Ana Sayfa Blog Sayfa 45

Yıkalım bu köhne düzeni, biz başka âlem isteriz!

Çoğumuzun ortalama ücretine dönüşen ve açlık sınırının altındaki asgarî ücretle bir ev bile kiralayamıyoruz. Kırmızı eti unuttuk, kilosu 350 lira. Rüzgâr çıksa kapanan okullarda çocuklarımıza eğitim dışında her şey veriliyor. Bırakın çocuklarımızın geleceğini, bir ay sonra bizi nasıl bir gelecek bekliyor ona dair bile en ufak bir fikrimiz yok. Faturalar, beslenme vs. kredi kartlarının limitleri daha maaşlarımızı alır almaz doluyor. Bilim insanlarını geçtik AFAD’ın bile olacağını önceden söylediği, göstermelik tatbikatlarının yapıldığı depremde binlercemiz enkazın altındayken yaptıkları tek şey selâmızı okumak oldu. Ve biz bunları yaşarken Saray’ı da Saray’ın muhalefeti de seçimlerde her şeyin düzeleceği hayalini satıyor.

Gerçeği gizlemenin bir yolu olarak bizden hep bir sonraki bitiş çizgisine kadar hayatta kalmamız istenmektedir. “Şu krizi bir atlatalım ondan sonra”, “pandemi bir bitsin öyle”, “terör ortadan kalkınca”, “ekonomimiz bir şahlansın da”, “önce şu bir gitsin de”, “seçimleri bir atlatalım da”…

Son 41 yıldır asgarî ücret hiç açlık sınırının üstüne çıkmadı örneğin, kadınların sokak ortasında öldürülmediği tek bir yıl olmadı, öğrencilerin özgür bilimsel eğitim istedi diye okuldan uzaklaştırılmadığı tek bir eğitim-öğretim dönemi olmadı, halkların inancı ve kimliği yüzünden öldürülmediği tek bir nesli yok, şirketlerin vergi kaçırmadığı, doğanın sermayeye peşkeş çekilmediği, işçilerin sendikalaştıkları için işten atılmadıkları, yağma-rant ve savaşın sürmediği tek bir gün yok.

Tüm bunların sebebi en temel gerçeğin saklanmaya çalışılmasıdır. Yaşanan sınıf savaşıdır ve yalnızca iki sınıfın çıkarları bu hayatı belirliyor. Bir tarafta biz işçiler, emekçiler emeğiyle, alınteriyle yaşayan milyonlar, diğer tarafta bizim ürettiklerimizle zenginliğine zenginlik katan bir avuç asalak.

Elbette biz, milyonlarcamız yaşadıklarımızı değiştirmek istiyoruz, onlar da bu açlık, ölüm düzenini yönetmeye devam etmek istiyor. Bunun için de bizlere seçimleri bir çıkış yoluymuş gibi gösteriyorlar.

Gerçeği görebilmek bir güç olmanın ilk adımıdır.

Peki nedir gerçekler;

– Türkiye’de seçimler, ABD’nin savaş politikasına bağlıdır. Saray Rejimi, ABD uzantısıdır ve savaş politikalarına uygun olarak adım atmaktadır. ABD, Ortadoğu da dâhil dünyada sürekli savaşları tırmandırarak, hegemonyasını sürdürmeye, kayıplarını önlemeye, rakiplerini kendi kontrolüne almaya çalışıyor. ABD, Ukrayna’da da, Suriye’de de, Türkiye’de de çetelerle savaşı büyütmektedir. Bu seçimler IŞİD gibi, Nusra gibi çeteleri kimin yöneteceğinin seçimidir. “İki füze atıp” savaşı genişletmeye de “milli mesele” yalanıyla Libya’sından Afganistan’ına dört yanda ABD tetikçiliğine de bugüne kadar itiraz eden olmamıştır. 14 Mayıs’ta seçimin olup olmayacağı ya da olduğu koşullarda kimin seçileceği bu savaş denkleminin içindedir. Biz bu tescilli katillerin, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin kararlarını reddetmeliyiz.

– Erdoğan’ın adaylığı ne yasaldır ne meşrudur ama bu Saray’ın muhalefeti tarafından kabul edilmiştir. Erdoğan, 2028’de aday olmak için seçim zamanını normal zamanından bir ay önceye, Nisan 2028’e alırsa, dönemini tamamlamamış olduğu için, yeniden aday olarak kabul edilecek mi? Bugün ediliyorsa, o gün de edilmemesinin önünde ne engel vardır?

– İşçi ve emekçilerin, halkın bu seçimlerde adayı yoktur. Erdoğan 2015’te de kaybetmişti. 2017’de de kaybetti. 2018’de de kaybetti. Kaybettiği her seçimi de çalmasını bildi. Marifet, onun çalmayı bilmesinde, hırsızlıktaki başarısında değil, esas marifet, onu meşru gören ve gösteren “burjuva muhalefet”tedir. Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’ne karşı bir alternatif değildir. Ekmeleddin vakasını biz yaratmadık. Muharrem İnce vakasının planlayıcısı bizler değiliz. Muharrem İnce, gerçekte seçimi kazanmıştı ve kazanılmış seçimi satmıştır. Ve bunun karşılığında, yüklüce para aldığı da bilinmektedir. Kılıçdaroğlu bu süreçten habersiz midir? Erdoğan’ın gitmesi için duyulan haklı istek, halka bir umut olarak sunulan Kılıçdaroğlu’na bütün bu gerçeklere rağmen koşulsuz güvenme noktasına gelmiştir.

– Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır. Hepsi ama hepsi halklara düşman, hepsi ama hepsinin eli kanlı, hiçbirinin ama hiçbirinin bizim yediğimiz ekmeğin fiyatı umurunda değil. “Seçim de seçim” diyenler bize ne vaat ediyor? Ulaşım mı parasız olacak, sağlık mı, barınma mı, eğitim mi? Temel gıda maddeleri ücretsiz mi olacak? Bize sandık ve seçimi bekleyin diyenleri niye dinleyelim? Hiçbir seçim sandığıyla şimdiye dek hiçbir Sabancı defolup gitmedi, hiçbir patron “sizi sömürdüm, affedin, insan değilim ben” demedi.

– Biz sadece bir oy toplamı değiliz. Afetlerde yardıma koşanlar yönetebilirler de! Afet ve kriz anlarında sahneye çıkıp ellerinden geleni yapanlar neden normal zamanlarda da yapamasınlar? Gözünü kâr hırsı bürümüş patronlara köle olmak zorunda olmasalar, iş güvenliği nasıl alınır en iyi işçiler bilir. Bu güvenliğin alınabilmesi için kaç saat hangi koşullarda çalışması gerektiğini en iyi onlar bilir. Özel hastane sahibi bakanlara bağlı olmak zorunda olmasalar bir hastaya ne kadar zaman ayırmak gerekir, hangi tetkikleri önermek gerekir en iyi doktorlar bilir. Sermayenin baskısı olmasa bilim insanlık ve doğa için kullanılabilir, işte o zaman depremde yıkılmayan binalar inşa edilebilir.

Aç yatılmayan, sabahına enkaz altında kalınmayan, sömürülmediğimiz bir düzen istiyoruz! Çaresiz ve yalnız hissettiren, ölüm ve acıdan başka bir şey vaat etmeyen bu düzeni ellerimizle yıkabiliriz. Yenisini de kurabiliriz.

İşçiler fabrikaları, üretim alanlarını pekâlâ yönetebilir. Öğrenciler, öğretim üyeleri, okul görevlileri üniversiteleri, okulları pekâlâ yönetebilir. Sağlık çalışanları, doktorlar, hemşireler hastaneleri pekâlâ yönetebilir. Bir mahallede yaşayanlar oranın sorunları için bir araya gelip pekâlâ o mahalleyi yönetebilir. Ana akım medyanın yalanlarına inanmayıp gerçeği açığa çıkarmak üzere hareket eden basın emekçileri pekâlâ basın işlerini, medyayı yönetebilir. Bugün olmayan hukuk sisteminin içinde bile adaleti sağlamaya çalışan avukatlar pekâlâ hukuk sistemini yönetebilir. Her ne yapıyorsak daha iyi yapmaya devam edip, ürettiklerimize ve yaptıklarımıza sahip çıkmamız, onları bir avuç asalağın eline teslim etmememiz yeni bir yaşamın kuruluşu olacaktır.

Bu yeni yaşamın adı sosyalizmdir.

Bugün sosyalizm imkânsızdır diyenler: Bir avuç asalağın, üreten milyonlarca insana hükmedebildiği, çocukların istismara uğradığı, yüz binlercemizin enkaz altında ölüme terkedildiği bu aşağılık düzen; milyonlarca insanın önlenebilir hastalıklar yüzünden yaşamını yitirdiği, her ay binlerce işçinin işçi cinayetinde katledildiği, geleceği göremediğimiz, ağız dolusu gülemediğimiz bu düzen mümkün oluyor, “yaşanabilir” oluyor da; kardeşçe, barış içinde, onurumuzla üreterek yaşayacağımız bir düzen mi imkânsız?

Kaderlerimizi, hayatlarımızı ve kurtuluşumuzu ellerimize almak için örgütlenirsek bu mümkün!

Bizleri yönetenler bir avuç ama örgütlü. Değiştirme isteğini bir iradeye çevirmeliyiz, bunun için örgütlenmek zorundayız. Özgür, sınırsız, sınıfsız ve kardeşçe yaşadığımız bir yarını gerçekleştirebilmek için direnişi büyütmek ve örgütlenmek zorundayız!

Gerçek budur. Bu güç bizdedir, bu gücü göstermek için sokaklara, meydanlara çıkmak, direnişe geçmek değiştirmenin ilk adımıdır. Bu gücü açığa çıkarabilmek için yan yana gelmeliyiz.

Onların tüm yalanlarına, yağmalarına ve sömürülerine karşı; değiştirmek isteyen, gücünü görmek ve göstermek isteyen herkes 1 Mayıs’ta yan yana gelmelidir!

İşçiler; her işyerinde arkadaşlarımızla konuşalım, kendi gündemlerimizi haykırmaya 1 Mayıs’a akalım!

Kadınlar; sömürülmeye, tacize uğramaya, aşağılanmaya, yok sayılmaya hayır diyen kim varsa koluna girelim, 1 Mayıs’a yürüyelim!

Öğrenciler; barınamayan, nitelikli eğitim alamayan, hayal bile kurmayı unutan sıra arkadaşlarımızı özgür bir yarını kurmaya, 1 Mayıs’a çağıralım!

Doğasını, yaşamını savunanlar; her yeri sermayeye peşkeş çekenlere karşı her yeri direniş alanına çevirmek için, 1 Mayıs’ta olalım!

Şimdi bu 1 Mayıs’ta yer alıp, özgür bir geleceği ellerimizde yaratmak için örgütlenmenin, direnişi büyütmenin zamanıdır.

Geleceğimiz bu direnişlerden geçmektedir. 1 Mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününde geleceğimizi birlikte kurmak için yan yana gelelim. Gücümüzü büyütelim, örgütlenelim, kazanalım!

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga!

1 Mayıs bültenimizi buraya tıklayıp indirip çoğaltabilirsiniz. 

 

The War and the Election – Deniz Adalı

As it is known, we have always remarked that it is uncertain whether the elections will be held or not. On this issue, we tried to warn mostly the revolutionaries, the left. Our insistence was: The Palace Regime would not go by election. For this reason, while it is not clear whether the election will be held or not, the fact that the revolutionaries, more broadly the left, indexes the struggle to the electoral agenda will actually mean that they are tilting themselves towards the right. Instead of advocating the independent revolutionary politics of the working class, choosing between the People Alliance or Nation Alliance or the Palace Regime and the bourgeois opposition to it, both of which are fed from the same place, is in fact to deny oneself.

Moreover, in our opinion, the election can only be made at the request of the US or if the USA, for some reason, approves the request of EU, namely Germany and France. In our opinion, elections may not be held without the order of the US.

In our country, elections are nothing more than the people’s approval of those elected by the masters (NATO, US).

Those are what we defend, however, Erdoğan signed the election decree on March 10th, as he announced at the beginning of February. And accordingly, there will be an election on May 14th. Moreover, the Supreme Election Council (YSK) visited the earthquake area and examined it (whenever they could do this examination) and decided that the election will be feasible. Thus, the election process was began.

This is the scene that we face.

Let’s try to take a closer look at the process while the election decision has already been taken.

1

Turkey is a colony. Skipping this fact like it doesn’t exist won’t work out. If the much-repeated phrase, fully independent Turkey, means that Turkey is a little dependent, a little independent, it’s poppycock.

Turkey is a colony.

Every colonial country is not the same, it cannot be.

Turkey is a joint colony. As in the phrase Seven Husbands for Hurmuz, it depends politically on the US, economically on the EU.

Until yesterday this was not a problem. It wasn’t, because USSR stood and anti-communism had united the entire imperialist camp. That united imperialist camp appeared before us as NATO and it was not so easy to see the contradictions between the major imperialist states/powers that made up that camp. However, when events such as the 1971 crisis occurred, Germany, France, lesser Britain and Japan would try to stand up to the United States. For instance, they would tell the US that it’s printing dollars without backing it. The United States would reject these objections as Soviet lies.

Whereas USSR does not exist anymore, Russia and China, although they are independent great powers thanks to their socialist past, are not socialists and were quite eager to integrate into the capitalist system. That was the case in the 1990s, 2000s, until 2008.

In this period, starting from the 1990s, within the imperialist camp, namely the US, Germany, Japan, France and England (these are the main ones, Italy, Canada etc. are not counted because they do not have a very important role; it may be important to count them in a singular event or process, such as Libya for example, but in general terms, it is enough to consider these five) we began to see that others started gathering strength in order to protect their own interests against the US hegemony. In the 2000s, the contradictions between these imperialist powers became even more apparent. US hegemony continued to erode and this erosion even accelerated.

The holistic and general development of the subject has been discussed many times in Kaldıraç pages and these discussions continue. This is necessary. Because the balance of power is constantly changing. Therefore, it is necessary to constantly address the issue.

But the point that interests us under this heading is the reflection of this process on Turkey, on Turkey as a jointly colonial country.

The question is: Will Turkey come under the control of Germany and the EU, which owned its economy after the dissolution of the USSR, or will it come under the full control of the USA, which has the political (army, bureaucracy, police, political parties, judiciary, etc.) sphere? In other words, Turkey’s colonial character will not change, but its owners will decrease. Which one will be the sole and new owner?

We know that a war is going on in this respect. Italy had carried out a clean-hands operation to bring Gladio under its control. At the same time, the Susurluk incident was detonated by the EU in Turkey. In this way, the liquidation of the forces loyal to the US should have been the aim. But presumably, we may all remember together that this was not achieved. And Susurluk is a part of this process. The entire left, the liberal left is grumbling on and on that the AK Party is a US project. But what does this project aim at? This project, in fact, aims to ensure US dominance, to create new riches accordingly, and to liquidate the forces within the state that are no longer useful to the US. This is the project.

The AK Party is a project, a US project, and its aim is not to enrich Erdoğan or to establish a sultanate for Erdoğan. Thinking like this is to understand neither the state nor imperialism. Did the US prepare a project to compose a playing field for Erdoğan, or for its own interests? It is not even necessary to ask; of course, it’s for their own benefit. Syria, Iraq, Libya policies are not the policies of the Turkish state. As the German Stern magazine said, Erdoğan is an arsonist and his owner is the US, the torch was placed on his hand by the US. Erdoğan and his family have managed to get rich with a little trickery, other than that, Erdoğan has no ingenuity.

This means that if the revolution is not on the agenda, Turkey cannot continue on its way forever as before. This format is over. Now there is a redistribution of colonies. This is the world war between the imperialist powers. (Today this struggle has changed direction, the entire Western front, including Japan, is trying to overcome the deep crisis of the capitalist system by turning China and Russia into colonial countries.)

2

The Palace Regime stepped in at one stage of this process. The Palace Regime was activated because the AK Party project could not function normally. The US has decided to use the Turkish state as a hitman. It imposed an appropriate organization. The Palace Regime is not Erdoğan’s invention. This sketchy transition actually came about because the usual methods didn’t work.

This must be well understood. This sultanate is not a one-man dictatorship or whatever. These considerations mean dealing with the subject in a very figural way. That the decisions come from Erdoğan’s mouth never means that the decisions were taken by him.

Thus, this situation is not limited to the gang of five. This is a reflection of the will of the entire capitalist class. It is the protection of their interests by extraordinary methods.

There are two more developments that put the Palace Regime into action. The first one is the Kurdish resistance, which has become regional. Ignoring this, the character of the Palace Regime cannot be explained. MHP-AKP fascism is not a correct assessment. Yes, it reveals the fascist character of these forces, but there is a possibility that it may obscure the true character of the Palace Regime.

The second development is the resistance process that started with the Gezi Resistance. We can also call this the awakening process of the people, workers and laborers. Of course, this is not a conscious, organized process like the Kurdish revolution. They cannot be compared as such. Gezi is a spontaneous social explosion. But it has upset the balance that the system has established on anti-Kurdishness. Many leftist organizations, including the CHP, are united on the issue of anti-Kurdishness. The Gezi process, in fact, started to break this anti-Kurdishness and nationalism with the continuity of the resistances. The resistance has paved the way for the learning of the masses, and it still does. This is what spoils the chemistry of the state. In the past, the Turkish state, which tried all means to fight against the Kurds, now has to wage a war in the West. The important thing is not that the working class is unorganized in the face of this war. Although it is a potential force, that is to say that it has not yet taken its place in the mass struggle as a practically organized revolutionary political force, the working class, women and youth are a great threat to the system.

The earthquake process is an example of this.

They did not bring the army and the police into the field, considering the possibility of getting closer of the army and the police to the people. This is not the result of their incompetence. Rather, it is the sovereign mind. The sovereign does not act humanely, it acts to save and maintain its own sovereignty. For this reason, they did not bring help to hundreds of thousands of people for two or three days. They blocked the volunteers and activated the SADAT forces, the ISIS forces. For this reason, we state that saying there is no state in the field, asking where the state is wrong. The state is exactly this. It is the one who left you and the people for dead under the rubble, it massacres people. It is the fear inside the state pushes them on this path. The Palace Regime is exactly this. It is an extraordinary state organization. Therefore, it does not respect the law, it also violates its own laws.

3

I know, I still couldn’t arrive at the election. A little patience.

In order not to lose its disintegrating hegemony, the US turned to war policies with all its might. It is not just that the US declared war on X country. No. This means that the entire capitalist world, and then the whole world, turns to war policies.

The US, the imperialist masters are organizing a war by putting Russia and China on the target and trampling on its own rules. To impose war is no longer an option for them, it is almost a necessity.

The US will not put aside its hegemony in a gentle and peaceful manner. Therefore, war is almost a mandatory option for the US.

Afghanistan, Iraq, then Libya, and the latest Syrian war are the products of the US’ desire to maintain its hegemony over the world. But when it comes to Syria, Russia and China stepped in and landed on the field. After Russia landed on the field, the US did not back down from its war policies. Undoubtedly, there are those in the US who find these war policies wrong, at least as it stands and at least today. But in the end, the US state put these war policies into action.

The US simply puts NATO forces and Japan under its control, making them no threat to itself, and presents them the plans to partition Russia and China.

Thus, the war continues in another form.

In Ukraine, Ukraine and Russia are not at war. No. On the contrary, all NATO and Russia-China collide. The reason why China is not directly involved in Ukraine is because Russia is enough for this war and also it avoids feeding both of their war policies.

The US has taken control of Europe in this way, Germany and France are now in a state of incomplete power. It is as if their own will has disappeared.

The US is not waging this war as a world war openly.

In fact, this is the Third World War.

But the US, which is waging the war, conducts this war in the form of proxy wars. While the Ukrainian people are paying the price of the war, the Neonazis are on the battlefield. The Ukrainian state is a gang state. It is similar to ISIS forces. ISIS is also one such war machine.

The Turkish state, organized as the Palace Regime, is grounded on these war policies. The Palace Regime is not only plunderer and looter, but also an organization based on war policies. All the bourgeois, all the monopolies, have tasted profits combined with blood and support the policies of war.

4

This is the reason we state that Erdoğan will not leave until the US says yes.

We have expressed this view many times as: Idlib ends, Erdoğan leaves.

The reason for these views is the policies of war.

The US does not want to stand back from its war policies in our country. Yes, it’s unable to win with its war policies, but it can prevent losing. The politics of war feeds the tendencies of alienation from the US throughout the region. This is the dissolution of hegemony. The Shanghai Cooperation Organization also affects the Middle East. Most recently, the extensive economic agreements between China and Saudi Arabia are signs of this. Most recently, in February 2023, agreements between Iran and Saudi Arabia came to the fore. These agreements could even mean the end of the war in Yemen, for example.

In this case, the US, for example, with the Kılıçdaroğlu option, cannot carry out these war policies. Kılıçdaroğlu’s arrival means an obligatory change in the Syria policy. Of course Germany would want that. But, how realistic is it for Germany to end the Syrian war through Kılıçdaroğlu, when it has surrendered its will to the IS in Europe? It is a question and it is important.

Now, without a joint agreement between the US and the EU, the election is not possible. It may be something similar to election, but we haven’t gotten there yet, we will get there in the later parts of the article.

Could the US be withdrawing from these war policies? In any case, Erdoğan has announced the election date. In this case, since Erdoğan’s chances of being elected are weak, and even if he is elected, his legitimacy will be a matter of debate, is the US taking a step back from its war policies?

We don’t think so.

To understand this, it is necessary to look at Ukraine, Taiwan.

There are moves to intensify the war in Ukraine. The Western alliance, the NATO powers, which made a show in Warsaw, actually once again said yes to US policies. Now, both Romania and Poland in particular are in a tendency to become battlegrounds.

Russia intervenes for peace talks between Syria and Türkiye. All very well but can this step that is logical for the Turkish state, be taken despite the US?

Under normal circumstances, Kılıçdaroğlu and the bourgeois opposition should pronounce withdrawal from Syria. There is no other way to send Syrians to their homeland. But the bourgeois opposition is unconditionally behind all the war policies of the Palace. Again, normally, those who say that Putin supports Erdoğan should actually say that Putin should support Kılıçdaroğlu. In our opinion, the left and liberal left are wrong on this issue as well. Putin or Russia doesn’t seem to be in the least interested in supporting Erdoğan. Their main interest is to dissolve NATO. In this respect, the existence of the Turkish state as an occupying power in Syria actually means that the Turkish state has its back to the wall. The Turkish state, whose head is in the US and whose tail is caught in Syria by Russia, is suffering for this reason.

For the same reasons, Kılıçdaroğlu praises NATO and says that NATO means democracy. In this country, NATO has had a hand in every massacre since at least 1950. To ignore this and say that NATO means democracy is actually revealing its own color.

In summary, the war policies of the US are not shelved, and in this case, the Turkish state will act on behalf of the US as a hitman. For this reason, the continuation of the Palace Regime is a necessity for the US and the masters, for NATO.

No matter how much Kılıçdaroğlu and Akşener (Joker Sister) give guarantees to Erdoğan in case Erdoğan loses, the public reaction that will emerge in the case of an Erdoğan defeat will lead to the trial of Erdoğan and the trial of the Palace Regime. Already, the left believes in this and supports Kılıçdaroğlu.

This is seeing the election without seeing the war. And it is full of errors.

5

Will there be an alection?

It is a question, and we think it’s a fair one. The left, the liberal left, who have started to raise the hope of Kılıçdaroğlu by locking all their activities on the election agenda, do not even want to hear this question. However, it is pertinent.

It will be remembered. Many writers, many intellectuals, many political left figures thought that the Palace would increase the pressure through a process like that of  June 7th-November 1st process. There are probably people who still think so. We, on the other hand, were saying, and still are saying, that yes, a system of oppression would be put into effect, but as we are already under conditions of the state of emergency, this system of oppression would be different, and that the former would not work due to the workers an d laborers who started and continue resistance. In our opinion, it is more likely that we will see more politically banned persons-parties and assassinations. Still, this probability is very, very high.

In this case, three scenarios emerge.

The first is the postponement of the elections due to the war. While Erdoğan has said that the election will be on May 14th, while he is intended for the election, if the Turkish state enters into a war with two missiles, all the bourgeois opposition, namely the Nation Alliance, will approve the cancellation of the election with the motive and rhetoric of national interest. This is one of the possibilities.

The second is that Erdoğan stole the election. This steal can happen by destroying chests if cheats are not enough. We know that the issue is not with the votes put in the ballot box, but the votes coming out of the ballot boxes. It is clear that there are many ways to do this.

Let’s pause here before we move on to the third scenario.

They claim that if Erdoğan wins in this way, it will not be legitimate.

This seems very strange to us. This must be going bananas. As if Erdoğan was legitimate on June 7th? Or were the results of the referendum legitimate? Or, when İnce said “the man won” on election night, did that legitimate Erdoğan’s win?

Will the Palace Regime, which does not show respect to any law and does not see harm in breaking every law, feel bound to the election laws and what will come out of the ballot box?

Why is HUDA PAR being called out? If HUDA PAR is included in the alliance, will Erdoğan’s vote increase with this? As if HUDA PAR had not been included in the alliance, would it still not have voted for Erdoğan? If so, why are they taking HUDAPAR in and disturbing some circles within the AK Party? Wouldn’t involving HUDA PAR openly to the alliance lose more votes than it would bring? Because it has no votes to bring, those votes are already theirs; under all circumstances. Putting HUDA PAR on stage is not to threaten, if the expression is appropriate, but to show a weapon. This should urge us think about the possibility of destroying the ballot boxes. However, as our left sees Kılıçdaroğlu as a savior, their eyes are blind and their minds are astonished. But we invite you to think about it anyway.

Likewise, the fact that the state is active in the earthquake zone with open civil war tactics should make one think. This cannot be done for a vote. This is the fear that surrounds the Palace, and in fact, they do not flee in fear, they attack in fear. The fact that Çakıcı’s men openly reveal their visit to the gendarmerie commander is precisely the indication of this civil war attitude, it is the defense of the state policies of massacre. The earthquake is not a disaster, what happened in the earthquake, the attitude of the state after the earthquake are exactly the massacre policies themselves. That’s why, there is no discussion of legitimacy in the Palace Regime. Moreover, the bourgeois opposition has become silent many times when it heard the voice of the state, there are dozens of proofs of this. Did the bourgeois opposition take to the streets in illegitimate elections? On the contrary, they consider themselves tasked with extinguishing the public’s reaction. They say to the people, do not go out on the street, there will be a civil war.

There is, of course, a third scenario too. The process that will begin after the election, for example, can fortify the Palace Regime with a coup.

It is possible to increase these possibilities.

But instead of counting, this should be said clearly: The Palace Regime did not come with elections and will not go with elections. The issue is not the Erdoğan issue. It is possible for them to continue the business by replacing Erdoğan with another name.

It is a great risk to dream crudely about elections without seeing the politics of war.

6

Now, let’s look at the Joker Sister. Why did Akşener suddenly leave the table with an attitude that suggests as if Kılıçdaroğlu’s candidacy was a surprise to her, as if should the candidate be Imamoğlu he would have won, that Kılıçdaroğlu could not win, but Imamoğlu would?

Well, Kılıçdaroğlu’s candidacy is not a surprise. Especially, it is by no means a surprise for Akşener.

Joker Sister, suddenly pretended to leave the table. This is a tactic of killing several birds with one stone. Why did she do this at the cost of embarrassing herself? If it’s not childish to sit back to the table through a campaign to make İmamoğlu and Yavaş vice presidents, getting up from the table should be a joke.

The Joker Sister pretended to leave the table and immediately the left parties began to openly support Kılıçdaroğlu. Thus, the possibility of HDP nominating a candidate was also reduced. The left began to openly defend Kılıçdaroğlu. Thus, the left lined up behind Kılıçdaroğlu. As if this move had not happened, wouldn’t the left still support Kılıçdaroğlu? Of course they would support it. But they did this more boldly and eliminated the possibility of their condemnation of him. Instead of pulling Kılıçdaroğlu to the left, the left tended to shift to the right, further to the right.

The purpose of this move is meaningful in civil war policies and war policies. The left tied itself up and destroyed the possibility of raising its voice and resisting in case war cries are raised and the election is cancelled. It is very difficult for resistance to develop without organized forces. This is what we call seeing the election without seeing the war and civil war policies.

This is within the politics of the civil war. While the Palace Regime is continuing with oppression and violence, the bourgeois opposition has always been responsible for suppressing the anger of the people with false hopes, telling people to wait for the election. This process occurred once again. And it’s obviously effective.

Also, with this move, the Joker Sister showed the lack of alternatives to those in the IYI Party who would not vote for Kılıçdaroğlu because he is Alevi. Thus, the Joker Sister also rewarded Kılıçdaroğlu for the support he gave to her in terms the deputies. Now, some of those who would not have voted for Kılıçdaroğlu in the IYI Party will vote for him.

7

Turkey is in an extremely serious economic and political crisis. The US’s hitman role in the international arena has made the Turkish state dependent on war policies. Neither the economic crisis nor these war policies have a solution within bourgeois politics.

This situation increases the fear of all forces of the Turkish state, including the bourgeois opposition, and the Palace Regime. For this reason, the desire to crush the resistance of the people, workers and laborers, women and youth with harsher methods is underway. This desire is also the reason why they have for a long time been instituting the policy to control the anger of the people, workers and laborers. This dual policy is expressed by two representatives. The first is brought into action by the Palace Regime, and the second is by the bourgeois opposition, which is supposedly opposed to it. Thus, it is as if an alternative is presented to the masses. Today, the annulment of the election for no apparent reason may lead to more serious reactions. However, canceling the elections with an appropriate way and method can be effective with a national disaster scenario. In this respect, it is necessary for the left to be added to the CHP queue and to disable its own independent policies. It is clear that they are trying to achieve this.  

It’s an old saying, cheating never ends in the Ottoman Empire. The Palace Regime is adept at stealing the prophet from Allah’s pocket. For this reason, it would be a big mistake to feel like the job is done, and especially to leave the revolutionary line. It is essential to organize the will of workers and laborers, women and youth, in short, those who resist. This will cannot be handed over to others.

This situation is reminiscent of the left getting caught in Ecevit’s tail. The difference is that Ecevit was giving the signs of a more leftist attitude, now Kılıçdaroğlu is getting closer to the right.

We revolutionary socialists are responsible for organizing the line of resistance. This is what we must do.

We know that there are possibilities to overthrow the Palace Regime and to organize a general resistance. Of course it is difficult. But the revolution itself is not an easy process.

It is not possible to continue the struggle with a purely electoral agenda by being caught in crude illusions. This would be a big mistake. Instead, it is necessary to develop the existing line of resistance that does not fade despite oppression and violence. This line of resistance has to be more organized.

In reality, Erdoğan is already illegitimate. Not just because of his diploma. Not just because of his illness. He also stole the elections. The saying that “the ship has sailed” is a confession. But Erdoğan’s candidacy is also illegal. There is such a picture that even the election laws of the Turkish state are not clear in its 100th year. It is not a matter of winning elections by getting Syrians to vote etc. They’ve already done this. Those elections are also not legitimate. The issue is not a matter of 10 thousand votes or one hundred thousand votes. In reality, no matter who the candidate of the Palace Regime is, the votes he/she will receive in a democratic election are in the 10-20 percent band. The issue is so locked into an election scenario with paramilitary forces, in conditions of civil war, in state of emergency, eliminating all legal procedures. Nobody is foolish. Erdoğan has already lost. In which Western country of the world do democratic elections take place? This era is already over.

It is important to see the politics of war. In the geography we live in, US imperialism has put all kinds of war games into play. They have countless possibilities to create disorder in the Balkans, the Caucasus, the Black Sea, the Mediterranean, and the Middle East.

Masters, imperialists, their servants have no human values. There is no human value in the capitalist system. Capitalism comes to life by destroying humanity and dehumanizing human beings.

Therefore, the working class has no choice but to resist.

The power that will overthrow the system is the working class, the revolutionary workers. Today, in our country, possibilities for this are present. 

A war that goes beyond elections is going on. In these conditions, the working class needs revolutionary vanguards.

The fronts are extremely clear. We revolutionary socialists will under no circumstances abandon the revolutionary line of the working class.

Down with Zionist Israel! Down with Imperialism! Free Palestine from river to sea!

Israel has carried the violence it has been escalating against Palestine and the Palestinians for months to another dimension, plundering the Masjid Aqsa and brutally attacking the worshipers. Hundreds of people were injured and ambulance entrances were banned. The number of Palestinians arrested by the occupying army has reached hundreds.

The newly elected Netanyahu government had already declared to the world that it would increase the civil war and massacre of Palestinians by bringing the leader of the hawkish wing called Otzma Yehudit (Jewish Power) Itamar Ben-Gvir to the Ministry of National Security (civil war).

The Occupation, which has carried out dozens of operations with the Palestinian Authority to suppress the rising resistance in the 47 lands occupied since the establishment of the new government, especially in the refugee camps that have turned into cities today, could not make the Palestinians take a single step back, the resistance is growing more and more.

The Palestinian will is also growing around the world, and Israel is becoming isolated with the efforts of the International BDS Movement to boycott, withdraw investments and impose sanctions.

As Palestine’s struggle for a dignified existence grows, the enemy becomes more aggressive. What kind of a “democracy” Israel is, “the most modern country in the Middle East”, is becoming increasingly clear. However, the Republic of Turkey maintains its contacts with Israel in every field, continues its profitable investments and trade. The state of Israel is a racially discriminatory occupation force and any economic and political relationship made with it, is against the Palestinians, serves the looting of Palestinian land, the murder of its people, and the exploitation of labor power.

The Palestinian people, with their rising resistance, revolt and courage, did not bow to Zionism and imperialism, and they continue this struggle today. We stand with the resisting Palestinian people, and we will continue to stand by the resistance by raising our struggle against the friends of Israel, wherever we are.

Kahrolsun Siyonist İsrail! Kahrolsun Emperyalizm! Nehirden denize özgür Filistin!

İsrail, Filistin’e ve Filistinlilere yönelik aylardır tırmandırdığı şiddeti başka bir boyuta taşımış, Mescidi Aksa‘yı talan edip, ibadet edenlere vahşi bir şekilde saldırmıştır. Yüzlerce insan yaralanmış ve ambulans girişleri yasaklanmıştır. İşgal ordusu tarafından tutuklanan Filistinli sayısı yüzlerce kişiye ulaşmıştır.

Yeni başa getirilen Netanyahu hükümeti, Ulusal Güvenlik (iç savaş) bakanlığına Otzma Yehudit (Yahudi İktidarı) isimli en saldırgan kanadın lideri Itamar Ben-Gvir’i getirerek zaten iç savaşı ve Filistinlilere yönelik katliamı artıracağını dünyaya ilan etmişti.

Yeni hükümetin kurulmasından bu yana işgal edilen 47 topraklarında, özellikle bugün birer şehre dönüşen mülteci kamplarında, yükselen direnişi bastırmak için yanına aldığı Filistin Yönetimi ile birlikte onlarca operasyon düzenleyen İşgalci, Filistinlilere bir adım bile geri adım attıramamıştır, direniş daha da artarak büyümektedir.

Filistin iradesi, dünya genelinde de büyümekte, İsrail, Uluslararası BDS Hareketinin boykotlara, yatırımların geri çekilmesine ve yaptırım uygulanmasına yönelik yürüttüğü çalışmalarla yalnızlaşmaktadır.

Filistin’in onurlu var olma mücadelesi büyüdükçe, düşman da saldırganlaşıyor. “Ortadoğu’nun en çağdaş ülkesi” İsrail’in nasıl bir “demokrasi” olduğu giderek açığa çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti her alanda İsrail ile temaslarını sürdürmekte, kârlı yatırımlarını ve ticaretini devam ettirmektedir. İsrail devleti ırk ayrımcı bir işgal gücüdür ve onunla girişilen her türden ekonomik, siyasi ilişki Filistinlilerin karşısındadır, Filistin toprağının yağmalanmasına, insanının katledilmesine, emek gücünün sömürülmesine hizmet etmektir.

Yükselen direniş, başkaldırı ve cesaretiyle Filistin halkı, siyonizme ve emperyalizme boyun eğmemiştir, bugün de bu mücadeleyi sürdürmektedir. Direnen Filistin halkının yanındayız, İsrail’in dostlarına karşı bulunduğumuz her yerde mücadelemizi yükselterek direnişin yanında olmaya devam edeceğiz.

Seçim, seçim süreci ve devrimci tutum

1- SEÇİM, SAVAŞ POLİTİKALARINDAN AYRI ELE ALINAMAZ

14 Mayıs 2023’te bir seçim yapılacağı ilan edildi. Bir ihtimal, bu seçimlerin yapılacağı, diğer bir ihtimal ise yapılmayacağıdır.

Seçimlerin iptal edilmesi için, “iki füze göndeririz yeter” anlayışı, her zaman geçer akçedir. Bize kimse, AK Parti’nin ya da Saray Rejimi’nin ya da TC devletinin böylesi bir şey yapmayacağını söylemesin. Bu halk, bu topraklarda yaşayan herkes, aslında TC devletinin nasıl bir devlet olduğunu, derinden bilir. Bunun için yeterli bilgi ve deneyimi vardır. Deprem bölgesinde günlerce insanların enkaz altından gelen çığlıklarını seyretmemize neden olup insanları ölüme terk edenler, hiçbir zaman dürüst, kurallara bağlı vb. dahası bilinen anlamı ile insan olmazlar. TC devleti budur. Deprem, halkın devlet eli ile ölüme terk edilmesi demek olmuştur. Katliam politikalarına son derece uygundur. İnsanlara “depremde ölen annenizin cenazesini İstanbul’a gönderdik” deyip, İstanbul’da bir erkek cesedi gösterip, sonra da “yanlışlık oldu” deyip, Hatay’da annesinin kopmuş başını gösterenler, işkencecidirler ve onlardan bir beklenti içine girenler, çocuk değillerse, saf değillerse, akılsız değillerse, korkak ya da onların işbirlikçileridirler.

İşte bu nedenle, “iki füze” gönderilerek seçimin iptali uzak bir olasılık değildir. Hele ki, savaş bulutlarının bu denli yoğunlaştığı bir coğrafyada. Saray Rejimi, ABD uzantısıdır ve savaş politikalarına uygun olarak böylesi bir adım atması olasıdır.

Eğer ABD, İdlib’den, Suriye’den, Ortadoğu’dan çekilmeyi kabul etmemiş ise, ABD’ye tetikçiliği en iyi yapacak sistem-kişi gereklidir ve bu nedenle seçimlerin “kaderi” tartışma konusudur. İdlib, Saray Rejimi örgütlenmesi için sıradan bir etken değildir.

Evet, her seçimde, egemen, mesela ABD ya da NATO, önce kendi adamlarını seçer, sonra bunları halka “seçtirir”. Bunu zaten biliyoruz. Ama bu seçimlerde, durum daha da kritiktir. Savaşı anlamadan, savaşı görmeden, seçimi, seçim sürecini anlamak mümkün değildir.

ABD, eğer Suriye’den, İdlib’den TC devletini çekmeyecekse, bu durumda, oradaki IŞİD güçlerini Kılıçdaroğlu ile yönetmesi mümkün değildir. Çünkü IŞİD demek, aynı zamanda eroin ticareti, aynı zamanda insan ticareti, aynı zamanda silah ticareti, aynı zamanda organ kaçakçılığı vb. demektir. IŞİD, aynı zamanda Türkiye’nin içindedir. Bu boyutta kirli bir savaşı, TC devletini tetikçi olarak kullanarak ABD yönetmekte, organize etmektedir. Bu süreci iyice düşünerek kavramak gerekir. IŞİD çeteleri ile bir devlet ilan eden ABD, Ukrayna’da da, 2014’ten başlayarak, yani Suriye savaşının ardından başlayarak, bir Neonazi yönetim oluşturmuştur. Bu iki savaş birbirine çok bağlıdır. Saray Rejimi de savaş politikalarının gereğidir, ABD’nin tetikçi olarak TC’yi dizayn etmesine bağlıdır.

ABD, Ortadoğu da dâhil dünyada sürekli savaşları tırmandırarak, hegemonyasını sürdürmeye, kayıplarını önlemeye, rakiplerini kendi kontrolüne almaya çalışıyor.

Türkiye’de seçimler, ABD’nin bu savaş politikasına çok bağlıdır.

14 Mayıs 2023’te seçimin olacağının ilan edilmesi, seçimin iptali operasyonunu ortadan kaldırmaz. Tersine, “iki füze” ile savaşı genişletmek ve “milli mesele” adı altında tüm muhaliflere seçimin iptalini kabul ettirmek hâlâ bir olasılıktır. Savunu da kolaydır; “seçim yapmak istiyorduk, ama ne ki, milli çıkarlarımız gereği savaştayız, seçim iptal.” İşte CHP’nin de evet diyeceği bir seçim iptal operasyonu.

Ya ABD Ortadoğu’dan çekilecek ve yenilgiyi kabul edecektir ya da savaş politikalarını daha da ileri seviyeye taşıyacaktır. Görünen ikincisidir. Bu nedenle, Türkiye’de seçimlerin olmama olasılığı yüksektir, eğer olursa çok farklı bir süreç yaşanma olasılığı yüksektir ve ABD’nin Kılıçdaroğlu ile bu aşamada, bu savaşı yürütmesi zordur. Yanlış anlaşılmasın, Kılıçdaroğlu ABD emirlerini yerine getirmez demiyoruz, elbette getirmek ister. Ama AB şemsiyesi ile ABD çıkarları artık eskisi gibi çakışmıyor.

ABD ve AB arasında bir anlaşma olmadan, seçimlerin gerçekleşmesi, sandığa atılan oyların sandıktan çıkan oylar olması mümkün değildir.

Biz onların, efendilerin kararlarını beklemeyi reddediyoruz. Halk, işçi ve emekçiler, kendi rotalarında devrime yürüme kararını vermelidir.

2- İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN, HALKIN BU SEÇİMLERDE CUMHURBAŞKANI ADAYI YOKTUR

Görünen o ki, Erdoğan’ın halk desteği yoktur.

2015’te de yoktu, kaybetmişti.

2017’de de kaybetti.

2018’de de kaybetti.

Kaybettiği her seçimi de çalmasını bildi.

Marifet, onun çalmasını bilmesinde, hırsızlıktaki başarında değil, esas marifet, onu meşru gören ve gösteren “burjuva muhalefet”tedir.

Saray Rejimi, bu nedenle, hiçbir zaman meşru değildir. Sadece Erdoğan’ın diploması olmadığından, sadece Erdoğan’ın epilepsi hastalığı nedeni ile değil; seçimleri her seferinde çaldıkları için de meşru değildir.

Demek ki Erdoğan, Saray Rejimi, orada halkın, halkların rızası ile durmamaktadır.

Meşru değildir.

Her fırsatta halkı suçlayan liberal sol, burjuva “muhalefet” aslında bu gerçeği görüyor ve susuyor. Devlete, Saray Rejimi’ne karşı direnişi meşru bir yol olarak ortaya koymaktan, daha çok korkuyor. Saray Rejimi’nden bir korkuyorlarsa, isyandan, ayaklanma ihtimalinden, halkın önüne gerçeği koymaktan, devrimden yüz korkuyorlar.

Öyle ise geniş kitlelerin Erdoğan’a karşı olması, onlara yetiyor.

Oysa geniş kitleler, Saray Rejimi’ne, TC devletine de karşıdırlar.

Bu nedenle, burjuva muhalefet, meseleyi sadece Erdoğan karşıtlığı şeklinde sınırlandırmak istiyor. Ve sol, buna razı olmuş durumdadır.

TC devleti, Saray Rejimi, ölümü göstererek, halkı, kitleleri, işçi ve emekçileri sıtmaya razı etmeye çalışıyor.

Sıtma, Kılıçdaroğlu da içinde, tüm diğer adaylardır.

Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’ne karşı bir alternatif değildir.

Ekmeleddin vakasını biz yaratmadık.

Muharrem İnce vakasının planlayıcısı bizler değiliz.

Muharrem İnce, gerçekte seçimi kazanmıştı ve kazanılmış seçimi satmıştır. Ve bunun karşılığında, yüklüce para aldığı da bilinmektedir. Kılıçdaroğlu bu süreçten habersiz midir?

HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını biz yaratmadık, yaratıcıları bellidir.

Kürt illerine kayyumlar atanırken, demokrasi nutuklarını, yasaları unutanların kim oldukları bellidir.

Halkın, bu seçimlerde adayı yoktur. Maalesef bu şans tepilmiştir.

Erdoğan’ın gitmesi için duyulan haklı istek, Kılıçdaroğlu’nu halka bir umut olarak sunma noktasına gelmiştir. Ve sol, buna razı olmuştur.

Bunu reddediyoruz. İşçi sınıfı ve halklar bir kere daha aldatılmamalıdır.

Varsayalım ki seçim olsun. Öyle ya, 14 Mayıs’ta seçim ilan edilmiştir. Kılıçdaroğlu normal bir seçimde elbette kazanır. Seçim olur mu, bu bir sorudur; olursa nasıl olur, bu da bir sorudur. Oldu diyelim, Kılıçdaroğlu da kazandı. İyi ama hangi sorunu çözer? Mesela ekonomiyi mi, mesela Kürt sorununu mu, mesela savaş politikalarını mı, mesela NATO meselesini mi, mesela anti-demokratik uygulamaları mı? Hiçbirini çözemez. Ama işçilerin, emekçilerin sisteme ve devlete karşı direnişlerini bir ölçüde kırar.

İşte Kılıçdaroğlu’nun bir umut olarak yükseltilmesi, halkın, işçi ve emekçilerin öfkesini, isyanını bastırmak, onları bir kere daha aldatmak, onların devlete karşı öfkelerini söndürmek içindir. Ve seçim olmadan, daha şimdiden bunu başarmış gibidirler.

Burjuva muhalefet, Saray Rejimi, tüm egemenler, işçi ve emekçilerin devrimci ayaklanmasından korkmaktadırlar. Bu korkuları nedeni ile, Erdoğan’a karşı Kılıçdaroğlu alternatifini ortaya koyarak, solu, okuyup yazan insanları Kılıçdaroğlu aracılığı ile devlete yeniden bağlıyorlar. Bu yolla, işçi ve emekçiler için devrimci alternatifin önünü kesmeye çalışıyorlar.

3- SEÇİMDE CİDDİ OLANLAR, ERDOĞAN’IN ADAYLIĞINA ONAY VERMEZDİ

Seçimle, Saray Rejimi’nin gideceğini varsayanlar, Erdoğan’ın adaylığına onay vermezdi. Erdoğan, hangi yasalara göre aday olmuştur? Seçim yasaları bile olmayan bir Saray Rejimi söz konusudur. Bu Saray Rejimi, TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

100. yılına giren TC devletinin, anlı-şanlı demokrasisinin seçim yasaları bile belli değildir. Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığını kabul edenler, Saray Rejimi’ni güçlendirmek için, işçi ve emekçileri, solu ve kitleleri arkasına almaya çalışıyorlar.

TC devletinin haklar için, seçim vb. için yasaları çiğnenmeye açıktır, yok gibidir ama halkların katledilmesine ilişkin yasaları son derece açıktır.

Seçim ve yasalara Saray’ın uyacağı konusunda bu denli inançları olanlar, önce Erdoğan’ın aday olamayacağını ilan etmelidirler. Madem yasalar bu kadar kıymetli, Erdoğan’ın adaylığına izin vermeyin. Erdoğan’ı aday yapan kimdir?

“Mağdur yaratmayalım” hikâyesi, çoktan eskimiş bir hikâyedir. Saray Rejimi eli kanlı bir rejimdir. Ekonomisi, rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Bu koşullarda bir dirhem halk desteği kalmamıştır. Öyle ise, ne mağduriyetinden söz edilmektedir? Binlerce insanın kanı elinde olan Saray Rejimi, böyle mi mağdur olacak ve halkın oyunu alacak? Bu baştan aşağıya yanlıştır ve manipülasyondur. Demek ki, 2015’ten bu yana olmuş olan ve her birini Erdoğan’ın çaldığı seçimleri “meşru” görme hâlidir bu. Ve sadece “meşru” görmekle kalmıyor, halkın da desteğinin olduğunu ortaya koymuş oluyor ki, yalandır. Halkın Saray Rejimi’ne onayı yoktur. Bu seçimlerin hiçbiri, burjuva normlar bir yana, Türkiye tarihi içinde de normal seçimler değildir.

Erdoğan’ın, bugüne kadar cumhurbaşkanlığı meşru değildi, bunu meşru kıldınız. Şimdi adaylığı yasal değil ama bunu da kabul ettiniz, halkı sokağa çağırmadınız. Peki, seçimi kaybederseniz ya da seçim olmazsa, halka ne diyeceksiniz? YSK işte taraflı idi, Erdoğan oyları çaldı vb. İyi de bunu bugünden biliyoruz.

Mesela YSK, bugünden, seçim olmadan seçim sonuçlarını ilan etse, Kılıçdaroğlu tüm halkı sokağa direnişe mi çağıracak, yoksa “kavga etmemeliyiz, insan niye kavga eder, gelin birlikte olalım” nakaratını mı söyleyecek?

Bugün, Erdoğan’ın yasal olmayan adaylığı, bunu kabul ederek yasaları çiğneyen YSK’nin tutumu karşısında sokağa çıkmayanlar, yarın hiç çıkamazlar.

Demek ki, biz işçiler, halklar, artık sokağa çıkma meselesini CHP’nin kararına bağlı görmüyoruz. Herkes kendi yolunu açacaktır.

Bugün Erdoğan’ın adaylığını meşru saymak, aslında Saray’ın uygulamalarına “evet” demektir.

“Biz Erdoğan’ı seçimde, sandıkta yeneceğiz” tutumu, yiğitlik veya yüksek irade göstergesi değildir; devleti kurtarma operasyonudur.

Erdoğan, seçimlerde aday olamaz. Bu duruma göz yummak, Saray’ın uymasını bekledikleri yasaları kendilerinin hafife alması demektir.

Yarın bunlar bize, YSK taraflı idi, diyecekler, “adam kazandı” diyecekler, “aman sokağa çıkmayın iç savaş çıkar, bilgiyi içerden aldık” diyecekler.

İşçi ve emekçiler, böylesi bir seçime, kendi adayları olmadan gitmektedirler.

Bu nedenle, hiçbir cumhurbaşkanı adayına oy vermeme hakları vardır.

Seçim süreci, organizasyonu, seçimleri şimdiden tartışmasız bir biçimde şaibeli kılmaktadır.

Varsayalım ki, son anda, seçimler “yapılamaz” hâle geldi. HÜDA PAR, tam da böylesi senaryolar için anlam kazanır, Çakıcı’nın adamlarının ziyareti de. Neyse, varsayalım ki, bir biçimde seçimleri yapılamaz hâle getirdiler, bu durumda “var olan cumhurbaşkanı” cumhurbaşkanlığına devam eder.

4- SEÇİM SÜRECİ ŞAİBELİDİR

Seçim sürecini şaibeli kılan şey, sadece Erdoğan’ın aday olamaması gerektiği hâlde aday olması değildir. Bu var elbette. Sadece seçim yasasındaki değişiklikler değildir. Sadece seçimlerin anti-demokratik karakteri değildir.

Erdoğan, 2028’de aday olmak için seçim zamanını Nisan 2028’e alırsa, dönemini tamamlamamış olduğu için, yeniden aday olarak kabul edilecek mi? Elbette edilecek; bugün ediliyorsa, o gün de edilir. Bu durumda, “bir kişi en çok iki dönem seçilerek cumhurbaşkanı olur” demenin ne anlamı var?

Seçim sürecini şaibeli kılan birçok uygulama sahaya sürülmektedir. Yasaklamalar, suikastler bunun ana yöntemleridir.

Saray Rejimi’nin asgarî ücret ve emekli maaşları, EYT konusundaki düzenlemeleri, seçimi kazanma hedefi için sahnelenmemektedir. Asgarî ücret, EYT yasası, emekli maaşları ile oynanması, gerçekte, kitlesel bir başkaldırıyı, bir toplumsal patlamayı önlemek içindir.

Bunu, birçok uygulamada görebiliriz.

Ne asgarî ücret, ne EYT, oyları Erdoğan’ın lehine değiştirmemektedir. Bunu sadece burjuva muhalefet biliyor değil, bu durumu Erdoğan da, Saray da biliyor.

Saray, HÜDA PAR ile işbirliğine gittiğinde, bunun kendi oylarına bir dirhem bir olumlu etkisi olmayacağını biliyordur. Hatta oy kaybına neden olacağı bile açıktır. Sanki HÜDA PAR ittifaka girmemiş olsa Erdoğan’dan başkasına mı oy verecekti? Çakıcı’nın adamları jandarma komutanını ziyaret edip bunu deşifre ettiklerinde, bunun oy getirmeyeceğini bal gibi biliyorlar.

HÜDA PAR, ittifaka girişlerini, “seçim güvenliği” olarak açıklamaktadır. Bu seçim güvenliği, sanıldığı gibi, “tehdit” ile, korkutma ile sınırlı değildir. Bizzat devletin, bu çeteleri sahaya sürmesi, IŞİD güçlerinin sahaya girmesinin de yoludur. Bu sahaya sokulacak güçler, şimdiden, her adımları için Saray garantisi, Saray’dan yargılanmama, devlet görevlisi muamelesi görme hakkı almışlardır. Yoksa bu çetelerin eylemleri her zaman biliniyor. Ama yargılanmama garantisi, bu açıdan teşvik edici olmalıdır. Meseleye böyle bakmak gerekir.

Yoksa tüm bu adımlar, “oy kaybettirici adımlar” olarak ele alınır ki, safça ve çocukçadır, devleti tanımamaktır.

Saray’ın oy derdi yok gibidir.

Yoktur, çünkü hiçbir hamle, oy almalarını sağlamaz.

Derler ki, sandığa atılan oy değil, çıkan oy önemlidir. Demokrasi dedikleri budur. Ve bu durum, son yıllardaki her seçimde geçerlidir.

Demek ki, biz, daha bugünden sokağa çıkmalıyız. Cumhurbaşkanlığı adaylığının yasal olmayan kabulü, seçim sürecinin şaibeli olması (ki şimdiden öyledir, daha yolun başındayız) eğer sokaklara çıkmak için bir yeterli neden değil ise, yarın seçimi çaldıklarında “sokağa çıkın” diyecek bir CHP iradesi mi kalacak? Elbette kalmayacak.

Halkın, işçi ve emekçilerin, kendi örgütleri, devrimci örgütlenmeleri, devrimci sosyalistler dışında kurtuluş yolu yoktur.

5- SARAY KORKUYOR

Saray korkmaktadır.

Saray’ın her tuğlası, her duvarı korku ile, tıpkı bir depremde binaların, duvarların titremesi gibi titremektedir.

Ama bu korku, muhalefet denilen altılı masadan duyulan bir korkunun ürünü değildir. Saray’ın korkusunun nedeni, Kürt devrimi ve Gezi ile başlayan direniş sürecidir.

Saray, halkın ayaklanmasından, toplumsal patlamanın ayaklanmaya dönüşmesinden korkmaktadır.

Bu nedenle TC devleti, Saray Rejimi, ikili bir politika uygulamaktadır: Birinci ayağında bu politikanın, baskı, şiddet, yalan vb. vardır. Bunu zaten uzun süredir sürdürmektedirler. Buna yeni suikastler vb. ekleyeceklerdir. İkinci ayağında ise, bir toplumsal patlamayı ayaklanmaya çevirecek, devrimci kalkışmaya çevirecek sol güçlerin kontrolü vardır. Solun, CHP kuyruğuna takılması, daha şimdiden, Saray Rejimi için bir kazanımdır. Ve bu seçim sürecinin ayırt edici özelliği budur, yeni olanı budur.

Halktan duyulan korku, Saray’ın her adımında vardır. Deprem bölgesi, bunun en somut kanıtıdır. Saray, tüm paramiliter güçlerini deprem sahasında aktif hâle getirmiştir. Deprem sahasına sürülen bu paramiliter güçler, bir sosyal patlamayı önlemek için oradadır. O sahada, ölüm, artık bir korku kaynağı değildir. Onca yakınını kaybeden insanlar, devletin gerçek yüzü ile açıktan karşı karşıya kalmışlardır.

İşte korkularının kaynağı budur, halkın artık korkacak bir şeyinin kalmamasıdır.

Ellerinde binlerce insanın kanı vardır ve bundan korku duymaktadırlar.

Yel ekmişlerdir ve fırtına biçecekleri günler yakındır, bundan korkmaktadırlar.

Kendilerine bir cennet kurmuşlardır ve bu cenneti kaybetmekten korkmaktadırlar.

Suç sicilleri çok ama çok kabarıktır ve bundan korkmaktadırlar. Halktan korkmaktadırlar.

6- SARAY REJİMİ SEÇİMLE DEĞİL, DİRENİŞLE YENİLİR

Saray Rejimi, bu korkusu ile halka karşı her türlü saldırıyı devreye sokmuştur. Bu saldırıları, daha özel hedefler ile geliştirecekleri anlaşılmaktadır. Ama artık, işçi sınıfını, kitleleri korku ile sindirmelerinin sonuna gelinmiştir. Yeter ki işçi sınıfı, yeter ki devrimciler direniş rotasını kaybetmesinler.

Saray Rejimi, seçimle oluşmamıştır.

Saray Rejimi, seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin yolu, toplumsal bir ayaklanmadır. Elbette bu, adım adım, an be an örgütlenmelidir.

Direnişler, Saray Rejimi ile hesaplaşmanın tek yoludur. Bu direnişlerin zaferi, örgütlülükten, Birleşik Emek Cephesi’nden geçmektedir.

Sokaklar, özgürlüğü soluyabileceğimiz alanlardır. Örgüt, özgürlüktür.

Sokaklar, yeni yasaları yazmanın yeridir; işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin ellerinden çıkacak, eylemlerinden, direnişlerinden doğacak yeni yasaları yazmanın alanıdır.

Bu nedenle, biz direniş yolunu, işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek yolu olarak görüyoruz.

Bu nedenle, cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot ediyoruz.

Sandıkta, cumhurbaşkanlığı oy pusulasına, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Hasan Ferit Gedik, Medeni Yıldırım’ın; Gezi direnişçilerinin adlarını yazmayı öneriyoruz.

Milletvekilliği seçimleri için, HDP adaylarına oy atmayı öneriyoruz. HDP, seçime nasıl girecekse, onu desteklemeyi öneriyoruz. Bu, ülkemiz işçi sınıfının Kürt direnişine selâmıdır.

Gençler, ilk oyunuz, Berkin Elvan’a!

Analar, oyunuz, Ali İsmail Korkmaz’a!

İşçiler, emekçiler oyunuz Ethem’e, Abdullah’a, Gezi’nin yıldızlaşan güzel çocuklarına.

İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, daha örgütlü ve çetin bir mücadeleye hazırlanmak zorundadırlar. Bu mücadele ne denli gelişirse, hareket alanı da o denli gelişecektir, ekonomik ve sosyal hakları almanın da tek yolu budur.

Biz devrimci sosyalistler, işçilere, emekçilere, kadınlara ve gençlere gerçeği söylemek zorundayız. Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, meşru değildir ve seçimle gitmeyecektir.

Saray Rejimi’ni devirmenin tek yolu, cesaretle, bir adım geri atmaksızın, işçi ve emekçilerin direnişindedir. Saray Rejimi, sokakta, barikatta yenilecektir.

Çoktan ömrünü doldurmuş bir iktidardır bu. Bu iktidarı alaşağı etmek için, onların olağanüstü sistemi içinde seçim vb. beklemek aslında onların iradesine teslim olmaktır. Beklemeye gerek yoktur. Bugünden, direnişi genişleten ve sağlamlaştıran, örgütlü hâle getiren bir çizgi için çalışmak zorunluluktur.

Sandığa ne oy atılırsa atılsın, çıkacak oy bellidir.

Bunu biz bilmeyebiliriz, ama efendiler çoktan biliyorlar.

Ülkenin kaderini efendilerin elinden almak, kendi ellerimizle yazmak mümkündür. Bunun için, mesele daha örgütlü bir direniş hattıdır. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi direnişlerini ara vermeden sürdürmelidirler. Seçim tartışmalarına çok fazla meyletmenin de anlamı yoktur. Mesele direniş hattını geliştirecek her olanağı kullanmak meselesidir.

Birleşik Emek Cephesi, acil bir gerekliliktir.

5 Nisan 2023

Kaldıraç Hareketi

Devrimci tribünler

Futbol ile ilgili olarak söylenen iki beylik cümle vardır: Yeşil sahalara politika girmemeli. Futbol kitlelerin afyonudur. Biri egemenlerin dilinden düşmez diğeri de kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı çevrelerin. Kanımca her ikisi de anlamsızdır bu cümlelerin. Önce egemenlerden başlayalım:

Yeşil sahalara politika girmemeli derken aslında “Tribünde bize muhalefet etmeyin” demekteler. Yoksa bal gibi politikanın içindedir yeşil sahalar da, tribünler de, futbol arenasında boy gösteren kulüpler de. Örnek mi? Daha geçtiğimiz ay zarfında 5 Mart 2023 tarihinde oynanan Bursaspor-Amedspor maçında tribünde açılan pankartları hatırlayalım, ardından da MHP Genel Başkanı’nın meclis kürsüsünden bu eyleme yönelik olarak sarf ettiği mültefit cümleleri. Başka örneğe gerek var mı?

İkinci cümleye gelince:

Son derece sığ bir düşüncenin ürünüdür bu cümle. Egemenler futbolu bu şekilde kurgulamış olabilirler ancak dünya nüfusunun en az beşte birinin cazibesine kapıldığı bu oyuna ilgi göstermek geniş insan yığınları ile iletişim kurabilmenin en güzel yollarından biridir. Ayrıca pek çok futbol takımının mevcut düzene muhalefet edenler tarafından kurulduğu gerçeğini unutmamak gerekir (Atletico Madrid Roma vd.).

İnsanların kendilerini özgür hissettikleri yerlerdir statlar. Yığınların kendilerini rahatça ifade edebildikleri yerlerdir buraları.

Unutulmaması gerekir ki tiyatro da köleci çağda egemenlerin elinde köleleri uyutmak için bir silah olarak kullanılmış, Yunan tragedyasının büyük ustaları Aischylos, Sophokles ve Euripides alın yazısı temasını işlemiş ve köleleri “isyanın anlamsızlığı, kaderlerinin tanrılar tarafından belirlenmiş önüne geçilemez olgular olduğu” fikrine inandırmak istemişlerdir. Oysa Namık Kemal’de, Brecht’te ve daha pek çok yazarın elinde isyanın simgesi oldu tiyatro.

Tribünlerde de isyan ateşleri yanar zaman zaman, pek çok örnek var bu konuda.

Bu yazıda statlarda yanan isyan ateşlerinden yola çıkarak solcu taraftar kitlesine sahip olan ve taraftarlarının bu kimliğini içselleştirmiş olan kulüplerin bir kısmı tanıtılmaya çalışıldı.

Futbola farklı bir açıdan bakılmasına katkı sağlaması umudu ile.

RED STAR PARİS YA DA ANTİFAŞİST DİRENİŞİN KALESİ

Devrimci tribünler yolculuğumuz Fransa’da Paris’te aşağıdaki sloganla başlıyor:

Zıpla, zıpla zıplamayan polistir.

Bu sloganla coşar Red Star taraftarları.

Kapasitesi 10 bin olan ancak güvenlik gerekçesi ile daha az seyirci alınan Bauer stadyumu bu sloganla inler Red Star maçlarında.

Red Star, Paris’in köklü takımlarından biri. Kuruluş tarihi 1897. Geçmişinde pek çok başarı var. Beş kez Fransa kupasını kaldırmışlar örneğin.

Geçmişte kulübün formasını giyen pek çok ünlü sporcu var. Ancak kulübün ünü buradan gelmiyor. Onu yüreklere ve belleklere kazıyan yönü tarihinde.

Stadın adından başlayalım dilerseniz. Bauer, stadın bulunduğu sokağın adı da öyle. Kim bu Bauer? 2. Büyük Savaş sürecinde Fransız direniş örgütünün sembol isimlerinden bir doktor.

Bununla bitmiyor takımın tarihindeki direnişçiler. Rinio Della Negra var İtalyan asıllı futbolcusu takımın. 1942’de silahlı komünist direniş örgütüne katılmış Negra. Alman faşistlerinin korkulu rüyası Manouchian grubunun bir bileşeni olmuş.

Nazi General Von Apt’a suikast, İtalyan faşist partisinin Paris’teki binasına baskın, Guynemer kışlası saldırısı gibi pek çok eylemin de aktif militanı.

21 Şubat 1944’te Valérien tepesinde kurşuna dizilen Manouchian grubu üyeleri arasında Negra da bulunmaktadır. Efsaneleşmiştir Negra taraftarlar arasında. Portresi Bauer stadının tribünlerinde yer alır takımın her maçında.

Red Star savaş sonrasında küme düştü. Endüstriyel futbolun gereksinimlerini karşılayamadığı için amatör kümeye kadar devam etti bu düşüş. Ancak taraftar onları bırakmadı. İnişli çıkışlı bir dönem geçirdiler uzun süre. 80’lerde tekrar Ligue 1’de idiler sonra yine düştüler; 2. ve 3. ligler arasında asansör takım durumundalar. Bu yıl 3. ligdeler örneğin.

İkinci Büyük Savaş sonrasında önemli bir sportif başarısı olmamasına karşın destan yazmaya devam etti Red Star. Soğuk savaş döneminde bir ABD’li ve bir Sovyet sporcuyu aynı takımda oynattı örneğin. Halkların kardeşliği konseptini daha iyi vurgulayabilecek bir uygulama olabilir mi? Peki Red Star’dan başka buna cesaret edebilen bir kulüp çıkmış mı dünyada? Sanmıyorum.

1980’li yıllarda bir başka ilki yaşattılar dünyaya. Red Star Lab projesi ile kulübün alt yapısındaki gençler sinema, tiyatro ve edebiyat alnında da eğitildiler futbolun yanında. Bu uygulamanın da bir başka örneğini görmedim yeryüzünde.

Red Star, Bauer’de izlenir. Ancak Bauer çok eski. Bu nedenle 2. Lig’de oynadığı yıllarda başka statlarda maç yapıyorlar. Buna da bir çözüm üretilmiş. Tribün grupları bir kolektif kurmuşlar. Mimarlar, belediye meclis üyeleri ve semt halkı ile bir arada stadın yenilenmesi için bir çalışma başlatmışlar. Bu da Red Star felsefesinin bir ürünü. “Taraftar kulübün bir parçasıdır.”

Tüm taraftar kendini antifaşist olarak tanımlar kulüp çevresinde “Dün ve bugün Bauer antifaşizm kalesi” pankartı tribündeki yerini alır her maçta. Paris’te faşistlerce katledilen Clement Meric posterleri, kızıl banliyö afişleri ve komünist semboller ile birlikte. Tabii Gezi Direnişi’ne verdikleri katkı ile de yer ettiler gönüllerde.

Paris St. Germain kulübünün Katar sermayesi tarafından satın alınması sonrasında pek çok eski PSG’li ultra da Red Star tribünlerinin müdavimleri arasına katıldı.

Hangi ligde oynarsa oynasın Red Star bir efsane, bir direniş sembolüdür Faşizme, ırkçılığa ve endüstriyel futbola direnişin simgesi.

Ömrün uzun olsun Red Star. Kızıl yıldızın hiç sönmesin.

SAINT PAULI, BİR FUTBOL TAKIMINDAN ÇOK FAZLASI

Paris’ten ayrılıp kuzeye doğru yola çıkalım. Bu kez durağımız Almanya’nın liman kenti Hamburg.

Saint Pauli, Hamburg’da bir semt. On yedinci yüzyılda cüzzam ve veba gibi salgın hastalıklara yakalanan insanları kentten uzaklaştırmak için kurulan bir karantina bölgesi imiş. Semtte aynı adlı bir futbol takımı var.

Almanya’da her kent sadece bir üst düzey futbol takımı ile temsil edilir. Kimi şehirlerde ikinci bir takım bulunsa bile kentin ikinci takımı etiketini çıkaramazlar üzerlerinden. Örneğin 1860 Münih her daim gölgesinde kalmıştır Bayern Münih’in…

Bu genel durumun tek istisnası, kentin esas takımına “meydan okuyabilme” becerisine sahip tek takım ise Saint Pauli’dir. Futboldaki başarıları ile değil toplumsal olaylara bakışı ile sağlamıştır bu başarıyı. Çin’den Brezilya’ya tüm dünyada taraftarı bulunan, satışa çıkardığı 10 bin kombine bileti yarım saat içinde tükenen bir takımdır Saint Pauli.

Türkiye açısından da önemli bir takımdır. Galatasaray, Sarıyer ve Fenerbahçe takımlarında oynamış Selçuk Yula bir sezon da Saint Pauli’de oynamıştı. Türkiye futbolunun aykırı çocuğu Deniz Naki de giydi bu takımın formasını ve attığı gol ile takımın Bundesliga’ya çıkmasını sağladı. Yine bir başka Türkiyeli futbolcu Enver Cenk Şahin ise bu takımın formasını giyerken attığı “Barış Pınarı” operasyonuna destek veren tweet’ler nedeni ile kulüpten uzaklaştırıldı.

Aslında bu son sözünü ettiğim olay kulübün yapısı hakkında yeterli fikir vermekte.

Irkçılığa, faşizme ve savaşa karşı bir yapısı var kulübün. Başkanı bir eşcinsel. Tiyatro yöneticisi. Tunuslu erkek arkadaşı ile evli on yıldan fazla bir süreden beri. Kendisinin futboldan anlamadığını açıkça söyleyecek kadar da özgüven sahibi.

Öyle bir futbol takımı ki onu andıran, taklitçisi olmaya çalışan pek çok takım var belki ama bugüne kadar hiçbiri başaramadı onun gibi olabilmeyi. Kurulduğu günden bu yana kayda değer hiçbir sportif başarısı yok. Bundesliga’da arada bir oynuyor figüran olarak. Pek uzun sürmüyor buradaki misafirlikleri. Hemen düşüyorlar bir alt lige. Onların yeri 2. Lig. Küçük takımlar yetiştirdikleri futbolcularla övünürler. Onların tarihinde yetiştirmiş olmakla övünecekleri önemli bir futbolcu da yok. Almanya ulusal takımına bir tek futbolcu verememişler örneğin. Buna rağmen dünyanın efsane takımları arasında haklı bir yer edinmişlerdir kendilerine. Skoru önemsemeden takımını destekleyen, gerektiğinde gözlerini kapayan, alanda oynanan futbol ile değil de toplumsal olaylarla ilgilenen, sırtını sahaya dönen bir taraftara sahiptir bu takım. Alman futbol arenasının “kaşıkçı elması”dır St. Pauli.

Hitler döneminde öldürülen yandaşlarının anısına, onların isimlerinin yazılı olduğu bir anıtı kulübün stadyumuna diken, “faşizm bir düşünce değil, bir suçtur” diyebilen ve bu görüşü pankartlarla tribünlere asabilen bir taraftar topluluğu var kulübün. Futbol açısından tek beklentileri ise Hamburg’u yenebilmek. Antifaşist mücadelenin bayraktarlığını yapan yandaşlarının, toplumsal olaylara karşı duyarlı olması ile St. Pauli’nin yaşamı öylesine uyumlu ve birbiriyle örtüşmüştür ki, takım sezon başı kamp yeri olarak Küba’yı seçebilmektedir.

Kulübünü ve yandaşlarını sosyalist olarak gören St. Pauli taraftarları dünya üzerinde kulüp-semt uyumunu en üst düzeyde yakalayan bir sivil toplum örgütünü oluştururlar. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir ırk ayrımcılığı olayında, terör olaylarında ilk tepkiyi St. Pauli yandaşları gösterir. Solingen saldırısında tribünlere “Faşistleri siktir edin hepimiz kardeşiz” pankartını tribüne asar maç izlerken Che tişörtleri giyer, Gezi Direnişi’ne de, Kobanê savunmasına da selâm dururlar. Bir tek ırkçı veya cinsiyetçi tezahürata yer yoktur onların dünyasında.

Küçük ama futbol dünyasındaki saygınlığı tartışılmayacak kadar belirgin bir dünyadır St. Pauli.

Umarım yeryüzünde mevcut tüm kulüplere örnek olur günün birinde

AS LIVORNO CALCIO

Herhangi bir kent değil Livorno. Tarih boyunca önem taşımış bir liman şehri. Kapitalizmin ülkede egemen olması ile birlikte işçi hareketlerinin ve eylemlerinin merkezi hâline gelmiş. Yakın tarihte de önemli olaylara tanık olmuş. Örneğin 1921’de Gramsci ve arkadaşlarının kurmuş olduğu İtalyan Komünist Partisi’nin merkezi idi burası. Günümüzde ise başta liman işçileri olmak üzere ezilen ve yoksul kesimlerin barınağı.

Latin Amerika’dan Avrupa’ya futbolun popüler olduğu her ülkede liman şehirlerinin popüler bir futbol takımı mevcuttur. Egemenler bu kentlerde kurulan kulüpler aracılığı ile işçilerin toplumsal sorunlarla ilgilenmesinin önüne geçmek istemişlerdir. Ne var ki bu silah ters tepmiş ve liman kentlerinde kurulan futbol takımları işçi hareketlerinin en yoğun biçimde örgütlendiği yerler olmuştur. Livorno da bunlardan biri işte. Kulüp 1915 yılında kurulmuş. Kayda değer hiçbir sportif başarısı yok.

1949 yılına kadar Serie A’nın sıra takımı olan Livorno bu tarihte küme düştü ve amatör liglere kadar sürdü bu düşüş. Sonra bir toparlanma dönemi yaşadı ve 2003-2004 sezonu sonunda tam 54 yıl ara sonrasında tekrar Serie A’da yer aldı.

Taraftar coşku ile karşıladı bu yükselişi. Artık faşist Verona ve Lazio, tekelci sermayenin takımı Milan tribünlerine orak çekiçli Livorno bayrakları asıp takımın marşı olarak kabul ettikleri Bella Ciao söyleyebileceklerdi bunların statlarında. O tarihten 2021’e kadar da Serie A ile Serie B arasında mekik dokudu. Sonra yine serbest düşüşe geçti. Bu aralar amatör ligde oynuyorlar.

Sportif başarı pek önemli değil Livorno taraftarı için. Onlar sosyalist olmakla ve endüstriyel futbol karşısındaki kararlı duruşları ile tanınıyor ve seviliyorlar.

Bir de efsane futbolcusu var takımın Cristiano Lucarelli. Maçlarda attığı gollerden sonra tribünlere sol yumruğunu kaldırarak veya formasını sıyırıp altındaki CHE resmi taşıyan tişörtünü izleyicilere göstererek gol sevinci yaşayan, bu davranışı nedeni ile de defalarca ceza alan biri o. Bununla da kalmamış. Che’nin kızı ile tanışıp ona Küba milli takımı ile Livormo arasında maç yapılmasını teklif etmiş.

Ancak Lucarelli’nin efsane olmasının başka bir nedeni var:

Zenith St. Petersburg’dan transfer teklifi almıştır Lucarelli. Yıllık 3 milyon € maaş teklif edilmiştir kendisine. Verdiği yanıt şöyle olur; “Bazı futbolcular transfer paraları ile Porsche veya yat almayı severler oysa ben sadece Livorno forması almak isterim tüm beklentim bu.”

Endüstriyel futbol karşısındaki bu yürekli başkaldırıdır Lucarelli’yi efsane yapan.

Fena futbolcu değildi. Serie A’da gol krallığı bile var. Yaş gruplarında ulusal formasını da giymiş İtalya’nın ama sonrasında ulusal takım daveti aldığında reddetmiş “gök maviler”de oynamayı. Livorno dışında başka takımlarda oynamış oynamasına da İtalya’da Parma, Atalanta, Napoli gibi endüstriyel futbolun alternatif takımlarında forma giymiş. İtalya dışında ise Lucescu’nun yönettiği dönemde Shaktar Donetzk deneyimi var. Lucescu’nun ifadesi ile “Batı Avrupa’nın futbol hegemonyasına isyan bayrağı açan takımda. Lucarelli bugün 47 yaşında. İtalya’nın solcu futbolseverlerinin Berlusconi’si olabilirdi istese idi. O Livorno’nun efsanesi olmayı tercih etti.

Kızıl formaları ile, tribünlerden çıkıp semaları çınlatan Bella Ciao marşı ile, 1921 (İtalya Komünist Partisi kuruluş tarihi) adını taşıyan lokalleri ile dünya futbolunun görkemli bir rengidir Livorno FC bu renk hiç solmasın.

AEK

Devrimci tribünlerde yolculuğumuz Avrupa’nın doğusunda devam ediyor. Atina’dayız.

Kimi zaman spor kulüpleri de doğdukları toprakların dışında sürdürürler yaşamlarını. Yunanistan’da böyle bir kaderi paylaşan üç kulüp var. Bunlardan biri PANİONİOS GSS, İzmirli Orpheus’un devamı. PAOK, Peralı Hermes’in. Üçüncüsü ise AEK (Athlitiki Enosis Konstantinopoleos).

Diğer ikisinden farklı olarak bu takımın bir kısmı Türkiye’de kalmış ve yaşamını burada da devam ettirmiştir. Pera idi takımın adı kuruluş döneminde. Bugün ise Beyoğluspor olarak sürdürmekte faaliyetlerini. Neden böyle oldu? Bu yazının konusu değil. Zaten bu satırları okuyacak hemen herkesin bir fikri var bu konuda.

Ancak şunu belirtmek gerek: Bu coğrafyanın tarihinin unutulmayacak bir parçasıdır AEK. Bu nedenle takımı tanımlayacak sözcükler bulmakta güçlük çekiyorum. Dost ya da kardeş sözcükleri yetersiz kalıyor. Varlığımızın, canımızın sınır ötesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir parçasıdır AEK. Bu özelliğini yıllarca korumasını bildi. İstanbul ve Anadolu göçmenlerinin takımı oldu öncelikle. Atinalı emekçilerin de destek vermesi ile takım daha da güçlendi taraftar açısından. Yunanistan futbolunun üçüncü büyüğü, Panatinaikos ve Olimpiakos tekeline isyanın simgesi oldu.

Yakın geçmişe kadar Atina derbilerinde rakip takım taraftarları “tourkosporos” (Türk tohumu) ifadesini kullanarak aşağılamak isterlerdi AEK taraftarlarını. Milliyetçilik böyle bir bela işte.

Takım Türkiye ile ilişkisini kesmedi uzun yıllar. Türkiye’den göç eden sporculara da kucak açtı. Türkiye ve Yunanistan ulusal formalarının her ikisini de taşımış olan Beşiktaşlı Sofyanidis en bilinen örneği bunun (Sofyanidis Yunanistan ulusal takımının da hocası oldu daha sonra).

Türkiye’deki ana akım medya Lefter Küçükandonyadis’in futbolu Fenerbahçe’de bıraktığını ifade eder. Doğru değil bu. Lefter, Türkiye’de jübile yapmış ancak daha sonra bir yıl daha futbola devam etmiş ve AEK formasını taşımıştır. Onun vefat ettiği gün AEK tribünlerinde Türkçe bir pankart vardı:

“Ver Lefter’e yazsın deftere”.

Türkiye’ye sık sık gelir dostluk maçları yapardı AEK, yaklaşık 20 yıldan beri gelmiyorlar. Nasıl gelsinler? Futbol öyle bir hâl aldı ki bırakın dostluk maçı yapmayı yemek yemeye zaman bulamaz oldu futbolcular.

Türkiye’ye artık gelmiyor AEK ama taraftarları Türkiye ile bağlarını koparmamakta kararlı. Özellikle Original 21 adlı taraftar grupları daha da kararlı.

Gezi Direnişi’nde yanımızda idiler. Devlet terörü kurbanı Berkin Elvan’ın posterini taşıdılar tribüne, Yunanistan’da aynı bahtsızlığa uğramış Alexis ile yan yana idi Berkin.

Bununla da yetinmediler Taksim’e kadar gelip katkı da verdiler direnişe. Grup Yorum’a yönelik baskılara da tepkisiz kalmadılar.

Son olarak depremzede Türkiyeliler için topladıkları bağışla gündeme geldiler. Yunanistan’da çıkan orman yangını esnasında “ateşiniz bol olsun” diye mesaj paylaşanların suratına inen bir tokattı bu para.

Halkların kardeşliği şiarının simgesidir AEK.

KIBRIS’TAN SOLCU BİR NEFES: HALKIN ATLETİK KULÜBÜ OMONİA 1948

Yolculuğumuz bizi Kıbrıs’a götürüyor. İlginç bir öykü için.

Öykümüz 1948 yılında başlar. Yunanistan iç savaşının sürmekte olduğu dönem. Kıbrıs’ta APOEL adlı spor kulübü sporcularına Yunanistan Kralı’na bağlılıklarını ifade eden bir belge imzalatmak ister. Pek çok sporcu karşı çıkar bu talebe ve kulüpten ayrılırlar. Athletic Club Omonia, Nicosia Apoel’den ayrılan bu sporcular tarafından kurulmuştur.

Omonia, birlik demekmiş. Elbette Enosis sözcüğünün içerdiği anlamda bir birlik değil kastettikleri. Bağımsız ve bütünleşik bir Kıbrıs onların özlediği.

Ne kadar güzel bir talep değil mi?

Her ne ise gelelim kulübe.

Kurulduğu tarihten itibaren solun spor alanlarındaki temsilcisi oldu Omonia. Elbette solcu Kıbrıs halkının taraftarı olduğu takımdı.

Tribünlere de yansırdı bu anlayış. Özellikle de Gate 9 adlı taraftar grubunun tüm eylemlerine. “Faşizme karşı yeşil yoldaşlar” türküleri idi onların. Yeşil armalarının rengi, direnişin sembolü idi.

Irkçılığa, kapitalizme karşı olan tüm dünya ile dayanışma içinde idiler. Che Guevara posterleri süslerdi tribünlerini, bir de dayanışma pankartları.

Soma katliamı sonrasında Gate 9 tribününde Türkiyeli madencilerle dayanışma pankartları açıldı. Trabzon veya Rize’de görülmeyen dayanışma Lefkoşe’de görülüyordu.

Sene 2018.

Değişen dünya koşulları ve tüm dünyayı etkisi altına alan endüstriyel futbol çılgınlığı Omonia’yı da etkiledi. Satıldı kulüp, Stavros Papastavru adlı ABD de yaşayan bir iş insanına. Ancak öykü burada bitmedi.

Gate9 mensuplarından 550 kişi bir araya gelerek yeni bir kulübün temellerini attılar. Halkın Atletik Kulübü Omonia 1948 yeni kulübün adı. Omonia’nın tarihine ve kuruluş amacına sahip çıkan bir isim.

Ancak yeni kulüp sadece tarihe sahip çıkmakla kalmadı, çok önemli bir yönetim anlayışını da getirdi beraberinde.

Başkanı yok bu kulübün kolektif bir anlayışla yönetilecek 11 kişilik bir sekreterler kurulu var. Her sekreter kendi sorumluluk alanında söz ve karar yetkisine sahip. Her sekreterin sorumluluk alanına giren konularda özerk komiteler kurulması amaçlanıyor.

Kıbrıslı Türkler, göçmenler ve mültecilerle işbirliği yapılması ve dünyanın dört bucağındaki benzer organizasyonlarla iletişim kurulması da kuruluş toplantısı kararlarından.

“Kapitalizme ve ırkçılığa karşı direniş ateşini canlı tutmanın tutkusu yarattı bu yeni kulübü. Futbol aracılığıyla, topluma sunabileceklerimizi göstereceğiz.” Kuruluş toplantısı sonrasında sekreterler kurulunun verdiği sözdür bu.

Hemen ardından da 550 kurucu üye hep bir ağızdan seslendirdiler “Faşizme Karşı Yeşil Yoldaşlar” marşını.

Halkın Atletik kulübü Omonia 1948, alt ligde başladı yolculuğuna geçtiğimiz sezon.

Başarı yoldaşları olsun.

HAPOEL TEL AVİV

Avrupa’nın güneydoğusuna kadar gelmişken Asya’nın batı kıyısına uzanıp İsrail’den bir takımı mercek altına alalım.

İsrail’in önde gelen spor kulüplerinden biridir Hapoel Tel Aviv. Futbol takımları pek çok kez lig ve kupa şampiyonluğu kazanmış. Burası çok önemli değil. Her ülkede var şampiyonlukları ile tarihe geçmiş takımlar. Bu kulübün özelliği onun adından ve kuruluş nedeninden gelmekte. Hapoel işçi demek. Kulübün kuruluş nedeni ise Siyonizm karşıtlığı. Siyonist Maccabi ile aynı çatı altında bulunmak istemeyen İsrailliler tarafından kurulmuş, 1927’de. Bugün İsrail’in en üst ligi olan Ligat ha Al’da adının başında Hapoel olan beş takım var. Bunlardan en Hapoel’i ise Hapoel Tel Aviv. Sadece Siyonizme değil yeryüzünde mevcut tüm ırkçı akımlara karşı mücadele veriyorlar. İsrail’deki sosyalist işçi hareketinin takımıdır Hapoel Tel Aviv. Araplar ve tüm komşuları ile birlikte, iç içe barış içinde yaşamayı savunurlar. Gerek Maccabi gerekse İsrail’de kurulu paramiliter örgütlerle açık ilişkisi olan Beitar kulübü ile hayatın her alanında kıyasıya bir rekabet hâlindeler.

Takımlarında Arap futbolculara yer veriyorlar, Bunlardan Velid Bedir 2005’ten 2013’e kadar takımın formasını ıslattı kaptanlığa kadar yükseldi. Günümüzde de takımın kadrosunda dört Arap futbolcu var.

Bu takıma layık bir de taraftar grubu var Ultras Hapoel. Onlar da ırkçılığa karşılar elbette. Ultras Hapoel tribünlerinde bir tek İsrail bayrağı görülmez. Onun yerine Türkçe, Arapça, İngilizce pankartlar açıp dostluk mesajı verirler.

Yolun açık, mücadelen başarılı olsun Hapoel Tel Aviv.

* * *

Tam altı futbol takımı ve bunların taraftar grupları tanıtılmaya çalışıldı bu yazıda. Tüm dünyadaki devrimci taraftar grupları tanıtılmaya kalkışılsa bu derginin boyutlarını çok aşıp ciltler dolusu bir ansiklopedi ortaya çıkar kuşkusuz.

Bunu yapmaya yetecek enerjim yok. Ancak yine de böyle bir yazıda yer alması gerektiğini düşündüğüm bazı taraftar gruplarından kısaca söz edeyim. Öncelikle İspanya ve Athletic Bilbao’nun ünlü taraftar grubu Herri Norte Taldea. Bask milliyetçisi değil bu grup enternasyonal dayanışmacı. Afrikalı mültecilere verdikleri destekle tanınıyorlar.

İspanya demişken Sevilla’yı es geçmek olmaz. Burada Biris Norte grubu var. Antifaşist kimliği ile öne çıkan bu grup faşizm ve ırkçılık karşıtı sloganları ile ünlü. Dünyadaki tüm devrimci taraftar grupları ile dayanışma hâlindeler. Fransa’da Marsilya bu takımın ünlü taraftar grubu Ultras var. Che pankartlarının eksik olmadığı tribünleri ve tüm dünyadaki siyasal gelişmelere derhal tepki veren sloganları ile.

Britanya adalarının gururu Celtic ve bu takımın ünlü taraftar grubu Green Brigades’ten söz etmeden tamamlanamaz böyle bir yazı. İsrail’de açlık grevi yapan Filistinli tutsaklara verdikleri destekle tanındılar. “Onur Yemekten Daha Değerlidir.” Daha sonra ise açtıkları Filistin bayrağı ve “Filistin’e özgürlük” pankartı nedeni ile UEFA’nın gazabına uğradılar, bu bile yollarından döndürmedi onları.

Ortadoğu’ya geçecek olursak eğer burada futbolun anlamı ile ilgili bir şey söylemeyecek ve sözü James Dorsey’e bırakacağım:

“Bırakın kitlelerin afyonu olmayı, futbol sahaları, camilerle birlikte, pek çok Ortadoğu ülkesinde insanların talep, huzursuzluk ve isteklerini telaffuz edebildikleri ender kamusal alandan biridir. Son otuz yılda futbol, Körfez ülkelerinden Afrika’nın Atlantik kıyılarına kıstırılmış öfke ve hüsranın ve siyasi, cinsel, ekonomik, toplumsal, etnik ve ulusal haklar için verilen mücadelenin ortaya çıktığı bir alan olmuştur.”

Başka söze gerek var mı?

Var.

Futbol asla sadece futbol değildir.

Kızıldere; dünü bugüne, bugünü yarına bağlar*

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın
Dünü bugüne,
bugünü, yarına bağlayın.”[2]

Size, bir geçmişten değil, “olması gereken” bugünde biçimlendirmek zorunda olduğumuz gelecekten, yani Kızıldere’den veya “Devrimin Güncelliği”nden, kesintisiz sürekliliğinden söz edeceğim; “Keşke bir yolu olsaydı,/ Geçmişe iltica edip/ Anılarda mülteci kalmanın,” dizeleri eşliğinde Cahit Külebi’nin…

Anlatmaya gayret edeceklerim: Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın, bizler doğru gördüğümüz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz!” sözleriyle özetlenirken;  “Ölümün mutlak bilincini içimizde taşıyarak var gücümüzle kendimizi yaşamaya verebilirsek, yaşantımız bir sanat eseri niteliğinde olur,”[3] saptamalarını da anımsatır elbette…

Hayır! Kesinlikle onlara “Öldü” diyemem…

Bilmiyor olamazsınız: Hakikât her zaman devrimcidir ve tarihin nesnesi, aslî öğesidir. Söz konusu hakikât(ler) olmadan tarih yazılamaz; kan ile yazılan tarih ise yok edilemez!

Kızıldere’de yok edilmesi mümkün olmayan bir tarihî hakikat iken; “Yarım kalmış bir türküydü yolculukları/ Okunulması yasaklanmış, bitirilmemiş birer şiirdiler/ Anaların söyleyemediği ağıdı, dile gelmeyen feryadıydılar/ Onlar ki, yarin yüreğinde saklı, halkın umudunda gizli/ Ve onlar ki geleceği yeşertecek birer fidandılar,” İsmail Şimşek’in dizelerindeki üzere…

Onlar yerküreyi sarsan ’68 fırtınasının çocukları ve küresel başkaldırının, zulmü kasıp kavuran isyan dalgasının, Che efsanesi, Filistin’in yoldaşları, öncü neferleriydiler…

O tarihsel kesitte Mahir Çayan yoldaşlarıyla Kızıldere’de katledildiğinde 27 yaşındaydı.

Sinan Cemgil Nurhak Dağlarında delik deşik edildiğinde de 27’sindeydi.

İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanındaki işkence tezgâhlarında katledildiğinde 24’ünde bile değildi.

Onlar da, tüm devrimcilerle birlikte sosyalist bir dünya istemişler ve devrimci hareketi tarihine kararlılığın/dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdi Kızıldere’de ve düştükleri her yerde…

Mahir Çayan ile dokuz yoldaşı (Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin,[4] Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna[5] ve Saffet Alp) Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için çıktıkları yolda Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere Köyü’nde katledildiler.

* * * * *

12 Mart darbesiyle devletin çıplak şiddeti tırmanırken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan (THKO) on devrimci kıstırıldıkları Kızıldere köyündeki çatışmada katledildi.

Kızıldere’ye götüren yolda yaşananlar coğrafyamızdaki öğretici bir tarih dersidir.

12 Mart 1971’de -kimilerinin “ilerici bulduğu!- ABD destekli darbe devreye sokuldu.

16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş Gemerek’te (yaralı Yusuf Aslan ile birlikte) yakalandı.

22 Mayıs 1971’de THKP-C İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırdı.

1 Haziran 1971’de Hüseyin Cevahir İstanbul Kartal’da katledildi. Mahir Çayan yaralı olarak ele geçirildi.

19 Ekim 1971’de THKO önderleri hakkında idam kararı alındı.

29 Kasım 1971’de THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, tünel kazarak Maltepe Cezaevi’nden firar etti.

Burası çok önemliydi; THKP-C ile THKO’nun devrimci eylem birliği hayata geçirildi: “Tünel kazacağız. Bize betonu eritecek kimyasalla keser lazım.” Evet o gün Kartal Maltepe Zindanı’ndan kaçış kararı artık kesindi.

Cihan Alptekin, koğuşun alışveriş işleri sorumlusu Aydın Engin’i tenha bir noktaya çekip bunu söyledi.

Tünel THKO’luların fikriydi ancak THKP-C’liler de dahil oldu. Hedef, artık idama giden yolda Denizleri kurtaracak bir eylemi hayata geçirmekti.

Mahirlerin firarı Türkiye’de deprem etkisi yarattı.

Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün derhâl cezaevine gitti, “Tüneli görelim tüneli” dedi. Gördüğünde yaşadığı şoku gizleyemedi: “Adamlar tünel değil metro kazmış.”

Kolluk kuvvetleri derhâl önlemler aldı, İstanbul’da kuş uçurtulmayacaktı. İlk iş havaalanlarında olağanüstü tedbirler alındı. Firarilerin yurt dışına kaçabileceğini düşünüyorlardı. Oysa onlar kalıp mücadele etmeyi ve ölümü göze almıştı.

Mahir’in firarının ardından bir önder olarak yurt dışına gitmesini önerenler oldu. Bunu teklif edenlerden biri Oğuzhan Müftüoğlu’ydu. Müftüoğlu o süreci şöyle anlatacaktı: “O koşullarda Denizleri kurtarmak için yapılacak bir eylemin başarıya ulaşma şansı çok azdı ve bu arada onları kaybetme ihtimali çok daha fazlaydı. Denizleri bırakarak gitmek istemediler. Yapılacak ne varsa kalanların yapması önerisini de kabul etmediler.”

Sadece Müftüoğlu değil, Necmi Demir de benzer şeyleri anlatacaktı: “Denizlerin idam edilmeleri söz konusuyken, Mahirlerin yurt dışına çıkamayacaklarını kısa sürede anladık. Umutsuz bir kurtarma girişimi olacağını etimizde kemiğimizde hissediyorduk.”

Mahir Çayan ile yoldaşları yurtdışına çıkmadılar…

19 Şubat 1972’de, Ulaş Bardakçı katledildi.

Yoldaşlarının idamlarını engellemek için Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30’da Ünye’de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gitmişlerdi.

26 Mart 1972’de üç İngiliz görevli rehin alındı, geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hâle getirildi. Mahir Çayan ve arkadaşları İngilizlerin aracıyla yola çıktılar.

27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar.

30 Mart 1972 günü Mahir Çayan ve 9 arkadaşı, Kızıldere’de üç İngiliz görevliyi rehin tuttukları evde kuşatıldı. Evde Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ertuğrul Kürkçü ve rehineler vardı.

Evin etrafı çevrildi. Helikopterler uçmaya başladı. Ağır silahlar getirildi.

“Teslim olun. Etrafınız sarıldı! Hiçbir yere kaçamazsınız!”

“Amerikan köpekleri! Size teslim olmayacağız. Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz!”

Sonrası sayısız kaynakta anlatıldı… Çatışma sürdü. Ağır silahlarla, bazukalarla ve sayısız kurşunla ev ateşe tutuldu.

Tarih 30 Mart 1972 idi![6]

Katliamdan sadece alt kattaki samanlığa düşen Ertuğrul Kürkçü kurtulabildi. Halkın vicdanı Kızıldere’de katledilenlerin yanında yer aldı.

24 Nisan 1972’de üç fidan, üç yüreğin idamları onaylandı.

24 Nisan 1972 pazartesi günkü TBMM oturumuna THKO önderlerinin idam kararları getirildi. İdam kararı, 48 “ret” oyuna karşılık 273 “kabul” oyu ile Meclis tarafından onaylandı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da 23 Mart 1972’de idamları onayladı.

6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte gece 1.00-3.00 arası, Ulucanlar Zindanı’nda asılarak idam edildi.

* * * * *

Sevgi Soysal’ın, “Havalar ısındı. Mayısa giriyoruz. Koğuştaki soğuk da kırıldı. Bahar; hayat, canlılık demektir. Oysa, bu uğursuz 72 baharı bir ölüm Tanrısı gibi. Bu bahar Kızıldere’yle çakıldı beynimize. Baharın bütün fidanlarına inat, ölümü hayata kaim kılmak isteyenlerin operasyonu”[7] diye betimlediği katliamın gerçekleştirildiği Kızıldere’ye ilişkin “Hatırlayanlar olacaktır: Operasyona katılanlar, katliamdan sonra bir ‘zafer’ partisi düzenleyip ‘Niksar’ın Fidanları’ türküsüyle göbek atmışlardı,”[8] notunu düşer Aydın Çubukçu…

“CIA ajanı olduğu kesin Amerikalı, Mahir Çayan ve arkadaşlarını katletmek için Kızıldere operasyonuna bizzat katıldığını gururlanarak anlatıyordu.”[9]

Malum: Zırhlı araçlar ve ağır silahlarla donatılmış binlerce asker ve polisin kuşattığı devrimciler, “teslim olmalarına” dönük çağrılara, emperyalizme ve faşizme karşı öfkelerini ifade eden sloganlar ve marşlarla yanıt verdiler. Ve katledildiler.

Katliamın ilk sahnesi, kuşatma güçlerinin konuşmak üzere evin çatısına çıkardıkları devrimcileri öldürmeleriyle başladı. Katliamın son sahnesinde, tank ve bazuka ateşiyle yıktıkları kerpiç evin kalıntıları içinde sağ kalan devrimcilerin kurşuna dizilişi vardı.

Devlet, Niksar’ın Kızıldere köyünde kuşattığı on bir devrimciyi ne pahasına olursa olsun imha etme kararı almış ve uygulamıştı. Kararın altında, Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, Org. Memduh Tağmaç’ın imzaları vardı. Operasyonu, daha sonra 12 Eylül darbesinin başında yer alan dönemin MİT Müsteşarı Korg. Nurettin Ersin yönetti. 70’li yılların iç savaşını tezgâhlayan kilit isimlerden MİT’çi Mehmet Eymür infaz timinin başındakilerdendi.

“Kızıldere’deki köylüler dönemin Başbakanı Nihat Erim’in ‘Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar!’ dediğini söylüyorlar.

“Nihat Erim’in böyle bir cümle sarf ettiğinin kanıtlanabilirliği az da olsa, katliama baktığımızda yegâne belgeyi görüyoruz. Bir evin nasıl kan gölüne çevrildiğini, duvarlarının nasıl delik deşik edildiğini hepimiz biliyoruz

“Ayrıca derin devlet operasyonu olarak tarihe geçen ve hâlâ karanlıkta kalan yanlarının olduğu katliamda kimse ceza almamıştır. Bilakis, ilk kurşunu sıkan jandarma teğmeni Mustafa İlerisoy operasyondaki başarısından ötürü takdirname almıştır. Birkaç ay sonra da üst teğmenliğe terfi ettirilmiştir.”[10]

* * * * *

“İyi de Kızıldere’yi bu kadar önemli kılan nedir?” diye sorulursa…

Kızıldere, bir direniş ve dayanışma ve de devrimci kardeşlik destanıdır. Devrimci savaşın diz çöktürülüp, baş eğdirilemeyen ahlâki isyanıdır. 30 Mart 1972 halkın vicdanında silinmez bir iz bırakmıştır.

O, devrimci hareket tarihinin doruk noktalarından olması yanında bir manifestodur da…

Tam da bunun için -süreklilik içinde cereyan eden her tarihî olay gibi- süreklidir; sadece bir geçmiş değil, bugün ve yarınla bağıntılıdır.

Kızıldere örneğindeki üzere THKP-C ile THKO arasındaki eylem birliği devrimciler açısından tarihî öneme sahiptir.

Kaldı ki onun öğretici hakikâti sadece devrimci örgütler arasındaki eylem birliğinden ibaret değildir; omuz omuza teslim olmayı reddetmek, geri adım atmamaktır.

Kızıldere, devrimcilerin en seçkin, en kararlı on militanının aralarındaki örgütsel farklılığı bir yana bırakarak aynı amaçla, tek kelimeyle “ölümüne” girdikleri bir savaşın simgesidir.

Kızıldere’ye giden yol kokuşmuş düzen(sizliğ)e karşı bir başkaldırı ve aynı zamanda tarihî bir dayanışmaydı da…

Bir yoldaşlık kucaklaşmasına adanmış yaşamlarıyla onlar yok edilemediler. Onların adları, düşünceleri, davranışı çoğaldı. Arkalarından yakılan ezgiler, çocuklara verilen isimleri ve mücadeleleri toplumsallaştı…

* * * * *

12 Mart cuntasının “reformist” imajını yıkan Kızıldere’yi sınıf mücadelesi hakikâtinden soyut değerlendiremeyiz.

Önce TİP parlamentarizminden, ardından da cuntacılıktan kopuş olarak Kızıldere sadece Kızıldere değildir; devrimci yeniden doğuştur. Devrimcilerin büyük dönemecidir; bir doruk noktasıdır.

“Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkânına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı”nın[11] altını çizerken; 12 Mart darbecisi Memduh Tağmaç’a dahi, “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti, durdurmak gerekir,” dedirten 71 Devrimciliği işçi bilinçlenmesini, halk hareketliliğini geliştirdi.

“Kızıldere son bir çığlıktı”;[12] veya “THKP-C’nin, TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasi faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz,”[13] türünden revizyonlara mesafe konması gereken 71 Devrimciliği, bir avuç gözü kara devrimcinin devletle çatışması değildir. O, “En iyi önder(lik), en öndedir,” vurgusuyla devrimci mücadeleleri örgütleyen öncü bir çıkıştır.

Kimileri onları toy, heyecanlı “genç çocuklar” olarak sunma gafletine düşseler de; “onlar” “anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuklar olarak kaldılar hep: Kirlenmeyen, cesur, isyancı ve kendilerinden vazgeçebilecek kadar da özverili!

Onların canlı tuttuğu şey, devrimciliğin cisimleşmiş hâli olmalarıdır; hem de, “İnsanın kendisi, bir ülkü uğrunda ıstırap çekmez ve ölmezse korkun, çünkü bu tek nitelik, insanın temelidir ve bu tek nitelik, insanı evrendeki bütün öteki şeylerden ayırır,”[14] ifadesindeki üzere John Steinbeck’in…

Kolay mı? Devrimcilik bilinçli büyük tutkuların, fedakârlığın, ütopyaların ürünü değil ise nedir ki?!

“Ulusal Solcu”lar ile “Liberaller”in yanıtlayamadığı tam da budur…

Mesela “Deniz Gezmiş’leri kurtarmak isterken Kızıldere’de ölenler, onların idam sürecini hızlandırmış olduklarını nereden bileceklerdi?… “68 Kuşağı” liderlerinden bir kısmının umutları Kızıldere’de ve darağaçlarında dramatik bir biçimde son buldu,”[15] satırlarındaki üzere “Ulusal Solcu” Soner Yalçın’ın!

Ya da “Kızıldere katliamı ve ardından gelen idamlar, Türkiye’deki devrimci mücadeleyi derinden etkiledi. Onların kahramanca eylemleri, gençlerin gözünde birer efsaneye dönüşmelerine yol açtı. Çayan ve arkadaşları, devletin yıkılması için parlamentarizmin dışında militan bir devrimci mücadelenin gerekliliğini ortaya koydular. Ne var ki mücadeleleri Narodnizmden, Kemalizmden, o dönemin ulusal kurtuluş hareketlerinden, fokoculuktan yoğun bir şekilde etkilenmişti.

Gözlerindeki bu gözlük nedeniyle, bir avuç öğrenci ve aydının fedakârca eylemlerinin, halkı bir devrimle sonuçlanacak bir hareketliliğe iteceğini düşünüyorlardı. O devrin koşullarında devrimcilerin bu şekilde düşünmesi belki anlaşılabilirdi, fakat günümüze o devrin gözlüklerinden bakmak, beraberinde büyük yanılgıların yaşanmasını getiriyor,”[16] hezeyanlarındaki üzere “Liberaller”in!

* * * * *

“İyi de Kızıldere’nin öğrettiği nedir” mi?

29 Mart 1972 günü İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı General Vehbi Parlar, Samsun Jandarma Bölge Komutanı Albay Celal Durukan Kızıldere köyüne gider. Muhtarın evindeki devrimciler komandolar tarafından kuşatılır.

“Teslim olun!” çağrılarına onlar, “Teslim olmayacağız!” yanıtını verir.

En önemli ders; onların, “Teslim olmayacağız!” yanıtı ve duruşudur!

Politik bir yenilgiymiş gibi sunulmaya kalkışılan Kızıldere katliamını ancak Rosa Luxemburg’un, “Bu yenilgilerden boy verecektir geleceğin zafer çiçekleri de!”; Karl Liebknecht’in, “Sakın unutmayın zafer olan yenilgiler vardır,” saptamalarıyla kavrayabiliriz!

Mahir Çayan’ın, “Biz, sosyalistlerin partisi, Marksist bir partiyiz ve partimizin de eylem kılavuzu Kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir!” ifadesiyle müsemma onlar devrimci hareketin “Kutup Yıldızı”dır.

Ve bize daima Andrey Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kere ihanet eden bir insan bir daha hayata karşı lekesiz bir tavır alamaz,” sözlerindeki duru netlik ile Nâzım Hikmet Ran’ın, “En güzel deniz:/ Henüz gidilmemiş olanıdır./ En güzel çocuk:/ Henüz büyümedi./ En güzel günlerimiz:/ Henüz yaşamadıklarımız./ Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ Henüz söylememiş olduğum sözdür,” dizelerindeki direngen, vazgeçmeyen, teslim alınıp/ boyun eğdirilemeyen ütopyaları muştularlar…

Ütopyaların, umudun ve isyanın ölü ele geçirilmesi mümkün değildir.

Zalimlerin açarsızlığı da, onlar gibi isyancıların ölü ele geçirilememesi da, tam da bundandır; yani “Yolun sonu yok ki… Öyle demez miydi o? Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir,”[17] hakikâtine mündemiçtir.

O hâlde Kızıldere dediğinizde Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların./ Kolay değil öyle genç ölmek./ Yeşil bir yaprak gibi yüreği koparıp ateşe atmak…” dizeleri ile idam sehpasındaki Ömer Muhtar’ın, “Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz! Biz ölsek de kazanırız ve siz kaybedersiniz”; Friedrich Engels’in, “Sert bir çarpışmadan sonraki yenilgi, devrimci değeri kolayca kazanılmış zafere eşit bir olaydır!” sözlerini anımsayın…

25 Şubat 2023, Ankara.

*: 26 Mart 2023 tarihinde Sarıyer AKA-DER’deki Kızıldere Anması için hazırlanan konuşma metni.

[2]    Nâzım Hikmet.

[3]    John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s. 49.

[4]    “Cihan çok yoksul bir köyün yoksul bir ailesinin çocuğuydu. 9 kardeştiler. Yoksulsanız, çok ama çok çalışmalısınız. Cihan çok çalışkandı. Onun çalışkanlığı (tarlada, okulda) dillerdeydi. Güçlüydü. Yorgunluk nedir bilmezdi. O çocuk yaşında, itilen kakılanın yanındaydı. Lise yıllarında, yaşadığı çevreyi, ülkesini, dünyayı tanımak için okumaya başladı. Üniversite yılları ayrı bir başarı öyküsüdür. İstanbul Hukuk Fakültesi 3’üncü sınıf öğrencisi olarak kaldı.” (Nuran Alptekin Kepenek, “Bizum Cihan”, Birgün Pazar, Yıl: 18, No: 785, 27 Mart 2022, s. 6).

[5]    “1949’da doğmuşsun. Bu dünyada 23 yılını dolduramadan göçüp gitmişsin, sevmemişsin bu dünyayı, bu düzeni; değiştirmeli demişsin bu yaşamı. O gencecik yaşınızda bu halkın kanını emenlere, sömürenlere isyan etmişsiniz. Siz “yeter artık” deyip ayağa kalktığınızda ben yeni doğmuşum (1968). Senin ve arkadaşlarının ektikleri sayesinde 10lar oldu 100ler. 1000ler oldu milyonlar. Okurken çalışırken konuşurken yazarken hep Ömer Ayna’nın yeğeni olmak, ona layık olmak diye bir olgu ile yetiştik biz.” (“Emine Ayna’dan Ömer Ayna’ya Mektup: Merhaba Amca”, 30 Mart 2022… https://bianet.org/bianet/yasam/259798-emine-ayna-dan-omer-ayna-ya-mektup-merhaba-amca).

[6]    Hakan Güngör, “Denizleri Kurtarmak: Mahirlerin Son Eylemi”, 30 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458134/denizleri-kurtarmak-mahirlerin-son-eylemi

[7]    Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yay., 1977, s. 142.

[8]    Birkan Bulut, “Aydın Çubukçu: Kızıldere Bir Yoldaşlık Destanıdır”, 29 Mart 2022… https://www.evrensel.net/haber/458146/aydin-cubukcu-kizildere-bir-yoldaslik-destanidir

[9]    Vehbi Bardakçı, Kırmızı Bahar – Adanmış Hayatlar 3, Ozan Yay., 2015, s. 304.

[10]  Nihat Behram, Darağacında Üç Fidan, Everest Yay., 2010, s. 94.

[11]  Emine Özcan, “Kızıldere Katliamından 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor”, 29 Mart 2008… https://m.bianet.org/biamag/emek/105969-kizildere-katliamindan-36-yil-sonra-ertugrul-kurkcu-anlatiyor

[12]  Ertuğrul Kürkçü, “Kızıldere: Son Bir Çığlık, Son Bir Haykırıştı”, 30 Mart 2022… https://www.avrupademokrat.com/kizildere-son-bir-ciglik-son-bir-haykiristi/

[13]  Yücel Göktürk, “Ertuğrul Kürkçü: Beş Maddeli Miras”, 30 Mart 2022 (Express, sayı 60, Nisan 2006)… https://birartibir.org/bes-maddeli-miras/

[14]  John Steinbeck, Gazap Üzümleri, çev: Rasih Güran, Remzi Kitabevi, 1965.

[15]  Soner Yalçın, Bay Pipo, Kırmızı Kedi Yay., Doğan Kitap, 1999, s. 207.

[16]  “30 Mart 1972: Kızıldere Katliamı”, 30 Mart 2016… https://marksist.org/icerik/Yazar/4268/mobileRedirect

[17]  Vedat Türkali, Mavi Karanlık, Cem Yayınevi, 1991, s. 367.

Saçma üretim, şımarık tüketim, anlamsız yaşam

Kapitalist toplumda üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimle amaçlanan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmektir. Veya aynı anlama gelmek üzere üretimin aslî (birinci) amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir… Üretilen şeyler satıldığında amaç gerçekleşir ki, ona realizasyon deniyor… Satılmadığı sürece üretilen şeyin hiçbir değeri yoktur. Aslında bu sapma insanlık ve uygarlıklar tarihinde bir ilkti, araçlarla amaçların tersyüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasıdır… Oysa, üretimin bir ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılması, ilişkinin yönünün ihtiyaçtan üretime doğru olması gerekirdi… İşte şimdilerde, zararlı, değilse lüzumsuz, insan refahıyla ilgisi olmayan yüzbinlerce, milyonlarca şeyin piyasaları, AVM’leri, evleri, ortalığı kaplamasının nedeni bu…

Bir şey daha var: Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir… Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlıdır… Bir zaman geliyor -şimdilerde olduğu gibi- sınırsız üretim, saçma tüketim doğal kaynakların duvarına dayanıyor… Bir kapitalist işletme için yıkıcı, vahşi rekabet ortamında var olabilmenin koşulu, sermayeyi sürekli olarak büyütmektir. Her seferinde daha çok üretme zorunluluğu var… Kapitalizm her ileri aşamada sosyal eşitsizliği derinleştiriyor, zengin-yoksul uçurumunu, kutuplaşmayı büyütüyor. Toplum çoğunluğu en temel ihtiyaçlarını asgarî düzeyde bile karşılamakta zorlanırken, üretim, parası olanlara, varlıklı kesimlere, toplumun sırtından zenginleşen mutlu azınlığa yöneliyor… Esasen kapitalist bir parazittir… “Turizm cenneti” Bordum’da bir villanın mevsimlik kirası neden 7 milyon TL… Eğer birileri birkaç ay için 7 milyon TL ödeyebiliyorsa, başkalarının da mütevazı bir konutun kirasını ödemekte zorlanmasına şaşmak niye?

Neyin önemli, neyin önemsiz, neyin yaşamsal olduğunu Corona Virüs (Covid-19) ve Büyük Deprem göstermiş olmalıdır… İnsanların karınlarını doyurmaya, temiz suya, ekmeğe, giyinmeye, ısınmaya, barınmaya vb. ihtiyacı varken, öncelikle “temel ihtiyaçların” karşılanması gerekirken neden onca saçma, “gereksiz”, zararlı şey üretilip-satılıyor? Modern teknoloji sayısız ıvır-zıvır üretmeyi ve satmayı başarıyor da insan yaşamı için vazgeçilmez olan iki şeyin, suyun ve gıdanın uygun koşullarda sağlanmasını engelliyor. Oysa bu dünyada otomobil, cep telefonu, mikrodalga fırın, Christian Dior parfümü, elektrikli diş fırçası, biber gazı, S-300, F-35 savaş uçağı, kimyasal-biyolojik silah vb. olmadan yaşamak gayet mümkündür… Lakin içecek temiz su, sağlığa uygun gıda olmadan mümkün değildir…

Bu dünyada neden milyonlarca insan açlıkla cebelleşiyor, yeterli gıdaya ulaşamıyor?.. Tarımsal üretim insanları doyurmak için değil, kapitalistlerin kârını artırmak için yapıldığı için… İstanbul’da, Ankara’da yaklaşık 2 milyon boş konut olduğu söyleniyor… Bu, 7-8 milyon ailenin barınma ihtiyacını karşılamaya yeter… Depremde milyonlar soğukla, açlıkla, susuzlukla cebelleşirken orada onca konut neden boş duruyor? Bu kadarı bile kapitalizmin ne kadar irrasyonel ne kadar saçma bir sistem olduğunu göstermiyor mu? Sizin barınma ihtiyacınız neden kapitalistlerin kâr aracı oluyor… Eğer konut da bir “meta”, bir kâr aracıysa neden olmasın!

Fakat hepsi bu kadar değil. Kapitalistlerin ürettiği konutlar çürük… İlk depremde yıkılıyor… Neden? Sağlam konut yaparlarsa daha az kâr ederler… Çürük konut daha çok kâr demektir… Elbette suçun tamamını inşaat müteahhitlerine fatura etmek yeterli olmaz… Burjuva politikacılarının ve bürokratik kadroların dahli olmadan o insanlık suçunu işleyemezlerdi… Elbette burjuva devletin misyonunun gereğini yapması işin doğası gereğidir… Siz hiç kutsanıp, yere göğe konmayan kapitalist devletin ne olduğunu, aslında kimin, neyin hizmetinde olduğunu tartışmaya cüret eden bir burjuva politikacısı gördünüz mü?

Burjuva iktisatçıları ve burjuva politikacıları ağızlarını her açtıklarında kapitalizmin -ki onlar kapitalizm demezler, piyasa ekonomisi derler- gelmiş-geçmiş en rasyonel, en akla uygun sistem olduğunu söylerler… Öyle rasyonel bir sistem ki, şu kadarcık zamanda insanlığı ve uygarlığı tam bir yok oluşun eşiğine taşımış bulunuyor… Eğer şimdilerde bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlamda bir uygarlık krizi ortaya çıkmışsa, bunun nedeni rasyonelliğinden asla şüphe edilmeyen lânet olası kapitalizmden başkası değildir…

Kapitalizm, ücretli emek (işçi) sömürüsü, ücret (karşılığı) ödenmeyen kadın emeği sömürüsü, sömürge haklarının (şimdilerde Güney diyorlar…) sömürüsü ve doğa yağmasıyla yol alan bir sistemdir… İnsana ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değildir ve şimdilerde artık yol alamıyor, patinaj yapıyor… Tabii burjuva politikacıları ve akıl hocaları “konunun uzmanları” (bizde üç çeşit uzman vardır: 1. Konunun uzmanları; 2. Her konunun uzmanları; 3. Yerli ve milli uzmanlar…) her şeyin yolunda olduğundan şüphe etmiyorlar… Ufak-tefek sorunlar yaşansa da kutsal piyasa ekonomisi dâhilinde işlerin yoluna gireceğini inançları tam… Siz o anlı-şanlı uzmanların ağızlarından hiç kapitalizm, kolonyalizm, emperyalizm, sömürü… kavramlarının çıktığını duydunuz mu?

Eğer bugün bir iklim krizi ortaya çıktıysa, biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok oluyorsa, dünya hızla yaşanmaz bir yer hâline geliyorsa, bunun biricik nedeni insana ve doğaya düşman kapitalizmdir…

Kimse kendini aldatmasın… Bu saçma üretim, şımarık tüketim, sefil yaşam dâhilinde sorunlar çözülebilir değil… Radikal bir paradigma değişikliği olmadan, vakitlice aracın rotası değiştirilmeden, insana ve doğaya düşman olmayan yeni bir uygarlığın yolu aralanmadan insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Her gün yaşananlar olmadığını göstermiyor mu?.. Ayağa kalkma zamanı gelmedi mi?

Savaş ve seçim

Biliniyor, biz, seçimlerin yapılıp yapılmayacağının belirsiz olduğunu hep söyleyegeldik. Bu konuda, en çok devrimcileri, solu uyarmaya çalıştık. Israrımız şuydu; Saray Rejimi, seçimle gitmez. Bu nedenle seçimin yapılıp yapılmayacağı belli bile değil iken, devrimcilerin, daha geniş olarak solun, mücadeleyi seçim gündemine endekslemesi, aslında kendini sağa doğru yatırması anlamına da gelecektir. İşçi sınıfının bağımsız devrimci politikasını savunmak yerine, her ikisi de aynı yerden beslenen, Cumhur ve Millet İttifakları ya da Saray Rejimi ve ona karşı burjuva muhalefet arasında seçim yapmak, aslında kendini de inkâr etmektir.

Dahası bize göre, seçim ancak, ABD’nin isteği ile ya da AB’nin, daha çok da Almanya ve Fransa’nın isteğine, bir nedenle ABD’nin olur demesi ile yapılabilir. Bize göre, ABD emir vermeden seçim yapılmaz.

Ülkemizde her seçim, aslında efendiler (NATO, ABD) tarafından seçilmiş olanların, halka onaylatılmasından ibarettir.

Biz bunları savunuyoruz ama gelin görün ki, Erdoğan, daha şubat başında ilan ettiği gibi, 10 Mart’ta, seçim kararnamesini imzaladı. Ve buna göre 14 Mayıs’ta seçim olacak. Üstelik YSK, deprem bölgesini de gezerek, inceleyerek (hangi ara yapmışlarsa bu incelemeyi), seçimin olabilirliğine karar verdi. Böylece, seçim sürecine girildi.

Çıkan manzara budur.

Gelin, hazır seçim kararı da alınmış iken, sürece yakından bakmaya çalışalım.

1

Türkiye bir sömürgedir. Bunu yokmuş gibi atlamak işe yaramaz. Hani o çok tekrarlanan söz, tam bağımsız Türkiye, eğer Türkiye’nin az bağımlı, az bağımsız olduğu anlamına geliyorsa, fasa fisodur.

Türkiye bir sömürgedir.

Her sömürge ülke, birbirinin aynısı değildir, olamaz.

Türkiye, ortaklaşa sömürgedir. Yedi kocalı Hürmüz deyiminde olduğu gibi. Siyasal olarak ABD’ye bağlıdır, ekonomik olarak ise AB’ye.

Düne kadar bu sorun değildi. Değildi, çünkü SSCB vardı ve anti-komünizm, tüm emperyalist kampı birleştirmişti. O birleşmiş emperyalist kamp, karşımıza NATO olarak çıkıyordu ve o kampı oluşturan belli başlı emperyalist devletler/güçler arasındaki çelişkileri görmek o kadar kolay değildi. Ancak, mesela 1971 krizi gibi olaylar olduğunda, Almanya, Fransa, daha az İngiltere ve Japonya, ABD’ye karşı durmayı denerlerdi. Mesela karşılıksız dolar basıyorsun derlerdi. ABD’de bu itirazları Sovyet yalanları diye geri çevirirdi.

Oysa SSCB artık yok, Rusya ve Çin, sosyalist geçmişleri sayesinde, bağımsız birer büyük güç olsalar da, sosyalist değiller ve kapitalist sisteme entegre olmak için oldukça hevesli idiler. 1990’lar, 2000’ler, ta ki 2008 yılına kadar durum böyle idi.

Bu sürede, 1990’lardan başlayarak, emperyalist kamp içinde, yani ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere (bunlar belli başlı olanlarıdır, İtalya, Kanada vb. çok önemli rolleri olmadığı için sayılmıyor; onları da saymak, belki tekil bir olayda, tekil bir süreçte, mesela Libya gibi, önemli olabilir ama genel anlamda, bu beşliye bakmak yeterlidir) içinde, ABD hegemonyasına karşı, kendi çıkarlarını korumak için, diğerlerinin güç toplamaya başladığını görmeye başladık. 2000’li yıllarda, bu emperyalist güçler arasındaki çelişkiler daha da açığa çıktı. ABD hegemonyası aşınmayı sürdürdü ve hatta bu aşınma hızlandı.

Konunun bütünsel ve genel gelişimi, Kaldıraç sayfalarında defalarca ele alındı, hâlen de alınmaktadır. Bu gereklidir. Zira sürekli güç dengelerinin değişimi yaşanmaktadır. Bu nedenle, sürekli olarak konunun ele alınması gereklidir.

Ama bizi, bu başlık altında ilgilendiren nokta, bu sürecin Türkiye’ye, ortaklaşa sömürge bir ülke olarak Türkiye’ye yansımasıdır.

Soru şudur: Türkiye, SSCB çözüldükten sonra, ekonomisine sahip olan Almanya ve AB’nin kontrolüne mi girecek, yoksa siyasal (ordu, bürokrasi, polis, siyasal partiler, yargı vb.) alana sahip olan ABD’nin tam denetimine mi girecek? Yani, Türkiye’nin sömürge olma niteliği değişmeyecek ama sahipleri azalacak. Hangisi, tek ve yeni sahip olacak?

Bu doğrultuda bir savaş sürdüğünü biliyoruz. İtalya, Gladio’yu kendi denetimine almak için, temiz eller operasyonu yapmıştı. Aynı dönemler Türkiye’de, AB eli ile Susurluk olayı patlatılmıştı. Bu yolla, ABD’ye bağlı güçlerin tasfiyesi hedeflenmiş olmalıdır. Ama bunun başarılamadığını, hep birlikte hatırlarız herhâlde. İşte Susurluk da bu sürecin bir parçasıdır. AK Parti bir ABD projesidir diye, tüm sol, tüm liberal sol söylenip durmaktadır. İyi de bu proje neyi hedeflemektedir? Bu proje, aslında ABD egemenliğini sağlamayı, buna uygun olarak yeni zenginler yaratmayı, devlet içinde artık ABD’nin işine yaramayacak güçleri tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Proje budur.

AK Parti bir projedir, ABD projesidir ve amacı, Erdoğan’ı zengin etmek, Erdoğan için bir sultanlık kurmak falan değildir. Böyle düşünmek ne devleti ne de emperyalizmi anlamaktır. ABD, Erdoğan için bir oyun sahası açmak üzere mi proje hazırladı, yoksa kendi çıkarları için mi? Sormak bile fazladır, elbette kendi çıkarları için. Suriye, Irak, Libya politikaları TC devletinin politikaları değildir. Alman Stern dergisinin dediği gibi, Erdoğan bir kundakçıdır ve sahibi ABD’dir, eline meşaleyi tutuşturan odur. Erdoğan ve ailesi, işin içine biraz hile katarak, zengin olmayı başarmıştır, bundan başka Erdoğan’ın bir marifeti yoktur.

Demek ki, Türkiye, eğer devrim gündemde yoksa, eskisi gibi sonsuza kadar yoluna devam edemez. Bu biçim bitmiştir. Şimdi, sömürgelerin, yeniden paylaşımı söz konusudur. Bu, emperyalist güçlerin aralarındaki dünya savaşıdır (Bugün bu savaşım yön değiştirmiş, tüm Batı cephesi, Japonya da dahil, Çin ve Rusya’yı sömürge ülkeler hâline getirerek, kapitalist sistemin derin krizini aşmaya çalışmaktadır).

2

Saray Rejimi, bu sürecin bir aşamasında devreye girdi. Saray Rejimi, AK Parti projesi olağan olarak işleyemeyeceği için devreye sokulmuştur. ABD, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaya karar vermiştir. Buna uygun bir örgütlemeyi dayatmıştır. Saray Rejimi, Erdoğan’ın buluşu değildir. Bu yarım yamalak geçiş, aslında olağan yöntemlerin işe yaramaması nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Bunun iyi anlaşılması gerekir. Bu sultanizm, bu tek adam diktatörlüğü falan değildir. Bu değerlendirmeler, son derece biçimsel bir tarzda konuyu ele almak anlamına gelir. Kararların Erdoğan’ın ağzından deklare edilmesi, kararların onun tarafından alındığını asla göstermez.

Öyle beşli çete ile de sınırlı bir hâl değildir bu. Bu, tüm sermaye sınıfının iradesinin yansımasıdır. Onların çıkarlarının, olağanüstü metotlarla korunmasıdır.

Saray Rejimi’ni devreye sokan iki gelişme daha var. Birincisi, bölgesel bir hâl almış olan Kürt direnişidir. Bunu göz ardı ederek, Saray Rejimi’nin karakteri açıklanamaz. MHP-AKP faşizmi, doğru bir değerlendirme değildir. Evet, bu güçlerin faşist karakterini ortaya koyar, ama Saray Rejimi’nin gerçek karakterini örtme ihtimali vardır.

İkinci gelişme, Gezi Direnişi ile başlayan direniş sürecidir. Buna, halkın, işçi ve emekçilerin uyanışı süreci de diyebiliriz. Elbette bu Kürt devrimi gibi bilinçli, örgütlü bir süreç değildir. Kıyaslanamaz. Gezi kendiliğinden gelişen bir sosyal patlamadır. Ama sistemin, Kürt karşıtlığı üzerinde kurduğu dengeyi bozmuştur. CHP dâhil, birçok sol örgüt dâhil, Kürt karşıtlığı konusunda birleşmektedirler. İşte Gezi süreci, aslında direnişlerin devamlılığı ile, bu Kürt karşıtlığını, milliyetçiliği kırmaya başlamıştır. Direniş, kitlelerin öğrenmesinin de yolunu açmıştır, açmaktadır. İşte devletin kimyasını bozan da budur. Eskiden, Kürtlere karşı savaş için her yolu deneyen TC devleti, şimdi Batı’da da bir savaş yürütmek zorunda kalmaktadır. Önemli olan bu savaşın karşısında işçi sınıfının örgütsüz olması değildir. Potansiyel bir güç olsa da, yani henüz fiilî bir örgütlü devrimci siyasal güç olarak kitlesel bir biçimde mücadelede yerini almamış olsa da, işçi sınıfı, kadınlar ve gençler sistem için büyük tehdittir.

Deprem süreci buna örnektir.

Sahaya, ordu ve polisi sokmayı, ordu ve polisin içinden halka yakınlaşmaların oluşması ihtimali düşünülerek yapmamışlardır. Bu, beceriksizliklerinin sonucu değildir. Tersine, bu egemen akıldır. Egemen, insanî davranmaz, egemen kendi egemenliğini kurtarmak, sürdürmek için hareket eder. Bu nedenle yüz binlerce insana, iki ya da üç gün yardım götürmemişlerdir. Gönüllüleri engellemişlerdir ve SADAT güçlerini, IŞİD güçlerini devreye sokmuşlardır. Bu nedenle diyoruz ki, sahada devlet yok, devlet nerede yanlıştır. Devlet tam da budur. Sizi, halkı göz göre göre enkazın altında ölüme tek edendir, katliamcıdır. İşte devletteki bu korku, onları bu yola itmektedir. Saray Rejimi, tam da budur. Olağanüstü bir devlet örgütlenmesidir. Bu nedenle yasa dinlemez, kendi yasalarını da çiğner.

3

Biliyorum, hâlâ seçime gelemedim. Biraz sabır.

ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kaybetmemek için, tüm gücü ile savaş politikalarına yönelmiştir. Bu sadece ABD’nin, X ülkeye savaş açması değildir. Hayır. Bu tüm kapitalist dünyanın ve ardından da tüm dünyanın savaş politikalarına yönelmesi demektir.

ABD, emperyalist efendiler, hedefe Rusya ve Çin’i koyarak, kendi kurallarını ayaklar altına alarak, bir savaş örgütlemektedir. Savaşı dayatmak, onlar için bir seçenek olmaktan çıkmıştır, adeta zorunluluktur.

ABD, kendi hegemonyasını efendice, suhuletle bir kenara bırakmayacaktır. Bu nedenle savaş ABD için adeta zorunlu bir seçenektir.

Afganistan, Irak, ardından Libya, en son Suriye savaşı, ABD’nin dünya hegemonyasını sürdürme isteğinin ürünüdür. Ama sıra Suriye’ye gelince, Rusya ve Çin, devreye girmiştir, sahaya inmiştir. Rusya sahaya indikten sonra, ABD, savaş politikalarından geri adım atmamıştır. Kuşkusuz ABD içinde, bu savaş politikalarını, en azından bu hâli ile ve en azından bugün yanlış bulanlar vardır. Ama sonuçta ABD devleti, bu savaş politikalarını devreye sokmuştur.

ABD, basitçe, NATO güçleri ve Japonya’yı, kendine tehdit olmaktan çıkartarak, denetimine almakta ve Rusya ve Çin’i, paylaşma planlarını onlara sunmaktadır.

Böylece savaş, başka bir biçimde sürmektedir.

Ukrayna’da, Ukrayna ve Rusya savaşmıyor. Hayır. Tersine, tüm NATO ve Rusya-Çin çarpışıyor. Çin’in Ukrayna’ya doğrudan müdahil olmamasının nedeni, Rusya’nın bu savaşa yetmesi ve ayrıca her ikisinin de savaş politikalarını beslemekten kaçınmasıdır.

ABD bu yolla Avrupa’yı denetim altına almıştır, Almanya, Fransa artık bir eksik güç hâlindedir. Kendi iradeleri ortadan kalmış gibidir.

ABD, bu savaşı, açık bir dünya savaşı şeklinde yürütmüyor.

Aslında bu Üçüncü Dünya Savaşı’dır.

Ama savaşı yürüten ABD, bu savaşı, vekâlet savaşları biçiminde yürütmektedir. Ukrayna halkı savaşın bedelini öderken, Neonaziler savaş sahasındadır. Ukrayna devleti, çeteleşmiş bir devlettir. IŞİD güçlerine benzemektedir. IŞİD de böylesi bir savaş aparatıdır.

TC devleti, Saray Rejimi şeklinde örgütlenerek, bu savaşçı politikalara dayanmaktadır. Saray Rejimi, sadece rantçı, sadece yağmacı değildir, aynı zamanda da savaş politikalarına dayalı bir örgütlenmedir. Tüm burjuvalar, tüm tekeller, kanla birleşmiş kârın tadını almıştır ve savaş politikalarını desteklemektedirler.

4

İşte bizim ABD evet demeden Erdoğan gitmez dememizin nedeni budur.

Biz, bu görüşümüzü defalarca şöyle de ifade ettik: İdlib biter, Erdoğan gider.

Bu görüşlerimizin nedeni, savaş politikalarıdır.

ABD, ülkemizde, savaş politikalarından geri durmak istemiyor. Evet savaş politikaları ile kazanamıyor ama kaybetmeyi de önleyebiliyor. Savaş politikaları, tüm bölgede, ABD’den uzaklaşma eğilimlerini besliyor. Hegemonyanın çözülmesi de budur. Şanghay İşbirliği Örgütü, Ortadoğu’yu da etkiliyor. En son, Çin ile Suudi Arabistan arasındaki kapsamlı ekonomik anlaşmalar bunun işaretidir. En son, Şubat 2023’te, İran ile Suudi Arabistan arasında anlaşmalar gündeme gelmiştir. Bu anlaşmalar, örneğin Yemen savaşının sonu anlamına bile gelebilir.

Bu durumda, ABD, mesela Kılıçdaroğlu seçeneği ile, bu savaş politikalarını yürütemez. Kılıçdaroğlu’nun gelişi demek, Suriye politikasının zorunlu değişimi demektir. Almanya bunu elbette ister. Ama, kendi iradesini Avrupa’da ABD’ye teslim etmiş iken, Almanya’nın Kılıçdaroğlu aracılığı ile Suriye savaşını sona erdirmesi ne kadar gerçekçidir? Sorudur ve önemlidir.

Şimdi, ABD ve AB arasında ortak bir mutabakat olmadan seçim mümkün değildir. Seçimimsi bir şey olabilir, ama oraya henüz gelmedik, yazının ilerleyen bölümlerinde oraya da geleceğiz.

Acaba, ABD, bu savaş politikalarından geri çekiliyor olabilir mi? Öyle ya, Erdoğan seçim tarihini ilan etmiştir. Bu durumda Erdoğan’ın seçilme şansı zayıf olduğuna göre, seçilse bile meşruluğu tartışma konusu olacağı için, acaba ABD, savaş politikalarından geri adım mı atıyor?

Sanmıyoruz.

Bunu anlamak için, Ukrayna’ya, Tayvan’a bakmak gerekir.

Ukrayna’da savaşı yoğunlaştırma hamleleri vardır. Varşova’da şov yapan Batı ittifakı, NATO güçleri, aslında bir kere daha ABD politikalarına evet demiştir. Şimdi, hem Romanya hem de özellikle Polonya savaş sahası hâline gelme eğilimindedir.

Rusya, Suriye ve Türkiye arasında barış görüşmeleri için devreye girmektedir. İyi ama, TC devleti açısından bu atılması mantıklı adım, ABD’ye rağmen atılabilir mi?

Normal şartlar altında, Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefetin, Suriye’den çekilmeyi telaffuz etmesi gerekir. Suriyelileri vatanlarına göndermenin başka koşulu yoktur. Ama burjuva muhalefet, Saray’ın tüm savaş politikalarının koşulsuz arkasındadır. Yine, normal olarak, Putin’in Erdoğan’ı desteklediğini söyleyenler, aslında Putin’in Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi gerektiğini söylemelidirler. Kanımızca, bu konuda da sol ve liberal sol yanılmaktadır. Putin ya da Rusya, Erdoğan’ı desteklemekle zerre kadar ilgili değil gibidir. Onların esas ilgisi, NATO’yu dağıtmaktır. Bu açıdan Suriye’de TC devletinin bir işgal gücü olarak varlığı, aslında TC devletinin kuyruğunu kaptırmış olması demektir. Başı ABD’de, kuyruğu Rusya tarafından Suriye’de yakalanmış durumda olan TC devleti, bu nedenle kıvranmaktadır.

Aynı nedenlerle, Kılıçdaroğlu, NATO’yu övmekte, NATO demokrasi demektir diye buyurmaktadır. Bu ülkede, en azından 1950’den beri her katliamda NATO’nun eli vardır. Bunu görmezden gelerek NATO demokrasi demektir demek, aslında kendi rengini tam olarak açığa vurmaktır.

Özetle, ABD’nin savaş politikaları rafa kalkmıyor ve bu durumda bir tetikçi olarak TC devleti ABD adına iş görecektir. Bu nedenle de Saray Rejimi’nin devamı, ABD ve efendiler için, NATO için bir zorunluluktur.

Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde, Kılıçdaroğlu ve Akşener (Şakacı Abla) ne kadar Erdoğan’a garantiler verse de, Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde ortaya çıkacak halk tepkisi, Erdoğan’ın yargılanmasına, Saray Rejimi’nin yargılanmasına yol açacaktır. Zaten sol da buna inanarak, Kılıçdaroğlu’nu desteklemektedir.

Savaşı görmeden seçimi görmek budur. Ve yanılgı doludur.

5

Seçim acaba olacak mı?

Sorudur ve bizce hâlâ yerindedir. Tüm faaliyetlerini seçim gündemine kilitleyerek, Kılıçdaroğlu umudunu yükseltmeye başlamış olan sol, liberal sol, bu soruyu duymak bile istememektedir. Oysa yerindedir.

Hatırlanacaktır. Birçok yazar, birçok aydın, birçok siyasal sol figür, 7 Haziran-1 Kasım süreci yolu ile Saray’ın baskıyı artıracağını düşünmekteydi. Muhtemelen hâlâ böyle düşünenler vardır. Biz ise, evet bir baskı sisteminin devreye sokulacağını ama zaten olağanüstü hâlde iken, bu baskı sisteminin daha farklı olacağını, diğerinin direnişlere başlamış ve sürdürmekte olan işçi ve emekçiler nezdinde işe yaramayacağını söylüyorduk, hâlâ söylüyoruz. Bize göre, daha çok siyasal yasaklı kişiler-partiler ve suikastler devreye sokulacaktır. Hâlâ bu olasılık çok ama çok yüksektir.

Bu durumda önümüze üç senaryo çıkmaktadır.

İlki, seçimlerin savaş nedeni ile ertelenmesi. Hazır Erdoğan seçim 14 Mayıs’ta olacak demiş iken, seçime niyetlenmiş iken, iki füze ile TC devleti bir savaşın içine girerse, tüm burjuva muhalefet, yani Millet İttifakı, ulusal çıkar dürtüsü ve söylemi ile seçimin iptaline onay verecektir. Bu olasılıklardan biridir.

İkincisi, Erdoğan’ın seçimi çalmasıdır. Bu çalma, hileler yeterli olmazsa, sandıkları yok ederek gerçekleşebilir. Biliyoruz, mesele sandığa atılan oylarda değildir, mesele sandıklardan çıkan oylardadır. Bunun binbir yolu olduğu açıktır.

Üçüncü senaryoya geçmeden, burada bir duralım.

Diyorlar ki, bu yolla Erdoğan kazanırsa, meşru olmaz.

Bize çok garip geliyor. Aklını peynir ekmekle yemek bu olsa gerek. Sanki, 7 Haziran’da Erdoğan meşru mu idi? Ya da referandum sonuçları meşru mu idi? Ya da İnce seçim gecesi adam kazandı derken, Erdoğan’ın kazanması meşru mu oldu?

Hiçbir yasayı dinlemeyen, her yasayı çiğnemekte beis görmeyen bir Saray Rejimi, seçim yasalarına, sandıktan çıkacak olana kendini bağlı mı hissedecektir?

HÜDA PAR, acaba neden devreye sokulmaktadır? HÜDA PAR, eğer ittifaka alındı ise, bununla Erdoğan’ın oyu mu artacak? Sanki HÜDA PAR ittifaka alınmamış olsa idi, yine de Erdoğan’a oy vermeyecek miydi? Öyle ise neden HÜDAPAR’ı alıp, AK Parti içinde bazı çevreleri rahatsız etmektedirler? HÜDA PAR’ı ittifaka açıktan almak, getireceğinden fazla oy kaybettirmez mi? Zira getireceği oy yoktur, çünkü o oylar zaten onlarındır; her hâl ve şart altında. HÜDA PAR’ı sahneye çıkarmak, deyim uygun düşerse, tehdit etmek amacı ile değil, ama silah göstermektir. Bu da seçim konusunda sandıkları yok etme olasılığını düşündürmelidir. Gel ki bizim solun, Kılıçdaroğlu’nu kurtarıcı olarak görmesi nedeni ile gözleri de görmez, akılları da çalışmaz hâldedir. Ama yine de bunun üzerine düşünmeye davet ediyoruz.

Aynı şekilde deprem bölgesinde devletin açık iç savaş taktikleri ile devrede olması, düşündürmelidir. Bu oy için yapılamaz. Bu, Saray’ı saran korkudur ve doğrusu korkarak kaçmıyorlar, korkarak saldırıyorlar. Çakıcı’nın adamlarının jandarma komutanını ziyaretini açıktan ortaya koymaları, tam da bu iç savaş tutumunun göstergesidir, katliamcı devlet politikalarının savunulmasıdır. Deprem, bir afet değildir, depremde yaşananlar, deprem sonrasındaki devletin tutumu, katliam politikalarının ta kendisidir. Onun için meşruluk diye bir tartışma Saray Rejimi’nde yoktur. Kaldı ki, burjuva muhalefet, devletin sesini duyduğunda defalarca susmuştur, bunun onlarca kanıtı vardır. Burjuva muhalefet, meşru olmayan seçimlerde sokağa mı çıkmıştır? Tersine, kendini halkın tepkisini söndürmekle görevli saymaktadırlar. Halka, sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar demektedirler.

Üçüncü senaryo da var elbette. Seçim sonrasında başlayacak süreç, mesela bir darbe ile Saray Rejimi’ni tahkim edebilir.

Bu olasılıkları artırmak mümkündür.

Ama saymak yerine, net olarak şunu söylemek gerekir: Saray Rejimi, seçimle gelmemiştir ve seçimle gitmeyecektir. Mesele Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan yerine başka bir isim koyarak işi sürdürmeleri olanaklıdır.

Savaş politikalarını görmeden, seçim üzerine ham hayaller kurmak büyük bir risktir.

6

Şimdi, Şakacı Abla’ya bakabiliriz. Akşener, birdenbire, sanki Kılıçdaroğlu’nun adaylığı onun için sürprizmiş gibi, sanki gerçekten İmamoğlu olsa kazanacakmış gibi, Kılıçdaroğlu kazanamaz ama İmamoğlu kazanır gibi bir tutumla masadan niye kalkmıştır?

Öyle ya, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı bir sürpriz değildir. Hele hele Akşener için hiçbir biçimde sürpriz değildir.

Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı. Bir taşla birkaç kuş vurma taktiğidir bu. Kendini rezil etme pahasına bunu niye yaptı? İmamoğlu ve Yavaş cumhurbaşkanı yardımcısı gibi bir kampanya yürüterek masaya dönmek, çocukça değil ise, masadan kalkma işi bir şaka olmalıdır.

Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı ve hemen sol partiler, açıktan Kılıçdaroğlu’na destek vermeye başladılar. Böylece HDP’nin aday çıkartması olasılığı da azaltılmış oldu. Sol, Kılıçdaroğlu’nu açıktan savunmaya başladı. Böylece sol, Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizildi. Sanki, bu hamle olmamış olsa idi, sol yine Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyecek miydi? Elbette destekleyecekti. Ama bunu daha cesurca yaptılar ve aradaki şerh düşme olasılıklarını ortadan kaldırdılar. Sol, Kılıçdaroğlu’nu sola çekmek yerine, kendisi sağa, daha da sağa kaymaya meyletti.

Bu hamlenin amacı, iç savaş politikaları, savaş politikaları içinde anlamlıdır. Savaş naraları yükselirse ve seçim iptal edilirse, sol kendini bağlamış oldu ve sesini yükseltme, direnişe geçme olanağını yok etmiş oldu. Örgütlü güçler olmadan direnişin gelişmesi çok güçtür. İşte savaş ve iç savaş politikalarını görmeden, seçimi görmek dediğimiz şey budur.

Bu, iç savaş politikalarının içindedir. Saray Rejimi baskı ve şiddet ile giderken, burjuva muhalefet, öteden beri, halktaki öfkeyi oyalayarak, sahte umutlarla, seçimi bekle diyerek bastırmakla görevlidir. Bu süreç bir kere daha işletilmiştir. Ve etkili olduğu açıktır.

Şakacı Abla, ayrıca, bu hamle ile, İYİ Parti içinde Kılıçdaroğlu’na, Alevi olduğu için oy vermeyecek olanlara, alternatifsizliği de göstermiş oldu. Böylece, Şakacı Abla, Kılıçdaroğlu’nun kendisine verdiği milletvekili desteğinin karşılığını da ödemiş oldu. Şimdi, İYİ Parti içinde oy vermeyecek olanların bir bölümü de Kılıçdaroğlu’na oy verecektir.

7

Türkiye, son derece ciddi bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Uluslararası alanda ABD’nin tetikçisi rolü, TC devletini savaş politikalarına bağımlı hâle getirmiştir. Ne ekonomik krizin, ne de bu savaş politikalarının, burjuva siyaset içinde bir çözümü yoktur.

Bu durum, TC devletinin, burjuva muhalefeti de dâhil, Saray Rejimi de, tüm güçlerinin halktan korkusunu artırmaktadır. Bu nedenle, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini daha sert yöntemlerle ezme isteği devrededir. Bu istek, aynı zamanda halkın, işçi ve emekçilerin, birikmiş öfkesinin de kontrol edilmesini bir politika olarak uzun zamandır devreye sokmalarının da nedenidir. Bu ikili politika, iki temsilcide ifadesini bulmaktadır. İlki Saray Rejimi eli ile, ikincisi ise, sözüm ona, ona muhalif olan burjuva muhalefet eli ile devreye sokulmaktadır. Böylece, sanki kitlelere bir alternatif sunulmaktadır. Bugün, ortada bir neden yokken, seçimin iptal edilmesi, daha ciddi tepkilere yol açabilir. Oysa uygun bir yol ve yöntemle seçimlerin iptal edilmesi, bir ulusal felaket senaryosu ile etkili olabilir. Bu açıdan, solun CHP kuyruğuna eklenmesi, kendi bağımsız politikalarını devre dışı bırakması gereklidir. Bunu sağlamaya çalıştıkları açıktır.

Eski bir sözdür, Osmanlı’da hile bitmez. Saray Rejimi, Allah’ın cebinden peygamberi çalma konusunda mahirdir. Bu nedenle iş bitti havasına girmek, hele hele devrimci hattı terk etmek büyük hata olacaktır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, kısacası direnenlerin iradelerini örgütlemek esastır. Bu irade başkalarına teslim edilemez.

Bu durum, solun Ecevit’in kuyruğuna takılmasını andırmaktadır. Farkı şudur, Ecevit daha sol bir tutumun işaretlerini veriyordu, şimdi ise Kılıçdaroğlu, daha da sağa yaklaşmaktadır.

Biz devrimci sosyalistler, direniş hattını örgütlemekle yükümlü, görevliyiz. Yapmamız gereken budur.

Biliyoruz ki, Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin, bir genel direniş örgütlenmenin olanakları vardır. Elbette zordur. Ama zaten devrimin kendisi de kolay bir süreç değildir.

Ham hayallere kapılarak, salt seçim gündemi ile mücadele sürdürülemez. Bu büyük hata olur. Bunun yerine, var olan, baskı ve şiddete rağmen sönmeyen direniş çizgisini geliştirmek gereklidir. Bu direniş hattı, daha örgütlü olmak zorundadır.

Gerçekte, Erdoğan, zaten meşru değildir. Sadece diploması nedeni ile değil. Sadece hastalığı nedeni ile değil. Aynı zamanda seçimleri çalmıştır. Atı alan Üsküdar’ı geçti sözü, bir itiraftır. Ama aynı zamanda Erdoğan’ın adaylığı da yasal değildir. Ortada öyle bir tablo vardır ki, 100. yılında TC devletinin seçim yasaları bile belli değildir. Öyle Suriyelileri oy kullandırarak vb. seçim kazanmak değildir mesele. Bunu zaten yaptılar. O seçimler de meşru değildir. Mesele 10 bin oy, yüz bin oy meselesi değildir. Gerçekte Saray Rejimi’nin adayı kim olursa olsun, demokratik bir seçimde alacağı oy yüzde 10-20 bandındadır. Mesele paramiliter güçlerle, iç savaş koşullarında, olağanüstü hâl koşullarında, tüm yasal prosedürleri ortadan kaldırarak bir seçim senaryosuna bu denli kilitlenmektedir. Kimse aptal değildir. Erdoğan çoktan kaybetmiştir. Dünyanın hangi Batılı ülkesinde demokratik seçimler olmaktadır? Bu devir çoktan kapanmıştır.

Savaş politikalarını görmek önemlidir. İçinde yer aldığımız coğrafyada ABD emperyalizmi, her türlü savaş oyunlarını devreye sokmuştur. Balkanları, Kafkasları, Karadeniz’i, Akdeniz’i, Ortadoğu’yu karıştırmak için sayısız olanağa sahiptirler.

Efendilerin, emperyalistlerin, onların uşaklarının insanî değerleri yoktur. Kapitalist sistemde insanî değer yoktur. Kapitalizm, insanlığı yok ederek, insanı insan olmaktan çıkartarak hayat bulmaktadır.

Bu nedenle, işçi sınıfının, direnmek dışında yolu yoktur.

Sistemi alaşağı edecek güç, işçi sınıfı, devrimci işçilerdir. Bugün, ülkemizde, bunun olanakları vardır.

Seçimleri çok çok aşan bir savaş sürmektedir. Bu koşullarda, işçi sınıfının devrimci öncülere ihtiyacı vardır.

Cepheler son derece nettir. Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının devrimci hattını hiçbir koşulda terk etmeyeceğiz.

“Not etmek”: İç savaş hukuku ve Saray Rejimi

Yaşam mı berbatlaşıyor? Felaketler birbirini mi kovalıyor? Yoksa Saray Rejimi’nin, TC devletinin, burjuva egemenliğin bizzat kendisi mi felakettir?

Günlük hayatın akışı içinde, kökleri derinlerdeki batıl inançların-kör inançların etkisi ile, yaşanan felaketlerin üst üste geldiği ve bunun da bir çeşit ceza ya da sınav olduğu ya da en azından bir şansızlık olduğu düşüncesi hep yerleşiktir. Onu oradan söküp atmak da kolay değildir. “Bunlar hep benim başıma mı geliyor” sorusu, yoksulların, sömürülenlerin ortak, ama bireysel sorusudur. Zaten bu soru, topluca ve toplumsal olarak sorulmaya başlandığında, isyan da başlıyor demektir.

Kör inançlara sahip olanlardan söz ettiğimizde, elbette yağmur yağsın diye yağmur duasına çıkanları ya da kahve falında çıkan şekillere göre davrananları, sadece bunları kastetmiyoruz. Hayır, bu kör inançlar, daha yaygındır ve aslında pek çok kişide de etkisini sürdürür. Şansızlık, kadersizlik, bahtsızlık, “bunlar hep benim başıma mı geliyor” demenin başka yoludur.

İsyan, bu nedenle, sadece aklı açmaz, sadece ayaklardaki pası silmez, sadece yürekleri şenlendirmez; aynı zamanda ruhları da kölece bağlardan, boş inançlardan kurtarır.

İsyan eden, kendi kaderinin yazıcısı olmak üzere silahlanmış kişi demektir. Eline kalemini ve aletlerini almış, kaderini kendi yazmaya, talihini kendi oluşturmaya başlamış demektir. Başkalarının kadersizliği üzerine bir kader yazmıyorsa, bunun isyan dışında bir yolu yoktur.

İsyan, egemene karşıdır.

Ülkemizde egemen, sömürgeci efendiler, tüm Batı emperyalist güçleri, ABD’si, Almanya’sı, İngiltere’si, Fransa’sı ve bu devletlerin gerçek sahibi olan uluslararası sermayesi ve tüm bunların kâhyası rolünde sömürge ülke çiftliğine atanmış adamları, bu uluslararası sermayenin yerli ortaklarıdır. Egemen budur; efendiler ve onların tetikçileri.

TC devleti, tarihi boyunca böyledir. Sömürge bir ülkedir ve efendilerine sonuna kadar sadıktır. NATO mekanizması ile ABD’ye, ekonomisi ile AB’ye bağlıdır. Efendiler, kendilerine hizmet eden bu kâhyalara, her zaman hırsızlık için bir pay bırakırlar. Bu hırsızlık, efendinin payından çalmak şeklinde olamaz. Sınırları budur. Ama elbette, halktan daha fazlasını alabilir, çoğunu efendilerine vermek üzere daha vahşi bir sömürü sistemi kurabilirler. Bunu yaparken ceplerini doldurmalarında da sakınca yoktur. Zaten ne alırlarsa, sonunda efendilerinindir. Saddam, bunun en somut örneğidir. Biraz da bu nedenle, sömürge ülkelerin efendiler tarafından atanan kâhyaları, daha da acımasız olurlar.

TC devleti, halkları, bu ülkede yaşayan insanları kendinin düşmanı görmüştür. Her zaman ve her dönem.

Ama yine de bazı dönemler, devlet, olağanüstü biçimlerde örgütlenmek zorunda kalır. Ülkemiz tarihinde de bu yaygındır.

Bu kez, bir yandan Kürt devrimini bastıramamanın sonucu, bir yandan Gezi Direnişi ile başlayan korkuları (kimyaları bozulmuştur) ve öte yandan da NATO içinde temsil edilen efendilerin arasında ortaya çıkan paylaşım savaşımının ülkemize etkileri nedeni ile, bu üç etken nedeni ile TC devleti, olağanüstü bir rejime geçmiştir. Biz buna Saray Rejimi diyoruz.

Bu geçiş, Erdoğan ve AK Parti’nin işi değildir. Tersine, bu geçişi sağlayanların projesidir AK Parti ve Erdoğan. Geçişi sağlayan, Saray Rejimi’ni organize eden, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dır. Bu emperyalist güçler, ABD’nin planına olur vermişlerdir ve ABD, bu yolla, hegemonyasını sürdürmek üzere, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmak üzere Saray Rejimi’ni organize etmiştir.

Alman Stern dergisi, şubat başındaki sayısında, Erdoğan’ı kundakçı ilan etmiştir. Biliyorlar. Çünkü, dün kendileri adına da kundakçılık yapıyordu. Kendileri de en büyük destekçileri idi. Ama artık ABD adına yaptığı kundakçılığın kendilerine zarar verdiğini gördüler ve adını koydular: Kundakçı.

Dergi, kimin kundakçısı olduğunu söylemeyi unutmuş olamaz. Ama ABD’ye daha açık bir tutum almak, özellikle Ukrayna sürecinde kendini ABD’ye teslim etmiş olan Alman ve Fransız burjuvazisinin korkularını depreştirir. Bu nedenle, sadece kundakçı diyorlar.

Oysa bu Saray Rejimi, tüm emperyalist efendilerin ortak programıdır, ortak planıdır.

Zaten, dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu kriz ve paylaşım savaşımı döneminin karakterine de uygundur. Biden, her açıdan Erdoğan’ı aratmazdır. Amerikan demokrasisi, işte budur. İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya bakın. Her biri “özel savaş” karakterleri olan kuklalardır. Erdoğan’ın “asrın lideri” olarak kendini görmesinin nedeni, onların bu hâli olmasa da, ülkemizdeki Erdoğan dâhil bazı karakterleri açıklamak için, bu “özel savaş karakterleri”ne bakmak faydalıdır, anlamayı kolaylaştırıcıdır.

Saray Rejimi, yakın dönemdeki her türlü felaketi, ister doğal olsun ister yapay, “Allah’ın lütfu” olarak görmekte beceriklidir.

Demek oluyor ki, deprem dönemindeki uygulamalarına bakıp, Saray Rejimi’ni beceriksiz olarak nitelemek, baştan aşağıya yanlıştır. Ölçü eğer can kurtarmak, yardım götürmek olsa idi, belki bir anlamı olurdu bu beceriksizlik sözünün. Ama ölçü bu değil. Ölçü, yağma, rant ve savaş ekonomisinin gerekleridir.

Mesela deprem sırasında, militanca bir tutumla, tırları kaçırıp İdlib’e götürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela, kontrolü almak için tüm yardım çalışmalarını ve gönüllüleri durdurmak, gerekirse dövmek ve hatta öldürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela enkaz altından para, altın vb. toplamak, bir enkaz bölgesinden ne kadar hurda ve ganimet çıkacağını hesaplayabilmek, öyle kolay değildir. Bunlara beceri diyebilirsiniz.

Nihayetinde hırsızlık da bir beceridir.

Hele hele, yağmayı, rantı, hırsızlığı, canlı insanları enkaz altında bırakırken altınları toplamayı, gönüllü yardımlarını İdlib’e kaçırmayı, sıradan bir beceri olarak görmek hata olur. Bunları yapmada askerin başarısız olacağını düşünerek, SADAT’ı devreye sokmak, oldukça yüksek bir beceri sayılmalıdır.

Öyle, “bunlar beceriksiz” diyerek, bunları aklamak yok.

Bilinmelidir, ne bunları, ne de bunları sadece “beceriksiz” olmakla suçlayanları affetmeyeceğiz.

Saray Rejimi’nin karakterini, devletin karakterini doğru anlamak gerekir.

Binlerce insanı enkaz altında ölüme terk etmek, cinayettir, katliamdır. SOMA nasıl bir iş kazası değil de cinayet ise, kadınların öldürülmesi nasıl politik bir cinayet ise, depremde de insanların topluca ölüme terk edilmesi bir cinayettir, toplu katliamdır ve TC devletinin katliamcı geleneği ile birebir uyuşmaktadır. Devletin genetiğine uygundur.

İşte aynı nedenle, TC devleti, depreme duyulan tepkinin bir isyana, bir ayaklanmaya, bir sosyal altüst oluşa, bir sosyal depreme dönüşmesini önlemek için SADAT ile devrededir. Aynı nedenle, üniversiteler kapatılmıştır. Üniversitelerden yükselecek bir toplumsal tepkiden korkmaktadırlar.

Halktan korkuyorlar.

Devrimden, gelmekte olan isyandan korkuyorlar.

Onlar halktan korkuyor, saldırıyorlar, halk onlardan korkuyor.

Bu döngüyü kıracak şey, halkın örgütlü direnişidir, işçi sınıfının devrimci direnişidir, kitlelerin isyanıdır.

İşte “not ediyoruz” tehdidinin altında da bu vardır.

Neyi not ediyorlar?

Devrimcilerin, gönüllü insanların bölgede elleri ile enkaz kazmasını, kahramanca çalışmaları ile bölgeye devleti atlatarak yardım göndermelerini, kamplar kurmalarını, marketleri düzenli bir biçimde halkın kullanımına açmalarını, eczaneleri kontrollü bir biçimde ilaç sevkiyatı için açmalarını, sağlam kalmış villaları halkın kullanımına açmalarını.

Ve elbette tüm bunlar yaşanırken, bu dayanışma gelişirken, sahada devleti bizzat yağmacı olarak, rantçı olarak gören insanların durumu anlamaları için süren tartışmaları.

Ve elbette, burjuva muhalefetin, ister istemez, gerçeğin bir bölümünü ortaya koymak zorunda kalmalarını. Mesela Kılıçdaroğlu, burjuva muhalefet, “bölgede devlet yok, 48 saat ortada yoklar” diyor. Aslında onlar devleti kurtarmak için bunu söylüyorlar. Ama bunu da not ediyorlar.

Biz diyoruz ki, “devlet orada yok” yanlıştır. Devlet oradadır. Ama yardım götürmek için değil, SADAT eli ile yağmalamak için, yardımları önlemek için, yeni rant alanları açmak için, şehirleri boşaltma yolları aramak için, İdlib’e IŞİD güçlerine yardım götürmek için. Devlet oradadır. Sadece devlet işte budur, başka bir şey değildir.

Yangınlarda, sellerde, devlet ne yaptı ise, burada da aynısını, daha pis, daha vahşice yapmıştır, yapmaktadır. Oradadır ve devlet budur.

İşte, Bahçeli ve Erdoğan, bunları not ediyorlar.

Not etmeleri, karakterlerine uygundur. Kim dayanışma gösteriyor, gönüllü kimdir, kim devleti ev değil tabut yapmakla suçluyor, kim devlete rantçı diyor, kim yağmacıları engellemek istiyor, kim devletin IŞİD ile bağlarını ortaya seriyor, kısacası olup biteni kim ortaya koyuyorsa, az ya da çok, onları not ediyorlar.

Demek, bu kadar öyle mi?

Demek tehdidiniz budur?

“Not ediyoruz”, öyle mi?

Not etseniz ne olur, etmeseniz ne olur?

Korkunuzdan not ediyorsunuz.

Korkunuzdan, siz değil, bulunduğunuz Saray’ın taşları, tuğlaları titriyor.

Not etmediğiniz ne var ki?

Daha yeni mi not ediyorsunuz?

Yüz yıldır zaten hep not ediyorsunuz. Saray Rejimi, zaten efendilerinize tuttuğunuz notların da bir sonucudur.

Notlarınızı efendilerinize veriniz, belki onlar, sizinle aynı soydan siyasetçilerin kulaklarını çekerler. İyi ama ya halkın öfkesini de not ediyor musunuz?

Kaçma planlarınızı yeniden gözden geçiriyor musunuz?

Tüm bunlar, aslında TC devletinin, Saray Rejimi’nin karakterini de ortaya koymaktadır.

“Hukuk yok, hukuk ayaklar altında” cümleleri yanlıştır.

Hukuk var, bu bir iç savaş hukukudur. Hukukçuların kibarca “düşman hukuku” dedikleri şeydir.

Hukuk ayaklar altında değildir, hukuk devletin elinde, Saray’ın elinde, polis gücünün yanına eklenmiş bir silah olarak iş görmektedir.

TC devleti, Saray Rejimi, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Sadece Ermenileri, sadece Pontusları, sadece Süryanileri, sadece Kürtleri değil, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Yangınlara bakın, sellere bakın, en sonuncusu depreme bakın, tüm halkları düşman olarak görmektedirler. Sadece işçi düşmanı, sadece öğrenci düşmanı, gençlik düşmanı, sadece kadın düşmanı değildirler, bir bütün olarak tüm halkın düşmanıdırlar.

İşte iç savaş hukuku da bunun için devrededir.

Bunu anlamadan, devleti tanımadan, Saray Rejimi’ni tanımak, anlamak, hele hele yıkmak mümkün değildir.

Saray Rejimi’ne karşı mücadele, daha kapsamlı bir mücadeledir, sadece seçime bağlı bir mücadele değildir.

Devletin bir “kurtarıcı”, “halkın devleti”, “devlet baba” olduğu görüşleri, baştan aşağıya önyargı, kör inançtır. Hiçbir biçimde doğru değildir. Devlet, efendilerin, egemenlerin, işçi sınıfı ve halkı bastırmak, kapitalist sömürü düzenini sürdürmek için organize ettikleri, silahlı bir örgüttür. Devlet, burjuvaların siyasal örgütüdür. Polisi, ordusu, yargısı, diyaneti, basını vb. ile halka karşı, egemenlerin baskı aygıtıdır.

Eğer isyan edersen, eğer kitleler hesap sormak için ayağa kalkarsa, işte o zaman bu kör inançlardan, bu kader düşüncesinden, bu bahtsızlık yargısından kurtulmaya başlayacaklardır. Her işçi, her işsiz, her kadın, her emekçi, kendi başına geleni, sadece kendisinin yazgısı sanıyor. Oysa o yazgıyı efendiler yazıyor ve tüm işçiler, tüm emekçiler için yazıyor.

Tüm bunlardan kurtulmanın yolu vardır.

Bu yol, elbette aklınıza geldiği hâlde dilinize dökmediğiniz, düşünürken dahi “olmaz” diye düşünmekten vazgeçtiğiniz yoldur. Bu yol, devrimci direniş yoludur. Bu yol, devrim ve sosyalizm yoludur. Bunca katliam, bunca ölüm, bunca açlık, bunca işkence, hep bu aklımıza düşen ama haykırmadığımız özgürlük isteğini bastırmamız sayesinde yazgı hâline gelmektedir, kader hâline gelmektedir. Efendiler ve onların uşakları, yüzümüze bakarak “kader” diyebiliyorlarsa, biz örgütsüz ve kararsız olduğumuz içindir. Efendiler ve onların uşakları, “bunu da unuturlar” diyorlarsa, bizim isyan geleneğimizin zayıflığındandır. Felaketlerin arasında, rahatça yeni rant ve yağma planları yapabiliyorlarsa, öfkemizin zayıflığındandır. Bunları “not ediyoruz” diye yüzümüze ulu orta tehditler savuruyorlarsa, örgütlülüğümüzün zayıflığından, bilincimizin zayıflığındandır.

Biliyoruz, bu sistem böyle sürdüğü sürece, yeni felaketler olacaktır. Utanmadan “biz İstanbul depremini bekliyorduk” diyebiliyorlarsa halkın isyan etmeyeceğine güveniyor olmalarındandır. Bu sistem böyle sürerse, yarın başka depremler de, başka felaketler de olacak. Zaten en büyük felaket, bu sistemin varlığıdır, Saray Rejimi’nin kendisidir.

Felaketlerin kaynağını kurutmanın yolu, sistemi alaşağı etmek, işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmaktan geçmektedir.

Sistemi alaşağı etmek, devrimi zafere ulaştırmak, birleşik emek cephesinde örgütlenmekle mümkündür.

Tüm afetlere bakınca, insanların geliştirdiği dayanışmanın, örgütlenmenin kendisi olduğu da ortaya çıkmaktadır. İşte bu örgütlenmeyi, daha ileri düzeye çıkartmak, kendi kaderini eline almak ve sistemi yıkmak üzere geliştirmek mümkündür.

Bu sistemi yıkmak, hem zorunludur hem de mümkündür.

İnsanın insana kulluğuna, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeden, her türlü ayrımcılığını da yok etmek için sömürüye son vermeden, insan olarak yaşamak mümkün değildir.

Kapitalist sistemin kendisi, insanlık için bir felakettir.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...