiş, aynılaştırılmış, önce hiç, sonra iç, en son da piç edilmiş tüm hikayeleri öğreneceğim. Evet başlıyorum. Seç birini. Lefter? Bugün çok gergin. Yaşlılardan biri? Onları ikinci aşamaya bırakacağım. Biraz daha konuşmaya açık görünen birisi olsa. Daphne? O olmaz, ondan hoşlanıyorum. Şirine? O da olmaz ondan da hiç hoşlanmıyorum. Otobüs gelmek üzere. Acele etmem lazım. Balya? Gözünde çok çapak var, konuşurken gözüm takılır, ayıp olur adama. Hadi seç artık. İsminin hatırına seni seçtim uzun boylu adam. Evet geliyorum. Hayır gelemedim. Geldim geleceğim. Evet başlıyoruz.

-Merhaba Pikaçu. Tabi ki o Pikaçu kısmını duymadı.  –Merhaba kardeş, dedim. –Ben Efe.Merhaba dedi. -Ben Yılmaz.Memnun oldum. O da oldu sanırım. Elleri sıcaktı, bu durağın başkanı ve girişkeni ben olmama rağmen sanırım benden on kat daha özgüvenli birine denk gelmiştim. Yoksa elleri bu kadar sıcak olamazdı. Sıcaklıkla bunun ne ilgisi vardı? Sohbetin Merhaba’dan sonraki kısmı için hiç bir hazırlık yapmadığım için, bir de Yılmaz’ın bu soğukta nasıl bu kadar sıcak elleri olabiliyor diye düşünmekten bir süre hiç bir şey söyleyemedim. İlk merhaba diyen taraf olarak devam etmesi gereken kişi de bendim, bu zorunluluk da bana fazladan panik yaptırabilirdi. Buna izin vermeden devam etmeliydim. Gerçi Yılmaz öyle emin bakıyordu ki yüzüme sanki ben hiç bir şey söylemesem de o devam edebilecek gibiydi. Elele tutuşmuş öylece dururken, saniyeden çok daha az bir zamanda; duraktaki bir kaç kişinin bizi fark etmiş olabileceğini, bunlardan birinin Daphne olabileceğini, Daphne’nin benim saçma hareketler yapan dengesiz birisi olduğumu düşünebileceğini düşündüm, paniğe esir düşmek üzereydim, artık bir devam cümlesi seçmeliydim, seçtim ve hemen devam ettim. –Sana bir Nasreddin Hoca hikayesi anlatayım mı? Dedim. Bu kadar kötüsünü ben de beklemiyordum. Kızardım. Neyse ki hava soğuktu. Pikaçu yani Yılmaz da hiç beklemediğim şekilde yüksek sesle güldü. Bu sefer kesin fark edilmiştik. Muhtemelen Daphne de… Amaan boşverin şimdi Daphne’yi. Yılmaz’ın gülüşündeki samimiyetten bunun beni hor gören bir kahkaha olmadığı, söylediğimin hoşuna gittiği apaçık belliydi. Ben de gülümseyerek devam ettim.  –Yahu Yılmaz, daha anlatmadan gülmeye başladın. Seviyorsun demek Nasreddin’i. Yalnız benim hikayeler biraz farklıdır. Dedim. Yılmaz çok yürekten cevapladı. –Yok Efe ondan değil. İhtiyacım varmış benim de, dedi.

İhtiyacı mı varmış? Bana, benim dediklerime, benim anlatacağım hikayeye ihtiyacı mı varmış? İçimdeki amel Yılmaz’ın söyledikleriyle taçlanmış, parıltılı bir yıldıza dönüşmüştü. Parıltı görülebilecek bir şeydir ama ben sesini bile duyabiliyordum neredeyse. Yılmaz bu nezaketi ve içtenliğiyle onunla aslında neden konuştuğumu bilmeyi hak etmişti. Ona önce, bizim durağı, nüfusu, yaşlıları, devamsızlıkları, hatta belki Daphne’yi, dedemi ve kaybolan hikayelere dair ortak sorumluluğumuzu anlatacaktım. Yılmaz’ın bende yarattığı güven, davranışıma hemen yansımıştı. Olgun, yapıcı, öğütleyici bir ses tonuyla konuşmaya devam ettim.

-Yılmaz, benim dedem çok güzel hikayeler anlatırdı eskiden. Anlattıklarının içinde önemli olan hep hikayenin kendisi olurdu. Bir hikayeyi bilmenin, hikayeyi yaşamanın, hikayeyi değiştirmenin kendisi. Belki fark etmemişsindir bu durakta 13 kişiydik biz. Geçen haftaya kadar yani. Bir amca vardı, kahve deri ceketli. İşte o bir haftadır yok.”  

Yılmaz’ın bakışları nedense değişmişti. Bu yapmacık konuşmamdan hoşlanmamış olabilir diye düşündüm. Az önceki gülümseme yüzünden silinmişti, cümlelerimin bitmesini sert, biraz da sıkkın bir ifadeyle bekledi. Ben durunca derin bir nefes aldı, paltosunun cebinden bir paket sigara çıkardı. Bana da uzattı bir tane. Elimi uzatıp sigarayı alırken paketin üzerindeki rakamları gördüm. 2-1-6. Beynime bıçak saplamış gibi hissettim. Yılmaz sigaralarımızı yaktı. Aklımdaki şey doğru olmasın diye dua ettim, ne olur olmasın, ne olur! Yılmaz konuşmuyordu. Sigara bitince mi konuşacaktı? Uzun 216 kaç dakikada biterdi? İkinci nefesten sonra dedi ki; Biliyorum Efe, kahve deri ceketli adam bu sigaradan içerdi, ama artık içmiyor, kendisi babam olur. Sustu. Ben zaten susmuştum. Bir daha ne zaman konuşabilirdim bilmiyorum. Yerine dibine girdim. Yılmazsa sanki girdiğim o yerin dibinden çıkartmak için elini bana doğru uzatır gibi sözleri bitince yeniden gülümsedi. O gülümsemeyle birlikte bende yine bir umut, anlamsız bir neşe.

Sevgili dede,

İlk denememde nasıl böyle büyük bir ahmaklık yapabildim ben de bilmiyorum. Hem sigaraya başladığım, hem de Pikaçu’nun kalbini kırdığım için üzgünüm. Ama söz, kendimi affettireceğim. Seni yeni arkadaşımla tanıştırayım. Pikaçu, yani Yılmaz.

(Devam edecek.)

 Efe İnce

“Sanatımız büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Müziğimizi savunacağız.”

Savaş hattı boyunca alelacele yerleştirilmiş hoparlörlerden bir ses duyuldu:

Yoldaşlar! Şehrimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in ‘Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır… Faşist domuzların bütün Avrupa’yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad’ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz, yoldaşlar!

– Orkestra şefi Karl Eliasberg’in önceden kaydedilmiş anonsu.

Leningrad kuşatılmaya başlandığında şehirdeki önemli bilim adamları ve sanatçıların tahliyesine karar verildi. Müzelerdeki üç milyonun üzerindeki eserin bir kısmı sandıklarla Ural Dağları’na götürüldü. Dmitri Şostakoviç ‘Batan gemiyi terkeden fareler gibi kaçıp gitmek yanlış geliyor bana’ dedi ve Leningrad’ı ‘mahvolmaktan kurtarmak’ için savaşmaya karar verdi. Kızıl orduya katılmak istediyse de gözlerinin bozukluğu nedeniyle kabul alamadı. Bunun üzerine Leningrad Konservatuarı itfaiyesine yazıldı. İtfaiyeci miğferi ve kıyafetiyle konservatuarın çatısında çekilen, fotoğrafı propaganda amacıyla bütün Sovyetlerde yayımlandı. Ona dört gözlü yarasa diyorlardı.

Savaşın yarattığı duyguları anlatmak amacıyla “Yedinci Senfoni”si üzerinde çalışmaya başladı. Eylül ortası gibi Leningrad radyosunda şöyle dedi, “Sanatımız büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Müziğimizi savunacağız.” Yoğun bombardıman, açlık ve soğuk… Korkuyordu çünkü yazmak istediği bir cenaze marşı değil, direniş senfonisiydi! Hava saldırı sirenlerine alışmıştı fakat piyanodaki sesler artık uçaksavar mermilerinin gürültüsü altında duyulamaz hale geldiğinde etrafındakilerin de ısrarları sonucu Kuybişev’e gitmek zorunda kaldı. Leningrad senfonisi orada tamamlandı ama kuşatma altındaki Leningrad’da çalınmalıydı.

Senfoniyi Leningrad’da çalabilecek tek yer Leningrad Radyo Orkestrasıydı. Fakat 40 kişilik orkestranın bir kısmı açlıktan ölmüş, bir kısmı cephede savaşıyor, kalan 14-15 kişi ise şehirde açlıkla savaşıyordu. Orkestra şefi Karl Eliasberg şehirde kalan orkestra üyelerinin evlerini teker teker gezerek bir araya topladı. Bir deri bir kemik kalmış olan müzisyenler konser kıyafetlerini ve çalgılarını yanlarına alarak soğuk stüdyoda provalara başladı. 252 sayfalık senfoni Kuybişev’den Leningrad’a askeri uçakla getirtildi. Zorlukla bir araya getirilen 30 müzisyen üç saat sürmesi planlanan ilk provada ancak 15 dakika dayanabildi. Bundan sonraki provalarda, başta bakır nefesliler grubu olmak üzere birçok müzisyen açlık ve soğuğa dayanamayıp bayıldı. Fakat bu senfonin bu  koşullarda çalınması artık Sovyet halkı için bir irade konusuydu. Halk, orkestraya gıda desteğinde bulundu ve müzik aletleri soğuktan ellerine yapışmasın diye sıcak tuğlalarla çalışmalara destek verdi. Her şeye rağmen çalışmalar süresince üç müzisyen hayatını kaybetti. Ama provalar, şehrin etrafına asılan müzisyen ilanları, cephede görev yapan müzisyenlerin çağrılması ve Sovyet ordusu bandolarından müzisyen desteğiyle devam etti. Sayısız kez hava saldırısı sirenleri… Top atışları… Ve uçaksavar ya da itfaiye görevleri olduğu için görev başına giden müzisyenler… Ve 1 saat 15 dakikalık bir senfoni. Orkestra, senfoniyi provalarda sadece bir kere baştan sona çalabildi.

Senfoninin çalınmasından birkaç gün önce “Fırtına” isimli bir operasyonla Alman top mevzilerine saldırı başlatıldı. Amaç, Almanların önceden haberini aldığı konseri engellemelerinin önüne geçmek ve konser için yerleştirilen hoparlörlerden ses duyulacak kadar sessizlik sağlamaktı. Leningrad’ın farklı yerlerine yerleştirilen hoparlörlerle konser tüm şehre ve hatta Alman cephesine kadar duyuruluyordu. Tüm halkın coşkusu ve heyecanı eşliğinde ve çalarken bayılan müzisyenlerle birlikte; senfoni çalındı. Saatlerce süren alkışlarla. Ve tekrar çalındı. Ve tekrar. Sovyet halkı artık senfoniyi mırıldanıyordu. Her gün çalındı. Bu bir direniş senfonisiydi. Leningrad direndi. Leningrad düşmedi. Bir alman askeri “Kahramanların senfonisini dinler gibiydik,” demiş. Haklıymış…

Bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir.

Dinleyiniz, yoldaşlar!

Ayla Şahin

Özgür basın susturulamaz!

Duruşmada İnan Kızılkaya, “Yaptığımız haberler gazetecilik düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Cemal Süreyya’nın bir sözü var, ‘Bu ülkede Arnavutlar yalan, Kürtler doğru söylemek zorundadır’. Ben Kürdüm, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, bu ülkenin asli unsuruyum. Ülkede ne yaşanıyorsa onu haber yaptık. Gazeteciyim ve doğruyu söylemek zorundayım. Daha önce de bu tür haberler çıkıyordu, fakat 2016 Temmuz’dan sonra gazetenin her sayfasına, her yayına soruşturma açıldı”

Tutuklu bulunduğu hapishanede tecrit koşullarında kalan ve telefon, kitap ve radyodan mahrum bırakılan İnan Kızılkaya, tecrit koşullarını kırmak için kamuoyunu mektup yazmaya çağırdı.

Necmiye Alpay’dan mesaj: Sapare ande (Yürekli düşünün)!

Özgür Gündem gazetesi Yayın Danışma Kurulu üyeliği nedeniyle tutuklanan Dilbilimci Necmiye Alpay, JINHA’ya gönderdiği mesajda, “Sapare ande! (Yürekli düşünün!) Gerçekliğe bağlı kalın. Kadınların etkin ve öncü olduğu her alan ezilen mağdur kesimlerin birinin zaferi demektir. Bence tarihte bunun pek az istisnası var. JINHA, kadın mücadele tarihinin kendine özgün bir parçası.” dedi.

Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay için basın toplantısı

İHD, TİHV, MAZLUM-DER, TYS ve Türkiye PEN Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay için Taksim Hill Otel’de 27 Ekim tarihinde basın toplantısı düzenledi. Toplantıda Erdoğan’ın ve Alpay’ın yanı sıra çok sayıda gazetecinin, aydının da hapiste olduğu, ifade ve basın özgürlüğü adına hiç bir şeyin kalmadığı ve özellikle 15 Temmuz sonrasında hiçbir hukuki güvencenin olmadığına dikkat çekildi. TYS 2. Başkanı Suna Aras yaptığı konuşmada, “Onlar diyor ki; bu yazarlar bölücüdür, yıkıcıdır. Biz diyoruz ki; kanlı savaşlarınıza karşı yeryüzünün barışı için o yazarların onurları avuçlarındadır. Aslı Erdoğan’ın, Necmiye Alpay’ın rüzgarını dağıtmak istediniz, gerçekler bilinmesin, özgürlük yeryüzüne taht kurmasın diye. Aslı ve Necmiye, sizin yalanlarınızı sevgili halkına söylemek için zindanınızda yine dirençle, umutla yazacaktır.” ifadelerini kullandı.

Kaynak: JINHA, direnişteyiz, 28 Ekim 2016

“Biz devrimi istiyorsak, o zaman devrim yapacağız”

Redhack, sosyalist hacker grubu, 1997’de kuruldu. İlk olarak 2012 yılında Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün sitesini hackleyerek adını duyurdu. Kendini “Türkiye devrimine destek vermek için devrimci dayanışmanın ürünü olarak kurulduk” şeklinde tanımlayan grup, Gezi’yle birlikte, direnişe yaptığı katkılarla iyice tanınır hâle geldi. Kızıl maskelerinin ardından yaptıkları, söyledikleri, Gezi direnişçilerinin gönlünde taht kurdu.

Direnişle kimyası bozulan devlet mekanizmaları, direnişi bastırmak veya altını boşaltmak için ellerinden geleni yaptılar; Kabataş yalanı, Gezi Parkı’ndaki ağaçlarla yapılan “yaratıcı” röportajlar, belediyelerin önündeki ‘fışkiye’…

En saçmalarından biri de ses benzerliğinden dolayı Redhack sözcüsü ‘Manyak’ olduğu iddiasıyla Barış Atay’a dava açılmasıydı. Muhalif oyuncu Atay havuz medyada hedef gösterildi, baskıyla sindirilmeye çalışıldı.

Bitmedi, sonra Taylan Kulaçoğlu, aynı iddialarla gözaltına alındı. Ekşi Sözlük’teki bir entry’den yola çıkarak eleme yöntemiyle 600 kişilik bir liste oluşturan “cyber polis” -ya şundadır ya bunda yöntemiyle mi seçtiler bilemiyoruz- içlerinden Taylan’ı seçti. ‘Peki niye sen?’ diye sorduğumuzda “Taylan solcu adı, ondan olabilir” diyor.

Hayatımda norm diye bir şey kalmadı

“Fransa’daydım, bütün hayatım oradaydı. Sonra Türkiye’ye geldim. Beni birkaç ay izlemişler sonra bir gün Cihangir’de etrafımı özel harekâtçılar sardı ve beni aldılar. O günden sonra ülkede norm diye bir şey kalmışsa da -ki yok- benim hayatımda norm diye bir şey kalmadı. Normal insanların yaşadığı sıradan şeyler yaşamadım. Bazen düşünüp kendime soruyorum ‘Ne oldu benim hayatımda, adeta bir drama dönüştü’ diye. Bunlarda o burjuva hukukun kırıntısı bile yok. Faşizmden bile ileri gidiyor. 2013’ten beri yaşadıklarımı başkasından duysam yok artık derdim. Çin restoranı işletiyorum diye Maoist olduğum iddia edildi. Zaten ben dışarı çıkınca orası da hedef gösterildi.”

25 Kasım 2013’te gözaltına alınıp serbest bırakılan, 3 gün sonra tekrar gözaltına alınıp bu sefer tutuklanan, tutukluluğa itirazı olumlu sonuçlanıp serbest bırakılan, bu sene 25 Eylül’de bir daha gözaltına alınıp, gözaltında 12 gün geçirdikten sonra oluşan kamuoyu ve yapılan dayanışma eylemleri sayesinde serbest bırakılan Taylan’ın, bu üç senede ayrıca Taksim’de işlettiği mekânlar çeşitli bahanelerle kapatıldı.

Cezaevlerinde İşkence Var!

Son gözaltı sürecinde, tehditlere ve işkencelere maruz kaldı. Onunla birlikte gözaltına alınan Uğur Cihan Okutulmuş’a ve cemaat operasyonlarıyla alınanlara yapılan işkenceleri özellikle vurguluyor. “İçerideki pozisyon bizim için çok ironikti. 2013’te bizi alanlarla aynı yerdeyiz. Adamlara işkence yapıyorlar savunmak zorundasın yani, ki bu adamların kim olduğu, ne olduğu hiç önemli değil bizler için; ama işte, Selçuk Kozağaçlı’nın dediği gibi, beraber mescide gidip namaz kıldıkları adamlara işkence yapıyorlar, yani kendi cemaatindeki adamlara, saf durup namaz kıldıkları adamlara işkence yapıyorlar. Biz orada ne yapmak zorundaydık, buna karşı durmak zorundaydık, bir şekilde bir şeyler söylemek zorundaydık.

“Biz adaletli insanlarız. Biz zaten adaletten dolayı sosyalizmi seçtik. O yüzden büyük adaleti, düşmana dahi olsa göstermek zorundayız. İşkence bir insanlık suçudur.

“Şimdi şöyle bir şey var, bunu yazmanı da çok isterim; Uğur Cihan’a işkence yapıldı. Şimdi ben, bir yoldaşımıza işkence yapıldıktan, hem de ağır işkenceler yapıldıktan sonra Uğur Cihan Okutulmuş’a, ‘Amaan, tamam çıktı, neyse’ diyerek bunun bir tarafa bırakılması taraftarı değilim.”

Gözaltında işkence yapılırsa, bu yapılan doktor kontrolünde açığa çıkmaz mı diyeceksiniz. Bakın Taylan ne diyor:

“Doktorlar genelde karakola geliyor. Sen karakolun içinde, doktorun yanına gidiyorsun. Doktor sadece senin kimliğini kontrol ediyor. Yani aslında kimliğin hasta mı değil mi diye kontrol ediyor. Benim kimliğim biraz daha yırtık falan, her gittiğimde daha çok kimliğimden konuştuk, yani benden çok.”

Gözaltında kaldığı süre boyunca şahit olduğu işkenceler Taylan’ı derinden sarsmış. Yanındakilere işkence yapmanın da kişiye karşı bir işkence yöntemi olduğunu söylüyor. Kaldığı 12 günün ona 12 yıl gibi geldiğini; işkence gören insanların yüzünü unutamadığını söylüyor.

“Bir tanesi vardı mesela; çocuk o kadar güleç, o kadar esprili, tam troll yani, her şeyin trolü, çok da zeki. Bunu bir götürdüler, getirdiler… O çocuk gitmişti yani. Hayatı boyunca da o çocuk, o çocuk olamaz. Bitti o. Geldi işte, bağırsaklarında da yırtık vardı. Umarım bir şey olmaz dediler. Yani böyle şeyler oluyor. O yüzden de içerisi gerçekten zor; ama dayanışma olmamış olsaydı, ben her zaman da bunu söylüyorum, zaten çıktıktan sonra teşekkür ettiğim yazıda da bunu söyledim. Bu dayanışma olmamış olsaydı, ben gerçekten ne tek parça olurdum, ne özgür olurdum. Bu dayanışma beni çıkardı.

“Egemenler de şunu biliyor yani, orada beni öldürseler bu hikâyenin çok daha büyüyeceğini gördüler. Dolayısıyla bu benim en büyük güvencem oldu. Aynı zamanda da hayata, dostlarıma, yoldaşlarıma, siperdaşlarıma bakış açımdaki güveni de daha çok tazeledi yani. ‘Meğerse biz çok güçlüymüşüz’ü oturttu. O yüzden de dayanışma gerçekten de yaşatıyormuş; bunu yazıda da söyledim.”

Gözaltından çıkarken cemaat operasyonlarıyla gözaltına alınanların sorusu Taylan için önemli bir yerde duruyor ve sosyalistlerin her koşulda adaletli bir duruş sergilemesi gerektiğini düşünüyor. “Bize dediler ki, ‘Siz solcusunuz, devrimcisiniz, siz yalan söylemezsiniz, burada olup biteni anlatın; çünkü siz gidiyorsunuz; daha çok işkence yapacaklar bize siz gittikten sonra.’ Yani öyle bir koşula gelmiş ki yani ÇHD’ye operasyon düzenleyen adamlar, ÇHD bize bakmaz mı diyorlar yani, gerçekten bu noktada.”

Taylan ikide bir neden gözaltına alınıyor?

“Peki niye sen?” diye sorunca; “Bana olan saldırılar Gezi’den bağımsız ele alınamaz. Ben Gezi ailelerinden bağımsız değilim. Zaten Gezi aileleri de bütün açıklamalarında bana destek oldular. Bir sembol haline getirip saldırıyorlar. Ben ‘Gezi’yim. Gezi’den sonra alındım. Gezi’yle ilgili alındım. Hepsinin sorunu Gezi; Ergenekoncuların da, Fethullahçıların da, diğerlerinin de sorunu Gezi… Sembolleştirdiler. Bir örgütle de bağlayamadıkları için; Kürtler de sahip çıkıyor, Kaldıraç da sahip çıkıyor; herkesten de destek gördüğümüz için saldırıyorlar. Bu benim için onur duyulacak bir şey. Mahir’lerin, Deniz’ler için yaptıkları; İbo’ların hikâyeleriyle büyüdüğümüz için bu fotoğraf bana umut verdi” diyor.

Halklara, devrimcilere dönük artan saldırı sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Böylesi saldırıların olduğu, basınımızın susturulduğu, aydınların tutuklandığı, Kürtlere saldırıların arttığı bir süreçteyiz. Ben bu süreçte bizim daha güçlü olduğumuzu düşünüyorum, içeri girdiğimde daha umutsuzdum.

“Ne olacak acaba diye düşünüyordum. İçeri girdikten sonra aslında durumun böyle olmadığını gördüm. Bizim gözümüzde bunlar yıkılmaz gibi görünüyor; ama bu böyle değil. Şimdi bunu nasıl anlarsın? Sistemin işleyişine, mekanizmalarına bakarsın.

“Kendi içlerinde korkunç çelişki halindeler.

“Polislerin tutumuna bakıyorsun, hiçbiri birbirini sevmiyor, birbirine şüpheyle bakıyorlar ve içlerinde klikler oluşmuş durumda.

“Geçmişte nasıl Fethullahçıları getirdilerse, şimdi Menzilcileri yerleştiriyorlar. Bundan da içeride rahatsızlıklar oluşuyor.”

Kaldığı yerden şöyle devam ediyor: “Ben de zaten ilk girer girmez şunu söyledim; ilk aldığınızda da Ergenekoncu dediniz ve bizi fetocular almıştı, şimdi feto ile ilişkilendirmeye çalışıyorsunuz, 2019’da büyük ihtimalle seni ‘AKP terör örgütü’nden alıyoruz diyeceksiniz. Adamlar da ‘İnşallah’ dedi.

“Sistem için o örgüt bu örgüt hiç önemli değil. Filler değişiyor; ama sürekli çimenler eziliyor.

“İçinde bulunduğumuz koşul sistemin en güçsüz olduğu koşul. Bizler ise en çok mücadeleye asılmamız gereken dönemde sistemin kendi moral bozukluğunu yaşıyoruz.

“Saldırılar var; ama geçmişte de saldırılar vardı. Bu dönem biraz daha fazla biraz daha üst boyutta; ama bu ezenler ile ezilenler arasındaki çelişkinin arttığını gösteriyor. Sistem aslında kendini korumak için saldırıyor. Köşeye sıkışmış durumda. Bunların bir vizyonu yok. Bunların bir projesi de yok.

“Böyle bir durumda, morali bozulan, ülkeyi terk etsek mi diyen muhalifler türedi. Aslında rüzgâr bizden esiyor, objektif şartlar ciddi derecede olgunlaşmış durumda. Bu ülkenin tarihinde hiç olmadığı kadar devrime yaklaşılmış durumda.

“Onlar da bizi, kendimizi gördüğümüzden daha büyük görüyorlar. Sadece farkında değiliz. Kendi gücümüzü küçümseyip, karşı tarafın gücünü abartıyoruz.

“Gezi’yi bile belleklerimizden silmeye çalışıyorlar ve başarılı olmaya da başladılar. Onlar da kendilerine kahramanlık hikâyeleri uyduruyorlar.”

Abluka topyekûn direnişle dağıtılacak

“7 Haziran’dan Kasım’a kadarki 3 aylık süreçte çok büyük taktik hataların yapıldığını düşünüyorum; yani egemenler çok apışıp kalmışken, aptallaşmışken, bizimkilerin de oturup seyrettiğini, biz seyrederken onların kendini toparladığını, yeni projeleri ortaya koyduğunu, stratejiler çizdiklerini düşünüyorum; ama biz sessiz kaldık. ‘Amaan, kazandık, bitti’ gibi düşündük.”

“IŞİD’e bombaları kim taşıyorsa, bombayı da patlatan o yani bizce. Toplum, korkularını aşmış bir toplum değil. Zaten korkular en büyük esaret. Korkularından kurtulunca zaten özgürleşiyorsun. Şimdi korkularımızdan kurtulmuş değiliz” diyerek cevaplamaya başlıyor oluşturulan ablukanın nasıl dağıtılacağı sorusunu. Sonra aklındaki anahtarı söylüyor. Taylan’a göre o anahtar Gezi ruhu.

“Bu da şu demek değildir; laylaylom gidiyoruz falan değildir. Gezi’de o dönemde ‘Aman şunu yapmayalım, aman bunu yapmayalım’ diyen insanlar ‘Aman niye yapmamışız, biz çok aptallık etmişiz’ diye düşünüyor; yani aslında ideolojik olarak da insanlar belli bir konuma geldi. Burada büyük bir dayanışma ağının örülmesi lazım; samimi, statükocu olmayan.”

“Gerçekten birleşik bir cephenin oluştuğu, o birleşik cephede kimin sesi fazla çıkıyor, kimin az çıkıyor tartışmalarının yapılmadığı… Aslında ideolojik tartışmalar tabii ki yapılsın; ama bu ideolojik tartışmalar ayrılık temelinde yol almasın yani.

“Bu saldırılar varken bir bütün, topyekûn saldırıya topyekûn direniş gerekiyor. Bu direnişi yaparken de gerçekten kendi özgünlüğünde, kopyalamadan, kitlelere kendimizi doğru bir şekilde direkt anlatarak…

“Şu anda kitlelerden bir kopuş sürecindeyiz; yani kitleler örgütsüz. Sol, sosyalist düşünceye meyilli kitlelerin büyük bir çoğunluğu, hatta %90’ı örgütsüz; yani örgütlenme noktasında sıkıntımız var. Bu örgütsüzlük neden? Kendimizi bir şekilde zaten buna örgütleyememişiz. İnanmıyoruz bazı şeylere… Evvela birincisi bu sürece inanmamız lazım. Süreci iyi okumamız lazım. Süreç sadece onların gazetelerde televizyonlarda yazdığı gibi değil yani.”

İlkede domuz, taktikte tilki olmalıyız

“Şuna karar vermemiz lazım, biz devrim mi istiyoruz, yoksa devrim ütopyasıyla yaşamak hoşumuza mı gidiyor? Buna bir karar vermemiz lazım.

“Biz devrim istiyorsak o zaman devrimi yapacağız.

“Devrimi nasıl yapacağız? Karşımızdaki güç sarsılmış, o zaman biz toparlanacağız; karşımızdaki güç umutsuzluk pompalıyor, o zaman umutlu olacağız. Karşımızdaki güç ‘Siz hiçbir şeysiniz, sizi ezeriz’ diyor, biz de o zaman ne olduğumuzu onlara göstereceğiz; bizim hangi kuşağın ardılları olduğumuzu, kime nasıl direndiğimizi, nasıl biat etmediğimizi… Bu zamana kadar nasıl kol kola dayanışarak geldiysek, bu zamandan sonra da böyle gideceğimizi onlara göstereceğiz.”

“Bizim önderlik sorunumuz var. Kişisel bir önderliği kastetmiyorum. Gezi’nin birçok katkısı varsa da kitlenin gerisinde kaldık.”

“Şimdi bu sorunu çözme adına doğru bir önderlik yaratılması lazım. Bu önderlik de bireylerin, kişilerin üzerinde, sembollerin üzerinde şekillenen değil, kurumsal bir önderlik olması lazım; yani kurumun kendisinin önderlik olması lazım.

“İlkede domuz, taktikte tilki olmamız gerekir, Lenin yoldaşın dediği gibi. Sadece biraz şunu düşünmemiz lazım: ‘Ben devrimi istiyor muyum, sosyalizmi istiyor muyum? İstiyorsam ne yapmam lazım?’ İçeride biraz kaldığımız için ‘FETÖ’den alınanlarla, ‘Allah için ne yaptın’ diyorlar ya birbirlerine, bizim de bugün ‘devrim için ne yaptın’ı kendimize sormamız lazım. Biraz daha gerçekten işin özüne eğilmemiz lazım, biraz sarılmamız lazım yani.”

“Birleşik bir cepheyle, gerçekten samimi bir cepheyle; hiç kimsenin kendi örgütünün iradesini birbirine vermediği, eylem birlikteliği kriterinde, topyekûn saldırıya topyekûn direniş örülebilir. Çelişkileri kullanacağız yani. Büyük bir çelişki var. Devrimcilerin yeşerebileceği çok büyük bir yaşam alanı var. Bunu değerlendirmemiz lazım.

“Son olarak da Kaldıraç’a teşekkür ederim, verdiği destekten ötürü. Uzun zamandır takip ediyorum derginizi zaten. Gezi’yle beraber zaten iyi bir şey oturdu. Bu da çok umut verici… Gerek Gezi ailelerini sahiplenişiniz; örgüt ayrımı yapmadan sahiplenişiniz, gerek kimseyi ideolojik-fraksiyonal ayrılıklardan görmeyip sahiplenişiniz, devrimci her eylemi sahiplenişiniz, bu anahtarlardan bir tanesi yani. Hepimiz bunu da örnek almalıyız… Teşekkür ediyorum.”

Geçmiş olsun Taylan, mücadeleye devam…

Taylan, içerik itibariyle konuştuklarımızın bir kısmı biraz can sıkıcı olsa da, sohbeti çok keyifli biri… Röportaj boyunca anlattıklarından ve ettiğimiz sohbetten insanî yönünün çok güçlü olduğunu anladım.

Geçmiş olsun yoldaş, mücadeleye devam!..

“Yerli sermayeye kapalı” bir şirket; Türkven

Bu açıklama eğitim sektörünün tekellerinden Doğa Koleji’nin satışıyla ilgiliydi. Yayınladığı açıklama aşağıdaki gibi:

“Doğa Okulları’nın %100 hissesi için nihai satış anlaşması 20 Ağustos 2016 tarihinde (bugün) imzalandı. Satış işlemi, Türkiye’nin gayrimenkul sektöründe önde gelen şirketlerinden Metal Yapı Konut ile Fethi Şimşek ve Turkven tarafından danışmanlık verilen yabancı yatırımcılar arasındaki anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanmış oldu. Doğa Okulları kurucusu Fethi Şimşek yaptığı açıklamada “Kurup yıllardır itinayla büyüttüğümüz okulumuzu bu kıymetli ve hayırsever işadamına devretmek bize gurur veriyor. Doğa Okulları yıllardır başarıyla taşıdığı liderlik bayrağını, Türkiye’nin en büyük gayrimenkul şirketlerinden birinin kurucusu ve sahibi olan Ömer Saçaklıoğlu ile daha yükseklere taşımayı hedeflemektedir” dedi. Turkven’den yapılan açıklamada “Doğa Okulları yeni sahibi ile çok büyük başarılara imza atacaktır. 2000 yılından bu yana Türkiye’ye 5 milyar ABD $ mertebesinde yatırım getirdiğimiz için gururluyuz ve 2017 sonuna kadar 1 milyar ABD $ yatırımı daha ülkemize çekme hedefimiz var” denildi.”1

Türkven’i kamuoyunda gündem eden bu satışla ilgili havuz medyasında bir çok yazı ve haber yayımlandı. Yeni Akit bu satışı sayfalarında yazdığı habere eklediği, “DOĞA KOLEJİ’NİN ALICILARI BİR ANDA NASIL DEĞİŞTİ?” ara başlığı altında:

“CUMA gününe kadar Mehmet Büyükekşi, Haydar Sancak ve Tema Holding/LC Waikiki ve Küçükler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Vahap Küçük’ün (Muharrem Usta yerine sonradan konsorsiyuma girdi) yer aldığı konsorsiyumun Doğa Okulları’nı alacağına kesin gözüyle bakılırken alıcı nasıl değişti? Mehmet Büyükekşi, haziran ayında pazarlık masasındayken yaptığımız sohbeti hatırlatarak, “O gün görüşmelere başladığımızı söylemiştim. Şirket satın almak kolay değil. Kimi zaman 9 ay sürüyor. Bizim Antep’te bir söz vardır. Bir kızı bin kişi ister biri alır, diye. Şirket satın almada böyle bir şey” diyor. Büyükekşi, grubun zaten başkalarıyla da görüşme yaptığını belirtiyor ve “Ömer Saçaklıoğlu bizden daha yüksek verdi ki ona sattılar. Alana hayırlı olsun” diye devam ediyor. Sürpriz satışın nedeni son aylarda Doğa Okulları’na yönelik iddialar ve bazı okulların cemaatle ilişkili olduğu için kapatılmasıyla ilişkili mi? Bu soruya tabii ki yanıt verilmese de gerekçenin “ticari” olması pazarlık masasına yansıdığını gösteriyor. Saçaklıoğlu gayrimenkul sektörünün çok tanınmayan aktörlerinden.” şeklinde gördü. Ardından da “1980’de Florya’da ilk apartmanını inşa eden Saçaklıoğlu, Metal Yapı Konut AŞ’nin sahibi. Saçaklıoğlu’nun aynı zamanda Aydınlı İnşaat’ın sahibi Ömer Faruk Kavurmacı ile de Vizyon İşletme Yönetim AŞ’de ortaklığı bulunuyor.” bilgisini vermeyi gerekli gördü. 2

Doğa kolejinin yeni patronu Saçaklıoğlu’nun eski ortağı Kavurmacı, Tuscon üyesiydi. Cemaat operasyonlarında tutuklanmıştı. 3

Havuz basınının bir diğer gazetesi Sabah Gazetesi de, Doğa Koleji’nin yeni patronuyla ilgili ayrıntılı çalışma ihtiyacı hissetti. Mahmut Övür, 4 Eylül tarihli köşesinde “Doğa Kolejleri’nin satışıyla ilgili kafalarda oluşan onlarca soru işareti hala cevabını bekliyor.” dediği yazısında Fethi Şimşek ve Türkven’e sorular soruyor. Aradaki sorular biz halkları ilgilendirmekten çok patronların kendi iç çekişmeleri. Bu arada Sancak grubunun ihaleyi alamamasından kaynaklı bizim de öğrendiğimiz bazı şüpheler açığa çıkıyor. Aradaki soruları merak edenler yazıya ulaşabilirler; ama Övür’ün sorduğu son soru sermaye, iktidar ve devlet ilişkilerini sonuna kadar teşhir ediyor. O son soruda: “Ve son bir soru da Fethi Şimşek’e… Bu okulların önce yüzde 70’ini sonra da yüzde 30’unu sattınız da devlete ne kadar vergi ödediniz?” diyor.4

Evet bu soruyu biz de soruyoruz. Ne kadar vergi ödediniz? Bu sorulara biraz ara verip Türkven neymiş diye sorarsak…

Türkven; ilk “bağımsız” girişim sermayesi

2000 yılında kurulan şirket, resmi internet sitesinde, yerli yatırım kabul etmediğini ifade ediyor. Hissedarları arasında, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma ve Yeniden Yapılandırma Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Hollanda Kalkınma Bankası yer alıyor.

Şirket sadece Doğa okullarına yaptığı yatırımlarla değil; başta Digitürk, Migros, Dominos, Mavi olmak üzere farklı sektörlerdeki birçok şirketle ilişkileri ve bunlara yaptığı yatırımlarla dikkat çekiyor.

Şirketin yöneticiliğini, forumlarda “Yahudi sermayesi”yle ilişkili olduğu söylenen Seymur Tari yaparken, yönetim ekibinin kalanını da ağırlıklı olarak Mckinsey’den transferler oluşturuyor. Bir kısmını da Goldman Sachs gibi tekellerden transferler oluşturuyor.

Bu düzeyde büyük tekellerin birbirinden yönetici transferi çok kolay gerçekleşmiyor ve yönetici kadrosunun bütününe ve Türkven’in yatırımcılarına baktığımızda, bu şirketin, Anadolu topraklarına özel bir kapitalist-emperyalist planlama olduğu anlaşılır. Daha detaylı bilgi için Türkven’in resmi sitesi ziyaret edilebilir.5

“Kapitalizm saldırı altında, onu geliştirebiliriz: Mckinsey”

Mckinsey üzerine araştırma yaparken karşımıza sık sık çıkan makalelerin başlıklarından birinde, “Kapitalizm saldırı altında, onu geliştirebiliriz.” yazıyor. “Yeniden yapılanan kapitalizm” başlıklı makalede, kapitalizmin sürdürülebilirlik arayışları yer alıyor, şirket de bir yanıt olarak sunuluyor. Ömrünü tüketen, çürüyen ve çürüdükçe toplumu da çürüten kapitalizmin sürdürülebilirlik tartışmaları bir yana6 bu şirketin Fortune dergisinin en büyük 100 şirket listesinin çoğunun danışmanı olduğu biliniyor. Yani dünyadaki sermayeyi yöneten şirketlerin başında geliyor.

Resmi sitesinde “McKinsey, 9000’den fazla danışman ve yaklaşık 2000 araştırma ve bilgi profesyonelinden oluşuyor. 60’dan fazla ülkede ofise, bu ofislerde 130 dilden çalışana sahibiz ve 100’den fazla ulusu temsil ediyoruz.

Müşterilerimiz global yapımızı yansıtıyor. Müşterilerimizin yaklaşık %40’ı Avrupa’da, %35’i Amerika’da, %15’i Asya Pasifik’te ve %10’u ise Orta Doğu ve Afrika’da yer alıyor. Özel ve kamu kuruluşlarından ve sosyal kuruluşlardan oluşan geniş kapsamlı bir müşteri yelpazesine hizmet veriyoruz.”

Ayrıca McKinsey, 1995’te İstanbul Ofisi’ni açmadan önceki dönemde, 1980’lerin ortasında, Türkiye’nin Avrupa Birliği başvurusunu şekillendirmesine yardımcı olduğunu ifade ediyor. Sonraki dönem faaliyetlerine ilişkin, “2003 yılından itibaren, Atina, İtalya ve Tel Aviv Ofisleri ile gerçekleştirilen ortaklıklar sayesinde, lokal başarılar temel alarak, bölgedeki müşterilere destek sağlanmış; böylece hem müşterilere hem de danışmanlara daha geniş bir topluluğun desteği ve rehberliği sunulmuştur. İstanbul Ofisi, 2014 yılı itibarı ile daha geniş bir bölgeye bağlı kalsa da Akdeniz Bloğu’ndan (Mediterranean Complex) ayrılmıştır.” yazan şirketin, paylaşım savaşı da göz önüne alındığında son dönemde Ortadoğu’daki yatırımlarını artırmaya dönük hareket ettiğini tahmin etmek zor değil.

1980’den beri neoliberal saldırganlığın artmasıyla beraber Anadolu’da yer almaya başlamış olan

Mckinsey ve gene bu saldırının artırıldığı milenyum başlarında kurulan Türkven, sermayeyi tek elden yönetmeye bir olanak sağlıyor. Bu şirketler sermayenin temerküzünü sağlamaya çalışarak sömürge ülkelerin kemiğindeki eti yedikten sonra iliğini de hüpletiyorlar.

Kapitalist-emperyalizm işleyişinin doğal sonucu olarak, kendini sürdürebilmek için sürekli daha fazla sömürüye muhtaçtır. Bölgemizde yaşadığımız savaş da, işsizlik de, açlık da, bunun sonucudur. Kapitalizmin insanlığa başka vaadi kalmamıştır.

1 http://turkven.com/files/document/doga-okullari-basin-aciklamasi_95910.pdf

2 http://www.yeniakit.com.tr/haber/doga-kolejinin-satisinin-perde-arkasi-204653.html

3 http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2016/09/08/omer-faruk-kavurmaci-tutuklandi

4 http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2016/09/04/doga-koleji-ve-turkvene-yeni-sorular

5 http://turkven.com/

6 http://www.mckinsey.com/global-themes/long-term-capitalism/redefining-capitalism

 27 Ekim 2016

OHAL’in bilançosu

İlk 3 ayda çıkartılan 8 Kanun Hükmünde Kararnameyle yağma ve talanın önündeki her tür yasal engel ortadan kaldırılırken, sermayeye kaynak aktarımını hızlandıracak Varlık Fonu A.Ş. gibi paralel ekonomi kurumları oluşturuldu, Kiralık İşçi Büroları yasallaştırıldı, bir çok ilde eylem yasakları getirildi.

Darbe girişimini ‘Allah’ın lütfu’ olarak görenler, emekçilerin esaret koşullarının, baskı ve yağmanın derinleştirilmesi hedefiyle OHAL’i 19 Ekim’de 3 ay süresince uzatma kararı aldılar.

OHAL ve KHL’ler ile ilk 3 ayda (20 Temmuz-20 Eylül tarihleri arasında);

  • 1061 anaokulu, ilk ve ortaöğretim okulu
  • 15 özel üniversite,
  • 113 yurt ve pansiyon,
  • 35 sağlık merkezi ve hastane,
  • 1.225 dernek,
  • 104 vakıf,
  • 19 sendika kapatıldı.
  • 35 belediyeye kayyum atandı.
  • 18 TV kanalı, 45 gazete, 15 dergi, 3 haber ajansı, 23 radyo, 29 yayınevi, sol, sosyalist kimlikli ve Kürtçe başta olmak üzere çok dilli yayın yapan 12 TV ve 11 radyo kanalı kapatıldı, internet sitelerine erişim engellendi ve TV kanallarının bir bölümünün taşınmazlarına el konuldu.
  • 128 gazeteci tutuklandı, 2 bin 500’e yakın gazeteci işsiz kaldı.
  • 40 bin kişi gözaltına alındı, 32 bin kişi tutuklandı.
  • Tüm kamu kurum ve kuruluşlarından 93 bin personel görevden uzaklaştırıldı, 59 bin 841 personel kamudan ihraç edildi.
  • HSYK kararı ile 3 bin 456 hakim ve savcı meslekten çıkarıldı. 2 Anayasa Mahkemesi üyesi de bu kapsamda meslekten men edildi. Danıştay ve Sayıştay’dan KHK’larla ihraç edilen personel sayısı 167 oldu.
  • Milli Eğitim Bakanlığı, Fetullahçılarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle 28 bin 163 öğretmeni ihraç etti. Ardından, 9 bin 843’ü Eğitim Sen üyesi olmak üzere, 11 bin 285 öğretmen daha açığa alındı.
  • YÖK, 1577 dekanın istifasını istedi, dekanların tamamı istifa etti. YÖK’e çağrılan rektörler ve (görevden istifa ettirilen dekanların yerine vekaleten görev yapan) vekil dekanlar, devlet ve vakıf üniversitelerinde 5 bin 247 personel hakkında işlem başlattı. Bunların 4 bin 225’i görevinden uzaklaştırıldı, 2 bin 341’i ise ihraç edildi.
  • TSK’dan 4 bin 500 asker, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden 9 bin 331 polis ihraç edildi.
  • 56 bin kişinin pasaportu iptal edildi.
  • Ankara ve Diyarbakır gibi birçok kentte toplantı, gösteri ve yürüyüşler yasaklandı.
  • Gözaltı süresi 30 güne çıkarıldı ve 5 gün avukatla görüş yasağı getirildi.
  • OHAL kapsamında, Fetullahçılara finansal destek sağladığı gerekçesiyle, ciroları 50 milyar lirayı aşan 200 civarında firma TMSF’ye devredildi. TMSF, tekstilden inşaata, eğitimden lojistiğe kadar hemen her sektörde faaliyet gösteren dev bir holdinge dönüşürken, TMSF’ye devri gerçekleşen firmaların 30 bine yakın çalışanının akıbeti ise belirsiz.

29 Ekim’de çıkartılan 675 ve 676 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle;

a) Bin 267 akademisyen üniversitelerden ihraç edildi.

b) Devlet üniversitelerindeki rektörlük seçimleri kaldırıldı. Rektörlerin YÖK’ün önerdiği 3 isim arasından cumhurbaşkanı tarafından seçilip atanması karar altına alındı.

c) “Terör” kapsamındaki davalarda en fazla üç avukatın savunma yapabilmesi karar altına alındı.

d) İçinde DİHA, JINHA, Azadiya Welat, Yüksekova Haber ve Evrensel Kültür’ün de yer aldığı 15 yayın kuruluşu kapatıldı.

Kaynak: İHD, Cumhuriyet, Direnişteyiz, 29 Ekim 2016

 

 

Samandağ’da kararlı direniş

“Dayanışma ile aşacağız”

Kamu emekçilerine yönelik hukuksuz, keyfi saldırılar sona erene kadar direnişlerine devam edeceklerini söyleyen Eğitim-Sen Samandağ Şube Başkanı Cüneyt Kayıkçı, “Ekmek ve onur mücadelemiz, birini diğerine tercih edeceğimiz bir mücadele değildir. Ve birini bir diğerine tercih etmeyeceğiz. Ekmeğimiz azalabilir, bölüşeceğiz. Sıkıntılarımız artabilir, dayanışmayla aşacağız. Öğrencilerimizi istiyoruz, okullarımızı istiyoruz” açıklaması yaptı.

Kaynak: İşçi Gazetesi, 13 Ekim 2016

15 Ekim, KESK ve kitlesel direniş hattının örgütlenmesi

Olağanüstü dönemlerden geçiyoruz. 7 Haziran seçimlerinden bu yana bütün dengesini kaybetmiş olan devlet, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası saldırılarını zirveye çıkarırken, kendi varlığını bu saldırılara bağlamış gözüküyor.

Her türlü hak arama eylemi, onun için nefes borusunu tıkayan bri cisme dönüşüyor. Bu yüzden ki, can havliyle saldırıyor. Saldırının boyutu; duruma, yere, kişiye göre farklılıklar gösterse de, genel amacı aynıdır. Amacı; toplumun her kesimine diz çöktürmek ve boyun eğdirmek, korkuyu ve eylemsizliği tüm topluma yaymaktır.

Devlet açısından her zaman bir tehdit olarak görülen KESK ise,b u saldırılardan nasibini aldı ve almaya devam ediyor. Tarihin her döneminde saldırıların hedefi haline gelen kamu emekçileri ve onların mücadele örgütü KESK, tarihinde hiç karşılaşmadığı kadar yoğun bir baskı ve yıldırmap olitikasının hedefi haline gelmiş durumdadır.

15 Temmuz’dan bu yana 100 bine yakın kamu çalışanı açığa alınmış, 50 binden fazla kamu çalışanı ihraç edilmiştir. Bu rakamların arasında KESK üyesi olan kamu emekçilerinin sayısı ise 10 binden fazladır. Üstelik açığa almalar ve ihraçlar sürecin sadece bir yönüdür. İşin diğer tarafında, bir bütün olarak kamunun tasfiyesi ve uzun süredir dillerinden düşürmedikleri kamu emekçilerinin iş güvencelerinin yok edilmesi vardır.

AKP, OHAL ve KHK’ler ile kamu emekçilerinin bütün haklarına saldırmakta, her birimizi, her söylenene biat eden birer kapı kuluna çevirmek istemektedir.

Tarihinin en büyük ve en yoğun saldırısına maruz kalan KESK’in, bu süreci alışılmış mücadele yöntemleri ile karşılaması beklenemez, beklenmemelidir. Buna rağmen, kitlesel açığa almaların başladığı 9 Eylülden bu güne kadar geçen sürede KESK’in eylem hattı bu beklentinin çok gerisindedir.

Sürecin başında mücadele hattını üç sacayağı üzerine oturttuğunu deklare eden KESK, mevcut hali ile bu mücadele hattını örgütlemekten oldukça uzak görünüyor.

Süreç neredeyse sadece hukuk ve diplomasi faaliyetlerine indirgenmiş, dayanışma ve direniş ise havada kalan birer seda halini almıştır.

Dayanışma, ihraç edilen üyelere dönük maddi yardıma indirgenmiş, direniş ise basın açıklamaları etrafında şekillenmektedir.

Söylemde sertlik değil, eylemde netlik!

Başta da dile getirdiğimiz gibi, olağan üstü dönemlerden geçiyoruz. Dolayısıyla, bu büyük saldırıyı olağan eylem biçimleri ile püskürtmenin olanağı yoktur.

KESK tarafından yapılan her açıklamada direniş ve mücadeleden yüksek perdeden bahsedilse de, sürecin örgütlenmesi üyelerine dayanmayan, kitlesellikten uzak, amacı belirsizleşmiş, günü kurtarmaya dönük protesto eylemleri şeklinde götürülmektedir.

Açıktır ki, ihtiyacımız olan şey sözde sertlik değil, eylemde netliktir. Bunun yolu da hedefi belli, aşamaları belirlenmiş bir mücadele programının oluşturulup ısrarla ve inatla bu programın hayata geçirilmesidir.

Özellikle son “15 Ekim Mitingi” ve örgütlenmeye çalışılan 15 günlük eylem planı, tüm KESK’lilerin ve KESK içerisindeki ileri güçlerin üzerine düşünmeleri gereken bir durum olarak karşımızda durmaktadır.

Yasaklanan 15 Ekim Mitingi bazı KESK ve bağlı sendika yöneticileri tarafından adeta ‘sevinçle’ karşılanmış, eylem sonrası yapılan değerlendirme toplantısında bu tutum oldukça çarpıcı bir şekilde açığa çıkmıştır.

250-300 kişilik basın açıklaması, üstelik yaklaşık 150 kişi yürüyüş kolları ile gelmişken, çok başarılı bir eylem olarak değerlendirilmektedir.

Bu bağlamda;

  1. KESK, kamu emekçilerinin ve kamu emekçilerine dönük saldırıların esas muhatabı ve sözcüsü olarak konum almalıdır.

Kendisi dışında hiçbir gücün açıklamalarına ve bu süreçten siyasi rant elde etmesine izin vermemeli, açığa alınan üyelerinin boş ve beklenti içine sokulmalarına neden olan açıklamaları kesinlikle engellemelidir.

  1. Açıktır ki süreç, hukuki ve diplomatik faaliyetlerle geçişitrilmeyecek kadar sert ve çetin geçecektir.

Çünkü karşı karşıya olduğumuz saldırı, içerde ve dışarda halklara dönük 1 yılı aşkın süredir sürmekte olan savaşın işçi ve emekçilere genişletilmesidir. Dolayısı ile bu sürecin altından kalkmak sadece KESK’in başarabileceği bir durum değildir. İşçi ve emekçilere dönük bu saldırı, ancak bir Birleşik Emek Cephesi ile ve sokakta, direnişle ve eylemli bir şekilde püskürtülebilir.

Dolayısıyla eylemlere olan katılım sayısına bakmadan, ilkeli ve ısrarcı şekilde hareket edilmeli, asla geri adım atılmamalıdır.

  1. Dersim, Samandağ gibi örnekler göz önüne alınarak toplumunt üm kesimlerinin katıldığı en geniş eylem biçimleri yaygınlaştırılmalıdır.

Özellikle Kocaeli Dayanışma Akademisi örneği oldukça öğreticidir. Bu ve benzeri yerel eylemler, moral değerlerin yükseltmesi, dayanışma duygusunu geliştirmesi ve direnişin kazandırıcı yönünü göstermesi açısından geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.

  1. KESK ile üyelerinin karşılıklı olarak güven duygusu zedelenmiştir. Bu duygu birlikteliği ve örgütsel birlik sağlanmadan her eylem ve etkinlik kadük kalacaktır. Bunu yenmenin yegâne yeri ise işyerleri ve şube odaklı yerel eylem ve etkinliklerdir.

Atılacak her adım şubeler/temsilciliklerde ve beraberinde temsilciler aracılığı ile işyerlerinde tartışılmalı, örgütlenmelidir. Her işyeri, sendika politikaları ve kararlarının hayata geçtiği eylem alanları haline getirilmelidir.

  1. Dayanışma adına ne yapılıyorsa, eyleme dönüştürülmeli, en geniş kitleyi katacak sürecin parçası haline getirecek şekilde ve en geniş duyurusu yapılarak yeni eylem biçimleri örgütlenmelidir.

Gözaltına alınan, tutuklanan, açığa alınan ve ihraç edilen üyeelre dönük somut, kitlesel eylemler organize edilmelidir.

Kitlesel direniş hattını örgütleyelim!

KESK’ in tarihi mücadele deneyimleri ile doludur. Yaşadığımız bu saldırıları püskürtecek ve geriye çevirecek güç KESK tarihinde ve değerlerinde mevcuttur. Yeter ki kendi gücümüze güvenelim. Tüm KESK üyeleri asla şikayet etmeden, ama sonuna kadar eleştirerek KESK’E sahip çıkmalı ve mücadelenin içinde aktif olarak yer almalıdır.

Asla aklımızdan çıkarmamalıyız ki, içinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatacak güç örgütlü gücümüzdür.

Süreci tersine çevirmek, açığa alınan üyelerin görevlerine dönmesi, bu ağır saldırıyı püskürtmek kitlesel direniş hattını örgütlemekten geçmektedir.

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!

Kaldıraç Okuru Kamu Emekçileri

18 Ekim 2016