Ana Sayfa Blog Sayfa 40

“Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır”

Seçim süreci, bir kez daha, umutları ile oynanmış insanların yeniden umutsuzluğa, çıkışsızlığa, çaresizliğe hapsedilmesi girişimidir.

Seçim sürecinin kendisindedir mesele.

Saray Rejimi, seçim ve sandık meselesini, usulünce çoktan gömmüştür. 2015 yılından bu yana, tüm seçimler, değil “demokratik” olmak, yasalara da uygun değildir, hilelidir. Bu nedenle, 2015 yılından bu yana, seçimler sonucu oluşturulan tablo, meşru değildir. 7 Haziran seçimleri ile iktidardan düşmüş olan AK Parti-Erdoğan, seçimleri iptal etmiştir ve kasım seçimlerine kadar her türlü katliam devreye sokulmuştur. Suriye savaşında İslamî çetelerle kurulan ilişkiler, içeride meyve vermiştir. Tüm bu bombalamalar, devletin tüm organları ile, bu çeteler kullanılarak yapılmıştır. Ardından, 15 Temmuz müsameresi, ardından referandum, ardından 2018 seçimleri ve şimdi 2023 seçimleri, hepsi hilelidir.

Bugün, CHP eli ile, Millet İttifakı eli ile umutları ile oynanmış olan okuryazar takımı (OYT), bu duruma düşmek konusunda kendi hatalarına da dönüp bakmalıdır. O burnu havada tutan tutumları yerine, başlarını birazcık eğip, devlet konusunda bu denli önyargıya nasıl sahip olduklarını bir kere daha düşünmelidir.

Bizim için değil bu düşünme daveti, elbette kendileri için.

Bu OYT ne kadar umutsuzluğa düşerse, o denli kendi umutsuzluğunu çıkışsızlık olarak sunmakta, o denli “bu halktan adam olmaz” teranesini tekrarlamaktadır. Bu nedenle, düşünme yeteneklerini de kaybetmeye başlamışlardır. Her durumda kendilerini haklı görecek açıklamalar yerine, gerçekte devlet denilen iç savaş makinasını tanımadıklarını anlamaya başlamalıdırlar. Zira, sıra onlardadır. Hapishaneler, savaş meydanları, onlara kucaklarını açmış durumdadır. Kaçışları yoktur.

Şimdi, işçiler ve emekçiler, samimi olarak çıkış yolu arayanlar, direnenler, kadınlar ve gençler, bu “umutsuzluk” teranelerine kulaklarını tıkamalıdırlar.

Önümüze, mücadeleye bakmamız gerekir.

Biz, yoldaşlarımız, devrimciler, bugün, çıkış yolu direniş hattını büyütmekte, örgütlemektedir, çıkış yolu bir sosyalist devrimdedir dediğimizde, bize ilk verilen yanıt, “bu imkânsız, hayal.” Belki de “hayal”dir, iyi ama daha iyi bir fikri olan yoksa, bu hayal için dövüşmeye değerdir.

Bu ülkede sınıf savaşımı mı bitti?

Bu ülkede emek-sermaye çelişkisi mi ortadan kalktı?

Bu ülkede, tarihsel materyalizmin kuralları mı işlemiyor?

Elbette gerçekçiyiz.

Bu ülkede, onlarca yıldır her türlü savaş devreye sokulmuş olduğu hâlde, bastırılamayan bir Kürt devrimi var, hemen yanı başımızda.

Bu ülkede, Gezi’den beri, 10 yıldır durdurulamayan, onca baskıya, onca şiddete, iç savaş hukukuna rağmen ve daha bunca örgütlülük zayıf iken, durdurulamayan bir direniş var, bir toplumsal direniş.

Bu direniş, işçi sınıfının, kadınların, çevrecilerin, gençlerin direnişi olarak sürekli farklı yerlerden ortaya çıkmaktadır.

Elbette bu direniş, aynı anda ülkenin her yanında ortaya çıkmamaktadır. Ama normal olanı da budur. Direniş, örgütlü de değildir. Kendiliğinden karakteri daha gelişmiştir. Ama bu direnişe katılan kitleler, işçiler, kadınlar, gençler, yaşlılar, devleti biraz daha yakından tanıma olanağı elde etmekte, direniştekilerin kendi dava yoldaşları olduğunu, yalnız olmadığını görmektedir.

Direnenler, her an ve her direnişte, yeni şeyler öğrenmektedir.

Öğrendiğimiz şey somuttur; eğer mücadele edersek, eğer daha örgütlü mücadele edersek, eğer direnişi yaygınlaştırırsak, eğer sınıf kardeşliğini geliştirebilirsek kurtuluş, devrim mümkündür.

Ve tersinden, eğer sürekli en yakın çevremize yakınmakla yetinirsek, eğer içinde kendimiz de yer aldığımız halka küfredersek, eğer sürekli bu halktan bir şey olmaz demeye devam edersek, eğer bizim gibi işçilere, bizim gibi kadınlara, bizim gibi gençlere güvenmezsek, eğer sürekli kendi postumuzu kurtarmakla uğraşırsak, eğer devletten dilenmeye devam edersek, eğer mücadele etmezsek, her gün daha da moralsiz, her gün daha fazla köle olacağız.

Mesele bu kadar açıktır.

Kimse kimseye, “ben seni kurtaracağım” demiyor. Biz, kendi ellerimizle, kendi irademizle kurtuluş yolunu örgütleyeceğiz.

Bu yol bellidir, sosyalist devrim ve komünizm yoludur. Dünyanın her ülkesinde yol budur ve dünya kapitalist sistemden temizlenene kadar bu mücadele devam edecektir. Bu yol, 1917’de de doğru ve geçerli idi, şimdi de doğru kurtuluş yoludur. Elbette mücadele etmek isteyenler için. Mücadele etmek istemeyenin, “kurtuluş yolu” arama isteği de olmaz.

Bugün, işçi ve emekçiler, ağır ekonomik kriz koşullarında, yaşam ve çalışma şartlarının sürekli kötüleşmesi ile karşı karşıyadır. Egemenler, içinde bulundukları ekonomik krizin tüm faturasını halka, işçi ve emekçilere yüklemek isteğindedir. Bunun için akıl almaz vergiler, zamlar devrededir. Sürekli olarak yoksuldan zengine servet aktarımı sürmektedir. Tüm vergiler, tüm kamu olanakları tekeller için, uluslararası sermaye ve onların ortakları için kullanılmaktadır.

Saray Rejimi, tüm bunları yapabilmek için daha fazla şiddet ve baskıyı artırmaktadır.

Saray Rejimi, içinde bulunduğu emperyalist bağlar, NATO ve ABD denetimi altında, savaş politikalarına hız vermektedir. ABD adına tetikçilik, TC devletinin her dönem yaptığı şeydir. Bugün, TC devleti, ABD ve NATO politikalarına uygun olarak, savaş hazırlıklarını geliştirmektedir. Binlerce yabancı savaşçıya yeşil pasaport verilmesi bundandır. Onlara ayda 2000 dolar maaş verilmektedir. İdlib ve Suriye’nin diğer yerlerindeki işgalci tutumları devam etmektedir. TC devleti, ABD tetikçiliğine, NATO tetikçiliğine çok da heveslidir. Kore savaşından beri, 50 cente asker satan bir geleneğin üzerine oturmaktadır Saray Rejimi.

Elbette bu savaş politikalarının içerideki yansıması, daha fazla vergidir, halkın çocuklarının, gençlerin savaş alanlarına sürülmesidir, kandır ve gözyaşıdır, baskıdır ve yalandır, yağmadır ve talandır.

Her işçi, her gün, daha zor şartlarda yaşamını kazanmak için fabrikaya, işe gitmek zorundadır. İşçiler, kadınlar, gençler artık daha net görmektedirler ki, gökten bir kurtarıcı gelmeyecek. Kurtarıcı biziz, kendimiziz, nasırlı ellerimizdir, zincir konulamaz düşüncelerimiz, zapt edilemez özgürlük ve mücadele bilincimizdir.

Öyle ise, somut konuşmalıyız.

Gerçekçi, ciddi ve somut konuşmaya ihtiyaç var.

Tüm işçileri, tüm kadınları, tüm gençleri, ülkenin tüm “insan” olmakta kararlı olanlarını, Saray Rejimi’ne karşı, sisteme karşı, kapitalist egemenliğe karşı, egemenin iktidarına karşı, para babalarının cennetlerini başlarına yıkmak üzere mücadeleye çağırıyoruz.

Bugün devrimcilerin görevi açık ve nettir: Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, örgütlemek ve bu yolla, sisteme karşı etkili bir mücadelenin yolunu döşemek.

Birleşik Emek Cephesi, kendi kaderini, kendi geleceğini kendi ellerine alma iradesi demektir. Bu yola girmek, buna girişmek demektir.

Birleşik Emek Cephesi, devrimci güçlerin, daha uzun erimli, daha kalıcı ve sonuç alıcı bir mücadele ortaklığı, savaş arkadaşlığı geliştirmesi demektir.

Birleşik Emek Cephesi, mücadelenin farklı alanlarında ortaya çıkan direnişleri, hayatın her alanında gelişmekte olan mücadeleyi birbirine daha sistemli tarzda bağlayabilme olanağının ortaya çıkması demektir.

Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının, siyasal sahnede, ben de varım, demesinin yoludur. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin kanallarından biridir.

Özellikle bugün, umutsuzluğu yılgınlığa dönüştüren liberal solcuların, OYT’nin etkisini kırmak ve işçi sınıfının, direnişlerin etkisini artırmak için, mücadele bizden Birleşik Emek Cephesi’ni örgütlemeyi istemektedir.

14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inin eleştirel hikâyesi | Sibel Özbudun – Temel Demirer

“Mücadele sandık demek değildir.
Sandığı dönüştürecek olan mücadelenin kendisidir!”[1]

David Bohm’un “Durum yoktur, sadece süreçler vardır,” saptamasından hareketle ele alınması gereken 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i, bir “sonuç” olmaktan çok tarihsel, ucu açık ve sınıf mücadelelerince biçimlendirilecek bir süreçtir; hem de Friedrich Engels’in, “Tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çelişkilerden doğar; bu bireysel iradelerin her birini ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır. Böylece, bir bileşke -tarihsel olay- doğuran, birbiriyle kesişen sayısız kuvvet, sonsuz bir paralelkenarlar dizisi oluşturur.” dediği üzere.

Abartılmaması ya da küçümsenmemesi gereken dinamik hikâyenin ulaştığı koordinatlar zımnî olarak Montesquieu ile Jean-Jacques Rousseau’nun tekzip edildiği denge(sizlik)de somutlanıyor.

Malum: Montesquieu “Kanunların Ruhu Üzerine” de,[2] cumhuriyet rejiminde halkın egemenliğini vurgulayıp, kuvvetler ayrılığının yurttaşların özgürlüğünün güvencesi olduğunu belirtir; Jean-Jacques Rousseau da “Toplum Sözleşmesi”nde,[3] yönetim biçimi ne olursa olsun, yasalarla yönetilen her devletin, meşruluğunu halktan ve yasalardan alan her rejimin, cumhuriyet olduğunu çünkü yalnız bu şekilde kamu yararının gözetileceğini belirtirdi!

Şimdi bunlar -lafziyatı bir kenara bırakırsak!- fiilî olarak söz konusu değil.

Kolay mı? Hem coğrafyamız hem de parçası olduğu sürdürülemez kapitalist uygarlık yol ayrımına geldi; çözümsüzleşen soru(n)ların hâlli giderek imkânsızlaşıyorken; coğrafyamızdaki verili tabloda iki noktanın altı çizilmeli: İlki, 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i ile toplumun yarısına yakın bir kesimini büyük bir düş kırıklığıyla yüzleşti. Diğeri ise söz konusu düş kırıklığı, ekonomik krizle çakışınca, ekonomik siyasi sınıf çelişkileri ve “kültür savaşları” keskinleşirken çalkantılı bir döneme adım atıldı.

Kemerler çok sıkı bağlanmalı! Çünkü sırtımız duvara dayandı ve tehlikeli bir güzergâha girdik!

Şimdi “Masallar ve efsanelerle beslenmiş bir kişi hiç onların hükmünden kurtulabilir mi?” sorusundan ve “Gece ürkütücüydü, en cesur olanların bile yüreklerini titretiyordu” saptamasından hareketle; “Uyanın! Uyanın ve evlerinizden dışarı çıkın!” diyen Selma Lagerlöf’ün uyarısını ya da “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka?// Ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar/ Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da,” dizeleriyle Edip Cansever’i anımsama zamanı.

Kim ne derse desin, cesaretle yeniden başlamak, umudu ayaklandırmak ve örgütlemek devrimcilerin görevidir.

O hâlde vazgeçişe “edebî/felsefi gerekçeler” üretmeye kalkışan pragmatizm yerine; Paulo Coelho’nun, “Bir gün kalkacaksınız ve hep hayal ettiğiniz şeyleri yapmaya vakit kalmamış olacak. Şimdi tam zamanı… Harekete geçin!” ya da Stefano D’anna’nın, “Artık, uyanma ve yeni düş kurma zamanıdır.” “Düşlerin harekete geçtiğinde her şey mümkün olacaktır!” satırlarına kulak verin.

KAVRAMLAR İLE GERÇEKLER

14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)ine ilişkin söylenmesi gereken ilk şey sosyalistlerin, devrimcilerin, Kürt yurtseverlerinin kendileri olamamalarının devreye soktuğu yıkımdır.

Nevzat Çelik’in, “Çok olmadığımız kesin/ Çok olan tarafta değiliz/ Çok olan tarafta olmayacağız,” dizelerindeki üzere varlıklarını legaliteye, seçim sandıklarına armağan etmesi mümkün olmayan sosyalistler, devrimciler, Kürt yurtseverler William Saroyan’ın, “Asıl zor olan kendin olmaktır”[4] uyarısını “es” geçtiler. Hep sağlarındaki şeylere eklendiler; buna da “taktik siyaset” falan dediler!

Bu yetmezmiş gibi “seçim/geçim” yaygaraları ile “devlet/demokrasi” kavramlarının sınıfsal içeriği ötelendi.

Oysa “Ne denli demokratik olursa olsun, hiçbir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuva diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini gören bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamaz da,”[5] tarifiyle müsemma kapitalist devlet açısından  “Demokrasi, her zaman kapitalist sömürünün koyduğu dar sınırlarla kuşatılmıştır, bunun sonucu olarak da her zaman aslında azınlığın demokrasisi olarak, yalnızca mülk sahibi sınıf için, yalnızca zenginler için kalmaktadır. Kapitalist topumda özgürlük, her zaman eski Yunan cumhuriyetlerde olduğu gibi kalmaktadır: köle sahiplerinin özgürlüğü. Kapitalist sömürünün getirdiği koşullar yüzünden, modern ücret köleleri, gereksinme ve yoksulluk tarafından öylesine ezilmektedirler ki, bunlar ‘demokrasiyle rahatsız edilemezler’, ‘siyasetle rahatsız edilemezler’, olayların günlük, sessiz gelişimi içinde, nüfusun çoğunluğu, kamu yaşamından ve siyasal yaşamdan uzaklaştırılmıştır.”[6]

Görülmeli; demokrasiyi insanlığın son siyasal tecrübesi olarak gören liberallerin yarattığı zihinsel kirliliğin siyasal maliyeti ağır oldu. Demokrasi eleştirisini solun geri çekmesi, sağlıklı ve tutarlı bir özgürlük mücadelesi verilmesini de büyük ölçüde sakatladı. Sosyalist sol zamanla liberal tezlerin etkisi altına girerek, toplumsal gücünü ve değiştirme kapasitesini yitirdi. Devrimci özellikleri bir retoriğe dönüşerek silikleşti.

Belirtilmelidir ki, yeryüzünde sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir demokrasi yoktur. Ne bugün ne de tarihte böyle bir demokrasi oldu. Demokrasi sınıfsal bir kavramdır ve her zaman sınıf mücadelelerinin yoğunluğuyla koşullanır. Ama sömürü düzeni ve toplumun sınıflı yapısı sürdükçe, demokrasi hâkim sınıf ya da güçlerin hukukunu ve siyasal düzenini ifade eder.

Tarihte ilk demokrasi deneyimlerinin yaşandığı antik Yunan’daki demokrasi, köle emeği üzerinde yükselirken; mülkiyet ilişkilerinden (üretim araçlarının özel mülkiyeti) bağımsız bir demokrasi yoktur, olamaz da!

Bu bakımdan kapitalizm koşullarında yapılan en demokratik seçimler bile, son çözümlemede, egemen güçler iktidarını yeniden üretirken; burjuva demokrasisi, her türden adaletsizlik, sınıfsal eşitsizlik ve sömürünün üstünü pırıltılı bir şalla örter. İşte demokrasi o şalın adıdır.[7]

İfade edilen gerçekler ışığında “seçim”ler ile “burjuva parlamentosu”na kayd-ı ihtiyatla yaklaşmak gerekmez miydi?

Jean Baudrillard’ın dahi, “Seçimler artık politik sistemin kara kutusuna benziyor. Kirli para, kirlenmiş vicdanlar, uzlaşmalar, fırsatçılık…”[8] dediği tabloya ilişkin olarak “Reformcuların ve Devrimci Sosyal-Demokratların Seçim Bildirgeleri” başlıklı yazısında V. İ. Lenin, “Sosyal-Demokratlar için seçimler, özel bir siyasal işlem değildir, binbir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır,” der ve ekler:

“Sosyalist-Devrimcilerimiz ve Menşeviklerimiz, ‘günümüz devletinde’ genel oy hakkının gerçekten de emekçi halkın çoğunluğunun iradesini ortaya koymaya ve gerçekleşmesini güvence altına almaya muktedir olduğu şeklindeki yanlış fikri paylaşıyor ve halkın zihnine aşılıyorlar.”[9]

Her boydan ve soydan Menşeviklerin çoğaldığı tabloda “seçimli otokrasi”[10] gibi oksimoron kavramlara sarılanların temel ezberi “kritik seçim” söylemidir.

Durum “kritik” olduğu için sizden, ilkelerinizden fedakârlık istenir; böylece oportünizm “makulleştirilip/sıradanlaştırılır”; sonra da “ehven-i şer” (“oy boşa gitmesin”!) allanıp-pullanarak “çözüm(süzlük)” diye karşınıza dikilir!

Bu arada “tek adama” karşı(!) “demokrasi”(?) için Kılıçdaroğlu’nun 6’lı Masa’sına yedeklenip; “Otokrasi ile demokrasi kavşağındaki seçimler”den[11] söz edenler sınıfsalı görünmez kılarken; “Seçim-devrim mekaniği konusundaki farkındalık ‘bu seçim aynı zamanda diktatörlük mü demokrasi mi, seçimidir’ şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşıma sahip,”[12] saptamasıyla da “devlet gerçeği”ni alt üst ediyor.

Unutulmasın! Hangi biçimiyle olursa olsun, kapitalist temsilî demokrasi formunun gerçek demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktu, olmamıştır da!

14-28 Mayıs seçim(sizlik)leri “yeni” egemen sınıf katına terfi etmiş burjuvaların, kapitalist oligarşinin bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliyken; kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracıydı olsa olsa…

Bunun farklı olması mümkün değilken; bu konudaki reformist beklentiler de nafileydi.

Çünkü T.“C” “Rejim bidayetten itibaren ırkçı ve mezhepçidir. Resmî ideolojinin tarifini yaptığı insan, soru sorma yeteneğini kaybetmiş insandır… Okullar ve üniversiteler de resmî tarihin ve resmî ideolojinin mayalandırıldığı, özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır… Bu rejim, özgür düşüncenin ve özgür tartışmanın, sanatın ve sanatçının iflah olmaz düşmanıdır… En değerli düşünce ve bilim insanlarını, şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını gazetecilerini katletmediği zaman, hapishanelerde çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, ilticaya zorlamıştır… İşte ‘modernliğin, çağdaşlığın, ilericiliğin’ timsali sayılan rejim böyle bir şeydir…

“Esasen rejimin bu niteliği, genetiğinde saklı temelli bir kötülüğün doğrudan sonucudur. Anadolu’nun kadim halklarının temizliği üzerine inşa edilmiştir. Emperyalist savaşı fırsata çevirip, Ermenileri, Anadolu ve Pontus Rumlarını, Süryanîleri, Keldanîleri… katliam ve sürgünlerle bu topraklardan temizlemiştir… Tartışmasız bir insanlığa karşı suç işlenmiştir…

“Cumhuriyet rejiminin anti-emperyalist bir ‘kurtuluş savaşının eseri’ olduğu kabulü tam bir kuyruklu yalandır… Anti-emperyalizm söylemi, resmî tarihin ve resmî ideolojinin bir tevatürüdür… Türkiye’nin sömürge halklarının kurtuluş mücadelesine esin kaynağı olduğu düşüncesinin de reel bir karşılığı yoktur… Tam tersine, sömürge halklarıyla kolonyalistler-emperyalistler her karşı karşıya geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri hep emperyalist cephe safında yer almıştır.

“Cumhuriyet rejimi için makbul olan, Türk, Müslüman, Hanefî ‘vatandaştır’… Kürtler asimile edilebilir oldukları düşüncesiyle bidayette temizlik hareketi dışında bırakılmıştır… Asimilasyona itiraz edince de önce ‘şaki’ sonra da ‘terörist’ sayılmışlar ve gereği yapılmış, yapılmaya devam edilmektedir… Velhasıl yüzyıl sonra da ‘şark cephesinde yeni bir şey yok!’… Geride kalan yüzyıl, katliamların, baskının, yasakların, inkârın, yok saymanın yüzyılıydı… Alevi düşmanlığı da imparatorluktan mirastır… Aleviler oldum olası ‘iç düşman’ sayılmışlar ve gereği yapıla gelmiştir.”[13]

Bunlar böyle ve hatta daha da fazlasıyken; “Yangını söndürmek için sandığa gidin,”[14] demek bu çerçeveye teslim olmak değilse nedir, ne olabilir?

Tüm bunlar burjuva parlamentosunu kullanmak olarak sunulurken; Garo Paylan’ın, “Hiçbir şey yapamadık” deyişini anımsıyoruz ister istemez!

Bir de V. İ. Lenin’in, “Sermaye ve borsa her şeydir; parlamento ve seçimlerse yalnızca birer kukla, oyuncak.” “Oy hakkı ya da öteki haklar varmış-yokmuş, cumhuriyet demokratikmiş-değilmiş, bir önemi yoktur; hatta cumhuriyet ne kadar demokratikse, sermayenin egemenliği de o denli hayasız ve kabadır,”[15] ifadelerini…

Bunlar -tamı tamına böyleyken!- “Toplumsal hareketler örgütlü ve organlaşmış olmalı ve bu hâliyle parlamentonun organlarıyla ilişki kurmalıdır… Parlamentonun görevi Galatasaray Meydanı’ndan seslerini yükseltmeye çalışan annelerin ve insanların yanına gitmektir. Parlamentoda onların ne anlattığını dinlemek ve çözüm üretmektir… Güçlü parlamento ülkenin sorunları çözmek üzere, bu sorunları dile getiren toplumsal kesimlerle bağ kuran parlamentodur,”[16] türündeki beklentilerin somut hayatta zerrece önemi olmuyor; Étienne Balibar’ın, “Tahakkümde bulunanlar kendi ayrıcalık ve iktidarlarından asla gönüllü biçimde vazgeçmezler,” ifadesindeki üzere…

Sosyalistler, devrimciler, Kürt yurtseverleri için doğruda durabilmek; Özdemir Asaf’ın, “Karanlığı aydınlatan bir ıslık,/ Uykusundan uyandırır herkesi,” ısrarıyla belirleyici önemdedir.

İşçi sınıfı, emekçiler, Kürtler, kadınlar vd.leri için gerçek seçimin, belirlenmiş günde sandığa gidip oy vermek olmadığı açıktır.

Örneğin 14-28 Mayıs 2023 Seçim(sizlik)lerinde “1 oy şuraya 1 oy buraya” formülleriyle sürdürülemez kapitalist totaliterliğin aşılamayacağı, “gönderiyoruz, gidiyorlar, yargılanacaklar,” vaatlerinin nafileliği meydandadır.

Söz konusu negatifleri “Herkesin senin tersine yürüdüğünü görsen de, hiç tereddüt etme! Tek başına olsan da yürü; tek başına olmak, başkalarını hoşnut etmek adına kendinle çelişkili olmandan daha iyidir,” diyen Halil Cibran’ın duruşuyla aşabiliriz…

Tam da burada “güçsüzlük”ten, “zayıflık”tan söz edilebilir…

Öncelikle “Güç benzerliklerde değil farklılıklardadır,” diyen Stephen R. Covey ile “Yenilgi sadece bir zihin durumudur daha fazlası değil,” ifadesiyle David J. Schwartz’in altını çizdikleri üzerine kafa yorulurken; “Otorite, şiddet aracılığıyla ve kaba kuvvetle ve acımasızca uygulandığında, kendisini öldürecek olan başkaldırı ruhunu ve bireyselliği doğurarak, en azından bunları ortaya çıkararak hayırlı bir işe yarar,”[17] satırlarıyla Oscar Wilde anımsanmalıdır.

14 MAYIS “İDDİA”LARI

Cumhur İttifakı’nın, “Bay Kemal’den almışlar sözü, şimdiden silahlarını doldurmaya, molotoflarını hazırlamaya başlamışlar”; “Biz talimatımızı önce Allah’tan… alıyoruz”; “Benim milletim Kandil’den aldığı destekle cumhurbaşkanı olana bu ülkeyi teslim etmez”; “Cumhur İttifakı’ndan LGBT’ci olmaz”; “14 Mayıs siyasi darbe girişimidir”; “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi”; “Vücutlarına mermi alırlar,”[18] haykırışları eşliğinde 14 Mayıs’a dair “iddia”lar kimileri için çok kesin ve köşeliydi; hatta, “14 Mayıs seçimlerinin devrimci içeriği”nden[19] söz edecek kadar!

Hadi 14 Mayıs’a dair birkaç örneği aktarmadan geçmeyelim…

“2023 seçimleri de hesaplaşma ve özgürlükler seçimi olacaktır”![20]

“14 Mayıs’ın önceliği vicdandır!”[21]

“Önümüzdeki seçim, evet çok söylendi, tarihi bir seçim. Bu seçim, aydınlıkla karanlık arasında bir tercih yapacağımız seçim”![22]

“Bu seçim, yalanla gerçek arasındadır… Bu seçim, geceyle gündüz arasındadır”![23]

“14 Mayıs için beni asıl umutlandıran şey, demokrasi ve özgürlük için mücadele edecek insanların, bu mücadeleyi gerçekleştirebileceği minimum özgürlük seviyesine kavuşacak olmamız”[24]

“2023 seçimleri tarihsel bir yerde durmaktadır ve bu tarihsel sınavı geçebilirsek başka bir tarihi dönüşüme hep birlikte imza atabiliriz”![25]

“Cumhuriyetin en önemli seçimine az kaldı”![26]

“Türkiye halkları, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmüş en kapsamlı, en uzun süreye yayılan, meşru ve gayri meşru bütün araçların, zor ve rızanın bir arada işlediği bir süreçte inşaya girişilen bir diktatörlük teşebbüsünü geri püskürtmenin eşiğinde”![27]

“14 Mayıs seçimi, bir bakıma ‘tek adam rejimi’ mi, yoksa ‘parlamenter sisteme dönüş’ mü oylamasıdır… Yeni hükümet, bir restorasyon hükümeti olacak, sistemi restore edecek… 15 Mayıs’tan itibaren de Türkiye’nin devrimcilerinin asıl bu görevi başlamaktadır. Bunun için de öncelikle Kemalist-Sosyalist ittifakını esas alan bir devrimci merkez inşa etmek gerekmektedir. O merkezin siyasal bileşenleri vardır, mesele birleştirmek ve büyütmektir. Çünkü ‘Devrimci Cumhuriyet’ için ‘Devrimci Meclis’ şarttır”![28]

“Türkiye 14 Mayıs’ta ‘yüzyılın seçimini ‘yaşayacak. Çok kritik ve tarihsel bir seçimle yüz yüzeyiz. Cumhuriyetin 100. yılına denk gelen bu seçimde Türkiye, yönüne ve geleceğine karar verecek… Bugün saray rejimini yenmek için Muhalefetin ortak adayı olarak Kemal Kılıçdaroğlu var”![29]

“Yirmi yıllık karanlığın sonuna gelindiyse bunca yıl iktidarda kalmalarının günahı kadar, yıkılacakları koşulları yaratmanın onuru da bu ülkenin ilerici devrimci insanlarının yürüttükleri mücadelenin sonucudur. Lula’nın dediği gibi[30] 14 Mayıs’ta “cehennemin kapısı”nı kapatıyoruz; “cennetin kapısı”nı ise ancak örgütlü bir mücadeleyle devrimci bir programı hayata geçirerek aralayabiliriz![31]

“Nefesimiz tükenmeye yakınken boğulmamak için bir adaya çıkmaya çalışıyoruz. Adayı gördük, karayı gördük ama nefesimiz de tükeniyor. O durumdayız. Onun için de çıkacağımız adada ne olduğunu fazla düşünmek istemiyoruz”![32]

Vb.leri, vb.leri…

Toparlarsak; ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, kim seçilirse seçilsin, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir değişiklik öngörmüyordu,[33] buna karşın İYİ Parti Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı Prof. Dr. Bahadır Erdem, “AKP iktidar olduğundan beri hiçbir seçim adil olmadı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, bu seçim artık son seçimdir. Eşitsizlikleri de halka yukarıdan bakan nobranlığı da millet yırtıp atacak,”[34] demekteydi. Büyük umut bağlanan cumhurbaşkanı ve parlamento seçimleri, muhalefetin büyük zafer beklentilerini yerle yeksan ettiği süreçte,  Doğan Özgüden de, “Sol partilere bu ders yeter mi?”[35] haklı sorusunu dillendiriyordu.

Sürdürülemez kapitalist sistem çürüyüp, çözülürken; CHP’nin sabık AKP yöneticilerinden oluşan Deva ve Gelecek Partisi kadrolarını meclise taşıması yanında; oy oranı çok düşük olsa da Babacan’ın ve Davutoğlu’nun partilerinin vizyonlarının hâkim olduğu Altılı Masa’nın büyük abartılara konu oluşuna tanık olduk.

AKP 2023 seçimlerinde, 2018 seçimlerine göre yüzde 42’den yüzde 35’e gerileyerek yüzde 7 oy kaybetse de; 21 yıllık iktidarının getirdiği yıpranmışlık, yaşanan ekonomik kriz ve sosyal sonuçları, “Benden olmayan düşmanımdır” siyaseti vb. dikkate alındığında daha çok oy kaybının yaşanması gerekirdi, deniliyor denmesine ama, bu beklentiler karşılık bul(a)madı.

Millet İttifakı’nın “Devlete zarar vermeyelim” biçiminde özetlenebilecek ürkekliği ve Kürtlere mesafeli duruşu, ırkçı-milliyetçi damarı güçlendirirken; HDP de seçimlerde yüzde 15-20’lerde oy alabileceğini varsaydı. Oysa HDP 2018 Haziran seçimlerinde aldığı yüzde 11.70’lik oy oranı, Mayıs 2023’te yüzde 8.80’e gerileyecekti; HDP bu seçim(ler)de yüzde 2.90 oranında oy kaybetti. Ayrıca kimi kentlerde tablo daha da vahimdi!

Örneğin Van, Haziran 2015 seçimlerinde yüzde 73.40 oran ile zirve yapmışken, bu oran önce 2018’de yüzde 59’a ve 2023’te ise yüzde 53’e geriledi! Özetle 8 yılda yüzde 20’lik bir oy kaybı söz konusuydu.

Bir diğer ifadeyle, ölçüler ortada: Kürt Özgürlük Hareketi, 2007’de “Bin Umut” listesiyle başladığı yürüyüşe yüzde 5.24 destek, 1 milyon 835 bin 486 oy ve 26 milletvekilinden; 7 Haziran 2015’te 16 yılın en yüksek değerlerine ulaşarak oy oranını yüzde 13.2’ye, oy sayısı 6 milyon 57 bin 506’ya, milletvekili sayısını 80’e çıkabilmişti. Ne ki, 1 Kasım 2015’te destek yüzde 10.76’ya -seçim barajı seviyesine- ve oy sayısı 4 milyon 803 bin 774’e geriledi. 24 Haziran 2018’de kısmî bir yükselişle destek 11.7’ye ve oy toplamı 5 milyon 145 bin 688’e çıktıysa da, 2023 milletvekili seçimlerinde 8 yılın en düşük düzeyine geriledi, genel oy desteği yüzde 8,87’ye, verilen oy 4 milyon 803 bin 774’e, milletvekili sayısı da 61’e indi.

Bunlar başarı olabilir mi? Umut Gazetesi’nin yanıtı, “Liberal hayallerin iflası”[36] oluyordu!

Ayrıca AKP milletvekili seçimlerinden birinci parti olarak çıkıp, 267 sandalye kazandı. Cumhur İttifakı da 322 sandalye kazanarak, çoğunluğu sağladı.

CHP her zaman olduğu gibi aynı oran, yüzde 25.33 oyla 169 sandalye kazandı; Millet İttifakı olarak 213 sandalyeye ulaştı. Seçime CHP listesinden giren Millet İttifakı’nın diğer partileri de 37 milletvekili ile temsil hakkı kazandı: Deva 15, Gelecek Partisi 10, Saadet Partisi 9 ve Demokrat Parti 3 sandalye aldı. Bunlar, TBMM açıldığında CHP’den ayrılıp kendi partilerine geçince, CHP’nin 132 milletvekili kalacak. 2018 seçimlerinde 146 milletvekili çıkaran CHP’nin milletvekili sayısı 132’ye düşecek; böylece bir önceki seçime göre milletvekili sayısı 14 azalmış olacak. Özetle CHP’nin oy oranındaki artış, ancak yaklaşık 3 puan olabildi ve üç puanın karşılığını da CHP, 37 milletvekilliğini sağ partilere (Deva, Gelecek, Saadet, DP’ye) bırakarak ödedi.

14 Mayıs seçimleri de CHP açısından başarısızla noktalanmıştır.

Evet, kitleler nezdinde büyük umutların pompalandığı seçimler hayal kırıklığıyla sonuçlandı. “Beklenti siyasal İslâmın 21 yıllık iktidarının simgesi ya da vücut buluşu olan Erdoğan’ın seçimleri kaybetmesi ve AKP’nin geriletilmesi, parlamentoda Cumhur İttifakı’nın çoğunluğunu yitirmesiydi. Belki biraz da soluk almaktı. Restorasyoncu ekip olarak değerlendirilen Millet İttifakı’nın asgari de olsa kurallı kapitalizmin normları yerine getirmesi bekleniyordu. Bu kitlelerin olduğu kadar, devrimci hareketin ağırlıktaki kesiminin eğilimiydi. Kısaca bir momentin kırılması ve yeni bir sürecin kapılarının aralanması arzulanıyordu. Fakat sınıflar mücadelesinin çıplak gerçekliği ve ‘neo-liberal yıkım politikalarının’ yarattığı sosyoloji, toplumun enkazlaşma hâli kendini çıplak bir şekilde dışa vurdu.”[37]

Nafile umutların varacağı yer elbette burasıydı; öyle de oldu.

Hem de bir anarşistin, Gün Zileli’nin, “Moral üstünlük muhalefet cephesinde… Somut duruma geçecek olursak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ‘6’lı masa’ adı verilen ittifakı oluşturmakta büyük beceri göstermiştir. Keza, HDP’nin belkemiğini oluşturduğu ‘Emek ve Özgürlük İttifakı’ ile adı konmamış zımni bir ittifak gerçekleşmiş ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘birleşilebilecek bütün güçlerle’ (Kılıçdaroğlu, ‘büyük’, ‘küçük’ demeden çeşitli partileri ziyaret ederek bu genişlemeyi en son sınırına kadar götürmeye çalışmaktadır) birleşmiş ve iktidar cephesini ‘azami ölçüde tecrit’ etmiştir,”[38] kocaman laflarını yerle yeksan edip; Jordan Maxwell’ın “Her şeyi bildiğinizi düşündüğünüzde, hiçbir şeyden daha az şey biliyorsunuzdur,” sözünü hatırlattığı üzere!

Oysa yüksek beklentilerin, büyük umutların bağlandığı “tezgâh”ı anlayabilmek için, CHP milletvekilliği yapmış Abdüllatif Şener’in tutumuna bakmak, yetecektir: Şener, Halk TV’de yaptığı açıklamada her iki turda da milletvekili olduğu partinin Cumhurbaşkanı adayına oy vermediğini açıklayacaktı. Kendi deyişiyle ilk turda Sinan Oğan’a oy vermiş, ikinci turda ise geçersiz oy kullanmıştı![39] (Oysa Şener’in oy kullandığı sandıktan geçersiz oy çıkmadığı, kısa sürede ortaya çıkacaktı![40]).

YSP ABARTISI

14 Mayıs seçimlerinde Yeşil Sol Parti’nin (YSP) aslî politikası, karşılıksız beklentilere yaslanmış “radikal demokrasi” abartılarıydı. Birkaçını nakledelim…

“Sosyo-Politik Saha Araştırma Merkezi” Koordinatörü Yüksel Genç, “YSP 2018’in altına düşmeyecektir. Bunun üzerine dört ya da beş puan ekleme olasılığı hâlen yüksektir. YSP’nin yüz vekil talebi, vaadi oldukça gerçekçidir. Saha çalışmalarında bölgede YSP’nin oylarının ortalama dört puan, Türkiye genelinde ise 2-3 puan arttığını gözlemliyoruz,”[41]] derken; YSP Konya 1. sıra milletvekili adayı Mulla Şimşek, “AKP’den kopanlar Yeşil Sol’a bakıyor,”[42] diye aktarıyordu.

YSP sözcüsü İbrahim Akın, “Bu seçim bütün seçimlerin toplamıdır,” deyip;[43] YSP Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar da, hedeflerinin en az 100 vekil ve yüzde 20’ye ulaşmak olduğunu söylerken;[44] ODTÜ Mezunları Derneği’ndeki konuşmasında Mithat Sancar, “14 Mayıs Seçimlerinde en az yüzde 15 oy almayı hedefliyoruz. Yüzde 15’in altında bir oy oranını başarı saymayız”;[45] Özgür Müftüoğlu da, “14 Mayıs’ta Dehak’ların karşısında Kawa’lar olacaktır!”[46] temennilerini dillendiriyordu.

YSP İstanbul Milletvekili Adayı Celal Fırat, “İlk kez çok net bir şekilde ben Tayyip Erdoğan’ın gideceğine inanıyorum”;[47] Beyza Üstün, “Yaşam alanlarını özgürlüğü için, düşünce özgürlüğü için, akademik özgürlükler için, şarkıların, halayların özgürlüğü için, çalışmanın güvencesi için, hukukun, demokrasinin, barışın yeniden tesisi için Erdoğan dönemini sona erdireceğiz,”[48] derlerken 14 Mayıs seçimlerinde iktidarı sarstıklarını belirten YSP Diyarbakır Milletvekili Adalet Kaya, “İlk turda sarstık ve kazanamadı. İkinci turda onlara kaybettireceğiz,”[49] diye ekliyordu.

Bu kadar da değil; “Kazanabiliriz, mümkünlerin en mümkününün kapısındayız. Şimdi, ülkelerimizi ahıra çeviren Sarayın on yıllardır biriktirdiği pisliği önüne katıp götürmesi için ırmakların yönünü değiştirme zamanı. HDP bunun için kuruldu. Bu görev tamamlanacak, mutlaka,”[50] vurgusuyla Ertuğrul Kürkçü abartıları körüklerken; kaçınamadıkları “soru(n)lar”la yüzleşiyorlardı…

HDP ve YSP, seçim sonuçlarına ilişkin merkez yürütme kurullarındaki 10 maddelik değerlendirmede “Öngördüğümüz seçim sonuçlarını elde edemediğimiz de ortadadır… Mazerete sığınmadan eksiklerin muhasebesi yapılacak,”[51] demek durumunda kalıyorlardı.

Kolay mı? “YSP olarak seçime giren HDP, içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı tüm politikalarını gözden geçirmelidir… Yeşil Sol, seçimden zararlı çıktı… CHP de TİP de Yeşil Sol’a, daha doğrusu halklara zarar vermiştir… Bu kadar zarar ve kayıptan sonra, bizim taraf da ‘hesap’ vermeli, gerekiyorsa bazılarımız artık ‘koltuklarını’ bırakmalıdır,”[52] denilen noktadaydı her şey…

Hem de Doğan Özgüden’in, “Haydi sil baştan, ama önce ciddi özeleştiriyle… Her iki turda da muhalefet partilerinin uğradığı yenilginin nedeni sadece Tayyip iktidarının baskı ve hileleri değil, aynı zamanda ilkesizlikler ve bireyciliklerdir”;[53] Ahmet Turhallı’nın, “Aday tespitlerinden tutalım, ittifak politikalarına kadar her şey yeniden masaya yatırılmalı ve en ince detayına kadar tahlil edilmelidir. Kürt ulusal hareketi ve yurtsever Kürt halkı, olup bitenlerin tedbirlerini en kısa zamanda almalıdır… Milletimizden özür dileyerek, istifa ederek arka saflarda mücadele etmeliyiz. Eksikliklerimizin öz eleştirisini açık yüreklilikle yapmalı, geleceğimizi sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz,”[54] ifadelerindeki üzere!

İyi de ortada elle tutulur bir şey var mı? Bu konuda Kansu Yıldırım’ın yanıtı şöyle:

“Millet İttifakı’nın toplama bilgisayar gibi siyasetine kitleleri ikna etmek için varını yoğunu harcayan sol ulema takımı şimdi hiçbir şey olmamış gibi enseyi karartmayalım moduna geçmiş. Özeleştiriyi geçtim, zaten yapmayacaklar da, insan 24 saat analiz kasmaz bari. ‘Vazgeçmiyoruz’, ‘enseyi karartmıyoruz’, ‘devam ediyoruz’… Yahu bir durun, katırlarınızdan inin, önünüzde yol devam mı ediyor, uçurum mu var bakın bi. Siyasetin kıyısına gelmiş olabilirsiniz, aşağı yuvarlanmak da var, yeni bir patika bulmak da. Züğürt tesellisinin faydası yok.”[55]

EÖİ MESELESİ

“Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) TBMM’de belirgin bir ağırlığının bulunacağı, büyük olasılıkla Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’yla birlikte çoğunluğu oluşturacakları anlaşılıyor,”[56] kanılarının aksine EÖİ de seçimlerde başarısız oldu.

Cumhur ile Millet İttifaklarının ana kutuplarını oluşturduğu 2023 seçimlerinde sosyalistlerin önemli bir kısmı EÖİ çatısı altında yer aldılar. Kılıçdaroğlu’na verdikleri destek ile de iki buçukuncu ittifak olarak Millet İttifakı’na yedeklendiler.

EÖİ’nin ana doğrultusunu belirleyen, HDP’nin Millet İttifakı’na ve Kılıçdaroğlu’na destek kararı alması olurken; öne çıkan eğilim ittifak değil iltihak oldu.

İttifak değil iltihak ilişkisinin getirisi de Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi sabık “Yetmez ama evet”çi liberaller zilletiydi!

Ayrıca Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’na destek bir açık çek niteliği taşıyordu ve ikinci tura giderken Kılıçdaroğlu bu açık çeki alarak faşist Ümit Özdağ’la HDP’li belediyelere kayyım atanmasını dahi içeren, göçmen ve Kürt düşmanı ruha sahip bir protokol imzaladı.

EÖİ içinde çok sayıda dostumuz yer alırken; siyasi ayrılıklarımız dışında kimseyle hiçbir sorunumuz yok ve olamaz da! Liberaller hariç aynı tarafta olduğumuz kanısındayız. Lakin, “kol kırılır yen içinde” yaklaşımıyla hataları görmezden gelen dostluklardan da yana değiliz ve olamayız da.

Dostların; örneğin Faik Bulut’un, “EÖİ içinde yine bazı ehil olmayanlar ile kimi popüler ama halktan ve onun ruhunu anlamaktan uzak isimlere yer verildiği dikkati çekiyor. Benden uyarması, sonradan ‘ah vah’ etmenin bir anlamı olmaz,”[57] ya da Murat Çepni’nin, “Faşizme karşı mücadele küçümsendi, sekterlik, devrimci doğruculuk olarak yaftalandı. Gerici temelde ezilenleri kamplaştırma siyaseti karşısında, faşizme karşı demokratik devrimci cepheleşme hedefinden koşar adım uzaklaşıldı,”[58] türünden uyarılarının kaale alınmaması yanında liberallere büyük önem atfeden yanılgılara prim verildi.

Bu kadar de değil; “Emek ve Özgürlük İttifakı tek adam rejimine karşı sıkılmış bir yumruktur,”[59] eforilerine rağmen; “Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, isimleri şu sıra lazım değil, iki ortağı böyle bir liste birliğini ‘tartışıyor’, nihayetinde ‘uzlaşma’ oluyor. Hepsi ‘müttefik’ oysa. Yani zaten ‘uzlaşmışlar.’ Al sana bir uzlaşma daha. İyi de ya ‘uzlaşma’ olmasaydı? Al sana Millet İttifakı’nın başına gelenin bir benzeri daha… Adaylık ‘pazarlıkları’ inşallah yeni ‘uzlaşmaları’ zorunlu kılmaz. Özellikle Kürdistan seçmeninin sabrını zorlamamayı tavsiye ederim,”[60] deyiveriyordu Veysi Sarısözen!

Selahattin Demirtaş’ın, Gültan Kışanak’ın, Pervin Buldan’ın EÖİ’ye ilişkin kimi mesafe uyarılarıyla…

HDP VE LİBERALLER

14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i öncesinde HDP önemli gelgitler yaşadı.

Örneğin Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, “İttifakımızla birlikte en kısa zamanda kendi adayımızı çıkaracağız. Yönetimler değişti ama zulüm hiçbir zaman değişmedi.” (12 Ocak 2023), “Halk, iki blok arasında tercih yapmak zorunda değil.” (6 Ekim 2022)…

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Tuncer Bakırhan, “Neden sol, sosyalist, demokrat çevreler iki kötü arasında seçim yapmak zorunda kalsın?” (26 Kasım 2022)…

Selahattin Demirtaş, “İki kötüden birini seçmek zorunda değiliz.” (14 Haziran 2021)…

HDP Milletvekili Sezai Temelli, “Erdoğan’dan daha az kötü birini tercih etmek zorunda değiliz.” (3 Haziran 2022), “İktidar kavgasına girmiş iki güçten birini tercih etmek zorunda değiliz.” (21 Ocak 2021) derlerken; öncelikle cumhurbaşkanı adayı çıkarılacağının ilan edilip, ardından da -hiçbir açıklama ya da özeleştiri yapılmadan!- karar geri çekilip, Kemal Kılıçdaroğlu’nun destekleneceği ifade edildi.

Sonrasında Cengiz Çandar ile gibi Hasan Cemal gibi liberaller YSP listelerine kondu. Durum “YSP: Nuh’un Gemisi” metaforuyla açıklanmaya(?) çalışıldı.

Liberallerin tercih edilmesinde 2015’tekine benzer bir “Barış Süreci” beklentisi söz konusuyken; yaşananlardan ders çıkartmamak tam da buydu!

HDP’liler liberallere ilişkin itirazdan oldukça rahatsızlarken;[61] Jostein Gaarder’in, “Her zaman en korkulan kişiler soru soran kişilerdir,” sözünü anımsamamak mümkün mü? Elbette değil!

“Adaylığınız sol-sosyalist çevrelerden kimi eleştiriler geldi? Geçmişe dönük özeleştiriniz var mı?” sorusuna “En son yazdığım ‘Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor’ kitabımda ve birçok yerde var özeleştiri. Hatalarım şudur demişimdir. Darbecilik, cuntacılık bunlar hatalarımdır. Kürt meselesine bakışım da aynı şekilde… Geçmişte böyle baktım, aslında böyle bakmam gerekirdi dedim,”[62] yanıtını veren YSP’nin İstanbul 2. bölge milletvekili adayı Hasan Cemal’in kimi “incileri” de şöyle:

– “AKP’yi doğru yaptığında destekledim”;[63]

– “Yetmez ama evetçilere küfredeceğine enerjini Erdoğan’la mücadeleye ver”;

– “Yeni çözüm sürecinde rol alacağımız beklentisinde gerçeklik payı var”;

– “Solun bu düzene karşı mücadelesini isabetli buluyorum, şiddete başvurmadıkları sürece”;

– “Atatürk’ün devrimci eylemi, yani Cumhuriyet olmasaydı bugün demokrasiden söz edemezdik”![64] demişti!

Biz de ona yanıt olarak: “… ‘Onun, ‘Kemal’ine de, ‘Frak’ına da, ‘Doğruları’na da, ‘Demokrasisi’ne de, ‘Desteğine’ de, ‘Vermeye kalkıştığı öğüte’ de ‘HAYIR’ diyoruz,” demiştik…

“Kısmet” değilmiş; Hasan Cemal TBMM’ye frak giyerek gidemese de; “Etnik olarak Türküm ama ruhen Kürdistani’yim”[65] diyen Cengiz Çandar TBMM’de!

Nereden nereye?

HDP’nin teklifiyle İsveç’ten gelip aktif siyaset sahnesine çıkan Cengiz Çandar, 2002’de AKP’yi “ılımlı İslâm projesinin uygulayıcısı” olarak seçen ABD’nin politikalarını benimsemişti:

Çandar, 1980’lerin başlarından itibaren önce İran’daki İslâmcı karşı devimin sözcülüğüne ve Batı kamuoyunda Şîa/dinci gericiliğinin pazarlamasına girişti.

Çandar, 1984’ten itibaren Turgut Özal ve ANAP iktidarıyla yakın ilişkiler kurdu. Özal’a fahri danışmanlık yaptı. Çandar sonraki serüveninde Refah Partisi’nin yükseldiği, Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, 1990’larda siyasal İslâmcı harekete yazdı. Uzun süre Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.

AKP ile birlikte yıldızı yeniden parladı.

Fethullah Gülen’e TV’lerde dakikalarca övgüler düzen ve şimdi de bundan pişman olmadığını açıklayan ve “2001’de AKP’den teklif gelse kabul edebilirdim, 2007’de AKP’ye oy verdim” diyen de oydu!

Gülen ile Erdoğan’a övgüler dizerek destek veren Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi liberallerin, HDP’nin teklifi ile YSP’den aday olmaları, muhalif kesimlerde tepkiyle karşılandı.

Sosyalistleri “dekorasyon” nitelemeye kalkışan Cengiz Çandar, boyundan büyük laflar etmekte de “mahir”dir!

“Nasıl” mı? “AKP’yi desteklediğiniz için bir özelleştiriniz var mı?” sorusunu, “Özeleştiriye inanmıyorum. Marksist düşüncede var özeleştiri, Batı kökenli. Katolik kilisesindeki günah çıkarmanın versiyonu. Bizde özeleştiri yok. Özeleştiri Stalin döneminde vardı,”[66] yanıtı veren Cengiz Çandar hem çizmeyi aşıyor; hem de “İşkembe-i kübradan atıyor.”[67]

Belirtmeden geçmeyelim: Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’in aday gösterilmelerini yanlış bulmak, eleştirmek dostlarımıza saldırmak değil, eleştiri ve uyarı hakkımızı kullanmaktır.

“ÖZELEŞTİRİ ZAMANI” (MI?)!

14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i akabinde HDP sözcüsü Ebru Günay, “Özeleştiri zamanı”[68] vurgusuyla bir şeyleri olmadığının, yapılamadığının altını çiziyor çizmesine ama; bu elbette “Yetmez ama evet” tutumu ile bile karşılanamayacak bir müphemlik…

Ortada “Üçüncü Yol”cuyum dese de, Kılıçdaroğlu’nun 6’lı Masası ile Ümit Bozdağ’ın hattına “utangaç”ça da olsa ayan beyan verilen bir destek ve Kazuo Ishiguro’nun, “Neden hep olduğunuzdan başka türlü görünmek zorundasınız?” sorusu var!

İnkârı mümkün değil: Kürt siyasetini ve olabildiğince Türkiyeli muhtelif sosyalistleri tartışmaya açmak çok, verili konjonktürde çok ama pek çok zor. Çünkü ödenmiş bedellerin tarihi ortada ve 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i akabinde söylenecek eleştirel şeylerin umutsuzluğu derinleştirmesi ihtimali ortadayken; aktif siyaseti bıraktığını ilan eden Selahattin Demirtaş şunların altını çizdi:

“Demokratik Kürt siyasi hareketi, genel Türkiye toplumunda yaşanan sosyolojik kırılmaları iyi analiz edemediği gibi, Kürt halkındaki değişim ve kırılmaları da doğru okumaktan uzak bir pratik sergiliyor.”[69]

“Durumu çok iyi analiz etmek ve önlemler geliştirmek zorundayız. Alarm zilleri zaten uzun zamandır çalıyordu, bu seçim sonuçları da son uyarı oldu.”[70]

“Popülist siyasetle HDP’nin ilkelerini görünmez hâle getirdiğim eleştirilerine saygıyla yaklaşıyorum. Popülerlik ile popülistliği birbirine karıştıranları bir kenara bırakarak tüm bu eleştirilere anlam biçiyorum. Kendi açımdan bu saatten sonra zorlamanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Arkadaşlarım bunu ısrarla söylüyorlarsa bir bildikleri vardır ve artık kendilerinden üstün bir performans beklemek de hepimizin hakkıdır…

“Hata HDP çizgisinde değil, pratiktedir. Eleştiri HDP paradigmasına değil, yanlış uygulamalardadır…”[71]

Artı Gerçek’teki röportajında, HÜDA PAR’a seslenerek, “Bugün tutmanız gereken el, Meclis’te HDP’lilerin elidir. Hiçbirimiz artık kirli oyunlara prim vermeden halkımızın çıkarlarına odaklanmalıyız,”[72] mesajını şiddetle reddetsek de; içerideki birini kıyasıya eleştirmenin doğru olmadığını düşünüp,[73] “Hata HDP çizgisinde değil, pratiktedir,” diyerek meselenin ele alınması kesinlikle mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inde iflas eden liberal “radikal demokrasi” temelinde “Türkiyelileşme iddiası”nın devreye soktuğu açmazdır!

Kaldı ki PKK yöneticisi Murat Karayılan’ın, “Bizim açımızdan esas sorun, Kürt sorununun çözümü sorunudur. Bu sorunun çözümü için de demokrasi gereklidir. Kürt sorununun muhatabı partiler değil, devlettir. Yani muhatabımız Türk devletidir. Bunun için sistem içerisindeki partilere düşmanlık ya da dostluk yapma gibi bir sorunumuz yoktur. Çünkü muhataplarımız bellidir. Mesela iktidar değişmiş olsaydı da önümüzde aynı şey olacaktı. Çünkü bu bir devlet siyasetidir. Bunun için biz çok büyük bir fark görmüyoruz ve mücadelemiz çok daha güçlü devam edecektir,”[74] ifadesi de “radikal demokrasi” temelinde “Türkiyelileşme iddia”larını tekzip etmektedir.

Tıpkı YSP ile seçim ittifakı kurmalarının sebebini açıklarken PİA (İnsan ve Özgürlük Partisi) Genel Başkan Yardımcısı Menice Rümeysa Gülmez’in, “YSP ile seçim ittifakı kurmalarının tek şartının ‘Kürdistanilik etrafında birleşmek’ olduğunu ve Kürt siyasi partilerinin birleşmeye mecbur olduğunu söyledi”ği gibi…

Yeri geldi, tekrar pahasına belirtmekte fayda var: Anti-sömürgeci Kürt politikasının meselesi efendilerden efendi seçmek, tercih etmek değildir. Tam tersine “alayına isyan” tutumuyla efendinin reddidir. Yani “kürt özgürlük hareketi, birçok ulusal kurtuluş hareketi gibi, bağımsızlık için ve sömürgeciliğe karşı mücadele hedefiyle yola koyuldu. zaman içinde bağımsızlık talebinin yerini özerklik aldı ama benim de benimsediğim sömürgecilik tespiti haklı olarak yerinde duruyor… sömürgecilik karşıtı mücadele, kimlik politikalarına sığmaz, sığmıyor. son yıllarda çok beğenilen türklük sözleşmesi kuramına ve türkiyelileşme meselesine bir de bu gözle bakmanızı rica edeyim,”[75] diyen Ayşe Düzkan haklıdır.

Bu noktada Thomas Stearns Eliot’un, “Senin kendini nasıl gördüğün, başkasının seni nasıl gördüğünden çok daha önemlidir,” uyarısını “es” geçen tereddüt, Ankara’da SYRIZA, Diyarbakır’da Sinn Féin olmanın soru(n)larından kaynaklanmaktadır!

Bir tekrar daha: 2015-2023 kesitindeki dört genel seçimdeki oy kaybı 1.257.715 yani yaklaşık yüzde 25 civarında ve 2018 seçimlerine göre de yaklaşık 1 milyon oy kaybı var. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, 2018 ile 2023 seçimleri arasında 6 milyon yeni seçmen olduğudur!

Ve de 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inde ortaya çıkan tabloyu doğru okumak yerine daha çok devletin uyguladığı baskı politikaları ön plana çıkartan “açıklamalar” basit tekrardır. Kaldı ki “Devrimciler, bütün sorunları ve yaşadıklarını (baştan zaten ‘elde bir’ olarak varsaydıkları) dışsal baskılarla açıklayamazlar; o zaman özeleştiriye hiç ulaşamayız çünkü her sorunun cevabını kendi dışımızdaki faktörlere ihale etmiş oluruz.”[76]

Unutmayın: “İnsanlar ‘her şey her zamanki gibi’, ‘herkes her zamanki gibi’ dedikleri sürece sorulacak soru ve neredeyse yapılacak hiçbir şey yoktur. Aşinalık yalnızca sorgulayıcılığın ve eleştirinin değil, aynı zamanda yenilik arayışının ve değiştirme cesaretinin de en amansız düşmanıdır.”[77]

Bu bağlamda Karl Marx’ın, “Proletarya devrimleri, XIX. yüzyıldakiler gibi durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar. Yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler. Kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler. Hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler. Kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler. Ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar haykırıncaya kadar,”[78] haykırışı kulaklara küpe edilmelidir.

Şimdi burada en önemli şeyin altını ısrarla çizerek, “özeleştiriye ambargo” konulamaz diyelim…

“Nasıl” mı?

Van Milletvekili Sinan Çiftyürek’in, “Kürt siyaseti kendi eksiklerini tartışırken düşmanı sevindirecek bir dil kullanılmamalı”…[79]

Muş Milletvekili Sezai Temelli’nin, “Eleştiriler olacak, bu çok doğal ama böyle telaşlı ve yıkıcı bir yaklaşımı da kabul etmediğimizi belirtmek isterim”…[80]

Ertuğrul Kürkçü’nün, “Bu muhasebenin kurumsal bir disiplin içinde başı sonu belli olacak ve yeniden kuruluşumuza hizmet edecek şekilde yapılmasını gerektiriyor,”[81] ifadelerindeki üzere yol kesen üsluplarda olduğu üzere…

El özet: YSP ve HDP’nin Parti Meclisleri, seçim sonuçlarını değerlendirmesinde, “Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tutumumuzdan dolayı aşınmaların meydana geldiği ortadadır. Üçüncü yol siyasetinden uzaklaşma ve iki kutba da payanda olmama ilkesinden kısmi kopuşun yarattığı ideolojik aşınmaları birlikte onaracağız. Üçüncü yol siyasetini toplumsallaştırmanın çaresini yine toplumsal çaba ile bulacağımıza olan inancımız tamdır,”[82] dese de bunlar yeterli ve yol açıcı olmaktan çok uzaktır…

Çünkü orta yerdeki soru(n)ların ölçeği devasadır!

KILIÇDAROĞLU “DESTEKÇİLERİ”!

Juvenal’ın, “Kötülük, erdem kılığına girdiğinde bizi aldatır”; Louis Althusser’in, “Bir yanlış karşısında devamlı olarak susuluyorsa, bu onun sürüp gittiğinin de kanıtıdır,” uyarısı eşliğinde tüm Kılıçdaroğlu destekçilerinin bir şeyleri yüksek sesle ifade etmesi gerekiyor.

Çünkü Kılıçdaroğlu ve partisi, onunla işbirliği yapan müseccel sağcılar kadar sağcıydı; Temel Karamollaoğlu kadar dinci, Meral Akşener kadar ülkücü, Ali Babacan kadar piyasacı, Ahmet Davutoğlu kadar İhvancıydı; bunu bilmeyen var mı?! Paulo Freire, “Her tür egemenlik istilayı içerir; bazen fiziki ve açık biçimde bazen de yardım eden dost rolünü oynayarak kamuflaj içinde,”[83] vurgusu neden, nasıl “es” geçilmişti?

Şimdi kimse kalkıp da “Sosyal demokrasi, siyasal demokrasiyi tamamlayan, halkın egemenliğinin siyasal alanda olduğu gibi, iktisadi alanda da uygulandığı, halkın ekonomik kararlara etkin şekilde katıldığı yararlandığı sistemdir.”[84] “Bu model, 1920’lerde ve 1930’larda Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’de uyguladığı halkçılık ve devletçilik ilkeleriyle ve karma ekonomik model ile büyük benzerlikler taşıyordu… Sosyal demokrasi ideal bir model değildir, ancak bugüne kadar uygulanmış modellerin içindeki en iyi modeldir”;[85] “Sosyal demokratları ve CHP’yi kategorik ve tümel olarak emperyalizme hizmet etmekle suçlamak, olgularla da, vicdanla da, dürüstlük ilkesiyle de bağdaşmaz,”[86] vb. diyerek, CHP’nin “sosyal-demokrat”lığından söz etmeye kalkışmasın! Günümüzde neoliberalizm ayakçılığından öteye geçemeyen “sosyal demokrasi”nin sınırları ve kapasitesini tartışmak bir yana, “devletçi” CHP’nin tarihsel olarak sosyal demokratlıkla yaftalanması da bir tevatürden öteye geçmez.

Kaldı ki, “Sosyal demokrasiye önemli kavramsal ve kuramsal katkılarda bulunan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önde gelen kuramcılarından Eduard Bernstein’ın ve Karl Kautsky’nin, bazı konularda aldıkları yanlış kararlar ve emperyalizm sorunu konusundaki hatalı analizleri üzerinden, sosyal demokrasi kuramı da toptan eleştirilemez,”[87] türünden ucuzlukların ardına sığınılarak gerçeklerin te’vil edilmesi mümkün değildir!

Burjuva egemenliği altındaki cumhuriyet rejimine güvenmenin temelsiz bir yanılsama olduğuna dikkat çeken Friedrich Engels’in, “Ondan ödünler koparabiliriz, ama (…) bizim kendi sorunlarımızın başarılmasını ondan asla istememeliyiz,” uyarısından bihaber tutumlarla Kılıçdaroğlu ile 6’lı Masa’nın koltuk değneği konumuna düşenleri mazeretleri muhtelif olsa da yaptıkları aynı şeydi.

Tam o günlerde, “Selahattin Demirtaş@hdpdemirtas, “Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı Sayın Kılıçdaroğlu, Allah yolunuzu açık etsin. Ayrışmayı bitireceğinize, toplumsal barışı sağlayacağınıza, Türkiye’yi refaha, huzura kavuşturacağınıza yürekten inanıyorum. Benim oyum sizedir, Sayın #CumhurbaşkanıKılıçdaroğlu,” (https://twitter.com/hdpdemirtas/status/1653821733198069760) dese de; nafile beklentilerin karşılığı olmadığı ve ol(a)mayacağı aşikardı; bu nedenledir ki, “Alayına isyan, onlara oy yok” dedik!

Çünkü yakın geç(me)mişte “Çözüm(süzlük) Süreci” denilen AKP’li “Âkil İnsanlar” ile liberallerin yol açtığı yıkım, bugün 6’lı masanın bay Kemal’i üzerinden denenmek istese de; biliyoruz burjuva Kemal’in CHP’si hâlâ Koçgiri, Zilan, Dersim, Ağrı’dır ve hiçbirinin -nihai kertede- birbirinden farkı yoktur, ol(a)maz da!”[88]

“Umudumuz Ecevit”ten sonra bay Kemal mi? Ehven-i şer bile ol(a)mayan millet ittifakı’na “destek”, ‘NATO’ya Hayır’ diyemeyen yaşlılık hastalığıdır. Ölümü gösterip sıtmaya razı ettiren iktidar dalaşının figüranı olma; kötü(lük)ler arasında seçim yapma!”[89] demiştik; ama “bozguncu” diyenler dışında feryadımızı duyan olmadı! Tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçimini boykot edip “umut burjuva partilerinde değil, umut direniştedir,” diyen Kaldıraç dergisi,[90] Devrimci Parti,[91] ESP vd.lerinin karşılaştığı gibi…

Ya “Ötesi nasıl” mı? Şöyle…

Mesela! Emek ve Özgürlük İttifakı, “Türkiye siyasetinin bu kırılma aşamasında, üzerimize düşen tarihi görevi hem geleneğimize hem de gelecek kuşaklara borcumuz kapsamında yerine getirme konusunda mutabık kaldık. Bu kapsamda 14 Mayıs 2023’te yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararımızı tüm kamuoyu ile paylaşıyoruz,” dedi![92]

HDP, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Kürdistan Komünist Partisi (KKP), İnsan ve Özgürlük Partisi (PİA), Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK), Devrimci Demokrat Kürt Derneği (DDKD) ve Azadi Partisi’nden oluşan Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı da, Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıklarken;[93] Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu da, “21 yıllık yağma düzenini değiştirmek için Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığına ‘Evet’ diyeceğiz,”[94] deyiverdi!

Daha önce “İki kötüden birine hayır”, “Yönetimler değişti ama zulüm hiçbir zaman değişmedi,” diyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan da, “Kullanacağımız oyumuz bir Yeşil Sol’a bir de Kemal Kılıçdaroğlu’na… Bu işi 1. turda bitireceğiz,”[95] tutumunu dillendirdi!

Bu kadar da değil!

Fikri Sağlar, “28 Mayıs 2023 günü, Cumhuriyetimizin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğuna oturacak yeni Cumhurbaşkanını seçeceğiz. Yani, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100.Yaşını doldurmaya 5 ay kala, yeni bir dönemi başlatacağız… Tek yol var! O da Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi”…[96]

Ayşen Ünsal, “Kemal Kılıçdaroğlu’nun altılı masayı sürdürmedeki ısrarı en nihayetinde demokrasi konusundaki ısrarıydı”…[97]

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, “Birinci görevimiz her şeye rağmen Kılıçdaroğlu’nu ilk seçimde seçtirerek Erdoğan’ı göndermek”…[98]

Yasin Durak, “Bu seçim tek adam sisteminin oylandığı bir ‘referanduma’ benzetiliyor. Hâliyle en asli vaadi başkanlık sisteminin ilgası ve seçim barajının yüzde 3’e düşürülmesi olan Kılıçdaroğlu Muhalefetin ortak adayı hâline geliyor. Onca çelişkiyi bünyesinde barındıran ittifakların bu celsede onu desteklemesi bu nedenle bir çelişki olmaktan çıkıyor. Bir daha ‘ehven-i şer’ dememek için, belki de tüm Muhalefet son kez ‘ehven-i şer’ diyor”…[99]

  1. Doğan Tılıç, “Cehennemin kapılarını kapayınca cennetin kapıları açılmayacak tabii… Cennetin kapıları, daha güzel bir Türkiye için fabrikalarda, okullarda, iş yerlerinde, kasabalarda, köylerde, mahallelerde örgütlenmekten geri adım atmayan solcularla açılacak… Ama önce 14 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’na verilecek bir oyla bir kapı kapanacak!”[100] “Bu kutuplaşmış ve birbirine düşman gibi bakan insanları yeniden bir “toplum” yapabilmek için Kılıçdaroğlu’nun yaptığı kalp ve sevgi dili önemliydi”…[101]

Cahit Berkay, “Dünya görüşü ve yaşam tarzı birbirinden farklı insanların temel demokratik değerler üzerine uzlaşıp ortak hareket edebilmesini çok kıymetli buluyorum. Brezilyalı kardeşlerimizin dediği gibi ‘Bu seçim cennetin kapılarını açma seçimi değil, cehennemin kapılarını kapama seçimi’… Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na reisi cumhurluğu çok yakıştırıyorum ve şahsen gelecek adına oldukça umutluyum”…[102]

Kılıçdaroğlu’na destek politikası, “Erdoğan’ın işine yarayan bir tutum almayacağız” diyerek gerekçelendirilse de; bu sadece bir tevatürdü. Çünkü Millet İttifakı ile Cumhur İttifakı arasında kapitalist üretim ilişkileri ve emperyalizme bağımlılık açısından yapısal bir fark söz konusu değildi, olamazdı da!

Bu o kadar netti ki Soner Yalçın bile, “… ‘Ilımlı İslamcı neoliberalizm’ ile ‘sosyal demokrat neoliberalizm’ arasında fark yoktur, ikisi de sağcıdır,”[103] diyordu!

Aslına bakılırsa, sorun seçimlerde kimin destekleneceği sorusunda başlamıyor. Sorunun kökleri, sosyalistlerin/devrimcilerin kendilerini böylesi bir alternatifsizliğe mahkum kıldığı, sınıf ile ilişkilerini kopartarak kendini soyut bir “demokrasi mücadelesi”yle sınırlandırdığı son on yılların ataletinde, Marksizm-Leninizmin “demode” ilan edilip “Yeni Sol/radikal demokrasi” tezlerine kimlik siyasetlerine sarılınan ideolojik bocalamada yatıyor. Şu, artık kabul edilmeli: birkaç istisna dışında, beyaz yaka/orta sınıf değerler sola damgasını vurdu. Seçim(ler) bozgununun ardından sol cenahta sıkça dile getirilmeye başlanan “özeleştiri” gerçekten yapılacaksa, buradan başlamalı…

“İKİNCİ TUR” PARODİSİ!

Cumhurbaşkanlığı’nın ikinci tur ve milletvekilleri seçimlerine ilişkin değerlendirmesinde İran Komünist Partisi’nin, “İki burjuva hizip arasındaki çekişmenin sonucu seçmenlerde bir hayal kırıklığına neden olacaktır,”[104] notunu düştüğü 28 Mayıs 2023’teki “ikinci tur” parodisi -öncesi ve sonrasıyla- Vüs’at O. Bener’in, “Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağına şaşırıyor, canlıları mı, ölüleri mi?” sorusunu hatırlatıyordu!

ATA İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan’ın dalga geçercesine, “Cehennemin kapılarını kapatacağız. Buradan artık kim payına ne düşerse alsın,”[105] diye ikinci tur tercihini açıkladığı tabloda; Zafer Partisi’nin Millet İttifakı’na destek vermesi nedeniyle, Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyeceklerini duyuran Türkiye’nin Sesi Partisi (SES Partisi) Genel Başkanı Ayhan Bilgen, “Muhalefetin stratejisini başından beri eleştiriyoruz. 29 Mayıs’tan sonra eleştireceğimiz ve muhalefet edeceğimiz bir Erdoğan görüyoruz. Yarış Erdoğan taraftarları ve Erdoğan karşıtları arasında geçiyor. Bunun başından beri yanlış bir strateji olduğunu söyledik,”[106] diye konuştuğu tabloda yaşanalar burjuva siyasetin ne demek olduğunu tüm netliğiyle ortaya koyarken; ortaya çıkan pisliğin tarifi imkânsızdı! Acı olan, devrimcilerin, sosyalistlerin, Kürt yurtsever hareketinin bu açmaza kilitlenmiş olmasıydı…

Birinci turda “Memleket nasıl rahat nefes alır” gerekçesiyle hareket edenleri, ikinci turda “Acaba faşistler nasıl yeniden kümelenirse memleket rahat nefes alır” noktasına gerilemeleri yürekler acısıydı!

HDP Genel Başkanı Mithat Sancar’ın, “Biz tercihimizi rejim değişikliğinden, bu rejimi durdurmaktan yana kullanıyoruz. Sandıklara mutlaka gitmek gerekiyor”…[107]

HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın, “28 Mayıs’ta sonuçları itibariyle gelecek yılları şekillendirecek bir seçime gidiliyor… Hiçbir şart altında bu duruşumuzdan geri adım atmayacağımızın sözünü tekrarlıyoruz”…[108]

Ertuğrul Kürkçü’nün, “Özdağ’ın Kılıçdaroğlu’yla mutabakatının 4. Maddesine sokuşturduğu yerel yönetimlere ‘kayyım olmayan kayyım’ tayin edebilme dayatmasının, kendisini fasulye gibi nimetten saymasından başka hiçbir hükmü yoktur. Bu, Üçüncü Kutbun ikinci turdaki tutumunu kategorik olarak değiştirmesini gerektirmez, ancak mutabakat protokolünün Yeşil Sol Parti tarafından sert bir eleştiriye tabi tutulması gereği apaçıktır… Üçüncü kutup mevcut güç dengesine bağlı olarak belirlediği oyun planına sadık kalacaktır”…[109]

Veysi Sarısözen’in, “Birinci turda aramızdaki taktik farklar önemli değildi. Şimdi ise taktik birlik hayati önem taşımaktadır”…[110]

Güven Gürkan Öztan’ın, “Cumhuriyetin birikimlerine meydan okuduğu bir konjonktürde önceliğimiz toplumsal direnci yükseltecek ve bu karanlık ablukayı dağıtacak bir toplumsal ve siyasal güce ulaşmak. 28 Mayıs seçimlerine bu açıdan yaklaşmak gerekiyor. Zira sadece kim tarafından yönetileceğimizi seçmiyoruz bir uygarlık tercihi yapıyoruz”…[111]

Mehmet Ali Güller’in, “Bu seçim, bir hükümet seçiminden ziyade, bir rejim oylaması”…[112] “İkinci tura kalan seçimin ana ekseni şu: Türkiye bir reis mi seçecek, yoksa cumhurbaşkanı mı?”…[113]

Orhan Bursalı’nın, “Bir umut vardır, her şeye rağmen… Ülke tamamen elden çıkmadan,”[114] ifadelerindeki üzere!

Belli ki kendi cumhurbaşkanı adaylarını çıkarmak yerine CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin “yanlış seçim” olduğuna inandığını ifade eden HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ve cezaevindeki HDP’li siyasetçilerin uyarıları bu hengamede kaynayıp gitmişti: “Parlamento seçimlerine tek liste ile girerek gücümüzü pekiştirmeyi savunduk. 2023 seçimleri HDP için benzersiz bir süreçti ve kendi gücüne ve birikimine odaklanamaması, Kılıçdaroğlu’nun yanlış seçimiyle sonuçlandı…” Yüksekdağ, tutuklular arasından bir kadın adayın cumhurbaşkanlığı seçiminde aday gösterilmesi önerisinin de karşılık bulmadığını ekliyordu…[115]

İtiraz ettiğimiz “ehven-i şer” tarzının unuttuğu Ahmet Telli’nin, “Büyük aşklar yolculuklarla başlar/ ve serüvenciler düşer bu yollara ancak/ onlar ki dünyanın son umudu/ Soyları tükenen birer çılgındırlar,” dizelerindeki cürekârlık idi…

Her ne kadar bu fahiş yanılgı “Savunduğu ‘üçüncü yol’ siyasetinin argümanlarını yeterince geliştiremeyen ve halka anlatamayan Emek ve Özgürlük İttifakı’nı da muhalefete yönelik eleştirilerin dışında tutmak maalesef mümkün değildir,”[116] biçimindeki ifadelerle örtbas edilmeye kalkışılsa da sormadan geçmeyelim: Neden “Maalesef”?!

HDP mi, YSP mi, yoksa EÖİ mi? Hangisi derseniz deyin: 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inde, bir seçimde kaybedileceklerden çok daha fazlasını kaybetmiştir!

“Belirtilmelidir ki; ortada bir bozgun ya da ağır bir yenilgi yoktur… Türkiye’nin İslâmo-faşist bir diktatörlüğe sürüklenme tehlikesine karşı, tarihte örneğine az rastlanacak geniş bir demokratik koalisyon oluştu,”[117] varsayımları asılsızken; ikinci tur sonrasında siyasal İslâm’ın yürüttüğü bir “süreç olarak faşizm” derinleşirken; derin ekonomik krizin yükü emek cephesinin üzerine yıkılmaktadır.

Sağcılığın İslâmcı varyantına, şimdi bir de ülkücülük eklenmişken; Maraş-Sivas-Hizbullah geleneğinden gelen bir hareketin karşısında, her fırsatta “kalp” işareti yapan, sürekli toplumu birleştirmekten vb. söz eden CHP ve “koşulsuz destek” veren müttefiklerinin kendilerine bile faydası yoktur, olmayacaktır da. Ne “demokratik koalisyon”u… “Koalisyon” mu kaldı ortada!

Yükselen militarizm, güvenlikçi söylemler faşist yönelimleri güçlendirirken; ikinci turun milliyetçiler içinde en milliyetçiyi seçme yarışına çevrilmesi, siyasal tabloyu daha ağırlaştırdı.

İki adayın elli artı bire doğru yarışında müzakerelerin, pazarlık ve dayatmaların anahtarı sığınmacılara, Kürtlere karşı en keskin söylemi üretmek olunca ortalık hamasete boğup, aşırı sağcılığı yoğunlaştırarak yaygınlaştırdı.

George Orwell’ın, “Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değildir, suç ortağıdır,”[118] uyarısını anımsatan bu tabloda seçim(sizlik)ler sonuçlandı; artık herkes kendi muhasebesini, eleştiri/özeleştiri yapmak yerine, sorunu başkalarıyla gerekçelendirip, “Unutmayın, başarmayınca, kazanmayınca hiçbir seçim, son seçim olmaz,”[119] söylenceleriyle top çevirmeye başladı!

VERİLİ DURUM!

Victor Hugo’nun, “En çok yağmur yağdığında seviyorum bu şehri. Herkesin yüzü ıslak, başı öne eğik. Sanki herkes suçunu kabullenmiş gibi…”[120]; William Shakespeare’in, “Onların en büyük kaygısı, günah işlememek değil, işlediğini belli etmemektir.” “Burası artık iyi olanların değil, iyi oynayanların dünyası…” betimlemesindeki hâldir verili durum!

Yani Nâzım Hikmet’in, “Bu dem kıyamet demidir,” dizelerindeki ufuktayız ve de Pir Sultan Abdal’ın, “Bu bir demdir gelir geçer,” deyişini bir an dahi aklımızdan çıkartmamakla mükellefiz.

Çünkü ulaşılan koordinatları en iyi John Berger’in, “Bir gün daha sağ kalabilmek için her sabah gerekli kırıntıları aramak ve bulmak. Uyandığında bu yasal sahrada hak hukuk diye bir şey olmadığını bilmek…”

“Geçen yıllar boyunca hiçbir şeyin iyiye gitmeyip tersine kötüleştiğini bizzat yaşayarak anlamak. Nerdeyse hiçbir şeyi değiştirememenin utancını duymak ve bunun seni başka bir çıkmaza sürüklemesi…”

“Seni ve yakınlarını umursamazca hiçe sayan binlerce vaadi dinlemek. Altında kaldıkları toz dumana boyun eğmeyenlerin örneği. Öldürülen yakınlarının üzerine çöken ağırlığı ve sayıları o kadar çok ki onların masumiyetin sonsuza kadar yok olması bu yüzden,” ifadesi betimliyor.

Herman Melville’in, “Söylesene, ne diye çıldırmıyorsun? Nasıl yaşayabiliyorsun delirmeden?” sorusu karşımızdayken kabul edilmeli: “Bütün kavramların ve ölçütlerin anlamlarını yitirdikleri ve -değersiz demek istemiyorum- giderek sarsılmaya yüz tuttuğu bir çağda yaşıyoruz,” deyişi Füruğ Ferruhzad’ın çok şeyi anlatıyor…

“Yorgunuz hepimiz. Geleceğe bir kez daha, güçlü bir biçimde davranmak adına geçmişe bir kez daha dönecek umudu biriktiremiyoruz içimizde. Aynalarımız simsiyah. Sesimiz çıkmıyor. İç sesimiz bile…”[121]

“Bütün bu adamlar iktidar heveslisi, alçak ve insafsız, kendilerinden oluşan devlet, onlar için her şey, idare ettikleri halk onların gözünde neredeyse bir hiç. Ülkemiz tarihinde hiç bu kadar alçalmamıştı. Tarihinde hiç bu kadar alçak ve aynı zamanda karaktersiz ve budala insanlar tarafından yönetilmemişti…”[122]

“Adaletsizlik ciğerlerimizdeki havaya, düşüncelerimizin mekânına, yıldızların sessizliğine ve hayretine musallat olduğu zaman, mücadeleyi kime karşı yöneltmeli?”[123]

Tam da böyle ve hatta daha fazlası!

Bunlar böyleyken Kemal Tahir’in, “Bir toplumun uğrayacağı en büyük bela, geri, bilgisiz, hatta deli idarecilerle idare edilmek değildir, o toplumda pek çok akıllı insan bulunduğu hâlde, bu akıllı insanların çeşitli tarihsel nedenlerle idareyi hayvanların elinden çekip alamamalarıdır”; Jordan Maxwell’in, “Sürekli olarak düzmece bir yaşam, din, medya ve eğitim yoluyla bizlere sunuluyor,” ifadelerine; Lee Kuan Yew’in, “Eğer hırsızlar yollarda güvende yürüyorlarsa bunun iki nedeni vardır; ya rejim büyük hırsızdır ya da halk aşırı aptaldır”; Niccolo Machiavelli’nin, “Hükümdar rolünü iyi oynamalı, gerçek amaçları konusunda açık vermemelidir. İnsanlar o kadar alışkındırlar ki, aldatmak isteyen biri mutlaka aldanacak birini bulur”;[124] Osho’nun, “Hırsız ‘Çalmak kötüdür, asla hırsızlık yapmayın! Yoksa cehenneme gidersiniz’ diye bağırır. O zaman kimse çalmaz ve meydan hırsıza kalırmış,”[125] saptamalarını da eklemekte yarar var…

Lakin 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i sonrasında da her şey ters gidiyor gibi görünse de yaşadığımız tarihsel bir krizdir ve restorasyonu yoktur…

Tam da bunun için V. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolunu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur,” ifadesi yolumuzu aydınlatmaktadır…

Hamaset bir kenara bırakılırsa coğrafyamızdaki çıkmaz daha da derinleşmektedir.

Kaldı ki soru(n), salt coğrafyamızla sınırlı olmayıp; sürdürülemez kapitalist evrenselliğe mündemiçtir. Ekonomik kırılganlık, kuralsızlık, kargaşa yönet(eme)me krizi ile birlikte muhalefete (değerlendirebilirse!) alan açıyor.

Kapitalist çürüme sürdürülemezken; şimdi coğrafyamızda, bu soru(n)lara, depremin ve seçim kazanmanın maliyeti eklenirken; büyük bir sarsıntının zemini oluşuyor.

“Nasıl” mı?

ABD ekonomisi ve toplumu için yeniden gündeme gelen, “100 yıllık sarsıntı devrelerinin” (Turchin, Gillian Tett), bu topraklar için de geçerli olduğunu düşündüren işaretler var: 1620’lere, 1720’lere, 1820’lere bakınca “20’lerin” (yaklaşık olarak), Celali isyanları, Patrona Halil isyanı, Yeniçeri isyanları, büyük toprak kayıpları dış ticarette çöküş, askeri yenilgiler gibi sert ekonomik, siyasi, jeopolik, kültürel sarsıntılara ya da sonuçlarına sahne olduğunu, merkezileştikçe, baskı arttıkça sorunların ağırlaştığını, sultanların, dünyada değişmeye başlayan “realiteyi” anlamakta çok zorlandığını görüyoruz.[126]

Büyük sarsıntı imkânı boy verirken; “İki seçmenden birinin oyunu aldık”, diğer taraftan, “Seçmenin çoğu Erdoğan’ı istemediğini gösterdi”, “Aslında yenilmedik”, “Bu hile hurda, şiddet dolu bir seçimdi, hür değildi, yoksa kazanırdık”, “O kazandı ama bu bir ’Pirus zaferi’, kendi yarattığı ekonomik enkazın altında kalacak,” türünden parlamenter fantezileri bir kenara itmekte yarar var.

Aslında “İki seçmenden birinin oyunu aldı” iddiası rejimi desteklemek için dillendirilmiyorsa, tam anlamıyla bir akılsızlık ürünüdür. Çünkü “Kim gerçekte ne kadar oy aldı” sorusunun cevabı yoktur ama “Bu oylar nasıl alındı” sorusunun yanıtı ise herkesin malumudur.

Bu seçimlere hangi koşullarda gidildiğini, güçlerin, olanakların dağılımını biliyorduk. Dahası, bu rejimin 2007’den bu yana hile hurda olmadan kazanamadığını, toplumun çoğunluğundan rıza alma gücünü kaybettiğini, buna rağmen seçimleri “kazandığını” da biliyorduk. Peki o zaman neden bile bile bu koşulları baştan kabul ederek sandığa gittik. O gece biri bilgiç bir ifadeyle anlatıyordu: “Böyle rekabetçi otoriter rejimlerde, seçimleri hep iktidar kazanıyor.” İyi de daha birkaç gün önce muhalefetin kazanacağını anlatmıyor muydu bu şahıs? Rejimin yapısının özelliklerini, kapasitelerini adeta yok sayarak sandık hesabı yapmak tam anlamıyla rejimin meşruiyetini destekleyen bir fantezi olmadı mı şimdi?

“Pirus zaferi” kavramı da bugünkü duruma uygun değil. Bu “Kral” bu zaferi kazanırken ordusunu kaybetmedi. Aksine ordusu, ağzından alevler fışkıran kalaşnikoflarla zaferi kutluyordu. “Pirus zaferi” saptaması, aslında, “ordularını kaybetmek üzere olan” muhalefet partilerinin durumunu gizlemeye hizmet eden bir fantezi olmuyor mu?

Önümüzdeki dönemde sol hareketin, iyimser olmaya, umudu korumaya çalışmayı bırakıp gerçek durumu doğru okumaya, acilen uygun ideolojik, pratik tepkileri tartışmaya, geliştirmeye başlaması gerekiyor. Tarih hızlandı![127] Daha da hızlanacak…

Kolay mı?

Bu “karanlık” içinde, “Şeyler parçalanıyor; merkez çöküyor. Sadece kaos yayılıyor dünyada” ve “Gök kubbenin atında kaos var, koşullar mükemmel.” Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olacak! Dedik ya tarih daha da hızlanacak…

Yaşanan türbülansta, sert bir iniş yapması muhtemel gidişatta kemerleri devrimci biçimde bağlama zamanıdır.

Görmüyor değiliz! Her şeyini parlamentarizme bağlamış siyaset(sizlik)lerin tahribatı çok derin oldu. Coğrafyamızda koyu bir karamsarlık kol geziyor. “Hukuk yoluyla demokrasi önerileri ile insan hakları ve hukuk devleti umudu, bir başka bahara kaldı,”[128] ifadesiyle ilintili yenilgi duygusu toplumu sarıp sarmalıyor. Toplumsal ruh hâli ve apatiye varan hayal kırıklığıysa malum!

Toplumsal psikoloji açısından çöküş, yenilgi korkusu müthiş etkili ve yıkıcıdır. Anksiyete, depresyon ve paranoyayı toplumsal bir mesele hâline getirirken; parlamentaristlerin eseri olsa da her yenilginin bir bedeli vardır. hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yenilgiye bahaneler aramak, milyonlara yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Çünkü bilinmelidir ki ortada Erdoğan’ın “zaferi” değil düzen muhalefetinin sefaleti söz konusuyken; şimdi bu tabloyu tekzip etmek için tek yol devrimci sınıf siyasetidir.

SINIFSIZ SİYASET(SİZLİK)

14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inde öncelikle (ve de çoktandır) devrimci sınıf siyaseti -kimi çevreler dışında- askıya alındı; bunun yerine yurttaş siyaset(sizliğ)i ikame edildi ve de İvan Sergeyeviç Turgenyev’in, “Öyle bir an gelir ki, bazı yolların dönüşü, bazı hataların özrü, bazı insanların anlamı olmaz,” ifadesindeki noktaya ulaşıldı.

Birçok örnek olsa da birkaçıyla yetinelim!

Mesela AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni dönemde “yumuşak bir liderlik” yapacağı izlenimi edindiğini belirtip, “Toplumun bütün kesimlerine hitap edeceğe benziyor,”[129] diyen Levent Gültekin, seçim sonrasında hızını alamayıp Alevileri hedef tahtasına yerleştirdi.[130]

Bu şahıs da “demokrat”, “müttefik” ilan edilenlerdendi, değil mi?!

Sosyalistlerin 6’lı Masa’ya da “demokrat”, “müttefik” diye bakmasını isteyenler; şimdi ne diyorlar acaba?

Kaldı ki seçim sürecinde 6’lı Masa halkın yoksulluktan çektiklerinden söz etse de, kapitalizmin ve sorumluluğundan hiç mi hiç söz etmedi. Varsa yoksa “Beşli Çete” vardı; ama örneğin TÜSİAD sermayesi yoktu…

Ayrıca sosyalist hareket ile Kürt hareketinin ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtulması gerekliliği bir kez daha “es” geçilirken; ezilenlerin eşitlikçi kardeşliği unutulup, “HDP’nin sosyalist hareketin oy potansiyeline ihtiyacı olmamakla birlikte, bu hareketin ‘misyonuyla’ birleşmeye ihtiyacı var,”[131] vaazlarına sarılındı… Kötü bir pazarlık!

Ortada ne ararsanız varken; 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inin sağa çeken yurttaş siyaset(sizliğ)i tablosunda parlamentarizme kaydı ihtiyat ile yanaşan sınıf merkezli bir strateji radikal bir ekonomi programı, propagandası yoktu. Bu tabloda da mülkiyet ve Kürt meselesi konuşulamamıştı.

Ancak onca konuşulamayana karşı, aday listeleri/pazarlıkları konuşulanlar listesinin ön sıralarındaydı; Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Ercüment Akdeniz’in, “Milletvekili adaylarının belirlenmesi sürecine gelindiğinde parti içi demokrasiye aykırı müdahaleler farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır,”[132] diyerek hem partideki görevlerinden hem de parti üyeliğinden istifa ettiğini duyurusundaki üzere… Ya da Devrim Hareketi, Sol Parti, TKP ve TKH arasında kurulan Sosyalist Güç Birliği İttifakı’nın partilerin “aday sıralamasında anlaşamadıkları” gerekçesiyle seçime partilerin ayrı ayrı katılacağının açıklanmasında olduğu üzere!

Ve Andre Gidé’in, “Asıl ikiyüzlü, kendi yanılgısını kavrayamaz hâle gelip, içtenlikle yalan söyleyendir”; Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “Boşunadır, sağır kulaklara söylenen akıllıca sözler,”[133] ifadeleri kapsamında ele alınması gereken Türkiye İşçi Partisi (TİP) pratiği.

Sera Kadıgil’in, “Bu bir referandum; Recep Tayyip Erdoğan kalsın mı, gitsin mi referandumu. Biz burada hep beraberiz, ilk turda bu işi bitireceğiz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde hep birlikte Kemal Kılıçdaroğlu’na oy vereceğiz,”[134] çağrısı eşliğinde küçük burjuvalara seslenen yurttaş siyasetiyle TİP, aday gösterdiği ünlü isimlerle popülist bir reklam kampanyası yürüterek kentlerde CHP’den kopan laikleri, sosyal demokratları kendisine çekerken; “TİP’in de aday gösterdiği kimi şöhretli simalar vaat ettiği ‘sosyalist’ siyaseti icra edebilir mi bilinmez; lakin geçmişte ‘yetmez ama evet’ diyen Sezen Aksu’nun -küçük burjuva bireysel özgürlük temasına yaslanarak- ‘rabbine’ dua ettiği ‘Karşıyım’ şarkısının TİP’in siyasal kimliğini ifade edemediği kesin”di.[135]

Bunun yanında “HDP’ye oy vermeyecek, ama TİP’e oy verecek bir kitle” önermesiyse, açıktır ki TİP’in, Kürt meselesine yaklaşımı yüzünden HDP’ye oy vermeyen/vermeyecek bir kitleye cazip gelebileceğine işaret edilirken; partinin İstanbul 2. Bölge adayı Ahmet Şık’ın, “Selahattin bugün canımıza okumuş. Güya aynı ittifaktayız. Yapan da Selahattin. Selahattin’i çıkar HDP’den ortada HDP kalmıyor… Hasip Kaplan, Sırrı Süreyya Önder’e şey demiş adam sakın bir Türk’ü bu partinin başına geçirmeyin. Böyle bir dinamik de var parti içerisinde… Ben de bundan rahatsızım zaten. Bu ülkede Türk faşisti var bir de Kürt faşistiyle uğraşamam”[136] sözleri –sonradan özür dilense de!- sorunu ağırlaştırmıştır!

Kanımız odur ki, Kılıçdaroğlu ile aynı karede poz veren TİP, 2023 seçimleriyle övünebileceği bir pratik yaratmamıştır; “Mecliste görünür hâle gelen TİP’e (bir zamanlar ÖDP’ye olduğu gibi) halkın ilgisi oldukça büyük oldu. Bu süreçte TİP, yönetiminden başlayarak giderek “Beyaz Türkleşti”. TİP listelerinde seçime girmek isteyen kimi ünlüler, asla YSP saflarından aday olmaya yanaşmayacak insanlardı. Vekil seçilselerdi -hem de YSP’nin sağladığı baraj garantisiyle seçilmiş olmalarına rağmen- Meclis’te birlikte hareket etmeye yanaşmayacaklardı. Nitekim seçimlerde de aday göstermedikleri yerlerde YSP’ye oy vermedikleri anlaşılıyor. (Örneğin Aydın’da biz aday gösterseydik, biz kazanırdık ama sizin aday, vekilliği kazanamadı diyorlar. Keşke her yerde aday gösterseydik, o zaman TİP olarak oyumuz daha fazla olurdu, diyorlar),”[137] ifadelerindeki üzere Hüseyin Aykol’un…

Bir de “Erdoğan gitmeli bu enkaz kalkmalı”[138] hayalini pazarlayan TKP…

“14 Mayıs isyan etmenin en uygun tarihidir. Bu isyanın bir parçası sağduyuludur, ‘Erdoğan gitsin’ diye cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’na oy kullanmaktır… 14 Mayıs sağduyunun isyanı olacak,”[139] diyen TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, TKP’nin TRT konuşmasında da eklemişti:

“TKP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘Erdoğan gitsin diyor’, bu nedenle Kılıçdaroğlu için oy istiyor. Milletvekili seçimlerinde ise bağımsız, laik, egemen, sosyalist bir ülke için oylar TKP’ye’ ‘Bu oylar umut olarak, dayanışma olarak, halkımızın ayağa kalkışı olarak geri dönecek. Ve en önemlisi, akıl, ahlâk ve vicdan kazanacak’ ‘Gelin bağımsızlık, laiklik, Cumhuriyet ve sosyalizm için bütün engelleri, bize dayatılan barajları yıkalım. 1923’te yaptık, 2023’te yine yaparız”![140]

Başat Kemalizm vurgusuyla Kürt sorununda kantarın topuzunu kaçıran noktalara savruldu!

Bu ve benzerlerinin aslî nedeni sınıfsız siyaset(sizlik) idi!

NE DİYORUZ?

Öncelikle belirtelim: Umberto Eco’nun, “Deliler ve çocuklar her zaman doğruyu söylerler”; Anooshirvan Miandji’nin, “Seri üretime geçmiş bir dünyada, üretim hatası olmayı tercih ederim,” saptamalarına müthiş değer verenlerdeniz…

İş bu nedenle de Frantz Fanon gibi “Hayata evet, sevgiye evet. Ama insan bir hayır tavrıdır aynı zamanda. Horgörüye hayır. Nefrete hayır. İnsanın insan tarafından sömürülmesine hayır. İnsanın insana kulluğuna hayır. Ve insanın en insan yanının, yani özgürlüğünün yok edilmesine de hayır,” diyor ve ekliyoruz:

“İleri gitmekten bahsediyorum, zaten eleştirel bir değerlendirme ortaya koyarken gereken de budur, ileri gitmek”!

İleriye gitmek parlamenter “temsili” bir mücadeleyle değildir; sınıfsal güçlerin gerçek savaşlarıyla yürütülür; 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i buna bir kez daha işaret etmedi mi?

Hem de “Sosyolojik değişimden, kentli Z kuşağının refleksinden, muhafazakâr partilerin çözülmesinden, boş tencereden oy devşirilebileceğinden söz edenler”in edilgin beklentini yerle yeksan ederek…

Asla umutsuz değiliz; aksine bir kez daha sınıf siyaseti umuduyla silahlanılmasını öneriyoruz…

Şüphemiz yok: İnsan(lar) soru(n)ları yaşadığı oranda değil, soru(n)ları çözdüğü oranda güçlenirken; önlerindeki seçeneklerden hep en zorunu seçen başarılı olacaktır.

Kolay(cılık) çözüm değil, olsa olsa ehven-i şerdir.

Bu kapsamda V. İ. Lenin gibi, “İnsanlara şunu söylüyoruz; Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!”

Ayrıca da Antonio Gramsci’nin, “Amacı isteyen, araçlarını da istemelidir!”; Pyotr Kropotkin’in, “Koşullarımız ile uzlaşmak istemiyoruz. Onlara başkaldırıyoruz. Koşullar üzerimizde ağırlık oluşturuyor, bizi devrimcileştiriyorlar. Bizi isyana yönelten şeye uyum sağlamayız”; Mao Zedung’un, “Tüm gericiler kâğıttan kaplanlardır”; Fidel Castro’nun, “Ben bir Marksist Leninistim ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım,” sözlerini anımsatırken; 14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)i sonrasında tarihsel çizgimiz doğrultusunda aslında her şey yeniden başlıyor.

Sokrates’in, “Kaçarak değil, kalarak özgürlük,” vurgusuyla şimdi bize düşen; Julio Cortazar’ın, “Anlamak bizi değiştirir. O andan itibaren, bir dakika öncesinde olduğumuz kişi değilizdir artık; sonsuza dek değişmişizdir,” uyarısına uygun düşünüp/ davranarak durumu değerlendirip/ eleştirmektir.

Kimse inkâra kalkışmasın: Bugündeki “durum(umuz)”, CHP liderliğinin 6’lı Masa’sına destek veren politikaları sayesinde “umutsuzdur”!

Ancak Juvenal’in, “İsyan bir ümit çığlığıdır. Ölü isyan etmez”; Jack London’un, “Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun martı sevdiği denizi asla terk etmez!”; Walter Benjamin’in, “Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir!”; Yaşar Kemal’in, “Bu dağlarda bin kere ölmeden, bir kere dirilemezsin,” saptamaları eşliğinde enseyi karartmamak gerek…

Hayır “Türkiye yönünü kaybetti!”[141] diyenlerden değiliz; ancak durumun vahametini kavrayıp, denenmişi deneyen tekerlemelere de sarılmıyoruz elbette!

“Nasıl” mı?

“Seçim sonuçları ve üçüncü cephenin büyüyen devrimci olanakları”ndan[142] söz edip; “HDP’nin kuruluş felsefesine dönerek üçüncü cepheyi büyütme”den[143] söz etmek gibi…

Vazgeçmeyenler için, her zaman, bir olasılık daha olduğundan şüphe etmeden; Silivri Zindanı’ndaki Selçuk Kozağaçlı’nın, “Sizin elinizde olan, bir başkasının elinde olan hiçbir şeyden umutlanmam. Ben kendimden umutluyum, ben yoldaşlarımdan umutluyum, meslektaşlarımdan umutluyum. Biz yaşamdan umutluyuz, dünyadan umutluyuz; biz kendimize güveniyoruz, bizim umudumuz o!” terennüm etmekte yarar var.

Evet, zor süreç şimdi yeniden devrede; bunu görmezden gelemeyiz; lakin gelecek, nihai kertede devrimciler için değil rejim için karanlıktır. Seçim yaygaraları karaya otururken; şimdi sınıf kavgası yükselecek. Rejim, ne kadar güçlü görünürse görünsün, zayıflayarak sona ermeye mahkûmdur.

O hâlde Ahmet Telli’nin, “Belli ki dağların, denizlerin/ ve göllerin üzerinden/ sıyrılıp gelmektedir seher/ Belli ki yakındır doğayı/ ve hayatı sarsacak saat”…

Turgut Uyar’ın, “umut yoktur/ kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek/ çünkü umut kaçınılmaz gelecektir/ bütün gümbürtüsüyle/ umut kaçınılmaz gerçektir çünkü”…

Ataol Behramoğlu’nun, “Bir gün mutlaka yeneceğiz!/ Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla/ Yürüyeceğiz çoğala çoğala”…

Metin Altıok’un, “Düş yollara yeniden harlı bir umutla,” dizelerindeki anlamı yaşama mal etmek gerekiyorken; son söz de Lucy Parsons’dan: “Yaklaşan değişim ancak bir devrim yoluyla gelebilir”! o

15 Haziran 2023, İstanbul

 

[1]    Hülya Doğan.

[2]    Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, çev: Berna Günen, İş Bankası Kültür Yay., 2017.

[3]    Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, Adam Yay., 1974.

[4]    William Saroyan, Ödlekler Cesurdur, çev: Ohannes Kılıçdağı, Aras Yay., 2016.

[5]    V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s. 157.

[6]    yage, 1977, s. 90.

[7]    Merdan Yanardağ, “Demokrasi Eleştirisini Güncellemek!”, Birgün, 28 Mayıs 2023, s. 5.

[8]    Jean Baudrillard, Her Yer Ekran, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2022, s. 94.

[9]    V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[10]  Nilgün Cerrahoğlu, “2023’ün En Önemli Seçimi”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2023, s. 7.

[11]  Metin Özuğurlu, “Egemen Kim, Referandumu”, Birgün, 19 Mayıs 2023, s. 8.

[12]  Metin Özuğurlu, “Seçim-Devrim Mekaniği”, Birgün, 11 Mayıs 2023, s. 5.

[13]  Fikret Başkaya, “Varlığını ‘Terörle Mücadele’ Retoriğine Borçlu Bir Rejim!”, 9 Mayıs 2023… https://yeniyasamgazetesi4.com/varligini-terorle-mucadele-retorigine-borclu-bir-rejim/

[14]  Işıl Çalışkan, “Berna Laçin: Yangından Tek Çıkış Sandıkta”, Birgün, 22 Mayıs 2023, s. 13.

[15]  V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Kitap, 2015

[16]  Hakan Öztürk, “Örgütlü Gücü Meclis’e Taşıyalım”, Yeni Yaşam, 14 Nisan 2023, s. 5.

[17]  Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Roll Yay., 2017, s. 53.

[18]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘İki Mesele’ Var”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2023, s. 7.

[19]  Veysi Sarısözen, “14 Mayıs Seçimlerinin Devrimci İçeriği”, Politika, Yıl: 9, No: 85, 27 Mart 2023, s. 4-5.

[20]  Cahit Kırkazak, “2023 Seçimleri Özgürlükler Seçimidir”, Yeni Yaşam, 15 Nisan 2023, s. 9.

[21]  Mustafa Balbay, “Bu Seçimin Önceliği Vicdandır!”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2023, s. 5.

[22]  Zeynep Oral, “23 Nisan ve Seçim”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2023, s. 20.

[23]  Mustafa Balbay, “Bu Seçim… Seninle Onun Arasındadır!”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2023, s. 4.

[24]  Serpil İlgün, “Doç. Dr. Erdem Yörük: İktidarın Gitmesi Mücadelenin Önünü Açacak”, Evrensel, 13 Mayıs 2023, s. 4.

[25]  Naci Sönmez, “İttifaklar, Çatlaklar ve HDP!”, Yeni Yaşam, 17 Mart 2023, s. 10.

[26]  Mehmet Yılmazer, “İpi Göğüslemeye Az Kaldı”, Yeni Yaşam, 8 Mayıs 2023, s. 5.

[27]  Ertuğrul Kürkçü, “14 Mayıs’tan Sonra”, Yeni Yaşam, 27 Nisan 2023, s. 5.

[28]  Mehmet Ali Güller, “Devrimci Meclis”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2023, s. 7.

[29]  Alper Taş, “Siyasetsiz Seçimi Siyasallaştırmak”, BirGün Pazar, Yıl: 20, No: 840, 16 Nisan 2023, s. 8.

[30]  Önemli bir not: “Biz Lula’nın ‘cehennemin kapılarını kapatacağız’ sloganına sarılırken; Lula, sosyalizmin olmadığı bir dünyada akepe’nin emperyalistler arası çelişkilere oynaması bile anti-emperyalizm olarak görülebiliyor, buradan bir dayanışma duygusu çıkarılıyor.” (fatih yaşlı@fatih_yasli, 29 May 2023… https://twitter.com/fatih_yasli/status/1663131932677242881?s=20)

[31]  Bülent Forta, “Yol Ayrımındaki Ülke”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 835, 12 Mart 2023, s. 9.

[32]  Çevrim Çevirmen, “Can Kozanoğlu: Boğulmamak İçin Son Nefeste Adaya Çıkmaya Çalışıyoruz”, Birgün, 9 Mayıs 2023, s. 7.

[33]  Amerika’nın Sesi, Dilge Timoçin, 9 Mayıs 2023.

[34]  İklim Öngel, “Bahadır Erdem: AKP’nin Son Seçimi”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2023, s. 9.

[35]  Doğan Özgüden, “Sol Partilere Bu Ders Yeter mi?”, 15 Mayıs 2023… https://www.avrupa-postasi.com/sol-partilere-bu-ders-yeter-mi

[36]  Umut Gazetesi, “Liberal Hayallerin İflası”, 18 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/liberal-hayallerin-iflasi-umut-gazetesi/

[37]  Volkan Yaraşır, “Türkiye Gerçeğinde Rüyalara Tutunmak”, 7 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/turkiye-gerceginde-ruyalara-tutunmak-volkan-yarasir/

[38]  Gün Zileli, “İttifaklar Meselesi…”, 9 Nisan 2023… https://www.gunzileli.net/2023/04/12/ittifaklar-meselesi/

[39]  https://halktv.com.tr/siyaset/keskin-donusleri-buyuk-tepki-ceken-abdullatif-sener-halk-tvde-konustu-747389h.

[40]  https://www.birgun.net/haber/2-turda-gecersiz-oy-kullandigini-soyleyen-abdullatif-sener-i-sandik-tutanagi-yalanladi-445835

[41]  Selman Çiçek, “Yüksel Genç: YSP 100 Vekil Çıkarabilir”, Yeni Yaşam, 31 Mart 2023, s. 11.

[42]  Hüseyin Kalkan, “Mulla Şimşek: AKP’den Kopanlar Yeşil Sol’a Bakıyor”, Yeni Yaşam, 12 Mayıs 2023, s. 11.

[43]  Hüseyin Kalkan, “Bu Seçim Bütün Seçimlerin Toplamı” Yeni Yaşam, 11 Mayıs 2023, s. 11.

[44]  Selman Çiçek, “Çiğdem Kılıçgün Uçar: Hedefimiz Yüzde 20”, Yeni Yaşam, 24 Mart 2023, s. 11.

[45]  Mithat Sancar, 19 Nisan 2023… https://twitter.com/GazeteSolfasol/status/1648732464750133267

[46]  Özgür Müftüoğlu, “14 Mayıs’ta Dehak’ların Karşısında Kawa’lar Olacaktır!”, Yeni Yaşam, 18 Mart 2023, s. 10.

[47]  Hüseyin Kalkan, “İstanbul Adayı Celal Fırat: Seyit Rıza ile Şeyh Said’in Hayalini Gerçekleştireceğiz”, Yeni Yaşam, 13 Mayıs 2023, s. 11.

[48]  Beyza Üstün, “Barışa Özgürlüğe Çağrı”, Yeni Yaşam, 26 Mayıs 2023, s. 12.

[49]  Eylem Akdağ-Cengiz Özbasar, “YSP Diyarbakır Milletvekili Adalet Kaya: İlk Turda Sarstık, İkinci Turda Kaybettireceğiz”, Evrensel, 22 Mayıs 2023, s. 9.

[50]  Ertuğrul Kürkçü, “Irmakların Yönünü Çevirme Zamanı”, Yeni Yaşam, 18 Mayıs 2023, s. 10.

[51]  HDP ve YSP Merkez Yürütme Kurulları 17 Mayıs 2023… “HDP ve Yeşil Sol’dan 10 Maddelik Ortak Açıklama”, 18 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdp-ve-yesil-soldan-10-maddelik-ortak-aciklama/

[52]  Hüseyin Şenol, “Bir Seçimden Payımıza Düşen”, 15 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/bir-secimden-payimiza-dusen-huseyin-senol

[53]  Doğan Özgüden, “Haydi Sil Baştan, Ama Önce Ciddi Özeleştiriyle…”, 29 Mayıs 2023… https://artigercek.com/makale/haydi-sil-bastan-ama-once-ciddi-ozelestiriyle-251900

[54]  Ahmet Turhallı, “Seçim ve Neticeleri”, Yeni Özgür Politika, 16 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/secim-ve-neticeleri-ahmet-turhalli/

[55]  Kansu Yıldırım@KansuYildirim, 29 Mayıs 2023… https://twitter.com/KansuYildirim/status/1663048495870164993?s=20

[56]  Hayri Kozanoğlu, “Kâbustan Uyanınca”, BirGün Pazar, Yıl: 20, No: 841, 23 Nisan 2023, s. 8.

[57]  Faik Bulut, “İttifaklar Siyaseti ve Geçmişteki Tecrübeler”, 6 Nisan 2023… https://ozguruniversite.org/2023/04/06/ittifaklar-siyaseti-ve-gecmisteki-tecrubeler/

[58]  Murat Çepni, “Umut Biziz”, 20 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/umut-biziz-murat-cepni/

[59]  Hakan Öztürk, “Denizlere Çıkar Sokaklar”, Yeni Yaşam, 24 Mart 2023, s. 6.

[60]  Veysi Sarısözen, “Meğer Biz de ‘Uzlaşıyormuşuz’…”, Yeni Yaşam, 19 Mart 2023, s. 10.

[61]  “Hasan Cemal’in dahil olduğu YSP-TİP tartışmasının bize bir faydası yok.” (Veli Saçılık @velisacilik, 24 Nisan 2023… https://twitter.com/velisacilik/status/1650229812449910785).

[62]  Nezahat Doğan, “Hasan Cemal: Kürt Sorunu Çözülmeden Değişim Olmaz”, Yeni Yaşam, 17 Nisan 2023, s. 11.

[63]  “AKP’yi Doğru Yaptığında Destekledim”, 21 Nisan 2023… https://gazetemanifesto.com/2023/hasan-cemal-akpyi-dogru-yaptiginda-destekledim-509320/

[64]  Kemal Göktaş, “Hasan Cemal: Yetmez Ama Evetçilere Küfredeceğine Enerjini Erdoğan’la Mücadeleye Ver”, 21 Nisan 2023… https://kisadalga.net/haber/detay/hasan-cemal-yetmez-ama-evetcilere-kufredecegine-enerjini-erdoganla-mucadeleye-ver_65302

[65]  Cengiz Çandar, 8 Mayıs 2023… https://www.youtube.com/watch?v=oe06EYKZ3hI

[66]  https://www.facebook.com/mlpropagandaa/photos/a.941547402642694/2796481283815954/

[67]  Temel Demirer@temeldemirer, 2 Mayıs 2023, https://twitter.com/temeldemirer/status/1653438974910779392

[68]  “Ebru Günay: Özeleştiri Zamanı”, Yeni Yaşam, 2 Haziran 2023, s. 7.

[69]  “Demirtaş: Kapsamlı Bir Yeniden Yapılanma Süreci Başlatmak Zorundayız”, 31 Mayıs 2023… https://twitter.com/nupelonline/status/1663682648693243904?s=20

[70]  Selahattin Demirtaş, “HDP Açısından TBMM Seçimi: Neden Böyle Oldu?”, 31 Mayıs 2023… https://artigercek.com/forum/hdp-acisindan-tbmm-secimi-neden-boyle-oldu-252148h

[71]  İrfan Aktan, “Selahattin Demirtaş: Ben HDP’liyim ve Öyle De Kalmaya Devam Edeceğim”, 1 Haziran 2023… https://artigercek.com/makale/selahattin-demirtas-ben-hdpliyim-ve-oyle-de-kalmaya-devam-edecegim-252314

[72]  Zülâl Kardelen, “HÜDA PAR ve HDP”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2023, s. 5.

[73]  Muş Milletvekili Sezai Temelli (HDP eski Eş Genel Başkanı) isim vermeden Demirtaş’ı şu cümlelerle eleştirdi: “Sosyal medya fenomenliği ve pop star kampanyacılığının etrafı kapladığı bir süreçte politik söylemlerin ve paradigmal referansın gölgelenmesine karşı maalesef güçlü bir hamle geliştirilemedi.” (Sezai Temelli, “Dünden Sonra Yarından Önce”, Yeni Özgür Politika, 30 Mayıs 2023… https://www.ozgurpolitika.com/haberi-dunden-sonra-yarindan-once-177127).

[74]  Yavuz Özcan@OOktayyildiz3, “Karayılan: “Erdoğan’ın Karşısındaki Rakibi Bir Kürt’tü ve Bir Alevî’ydi, Bunun İçin Oy Verilmedi”, 5 Haziran 2023… https://twitter.com/OOktayyildiz3/status/1665703209271263232?s=20

[75]  Ayşe Düzkan, “Türkler Meselesi”, Yeni Yaşam, 5 Haziran 2023, s. 2.

[76]  M. Ender Öndeş, “Bir Muhasebe İçin Ön Notlar ve Sorular”, 25 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/bir-muhasebe-icin-on-notlar-ve-sorular-m-ender-ondes/

[77]  Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 2019.

[78]  Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.

[79]  “Çiftyürek: Düşmanı Sevindirmeyelim”, 9 Haziran 2023… https://justpaste.it/b5bw7

[80]  Yüsra Batıhan, “Sezai Temelli: Fikriyatımıza Güvenelim”, Yeni Yaşam, 5 Haziran 2023, s. 7.

[81]  Ertuğrul Kürkçü, “Çok Verilenden Çok İstenir…”, Yeni Yaşam, 1 Haziran 2023, s. 10.

[82]  https://twitter.com/dokuz8haber/status/1667826034845143042

[83]  Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s. 130.

[84]  Öztin Akgüç, “Sosyal Devlet, Sosyal Demokrasi”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2023, s. 11.

[85]  Örsan K. Öymen, “Sosyal Demokrasi, Kapitalizm ve Emperyalizm”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2022, s. 12.

[86]  Örsan K. Öymen, “Anti-Emperyalist Sosyal Demokratlar”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2022, s. 12.

[87]  Örsan K. Öymen, “Sosyal Demokrasi”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2022, s. 10.

[88]  Temel Demirer@temeldemirer, 5 Mayıs 2023… https://twitter.com/temeldemirer/status/1654362929695686656

[89]  Temel Demirer @temeldemirer, 29 Nisan 2023… https://twitter.com/temeldemirer/status/1652187660427882496

[90]  http://kaldirac5.org/umut-burjuva-partilerde-degil-umut-direniste-senin-emegindedir/

[91]  Devrimci Parti 30 Nisan 2023 tarihli MYK ile, “Oylar Yeşil Sol’a! Üçüncü yol ekseninde devrimci demokratik bir aday alternatifinin öne çıkmadığı bugünkü koşullar itibariyle CB seçimlerinde hiçbir adaya oy vermemeyi karar altına almıştır,” (“Devrimci Parti: Oylar Yeşil Sol’a! CB Adaylarına Oy Yok!”, 3 Mayıs 2023… https://www.avrupademokrat2.com/devrimci-parti-oylar-yesil-sola-cb-adaylarina-oy-yok/) demesi gibi…

[92]  “Emek ve Özgürlük İttifakı Kılıçdaroğlu’nu Destekleyeceğini Açıkladı”, 28 Nisan 2023… https://odakdergisi2.com/emek-ve-ozgurluk-ittifaki-kilicdaroglunu-destekleyecegini-acikladi/

[93]  “Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı Kılıçdaroğlu’nu Destekleyecek”, 1 Mayıs 2023… http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/206659

[94]  13 Mayıs 2023… https://twitter.com/dokuz8haber/status/1657391809377587204

[95]  “Buldan da, İki Kötüden Biri Olarak Gördüğü Kılıçdaroğlu İçin Oy İstedi”, 29 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/buldan-da-iki-kotuden-biri-olarak-gordugu-kilicdaroglu-icin-oy-istedi/

[96]  Fikri Sağlar, “Geleceğimizi Oylayacağız”, Birgün, 23 Mayıs 2023, s. 5.

[97]  Ayşen Ünsal, “Müzakere Etmeyi Öğrenmek”, Evrensel, 24 Mayıs 2023, s. 7.

[98]  Barış İnce, “Seçimler, Sorumluluk ve Sol”, BirGün Pazar, Yıl:20, No:840, 16 Nisan 2023, s. 9.

[99]  Yasin Durak, “Ehven-i Şer”, Birgün, 12 Nisan 2023, s. 7.

[100] L. Doğan Tılıç, “Cehennemin Kapılarını Açarken…”, Birgün, 18 Nisan 2023, s. 3.

[101] L. Doğan Tılıç, “Geleceği Kazanacağız!”, Birgün, 23 Mayıs 2023, s. 3.

[102] Cahit Berkay, “Cehennemin Kapılarını Kapama Seçimi”, Birgün, 23 Nisan 2023, s. 13.

[103] Soner Yalçın, “İkisi de Sağcı”, Sözcü, 10 Mayıs 2023, s. 10.

[104] “İran Komünist Partisi’nden Seçim Değerlendirmesi”, 26 Mayıs 2023… https://direnisteyiz30.org/dunyadan/iran-komunist-partisinden-secim-degerlendirmesi-iki-burjuva-hizip-arasindaki-cekismenin-sonucu-secmenlerde-bir-hayal-kirikligina-neden-olacaktir/

[105] “Sinan Oğan Yanıtladı: 2. Turda Kimi Destekleyecek?”, 8 Mayıs 2023… https://twitter.com/dokuz8haber/status/1655564067673702402/photo/17

[106] Ferit Aslan, “SES Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen: Yönetim Toplantısında Erdoğan’a Destek Verme Eğilimi Çıktı Ancak Seçmenlerimiz Bu Konuda Özgür”, 25 Mayıs 2023… https://medyascope.tv/2023/05/25/ses-partisi-genel-baskani-ayhan-bilgen-yonetim-toplantisinda-erdogana-destek-verme-egilimi-cikti-ancak-secmenlerimiz-bu-konuda-ozgur/

[107] “Sancar: Tercihimizi Rejimi Durdurmaktan Yana Kullanıyoruz”, 26 Mayıs 2023… https://www.facebook.com/photo/?fbid=271815945207419&set=a.193524959703185

[108] “HDP ve Yeşil Sol: Rejimi Değiştireceğiz”, Yeni Yaşam, 26 Mayıs 2023, s. 7.

[109] Ertuğrul Kürkçü, “29 Mayıs: ‘Vaziyet ve Manzara-i Umumiye’…”, Yeni Yaşam, 25 Mayıs 2023, s. 10.

[110] Veysi Sarısözen, “Sandığa Gitmezsek Ne Olur?”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2023, s. 7.

[111] Güven Gürkan Öztan, “Cumhurbaşkanlığı Seçimi Değil Uygarlık Seçimi”, Birgün, 23 Mayıs 2023, s. 3.

[112] Mehmet Ali Güller, “Rejimin Meşruiyet Sorunu Sürüyor”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2023, s. 11.

[113] Mehmet Ali Güller, “… ‘Reis mi, Cumhurbaşkanı mı’ Seçimi”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2023, s. 7.

[114] Orhan Bursalı, “Ülke, Millet Hiçbir Şey, İktidar Her Şey: Ülke İyice Elden Çıkmadan”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2023, s. 6.

[115] “Yüksekdağ: Kılıçdaroğlu’nu Destekleme Kararı Yanlıştı”, 16 Haziran 2023… https://www.avrupademokrat2.com/yuksekdag-kilicdaroglunu-destekleme-karari-yanlisti/

[116] Özgür Müftüoğlu, “Seçimin ‘Gör!’ Dediği”, 3 Haziran 2023… https://yeniyasamgazetesi4.com/secimin-gor-dedigi/

[117] Merdan Yanardağ, “Seçim Sonuçları Üzerine”, Birgün, 4 Haziran 2023, s. 5.

[118] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 2000.

[119] Sertaç Eş, “Son Seçim”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2023, s. 5.

[120] Victor Hugo, Sefiller, çev: Şerif Yeşilbucak, Anonim Yay., 2017.

[121] Enis Batur, Kırkpare, Sel Yay., 2001, s. 243.

[122] Thomas Bernhard, Bitik Adam, çev: Sezer Duru, YKY, 2000.

[123] Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2000, s. 47.

[124] Niccolo Machiavelli, Hükümdar, çev: Celal Önder, Ezr Yay., 2019.

[125] Osho, Ahlâklı Ahlâksız Ahlâküstü- Neyin Doğru ve Neyin Yanlış Olduğunun Farkına Varın, çev: Emre Özdal, Butik Yay., 2014.

[126] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Çok Sarsıntılı Bir Dönem Olacak” Cumhuriyet, 5 Haziran 2023, s. 11.

[127] Ergin Yıldızoğlu, “Sonuçlar ve Fanteziler”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2023, s. 9.

[128] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Seçimler-2: 14 ve 28 Mayıs”, Birgün, 8 Haziran 2023, s. 8.

[129] “Levent Gültekin’in ‘Erdoğan’ Beklentisi”, 19 Mayıs 2023… https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/levent-gultekinin-erdogan-beklentisi-baska-bir-yone-dogru-yonelmis-tayyip-bey-2082811

[130] Levent Gültekin, “CHP Alevî Partisi Olursa…”, 5 Haziran 2023… https://www.diken.com.tr/chp-alevi-partisi-olursa/

[131] Ali Saim, “İttifaklar Meselesine Devrimci Bakış”, Politika, Yıl: 9, No: 85, 27 Mart 2023, s. 5.

[132] “EMEP Genel Başkanı Ercüment Akdeniz İstifa Etti”, 16 Mayıs 2023… https://www.birgun.net/haber/emep-genel-baskani-ercument-akdeniz-istifa-etti-437658

[133] Goethe, Faust, çev: İsmet Zeki Eyüboğlu, Sosyal Yay., 2013.

[134] Sera Kadıgil@serakadigil, 28 Nisan 2023… https://twitter.com/dokuz8haber/status/1652017193847013385

[135] Yasin Durak, “Ehven-i Şer”, Birgün, 12 Nisan 2023, s. 7.

[136] “TİP Adayı Şık, Kürtleri ve HDP’yi Hedef Aldı”, 29 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/tip-adayi-sik-kurtleri-ve-hdpyi-hedef-aldi/

[137] Hüseyin Aykol, “Seçim Sonuçları Üzerine Kimi Gözlemler”, Yeni Yaşam, 22 Mayıs 2023, s. 10.

[138] “TKP: Erdoğan Gitmeli Bu Enkaz Kalkmalı”, Bizim Gazete, No: 29, 16-22 Mart 2023, s. 3.

[139] İklim Öngel, “Kemal Okuyan: 14 Mayıs Sağduyunun İsyanı Olacak”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2023, s. 9.

[140] 13 Mayıs 2023… https://twitter.com/dokuz8haber/status/1657380950777516035

[141] Mustafa Balbay, “Türkiye Yönünü Kaybetti!”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2023, s. 5.

[142] Umut Erbay, “Seçim Sonuçları ve Üçüncü Cephenin Büyüyen Devrimci Olanakları”, Atılım, Yıl: 3, No: 116, 19 Mayıs 2023, s. 18.

[143] “HDP’nin Kuruluş Felsefesine Dönerek Üçüncü Cepheyi Büyütmeye”, Atılım, Yıl: 3, No: 119, 9 Haziran 2023, s. 2.

 

Mesele sadece Nahel değil

19. yüzyılın büyük imparatorluklarından biri idi Fransa. Asya, Amerika, Afrika ve Okyanusya’ya yayılmış kolonileri ve buralarda yaratılıp imparatorluk merkezine aktarılan zenginlikler sayesinde de sadece teknoloji alanındaki yatırımları ile değil aynı zamanda kültür ve sanat alanındaki etkinlikleri ile de dünyanın merkezi olma iddiasını taşıyordu.

İmparatorluklar çağı sona erip de dünyanın dört bucağında “ulusal kurtuluş mücadeleleri” başlayıp bunlar da birer birer başarıya ulaşınca yeni duruma ayak uyduramayıp sıradanlaştı ve yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren de eski parlak günlerinin anıları ile yaşayan müflis tüccar benzeri bir duruma düştü.

Günümüzde ise bu imparatorluğun kalıntılarını görmek mümkün:

• Çoğu Afrika’da bulunan, sefalet içinde yaşamakta olan ve hâlâ Fransızcayı resmî dil olarak kullanan 29 ülke.

• Resmî dil olarak kabul edilmemekle birlikte halk arasında bu dilin yaygın olarak kullanıldığı üç Kuzey Afrika ülkesi (Fas, Cezayir ve Tunus).

• Büyük çoğunluğu Okyanus adalarında bulunan toplam yüzölçümü yaklaşık 90.000 km2, toplam nüfusu ise yaklaşık iki buçuk milyon olan ve Fransa’dan gönderilen valiler tarafından yönetilen yedi toprak parçası (La France d’outre mer – deniz aşırı Fransa).

Yukarıda betimlemeye çalıştığım tablo bir Avrupa ülkesi olan Fransa’daki çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü etnik haritanın nedenini oluşturur.

Gerek eski sömürgelerden gelenler gerekse Fransa’nın görece zenginliğinden etkilenip bu ülkede yaşamayı seçmiş Avrupalılar (İspanyol, Katalan, Belçikalı, Polonyalı, İtalyan vb.) ülkeyi gerçek bir kültür mozaiği hâline getirdiler.

Günümüz Fransa’sına bakacak olursak ülke nüfusunun yaklaşık %10’unun Fransa dışında doğup sonradan bu ülkeye göçmüş olan insanlardan meydana geldiğini görürüz (Fransa Ulusal İstatistik Ajansı 2021 yılı raporu). Ancak Fransa’da yaşamakta olan göçmenleri bu çerçeve ile sınırlandırmak doğru bir yaklaşım olmaz kanımca. Yirminci yüzyılın başından itibaren Fransa’ya gelip yerleşmiş insanların devamı olanları da hesaba katmak gerekir bana göre. Böyle bir hesaplama ile de Fransa nüfusunun yaklaşık %20’sinin göçmenlerden oluştuğunu ifade edebiliriz. Bu da bahse konu ülkede kaba bir hesapla on üç milyondan fazla göçmen veya kökeninde göçmenlik olan insanın varlığını gösterir.

Göçmenleri de iki gruba ayırmak olası. Birinci grupta Avrupalılar var. Bunlar dinsel yakınlıkları ve ten renklerinin Fransızlar için çok yadırgı olmaması nedeni ile toplum tarafından kabul gördüler ve Fransızlaştırıldılar. Onların da bu duruma pek itirazları olmadı. Dolayısı ile bu kesimi çalışmamıza konu etmeyeceğiz. Bu kesime bir de Ermenileri eklemek gerekiyor. Onların da Kafkasyalı ve/veya Anadolulu olduklarını söylemek hiç de iddialı bir ifade olmaz. Fransızlaşan Ermeniler arasından yetişmiş olan sanatçılar Fransa’da kültür ve sanat yaşamının gelişmesine önemli katkılar yaptılar. Özetle gerek Avrupalı göçmenlerin gerekse Ermenilerin Fransa toplumu ile uyum sorunu yaşamaksızın topluma entegre olduklarını söyleyebiliriz. Bu entegrasyonun bir ürünü olarak bahse konu topluluklardan yetişmiş pek çok bilim ve sanat insanı ve politikacı Fransa’nın yakın tarihinde kendilerine yer buldular.

Yazının bundan sonraki bölümünde “göçmen” sözcüğü ile Afrika ve Asya kökenli olup da yaşamlarını Fransa’da sürdüren insanlar betimlenmiş olacaktır. Yerli Fransızlar her daim sorun yaşadılar bu insan topluluğu ile. Onlara göre; “Batı medeniyetinin insanlık öğrettiği, uygar bir toplum içinde yaşama olanağı sağladığı ancak karşılığında hiçbir yarar sağlayamadığı” insanlardı bunlar. Burada yaşamalarına izin verilmesi ise bir lütuftu onlar için.

Bu düşünceler şekil verdi “Beyaz Fransız”lara. Yeni değildi bu düşünceler, yirminci yüzyılın ortalarından beri Fransızları yönlendiriyor ve göçmenlere karşı düşmanlık duygularının gelişmesine yol açıyordu.

Ne idi bu insanların suçu?

Renkleri farklı idi. Bir kısmının dini de farklı idi. Kültürleri farklı idi. Üstelik inanç ve kültürlerini değiştirmemekte, yüce(!) Batı uygarlığına direnmekte ısrar ediyorlardı.

Böylesi bir düşünce yapısı egemen olunca topluma, büyük kentlerin çevresinde kurulan “getto”larda yaşamaya mahkûm edildiler bu insanlar. Geçimlerini sağlamak için yapacakları işler de sınırlandırıldı adeta. Büyük işletmelerde veya kamu kuruluşlarında görev almak hayaldi bu insanlar için. Çoğunlukla “güvencesiz” işlerde çalışıyor, “prekarya” denilen toplumsal grubun çekirdeğini oluşturuyorlardı adeta.

Bu durum kendiliğinden gelişen bir sürecin sonucu değil, tamamen tersine devletin bilinçli olarak geliştirdiği politikaların bir ürünü idi.

1959-1970 yılları arasında Fransa’da devlet başkanlığı görevinde bulunmuş olan De Gaulle’ün aşağıdaki cümlesi bu durumu açıklamak için güzel bir kanıttır:

“Sarı, siyah, kahverengi Fransızların olması çok hoş. (…) Elbette azınlık olarak kalmaları şartıyla. Aksi takdirde Fransa, ‘Fransa’ olma özelliğini yitirir. Zira biz her şeyden evvel Yunan ve Latin kültüründen gelen ve Hıristiyan inancına bağlı beyaz ırklı bir Avrupa ulusuyuz.”

De Gaulle tarafından yapılan bu açıklama, Fransa nüfusunun %10’dan fazlasını “Fransız” olarak görmeyen devlet kafasının bir ürünü ve günümüzde yaşanan sorunların tarihten gelen kökleri olduğunun güzel bir kanıtı.

Biraz daha ileri gidelim:

Fransa, özellikle 5. Cumhuriyet döneminde (1958’den günümüze kadar olan dönem) kendi cumhuriyetlerinin kuruluşuna öncülük eden slogana (Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik) sadık kalmamış, izlediği politikalarla bu slogana her zaman ters düşmüştür.

Bu durum Sarkozy’nin “İtiraflarım” adlı kitabında yazdıkları ile de tam bir uyum hâlinde. Sarkozy kitabında açıkça “öğrenim yaşamında başarılı olmuş bir gencin sırf rengi veya Magripli (Kuzey Afrikalı–HT) olması nedeni ile yıllarca iş bulamadığını, dini, ten rengi ve/veya kökeni nedeni ile bazı insanların önemli (!) görevlere getirilmesinin hoş karşılanmadığını” ifade etmektedir.

Bu durum devletin politikalarında şöyle şekillenmiştir:

Fransa azınlıklarla ilgili birçok uluslararası anlaşmaya imza atmış ancak bunların hiçbirini iç hukuk sisteminde yürürlüğe sokmamıştır.

Beşinci Cumhuriyet dönemimin başından beri adeta “ilan edilmemiş bir savaş” yaşanmaktadır Fransa’da; tarafları “Beyaz Fransızlar” ve “Afrika/Asyalı göçmenler” olan bir savaş.

Fransa’da yaşamakta olan bir dostum ülkedeki sistemi şöyle özetlemekte:

Fransa’da cumhuriyet okulları, fırsat eşitliği vs. sözleri yaygın olsa da inanma! Fırsat eşitliği filan yok. Ne ailelerin, ne kurumların olanakları eşit, ne de eğitimi verenlerin yeti ve deneyimleri!

Mahallelerin zengin ya da fakir olmalarına göre başarı, başarısızlık oranları belirleniyor. Bu oran zengin semtlerde %80/%20 iken fakir muhitlerde %20/%80 oluyor. Fakir semtlerde her türlü olanaksızlığa karşın başarılı olabilenler ise iş yaşamında kendilerine yer bulmakta güçlük çekmekteler.

Hayatın her alanında en altta kalmanın dayatılması ve ezilmişliğin kendilerine bir “kader planı” gibi sunulması.

Bu durumdan kurtulabilmek mümkün mü?

Sadece bazı özel yetenekleriniz varsa ve bazı koşulları kabul ederseniz, evet.

Örneğin 2018 Dünya Kupası’nın şampiyonu ve 2022’nin ikincisi Fransa futbol takımında sadece iki futbolcu vardı Fransız kökenli olan. Kadronun %80’i ise Afrikalı idi. Bunlar sadece özel yeteneklere sahip insanlar olmakla kalmayıp içinden geldikleri topluma yabancılaşmayı ve egemenlerin talepleri doğrultusunda ait oldukları toplum kesimlerinin davranışlarını yönlendirmeyi kabul etmiş insanlardır (Nahel’in katledilmesini protesto edenlere Mbappe’nin yaptığı çağrı bu durumun güzel bir örneğidir).

Her nasılsa Fransa’da popüler olmayı başarmış sanatçılar ise göçmenlerin yaklaşık 6 milyar € tutarındaki tüketim harcamalarından daha büyük pay almak amacındaki Fransız perakende zincirlerinin pazarlama ve reklam aracı olmayı kabullenmişlerdir.

SSCB’nin yıkılmasından önce kapitalist sistemin komünizm tehlikesi (!) karşısında geliştirmiş olduğu “sosyal devlet” politikalarının yaygın bir biçimde uygulandığı ülkelerden biri idi Fransa. Bu durum beyazlar ile göçmenler arasındaki çelişkiyi kısmen de olsa örtüyor ve önemli toplumsal patlamaların yaşanmasını engelleyebiliyordu. Sosyalizmin geçici yenilgisi sonrasında neoliberal politikaların dünya halkalarının üzerine vahşice çökmesi sonucu ortaya çıkan durum Fransa’yı da derinden etkiledi. Ulusal gelirden daha fazla pay almak isteyen büyük sermaye gözünü halkın gelirine dikince yerliler ile göçmenler arasındaki ilişkiler de bozuldu. İşini kaybeden veya geliri azalan Fransız küçük burjuvaları ve köylüleri göçmenleri bu durumun sorumlusu olarak gördüler ve onlara karşı kin gütmeye başladılar. Göçmenler ise bu durum karşısında kendilerini savunabilmek için yerel örgütlenmeler gerçekleştirdiler. Halkın iki kesimi birbirine düşman olmuş, Fransa sermaye kesimi ise bu durumdan büyük yarar sağlamıştı. 2000’li yıllar kimi zaman küçük kimi zaman daha büyük çatışmalara sahne oldu iki kesim arasında. Her seferinde iki kesim arasındaki soğukluk arttı. Öyle ki rejim karşıtı eylemler bile kimi zaman göçmen karşıtı sloganlar içermeye başladı (Sarı Yelekliler hareketinin başlangıcında göçmen karşıtlığı vardı örneğin. Hareketin ileri aşamalarında bu durum ortadan kalktı).

Göçmenlerin direnişinin büyümesi devleti göçmen karşıtı politikalar üretmeye, polisin yetkilerini arttırarak göçmen direnişlerini zorla bastıracak uygulamaları gerçekleştirmeye yöneltti. Macron dönemi bu tür uygulamalar ile doludur.

Ancak Fransa’da güçlenen ırkçı muhalefet bununla da yetinmiyor ve sürekli daha fazlasını istiyordu.

5 Temmuz 2022’de (Cezayir’in bağımsızlık yıldönümü) bir grup eski subay hükümete bir mektup göndererek yükselen “İslam” tehlikesine dikkat çekti ve “sert önlemler alınmadığı takdirde ülkede iç savaşın kaçınılmaz” olacağı tehdidinde bulundu.

Bu tehdit ciddiye alınmış olmalı ki göçmenler üzerindeki baskı daha da arttı.

Fransa’da yaşanan isyanın nedeni budur gerçekte. Nahel sadece ateşin parlaması için bir kıvılcım olmuştur.

Fransa ana akım medya organları Nahel’in 10’dan dazla sabıkası olduğu konusunu işlemekte ve göstericilerin kamu zararı yarattıklarından söz etmekte. Henüz 17 yaşında olan bir genç insanın neden kısacık ömründe “suç sayılabilecek” bu kadar işe karışmış olduğunu sorgulamadan.

Bu arada büyük ve lüks mağazaların ülkede bulunan tüm şubelerini geçici bir süre kapattıklarını belirtmek gerekiyor. Herhangi bir saldırıya uğradıklarından değil, saldırı olasılığına karşı önlem almak gerektiğini düşündüklerinden. Bu “mağaza kapama eylemi” de kendi hâlinde yaşayan sıradan Fransızların göçmenler hakkındaki nefret duygularını alevlendiriyor.

Son 10 yılda giderek güç kazanan ırkçı “ulusal birlik” hareketi de yangına körükle gidip fırsattan istifade ile göçmen karşıtı politikalarının taraftar sayısının artması için çaba sarf ediyor.

Nahel’in katledilmesinin üzerinden bir hafta geçti. 2000’den fazla gösterici gözaltına alındı. Kamu zararının milyar € düzeyinde olduğu söyleniyor ve sıradan Fransa vatandaşları bu zarara neden olan göstericileri kınıyorlar.

O göstericilerin kendilerine “eşit vatandaşlık hakkı”nı çok gören Fransa devletine olan öfkelerini kustuklarını hiç düşünüyorlar mı acaba?

Bir yanda göçmen gençler, onlarla dayanışma gösteren “Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi” ve önemli bir kısmı Troçkist eğilimlere sahip sol gruplar, diğer yanda Fransa devleti ve egemenleri.

Bu arada Fransa işçi aristokrasisinin ve entelektüel solcuların temsilcisi olan FKP de “ne şiş yansın ne kebap” politikası izliyor.

Sol hareketlerin gücü isyanı yönlendirecek deneyimden uzak. İsyancı gençlerin mahallî örgütlenmeleri de. Bu yüzden başkaldırı yenilgi ile sonuçlanacak büyük olasılıkla.

Ancak Fransa’da yakın gelecekte benzer olayların vukuunu görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak.

Mesele sadece Nahel değil çünkü.

Aktörleri, faktörleriyle Ortadoğu

“Bunu bil.
hiçbir şeyin sonu yoktur.
bunu da bil.
bir gün nasılsa
bütün acılar eskiyecek.”[1]

Ben Müslüman sosyalistim” vurgusuyla, “Ortadoğu’da kavga suni,”[2] diyen Lütfü Akdoğan’ın ifadesini ciddiye almamak gerekiyor. Çok katmanlı krizlerle sarsılan Ortadoğu jeopolitiği, farklı yoğunluklarda hareketliliklerle dengeler değişirken; dünya jeopolitiği ile örtüşerek biçimleniyor.

Ortadoğu’da harekete geçen fay hatları bir “kelebek etkisi”ne yol açabilecek türden özellikler taşıyor; “barış” ya da “çatışma” süreç(ler)ı durağan değil; aksine çok dinamik, yani her şey allak bullak.

Tüm bunlar bir kaosun habercisiyken; siz bakmayın -kerameti kendinden menkûl!- “Ortadoğu’da yeni bir düzen inşa olmaya başladı,”[3] söylencelerine!

Emperyalistler ve bölgesel gericilik açısından hem “kazancı bol”(!) hem de gerilimi her zaman yüksek bir coğrafya özelliği taşıyan Ortadoğu’da büyük bir yangının parçası olan sıcak gelişmeler birbirini izliyor.

Örneğin ABD-İran gerilimi devam ediyor…

Ortadoğu’nun birçok bölgesinde vesayet savaşları hâlâ gündemde…

Irak’a emperyalist müdahaleyle devreye giren polarizasyonun ortaya çıkardığı soru(n)lar ve Suriye’nin hâli…

En büyük desteği ABD emperyalizminden alan Siyonist İsrail saldırganlığın tam gaz sürmesi…

Yemen, Libya, Sudan, Kıbrıs, Filistin… vd.leri!

“Orta Doğu’da meşruiyet krizi”[4] lafazanlıklarının da kavrayamadığı, Ortadoğu’da hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığıdır. Çünkü Ortadoğu’daki gerçek “çapraz akıntıların birleştiği yerlerde anaforlar oluşur” realitesiyle yürürlüktedir.

GÖRÜNÜM

“Vekâlet Savaşları”nın Ortadoğu’su, üç kıtanın birleştiği, jeopolitik açıdan önemli, enerji kaynaklarının büyük bölümüne sahip beş yüz milyona yakın nüfusu ile kârlı pazar oluşturan coğrafî bir bölge ve emperyal güçlerin hegemonya kurmak için sürekli çatıştıkları bir alandır.

Uzun yıllardır Ortadoğu’nun yeniden yapılanma sürecine girdiği yazılıp çizilse de; ezilenler için esasa ilişkin temelli bir değişim söz konusu değildir.

1991 Körfez Savaşı, 2001 İkiz Kuleler saldırıyla “gerekçe”lendirilen ABD’nin Irak’ı 2003’te işgali, Arap Baharı sonrasında Libya, Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye iç savaşları, El Kaide, IŞİD ve diğer cihatçı oluşumlar vb.leri ile liste uzayıp gider.

Haksız savaşlarda yüz binlerce sivil katledildi, milyonlarcası sürgün yollarına düştü, devasa acılar yaşandı “kaygan kumlar” metaforunun yakıştığı Ortadoğu’da…

Kolay mı? Filistin ile Siyonist İsrail meselesi, Irak’ın işgali, Şii-Sünnî çatışmasının yoğunlaşması, İslâmcı terörün IŞİD ile yükselmesi, Arap isyanlarının bölge otokrasilerinde yarattığı sarsıntılar, Suriye iç savaşını derinleş(tiril)mesi ile Rusya’nın bölgeye inmesini kolaylaştırması, dört parçalı Kürt meselesi, su sorunu vb.leri bölgede son derecede kırılgan dengelerin varlığına işaret ediyor.

Ortadoğu, XIX. yüzyılın son çeyreğinden beri emperyalist sistem için stratejik konumu, hidrokarbon yatakları nedeniyle hedefti. XX. yüzyılın ikinci yarısından, özellikle de 1980 Carter Doktrini’nden, yakın zamana kadar bölge kaynaklarının yağmalanması, rejimlerinin düzenlenmesi, esas olarak ABD hegemonyası altında gerçekleşiyor.

Bu durum, ABD hegemonyası gerilerken yaşanan 2008 finansal krizi, “uzun durgunluk” içinde Çin’in yükselerek emperyalist sistem içinde aktif bir aktöre dönüşmesiyle değişmeye başladı. ABD’nin Irak’ta, Arap isyanları sırasında ve de Afganistan’dan çıkarken sergilediği tutumlar, güvenlikleri açısından ABD’ye dayanan bölge rejimlerinin güvenini sarstı. Bu ortamda Çin, resmin içine büyük finansal ekonomik ve teknolojik kapasitesiyle, bölge rejimlerinin iç işlerinde, aralarındaki çekişmelerde tarafsız kalma eğilimiyle, ABD ve Batı karşıtı “antiemperyalist” bir retorikle girmeye, bölgenin kırılgan dengelerini etkilemeye başladı.

Çin’in bölgedeki yeni etkisi, yüksek enerji fiyatlarının gelirleriyle birleşerek Körfez monarşilerine ABD karşısında ekonomik siyasi dengeleri etkileyen bir manevra alanı sunarken İsrail’deki ırkçı hükümet, Ortadoğu karmaşıklığına yeni bir istikrarsızlık unsuru daha ekledi.

Görülmesi gerek: Dünya Bankası araştırmalarına göre Kuzey Afrika ve Ortadoğu (KAO), 2011-2018 arasında yoksulluğun en hızla arttığı bölge oldu. Özellikle aşırı yoksulluk (günde 1.9 dolar) oranı iki buçuk kat artarak yüzde 2.7’den yüzde 7.2’ye yükseldi.

Dünya Bankası’nın “Covid-19’un KAO’da Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkileri/ Distributional Impacts of Covid-19 in the Middle East and North Africa Region” başlıklı raporunda, Gazze ve Batı Yakası’nda yaşayanların (Filistinlilerin) hane halkı gelirlerinin 2020’de en az yüzde 60 gerilediği hesaplanıyor.

Filistin Merkezi İstatistik Bürosu verilerine göre, 2020’de GSMH yüzde 11.5 oranında gerilemiş. Dünya Bankası araştırması, yoksulluğun Gazze ve Batı Yakası’nda, 2019’da yüzde 32.8’den 2020’de yüzde 34.7’ye yükseldiğini gösteriyorken; İsrail yönetimi artık, Filistin sorununu tartışmak istemiyor. Arap ülkelerinin yöneticileri Filistin sorununun artık ayaklarına dolanmasını istemiyor. Ama onlar istemiyor diye sorun ortadan kalkmıyor.

Filistin halkı, yine patlamaya hazır bir bombaya benziyor: Genç nüfusun oranı yüzde 30 dolayında (bunun yüzde 62’si 20-29 yaşları arasında). Gençlerde işsizlik oranı yüzde 40’lara ulaşıyor. Bunlar için bırakın bağımsız bir Filistin’i, normal bir insan gibi yaşamayı hayal etmek bile çok zor. Gelecek umudu kalmayan, sürekli aşağılanan bir halk ne yapsın?

Ha’aretz’den Gideon Levy, bu soruya şöyle cevap veriyordu: “Gelecek için mücadele etmek isteyen Filistinlilere bir tek yol kaldı, o da terör yoludur. İsrail onlara şunu öğretti: Eğer şiddete başvurmazlarsa herkes onları unutacaktır… Yalnızca terörizm yoluyla hatırlanacak belki de yalnızca bu yolla bir şeyler elde edebilecekler”!

Levy çok haklı ve “çapraz akıntıların” birleştiği yerde sert bir anafor oluşuyor.[5]

OYUN KURUCULAR

Kim ne derse desin, pozisyon kaybıyla da olsa Ortadoğu’nun baş aktörü hâlâ (Siyonist İsrail sopası ve Mısır cuntası faktörüyle!) ABD emperyalizmi…

Yani Ortadoğu rotası ABD Başkanı Joe Biden’a ayarlıyken; Ortadoğu konsepti temelde eskisinden farklı değil. “Biden’ın Ortadoğu’da izlediği politikaların Trump’ı andırdığı söyleniyor,”[6] ifadesindeki üzere Melvin Goodman’ın…

Ortadoğu ABD-İran mücadelesini hâlâ olanca şiddetiyle saha olurken; ABD’nin Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni işgalci İsrail’in toprağı, Kudüs’ü de İsrail’in başkenti olarak tanıması BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 242 (1967), 338 (1973) ve 497 (1981) sayılı kararlarıyla çelişirken;[7] Biden döneminde, Arap ülkelerinin “yeni güvenlik mimarisi arayışları” bağlamında diplomatik trafiğin hızlandırılması İran’ı kuşatmayı, Çin ile Rusya’nın önünü kesmeyi hedefliyor.

Biden’ın göreve gelmesiyle Ortadoğu’da siyasi trafik hız kazandı. Irak-Mısır-Ürdün Zirvesi yapıldı, İsrail-Mısır-BAE arasındaki temaslar dikkat çekti. Ayrıca ABD Başkanı Biden, İsrail Cumhurbaşkanı’nı Beyaz Saray’da ağırlarken Bağdat’ta Mısır, Ürdün, Irak zirvesi yapıldı. İlk kez bir İsrail Dışişleri Bakanı, Birleşik Arap Emirlikleri’ne gitti, Lübnan’da Hamas-Hizbullah buluşması gerçekleşti.

Tüm bunlarla Ortadoğu’ya verilmesi hedeflenen yeni(lenmiş) biçim emperyalist müdahaledir

Örneğin Emmanuel Macron, Ortadoğu oyununa ABD safında dahil olmak için yeni sömürgeci hayallerini gerçekleştirme çabasındayken; ABD’nin arka bahçesi saydığı Ortadoğu’da, şimdi bu Çin dolaşmaya gayret ediyor.

Özetle Ortadoğu’da Ortadoğuluların egemenliği hâlâ mümkün görülmüyor. Dahası, “yeni Osmanlı”cı hayalleriyle T.“C”, Putin Rusya’sı ve (Suriye, Irak, Lübnan’da nüfuzunu artıran) mollarşi İran’ı önem arz eden aktörler sıralamasında yer alıyorlar.

Galiba bunlara bir de; “Ortadoğu ülkelerinde sekülerleşme eğiliminin giderek artıyor,”[8] söylencelerine rağmen Patrick Cockburn’un, “Cihatçılar yenildi mi?”[9] sorusuyla işaret ettiği güçler eklenmeli.

O HÂLDE

“Arap Baharı”nın “Game of Thrones/ Taht Oyunları”na evrildiği Ortadoğu’da “yıkıldığı iddia edilen düzen”in yeniden dizaynı gündeme getirilirken; “Arap isyanlarının” ardından rejimlerin egemen sınıfları kendilerini kısa sürede toparladılar. Mısır ve Tunus’ta eski “adamların” yerini yenileri aldı. Libya da malum üzere!

Arap İsyanlarının dalgası, arkasında düş kırıklığı bırakarak geri çekilirken; despot rejimlere karşı mücadele ile anti-emperyalist mücadele birleştirilmeden bir adım ileri atmak mümkün görünmüyor.

Kürtler ve Filistinlilerin mücadeleleri Ortadoğu’daki mevcut sömürgeci idari, siyasi haritayı zorluyorken; ezilenlerin yabancı güçlerden arındırılmış, toplumcu laiklik temelinde özgürlükçü ve eşitlikçi bir Ortadoğu özlemlerini hayata geçirecek enternasyonalist bölge politikanın yaratılmasına gereksinim var.

Emperyalist müdahaleciliğin etnik, dinsel, kültürel olarak parçaladığı Ortadoğu’daki kaosun çözümü ABD ve tüm emperyalistlerin ve Siyonizmin Ortadoğu’dan süpürülmesidir.

Bu kolay değil ebette; ama, imkânsız da değildir ve “Ortadoğu Devrimci Çemberi” şimdi her zamankinden daha acil gündem maddesidir.

18 Haziran 2023, İstanbul

 

[1]    Arkadaş Zekai Özger, Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası, Ve Yay., 10. Basım, 2022, s. 62.

[2]    Deniz Ülkütekin, “Lütfü Akdoğan: İktidar Şımarık, Diğerleri Cahil”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2018, s. 11.

[3]    Mehmet Ali Güller, “Ortadoğu’da Yeni Düzen”, Cumhuriyet, 25 Mart 2023, s. 7.

[4]    Mehmet Şahin, “Orta Doğu’da Meşruiyet Krizi”, Türkiye, 30 Mayıs 2021, s. 14.

[5]    Ergin Yıldızoğlu, “Çapraz Akıntılar Birleşirken”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2022, s. 11.

[6]    Melvin Goodman, “Ortadoğu Konsepti Eskisinden Farksız”, Birgün, 18 Temmuz 2022, s. 10.

[7]    BMGK’nin 242 sayılı kararının ilk maddesinde İsrail silahlı kuvvetlerinin işgal ettiği bölgelerden, yani Sina Yarımadası, Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nden çekilmesi isteniyor. Dahası, BMGK’nin 497 sayılı kararında açıkça İsrail işgalinin yasadışı olduğu vurgulanarak şu görüşlere yer veriliyor: “İsrail’in Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ne yasalarını, yargısını ve yönetimini empoze etme kararı boş ve geçersizdir, uluslararası hukuki bir etkiye de sahip değildir.” (Mustafa Kemal Erdemol, “ABD Başkanı Unutulan İşgali Neden Hatırlattı?”, Cumhuriyet, 23 Mart 2019, s. 7).

[8]    “Ortadoğu Sekülerleşiyor”, Birgün, 14 Şubat 2021, s. 5.

[9]    Patrick Cockburn, “Cihatçılar Yenildi mi?”, Birgün, 11 Şubat 2019, s. 5.

Türkiye ekonomisinde kayyum dönemi

BİRİNCİ KISIM

BİR UK & USA CO-PRODUCTIONU

1967 yılında Batman’ın Gercüş ilçesi Arıca köyünde dünyaya geldiğinde onu nasıl parlak (!) bir kariyerin beklediğini kimse bilemezdi elbette. Çok çocuklu bir ailenin ferdi idi ve bu duruma bağlı olarak yoksullukla boğuşarak geçen bir çocukluk ve gençlik yaşamı olmuştu.

Bin güçlükle sürdürdüğü öğreniminin ilk aşamasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi lisans derecesi ile tamamladığında ise onu bekleyen kariyerin devlet dairelerinden birinde orta kademe bir bürokratlık olduğu düşünülebilirdi.

Ancak yaşamış olduğu güçlüklerin de etkisi ve sıradan kariyerle yetinmeyecek kadar hırslı bir karakteri vardı. İnkâr etmeyelim zeki biri idi ve önüne çıkan fırsatları değerlendirebilecek bir beceriye de sahipti. Bu özellikleri onun kariyer rotasını belirledi.

Bu hırsı onu devlet bursu ile İngiltere’de finans alanında yüksek lisans öğrenimine taşıdı.

Burada sadece akademik bilgilerini derinleştirmekle yetinmedi. Uluslararası finans çevreleri ile de temas kurdu. Zaten gerçek amacının akademisyenlik olduğunu düşünmüyorum.

Memlekete döndükten sonra “zorunlu hizmet” sürecinde iken başvurdu ABD Büyükelçiliğine; Türkiye üzerine makro ekonomik analizler yapacak bölümde “kıdemli ekonomist” olarak çalışmak amacı ile.

O tarihteki ekonomi bilgisi bu görevi başarabilecek düzeyde değildi. İngilizcesinin de bu iş için yeterli olduğunu sanmıyorum. Ne var ki İngiltere’de geçirmiş olduğu sürede kapitalist sistemin değer verdiği özellikleri, beklentileri keşfetmiş ve bu beklentilere uygun olarak kendini geliştirmeyi başarmıştı. Mülakatta bu yönlerini öne çıkardığı için talip olduğu göreve atandı ve bu görevde tamamladı öğreniminin ikinci aşamasını. Dört yıl süren bu görevi boyunca İngilizceye hâkimiyeti gelişmiş ayrıca küresel ekonominin merkez ülkelerinin çevre ülkelerden beklentileri konusunda da uzmanlaşmıştı.

Dört yılın sonunda patronları (yani ABD yöneticileri) onun Türkiye’den ayrılarak ABD’de oturma izni almasını sağladılar. Bir anlamda ödüllendirdiler onu. Pek çok insanın yıllarca uğraşarak zorlukla alabildiği belge bir çırpıda gelivermişti kendisine. Bu arada bir de evlilik yaptı. Muhtemelen ABD vatandaşı olabilmek için yapılmış bir evlilik idi bu. Nikâhı izleyen altı ay içinde boşanıp, boşandıktan 6 ay sonra yeni bir evlilik yapmasını başka türlü yorumlayamıyorum.

İkinci evliliğini yaptığında henüz 32 yaşında idi, cebinde ise TC dışında USA ve UK pasaportları da bulunmakta idi.

Bu kadar hızlı nasıl gelişti olaylar?

Mehmet Şimşek’in yıldızının parladığı yıllar, ABD’de “Büyük Ortadoğu Projesi” ile ilgili olarak değişik düşünce kuruluşları tarafından raporlar üretilmekte olduğu döneme denk düşer. Bölgenin yeniden dizayn edilmesi için kullanılabilecek uygun bir isimdir Mehmet Şimşek. Kürt, TC vatandaşlığı var, neoliberal ekonomiye gönülden bağlı ve hırslı bir kişilik daha ne olsun?

Rüzgârı arkasına almaya başlamıştı bir kere Merrill Lynch adlı varlık yönetimi şirketinde önce Türkiye ve Ortadoğu bölgesi analisti olarak çalışmaya başladı. Görevi Türkiye’de para kazanılabilecek alanları belirleyip müşterilere rapor etmekti. Hayli başarılı oldu bu işte. Ülkenin pek çok zenginliğinin küresel sistemin aktörlerine peşkeş çekilmesinde önemli bir rol oynadı. Bu başarısı (!) da onu şirketin Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölümü Başkanlığı koltuğuna taşıdı.

Yeni görevi sayesinde pek çok ülkenin siyasi önderleri ile ilişki kurma ve kendini bölgeye tanıtma fırsatını yakaladı. İşler Atlantik ötesinde planlandığı gibi gitmekte idi.

Yine bu dönemde Türkiye’de başbakanlık görevinde bulunan ve kendisini BOP eş başkanı ilan eden şahıs Merkez Bankası başkanlığına atamak istedi onu. Dönemin cumhurbaşkanı tarafından reddedildi bu öneri. Yeterli düzeyde kamu deneyimi olmaması idi reddedilme nedeni (o zamanlar kamu bürokrasisinde önemli yerlere gelebilmek için kamu deneyimi gerekmekte idi). Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi belki onu bu görev için hazırlayan çevreleri kısa süreliğine hayal kırıklığına uğratmıştı ama ortada bir de B planı vardı. Dönem hükümetinin Londra’da bulunan finans çevreleri ile kurduğu ilişkilerde aracılık yapmaya başladı. Bu çabaları dönemin başbakanının baş başa gerçekleştirilen bir sohbet esnasında kendisine yaptığı teklifle taçlandı:

“Mutfakta sana ihtiyacımız var.”

Görüşmeyi izleyen ilk genel seçimlerde milletvekili adayı idi.

Dönemin başbakanı birlikte katıldıkları bir seçim çalışmasında onu halka takdim ederken şu cümleyi telaffuz etti:

“İşte size paranın babasını getirdim.”

Belki paranın babası değildi ama onun nasıl yönetileceğini çok iyi öğrenmişti Londra ve New-York’ta bulundan finans çevrelerinden almış olduğu eğitimle.

Milletvekili seçildi ve gerek içinde bulunduğu siyasal yapı gerekse uluslararası finans çevreleri ile son derece uyumlu (!) bir biçimde yönetti Türkiye’nin parasını.

Tam on bir yıl boyunca ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı, maliye bakanlığı ve ekonomik koordinasyon kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu.

Açıkça ifade etmek gerekirse son derece başarılı (!) bir çalışma dönemi geçirdi gerek uluslararası finans çevreleri gerekse hükümet çevreleri takdirle karşılamalıdırlar bu başarıyı(!) Öyle ya 40 milyar $ tutarında özelleştirme yapmak, bir başka anlatımla ülke halkının yılların mücadelesi sonucu elde ettiği servetlerin üç otuz paraya özel kişilere devredilmesini sağlamak hemen ardından da varlık fonunu kurup pek çok kamu kuruluşunu bu fonda toplamak kolay işler değil.

Tabii bu özelleştirme gelirine rağmen göreve başladığı yıl 133,5 milyar $ olan dış borcu görevi bıraktığında 445 milyar $ seviyesine çıkarmış olması da bir başka başarı (!) öyküsü. Hizmet ettiği çevrelere iyi para kazandırmış besbelli.

Görev süresinde bazı inciler de döküldü ağzından; söz gelimi üst düzey devlet görevlerindeki “özel araç” harcamaları için “çerez parası” demişti. Bir de muhalefet emeklilere “bayram ikramiyesi” önerdiğinde söylediği sözler var akıllarda kalan: “Kaynağı bulsunlar oyumu onlara veririm.”

Kendi görev süresinde ödetmedi bu ikramiyeyi. Ülkenin kaynaklarını kullanarak uluslararası finans çevrelerine para kazandırmak idi onun işi, emeklilere para ödemek değil.

Ha bir de yaptığı gaf var akıllarda kalan. Deprem vergisi adı altında toplanan paranın otoyol ve havalimanı müteahhitlerine ödendiğini kaçırmıştı ağzından. Muhtemelen sıkı bir azar işitmiştir bu açıklama sonrasında.

Zamanla yükselen toplumsal muhalefet nedeni ile kendisinden sonra göreve gelen yönetimler gerçekten “çerez parası” da olsa bir ödeme yapmaya başladı emeklilere, demek ki kaynak bulunabiliyormuş.

İşte böyle bir çalışma dönemi geçirdi Mehmet Şimşek TC hükümetlerinde. Ancak zaman içerisinde görüş ayrılığı çıktı hükümetin başı ve daha sonra da cumhurbaşkanı olan şahıs ile arasında.

Mesele faiz. BOP eş başkanlığı iddiasından vazgeçmiş olan cumhurbaşkanı ekonomi teorisyenliğine soyunmuş ve “faiz sebep enflasyon sonuç” denklemini ortaya atmıştı.

Şu dinî referans hikâyesini bir kenara bırakacak olursak eğer cumhurbaşkanının beklentisi ülkenin borçlanarak büyümesini sağlamak ve ortaya çıkacak sanal refah ortamında en az bir dönem daha iktidar sahibi olmayı güvence altına almaktı. Borçların kolaylıkla geri ödenebilmesi için ise faizlerin düşük olması ön şart idi.

Oysa Mehmet Şimşek biraz farklı düşünmekte idi. Yukarıda belirtildiği gibi dış borçlar 445 milyar $ seviyesine çıkmış ve milli gelirin %57’si seviyesine ulaşmıştı. Özellikle dar gelirli kesimlerin ücretleri üzerinde yıllardan beri uygulanan baskılar geçim güçlüğü çeken kesimlerde kredi kartı kullanımını arttırmış bu yol ile yapılan borçlanmalar geri ödenemeyince de bankaların riskleri artmaya başlamıştı. Neoliberal ekonomi kuralları içerisinde yapılması gereken ücretler üzerindeki baskıyı arttırmak ve kredi kullanımını kısıtlamaktı ona göre. Bunun da yolu faizleri arttırmaktan geçiyordu.

İşte kavga buradan çıktı. Mehmet Şimşek iş dünyasına verdiği bir mesajda “dolarla borçlanmayın fırtına çıkabilir, işinizi büyütmek istiyorsanız ortak alın” demiş Cumhurbaşkanı ise onun bu mesajını “hainlik” olarak tanımlamıştı.

İpler burada koptu. Başkanlık sistemine geçilirken ne mecliste ne de hükümette düşünülmedi kendisi. O da vatandaşı olduğu İngiltere’ye gitti ve yine eski işine döndü. Yani varlık yönetimine. Bu kez kendi adına çalışıyordu. Finans çevrelerinin desteği ile kısa zamanda oturttu işini. Devlet görevinde bulunduğu sırada tanışıp iyi ilişkiler kurduğu Katar emirinin Avrupa yatırımlarını yönetmeye başladı.

Bu sırada Cumhurbaşkanı ise onun hakkında ağzına geleni söylüyor, etmediği hakareti bırakmıyordu. Kendince haklı idi; öyle ya ekonominin kitabını yazmış adamın teorisine hangi cüretle karşı çıkabilmişti?

Önce Cumhurbaşkanının damadı oturdu Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna. Dikiş tutturamadı ve kaçarcasına gitti adeta. Yerine gelen Lütfü Elvan ise izlemeyi planladığı politikalar nedeni ile ters düştü Cumhurbaşkanı’na. Bakanlık koltuğunu terk ettiği an son derece mutlu idi.

Üçüncü denemesinde kendi düşüncesine uygun bir Maliye Bakanı ile buldu Cumhurbaşkanı. Gözlerindeki ışığa güvenen bu Maliye Bakanı, Cumhurbaşkanının teorisine bir de bilimsel (!) açıklama getirdi bir toplantıda:

“Neoklasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım günümüzde giderek yaygınlaşan davranışsal ekonomi ve nöroekonomi gibi alanların da etkisi ile daha fazla önem kazanmaktadır.”

Gerçi bu cümleyi telaffuz ederken zorlanmıştı ve belki de ne anlama geldiğini bile bilmiyordu bu sözlerin ama bunların hiçbir önemi yoktu. Bu cümle sayesinde dünyada böyle bir ekonomi anlayışının gelişmekte olduğu ve nesnel bir temelinin bulunduğu mesajı verilmek istenmişti küresel ekonominin finans çevrelerine. Tabii ciddiye alan olmadı. Çünkü aynı dönemde gerek FED gerekse AB merkez bankası faiz oranlarını arttırmışlardı ve para pahalı hâle gelmeye başlamıştı. Korona pandemisi ve NATO’nun önderliğinde Rusya’ya yönelik saldırıların artması bu sürecin gelişmesine neden oldu. Para bulmak zorlaştı.

2022 biterken Türkiye’de Amerikan Doları Mehmet Şimşek’in görevi bıraktığı tarihe oranla %326 artmış ve yaklaşık 19 lira olmuştu. Üstelik KKM gibi uygulamalarla yabancı paralar baskı altına alınmış ve buna rağmen önlenemeyen yükselişi durdurabilmek için Merkez Bankası rezervleri sonuna kadar kullanılıp eksiye düşürülmüştü.

Öte yandan dış borç seviyesi milli gelirin %60’ına ulaşmış döviz bulma güçlüğü nedeni ile kısa vadeli borçların ödenmesi tehlikeye girmişti (2023 yılında ödenmesi gereken dış borç tutarı yaklaşık 125 milyar dolar).

Neoliberal ekonominin kuralları Cumhurbaşkanı’nın teorisini paramparça etmiş Mehmet Şimşek adlı sadık bendesinin haklılığını adeta ilan etmişti.

İKİNCİ KISIM

HAFİZE DİYE BİRİ

Dünya Gazetesi sütunlarında “Finansın Merkezi Ney York” adlı bir köşe açılıp da Hafize Gaye Erkan adlı şahıs o köşeye ilk yazısını koyduğunda takvimler 8 Mart 2023’ü göstermekte idi

Muhalif görünümlü olmakla birlikte siyasi iktidarın ekonomi politikalarını akp muhaliflerine duyurma ve hissettirmeden propagandasını yapma işlevini üstlenmiş ve bu işlevi yıllardan beri başarı (!) ile sürdürmüş olan Dünya Gazetesi’nin bu hamlesine bir anlam verememiştim başlangıçta.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü (Dileyen kadınlar günü desin. Ben “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anmaya devam edeceğim 8 Mart’ı.) bilinçli olarak seçilmiş, başlık da bilinçli olarak konulmuştu: “Finansta Kadının Adı Yok”. Başta bir eğitim emekçisi olan annesi olmak üzere tüm kadınlara armağan etmişti yazısını.

Makaleyi okuyunca “geliyor gelmekte olan” dediğimi hatırlıyorum. Ağırlıklı olarak merkez sağ ve merkez sol çizgide bulunan ve feminizme sempati duyan kesimlere hitap etme amacı ile yazılmış ve bunlara adeta “müjdeler olsun ben geliyorum” mesajını vermeyi amaçlamış bir yazı idi.

Gelecekti gelmesine de nereye? Bunu çözememiştim açıkçası.

Mart ayının sekizinci gününden mayıs ayının son gününe kadar geçen dönemde tam on bir makale yazdı hanımefendi. Pek bir anlam ifade etmeyen, çalakalem yazılmış, sade suya tirit yazılar. Ortak özelliği ise Amerikalı Türkçesi (Amerikalı Türkçesi terimi ile, Amerikan İngilizcesi ile düşünüp düşüncelerini Türkçe olarak ifade etmeye çalışanların yaratmış oldukları garip ve anlaşılması çok güç olan dili açıklamaya çalıştım. Bu dilin sözcükleri Türkçe ancak cümle yapısı İngilizce oluyor ve ortaya bir ucube çıkıyor. “Plaza” denilen iş hanlarında faaliyette bulunan şirketlerde çok sık rastlanır bu dile.) ile yazılmış olmaları idi bu yazıların. Evet kamuoyu belleğinde bir yer edinmek istiyor, kendisine atanmış olan göreve (artık göreve insan atanmıyor, insana görev atanıyor bu memlekette hayli zamandır) başladığında insanların “kim bu yahu?” demelerinin önüne geçmeyi amaçlıyordu.

Açıkça ifade edeyim: akp seçimi kazandığı takdirde ekonomi ile ilgili üst düzey bir makama getirileceğini öngörmüş, onun gelişinin hâlen izlenmekte olan ekonomi politikalarının değişebileceğine dair bir mesaj niteliğinde olacağını tahmin etmiş ancak getirileceği makamın TCMB Başkanlığı olabileceğini aklıma bile getirmemiştim. Çok safmışım açıkçası.

Saflığım ise ülkede hâlâ bir devlet geleneği olduğunu düşünmemden kaynaklanıyordu.

Dünyanın her ülkesinde Merkez Bankalarının görevi ait oldukları ülkenin para politikalarını yönetip paranın ülke içerisindeki istikrarını sağlamaktır. Bu nedenle Merkez Bankası başkanları maliye politikalarına vakıf, kamu deneyimi olan kişiler arasından seçilir. Seçilecek şahsın Merkez Bankası içinde yetişmiş olması da tercih nedenidir. Türkiye’de de bu genel kabul görmüş prensipler tahtında yapılırdı Merkez Bankası başkanı atamaları. Şahap Kavcıoğlu öncesindeki tüm başkanlar bankanın değişik kademelerinde görev yapmış kişiler arasından seçilirdi. Bu gelenek Şahap Kavcıoğlu ile bozuldu. Ancak onun da yıllara sari bir kamu deneyimi vardı.

Gelelim şimdiki başkana; nasıl bir özgeçmişe sahip bu hanımefendi?

Göreve atandığı gün iktidar yanlısı pek çok medya kuruluşunda yer verildi özgeçmişine. Buradaki bilgilere göre 1982 yılında doğmuş 2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olmuş ardından ABD’de doktorasını tamamlayıp “en genç profesör” olma onuruna erişmiş “müthiş Türk kızı” idi, üstelik başı da açık. Daha ne olsun?

Sözde muhalif kesimlerde hoşafın yağı kesiliverdi bir anda. İsmail Saymaz gibileri katıldıkları TV programlarında olumlu görüş bildirirlerken Uğur Dündar gibiler bir adım daha ileri gidip hanımefendinin desteklenmesi gerektiğini belirten tvitler attılar. Kemalizm sosu ile tatlandırılmış bazı feminist kesimler ise zil takıp oynamaya kalktılar Merkez Bankası’nın başına bir kadın gelmiş ve erkeklere ait bir kale fethedilmişti.

Bütün bu gürültü esnasında sözde muhalif kesimlerin siyasi iktidar tarafından yapılan tüm bürokrat atamalarına yönelik olarak getirdikleri “liyakat” eleştirisi unutuluverdi bir anda.

Peki göreve uygun mu idi bu hanımefendi? Biraz sorgulayalım:

19 yaşında üniversiteden mezun olmuş. Demek dört yaşında başlamış ilkokula. İyi ama mezun olduğu okulda bir yıl da hazırlık sınıfı var. Bu durumda okula üç yaşında başlamış ve hiç sene kaybetmeden tüm öğrenim aşamalarını tamamlamış olmalı. Pek olası değil ama doğru olduğunu varsayalım. Liseyi de İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlamış (altmış yıla yakın bir süredir karma öğretim yapan okulun adı neden hala erkek lisesi, anlamış değilim) burada da iki yıl hazırlık sınıfı vardı onun öğrenim gördüğü yıllarda (1998’den itibaren bir yıla düştü hazırlık sınıfı) o hâlde 1 (yazı ile bir) yaşında başlamış okula bu hanım. İyi ama o yaştaki bebekler daha yürümeyi bile beceremezler doğru dürüst. Üstelik ne zaman altlarını pisletecekleri bile belli olmaz. Okula nasıl gitmiş?

İşin doğrusu hanımefendinin Linkedin’e koymuş olduğu özgeçmişte var. Hanımefendi 1978 doğumlu.

Gerçek ortaya çıkıp da kimi kaynaklarda asıl doğum tarihi yazılmaya başlayınca birileri uyarmış olmalı, değişti Linkedin’de kayıtlı özgeçmiş. Artık doğum tarihi yazmıyor orada.

Doğal tabii “Müthiş Türk Kızı” imajına halel gelmemesi lazım. 
Gelelim şu profesör unvanına.

ABD’de profesör olmak Kara Avrupa’sında ve/veya İngiltere’de profesör olmaktan çok farklıdır. Doktora sonrasında geçilmesi gereken Dr. öğretim üyesi (eski adı ile yardımcı doçent) ve doçentlik aşamaları yoktur bu ülkede. Bahse konu unvanları almak için gerekli olan süreyi, yapılması gereken çalışmaları (makale yazımı, kitap çevirisi veya yazımı) geçmeniz gereken sınavları yaşamazsınız. Doktora bitip de bir üniversitede kadrolu olarak ders vermeye başlar başlamaz alırsınız profesör unvanını. Bunun yanında Hafize Hanım’ın doktora programını tamamladığı Princeton Üniversitesi’nde doktora sürecinin bir yıl ve 12 dersten oluştuğunu, yeterlik sınavı ve tez aşamalarının ise bulunmadığını belirtelim. Bizdeki “tezsiz yüksek lisans” süreci benzeri bir durum var ortada. Eğitim basamaklarını ikişer üçer çıkmış biri değil anlayacağınız.

ABD’de yaklaşık 6000 üniversite var. Bir üniversitede yaklaşık 500 hoca olduğunu varsayalım (büyük üniversitelerde çok daha fazla hoca var tabii) tam üç milyon profesör unvanlı hoca olduğu sonucuna ulaşılır. ABD nüfusunun yaklaşık yüzde biri. Dolayısı ile ABD’de büyükçe bir şehrin kalabalık bir caddesinde yürürken karşınıza çıkan insanların önemli bir yüzdesi profesör unvanına sahip kişilerdir. Yaş meselesine gelince, otuzlu yaşların başlarında alınır bu unvan genellikle.

Bütün bunları ifade ettikten sonra Hafize Hanım için “iyi bir öğrenim görmüş, hırslı ve çalışkan, başarılı bir öğrencilik yaşamı olmuş” bir insan diyebiliriz. Kabul etmek gerekir ki bu vasıflara sahip pek çok insan var gerek Türkiye’de gerekse yurt dışında yaşamakta olan TC vatandaşları arasında. Abartılacak bir yanı yok bu durumun. Peki Merkez Bankası başkanlığı görevine getirilmesi için yeterli mi bu vasıflar?

Kanaatime göre hayır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu göreve gelecek olanın öncelikle kamu deneyimi olması, para ve maliye politikaları hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Hafize Hanım’da bunların hiçbiri yok. Belki bankada orta kademe bir müdürlük seviyesinde bir göreve getirilip birkaç yıl içerisinde başkanlık koltuğuna oturacak şekilde yetiştirilmiş olsa idi ileride gerçekten bahse konu koltuğu doldurabilecek bir başkan olabilirdi. Kim bilir?

Peki nasıl oldu da atandı bu göreve? Bunu irdeleyelim şimdi de.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bitirme projesinden başlayalım bu işe; ilginç buldum ben bu projeyi. Adı “NATO Helikopter Projesi” İncirlik Üssü’nde meydana gelebilecek bir kriz anında hangi helikopterin hangi üsse nereye ineceğini en ince ayrıntısında kadar detaylandıran bir çalışma bu. Gerçek bir “endüstri mühendisliği” çalışması. Projeyi inceleme gereğini hissetmedim. Uygulanabilirliği hakkında bir fikrim yok. Ancak Türkiye’de yetişmiş olan bir endüstri mühendisinin bitirme projesi olarak bu konuyu seçmiş olması ilgimi çekti. Daha öğrenci iken ABD’ye göz kırpmış adeta. Ne dersiniz?

Princeton’da doktora programını tamamladıktan sonra Harvard’da yönetim bilimleri, Stanford’da liderlik üzerine iki eğitim programını da tamamlayarak formasyonunu tamamlamış oldu. Artık ABD ölçülerinde makbul bir yönetici adayı idi.

Doktora öğrenimini burslu olarak tamamlamıştı. Sonrasında devam ettiği eğitimlerin ücretini kimin ödediğini, bu süre zarfında nasıl geçindiğini bilemiyoruz maalesef. Ancak bana öyle geliyor ki bu süre zarfında ilişki kurmuş olduğu merciler onun ABD çıkarlarını tüm dünyada savunacak bir uzman olarak yetişmesi için ellerinden geleni yapmışlar.

2005 yılında meslek kariyerine başladığı Goldman Sachs çok uluslu bir yatırım bankası. Faaliyet alanları şöyle özetlenebilir:

“Gerek bireysel gerekse Kurumsal müşterilere yatırım bankacılığı, finansal danışmanlık, finansal yönetim vb. finansal servisler sunmak.”

Tabii bu müşterilerin ille de ABD vatandaşı olması gerekli değil. Özellikle petrol zengini orta doğu ülkelerinden pek çok müşterisi var bankanın. Bir İslam ülkesi vatandaşı olmakla birlikte öğrenim yaşamının büyük kısmını ABD’de geçirmiş petrol zengini için kendi bölgesinden, kendi dininden genç bir kadın yatırım danışmanı hayli caziptir. Banka da, Hafize Hanım da çok iyi kullandılar bu durumu. Banka müşterilerini arttırdı, Hafize Hanım ise kariyer basamaklarını tırmandı hızlıca. Sanırım bu dönemde tanıştı Katar Emiri’nin ileride eşi olacak hanım ile ve onun da servetini yönetmeye başladı.

Merkez bankamızın taze başkanının görev yaptığı dönemde Goldman Sachs önemli bir öngörüde bulundu tüm müşterileri için. “Türkiye’nin 2015-2025 yılları arasında yüksek büyüme hızına ulaşacağını ve yatırımcılar için cazip bir ülke olacağını” duyurdu

Bu duyurunun ardından da Türkiye’ye yabancı sermaye girişi hız kazandı.

Ne var ki beklenen gerçekleşmedi 15 Temmuz darbe (!) girişimi sonrası gelişen süreçte Türkiye’de izlenen politikalar bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin artan biçimde kısıtlanmasına yol açarken ekonomik olarak da beklenen sonuçlardan uzaklaştırdı ülkeyi. Yüksek enflasyon, TL’nin yaşadığı değer kayıpları, yatırımcı için cazip olmaktan çıkardı ülkeyi. Üstüne bir de pandemi gelince ekonomi şirazeden çıktı.

Dolaylı sermaye yatırımcıları bir miktar zarar etmeyi göze alıp borsadan çıktılar ve yabancı paraya yöneldiler. Bu süreci çok iyi yönetti Gaye Erkan kendi yatırımcıları açısından tabii. TL’deki değer kaybının nerelere ulaşacağını öngörüp müşteri portföyünü buna göre yönlendirdi. Onun yönlendirdiği dolaylı sermaye yatırımcıları iyi paralar kazandılar bu dönemde. Bu da onun başarı hanesine bir artı yazdı.

Açıkçası Goldman Sachs macerasının neden bittiğini yorumlamak pek kolay değil. Nedenine gelince: Goldman Sachs dünyanın ikinci büyük yatırım bankası. Çok uluslu bir kuruluş, ABD dışında Japonya, Hong Kong, Hindistan, İngiltere ve Polonya’da bölge müdürlükleri ve pek çok finans merkezinde de şubeleri var. Nerede ise tüm dünyanın yatırımcıları ile temasa geçebilme olanağına sahip. İnsanın bu büyüklükteki bir kurumu terk ederek sıradan bir ticari bankada (First National Bank) üstelik batmış bir bankada yatırımcılara yönelik bir departmanın başına geçmesi için çok önemli bir neden olmalı.

Evet hata yok. Batmış banka dedim. Hafize Hanım yeni görevine başladığında First National Bank yaşadığı sorunlar nedeni ile FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation) denetiminde sürdürmekte idi faaliyetlerini. FDIC Türkiye’deki TMSF adlı kuruluşun ABD versiyonudur. Bir nevi kayyum yönetimi vardı bankada ve Merkez Bankası’nın yeni başkanı bu kayyum yönetiminin bir bileşeni olmuştu. Eğer Goldman Sachs adlı bankadan ayrılması bir kariyer tıkanması veya yönetim anlaşmazlığının sonucu değilse mikro düzeyde de olsa batmış bir ekonomiyi yönetme deneyimini yaşaması için bu göreve özel olarak seçilmiş olmalı. Eğer böyle ise hayli planlı bir biçimde geleceğe hazırlandığını söyleyebiliriz hanımefendinin.

Mücevher şirketi Tiffany co. ile değişik yatırım kuruluşlarındaki yönetici görevlerini First National Bank bünyesinde çalışmakta iken eş-anlı olarak sürdürmüş, CV incelemesi böyle bir sonuca götürmekte beni. Türkiye’deki çift maaşlı bürokratlar örneği tamamen. Burada da Goldman Sachs adlı bankada çalışırken ilişki kurduğu yatırımcılarla temasını derinleştirmesi amaçlanmış olmalı.

First National Bank adlı kuruluşun faaliyetleri durduruldu Mayıs 2023 zarfında. Banka JP Morgan Chase adlı bir başka finans kuruluşuna devredilecek yeni sahip de büyük bir banka. Onun önderliğinde yeniden yapılanacak FNB bu yeniden yapılanma sürecinde Merkez Bankası başkanımıza görev verilebilir mi idi? Bu sorunun yanıtını asla öğrenemeyeceğiz. Bahse konu yapılanma başlamadan kendisi Merkez Bankası başkanlığına atandı. Üstelik daha bu atama gerçekleşmeden hanımefendi Türkiye’ye gelmişti.

Hafize Hanım hakkında ABD’de dava açıldığı söylentisi pek de yansıtmıyor gerçeği. İşin aslı şu:

FNB faaliyetlerinin duracağı belli olduğu anda zarara uğradıklarını düşünen banka müşterileri örgütlenerek banka yöneticileri hakkında toplu dava açtılar. ABD için olağan sayılabilecek bir durum bu. Bankada yönetici pozisyonlarda çalışan her birey gibi Hafize Gaye Erkan da toplu davaya konu oldu. Çok uzun sürecek ve muhtemelen davacılar açısından dişe dokunur bir sonuç alınamayacak bir dava bu. Hanımefendinin kariyerine olumsuz bir etki yapacak bir yanı yok bu işin. Öte yandan bir de kendisinin baba tarafından Turgut Özal ile akraba olmasının bu göreve getirilmesinde rol oynadığı iddiası atıldı ortaya. Akla zarar bir iddia. Akraba olup olmadıklarını incelemedim. Sadece Özal’ın annesi ile Erkan’ın babaannesinin aynı köyden olduklarını biliyorum. Ancak bu durumun atama kararı ile ilişkili olduğu iddiası oldukça saçma. Özal adının sembolik olmaktan öte bir ağırlığının kalmadığı bir dönemde böyle dolaylı bir hemşerilik ilişkisi nedeni ile kimseye koltuk verilmez.

ÜÇÜNCÜ KISIM

GENEL SEÇİMLER ÖNCESİ NELER YAŞANDI

Seçime girerken ekonomisi batmış bir Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan şahıs dış dünyadan ve özellikle de uluslararası finans çevrelerinden destek almadığı takdirde sonucun kendisi için hüsran olacağını biliyordu. Kısaca özetleyelim:

Dış borcun milli gelire oranı %60 seviyesine ulaşmış, ülke parası karşısında sürekli değer kazanan yabancı paraları baskı altında tutabilmek için tüm döviz stoklarını eritmiş, borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş bir ülke. Bu duruma bağlı olarak üretim azalmış, enflasyon azmış, işsizlik ise birbiri ardına rekorlar kırıyor. Böyle bir tabloda seçim kazanabilmesi hayli güç.

Öte yandan uluslararası finans çevrelerinin de doğrudan sermaye yatırımcılarının da beklentileri var. Finans çevreleri kısa vadede ülkenin ödemesi gereken 125 milyar $ için yeni kredi açma şartını faiz politikasının değiştirilmesine bağlamışlardı.

Doğrudan sermaye yatırmış olanların sorunu başka idi (doğrudan sermaye yatırımcısı ifadesi ülkeye borsa yolu ile girmeyip doğrudan işletme kuran veya işletmelere ortak olan yatırımcıları tanımlar). Onlar 165 milyar $ tutarındaki yatırımlarının değer kaybetmemesi yapılan yatırımın geri dönüp para kazanmaya başlaması için üretimin ve ihracatın artması gerektiğini düşünüyorlar bu amaçla yabancı paraların gerçek değerinden işlem görmesini bekliyorlardı.

Öte yandan siyasi beklentiler de vardı. Öncelikle İsveç’in NATO üyeliğine onay verilmesi en büyük beklenti idi. Ardından artık sayıları tahmin bile edilemeyen ve bulabilecekleri ilk fırsatta batı ülkelerine gitme arzusunu taşıyan düzensiz göçmenler önündeki barajı koruması ve Batı’yı böyle bir istilaya maruz bırakmaması beklenmekte idi.

Seçim öncesi gerçekleşen Şimşek-Cumhurbaşkanı görüşmesinde bunlar konuşuldu.

Şimşek, Cumhurbaşkanı’nın görev vermek istediği bir bürokrat olarak değil, gerek ABD gerekse AB’nin taleplerini ileten bir elçi olarak katıldı görüşmeye. Talepler çok ağır olduğu için bir sonuç alınamadı ilk rauntta.

Ne var ki ülkede durum iyice kötüye gitmekte ve Cumhurbaşkanı seçimi kaybetme korkusunu yaşamakta idi. Desteğe mutlaka gereksinme vardı. Görüşmeler farklı seviyelerde devam etti.

Bu süreçte Dünya Gazetesi’nde bir köşe verildi Hafize Gaye Erkan’a ekonomi çevrelerinin onun adına aşina olması sağlandı. IŞİD ve benzeri İslamcı terör örgütleri militanlarına da dokunulmaması kaydı ile düzensiz göçmenlerin ülkede kalmasının ve Türkiye dışına çıkmasının engellenmesi konusunda mutabakata varıldı.

Cumhurbaşkanı “Ne olursa olsun ama seçimi kazanayım” düşüncesinde olduğu için kendi yaratmış olduğu ekonomi politikasının uygulanmasından vazgeçip ekonomi yönetimini uluslararası finans çevrelerinin yönetimine devretmeyi kabul etti.

Ve mutabakat sağlandı.

ABD’de yayınlanan The Telegram News adlı gazetede yayınlanan bir makale mutabakatın müjdecisi idi adeta: “Erdoğan’ı sevmek imkânsız ancak kendisini çok kullanışlı hâle getirdi.”

Cumhurbaşkanı’nın ülkede yarattığı antidemokratik ortamın, muhalifler üzerinde uyguladığı terörün ve tüm defolarının mazur görülebileceğini ifade etmekte idi makale. Öyle ya Batı’nın istediği her şeyi vermişti.

Böylece, batık bir şirket yönetiminde deneyimli ABD vatandaşı Hafize Gaye Erkan ile neoliberal ekonominin sadık bendesi, devlet deneyimi ve maliye politikaları bilgisi olan ABD ve UK vatandaşı Mehmet Şimşek batık Türkiye ekonomisini yönetmek üzere kayyum olarak atandılar.

Cumhurbaşkanı da bir yurtdışı seyahatten dönerken uçakta bulunan sözde gazetecilere yaptığı açıklamada bu kayyum anlaşmasını itiraf etti adeta.

“Biz bu arkadaşların programlarını kabul ettik.”

Bu arada bazı medya kuruluşlarında yer verilen “Şimşek ile Erkan’ın birbirlerini tanımadıkları”, “Şimşek’in Erkan’ın atanmasını internetten öğrendiği”, “Şimşek’in Erkan’ın atanmasına karşı olduğu ancak sonradan ikna edildiği” haberlerine de gülüp geçmek gerekiyor.

Aynı ailenin iki ferdinin (Katar Emiri ile eşinin) servetlerini yönetiyor bu iki isim, birbirlerini tanımamaları olanak dışı.

 

DÖRDÜNCÜ KISIM

BİR YIL ZARFINDA NELER OLACAK

Ekonomi yönetimi araç sürmeye benzer. Motor yeterli devire ulaşmadan vitesi arttıramazsınız. Aksi takdirde motor sarsılır. Faizlerin birden bire arttırılması da ekonomiye sarsılan motor etkisi yapar. Faiz geliri elde eden kesimlere aniden büyük kazançlar sağlar, bu da diğer yatırımcıların olumsuz etkilenmesine neden olur. Bu nedenle politika faizlerinde ani bir artış beklenemez. Faiz tedrici olarak arttırılarak yıl sonuna doğru %40 seviyelerine getirilecek. Daha sonrası ise enflasyonun seyrine bağlı 2024 yerel seçimler öncesinde faiz oranlarının enflasyonun 1-2 puan üzerinde seyretmesini beklemek gerçekçi bir tahmin olarak görülebilir.

Kayyum yönetiminin yaratmış olduğu imaj krediye dönüşecek, bir miktar yabancı para girecek ülkeye ancak bu para dış borç ödemelerinde kullanılacak yani yeni borç alınıp eski borçlar ödenecek. Bu arada yabancı para üzerindeki baskı da kalkacak. Yabancı paralar gerçek değerine ulaşacak. Yıl sonuna doğru Amerikan Doları’nın 30 lira seviyelerini görmesi olası. Buna bağlı olarak ihracat hamlesi başlayacak. Ancak ihraç ürünlerinin rekabetçi olabilmesi için ücretler baskı altına alınacak. Güncel kurdan 482 $ olarak belirlenen asgarî ücret yıl sonuna doğru 400 $ altına düşecek. Toplu sözleşmeler engellenecek sendikalar üzerinde yoğun baskı kurulacak. Çalışan yığınlara “kemer sıkma” çağrıları yapılacak. Ekmekten bile tasarruf etmeye zorlanacak emekçi kesimler.

Özetle:

Uluslararası finans çevrelerinin talepleri karşılanırken bunun bedelini ödemek yine emekçi kesimlere düşecek. Daha önceleri olduğu gibi.

Not: Bu makale Merkez Bankası’nın faiz açıklaması öncesi yazılmıştır.

Sanat özgürleşmesi II | Ege Can Özgür

“Sanatçı görünenle yetinmeyip, görünenin ardındaki sorunlar üzerinde düşünmeye başladı mı, işlev sorunlarını bir bütün içinde ele alarak çözümlemeye çalışacaktı.”

Marksist sanat teorisini geliştirmek için yazdığım bu yazı serisinin başında sanatın ne olduğuna dair çeşitli yaklaşımlar sunmuş, konunun tarihsel olarak ele alınışını ve sınıflı toplumlar içindeki gelişim seyrini incelemiştim. Önceki yazıda sanata dair geliştirmeye başladığım yaklaşımı bugün daha da derinleştirip, özellikle sanatçı ve sanatsal düşünce üzerinden ele alarak ilerleteceğim. Ancak konunun anlaşılabilmesi adına henüz okumayanlar için Şubat 2023’te basılan Kaldıraç 259. sayıya bakılmasını öneriyorum.

Emek ve sanat

Önceki yazıda bahsettiğim konuyu kısaca özetleyecek olursam; sanatı, emeğin özgürleşmesiyle ortaya çıkan bir nitelik olarak tanımlayıp, emekçi özneyi sanatçı, üretim sürecini sanat ve üretilen ürünü de sanat ürünü olarak konumladım. Bu tanımlamaya göre emek, sanatın temel unsuru hâline gelmekte ancak özel mülkiyetin yarattığı yabancılaşma, daha net bir şekilde söylenecek olursa yabancılaşmış emek, sanat yapmanın önüne geçmektedir. Yabancılaşmanın ortadan kalkmasıyla icra edilebilen yabancılaşmamış emek ise sanat olma potansiyelini taşımakta, özgürleşebildiği ölçüde sanatlaşmaktadır. Yani yabancılaşmanın ortadan kalktığı yerde her türlü emek sanata dönüşmeye aday olup, üretilen ürünler de potansiyel olarak sanat ürünü hâline gelebilmektedir.

Sanata yönelik bu yaklaşım, sanatın günümüzdeki yerini yeniden ele almayı gerektirir. İlk olarak bugün herhangi bir eseri incelerken “Bu sanat mı?” sorusunu sormayı anlamsız hâle getirir. Çünkü eser sanat değildir, sanat ancak o eseri üretirkenki süreç olabilir. Dolayısıyla da eser olsa olsa sanat ürünü olur. Bu durumda da konu sadece eserin kendisi olmaktan çıkıp o eserin üretim sürecini de ele almayı gerektirir. Bugün galeri ve müzelerde sergilenen “sanatların” ardında görünmez kılınan üretim süreçleri açığa çıkarılabilir, yok sayılan emek görünebilir. Böylece sanat sadece estetik bir unsur olmaktan çıkıp çok daha kapsamlı bir olgu olarak ele alınabilir.

İkinci olarak bu yaklaşım, sanatın ardındaki giz perdesinin kaldırılmasını, sanat ile yetenek, hüner, deha, ilham gibi kavramlarla kurulan metafizik ilişkinin yıkılmasını sağlar. Sanatçıyı sanatçı yapan onun dehası değildir, sanatçının sanatını icra ederken kullandığı emektir. Emeğini ne kadar özgürleştirebilirse o kadar gelişkin bir ürün ortaya koyabilecektir. Örnek vermek gerekirse bir gitaristin müzik yapabilmesi için öncelikle gitarını tanıması, nereden hangi nota çıktığını bilmesi, notaların ve akorların kendi içlerindeki ilişkileri tanıması gerekir. Ancak bu da yetmez, bu bilgisini pratiğe dökebilmesi, aklında tasarladıklarını bedeniyle gitarında uygulaması gerekir. Yani müzik yapabilmek doğuştan gelen yeteneğin ürünü değil, teori ve pratiğin harmanlandığı bir emeğin ürünüdür.

Üçüncü olarak bu yaklaşım, sanat olarak tanımlanan bazı unsurları sanatın dışına iterken sanat olarak tanımlanmayan bazı unsurları sanatın içine alır. Örneğin bahçıvanlık da bir sanat olabilir. Eğer bahçıvan kendi isteğiyle kendi istediği gibi bahçıvanlık yapabiliyor, konuyu öğrenip emeğini örgütleyebiliyorsa, kendi kültürel yargılarını ve estetik kaygılarını işine katabiliyorsa onu sanatçıdan saymamak için hiçbir neden kalmaz.

Ancak bunun tersi de mümkün olabilir. Örneğin devlet operasındaki müzisyeni düşünelim. Neyi çalıp neyi çalamayacağını kendisinin seçemediği, süreç üstünde söz hakkının olmadığı, ondan tek beklenenin notaları harfiyen çalmak olduğu bir koşul içerisinde hayal edelim. Bu kişiye müzisyen desek de bu durum onu sanatçı yapmamaktadır. Ürünü ve üretim süreci hakkında herhangi bir söz hakkı olmayan bu emekçinin emeği, yabancılaşmış emektir. Yapabileceği tek şey bir sonraki parçayı kusursuz çalabilmek için hazırlanmak olabilir. Onu sanatçı yapabilecek olan, bu sürecin dışına çıkması olacaktır.

Dördüncü olarak bu yaklaşım, sanatın nasıl gelişebileceğine yönelik net bir bakış sunar. Sanat, emeğin bir niteliği olarak ele alındığından, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle beraber değişir. Yani ilkel komünal dönemde ortaya çıkan sanat ile feodal toplumda ortaya çıkan sanat arasında ciddi bir nitelik farkı olacaktır. Birinde sanat hayatta kalmak için savaş veren insanın üretim süreci olarak ortaya çıkarken birinde ise kilisenin ideolojik gücünü artırmak için kullandığı bir araç olarak kullanılabilir. Dolayısıyla tüm bu sürecin değişmesi, sanatı da değiştirecektir. Sanatçının araçları geliştikçe sanatı da gelişecek, sanatçının toplumdaki yerine göre sanatın içeriği ve biçimi değişecektir.

Son olarak bu yaklaşım, sanatçının sınıfsal konumunu daha net bir şekilde ortaya koyar. Sanatçının üretim aracıyla kurduğu ilişki, onu burjuvazi ile proletarya arasında salınan bir konuma sokmaktadır. İki ihtimal vardır. Sanatçı, özgürlüğünü sahip olduğu veya ona vaat edilen sermaye yoluyla edinebilir. Dolayısıyla sanatçı burjuva ideolojisiyle donanmış, burjuvazinin sözcülüğünü yapan bir konumda bulunabilir. Ancak tam tersi bir yerden, özgürlüğünü savaşımı yoluyla da edinebilir. Bu yolu seçen bir sanatçı, işçi sınıfının yanında olup sınıfının bir aydını, savaşçısı hâline gelebilir. Tabii bu iki cephe arasında salınan sanatçılara bakarken sınıf savaşımının o anki konumunu görmek elzemdir. Keza para ettiği için Brecht oynamak da vardır, para olmadığı için banka reklamında oynamak da.

Emeği sanatın merkezine koymanın muhtemelen şu an görülemeyen pek çok başka etkileri de olacaktır. Keza ben de bu yaklaşımı derinleştirmeye çalıştığım için bu seriye yapılacak eleştirileri bekliyorum. Şimdilik bu yazı içerisinde tartıştırmak istediğim temel birkaç noktayı, özellikle de sanatçıyı ele alacağım. Keza emek, sanata içkin olarak ele alındığında, özgürleşmiş emeğin öznesi olan emekçinin, yani sanatçının da konuya dâhil edilmesi gerekiyor.

Özgürleşen emekçi

Emeğin özgürleşmesi, emekçinin özgürleşmesinden bağımsız olarak tartışılamaz. Dolayısıyla da ortada bir sanat olduğu sürece sanatçı da var olacaktır. Bu bilgi basit gibi görünse de önemli bir noktanın netleşmesi açısından kritiktir. Sanatı yapan sanatçıdır ve sanatçı sanatı sonucunda sanat ürünü üretebilir. Yani sanatçının kullandığı her türlü araç, uyguladığı her türlü teknik ve üzerinde çalıştığı her türlü madde onun sanatının parçasıdır. Sanat ürünü, sanatçının tüm bu unsurları örgütlemesi yoluyla açığa çıkar.

Öyleyse resim yapan bir sanatçının fırçası, onun sanatının parçasıdır. Ancak fırçaya sanatçı denemez. Aynı şekilde bilgisayar yoluyla çizim yapan bir sanatçının kullandığı programlar da sanatçının sanatının parçalarıdır. Sanatçının işlediği madde değiştikçe kullandığı araçlar ve uyguladığı teknikler de değişmektedir. Konuya net yaklaşılmadığında sanatçının malzemesinin değişmesiyle sanatın ortadan kaybolduğu sanılabilir. Mesela fotoğraf makinasını ele alalım. Fotoğraf makinası, ressamın gerçekçi çizmeye çalışmasını gereksizleştirir. Çünkü ressamın günler boyu çalışıp yaptığı işi fotoğraf makinası çok kısa bir sürede üretebilmektedir. Öyleyse ressamlık bozulmuş, sanatçılık ortadan kaybolmuş mudur? Hayır. Ressamların gerçekçi çizmesi yönündeki eğilim zayıflamış ve üstüne fotoğrafçılık adında yeni bir sanat türü oluşmuştur.

Şimdi aradaki ilişkiyi güncel bir tartışma olan yapay zekâ sanatçılığında arayalım. Bugün yapay zekâ hızla gelişmekte, kullanıcının istediği türden bir ürünü saniyeler içinde üretebilmektedir. Örneğin kırmızı kazak giymiş kübik bir penguen resmi istenince bunu üretebilmekte, bu penguenin hikâyesini yazabilmekte, hikâye boyunca geçirdiği maceralara uygun müzik üretip kolayca bir beste çıkarabilmektedir. Kısacası yapay zekâ hızlanarak gelişmekte, bugünün sanatçısının yerini sallandırmaktadır.

Tartışma da buradan çıkmaktadır. Artık sanatçılık bitmiş, yapay zekâ sanatçı mı olmuştur? Ressamlık, yazarlık, müzisyenlik bitecek, şiir makinalaşacak mıdır? Cevap yine hayır. Yapay zekâ yoluyla yeni bir sanat kapısı açılmaktadır. Sıkıntı bu sürecin kapitalizm içerisinde gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Sanatçının işsiz kalma korkusu oldukça gerçek olsa da sanat yok olmayacak, araç sanatçıya dönüşmeyecektir.

Yapay zekâ sanatçının yeni bir aracı olmuştur. Artık sanatçı günler harcayarak çizdiklerini birkaç kelime yazarak çizebilmekte, bunlara uygun müdahaleleri çok daha hızlı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir. Tıpkı tarımda makinalaşmanın köylü ihtiyacını ortadan kaldırması gibi, eskiden onlarca kişinin birlikte yürüttüğü bir süreç artık birkaç kişi tarafından örgütlenebilir hâle gelmiştir. İnsanlığın bin yıllar boyu biriktirdiği bütün teknikler, sanatçının parmağının ucundadır.

Tüm bunlardan hareketle yapay zekânın sanatçı olmadığı, sanatçının yeni bir aracı hâline geldiğini söyleyebiliriz. Hele de çok daha büyük bir parçayı örgütleyebilmeyi, daha kısa zamanda daha nitelikli ürünler üretmeyi olanaklı kılan bir araç. Bu durum verimlilikte büyük bir artış demek olduğundan dolayı pek çok emekçi işini kaybedecek, işini koruyabilenlerin üzerindeki sömürü oranı artacak da demektir. Sanatçıların proleterleşmesi hızlanacak, çelişkiler derinleşecektir. Ancak bundan istifade etmememiz, bu araçları kullanmamamız için hiçbir neden yoktur. Bize gereken, bu yeni araçları kullanmayı öğrenmektir.

Bu tartışmanın bir diğer ucunda da kimlere sanatçı denildiği yatmaktadır. Bir film setini ele alalım. Yönetmen, yazar ve oyuncular sanatçıdır diyebiliriz. Peki ya ışıkçılar sanatçı mıdır? Peki ya kameramanlar? Ortada bütün bir ekibin emeğiyle çıkan bir ürün varken neden asistanlar sanatçıdan sayılmazlar? Ses teknisyenleri sanattan anlamazlar mı mesela? Film çekmek sanat işiyse neden tüm unsurlar sanatçı değildir? Bir de filmcilik sanatsa neden sanat filmi vardır kısmına hiç girmiyorum.

Bu konu, üretim ilişkilerine dair önemli bir noktayı açımlar. Ürün üretilirken emeğe farklı değerler yüklenir. Yönetmen, yazar ve oyuncunun emeği emekten sayılmaz, onlar sanat yaptıkları için yüceltilirler. Geriye kalan çoğu kişinin yaptığı iş de emek gücü gerektirdiğinden değersiz kılınır. Ürün hakkında çok kısıtlı söz hakları bulunur ve çoğu zaman yönetmenin arzusu dışında hiçbir şeye müdahale edemezler. Dolayısıyla da yabancılaşmış emekleri, onların sanatçı olmalarına engel olur. Tüm film ekibinin sanatçı olabilmesi için bu ekibin tamamen başka bir biçimde örgütlenmesi şarttır. Ekip yönetmenin tekelinden çıkartılmalı, kolektif bir zemine çekilmelidir.

Başka bir yerden konuyu ele alalım. Bir ürünü tasarlamak, pek çok unsuru birlikte ele alabilmeyi, estetikten ergonomiye, statikten mekaniğe pek çok şeyi bilmeyi gerektirir. Bu durumda bu ürünü tasarlayan kafa emeği önemli hâle gelir. Tasarımcının sahip olduğu özgürlükle kıyaslanınca bu ürünü üretecek olan işçinin sahip olduğu özgürlük arasında çok büyük bir fark bulunur. Ürün, bir şaheser olabilir, hatta bir sanat dehasının elinden çıktığı iddia edilebilir. Ancak onu üreten işçilerin esamesi okunmaz ve sanat ürünündeki etkileri yok sayılır. Öyleyse işçilerin yabancılaşmış emeklerinin sanata dönüşmesi demek, hem üretim sürecinin baştan bir organizasyonunu gerektirir hem de toplumsal bir dönüşümü koşullar. Dünya emeğin etrafında dönmediği sürece bu bakış mümkün olamayacaktır.

Görüyoruz ki işçi makinanın yaşayan bir uzantısı iken, sanatçı için her makina yeni bir uzuvdur. Yani sanatçı özne olabilen, yönetebilen, örgütleyebilen, özgürleşmiş bir emekçidir. Bu durum sanatçının kendi konumunun farkında olup olmamasıyla alakalı değildir, maddi koşulları dolayısıyla durum budur. Bu nedenle bu özgürlüğünü hangi cephe için kullanırsa kullansın sanatçı, hareketi örgütleyebilen ve dünyayı şekillendirebilen bir yapıya sahiptir.

Sanatçı, emeğiyle kurduğu ilişki nedeniyle devamlı bir öğrenme hâli içerisindedir. Maddeyi işledikçe öğrenir ve daha nitelikli işlemeye başlar. Madde üstündeki yetkinliği arttıkça ürününü daha nitelikli kılar. Aynı şekilde emeğini diğer sanatçılarla birleştirebildiği ölçüde daha nitelikli işler çıkarabilmeye, tek bir kişinin üretemeyeceği ürünleri üretebilmeye başlar. Bu noktada sanat her daim gelişmektedir ve bu gelişimi yakalayamayan sanatçı zaman içerisinde tarihe karışır.

Sanatsal düşünce

Beni bu yazıyı yazmaya iten nedenlerden biri, sık sık kullanılan ancak muğlak bırakılan “sanatsal düşünce” kavramıydı. Özellikle Kaldıraç sayfalarında görülen bu terim, sıkça gündelik düşüncenin karşısına konarak bilimsel düşünceyle birlikte kullanılır. Örneğin Aysun Sadıkoğlu’nun Kaldıraç 253. sayıdaki yazısına bakalım.

Bilim ve sanat, günlük düşüncenin sınırlarını aşarak, bize, gerçeklik hakkında daha derin bilgiler sunar. Bilim, bize hareketin yasalarını anlama şansı verir. Ve eğer bunları anlarsak, neyin, o hareketin içsel zorunluluğu olduğunu kavrayabiliriz. (…) Bilimsel ve sanatsal düşüncenin, düşünce tarihinde günlük düşünceden ayrılmak demek olduğunu yukarıda kısaca belirttik. Günlük pratikten doğan, nihaî kaynağı günlük pratik olan, insanların kendi yaşamlarını sürdürmek için maddi malların üretimi ve kendi neslini devam ettirmesi olan bilimsel ve sanatsal düşünce, o pratikten kopar, gelişir. Böylece, gerçeği daha farklı olarak görmeyi sağlar. Bundan sonra ise bilimsel ve sanatsal düşüncenin, tekrar o günlük pratiğe gelmesi, dönmesi gerekir. Bu nedenle, bilim insanları ve sanatçılar, toplumsal düşüncede önemli bir rol oynarlar. Böylece, diyelim ki, bir sanatçının, kendi üretimini topluma aktarması gerekliliği ortaya çıkar.

Yani özetle bilimsel ve sanatsal düşüncenin pratikten doğan, devamında pratikten kopup gelişen ve pratiğe geri dönen bir düşünce biçimi olup gündelik düşünceden daha gelişmiş olduğu söylenmektedir. Buraya kadar tamam diyebiliriz, keza bilim için söyledikleri doğrudur. Ama yazı boyunca sanatsal düşünceye doğrudan değinmek yerine örnekler hep bilimsel düşünce üzerinden verilmekte ve sanat konuya sonradan dâhil edilmektedir. Bu noktada ortaya şu soru çıkmaktadır; nedir bu sanatsal düşünce?

Sadıkoğlu’nun yazısında bu soru, etik ve estetik terimlerinin günlük yaşamda kullanılan ahlâk ve güzellik kavramlarından farklı olmasıyla açıklanmıştır. Sadıkoğlu’nun deyimi ile; “Günlük dilde ‘güzel’ ile sanatta veya eylemde estetik aynı şey değildir. Günlük dilde ‘çirkin’ denilenin kendine has bir estetiği vardır.”

Bunlar doğrudur elbet, ancak konumuz estetik değil, sanattır. Sanatı eğer estetiğe indirgemiyorsak, ki bu serinin başından beri bunun kapitalizmin ürettiği bir yanılgı olduğunu irdelemekteyiz, bu cevap oldukça eksik kalacaktır. Öyleyse sanatsal düşüncenin tek işlevi gündelik düşüncede güzel olmayan şeylerin estetiğini bulup çıkarmak olmamalıdır.

Bu noktada tarih boyunca sanatsal düşüncenin nasıl işlediğine ve bizim bu işlevi nasıl değiştireceğimize odaklanabiliriz. Ancak sadece bu meselenin üzerine bile onlarca kitap yazılabileceğinden ötürü, konuyu başka bir yazıda detaylandırıp bugün sadece ana hatlarıyla üzerinden geçeceğim.

Sanatsal düşünce konusunda ilk bakılabilecek yerlerden birisi Antik Yunan’da ortaya çıkan mimesis veya yansıtma kuramıdır. Sanatçı, gerçeğin bir tür yansıtıcısı olarak ele alındığı için sanatsal düşünce de gerçeğin esere yansıması, ürünün gerçekle kurduğu bağın niteliğini tanımlar.

Örneğin, Platon, İon ile olan konuşmasında, tüm tiyatrocuların sahtekâr olduklarını anlatır. Çünkü tiyatrocu, sahnede gerçeğin sadece bir taklidini üretmekte, gerçeğin bilgisini vermemektedir. Gerçek, Platon için zaten bir illüzyon olduğu için tiyatro iki kat daha yalandır. Bu nedenle de Platon’un devletinde tiyatroculara yer yoktur.

Aristoteles ise Platon’un bu yaklaşımını kırarak; tiyatro sadece olmuş olanı değil aynı zamanda olabilecek olanı da gösterir, der ve tiyatroyu gerçeğin idealize edilmiş hâllerinin sergilenebileceği bir sanat olarak ele alır. Bu anlamda sanatsal düşünce, tiyatro ile sınırlı kalınırsa, Platon’da gerçekten uzaklaşmak, Aristo’da gerçeğin özünü göstermek anlamına gelebilir.

Marksizmde de yansıtma kuramı kendisini gösterir. Ancak bu sefer çok daha nitelikli bir şekilde, sanatçının toplumsal koşullarını sanatına yansıtması üzerinden ele alınmaktadır. Sanattan beklenti, toplumsal koşulların eserde ne kadar başarılı yansıtılabildiği ve tipik olanı gösterebildiği ile ilgilidir. Dolayısıyla da sanatsal düşünce, gündelik hayatta tipik olanı görebilmek, görünenin ardındaki koşulları anlayabilmek ile alakalıdır.

Öte yandan kapitalizmin gelişmesiyle beraber yansıtma dışında yaratma kavramı da devreye girmeye başlar. Sanatçı, metafizik bir şekilde (deha, yetenek, bilinçaltı, tanrı vergisi, kutsaliyet, kendiliğindenlik vs.) sanat eseri yaratabilen üstün birey olarak ele alınır. Sanatçıya atfedilen bu üstünlük, sanatın artık burjuvazinin tekeline girişini, sanat eserinin metalaşmasını gösterir. Bu nedenle de sanatsal düşünce ne kadar yaratıcı bir fikrin ortaya atıldığı, ürünün nasıl süslenebileceği veya kavramın nasıl pazarlanabileceği ile alakalıdır.

Bu sırada sanatçının yaratıcı değil üretici olduğuna yönelik bakışlar da gelişmeye başlar. Örneğin Caudwell’in çalışmaları bu anlamda önemlidir. Bir yandan da 20. yy’ın ilk çeyreğinde akılcı avangardlar sanatı üretimden doğru okumuş, özellikle Rus fütüristleri, Konstrüktivistler ve Bauhaus bu yaklaşımın en önemli temsilcilerinden olmuştur. Bu yönde sanatta makinalaşma, sanatçının mühendisleşmesi ve tekniğin en ileri düzeyde uygulanması gibi yaklaşımlar boy göstermeye başlamıştır. Sanatsal düşünce bu dönem için hayata mühendis olarak yaklaşabilmekle, hayatı yapı kurarcasına irdeleyebilmekle özdeşleşir.

Kısacası yansıtan sanatçıdan üreten sanatçıya pek çok farklı sanatsal düşünce modeli ortaya çıkmış, sanatın ele alınışına dair pek çok fikir ortaya atılmıştır. Ancak tarihî bilgiyi bu yazıda daha fazla derinleştirmeyeceğim. Bu anlamda Ali Artun’un Sanat Manifestoları – Avangard Sanat ve Direniş kitabının, 20. yy’daki sanata yaklaşıma dair güzel bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

Öyleyse şimdi sanatsal düşüncenin ne olduğuna dair, öne sürdüğüm emek özgürleşmesi yaklaşımının neler vaat ettiğine bakabiliriz.

Öncelikle sanat, emeğin üst bir niteliği, emeğin özgürleşmiş hâli olarak tarif edildiği zaman, sanata yaklaşım sadece üründen doğru olamaz. Elbette içerisinde estetiği de barındırır ancak konu sadece bu olamaz. Aynı zamanda konu sanatçının neyi ne kadar yansıttığı ile de sınırlandırılamaz. Çünkü kişinin her eylemi zaten toplumsal koşullarının bir yansımasıdır.

Öyleyse sanata yaklaşım, üretim sürecinden doğru okunmalıdır. Yani sanatçının ele aldığı maddeden, maddeyi işlemekte kullandığı araçtan ve bunu yaparken kullandığı emek gücünden bağımsız bir okuma yapılamaz. Devamında üretim süreci boyunca emeği ve ürünü ile kurduğu ilişkiden, ürününü ürettiği bağlamdan, ürünün işlevinden de bahsetmek gereklidir. Son olarak ürünün hangi ihtiyaca yönelik yapıldığı, hangi koşullar altında üretildiği ve ihtiyacı ne şekilde karşıladığı da incelenmelidir. Aynı zamanda bütün bu üretim süreci içerisindeki diğer öznelerle kurduğu ilişkiden de soyut ele alınmamalıdır.

Tüm bunlar, bizi önemli bir noktaya çıkartmaktadır. Sanatsal düşünce dendiğinde, dünyayı emekten doğru okumak anlaşılmalıdır. Bilimsel düşünce hareketin yasalarını anlamayı ve dolayısıyla da onu nasıl değiştireceğimizi kavramayı sağlıyorsa, sanatsal düşünce bu değiştirme sürecini, bu yolda verilecek emeğin anlaşılmasını sağlar. Dolayısıyla sanatsal düşünce, bilimsel düşünce ile doğrudan bağlıdır. Anlamayı ve değiştirmeyi hedefleyen bilimsel düşünce ile beraber, değiştirme sürecinin bilgisi ile birlikte dünyaya emekten doğru bakmanın olanağını sunar.

Sanatsal düşünce dendiğinde bir ihtiyacın saptanması, o ihtiyaca yönelik üretimde bulunulması ve üretimin işlevi ile sınanması akla gelmelidir. Bu durum sanatçının kullandığı araçlardan, ele aldığı maddeden, kısacası neyi nasıl ürettiğinden bağımsız değildir. Bir fotoğrafçı, gördüğü trajik durumu dünyaya nasıl göstereceğini düşünür ve ona uygun bir fotoğraf çeker. Bir müzisyen halkının kahramanlıklarını daha iyi anlatmanın yolu olarak bir marş yazar. Bir ayakkabıcı, zor koşullarda giyilecek ayakkabıyı üretmek için yeni teknikler geliştirir ve bir bot yapar. Bir matbaacı, toplumun en ücra köşelerine gidecek bir gazeteyi, bölgenin koşullarına uygun olacak bir kâğıda, oranın toplumunun okuyabileceği harflerle hazırlar.

Emekçi, emeğini nasıl örgütlüyorsa hayata da o şekilde yaklaşma eğilimindedir. Bir ressamın manzaraya bakması ile ressam olmayan birinin manzaraya bakması arasında bir fark bulunmaktadır. Aynı şekilde ressamın bakışı ile yönetmenin bakışı arasında da farklar bulunur, çünkü ikisinin de elindeki malzemeye yaklaşımı başkadır. Ressam resmini çizmek, yönetmen ise filmini çekmek için baktığından dolayı aynı manzaradan farklı ürünler elde edilebilir. Öyleyse sanatsal düşünce, aynı malzemeyi farklı yorumlayabilmeyi, ihtiyaca göre dünyayı şekillendirebilmeyi ve bunu özgün bir biçimde ele alabilmeyi de tarifler.

Madde üstünde yetkinlik kurmanın, yaşama egemen, doğayla uyumlu olmanın, sınıf savaşımına göre uygun örgütlenmenin, geleceği kurmak için hazır olmanın yolu hayatı emek ekseninde okumaktan geçmektedir. Dolayısıyla güzeli veya çirkini yaratmanın da, istenen estetiğe uygun ürün hazırlamanın da, kitleleri harekete geçirmenin veya kendini ifade etmenin de yolu budur. Sanat bunlardan sadece birisi değildir. Sanatın anlaşılamamasının nedeni, içindeki emeği görmemektir.

Sonuç

Yazının sonuna gelirken tüm bu dediklerimi özetlemeye kalkarsam, sanatçının özneleşen, özgürleşen, yöneten emekçi hâline geldiğini söyleyebilirim. Sanatın özgürleşmekle ne kadar ilgisi varsa, sanatçılığın da yönetmek ile o kadar ilgisi vardır. Sanatçının önemi, onun salt estetik olmasından, görünür olmasından, güzel işler yapmasından doğru değildir. Sanatçının önemi, emeğini özgürleştirebilmiş olması ve bu yolla da ihtiyaca ve isteğe yönelik çevresini örgütleyebilmesindendir. Öyleyse bugün sanatçı olduğunu bilmeyen pek çok yoldaşımız varken, sanatçı olmadığının farkında olmayan pek çok sanatçı arkadaşımız da bulunmaktadır.

Sonuç olarak, sanatçının yapması gereken şey ihtiyacı görebilmek, çevresini buna uygun örgütleyip işleve uygun bir ürün ortaya koyabilmektir. Yaratıcılığın kaynağı burasıdır. Sanatçı, Maholy-Nagy’nin dediği gibi tekniğe karşı değil, teknikle beraber çalışmalıdır. Bilim bilmeli, tekniği geliştirmeli, ihtiyaca yönelik daha gelişkin ürünler verebilmelidir. Sadece kendi sanatında saplanıp kalmamalı, emeğini özgürleştirebileceği başka alanlara da yönelmelidir. Böylece sanatçı sadece kendi emeğini özgürleştirmekle kalmayacak, toplumun özgürleşmesi için de savaşacaktır. Verdiği emekle hem yeni bir sanat hem de yeni bir toplum kuracaktır.

Eski(meyen) TİP

“Gelen günle
Biriken kinle
Bahar gelecek
Buğday yeşerecek.”[1]

Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır. Doğru bulduğumuz fikirleri öyle benimsemiş, öyle içimize sindirmiş olmalıyız ki, bunlar davranışlarımızı biz farkında olmadan dahi etkilemeli, tayin etmeli, yönetmelidir. İnsan nihayet ne kadar sosyalist olmaya devam etse de, bir gün bedeni bu fani dünyaya veda eder, ama işçi sınıfı partileri, işçi sınıfı var oldukça devam eder, gider. Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır… Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir,” diyen Behice Boran’ın eski(meyen) TİP’inden söz edeceğim…

Hani; “Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Tarihsel süreç içinde yer almış tüm olgu ve oluşumlar, kişiler ve olaylar da sınıfsal olmanın damgasını taşır. İnsanlık sınıfsız topluma ulaşana kadar da böyle olmaya devam eder…

“İnsanlık bütün olumlu insancıl ve toplumsal amaçlarını ve kazanımlarını sosyalistlere borçludur. Kapitalist toplumlarda burjuvazinin ve onun devletinin kabul ettiği toplumsal hakların tümü doğrudan ya da dolaylı olarak işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin fiili ve ısrarlı mücadelesinin sonucudur. Sendika kurma hakkı, eşit oy hakkı, 8 saatlik iş günü, iş güvenliği, siyasi parti kurma hakkı, kadın hakları, düşünce özgürlüğü, çocuk hakları, eğitim hakkı, ırkçılıkla mücadele, sömürgecilikle mücadele ve bağımsızlık, faşizme ve savaşa karşı mücadele, barış, demokrasi, özgürlük…

“Ne sağcıyız ne solcuyuz teranesinin bir anlamı yoktur. Bir amacı vardır ‘sağcılığı maskelemek.’ Kişinin bir ideolojiye sahip olduğunun farkında olmaması bu gerçeği değiştirmez…

“Küçük burjuvazi, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alan, kendi içinden bölünük ve kaygan bir sınıftır. Başlıca iki büyük kesime ayrılır. 1) Zanaatkârlar ve esnaf, küçük sanayi, ticaret 2) Aydınlar kesimi (öğrenci, asker, memur, bürokrat)…

“Sosyal demokrasi gelişmiş batılı kapitalist ülkelerde tutunabilmiş ise, bu, onların sanayileşmiş, büyük sermaye birikimini başarmış, dünyanın geri kalmış ülkelerini yüzyıllar boyu sömürmüş ve hâlen sömürmekte olan toplumlar olmalarındandır. Bu sanayileşmiş zengin ülkelerde burjuvazi işçi sınıfını sınırlı bir tatmin çizgisinde tutabilmek için ücretleri zorunlu olduğu kadar yükseltmek ve diğer işçi hakları konularında tavizler verebilmek imkân ve kaynaklarına sahiptir…

“Karma ekonomide üretim araçlarının hem kamu mülkiyetinin hem de özel mülkiyetinin mevcut bulunuşundan, bu çeşit karma ekonomi düzeni, ne kapitalist ne sosyalist olan, üçüncü çeşit bir toplum düzeni olarak görülmek ve gösterilmek istenmektedir. Böylece kapitalizm mi, sosyalizm mi ikileminden kurtuluş yolunun bulunduğu sanılmaktadır…”[2]

“Reformculuk, mevcut ekonomik düzeni, sosyal sınıflar ilişkilerini muhafaza edip, işçi-emekçi yararına egemen sınıflardan birtakım tavizler koparmaktır…”[3]

“Kürt halkına ve Alevi vatandaşlar topluluğuna uygulanan ayırım gözetici muamelelere, baskı ve şiddet politikasına, bütün gücümüzle karşı çıkacak, bu kitlelerin demokratik hak ve özgürlük ve eşitlik isteklerini destekleyeceğiz…”[4]

“Sartre’ın belirttiği gibi, gençlerin ve işçilerin giriştikleri ‘şiddet’ hareketleri aslında ‘karşı şiddet’ hareketleridir; sadece, polisin kullandığı, coplama, dövme, gaz bombaları atma gibi hareketlerine karşı değil, asıl düzenin şiddet hareketlerine karşı şiddet hareketleridir,”[5] diyen Behice Boran’ın TİP’inden…

“NE”LİĞİ

“Yeni” olanı değil,[6] eski(meyen) TİP’i kuran sendikacılar batı işçi partilerinden ve özellikle İngiliz İşçi Partisi’nden esinlenmişti. TİP, sendikacılığın işçi sınıfının sorunlarını çözmeye yetmediğinin, mevcut partilerden işçilere hayır gelmediğinin ve işçilerin ayrı bir parti halinde örgütlenme ihtiyacının sonucu olarak da okunabilir. Parti kurucuları, TİP’in “ezilen işçi sınıfının haklarını korumak için” ortaya çıktığını ifade ediyordu. Bu bir yerde geleneksel sendikacılıktan ve ana akım siyasetten kopuşun ifadesiydi.

TİP kendinden önceki ve sonraki sol ve sosyalist partilerden ayrı, özgün bir yere sahipti. TİP, doğrudan hiçbir siyasal akımın düşünsel ve örgütsel devamı olmayan, işçilerin/sendikacıların kendi inisiyatifleri ile kurdukları bir partiydi. TİP dönemin önde gelen mücadeleci sendikacıları öncülüğünde kuruldu. TİP 1960’larla birlikte yükselen ve bir sınıf olarak varlığını kabul ettirmeye başlayan işçilerin ve özellikle de sanayi işçilerinin partisiydi.

Bir numaralı kurucusu, daha sonra DİSK’in kurucu Genel Başkanlığı da yapacak olan Kemal Türkler idi. 13 Şubat 1961 tarihinde kurulan TİP’in tümü sendikacı ve işçi olan 12 kurucusu şunlardı: Kemal Türkler (Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı), Avni Erakalın (İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) Genel Başkanı), Şaban Yıldız (İİSB Genel Sekreteri), İbrahim Güzelce (İstanbul Basın Teknisyenleri Sendikası Genel Sekreteri), Ahmet Muşlu (Türkiye Çikolata Sanayi İşçileri Sendikası Genel Başkanı), Rıza Kuas (Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı), Kemal Nebioğlu (Türkiye Otel ve Gıda İşçileri Sendikası- Genel Sekreteri), Hüseyin Uslubaş (İstanbul Yaprak Tütün İşçileri Sendikası Başkanı), Saffet Göksüzoğlu (İlaç ve Kimya İşçileri Sendikası Başkanı), Salih Özkarabay (İstanbul Basın Teknisyenleri Sendikası Başkanı), İbrahim Denizcier (Müskirat Federasyonu Başkanı), Adnan Arkın (İİSB İcra Kurulu Muhasip Üyesi).

Kurucuların hepsi de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) yöneticisi ve üyesiydi. Türk-İş’in desteğini alamadan kurulan TİP, adeta bir İİSB partisi, İstanbul işçileri partisi (dahası sanayi işçilerinin partisi) olarak ortaya çıkmıştı. 1960 sonrasının ilk büyük işçi eylemi olan Saraçhane mitinginde TİP’li sendikacılar belirleyici role sahiptir. TİP’i kuran sendikacılar aynı zamanda sendikal harekette mücadeleci bir geleneği ve güdümlü sendikacılıktan kopuşu temsil ediyordu. Nitekim TİP’i kuran sendikacıların önemli bir bölümü 1960’lı yıllarda sosyal mücadelenin başını çekecek, sınıf eksenli bir sendikal gelenek inşa edecek ve 1967’de DİSK’i kuracaklardı.

Behice Boran parti kurma girişiminin sadece sendikacılardan gelmekle kalmadığını, bunların aralarına hiçbir aydın almamış olduğunu vurgulayarak, bu tutumun okumuş yazmışlara, kravatlılara bir güvensizlik belirtisi olduğunu yazmaktadır. TİP’in tüm kurucularının işçi/sendikacı olması onun en özgün yanı olarak ön plana çıkıyor. Kurucular yoğun politik deneyimleri olmayan ve Türkiye solunun geleneksel kadroları içinde yer almayan isimlerdi…

TİP’i kuran sendikacıların önemli bir bölümü daha sonra DİSK’i kurdu. DİSK’liler TİP’liydi. Ancak DİSK TİP’in değil, sendikacıların kararıyla kurulmuştu.[7]

Nebil Varuy’un, “TİP, Birinci Kuruluş Dönemi’nde siyasal bir nitelik taşımaz. İşçi sınıfı ideolojisine tam sahip bir parti değildi birinci kuruluşta,”[8] notunu düştüğü o sürece ilişkin partinin genel yönetim kurulu üyesi ve Kocaeli il başkanı avukat Şinasi Yeldan da şunları aktarır:

“İkinci Dünya Savaşı sonucu faşizmin yenilgisi ülkemizde yeni demokratik adımların atılmasını zorunlu kılmıştı. Çok partili yaşama geçiş, Cemiyetler Yasası’nın değişimiyle birlikte sendika kurma ve sendikalaşma olanağı doğmuştu. Ancak, sendikalara toplu iş sözleşmesi ve grev yapma hakkı tanınmamıştı. Bunun yanında sendikalar çeşitli baskılar altındaydı.

“Sendika liderleri ise neredeyse ‘doğal suçlu’ konumundaydı. Tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfı sendikalarda örgütlenmesini sürdürmekteydi. 1952 yılında Türk-İş Konfederasyonu kurulmuştu. Sendikalar siyasetten dışlanmış ancak siyasi partilerce oy kazanımı amacıyla kullanılmaktaydı. Demokrat Parti muhalefetteyken işçilere grev hakkı tanınmasını savunuyor, iktidardaki CHP ise karşı çıkıyordu. DP iktidar olunca greve karşı çıkmaya, muhalefete düşen CHP ise grev hakkını savunmaya başlamıştı. O günlerde ‘silahsız asker’ diye tanımlana gelen Türk sendikacılığının bu yapısı 27 Mayıs 1961 tarihli anayasanın yürürlüğe girdiği güne kadar sürdü.

“Yeni anayasa, grevi ‘sosyal bir hak’ olarak tanıyordu. Bu dönemde sendikalar büyük bir coşku ve birlik içinde meydanlardaydılar. 1961 Aralık ayında İstanbul’da Saraçhane başında on binlerce işçinin katılımıyla oluşan gösteri, işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutmakta olup, işçi sınıfının grevli, toplusözleşmeli sendikacılığa yasal olarak da kavuşmasını sağladı.”[9]

Ayrıca Tarık Ziya Ekinci de şunları ifade eder:

“TİP, otoriter bir anlayışın egemen olduğu siyasal bir ortamda kurulmuştur. TİP kurulurken Türkiye’de, devletin ve rejimin çıkarlarını ön planda tutan, bireyin ve toplumun haklarını önemsemeyen bir siyasal yapı egemendi. Yönetim ve toplum sosyalizme ve sosyalist sisteme karşı düşmanca bir şartlanma içindeydi. Ülkede düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yok denecek kadar sınırlıydı…

“TİP’in 1963-71 yılları arasında anayasaya aykırılık iddiasıyla açtığı davalardan sadece 41’i rüyet edilmiştir. Bu 41 davadan 20’si 1963’te, ikisi 1964’te, biri 1965’te, beşi 1967’de, ikisi 1968’de, dördü 1969’da, altısı 1970’te ve biri de 1971’de açılmıştır. Ayrıca, TİP 1971’de kapatılma istemiyle davalı olarak Anayasa Mahkemesi’nin huzuruna çıkmıştır.”[10]

Velhasıl, TİP, sosyalist mücadele tarihinde eğrisi/doğrusuyla önemli bir evreydi.

ÖNCELLERİ

13 Şubat 1961’de 12 sendikacı yeni bir siyasi partinin kuruluş evraklarını İstanbul Valiliğine veriyorken; 1940’lı ve 50’li yılların uzun bir enerji birikiminin sonucu olarak kurulan TİP, Türkiye işçi sınıfının tarih sahnesine çıkış hamlelerinin en önemlilerindendi. TİP, gerek işçi ve sendikacılık hareketi, gerekse sol açısından uzun dönemli etkileri olan özgün bir deneyimdi…

TİP’in kuruluşu CHP’de ciddi rahatsızlığa yol açtı. Bülent Ecevit, TİP’in kuruluşunu takiben CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde yazdığı yazıda TİP’in kuruluşuna karşı çıktı…

Ecevit, daha sonraki yıllarda da devam edecek olan bir başka kaygıyı da dillendiriyordu: CHP’nin oylarının bölünmesi. TİP’in kurulması ve 1965 seçimlerindeki başarısının, CHP’nin ortanın solu yöneliminde önemli payı olduğunu, daha solda rakip bir parti ihtimalinin CHP’yi devlet partisi olmaktan ortanın soluna doğru sancılı bir hamleye zorladığını söylemek mümkündü…

TİP üçayak üzerine kuruluydu; sendikacılar, sosyalist aydınlar ve Kürt aydınları.[11]

TİP’teki sosyalist aydınların TKP bağı net olsa da Mehmet Ali Aybar’ın TKP ile bağlantısı pek bilinmez. Aybar, çeşitli TKP tevkifatlarında açığa çıkmamış bir parti üyesiydi.

Rasih Nuri İleri, Aybar’ın TKP üyeliğini açıklamıştı: “M. A. Aybar’ın (…) TKP üyeliği konusunda çelişkili ifadeler olmakla beraber, Rasih Nuri İleri’nin ‘Benim hücre sekreterimdi’ yolunda bir beyanı vardır.”[12]

17 Kasım 2010 tarihinde kaybettiğimiz Nihat Sargın, TKP Merkez Komite Sekreteri Zeki Baştımar’ın, 1951/52 tevkifatı sırasında kendisinin yerine hazırladığı ismin Mehmet Ali Aybar olduğunu söylemektedir.

Nihat Sargın da, TÜSTAV’da 9 Aralık 2007 tarihinde yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Şimdi size iki basit olguyu aktaracağım: Bu bilgileri edindikten sonra belki insanlara değil ama, ilgili olaylara bakışınızda değişiklikler olacağını, kafanızda o olayları bir kez daha gözden geçireceğinizi kuvvetle tahmin ve ümit ederim. (…)

“Olgulardan ilki 51 tutuklamalarıyla ilgili. Her zaman olduğu gibi o dönemde de iş başındaki birinci kişi kendisinin bunu yapamaz duruma gelmesi hâlinde yerine bir yedeği önceden seçmiş bulunuyordu. Tutuklamalar sırasında sorulup gösterilen resmi yedek, Parti çalışmalarında seçicinin yani Zeki Baştımar’ın (kod adıyla Yakup Demir) altında görevli bir partilidir, bu resmi adla sorgu savuşturulmak istenmiştir. Ortaya çıkmamış olan gerçek ise Aybar’ın, Mehmet Ali Aybar’ın görevli kılınmış olmasıdır.

“İkinci olgu ise TİP’in ilk döneminde bana bizzat Aybar tarafından aktarılmıştı. (…) ‘Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin 1966’nın son günlerinde Ankara’ya gelmişti. Aybar’la da özel olarak görüşmek istediğini belirtmiş, Aybar Sovyetler Birliği Elçiliğine çağrılmıştı. Kendi anlatışına göre Elçilikte, birçok koridordan geçilerek ulaştığı odada Kosigin’le karşılaşmış ve Kosigin, TİP’i, kardeş parti olarak görmek istediklerini belirtmiş; yani TİP, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi’nin kardeş partisi olacak.

“Aybar reddetmiş, dışarıya atıfla bir kardeş partinin zaten mevcut olduğunu hatırlatmış. Kosigin o konunun kolayca hallolabileceğini söyleyerek hemen yanıt verilmeden biraz daha düşünülmesini istemiş, ancak Aybar ret kararını değiştirmemiş, yanılmıyorsam bugünkü durumun hem parti, hem de Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri açısından daha yararlı olabileceğini de eklemiş.

“Bunları anlattı Aybar, reddetmişti, ama anlatırken Kosigin’in isteğinden dolayı adeta gurur duyuyor, gururlanıyor gibiydi.”[13]

Sosyalist hareket tarihinde çok önemli ve saygın bir yeri olan TİP’in tarihi yazılırken, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren ve Nihat Sargın’ın ve daha bazı başka kişilerin o tarihlerde TKP’nin üyeleri olduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulmasında büyük yarar var.[14] Her durumda Mehmet Ali Aybar, 1962’de TİP’in genel başkanlığını kabul etti. 1965’te meclise 15 milletvekili gönderirken; kendisi de 1965 ve 1969 genel seçimlerinde bu partiden İstanbul milletvekili seçildi.

ABD’yi savaş suçlusu olarak mahkûm eden Russell Mahkemesi üyesi olarak 1967 yılında Vietnam’a gitti. Dünya sosyalizm tarihinde ilk defa Sovyetlerden bağımsız bir politika güden TİP’in başkanı olan ve Türkiye’ye özgü, “güleryüzlü sosyalizm” kavramının yaratıcısı olan Mehmet Ali Aybar, 1968’de Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgaline sert bir tepki gösterdi. Bu tavır, parti içinde hizipleşmelere neden oldu. Bu görüşlerine karşı çıkanların başını çeken Behice Boran-Sadun Aren ikilisine karşı verdiği mücadeleyi kaybeden Aybar, 1969’da genel başkanlıktan, 1971’de ise parti üyeliğinden istifa etti.

GERÇEK(LER)İ

Legal sosyalist TİP yaygın bir örgütlenme ve sol popülist propagandayı hayata geçirirken; 17 Kasım 1963 yerel seçimlerinde radyodan seçim kampanyasına katılıp, 15 kez halka seslenme hakkını kazanmış olması siyasette ağırlık kazanmasında önemli bir rolü oynadı.

Kahvehanelerdeki konuşmalar şehirlerle sınırlı kalmıyor, kasabalara/köylere uzanıyordu.

Geniş bir yelpazede halkın her kesiminden, en ünlü sanatçılardan üretici emekçi, köylü, usta, çırağı yani her kesimi bir araya toplayan geniş halkaları oluşturdu.

TİP bunu nüfusun yüzde 68’inin köylerde yaşadığı 60’lı yıllarda yapmıştı.

TİP’in seçim bildirilerinde ve radyo konuşmalarında toprak reformu ilk sırada geliyordu. Mücadelenin sert dili ve sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu söylemleri nedeniyle büyük tepkiyle karşılandılar.

TİP adına seçim konuşmaları yapanlar içinde, Türkiye tarihinde ilk defa, bir halk ozanı, bir imam, bir muhtar, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren, Yaşar Kemal, Can Yücel, Çetin Altan vardı.

Kürt meselesinden kamucu politikalara gündemi belirleyen TİP’in Kürt sorunu ve kamuculuk konusunda net tutumunu hatırlamakta yarar var.

Bu konuda sözü Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) Mütevelli Heyeti Üyesi Nezih Kazankaya’ya bırakalım:

“1965 seçimlerinde parlamentoya girmesi ile birlikte demokrasi mücadelesindeki etkisi arttı.

“TİP, Kürt sorununun açık tartışma platformuna önce ‘Doğu Meselesi’ olarak girmesini sağladı. Ardından gelen Doğu Mitingleri, sorunun, tartışma boyutundan çıkarak maddi bir gerçeklik olarak görülmesinde önemli bir rol oynadı. Hiç kuşkusuz en önemli adım, 1970 yılının 29-31 Ekim kesitinde Ankara’da düzenlenen TİP’in 4. Büyük Kongresi’nde alınan kararlar ile atıldı.

“Bu kongrede TİP’in bilimsel sosyalist niteliğini netleştiren kararların altıncısında:

“‘[Parti] Türkiye’nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu; Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hâkim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen baskı, terör ve asimilasyon politikaları uyguladıklarını;

“Kürt halkının yaşadığı bölgenin Türkiye’nin öteki bölgelerine oranla geri kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanunlarına ek olarak bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan hâkim sınıf iktidarlarının güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğunu;

“Bu nedenle ‘Doğu sorunu’nu bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısından başka bir şey olmadığını;

“Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti-demokratik faşist, baskıcı, şoven milliyetçi akımların amansız düşmanı olan partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğunu;

“Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile işçi sınıfının ve onun öncü örgütü partimiz öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga hâlinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini; Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven burjuva ideolojisinin, partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğunu;

“Partinin ‘Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını kabul ve ilan eder’ denilmiştir.

“Bu karar ile yasal siyasi platformda ilk kez ‘Kürt Sorunu’ açıkça ortaya konulmuş oluyordu.

“Yaklaşık beş ay sonra gelen 12 Mart faşizan darbesi sonrasında TİP’e 11 Haziran 1971’de Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldı. 20 Temmuz 1971’de bugünün diliyle söylersek ‘bölücülük’ (Anayasa’nın 57. maddesinde bulunan ‘Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği’ temel ilkesine ve Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. maddesindeki ‘azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler, azınlık yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler’ maddesine aykırı görüş ve tutumlar) gerekçesiyle kapatıldı.

“Yöneticileri 15 yıla kadar hapis cezaları aldılar.”[15]

Ve TİP’in mücadele ile geçen tarihinin önemli belgesi, Aralık 1978’de yayımladığı “Demokratikleşme İçin Plan, 1978-1982” çalışmasıydı.

Toplam 765 sayfayı bulan bu metin, dönemin “resmî” Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-83) karşısında emekten yana demokratik bir dönüşümün iktisadi yapıtaşlarını sergilemekteydi.

Plan metninin yazarları, söz konusu çalışmanın devletin resmî planlarına karşı “alternatif” bir plan olarak hazırlanmadığının altını özenle çizer. Zira, “Demokratikleşme İçin Plan, 1978-1982, ne resmî planların kapitalist ekonomik ilişkilerin işleyişini düzenlemekteki yetersizliğini gidermeyi ne de resmî planlara karşı kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerini yumuşatacak bir planlama alternatifi geliştirmeyi amaçlamaktadır.”

Daha açık deyişle, “Ülkemizde uygulanan ve ‘özel sektör için programlama’dan başka anlam taşımayan planlamanın en ‘yetkin’ biçiminin bile kapitalist ekonominin işleyişindeki anarşiyi ortadan kaldırması beklenemez. Kredi, vergi ve benzeri ekonomik politika araçlarıyla sadece kapitalizmin ekonomik yasalarının işleyişi içinde özendirmeyi ve yön göstermeyi amaçlayan kapitalist programlamanın hiçbir biçiminin, kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerine son vermesi de düşünülemez. ‘Demokratikleşme İçin Plan, 1978-1982’, büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden resmî planlardan daha iyisini değil, tam karşıtını gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.”

Bütün bu nedenlerle, TİP’in Demokratikleşme İçin Plan metni, Türkiye coğrafyası içinde belki de o güne değin hazırlanmış en kapsamlı, en tutarlı ve en devrimci planlama belgesidir. Sunuş cümleleri şu sözler ile sonlanmaktadır:

“… ‘Demokratikleşme İçin Plan, 1978-1982’ ülkemizde demokratikleşme sürecinin maddi temellerinin yaratılabilmesi için ekonomik alanda ilk adımda gerçekleştirilmesi gereken dönüşümleri ve önlemleri içermekte, işçi ve emekçi kitlelerin yaşam düzeylerinin yükseltilmesini ve üretim sürecinin yönetimine etkin bir biçimde katılmalarını öngören yapısal dönüşümleri tasarlamaktadır.”[16]

NİHAYET!

Yıllar sonra TİP’e dair, “Bugün Türkiye solunun özlemi, her şeyden çok, TİP gibi, işçi önderlerini ve belli başlı sosyalist aydınları birleştiren ortak bir çatı altında buluşmak olmalıdır”;[17] “Keşke TİP olsaydı!”;[18] “… ‘Solda boşluk’ gerçekten hem sendikal hem de siyasal alanda son derece açık bir biçimde yaşanmaktadır. Bunun çözümü geçmişin örgüt modelerinin simgelerine sahiplenmekten değil, 60’lı yılların TİP ve DİSK savaşımının bilgi, birikim ve deneylerinin günümüze aktarılmasından geçer,”[19] özlem ve önerilerin dillendirildiği tabloda Karl Marx’ın, “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak,”[20] sözleri anımsanmalıdır ki, yeni(lenen) TİP de bunun en samimi itirafıdır. “Yeni(lenen)” TİP, ne Fatma Hikmet İşmen örneği, ne de 1978’in 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gecesi, Ankara’nın Bahçelievler’inde faşistlerce katledilen TİP üyesi Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses ve Osman Nuri Uzunlar’ın mirasıyla ilişkilidir!

16 Haziran 2023, İstanbul

 

[1]    Sennur Sezer.

[2]    Behice Boran, Savunma,  Sosyalist Yay., 1992.

[3]    Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, Yordam Yay., s. 343.

[4]    Behice Boran, Savunma,  Sosyalist Yay., 1992, s. 131-140.

[5]    Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, Yordam Yay., s. 154.

[6]    TKP, Komünist Parti (KP) ve Halkın Türkiye Komünist Partisi (HTKP) olarak bölündü. İki parti TKP’nin yönetimini tarafsız bir heyete bıraktı. Ancak KP’liler kongreyle partinin yönetimini alınca diğer grup da TKP’nin adı ve amblemini kullanmaya başladı. TKP yönetimi HTKP’yi Yargıtay’a şikâyet etti.

HTKP Genel Başkanı Erkan Baş, kendilerinin ‘halkın TKP’si’ olduğunu, ‘resmi TKP’ tarafından savcılığa ihbar edildiklerini savunarak, şunları söyledi: “Devrimci hareketin tarihindeki tartışmalarda absürd gerekçelere tanık oldum. Bir komünist partinin bir başka komünist partiyi yasaya uymamakla suçladığına, burjuva devletinin yargı organlarına yasadışı diye ihbar etmesine ilk kez tanık oluyorum. Bir partinin resmi kayıtlardaki adı, kısa adı ilericiler için o partiyi bu isimle anma zorunluluğu yaratmaz. Bu mahkeme tehditleriyle yaptırılamaz.” (“Komünistlerin TKP Savaşı”, Hürriyet, 8 Haziran 2017, s. 23).

[7]    Aziz Çelik, “60 Yıl Önce İşçilerin Kendi Partisi Vardı”, Birgün, 15 Şubat 2021, s. 10.

[8]    Gamze Akdemir, “Nebil Varuy: Hoşça Kal Sosyalizm! Hoşça Kal TİP”, Cumhuriyet Kitap, No: 1103, 7 Nisan 2011, s. 18-19.

[9]    aktaran: Erinç Yeldan, “TİP’in Kuruluş Günleri”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2011, s. 13.

[10]  Tarık Ziya Ekinci, “TİP Deneyi Emek Eksenli Güçlü Bir Siyasi Parti İçin Örnektir”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2011, s. 9.

[11]  Aziz Çelik, “Keşke TİP Olsaydı!”, Radikal İki, 20 Şubat 2011, s. 5.

[12]  Naciye Babalık, TKP’nin Sönümlenmesi, İmge Yay., Ank., 2005, s. 81.

[13]  Nihat Sargın’ın TÜSTAV’da 9 Aralık 2007 günü yaptığı konuşma, s. 13.

[14]  Yıldırım Koç, “TKP üyesi Mehmet Ali Aybar”, Aydınlık, 22 Aralık 2014, s. 6.

[15]  aktaran: Tayfun Atay, “Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Sorunu”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2017, s. 6.

[16]  Erinç Yeldan, “Türkiye İşçi Partisi 60, DİSK 54 Yaşında”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2021, s. 11.

[17]  Ataol Behramoğlu, “TİP 50 Yaşında”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2011, s. 6.

[18]  Aziz Çelik, “Keşke TİP Olsaydı!”, Radikal İki, 20 Şubat 2011, s. 5.

[19]  Sönmez Targan, “Solda Dolmayan Boşluk: TİP”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2010, s. 8.

[20]  Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.

Justice pour Naël

La France fait face à l’une des rébellions les plus importantes de l’histoire récente. Le mouvement s’est répandu dans toute la France et dans des pays comme la Belgique, la Suisse et le Canada. Les manifestations ont commencé après le meurtre par la police de Naël, un jeune de 17 ans d’origine algérienne. Nous saluons tous les participants à ces manifestations qui demandent justice pour Naël et luttent contre la violence de l’État français.

Le contexte de ces protestations est la politique raciste de l’État français contre sa population non blanche, en particulier les Arabes, les Africains et les musulmans. Ces politiques se sont développées avec le passé colonial de la France, qui a exécuté certains des actes les plus brutaux de la période coloniale en Afrique. La France continue de coloniser l’Afrique par sa présence financière et militaire, exploitant sa main-d’œuvre et pillant ses ressources.

Alors qu’il poursuit sa politique impérialiste en Afrique, l’Etat français et ses collaborateurs continuent d’employer des discours séculaires de « barbares », de « pillards », de « hordes » etc. pour caractériser les contestataires. Ce sont des mécanismes classiques de propagande étatique que nous voyons aussi dans notre géographie. Si quelqu’un veut voir des pillages, il suffit de regarder l’histoire et l’économie impérialiste actuelle de la France.

Seule une véritable unité internationale de la classe ouvrière sur la base de la solidarité des peuples peut réaliser un monde sans exploitation, sans frontières et sans classes. Le prolétariat français lutte contre l’augmentation de l’âge de la retraite et la violence de l’État envers la classe ouvrière depuis plus de six mois et maintenant tous les peuples opprimés de France se battent contre la politique raciste de l’État français.

Nous appelons tous les travailleurs et peuples du monde à être solidaires des peuples et travailleurs résistants en France.

A bas l’impérialisme capitaliste !

Vive la solidarité internationale !

Justice pour Naël !

A thousand greetings to those who fight and have fallen in Palestine!

The occupation state in Palestine has been continuing its brutal attack on Jenin for two days. The Occupation forces, which have killed ten people and injured hundreds so far, have added a new one to their bloody massacres.

When you think of a refugee camp, don’t think of a settlement full of tents. This is the area where Palestinians, who, like many others, have been exiled from their land for decades, have built new cities. In other words, Israel is attacking neighborhoods and civilians, forcing them to migrate and displacing them, which has been reiterated countless times. According to the statement of the Palestine Red Crescent, more than three thousand Palestinians were evacuated in two days.

Apartheid Israel, which is the warden of imperialism in the region, is committing genocide against the Palestinians and expelling the Palestinian people from their homeland.

However, the resistance continues. The Palestinian people are resisting with their stones, slings and weapons; they are resisting the killers attacking Jenin with their armored vehicles and helicopters. The resistance is spreading not only in Jenin, but throughout Palestine. The resisting Palestinian people also hold the Israeli collaborator Palestinian Authority to account.

In order to support the resisting Palestine, we call for a boycott against Israel everywhere and to be the voice of the Palestinian struggle. The common struggle of the peoples will be victorious. The Middle East, the cradle of civilizations, will become a graveyard for imperialism and Zionism!

Freedom for Palestine, boycott against Israel!

The Palestinian people are not alone!

Murderer Israel, get out of Palestine!

Free Palestine from the river to the sea!

Stone against tanks, stone against tanks! The Palestinian people will win!

bi’r-ruh bi’d-dem nafdik, Palestine

Justice for Naël

France is facing one of the most significant rebellions in recent history. The movement has spread all across France and countries like Belgium, Switzerland, and Canada. The protests began after the police’s murder of Naël, a 17 year old of Algerian descent. We salute all the participants in these protests who seek justice for Naël and struggle against the violence of the French state.

The background of these protests are the racist policies of the French state against its nonwhite population, particularly Arabs, Africans, and Muslims. These policies developed with the colonial past of France, who executed some of the most brutal acts of the colonial period in Africa. France continues to colonize Africa with its financial and military presence, exploiting its workforce and plundering its resources.

While it continues its imperialist policies in Africa, Franch state and its collaborators continue to employ centuries-old discourses of “barbarians,” “looters,” “hordes” etc. to characterize the protestors. These are classic state propaganda mechanisms that we see also in our geography. If anyone wants to see looting, one merely needs to look at the history and current imperialist economy of France.

Only a true international working class unity on the basis of solidarity of peoples can achieve a world without exploitation, borders and classes. The French proletariat has been struggling against the pension age increase and state violence towards the working class for over half a year and now all the oppressed peoples of France are fighting against the racist policies of the French state. 

We call on all the workers and peoples of the world to stand in solidarity with the resisting peoples and workers in France. 

Down with capitalist-imperialism!

Long live international solidarity!

Justice pour Naël!

 

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...